Küfürde İleri Gitmek Tevbenin Kabulüne Mani Olur: 4

Kafir Fidye İle Azaptan Kurtulamaz: 4

Birr'e (İyiye) Ulaşmak İçin Sevilen Şeylerden Fedakarlık Şarttır: 5

Kutsal Kitabın Haram Ve Helaline Dokunulamaz: 6

Allah'a İftira Zulümdür: 7

Dinde Doğru Olan Allah'ın Söylediğidir: 8

Kabe'nin İşlevi: 8

Mekke Kelimesinin Manası: 10

Kabe'nin İsimleri: 10

Kitap Ehlinin, Allah'ın Ayetlerini İnkar Etmesi: 12

Allah'ın Yolundan Çevirmek: 13

Ivec Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 13

İmandan Sonra İnkar: 14

I’tesama Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 16

Ancak Müslüman Olarak Ölün: 17

Tefrika Ateşten Bir Çukurdur: 18

Habl Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 19

Kurtuluşa Giden Yol: 23

Hakikatin Kanıtlarına Rağmen İhtilafa Düşmek: 25

İmandan Dönmenin Ahirete Yansıması: 27

Allah Kimseye Zulmetmez: 29

Bütün İşler Allah'a Döner: 29

Hayırlı Ümmetin Görevleri: 30

Fasık Olan Kitap Ehlinin Vasıfları: 31

İman Etmeyen Kitap Ehli Zillete Düşmeye Mahkumdur: 32

Zillet Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 32

Kitap Ehlinin Hepsi Aynı Değildir: 36

İyilikler Karşılıksız Kalmaz: 37

İmansız Amel Fayda Vermez: 38

İnsan İlişkilerinde Aklı Kullanmak: 39

Kinin Davranışlara Yansıması: 41

Sabır Ve Takva Zarardan Korur: 42

Çabasız Zafer Olmaz: 44

Bedir Savaşı Ve Allah'ın Yardımı: 45

Bedir Savaşında İlahî Yardımın Sebebi: 47

Kata'a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 48

Allah Dilediğini Affeder Dilediğine Azap Eder: 50

Faiz Felaha Mani Olur: 51

Faiz Ve Takva: 51

Takva, Faiz Ve Mutluluk: 51

Cennet Hangi Amellerle Kazanılır?. 52

Muhsinin Diğer Özellikleri: 54

Geçmişten İbret Almak: 56

Açık Ders: 57

Üstünlük İmandadır: 58

Vehn Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 58

Zulüm Toplumsal Dengeyi Bozar: 59

İmtihanın Diğer Amacı: 60

İmtihansız Cennete Girilmez: 61

Peygamberler Fanıdır Allah İse Bakidir: 62

Ölüm Ecele Bağlıdır: 63

Allah Yolunda Savaşanların Ödülü: 64

Kafire İtaat Edilmez: 66

Allah'ın Yardımının Mahiyeti?. 67

Müslümanların Uhud'da Yenilmelerinin Nedenleri: 67

Mağlubiyetin Sebepleri: 68

Uhud Savaşının Sahneleri I: 69

Sa'ide Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 69

Telvûne Kelimesinin  Kur'an'daki Manaları: 69

Uhud Savaşının Sahneleri II: 71

Şeytana Uyup Hata Yapmanın Bedeli: 72

Kafirlere Benzememek: 73

İlahî Rahmet Yumuşak Davranmayı Getirir: 75

Tevekkül İlahî Yardımı Celbeder: 78

Hıyanet Büyük Günahtır: 78

Ğulûl Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları: 79

İyi İle Kötü İnsanın Mukayesesi: 80

Peygamber Göndermek Lütuftur: 81

Menne Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 81

Musibet İnsanın Kendi Eseridir: 83

Musibet Kelimesinin Manaları: 83

Münafıkları Ortaya Çıkaran Deneme: 84

Münafık, Ölüm Olgusuna Yanlış Bakar: 86

Şehidler Ölü Değildir: 86

Mü'minlerin Dünyevî Problemlere Bakışı: 87

Mü'minler Şeytanın Dostlarından Korkmaz: 89

Kafirler Mü'minlere Zarar Veremez: 90

İman Yerine Küfrü Seçenlere Elem Verici Bir Azap Vardır: 91

Kafirlere Verilen Mühlet Onların İyiliğine Değildir: 92

Allah İyi İle Kötüyü Ayıracaktır: 93

Cimrilik Serdir: 94

Allah Kullarına Zulmetmez İnsanı Azaba Götüren Eylemleridir. 96

Mucizeler Bile Yahudilerin Peygamberleri Öldürmelerini Engellemedi: 97

Kurban Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 97

Peygamberleri Yalanlamak Adeta Bir Gelenek Olmuş: 99

Dünya Hayatı Ölüm Ve Kurtuluş: 100

İmtihan Ve Sabır: 101

Antlaşmaya Uymamanın Sonuçları: 102

Yapmadığıyla Övünmek İnsanı Azaba Götürür: 103

Hükümranlık Allah'a Aittir: 104

Kainatın Kanunlarının İşleyişi: 105

Akılla Bütünleşen Gözlem Doğru Bilgiye Ulaştırır: 105

Vefa Kelimesinin Manaları: 108

Selim Akıl Sahiplerinin Duası Kabul Edildi: 109

Hicret Kelimesinin Manası: 110

Dünya Nimetine Aldanmamak Gerekir: 111

Ğarre Kelimesinin Lügat Manası: 111

Ğarre Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 112

Kallebe Kelimesinin Lügat Manası: 112

Kallebe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 112

Allah'a Karşı Sorumluluk Bilinci İçinde Olmak: 114

Kitap Ehlinin Hepsi Aynı Değildir: 115

Zafere Giden Yol: 116

 


Küfürde İleri Gitmek Tevbenin Kabulüne Mani Olur:

 

90. İmana erdikten sonra hakikati inkara sapıp inkarcılık­ta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeye­cektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendileridirler.

86. ayette mürtedin durumuna işaret edilmiş, 89. ayette tevbesinin kabul edileceği ifade edilmiş, 90. ayette ise tevbesinin kabul edilmeyeceği söylen­miştir.

İlk bakışta bu ayetler arasında bir tenakuz varmış gibi görünebilir. Bu te­nakuz görüntüsü şu şekilde ortadan kaldınlablir: 89. ayette tevbesi kabul edi­lecekleri bildirilenler, ölüm anından önce tevbe eden kimselerdir. Çünkü 90. ayette geçen tevbe ile, ölüm anında yapılan tevbe kasdedilmektedir. Şu ayet de bu görüşümüzün doğruluğunu teyit etmektedir:

(Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca, "Ben şimdi tevbe ettim" diyenler ile kafir olarak ölenler için tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlandı). [Nisa/18]

Demek ki ölüm anında yapılan tevbe ile kafir olarak ölenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir. Ölüm anına gelmiş olan mürtedin tevbesinin kabul edilmeyeceğini bildiren 90. ayet, mürtedin tevbesinin kabul edileceğini bil­diren 89. ayete aykırı değildir.

86. ayette zikri geçen mürted ile 90. ayetteki mürted arasında az da olsa bir farklılık vardır. 86. ayette, küfürde ileri gitme ve inatlaşma yoktur; 90. ayette ise küfrü artırma, küfürde ileri gitme ve inatlaşma sözkonusudur. Öy­leyse, imandan küfre dönen ve küfürde ileri giden kişinin tevbesi kabul edil­mez.

Razi'nin 90. ayetin tefsirinde, küfürde ileri gitme ile alakalı olarak sıraladığı yorumlardan birini burada nakletmekte yarar vardır: "Yahudiler Hz. Mu­sa'ya iman ettiler; sonra Hz. İsa ve İncil'i inkar etmekle kafir oldular; daha sonra da Hz. Muhammed ve Kur'an'ı inkar ederek küfürde ileri gittiler".

Bu yorum gözardı edilmemelidir. Bu yorumun, hristiyanlann bir kısmı için de geçerli olduğu söylenebilir. Nitekim Maide/72'de şöyle buyuruluyor: (Andolsun ki, "Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kafir olmuşlardır). [Maide/72] Maide/73'te de şöyle buyurulmaktadır:

(Andolsun ki "Allah üçün üçüncüsüdür" diyen­ler de kafir olmuşlardır). [Maide/73]

Hristiyanlar da "İsa Mesih'in Allah olduğunu veya Allah'ın üçün üçüncü­sü olduğunu söyleyerek küfre düşmüşler, sonra da Hz. Muhammed'i inkar ederek küfürde ileri gitmişlerdir.

Dünyevî açıdan irtidat şöyle değerlendirilebilir: Vatandaşı olduğu devlete ihanet eden kimse, mürted olur. İhanet edenin durumu araştırılır; pişman ol­duğu tesbit edilirse, cezası affedilebilir veya indirilebilir. Ama ihanet çok ile­ri bir boyutta ise, pişmanlık dikkate alınmaz ve mürdet bağışlanmaz.

Bu açıklamadan sonra diyebiliriz ki, irtidatın bir dinî, bir de siyasî boyu­tu vardır. Bize göre, mürtedin öldürüleceği hükmü, siyasî boyutlu irtidat için geçerlidir.

Nasıl Allah Teala, iman ettikten sonra küfreden ve küfründe ileri giden kimsenin tevbesini kabul etmiyorsa, devletine ihanet eden ve ihanetinde ile­ri giden kimsenin pişmanlığı da kabul edilmemelidir. Bu hüküm ve açıkla­malarıyla Allah Teala, devlete ihanetle ilgili hukukun temellerini atmıştır.

Şimdi tekrar Enfal/36-39 ayetlerine dönersek görürüz ki, burada dünye­vî/siyasî manada irtidat, yani devlete ihanet ele alınmaktadır.

(İşte onlar gerçek sapıklardır) ifadesiyle son bulan Âl-i İm-ran/90 ayetinde Allah Teala sapıklığa bir tanım getirmektedir: İmandan son­ra küfre sapan ve küfründe ileri giden kimse, gerçek sapıktır. İman ettikten sonra küfre sapıp Allah'a ihanet eden veya devletine ihanet eden kimseler, Kur'an'da sapık olarak ilan edilmektedirler.

Öyleyse, Âl-i İmran/90'da, tevbenin kabul edilmeyeceği durum ele alınmakta ve böylece Nisa/18 ayetine açıklık getirilmektetir. İman ettikten sonra küfre sapan ve küfürde ileri giden kimsenin tevbesi kabul edilmez; zira o ger­çek sapıktır. Böylece, vatanına ihanet eden veya toplumda bozgunculuk ya­pan kimsenin de pişmanlığının dikkate alınmayacağı ve aftan yararldınlma-yacağı konusuna da açıklık getirilmektedir. [1]

 

Kafir Fidye İle Azaptan Kurtulamaz:

 

91. Gerçekten inkar edip kafir olarak ölenler var ya, on­ların hiç birinden, dünya dolusu altın verecek olsa dahi, fidye kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır, hiç yardımcıları da yoktur.

Bu ayette ele alman kimseler, kafir olarak yaşayıp kafir olarak ölenlerdir. Bunlar, inanç duygularının olumlu yöne akmasını engellemişler; tevhid inan­cına doğru olan aklî hareketi bastırarak zulüm yapmışlardır. Bunlar yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile, kendilerinden kabul edilmeyecektir. Ayetteki 'altın' kelimesi, değeri ifade eder. "Dünya dolusu altın" ifadesi ise, çokluktan kinayedir. İnsanlık için ürettiği önemli ve faydalı şeyler, güzel ey­lemler, kafir olarak ölen kimseye hiçbir fayda sağlamaz; çünkü bu ameller değerlendirilmeye tâbi tutulmaz.

İşte doğru inancın etkinliği, ahirette amellerin Allah tarafından değerlen­dirilmeye tâbi tutulmasını ve kabul edilmesini temin etmek hususunda orta­ya çıkmaktadır. Ayet, hiçbir değerin imanın yerini dolduramayacağına işaret ederek, inkarın üretilen değerleri nasıl tahrip ettiğine işaret etmektedir.

Bu ayeti dünyevî meselelere uyarlarsak şöyle bir genelleme yapabiliriz:

Vatana ihanet eden ve o ihanetiyle de ölen kimse, dünya dolusu para verse bile, kendisinden kabul edilmez, ona iadeyi itibar yapılmaz ve yapılmamalı­dır. Bu yorumu, dünya dolusu altın verseler ifadesinden hareketle yapıyoruz.

İmandan küfre dönen kişi dinî açıdan mürteddir; vatanına ihanet eden de siyasî açıdan mürteddir. Dinî açıdan mürted olandan ahirette fidye kabul edilmediği gibi, siyasî açıdan mürted olandan da fidye kabul edilmez. Allah'ı inkarın bedeli olmadığı gibi, vatana ihanetin de bedeli yoktur. zJş&zîîğû (Onlar için acı bir azap vardır).

İnkar edip kafir olarak ölen kimselerden mahşerde affedilmeleri için hiç­bir fidye kabul edilmeyecek; onlar acı bir azaba çarptırılacaktır. İnkar, affı önlemekte, azaba sebep olmaktadır. Dünyadaki inkar, ahirette acı bir azaba dönüşmektedir. Görülüyor ki bu gibi kimselere azap eden aslında Allah de­ğildir; bunlar kendi inkarlarının doğal sonucu olarak azaba duçar oluyorlar. İnkarın kötülüğü de işte burada yatmaktadır.

(Hiç yardımcıları da yoktur).

Onları azaptan kurtaracak, fidyelerinin kabul edilmesini temin edecek şe­faatçileri de olmayacaktır. 'Yardımcılar' kelimesinin çoğul olmasından hare­ketle diyebiliriz ki, ahirette kurtulmaları için onlara ne Allah, ne melekler ve ne de peygamberler yardım edecektir. Bundan, inkarın, ahiretteki yardımı en­gellediği ve kurtuluş yollarını kapattığı anlaşılıyor.

Şimdi tekrar 86. ayetle 91. ayet arasında işlenen inkar psikolojisine döner­sek görürüz ki, kafirler üç gruba ayrılmaktadır. Razi bunları şöyle sıralamak­tadır:

1. İnkarlarından vazgeçip samimi bir şekilde tevbe edenler. Bunlar için 89. ayette şöyle buyuruluyor:

(Ancak bundan sonra tevbe edenler müstesnadır).

2. Tevbesi kabul edilmeyecek kadar küfürde ileri gidenler. Bunlar için de 90. ayette şöyle buyurulmaktadır:

(Onların tevbesi asla kabul edilmeyecektir).

3. Tevbe etmeyip inkar içinde ölen kimseler. Bunlar için ise 91. ayette buyuruluyor ki:

(Hakikat inkarcısı olarak ölenlere gelince, dünyanın bütün altınlarını fidye olarak verseler bi­le kendilerinden kabul edilmeyecektir).

Bu ayetlerden, mürtedin (imandan sonra inkara sapan kimsenin) dünyevî ve uhrevî hukukunun ne olduğunu öğreniyoruz.

Yine bu ayetlerde, imanda istikrarsız olan, iman ile inkar arasında gidip gelen dengesiz bir psikolojik yapının analizi de yapılmaktadır. Bu psikolojik yapı, aynı zamanda ceza hukukunun da temelini teşkil etmektedir.

Kısaca diyebiliriz ki, 86 ile 91 arasındaki ayetler, gönüldeki oluşumlar (iman veya inkar), ceza hukukunun temelini atmaktadır. İster dünyevî, ister­se uhrevî olsun, cezaların belirleyicisi insanın psikolojik yapısıdır. Psikolojik yapı davranışları, davranışlar da hukuku tayin etmektedir. En zor, en ağır ve en tahripkar psikoloji, irtidat psikolojisidir. inkar ve irtidat psikolojisinin, Âl-i îmran/86 ile 91. ayetler arasındaki 6 ayette ele alınıp geniş bir şekilde anali­zinin yapılmasının amacı, caydırmaktır. Din eğitimi, insanları tevhid inancı­na getirmenin yanısıra, tevhid inancında tutmayı da amaç edinmeli ve bu yol­da gayret göstermelidir.

Al-i imran/64'de etrafında toplanılması emredilen ortak ilkenin, yani tev­hid inancının gerçekleşmesini engelleyen oluşumlar da sonraki ayetlerde (91. ayete kadar) anlatılmakta ve çareleri de gösterilmektedir. Buna göre, kitap ehli ile müslümanlann bu ortak ilkede buluşmasını engelleyen şeyler ceha­let, çifte standart, kutsal kitabı değiştirmek ve irtidattır. Bunlar, bugün de din eğitimcilerinin önünde problem olarak durmakta ve çözüm beklemektedir. Yüce Allah bu hüküm ve analizleriyle din eğitimcilerine yardım etmektedir. [2]

 

Birr'e (İyiye) Ulaşmak İçin Sevilen Şeylerden Fedakarlık Şarttır:

 

92. Sevdiğiniz şeylerden başkaları için harcamadıkça bir-r'e (iyiye) ulaşamazsınız ve her ne harcarsanız şüphesiz Allah ondan tamamıyla haberdardır.

Âl-i İmran/91'de, dünya dolusu altını fidye olarak verseler bile kafirlerin kurtuluşa ulaşamayacakları ifade edilmişti, 92. ayette ise, mü'minlere birr'e (iyiye, erdeme) ulaşmanın yolu öğretilmektedir; ki bu da, sevilen şeylerden fedakarlık yapıp başkalarına yardımda bulunmaktır.

Ayette geçen % (el-birr) kavramını Bakara/177'de açıklamıştık. Baka-ra/177'de birr'ın (iyinin) ne olduğu, bu ayette ise ona ulaşmanın yolu öğretil­mektedir. Bakara/177'ye göre birr'in (iyinin, erdemin) yapısını iman, ibadet ve ahlâk oluşturmaktadır.

Bakara/177'de (sevdiği maldan harcar) buyurulmuştu, Âl-i İm-ran/92'de ise (sevdiği şeylerden harcamadıkça) buyurulmaktadır. Cümle kuruluşları farklı olmakla beraber, manaları aynıdır. Yüce Allah, sev­diği, değer verdiği ve beğendiği şeylerden başkaları için haracamanın, birr (erdem) olduğunu [Bakara/177]; bu eylemin aynı zamanda birr'e (iyiye, er­deme) ulaştırdığını [Âl-i İmran/92] vurgulamaktadır.

Bu ayetteki "sevdiğiniz şeylerden" ifadesine, Bakara/267'de şöyle açıklık getirilmektedir:

(Size verilse gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı vermeye kalkışmayın). [Bakara/267]

Ayette, defolu, kullanılmış, işe yaramaz bir malı yardım olarak vermenin birr (erdem) olmadığına dikkat çekilmektedir. Birr (erdem, iyi), değer veri­len maldan yapılan fedakarlıktır; başkasını kendine tercih etmektir.

Ayette yer alan 'harcamak' ve 'sevmek' fiillerinin çoğul olmasından hare­ketle diyebiliriz ki, birr'e (iyiye, erdeme) ferdî manada değil, toplumsal ma­nada ulaşılması ön görülmektedir. Bakara/177'de ferdî manadaki birr (iyi, er­dem) ele alınırken, Âl-i İmran/92'de toplumsal manadaki birr (iyi, erdem) ele alınmaktadır.

Bu noktadan hareketle, sevilen şeylerden başkasına vermenin toplumsal bir ahlâk haline gelmesi gerektiğine işaret edildiğini söyleyebiliriz. Müslü­manların toplum olarak "veren el" olmaları, din farkı gözetmeden sevdikleri şeylerden bütün insanlara vermeleri, evrensel ölçekte birr'e (erdeme) ulaşmalarını sağlayacaktır. Fakirlik evrensel bir olgu ve sosyal bir kirliliktir. Sevilen şeylerden, ırk, din ve millet farkı gözetmeden fedakarlık yapılması ve böyle­ce fakirliğin ortadan kaldırılması, birr'in (erdemin) ta kendisidir.

Birr'e (iyiye), yani manevî ve sosyal değerlere, maddî fedakarlıklarla ula­şılması, maddenin manaya dönüşümüdür.

Maddî değeri manevî değere dönüştüren şey, ayette sevgi olarak anılmak­tadır. Yüce Allah müslümanın gönlündeki sevgi duygusunun davranışlara yansımasının, maddî değeri nasıl maneviyata (erdeme) dönüştüreceğini be­yan ederken, gönlün/sevginin ne kadar güçlü olduğuna da dikkat çekmiş ol­maktadır.

Diyebiliriz ki, gönül maddeyi manaya dönüştüren bir oluşum merkezidir. Kısaca, gönüldeki sevgi duygusu, insanı madde aleminden alıp manevî ale­me (birr'e/erdeme) ulaştırmaktadır. İşte, yorumunu yapmakta olduğumuz ayette bu durum beyan edilmektedir:

(Her ne harcarsanız, kuşkusuz, Allah ondan tama­mıyla haberdardır).

Ayetin bu kısmında müslümanlara iki şey öğretilmektedir:

a) İnfak edilen şey boşa gitmez.

Allah, infak edilen her şeyi bilir ve değerlendirmeye tâbi tutar. Verilen şeyin boşa gittiğini düşünen kimsenin infak etmesi mümkün değildir. Yüce Allah'ın yapılan infakı bildiği ve karşılığını vereceği inancı insanların gö­nüllerine kazınmalıdır. Bu inanç mü'minleri, sevdikleri şeylerden fedakar­lık yapmaya teşvik eder. Motivasyon bakımından ayetin son kısmı çok önemlidir.

b) Yapılan infakın, başkaları tarafından bilinmesi önemli değildir.

Yapılan infakın başkaları tarafından bilinmesi önemli değildir, önemli olan Allah'ın bilmesidir. Allah'ın bilmesini ve değerlendirmesini öne çıkar­mak, yapılan infakı gösterişten/riyadan uzak tutar.

Yapılan infakı, Allah'ın bildiğini ve karşılığını fazlasıyla vereceğini bildi­rerek infak etmeye teşvik eden bu ayet, infak ve diğer ibadetlerin sadece Al­lah nzası için yapılması gerektiğini de vurgulamaktadır. Sevdiği malı başka­sına vermek, asil ruhluluğun ve erdemli olmanın işaretidir. [3]

 

Kutsal Kitabın Haram Ve Helaline Dokunulamaz:

 

93. Tevrat indirilmeden önce, israil'in (günah diyerek) kendine yasakladığı şeyler dışında bütün yiyecekler Israi-loğullarına helal idi. De ki: "Eğer söylediklerinizde sami­mi iseniz Tevrat'ı getirin de okuyun".

Ayetin iniş sebebi, muhtevasından anlaşılmaktadır. Müfessirler, ayette ge­çen İsrail'in Hz. Yakub olduğunu söylemektedirler. Hz. Yakub (İsrail) bazı gıdaları kendisine yasaklamıştı. Bunların dışında kalan bütün yiyecekler İs-railoğullan'na helal olduğu halde onlar, Allah'ın helal kıldığını haram yaptı­lar. İşte ayetin iniş sebebi budur. Müfessirler birden fazla iniş sebebi naklet­mektedirler, ama bunlara itimat etmek mümkün değildir.

1. İsrail (Hz. Yakub), Tevrat inmeden önce bazı yiyecekleri kendine ha­ram kılmıştı.

Ayetin analizinden şu sonuçlan çıkarabiliriz: Bir yiyeceğin haram veya he­lalliği, Allah'ın hükmüne bağlıdır. İsrail'in (Hz. Yakub'un) kendisine deve eti­ni haram kılmasının, hastalığı sebebiyle olduğu rivayet edilmektedir. Hz. Ya­kub'un helal olan bir yiyeceği, hastalığı dolayısıyla kendisine haram kılması tıbbî bir zaruretten kaynaklanmış olabilir. Kendi içtihadı veya tıbbî bir zaruret nedeniyle deve etini kendine haram kılmış olabilir. Dolayısıyla böyle şahsî bir haram kılma, evrensel kabul edilemez ve nesiller boyu devam ettirilemez.

Hz. Yakub'un, hastalığı sebebiyle deve etini kendisine haram kılmasından hareketle, sağlık açısından diyetin önemli olduğu hükmünü çıkartabiliriz. Ha­ram kılma yetkisi sadece Allah'a ait olduğu halde Hz. Yakub'un böyle şahsî bir tasarrufta bulunması, tibbî bir nedene dayanmış olabilir. Bununla birlikte ayet­te, bu olgunun Tevrat öncesi döneme ait olduğu vurgulanmaktadır.

Hz. Yakub, deve etini, bir adak şeklinde kendisine haram kılmış da olabi­lir. Mesela, "Bu hastalıktan iyileşirsem, bir daha deve eti yemeyeceğim" di­ye nezretmiş olabilir.

Bizce bir insanın, helal olan bir şeyi nezr yoluyla kendisine haram kılma­sı, Tahrim/1 ayetine göre doğru değildir:

(Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığını niçin kendine haram ediyorsun)? [Tah­rim/1]

Ayetten anlaşıldığı üzere, peygamber de olsa kimse Allah'ın helal kıldığı bir şeyi kendine haram kılamaz. Nitekim, Allah'ın helal kıldığı bir şeyi ken­dine haram kılması sebebiyle Hz. Muhammed kınanmaktadır. Hz. Yakub'un tıbbî bir zorunluluk nedeniyle bir yiyeceği kendisine haram kılmış olması mümkün olup bu anlaşılabilir bir şeydir.

2. Aslmda helal olan bazı şeyler, yahudilere haram kılınmıştır:

(Ya­hudilerin zulmü, bir çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, neh-yedildikleri halde faiz almaları ve halkın mallarını haksız yollarla yemeleri sebebiyle, kendilerine daha önce helal kılınmış olan bir­çok temiz ve iyi şeyleri haram kıldık). [Nisa/160-161]

(Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe kansan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz ce­zadır. Biz elbette doğru söyleyeniz). [En'am/146]

Görüldüğü gibi En'am/146 ayeti, Nisa/160-161 ayetlerine açıklık getir­mektedir. Nisa/160-161 'de helal olan yiyeceklerin zulümleri sebebiyle haram kılındığı söylenmiş, fakat bunların neler olduğu söylenmemişti. İşte En'am/146'da bunlar sayılmaktadır.

Demek ki Yüce Allah, yaptıkları zulüm ve insanların mallarını haksız yol­larla yemeleri sebebiyle yahudilere "gıda mahrumiyeti" cezası vermiştir ki bu, günümüzde devletler arası ilişkilerde "gıda amborgosu"na kaynaklık et­miştir. Yüce Allah'ın yahudileri "gıda mahrumiyeti" ile disipline etmesi, günümüzde dünya nizamını bozan devletlerin "gıda amborgosu" ile disipline edilmesine zemin hazırlamıştır.

3. İsrailoğullan'nın yiyeceklerin haramlığı ve helalliği ile ilgili iddiaları­nın yanlışlığı, Tevrat'la isbat edilmektedir:

(De ki: "Doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat'ı ge­tirip okuyun").

Ayetin bu kısmından şu sonucu çıkarabiliriz: Bir yiyeceğin haram veya helal olduğu, Allah'ın vahyi ile belli olur. İlahî vahyin dışında hiçbir merci haram ve helal hükmü koymaya yetkili değildir. Yüce Allah, ayetin bu kıs­mında Hz. Peygamber'e, iddialarının batıl olduğunu göstermek üzere yahu-dilere, "Tevrat'ı getirip okuyun" demesini emretmiştir. En'am suresinde ise Hz. Peygamber'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

(De ki: "Bana vahyolunan da, leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pisliğin ta kendisidir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bula­mıyorum"). [En'am/145]

Görüldüğü gibi ayetlerde, yiyeceklerin haramlığı veya helalliği hükmü­nün ilahî vahiyden alınması gerektiği belirtilmektedir. İsrailoğullan için hük­mün kaynağı Tevrat, Hz. Peygamber ve müslümanlar için Kur'an'dır.

4. Beşerin koyduğu yasağı Allah kaldırır.

Hz. Yakub'un (İsrail'in) kendisine haram kıldığı bir şeyi, Yüce Allah helal kılmaktadır. Bundan, beşerin din adına koyduğu bir yasağı Allah'ın değişti­rebileceği hükmü çıkar.

Bununla birlikte bunda, insanın beşerî hukukla ilgili yasak koyabileceği­ne de işaret vardır.

Onun içindir ki, uzman olanlar bilimsel ictihadlarla hayatın pek çok cep­hesi için yasaklar koyarlar, ama din adına yasak koyamazlar. Bir doktor has­tasına bazı helal gıdaları yasaklayabilir. Hayatın akışı içinde ortaya çıkan problemlere çözüm getirmek için, ferdin veya toplumun menfaati gözönün-de tutularak yasaklar konabilir. İşte ayette yer alan, İsrail'in kendisine haram kıldıkları dışında... ifadesi, ictihad kapısını açık tutmakta, insan aklına sos­yal sorunlara çözüm üretme yetkisi vermektedir.

Bu noktada, insanın koyduğu yasaklar ile Allah'ın koyduğu haramların sı­nırlan iyi tesbit edilmelidir. Bunun için de Kur'an'ın iyi bilinmesi gerekir; çünkü bir konuyla ilgili Kur'an'da bir hüküm olup olmadığını bilmeden icti-had yapılamaz. O nedenle Yüce Allah, Tevrat'ı getirip okuyun buyurmaktadır. [4]

 

Allah'a İftira Zulümdür:

 

94. Ve artık bundan sonra kim Allah hakkında yalan uy du­rursa işte onlar zalimlerdir.

Bu ayetle bağlantılı olarak Bakara/59 ve Âl-i İmran/78 ayetlerinin yoru­muna bakılabilir.

Buradaki iftiradan, yani Allah hakkında yalan uydurmaktan kasıt, Hz. Ya-kub'un şahsî tasarrufunu Allah'a isnad etmek, hükmün Tevrat'ta olduğunu söylemektir. Yüce Allah yahudiler örneğiyle genel bir değerlendirme yap­makta ve böyle davrananları zalim olarak nitelendirmektedir. Yahudilerin bu eylemleri birkaç açıdan zulümdür: Hükmü yerli yerine koymamaları, Hz. Yakub'un şahsî tasarrufunu Allah'a isnad etmeleri ve halkı yanlışa sevketmeleri sebebiyle zulümdür.

Bu ayette, 93. ayette zikri geçen îsrailoğullan ile ilgili olgu evrenselleştiri-lerek, gelecekteki din alimi ve din adamlarına bu konuda zulmetmemeleri, kut­sal kitaplara aykırı olarak din adma fetva vermemeleri tenbih edilmektedir.

Dinin ve onun kaynağı olan vahyin/kitabın bir saygınlığı olmalıdır. İlahî vahye/kitaba saygı iki türlüdür:

a) Hükümlerini çarpıtmamak, olduğu gibi anlatmak;

b) Gereği gibi tatbik etmek.

Vahiy, Allah'ın bilgisi olduğuna göre, onu doğru öğrenip doğru öğretmek ve hayata geçirmek, bir zorunluluk ve bir borçtur.

Kitapta olmayanın kitaptan olduğunu söyleyerek insanları aldatmak, be­şerî ictihadlan dinden gösterip kutsallaştırmak, kültür ile dinin sınırlarını ka­rıştırmak ve böylece az ya da çok dini beşerileştirmek, Allah'a karşı yalan uy­durmak olacağından zulümdür. İşte din eğitiminin bir vazifesi de, dini bu gi­bi zulümlerden kurtarmaktır. [5]

 

Dinde Doğru Olan Allah'ın Söylediğidir:

 

95. De ki: "Allah doğruyu söylemektedir. O halde, batıl olan her şeyden yüz çeviren ve Allah'ın yanısıra hiçbir şe­ye ilahlık yakıştırmayan İbrahim'in inanç sistemine uyun".

Haram ve helal Allah tarafından belirlendikten sonra O'na karşı yalan uy­durmanın altında yatan neden, Allah'ın doğru söyleyip söylemediği konusun­daki şüphedir. Onun için Yüce Allah bu şüpheyi ortadan kaldırmak üzere, De ki: "Allah doğruyu söylemektedir" buyurmaktadır. Yani Allah Teala, İsrailo-ğullan'na haram ve helal olan yiyecekler konusunda doğruyu söylemektedir.

Ayette, İslâm'da da helal olan yiyecek ve içeceklerin Hz. İbrahim'e dayan­dığına işaret edilmekte, bunlardan haram kılınanların sadece Hz. Yakub ve soyu için olduğu ve bunun da bir istisna teşkil ettiği bildirilmektedir. Allah'ın, batıldan yüz çevirme özelliği ile Hz. İbrahim'i anması manidardır. Allah'a karşı yalan uydurmanın bir nedeni de, hak ile batılı karıştırmaktır. Âl-i İm-ran/71'de de buna işaret edilmektedir.

Batıl olan her şeyden yüz çeviren Hz. İbrahim'in inanç sistemi, olduğu gi­bi Kur'an'a intikal etmiştir. Aslında sadece Kur'an'a değil, Tevrat'a da intikal etmiştir. Bütün semavî dinlerin, müşterek ve değişmeyen özelliklerinden bi­ri hanifliktir. Batılı hakka karıştırmayan bu inanç sistemine tâbi olmak bütün ümmetlere farzdır.

Yüce Allah, yahudilere hakla batılı karıştırmayan, batıl olan her şeyden yüz çeviren İbrahim'in inanç sistemine uymadaki eksikliklerinin, Allah'a ifti­ra etmelerine neden olduğunu ifade etmekle, Hz. Muhammed'in ümmetinin de aynı şeyle yükümlü olduklarına dikkat çekmektedir. Emrin Kur'an'da yer almasının önemli sebeplerinden biri de budur.

Hz. İbrahim'in inanç sistemine uyma zorunluluğu, sadece onun hanif ol­masından değil; müşriklerden de olmamasından kaynaklanmaktadır. Batıl­dan yüz çevirmek, müşrik olmamak çok önemli bir meziyettir. Kitap ehli (ya-hudiler ve hristiyanlar) hak ile batılı karıştırıyor, kimi Üzeyir'in, kimi de Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyerek şirk koşuyorlardı.

Yüce Allah burada hastalığa uygun düşen ilacı verircesine, batıl ile hakkı karıştırmalarına ve şirk koşmalarına mani olacak şeyin, Hz. İbrahim'in dini­ne ya da inanç sistemine uymaları olduğunu söylemektedir. Bundan anlaşılı­yor ki, din eğitimcileri, Allah'ın bu metodunu kullanarak fert ve toplumda bu­lunan manevî hastalıklara uygun eğitim ve öğretim yapmalıdır. Bu anlamda din eğitimi doktorluk mesleğine benzer. Doktorun hastalara ve hastalıklara uygun ilaçlar vermesi gibi, din alimleri ve görevlileri de fert ve toplumun ih­tiyacı olan bilgiyi vermelidirler.

İsrailoğullan'mn, Allah'ın doğruyu söylediğine inanmaları, Tevrat'ta da bulunan Hz. İbrahim'in inanç sistemine tâbi olmaları, pek çok manevî hasta­lıklarını tedavi edecektir. [6]

 

Kabe'nin İşlevi:

 

96. Şüphesiz, alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk mabet (ev) Mekke'dekidir. 97. 97. Apaçık işaretlerle dopdoludur ve İbrahim'in makamı oradadır. Oraya giren güvende olur. Oraya gitmeye gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Hakikati inkar edenlere gelince, bilsinler ki Al­lah, yarattığı alemlerden bağımsızdır, her bakımdan ken­dine yeterlidir.

Müfessirlere göre ayetteki " (Bekke), Mekke'nin eski adıdır. (İnsanlık için inşa edilen ilk beyt) ibaresindeki beyt kelimesi, mabet anlamı­na gelir. Bu mabede Kabe de denmektedir. İnsanlık için inşa edilen ilk ma-bed olması nedeniyle kimin tarafından yapıldığı konusunda ihtilaf bulun­maktadır.

İlk mabed, ilk dinde olacağına göre, Kabe'yi yapanın Hz. Adem olması gerekir. Ebu Zerr el-Gıfari'inin, en önce yapılan mabedin hangisi olduğunu sorması üzerine Hz. Peygamber, ilk önce yapılan mabedin Kabe olduğunu söylemiştir.[7] Hz. Peygamber'in cevabının dayanağı Âl-i İmran/97 ayetidir. Her ne kadar Bakara/l 27'de Kabe'yi Hz. İbrahim'in yaptığı ifade ediliyorsa da biz, Kabe'yi yapan kimsenin Hz. Adem olduğunu, Hz. İbrahim'in ise aynı mabedi -yıkılması veya harap olması sebebiyle- tekrar yaptığını düşünüyo­ruz. Hz. Adem Kabe'yi ağaç direklerle yükseltmiş ve bu da Nuh tufanında yı­kılmış olabilir; bunun üzerine Hz. İbrahim de onu tekrar taş ile inşa etmiş olabilir. Bununla birlikte, önemli olan, Kabe'nin kim tarafından yapıldığı de­ğil, yapılan ilk mabed olmasıdır.

1. İnsanlık için inşa edilmiştir.

Bütün insanlık için inşa edilmiş olması, Kabe'nin evrensel bir mabed ol­duğuna delil teşkil eder. Önceki ayetleri de dikkate aldığımızda diyebiliriz ki, bu ayet, -Razi'nin de ifade ettiği üzere- yahudilerin Beyt-i Makdis'i Ka­be'den daha üstün görmelerinden dolayı inmiştir. İnsanlık için yapılan ilk mabedin Kabe olduğunun söylenmesi, hem yahudilerin iddiasını çürütmeye, hem de Kabe'nin Beyt-i Makdis'ten üstün olduğunu ifade etmeye yöneliktir.

İnsanlar için ifadesi, Kabe'nin bir üniversite olduğuna ve orada yapılan öğretimin bütün evrensel değerleri kapsadığına işaret etmektedir. Onun belli bir gruba değil, tüm insanlığa faydalı olacak işlevlere tahsis edilmesi öneril­mektedir. O üniversitede üretilen bilgi ve değerleri bütün insanlık paylaşa­caktır. Mabed'in veya bir üniversitenin üstünlüğü, insanlığın faydası için ürettiği bilgi ve değerler nisbetinde olur. Kabe'nin üstünlüğü de ilk olmasın­dan ve bütün insanlığa faydalı olacak bilgiler-değerler üretmesinden kaynak­lanmaktadır.

2. Bereketlidir

Kabe'nin, ekonomik açıdan bereket kaynağı olması, ekin bitmeyen top­rakların insanlarına hac dolayısıyla ekonomik değer getirmesidir.

Kabe'nin, eğitim-öğretim açısından nasıl bereket kaynağı olduğunu anla­mak için Bakara/l25'deki mesabe kelimesini ele almak gerekir. Kabe, insan­ların toplanıp sevap işledikleri, doğru bilgi ürettikleri bir yer olduğu için be­reketlidir/bereket kaynağıdır. Farklı ülkelerden gelen insanlar orada buluş­ma, toplanma ve memleketlerinin sorunlarını çözme imkanını elde ettikleri için Kabe bereketlidir, bereket kaynağıdır.

3. Bütün alemler için hidayet kaynağıdır.

Alemler kavramı tüm insanları ifade edebileceği gibi, insan ve cin alem­lerini de ifade edebilir. Ayetteki, İnsanlık için inşa edilen... ifadesinden hare­ketle, alemler kavramıyla tüm insanların kasdedildiğini tereddütsüz söyleye­biliriz.

Kabe'nin hidayet kaynağı olmasını birkaç açıdan açıklayabiliriz: Namaz kılarken yönenilen kıble olması, rehberlik anlamına dahil olabilir. Bir üniver­site olması hasebiyle Kabe'de üretilen ve öğretilen bilgiler -ki bilgi en önem­li rehberlerden biridir- tüm insanlık için rehberliktir.

Kabe, orada yapılan ibadetler bakımından da rehberliktir. Hadid/12 ayeti­ne göre, iman ve ibadetler ahirette ışığa dönüşecek, sahiplerinin önlerinden ve yanlarından aydınlatıp yollarını gösterecektir. Bu da bir çeşit rehberliktir.

İşte Kabe bu üç nedenle insanlar için hidayet kaynağıdır.

4. Kabe'de apaçık ayetler vardır.

Kabe'nin başka bir özelliği, onda apaçık ayetlerin olmasıdır. İşaret, muci­ze ve kanun manalarına gelen ayet kelimesinin burada mucize manasına alın­ması daha uygun olur.

Bilindiği gibi Ebrehe, Kabe'yi yıkmak için saldırdığında Allah Teala, bu saldırıya karşı Kabe'yi mucizevî bir şekilde korumuştur. Nasıl koruduğunu ise Fil suresinde açıklamaktadır:

(Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü kuşlar gönderdi. O kuşlar onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi). [Fil/1-5] Mucizelerden biri budur. Bir diğer ayet (mucize) de, Hz. İsmail'in ayakla­rının dibinden çıkan zemzem suyudur. Bakara/158 ayetine göre, Safa ile Merve'nin onun yakınında olması da bir işarettir.

5. Makam-ı İbrahim oradadır.

(İbrahim'in makamı) ifadesi, kürsü manasına alınabilir. Üniversi­telerdeki kürsü, ayette makam olarak geçmektedir. Hz. İbrahim aynı zaman­da bir öğretmendir. Onun ders verdiği yere makam, yani kürsü denmektedir. Demek ki Kabe üniversitesinde bir makama (yani kürsüye) ilk sahip olan ho­calardan biri Hz. İbrahim'dir. Bu, Kabe için önemli bir ayrıcalıktır. Bu nok­tadan hareketle, üniversitelerdeki kürsü kavramının Hz. İbrahim'e dayandığı­nı söyleyebiliriz.

6. Güvenli bir yerdir

Kabe'nin bu özelliğine Bakara/l25'de G# (ve emnâ) ifadesiyle işaret edil­mişti. Bu ayette ise Ofc&fc (oraya giren güvendedir) buyurulmaktadır. Da­ha önce zikredilen beş özellik, Kabe'yi güvenli bir yer haline getirmektedir.

Bu beş özellik şunlardır:

a. Mabed olması,

b. Bereketli olması,

c. Hidayet kaynağı olması,

d. Bazı ayetlerin (mucizelerin) bulunması,

e. Bilginin öğretildiği bir üniversite olması.

Gerek Bakara/l 25'de, gerekse Âl-i İmran/96-97'de güvenin bilgiden son­ra zikredilmesi, bilgi ile emniyet arasında bir bağlantı olduğuna, bilginin ol­duğu yerde güvenin de olacağına; bilginin olmadığı, cehaletin kol gezdiği yerde ise güvenin de olamayacağına işaret edilmektedir.

Kureyş/4'de Kabe, karınları doyuran ve korkudan emin kılan bir yer ola­rak tanımlamaktadır. Bakara/126'da Hz. İbrahim'in, Mekke'nin güvenli ve bereketli bir yer olması için dua ettiğine şahit oluyoruz.

7. İbadet yeridir

Bakara/125 ve Hac/26 ayetine göre Kabe, tavaf, itikaf, rüku, secde, kıyam ve benzeri birçok ibadetin yapıldığı bir mabeddir.

Âl-i İmran/97'de, gücü yeten herkes için Kabe'yi ziyaret etmenin, Allah'ın hakkı olarak takdim edilmektedir. Bakara/125 ve Hac/26-27 ayetlerinden an­laşıldığına göre, hac ibadeti ilk defa Hz. İbrahim zamanında başlamıştır. Sec­de, rüku, kıyam, itikaf ve hac menasikleri nesilden nesile, dinden dine intikal etmiştir. İşte bunun için Âl-i İmran/95'de Hz. İbrahim'in milletine uyulması emredilmektedir.

Ayette geçen Bekke'nin, Mekke'nin eski adı olduğunu söylemiştik. Bek-ke'nin zaman içinde (Mekke) şekline dönüştüğü söylenebilir. [8]

 

Mekke Kelimesinin Manası:

 

a. Razi'nin verdiği bilgilere göre mekke kelimesi, kemiğin üstündeki eti yemek veya içindeki iliği emmek, bir şeyi helak etmek, suyu içip tüketmek manalarına gelmektedir. Razi, günahları yok ettiği için Mekke'ye bu ismin verildiğini söylemiş ve misal olarak da çocuğun annesinin memesinden sütü emip tüketmesini vermiştir.

Bu manadan hareketle şu açıklamayı yapabiliriz: Mekke'nin değeri, için­deki Kabe'den ötürüdür. Kabe üniversitesi ise bilgi, doğruluk ve güzellik ürettiğinden, bunlar da cehaletin kara bulutlarını yok ettiğinden Mekke'ye bu isim verilmiştir.

Âl-i İmran/96'da geçen mübarek kelimesi, hem bereketli, hem de şerefli manasına gelir. Mekke'de insanlar için kurulan ilk ev (Kabe), insanlığa üs­tünlük, şeref ve bereket getirerek bereketsizlik ve değersizliği ortadan kaldır­makta; bundan ötürü de bulunduğu yere Mekke ismi verilmektedir.

b. Mekke'nin başka bir anlamı da, cezbetmek, toplamaktır; zira dünyanın dört bir tarafından insanlar gelip orada toplanırlar.

Bu anlamı ile bağlantılı olarak Mekke'deki Kabe (üniversite) de, insanla­rı akın akın oraya çekmekte ve onlara aydınlatıcı ibadet ve bilgileri öğrete­rek rehberlik etmektedir. Kemiğin içindeki iliği veya memedeki sütü emmek nasıl en özlü gıdayı almak ise; Mekke'deki Kabe'de yapılan hac ibadeti de takva için en iyi gıdayı almaktır [Bakara/197].

c. Mekke, suyu az olmak, suyu çekilmek manasına da gelir. Öyleyse Mek­ke'ye, Kabe üniversitesinde üretilen bilginin, doğruluk ve güzelliğin cehale­tin kara bulutlarını azaltması ve yok etmesi sebebiyle bu isim verilmiştir.

Yine Bakara/197 ayetine göre Mekke'ye; fışkı, cinsel ilişkiyi ve kavgayı ortadan kaldıran hac nedeniyle bu isim verilmiştir.

Yine, suyun, cehalet ve güvensizliğin bulunmadığı bir şehir olması hase­biyle bu şehre Mekke adı verilmiştir.

Bütün bu manalar dikkate alındığında, yahudilerin Kabe'yi, Beyt-i Mak-dis (Mescid-i Aksa) ile kıyaslamalarının abes olduğu anlaşılır ve bu mesele­nin üzerinde bu kadar ısrarla durulmasının sebebi ortaya çıkar.

d. Mekke'nin bir vasfı da -Şura/7'de zikredildiği üzere- Ümmü'l-Kura'dır:

(Ümmü'l-Kura'yı ve onun etrafındakileri inzar etmen i-çin). [Şura/7]

Mekke'nin ümmü'l-kura (şehirlerin anası) olması, Mekke'deki Kabe'nin (mabedin) de, mabetlerin anası, -aynı zamanda üniversite olması hasebiyle de, öğretim müesseselerinin anası- olmasını gerektirir.

İnsanlık Mekke'den dünyaya yayılmıştır. İlk insan Mekke'de yaratılmış, ilk aile Mekke'de kurulmuş, insanlık kültürünün ilk tohumlan Mekke'de atıl­mış ve Mekke'den dünyaya yayılmış olduğundan, Mekke'ye ümm (anne) adı verilmiştir. Bütün şehirlerin, medeniyetlerin ve insanlığın anası durumunda olması sebebiyle Yüce Allah Mekke'ye ümmü'l-kura (şehirlerin anası) [Şu­ra/7] adını vermiştir. Ana doğurur, besler, sevgi ve merhametle kucaklar. Ananın çocuğu doğurması, besleyip büyütmesi ve merhametle sarıp sarma­laması gibi, Mekke de insanlığı doğurdu, insanlık kültürünü besleyip büyüt­tü ve insanlık kültürüne merhamet ve sevgi aşıladı. Kabe üniversitesi de kül­tür doğurmakta, kültüre gıda vermekte ve insanlığa sevgi ve merhamet aşıla­maktadır.

Kabe'yi kıble edinen müslümanlar da insanlık için analık vazifesi yaptıklan müddetçe Mekke'ye layık olacaklardır. Mekke'nin aşığı olan müslüman, ana gibidir veya olmalıdır. Ananın çocuk doğurması gibi, müslümanın beyni de bilgi doğurur; ananın çocuğunu emzirmesi gibi, müslüman da gönlündeki sevgi ve merhamet memeleriyle insanlığa manevî gıda verir; ananın çocuğu­nu merhametle sarıp sarmalaması gibi, müslüman da insanlığı merhametle sarıp sarmalamalıdır. [9]

 

Kabe'nin İsimleri:

 

(ilk ev/ilk mabed) denen Kabe'nin çeşitli isimleri vardır. Kur'an bun­ları şöyle sıralamaktadır:

1. İlk ev

Daha önce bunun ne anlama geldiğini ve işlevlerini açıklamıştık.

2. Kabe

Maide/97'de bu isim kullanılmaktadır:

(Allah Kabe'yi, o Beyt-i Haram'ı bütün insanlık için bir sembol kıl­dı. Kutsal ayı, hac kurbanını ve boynuna gerdanlıklar takılan kur­banlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bildiğini kavramanız içindir).

Bu ayette geçen Kabe kelimesi, yükseklik ve şerefe işaret etmektedir. To­puğun üstündeki yüksek kemiğe ka'b dendiği gibi, memeleri yükselen kız çocuğuna da ka'b denir. Bu manalardan hareketle ve Kabe'nin de yücelik, şe­ref ve üstünlük vermesi nedeniyle ona bu isim verilmiştir.

Kabe'nin işlevlerini kendilerine uyarlayan kimseler şeref kazanır ve yüce­lirler. Bir üniversite olan Kabe'nin öğretilerinden nasibini alan, orada yapıl­ması gereken ibadetleri tam anlamıyla yerine getirip ruhunu olgunlaştıran in­sanlar yücelir ve şeref kazanırlar.

3. Beyt-i Atik

"Eski ev" anlamına gelen {Beyt-i Atik) ibaresi, Hac/29 ve 33'de geçmektedir:

(Sonra kirlerini gidersinler; adakla­rını yerine getirsinler ve o eski evi tavaf etsinler). [Hac/29]

(Sizin için o kurbanlık hayvanlarda bel­li bir süreye kadar bir takım faydalar vardır; sonra varacakları yer eski ev'dir). [Hac/33]

"İlk ev" ile "eski ev" aynı anlama gelmektedir. "İlk mabed" ise, "ilk üni­versite", yani "ilk öğretim faaliyetinin" yapıldığı yer demektir. 'Eski' mana­sına gelen atik kelimesi, kuş yavrusunun yuvada kuvvetlenmesi, büyümek, olgunlaşmak, serbest/hür olmak, serbest hareket etmek, kurtarmak, azat et­mek, bağ bozumu manalarını ifade etmektedir. Itk kalıbından alınınca, soy­luluk, hürriyet, güzellik ve şeref anlamına gelir. Şimdi bu manaları teker te­ker ele alıp kapsamlarını belirleyelim:

a. Kuvvetlenmek

Fil suresinde belirtildiği üzere, Beyt-i Atik'in (eski evin) koruyucusu Al­lah'tır. Bu ndenle onu kimsenin tahrib veya yok etmesi mümkün değildir. Kuvvetlenmek manasının, büyümek ve olgunlaşmak anlamlarıyla da alakası vardır. Burada yapılan ibadetler insanları olgunlaştınr ve Allah'a yüceltir, böylece insanlara manevî kuvvet verir.

b. Hür olmak

Beyt-i Atik'de (ki bir üniversite sayılır) verilen bilgiler, insanlığa hürriyet getirmiş, getirmekte ve istikbalde de getirecektir. Yüce Allah'ın peygamber­lerine tesis ettirdiği bu mabedin (üniversitenin) öğretileri içinde, insanın in­sanı köleleştirmesinin kötü olduğu bilgisi de vardır. Köleyi azat etmek mana­sıyla atik kavramı, hürriyet fikrinin fışkırdığı, hürriyet güneşinin doğduğu bir üniversite olduğunu ismiyle de isbat etmektedir. Diğer taraftan bu mabed, bir kimsenin mülkiyetine girmekten de azadedir.

c. Güzellik

(atik) kelimesinin kalıbı 'güzellik' anlamına gelir. Beyt-i Atik güzellikler üretir, ruhta, davranışlarda, inançta ve ahlâkta insana güzel­likler öğretir ve kazandırır. Dolayısıyla, her şeyin iyi ve güzelini arayan ve insanlığa iyilik ve güzellikler sunan bir mabedi ve bir üniversiteyi ifade eder.

d. Asalet ve şeref

Atik kelimesinin ıtk kalıbının bir diğer manası da asalet (soyluluk ve şe­ref) olduğuna göre, bu mabedin veya üniversitenin sunduğu değerler ve orada yapılan ibadetler insanlara asalet ve şeref kazandırır.

4. Mescid-i Haram

İsra/1'de Mescid-i Haram, Maide/97'de Beyt-i Haram, Maide/97'de ise Beyt-i Haram ve Kabe birlikte kullanılmaktadır. İsra/1'de şöyle buyurulmak-tadır:

(Kendisine bazı alametlerimi­zi göstermek için Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığı­mız Mescid-i Aksa'ya götürdü). [İsra/1]

Mescid-i Haram, dokunulmaz, kutsal mabet, kutsal ibadet evi manasına gelmektedir. (el-Mescidu'l-Haram) ismi, kutsal manasının yanısıra, sığınanın öldürülmesinin yasak olduğu yer anlamına da gelir.

Kutsal mescid ifadesiyle, insanlığın ilk mabedi ve kutsalın öğretildiği yer olduğu kasdedilmektedir. Haram kelimesi, 'yasak' anlamına alındığında, orada canimin öldürülmesinin, yeşile kıyılmasının yasak olduğu ve haram olan şeylerin öğretildiği kasdedilmiş olur.

(Kim içine girerse emin olur) [Âl-i İmran/97] ifadesinden anlıyo­ruz ki, oraya giren güvencededir; ona dokunulması, öldürülmesi yasaktır, ha­ramdır. Bu manadan hareketle diyebiliriz ki Mescid-i Haram, insanlığa kut­sal ve haram olanın bilgisini öğretmekte, insan hayatına kıymanın ne kadar büyük günah olduğuna dikkat çekmektedir. Orada değil insana, bir hayvana, bir ota bile kıyılamaz. Kutsal ve yasak anlamıyla bu üniversite, çevre bilin­cini ve ekolojik dengenin bozulmasının nelere mal olacağını öğreten bir yer olmuş ve olmalıdır.

Onu güvenli bir sığınak oluşturduğumuzu görmediler mi? [Ankebut/67] ifadesindeki "güvenli bir sığınak" tabiri buna işaret etmektedir. Orası, toplum emniyetini tahrib etmenin yasak olduğunu tüm dünyaya öğreten bir üniversi­tedir. O, çevresinde oturan halkın korku ve paniğe kapılmasına fırsat verme­yen bir mabeddir, üniversitedir. Bakara/l 26'da Hz. İbrahim'in, Mekke'nin gü­venli bir yer kılınması için Allah'a dua ettiği ifade edilmektedir. Ayetin içeri­ğinden anlaşılıyor ki, Yüce Allah, onun bu duasını kabul etmiş ve orasını gü­venli bir yer yapmıştır. İşte Mescid-i Haram, bu güvenli yeri ifade eden bir isimdir.

Fetih suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Allah, Peygamberinin rüya­sını gerçekleştirmiştir. Allah dilerse, Mescid-i Haram'a güven için­de elbette gireceksiniz). [Fetih/27]

Bu ayette de, "kutsal mescid" ile 'güven' kavramı bir araya getirilmiş ve kutsal mescidin görevine dikkat çekilmiştir.

İlk ev, eski ev, Kabe, kutsal mescid isimleri, sonuçta aynı şeye işaret etse­ler de, farklı işlevlerine göre verilen isimlerdir. Geçmişi geleceğe taşıyan, ah­lâkî, hukukî, dinî ve siyasî işlevleriyle Kabe, insanlığın ilk mabedi ve ilk üni­versitesidir.

(Bundan dolayı, mabedi haccetmek, gücü ye­ten bütün insanların Allah'a karşı yerine getirmek zorunda oldukla­rı bir görevdir).

Görüldüğü gibi, önce Kabe'nin işlevleri anlatılmakta, ardından da orayı ziyaret farz kılınmaktadır. Haccın farziyetini bildiren ayetlerden biri de bu­dur.

Gücü yeten ifadesi, müslümanın bulunduğu yere göre mana kazanır. Mek­ke'de yaşayan bir insanın haccetmesi için, para gerekli değildir. Dolayısıyla Mekke'de yaşayan için gücü yeten ifadesi, hasta olmamayı ifade eder. Uzak­lardan gelenler için gücü yeten ifadesi sağlıklı olmayı, binek, taşıt ve parayı ifade eder. Hac/27'de uzak ülkelerden yaya veya süvari olarak gelecek olan­lar ifadesiyle, gücü yeten ifadesine açıklık getirilmektedir. Gücü yeten ifade­sine, imkan ve fırsat bulan manası da verilebilir. Mesela, hacıları taşıyan bir otobüste muavin olan kimse, fakir de olsa hacca gücü yeten kimse konumun­dadır, dolayısıyla hac yapabilir ve yapmalıdır.

(İnkar edenler, bilsinler ki, Allah yarattığı alem­lerden bağımsızdır, her bakımdan kendisine yeterlidir).

Bu ayetteki küfr, bir gönül eylemi olup Allah'ı inkar etmek manasına de­ğil, Kabe'yi ziyaretten imtina etmek anlamında bir küfür, bir nankörlüktür. Bazılarının dediği gibi, üzerine farz olan hac görevini yapmayan kimse de­ğil; haccın farziyetini inkar eden kimse kasdedilmektedir. Çünkü üzerine farz olan haccı yerine getirmeyen kimse, onun farziyetini kabul edip de yapmı­yorsa kafir değil, günahkar olur. Haccın farziyetini inkar ederek haccetme-yenler bilmelidir ki, Allah insanlara muhtaç değildir; aksine her bakımdan kendi kendi yeterli olan yegane varlıktır. Yüceler yücesi Allah, ibadetleri, muhtaç olduğu veya kendisine bir faydası olacağı için emretmiyor; kulunun olgunlaşması ve yücelmesi için emrediyor.

Kabe ve hacla ilgili ayetler, kitap ehliyle alakalı ayetlerle beraber düşünü­lüp aralarında bir ilgi kurulduğunda, 97. ayetteki küfr ile, Kabe'nin ve haccın kitap ehli tarafından inkar edilmesinin kasdedildiği anlaşılır. Çünkü kitap eh­li, Mescid-i Aksa'yı, Mescid-i Haram'dan üstün görüyorlardı. Onun için "ilk ev, eski ev" denilerek Kabe'nin daha eski ve daha önemli bir mabed olduğu vurgulanmaktadır.

(inkar edenlere gelince) ifadesindeki inkar konusunun ne olduğunu ve kimlerin inkar ettiğini bir sonraki ayetten (98. ayet) öğreniyoruz. [10]

 

Kitap Ehlinin, Allah'ın Ayetlerini İnkar Etmesi:

 

98. De ki: "Ey kitap ehli! Allah, yaptığınız her şeye şahit iken neden O'nun ayetlerini inkar ediyorsunuz".

95. ayette İsrailoğulları'yla ilgili konunun arasına Kabe ve haccı yerleşti­ren Yüce Allah, 98. ayette tekrar kitap ehline dönmektedir.

Kitap ehli ifadesi, vahiy kültüründen ve peygamberlik müessesesinden haberdar olan insanları ifade etmektedir ki bunlar, Hz. Muhammed'den önce­ki peygamberlerin vahyini takip etmekte olanlardır. Peki kitap ehli vahyin ve peygamberliğin ne olduğunu bildikleri halde, neden Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar? İşte 98. ayette, neden inkar ettikleri, onlara soru şeklinde yöneltil­mektedir.

Bu ayetteki Allah'ın ayetleri ifadesinden ne kasdedildiği hakkında Razi şöyle demektedir:

Hz. Muhammed'in peygamberliğine dair Tevrat ve İncil'de ayetler bulunmak­tadır. Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmemekle kendi kitaplarındaki bu ayetleri inkar etmiş oldular. Âl-i İmran/93'de olduğu gibi, Allah'ın he­lal kıldığı yiyecekleri kendilerine haram kılmaları da Allah'ın ayetlerini inkar etmek sayılır. Âl-i İmran/96-97'deki küfr ile de haccetmekten imtina etmeleri kasdedilmektedir.[11]

Demek ki, kitap ehli bir taraftan kitaplarında bulunan ayetleri inkar edi­yor, diğer taraftan da Kur'an ayetlerini inkar ediyorlardı.

(Allah yaptığınız her şeye şahit iken).

Ayetin son kelimesi 'yaptığınız' ifadesidir. Yapmak bir eylem olduğuna göre Yüce Allah, kalbin iman veya inkarını bir eylem olarak kabul etmekte­dir.

Zahirî eylemlere herkes, gönüldeki eylemlere ise sadece Allah şahittir. Şe-hadet kelimesi, gözlemi ve bilmeyi kapsar. Allah'ın gönüllerdeki her şeyi bil­diğinin vurgulanması, kitap ehlinin, gönüllerindeki oluşumları Allah'ın bile­meyeceği inancında olduklarına işaret etmektedir. Eğer Allah'ın, gönüllerde­ki bütün eylemleri gözlediğine ve bildiğine inansalardı, Allah'ın ayetlerini in­kar etmeleri mümkün olmazdı.

Bunu şu şekilde formüle edebiliriz: İnançtaki eksiklikten inkar doğar.

Kitap ehli, Allah'ın insan kalbindeki her oluşuma şahit olduğuna tam an­lamıyla inansalardı, Allah'ın ayetlerini inkar etme eyleminde bulunmamış olacaklardı.

Aslında bu kural bütün insanlık için geçerlidir. Psikolojik manada kalp­teki, beyin ve nefisteki bütün oluşum ve davranışları Allah'ın gözleyip bil­diğine gerçekten inanılsa, kötü davranışlar büyük oranda azalırdı. Bu şekil­deki imanın eksikliği veya yokluğu, kötülüklerin çoğalmasına neden ol­maktadır.

Öyleyse, Neden Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz? sorusu, ayetin son kısmında cevaplandırılmaktadır. Ayetin sonu, onların eksikliklerini tesbit et­mekte ve inkarlarının nedenini ortaya koymaktadır. Böylece Yüce Allah, in­kar psikolojisinin analizini yapmakta, inkarın inanç eksikliğinden doğduğu­na dikkat çekmektedir. [12]

 

Allah'ın Yolundan Çevirmek:

 

99. De ki: "Ey kitap ehli! Gerçeği görüp bildiğiniz halde, niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek inanan­ları Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah yap­tıklarınızdan habersiz değildir".

Ayeti şu bölümler altında inceleyebiliriz:

1. Allah'ın yolunu eğri göstermek

Allah'ın yolunu eğri göstermekle müslümanlan Allah'ın yolundan çevir­mek, bir önceki ayette yer alan inkar eyleminden kaynaklanmaktadır. Bir ba­kıma bu iki ayet, inkar psikolojisinin davranışlara ve oradan topluma nasıl yansıdığını açıklamakta; kalpteki oluşumlardan, toplumsal oluşumlara ve oradan da dine karşı tavır koymaya giden çizgiyi göstermektedir.

2. İnananları Allah'ın yolundan alıkoymak

Allah Teala kitap ehline, inananları Allah yolundan niçin çıkardıklarını sormakla inançlar ya da inanç grupları arasındaki çatışmaya ve etkileşime dikkat çekmektedir. Diğer taraftan ayetin, mevcut bir meseleyi çözümlemek için geldiğine ve bu çatışmaların kıyamete kadar devam edeceğine de işaret edilmektedir.

Vahiy Allah'ın yolunun temel taşlarını örmüştür. Peygamberler ise bu yo­lun açılması, açık tutulması, devamlı olarak işler halde bulunması ve ondaki engellerin ortadan kaldırılması için çalışmışlardır. Allah'a giden bu yol akıl, iman, doğruluk, hakikat, güzellik, bilgi ve ibadet yoludur. İnsanı bu değerler­den uzaklaştırmak veya uzaklaştırmaya çalışmak, Allah'ın sorgulamasına ne­den olmaktadır. Hz. Adem'den itibaren bu çatışma devam etmektedir. İnkar psikolojisine sahip olanlar daima bu yolu eğri göstermeye, inananları ondan çevirmeye çalışmışlardır.

Zemahşeri bu ayetteki (an-sebîlillâh=Allah'ın yolu) ifadesini hak din, İslâm olarak tefsir etmiş; -Nesefi de bu yoruma katılmıştır- İbn Abbas Allah'ın dini, Allah'a itaat, Kadı Beydavi İslâm, Hazin Allah'ın dini şeklinde tefsir etmiştir.

Bu manalardan hareketle, Allah'ın yolunun dinin yolu, İslâm (barış, tesli­miyet), güven ve rahmet yolu olduğunu söyleyebiliriz.

Kitap ehli, müslümanlan Allah'ın dini olan İslâm'dan çevirmek için bü­yük gayret sarfetmekteydiler. Kitap ehlinin, inananları Allah'ın yolundan na­sıl çevirdiklerine, Zemahşeri eziyet ederek; Razi ve Hazin şek ve şüpheye düşürerek; Nesefi o yola girmelerini engelleyerek cevabım vermektedir. Muhammed Esed'e göreyse, Hz. Muhammed'in, Kur'an'ın ana fikirlerini Ki-tab-ı Mukaddes'ten ödünç aldığını ve onları asıl bağlamlarından kopartarak kendi ihtiraslarına uygun hale getirdiğini iddia etmek suretiyle engellemek­teydiler.[13]

Yoldan çıkarma gayretlerinin neler olduğuna 93. ayetten itibaren cevap aramaya çalışırsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Kitap ehli, müslümanlan Allah'ın yolundan çevirmek için bazı konulan tartışmaya açıyorlardı. Mese­la, hangi yiyeceklerin helal ya da haram olduğu hakkında şüpheye düşürecek tartışmalar açıyorlar; Allah'a iftira edecek yalanlar uyduruyorlar; Hz. İbra­him'in inanç sistemine uymaya engel oluyorlar; Kabe'nin üstünlüğünü ve onu ziyaret etmeyi inkar ediyorlardı. Bu iftira ve inkarlan, müslümanlan şüphe­ye düşürecek kadar etkili oluyordu. Hakla batılı kanştırmalan, hakkı, yani Hz. Muhammed'in Kitab-ı Mukaddes'teki vasıflannı gizlemeleri, sabahleyin iman edip akşamleyin inkar etmeleri, kitaptan olmayanı kitaptan, Allah ka­tından olmayanı Allah katından göstermeleri [Âl-i İmran/71-78], müslüman­lan yoldan çıkarma gayretlerinin bir parçasıydı.

Kitap ehli, iman edenleri yoldan çıkarmak için bu ve benzeri konulan tar­tışmaya açıyor ve bu hususta Allah'a iftira edecek kadar cüretkar davranıyor­lardı.

(Onda bir eğrilik aramaya yeltenerek...)

Ayetin bu kısmında yer alan (ıvec) kelimesiyle ilgili olarak Razi şöyle diyor: (ıvec) kelimesi din, söz ve benzeri şeyler gibi gözle görülme­yen her şey hakkında doğrudan sapma manasında kullanılır. Görülen varlık­lar için jrî» (avec) şeklinde kullanılır.[14]

 

Ivec Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

Ivec kelimesinin Kur'an'daki anlamları şunlardır:

1. Eğrilik

Âl-i İmran/99'da yer alan ıvec kelimesi, Allah'ın yolu ile ilgili olup yolda­ki eğriliği, kıvrımı, virajı ve çukuru ifade etmektedir. Kitap ehli, iman eden­leri Allah'ın yolundan çevirmek için Allah'ın yolunda eğrilikler arıyorlardı.

Yüce Allah kendi yolunda eğrilik arayanların zalim ve lanete müstahak olduklarını ifade etmektedir. [A'raf/44-45]

Zalimler, toplumda fesat çıkaranlar ve kibirlenenler Allah'ın yolunda eğ­rilik ararlar [A'raf/85-88]. Allah'a karşı yalan uyduran zalimler, ahireti inkar eden kimseler Allah'ın yolunda eğrilik ararlar [Hud/18-19]. Kafirler, bu dün­ya hayatım ahirete tercih edenler ve ancak sapkınlar Allah'ın yolunda eğrilik ararlar [İbrahim/2-3].

Bütün bu ayetler gösteriyorlar ki, Allah'ın yolunda eğrilik arayanların inanç yapısı bozuktur, inkardan, Allah'a iftiraya kadar varan bir dizi beyin ve gönül bozulduğuyla malûldür. Yüce Allah bunların durumunu sebep sonuç ilişkisine göre analiz ederek, hangi psikolojik yapının hangi istek ve davra­nışları ürettiğine açıklık getirmektedir.

2. Karşı koymak

Taha suresinde buyuruluyor ki:

(O gün herkese yönelen davetçiye karşı koymadan uyacaklar). [Taha/108]

"Karşı koymak" şeklinde çevirdiğimiz kelimenin aslı (ıvec)tir.

3. Çelişki

Kur'anla ilgili olarak kullanılınca eğrilik manasına gelen ıvec kelimesi­nin asıl manası' çelişki'dir:

(Bütün övgüler o Allah'a mahsustur ki kuluna, içinde hiçbir çelişki olmayan Kitab'ı indirmiştir). [Kehf/1] Zümer/28'de de aynı anlama gelmektedir.

Demek ki kitap ehli, Allah'ın yolunda eğrilik, çatışma ve çelişki arayarak müslümanlan etkileme çabası içine girmişlerdir. Yukarda naklettiğimiz ayet­lerde, Allah'ın yolundan çıkarma ile o yolda eğrilik arama beraber geçmek­tedir.

(Görüp bildiğiniz halde).

Bu ifade, Allah'ın yolunun (Allah'ın dininin, yani İslâm'ın) hakikatini, Kur'an'ın hükümlerinin oluşturduğu yolun doğruluğunu bildikleri ve anla­dıkları halde onda çelişkiler aramalarının bilinçli olduğuna dikkat çekmekte­dir. Aslında kitap ehli, kendi kitaplarında (Kitab-ı Mukaddes'te) hem Hz. Muhammed'in peygamberliğine, hem de ona gelecek vahye işaret eden ayet­ler olduğunu biliyorlardı. Böyle yapmakla kitap ehli, kendi kitaplarında da eğrilik aramış olmaktadırlar.

(Allah yaptığınız hiçbir şeyden habersiz değildir).

98. ayetin sonunda yer alan Allah yaptıklarınızı görüp dururken... ibare­siyle, bu ayetin sonundaki Allah yaptığınız hiçbir şeyden habersiz değildir ifadesi aynı anlama gelmektedir. Bu ifadelerin ortak manası, insanların bütün yaptıklarının Allah tarafından bilindiğidir. Buradan anlaşılıyor ki, bu tip kim­senin günahı kat kat ağırdır; zira hem kendisine ve topluma zarar vermekte; hem de yaptığı şeyleri Allah'ın bildiğinin bilincinde olmasına rağmen Allah'a aldırış etmemektedir. "Allah biliyor ve görüyorsa ne yapalım yani?!" derce-sine bir küstahlık içerisinde iki kat vebal altına girmektedir.

99.  ayette, yanlış davranışlarından vazgeçmeleri için kitap ehlinin, Al­lah'ın yolunu bildikleri ve buna rağmen onda bilinçli bir şekilde eğrilik ara­dıkları ve bu yaptıklarını da Allah'ın bildiği vurgulanmaktadır.

Bu davranışlarının Allah tarafından bilindiği ve değerlendirmeye tâbi tu­tulacağı ifade edilerek, kitap ehli tehdit edilmektedir. Durumlarını gözler önüne seren vahiylerle de, müslümanlann, kitap ehlinin gerçek niyetlerini bilmeleri ve böylece de ayartmalarından sakınmaları sağlanmaktadır.

98 ve 99. ayetleri bir arada ele alırsak şu genellemeye varabiliriz: İnkar psikolojisine sahip olan ve bunda bilinçli olanlar, iman edenleri yoldan çıka­rarak inkarda birleşmek isterler. İmanda birleşmek işlerine gelmediğinden, inkarda birleşmek için çalışırlar. Onların bu şekilde davranmaları, toplumda veya toplumlar arasında tartışma ve anlaşmazlıklar meydana getirir. Bu tar­tışma ve anlaşmazlıklar da, inananlar ile inkarcılar arasında çatışma ve sava­şa dönüşür.

İnkar edenler, eğer irtidat etmiş kimselerse, insanları Allah'ın yolundan (hak dinden) çıkarmaya çalışırlar; bunun için de o yolda eğrilik ararlar. Bu geçmişte olduğu kadar, günümüzde de geçerli olan bir davranış tarzıdır. Ya­hudi ve hristiyan oryantalistlerin, İslâm dininde eğrilik arama çabalarının ta­rihi, Hz. Peygamber dönemine kadar inmektedir. O dönemde bu faaliyet, şi­fahî olarak yapılırken, günümüzde radyo, televizyon, gazete, dergi ve kitap vasıtasıyla yapılmaktadır.

Yine, misyonerlik faaliyetlerinin amacı da, müslümanlan Allah yolundan saptırmak ve İslâm dininin etkinliğini azaltmaktır. Bilinçsiz müslüman genç­liğini dininden çıkarıp, kitap ehlinin inkarcı kanadıyla birleştirme eylemleri büyük bir yoğunluk içinde devam etmektedir. Bu ayetlerin Kur'an'da yer al­masının ana sebebi, inanları bu etkiden kurtarmak ve bu propagandanın çem­beri dışında tutmaktır.[15]

 

İmandan Sonra İnkar:

 

100. Siz ey iman etmiş olanlar! Kendilerine kitap verilen­lerden bir gruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden inkarcılığa sevk ederler.

101. Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik Allah'ın Pey­gamberi de aranızda iken nasıl inkara saparsınız? Her kim Allah'a bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.

Yüce Allah Âl-i İmran/64'de Hz. Peygamber'e, kitap ehlini, ortak ilke (tevhid) etrafında buluşmaya davet etmesini emretmiştir. Daha sonraki ayet­lerde ise kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann) kendi kutsal kitaplarına kar­şı takındıktan tavırları, inananlarla tartışmaları ve onları etkilemek için baş­vurdukları metodlan, ahde vefasızlıkları, Allah'a iftira etmeleri, Allah'ın di­ninden başka din aramaları, imandan sonra inkara sapmaları ve bu inkar psi­kolojilerini başkalarına da bulaştırmaları, Allah'ın ayetlerini inkar edip O'nun yolunda eğrilik arayarak inananları O'nun yolundan saptırmaya çalışmaları ele alınmıştır. Böylece onların ruh yapısının, grup psikolojilerinin ve davra­nışlarının analizi yapılmıştır.

Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Yüce Allah bir dine mensup olan insanlar hakkında değerlendirme yaparken, tek bir davranış veya düşünceden hareketle hüküm vermiyor. 64-99 arasındaki 35 ayette durumları, en ince ay­rıntısına varıncaya kadar ele alınmakta ve bunun neticesi olarak hüküm ve­rilmektedir. Yüce Allah'ın bu çok yönlü değerlendirmesi, müslümanlar için vazgeçilmez bir metod olmalıdır. Küçük hatalarını büyüterek ve yanlış bir davranışına bakarak insanların küfrüne hükmetmemek gerekir.

100. ayette, 64. ayette zikredilen ortak ilke'de (tevhid'de) birleşme daveti­ne uymayanlara karşı müslümanlann nasıl bir tavır takınmaları gerektiği ele alınmaktadır. 100. ayetin birinci bölümünde, müslümanlara kitap ehlinden bir gruba itaat etmemeleri -şartlı cümle ile- emredilmektedir:

1. İtaat etmemek

100. ayette iman edenlere hitaben şöyle buyuruluyor:

(Ey iman edenler! Kendilerine kitap veri­lenlerden bir gruba uyarsanız...) [Âl-i İmran/100]

Dikkat edilirse 'uymayın' denmiyor, 'uyarsanız' deniyor ki bu, itaat fiili­nin failinin iman edenler olması sebebiyledir. Bu, iradelerine göre hareket et­me serbestisine sahip olduklarını gösterir. Kitap ehlinden bir gruba uymayan­lar olacaktır; ama burada onların etkisinde kalıp onlara itaat edenler muhatap alınmaktadır.

2. Olumsuz bir grup

Kitap ehlinin hepsi müslümanlan saptırma gayretinde olmadığından, (bir grup) denmekte, böylece hem grubun baskı ve etkileme çabasına dikkat çekilmekte, hem de iman edenlerin kitap ehlinin tümünü aynı görmemeleri gerektiğine işaret edilmektedir.

Sözkonusu bu grubun psikolojik yapısı ve davranışları, 35. ayette ele alın­mış; 98-99. ayetlerde de bunun bir özeti verilmişti. Yeniliğe açık olmayan, Allah'ın gönderdiği yeni dine tepki gösteren bu gruba itaatin nelere mal ola­cağı da açıklanmıştır.

3. İman'dan inkara döndürürler

Bunda, böyle bir gruba uymanın neticesinin, olumsuz bir değişime uğra­mak olduğuna dair bir uyan vardır.

İnkar psikolojisi, insanları Allah'ın yolundan çevirmeye, o yolda eğrilik aramaya, iman edenleri inkara götürmeye kadar uzanan bir çizgi izlemekte­dir. Yüce Allah müslümanlan, bu noktada bilinçlendirmekte, imandan sonra inkara sapma hatasma düşmemeleri için uyarmaktadır.

Bu bilinçlendirmeyi yaparken, gruplann ferdin iradesini elinden alıp, su­yun sürüklediği çöp haline getirdiğine dikkat çekmektedir. Grubun iradesi, ferdin iradesinden güçlü olduğundan, fert bu iradeye karşı koyamaz. Netice­de kendini onun akıntısına bırakabilir. Olumsuz bir gruba uymak sebep, imandan inkara dönmek de sonuçtur. Yüce Allah, sebep-sonuç ilişkisini biz­zat kurarak, iman edenlere konunun ciddiyetini göstermektedir.

4. Öğretim anında inkara sapmak çok büyük bir yanlıştır. 101. ayette şöyle buyurulmaktadır:

(Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik Allah'ın Peygamberi aranızda iken nasıl inkara saparsınız)? [Âl-i İmran/101]

(keyfe=nasû) sorusu, -Razi'nin de dediği gibi- müslümanlan böyle bir hatadan engellemeye ve tehdit etmeye yöneliktir.

Allah'ın ayetleri size okunurken ifadesiyle, 64 ila 101. ayetler arasında söylenenler kasdedilmektedir. Yüce Allah, 100. ayette, kitap ehlinden bir gruba uyulmamasını emrederken, bu emrin öğretim faaliyetiyle beraber verildiğine işaret etmektedir. Demek ki, bilgilendirme olmadan bir şeyi yasak­lamak, tutarlı bir eğitim faaliyeti değildir. Öğretim önce, eğitim (yap veya yapma emri) sonra gelir. 64 ila 99 arasındaki ayetler, öğretim; 100. ayetteki yasaklama da eğitim alanına girmektedir. Yüce Allah, 100. ayette koyduğu yasağın alt yapısını önceki ayetlerle inşa etmiştir.

(Üstelik aranızda Allah'ın Peygamberi de vardır).

Ayetin bu kısmındaki (aranızda/içinizde) kelimesi, Hz. Pey­gamber dönemi dikkate alınarak yorumlanırsa bu, maddî anlamda Hz. Pey-gamber'in müslümanlann arasında/içinde olmasını ifade eder. Ama Peygam­berimiz şu an sağ olmadığı için fîkum kelimesine, aranızda/içinizde yerine gönlünüzde şeklinde karşılık verilmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber bede­nen aramızda değilse de, -ona inanmış olmamız nedeniyle- gönlümüzdedir. Bu manayı vermediğimiz takdirde, ayet bize hitap etmekten çıkar.

Allah'ın ayetlerinin okunması/öğretilmesi beyinle, Peygamberin içimizde olması ise kalple ilgilidir. Buradan hareketle, ibarenin şöyle anlaşılması mümkündür: Sizin beyninizi ve gönlünüzü silahlandırmama rağmen nasıl in­kar edersiniz?!

5. Allah'a bağlanmak doğru yola götürür.

Ayetin bu bölümünde geçen (ı'tesama) fiili, Allah ile beraber kulla­nılınca 'sığınmak' anlamına gelir. Bu fiilin, üç harfli kalıbı sığınmak, sarıl­mak, kalp takmak, yapışmak, korumak, mani olmak, (ı'tesama) kalıbı ise, bir şeyi el ile tutmak, yapışıp tutmak anlamlarına gelir.[16]

 

I’tesama Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

I'tesama kelimesinin Kur'an'daki manaları şunlardır:

1. Korumak

(Ey Peygamber! Rab-binden sana indirilenleri tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun el­çiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır). [Maide/67]

Bu ayette geçen (Allah seni insanlardan korur) ifadesindeki (ya'simu) kelimesi korumak anlamına gelir. Ahzab/17 ve Hud/43'de de aynı manayı ifade etmektedir.

2. Sımsıkı sarılmak

Âl-i Imran suresinde şöyle buyuruluyor:

(Allah'ın ipine sımsıkı sanlın). [Âl-i İmran/103]

Yüce Allah'm ipi, akıl ve vahiydir. İşte Allah bu emriyle, akla ve vahye sımsıkı sarılmayı emretmektedir.

3. Sakınmak

(Evet gerçekten de onun gönlünü çelmek istedim, ama o kendini sakındı). [Yusuf/32]

Bu ayette kelime altı harfli kalıptan alınmıştır.

4. Savunmak

Yunus/27'de, dünyada kötü fiiller işleyenlerin, ahirette kötülükleri ölçü­sünde ceza göreceklerinin anlatılmasının ardından, (Allah'a karşı kendilerini savunacak kimseleri olmayacak) buyurulmaktadır. Ayette geçen ('âsim) kelimesi, 'savunan' manasına gelir.

5. Kurtuluş

Hz. Nuh'un oğlu, tufan esnasında babasına, dağın kendisini suya karşı ko­ruyacağını söylediğinde babası ona şöyle dedi:

(Bu gün, Allah'ın merhametini hak etmiş olanların dışında kimse için kurtuluş yoktur). [Hud/43]

6. Nikah bağı

Mümtehine suresinde "nikah bağı" anlamında kullanılmıştır:

(Kafirlerin ismetlerine yapışmayın). [Mümtehine/10]

Ayette geçen {isam) kelimesi ismefin çoğuludur. İsmet ise, tutamak demek olup gerdanlık, bilezik ve himaye etmek manalarına gelir. Buradan hereketle, andlaşma ve sebep gibi herhangi bir tutamağa da denir. Burada kasdedilen nikah bağıdır.[17] Zemahşeri akd ve sebep, Razi nikah bağı, Mu-hammed Esed evlilik bağı manalarını vermektedir.

7. Kurtarmak

(Allah'ın elinden sizi kurtaracak kimse bulunmayacak). [Mü'min/33]

Bu ayette ('âsim) kalıbında 'kurtarıcı' anlamım ifade etmektedir.

8. Sığınmak

Yorumunu yapmakta olduğumuz bu ayette 'sığınmak' manasına gelmek­tedir:

(Allah'a sığınan, dosdoğru yola ulaştırılmış­tır). [Âl-i İmran/101]

Allah'a sığınmak, O'nun korumasına girmek demektir. Mümtehine/10'da-ki manasıyla, "Allah ile sıkı bir bağ kuran" anlamı verebiliriz. Aslında "sı­ğınmak" ile "bağ kurmak" manası buraya daha uygun düşmektedir. Şimdi ayeti, bu iki manadan hareketle ve geçmişteki ayetleri de dikkate alarak açık­lamaya çalışalım:

Kitap ehlinin entrikalarına kapılan müslümanlann inkara dönme ihtimali vardır. Onların bu yaptıkları vesveseden ibarettir. Bu vesveselere kulak verip onlara itaat edenler, dinden çıkarlar. Ama Allah'ın ayetlerini öğrenen ve Pey-gamber'in öğretilerine kulak verenler Allah ile bağ kurmuş olurlar. Allah'ın ayetlerini kabullenen, Peygamberine tâbi olan, yani beyninin ve gönlünün se­sini dinleyen müslüman Allah'a sığınıp O'nunla bağ kuracak ve sayede doğ­ru yolda olacaktır.

(Elbette doğru yola ulaştırılmıştır).

Sırat-ı müstakim (doğru yol) ile ilgili olarak Fatiha/6'da açıklama yapmış­tık. j£ (hudiye) kelimesi meçhul kalıbında geldiğinden "ulaştırılmış" mana­sına gelir. Doğru yola ulaştıran Allah olduğu halde, kelimenin "ulaştırılmış­tır" şeklinde meçhul kalıbından kullanılması ilginçtir. Zemahşeri bunu şöyle açıklamaktadır: Hidayet o kişi için kaçınılmaz hale geldiğinden[18] böyle ifa­de edilmiştir.

Ayetin diğer bölümlerini de dikkate alarak bu kısmın açıklamasını yapa­cak olursak görürüz ki, üç şey insanı hem doğru yola götürmekte, hem de doğru yolun ne olduğunu tanımlamaktadır: Allah'ın ayetlerini öğrenip inanmak, tatbik etmek, Peygamber'e tâbi olmak ve Allah'a sığınmak. Bu üç ey­lem, hem insanı doğru yola iletmekte, hem de doğru yolun ne olduğunu gös­termektedir.

Bu ayette, imandan sonra inkara dönmeyi engelleyecek olan üç şey zikre­dilmektedir: ilahî vahiy, peygamber ve Allah'a sığınmak.

Daha önce de değindiğimiz gibi Yüce Allah Âl-i İmran/64'de müslüman-lan, yahudi ve hristiyanlarla beraber ortak ilkede (tevhidde) buluşmak için bir masa etrafında toplamaktadır. Bu ayetten 101. ayete kadarki bölümde, o masa etrafında cereyan edecek olan tartışma konulan en ince detayına kadar açıklanmaktadır. Müslümanların ortak ilkede (tevhidde) birleşme teklifinin reddedilmesi ve kitap ehlinin müslümanlan imandan inkara döndürme gay­retleri üzerine durulmaktadır. Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olma ihtimalinin göz ardı edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.

Yüce Allah'ın en ince ayrıntılar üzerinde bile ısrarla durmasının sebebi, hak ile batıl arasındaki tartışmanin, çatışmanın ve mücadelenin asla sona er­meyeceği fikrini canlı tutmak ve müslümanlan buna hazırlamaktır. İman ile küfr arasında, siyahla beyaz kadar fark vardır. Bu farklılık gönülde kalıp dav­ranışlara yansımasaydı ve başkalannı kendine benzetme çabasına dönüşme-seydi, mücadele ve kavgaya lüzum kalmayacaktı. İman ve küfür, davranış­larla kendilerini ifade etme ihtiyacı duyarlar ve neticede davranışlan yönet­meye başlarlar.

İşte böylesi oluşumlarda iman yapıcı rol oynarken, inkar yıkıcı rol oyna­maktadır. Yapmak yıkmaktan daha zor olduğundan inkarcılann işi daha ko­lay gözükmektedir. Kafirleri Allah'ın yoluna davet eden mü'minlerin de yol­dan çıkma ihtimali bulunduğuna dikkat çekmek için Yüce Allah 64-101 ayet­leri arasındaki bölümde, bu hususla ilgili açıklamalar yapmaktadır. Yüce Al­lah yaptığı eğitimle, inkarcılann etkisinde kalmamanın yollannı öğretmekte­dir. 101. ayette ise müslümanın bu kültür savaşından zayiat vermeden çıka­bilmesi için hangi silahlarla donanması gerektiği anlatılmakta; ilahî vahiy bilgisinin, Peygamber'e tâbi olmanın ve Allah'a sığınmanın önemi üzerinde durulmaktadır.

Yüce Allah, bu açıklamalanyla din eğitiminin hem konulannı, hem de amacını tesbit etmektedir. Din eğitimi, insanın gönlüne tevhid inancını aşılamanın yanısıra, tevhidi muhafaza etmenin yollarını da öğretmelidir. Din eği­timinin birinci amacı, tevhid inancı temelinde oluşan bir iman meydana ge­tirmek; ikinci amacı ise tevhid inancını muhafaza etmek, insanların inkara düşmelerini önlemek olmalıdır.

101. ayette, şirkten uzak ve tevhid inancı ile bezenmiş bir kültür oluştur­manın zorluk ve engellerinin, ancak ilahî vahiyden kaynaklanan sağlam bir kültür, sünnet bilinci ve Allah'a sığınma sayesinde aşılabileceği vurgulan­maktadır. Bu engellerin, kavgayla değil, ancak bilgiyle, imanla ve Allah'a sı­ğınmakla ortadan kaldırılacağı öğretilmektedir. Beynini, gönlünü ve nefsini eğitmeyen insanın bu mücadeleye dayanması, zayiat vermeden zafere ulaş­ması zor, hatta imkansızdır. Beynin gıdası bilgi, gönlün gıdası iman, nefsin gıdası ise takvadır. İşte bu üç silah, inkar psikolojisiyle mücadelede zaferi getirecek, en azından imandan inkara düşüşü engelleyecektir. Din eğitimi müslümanlara, bilgi, iman ve takva gıdasını verebilirse, görevini yapmış olacaktır. [19]

 

Ancak Müslüman Olarak Ölün:

 

102. Ey iman edenler! Derin bir duyarlılıkla Allah'a karşı sorumluluğunuzun hakkıyla bilincinde olun ve ancak müs-lümanlar olarak can verin.

64. ayetten 102. ayete kadarki bölümde kitap ehli muhatap alınarak ortak ilke (tevhid) etrafında birleşmeye davet edilmiş, bunu engelleyen olumsuz­lukları anlatılmış, yanlışları gösterilmiş ve ortak ilkeye (tevhide) yanaşma­dıkları için kınanmışlardır. Acizlik, bilgisizlik ve iman zaafları nedeniyle imandan küfre düşmemeleri için müslümanlar da, neler yapmaları gerektiği konusunda bilgilendirilmiştir. Ardından 102. ayette, müslümanlara bazı emirler verilmiştir.

102. ayet iman edenleri muhatap almakta ve onlardan iki şey istemektedir:

1. Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak

Yüce Allah müslümanlardan, Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olmalarını (ittika etmelerini) istemektedir. Takva hakkında Bakara/21 'de açıklama yapmıştık. Buradaki muhteva içinde takvanın manasını belirlemek için, 101. ayet ile 103. ayet arasındaki bağlantının kurulması gerekir.

Bir önceki ayette, ilahî vahiy bilgisi, Peygamber'e tâbi olmak ve Allah'a sığınmak; 103. ayette ise Allah'ın ipine sımsıkı sarılarak tefrikaya düşmemek takvanın yapısını oluşturmaktadır. Bütün bu oluşumlardan hareketle Muham-med Esed takva'yı Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak şeklinde ta­nımlamaktadır. Ayetin bu bölümünde, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olunması emredilmektedir. İşte Allah'a karşı duyulan bu sorumluluk bilinci, kitap ehlinden bir grubun ayartma teşebbüslerine karşı müslümanlann iman­larında sebat etmelerini temin edecektir.

Razi'nin naklettiğine göre, bazı alimler bu ayetin Tegabün/16 ayeti tarafın­dan neshedildiğini savunuyor; gerekçe olarak da şöyle diyorlar: "Nasıl sakı­nılması gerekiyorsa öyle sakınmak" insanlar için çok zordur. Çünkü bu, in­sanın hiç hata yapmaması demektir. Bu yüzden Allah Teala, (O halde gücünüzün yettiği ölçüde Allah'tan sakının) [Tegabün/16] buyurarak, takva hususunda da insanın gücünü dikkate almaktadır.[20]

İbn Abbas ayetteki "ittika edin" emrini, "itaat edin" manasında almakta­dır.[21] İbn Abbas'ın verdiği bu manaya göre, ayet nesholmamıştır.

Âl-i İmran/102 ayetiyle Tegabün/16 ayetini çelişkili gibi göstermek, doğ­ru değildir. Bu, takva kelimesinin merkezî manasıyla da teyid edilebilir.

Takva, sakınmak, korunmak ve bir anlamda da korkmak manasına gelir. Sakınmanın, korunmanın veya korkmanın temeli ise sevgidir. Öyleyse Al­lah'ı seven insan/müslüman O'nu üzmekten sakınacak, sevgisini zedeleye­cek her türlü davranıştan kendini koruyacak ve o davranışların neticesinden korkacaktır. Nitekim insan, çok sevdiği dostunun olumsuz tepki gösterece­ği ve üzüleceği davranışlardan uzak durur. Bu çekinme, sakınma ve endişe, korkmaktan değil, sevgiden kaynaklanmaktadır. Müslümanın takvası da (sakınması, korunması ve korkması da) Allah'a olan sevgisinden kaynak­lanmaktadır.

Bu açıklamalardan sonra, iki ayet arasında çelişki ve dolayısıyla nasih-mensuh ilişkisi bulunduğunu söylemek, hem Kur'an'a, hem de akla aykırıdır. Öyleyse, her iki ayete de sevgiyi esas alarak mana verebiliriz:

(Ey inananlar! Allah'ı, O'na yakışır bir sevgiyle se­vin). [Âl-i İmran/102]

(O halde gücünüzün yettiği ölçüde Allah'ı sevin). [Tega-bün/16]

Âl-i İmran/102'de geçen gerektiği şekilde ifadesi, Tegabün/16'daki gücü­nüzün yettiği ölçüde ifadesiyle tefsir edilmektedir. İnsan bütün gücünü kul­landığında, Allah'a karşı gerekli olanı yerine getirmiş demektir. Güç ile ge­reklilik birbirine zıt değil, tam tersine birbirini açıklayan ifadelerdir.

Diğer taraftan, takva duygusu (manevî hayatın bağışıklık sistemi) zaman zaman zayıflayabilir; bunun neticesi olarak da insan yanlış ve noksan işler yapabilir.

Onun için Âl-i İmran/102'de takvanın Allah ile ilgili boyutu eksen olarak alınırken; Tegabün/16'da takvanın beşerî boyutu eksen olarak alınmıştır. Bir başka deyişle, Âl-i İmran/102'de Allah'a karşı nasıl ittika edileceği öne çıka­rılırken; Tegabün/16'da beşerin takvayı nasıl gerçekleştireceği öne çıkarıl­mıştır. Allah sözkonusu olduğunda takvanın gerekliliği; insan sözkonusu ol­duğunda takvanın gerçekleşmesindeki güç öne çıkarılmıştır.

Muhammed Esed'in takva kelimesine verdiği mana esas kabul edildiğin­de de iki ayet arasında bir çelişki bulunmadığı ve dolayısıyla da neshin söz­konusu olmadığı anlaşılır. Takva'nm, Allah'a karşı sorumluluk bilinci şeklin­de anlaşılması, şunu ifade eder: Herkes Allah'a karşı sorumludur ve bu so­rumluluğunu yerine getirecek güce de sahiptir. Bakara/286'da beyan edildiği üzere, herkes gücü oranında sorumludur.

Sorumluluklar ferdî olduğundan, takva da ferdî olacaktır. Ferdî olunca da, iza­filik olacak ve insanın gücüne göre değişecektir. Sorumluluk ve görevler güç nis-betinde olduğuna göre, belirleyici unsur güçtür. Herkesin gücü farklı olduğun­dan, sorumluluklar da farklı olacak; sorumluluklar farklı olunca takva (ruh olgunluğu) da farklı olacaktır. Bu durumda, Tegabün/16 ile Âl-i İmran/102 ayeti arasında herhangi bir çelişki veya çatışmadan söz etmek mümkün değildir.

2. (Ancak müslüman olarak can verin).

Ayetin bu kısmında, birinci bölümdeki idealizm, realiteye döndürülmek­tedir. Çünkü Yüce Allah biliyor ki, bütün müslümanlar Allah'tan gerektiği şe­kilde ittika etme, Allah'ı gerektiği şekilde sevme ve O'ndan hakkıyla korkma konusunda aynı seviyede değildirler ve olamazlar da. Takva (ruh olgunluğu) hususunda tüm insanların aynı seviyeyi tutturması imkan dahilinde değildir.

İşte bu yüzden ayetin sonunda, gerektiği şekilde Allah'tan ittika edemese-niz bile, hiç olmazsa canınızı, Allah'a teslim olmuş kimseler olarak verin denmek suretiyle, en alt seviyenin teslimiyet olduğuna ve bu seviyenin her­kes tarafından tutturulabileceğine işaret edilmektedir. Öyleyse, İslâm eğiti­minin amacı, insanları takvaya (ruh olgunluğuna) eriştirmektir; hedefi ise canlarını, teslimiyet içinde vermelerini temin etmektir. Takva idiealdir, ruhu teslimiyet içinde vermek ise realitedir.

Yüce Allah'ın amaçtan hedefe, idealden realiteye giden çizgideki emirle­ri, günümüz din adamlarının ve din alimlerinin rehberi olmalıdır. Yani, din adamları ve alimleri de tebliğleriyle, gayretleriyle, öğretim ve eğitimleriyle insanları takvaya ulaştırmayı amaç edinmeli; ancak herkesin bu seviyeyi tut­turamayacağını da bilmeli; ve takvaya erişemeyecek olan kimselerin de en azından canlarını teslimiyet içinde vermeleri yolunda gayret göstermelidirler.

Âl-i İmran/102 ayetini bir önceki ayete bağlarsak, kitap ehlinden bir gru­bun, mü'minleri imandan inkara döndürme çabalarını boşa çıkarmanın bir yolunu daha gösterdiğini anlarız.

Âl-i İmran/100'de müslümanlara, kendilerini imandan inkara döndürme­ye çalışan kitap ehlinden bir gruba itaat etmemeleri tenbih edilirken; 102. ayette Allah'a itaat etmeleri emredilmektedir.

İbn Abbas'ın yorumunu dikkate alarak 100. ayetteki *£&, (itaat) ile 102. ayetteki Jji (takva)mn aynı manaya geldiği söylenebilir. Yani, takva, itaat ile tefsir edilebilir. Bu manalardan hareketle, kitap ehlinin ayartmalarına ka­pılmama konusunda iki yol daha gösterildiği anlalaşılır: Bilgi, iman, Allah'a sığınma [Âl-i İmran/101], Allah'ı üzmekten sakınma, yani takva ve canı, an­cak müslüman olarak teslim etme. [Âl-i İmran/102] [22]

 

Tefrika Ateşten Bir Çukurdur:

 

103. Topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düş­meyin, Allah'ın size olan nimetini düşünün; hani birbirini­ze düşmandınız da, O kalplerinizi kaynaştırdı ve O'nun lütfü ile kardeş oldunuz. Ateşli bir çukurun kenarındayken, ondan sizi O kurtardı. İşte Allah ayetlerini size böyle açık­lıyor ki hidayet bulaşınız.

Önce ayeti bölümlere ayırıp açıklayacak, sonra da ayetten ne gibi sonuç­lar çıkabileceğine bakacağız.

I. (Allah'ın ipine sımsıkı sanlın).

Yüce Allah, ayetin başlangıcında üç kelimeden oluşan bir emir vermekte­dir: sarılmak, Allah ve ip.

Sımsıkı sarılmayı ifade eden (va'tasımu) kelimesinin kökü olan (asame) fiilinin manasını 101. ayette geniş bir şekilde açıklamıştık. Burada da o manalardan biri olan "sımsıkı sarılmak, sımsıkı tutunmak" manasını ter­cih ediyoruz. Ayetin ilk kelimesi daha önce açıklandığından bu izahla yetini­yoruz.

"Allah'ın ipf'nin ne olduğu konusunda farklı görüşler beyan edilmiştir. Önce habl kelimesinin anlamını Kur'an'da arayacağız. [23]

 

Habl Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

Habl kelimesi Kur'an'da şu manalarda geçmektedir :

1) Damar

Yüce Allah kullarına olan yakınlığını Kaf/16'da (habl) kelimesiyle ifade etmektedir. Ki burada habl kelimesi, 'damar' manasında kullanılmak­tadır:

(Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız). [Kaf/16]

Görüldüğü gibi ayette, damar anlamında (habl) kelimesi kullanıl­maktadır. Kalpten çıkan kanı taşıma görevi yapan damara, Yüce Allah "şah daman" adını vermektedir.

Bu manayı, Âl-i İmran/103 ayetiyle birleştirdiğimizde, ilahî mesajı kay­nağından alıp getiren ilahî vahye, Allah'ın ipi adının verildiğini söyleyebili­riz.

2) Yük ipi

Tebbet/5'de Ebu Leheb'in karısının mahşerde cehenneme odun taşırken kullandığı ipi ifade etmek için "&. (habl) kelimesi kullanılmaktadır:

(Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifin­den bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da ateşe girecek). [Teb-bet/4-5]

Bu anlamdan hareketle, Âl-i İmran/103'deki "Allah'ın ipi" hakkında şu açıklamayı yapabiliriz: Yük ipi, odunları bağlamada ve taşınabilir hale getir­mede kullanılır. Allah'ın ipine tutunanlar da, sosyal bütünlük meydana geti­rirler ve o toplum geleceğe doğru taşınma kabasitesi kazanır.

3) Sihir ipi

Taha/66 ve Şuara/44'de Firavun'un sihirbazlarının kullandıktan ipleri ifa­de için kullanılmaktadır:

("Hayır, siz atın" dedi. Bir de baktı ki bü­yüleri sayesinde ipleri ve sopalan kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor). [Taha/66]

Buradaki ipin, yük ipinden farklı bir özelliğe sahip olup olmadığını bilmi­yoruz.

4) Zimmet, ahd

Âl-i İmran/112'de "Allah'ın ipi" ve "insanların ipinden" bahsedilmektedir:

(Onlar, nerede bulunurlarsa bulun­sunlar, Allah'ın ipine ve insanların ipine sığınmadıkça kendilerine zillet vurulmuştur). [Âl-i İmran/112]

Alimler bu ayette geçen "Allah'ın ipi" ve "insanların ipi" ifadelerindeki ip'e, zimmet ve ahd manası vermişlerdir. Zimmet, sahip çıkma, koruma/hima­ye etme manasına gelir. Zemahşeri ayetteki ip kelimelerine, zimmet (Allah'ın ve insanların himayesi); İbn Abbas "Allah'ın ipi" ifadesindeki ip'e iman; "in­sanların ipi" ifadesindeki ip'e ise ahd manası vermiştir.

Kadı Beydavi, ayetteki "Allah'ın ipi" ifadesi için, Allah'ın zimmetine gir­mek, yahut onlara verdiği kitaba iman etmek; "insanların ipi" ifadesi için de insanların zimmetine (himayesine) yahut İslâm dinine ve müslümanlann yo­luna tâbi olmak açıklamasını yapmaktadır.

Hazin ise, Allah'ın zimmeti, insanların zimmeti veya ahdi şeklinde mana vermektedir.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, himaye manasına gelen zimmet veya ahd, Âl-i İmran/112'de ip kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu anlamda, "Allah'ın ipi" deneceği gibi "insanların ipi" de denebilir.

5) Kur'an

Hz. Peygamber de, Âl-i İmran/103'de geçen ip'i Kur'an ile tefsir ederek şöyle buyurmuştur:

Kur'an, Allah'ın ipidir.[24]

Bu hadise rağmen bazı alimler farklı manalar da vermişlerdir. Zemahşeri ayetteki ip'e ahd, iman, itaat ve kitap manasını verdikten sonra bu hadisi nak­letmektedir. Kadı Beydavi İslâm dini ve Kur'an; Hazin iman, Allah'ın dini ve Kur'an; İbn Abbas Allah'ın dini ve kitabı; Nesefi ise Kur'an anlamına geldi­ğini söylemektedirler.

Bütün bu manalardan hareketle diyebiliriz ki, Yüce Allah'ın yeryüzünde cereyan eden bütün olumsuzlukları çözmek, tefrikayı ortadan kaldırıp insan­lar arasında birliği temin etmek için ilahî alemden beşerî aleme gönderdiği vahiy/Kur'an, Allah'ın ipi'dir.

 Âl-i İmran/112'de geçen "insanlann ipi" ifadesindeki ip'e ise akıl manası verilebilir. Allah'ın ipi Kur'an; insanların ipi ise akıl'dır. Her ikisi de himaye eder.

Allah'ın Kitabına, yani ipine sımsıkı sarılanlar, Allah'a yaklaşır, O'na yük­selirler. Bundan Kur'an'ın (Allah'ın ipinin) iki fonksiyonu ortaya çıkıyor: Tefrikayı ortadan kaldırmak için insanlann gönüllerini kaynaştırmak, ihtilaf­ları çözüme ulaştırmak. Yüce Allah müslümanlara, topluca Kur'an'a sarılma­larını emretmekte, hemen ardından da olumsuz bir emir daha vermektedir:

II. (Ve parçalanmayın).

Allah'ın, Kur'an'a sımsıkı sarılmayı emretmesinin hikmeti, bu yasakla an­laşılmaktadır. Buna göre, toptan Kur'an'a sarılmak, tefrikayı, parçalanma ve bölünmeyi önler. Bundan şu sonuç çıkar: İnsanlara tarafsız bilgiyi öğretip onları onun etrafında toplamadıkça, "Tefrikaya düşmeyin" diye bir emir ve­rilemez. Bir yerde toplumsal parçalanma varsa, orada bir bilgi eksikliği var demektir.

İlahî vahyin gönderilmesi ve tebliğ edilip öğretilmesi, "bölünmeyin" em­rinin dayanağıdır. İyilik adına bir şey yapmadıkça, kötülükle boğuşmak mümkün değildir. Kötülükle mücadelede netice alınabilmesi için, iyiliğin ge­liştirilmesi ve yayılması gerekir. Çünkü kötülükle mücadele edecek olan ger­çekte insan değil, iyiliktir.

Bize düşen iyilik ağacına bilgi suyu vermek ve onun tüm insanlığa dal-budak salmasını temin etmektir. İyiliğin ne olduğunu bilmeyenler, kötülükle mücadele edemezler. İşte Yüce Allah, önce Kur'an'ı öğrenmeyi ve sırlarını keşfedip ona sımsıkı sarılmayı emrederken bu metodu kullanmakta ve insan­lara bunu öğretmektedir.

Din alimleri, din adamları ve eğitimciler, iyiliğin bilgisini insanlara öğre­tir, onları bu bilgi ile teçhiz ederlerse, kötülüğe ve özellikle de bu ayette zik­ri geçen tefrikaya faaliyet alam bırakmamış olurlar. Onların görevi, toprağı kayan bir yere, ağaç dikenin görevine benzer. İnsan, toprak kaymasını kendi gücüyle önleyemez; ancak dikeceği ağaçlarla önleyebilir. Tefrika, yani top­lumsal parçalanma da bir heyelana benzer, onu önlemenin yolu Kur'an'ın bil­gi ağacını topluma dikmektir.

Yüce Allah, Allah'ın ipine toptan sımsıkı sarılın ve tefrikaya düşmeyin diye buyurmakla, tefrikanın, yani toplumsal heyelanın önlenmesini amaçla­makta ve bunun metodunu göstermektedir.

Şimdi tefrikanın nerelerde olduğunu ele alabiliriz:

a) Dinde tefrika

Bazıları, "Dinde tefrika olur mu?" diyebilir. Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde dinde tefrika olabileceğine ve böyle insanların bulunabileceğine dikkat çekil­mektedir:

(Dini ayakta tutun ve onda tefrikaya (ayrılığa) düş­meyin). [Şura/13]

Dinin nasıl ayakta tutulacağı da aynı ayette açıklanmaktadır. Hükümlerin­de farklılık olmasına rağmen, öz itibariyle (itikadı ve ahlâkî umdeler açısın­dan) bütün ilahî dinler bir bütünlük arzeder; ki bu da, ilahî dinlerin devam eden bir süreç olduğunu gösterir.

İşte dinlerdeki bu bütünlüğü zedelemeden dini anlamak ve tatbik etmek, dini ayakta tutmak demektir. Dinler arasında ayrım gözetmeden, onların bir­birini takip eden süreç olduğunu gözardı etmeden dini bir bütünlük içinde an­lamak ve uygulamak, dini ayakta tutmaktır.

Dinde tefrikaya/ayrılığa düşmek, farklı din mensupları arasında olabilece­ği gibi, aynı dinin mensupları arasında da olabilir:

(Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan ol­mayın). [Şura/13]

(Bunlardan her fırka, kendilerinde olan ile böbür-lenmektedir). [Rum/32]

(Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onla­rın işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildi­recektir). [En'am/159]

Bu ayetlerde, inançlanndaki bütünlüğü bozan insanlara işaret edilmekte­dir. İnsanlar, dinin temel esaslarına, kendi beşerî düşüncelerine, vehimlerine ve felsefelerine göre müdahele etmeye kalkmış ve bu bütünlüğü bozmuşlar; dinin hükümlerine, hurafeleri ve batıl inançları sokuşturmuşlardır.

Önemsiz meseleleri önemli hale getirmişler ve dinin temel esaslarını gölgeleyip önemsiz meseleler üzerinde yoğunlaşarak ayrılığa düşmüşlerdir. Yü­ce Allah'ın peygamberlerini kimi zaman aşın sevgilerinden dolayı kutsallaş-tırarak tannlaştırmışlar; kimi zaman da hased ve düşmanlıklarından ötürü öl­dürmüşlerdir.

Dinin ruhundan uzaklaşan bu insanlar, önemsiz meseleleri öne alarak sa­yısız din ve mezhep üretmişler; zamanla da bu mezhepler dinin yerini almış­tır. İşte Kur'an bu bölünmelere son vermek, onları ortadan kaldırıp tevhid ır­mağını gelecek nesillere akıtmak için gönderilmiştir.

Aynı veya farklı din mensuplarının dinde tefrikaya düşme sebepleri de muhtelif ayetlerde bildirilmiştir:

1) Kıskançlık

Şura suresinde bu hususla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

(Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten son­ra, aralarındaki hasetten dolayı tefrikaya düştüler). [Şura/14]

Kendini isbat etme tutkusu, gurur, yeni bir şey söyleme konusundaki aşı­rı arzu, farklı bir yol izleme sevdası, inatçılık, şöhret tutkunluğu ve dini rant aracı olarak kullanma isteği dinde ayrılıkları getirmiştir. Kendilerine gelen bilgiye rağmen dini parçalamak, kendi felsefelerine din süsü vererek insan­ları kandırmak, ilim adamlarını tefrika kaynağı haline getirmiştir.

Tevhid şemsiyesi altında, ilimde ileri olanlar tabii olarak üst kademeyi iş­gal ederler, dini bir rant aracı olarak görenler ise, onları kıskanır ve tevhide aykırı inançlar ortaya koyarlar. Sonuçta, içlerinde yanan kıskançlık ve haset akeşi, din alanını sararak tevhidi yakıp kül eder; nitekim etmiştir de.

2) Başka yollara tâbi olmak En'am suresinde şöyle buyruluyor:

(Bu benim dosdoğru yolumdur; ona uyun ve sizi O'nun yolundan ayırıp parçalayacak olan yollara

uymayın). [En'am/153]

Doğru yolun Allah'ın yolu olduğunu, o yoldan başka yollara uymanın, in­sanları tefrikaya düşüreceğini ifade eden bu ayet, Allah'ın yolunun tek, onun dışındaki yolların ise çok olduğuna da işaret etmektedir. Allah'tan başka hiç kimse din adına bir yol koyamaz ve insanları o yola çağıramaz; çünkü bu çağrı başka rakip yolların açılmasına sebep olur.

3) Allah ve peygamberini ayırma isteği

(Alla­h'ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip, "Bir kısmına iman ederiz ama bir kıs­mına inanmayız" diyenler ve arada bir yol tutmak isteyenler mutlak kafirdirler). [Nisa/150]

İman esasları bir bütün olduğu halde, inkar psikolojisine sahip olanlar Al­lah'a iman ile peygambere imanı birbirinden ayırmaktadırlar. Bu insanlar, Al­lah ile peygamberi arasına bile tefrika sokmak istemektedirler. İnkar psiko­lojisine sahip olanların içinde imanı parçalama, onda tefrika çıkarma isteği kabardıkça kabarmaktadır. Bunlar, peygamberlerin bir kısmına inanır, bir kısmına inanmaz ve bu inanç üzere bir yol tutup giderler.

4) İhtilaf

Düşünceler yerine, zanlar çatıştığında, sonu kestirilemeyecek ihtilaflar meydana çıkar. Bu ihtilafların itici gücü olan haset, tartışmaları çözümlemek için gelen dinde ayrılıklara sebebiyet verir. Hele bu ayrılıkları çıkaranlar ilim adamları ise, dinde deprem meydana gelir, herşey altüst olur.

b. Toplumda tefrika

Dinde tefrika zamanla sosyal tefrikaya dönüşebilir. Din şemsiyesi altında bazı beşerî düşünceler teşkilatlanıp mezhep, tarikat ve cemaat haline gelebi­lir. Bunlar itikat ve amel için farklı bakış açılan üretebilirler. Bu durum bel­li bir dereceye kadar normal karşılanabilir. Ama bu mezhepler, tarikat ve ce­maatler, sadece kendi yollarının doğru, diğerlerin ise yanlış olduğunu söyle­yerek düşmanlık duygusunu körüklemeye başladıklarında, tefrika ve parça­lanma sürecine girilmiş olur.

Bunlar bir ekol veya okul olarak kalırlarsa, tefrikaya sebep olmazlar. Bun­ların haktan yana oldukları, birr (iyi) ve takvada yanşmalanyla; tefrikadan yana oldukları ise düşmanlık ve günahta yanşmalanyla ortaya çıkar. Dinî bir oluşumun, nasıl toplumsal bir tefrikaya sebep olacağı konusunda şu ayet ör­nek verilebilir:

(Zarar vermek, inkar et­mek, mü'minlerin arasına aynlık sokmak ve daha önce Allah ve Rasülüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescit kuran­lar). [Tevbe/107]

Mescit yapma, hayırlı ve dinî bir faaliyettir. Ama bu mescidin inananların arasına ayrılık sokmak, yani toplumda tefrika çıkarmak, zarar ve inkar için yapılması çok tehlikelidir. Bu örnek, görünüşte dinî bir faaliyet olan mescit yapmanın, niyetin kötü olması halinde sosyal yapıya nasıl bir zarar verdiği­ni göstermektedir. Öyleyse, şu grup veya bu cemaat adına mescit yapmak, müslümanlann arasına tefrika sokmaktır, toplumsal bir yaradır.

Toplumda kutuplaşma meydana getiren her oluşum tefrika kapsamına gi­rer:

(Andolsun ki, "Allah'a kulluk edin!" (demesi için) Semud kavmine kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler). [Neml/45]

Toplumdaki gruplar, birbirleriyle çekişiyor, kavga ediyor ve düşmanca kutuplaşmalara gidiyorlarsa tefrika üretiyorlar demektir. Düşmanlık duygu­su, toplumdaki tefrikanın başka bir nedenidir. Şu ayet buna işaret etmektedir:

(Hani siz birbirinize düşmandınız...) [Âl-i İmran/103]

Toplumda en küçük müesseseyi oluşturan aile içinde sihir vasıtasıyla tef­rika yaratmayı kötüleyen Bakara/102 ayeti, kan ile koca arasında bile tefrika yaratılabileceğine dikkat çekmektedir. Nisa/l30'da da eşlerin birbirinden ay­rılmaları, tefrika kelimesiyle ifade edilmektedir. Demek ki, eşler arasında çö­zümü bulunamayan tartışmaların getirdiği boşanma da bir çeşit sosyal tefri­kadır.

Eğer gruplar arasındaki ayrılıklar, aileye yansırsa, toplumsal hayatın çü­rümesi mukadder olur. Kur'an, aile üyeleri, siyasî, sosyal ve dinî gruplar, ay­nı veya farklı din mensupları arasındaki tefrikayı ele almakla, önemli bir sos­yal analiz yapmaktadır.

III. (Alla­h'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız da O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Bu ateş çukurunun kenanndayken oradan da O kurtar­mıştı).

Ayetin bu bölümünde Allah Teala ikinci olumlu emrini vermiştir.

Birinci olumlu emir, Allah'ın ipine sımsıkı sarılın! şeklinde idi. Bunun ar­dından parçalanmayın şeklindeki olumsuz emir gelmiş, bundan sonra da Al­lah'ın size olan nimetini hatırlayın buyurularak ikinci olumlu emir verilmiştir.

Ayetteki tfiit; (hatırlayın) kelimesine, anın, düşünün manası da verilebilir.

Yüce Allah, Kur'an'ın gelmesiyle toplumda meydana gelen değişimler üzerinde düşünülmesini emretmektedir. Ayetin bu kısmında, psikolojik olu­şumlardan toplumsal oluşumlara nasıl gidildiğine ve ateş çukurundan (tefri­kadan) kurtulmanın nasıl gerçekleştiğine işaret edilmekte ve bunların birer nimet olduğu belirtilmektedir. Yüce Allah'ın üzerinde düşünülmesini istediği nimetler şunlardır:

a. Birbirlerine düşman olanların gönüllerinin kaynaşması

Cahiliye döneminde kabileler arasında kin, nefret ve düşmanlık ve bunla­rın getirdiği savaşlar, kan davaları vardı. Fındık kabuğunu doldurmayacak küçük sebeplerden dolayı kanlar akıtılıyor ve insanlar öldürülüyordu. Düş­manlık ve savaş, adeta o toplumun doğası haline gelmişti.

Yüce Allah, verdiği eğitimle insanların gönüllerinde büyük bir değişim başlattı. Düşmanlık duygusu ile çatlayacak hale gelen gönülleri kaynaştırdı. Düşmanlıktan kaynaşmaya doğru olan bu değişim, Arap toplumu için büyük bir nimet idi.

Kaynaşmanın öncelikle kalplerde başlaması, bize toplumdaki değişimin ancak psikolojik bir değişimle olacağını da öğretmektedir. Demek ki, değişi­mi öncelikle gönülden başlatmak gerekiyor.

Gönüldeki bu değişimin nimet olmasının bir sebebi de, insan gücünün dı­şında olmasıdır. Onun için Allah Teala, bu değişim üzerinde düşünülmesini istemektedir. Bunun üzerinde düşünüldüğünde varılacak netice de şu ayette belirtilmiştir:

(Ve Allah onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi versey­din, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların gönüllerini kaynaştırdı. Çünkü o, mutlak galiptir, hikmet sahibidir). [Enfal/63]

Allah Teala'nın, birbirine düşman olanların gönüllerini birleştirmesi öyle büyük bir nimettir ki, yeryüzünde -Allah hariç- hiçbir güç bunu başaramaz. Çünkü Allah'tan başka kimse insanın gönlüne tasarruf etme kudretine sahip değildir. Peygamber bile olsa hiçbir insanın ve maddî hiçbir değerin meyda­na getiremeyeceği bu değişim yüceler yücesi Allah'ın bir lütfü ve nimetidir.

b. (Ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz).

Düşmanlıktan gönül kaynaşmasına giden bu psikolojik değişim, toplum­da, "kültürel bütünleşme" diyebileceğimiz bir kardeşlik meydana getirmiştir. İnsanların kardeş olması, toplumsal bir değişimdir, bu değişimin dinamiği de -büyük bir nimet olan- gönüllerin kaynaşmasıdır. Allah'ın nimeti sayesinde kardeşler oldunuz ifadesi, kardeş olmanın dinamiğinin Allah'ın nimeti oldu­ğuna işaret etmektedir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, nimet beraberin­de başka bir nimeti getirmektedir. Değişim değişimi getirirken, değişim de­ğişimin dinamiği olmaktadır.

Gönüllerin kaynaşmasıyla meydana gelen kardeşlik, biyolojik kardeşliğin dışında bir de manevî kardeşliğin olduğunu göstermektedir. Hucurat/10'da iman/din kardeşliği, Nur/61 'de neseb kardeşliği ele alınmaktadır. Razi'nin naklettiğine göre Zeccac, din kardeşliğinin veya kültürel kardeşliğin kök ke­limesi olan c^ (el-ah) kelimesinin talep etmek anlamına geldiğini ve gaye­si, maksadı aynı olan insanları ifade ettiğini söylemektedir.

Allah'ın nimeti sayesinde... ifadesindeki nimet'i, Allah'ın lütfü olarak an­layabiliriz. Buradaki lütuf, birbirlerine düşman olanların kalplerinin birleştirilmesidir.

c. (Bulunduğunuz ateş çukurunun kenarından O sizi kurtardı).

Üçüncü nimet, ateş çukurunun kenarından kurtarılmaktır. Tefrika ve düş­manlık, hem ferdî, hem de toplumsal anlamda ateş çukurudur. Düşmanlık, duygu olarak ferdin içinde yanan bir ateş, onun topluma yansıyıp meydana getirdiği tefrika da toplumsal bir ateş çukurudur.

Arap toplumu, yakıtı düşmanlık ve tefrika olan ateş çukurunun tam kenann-dayken Yüce Allah onları oradan kurtarmıştır ki bu, başlı başına bir nimettir.

Günümüzde ise insanlık, düşmanlık ve tefrikanın meydana getirdiği ateş çukurunun kenarında değil içindedir. Tarihte düşmanlık duygusunun ve tef­rikanın böylesine kol gezdiği bir dönem yoktur?

İşte Allah Teala'nın üzerinde düşünülmesini istediği nimetler bunlardır. Zira düşmanlığın ortadan kalkması, gönüllerin kaynaşması, insanların mane­vî kardeşler haline gelmesi ve kenarında bulundukları ateş çukuruna (tefrika cehennemine) düşmekten kurtarılmaları üzerinde düşünülmeye değer olu­şumlardır.

Hem insanların gönüllerinde meydana gelen değişim üzerinde, hem de gönüllerdeki değişimin dinamiği olan sosyal değişim üzerinde düşünülmesi istenmektedir. Bütün bunlardan hareketle diyebiliriz ki, psikolojik ve sosyo­lojik kanunlar üzerinde düşünmek farzdır.

IV. (Bu şekilde Allah ayetlerini size açıklar ki doğ­ru yolu bulaşınız).

Ayetin son bölümünde, önceki bölümlerdeki emir ve öğretilerin amacının gösterilmesinin yanısıra, öğretimsiz insanların doğru yolu bulamayacağına da işaret edilmektedir.

Yüce Allah, mesajlarını bu şekilde açıklamasının, insanların doğru yolu bulması amacına yönelik olduğunu ifade etmektedir. Allah Teala doğru yolu bulmayı kullarına bırakmış olmakla birlikte, mesajlarıyla, yani psikolojik ve sosyolojik değişimin kanunlarını açıklamakla, onları öğretmekle, kullarını desteklemekte, yönlendirmekte ve bilinçlendirmektedir. İşte ayetin bu kısmı, bunu ifade etmektedir.

(Umulur ki, doğru yolu bulursunuz) ifadesinde yer alan (leal-le) kelimesi, ihtimal ifade eder. Hidayeti, (doğru yolu) bulacak olan insanın kendisidir, insan iradesinin bulunduğu yerde de kesinlik değil, ihtimal sözko-nusudur.

Ayetin bu cümlesi, insan iradesinin bulunduğu yerde kesin konuşulmama­sı gerektiğine işaret etmektedir.

Allah yolu göstermekte, emirler vermekte ve bu emirlerin hangi amaçla verildiğini bildirmekte, fakat insanı zorlamamaktadır. İnsana irade ve seçme hürriyeti verilmiştir; insan isterse doğru yolu, isterse de yanlış yolu seçebilir.

Bu ayette, doğru yolu bulmak ve o yola girmek için gerekli olan psikolo­jik yapı ve eylemler de açıklanmaktadır ki bunlar, Kur'an'a sımsıkı sarılmak, tefrikaya düşmemek, düşmanlıkları ortadan kaldırmak, kalpleri kaynaştır­mak, dinde kardeş olmak, doğru yolu oluşturmaktadır.

Din eğitimcilerinin görevi, insanları Kur'an'a sarılmaya davet etmek, düş­manlık ve tefrikanın oluşturduğu sosyal cehennemden insanları kurtarmaya çalışmak, bununun için de insanların gönüllerini birleştirip kardeş haline gel­melerini sağlamaya gayret göstermektir.

Kur'an'a sarılmadan tefrikanın ortadan kalkması, düşmanlığın yok olma­sı, kalplerin birleşip insanların kardeş haline gelmesi mümkün değildir. Bü­tün bu oluşumların dinamiği Kur'an'dır. Öyleyse Kur'an'ın iyi anlaşılıp anla­tılması ve tavizsiz olarak hayata geçirilmesi gerekir. [25]

 

Kurtuluşa Giden Yol:

 

104. Sizden iyiye çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir grup bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.

Ayeti, kısımlara ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz:

1. Her toplumda bir eğitim ordusu kurulması gerekir

(Bir topluluk bulunsun).

Allah Teala'nın bu ifadesinden, toplumda bir eğitim ordusu oluşturulması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu eğitim ordusunun yetiştirilmesi, toplumların veya milletlerin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

2. Bu grup iyiye çağırmalıdır

Bu kısımda, grubun görevi, iyiye çağırmak olarak belirlenmektedir. Bun­dan, bu grubun iyiyi bildiği ve tatbik ettiği de anlaşılmaktadır.

Herhangi bir çaba harcamayan topluma, iyi kendiliğinden gelmez. ^Aİ&^r (İyiye çağırırlar) ifadesi, iyinin bir amaç olduğunu, insanların beyinleriyle, gönülleriyle ve eylemleriyle ona doğru koşmaları ve onu elde etmek için gayret sarfmeleri gerektiğini gösterir.

İyiye çağırma görevi, iyiyi öğretmeyi ve onu tanıtmaya da kapsar. Dola­yısıyla, iyiye çağırmak, iyiyi öğretmeyi de içine alan bir eğitim faaliyetidir.

Ayetin birinci bölümünde yer alan, İçinizden bir topluluk bulunsun ifade-sindeki topluluk'tan kasıt, milleti idare eden ve eğitim politikasını yürüten grup olabilir. Bu durumda, siyaset, insanları iyiye çağırma, iyiyi/erdemi ka­zandırma sanatıdır şeklinde tanımlanabilir. Ayetteki hayr (iyi) kavramından ne kasdedildiği, neye çağırılacağı şu ayetlerden anlaşılabilir:

a. Basiretle Allah'a çağırılacak Yusuf suresinde şöyle bulurulmaktadır:

(De ki: "Budur benim yo­lum: akla uygun, bilinç ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayışa da­yanarak (hepinizi) Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar (aynı çağınyı yapıyoruz). Allah'ı noksanlıklardan uzak tutarım, ve ben Allah'a ortak koşanlardan değilim"). [Yusuf/108]

Bu ayetten anlıyoruz ki, Hz. Peygamber ve ona tâbi olanlar, basiretle (akıl ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayışla) Allah'a çağırmışlardır ki bu da, Al­lah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak ve şirk koşmamaktır. Bu ayetle Âl-i İm-ran/104'deki hayr (iyi) kavramını birleştirirsek, iyinin, bilinçli bir şekilde Al­lah'ı her türlü noksanlıktan uzak tutmak ve şirk koşmamak olduğu anlaşılır. İşte Hz. Peygamber'in yolu budur; yani iyinin yoludur; ki bu, akla dayanarak Allah'a çağırmadır.

b. Allah'ın yoluna davet edilecek Nahl suresinde buyuruluyor ki:

(Sen, hik­met ve güzel öğütle Rabbinin yoluna davet et ve onlarla mücadele­ni en güzel bir usûlle yap, şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir, doğru yolda olanları da en iyi O bilir). [Nahl/125]

Âl-i İmran/104'deki 'iyi', burada "Allah'ın yolu" ile tefsir edilmektedir. Hikmet ve güzel öğütle kendisine davet edilecek şey Allah'ın yoludur.

c. Allah'ın kitabına davet edilecek

Kendisine davet edilecek ve edilmesi gereken 'iyi'nin içini şu ayetle dol­durabiliriz:

(Kendilerine kitap­tan bir pay verilenleri görmez misin ki, aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına davet ediliyorlar da, sonra içlerinden bir grub ca­yarak geri dönüyor). [Âl-i İmran/23]

Bu ayetten hareketle 'iyi'yi şöyle tanımlayabiliriz: İyi, sorunları çözen şeydir. Kur'an da, beşerin sorunlarını çözmek için gönderilmiştir. Öyleyse, Kur'an'a davet etmek, iyiye davet etmektir.

d. İslâm'a davet edilecek

Âl-i İmran/104'de geçen hayr (iyi) kavramının içini islâm kelimesinin manaları ile doldurabiliriz. İslâm barış, emniyet, teslimiyet ve rahmettir. O halde hayr (iyi) barıştır, emniyettir, Allah'a teslimiyet ve rahmettir. Bu du­rumda İçinizden hayra çağıran bir topluluk bulunsun [Âl-i İmran/104] ifade­si, "İçinizden islâma (barışa, emniyete, teslimiyet ve rahmete) çağıran bir topluluk bulunsun" anlamına gelir.

Saf suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(İslâm'a çağırıldığı halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir)? [Saf/7]

Bu ayette, İslâm'a davetin önemi vurgulanmaktadır.

e. Kurtuluşa davet edilecek

(Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtulu­şa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz). [Mü'min/41]

Buradaki necat (kurtuluş), iman olmalıdır. Çünkü insanı cehennemden kurtaracak şeylerin başında iman gelmektedir. O zaman Âl-i İmran/104'de-ki (hayr=iyi) kavramına, iman ve onun getirdiği kurtuluş manası veri­lebilir.

f. Hidayete (doğru yola) çağırılacak

Şu ayetlerden (hidayet)in, doğru yol anlamına geldiği anlaşılmakta­dır:

(Onları hidayete çağırırsanız size tâbi olmazlar). [A'raf/193]

(Gerçek şu ki, sen onları hidayete çağırıyorsun). [Mü'minun/73]

Buradan hareketle diyebiliriz ki, hayr'a (iyiye) çağırmakla görevli grup, hidayete (doğru yola) çağırmalıdır; zira hayr (iyi) budur.

Âl-i İmran/104'de geçen hayr (iyi) kavramının -izafî olması nedeniyle-içini doldurmaya çalıştık. İyi her yerde iyidir; ama içinde hangi değerlerin bulunduğunu bilmek gerekir.

İşte bu hayra (iyiye) çağırmak, akla dayanarak Allah'a, Allah'ın yoluna, Allah'ın kitabına, islâma (barışa, güvene, teslimiyet ve rahmete), kurtuluşa ve hidayete çağırmak anlamına gelmektedir.

Bütün bunlardan şu netice çıkar: Toplumu eğitip yetiştirmekle görevli olan eğitim ordusu, aklın önemini, ona dayanmayı, Allah'a nasıl davet edile­ceğini bilmeli, barıştan, güvenden yana tavır koymalı, Allah'ın yolunun, kur­tuluş ve hidayetin bilincinde olmalı; hayrın (iyinin) bunlardan oluştuğunu id­rak etmelidir. Hayr'ı (iyiyi) biraz daha netleştirmek için şöyle diyebiliriz: Ak­la göre hareket etmeye, imana, barışa, güvene, teslimiyete, rahmete, hidayet ve kurtuluşa sevkeden herşey iyidir.

Âl-i İmran/104'deki hayr (iyi) kavramının içini, 103. ayette geçen değer­lerle doldurursak, şu tanımları yapabiliriz:

• İyi, Allah'ın ipi olan Kur'an'dır.

• İyi, tefrikadan ve düşmanlıktan uzak; kalplerin kaynaştığı ve insanların kardeş olduğu bir hayattır.

O zaman hayra (iyiye) davet, kalplerin kaynaşmasına, sevgiye, kardeşli­ğe, birlik ve beraberliğe davet demektir.

Allah Teala, toplumda bu ulvî değerlere davet edecek bir grubun bulun­masını Âl-i İmran/104 ayetiyle farz kılmaktadır. Bundan, böyle bir grubun bulunmaması halinde toplumun felaketlere uğrayacağı ve çökeceği anlaşılır. Bu gruba kısaca mütefekkirler grubu diyebiliriz.

Peygamberlerin yaptığı bu hayatî görev, bugün için ilim adamlarına, yani mütefekkirlere düşmektedir. Bunlar insanları hayra (iyiye) çağırmalı, insan­ların beynine, gönlüne doğru bilgi ile hitap etmeli, insanların kalplerini bir-leştirmeli, kültürel kardeşlik dediğimiz iman kardeşliğini inşa etmeli, tefrika­yı, düşmanlığı ortadan kaldırmalı ve toplumu ateş çukuruna düşmekten kur­tarmalı ve böylece toplumun yok olmasına neden olacak parçalanmayı önle­melidirler.

3. (Doğru olanı emreder; yanlış ve eğri olandan alıkoyarlar).

Eğitim ordusunun veya eğitim politikasını yürüten siyasîlerin ikinci göre­vi, doğru olanı emretmek, yanlış ve eğri olandan insanları alıkoymaktır.

Birinci görevleri, hayra (iyiye) davet idi. İkinci görevleri ise, marufu em­retmek, münkerden nehyetmektir.

Emretmek ve nehyetmek, daha çok hukuku ve siyaseti ilgilendiren bir açı­lımdır. Bu anlayıştan hareket ederek diyebiliriz ki, hayra (iyiye) davet, bir eğitim faaliyeti iken; doğru olanı emretmek ve yanlış olandan nehyetmek, daha çok hukukî ve siyasî bir faaliyettir.

Diğer taraftan, doğru olanı emretmek, yanlış olandan alıkoymak, bir sos­yal kontrol faaliyeti olarak da görülebilir. Toplumun herbir ferdi, nemelazım­cı olmayıp gördüğü yanlışa müdahale ederse, o toplum yaşamaya layık, can­lı olduğunu isbat etmiş demektir. Her canlının kendini savunma mekanizma­ları vardır; toplumun savunma mekanizmalarından biri de halkın kendi ken­dini kontrol ederek, kötülüğe eliyle veya diliyle müdahale etmesi ve iyiliği emretmesidir; bunu yapamayanın ise en azından kötülüğe karşı kalben buğ-zetmesi gerekir.

Düşmanın saldırılarına hiçbir tepki vermeyen canlı, gerçekte cansız de­mektir; ki o, yenilmeye ve yok olmaya mahkumdur. Yabancı ve zararlı olan kültürel ve fikrî saldırılara karşı iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak kendi­ni savunmayan bir toplum da, cansız sayılır; dolayısıyla yok olmaya mah­kumdur.

İyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek bir toplumun bağışıklık siste­midir. Bedenin bağışıklık sistemi, nasıl vücuda giren mikroba karşı mücade­le mekanizmalarını devreye sokarsa, bir toplum da içine giren tefrika ve düş­manlık mikrobuna karşı bağışıklık sistemi olan iyiliği emretme, kötülükten nehyetme mekanizmasını hemen devreye sokmalıdır.

Şimdi bu manadan hareketle, Âl-i İmran/104'ü Âl-i İmran/102'ye bağla­yarak takva'ya şu tanımı getirebiliriz: Takva hem ferdin, hem de toplumun bağışıklık sistemi olup fert ve toplumun kendisini kötülüklere karşı koruma­sı için iyiliklerle donanmasıdır. Buna göre, takvayı (manevî bağışıklık siste­mini) ayakta tutan eylemler; Allah'a teslim olmak, Allah'ın Kitabına sımsıkı sarılmak, tefrikaya düşmemek, düşmanlık duygusundan arınmak, kalpleri kaynaştırmak, kardeş olmak, doğru yola girmek, iyiliğe emretmek, kötülük­ten nehyetmek [Âl-i İmran/102-104]. İşte takvanın (ruh olgunluğunun) oluş­turduğu ferdî ve sosyal bağışıklık sistemi budur.

Razi, Âl-i İmran/104 ayetine farklı bir yorum getirmiştir. Ona göre, maru­fu emretmek, münkerden nehyetmek, iyiliğe davetin alt basamaklarıdır.

İyiliğe davetin kapsamına şu iki tür faaliyet girer:

a) Doğru olan şeyi yapmaya teşvik; ki bu, emr-i maruftur.

b) Yanlışı tedketmeye teşvik; ki bu da nehy-i münkerdir.[26]

4. (İşte bunlar nihai kurtuluşa erenlerin ta kendileridir).

Ayetin bu kısmındaki zamirlerin çoğul olmasından hareketle, kurtuluşun toplumsal olduğunu söyleyebiliriz.

Ayetin son kelimesi olan (kurtuluşa erenler) kelimesinin kendisinden türediği, 'g (felaha) kelimesi, ziraat için yeri sürmek; arzusuna nail olmak; istediğini elde etmek; korktuğu şeyden, gam ve zorluktan kurtul­mak; nimet ve rahata kavuşup onda daim olmak; cennete girmek; çiftçilik yapmak manalarına gelmektedir.

Marufu emretmek ve münkerden nehyetmek, bir eğitim faaliyeti olması hasebiyle, insanların beyin ve gönüllerini tarla sürer gibi sürmeyi ifade et­mektedir. Buna göre ayetin son kısmına, "İşte onlar toplumu eğitenlerin ta kendileridir" şeklinde mana verebiliriz. Onlar, insanların beyinlerini, gönül ve nefislerini tarla sürer gibi sürer, oralara iyinin ve doğrunun tohumlarını eker, toplumun umduğuna nail olmasını, kötülüklerle savaşmasını ve zafere ulaşmasını sağlarlar.

Bu eğitim faaliyetini yerine getiren grup, insanların gönüllerine sevgi aşı­layarak onları kaynaştırır, kardeşliği tesis ederek tefrika ve düşmanlıkla mü­cadelede hedefe ulaşmasına yardımcı olur.

• Bu zafer, iyinin kötüye, doğrunun yanlışa olan zaferidir.

• Bu kurtuluş, akıl ile gönlün nefsin baskısından kurtulmasıdır.

• Bu zafer, iyinin kötüyü kontrol altına almasıdır.

  Bu zafer, insanların Allah'ın ipine sımsıkı sarılma hususunda hedefine ulaşmaları ve böylece tefrikadan (ateş çukurundan) kurtulmalarıdır.

• Bu zafer, bilginin cehalete galip gelmesi ve onu ortadan kaldırmasıdır. [27]

 

Hakikatin Kanıtlarına Rağmen İhtilafa Düşmek:

 

105. Hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra ihtilafa düşüp parçalananlar gibi olmayın. İşte bunlar için feci bir azap vardır.

Kur'an'da, -burada olduğu gibi- değişik konularda yasaklar konulduğuna şahit oluyoruz. Şimdi Kur'an'da gezinerek bu yasakların neler olduğuna ba­kabiliriz:

(O insanlar gibi olmayın) buyurulmuş, ardından da onların han­gi davranışlara sahip oldukları beyan edilmiştir.

1. Tefrika ve ihtilafa düşenler gibi olmaym

Yüce Allah, Âl-i İmran/105'de, Kendilerine apaçık deliller geldikten son­ra ihtilaf edip ayrılığa düşenler gibi olmayın enirini vererek, hakikatin kanıt­larının gelmesine rağmen ihtilaf edip tefrikaya düşenlere benzemekten neh-yetmektedir.

2. Şüphecilerden olmayın

(Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde şüphe­cilerden olma)! [Bakara/147]

Bu ayette, Allah'tan gelenin hak olduğu konusunda kuşku duymak yasak­lanmaktadır.

3. Müşriklerden olmayın En'am/14'de müşriklerden olmak nehyedilmektedir.

4. Cahillerden olmayın

En'am suresinde eğitim olgusuna dikkat çekilererek şöyle buyurulmakta-dır:

(Eğer onlann yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel, ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hi­dayet üzerine toplayıp birleştirirdi. O halde sakın cahillerden olma). [En'am/35]

İnsanların hakikatten, imandan yüz çevirmeleri din alimlerine ve din adamlarına ağır gelmemeli, bu duruma aldırmadan görevlerine devam etme­lidirler. Çünkü hidayeti verecek olan Allah'tır. Yüce Allah, aksi şekilde dav­ranan kimseyi cahil olarak nitelendirmektedir. Hz. Peygamber de, bu şekilde davranmaktan nehyedilmektedir.

5. Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olmayın

(Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan da ol­ma, sonra ziyana uğrayanlardan olursun). [Yunus/95]

Bu ayette, Hz. Peygamber'in şahsında müslümanlar, Allah'ın ayetlerini yalanlamaktan nehyediliyorlar.

6. Kafirlere arka çıkmayın

Allah, kafir olmak şöyle dursun, kafirlere arka çıkmayı bile yasaklamak­tadır:

(Sen, bu Kur'an'm sana vah-yedileceğini ummuyordun. Bu, Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kafirlere arka çıkma). [Kasas/86]

7. İnkar edenlerin ilki olmayın

(Elinizdekini tasdik edici olarak indirdi­ğime iman edin. Sakın onu inkar edenlerin ilki olmayın)! [Baka­ra/41]

8. İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın Enfal suresinde şöyle Duyurulmaktadır:

(Ey iman edenler! Allah'a ve Rasulüne itaat edin, işittiğiniz halde, ondan yüz çevirmeyin)! [En-fal/20] (İşitmedikleri halde işittik diyenlerden ol­mayın)! [Enfal/21]

9. Kafirler gibi olmayın

(Çalım satmak, insanlara gös­teriş yapmak ve Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkan­lar gibi olmayın). [Enfal/47]

Bu ayette, kafirlerin bazı eylemleri sıralanmakta ve bu eylemlerden kaçın­ma, kafirler gibi davranma nehyedilmektedir.

10. İpliğini sağlamca büktükten sonra bozan acuze kadın gibi olmayın

(Bir toplum diğer bir toplumdan daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fe­sat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra çözüp bozan acuze kadın gibi olmayın). [Nahl/92]

Ayette, güçlü olan grubun, güçsüz olan gruba haksız davranması, karşısın­daki grup zayıf olduğu için yaptığı antlaşmayı bozması nehyedilmektedir. Yüce Allah böyle yapardan aklı zayıflamış, yaptığı olumlu bir işi bozan acu­ze bir kadına benzeterek yermektedir.

11. Peygamber'e eziyet etmeyin Ahzab suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Ey iman edenler! Siz de Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın). [Ahzab/69]

12. Allah'ı unutanlar gibi olmayın Haşr suresinde şöyle buyuruluyor:

(Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın, onlar yol­dan çıkan kimselerdir). [Haşr/19]

Görüldüğü gibi Yüce Allah, ihtilafa düşüp tefrikaya sapan, şüphe eden, şirk koşan, cahillik eden, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, kafir olan, kafirlere arka çıkan, dinlemediği halde dinledim diyen, antlaşmasını bozan, Peygam­bere eziyet eden ve Allah'ı unutanlar gibi olmaktan nehyederken üçüncü şa­hıslardan örnekler vererek eğitimde farklı bir metod takip etmekte; böylece de eğitim hususunda din adamlarına yol göstermektedir.

Hakikatin kanıtları kendilerine geldikten sonra ihtilaf edip tefrikaya dü­şenler gibi olmayın [Âl-i İmran/105] ifadesi de, bu metodun bir örneğidir. Bunlar vasıtasıyla, tarihte yaşanan bu sosyal olayların bir daha yaşanmama­sı için yasaklar konulmaktadır.

Sizden münkerden nehyeden bir grup bulunsun [Âl-i İmran/104] ayeti, nehyedilmesi gereken ilk şeyin münker olduğunu; Âl-i İmran/105 ayeti ise nehyedilmesi gereken bu münkerin tefrika olduğunu göstermektedir.

Ayetin sonunda ise, ihtilaf edip tefrika ateşini yakanların acıklı azaba düşe­cekleri ifade edilmektedir. Onlar için acıklı bir azabın bulunduğunun söylenme­si, tefrikadan caydırma amacına yöneliktir. Çünkü Kur'an'ın eğitim metodunda yer alan cezalar, -caydırıcı mahiyette olmaları hasebiyle- eğitim amaçlıdır.

Bu noktadan hareket edip, 104. ayet ile 105. ayeti birlikte ele alırsak, ma­rufu emredip münkerden nehyetme hususundaki en önemli örneğin 105. ayet olduğunu söyleyebiliriz. Allah'ın ipine sımsıkı sarılın [Âl-i İmran/103] ifade­si, marufun emredilmesine; Kendilerine hakikatin kanıtları geldiği halde ih­tilaf edip tefrika çıkaranlar gibi olmayın [Âl-i İmran/105] ifadesi de münke­rin nehyedilmesine örnektir. Bundan şöyle bir netice de çıkar: Önce marufun emredilmesi, sonra da münkerin nehyedilmesi lazım gelir.

Netice olarak diyebiliriz ki:

Âl-i İmran/102'de gerçek bir sakınma ile Allah'tan sakınmanın, hiç olmaz­sa Allah'a teslim olarak can vermenin; 103. ayette Allah'ın ipine sımsıkı sa­rılmanın; Allah'ın nimetleri üzerinde düşünmenin; doğru yola girmenin; 104. ayette marufu emredip münkerden nehyeden bir grup oluşturmanın emredil­mesi, Allah'ın marufu emretmesidir.

103. ayette tefrika çıkarmaktan; 105. ayette ihtilafa düşüp tefrika çıkaran­lar gibi olmaktan nehyetmek de, Allah'ın münkerden nehyetmesidir.

Yüce Allah böylece, insanların da aynı metodu kullanmalarını, eğitim fa­aliyetini bu metoda göre düzenlemelerini istemektedir. Ayrıca din eğitiminin amaçlarını, metodlannı ve hangi ferdî ve sosyal değerleri işleyeceğini de tesbit etmektedir.

104. ayette, kötülüklerle mücadelenin zaferle sonuçlanmasını sağlayacak teknikler öğretilmekte; toplumun felahının, kurtuluş ve zaferinin eğitime ve siyasî erke bağlı olduğuna da işaret edilmektedir.

Toplumları cehenneme çeviren düşmanlık duygusuna ve bunun getirdiği tefrika, bölünme ve parçalanma hastalığına karşı en etkili ilacın bilgi, sevgi ve eğitim olduğunu vurgulayan bu ayetler; insanlığın erdemini silip süpüren ka­ranlığa, insanlığa aydınlık getiren beynin, gönlün ve ilahî vahyin gücü ile kar­şı durulması gerektiğini ima etmektedir. Ayrıca bilinçsizlikle bilincin; yanlışa karşı çıkmakla nemelazımcılığın; birleştirmekle ayırmanın; birlik-beraberlikle tefrikanın; düşmanlıkla kardeşliğin çizgilerini göstermekte, aydınlık ve kurtu­luşun, olumlu değişimin kesiştiği noktada gerçekleşeceğini öğretmektedir.

Hz. Peygamber iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı çok önemsemiş ve bu konudaki ayetleri şu şekilde yorumlamıştır:

Sizden biri bir kötülük gördüğünde, onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmez­se diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle onu kö­tü görsün. Bu ise imanın en zayıf halidir.[28]

Bu hadis, Âl-i İmran/104'de zikri geçen kötülükten alıkoyma görevinin nasıl yapılacağını açıklamaktadır. Buna göre, görülen bir yanlışı, bir kötülü­ğü ortadan kaldırmanın yollarından ilki; onu el ile düzeltmektir. Bu, kötülük­ten nehyedecek kişi veya grubun statüsüyle yakından alakalıdır. Siyasî erki elinde bulunduranların kötülüğü engellemeleri, bu hususta özel güvenlik güçleri istihdam etmeleri şeklinde gerçekleşir.

Son derece gerçekçi olması hasebiyle Hz. Peygamber, herkesin her kötü­lüğe eliyle müdahale edemeyeceğini farkederek başka yollar da önermiştir. Kitle haberleşme vasıtaları sayesinde dünya küçülmüştür; öyleyse bu durum dikkate alınarak, kötülüklerin engellenmesi konusunda devletler arası bir ağın devreye sokulması gerekir. Bir devletin, başka bir devlete haksız yere saldırması, güçlü devletlerin devreye girmesini zorunlu kılabilir. Peygambe­rimizin "Eliyle onu düzeltsin" ifadesinden, böyle müdahaleler anlaşılabilir.

Bazı kötülüklere fiilen müdahale edilemeyebilir, o zaman sözlü olarak düzeltilme yoluna gidilmesi gerekir. Bir kötülüğe söz ile müdahale etmek, an­cak yakında bulunmakla mümkün olduğuna göre; uzaktaki kötülüklere, söz ile nasıl müdahalede bulunulabilir? Buna şöyle cevap verebiliriz: Uzaktaki kötülüklere yazılı ve görsel basını kullanarak müdahale edilir; böylece mün-kerden nehyetme görevi yerine getirilmiş olur.

Kötülüğe herkes eliyle veya diliyle müdahale edemeyebilir; bu durumda kalben buğzedilmesi gerekir. Çünkü kalbin tavırları da Allah tarafından de­ğerlendirilmektedir.

Yine marufu emredip münkerden nehyetmenin önemi konusunda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Varlığım kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz, ya iyiliği emredip kö­tülükten alıkoyarsanız, ya da Allah, kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz, fakat duanız kabul edilmez.[29]

Naklettiğimiz iki hadisten anlıyoruz ki, iyiliği emretmek ve kötülükten sa­kındırmak, sosyal problemleri çözme kapısıdır. Bu, sadece yakında bulunan arkadaş veya komşunun problemi ile ilgilenme meselesi değil, aileden toplu­ma, toplumdan toplumlar arası ilişkilere kadar uzanan bütün problemlerle il­gilenme faaliyetidir. Âl-i İmran/110 ayetinin tefsirinde, iyiliği emredip kötü­lükten sakındırmanın evrensel boyutlu bir faaliyet olduğu görülecektir. [30]

 

İmandan Dönmenin Ahirete Yansıması:

 

106. O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara, "İnananmanızdan sonra inkar mı ettiniz? O halde inkar etmenize karşılık azabı tadın!" (denilir).

107.  Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rahmeti içindedirler. Orada devamlı kalacaklardır.

Yüce Allah 106. ayete (yevm=o gün) ifadesiyle başlamıştır. Yevm (o gün)den kasıt, mahşer/kıyamet günüdür.

O gün (mahşer günü), insanlar iki kısma ayrılacaktır:

1. Yüzleri kararanlar

Yüce Allah, o gün bazı yüzlerin kararacağını ifade buyurmuş, bu kararma­nın sebebini de beyan etmiştir:

(İnanmanızdan sonra kafir mi oldunuz?)

a. Ayetin bu kısmında, imandan inkara giden olumsuz bir değişim ele alın­makta; bu değişimin mahşere kadar uzanıp insanın yüzünde görüleceği ifade edilmektedir.

Âl-i İmran/69'dan başlayıp 106. ayete kadar devam eden bölümde, kitap ehlinin küfürleri, müslümanları da imandan inkara çevirme istek ve teşeb­büsleri işlenmekte ve bu küfür ve teşebbüslerin neticesi gösterilmektedir.

Mahşerde yüzlerin kararma sebebi olarak, irtidat (imandan inkara sap­mak) gösterilmektedir.

Âl-i İmran/70-73 ve 98 ayetlerinden hareketle, bu ayette kasdedilen kim­selerle ilgili olarak şu yorumu yapabiliriz: Tevrat ve İncil'e inandıklarını söy­leyen, ama kendi kitaplarında Muhammed'in peygamberliğine delalet eden ayetleri inkar eden; müslümanları da küfre düşürmek için sabahleyin inanıp akşamleyin inkar eden kitap ehli kasdedilmiş olabilir.

Bu yorum, yüzü kararan ve iman ettikten sonra inkar eden kimselerin ki­tap ehli olduğunu söyleyen Zeccac'ın -Süleyman Ateş tarafından nakledil­mektedir- görüşüyle de teyit edilmektedir.

Bunların mürtedler olduğunu söyleyen Mücahid'in ve münafıklar olduğu­nu söyleyen Hasan Basri'nin[31] görüşleri de doğrudur. Zira küfr, bunları da kapsar. Öyleyse diyebiliriz ki, bunların mahşerde yüzlerinin kapkara olması­nın bir nedeni de irtidat etmeleridir. İmam bırakıp küfre sapanlar bu dünya­da gönüllerini ve beyinlerini kirletmişlerdir. Bu kirlilik mahşerde siyahlık olarak yüzlerine yansıyacaktır.

b. Allah'a yalan söylemek

Zümer/60 ayetine göre, mahşerde yüzlerin kararmasının başka bir sebebi de dünyada Allah hakkında yalan söylemektir:

(Allah hakkında yalan söyleyenlerin kıyamet gününde yüzlerinin kapkara olduğunu görür­sün. Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennem değil midir)? [Zü­mer/60]

Allah hakkında yalan söylemek, Âl-i İmran/78 ayetine göre, kitaptan ol­mayanı kitaptan; Allah katından olmayanı Allah katından göstermektir. Bu ayetin muhatabı, kitap ehlinden bir gruptur. Ama ayet, Allah adına yanlış fet­valar verenleri de kapsar.

Allah hakkında yalan söyleyenler, Zümer/57-59 ayetlerine göre şunlardır:

(Veya "Allah bana hidayet verseydi, elbette sakınanlardan olurdum" diyeceği; yahut azabı gördüğünde, "Keşke benim için bir kez (dönmeye) imkan bulunsa da iyilerden olsam!" diyeceği gün­den sakının. Hayır ayetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkarcılardan olmuştun). [Zümer/57-59]

c. İnkar etmek ve günah işlemek Abese/40-42'de şöyle buyurulmaktadır:

(Yine kimi yüzler de o gün toz toprağa bulaşmış olacak; hüzünden kapkara kesilecek. İşte bunlar kafirlerdir, günahkarlardır).

Dünyada inkar psikolojisine sahip olanlar ve günah işleyenler, hem gönül­lerini, hem de davranışlarını kirletmektedirler. Bu kirlilik ahirette yüzlerine yansıyacaktır.

d. Vahyi tasdik etmemek ve ibadet yapmamak Kıyamet suresinde şöyle buyuruluyor:

(O gün, yüzler vardır ki buruşacak). [Kıyamet/24]

(İşte o, (peygamberin getirdiğini) doğru kabul etmemiş, namaz kılmamış, aksine yalan saymış ve yüz çevir­mişti, çalım sata sata yürüyerek kendi ailesine gitmişti). [Kıya­met/31-33]

e. Kız çocuğunu istemeyenler

Yüce Allah, cahiliye döneminde kız çocuğuna takınılan olumsuz tavrı an­latırken, yüzün değişip kararmasını örnek olarak vermektedir:

(Onlardan birine, bir kızının dünyaya gel­diği müjdesi verilince, öfkelenerek yüzü simsiyah kesilir). [Nahl/58]

Kız çocuğunun doğumundan dolayı dünyada yüzü kapkara kesilenlerin yüzü ahirette de öyle olacaktır.

Bazı insanların yüzlerinin mahşerde siyahlaşmasının neye yarayacağını Rahman/4l'den öğrenebiliriz:

(Suçlular, simalarından tanınacak). [Rahman/41]

Bu ayete göre, suçları/günahları insanın yüzünden okunacaktır. İnsanın yüzü günahlarının okunduğu bir kitap haline gelecektir. Suçluların tanınabil-mesi için, yüzler tanıtım belgesi olarak kullanılacaktır.

2. Âl-i İmran/106 ayetine dönelim: Dünyada imandan inkara dönenlerin gösterdikleri değişim mahşerde yüzlerine yansıyacak ve bu kararmanın ne­deni kendilerine -soru tarzında- bildirilecektir:

(İman ettikten sonra inkar mı ettiniz)?

Durumları bilindiği halde, bu sorunun onlara yöneltilme sebebini, yargı­sız infazın yapılamayacağı kuralından hareketle açıklayabiliriz. Evet, yargı­sız infaz yapılamaz. Yüce Allah'ın insanlığa öğrettiği ilk ve evrensel hukuk kuralı budur. A'raf/12'de Allah Teala'nm, Adem'e secde etmeyen İblis'i önce sorgulayıp sonra cezalandırdığına şahit oluyoruz. Yine Yüce Allah Hz. Adem ve eşini de önce sorgulamış, sonra cezalandırmıştır. Böylece de hu­kuk için en önemli ve evrensel kuralı koymuştur: Suçlular sorgulanmadan cezalandınlamazlar. Yukarıdaki ayette yer alan soru, bir bakıma suçluların sorgulanmasıdır.

3. (Öyleyse inkar etmiş olmanız yüzünden tadın aza­bı)!

Yukarıdaki sorgulamanın ardından, onların inkarı/suçu tesbit edilmiş, on­dan sonra da cezalandırılma yoluna gidilmiştir.

Ayet bize başka bir hukukî kural daha öğretmektedir: Suçlu, hangi suçtan dolayı cezalandırıldığını bilme hakkına sahiptir.

İşte böylece Kur'an, insanlığa modern hukukun temellerini öğretmekte ve modern hukukun Kur'an'a ne kadar yaklaştığı hususunda bir ölçü teşkil et­mektedir.

Âl-i İmran/106'dan kısaca şu genellemeleri çıkarabiliriz:

a. İnsanların gönüllerinde teşekkül eden inançlar, ölümle kaybolmaz, ta­mamen ahirete intikal edip değerlendirilmeye tâbi tutulur.

b. İnanç ve amelleri insan bedeni kaydetmektedir. Maddenin sesleri, duy­gu ve amelleri sakımı kanunundan hareket edersek bu gerçeğe ulaşırız: Dis­ket veya CD'nin ses ve hareketleri kaydedip saklaması gibi, bedenimiz de ko­nuşmalarımızı, duygularımızı ve amellerimizi kaydedip saklamaktadır. Nasıl ki Rna (Ribo nukleik asit) canlıdan canlıya huy intikal ettiriyor, bu huylan kaydedip taşıyorsa, bedenimiz de sesleri, duygu ve eylemleri kaydedip ahi­rete taşımaktadır.

Yasin/65'de, mahşerde insanların ağızlarının mühürleneceği, yaptıklarını ellerinin anlatacağı, ayaklarının da şahitlik yapacağı beyan edilmektedir.

Fussilet/20'de ise, mahşerde insanların kulaklarının, gözleri ve derilerinin yaptıklarına şahitlik edecekleri ifade edilmektedir.

Âl-i İmran/106 ayeti de irtidadın, insan yüzüne siyahlık olarak yansıyaca­ğını söylerken buna işaret etmektedir.

4. (Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Al­lah'ın rahmeti içindedirler, orada ebedî kalacaklardır).

Kur'an meseleyi, genellikle zıddıyla beraber ele alır; gece ile gündüz; er­kekle kadın, imanla inkar, hak ile batıl, doğru ile yanlış, cennet ile cehennem gibi. Âl-i İmran/106-107'de de aynı metod takip edilerek, mahşerde yüzleri karararacak olanlarla yüzleri ağaracak olanlar ele alınmaktadır.

Ayetlerde, mahşerde hangi nedenlerden dolayı iman eden kimsenin yüzü nün ağaracağı açıklanmaktadır:

a. İyi ve yararlı işlerden dolayı

(İyi ve yararlı işler yap­makta olanları daha iyisi ve ondan daha fazlası beklemektedir. On­ların yüzlerini ne bir kararma, ne de bir aşağılanma gölgelemeye-cektir. İşte bunlardır cennetlikler, orada ebedî kalacak olanlar). [Yu nus/26]

inkar, yalanlama ve kötü amel nasıl mahşerde insanın yüzüne yansıyacaksa, iman, tasdik ve iyi amel de insanın yüzüne yansıyacaktır. Yunus/26 ayeti, iyi amel üretenlerin yüzünün kararmayacağına ve o kimsenin horlanmayaca­ğına işaret etmektedir.

b. Kur'an'dan öğüt almaları sebebiyle Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

(Dileyen Kur'an'dan öğüt alır) [Abese/12]

(O gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinç­lidir). [Abese/38-39]

Kur'an'dan öğüt almak, ona karşı olumlu bir tavır takınmak ve onun öğüt­lerini sevinçle karşılamaktır. İşte Kur'an'a olan bu sevgi ve muhabbet, ahiret-te insanın yüzüne yansıyacak; böylesi kimse orada da parlak, sevinçli ve gü­leç olacaktır.

c. Ahireti dünyaya tercih etmeleri sebebiyle

Kıyamet/20-21'de dünyayı ahirete tercih edenlerin ahiretteki durumuna işaret edildikten sonra şöyle buyurulmaktadır:

(Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır; Rable-rine bakacaklardır). [Kıyamet/22-23]

(Ve o gün bazı yüzler ümitsizlikle kararacak). .[Kıya­met/24]

Dünyayı ahirete tercih edenin yüzü kararırken, tersini yapanın yüzü de ışıl ışıl parlayacaktır.

d. İyiler

Yüce Allah cennetlik olan iyileri anlatırken şöyle buyuruyor:

(Onların yüzünde nimetlerin sevincini görürsün). [Mutaffifin/24]

İman ve iyi ameller kaybolmayacak, mahşerde nur olarak sahiplerinin yüzlerine yansıyacak ve onların durumu yüzlerinden okunacaktır. Âl-i İm-ran/107'de, bu insanların, Allah'ın rahmeti içinde olacakları ve orada devam­lı kalacakları bildirilmektedir. [32]

 

Allah Kimseye Zulmetmez:

 

108. işte bunlar, Allah'ın sana hak olarak okuduğumuz ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.

Bu ayetten şu genellemeleri elde edebiliriz:

1. Bu ayet, Âl-i İmran/106-107 ayetiyle yakından bağlantılı olup onların hatimesini teşkil etmektedir. Yani o ayetlerde zikri geçen mü'minlere de, ka­firlere de zulmedilmez; kafirlerin yaptığı kötülüklerin de, mü'minlerin yap­tığı iyiliklerin de karşılığı tam olarak verilir. Bu ise, hak ve adaletin gereği­dir. Onun için 108. Ayette (hakk) kavramı kullanılmaktadır. İyi amel ödü­lünü, kötü amel de cezasını görünce, hak yerine gelmiş ve adalet gerçekleş­miş demektir.

2. Yüce Allah'ın verdiği ödül veya ceza, amellerin karşılığıdır. İyi amele ödül, kötü amele de ceza verilmemesi zulüm olduğundan, 108. ayette (Allah hiçbir kimseye haksızlık yapmak istemez) buyurulmaktadır.

Ayetin bu kısmında yer alan ofo (âlemin) kelimesiyle, irade sahibi varlık­lar kasdedilmiştir.

3. Bu ayet, idarecilerin halka zulüm irade etmemeleri gerektiğine de işa­ret etmektedir.

İdareciler, haklıya hakkını vermezlerse zulüm yapmış olurlar. İdareciler, topluma faydalı iş yapanları ödüllendirir, kötülük yapanları da cezalandınr-larsa, halka zulüm irade etmediklerini isbat etmiş olurlar.

4. Hangi fiillerin cezalandırılacağı, hangilerinin ödüllendirileceği Âl-i İm-ran/101-107. ayetleri arasında beyan edilmektedir. Bundan, idarecilerin, hangi davranışın suç, hangi davranışın iyi olduğunu halka öğretmekle yükümlü ol­dukları sonucu çıkar. Aksi takdirde cezanın ve ödülün hiçbir anlamı kalmaz.

Allah'ın ayetlerini öğrenmek, Peygamber'e tâbi olmak, Allah'a sığınmak, takva sahibi olmak, Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak, kardeş olmak, düşmanlı­ğı ortadan kaldırmak, tefrikaya düşmemek, iyiye çağırmak, iyiyi emretmek, kötülükten sakındırmak ödül (cennet) gerektiren eylemleri teşkil etmektedir.

İnkar etmek, tefrika çıkarmak, düşmanlık etmek, ihtilaf etmek ve imandan sonra inkara sapmak da cezayı (cehenneme atılmayı) gerektiren eylemleri oluşturmaktadır.

İşte hak ile okunan ayetler bunlardır. Bunlar siyasetin ve hukukun esasla­rı olduğu gibi, evrensel eğitimin de ölçüleridir. Bütün bu eylemlerin ne anla­ma geldiğinin öğretilmesi, hem dini, hem de hukuku ayakta tutar. Bu ayetler-deki ilkelerle, modern hukukun temelleri asırlar öncesinden atılmıştır.

(netlûhâ=onu okuyoruz) ifadesindeki okumak, 'öğretmek' anlamına gelir.

Neyin yanlış, neyin doğru; neyin iyi, neyin kötü olduğu insanlara öğretil-mediği takdirde, sorumluluklar ortadan kalkar. Bu öğretilerin bulunmadığı ve hukuka göre davranılmadığı bir toplum, sosyolojik ifadeyle "aşiret toplu-mu"dur. İşte Kur'an, insanlığı aşiret toplumu (ilkel toplum) olmaktan kurtar­mak için bu öğretimi yapmaktadır. [33]

 

Bütün İşler Allah'a Döner:

 

109. Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür.

Bu ayeti önceki ayetlerle irtibatlandırarak açıklayabiliriz. Âl-i İmran/103-108 ayetleri arasında anlatılan bütün olumlu ve olumsuz eylemlerin Allah ta­rafından bilindiği ve değerlendirildiği, ödül veya cezalarının verileceği konu­sunda hiçbir şüphe bırakmamak için Yüce Allah, Göklerde ve yerde ne var­sa Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür [Âl-i İmran/109] buyurmak su­retiyle, yukarıda zikri geçen eylemleri yerine getirmeye gücü yeteceğine dik­kat çekmektedir.

Kötüleri cezalandırmak, iyileri mükâfaatlandırmak, Allah için zor değildir.

Göklerde ve yerde bulunanların Allah'a ait olması, Allah'ın mutlak ege­menliğine, dilediği her şeyi yapabilme kudretine işaret etmesinin yamsıra; rahmetinin de kainat kadar geniş olduğuna işaret etmektedir.

Kainatın mülkiyetinin kime ait olduğu bilincine sahip olmayanlar, yanlış inanç ve davranışlar konusunda kendilerini kontrol edemezler.

Kainat Allah'a ait olduğuna göre, onu idare eden de Allah'tır. Demek ki, sahip olmak ile idare etmek birbirine çok yakın mana ifade ettiklerinden, ba­zen Arapça'da aynı kelime ile ifade edilmektedirler. Bu konuyu Fatiha/4 ile Âl-i İmran/26'da açıklamıştık.

(ve lillâhi) ifadesinde yer alan {lam) harfi, hem mülkiyeti, sahipli­ği; hem de mutlak egemenliği ifade etmektedir. 108. ayetle irtibatını kurar­sak diyebiliriz ki, mutlak egemenliği elinde bulunduran Allah, kullarına zul­metmeyi asla istemez.

Mutlak egemenliğe sahip olamayan idareciler zulmedebilirler. Bu ise, ha­kimiyetlerinin noksan olmasından kaynaklanır. Ama Yüce Allah mutlak ege­menliğe sahip olduğundan kullarına zulmetmez.

Göklerde ve yerde olan her şeyin Allah'a ait olması, kainatın yaratıcısının da Allah olduğunu; dolayısıyla bütün işlerin de O'na döneceğini gösterir. Ha-did/3 ayeti de bunu teyit etmektedir:

yriSte (O, ilk ve sondur). [Hadid/3]

Razi'nin naklettiği bir hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur;

Allah, kendinden evvel hiçbir şey olmayan evvel (ilk) ve kendinden sonra hiç­bir şey olmayan âhirdir (sondur).[34]

Bir varlıktan önce var olmayan; ondan sonraya da kalmayan varlık ona sa­hip ve hakim olamaz. Razi'nin dediği gibi, evvel olma etkinlik, ihtiyaç, şeref, rütbe ve zaman bakımından üstünlük ifade etmektedir. Bir şeye sahip veya egemen olmak; onda mutlak etkinliğe sahip olmak, onun ihtiyaçlarını tam anlamıyla yerine getirmek demektir.

Hiçbir iş, yerdeki ve gökteki hiçbir oluşum kaybolmaz; onların da kendi­lerine has bir varlıkları vardır ve bu varlıklarıyla Allah'a döneceklerdir. Evet, düşünceler, inançlar, duygular ve eylemler kaybolmayıp Allah'a dönecektir. [35]

 

Hayırlı Ümmetin Görevleri:

 

110. Siz insanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir toplu­luksunuz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Al­lah'a inanırsınız. Eğer kitap ehli de inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. İçlerinden iman edenler var, ama çoğu yoldan çıkmışlardır.

Ayeti başlıca iki kısma ayırarak açıklamaya çalışacağız:

1. Hayırlı topluluk

Yüce Allah müslümanlann, insanlık adına çıkarılmış/yetiştirilmiş bir top­luluk olduğunu söylemektedir. Ayette geçen ümmet kavramını Bakara/143'de açıklamıştık.

Açıklanması gereken diğer kelime ise, (uhricet) fiilidir. Aslında çı­karılmış anlamına gelen bu kelime, burada yetiştirilmiş manasını ifade et­mektedir. Kur'an'ın gönderilmesinin, hayata geçirilmesi için de Hz. Peygamber'in görevlendirilmesinin sebeplerinden biri, bu ayette sP1- (li'n-nâs=insanlık için) ifadesiyle belirlenmektedir. Nâs (insanlar) kelimesi amacın evren­selliğini gösterir, lam harfi de için manasına gelir. Öyleyse ikisi birlikte (lin-nâs), insanların sorunlarını ifade eder. O halde bu ayette, müslüman toplumu­nun insanlığın sorunlarını çözmek için yetiştirildiğine işaret edilmektedir.

Bakara/l 43'deki (insanlığa şahitler olasınız) ifadesininin, in­sanlığa örnek olasınız ve problemlerini çözesiniz manasına geldiğini ifade et­miştik. Burada da aynı mana söz konusu olup, (hayırlı ümmet) ifadesi, problem yaratmayan, düşünce ve eylemleriyle insanlığa faydalı olan, iyilik saçan, sorunları çözen manasına gelmektedir. Hayırlı kelimesiyle, yetiştiril­miş kelimesi bir araya getirilince, hayırlı topluluk olabilmek için eğitimden geçmenin şart olduğu anlaşılır. İnsanlar eğitimden geçmeden değerli/hayırlı topluluk olamaz ve evrensel manada insanlığın sorunlarını çözemezler. Bu iki kelimenin ilişkisi, eğitimin gücünü ve etkinliğini ortaya koymaktadır. İn­sanları erdem sahibi yapmak, mevcut kabiliyet ve yeteneklerini nihaî nokta­sına ulaştırmak, insanların problemlerini çözecek hale getirmek ancak eğitim vasıtasıyla mümkün olabilir.

İnsanlık için çıkarılmış hayırlı ümmet olmanın alt yapısı, Âl-i İmran/103-104'de inşa edilmiştir. Ancak Allah'ın kitabına sımsıkı sarılan, tefrikaya düş­meyen, düşmanlık duygusu taşımayan, birbirini seven ve kardeş olan, iyiyi, doğruyu ve yanlışı bilen bir topluluğun, insanlık adına problemleri çözebile­cek seviyeye gelmiş hayırlı bir topluluk olduğu söylenebilir. Müslümanların, niçin hayırlı bir ümmet oldukları, ayetin devamından anlaşılmaktadır:

(İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız).

Başka bir mana ile, "doğruyu emreder, yanlıştan sakındırırsınız". Dünya­da iyiliği tesis etmek, doğrunun ağacını dikip büyütmek, kötülüğü/yanlışı or­tadan kaldırmak müslümanlann görevleri arasında yer almaktadır. Kötülü­ğü/yanlışı ve getirdiği kirliliği temizlemek insanlığın evrensel bir sorunu ola­rak hâlâ çözüm beklemektedir.

Bunlan gerçekleştirmek için, Allah'a inanmak gerekir. Allah'a inanmak, evrensel bir beyine ve gönüle sahip olmak demektir. Âl-i İmran/109'da işaret edildiği üzere, kainatın mutlak egemenliğinin kime ait olduğunu ve işlerin sonunda kime döneceğini bilen ve inanan kimse, evrensel düşünebilen ve ev­rensel bir imana sahip olan bir kimsedir.

Müslüman toplumu içinde, iyiye davet eden, doğruyu emredip yanlıştan sakındıran bir grubun olmasını isteyen [Âl-i İmran/104] Yüce Allah, 110. ayette müslümanlann bu görevi tüm insanlık için yapmasını istemektedir.

İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, müslümanla münafık arasındaki farkı gösteren özelliklerden biridir. Tevbe suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Münafık erkeklerle münafık ka­dınlar birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten ahkor-lar). [Tevbe/67]

(Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. Onlar iyiliği emreder, kötü­lükten alıkorlar). [Tevbe/71]

Mü'min iyiliği emrederken, münafık kötülüğü emretmekte; mü'min kötü­lükten sakındırırken, münafık kötülüğü emretmektedir. Ayetten çıkartacağımız başka bir genelleme de şudur: Allah'a inanmış olmanın gereği, dünyada iyiliği tesis etmek, kötülüğü ortadan kaldırmaktır. Allah'a iman bu görevi yerine ge­tirmeyi gerekli kılmakta; ve bu görev, Allah'a inanmanın delili olmaktadır.

2. Kitap ehli

Yüce Allah hayırlı ümmetin (müslümanlann) insanlığa karşı olan görev­lerini anlattıktan sonra kitap ehlinin durumunu ele almakta ve inanç açısın­dan farklılıklarına dikkat çekmektedir:

(Kitap ehli de inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu).

a. Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, Yüce Allah kitap ehlinin Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e inanmalarını istemektedir.

b. Allah'ın bu isteği, kulunun iyiliği içindir.

Kendileri için daha iyi olurdu cümlesi, faydanın kime olacağını bildir­mektedir. İman etmek, kulun menfaatinedir.

c. Kitap ehli iman etseydi ifadesinden de, iman etmenin (ki bir beyin ve gönül eylemidir), insanın iradesi dahilinde olduğu anlaşılmaktadır.

Eğer Allah dileseydi insanların tümünü iman etmeye zorlardı ve hiç kim­se de buna karşı koyamazdı; ne var ki yüceler yücesi Rabbimiz insanları ser­best bırakarak kendi iradeleriyle iman etmelerini istemiştir.

Allah Teala bu hususla alakalı olarak şöyle buyurmaktadır:

(Eğer Rabbin dileseydi, yeryü-zündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın)? [Yunus/99]

Eğer Yüce Allah iman etmeleri için insanları zorlasaydı kitap ehli de iman et­miş olurdu; ama O, insanları serbest bırakmış; kendi özgür iradeleriyle iman ya da inkar etmelerine fırsat vermiştir. Onun için, Kitap ehli inansaydı... [Âl-i İm-ran/110] buyurmak suretiyle, inanma fiilinin öznesi olarak insanı göstermiştir.

d. Onlar için daha iyi olurdu cümlesindeki hayr (iyi) kavramı, imanın bir değer olduğuna, insana erdem kazandırdığına işaret etmektedir. Bu noktadan hareket edersek bu ayette, iki hayr (iyi), üç de iman kelimesinin yer aldığını görürüz. Böylece ayetteki "hayırlı ümmet" ifadesi, yine ayette "inanan üm­met" ifadesiyle tefsir edilmektedir ki bundan, iyinin iman, imanın da iyi ol­duğu anlaşılmaktadır.

Kitap ehli ile ilgili olan ayetin son kısmından, kitap ehlinden bazı kimse­lerin iman ettiği, çoğunun ise fasık olduğu anlaşılmaktadır. Fasık kavramını Bakara/26'da açıklamıştık. Burada sadece, sonraki ayetlerin fasık kavramına yüklediği manalara değineceğiz. Fasık kavramının geçtiği 110. ayetten son­raki iki ayette, kitap ehlinin müslümanlara karşı tavırları, psikolojileri ve peygamberlere yaptıkları açıklanmaktadır. [36]

 

Fasık Olan Kitap Ehlinin Vasıfları:

 

111. Fasık olan kitap ehli, size incitmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.

Kitap ehlinin fasıkları (inkarcıları), mü'minlere eziyet verir ve onları in­citirler. Onlar, iman edenlere tavır koyan ve onları inciten yırtıcı hayvan ki­şiliğine sahiptirler. Demek ki fasıkhk, incitmekle eş anlamlıdır. Fasıklar, kor­kak olduğu için savaştan kaçarlar. Onun için de iman edenlere zarar veremez, sadece incitebilirler. Öyleyse fasığın en önemli özelliği, korkaklıktır. Fasık, kavgayı başlatır, ardından da sırtını dönüp kaçar. Ayette yer alan, Sizinle sa­vaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar ifadesi, onların bu psi­kolojisini açıklamaktadır.

Bu izahtan hareket edildiğinde, fasıklann neden iman etmedikleri anlaşı­lır: İnsanlara zarar verme, onları incitme istekleri ve korkaklık psikolojileri fasıklann iman etmelerini engellemektedir. 111. ayete getirdiğimiz bu son yorum ışığında 110. ayete bakacak olursak şu neticeye varırız: İman eden ha­yırlı toplum insanlara zarar vermez, onları incitmez; korkak olmadığından er meydanından kaçmaz; yani vatanını, milletini, bayrağını ve değerlerini koru­maktan çekinmez. Böylece Yüce Allah, inananlarla fasık (inanmayan)lar ara­sındaki psikolojik ve davranış farklılıklarını gözler önüne sermiştir.

(Sonra kendilerine yardım da edilmez).

İnananlara, incitme dışında bir zarar veremeyen, savaş ateşini yakıp er meydanından kaçan fasıklar, yardıma layık değillerdir. Savaş meydanından kaçan korkak fasıklara yardım edilmeyeceğini bildiren Yüce Allah, bu yar­dımla hem maddî, hem de manevî (ilahî) yardımı kasdetmektedir. Bir önce­ki ayette geçen, Kitap ehli iman etseydi onlar için daha iyi olurdu ifadesin-deki hayr (iyi) kavramıyla, bu ayetteki yardım kasdedilmiş olabilir. Başka bir ifadeyle, iman kendiliğinden yardımı getirir. [37]

 

İman Etmeyen Kitap Ehli Zillete Düşmeye Mahkumdur:

 

112. On/ar Allah'a ve insanlara karşı taahhütlerine bağ­lanmadıkları sürece, nerede bulunurlarsa bulunsunlar zil­lete duçar olurlar; çünkü Allah'ın gazabına uğramış ve aşağılanmaya mahkum edilmişlerdir. Bütün bunlar (başla­rına geldi); çünkü Allah'ın ayetlerini inkar etmekte ve pey­gamberleri haksız yere öldürmekte ısrar ettiler. Bütün bunlar (gerçekleşti); çünkü (Allah'a) isyanda bulundular ve hakkın sınırlarını inatla ihlal ettiler.

Ayeti kısımlara ayırarak açıklamaya çalışacak, sonra da bazı genellemele­re varacağız:

1. (Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillete du­çar olurlar).

Ayetin bu kısmının eksen kavramı olan zillet, hor ve hakir olmak, zayıf ol­mak, itaat etmek, boyun eğmek, yavaş ve muti olmak, zorluğu, güçlüğü gi­dermek, asmanın salkımlarının sarkması, insanların ayak takımı, çiğnenmiş yol manalarına gelir. Zeluliyya kalıbı, huyu güzel, yumuşak, halim ve müte­hammil kişiyi ifade eder. [38]

 

Zillet Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Alçalıp gözden düşmek

(Eğer biz, bundan ön­ce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak ki, şöyle diyecekler­di: "Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de şu alçalıp gözden düş­meden önce ayetlerine uysaydık"). [Taha/134]

Buradaki zillet, Allah'ın ayetlerine tâbi olmamanın neticesinde ahiretteki horluk ve hakirliği ifade etmektedir.

2) Emrine vermek

(Bu hayvanları onların emrine verdik). [Yasin/72]

Bu ayette olduğu gibi, 'fi (zellele) kalıbında, iradesine tâbi kılmak, emri­ne vermek anlamına gelmekte ve insanla hayvanın ilişkisini anlatmakta; özellikle de at, katır, eşek, deve, inek, koyun, keçi gibi evcil hayvanların in­sanların hizmetine verilmesini ifade etmektedir.

3) Sarkıtmak

(Gölgeleri, üzerlerine sarkar). [İnsan/14]

Kelime burada, cennetteki ağaçların dallarının, cennetliklerin üzerine sarkmasını; manevî alemde gerçekleşecek olan fizikî bir olguyu tasvir et­mektedir.

4) Alçak gönüllülük

(Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine ka­nat ger). [İsra/24]

Bu ayetteki (alçak gönüllülük kanatlan), çocuğun anne ve babasına karşı takınması gereken tavrı anlatmaktadır.

Müminlere karşı alçak gönüllü... [Maide/54] ifadesinde de bu kelime kullanılmıştır. Çocukların ana-babalanna ve bir grubun diğer gruba karşı ta­kındığı tavrın gönüldeki durumunu ortaya koymaktadır.

5) Acizlik

İsra suresinde de güçsüzlük, acizlik ve düşkünlük manasında yer almakta ve Allah'ı anlatmak için kullanılmaktadır:

 (Ve de ki: "Bütün övgüler, döl edinmeyen egemenliğinde ortağı bulunmayan, güçsüzlükten, düşkünlükten ötürü her hangi bir yardımcıya gereksinme duymayan Allah'a yakışır. İşte, O'nu yücelterek an"). [İsra/111]

6) (Ve sen onları, zavallı şekilde boyun­larını bükerek göz ucuyla bakarken ona atladıklarını göreceksin). [Şura/45]

Zalimlerin mahşerde azabı gördüklerinde boyunlarının nasıl büküleceğini anlatmaktadır.

Münafikun/8'de, fethedilen ülkenin yerleşik halkının fethedenlere karşı olan durumlarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Dünyevî ve uhrevî bir psikolojik durumu ifade etmektedir.

7) Horluk

Dünyada iyi ameller işleyenlerin ahiretteki durumları anlatılırken Yunus suresinde % (zillet) kelimesi kullanılmaktadır:

(Güzel davranışlara daha güzel karşılık, bir de fazlalık vardır. Onlann yüzlerine ne bir toz, ne de bir horluk bulaşır. İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebe­dî kalacaklardır). [Yunus/26]

(Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün ce­zası misli iledir. Onları zillet kaplayacaktır). [Yunus/27]

Buradaki zillet (horluk), aşağılanma anlamını ifade etmektedir. Bu dünyâ­daki kötü ameller ahirette yüzlere yansıyacak ve bunlardan biri de horluktur.

8) Zayıflık

Âl-i İmran/123'de bir ordunun gücünü ifade etmek için kullanılmıştır:

 (Andolsun, siz son derece zayıfken Allah Bedir'de size yardım etmişti). [Âl-i İmran/123]

Güçsüzlük anlamına gelen bu kelime, asker azlığının ve savaş teçhizatının noksanlığının ordu üzerinde meydana getirdiği psikolojik durumu ifade et­mektedir.

9) Küçük düşürmek

(Şimdi, onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir ve onları küçük düşürülmüş olarak oradan mutlaka çıkarırız). [Neml/37]

Yüce Allah'ın müdahalesi ile bir ordunun mağlup olması neticesinde, ül­keden çıkarılırken içinde bulundukları psikolojik duruma işaret etmektedir. (Mutlaka hor hakir olarak onları oradan çıkaracağız) ifadesi, savaşı kaybetmiş bir ordunun ruh halindeki küçülmüşlüğü gösterir.

10) Sefil

Mücadele suresinde dünyada, Allah'a ve Peygamberine karşı olumsuz ta­vır takınanların ahiretteki durumları anlatılırken bu kelime kullanılmaktadır:

(Allah'a ve Elçisine karşı gelenler, işte onlar en sefiller arasında bulunacaklardır). [Mücadele/20]

Demek ki dünyadaki amellerin bir kısmı ahirette sefillik getirecek, Allah'a ve Peygamberine karşı gelenler de onların arasında olacaklardır.

11) Boyunduruk altına almak

Bakara suresinde, İsrailoğulları'mn kesmesi gereken ineğin özellikleri bil­dirilirken şöyle buyurulmaktadır:

(Musa dedi ki: 'Allah şöyle buyuruyor': "O henüz boyunduruk altına alınmamıştır"). [Bakara/71]

Ayette geçen (zelûlun) kelimesi, ekin sulamak veya toprağı sürmek için koşulmak anlamını ifade eder. Bununla birlikte, hürriyetleri elinden alın­mış, adi işlerde kullanılan insanlara da zelil denebileceğini gösterir.

12) Boyun eğdirmek

Mülk suresinde yer yüzünün Allah tarafından nasıl şekillendirildiği şöyle beyan edilmiştir:

(Allah, yeryüzünü yaşanması kolay bir yer yapmış­tır). [Mülk/15]

Ayetteki vjf (zelûlen) kelimesi, yer yüzünün boyun eğdirilmesini ifade et­mekle beraber, burada asıl kasdedilen, yeryüzünün yaşanacak bir ortam hali­ne getirilmiş olmasıdır.

13) Kolaylaştırmak

Nahl suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir).

[Nahl/69]

Allah Teala, arıya, çiçeklerden bal yapma içgüdüsü vermiştir. Yolların arı­ya kolaylaştınlması, ona çiçeklerden bal yapma iç güdüsünün verilmesidir.

14) Alçalmak

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran süresindeki zillet kelimesi Âl-i İmran/26 ile A'raf/152'de 'alçaklık' anlamında kullanılmaktadır:

(De ki: "Mülkün mutlak sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın"). [Âl-i İmran/26]

(Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir). [A'raf/152]

Âl-i İmran/112'de de 'alçaklık' anlamına gelmektedir.

Bu ayette geçen, Onlar nerede bulunursa bulunsunlar zillete duçar ola­caklar ifadesindeki zillet, Razi tarafından şöyle yorumlanmaktadır:

Zillet, onları kuşatacak şekilde ve onlar da onun içinde, kubbeye hapsedilmiş kimse gibi olacakları bir vaziyette, onları kuşatacak bir duruma getirilmiştir. Ve­ya onlara zillet, duvarın üzerine yapıştırılıp ondan ayrılmayan çamur gibi, on­lardan silinmeyecek bir damga gibi onlara yapışmıştır.

Zillet, zül (değersizlik) demektir. Ayetteki zillet'ten ne kasdedildiği hususunda bazı tefsirler vardır:

a) Zillet'ten murad, onlarla savaşılması, öldürülmeleri, mallarının ganimet ola­rak alınıp, çoluk çocuklarının esir edilmesi ve topraklarına el konulmasıdır. Bu tıpkı, Onları, nerede bulursanız öldürün [Bakara/191] ayetinde ifade edildiği gi­bidir.

b) Zillet, cizye mükellefiyeti manasınadır. Çünkü onları cizye vermeye mecbur etmek, hakareti ve değersizliği ifade eder.

c) Bundan murad şudur: Sen onların içinde, güçlü bir hükümdar ve değer veri­len bir başkan göremezsin. AJcsine onlar, her yerde küçümsenen, zelil ve değer­siz kimselerdir.[39]

Demek ki zillet, silinmeyen psikolojik, sosyolojik ve siyasî bir damga an­lamına gelmektedir. Şahsiyet açısından aşağılığı ifade ettiği için psikolojik; toplumda veya toplumlar arasında değersizliği ifade ettiği için sosyal; güçlü devlet adamları çıkaramamak gibi siyasî değer kaybmı ifade ettiği için de si­yasî aşağılık damgası olmaktadır.

Bunların, Nerede bulunursa bulunsunlar onlara zillet damgası vurulmuş­tur hükmüne neden maruz kaldıkları Bakara/61 'de beyan edilmektedir: Al­lah'ın ayetlerini inkar etmeleri; haksız yere peygamberleri öldürmeleri; isyan etmeleri; taşkınlık yapmaları sebebiyle.

Aynı sebepler Âl-i İmran/112'de de sıralanmaktadır.

Âl-i İmran/110-lH'de başka sebepler de sayılmaktadır: Fasıklıklan, müs-lümanlara eziyet etmeleri; savaştan kaçacak kadar korkaklık göstermeleri.

A'raf/152'de ise, buzağıyı tanrı edinip şirke sapmaları, dünya hayatındaki zilletlerinin nedeni olarak gösterilmektedir.

Maide/33'de de Allah ve Rasulüne savaş açmaları ve düzeni bozmaları zil­lete duçar olmalarının sebebi olarak zikredilmektedir.

Onların zillete düşmeleri veya üzerlerine zillet damgası vurulması, yuka­rıda sıralanan eylemlerinin doğal bir sonucudur. Yani onların üzerine zillet damgasına vuran Allah değil, kendi inanç ve davranışlarıdır. Yüce Allah bun­ları, dünya ve ahirette üzerlerine zillet damgası vurulmaması ve insanları bunlardan alıkoymak için anlatmakta; sebep-sonuç ilişkisi bağlamında, zille­te duçar olmaya sebep olan inanç ve davranışların dinî, psikolojik ve sosyo­lojik analizini yapmaktadır.

Yüce Allah bu analizlerini de tarihî olgularla temellendirmektedir.

Kitap ehlinin bir kısmına, özellikle de yahudilere zillet damgasının nasıl vurulduğunu ayetlerden öğrenmemiz mümkündür:

a) Dünya hayatında rüsvaylık vermek suretiyle

Yüce Allah İsrailoğullan'na cana kıymamalarını, yeryüzünde fesat çıkar­mamalarım emretmişti [Maide/32]. Fakat onlar bu emre aldırmadılar, bunun üzerine de rüsvaylıkla cezalandırıldılar. [Maide/33]

Maide/33'de geçen £r (hızyun) kelimesi, belaya uğramak, rezil olmak, utanacak duruma düşmek, zillete düşmek, rezil-rüsva olmak, yüz karası ma­nalarına gelmektedir.

b) Cizye vermeye mahkum edilmek suretiyle

Tevbe suresinde bu zillet durumuna şöyle değinilmektedir:

(Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram kıldığını haram say­mayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, zelil ve hakir olarak elleriyle cizye verinceye kadar savaşın). [Tevbe/29]

Ayette geçen, Zelil ve hakir olarak elleriyle cizye verinceye kadar ifade­si, milletler arası üstünlüğü kaybetmenin, başka milletlerin boyunduruğu al­tına girmenin de zelil olmanın başka bir çeşidi olduğuna işaret etmektedir.

c) Adileşmek

Maide/59'da yahudilerin, müslümanlardan, tüm peygamberlere inanmala­rı nedeniyle hoşlanmadıklarından bahsedilmektedir. Aynı surenin 58. ayetin­de de, namaza çağınlmalarını alay ve eğlence konusu edindikleri bildiril­mektedir.

Maide/60'da böyle davranan yahudilerin, tagut'a taptıkları, bu sebeple de maymun ve domuza çevirildikleri ifade edilmektedir. Ancak bu, onların şek­len/fizikî olarak maymun ve domuza çevirildikleri manasına gelmeyip, insan suretinde görünseler bile, manen maymun ve domuz gibi olduklarına işaret ediyor olabilir.

2. (Allah'ın ahdine ve insanların ahdine sığınanlar müstesna).

Ayette geçen ip kavramını Âl-i İmran/103'de açıklamıştık. Zimmet ve ahd manasına gelen bu kelime, burada Allah'ın ve insanların himayesine sığınma anlamını iade etmektedir. İbn Abbas'ın dediği gibi, Allah'ın ipi iman; insan­ların ipi de himayedir. Başka bir ayette Kur'an'm da Allah'ın ipi olduğu ifa­de edildiğine göre buradaki Allah'ın ipi'ne Kur'an, insanların ipi'ne de akıl manası verilebilir.

Bu durumda, Allah'ın ahdine ve insanların ahdine sığınanlar müstesna ifadesini, Allah'ın dinine ve insanların aklına sığınanlar zillete düşmekten kurtulacaklardır şeklinde anlamak mümkündür.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, fasıklann (yoldan çıkanların), mü'minle-ri incitenlerin, savaştan kaçanların ve Allah'ın yardımından mahrum kalanla­rın zillete düşeceği bir gerçektir. Bu gerçeği değiştirecek olanlar da, yine o insanların kendileridir. Onlardaki olumlu değişim, üzerlerindeki zillet dam­gasının silinip yok olmasına sebep olacaktır. Zillet damgasının silenmesine sebep olacak değişim ise ayette, ilahî vahye ve akla sarılmak olarak belirlen­mektedir.

İlahî vahiy ile akıl, sığınılacak ve zilletten kurtaracak en güvenilir ipler­dir. Yüce Allah'ın gökten yere uzattığı ipi olan vahiy ve akıl, insanları Allah'a ve birbirlerine bağlayacak olan manevî iplerdir. Vahye ve akla sığınan insan­lar zilletten (aşağılanmaktan) kurtulur ve medenî olmanın onurunu yaşarlar.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, din eğitimi, insanları vahyin ve ak­im himayesine sokmalı, vahiy ve akıl ipine sarılma tekniklerini öğretmeli, beyin ve gönüllerinde radikal bir değişim gerçekleştirmeli, zillete düşenleri bu yolla kurtarmalı, düşmemiş olanların da düşmelerine engel olmalıdır. İşte din eğitiminin asıl amacı budur.

Ayetin bu kısmındaki istisna, zilletten kurtulmanın çıkış kapısını göster­mekte; izdihama sebebiyet vermeden o kapıdan çıkmanın inceliklerini öğret­mektedir. Zaten ilahî eğitim, bu çıkış kapısının Allah'ın ve insanların ipine sarılmak olduğunu bildirmektedir.

3. (Allah'ın gazabına uğramışlardır).

Ayetin bu kısmındaki (bâ'û) kelimesi, (el-bev'ü) kelimesinden türe­yen bir fiildir. Bir yere, dönmek; fiil olarak yerleşmek manasına gelmektedir.

Burada, "Onlar gazaba konakladılar/yerleştiler" anlamını ifade etmekte­dir. Yahudiler 110 ve 111. ayetlerde zikredilen günahları işleyince Allah'ın gazabına konaklamış/yerleşmiş oluyorlar. Zilletten kurtulmanın yolunun ne olduğunu yukarda belirtmiştik; bu yolu kullanmayanlar, içinde bulundukları zillet sebebiyle Allah'ın gazabına yerleşip kalmaktadırlar.

4. (Aşağılanmaya/miskinliğe mahkum edilmişlerdir).

Miskinlik, aşağılanmayı ve bu aşağılanma içinde devamlı kalmayı ifade etmektedir. Aslında (mesâkîn) [Bakara/177] kelimesi yoksullar anla­mına gelmektedir, 'ü (meskenet) kelimesi de bunun başka bir kalıbı oldu­ğundan, yoksulluğun ve fakirliğin yerleşik hale gelmesini ifade etmektedir.

Buradaki meskenet, ekonomik bakımdan fakirlik manasına gelebileceği gibi; psikolojik açıdan fakirlik manasına da gelebilir. Öyleyse, yahudiler zen­gin olsalar bile, daima fakirlik duygusu içinde olacaklar; zengin olmaları bu duyguyu ortadan kaldıramayacaktır.

Miskinlik, yani daima kendini fakir hissetme duygusu onların üzerine, bir damga olarak vurulmuştur. Peki bu damga, sadece 110 ve 111. ayetlerde zik­ri geçen günahları işyelen nesle mi vuruldu?

Bu sorunun cevabı, sonraki ayetlerde verilmektedir. Günahlar ve cezalarnesilden nesile intikal etmez. Herkes kendi günahından sorumlu olduğundan, Hristiyanlık'ta olduğu gibi, Hz. Adem'in işlediği günahın nesilden nesile in­tikal etmesi söz konusu değildir. Ancak Yüce Allah hem Hz. Peygamber dö­nemindeki, hem de gelecekteki yahudilere şunu söylemektedir: Geçmişte de­deleriniz şu kötü eylemleri yaptıklarında zillete, Allah'ın gazabına ve miskin­liğe duçar oldular. Aynı eylemleri yaparsanız siz de aynı cezaya uğrarsınız. Tarihin tekerrür etmesini istemiyorsanız Allah'ın ve insanların ipine sımsıkı sanlın; yani Hz. Muhammed'e gelen vahye ve insanların aklına sığının.

Demek ki Yüce Allah tarihî olgulardan hareket ederek, din eğitimi yap­maktadır. Geçmiş nesillere uygulanan cezalara, gelecek nesillerin de çarptı-nlmaması için, eğitim vasıtasıyla kültürel ve dinî değişimin gerçekleştirilme­si gerekir. Olumlu yönde bir radikal değişim gerçekleşmezse, kötülük kader haline gelir, ve bu da Allah'ın değil, insanların kendi alınlarına yazdıkları bir kader olur. İşte ayette, günahkarların üzerine vurulan zillet damgasının, -ki meskenete düşmek ve Allah'ın gazabında sürekli kalmaktır- düşünceler, inanç ve ameller kökten değişime uğramadıkça kader haline geleceği vurgu­lanmaktadır.

Zillet, ilahî gazap ve meskenet gibi psikolojik, sosyolojik ve dinî manadaki cezaların nesillerin hayatından uzaklaşması için Yüce Allah Kur'an'ı göndermiş ve ilahî eğitimi uygulamaya sokmuştur. Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/112 ayetinin ana amacı, bu radikal değişimi gerçekleştirmektir.

Yüce Allah ayetin sonunda, bu cezaların veriliş sebebini, sebep-sonuç iliş­kisi çerçevesinde bildirmektedir.

5. (Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldü­rüyorlardı. Diğer taraftan isyan ediyor ve haddi aşıyorlardı).

Yüce Allah bu ayette, önce neticeleri vermiş sonra da sebepleri zikretmiş­tir. Yani, neticelerden sebeplere giden metodu uygulamıştır. Böylece yaşanan olgulardan hareket ederek sebepleri araştırma metodunu bize öğretmiştir.

Zilleti, ilahî gazabı ve meskeneti getiren şeyler şunlardır: a) Allah'ın ayetlerini inkar etmek

İnkar, kutsal kitabın ayetlerini, peygamberlerin mucizelerini, Allah'ın kudretini gösteren delilleri veya verdiği nimetleri küçümsemeyi kapsayabilir.

Çünkü ayetin başında, İsrailoğullan'na mucizevî olarak çölde bıldırcın eti ve kudret helvası verildiği, onların ise bunları beğenmeyip çeşitli yiyecekler is­tedikleri ve şehre dönmeyi arzu ettikleri bildirilmektedir ki bütün bunlar, in­kar eyleminin içini dolduran şeylerdir. Hangi anlamda alınırsa alınsın bura­da, inkar psikolojisinin toplum hayatında büyük bir değişime neden olduğu ve olacağı vurgulanmaktadır.

b) Haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyle

Geçmişte kitap ehlinin fasıklarının insanlık tarihinde bıraktıkları lekelerin en büyüklerinden biri, peygamberleri öldürmeleridir. Bu lekenin, yahudilerin kaderi haline gelmemesi için analizi yapılmaktadır.

Artık insanlık tarihinde, peygamberleri öldürmek gibi korkunç bir olguy­la karşılaşılmayacaktır; ama başarılı olan kimseleri devre dışı bırakma güna­hı işlenmeye devam etmektedir ki bu da, bu süreci devam ettirecektir.

Zilleti, ilahî gazap ve meskeneti toplum hayatına getiren diğer bir sebep de, Allah'ın elçilerini öldürmektir. Bu olguyu şöyle açıklayabiliriz: Bir dev­letin elçisini öldüren devlet, devletler arasında savaş çıkmasına sebep olmaz mı? Peygamberler de ilahî alemin beşerî alemdeki elçilerdir. İnsanların onla­rı öldürmesi, Allah'a savaş açmaktan başka bir şey değildir. Bu savaşın gali­bi Allah olacağına göre, insanların, mağlubiyetin doğal sonucu olan zillete, gazap ve meskenete duçar olmaları kaçınılmaz hale gelmez mi? Elçiye zeva­lin olmadığı şeklindeki teamülü hiçe sayan toplumlar zillete, gazaba ve mes­kenete uğrarlar.

c) İsyan etmeleri sebebiyle

Allah'ın gazabına, zillet ve meskenete duçar olmalarının bir sebebi de, Al­lah'a ve Peygamberine isyan etmeleri, farklı inanç mensuplarını aşağılamala­rı, onlara eziyet etmeleri ve toplumda bozgunculuk çıkarmalarıdır. Manevî ve sosyal boyutuyla isyan, Allah'ın gazabına, buğzuna neden olmaktadır. Onun için Hucurat//7'de, isyanın müslümanlara kötü gösterildiği bildirilmek­tedir.

d) Haddi aşmaları sebebiyle

İyiliği terk edip kötülüğü yapmak, haddi aşmaktır. İman, ahlâk, hukuk ve sosyal ilişkiler alanında Yüce Allah'ın koyduğu sınırlan aşan kimse, haddi aşmış demektir.

Allah'ın koyduğu sınırların en önemlisi, insan haklarıdır. İnsan haklarını ihlal etmek, Allah'ın sınırlarım çiğnemektir. Âl-i İmran/112 ayetinin bu kıs­mıyla ilgili olarak yaptığımız açıklama bağlamında Bakara/61 ayetine de ba­kılabilir.

Âl-i İmran/112'de zikri geçen davranışlarla, bunlara verilen cezalan şöy­le bir formülle ortaya koyabiliriz:

• İnkar=zillet

• Peygamberleri öldürmek=ilahî gazap

• İsyan ve haddi aşmak= meskenet.

Böyle bir formül kurulamazsa şöyle bir genelleme yapılabilir: İnkar, pey­gamberleri öldürmek, isyan ve haddi aşmak, beraberinde zilleti, ilahî gazabı ve meskeneti getirmiş olup, cezalar eylemlere denktir. Böylece Yüce Allah, modern hukuka, suça denk bir ceza verilmesi gerektiğini ve suçlulara kendi­lerini düzeltme fırsatı tanınması gerektiğini öğretmektedir.

Diğer taraftan da, zilletin gazap ve meskenetin toplumsal bir olgu oldu­ğuna dikkat çekmektedir. Ayette sayılan suçlar ferdî değil, toplumsal boyut­ludur. Suçların toplumsal boyutlu olması sebebiyle cezalar da toplumsal boyutludur. Ayrıca ayetin son bölümünde, verilen cezaların gerekçesi de açıklanarak, kararın gerekçeli olması gerektiğine dikkat çekilmektedir. Böylece modern hukuka, cezanın gerekçesinin açıklanması ilkesini öğret­mektedir. [40]

 

Kitap Ehlinin Hepsi Aynı Değildir:

 

113.  Kitap ehlinin hepsi aynı değildir. Onların arasında, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyan ve secdeye kapa­nan dosdoğru insanlar da vardır.

114. Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar; doğru ola­nı emreder, eğri olandan alıkoyarlar ve hayırlı islerde bir­birleri ile yarışırlar; işte bunlar erdemli insanlardır.

Bu ayetlerin analizinden şu genellemelere varabiliriz:

1. Yüce Allah, yahudi ve hnstiyanlann hepsinin aynı olmadığını ifade bu­yurmuş; aralarındaki farkı da gözler önüne sermiştir. Böylece gruplar, millet­ler veya din mensupları hakkında hüküm verirken, genellemeden kaçınılma­sını, hepsinin aynı kefeye konulmamasım tavsiye etmekte, farklılıklarının dikkate alınmasını önermektedir.

Bir inanç grubuna mensup olanların bazısı, yanlış inanç ve davranışlarda bulunuyor diye hepsinin aynı kefeye konulmaması gerektiğine dikkat çek­mekle Yüce Allah, hataların, suçların ve günahların genelleştirilmemesi, iş­leyen kimseyle sınırlı kalması gerektiğini vurgulamaktadır.

Onun için önce kitap ehlinden fasık olanların inançlarının, şahsiyet ve ey­lemlerinin analizini yapmış, sonra da iyi olanlarının inanç ve davranışlarını açıklamış; ve bunların bir ümmet (grup) olduğunu belirtmiştir.

2. Yüce Allah istikamet içinde olan bu erdemli grubun özelliklerini de saymıştır:

a) (Gece boyunca Allah'ın ayetlerini okurlar, secde ederler).

Allah'ın ayetleri ifadesiyle, Kur'an'ın ayetleri mi, yoksa Kitab-ı Mukad-des'in ayetleri mi kasdedilmektedir? Bu soruya cevap verirken Zemahşeri ve Razi'nin (yetlûne=tila\et ederler) kelimesine, (yu' minûne=inanu-lar) manasını verdikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Tilavet kelimesine, -bir sonraki ibareyle, yani (gece boyunca) ibaresiyle irtibatlandırdığı-mızda- inanmak manası verilemeyeceği anlaşılır.

Gece boyunca inanmak, övgüye değer olmadığı gibi, mantıklı da değildir. Öyleyse buradaki tilavet, okumak anlamındadır.

Tilavet kelimesinin birincil manasının 'okumak', ikincil manasının 'inanmak' olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü iman edilmeyen bir kutsal kitabın ayet­leri gece boyunca okunmaz.

Zemahşeri, Kadı Beydavi ve İbn Abbas, Onların arasında, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyanlar vardır ibaresindeki Allah'ın ayetleri ile "Kur'an ayetlerinin"; Hazin "Allah'ın kitabının" kasdedildiğini söylemektedir.

Peki, Kur'an'a inanan ve Kur'an'ı gece boyunca okuyan kimseyi kitap eh­linden saymak doğru olur mu? Onların arasında, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyanlar vardır ibaresindeki Allah'ın ayetleri ile "Tevrat ve İn­cil'in ayetleri"nin kasdedildiğini söylemek mümkün değil mi?

Ayetlerdeki (ümmet-i kâime=ayakt duran bir grup veya dosdoğru bir grup) ifadesiyle; gece boyunca Allah'ın ayetlerini okurlar ve secde eder­ler ifadelerini bir araya getirdiğimizde, namazın tarifiyle karşılaşırız? Zira kıyam (ayakta durmak), kıraat (Kur'an okumak) ve secde etmek namazın başlıca farzlarıdır. Bu durumda (kâime) kelimesine, "dosdoğru" veya "istikamet üzere olan" manası değil, namazda kıyamda duran anlamı veril­mesi gerekir

Buna göre, kitap ehlinden bir grubun da namaz kıldıklarını ve namazda da Kitab-ı Mukaddes'in ayetlerini okuduklarını söyleyebiliriz. Demek ki ki­tap ehlinin de -tıpkı müslümanlar da olduğu gibi- namaz kılanları da kılma­yanları da vardır.

Aynı vasıflar, Furkan suresinde müslümanlar için de zikredilmektedir:

(Geceleri Rablerine secde ederek ve kıyamda dura­rak geçirirler). [Furkan/64]

Parçanın zikredilerek bütünün kasdedilmesi kaidesinden hareketle bu ayette, namazın parçalarından ikisi zikredilerek namazın bütününün kasde­dildiğini söyleyebiliriz. Aynı kaide, Âl-i İmran/113 ayeti için de geçerlidir; yani kıyam, kıraat ve secde zikredilerek, namazın bütünü kasdedilmiştir.

Zümer/9 ayeti için de aynı kaidenin geçerli olduğunu söyleyebiliriz:

(Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden...) [Zümer/9]

b) (Allah'a ve ahiret gününe inanırlar).

Allah'a ve ahirete inanmak, iman esaslarının temeli olup diğer iman umdelerini de kapsarlar.

Parçayı anarak, bütünü kasdetme kaidesi burada da geçerlidir; yani bura­da da iman esaslarından ikisi zikredilerek tümü kasdedilmiştir.

c) (İyiliği emreder; kötülükten sakındırırlar).

Burada, Âl-i İmran/104 ve 110. ayetlerde müslümanlardan istenen maru­fu emredip münkerden nehyetme görevini kitap ehlinden bir grubun da yeri­ne getirdiğine şahit oluyoruz.

Bu, kitap ehlinden bir grubun, Peygamberimizden önceki devirlerde de, Peygamberimiz döneminde de bu görevi yerine getirdiğine ve daha sonraki dönemlerde de bu görevi yerine getireceklerine işaret etmektedir.

d) (Hayırlı işlere koşarlar).

İnsanlığın yararına olan her işe koşmayı ve iyilik yapmayı kendilerine şiar edinmişlerdir. Kitap ehlinden böyleleri, Peygamberimizden önce ve Peygamberimiz döneminde bulunduğu gibi, Peygamberimizden sonra da bulunacaktır. Ayette, "Hayır yaparlar" denmeyip, "Hayra koşarlar" denme­si manidardır ki bu, iyilik yapmayı tutku haline getirdiklerine işaret etmek­tedir.

e) (Onlar iyilerdendir).

Bundan önceki özellikler, salih kavramının tanımı niteliğindedir. Salih/er­demli kimse bu ayetlerde, Allah'a ve ahirete inanan, Allah'a ibadet eden, iyi­yi emredip kötüden sakındıran ve hayra koşan kimse olarak tanımlanmakta­dır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Âl-i İmran/113-114 ayetleri, Bakara/62 ile Maide/69 ayetlerinin tefsiri niteliğindedir. Bu ayetlerde, müslümanlann, ya-hudilerin, hristiyanlann ve sabiilerin Allah'a ve ahirete iman edip iyi ameller işleyenleri ele alınmaktadır. "İyi ameller" ifadesiyle nelerin kasdedildiğini de Âl-i İmran/113-114'de bulmaktayız. Buna göre iyi amellerden kasıt, namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, hayra koşmak ve erdemli ol­maktır.

Âl-i İmran/110'da müslümanlann özelliklerine dair zikredilenlerin bir kıs­mı bu ayetlerde ele alınmakta, müslümanlarla kitap ehlinin bu grubu arasın­daki bu benzerlikler ortaya konmaktadır. [41]

 

İyilikler Karşılıksız Kalmaz:

 

775. Onların yaptığı hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmaya­caktır; çünkü Allah, takva sahiplerini iyi bilir.

Âl-i İmran/113-114'de zikri geçen kitap ehlinden mü'min olanların amel­lerinin durumu, 115. ayette açığı kavuşturulmaktadır.

Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır ifadesinde ge­çen (kefere) kelimesinin lügat manalarından biri de örtmektir. Öyleyse ke­lime burada, onların amellerinin örtülmeyeceğim, değerlendirme dışı bırakıl­mayacağını ifade etmektedir. Yüce Allah iman edip iyi amel işleyenlerin amel­lerinin inkar edilmeyeceğine, bir zerresinin bile değerlendirme dışı bırakılma­yacağına, karşılıklarının fazlasıyla verileceğine dikkat çekmektedir.

Amelin inkar edilmemesi, sevap ve mükafattan mahrum bırakılmaması anlamına da gelir.

Bakara/l 10'da bu hususu açıklamıştık:

(Yaptığınız her iyiliği Allah'ın katında bulacak­sınız). [Bakara/110]

Dünyada yapılan iyilikler kaybolmaz, boşa gitmez; Allah katında en kü­çük zerresine kadar tesbit edilip değerlendirilir ve karşılıkları sahiplerine ek­siksiz ödenir.

Başka ayetlerde de şöyle buyurulmaktadır:

(Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir). [Bakara/272]

(Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onu görecek). [Zil-zal/7]

Bu konunun üzerine bu kadar fazla durulması, insanların motive edilmesi açısından son derece faydalıdır. Yapılan iyi amellerin Allah tarafından değerlendirileceğini ve karşılıklarının verileceğini bilmek ve inanmak, bir yandan iyiye teşvik görevi görmekte, diğer yandan da insanların merakını gidermektedir.

(Allah takva sahiplerini bilir).

İman etmek, namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, hayra koşmak ve erdemli olmak, takvanın (ruh olgunluğunun) önemli basamakları­nı, hatta muttaki (kamil insan) olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

Allah'ın, muttakileri görüp bildiğini ifade etmesi, insanın geçtiği merhale­lerin hepsinin ilahî bilgide yer aldığını göstermektedir.

Bu ayeti insanların hayatına uyarladığımız da şöyle bir çıkarım yapabili­riz: Başarılı insanların ürettikleri asla görmemezlikten gelinmemeli; mutlaka değerlendirmeye tâbi tutulmalı ve karşılığı verilmelidir. Onların geçirdikleri merhaleler, eriştikleri dereceler, sahip oldukları olgunluklar iyi takip edilme­lidir. Eğitimcilerin görevi, insanların potansiyel kabiliyetlerini ulaşabilecek­leri nihaî noktaya ulaştırmaktır; bunun için de insanların manevî gelişimleri­nin iyi takip edilmesi gerekir.

Onun için Allah Teala, Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir [Bakara/197] bu­yurmaktadır. Medeniyetin gelişmesinde emeği geçen insanların, yaptıkları­nın bilinmesi ve takdir edilmesi halinde, insanlığın geleceği daha aydınlık olacaktır. [42]

 

İmansız Amel Fayda Vermez:

 

116. İnkar edenlere gelince: Onların mallan da evlatları da kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemliklerdir; onlar orada ebedî kalacaklardır.

117.  Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendi kendilerine zulmeden bir halkın ekinlerine musallat olan ve onu mahveden dondu­rucu bir rüzgara benzer. Onlara haksızlık yapan Allah de­ğildir, fakat onlar kendi kendilerine haksızlık yapıyorlar.

Âl-i İmran/116 ayetiyle Âl-i İmran/10 ayeti, muhteva açısından birbirine yakındır. İkisi arasındaki tek fark, birinin İşte onlar, cehennemliklerdir; ora­da ebedî kalacaklardır [Âl-i İmran/116] ifadesiyle son bulmasına karşılık, di­ğerinin Onlar cehennemin yakıtıdır [Âl-i İmran/10] ifadesiyle son bulması­dır.

Âl-i İmran/10'da, inkar edenlerin mal ve evlatlarının kendilerine Allah ka­tında fayda vermeyeceği ifade edilirken Firavun örneği kullanılmakta; Âl-i İmran/116'da ise kafirlerin dünya hayatındaki harcamalarının durumu tabiat olayları ile örneklenmektedir. Yani 10. ayette tarihî bir olgu; 116. ayette ise tabiat olayları örnek gösterilmektedir. Böylece tarihteki sosyal olgularla tabi­at olayları arasında bir benzerlik kurulmaktadır. Şimdi ayetlerin analizini ya­parak genellemelere varabiliriz:

1. Hakikati inkar edenler kimlerdir?

İbn Abbas, Bakara/41 ayetini delil göstererek, ayetteki kafirlerden maksa­dın, yahudi olan Benî Kureyza ve Benî Nadir kabileleri olduğunu söylemiş­tir. Çünkü Allah Teala yahudilere, Ayetlerimi az bir bahaya değişmeyin bu­yurmaktadır.

Bazıları da, ayette geçen kafirler ile, Kureyş müşriklerinin kasdedildiğini söylemişlerdir. Zira Ebu Cehil ve diğer müşrikler mallarıyla iftihar ediyorlar­dı. Bundan dolayı müşrikler hakkında şöyle buyurulmuştur:

(Biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik;

ki onlar mal ve görünüş olarak onlardan daha üstündüler). [Mer­yem/74]

Bazı müfessirler de, ayetin Ebu Süfyan hakkında indiğini söylemişlerdir.

Razi ayetin bütün kafirler hakkında nazil olduğu fikrini savunmaktadır. Zira Hz. Peygamber dönemindeki kafirler, "Eğer Muhammed hak üzere ol­saydı, Rabbi onu böyle fakirlik ve sıkıntı içinde bırakmazdı" diyorlardı.[43]

Bu açıklamalardan hareketle şu genellemeyi yapabiliriz: Âl-i İmran/10 ve 116. ayetlerinin iniş sebebi, Peygamberimiz dönemindeki kafirlerin İslâm'a karşı takındıkları olumsuz tavır olmakla birlikte, bu durum, ayetin evrensel­liğine engel teşkil etmez. Zira, Peygamberimiz döneminde olduğu gibi, daha sonra da İslâm'a karşı çıkan, malı ve canıyla bu uğurda gayret gösteren kafir­ler daima olacaktır. Öyleyse ayet, geçmiş ve gelecekteki kafirlerin tümünü kapsamaktadır.

2. Ayetin eğitimle ilgili amacı nedir?

Kafirler, Kur'an'ı ellerine alıp okumayacaklarına göre, ayetin amacı müs-lümanlan eğitmek olmalıdır.

Hakikati inkar etmenin, amelleri boşa gidereceğinin bildirilmesi, müslü-manlann küfre dönmelerini engelleme amacına yöneliktir. İnkar psikolojisi­nin amelleri nasıl boşa giderdiği gösterilerek, bilinçli bir şekilde iman etme­nin önemi vurgulanmaktadır.

3. Mal ve evlatlar nerede ve ne zaman fayda vermez?

(Onları ne mallan ne de evlatları Allah'a kar­şı koruyabilir).

Ayetin bu kısmında geçen (len tuğniye anhum) ifadesine, Kadı Beydavi, Hazin, Nesefi ve İbn Abbas "Onları Allah'ın azabından korumaz" anlamım vermişlerdir. Demek ki mal ve evlatlar ne ahirette, ne de dünyada Allah'ın azabını önlemek konusunda bir fayda verir.

Şöyle de diyebiliriz: İnkar edenlerin mal ve evlatları Allah'tan bir fayda alıp getirmez. Çünkü Âl-i İmran/22 ayetine göre, kafirlerin amelleri boşa git­mektedir.

Nitekim Hz. İbrahim Allah'a şöyle dua etmiştir:

(O gün, ne mal fayda verir; ne de çocuklar. Ancak Allah'a selim kalp ile gelenler (fayda bulur). [Şuara/88-89]

Görüldüğü üzere peygamberlerin atası Hz. İbrahim, mahşerde mal ve ev­latların fayda vermeyeceğini, sadece selim kalbin fayda vereceğini söyle­mektedir. Selim kalp, Allah'a teslim olmuş, O'na yönelmiş, O'nunla barışık olan ve O'na inanan kalptir. İnsana fayda verecek olan gönlündeki oluşum (iman) olduğu gibi, faydayı engelleyeek olan da gönlündeki oluşumdur (in­kardır).

Âl-i İmran/91'de ifade edildiği üzere, kafirlerin ve kafir olarak ölenlerin hiç birinden fidye kabul edilmeyecektir; yeryüzü dolusu altın verseler bile!

Sebe suresinde de şöyle buyurulmaktadır:

(Sizi bi­ze yaklaştıracak olan ne mallannızdır, ne de evlatlannızdır. İman edip iyi amelde bulunanlar müstesna; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükafat vardır. Onlar, (cennet) köşklerinde huzur ve güven içindedirler). [Sebe/37]

4. Mal ve evlatlar niçin fayda vermez?

Mal ve evlatların niçin fayda vermeyeceğini yukarda ifade etmiştik, bura­da ise kısaca, "inkarları sebebiyle" diye cevap vereceğiz. Ayetin sonu dikka­te alındığında, inkarın, onları ebedî olarak cehennem yaranı yapacağı, bu ne­denle de mal ve evlatlarının faydasını göremeyecekleri anlaşılır.

Hakikati inkar edenlerin ebedî olarak cehennemde kalacak olmaları, mal ve evlatlarından faydalanmalarını engellemektedir. Zaten inkar edenler, mal ve evlatlarından fayda görselerdi, cehennem azabından korunmuş olur­lardı.

5. Kafirlerin infakının durumu

(Onların, bu dünya ha­yatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zul­metmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgarın durumu gibidir).

inkar edenlerin infaklan, dondurucu bir rüzgarın ekini mahvetmesi gibi mahvolmaktadır. Ayetteki rîh kelimesi, rüzgar, (sırr) kelimesi ise dondu­rucu/kavurucu soğuk manasına gelir. Demek ki inkar, tıpkı dondurucu/kavu­rucu bir rüzgarın ekini mahvetmesi gibi, yapılan infakı mahvetmektedir.

Zemahşeri buradaki benzetmeyi şöyle açıklamaktadır:

Onların infaklannın durumu, dondurucu rüzgarın mahvettiği ekinin durumu gibidir. Harcamalar ekine değil, ekini mahveden rüzgara benzetilmektedir.[44]

Zemahşeri, iki türlü benzetme yapmaktadır: Birinde infakı rüzgara; diğe­rinde ise dondurucu rüzgarın mahvettiği ekine benzetmektedir. Onların inka­rının dondurucu soğuğa; infaklannın da ekine benzetilmesi bizce daha uygun olur.

"Kendilerine zulmeden toplum" ifadesi, kafirlerin kendilerine zulmettiği­ni gösterdiğine göre, inkar, dondurucu soğuğa değil, zulme benzetilmiş olu­yor.

Kendilerine zulmeden kimselerin infakının, -inkarları sebebiyle- ekini mahveden dondurucu soğuğa benzetildiği kabul edilebilir.

117. ayette, tabiat olaylarından misal verilerek, manevî oluşumlar açıklan­maktadır. Yine, yakından uzağa metodu kullanılarak, dünyadaki oluşumlarla ahiretteki durum açıklanmaktadır.

Bu temsilde iman, gönüldeki ılıman iklim ortamına, bu iklim ortamında­ki infak da ekine yarayan hafif rüzgara, infakın sevabı da karşılığı kat kat alı­nacak olan ürüne benzetilmektedir. İşte Hz. İbrahim'in duasında geçen "se­lim kalp" bu iklim ortamıdır.

6. Allah insanlara zulmetmez, insanlar kendilerine zulmetmektedir

Âl-i İmran/117 ayetinin sonunda İslâm dininin temelini teşkil eden en önemli kaidelerden birine dikkat çekilmektedir:

(Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar). [Âl-i İmran/117]

Yüce Allah, yarattığı aciz kula zulmetmez; tam tersine onun mutlu olma­sını ister. İnsanların başına gelen belaların, kötülüklerin ve problemlerin Al­lah'tan olduğu inancı, Allah'ın zulmetteği gibi bir yanılgıya sebep olmaktadır. İşte Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar ifadesi, Allah'ın insana zulmetmediğini, aksine insanın kendi kendine zulmettiğini vurgulamaktadır.

İnsana zulmedenin Allah olmayıp bizzat insanın kendisi olduğu gerçeği, Hz. Adem'in tevbesinde de yer almaktadır:

(Adem ile eşi dediler ki: "Ey Rabbi-miz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acı­mazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz"). [Araf/23]

Görüldüğü gibi Adem ile Havva, yasak ağacın meyvesinden yemekle ken­di kendilerine zulmettiklerini itiraf ederek af dilemekte; hatalarına Allah'ı or­tak etmemektedirler. Çünkü Allah kulunu yasakladığı şeye sürüklemez. Eğer öyle olsaydı, kulun hiçbir sorumluluğu olmazdı. [45]

 

İnsan İlişkilerinde Aklı Kullanmak:

 

118. Siz ey iman etmiş olanlar! Sizden olmayan kişileri can yoldaşı edinmeyin. Onlar sizi yoldan çıkarmak için el­lerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler. Ve sizi sıkıntıda görmekten hoşlanırlar. Şiddetli öfke ağızlarından taşmak­tadır; kalplerinde sakladıkları ise daha da kötüdür. Aklını­zı kullanırsanız, size ayetleri açıkladık.

Ayetin açıklamasına tarihsel boyutuyla başlamayı uygun görüyoruz.

1. Ayetin nüzul sebebi

Ayette sözkonusu edilen düşmanların, önceki iki ayette geçen kafirler ol­duğunu söyleyenler vardır. Razi bu görüşle birlikte; düşmanlardan kasdın, 119. ayette geçen münafıklar olduğu görüşünü de nakletmektedir. Ebu'1-A'la el-Mevdudi'nin naklettiği nüzul sebebi ise şudur:

Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm'dan önce yahudi kabileleriyle dostluk/ittifak antlaşmalan yapmışlardı. Müslüman olduktan sonra yahudilerle dostane ilişki­lerini sürdürdüler. Yahudiler Hz. Muhammed'in davasına karşı duydukları kin ve nefretten dolayı İslâmiyet'i kabul edenlerle samimi olmak istemiyorlardı. Yahudiler, görünüşte Ensar'la eski ilişkilerine devam ettiler, ama içten içe onla­ra düşmanlık beslemeye başlamışlardı. Fakat bir yandan da dostluk perdesi al­tında müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmaya çalışıyorlardı. İşte Yüce Allah, münafıkça davranan bu insanlar için müslümanlan uyarmaktadır.[46]

Ayetin iniş sebebi olarak kafirlerin, münafıkların ve yahudilerin tutumla­rını gösteren görüşün analizini yapacak olursak şöyle diyebiliriz: Razi'nin de­diği gibi, bir sonraki ayet, Sizden olmayan kişileri... ifadesinde kasdedilenle-rin kimler olduğuna açıklık getirmektedir. Buna göre, 118. ayetteki Sizden ol­mayan kişileri... ifadesiyle kasdedilenler, 119. ayette zikri geçen ikili oyna-yanlar'dır.

Sizden olmayan kişileri... ifadesiyle, müslümanlar dışındaki bütün inanç mensuplarının: müşriklerin, kafirlerin, münafıkların ve kitap ehlinin kasdedi-lip kasdedilmediğini tesbit edebilmek için, Mümtehine/1 ayetine gidilmesi gerekir. Mümtehine suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin). [Mümtehine/1]

Bu ayetten, Sizden olmayan kişileri... ifadesinden kasdın, düşmanlık bes­leyenler ve ikili oynayanlar olduğu net olarak anlaşılmaktadır. Zira, her kafir Allah'a düşman olmayabilir; küfrünü düşmanlığa, düşmanlığım eyleme dö-nüştürmeyenler bulunabilir. Onun için Yüce Allah, düşmanlık yapmayı ve ikili oynamayı ölçüt olarak kullanmaktadır.

Bize göre ayette, sadece tarihin bir döneminde Mekke ve Medine ile sı­nırlı olan bir ilke değil, kıyamete kadarki tüm nesilleri kapsayan evrensel bir ilke konulmaktadır.

Şimdi ayetin analizine geçebiliriz: 2. Allah müslümanlan korumaktadır

Ey iman edenler! Sizden başkasını can dostu edinmeyin ifadesinde geçen ve "can dostu" diye tercüme ettiğimiz (bıtâne) kelimesi, ayetin eksenini teşkil etmektedir. (batane), gizli olmak, gizlenmek, vadiye girip yürümek, işle birlikte kullanılınca iç yüzünü bilmek, (batune) kalıbından alınınca, karnı büyük olmak, mal ile kullanılınca malı çok olmak; (ebtane) kalıbın­dan alınınca elbiseye astar çekmek, (battane) kalıbından birini sırdaş edinmek anlamına gelmektedir. (el-Bâtın) Allah'ın isimlerinden biri olup gizli olan bütün sırlan bilen anlamına gelir.

Demek ki t'u. (bıtâne) kelimesi birbirine sırlarını açabilen, sırdaş anlamı­na gelmektedir.

Bu manadan hareketle diyebiliriz ki: Ayette, müslümanlara kendilerinin dışındaki insanlarla komşuluk yapmalarına, ekonomik ilişkiler kurmalarına izin verilmekte, ama onları sırdaş, can dostu edinmeleri yasaklanmaktadır. Ayrıca ayetten, müslümanın müslümana can dostu, sırdaş olduğu ve olması gerektiği sonucu da otomatikman anlaşılmaktadır. Bir müslüman, bir müslü­manın can dostu olup, işlerinin iç yüzüne vakıf olabilir, ama başkasına bu sır­lan açmamalıdır.

Ayetin nüzul sebebine değinirken, Allah'ın ve müslümanlann düşmanlan-nın dost edinilemeyeceği ölçütünü göz önüne sermiştik. Şimdi de, Sizin dışı-nızdakileri can dostu edinmeyin emrinin, hangi ölçüde yerine getirileceğine açıklık getirelim.

Mümtehine suresinde buyuruluyor ki:

(İnancınızdan dolayı size karşı savaşmayanlara ve sizi yurtlannızdan çıkarmayanlara ge­lince, Allah, onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adil davrananı sever). [Mümtehine/8]

Bu ayette şu ölçüt verilmektedir: Farklı inanç mensuplan müslümanlara inançlanndan dolayı savaş açmıyor ve müslümanlan yurtlanndan çıkarmı­yorlarsa, müslümanlar onlara nezaketle muamele etmelidir.

(Allah, yalnızca, inancınızdan dolayı size karşı savaşanlara ve sizi ana yurdunuzdan çıkaranlara veya başkalarının çıkarmasına yardım edenlere dostlukla yaklaşma­nızı yasaklar). [Mümtehine/9]

Mümtehine/8 ayeti kiminle dostluk kurulabileceğini, Mümtehine/9 ayeti de kiminle dostluk kurulamayacağını bildirmektedir. Bu iki ayet, Sizden baş­kasını sırdaş edinmeyin [Âl-i İmran/118] emrinin tefsiri niteliğindedir. Can dostluğunu, sırdaşlığı ortadan kaldıran sebeplerin bir kısmı aynı ayetin deva­mında belirtilmektedir.

3. (Onlar size zarar vermek için ellerinden gelen hiçbir ça­bayı esirgemezler).

Buradaki "zarar vermek" ifadesinin, "yoldan çıkarmak" manasına alınması uygun olur. Ayetin bu kısmında geçen 'M (el-ilvü) kelimesinden türeyen  iye'lû) kalıbı, bir işi tam yapmamak, kusur etmek; el-habâl kelimesi de, hay­vanın doğal dengesini (sağlığını) bozan hastalık anlamına gelir.

Burada ise 'îti (habal) kelimesi sosyolojik manada, toplumun dengesi­ni bozan sosyal hastalık manasında kullanılmaktadır.

Bu manalardan hareketle denebilir ki, müslümanlann, sosyal dengelerini bozmak hususunda ellerinden gelen hiçbir fırsatı kaçırmayan, ellerinden ge­leni ardına bırakmayan insanlarla can dostu olmaları yasaklanmıştır.

4. (Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler).

Ayetin bu kısmındaki (vedde) fiili, hoşlanmak, arzulamak, derinden is­temek, V (anit) kelimesi ise, zorluk, zarar, meşakkat, sıkıntı, başarısızlık manalarına gelir.

İman edenlerin sıkıntıya düşmelerinden zevk alan, onların sıkıntı içinde olmalarını arzuluyan kafirler, sırdaş/dost edinilmeye layık değildirler.

5. (Şiddetli öfke ağızlarından saçılmaktadır).

Müslümanları doğru yoldan çıkarmak için ellerinden geleni yapmaları, sı­kıntıya düşmelerini istemeleri ve kinlerinin ağızlarından dökülmesi onların dost olmadığını göstermektedir. Ağızdan çıkan kelimeler, insanın içindeki ki­ni ele verir. Yüce Allah bu ayetleri, müslümanlann bunu anlamalarını ve kin sahiplerini tanımalarını sağlamak için göndermiştir. İnsanlar, simalarından tanındığı gibi, sözlerinden ve seslerinin tonlarından da tanınabilir:

(Dileseydik, onları sana gösterirdik, sen de onları simalarından tanırdın; ama sen onları seslerinin tonundan mutlaka tanırsın). [Muhammed/30]

Bu ayetten anlaşılıyor ki, kindar insan simasından tanınabilir; siması gö­rülmediğinde ise sesinin tonundan, konuşmasından, yazılarından, kitapların­dan tanınabilir. Yeter ki, insanı ses tonundan ve kelimelerin renginden tanı­yacak kültüre sahip olunsun. Bu kültüre sahip olmayanlar ise, insanları sima­larından, ses tonlarından, konuşma ve yazılarından tanıyamazlar. Düşmanını tanımayanlar da kendilerini koruyamazlar; tehlikeye açık hale gelirler.

Kin dolu kelime, mikroba benzer. Tanınıp bilinmeyen mikrobun sebep ol­duğu hastalığa teşhis konulamaz, teşhis konulamayınca da tedavi yapılamaz. Onun için Muhammed/30'da, ses tonunun, konuşma üslubunun tanınması ha­linde, kusulan kinden korunma imkanı olacağına dikkat çekilmektedir.

Muhammed/29'da kinin bir kalp hastalığı olduğu ifade edilmektedir:

(Yoksa kalplerinde hastalık olanlar, Allah'ın içlerindeki kinlerini asla dışarı çıkarmayacağını mı sandılar)? [Mu-hammed/29]

Kalpteki bu hastalığın belirtisi, ağızdan dökülen kelimelerdir. Bu kelime­lerin tonu, kalpteki kini ele verir.

6. (Kalplerinde sakladıkları kin daha büyüktür).

Yani, kafir veya münafıkların kalplerindeki kin o kadar büyüktür ki, bunu gösterecek kelime bulamamaktadırlar. Ağızlarından dökülen kin dolu keli­meler, kalplerindeki kinin büyüklüğünü göstermekten acizdir. Kalplerindeki kin, ağızlarından dökülenden çok daha büyüktür.

7. (Biz, işaretleri sizin için açık ve anlaşı­lır kıldık, eğer aklınızı kullanırsanız).

Buradaki ayet kelimesi, işaret anlamına alınmalıdır. Çünkü Âl-i İm-ran/118'de can dostu/sırdaş edinilebilecek kimselerin işaretleri, vasıflan bil­dirilmektedir. Kafir ve münafıkların müslümanlara zarar verme konusunda ellerinden gelen her fırsatı değerlendirmeleri, müslümanlann sıkıntıya düş­melerini istemeleri, müslümanlara karşı ağızlarından kin saçmalan, müslü­manlara karşı kalplerinde besledikleri kinin ağızlanndan dökülenden daha büyük olması birer ayet, yani işarettir.

Ama Yüce Allah, bu ayetlere (işaretlere) akıl ile yaklaşılmasını istemek­te, aklın ve düşüncenin harekete geçirilmesini önermektedir. Eğitim açısın­dan bu şu anlama gelir: Kötülüğe kötülükle, entrikaya entrikayla ve kine kinle karşılık vermek yerine akılla karşılık vermek en iyi yoldur. Bu işaretlere akılla yaklaşmanın iki türlü faydası vardır:

a)  Akılla yaklaşıldığında, kafir veya münafıkların sözlerinden kinlerini anlamak, plan ve amaçlarının farkına varmak mümkün olur;

b) Akılla yaklaşmak, onların kötülüklerinden sakınma imkanı verir.

Kin kokan söz ve davranış sahibine akılcı bir tavırla mukabele etmek bir erdemdir, hem de erdemlerin en büyüğüdür. Karşıdaki kişinin kin duyduğu­nu anlamak, aldanmayı önleyeceğinden bir ferasettir. İşte Allah Teala, Aklı­nızı kullanırsanız ifadesiyle, düşünce ve bilincin oluşturduğu bu ferasete dik­kat çekmektedir. Hz. Peygamber de, feraset hakkında şöyle buyurmuştur:

Mü'minin ferasetine sakının; çünkü o, Allah'ın nuruyla bakar.

Diğer taraftan Yüce Alllah, din eğitiminin eskimeyen ve değişmeyen ev­rensel bir ilkesini de uygulamakta ve hatırlatmaktadır. Bu ayette (beyyen-nâ=açıkladık) ifadesiyle, müslümanlara kimlerin dost olamayacağı bildiril­miştir. Din eğitimcilerinin de müslümanlara dostlarını ve düşmanlarını öğret­meyi bir amaç edinmeleri gerekir. [47]

 

Kinin Davranışlara Yansıması:

 

119. Siz onları sevmeye hazırsınız ama onlar, bütün kitap­lara inansanız bile sizi sevmeyecekler. Ve sizinle karşılaş­tıklarında "İman ettik" derler, kendi başlarına kaldıkla­rında da size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizle kahrolun!" Allah kalplerin içindekini hak­kıyla bilmektedir.

118.  ayette açıklanan işaretlerin bu ayette nasıl ortaya çıkıp davranışları yönettiklerine dikkat çekilmektedir.

Bu ayette, öncelikle sevgi ele alınmakta ve mü'minlere hitaben, Siz onla­rı sevmeye hazırsınız ama onlar, bütün kitaplara inansanız bile sizi sevmeye­cekler denilmekte ve böylece yanılgıya düşmeleri önlenmektedir.

Bu ayeti, bir önceki ayetle irtibatlandırarak diyebiliriz ki: Aklın, düşünce­nin ve bilincin bulunmadığı insan ilişkilerinde sevgi yanıltıcı rol oynayabilir. 118. ayetin sonundaki, Aklınızı kullanırsanız ifadesinin ardından 119. ayette sevginin yanıltabileceğine dikkat çekilmiştir.

119.  ayette, müslümanlann kitap ehlinin inandığı Kitab-ı Mukaddes'e ve bütün kitaplara inansalar bile, onların sevgisini kazanamayacaklarına işaret edilerek, aradaki problemin onların kitaplarına inanıp inanmamakla alakalı olmadığı, tevhid inancıyla ve onlar gibi yaşamamakla alakalı olduğu vurgu­lanmaktadır. Dünya görüşü ve hayat tarzı, imanın önüne geçerek sevgiyi ön­lemektedir. Kafirlerin veya münafıkların derdi, müslümanlann neye ve nasıl inandıkları değil, nasıl yaşadıklarıdır.

Onlar adeta şöyle diyorlardı: Dünyaya bizim gibi bakar, bizim hayat tarzı­mızı benimserseniz, inancınız farklı da olsa sizi sevebiliriz. Bizim kutsal kita­bımıza ve peygamberlerimize inanmanız sizi sevmemiz için yeterli değildir.

Bu açıklamadan hareketle sevgiyi harekete geçiren güçlerden bahsedebi­liriz. Bir doğuştan gelen ve doğal olarak insanın gönlünden çeşitli objelere yönelen sevgi vardır; bir de sosyal hayattaki birlikteliklerin, hayat tarzındaki benzerliklerin tesiriyle oluşan sevgi vardır. Aynı ideolojiyi paylaşan, aynı ha­yat tarzına sahip olan ve aynı müesseselerde buluşan insanların arasındaki sevgi gibi. Farklı inanca mensup olsalar bile, aynı partide olmaları, aynı ide­olojiyi paylaşmaları ve aynı yaşam tarzına sahip olmaları insanları birbirini sevmeye iter.

Evet, ortak dünya görüşü, aynı grubun mensubu olma, aynı alışkanlıklara sahip olma ve aynı siyasî bakış açısını paylaşma -bazen inancın da önüne ge­çerek- insanlar arasında bir sevgi oluşturur. Buna, birlikteliklerin meydana getirdiği sevgi diyebiliriz.

Onun içindir ki Allah Teala, Bütün kitaplara inansanız bile onlar sizi sev­mezler buyurmak suretiyle onların ruh yapısını analiz etmektedir.

Ayetin ikinci bölümünde de onların ikili oynamaları ele alınmakta ve kin­lerinin davranışlarına nasıl yansıdığına dikkat çekilmektedir:

(Sizinle karşılaştıklarında, "Biz inanı­yoruz" derler, ama kendi başlarına kalınca, size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar).

Münafıkların, inanmadıkları halde inandıklarını söylemelerinin bir alış­kanlık olduğunu Bakara/8'de ifade etmiştik. Bununla ilgili birkaç örnek ve­relim:

• Onlar ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylerler. [Âl-i İmran/167]

• Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. [Fetih/11]

• Onlar imanın kalplerine inmediği insanlardır. [Hucurat/14]

• Onların davranışları aldatmaya yöneliktir. [Bakara/2/9]

• Onlar iman edenlerle karşılaşınca, "İman ettik" derler ama reisleriyle başbaşa kalınca iman edenlerle alay ettiklerini söylerler. [Bakara/2/14]

Böylece Yüce Allah, münafıkların sözleri ile kalplerinin, sözleri ile dav­ranışlarının birbirini tutmadığını gözler önüne sererek, onların şahsiyetleri­nin analizini yapmakta; münafıklarda, şahsiyet parçalanması olduğuna dik­kat çekerek, müslümanlann aldanmasını önlemektedir.

(Ama kendi başlarına kalınca, size karşı öfkele­rinden parmaklarını ısırırlar).

Bunun anlamı şudur: Münafıklar kinleri sebebiyle akrebe dönüşerek ken­di kendilerini zehirlemektedirler. Zira kalplerindeki kin, parmaklarını ısırma­larına neden olmaktadır. Kin, sahibini zehirleyip ölümüne sebep olduğu için­dir ki Yüce Allah Hz. Peygamber'e şöyle demesini emretmektedir:

2. (De ki: "Kininizle ölün").

Kin ölümcül bir psikolojik hastalıktır. Kin öncelikle insanın erdemini kat­letmekle ortaya çıkar. İnsanın psikolojik yapısındaki bütün erdemleri zehir­ler ve öldürür. Yine kin insan ilişkilerini ve insan sağlığını da mahveder. Kı­saca ayetin bu kısmında, kinin nelere mal olduğu açıklanarak, psikolojik açı­dan eğitim yapılmaktadır.

(Şüphesiz Allah, kalplerde ne varsa hepsini bilir).

İnsanların neden böyle ikili oynadıkları ayetin bu kısmında açıklanmakta­dır. Eğer insan, gönlündeki fırtınaların Allah tarafından bilindiğine inansay­dı, bu şekilde davranmazdı. Kalbindekileri Allah'tan gizleyemeyeceğine inanmak, müslüman olmanın olmazsa olmazlarından biridir.

Sosyolojik oluşumların, toplumsal ilişkilerin arkasındaki nedenlerin ço­ğunlukla psikolojik olduğunu vurgulayan Yüce Allah, kinin ölümcül bir psi­kolojik hastalık olduğuna dikkat çekmektedir. [48]

 

Sabır Ve Takva Zarardan Korur:

 

120. Eğer bir iyilikle karşılaşırsanız bu onları üzer, ve başı­nıza bir kötülük gelince de memnun olurlar. Ama eğer zor­luklara karşı sabreder ve takvalı davranırsanız (ruh olgun­luğu gösterirseniz), onların hileleri size hiçbir zaman zarar vermez. Zira Allah onların tüm yaptıklarını kuşatıcıdır.

Bu ayet, 118-119. ayetlerin devamıdır. Müslümanlara fenalık etmekten geri durmayan, sıkıntıya düşmelerini isteyen, onlara karşı kalpleri kin dolu olup ağızlarından da kin ve düşmanlık saçan, onları sevmeyen, onlara karşı ikili oynayan münafıkların tavırlarından biri de, müslümanlara bir iyilik do­kunduğunda tasalanmaları, kötülük dokunduğunda sevinmeleridir. Bu ayette geçen (messe=dokunma) kelimesini, Bakara/236-237'de açıklamıştık. Bu kelime şu ayetlerde, yorgunluk, sıkıntı, hayır ve şer ile birlikte geçmektedir: Yorgunluğun dokunması [Kaf/38]; sıkıntının dokunması [İsra/67]; şerrin ve iyinin dokunması [Mearic/19-20] ayetlerinde işlenmektedir.

Zemahşeri Âl-i İmran/120'de geçen mess kelimesine "isabet etmek" anla­mını vermektedir.[49]

Başına gelen olaylar insanın duygu alemine dokunur ve orada bir takım oluşumlar meydana getirir. Birine dokunan bir şey de, başkasının duygu ale­mini etkileyip orada bazı değişimler ortaya çıkartabilir. Burada sosyal olay­lardan, psikolojik oluşumlara geçiş vardır. Âl-i İmran/120'de müslümanlara dokunan iyilik ve kötülük ele alınırken, Tevbe suresinde ferde isabet eden iyilik ve kötülüğün başkalarında meydana getirdiği psikolojik tutum ele alın­maktadır:

(Eğer sana bir iyi­lik dokunursa bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse, "İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız" derler ve böbürlenerek dönüp giderler). [Tevbe/50]

Ayetin birinci bölümünden çıkartacağımız sonuçlardan biri de şudur: Do­kunma ve isabet etme fiillerinin faili/öznesi 'iyilik' ve 'kötülük'tür. Yani, iyi­lik dokunuyor, kötülük isabet ediyor. İyilik ve kötülük burada, sanki canlı ve hareketli birer varlık gibi tasvir edilmektedir.

Biyolojik hastalıkları meydana getiren mikrop ile ona karşı savaşan mik­rop nasıl bünyeyi etkilerse, sosyal mikrop olan kötülük ile onun düşmanı olan iyilik de sosyal hayatı etkiler. İnsan eylemlerinin kötü veya iyi olarak ni­telendirilmesinin nedenlerinden biri, insanın manevî yapısında ve sosyal ha­yatta meydana getirdikleri zarar veya faydadır. Yüce Allah bir şeye iyi veya kötü derken, onun insan ruhunda ve toplum hayatında meydana getirdiği olu­şumları dikkate almaktadır.

Birilerine dokunan iyilik diğerlerini üzüyor; birilerine isabet eden kötülük diğerlerini sevindiriyorsa, ortada ikili oynamanın meydana getirdiği büyük bir bunalım ve çatışma var demektir.

Müslümanların bundan çıkartmaları gereken ders şudur: Birinin başına gelen iyiliğe üzülmek ve birinin başına gelen kötülüğe sevinmek, münafıklık alametidir. Bu durumda olan müslümanda münafıklık alameti var demektir.

Ayetin ikinci bölümünde, münafıkların zararını önleme yolu olarak, sabır ve takva gösterilmektedir:

(Eğer sabrederseniz). (Ve eğer sakınırsanız).

Sabır ve takva insanın ruhunu, belalara karşı canlı ve diri tutar. Sabır da­yanıklılığı, belaların, kötülüklerin altında ezilmemeyi, takva da kalp gözü­nü/basireti, yani meseleleri bilinçli bir şekilde analiz edip derinlemesine gö­rebilmeyi ifade eder.

Müfessirlerin çoğu sabrı, münafıkların eziyetlerine katlanmak veya dinin emirlerini yerine getirme hususundaki meşakkatlere katlanmak; takvayı ise Allah'ın haramlarından kaçınmak -Razi buna, Allah'a isyandan kaçınmayı da eklemektedir- anlamım vermektedirler.[50]

Burada sözkonusu edilen insanlar müslüman olduğuna; dinin emir ve ne-hiylerini yerine getirdiklerine göre, bizce ayetteki sabır ve takva tamamen sosyal olaylarla ilgilidir.

Yüce Allah müslümanlara, münafıkların eziyetlerine karşı sabretmelerini ve takvah (basiretli) olmalarını tavsiye etmektedir. İnanç ve hayat tarzları farklı olan gruplar arasında, müslüman çatışmadan yana değil; barıştan, so­runları çözme ve sorunlara takvayla (basiretle) yaklaşmadan yana olmalıdır. Zira Allah'ın emri bu yöndedir. Münafıkların baskı ve eziyetleri, müslümanlann çözülmesine, cesaretlerinin kırılmasına sebep olmamalı, meselelere bi­linçli bir şekilde yaklaşmalarına zarar vermemelidir.

Eğer sabrederseniz ve sakınırsanız ifadesi, çoğul olduğuna göre, sabır, toplumsal dayanıklılığı/sebatı, takva da toplumsal bilinci ve basireti ifade et­mektedir.

Bir anlamda toplumsal sabır ile toplumsal takva (bilinç), psikolojik ve grupsal çatışmaya karşı aynı görevi yapmakta; münafıkların hilelerini engel­lemekte, onlara karşı kalkan vazifesi görmektedirler: Onların hileleri size hiçbir zarar vermez..

Aynı toplumda yaşayan gruplar arası çatışmada hilelere karşı en etkili si­lah, beynin ve gönlün en önemli ürünleri olan sabır ile takvadır.

 Ayetin bu kısmında geçen (keyd) kelimesi, aldatmak, hile yapmak, kötülük düşünmek, biriyle savaşmak, kusmak, nefisle beraber kullanılınca can çekişmek, öfke, entrika, manalarına gelmektedir. Razi bu ayetin tefsiri müna­sebetiyle keyd kelimesini şöyle açıklamaktadır: Bir insanın başkasını istenme­yen bir durumla yüz yüze getirmek için hileler, yollar, çareler araştırmasıdır.

İbn Abbas keyd kelimesinin 'düşmanlık' anlamına geldiğini söylemektedir.

Bu kelimenin 'kusmak' anlamı manidardır. İnsanın midesi rahatsızlanın­ca bazen istifra eder, içindekileri boşaltır; bu da onun rahatsız olduğuna de­lalet eder. Toplumsal ilişkilerin de bir midesi vardır. Grupların birbirine kin gütmesi, toplumun midesi olan iç yapıyı bozar ve toplum entrikalarla hasta­lanır ve neticede meydana gelen çatışmalar toplumsal kusmaya sebep olur. Grupların birbirine karşı entrika yapmaları, toplumsal hastalığın kusma hali olduğundan ona keyd denmiştir.

Diğer taraftan keyd kelimesi nefisle beraber kullanılınca can çekişmek an­lamını ifade eder. Demek ki entrika, hile ve düşmanlığın meydana getirdiği çatışmalar, toplumdaki değerlerin, erdemlerin, birlik ve beraberliğin can çe­kişmesine sebep olmaktadır. Kin, düşmanlık, haset toplumun bütün erdemle­rini boğazladığı ve toplum boğazlanmış hayvanın çırpınışı gibi çırpındığı için buna keyd denmiştir. Müslümanlar sabreder ve takvalı (bilinçli/basiretli) davranırlarsa, münafıkların entrikaları onlara zarar vermez. Bunun nasıl ola­cağı ise diğer ayetlerde belirtilmektedir:

1. Allah da onlara hileler yaparak Tank suresinde buyuruluyor ki:

(Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir tuzak kura­rım). [Tank/15-16]

Bu ayetten hareketle diyebiliriz ki, Kur'an'a ve iyi insanlara tuzak kuran­lara karşı Allah da tuzak kurar ve böylece, onların hilesi müslümanlara zarar veremez.

2. Meleklerle destekleyerek

Âl-i İmran/125'de Yüce Allah, sabredip sakınanlan melekleriyle destekle­yeceğini söylemektedir ki bunun neticesi olarak münafıklann entrikalan müslümanlara zarar vermez.

3. Çıkış yolu göstererek

Keyd (hile ve tuzak), bir çözümsüzlük ortamı oluşturur. Talak suresinde şöyle buyuruluyor:

(Kim Allah'tan sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder). [Talak/2]

Münafıkların entrikaları, müslümanlann beyin ve gönüllerinde bir dağı­nıklığa sebep olmadığı takdirde, Yüce Allah bir çıkış yolu göstereceğini va-adetmektedir. Çıkış yolu, sorunları çözmek, entrikalardan zarar görmemek, pisliklere bulaşmamaktır. Allah Teala, müslümanın beynindeki ve gönlünde­ki oluşumların neticesi olarak bu çıkış yolunu gösterecektir. Bu oluşumlar, aklın faaliyeti olan düşünce ve bilinç, gönlün faaliyeti olan iman, ihlas, sabır ve basirettir. Allah, işte böylesi kullarına, düşmanlarının entrikasına karşı bir çıkış yolu gösterecektir.

4. Doğru yolda olarak

Maide suresinde şöyle buyuruluyor:

(Ey iman edenler! Siz kendinizden so­rumlusunuz. Sapkınlığa düşenler, eğer doğru yolda iseniz, size hiç­bir zarar veremezler). [Maide/105]

Kendine sahip çıkan, sorunlarını çözmek için düşünen ve doğru yolu ta­kip eden müslümanlara, sapıkların zarar veremeyeceğini ifade eden Yüce Al­lah, sapıkların zararından kurtulmanın yolunun doğru yolda bulunmak oldu­ğuna dikkat çekmektedir.

Aslında sapıkların entrikalarından müslümanlan kurtaracak olan Allah Teala'dır; ancak bu kurtarma, müslümanın beyin ve gönül faaliyetine bağlı­dır. Nasıl ki ileri matematik öğretilecek beynin gelişmiş bir beyin olması ge­rekirse, ileri bir sosyal problem olan entrikadan kurtulmak için de, beynin ve gönlün hazır olması, yani sabır ve takva ile donanması gerekir. Allah, onların tüm yaptıklarını kuşatır).

Öyleyse müslümanlann, münafıkların hilelerinden zarar görmemelerin ardında, sabretmeleri ve takvalı olmaları ile Allah'ın her şeyi ihata eden ilim ve kudreti vardır. Zira, yapılan her şeyi ilmi ve kudreti ile ihata eden güç, hi­leleri boşa çıkarabilir, onların zararından müslümanlan koruyabilir. [51]

 

Çabasız Zafer Olmaz:

 

121. Vfe (hatırla o günü ey Peygamber), inananları savaş düzenine sokmak için sabah erkenden evinden çıkmıştın. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi biliyordu.

122. İçinizden iki grubun paniğe kapıldığını (da)... Halbu­ki Allah onlara yakındı. Ve mü'minler yalnız Allah'a güven duymalıydı.

Bu iki ayet, bir önceki ayetin açıklaması mahiyetindedir. Düşmanların hi­le ve entrikalarının zararından korunma yollarından biri olan sabır ve takva (sakınma) eksikliği nedeniyle müslümanlar Uhud savaşında musibete duçar oldular. İşte bu ayetlerde bu hususa dikkat çekilmektedir.

Ayetlerin iniş sebebi, Uhud savaşı ve onun safhalarıdır. Alimler ayetlerde işaret edilen savaş konusunda ihtilaf etmişlerdir, kimi Bedir savaşı, kimi Hendek savaşı, kimi de Uhud savaşı olduğunu söylemişlerdir. Bize göre işa­ret edilen bu savaşın Uhud savaşı olduğunu söyleyenlerin görüşü tercihe şa­yandır. Sabreder ve korunursamz, onların hileleri size hiçbir zarar vermez [Âl-i İmran/120] ayetindeki sabır ve takva (korunma)ya dikkat çekmek için, 121. ayette, Uhud savaşıyla ilgili hazırlıklar hatırlatılmaktadır.

(Ve, inananları savaş düzenine sokmak için sabah erkenden evinden çıkmıştın).

Mekkeli müşriklerin, Bedir yenilgisinin öcünü almak için Medine üzerine yürüdükleri haberini alan Hz. Peygamber savaş hazırlıklarına başladı. Düşman ordusunun nerede karşılanması gerektiği konusunda ashabıyla istişare etti ve neticede Uhud mahalli savaş için seçildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber mü'minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için erkenden evinden ayrıldı.

Hz. Peygamber'in erkenden evinden ayrılıp mü'minleri savaş düzenine sokmasının zikredilme hikmeti, peygamber bile olsa, çalışmadan, gayret sar-fetmeden, savaşın gereklerini yerine getirmeden zafere ulaşılamayacağı ilke­sine dikkat çekmektir.

Hz. Peygamber'in bu davranışı, 120. ayette geçen sabır ve takvanın kısım-lanndandır. Savaş alanına gitmeden, askerlerle beraber olmadan, savaşın ge­reklerini yerine getirmeden zafer kazanılmaz. Düşmanın zararını önleyecek olan, bu gayret ve faaliyetlerdir. Ve Yüce Allah da bu gayret ve faaliyetleri bilmektedir; çünkü O, işiten ve bilendir.

Hz. Peygamber, savaş tertibatı olarak, düşman süvarilerinin bir çevirme harekatına kalkışmalarını önlemek için Ayneyn geçidine elli kadar okçu yer­leştirdi ve bunlara yerlerini asla terk etmemelerini tenbih etti. Müslüman or­dusu, ölümü hiçe sayarak müşrik ordusuna saldırdı ve büyük bir hezimete uğrattı. İşte bu esnada, savaşın müslümanlann galibiyetiyle sonuçlandığına inanan ve ganimetlerden paylarını almak isteyen okçuların çoğu yerlerini terk etti ve Kureyş karargahına daldılar.

Bu fırsatı ganimet bilen Halid b. Velid, arkadan dolaşıp Ayneyn geçidin-deki -hâlâ yerlerini terketmemiş olan- az sayıdaki müslüman okçuyu şehit ederek İslâm ordusuna arkadan saldırdı. Kaçmakta olan müşrik ordusu bu durumu görünce, dönüp tekrar savaşmaya başladılar. Böylece İslâm ordusu ön ve arkadan kuşatılmış oldu ve kısa zamanda büyük kayıplar vererek dü­zensiz bir şekilde geri çekildi.

Eğer Ayneyn geçidine yerleştirilen okçular sabretselerdi, verilen emre ita­at edip yerlerini terketmeselerdi, düşmanın entrikası onlara zarar vermeye­cekti. Bu olgu, 120. ayette geçen sabır ve takva'nm somut bir açıklamasıdır.

Uhud'a giderken Abdullah b. Ubeyy'in öncülüğünde üç yüz kişi İslâm or­dusunu terketti. Benû Seleme ve Benû Harise oymakları da onlara katılmaya hazırlanıyordu. Şu ayet bu duruma işaret etmektedir:

(İçinizden iki grubun paniğe kapıldığını da hatırla). Sabırlı olamayan ve kendilerini Abdullah b. Ubeyy'in hilesinden koruya­mayan iki oymak düşmanın zararına uğradılar.

Bu paniğin nedeni de ayetin devamında belirtilmektedir:

a. Allah'ı kendilerine yakın hissetmemeleri

(Halbuki Allah onların yardımcısıydı) ifadesi, onların Allah'ın kendilerinin yardımcısı olduğunu unutmalarına veya inançlanndaki zaafa işaret etmektedir. Zor durumlarda Allah'ın sabreden ve takvalı olan (korunan) kullarına yardım edeceğine dair kuvvetli bir imana sahip olsalardı, münafık­ların reisi Abdullah b. Ubeyy'in etkisinde kalıp paniklemezlerdi.

Allah Teala, paniklemelerini, inanç zaafına bağlamaktadır. Halbuki Allah onların dostu, yardımcısı ve yakını idi. Bunu güçlü bir inançla hissetselerdi, bu duruma düşmeyeceklerdi.

b. Yalnız Allah'a dayanmadılar

Savaşın tüm gereklerini yerine getirdikten sonra, Allah'a tevekkül etmek, takvanın (ruh olgunluğunun) işaretidir. Razi'nin 120. ayetteki takva kavramı­na tevekkül manası vermesinin ne kadar isabetli olduğu, bu ayetin sonunda tevekkülün vurgulanmasından anlaşılmaktadır. Allah'ı yanında hissedip yar­dımını ummak sabır, Allah'a dayanma da takva'dır. Buna göre, 122. ayetteki veli ve tevekkül kavramları, 120. ayetteki sabır ve takva kavramlarını tefsir etmektedir.

Yukarıda zikri geçen oymaklar tevekkül etselerdi (Allah'a dayansalardı) panikleyip bozulmayacaklardı.

Netice olarak diyebiliriz ki, müslüman, yapması gerekenlerin tümünü yap­tıktan sonra, Allah'a güvenip dayanırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir; düş­manın entrikaları ona zarar vermez. Bu kural, bütün mücadeleler için geçerli­dir. Farklı inançların mücadelesinin savaşa dönüşebileceğine işaret eden son beş ayet, inançların kavga alanı olmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir. [52]

 

Bedir Savaşı Ve Allah'ın Yardımı:

 

123. Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde, Allah size Bedir'de yardım etmişti. Öyleyse, Allah'tan sakının ki, O'na şükretmiş olasınız.

124. (Ve hatırla, o zamanı ki) müminlere (şöyle) demiştin: "Rabbinizin (yukarıdan) gönderilmiş üç bin melek ile size yardım edeceğini bilmeniz sizin için yeterli değil mi?"

125. Hayır! Ama eğer sıkıntıya göğüs gerer ve Allah'tan sakınırsanız, düşman aniden size saldırdığında, Rabbiniz akın akın gelen beş bin melekle size yardım edecektir.

Allah Teala, gönlünde tevhid inancı olanların zayıf, güçsüz ve çaresiz du­rumda kalmalarına seyirci kalmadığını, onları bu durumdan kurtarmak için yardım ettiğini yeminle söylemektedir.

Farklı inanca mensup grupların birbirine iyi gözle bakmamaları, zamanla nefrete, hasede ve düşmanlığa; düşmanlık da hileye, entrikaya ve savaşa se­bep olur. Tevhid inancına sahip olanlarla, kafir ve müşriklerin arasındaki mü­cadele, kin, nefret, ve düşmanlık, zamanla savaşa neden olur. Eğer tevhide inananlar güçsüz ise, Allah'ın yardımı yetişir. Bu, geçmişteki toplumlar için uygulanagelen bir yasadır. Nitekim Hz. Nuh'un toplumu, mü'minlere karşı işi ileri götürdüklerinden tufanla yok edildiler, inananlar ise gemi ile kurtul­dular [Hud/25-48]. Bu, ilahî yardımın bir örneğidir.

Bu husustaki örnekleri çoğaltmak mümkündür; şöyle ki: Müşrik kavmi Hz. İbrahim'i ateşe atma teşebbüsünde bulununca ilahî yar­dım hemen yetişti:

("Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" de­dik). [Enbiya/69]

Hz. Musa'yı ve ona inananları öldürmek üzere harekete geçen Firavun ve ordusu denizde boğulup, Hz. Musa ile İsrailoğullan kurtarılmıştır:

(İki topluluk birbirini görünce, Mu­sa'nın adamları, "İşte yakalandık!" dediler. Musa, "Asla!" dedi, "Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir". Bunun üze­rine Musa'ya, "Asan ile denize vur!" diye variyettik. Derhal yarıldı, her bölük koca bir dağ gibi oldu. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekile­ri suda boğduk). [Şuara/61-66]

Allah Hz. İsa'yı da çarmıha gerilmekten ve ölümden kurtarmış ve kendi­ne refeylemiştir [Nisa/157].

Allah mü'minlere, her daim yardım etmiştir. Bunun bir örneği de Bedir sa­vaşıdır. Bedir savaşında müslümanlar silah ve sayıca güçsüz durumda idiler. Sabırları ve takvaları nedeniyle Yüce Allah onlara yardım etti de silah ve sa­yıca kat kat üstün olan müşrik ordusunu büyük bir hezimete uğrattılar. De­mek ki insanların gönülleri ve beyinleri (sabır ve takvaları) ilahî alemi ve Al­lah'ın kaderini harekete geçirmekte, yardımını yeryüzüne indirmektedir.

Allah'tan sakının ki, O'na şükretmiş olasınız ifadesi, şükretmenin nasıl ya­pılacağına açıklık getirmektedir. Muhammed Esed'in takva'ya verdiği mana­dan, yani Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak manasından hareket­le diyebiliriz ki, takvalı olmak (Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde ol­mak), şükretmek demektir.

Zemahşeri ve Razi gibi bazı alimler buradaki takva'yı, sebat ile tefsir et­mişlerdir. Allah'tan sakının emrinden önce Bedir'deki ilahî yardıma işaret edildiğine göre, bizce burada takva, Allah'ın yardımının bilincinde olmak, yardımın geleceğine ve zaferin ilahî yardım sayesinde kazanılacağına/kaza­nıldığına inanarak zaferi kendine mal etmemek kasdedilmektedir.

Bedir savaşının Allah'ın yardımıyla kazanıldığım bilmek ve inanmak şü­kürdür. Allah'ın yardımı bir nimet olduğuna göre, nimetin kadrini bilmek de şükürdür. Böylece ayette, takva ile şükür arasında sıkı bağ olduğu öğretil­mektedir.

Bedir'de müslümanlara yapılan ilahî yardımın nedeni, Enfal suresinde be­yan edilmiştir:

(Hani, yardım için Rabbinize yakarıyordu-nuz; ve O da bunun üzerine size şöyle cevap vermişti: "Size birbiri ardından inen bin melekle yardım edeceğim"). [Enfal/9] Yüce Allah, bu şekilde dua etmeleri üzerine müslümanlara yardım etmiştir.

Bedir günü, Hz. Peygamber ashabına baktı, üç yüzden biraz fazlaydılar; sonra müşriklere baktı, bin kişiden fazlaydılar. Bunun üzerine Allah'ın Rasu-lü kıbleye döndü, ellerini kaldırıp Rabbine şöyle yakardı:

Ey Allahım! Bana ne söz verdiysen onu gerçekleştir! Ey Allahım! Eğer can­larını sana teslim etmiş olan bu küçük topluluk yok olacak olursa, yeryüzün­de sana kulluk edecek kimse kalmayacak.[53]

Bunun üzerine Enfal/9 ayeti nazil oldu. Müslümanların sayısının az olma­sı, Âl-i İmran/123'de zillet olarak vasıflandınlmaktadır. Hz. Peygamber'in bu duasının ardından Yüce Allah bin melekle yardım edeceğini ifade buyurmuş­tur. Dikkat edilirse, Hz. Peygamber'in duasının eksenini, mü'minlerin hezi­mete uğraması halinde, yeryüzünde Allah'a kulluk edecek kimsenin kalma­ması oluşturmaktadır. Tevhid inancının yaşaması için, mü'minlerin hayatta kalması gerekir. Enfal/9 ayetinden anlaşıldığına göre, müslümanlann tümü bu duaya katılmıştır; çünkü ayetteki zamirler ve fiiller çoğul kalıbındadır.

Yüce Allah'ın Bedir'deki yardımının mahiyeti de, Âl-i İmran/124-125 ve Enfal/11-12 ayetlerinde beyan edilmektedir:

1. Melek göndererek

Enfal/9'da, Hz. Peygamber ve ashabının dualarının Allah tarafından kabul edildiği ve yardım için de bin meleğin gönderileceğinin müjdelendiği belir­tilmektedir. Âl-i İmran/124'de de üç bin melekten; 125. ayette ise beş bin me­lekle takviyeden bahsedilmektedir.

Öyleyse Allah Teala bin, üç bin ve beş bin melekle müslümanlara yardım etmiştir.

Yukarda verilen melek sayısını toplarsak, Bedir savaşının dokuz bin me­leğin yardımı ile kazanıldığını söyleyebiliriz. Meleklerin geliş şekillerinin ve durumlarının farklı olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır. Bunlar, (münzelin=özel olarak indirilen) [Âl-i İmran/124]; (rnurdifîn=aidaida gelen) [Enfal/9] ve (nişanlı/akın akın saldıran) [Âl-i İmran/125] meleklerdir.

Yüce Allah, darda kaldıklarında mü'minlere yardımını göndermektedir. Eğer Allah'ın takdiri melek gönderme şeklinde tecelli ederse melekleri, mü'minlere yardım için göndermektedir.

Günümüzde uzaylı denen varlıkların bir kısmı bunlar olabilir. Bu ihtima­li göz ardı etmeden uzaylılar araştırılırsa, ileride faydalı olacağı kanaatinde­yiz. Çünkü meleklerin gökten gelip, müslümanlara yardım için düşmanla sa­vaşacaklarını pek çok insana anlatmak mümkün değildir.

Bazı ayetlerde ordu kelimesi kullanılmaktadır. Mesela Fetih suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Göklerin ve yerin bütün orduları Allah'a aittir). [Fetih)7]

Bu ayetten, yerde olduğu gibi, gökde de canlıların bulunduğu anlaşılmak­tadır. Yüce Allah onları da asker olarak istihdam etmektedir. İşte müslüman­lara yardım için Bedir savaşında göndermiş olduğu melekler, gökten gelen askerlerdir.

(Ve ondan sonra biz kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik ve indirecek de değildik). [Yasin/28]

Demek ki Yüce Allah bir toplumu helak etmek istediği zaman, gökten, yani uzaydan ordu göndermektedir. Bundan da anlıyoruz ki, Allah'ın gök­sel orduları vardır. Bu orduları çeşitli oluşumlar için kullanmaktadır. Ama bu göksel ordular veya günümüzün ifadesiyle uzaylılar bizim için meçhul­dür.

Bu göksel orduların bilinmesi veya tamamen bilinmesi, insanın bilgi ala­nının dışında kalmaktadır:

(Ve Rabbinin ordularını kendinden başka kimse bile­mez). [Müddessir/31]

Bu göksel orduların varlığı, bazı olgular sayesinde belki bilinebilir; ama sayılarını bilmek mümkün değildir. İşte Allah Teala'nın Bedir savaşında is­tihdam ettiği askerler bunlardandı.

2. Güven ile iç huzuru vermek suretiyle

Bedir savaşında müslümanlara yapılan en önemli yardımlardan birine şöyle değinilmektedir:

(Hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzuru­nun kuşatmasını sağlamıştı). [Enfal/11]

Savaşta güven duygusu ve iç huzuru, yardımların en başında gelen psiko­lojik bir durumdur. Kendini güvende hissetmeyen, içinde mağlup olacağı korkusu taşıyan insanlardan oluşan ordu zafere ulaşamaz.

3. Duygulan temizleyerek ve şeytanın vesvesesinden kurtararak

Bedir savaşından az önce müşrik ordusu Bedir'deki su kuyularını ele ge­çirmiş; müslümanlan susuz bırakmışlardı. Müslümanlar susuzluktan dolayı büyük bir umutsuzluğa kapılmışlardı. Bu umutsuzluk, -ayette ifade edildiği­ne göre- şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildi. Yüce Allah şeytanın vesvesesini ortadan kaldırmak ve müslümanların umudunu tazelemek için su indirmişti:

(Ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, şeytanın kirli vesveselerinden kurtarsın). [Enfal/11]

Allah Teala, çöl ikliminde mucizevî bir şekilde gökten yağmur yağdırarak müslümanların gönüllerindeki şeytanî vesveseleri giderdi, onların gönlünü güven ve huzura kavuşturdu.

4. Kalpleri birbirine bağlayarak

Enfal/U'de ifade edildiği üzere, Allah'ın yardımlarından biri de müslü­manların kalplerini birbirine bağlaması veya kuvvetlendirmesidir.

5. Adımlarını sağlamlaştırarak

Savaşta adım atmak, ayağını yere sağlam basmak çok önemlidir. Yüce Al­lah Bedir savaşında, müslümanların ayaklarını -gökten indirdiği yağmurla-sabit ve sağlam tutmuştur:

(Bununla adımlarınızı sağlamlaştırsın). [Enfal/11] Bedir savaşında Yüce Allah'ın mü'minlere yaptığı yardımların psikolojik ağırlıklı olduğu anlaşılmaktadır. Güven, huzur, su indirerek arındırmak, şey­tanın vesveselerini gidermek, kalpleri kaynaştırmak ve böylece ayakların sağlam olarak yere basmasını temin etmek gibi yardımların büyük kısmı gö­nülde cereyan etmektedir. Demek ki galibiyetin asıl merkezi gönüldür. Onun için Yüce Allah yardımlarını gönülde yaptığı operasyonlarla gerçekleştir­mektedir.

6. Allah'ın, mü'minlerle beraber olduğunu bildirmesi Enfal/12'de şöyle buyurulmaktadır:

(Hani, Rabbin meleklere, mutlaka sizinle berabe­rim mesajını vahyetmişti). [Enfal/12]

Allah Teala'nın mü'minlere ulaştırılmak üzere meleklere verdiği mesaj şudur:

(Mutlaka ben sizinle beraberim).

Allah'ın kendileriyle beraber olduğu askerlerin korkmaları, kederlenmele­ri, ümitsizliğe düşmeleri mümkün değildir. Daha önce Allah'ın mü'minlerin gönlünde yaptığı manevî operasyonlar, bu beraberliğin alt yapısını hazırla­mıştı.

7. Melekler mü'minleri yüreklendiriyorlardı

Yüce Allah, mü'minlerle beraber olduğunu melekler vasıtasıyla mü'min­lere ulaştırdıktan sonra, meleklere de iman edenleri yüreklendirme görevini vermişti:

(İman edenleri yüreklendirin).

8. Kafirlerin kalbine korku salarak

(Hakkı inkar edenlerin kalplerine korku salaca­ğım).

Yüce Allah mü'minlere, bir yandan onların gönüllerinde manevî oluşum­lar meydana getirmek, diğer yandan da kafirlerin kalplerine korku salmak su­retiyle yardım etmiş oluyordu.

Bütün bu yardımlardan sonra da mü'minlere, kâfirlerin boyunlarını vur­malarını emretmektedir. Bununla Allah şunu kasdediyor: Ben kendime düşe­ni yaptım, şimdi sıra sizde, siz de kendinize düşeni yapın.

Yüce Allah bu yardımları mü'minlere niçin yaptığını da Âl-i İmran ve En-fal suresinde açıklamaktadır. [54]

 

Bedir Savaşında İlahî Yardımın Sebebi:

 

İ26. Allah, sadece size bir müjde olsun ve böylece kalple­riniz rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.

127.  Allah, kafirlerden bir kısmının kökünü kessin veya onları perişan etsin de, arzularına ulaşamadan hayal kı­rıklığı içinde dönüp gitsinler.

128. Senin bu hususta yapacak bir şeyin yok. Allah onları ya bağışlayacak, yahut cezalandıracaktır, çünkü onlar gerçekten zalimdirler.

Kur'an'ın daha önce söylediğimiz gibi en önemli anlatım metodlaımdan biri; meseleleri, olgu ve olayları sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatmasıdır. Yü­ce Allah bir eylemi gerçekleştirdiğinde, bunun sebebini de açıklamakta ve aralarında sebep-sonuç ilişkisi kurmaktadır. Bu anlatım tarzının Kur'an'da pek çok örneği bulunmaktadır. Biz bunlardan ikisini vermekle yetineceğiz:

Zariyat/56'da Allah'ın insanları ve cinleri yaratma sebebi, kulluk olarak belirtilmektedir.

Mülk/2'de Allah'ın ölümü ve hayatı yaratma sebebi, insanların hangisinin daha iyi amel ürettiğinin belirlenmesi olarak gösterilmektedir.

Bu izahtan sonra -Âl-i İmran/126 ayetinde zikredilen-Allah Teala'nın sa­vaşlarda, özellikle Bedir savaşında müslümanlara olan yardımlarının sebebi­ni öğrenmiş olmaktayız. Demek ki 126. ayet, 123-125. ayetlerin nedenini veya amacını belirlemektedir. Burada Yüce Allah önce sonucu, sonra sebebi be­lirtirken; Enfal suresinde önce sebebi, sonra sonucu belirtmektedir. Şimdi, Yüce Allah'ın Bedir savaşındaki yardımının nedenini 126. ayete göre açıkla­yabiliriz:

1. (Müjde olsun diye).

Ayette, Bedir savaşında Allah tarafından müslümanlara yapılan yardımla­rın, müjde olsun diye yapıldığı ifade edilmektedir.

Bakara/25'de müjde kelimesiyle alakalı detaylı açıklama yapmıştık. Gelen yardımlar, -mü'minlerin Bedir'de zafere ulaşacaklarına işaret etmeleri hase­biyle bir müjde mahiyetindedir.

2. (Kalpleriniz yatışsın diye).

Yardımın yapılmasındaki diğer bir neden veya amaç da, mü'minlerin kalplerinin yatışmasıdır. Böylece Yüce Allah sebebin psikolojik olduğuna işaret etmektedir.

Bedir savaşında mü'minlerin kalpleri gam, üzüntü ve ümitsizlik girdabın-daydı. İlahî yardımın amacı; gamı, üzüntü ve ümitsizliği ortadan kaldırıp kalpleri yatıştırmaktı.

Bedir'de mü'minler yardım için Allah'a dua ediyorlardı [Enfal/9]. Allah yardımını göndermekle, onların kalplerini yatıştırdı. Çünkü dualarının kabul edilip edilmeyeceği de, mü'minlerde bir tedirginlik meydana getirmişti.

İlahî yardımın asıl amacı, mü'minlerin zafere ulaşmasını temin etmektir. Bununla birlikte, zafere giden yol gönülden geçmektedir. Allah mü'minlere önce müjde verdi; ardından kalplerini yatıştırdı; ki kalplerin yatışması, zafe­re giden yolun başlangıcıdır.

3. (Zafer sadece Allah'tandır).

Yüce Allah Bedir savaşındaki yardımı ile, zaferin Allah'tan olduğunu gös­termeyi amaçlamıştır. Ayetin bu kısmında, müslümanlann, -Allah'ın yardı­mını unutarak veya küçümseyerek- kendi başlarına zafer kazandıklarını zan­netmemeleri gerektiği, zaferin Allah'tan olduğu vurgulanmaktadır.

Mü'minler zafer sarhoşluğu ile zaferi kendi güçleriyle kazandıkları fikri­ne kapılabilirlerdi. Bunu önlemek için Yüce Allah, zaferin Allah'tan olduğu­nu ifade buyurmuştur. Bu iman ve düşünce tarzı, İslâm'ın tarihinin şanla ya-zurnasının en önemli dinamiğidir.

Öyleyse, "Falan komutan şu kadar askerle, filan savaşı kazandı" demek, -özellikle de mü'minler sözkonusu olduğunda- doğru değildir. Zira bu, mü'minlerin imanını, ya da Allah'ın yardımını gözardı etmek demektir. Böy­lece Yüce Allah, özellikle de savaşlardaki galibiyet ve mağlubiyetlerin asıl kaynağının nerede aranması gerektiğinin, tarihin nasıl yazılacağının metodu­nu öğretmektedir.

Mü'minlerin kafirlere karşı kazandıkları zaferin arkasındaki ilahî irade ve yardımı görmeden tarih yazmak çok büyük bir hatadır. Allah'ın mü'minlerle beraber olduğunu görmemezlikten gelmek, tarih yazımı için çok büyük bir metodolojik yanlıştır.

4. (Kafirlerin kökünü kazımak için).

Bu, Allah'ın mü'minlere Bedir'deki yardımlarının bir diğer nedenidir.

Bu ayette yer alan (li-yekta'a) ibaresi, kesmek, meyveyi dalından ko­parmak, birbirinden ayırmak; yol kavramı ile birleşince bir yoldan gidenlere korku salarak, pusu kurarak oradan geçmelerini engellemek; namazla bera­ber kullanılınca namazı sözle bozmak, menetmek, hakkını almaktan alıkoy­mak; nehri kayık ile geçmek; iyilik yaparak susturmak; kamçıyla vurmak; delil getirerek galip gelmek; arkadaşlığını kesmek; kuyu suyunun kesilmesi; kuşun bir yerden başka bir yere göç etmesi; boğazına ip geçirip boğmak; zi­yareti terk etmek; gecenin bir kısmı manalarına gelmektedir. [55]

 

Kata'a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Ağacı kesmek

Haşr suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(O kestiğiniz veya kökü üzerinde dikili bıraktığınız herhangi bir hurma ağacını, Allah'ın izniyle ve bir de o yoldan çıkmışları rüsvay etmek için kestiniz). [Haşr/5]

2) Daman kesmek

Yüce Allah, kendi sözlerini Allah'a isnad edecek olsaydı, Hz. Peygamber'in şah damarını keseceğini bildirmektedir:

(Şimdi Peygamber, sözlerinden bir kısmını bize isnad etmeye kalkışsaydı, onu sağ elinden yakalardık ve şah damarını keserdik). [Hakka/44-46]

Buradaki kesmek fiili, hem fizikî, hem de manevî anlamda damarın kesil­mesini ifade edebilirse de, manevî anlamda kesmenin kasdedildiği tercihe daha şayandır.

3) Yolu kesmek

Ankebut/29'da tamamen ahlâkî manada yol kesmek; yani iyinin yolunu kesmek, ya da iyiye giden insanların yolunu keserek kötüye sevk etmek an­lamında kullanılmaktadır. Ahlâkî anlamı ile bu kavram, sosyolojik mana ka­zanmaktadır:

(Siz, erkeklere azgın bir şehvetle yak­laşıp cinsler arasında tabii olan yolu kesmiyor musunuz? Ve bu utanç verici suçlan toplantılarınızda işlemiyor musunuz)? [Anke-but/29]

Buradaki yol ile tabii ve insanın doğasına uygun olan yol kasdedilmekte-dir. Zira erkekle kadının cinsî münasebette bulunması, insan ve toplum haya­tı için tabii olan yoldur. Ama erkeğin erkeğe yanaşıp münasebette bulunma­sı, tabii olmayan bir yoldur. Homoseksüellik, tabii ve meşru olan yolu kes­mek demektir ki ayetteki yol kesmek de bu anlamdadır.

4) İpi kesmek

(Kim, Al­lah'ın Peygamber'e dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini sa­nıyorsa, tavana bir ip takıp boynuna geçirsin, sonra ipi kesip intihar etsin de bir baksın, baş vurduğu çare kendisini öfkelendiren şeyi gerçekten engelleyecek mi)? [Hac/15]

Aslında bu, göğe başka bir yolla ulaşmayı deneyip "yolu katetmek" anla­mına gelmektedir. İntihar için ipi kesmek, yolu katetmek demektir.

5) Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri koparmak

Bakara suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Onlar ki, [fıtratlarına] yerleşti­rildikten sonra Allah'a karşı taahhütlerini bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi koparıp ayırırlar). [Bakara/27]

(Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyi koparıp ayırırlar) ifadesindeki 'koparmak' fiili, insanlar arasındaki manevî bağların, yani sıla-i rahim'in (akrabalık bağlarının) koparılması/kesilmesi anlamına gelir. Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyle ilgili geniş açıklama için Bakara/27 ayetinin tefsirine bakılabilir.

6)  Sevgi bağlarını koparmak

Muhammed/22'de (Aranızdaki sevgi bağlarınızı kopara­cak mısınız?) buyurulmaktadır. Bu anlamıyla 'kesmek' fiili, psikolojik ve sosyolojik bir muhteva kazanmaktadır. Aslında sevgi, psikolojik bir muhteva taşır; ancak fertler arasında olunca sosyolojik bir muhteva kazanmaktadır. Aranızdaki sevgi bağlarını koparacak mısınız? ifadesindeki "sevgi bağla-n"na, "akrabalık bağlan" manası verebiliriz.

7) Geçmek

Tevbe suresinde bir yolu, vadiyi geçmek, katetmek anlamında kullanıl­maktadır:

(Onlar, az ya da çok ne zaman bir harcamada bulunsalar, yeryüzünde Allah için ne zaman bir yol/bir vadi katetseler, bu onlar lehine kaydedilmektedir). [Tevbe/121]

"Katettikleri/geçtikleri her vadi/yol" ifadesindeki £» (kata'a) kelimesi, 'geçmek/katetmek' anlamına gelir. Hem maddî, hem de manevî anlamda kul­lanılır.

8) Eli kesmek

Maide/38, Yusuf/31 ve A'raf/124'de ceza hukukuyla ilgili kullanılmakta ve elin kesilmesi anlamına gelmektedir.

9) Parçalamak

Muhammed/15'de, hakikati inkar edenlerin, cehennemde içecekleri suyun bağırsaklarını parçalayacağı bu kelimeyle (katta'a) ifade edilmektedir.

10) Ayırmak

Kata 'a kelimesi, tamamen gruplara, kabilelere ayırmak anlamında sosyo­lojik manada da kullanılmaktadır:

(Ve onları topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık). [A'raf/168]

(Derken biz İsrailoğullan'nı on iki oymağa ayır­dık). [A'raf/160]

Grup, oymak, boy anlamında sosyolojik büyüklüğü ifade etmektedir, k) Biçmek

Farklı inançta olanların tartışmalarını ve onların içinden hakkı inkar eden­lerin ahiretteki cezalarını ifade etmek için bu kelime kullanılmaktadır:

(Hakkı inkara kalkışanlar için ateşten elbiseler bi­çilecek). [Hac/19]

Terzinin bir kumaşı biçmesine benzetilerek ve kelimeye metafizik bir an­lam yüklenerek, inkarın cezası olarak kafirlere ahirette ateşten elbise biçilip giydirileceği ifade edilmektedir.

11) Yeryüzünün parçalanması

Kıyamet sahnesi anlatılırken Ra'd suresinde şöyle buyurulmaktadır: (Yahut yeryüzünün parçalandığı an). [Ra'd/31]

Buradaki 'parçalanma' ile, yeryüzünün yarılıp açılması ve içindekileri dı­şarıya fırlatması kasdedilmektedir ki bu anlamı ile kavram, tamamen fizikî bir oluşumu ifade etmektedir.

12) Sosyal birliği bozmak

Fesat çıkarıp kültürel ve sosyal bütünlüğü bozma eylemi bu kavramla ifa­de edilmektedir:

(Ama aralarındaki birliği bozup parça parça oldular). [Mü'minun/53]

Aynı konu Enbiya/93'de de ele alınmaktadır.

Aralarındaki birliği bozup parça parça olmalarını, dinde ayrılığa düşme­leri şeklinde yorumlayanlar vardır. Dinî anlayıştaki birliği veya sosyal bütün­lüğü bozmak, parçalamak anlamıyla kavram, manevî muhtevada kullanıl­mıştır.

13) Kalplerin parçalanması

Bazı yanlış davranıştan insanların vicdanlarını/kalplerini parçalayacak mahiyette olabilir:

(Böylelerinin kurduğu mescid, kalpleri­ni parçalayıp onları tüketinceye kadar yüreklerinde bir şüphe ve hu­zursuzluk kaynağı olmaktan öteye gitmeyecektir). [Tevbe/110]

Şüphenin kalbe verdiği zararı ifade için bu kelime kullanılmaktadır,

14) Parça

(kata'a) fiili,  (kıt') kalıbından alındığında "zaman dilimi" manası­na gelir:

(Ey Lut! Biz senin Rabbinin elçileri­yiz. [Korkma! Düşmanların sana ilişemeyecekler]. Ailenle beraber gecenin bir vaktinde yola çık). [Hud/81]

Bu ayette geçen "gecenin bir vaktinde..." ifadesindeki, (kıt') kelime­si, "bir vakit/zaman dilimi" manasına gelmektedir. Kelime burada maddî bir anlam ifade etmektedir.

Yunus suresinde manevî bir oluşumu ifade için "gece karanlığının bir par­çası" anlamında kullanılmıştır:

(Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir par­çaya bürünmüştür). [Yunus/27]

Dünyada kötülük işleyenlerin cezası olarak karanlık, mahşerde yüzlerine bir parça olarak bürünecektir.

Ra'd suresinde "kıtalar/arazi parçalan" anlamında yer almaktadır:

(Yeryüzünde birbirine komşu araziler vardır). [Ra'd/4]

15) Karara varmak

Nemi suresinde, Sebe melikesi Belkıs'ın ağzından bu kelime, IS-C (kâ­tı'aten) kalıbında kullanılmıştır:

(Melike dedi ki: "Ey ileri gelenler! Bu işimde bana bir fikir verin. Siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam). [Neml/32]

Bir işi kestirip atmamak, bir karara varmamak demektir. Karara varmak ise, kestirip atmak demektir.

16) Kesintiye uğramak, tükenmek

Vakıa/33'de, devam etmemeyi/kesintiye uğramayı ifade etmek için kulla­nılmaktadır. Bu ayette kelimenin başında olumsuzluk edatı olduğundan, 'tü­kenmeyen/kesintiye uğramayan' manasana gelir; olumsuzluk edatı kaldırıldı­ğında "tükenen/kesintiye uğrayan" anlamına gelir.

Ayete dönecek olursak, buradaki kata'a fiili, kökünü kazımak, parampar­ça etmek, mahvetmek anlamındadır ki bu işte de Yüce Allah, melekleri ve in­sanları kullanmaktadır. Hakikati inkar etmek ve bu inkarı eyleme dönüştürüp inananlara savaş açmak, Yüce Allah'ın bu şekilde müdahalesine yol açmak­tadır. Bakara/251 'de de açıkladığımız gibi Yüce Allah kötüleri iyilerle defet­mektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette, "köklerini kazımak" yerine, al­ternatif bir oluşuma yer verilmektedir:

 (Yahut onları altçaltsın).

Alçaltmanın diğer anlamı da perişan etmektir. Perişan etmek/alçaltmak, kökünü kazımaya denk bir cezadır.

Yüce Allah'ın -mü'minlere yardım için- hakikati inkar edenleri alçaltma-sının bir amacı da, bozguna uğramış bir halde dönmeleridir. Âl-i İm-ran/128'de, hakikati inkar edenlere bu şekilde muamele edilmesinin başka nedenleri de açıklanmaktadır.

Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur ifadesinin muhatabı Hz. Peygam­ber olup anlamı şudur: Ey Muhammed! Hakikati inkar edenlerde meydana gelecek değişim konusunda senin yapacağın herhangi bir şey yoktur.

Ayetin bu kısmı bir önceki ayetle irtibatlandınldığmda, iki şekilde yorum yapılabilir:

a) Kafirlerden bir grubun kökünü kurutmak veya onları perişan edip bo­zulmuş bir halde savaş alanından dönmelerini sağlamak konusunda senin ya­pacağın bir şey yoktur.

b)  Kafirlerin müslüman olması ve Allah'ın da tevbelerini kabul etmesi, küfürde ısrar etmeleri durumunda onlara azap etmesi hususunda senin yapa­cağın bir şey yoktur.

(Çünkü onlar zalimlerin ta kendileridir). Böylece, zalimlerin değişmesi ve azaptan kurtulmaları veya azaba uğra-malan meselesinin, Hz. Peygamber'in faaliyet alanının dışında kaldığına işa­ret edilmektedir.

Allah'ın Bedir savaşına katılan kafirlerin dönüşünü gerçekleştirip tevbele-rini kabul etmesi veya onlara azap etmesi konusunda Hz. Muhammedin ya­pacağı bir şey yoktur.

Ayetin son kısmını teşkil eden, çünkü onlar zalimdirler ifadesi, farklı bir açıdan zalimin tanımını vermektedir. Buna göre, sadece farklı inanca sahip olmalarından dolayı insanları yurtlarından çıkarmak yetmiyormuş gibi, bir de onlarla savaşmak zulüm; bunu yapanlar ise zalimdir. Yüce Allah bunları, Bedir'de müslümanlann eliyle cezalandırmıştır.

Bir önceki ayetle irtibat kurarak diyebiliriz ki, Allah Teala Bedir'de, kafir­lerden İslâm'a dönme ihtimali olmayanların kökünü kazıdı, diğerlerini de pe­rişan etmek suretiyle cezalandırdı.

Denebilir ki, inkarını eyleme dönüştürüp inananlarla savaşa kalkışan ka­firlerin mağlup ve perişan edilmeleri, kafirler için bir azap; müslümanlar için ise yardımdır. [56]

 

Allah Dilediğini Affeder Dilediğine Azap Eder:

 

129. Oysa göklerde ve yeryüzünde olan her şey Allah'ın­dır. O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır, ve Allah affedicidir, merhamet sahibidir.

Bu ayet, 128. ayetin devamı ve tamamlayıcısı durumundadır. Yüce Al­lah'ın, kafirlerin tevbesini kabul edip affetme veya cezalandırma hususunda Hz. Peygamber'in üzerine düşen bir görev olmadığını ifade etmesinin nede­ni 129. ayette açıklanmaktadır.

Allah dilediğini affeder, dilediğine azap; çünkü göklerde ve yerde olan her şey O'na aittir. Ancak, gökleri, yeri ve ikisi arasmdakileri yaratan ve on­ların sahibi olan varlık, affetme ve azap etme konusunda mutlak yetkiye sa­hiptir. Mutlak kelimesini kullanmamızın sebebi, Yüce Allah'ın, af ve merha­met sıfatlarından cüz'î olarak kullarına da vermiş olmasından kaynaklan­maktadır. İnsanlar da af ve merhamet ederler.

Allah dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır ifadesindeki dileme, kulun af dilemesinin Allah'ın dilemesini harekete geçireceğine işaret etmektedir. 128. ayette geçen (Tevbelerini kabul eder) ifadesinin, 129. ayetteki

karşılığı, affedici) olması; (Onları cezalandırır) ifadesinin karşılığı da (merhametli) olmasıdır.

Yüce Allah'ın sıfatlan arasındaki bu ilişki, insanlara şöyle yansımalıdır: Affeden insanlar özürleri kabul eder; merhamet sahibi olanlar da cezalandır­mada aşın gitmezler. Merhametin mayalamadığı ceza zulme dönüşebilir. Böylece Yüce Allah, ceza hukukunun özünü, merhametin oluşturması gerek­tiğine işaret etmiştir.

Ama hakeden kimseye verilmesi gereken ceza hususunda da müslüman-lan acıma tutmaması gerektiği de belirtilmektedir [Nur/2]. Demek ki acı­ma/merhamet, uygulanması gerekli cezanın azaltılmasına, merhametsizlik de aşmya vardınlmasına sebep olabilir. Başka bir ifadeyle, merhamet, cezalan­dırmanın zulme dönüşmesini engeller. [57]

 

Faiz Felaha Mani Olur:

 

130. Ey iman edenler! Faizi kat kat artırarak yemeyin. Al­lah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.

131. Kafirler için hazırlanan ateşten sakının!

132. Allah'a ve Peygamberine itaat edin ki rahmete kavuş-turulasınız.

Riba (faiz) ile ilgili geniş açıklama Bakara/275'de yapılmıştı. Âl-i İm-ran/130 ile Bakara/275 ayeti birbirini tamamlamaktadır. Bakara/275'de faiz yemenin, Allah'a ve Peygamber'e karşı savaş ilan etmek olduğu ifade edil­mişti. Âl-i İmran/130'da ise faizin yenmesi ve terkedilmesiyle, kurtuluş/felah ve cehennem arasında ilgi kurulmaktadır. [58]

 

Faiz Ve Takva:

 

Yüce Allah bu ayette, faiz yemeyi yasaklamaktadır. Riba (faiz), ana paranın haksız yere artışı anlamına gelir; ki bu da nefsin hoşuna gider. O nedenle de fa­izden uzak durmak zordur. Onun için, faiz yasağının güçlü bir temele oturtul­ması gerekir. Riba'nın/faizin (meşru olmayan, haksız ve emeksiz kazancın) ca­zibesini yok etmek için, yine insan psikolojisi harekete geçirilmelidir. İşte, sa­kınma duygusu, insanın manevî bağışıklık sistemi, kendini koruma içgüdüsü, ihlas, samimiyet ve basiret diyebileceğimiz takva, faizin cazibesini yok eder ve Allah'ın enirinin kolayca yerine getirilmesini sağlar. Takva, -Muhammed E-sed'in verdiği mana ile- Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmaktır. Takva (Allah'a karşı sorumluluk bilinci), faizi engelleyen en büyük güçtür. Onun için­dir ki Yüce Allah, faiz yasağının hemen ardından "takvah olun" buyurmuştur. A'raf/201 ayetine göre takva, düşüncenin ürünü olan basiret'tir.

Hukukî olarak yasaklanan riba (faiz), "Allah'tan sakının" emri ile, dinî bir temele oturtulmaktadır. Başka bir ifadeyle, Bakara/281 ayeti ile Âl-i İm-ran/130 ayetinin ilk kısmı, faizi yasaklayan hukukî temeli, Bakara/275 ayeti psikolojik temeli; Bakara/276 ile Âl-i İmran/130 ayeti ise dinî temeli oluştur­maktadır. Dinî ve psikolojik temeller, faizin hukukî temelinin sağlamlaştırıl-masını temin etmektedir. [59]

 

Takva, Faiz Ve Mutluluk:

 

Takva (ilahî sorumluluk bilinci) aşılandığı takdirde, faiz yasağına uyulur.

130. ayetin sonu, faiz yemenin felaha mani olacağını, faiz yememenin ve

felahın/kurtuluşun da takva ile olacağım vurgulamaktadır.

Demek ki faiz, mutluluğu ve felahı/kurtuluşu engellemektedir. Faiz toplu­mun asaletini bozduğundan, insanlar arasında ekonomik savaşa da sebep ol­maktadır. Faiz yemek Allah'a ve Peygamberine de savaş açmak olduğuna gö­re, faiz yiyenler çok cepheli bir savaş sürdürmektedirler. Birkaç cephede bir­den savaşan faizciler, toplumun erdemini yok etmekte ve toplumu mutsuzluk çukuruna atmaktadırlar. Toplumu mutluluğa götüren dinamiklerin başında, ekonomik dengeleri bozan faizi terketmek yer almaktadır.

Takva'yı, 'sakınma' manasında aldığımızda, 131. ayette geçen Kafirler için hazırlanan ateşten sakının emrinin de, faizden caydırmaya yönelik oldu­ğunu söyleyebiliriz. Faiz yiyenlerin de -kafirlerle birlikte- cehenneme gide­cekleri bu ayetle ortaya çıkmaktadır. 131. ayette cehennem yerine ateş den­mesi manidardır. Çünkü cehennem, sadece ahiretle ilgililidir, ate§ hem dünya, hem de ahiretle ilgili olup her ikisinin ateşini de kapsar. Bu durumda takva, ateşten sakınma anlamı kazanır. Bakara/24'de yakıtını insanlar ve taş­ların oluşturduğu ateşten sakınılması istenirken, o ateşin kafirler için hazır­landığı bildirilmektedir. Yakıtının insan ve taş olması, ateşin dünyevî olduğu­nu gösterir. Taş ise ekonomik değer olan paraya işaret etmektedir. İşte faiz de (haksız kazanç da), toplumu ateşe çevirmektedir.

Faiz yiyenler şeytanın çarptığı kimseler gibi kalkacaklar [Bakara/275]; fa­iz Allah'a ve Peygamber'e savaş açmaktır [Bakara/281]; faiz toplumun erde­mini yok eden, mutluluk ve kurtuluşunu engelleyen haksız bir kazançtır [Âl-i İmran/130]; faiz ateştir [Âl-i İmran/131]; Allah faizi haram kılmıştır [Baka­ra/276] Allah faizi artırmaz [Rum/39].

Toplumun felahı/kurtuluşu ile ateş, tamamen zıt oluşumlardır. Yüce Allah zıtlıkları kullanarak, ekonomik dengeleri bozan faizin hukukî temelini kuv­vetlendirmektedir.

132. ayette, Allah'a ve Peygamber'e itaat edilmesinin emredilmesiyle, fa­iz konusundaki yasağa uyulması da emredilmiş olmaktadır. Allah'a ve Pey­gamber'e itaatin sonucunun da rahmete kavuşmak olacağına dikkat çekil­mektedir. İtaatin merhameti doğacağı gerçeğine işaret eden Yüce Allah, faize karşılık rahmetini ortaya koymaktadır.

Yüce Allah'ın faizle ilgili yasağına uymamak, Allah ve Peygamberine itaatsizliktir. Ki bu, Bakara/281 'de, Allah ve Peygamberine savaş açmak olarak nitelendirilmiştir. Allah'ın faizle ilgili yasağına uymak, Allah'a ve Peygambe­rine itaattir.

Son üç ayeti (Âl-i İmran/130-132) başka bir açıdan değerlendirerek şu ge­nellemeye varabiliriz: Yüce Allah, koyduğu bir yasağa kullarının uyması için felahı, merhameti, takva ve itaati teşvik, cehennemi de caydın aracı olarak kullanmaktadır. Takva ile ilgili iki olumlu emir, itaatle ilgili bir olumlu emir vermekte; böylece bir yasağa uyulmasını temin etmek için üç olumlu emrin yerine getirilmesini istemektedir. Üç olumlu emre, felah ve merhameti ödül olarak koymaktadır. Mutluluk ve merhamet gibi cezbedici iki ödülle, faizin cazibesini kırma amacı gütmektedir. Bununla da insanlara, kötü bir şeyin ca­zibesini, iyi bir şeyin cazibesiyle kırma metodunu öğretmektedir. [60]

 

Cennet Hangi Amellerle Kazanılır?

 

133.  Rabbinizin affına mazhar olmak ve sakınanlar için hazırlanan gökler ve yer kadar geniş bir cennete ulaşmak için bir birinizle yarışın.

134. Muttakiler hem bolluk, hem de darlık anlarında infak ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.

Bu iki ayet, bir bütün teşkil ettiği, ikincisi birincisini tamamladığı için be­raberce açıklanacaktır. Ayetlerin yorumunu yaparken kavramlarının manalarını açıklayarak analizlerini de yapmak faydalı olur. 133. ayetin ilk kelime­si olan (sâri'û=y ansın, koşuşun) kelimesi çabuk olmak, süratli olmak, dakikası dakikasına yapmak, acele etmek, dürtmek, hızını artırmak, hızlan­dırmak, sevketmek, sıkıştırmak, hücum etmek, koşmak, kendini atmak ma­nalarına gelir.

Ayetin muhtevası içinde sâri'û kelimesine "koşuşun, yansın" manası ve­rilebilir. Zemahşeri sâri'û kelimesini  (sâbıkû=ydsışm) şeklinde okuyan­ların bulunduğunu nakletmektedir. Kadı Beydavi, İbn Abbas, Hazin (sâ­ri'û) kelimesini baderu (acele ediniz) kelimesiyle tefsir etmişlerdir.

Bu manaların bir anlam kümesi meydana getirdiğini ve "koşuşun, acele edin, yansın" manasını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu manalann hangisinin daha uygun olduğunu tesbit edebilmek için, ayetin bir önceki ayetlerle bağ­lantısını kurmak, nereye koşulacağını belirlemek gerekir:

(Rabbbinizden olan bir affa).

Ayetin bu kısmında mağfiret (af) kavramının yer alması, önceki ayetteki faiz konusunun devam ettiğini gösterir.

Ayetteki mağfiret kelimesini İbn Abbas, faiz ve diğer günahlardan tevbe etmek; Kadı Beydavi affı gerektiren şeylerden tevbe etmek; Hazin ise yerine getirilmesi emredilen iyi ameller diye açıklamaktadır.

Bu ayeti, 130. ayete bağladığımız zaman, faizi terketme hususunda Al­lah'ın koyduğu yasağa uymanın emredildiği anlaşılır. O nedenle İbn Ab-bas'ın, faiz ve diğer günahlardan tevbe şeklindeki açıklaması yerindedir. Tev­be faizden dönüşü ifade etmekte, faizden dönünce de mağfiret (af) gelmek­tedir. Görüldüğü gibi affa sebep olan amel, tevbedir (faizden dönme, vazgeç­medir). Bu dönüşü sağlayacak olan ameller de Allah'a karşı sorumluluğun bi­lincinde olmak, cehenmemden sakınmak, Allah'a ve Peygamberine itaat et­mektir. Bu amellerin neticesi de af ve merhamete nail olmaktır.

İbn Abbas'ın verdiği mana alınıp mağfiret 'İslâm' olarak kabul edildiğin­de, inkardan imana geçişi meydana getiren değişimin kasdedildiği ortaya çı­kar. Bu yanşma/koşma emrinin, -hitabın müslümanlara olduğundan hareket­le- ibadetlerde yanşma; -hitabın günahkarlara olduğundan hareketle- faiz yeme günahından sonra tevbeye ve mağfirete koşma hususunda olduğu söy­lenebilir. Razi'nin Esamm'dan naklettiği görüş de bu merkezdedir.

Faiz yeme günahından kurtulmak için yapılan tevbe, önemli bir değişim olduğundan, affın peşinden cennet zikredilmektedir:

(Muttakiler için hazırlanmış gökler ve yer kadar genişlikte olan cennete koşuşun).

Cennetin bu genişliğinin, maddî/fizikî anlamda olduğuna dair şu ayet zik­redilebilir:

Yeryüzünün başka bir yer küreye, göğün baş­ka bir göğe dönüştürüleceği gün...) [İbrahim/48]

Kıyametin kopmasıyla, kainatın şu anki düzeni değişecek; yer küresi ve gök başka bir düzenle varlığını sürdürecek; cennet ve cehennem, o yer ve gökte kurulacaktır.

Bu genişliği manevî anlamda alırsak şu izahı yapabiliriz: Yüce Allah, in­sanların bu dünyadaki genişlik anlayışlarına göre cennetin durumunu açıkla­maktadır. Ahiret hayatındaki ödülün sonsuzluğu, verdiği hazzın büyüklüğü, derinliği ve yoğunluğu bu şekilde insanın idrakine yaklaştırılmakta; faizi ter-kedip tevbe eden ve affa koşan insanın elde edeceği ödülün büyüklüğüne işa­ret edilmektedir.

Demek ki faiz yemek insanın ruhunu, toplumsal hayatı ve ekonomik fa­aliyetleri daraltmakta; faizi terketmek ise bunlara ferahlık ve genişlik getir­mektedir. Faizden vazgeçmek insanın ruhunu genişletmekte, sosyal ve eko­nomik hayatı dar boğazdan kurtarmakta ve böylece cenneti dünyada tesis et­mektedir. Faizin terkedilmesi insanın ruhunu yücelttiği için cennet, (gökler ve yer genişliğinde) tasvir edilmektedir.

Diğer taraftan ayetin bu kısmında bir öğretim metodu bulunduğunu görü­yoruz: Manevî konuların veya ahirette gerçekleşecek olguların bu dünyada­ki örneklerle anlatılması, meseleyi insan idrakine yaklaştırmaktadır. Ahiret hayatının özelliklerini, tabiat kanunlarından hareketle anlatmanın önemi vur­gulanmaktadır.

Peki cennet şu anda mevcut mudur? Bu hususta şunu söyleyebiliriz: Cen­neti insanların amelleri oluşturduğuna göre, cennetin bu dünyadaki boyutu insanlar tarafından oluşturulmakta; ahiretteki boyutu ise kıyametten sonra oluşturulacaktır.

(Gökler ve yer genişliğindeki cennet muttakiler için

hazırlanmıştır) ifadesini, Âl-i İmran/130-131 ayetlerine bağlamak uygun olur.

Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olup faizden kaçınan kimse için, cennet önceden hazırlanmaktadır. Takvaya (ruh olgunluğuna) erişen kimse­nin mutluluğu, ilahî merhamete nail olması ve cennetin genişliği, ancak bu benzetmeyle anlatılabilirdi.

Gökler ve yer genişliğindeki cennetin muttakiler için hazırlandığının bil­dirilmesinden şu neticeyi çıkarabiliriz: Yüce Allah hangi amele hangi ödülün verileceğini ya da davranışa denk bir karşılık verilmesi gerektiğini öğretmek­tedir. Bu nitelikteki cennet, her müslüman için değildir; takva sahibi müslü-man içindir.

Ayetin sonunda yer olan (muttaki)nin sıfatlan bir sonraki ayette açık­lanmaktadır:

1. (Muttakiler hem bollukta, hem darlıkta infak eder­ler).

Faiz yemeyi terkeden kişi kendini infak ile tatmin etmekte, insanlığa fay­dalı olmaktadır. Faiz, insan ruhunu daraltırken, infak genişletmekte ve cen­netin yoluna iletmektedir.

Muttaki, sadece imkanları bol olduğu zamanda değil, dar olduğu anlarda da ibadet etmeyi alışkanlık haline getiren kimsedir. Asıl maharet, darlıkta in­fak etmektir.

Ayetin bu kısmında yer alan iv-si (bolluk) ve (darlık) kelimeleri, eko­nomik manada alınabileceği gibi, psikolojik manada da alınabilir. Psikolojik anlamda alındığında mana, "Sevinçli ve sıkıntılı anlarında infak ederler" şek­linde olur.

2. (Öfkelerini yutarlar).

Muttaki'nin ikinci özelliği, öfkesini kontrol altında tutmasıdır. Ayetin bu kısmında geçen (kezame) fiili lügatte gizlemek, saklamak, örtmek, bas­tırmak, zaptetmek, menetmek, durdurmak; sükut etmek, söylememek mana­larına gelir. (kâzim) kalıbı ise öfke ile dolu olmak anlamını ifade eder. Bu manalanyla kavram, psikolojik boyut kazanmaktadır. Razi bunun fizikî manalarını da vermektedir. Su kanalını, bir kapıyı veya bir yolu tıkayan her şeye (kezmâ) denir. Bir kimsenin, başka birinin boğazını tutması bu ke­limeyle ifade edilir.

Önemli bir ruh disiplininin ve olgunluğunun işareti olan öfkeyi yutmak ve kontrol altına almak, takvanın önemli şartlarından biridir.

Hz. Peygamber -sanki bu ayetin tefsirini yaparcasına- şöyle buyurmuştur:

Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde öfkesini yutan adamın kalbini Yüce Allah güven ve imanla doldurur.[61]

İnfaktan daha üstün olan öfkeyi yutmak, muttakinin özelliklerinin ikinci­si olarak sayılmıştır. Çünkü Yüce Allah özellikleri kolaydan zora, önemliden daha önemliye doğru sıralamaktadır. İnfak maldan fedakarlık, öfkeyi yutmak ise duygudan fedakarlıktır; başka bir ifadeyle infak malî, öfkeyi yutmak ise manevî bir ameldir. Yüce Allah önce maddî fedakarlığı, sonra da manevî fe­dakarlığı zikretmektedir ki birincisi ikincisinin alt yapısını oluşturur.

Yukarıda zikrettiğimiz hadiste Hz. Peygamber öfkeyi yutmanın getirişine işaret ederek, öfkeyi yutmanın önemini ortaya koymuştur. Öfkeyi yutmak, nefisle alakalı bir oluşum ve psikolojik bir eylemdir.

Ama zikri geçen hadise göre, bu eylemin getirişi gönülde meydana gel­mekte, yani ürününü orada vermektedir; gönül/kalp, güven ve iman ile dol­maktadır. Nefisteki öfke ateşinin sönmesi, gönüldeki güven ve imanın güç­lenmesine neden olmaktadır. Böylece Hz. Peygamber, sebep-sonuç ilişkisi ile psikolojik alanda analizler yapmaktadır. Demek ki nefisteki kin kabardık­ça ve dışarıya taştıkça, gönüldeki güven ve iman azalmakta, nefisteki kin azaldıkça da gönüldeki güven ve iman artmaktadır.

3. (İnsanları affederler).

Ayetin bu bölümünün, daha önce geçen faiz ayetleriyle ilgili olarak açık­lanabileceğini söyleyen Razi, Bakara/280 ayetine dikkat çekerek yorumunu yapmaktadır. Allah Teala, beklemeden borcu tamamiyle silmek, sizin kendi iyiliği­nize olacaktır) buyurarak borcun  silinmesini önermektedir.  Âl-i İmran/134'deki 'affetmek'; Bakara/280'de 'borcu silmek' şeklinde yer almakta­dır. Âl-i İmran/134. ayetin başındaki 'infak' kelimesi ile irtibatlandırdığımız zaman bu yorumun doğru olduğunu söyleyebiliriz. Borcunu ödeyemeyen ve gelecekte ödeme ihtimali de olmayan bir kimsedeki alacağından vazgeçmek, bağışlamak/affetmek anlamına gelebilir.

Fakat Âl-i İmran/134'de, infak ile affetme arasında, öfkeyi yutmak yer al­dığına göre; affetmeyi, öfkeyi yutmaya bağlayarak yorumlalabiliriz ki o za­man, borçlunun borcunu silmek değil; yaptığı bir davranışla karşısındakinin kinini kabartan kişinin suçunu bağışlamak manasını ifade eder.

Bu durumda ayeti, kısasla iligili olan Bakara/178 ayetine bağlayarak yo­rumlayabiliriz: Katil, öldürülenin velisi tarafından affedilirse kısas düşer; ki bu, kinini yutarak yapılan affa bir örnektir.

Razi buna, Hz. Hamza'nın ölümünü örnek olarak vermektedir: Hz. Ham-za'ya müsle yapılmış, yani öldürüldükten sonra ağzı, burnu ve kulakları ke­silmişti. Hz. Peygamber de buna karşı kafirlere müsle yapmaya karar verdi. Bunun üzerine bu ayet indi, Hz. Peygamber de kararından vazgeçti. Razi'ye göre Nahl/126 ayeti bu olaydan ötürü inmiştir.[62]

(Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sebre-denler için daha hayırlıdır). [Nahl/126]

Affetmek de bir fedakarlıktır. Bu açıdan bakınca Âl-i İmran/134'de üç tür­lü fedakarlığın ele alındığı anlaşılır: İnfak (ekonomik fedakarlık), kinini yut­mak (psikolojik fedakarlık), affetmek (sosyal fedakarlık). Burada kolaydan zora, önemliden daha önemliye doğru bir sıralama yapılmaktadır. Demek ki en zoru ve en önemlisi insanları affetmektir. Kolay olanlar, bir sonrakinin, yani daha zor olanın alt yapısını oluşturmaktadır. Daha zor olan bir eylemi gerçekleştirebilmek için önce daha kolay olanı tatbik etmek gerekiyor. Kolay amellerden zora, zordan daha zor olana doğru insanları alıştırma metodu Yü­ce Allah'ın Kur'an'da uyguladığı ve beşerî eğitimcilere öğrettiği bir metoddur. Bundan hareketle diyebiliriz ki: Din alimi ve görevlileri halka dinin ön­ce kolay olan ibadetlerini, daha sonra da zor olanlarını öğretip yaptırmalıdır. Mesela Kur'an'da beş vakit namaz bir ayette sıralanmamaktadır. Ayetlerin birinde iki vakit namaz [Hud/114]; diğerinde dört vakit namaz [Rum/17-18] geçmektedir.

Bunun sebebi, bir günde beş vakit namaz kılamayacak olan kimselere bir kolaylık olabilir: Böyleleri önce bir vakit ile başlar, daha sonra bunu ikiye çı­karır ve böylece sonunda beş vakit namazı kılar. Neticede kolaydan zora doğ­ru giden bir metod uygulanmış ve basan elde edilmiş olur.

(Allah iyilik edenleri sever).

134. ayetle, 133. Ayetin sonunda geçen (muttaki)lerin nitelikleri açıklanmıştır. Buna göre, kendileri için gökler ve yer genişliğinde cennetin hazır­landığı muttakiler, bollukta ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve in­sanları affedenlerdir. Böylece takvanın hangi eylemlerle elde edileceğine baş­ka bir açıdan açıklık getirilmiş ve böylesi kimseler, 134. ayetin sonunda (muhsin) sıfatıyla vasıflandırılmıştır. Demek ki muttaki ile muhsin hemen he­men aynı anlama gelmekte ve aynı ruh olgunluğunu ifade etmektedirler.

Diğer taraftan darlıkta ve bollukta infak etmek, kinini yutmak ve insanla­rı affetmek muhsiriin (iyilik yapan kimsenin) nitelikleri olarak sayılmaktadır. Muttaki ve muhsin vasfını kazandıran bu ameller Allah'ın sevgisini celbedip yeryüzüne indirmekte ve bir ödül olarak sunmaktadır. Bu görüşten hareketle diyebiliriz ki, ilahî sevgi yeryüzünde infak, öfkeyi yutmak ve insanları affet­mek gibi oluşumları aramakta, onları bir gölge gibi takip etmekte ve onların oluştuğu gönül ve yerlere bir lütuf olarak inmektedir.

Fakirin ihtiyacını gidermek, öfkesini yutmak ve suçluyu affetmek, -din ve ahlâkın gereği olduğundan- ilahî sevgiye layık görülmektedir. Din eğitimi, ancak bu eylemleri insanlığa kazandırdığında görevini yapmış olacaktır. [63]

 

Muhsinin Diğer Özellikleri:

 

135. Ve on/ar, Mtanf ver/c/ yaptıkları veya kendi ken­dilerine zulmettikleri zaman Allah'ı anar ve günahlarının affı için yalvarırlar. Zaten günahları Allah'tan başka kim affedebilir? Bunlar yaptıkları fenalık üzerinde bile bile ıs­rar etmezler.

136. Bunların görecekleri karşılık, Rablerinden bağışlan­ma ve altından çağlayanlar akan cennetlerdir. Onlar ora­da ebediyyen kalırlar. Hayırlı iş yapanlar için bu ne güzel bir ödüldür.

Muttaki ve muhsinin niteliklerinin açıklanmasına, bu ayetlerde de devam edilmektedir. 134. ayette takva ve ihsan'ın fedakarlık boyutu ele alınmış ve muttakilerin diğer insanlarla olan ilişkisine değinilmişti. İnfak, öfkeyi yut­mak ve insanları affetmek sosyal boyutlu ibadetlerdir.

135. ayette ihsan mertebesine ulaşan kişinin (muhsin'in), kendisi ile ilgili eylemleri ele alınmakta; günah veya yanlış bir davranıştan sonra ne yaptık­larına işaret edilmektedir.

1.  (Utanç verici bir iş yaptıkları zaman...)

Ayetin bu kısmında yer alan fahişe kavramı, genelde zina [İsra/32]; ve ho­moseksüellik [A'raf/80] için kullanılmaktadır. Ama aslında, yüz kızartıcı ve utanç verici her davranış için kullanılır. Müfessirlerin bir kısmı, bu ayetteki fahişe kavramına, "büyük günahlar" manası vermişler ve fahişe kelimesini zinanın dışındaki günahları da içine alacak şekilde genişletmişlerdir. Demek ki muttaki ve muhsin'in de büyük günah işleme ihtimali vardır.

2. (Kendilerine karşı bir zulüm işlediklerinde...)

Çoğu müfessirler, kendine zulmetmeyi, "küçük günah" olarak nitelendir­mişlerdir. Fahişe'yi zina olarak nitelendirenler, insanın kendine zulmetmesi­ni, dokunmak ve öpmek şeklinde tefsir etmişlerdir. Hz. Adem ve eşi Yüce Al­lah'ın yasakladığı meyveden yeyince, kendi kendilerine zulmettiklerini itiraf etmişlerdir [A'raf/23].

Kişinin kendisine yakışmayan bir davranışı yapması, kendine zulmetme­si anlamına gelir. Yaptığı davranışın günah olduğunu bildiği halde onu işli-yen kimse, iradesini yerli yerinde kullanmadığından kendine zulmetmiş de­mektir.

Bir şeyi yerli yerinde kullanmamak zulüm olduğuna göre, bilgi ve irade­yi yerli yerinde kullanmamak da zulümdür. İşte bazen takva sahibi kimse de böyle hatalara düşebilmektedir.

3. İnsan bazen unutur ve hata eder. Bu insan olmanın gereğidir, ama önem­li olan günahın ardından Allah'ı hatırlayarak bilgi ve iradeyi tazelemektir.

(Allah'ı hatırlarlar).

Yüce Allah'ın kendilerini gördüğünü, O'nun cezasını ve O'ndan utanma­nın gerekli olduğunu hatırlarlar. Bir bakıma zikir burada insanın bilincinin yerine gelmesi ve Allah'a karşı pişmanlık duymasıdır. Buradaki hatırlama ey­lemini (zikri), A 'raf/201 'deki (düşünme, hatırlama) ifadesiyle karşılaya­biliriz. Yalnız Âl-i İmran/135'de düşünme veya hatırlamanın objesi Allah Te-ala'dır.

Allah'ı hatırlama ve düşünme eyleminin günahtan sonra geldiğini bu ayetten anlıyoruz. Bu ilişkiden şu sonucu çıkarabiliriz: Günah gibi bir ha­yat tecrübesi, insanın içindeki imanı, bilinci ve iradeyi uyandırmakta ve imanın gücünü ortaya çıkarmaktadır. Takva sahibi insan Allah'a karşı duy­duğu sorumluluğu, bu hatırlama ile ortaya koymaktadır. Bir bakıma günah tecrübesi, uyuyan iman ve iradeyi uyandırmakta, düşünceyi harekete geçir­mektedir.

Allah'ı hatırlama, kişinin işlediği günahın altında ezilip kalmasını, ona esir olmasını ve ona devam etmesini engellemekte ve ondan kurtulmasını te­min etmektedir. A'raf/20l'de düşünceden veya hatırlamadan hemen sonra basiret gelmekte; yani içindeki esintilerin rahmani mi, şeytanî mi olduğunu anlayabilmektedir. Buradaki Allah'ı düşünme veya hatırlama da, günahını görebilmeyi temin etmektedir.

4. (Hemen tevbe istiğfar ederler).

Günahtan sonra Allah'ı hatırlamak, günahın farkına varmak anlamına ge­lir. Bu hatırlama, kişide derin bir pişmanlık meydana getirir ve böylece gü­nahları için Allah'tan af diler. İşlediği günahlardan ötürü af dileme peygamber ahlâkının bir parçasıdır.

Takva sahibi bir müslüman, günahları sadece Allah'ın bağışlayabileceği-nin bilincinde olur. Günahlarını affettirmek için başkasına yalvarmaz ve baş­kasını aracı yapmaz.

5. (Bile bile günahlarında ısrar etmezler).

Önemli olan günah işledikten sonra günahta ısrar etmeyip af dileyebil-mektir. Alışkanlık haline getirmeden, ısrar etmeden günahtan vazgeçmek, af dilemek insanı şeytanî ahlâktan uzaklaştırır.

Şeytan ile insanı birbirinden ayıran en önemli özelliklerden biri de budur. Çünkü şeytan işlediği günahtan dolayı af dilemedi, ama Hz. Adem hemen af diledi.

Takva sahibi insan -Nisa/17 ayetine göre- tevbenin kabul edilmesinin önemli şartlarından birinin de, günahtan hemen sonra yapılması olduğunu bilir.

6. (İşte bunlar, ödül olarak Rableri tarafından ba­ğışlanacaktır).

Günah işledikten sonra Allah'ı hatırlayarak af dileyen ve günahında ısrar etmeyen takva sahibi olan kişinin ödülü bağışlanmaktır.

136. ayetin bu kısmında Allah'ın tevbeyi kabul etmesinin ve bunun neti­cesinde kulunu affetmesinin, kul için bir mükafaat olduğu ifade edilmektedir. İşte 133. ayette koşuşulması istenen af, ödül olan bir aftır. Demek ki Yüce Al­lah'ın yarışmaya açtığı ödül, aftır.

7. Muhsin sıfatıyla da anılan rnuttaki'nin diğer bir ödülü de (Altından çağlayanlar akan ebedî kalacakları cennetlerdir). Cennete giden yol aftan geçmektedir. (Böyle davrananların ödülü ne güzel­dir) buyuran Yüce Allah, ödüllerin en güzelini takva sahibi olan muhsin'e ve­receğini bildirmektedir.

Âl-i İmran suresinin bu dört ayetini özetlersek diyebiliriz ki: İnfak eden, öfkesini yutan ve insanları affeden küçük-büyük işlediği günahlardan hemen sonra Allah'ı hatırlayıp af dileyen, günahda ısrar etmeyen kimse takva sahibi muhsin olarak nitelendirilmekte ve Allah böyle kimseye sevgisini, affını ve cennetini ödül olarak vermektedir. [64]

 

Geçmişten İbret Almak:

 

757. Sizden önce (nice) hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse, yeryüzünde dolaşın ve inkar edenlerin sonunun ne olduğu­nu görün.

Yüce Allah bu ayeti, Uhud savaşında yenik düşen müslümanlara, geçmiş­teki tarihî olguları hatırlatarak yenilginin de hayatın bir parçası olduğunu, önemli olanın yenilgiden sonra bile harekete geçip hayatın zorluklarıyla mü­cadele etmek olduğunu öğretmek için göndermiştir. Gelecek için yeni bir ha­yat kurmaya çalışan müslümanlann bir yenilgiden dolayı karamsarlığa düş­melerini önlemeyi amaçlayan bu ayet, tarihî araştırmaların önemi üzerinde durmaktadır. Bu noktadan hareketle ayetin analizine girebiliriz:

1. (Sizden önce nice hayat tarzları gelip geçti).

Ayetin bu kısmındaki {sünnet) kavramına Zemahşeri Razi, Kadı Bey-davi olgular; Muhammed Esed hayat tarzları; Süleyman Ateş yasalar, Elma-lılı Hamdi Yazır olaylar, şeriatlar manasını vermektedir.

Aslında sünnet kavramı, yol, adet, örnek, kanun manalarına gelir. Razi bu kavramla ilgili olarak şu açıklamaları nakletmektedir:

1. Bu kelime (sünnet), "suyu peşpeşe dökmek" manasında söylenilen senne'l-mâe yesunnuhu (suyu döktü) fiilinden fa'letun vezninde bir kelimedir. el-Sen-nu "suyu devamlı dökmek" manasınadır. Araplar, dosdoğru olan yolu, dökü­len ve devamlı olan suya benzetmiştir. Çünkü su devamlı aktığı zaman, tek parça gibi olur.

2. Bu kelime (sünnet), mızrağın ve bıçağın ucunu bilediğin zaman söylediğin ve's-senâne, esinnuhu sennen fehuve mesnûn tabirinden alınmıştır. Böylece Hz. Peygamber'e nisbet edilen fiil, yol kılmış olduğu bir şey manasında sün­net diye adlandırılmıştır.

3. Bu kelime, Arapların deveyi güzel otlattığı zaman söyledikleri senne'l-ibile ifadesinden alınmıştır. Hz. Peygamber'in her zaman yaptığı fiil, devamlı ya­pıp, güzelce riayet ettiği için sünnet diye adlandırılmıştır.[65]

Suyun devamlı olarak dökülmesi, mızrağın bilenmesi ve devenin otlatıl­ması manasından hareketle diyebiliriz ki: Sünnet, devamlılık arzeden, aynı şeye bağlılığı ve aynı hareketi yapmayı ifade eden bir kavramdır.

Kur'an'a göre hem Allah'ın sünneti [Fatır/43], hem de insanların sünneti [Kehf/55] vardır. Değişik sünnetlerin ayrıntılarına girmeden, yorumladığı­mız ayette sünnetin "olgu, hayat tarzı" manasına geldiğini söyleyerek açık­lamamıza devam edeceğiz.

Yüce Allah bu ayette daha önce geçen tarihî olgulara dikkat çekerek, Uhud savaşındaki bozgunun analizini yapmaktadır. Buradaki olgunun, mil­letlerin ya da kavimlerin çöküşü ve tarihten silinişleriyle ilgili olduğu, ayetin son kısmından anlaşılmaktadır.

2. (Yeryüzünde dolaşın da yalanlayı-cılann sonunun nasıl olduğunu görün).

Yüce Allah, tıpkı tabiat kanunları gibi, sosyal kanunlar (sünnet) da koy­muştur. Peygamberlerini ve ayetlerini yalanlayanlar sonunda yok olup gide­ceklerdir.

Ayetin bu bölümü ile ilk bölümünü beraberce düşündüğümüzde şu netice­leri çıkarabiliriz:

a) Yüce Allah yalancıların, hakikati inkar edenlerin sonlarının tarihsel ola­rak araştırılmasını istemekle, Hz. Peygamber ve sonrası dönemlerde yaşayan inkarcıları ikaz etmektedir. Tarihin değişmeyen kanununda ve bu kanuna gö­re gerçekleşen olgularda şu hakikat vardır: Hakikati inkar edenlerin sonu kö­tüdür; mağlub olmaya mahkumdurlar. Bu toplumsal kanunun burada ve di­ğer ayetlerde öne çıkarılması, kafirlerin gerçeği görmelerini ve iman etmele­rini sağlamaya yöneliktir.

b) Müslümanlara geçmişin tarihî olguları öğretilerek imanları pekiştiril-mekte, kaybedilen savaş neticesinde ümitsizliğe düşmelerinin önüne geçil­mekte, tarihten ders çıkarmaları temin edilmektedir.

Geçmiş toplumlardan geriye kalan harabeleri gezerek, gözlemleyerek ve kazılar yaparak tetkik etmelerini ve yaşadıkları zamana ışık tutmalarını he­def almaktadır.

Bundan anlıyoruz ki, geçmişi çözemediğimiz, öğrenemediğimiz takdirde yaşadığımız zamana ve geleceğe ışık tutamaz ve problemlerimizi çözemeyiz. Toplumların doğma ve gelişme, gerileme ve çökme sebepleri bilinmedikçe bilinçli bir hayat yaşanamaz. Böylece Yüce Allah, tarihî araştırmaların ne­den, niçin ve nasıl yapılacağını insanlara öğretmektedir.

c) Toplumların çöküş sebeplerine de dikkat çekilerek hem tarih dersi, hem de sosyoloji dersi verilmektedir. Âl-i İmran/135'e göre bu sebeplerden biri, yapılan yanlıştan dönebilme erdemini gösterememektir. Toplumu idare edenler, hatalarından dönme erdemini gösteremezlerse toplumlarını batırır­lar. Onun için 135. ayette hatadan dönme, büyük erdem olarak ortaya kon­maktadır.

Sebeplerin bir diğeri de -137. ayette geçen (hakikati inkar et­mektir. Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini yalanlayanlar yıkılmaya/çök­meye mahkumdur.

Uhud savaşında da aynı kanun geçerli olmuş; kumandanın verdiği emri yerine getirmeme neticesinde mağlubiyet başgöstermiştir.

Bu dinamiklerin karşıtı da Kur'an'da öğretilmektedir:

(Andolsun ki, peygamber kulla­rımıza söz verdik: Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordu­muz şüphesiz üstün gelecektir). [Saffat/171-173]

İşte tarihin değişmeyen olgusu, kanunu, ya da dinamiği budur: İyi mutla­ka galip gelecek, kötü mutlaka kaybedecektir.

Yüce Allah, ooiiiîû; (Sonuç muttakilerindir) [A'raf/128]; (Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır) [Enbiya/105] buyururken, ta­rihin değişmeyen kanununu öğretiyordu. Zaferin, basan ve iktidarın erdemli insanların olacağı yönündeki bu kanun hem geçmişin, hem halin, hem de ge­leceğin en önemli dinamikleri arasında yer almış, almakta ve alacaktır.

İşte Yüce Allah bu emriyle, yalancıların sonunun ne olduğunu gözleme­nin önemine dikkat çekmiş ve böylece yalanlamanın nelere mal olduğunu ve olacağını öğretmiştir. [66]

 

Açık Ders:

 

138. Bu, bütün insanlara açık bir ders ve takva sahipleri için bir rehber ve bir öğüttür.

İnsanlık için bir ders, takva sahipleri için de bir rehber ve öğüt olan ne­dir? Razi, ayetin başında yer alan  (hâzâ=bu) işaret zamirinin, daha önce geçen emir, nehiy, vaad, vaid ve anılan çeşitli delil ve mucizelere; Zemah-şeri ve Kadı Beydavi yalanlayanların kötü akibetine; Elmalılı Hamdi Yazır, Mevdudi, İbn Abbas, Nesefi ve Hazin ise Kur'an'a işaret ettiğini söylemiş­lerdir.

Biz, Zemahşeri ve Kadı Beydavi'nin görüşünü tercih ediyoruz, yani 137. ayetin içerdiği konu tüm insanlık için bir ders, muttakiler için de bir rehber ve öğüttür. Yalanlayanların değişmeyen akibetleri, tarihin değişmeyen kanu­nu ve dinamiği olmuştur. İşte bu kanun, tüm insanlık için bir beyan (ders) mahiyetindedir.

Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini yalanlayanların kaybedeceği kanu­nunun, tüm insanlık için bir beyan (ders) olmasından şunu anlıyoruz: Tarihî olguların evrensel boyutu tüm insanlığa ders olmalarıyla ortaya çıkmaktadır.

Ayetin birinci kısmındaki beyan kavramı, şüpheleri ortadan kaldıran bir ders olmaktadır.

Şimdi ayetten çıkaracağımız neticelere geçebiliriz:

1. Gerçekleşen bir olgudan herkes aynı derecede istifade edemeyebilir. O olgunun bütün insanlık için ifade ettiği bir ders; sosyal gruplar için ifade et­tiği başka bir ders olabilir. Kötülerin akibetinin karanlık olacağı kanunu; inancı, kökeni ve kültürü ne olursa olsun bütün insanlık için şüpheleri orta­dan kaldıran bir beyandır (derstir).

2. Yalanlayanların akibetinin daima karanlık olduğu ve olacağı kanunun­dan, Allah'a karşı sorumluluğunu bilenler farklı neticeler çıkarabilirler.

Bütün insanlık için bir ders olan bir kanun, takva sahipleri için rehber ve öğüt olabilmektedir. Çünkü muttakilerin (ruh olgunluğuna erişen kimselerin), tarihî olgulardan ve tarihin değişmeyen dinamiklerinden farklı neticeler çıkarmaları doğaldır.

Ayetin ikinci kısmında yer alan (hidayet) kavramı, Razi'ye göre ar­zulanan bir şeye götüren/ulaştıran rehberliktir.[67] Yanlışa düşmemek için insa­na doğru yolu göstermek/öğretmektir. Kötü insanların akıbetinin kötü olaca­ğı kanunu, müslümanlarm hata yapmalarını önleyen, problemleri çözmek ko­nusunda yol gösteren ve önlerini aydınlatan bir rehber konumundadır. Reh­ber, insanı doğru yola götürür; şaşırmasını, yolunu kaybetmesini önler ve ne­ticede yolu öğretmiş olur. Tarihin değişmeyen kanun ve dinamikleri de er­demli insanlar için aynı işJevi görürler.

Rehberlik eden bu kanun ve dinamikler, muttakilerin beynine ve gönlüne kalıcı olan bir şeyi yerleştirirler. Çünkü tarihin değişmeyen kanun ve dina­mikleri takva sahibi insanların beyin ve gönüllerinde kendilerine bir yer arar­lar. Orada yer bulup yerleşmeleri, onların öğüt haline geldiğini gösterir.

3. Tarihî araştırmalar ortaya çıkarmıştır ki, kötüler daima kaybetmiştir. Kötülerin daima kaybedeceği kanunu, ancak manevî bir alt yapıya sahip olan insanlar için bir rehber ve öğüt olabilir. Bu alt yapı ise -bu ayete göre- tak­vadır (korunmadır, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmadır). Bu ruh olgunluğuna ulaşamayanlar ne tarihin dinamiklerini anlayabilir, ne de onun ışığından istifade edip öğüt alabilirler.

Aslında Yüce Allah, Uhud savaşını kaybeden müslümanlara, takva sahibi olmalarını önermekte, bu ruh olgunluğunu elde ettiklerinde neler yapacakla­rına ışık tutmaktadır.

Süleyman Ateş bu konuyu şöyle açıklıyor:

Eğer Uhud'da siz, bir yara aldınızsa, düşmanınız olan topluluk da Uhud'da ve­ya Bedir'de benzeri bir yara almıştı. Ama onlar sizinle savaşmak için azmet­tiler, çalıştılar, sebat ettiler; sonuçta azim ve sebatlarının karşılığını aldılar. Al­lah onlan sevdiğinden dolayı onlara zafer vermedi, fakat onlar Allah'ın yasa­sı uyarınca çalışmalarının ürününü aldılar. Siz ise Peygamberinizin buyrukla­rım dinlemediniz, bu yüzden yenilgiye uğradınız. Ama bu felakette de hikmet vardı. Zira Allah bu felaketle sizleri denedi. Kimlerin ağır şartlar içinde canla başla inancını savunup bu uğurda can verebileceklerini ortaya çıkarmak, kimlerin zayıf inançlı olduğunu belli etmek için sizi böyle bir sınavdan geçir­di. Hep siz üstün gelseydiniz, belki "Nasıl olsa Allah bize galibiyet verecek­tir" deyip çalışmayı bırakırdınız. Böylece anladınız ki, imanla beraber çalış­mak da lazımdır. Kim çalışırsa o davasında başarıya ulaşır. Bu, Allah'ın bir ka­nunudur; iki kuvvet çarpışır, bu kuvvetlerin çarpışmasından zayıflar ayıklanır, iman ve irade gücüne, üstün ruh yapısına sahip olanlar seçilir. Böylece top­lumlar ileriye gider, iyiler seçilir. Eğer küfür kuvvetine hiç güç verilmese, • iman kuvveti de kemale erişemez, çünkü ancak rakip kuvvet onun güçlenme­sine sebep olur. İnsanları ileriye iten, aralarındaki rekabettir. İşte müslüman-lar bu savaşla anlamışlardır ki karşılarında bir kuvvet vardır. Kendileri iman­ca üstündürler ama, bu üstünlüklerini sürdürebilmek için kumandanın emrini dinlemek, savaşın gereklerine uymak ve daima çalışmak lazımdır.[68]

İşte insanlığa verilen ders, takva sahiplerine yapılan rehberlik ve öğüt bu­dur. [69]

 

Üstünlük İmandadır:

 

139. Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka en üstün olursunuz.

Uhud savaşındaki yenilginin ardından müslümanlann ruh haletini gözö-nüne seren bu ayet, aynı zamanda o ruh çöküntüsünün nasıl tedavi edileceği­ni de göstermektedir. Yüce Allah'ın bu ayeti niçin gönderdiğini şu şekilde açıklayabiliriz:

1. Uhud savaşından sonra müslümanlar cesaretlerini yitirmişlerdi. Ordu komutanının verdiği emirleri yerine getirmekte ihmal göstermek, ganimet peşine düşmek, kazanılan savaşın kaybedilmesine sebep olmuştu.

Mağlubiyet müslümanlann cesaretini iyice kırmıştı.

Onun için Yüce Allah (cesaretinizi yitirmeyin) buyurmuştur. Eğer onlar cesaretlerini yitirmemiş olsalardı, bu emre muhatap olmazlardı.

Yukarıda 'cesaret' diye tercüme ettiğimiz (tehinû) kelimesinin kökü olan el-vehn kelimesi Kur'an'da çeşitli manalarda geçmektedir. Bu kelime sözlükte zayıf olmak, kuvvetten yoksun olmak, aciz ve iktidarsız olmak, ka­biliyetsiz olmak, faaliyetini kaybetmek, şevksizleşmek, gevşemek, yorulma­ya başlamak, enerji ve cesaretini kaybetmek; kuşla bereber kullanılınca ku­şun uçmaması manalarına gelir. [70]

 

Vehn Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Erimek

(vehn) kelimesinin biyolojik/maddî anlamı Meryem suresinde, Hz. Zekeriyya'nın dilinden ifade edilmiştir:

("Rabbim!" dedi, "Doğrusu kemiklerim eridi). [Mer­yem/4]

Yaşlanan insanın kemiklerinde başlayan deformasyonu/gevşemeyi ifade etmek için bu kelime kullanılmaktadır. Kemiğin gevşemesi gibi, cesaretini kaybeden insan da savaşta gevşemektedir.

2) Bozmak

(vehn) kelimesi, Enfal suresinde (mûhinu) kalıbında geçmekte ve Yüce Allah'ın eylemini ifade etmektedir:

(Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kafirlerin tuzağı­nı bozar). [Enfal/18]

Hakikati inkar edenlerin mü'minlere karşı kurduğu tuzakları Yüce Allah bozmaktadır. Bu tuzaklar siyasî, ekonomik, kültürel ve dinî olabilir. Tuzağın cinsi önemli değildir, önemli olan onun bir haksızlık ve zulüm için kurulmuş olmasıdır. İşte böyle tuzaklar, Allah tarafından bozulacaktır.

3) Acı

Bu kelime, annenin çocuğunu karnında taşırken ve doğururken çektiği sancıyı ifade etmek için de kullanılır:

(Çünkü anası onu nice acılara katlanarak taşımıştır). [Lokman/14]

Bu anlamıyla kavram, biyolojik oluşumların meydana getirdiği psikolojik durumu açıklamaktadır.

4) Zayıflık

Ankebut suresinde manevî oluşumlar, örümceğin evi ile misallendiril-mektedir:

(Allah'­tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir, halbuki yuvaların en zayıfı şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi). [Ankebut/41]

Şirkin girdiği gönlü Yüce Allah örümceğin evine benzetmektedir. Barı­nakların en zayıfı örümceğin evidir. Gönüllerin en zayıfı da şirkin bulundu­ğu gönüldür.

5) Gevşeklik

Bu anlamıyla kavram, yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin dışında, Âl-i İmran/146, Nisa/104 ve Muhammed/35 ayetlerinde geçmektedir. Sava­şın ya da mağlubiyetin insanda meydana getirdiği psikolojik durumu anlat­maktadır.

Cesaretin kırılıp örümceğin evi gibi yok olmasını, kötü oluşumların mey­dana getirdiği acıyı, psikolojik dengenin bozulmasını ve kahramanlık duygu­sunun erimesini ifade etmektedir.

Olaylar, sosyal şartlar insanın bütün umut, cesaret ve kahramanlık duygu­larını silip süpürebilir. Bireysel ve sosyal hayattaki olumsuzluklar, çözülme­ler ve dengesizlikler insanın içine aksedebilir.

Yüce Allah insanın psikolojisinin çözülmesini, iç dengelerinin bozulma­sını ve cesaretinin kaybolmasını istemediği için bu emri vermektedir.

Ayetteki bu emir, tarihsel boyutu içine hapsedilemez. Evet, ayet öncelik­le Uhud savaşına, Uhud yenilgisinin müslümanlarda meydana getirdiği psi­kolojik çözülmeye işaret ediyor olmakla birlikte, kıyamete kadar her zaman ve mekanda ortaya çıkacak olan kültürel, ekonomik, teknolojik ve siyasal her türlü olay ve savaşı da kapsamaktadır. Dolayısıyla iyinin, doğrunun, hakikatin ve güzelin taraftarları mücadeleden asla yılmamalı, gevşememeli ve yıl­gınlığa düşmemelidirler. İşte Yüce Allah'ın (gevşemeyin) emrini bu alanların tümüne yayabilir ve ona evrensel bir boyut kazandırabiliriz.

2. Uhud savaşından sonra müslümanlar üzüntüye kapılmışlardı.

Uhud savaşının kaybedilmesinin ardından doğan diğer bir psikolojik du­ruma işaret eden bu ayet, aynı zamanda bu durumu telafi etmenin önemini de vurgulamaktadır. Uhud'da yenilmeleri ve birçok şehid vermeleri müslüman-lan çok üzmüştü. Üzüntü, hareket ve atılımı önlerken, cesaretin kırılmasını da artırmaktadır.

Mağlubiyet cesaretin kırılmasına neden olurken, ağır can kaybı da üzün­tüye sebep olmaktadır. Her ikisi bir araya gelince şüphe ve hayata kötümser bakma gibi derin psikolojik yaralar meydana gelmektedir. (gevşe­meyin, üzüntüye kapılmayın) emriyle Yüce Allah, müslüman bir ordunun komutanına, mağlub olan askerlerine nasıl taktik vereceğini öğretmektedir. Komutanın, mağlup olan askerleri azarlayıp suçlayarak onların cesaretini da­ha da kırmak, üzüntülerini daha da artırmak yerine; onlara "Tarihte güçlü or­dular da yenilmiştir; yenilgi yeni zaferlerin müjdecisidir; onun için size Al­lah'ın (Gevşemeyin ve üzüntüye düşmeyin) [Âl-i İmran/139] buyru­ğunu hatırlatıyorum" demesini salık vermektedir.

3. (Eğer iman ediyorsanız, mutlaka en üstünsünüz).

Yüce Allah burada üstünlüğü, imana bağlamaktadır. İman kelimesinin asıl manası -Bakara/l25'te de açıkladığımız gibi- 'güven'dir. Bu manadan hare­ketle, "eğer iman ediyorsanız" ifadesini, "eğer sizde öz güven varsa" şeklin­de anlayabiliriz. Bu, ayetin ilk bölümlerindeki emirlere de uygun düşmekte­dir.

(Gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın, öz güveniniz varsa mutlaka en üstün siz olacaksınız) ifadesinden anlaşılıyor ki, öz güveni­ni kaybeden üstünlüğünü de kaybeder; öz güvenini yitirmeyen bir gün mut­laka üstün gelir.

Bu ifadeyi, doğrudan doğruya 'inanmak' manasına da alabiliriz. O zaman, "Allah'a, O'nun size yardım edeceğine katıksız ve noksansız bir şekilde ina­nıyorsanız, üstün gelecek olanlar sizsiniz" anlamına gelir. İman edenlerin mutlaka zafere ulaşacağına inananlar, gevşemez ve üzüntüye kapılmaz.

Her iki manayı bir araya getirdiğimizde şu genellemeye varabiliriz: Üstünlük veya zafer gönülde başlamakta ve oradan sosyal hayata ve devletler arası ilişkilere yayılmaktadır. Çünkü iman, akim ve gönlün birleşmesi ile or­taya çıkan bir manevî değer ve güçtür.

Hayatın her alanındaki yarışmada, mücadelede ve savaşta başarının, zafer ve üstünlüğün mayası, çekirdeği ve cevheri gönüldedir. Başarının, zafer ve üstünlüğün gönülde mayalandığı, çekirdeğinin gönülde çatladığı ve cevheri­nin gönülde geliştiğine dikkat çeken bu ayet, tüm bu oluşumların temelinde psikolojinin bulunduğuna işaret etmektedir.

Ayetin bu kısmında şöyle bir uyan da sezilmektedir: Savaşı kaybetmeni­zin altında iman ve güven zaafı yatmaktadır; öyleyse imanınızı sorgulayın. Çünkü gerçekten iman edenler veya öz güvene sahip olanlar mutlaka üstün gelirler. Uhud savaşını kaybettiğinize göre, iman ve güven sorununuz var de­mektir. Hz. Peygamber'in Ayneyn geçidine yerleştirdiği ve asla yerlerini ter-ketmemelerini emrettiği okçular, emri yerine getirmemekle itaatsizlik etmiş­lerdir; bu da iman zaafından kaynaklanmıştır. O halde müslümanların, iman­larını bir kez daha sorgulamaları gerekmektedir.

Bu yorum, biraz uzak düşmekle beraber, devletler arası ilişkilerdeki zayıf­lığımızın, siyasette, bilgi ve teknolojide geri kalmışlığımızın nedenlerini tes-bit etmekte bize yardımcı olacaktır. Müslümanların geri kalışının, bilgide, teknolojide, ekonomi ve siyasette üstünlüğü kaybetmesinin sorumluluğu İs­lâm dinine değil, müslümanlara aittir. Üretmeyen beyin, gerçek imana sahip olmayan gönül, üstünlüğün sorumluluğu altında ezilmiş ve başarının uzak ufuklarından geri kalmıştır. [71]

 

Zulüm Toplumsal Dengeyi Bozar:

 

140. Eğer başınıza bir bela gelirse (bilin ki) benzer bir be­laya (başka) insanlar da uğramıştır; zira böyle (iyi ve kö­tü) günleri insanlara sırayla paylaştırırız. Bu Allah'ın iman edenleri seçip ayırması ve aranızdan (hayatları ile) şahitlik yapanları seçmesi içindir, çünkü Allah, zalimleri asla sevmez.

Bir önceki ayetin devamı olan bu ayet, (Gevşeme­yin, üzüntüye kapılmayın; eğer inanıyorsanız üstünsünüz) ifadesinin gerçek­leşebilmesi için gerekli olan tarihî gerçekliğe ve sosyal dinamiğe dikkat çek­mektedir. Gevşemeyen ve üzüntüye kapılmayan bir psikolojik yapıya ulaş­mak için bilgiye ihtiyaç vardır. Zira bilgi ile desteklenmeyen nasihatler, ge­rekli olan değişimi meydana getirmeyebilir. O nedenle burada, savaşı kaybet­menin getirdiği ruhsal çöküntüyü, bilgi olmadan ortadan kaldırmanın zorlu­ğuna işaret edilmektedir. Bu bilgi ise, tarihte her toplumun zaman zaman za­ferin tadını, zaman zaman da mağlubiyetin acısını tattığı gerçeğidir.

1. (Eğer başınıza bir bela geldiyse, benzer bir belaya başka insanlar da uğramıştır).

Tarihsel boyutu ile ele alarak ayeti şöyle ifade edebiliriz: Ey müslüman-lar! Sizin Uhud'da aldığınız yaranın benzerini, müşrikler de Bedir'de almıştı.

Ayetteki (karh) kelimesi, her ne kadar 'yaralanma' manasına geliyorsa da, burada -Muhammed Esed'in dediği gibi- yaralanmanın meydana getirdi­ği ızdırabı, mağlubiyetin ızdırabını ifade etmektedir. Buna "sosyal acı" diye-bilirz.

Böyle ızdıraplar çekmek ve sosyal yaralar almak, tarihin değişmeyen ka­nunudur. Bununla, mağlubiyet acısı tatmayan bir milletin bulunmadığına işa­ret edilmekte; bunun bir kanun olduğu belirtilmektedir. Bazen galip, bazen mağlup olmak, toplumların kaderidir; yani tarihin temel dinamiğidir.

2. (Böyle günleri insanlara sırayla paylaştırırız).

Toplumlar da fertler gibi iyi ve kötü günler yaşarlar. Toplumsal hayatın da bir ritmi vardır. Ferdin psikolojisinde iniş ve çıkışlar, dalgalanma ve durul­malar, mutluluk ve mutsuzluklar vardır. Aynı durum toplumsal hayatta da gö­rülmektedir. Her zaman mutlu olan bir toplum bulunmadığı gibi, her zaman mutsuz olan bir toplum da bulunmaz.

İyilikler ve kötülükler, toplumlar arasında paylaştırılmıştır. Ayetin bu kıs­mında Yüce Allah bu gerçeği insanlara anlatmakta, mutsuz günlerden sonra çalışarak mutlu günlere ulaşmanın gayreti içerisinde olmaları gerektiğini öğ­retmektedir. İyiden kötüye, kötüden iyiye doğru daima bir değişim içinde ol­duğumuzu, statik/durağan bir hayatın bulunmadığını, hayatın daima dinamik olduğunu vurgulamaktadır.

"(müdâvele), bir şeyi birinden alıp başkasına nakletmektir. "Elden ele dolaşmak" tabirinde de bu kelime kullanılır. Bu durumu tabiat kanunu ile açıklayabiliriz: Soğuk hava kitlesi bir yerde durmaz, memleketten memleke­te dolaşır. İyi günlerle kötü günler de, toplumdan topluma gezinirler.

Müslümanlar bazen hata yaparlar ve bu hata da onlara sıkıntı getirir. Ak­si takdirde, hatanın cezalandırılmaması halinde adalet tatbik edilmemiş olur. Kötü günler, bulaşıcı hastalık gibi, millete bulaşır ve ona ızdırap verir.

3. Ayetin üçüncü bölümünde bu sosyal kanunun neden konduğu açıklan­maktadır. Yüce Allah'ın Kur'an'da hiç ihmal etmediği metod, bir eylemin ve­ya emrin neden ve niçinini açıklamasıdır. Bu metodun bu ayette de uygulan­dığını görüyoruz.

İyi ve kötü günlerin insanlar arasında paylaştınlmasımn nedeni ayetin de­vamında şöyle açıklanmaktadır:

(Ta ki Allah, iman edenleri ayırdetsin ve içinizden hakikate şahitlik yapanları seçsin).

Ayetin bu kısmından, iyi ve kötü günlerin toplumlar arasında paylaştınl-masmın/dolaştınlmasının bir imtihan olduğunu anlıyoruz. Bu imtihanın ama­cı ise yürekten iman edenlerin ve bu imanlarına uygun güzel eylemler yapan­ların tesbit edilip açığa çıkarılmasıdır. Müslümanların imanlarının kalitesi ile Allah'ın emirlerini hayata geçirenlerin belirlenmesi için Yüce Allah iyi ve kötü günlerle imtihan etmektedir. Bu imtihanın bir benzeri de şu ayette yer almaktadır:

(Her canlı ölümü tadar. Bir imti­han olarak sizi iyi ve kötü ile imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize dön­dürüleceksiniz). [Enbiya/35]

4. (Allah zalimleri sevmez). Verilen bu bilgilerden sonra, gevşeklik gösterenler, üzüntüye kapılanlar ve Allah'ın yardımdan ümit kesenler zalimdir.

Zalim olanın ise Allah tarafından sevilmesi mümkün değildir. Allah Teala, ancak imtihanı başaranları sever. Yukarıda zikri geçen türdeki imtihanları ba­şaracak bir imana sahip olmayan ve inancını hayata geçiremeyenler ilahî sev­giden uzak kalacaklardır. [72]

 

İmtihanın Diğer Amacı:

 

141. Bir de Allah'ın, iman edenleri her türlü boş ve yarar­sız şeylerden arındırması ve inkarcıları helak etmesi için.

Ayetin ilk kelimesi 'temizlemek' anlamına gelen (mahs)dan türemiş­tir. Bu kelimeye îbn Abbas 'affetmek', Zemahşeri, Razi, Kadı Beydavi, Hâ­zin ve Nesefı 'temizlemek' manalarını vermektedirler. Yüce Allah iman edenleri temizleyeceğini ifade buyurmuş; ancak nelerden temizleyeceğine dair herhangi birşey söylememiştir. Acaba Allah Teala iman edenleri neler­den temizleyecektir?

İbn Abbas bu soruya, savaşta müslümanlara isabet eden şeylerden; Kadı Beydavi günahlardan; Muhammed Esed boş ve yararsız şeylerden cevabını vermektedirler.

(Kalplerinizdekileri temizlemek için) [Al-i İmran/154] ifadesin­den, temizlik faaliyetinin kalplerde olduğu anlaşılıyor. Kalplerde olan ise gü­nahın kirleridir [Mutaffifin/14]; hastalıktır [Tevbe/125]. Ama bu ayetlerde geçen 'kir' ve 'hastalık' mü'minler için kullanılabilir mi? Mü'minlerin kalp­lerinin boş ve yararsız şeylerden temizlendiğini ifade eden Muhammed Esed'in fikri dikkate değer olmakla birlikte, İbn Abbas'ın kalplerin savaştan kaynaklanan gevşeklik ve üzüntüden temizlenmesi şeklindeki yorumu daha uygun görünmektedir. Öyleyse "Allah'ın mü'minleri temizlemesi", -Âl-i İm-ran/139 ayetinin delaletiyle- mü'minlerin kalplerindeki gevşeklik ve üzüntü­yü gidermesidir. Bize göre buradaki (ve li-yumahhısa=temizlemçk için)

ifadesi, Bedir savaşı ile ilgili olarak Enfal/ll'de geçen (yutahhıre-kum=sizi temizlemek için) ifadesine denk düşmektedir.

Razi, ayetin diğer bölümünde yer alan (mahk) kelimesinin, bir şeyin tamamen yok olup geriye bir izinin kalmaması manasına geldiğini naklet­mektedir. Aslında kelime, noksanlık manasına gelmektedir.

Bu kelimenin bir sosyolojik, bir de ekonomik manası vardır. Nitekim, (Allah faizin bereketini tamamen yok eder) [Bakara/276] ibaresinde kelimeye ekonomik; kafirlerin helak edileceğinin ifade edildiği Âl-i İm-ran/141'de ise sosyolojik mana yüklenmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, 140. ayette geçen imtihanın sebepleri, gerçek­ten iman edenlerin ve imanlarının gereğini yerine getirenlerin tesbit edilme­si; 141. ayette de mü'minlerin kalplerinden gevşeklik ve üzüntünün gideril­mesi ve inkarcıların helak edilmesi şeklinde sıralanmıştır. Kötüden iyiye ve iyiden kötüye doğru olan değişimler, olumlu veya olumsuz toplumsal sarsın­tılar meydana getirmektedir. Allah Teala'nın bu açıklamayı yapmasının nede­ni, din eğitiminin toplumu bu sarsıntılardan koruyacak bilgilendirmeyi yap­ması gerektiğini ortaya koymak içindir. [73]

 

İmtihansız Cennete Girilmez:

 

142.  Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?

143. Andolsun ki siz ölümle yüzyüze gelmeden önce, onu temenni ederdiniz. İste şimdi onu görmektesiniz.

Bu ayetlerin iniş sebebi hakkında alimler, hemen hemen aynı şeyleri söy­lemektedirler.

Bedir savaşına katılıp şehit olanlara imrenen bazı sahabiler, düşmanı Me­dine dışında karşılamak için ısrar ettiler. Hz. Peygamber ise, düşmanı Medi­ne içinde karşılamak niyetindeydi. Sahabe ile yaptığı istişare neticesinde ço­ğunluk, düşmanı Medine dışında karşılama fikrini benimseyince Hz. Pey­gamber de onlara uydu.

Onun için Zemahşeri, 143. ayette anlatılan durumun sahabeye serzeniş ol­duğunu söylemektedir. Şimdi ayetin açıklamasına geçebiliriz:

1. İmtihansız cennete girilemez.

Âl-i İmran/142 ayeti ile Bakara/214 ayeti arasında yapısal bakımdan bir benzerlik vardır. Her iki ayet de (Yoksa siz cennete gireceğini­zi mi sanıyorsunuz?) ifadesiyle başlamaktadır. Görüldüğü gibi Yüce Allah gerçekten iman edip etmediklerini ve erdem sahibi olup olmadıklarını açığa çıkarmadan kimseyi cennetine koymamaktadır. Bunların açığa çıkması için de imtihandan başarıyla çıkılması gerekmektedir. Mesela Bakara/214'de yok­sulluk ve sıkıntıdan kaynaklanan büyük sarsıntı insanlar için bir imtihan ve­silesi kılınmıştır. Zira yoksulluk ve sıkıntının getirdiği sosyal deprem, en önemli problemlerin başında gelmektedir.

Toplumların başına gelen sıkıntı Âl-i İmran/142'de olduğu gibi savaş da olabilir. Öyleyse gönüllü olarak Allah uğrunda savaşan ve sabreden kimsele­rin belirlenmesi için imtihan şarttır. Bu imtihanın neticesinde başarılı olanla­ra cennet vardır.

Bu iki ayeti bir araya getirdiğimizde şu netice çıkar: İmtihansız ödül yok­tur. Fert ve toplumlar yoksulluk, sıkıntı ve savaş ile denenmekte, insanların iman ve sabırları ölçülmekte, mal ve canlan konusundaki tutumları tesbit edilmekte ve bunun neticesinde başarılı olanlar cennete girmeyi hak etmek­tedir. Yüce Allah Muhammed suresinde şöyle buyuruyor:

(Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar si­zi imtihan edeceğiz). [Muhammed/31]

Bu ayeti de dikkate aldığımızda diyebiliriz ki, müslümanlar Allah yolun­da mal ve canlan hususunda denenmektedir. Bu husustaki fedakarlık, toplumlara can verdiği gibi, cennete giden yolun da en önemli kilometre taşını teşkil etmektedir.

143. ayette Yüce Allah Hz. Peygamber ile arkadaşları arasında geçen önemli bir konuyu gündeme getirmektedir: istişare.

2. Savaşta istişare gereklidir.

Uhud savaşında, Hz. Peygamber düşman ordusunu nerede karşılayacakla­rı konusunda ashabı ile istişare etti ve onların fikirlerini aldı. 143. ayette bu istişareye işaret edilmektedir:

(Andolsun ki siz, ölümle yüz yüze gelmeden önce, ölümü arzuladınız).

Ashabın çoğunluğu, düşman ordusunu Medine dışında karşılama ve canlarım feda etme hususunda arzulu idiler. Demek ki onlar ölümle karşı­laşmadan önce ölümü arzulamışlar; ama ölümle karşılaşınca donakalmış-lardır.

Ayetin bu kısmından şu neticeyi çıkarabiliriz: Vakıa ile karşılaşmadan ön­ce söylenilen sözler insanın karakterini tam olarak yansıtmaz; onun için in­san, vakıalar karşısındaki tutumuna göre değerlendirilmeye tabi tutulmalıdır. Vakıa ile karşı karşıya gelmeden önceki idealler, temenni ve arzular insanın hem kendisi, hem de beraberindekiler için yanıltıcı olabilir. Bundan dolayı insanları sözleriyle değil, eylemleri ile değerlendirmek gerekir.

(Şimdi kendi gözlerinizle onu görmektesiniz). Uhud savaşı ile karşı karşıya kalınca, daha önceki arzularının sönmesi ve cesaretlerinin kırılması konusunda Allah Teala -Zemahşeri'ye göre iki açı­dan- sahabeye serzenişte bulunmaktadır:

a. Hz. Peygamber'in tavsiyesine rağmen düşmanla açık alanda savaşmak­ta ısrar etmeleri ve dolayısıyla da ölümcül bir tehlikeyi davet etmelerinden dolayı;

b. Savaş esnasında, inançlarına uygun davranmadaki zaaflarından dolayı.[74]

Bu ayetten çıkaracağımız diğer bir netice de şudur: Çoğunluğun savundu­ğu fikir, her zaman doğru ve isabetli olmaz. Zira bazen hamaset duygulan çoğunluğu yanlış bir görüş etrafında toplayabilir.

Ayette bunun bir örneği verilmekte ve böylece geçmişte yaşanan bir olgu ile gelecekteki nesiller eğitilmektedir. Savaş gibi ciddi bir konuda temenniler etrafında değil, aklın öğretileri ve şartların gerekleri doğrultusunda karar alınmalıdır.

Ayetlerden hareketle Uhud savaşının bir değerlendirmesini yapacak olur­sak diyebiliriz ki: Müslümanların Uhud savaşını kaybetmelerinin tek nedeni, okçuların Ayneyn geçidini terkedip ganimet peşine düşmeleri değildir; Hz. Peygamber'in düşman ordusunu Medine'de karşılama önerisini gözardı etme­leri de önemli bir sebeptir.

Bir bakıma, savaş, daha başlamadan önce kaybedilmişti. Savaşı kaybet­menin ilk nedeni, Hz. Peygamber'in tavsiyesine rağmen düşman ordusunu Medine dışında karşılama arzusu etrafında toplanılmış olmasıdır. Savaşı kay­betmenin ikinci nedeni ise, Hz. Peygamber'in Ayneyn geçidine yerleştirdiği ve hiçbir durumda yerlerinden ayrılmamalarını emrettiği okçuların emre ita­atsizlik etmeleridir. [75]

 

Peygamberler Fanıdır Allah İse Bakidir:

 

144. Muhammed sadece bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçtiler. Öyleyse, o ölür yahut öldürü-lürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz? Kim gerisin geri dönerse Allah'a zarar veremez, fakat şük-redenlerin mükafaatını Allah verir.

Bir rivayete göre, Uhud'da savaşın müslümanlann aleyhine gelişmesi ve Hz. Peygamber'in öldüğü haberinin ortalığa yayılması üzerine müslümanlar savaşı terketmek istemişler; ama Hz. Ebubekir bu ayeti okuyarak mü'minle-ri cesaretlendirmiştir.

Başka bir rivayete göre, Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber'in vefatı nedeniy­le üzüntü ve şaşkınlığa garkolan müslümanlara, Her kim Muhammed'e tapı­yorsa bilsin ki Muhammed öldü; ama her kim Allah'a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah sonsuza kadar yaşayan ve asla ölmeyecek olandır[76] demiş ve ardın­dan bu ayeti okumuş; bunun üzerine müslümanlar yatışmıştır.

Şimdi analizini yaparak ayetin, sadece indiği dönemle değil, günümüzde­ki yanlış inanışlarla da ilgisini kurmaya çalışalım:

1. (Muhammed sadece bir elçidir).

Cümlenin yapısı, Hz. Peygamber'i başka görevlerden soyutlamakta ve onun "sadece elçi" olduğunu vurgulamaktadır. İstisna cümlesi olması, bu vurguyu daha da güçlendirmektedir. Bu vurgu aynı zamanda Bakara/252'de-ki şüpheyi ortadan kaldıran bir ifade tarzıdır.

(Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş elçilerdensin) ifa-desindeki 'şüphesiz' kelimesi, Âl-i İmran/144'deki istisna kalıbının dengidir.

Demek ki Allah Teala, Hz. Peygamber'i insanlar arasından seçip elçi ola­rak atamıştır. O, ilahî alemin, beşerî alemdeki elçisidir. Devletler arası elçi­ler, nasıl gönderildikleri devletle kendi devletleri arasındaki ilişkileri düzen­ler ve problemleri çözerlerse, peygamberler de beşerî alemdeki olayları ilahî alemin mesajları ile çözerler.

Buradan şu neticeyi çıkarabiliriz: Eğitim faaliyeti yabancı hocalardan zi­yade yerli hocalarla yapılmalıdır. Siyasî ilişkiler de yerli elçiler tarafından yürütülmelidir. İnsanlar alemine, cinler veya melekler aleminden elçi gönde-rilmez; zira aynı olaylar, olgular içerisinde yoğurulmayan bir varlık, yaban­cısı olduğu kültüre elçilik yapamaz.

2. (Ondan önce de elçiler gelip geçtiler).

Daha önce de peygamberlerin gelip geçtiğinin vurgulanması, peygamber­lerin de ölüm kanununa tâbi olduklarına, dolayısıyla Hz. Muhammed'in de ölümsüz olmadığına dikkat çekmektedir. Bu ifadeyle, insanların peygam­berleri ölümsüzleştirmeleri engellenmek, ölümsüzlüğün sadece Allah'a ait olduğu inancı ve hakikati insanların gönlüne yerleştirilmek istenmekte; me­lek ya da peygamber olsa bile hiçbir varlığın, sadece Yüce Allah'a ait olan ölümsüzlük sıfatına sahip olmadığını ve olamayacağını öğretmek amacı gü­dülmektedir.

Dolayısıyla, "Hz. Muhammed ölmedi, ölemez" demek, İslâm inancına aykırı olup, insanı şirke bile götürecek tehlikeli bir sözdür.

Yine ayetin bu kısmmda, Hz Muhammed'den önce de peygamberler bu­lunduğuna, onların da fani olduğuna dikkat çekilerek mü'minler teselli edil­mekte ve hayatlarını onsuz sürdürme konusunda cesaretlendirilmektedir.

3. (Öyleyse, Muhammed ölür yahut öldürülürse, topuklarınızın üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz?)

Ayetin bu kısmı, öncelikle Uhud savaşında ortaya yayılan "Muhammed öldü" şayiasıyla ilgilidir. "Muhammed ölse veya öldürülseydi, savaşı terke-dip geri mi dönecektiniz?" ifadesiyle, yanlış düşünmeleri ve zayıflık göster­meleri sebebiyle müslümanlar kınanmakta; Hz. Muhammed'in ölmesi veya öldürülmesi nedeniyle duyulacak üzüntünün savaşta gevşemeye sebep olma­ması gerektiği belirtilmektedir.

Ayetin bu kısmının tarihsel boyuta tahsis edilmesi, onun evrenselliğini zedeler; zira ayetin mesajı kıyamete kadar gelecek bütün insanları ilgilen­dirir. Hz. Muhammed'den sonra yaşamak, bir noksanlık olmamalı, İslâm'ı yaşamak için bir mazeret oluşturmamalıdır. Hz. Muhammed aramızda de­ğilse de içimizdedir. (Aranızda Allah'ın elçisi vardır) [Âl-i İm-ran/101] ifadesini, günümüzde "İçinizde Allah'ın rasulü vardır" şeklinde anlayabiliriz.

Müslümanın, imam ve İslâm'ı yaşaması Hz. Muhammed'in hayatta olma­sına bağlı değildir; o ölse bile ona olan inancı gönlünde olduğundan, hiçbir değişiklik olmadan hayatını sürdürmek durumunda olup iman ve amelini as­kıya alması veya terketmesi sözkonusu değildir. Dinin tesisi, öğretilmesi ve hayata geçirilmesi hususunda peygambere ihtiyaç vardır ve bu safhada onun varlığı zorunludur; ama dinin devamı konusunda onun biyolojik varlığı şart değildir. Bu safhada ona iman edip tâbi olmaya ve onun öğretilerinin bilgisine ihtiyaç vardır.

Öyleyse diyebiliriz ki, Hz. Muhammmed'in Uhud savaşında şehid olduğu haberinin yayılması nedeniyle müslümanlarda başgösteren gevşeklik ve to­pukları üzerinde gerisin geri dönme niyeti, günümüzde kültürel mücadelede­ki gevşekliğe ve gerisin geriye dönmeye tekabül etmektedir. Dolayasıyla, to­puklar üstünde geri dönmek, faaliyetten vazgeçmek, gönülde meydana gelen dönüşüm veya değişim olarak nitelendirilebilir. O halde geçmişte, savaşta to­puklar üzerinde dönmek, bugün beynin, gönlün ve kalemin dönmesi olarak anlaşılmalıdır.

Böyle bir dönüşün mü'minler için mümkün olup olmadığına, ayetin deva­mında açıklık getirilmektedir:

(Ama, topukları üzerinde gerisin geri dönen ki­şi, hiçbir şekilde Allah'a zarar veremez).

İslâm dini Allah'ın davasıdır. İslâm'dan dönen Allah'ın davasına zarar ve­remez; çünkü Allah İslâm'ı başkalarının eliyle payidar eder. Ama ayetin bu kısmında, ağır şartlar altında kalan insanların kulvar değiştirme ihtimalinin bulunduğuna işaret edilmektedir.

Müslümanın savaştan kaçması veya günümüzde beyin, gönül ve kalem mücadelesinden kaçması, Allah'a asla zarar veremez. Günümüzdeki kültürel, ekonomik ve siyasî mücadeleler, Bedir ve Uhud savaşına tekabül etmektedir. Çok çetin geçen beyin, gönül ve kalem mücadelesindeki gevşeme ve çözül­me kaybın ta kendisidir.

4.  (Allah şükredenleri ödüllendirecektir).

Ayetin sonunda şükür kelimesinin gelmesi manidardır. Çünkü ayetin içe­riği ile şükür arasında bir bağlantı görülmemektedir. Öyleyse şükür kelime­sine farklı bir mana yüklenmektedir. Şükür kavramına, ayetin içeriği ile bağ­lantılı bir mana verildiğinde, şöyle bir oluşum ortaya çıkmaktadır:

Şükür, savaştaki mağlubiyete rağmen şüpheye kapılmamak, imanın sarsıl­maması, kaçma fırsatı olduğu halde kaçmamak, beyinde, gönülde ve kalem­de değişim meydana gelmemesi, Hz. Muhammed ölse bile davasını yılmadan sürdürmek, gevşeklik göstermemek ve üzüntüye kapılmamaktır. İşte Yüce Allah, bu unsurlardan meydana gelen şükrün sahibini ödüllendireceğini vaad etmektedir. [77]

 

Ölüm Ecele Bağlıdır:

 

145. Hiç kimse, tayin edilmiş belli bir vadeden önce, Al­lah'ın izni olmadan ölmez. Ve kim bu dünyanın nimetleri­ni arzularsa kendine ondan vereceğiz; kim de ahiretin ni­metlerini arzularsa ona da bunu vereceğiz ve şükredenle-ri ödüllendireceğiz.

Bu ayeti, bir önceki ayetle bağlantı kurarak açıklamak gerekir. Çünkü ayetin içeriği, ancak öncesiyle bağlantı kurulduğunda daha iyi anlaşılır:

1. 144. ayet dikkate alındığında 145. ayetin, Uhud savaşında Hz. Muham-med'in öldüğü haberini yayan münafıklara bir uyan ve cevap mahiyetinde ol­duğu söylenebilir.

Her can öleceğine göre, elbette Hz. Muhammed de ölecektir. Dinin yayıl­ması aç\smdan, Hz. Muhamraed'in atağmda ölmesi ile savaşta ölmesi ara­sında hiçbir fark yoktur.

Zümer/30'da, (Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler) buyuran Yüce Allah, ölüm olgusundan kimsenin kaçıp kurtulamayacağını vurgulamaktadır.

2. Ayetin birinci bölümünde, Hz. Muhammed'in ölümüyle, -ölüm korku­su sebebiyle- topukları üzerinde geri dönme niyeti taşıyanlar muhatap alına daha sonra ölümün soğuk yüzünü görünce irkilen mü'minlere, ölümün belirlenmiş bir ecele bağlı olduğu söylenerek, irkilmenin veya gerisin geri dönmenin ça­re olamayacağı vurgulanmaktadır. Ölümden kurtulmak için savaştan kaçan kişinin hemen ölmeyeceğini kim söyleyebilir:

(Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile). [Nisa/78]

Demek ki, savaştan kaçmak ölüme çare değildir. Çünkü ölümde rol oyna­yan Allah'ın emridir. Bu emir, Allah'ın 'ol' demesi, izin vermesi, bilgisi ve iradesi dahilinde olması anlamına gelir.

Allah'ın izninin gerçekleşmesi, tayin edilmiş ecelle olmaktadır. (ki-tab-ı müeccel) ifadesi, ecellerin belirlenmesi, ecelleri yazan kitap anlamına gelir. Bu ifade, müslümanlann ölüm korkusuyla savaştan kaçmalarını önle­meyi; imanlarını ve sabırlarını arttırmayı; ölüm korkusunu en aza indirmeyi ve ölüm korkusunun hastalık haline gelmesine de mani olmayı amaçlamak­tadır.

3. Aslında bu ifade, sadece Uhud savaşındaki korkuyu ve topuklar üzerin­de gerisin geriye dönmeyi engellemeye yönelik değil; aynı zamanda evren­sel bir kanun koymaya ve öğretmeye de yöneliktir. Dolayısıyla, hem kafirle­ri, münafıkları ve kitap ehlini, hem de müslümanlan kapsayan genel bir ifa­dedir. Ayrıca, ölüm olgusundan hareketle Allah'ın güç ve kudretini anlamayı da kolaylaştırmaktadır.

Ölüm olgusu dünya ve ahirete bakışı değiştirir. Nasıl değiştireceği ise ayetin devamından anlaşılabilir:

(Ve kim bu dünyanın nimetlerini arzularsa kendine ondan vereceğiz; kim de ahiretin nimetlerini arzularsa ona da bunu vereceğiz).

Ayetin bu kısmında, Uhud savaşı'nda zaaf gösterenlerin, ahiretten ziyade dünya nimetlerini arzulayanların durumuna işaret edilmektedir. Ancak, her ne kadar Uhud savaşı ile ilgiliyse de ayetin evrensel boyutta olduğunu da be­lirtmek mecburiyetindeyiz. Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. (kim isterse) ifadesiyle Yüce Allah kuluna isteme hakkı tanı­maktadır.

(Biz onu ona veririz) ifadesinden anlıyoruz ki, önce kulun, sonra Yüce Allah'ın iradesi tecelli etmektedir.

Kul dünya nimetini istiyorsa Allah onu ona vereceğini belirtmektedir.

2. Yüce Allah kuluna bir şeyi dayatmamış; dünya nimeti ile ahiret nimeti arasında tercih hakkı vermiştir. Demek ki, kul tercihinde serbest bırakılmış­tır. Kul ister Allah yaratır; kul ister Allah verir.

Kulun, -kendi lehine olarak- dünya ve ahiret konusunda nasıl bir istekte bulunması gerektiği ise Bakara suresinde beyan edilmektedir:

(Bize dünyada da iyilik ver; ahirette de iyi­lik ver). [Bakara/201]

Peki sadece dünya nimetini isteyen kişinin, ahiret nimeti hususunda duru­mu ne olacak? Bu soruya da şu ayetlerle cevap verebiliriz:

("Bize dünyada ver" derler. Böyle kimselerin ahirette hiç nasibi yoktur). [Bakara/200]

(Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi ol­maz). [Şura/20]

3. (Biz şükredenleri böyle ödüllendireceğiz) ifadesinde yer alan şükür kavramının içini -yukardaki açıklamaları da dikkate alarak- baş­ka eylemlerle doldurup tanımlamak mümkündür, şöyle ki: Şükür, Allah'ın iz­ni olmadan hiç bir kimsenin ölmeyeceğine inanmak, hem dünya, hem de ahi­ret nimeti istemektir.

Yüce Allah, bu şekilde şükredeni ödüllendireceğini söylemektedir. De­mek ki, iman ve tercihte isabet ödüle layık görülmektedir.

Tercihini sadece dünyadan yana kullanmayıp ahiret yurdunu da hesaba katmak, en bilinçli hareket ve tavırlardan biridir. Bu tavır ve hareket, kendi­liğinden ödül getirmektedir. Buradaki ödülün teşvik edici bir mahiyeti de vardır. [78]

 

Allah Yolunda Savaşanların Ödülü:

 

146. Nice peygamberler vardır ki, Allah'ın sevgili kulları onlarla birlikte savaşmışlar, Allah yolunda başlarına ge­lenden zerre kadar yılmamış, gevşememiş, boyun eğme-mişlerdir. Allah sabredenleri sever.

147. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla; ayaklarımızı sabit kıl; kafirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl".

148. Allah da onlara dünya nimetini, ahiret sevabının gü­zelliğini verdi. Allah iyi davrananları sever.

146. ayette peygamberler tarihinden örnek verilerek savaşta gevşememe­nin, yılmamanın ve boyun eğmemenin önemi anlatılmaktadır.

Ayette, gerçek mü'minlerin vasıflan şöyle sıralanmaktadır:

1. Peygamberler ve onlarla beraber olan Allah'ın erleri, yani Allah'a ram olmuş insanlar gevşememişler, zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemiş-lerdir. Anlaşılan o ki, Uhud savaşında topukları üzeri dönüp kaçmak isteyen­lere, mü'minlerin gevşemeyeceği, zayıflık göstermeyeceği ve boyun eğme­yeceği ifade edilmek suretiyle kaçmalarını önleme amacı güdülmektedir.

2. Yine 146. ayette, böyle bir şahsiyete sahip olmanın alt yapısı verilmek­tedir. Bu da sabretmektir. Sabretmek, gevşememenin, korkmamanın ve boyun eğmemenin psikolojik alt yapısını teşkil etmektedir. Sabır (dayanma gücü), peygamber ve Allah'a ram olmuş insanların en önemli özelliklerindendir.

3. Yüce Allah, sabreden kullarına sevgisini ilan etmektedir. Ayetin son kısmında, Allah'ın kimleri sevdiği de açıklanmaktadır. Demek ki ilahî sevgi, savaşta gevşemeyen, zayıflık göstermeyen ve boyun eğmeyen sabırlı kimse­leri kucaklamaktadır

Savaştaki veya savaş dışındaki mücadelede gevşemeyen, zayıflık göster­meyen, boyun eğmeyen ve Allah'ın sevgisini kazanan sabırlı insanlar, Allah'a şu şekilde dua ederler:

1. (Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla).

Bu kimseler, böyle dua etmekle, kendilerinin iman etmiş olmakla arınmış oldukları iddiasında bulunmadıklarını ifade etmiş olmaktadırlar. Günahkar olduklarına dair bu anlayışları, onların kibirlenmediklerini, ibadetlerine gü­venmediklerini gösterir ki bu, bir ruh erdemini ifade etmektedir.

Allah'a karşı kendini günahkar hissedip af dilemek, insanı şeytandan ayı­ran en önemli özelliklerden biridir. İbadetlerine güvenerek cenneti garantile­diğini zanneden kimse, kibir ve gurur içinde demektir.

146. ayette iki grup insandan bahsedilmektedir: peygamberler ve Allah'a ram olanlar.

Peygamberlerin günahı mı var ki -147. ayette zikredilen duada geçtiği üzere- af dilemişlerdir? Peygamberlerin ismetine (masum/günahsız oldukla­rına) inanan kimseler olarak bu soruyu nasıl cevaplandıracağız? Sorunun ce­vabına geçmeden önce şu ön açıklamayı yapmakta yarar vardır: İnsan açısın­dan peygamberlerin günahsız olduğuna inanmak doğrudur; ama ilahî açıdan peygamberlerin de günah, ya da küçük hatalar işlemeleri muhtemeldir. Me­sela Hz. Adem'in yasaklanan ağacm meyvesinden yeyip cezalandırılması bu­na örnektir. Ayrıca, (Bil ki, Allah'tan başka tanrı yoktur. Hem kendinin hem de mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların gü­nahlarının bağışlanmasını dile) [Muhamed/19] ayetine göre, herkes için hata yapma olasılığı vardır. Âl-i İmran/147'de peygamberlerin ve Allah'a ram olan kimselerin, günahlarının affı için yaptıkları dua, bu nedenle zikredilmektedir.

Diğer taraftan onlar, işlerinde yaptıktan aşırılığın da affını dilemektedir­ler. İşde aşırılığa gitmek de günah olmakla birlikte, burada işde aşırılık, gü­nahtan ayrı olarak anılmıştır. Razi bu ayrıma şu açıklamayı getirmiştir: (zenb) küçük günah; (aşırı gitme) ise büyük günahtır.

(ze-ne-be) kelimesi, bir şeyin kuyruğundan tutmak anlamına geldiği­ne göre, bu kelimeden türeyen (zenb=günati) kavramının da küçük günah olduğu söylenebilir. Bu durumda işde aşın gitmek de büyük günah olabilir.

Zenb, ayrıca, suç anlamını da ifade eder. [Şurara/14]

İnsanın hangi konularda israfa gidebileceği ise şu ayetlerden anlaşılmak­tadır: Yanlış düşüncesinde aşın gidip inkara sapma hususunda [Taha/127]; kendi kendini heder etme hususunda [Zümer/53]; fakirlerin hakkını verme­mekte [En'am/41]; yemek-içmekte [A'raf/31]; kısasta [İsra/33]; parasını har­camada [Furkan/67]; yetimin malını yemekte [Nisa/6]; yalan söylemekte [Mü'min/28]; şüphe etmekte [Mü'min/38]; homoseksüellikte [A'raf/81]; Al­lah'ın vahyine büyü demek hususunda, peygamberi sihirbazlıkla nitelendir­mek hususunda [Enbiya/2-9].

Âl-i İmran/147'de ise, savaş anında aşın gitmekten kaynaklanan günah kasdedilmiş olabilir; ama, /irö/kelimesinden sonra emr (iş) kelimesinin gel­mesi, genel manada yapılan işlerin tümündeki israfın bağışlanmasını iste­diklerini göstermektedir. Bu duanın savaş anmda yapıldığı gerçeğinden ha­reket edersek, savaş anındaki aşmlıklannın bağışlanmasını istedikleri anla­şılır.

Ayetin bu kısmına başka bir açıdan bakacak olursak diyebiliriz ki, günah­larının ve işlerindeki aşınlıklann bağışlanmasını istemeleri, geçmiş günahla­ra yönelik olabileceği gibi, gelecek günahlara yönelik de olabilir.

Diğer taraftan Yüce Allah bu ayetle, Hz. Muhammed'in ümmetine savaş anında nasıl dua edeceklerini öğretmektedir. Böylece işlenen suçlardan, gü­nah ve hatalardan dolayı özür dilemenin, işlenen suçu itiraf ederek bir daha yapmamaya karar vermenin büyük bir erdem olduğu öğretilmekte; hem dinî, hem ahlâkî, hem de insanî eğitim yapılmaktadır. Bunun yanısıra, peygamber­lerin ve kendini Allah'a adayanların, günahlannı ve aşınlıklannı itiraf etme­yi ve af dilemeyi itiyat haline getirdiklerine de işaret edilmektedir.

2. (Ayaklanmızı sabit kıl).

Ayakların sabit kılınması, savaş anında sağlam kalabilmeyi, bozguna uğ­ramamayı, kaçmamayı ifade etmektedir. Ama bu yorum, kılıçla yapılan bir savaş için doğrudur. Günümüzde ise yeni birçok savaş türü çıkmış ve savaş taktikleri de teknolojiye uygun olarak değişmiştir.

Bize göre buradaki ayak kelimesi, -biyolojik ve psikolojik manada- bü­tün bedeni kapsamaktadır. Parçayı zikredip bütünü kasdetmek kuralından ha­reketle bu anlamı vermek pekala mümkündür.

Birinci manaya göre, Allah Teala'dan, bedenî güçlerinin sağlam kalması­nı ve savaşta cesaretlerinin kınlmamasını talep ediyorlar.

İkinci manaya göre, kültürel ve teknolojik savaşta beyinlerinin ve gönül­lerinin sağlam kalmasını istiyorlar.

Ayette geçen ayaklar'dan kasıt, beyin ve gönül'dür. Kültürel savaşta nesil­lerin ayakta kalabilmesi, beyin ve gönüllerin sağlam olması ile alakalıdır. (Ayaklarımızı sabit kıl) duası, bedenî ve ruhî olarak bizi sağlam kıl anlamını ifade eder.

3. (Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et).

Duanın bu kısmından anlıyoruz ki, geçmiş peygamberler ve kendini Al­lah'a adayan kimseler, kendi güçlerine güvenmemekte, Allah'ın yardımını is­temektedirler. Yine anlıyoruz ki onlar (peygamberler ve kendilerini Allah'a adayanlar), Allah Teala'nın, inanmayanlara karşı kendilerine yardım edeceği inancını taşıyorlardı.

Bu yardım dileme, Bakara/286'da da yer almıştı. Bir farkla ki, Baka-ra/286'da dua edenler, Hz. Muhammed'in ümmetidir; Âl-i İmran/147'de ise geçmiş peygamberler ile beraberlerinde olup kendilerini Allah'a adayan kim­selerdir. Savaş anında Allah'tan yardım dilemek, belli bir gruba ve çağa ait değildir, her zaman Allah'tan yardım dilenmiş, düenilmekte ve dilenilecektir.

Kısaca diyebiliriz ki, peygamber ve onlarla beraber olan erdemli kimse­ler, savaş amnda bile Allah'ı hatırlıyor ve O'ndan yardım diliyorlardı. Allah'ı hatırlamak, önemli bir ibadet olduğundan, savaştan önce, savaş anında ve sa­vaş sonrasında Allah'ı hatırlamanın önemi vurgulanmaktadır.

Yapılan duada önce bağışlanma, ardından ayakların sabit kılınması, so­nunda da yardım talep ediliyor.

148. ayette Yüce Allah'ın dualarına karşılık olarak onlara, dünya nimetini ve anketin güzel nimetlerini vereceği belirtiliyor. Ayetin son kısmında ise, Allah Teala'nın iyilik yapanları sevdiği beyan ediliyor. Sadece dünya nimeti­ni istemeyip, dünya ve ahiret nimetini beraberce isteyene Allah da her ikisi­ni birden vereceğini söyleyerek, dünya ve ahiret arasında bir denge kurulma­sını önermekte ve bunun eğitimini vermektedir.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki önce kulun duası ve talebi gelmekte [Âl-i îmran/147]; ardından Allah'ın lütuf ve ihsanı gelmektedir [Âl-i İmran/148].

Başka bir ifadeyle, istemek kuldan, vermek Allah'tandır. Dolayısıyla kul is­temeden Allah vermez. Duanın en güzeli, en makbulü ise, fiilî olanıdır; yani irade ve güç dahilinde olan şeyin yapılması ve iyinin üretilmesidir.

Fiilî dua (yani yapılan güzel işler), gönülden kaynaklanan ve dudaklardan dökülen istekleri Allah'a yükseltecek ve O'nun katından hem dünya, hem de ahiret nimetlerini alıp getirecektir. Nitekim, Fatır/10'da güzel sözleri Allah'a yükseltecek olan şeyin iyi ameller olduğu belirtilmektedir. Mesela, tevbe et­mek iyidir; ama yanlış davranışlardan vazgeçilmedikçe tevbenin kabulü mümkün değildir. Namaz kılmayan bir adamın tevbesinin kabul görmesi için, namaza başlaması gerekir.

(İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir) [Rahman/60] ayetiyle, iyilik üretenlere iyilik verileceği kuralı konmuştur. Yani, Allah'ın iyilikle kar­şılık vermesi için, kulun iyilik yapması şarttır. İyiyi üretenler, karşılığında hem iyilik görür, hem de Allah'ın sevgisini kazanırlar.

(Güzel davranış üretenlere daha güzel karşılık, bir de fazla­lık vardır) [Yunus/26] ayetinde belirtilen fazlalığın, Âl-i İmran/148'deki Al­lah sevgisi olduğu anlaşılmaktadır. [79]

 

Kafire İtaat Edilmez:

 

149. Ey iman edenler! Kafirlere itaat ederseniz sizi topuk­larınızın üzerinde gerisin geri döndürürler ve kaybeden­lerden olursunuz.

150. Hayır, sizin mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en iyisidir.

Kafirlere itaat etmek, onlara tâbi olmaktır. Kafirlerden maksat da, hakikati inkar edenlerdir. Uhud savaşı'nda kafirler müslümanlan şüpheye düşürüp eski dinlerine, yani putperestliğe döndürmek için "Şayet Muhammed pey­gamber olsaydı, savaşı kaybeder miydi?" diyorlardı.

Bazı alimlere göre, Uhud savaşı'ndan sonra müslümanlan dinlerinden döndürmek için çalışan ve böyle diyenler yahudilerdi.

Bize göre ayetteki kafirler kelimesiyle, her çağdaki hakikat inkarcıları kasdedilmiştir.

Bununla birlikte ayetin tarihsel boyutu dikkate alındığında kafirler keli­mesiyle, Uhud savaşı sonrasında,

(Bizim yanımızda olsalar­dı, ölmez ve öldürülmezlerdi) [Âl-i İmran/156] diyerek müslümanlan eski dinlerine çevirmeye çalışan kafirlerin kasdedildiği söylenebilir.

Ancek, Peygamberimizden sonra nice savaşlar yapılmış, yapılmakta ve daha da yapılacaktır. O dönemin kafirleri, müslümanlan İslâm'dan döndür­mek için mücadele veriyorlar idiyse, Uhud savaşında din boyutunun yanısı-ra, kültür boyutunun da bulunduğunu kabul etmek gerekir. Bu, savaş içinde savaş olduğunu gösterir.

Günümüzde müslümanlan küfre veya hristiyanlığa döndürmek için savaş verilmiyor mu?! Bir milletin kültürel bütünlüğünü bozmak, din ve kültürünü değiştirmek için verilen mücadeleler, yapılan planlar, harcanan paralar Uhud savaşma benzer mi? Uhud savaşında kafirlerin kullandıklan silahlar, günü­müzde zehir kusan kalemlere, makale ve kitaplara dönüşmüştür. Her kelime oktan, her makale hançerden ve her kitap bombadan daha etkilidir. Artık sa­vaş alanı, -eskiden olduğu gibi Bedir kuyulan ve Uhud dağının eteği değil-insanlann beyni, gönlü ve nefsidir; artık savaş silahlan ok, yay, kılıç ve mız­rak değil, kalemdir; dergidir, makaledir, kitaptır.

Hakikati inkar edenlere tâbi olmak, olumsuz anlamda değişim meydana getirdiğinde, müslümanlar imandan inkara dönüşü yaşamış olacaklardır. Bu değişim, doğal olarak başka bir değişimi getirecek ve müslümanlar zarara uğrayanlardan olacaklardır. Böylece Yüce Allah zarar ve iflasa giden olgular zincirini sosyolojik ve psikolojik açıdan açıklamaktadır. Kafire tâbi olmak, imandan inkara, oradan da manen iflasa giden bir olgular zincirini meydana getirmekte ve zincirin her halkası bir sonrakinin sebebi olmaktadır. Sebep-sonuç ilişkisini kurarken Yüce Allah, psikolojik nedenlerin sosyolojik neticelere; sosyolojik nedenlerin de psikolojik neticelere götürdüğünün öğretisini vermektedir.

İtaat, tâbi olmaktır; tâbi olmak da kabullenmektir. Kabuller yanlış ise, ne­ticenin doğru olması mümkün değildir. Doğrunun elde edilemediği bir olu­şum da zarar ve iflası getirecektir.

Bu kaybı önlemenin yolu ise 150. ayette gösterilmektedir:

(Hayır sizin mevlanız Allah'tır. O, yardım eden­lerin en iyisidir).

Bu ayette, kimin mevla (dost ve yardımcı) olduğu bildirilerek, kime itaat edilmesi gerektiğine işaret edilmekte; kafirlere (hakikati inkar edenlere) uyma­nın ise, yanlış bilgiden, yani dost ve yardımcının kim olduğunu bilmemekten kaynaklandığı beyan edilmektedir. Demek ki, darda kalan insan düşmanından yardım ister ve onun dostluğuna sığınır. Açlığın insanı düşmanın kapısına gö­türmesi gibi; savaşta mağlubiyet de insanı düşmanın kapısına götürür. İşte bu dost ve yardımcı arama eylemi, pek çok fedakarlık yapma zorunluluğunu bera­berinde getirir. Öyleyse, hayat mücadelesinde güçlü olmanın, çalışmanın, eko­nomiyi ve kültürü geliştirmenin zorunlu olduğunun bilincinde olmak gerekir.

Dostluğu istenecek olan da, yardımı dilenilecek olan da Allah'tır. Bunu bilmemek, imanı inkara değişmeye, kafire itaat etmeye sebep olur. Onun için müslüman şöyle dua etmelidir:

(Sen bizim mevlamızsın; kafirler topluluğuna karşı bize yardım et). [Bakara/286] [80]

 

Allah'ın Yardımının Mahiyeti?

 

151. Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaları sebebiyle, kafirlerin kalplerine ya­kında korku salacağız. Gidecekleri yer de ateştir. Zalimle­rin varacağı yer ne kötüdür!

1.  Kafirlerin kalplerine korku salınması

Korku, gönülde olan ve oluşan bir duygudur. Doğuştan getirilen korku ol­duğu gibi, sonradan meydana gelen korku da vardır. (Kafirlerin kalplerine yakında korku salacağız) ifadesinde, dışardan ve son­radan meydana gelen korku kasdedilmektedir.

Düşmandan korkmak, adeta en tehlikeli silahların karşısında savunma­sız kalmak demektir. Bir ordunun düşman ordusuna korku salması kadar et­kili bir silah olmayacağından Yüce Allah, kafirlerin kalbine korku salacağı­nı ve böylece de müslümanlara yardım edeceğini ifade buyurmaktadır. Kal­be korkunun düşmesi, daha en başta savaşın kaybedilmesi anlamına gelir. Öyleyse savaş, öncelikle gönülde kazanılmakta veya gönülde kaybedilmek­tedir.

Allah'ı dost edinmek ve O'ndan yardım dilemek, Yüce Allah'ın kafirlerin kalbine korku salmasına neden olacaktır.

2. Kafirlerin kalplerine korku salınmasının nedeni

(Şirk koşmaları sebebiyle...)

Allah Teala, kafirlerin kalplerine korku salmasının nedenini, şirk koşma­ları olarak göstermektedir. Onun için şirk büyük bir zulümdür; çünkü gönlün kendi kendisine ihanetidir. Nasıl hain kendi ülkesine ihanet edip kapılan düş­manlara açarsa, şirk de gönül ülkesine ihanet edip kapılarını korku düşmanı­na açar.

Diğer taraftan şirk, dayanağı olmayan kalbî bir oluşumdur. Çünkü Allah Teala, (hakkında hiç bir delil indirmemiştir). Delili olmayan şeyin dayanağı yok demektir. Delil ve dayanaktan yoksun bir inanç, zulüm­den başka birşey değildir. Şirkin zulüm olması, işte bu ilkeye dayanmaktadır.

Demek ki, dayanağı olmayan şirk, korkunun kalbe yerleşmesine neden ol­maktadır. Yüce Allah bununla, gönüldeki psikolojik oluşumların arasında da bir sebep-sonuç ilişkisi olduğunu ifade etmektedir.

3. Zalimlerin yeri çok kötü olan ateştir

Yüce Allah, şirkin korkuyu, şirk ve korkunun da ateşi getireceğine işa­ret etmektedir. Çünkü şirkin doğurduğu korku, kalbin ateşli silahlarla işgal edilmesine sebep olmaktadır. Ayette geçen ateş kelimesi, hem bu dünyada­ki ateşi, hem de ahiretteki ateşi (cehennemi) ifade etmektedir. Şirk ahiret ateşini tutuşturmakta, korku da dünyadaki savaşı kaybetmenin neticesi olan çöküntünün ateşini yakmaktadır. Çünkü psikolojik, kültürel ve maddî sava­şı kaybetmenin verdiği üzüntü, hem ferdlerin gönüllerini yakıp kül etmek­te, hem de toplumun erdemini, asaletini, üstünlüğünü yakıp kül etmektedir. İşte gerek ahiretteki ateş, gerekse de dünyadaki ateş, varılacak en kötü yer­dir. Yüce Allah, en büyük zulüm olan şirki gönlünde taşıyanları bu ateşe la­yık görmektedir.

Bu ayetin en temel amacı, müslümanlann kafirlere itaat edip şirke dönme­lerini önlemektir. İnsanları yanlıştan caydırmak için, yanlışa düşenlerin ne­lerle karşılacağım bildirmek, Kur'an'da tatbik edilen bir metoddur. Cezasını önceden haber vererek, yanlıştan caydırma metodu, ilahî eğitimde öne çıkan bir metoddur. [81]

 

Müslümanların Uhud'da Yenilmelerinin Nedenleri:

 

152. Allah, elbette, size verdiği sözü tuttu: O'nun izniyle düşmanlarınızı yok etmek üzereydiniz; ne var ki Allah size arzuladığınız (zaferi) gösterdikten sonra gevşediniz, (pey­gamberden gelen) emre aykırı davrandınız ve itaatsizlik ettiniz. Aranızda (sadece) bu dünyaya ilgi duyan kimseler olduğu gibi, ahirete gönül verenler de mevcuttu. Bunun üzerine Allah, sizi sınamak için düşmanları yenmenize mani oldu. Ama Allah, günahlarınızı bağışladı; zira Al­lah'ın insanlara lütfü sınırsızdır.

Bu ayetten birçok netice çıkarabiliriz:

1. Allah kafirleri helak etme sözü verdi

(Allah kafirleri helak etmek ister). [Âl-i İmran/141]

Mü'minlerin, (Kafir topluluğa karşı bize yardım et) [Âl-i İm-ran/147] diye yalvarmalarına karşılık, (Allah onlara dün­ya nimetini ve ahiret nimetini verdi) [Âl-i İmran/148] ve kafirler topluluğu­na karşı onlara verdiği yardım sözünü Uhud savaşının ilk devresinde yerine getirdi. Yani, Uhud savaşı ilk başta müslümanların lehine gelişmişti; Yüce Allah'ın lütfü, yardımı ve ihsanı mü'minlerin üzerindeydi. Çünkü Allah mü'minlere yardım etme sözü vermişti ve böylece onu yerine getirdi. İşte (Allah, size olan vaadini yerine getirdi) [Âl-i İmran/152] ifa­desi buna işaret etmektedir.

Peki Allah Teala, müminlere yardım etme sözünü bir döneme mi tahsis et­miştir? Bu soruya olumlu cevap vermemiz mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah iyilere her zaman ve her yerde yardım edeceğini beyan etmektedir. Be­dir savaşında, Uhud savaşının başlangıcında ve Peygamberimizden önceki çağlarda iyilere her zaman yardım ettiği gibi, gelecek çağlarda da yardım edecektir. Çünkü Allah'ın muradı, dünyada fesat olmaması [Bakara/251], in­sanların inançlarından dolayı yurtlarından çıkarılıp mabetlerin mahvedilme-mesidir [Hac/40].

2. Savaş, O'nun izni ile kazanılır

Ayetin ikinci bölümünde (O'nun izni ile düşmanınızı yok et­mek üzereydiniz) buyurulmak suretiyle, küçük bir cemaatin güçlü düşman ordusuna galebe çalmasının Allah'ın izni ile mümkün olacağı vurgulanmaktadır. Öyleyse, "Falan ordu, -daha kalabalık ve daha iyi silahlara sahip oldu­ğu için- filan orduyu yendi" demek doğru değildir; zira bu, Allah'ın iznini, dilemesini, takdirini ve yardımını gözardı etmek anlamına gelir. Bunun kar­şılığı, Kehf/42-44 ve Kalem/l 6-31 'de geçen olgudur.

Din eğitimcileri insanlara, kainatta olan her iyi şeyin arkasında Allah'ın dilemesinin, irade ve izninin bulunduğunu öğretmeli ve bir iş yapmaya niyet ettiklerinde "Allah izin verirse veya Allah dilerse yaparım" deme alışkanlığı­nı kazandırmalıdırlar:

(Allah'ın dilemesine bağlamadıkça, hiç bir şey için "Bunu yarın yapacağım" deme. Unuttuğun takdirde Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir" de)! [Kehf/23-24]

Müslüman böyle diyerek çalışmalarına başlar ve başarısının arkasındaki ilahî iradeyi asla görmemezlikten gelmez.

3. Zaferi mağlubiyete dönüştüren sebepler

İlk safhası müslümanlar lehine gelişen Uhud savaşının ikinci safhasında müslümanlar aleyhine büyük bir değişim meydana geldi ve müslümanlar mağlubiyetin acısını tattı. [82]

 

Mağlubiyetin Sebepleri:

 

Yüce Allah mağlubiyetin sebeplerini şöyle sıralamaktadır:

a) Zaafa düşmek

Zaferi elde ettiklerini görünce, müslümanlar, gevşeklik gösterdiler, zaafa düştüler:

Bundan anlaşılıyor ki, galibiyet kesinleşinceye kadar işin sıkı tutulması, asla gevşeklik gösterilmemesi gerekiyor. Gevşeme ciddiyetsizliğe, ciddiyet­sizlik de ilahî yardımın kesilmesine neden olur. Uhud'da mağlubiyete giden yolun ilk noktası, müslümanlann zaafa düşmeleridir.

b) Emre aykırı davranmak

Hz. Peygamber Uhud savaşında mü'minlerden çoğunu savaş alanında mevzilendirirken, elli kişilik bir grubu da -düşmanın bir çevirme harekatına karşı kalkan oluşturması için- yakındaki bir tepeye yerleştirdi ve hiçbir du­rumda yerlerini terketmemelerini emretti.

Savaş başlayınca, müslümanlar ölümcül saldırılarla müşriklere karşı ke­sin bir üstünlük sağladılar; müşrikler kaçmaya başladı. Tam bu sırada, -bir­kaçı hariç- okçular ganimet sevdasıyla yerlerini terkettiler. Bu durumu gören Halid b. Velid bir grup müşrikle tepeye saldırıp orada kalanları şehit ettikten sonra asıl müslüman ordusuna arkadan saldırdılar. Bu durumu müşahede eden müşrik ordusu dönüp savaşmaya başladı. Böylece müslümanlar iki yan­dan kuşatılmış oldu. Bu hengamede Hz. Peygamber de yaralandı, hatta öldü­rüldüğü şayiası ortalığa yayıldı.

Galibiyetin bir anda mağlubiyete dönüşmesinin sebeplerinden biri de ok­çuların Hz. Peygamber'in emrine muhalefet etmeleridir.

c) İtaatsizlik

 (İtaatsizlik ettiniz).

Allah'a ve Peygamberine savaş anında itaatsizlik yapmak, ilahî yardımı engelleyeceğinden, mağlubiyet mukadder olacaktır.

d) Dünyayı istemek

Uhud mağlubiyetinin bir diğer sebebi de dünyayı arzu etmektir: (Bazınız dünyayı istiyordu).

Dünya menfaatini öne alan okçuların bir kısmı, ganimet peşine düştü. Peygamber'in emrine itaatsizlik etti ve bu da mağlubiyeti getirdi.

Müslümanların zaafa düşmeleri, emre aykırı davranmaları, itaatsizlik et­meleri ve dünya menfaatinin peşine düşmeleri, Uhud'da galibiyeti mağlubi­yete dönüştürdü.

Hz. Peygamber'in tepeye yerleştirdiği elli okçunun onu yerini terketmedi. Allah Teala bu davranışlarının arkasındaki niyeti ifade için şöyle buyuruyor: (Kiminiz de ahireti istiyordu).

4. Allah müslümanlan imtihan etti.

Yüce Allah Uhud savaşındaki yenilginin bir imtihan olduğunu ifade bu­yurmaktadır:

(Sonra Allah, denemek için sizi onlardan vazgeçirdi).

Yani, Allah, müslümanlan imtihan etmek için düşmanlarını yenmelerine mani oldu. Buradan hareketle, en iyi öğretim şeklinin imtihan olduğunu söy­leyebiliriz. Uhud'da mağlubiyet acısını tatmaları, müslümanlar için önemli bir tecrübe oldu. Bu tecrübe daha sonraki savaşlara taşındı. Ayrıca Kur'an'da yer alarak daha sonraki asırlar için bir bilgi kaynağı oldu.

5. Buna rağmen Allah müslümanlan bağışladı

Yüce Allah, hataların insanların kaderi haline gelmemesi için, affı devre­ye sokmaktadır. Aslında mü'minler, Uhud savaşında yaptıkları hataların ce­zasını, savaşı kaybetmekle çekmişlerdir. Dolayısıyla bu cezanın ardından af­fın gelmesi doğaldır.

Yapılan hataları affetmesi, Allah'ın lütufkâr olmasındandır. Allah lütufkâr olduğu için, müslümanlann hatalarını affetmiştir. Demek ki ilahî af, Allah'ın lütuf pınarından akmaktadır. Öyleyse insanlar da birbirlerine karşı lütufkâr davranmalı, işlenen hataları bağışlamalıdırlar. [83]

 

Uhud Savaşının Sahneleri I:

 

153. O vakit siz, uzaklaşıyor ve kimseye bakmıyordunuz. Peygamber arka tarafınızdan sizi çağırıyordu. Bunun üze­rine (Allah) size, gam üstüne gam verdi ki, kaybettiğinize ve uğradığınız felakete esef etmeyesiniz. Allah bütün yap­tıklarınızdan haberdardır.

Uhud savaşının sahnelerini anlatırken Yüce Allah, hem davranışları, hem de mü'minlerin psikolojik durumunu tahlil etmekte ve bu bağlamda iki önemli davranışa dikkat çekmektedir:

1. Uzaklaşmak

Ayette geçen (sa'ide) kelimesi, dağa veya merdivene çıkmak anlamı­na gelmektedir. Yer kelimesiyle beraber kullanılınca uzaklaşmak, yüksek yerlere çıkmak, çabucak koşmak anlamını ifade eder. (sa'ade) kalıbın­dan alınınca, dağa çıkmak;  (tesa'ade) kalıbından güç gelmek, zahmet vermek; nefes ile beraber kullanılınca nefesin güç çıkması; gök ile kullanılın­ca göğe yükselmek; azap ile beraber kullanılınca şiddetli manalarına gelmek­tedir. [84] 

 

Sa'ide Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Yükselmek

Bu anlamıyla kelime, manevî anlamda "Allah'a yükselmeyi" ifade etmek­tedir; şu ayette olduğu gibi:

(O'na ancak güzel sözler yükselir). [Fatır/10]

Ayette, ancak temiz ve güzel sözün, düşüncenin Allah'a yükseleceğine işaret edilmektedir.

2) Çıkmak

Kalbi daralan insanın durumunu ifade etmek için bu kelime kullanılmaktadır: (Göğe çıkıyormuş gibi). [En'am/125]

3) Şiddetli

Cin suresinde çetin, şiddetli manasına gelmektedir:

(Allah onu şiddetli azaba uğratır). [Cin/17]

4) Çetin yokuş

Müddessir suresinde, sarp, çetin ve acı veren yokuş anlamına gelmektedir.

(Onu, acı veren çetin bir yokuşa süreceğim). [Müddes-sir/17] Bu anlamıyla da psikolojik/manevî bir azabı ifade etmektedir.

Sa'ûd kalıbında ve kullanıldığı yere göre, çıkılması zor olan çetin yokuş anlamına gelmektedir.

5) Toprak, yer

Teyemmümle ilgili ayetlerde (sa 'îd) kalıbında toprak anlamında kul-lamlmıştıır:

(O zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin). [Nisa/43] Kehf/8'de toprak, Kehf/40'da ise yer anlamına gelmektedir,

6) Uzaklaşmak

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/153'de 'uzaklaşmayı', yani savaş alanından uzaklaşmayı, kaçmayı ifade etmektedir.

Kaçmanın şiddetini göstermek üzere bu kelime kullanılmıştır.

2. Kimseye dönüp bakmamak

Uhud savaşındaki hengamede mü'minler korkup can derdine düşmüşler, kimseyle ilgilenmeden, kimseye bakmadan savaş alanını terketmek istemiş­lerdi. Bu hengameyi tasvir amacıyla, (Hiç kimseye dönüp bakmı­yordunuz) buyurulmuştur. (telvûne) kelimesinin aslı (levâ)dır. Bu ke­limenin dört harfli kalıbı olan (elvâ) kelimesi, başı bir tarafa çevirip eğ­mek anlamına gelir. Ayette olumsuzluk edatı ile beraber kullanılmış ki, "hiç kimseye dönüp bakmamayı" ifade eder. [85]

 

Telvûne Kelimesinin  Kur'an'daki Manaları:

 

1) Bükmek

Kur'an'da üç ayette "dilini bükmek" manasında kullanılmaktadır. Âl-i İm-ran/78'de kutsal kitabı yalan-yanlış okumayı ifade etmekte ve halkın, okuna­nı kitaptan sanması için dili eğip bükmeyi (sahte okuyuşu) ifade etmektedir:

(Kitap ehlinden bir grup, okudukları­nı kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler).

Kutsal kitabı bilen kişilerin halkı kandırmak için dillerini bükerek okuma­larını ifade etmektedir.

Nisa/46'da, yahudilerin kutsal kitaplarının hükümlerini değiştirmelerini ve dine saldırmalarını ifade etmek üzere (dillerini eğip bükerek) de­nilmektedir.

Nisa/l35'de ise şahitlikte, dilin eğilip bükülmesini (hakikat dışı konuşma­yı) ifade etmek üzere (Eğer dilinizi eğip bükerseniz) şeklinde kullanıl­mıştır.

2) Çevirmek

Bir kimsenin çağrısına veya konuşmasına olumsuz tepki göstermek için başın çevirilmesini ifade etmek üzere kullanılmaktadır:

(Onlara, "Gelin, Allah'ın Peygamberi sizin için af dilesin" denildiği zaman başlarını çevirirler). [Münafikun/5]

Âl-i İmran/153'de de bu anlamda kullanılmaktadır.

Bir kimsenin hakkını vermeyip onu oyalamak da bu kelimeyle ifade edil­mektedir. Kelimelerin veya hükmün tahrif edilmesi, değiştirilmesi anlamın­da da kullanılmaktadır. Bir şeye velayet etmek, o şeye yönelip onunla meş­gul olmak demektir.[86]

Kelime, hem olumlu, hem de olumsuz manalarda kullanılır. Yorumunu yaptığımız ayette olumsuzluk edatı ile gelmeseydi "birine dönüp bakmak" anlamına gelirdi, olumsuzluk edatı ile beraber geldiğinden "hiç kimseye dö­nüp bakmamak" anlamını ifade etmektedir.

Uhud yenilgisi, savaş alanından kaçma ve hiç kimse ile ilgilenmeme gibi iki olumsuz davranışa sebebiyet vermiştir. Yenilgi insanda öyle bir psikoloji meydana getiriyor ki, peygamberini ve arkadaşlarını savaş alanında bırakıp onlara hiç bakmadan kaçmak gibi olumsuz bir davranışa neden oluyor. Uhud yenilgisi, mü'minlerin iman gücünü ve karakter sağlamlığını ortaya çıkar­mıştır.

Zorluk ve sıkıntılar, insanın karakterini bütün açıklığıyla ortaya çıkarır. Uhud savaşındaki bu iki sahne de bunu teyit etmektedir.

Öyle ki, Hz. Peygamber'in arkalarından çağırmasına rağmen dönüp bak­mıyorlardı:

(Peygamber ise, sizi arkanızdan çağırıyordu). Mağlubiyetin verdiği moral çöküntüsü, korku ve çaresizlik, Peygamber'in bile çağırmasına aldırış etmemelerine sebep olmuştur.

Mü'minlerin, Hz. Peygamber'in çağrısına ve konuşmasına aldırış etme­melerine sebep olan iki olay vardır. Bunlardan biri Uhud mağlubiyetinin ge­tirdiği moral çöküntüsü, korku ve çaresizlik; diğeri de Münafık/11 'de işaret edilen hâdisedir ki, ticarî menfaat için Hz. Peygamber'i hutbede bırakıp git­mişlerdir. Korku ve menfaat, peygamberin bile terkedilmesine sebep olmak­tadır. Öyleyse korku ve menfaat, karakterin ölçüsüdür.

3. Gam üstüne gam

Ayetin devamında buyuruluyor ki:

(Bunun üzerine Allah, gam üstüne gam ile sizi cezalan­dırdı).

Gam üstüne gam ile ne kasdedilmektedir? Bilindiği gibi, okçular ganimet toplamak için yerlerini terkettiler. Ganimet yerine mağlubiyetle tanıştılar. İş­te gamın birincisi budur. Ekonomik menfaati ellerinden kaçırmaları, ardın­dan da mağlub olmaları onlara büyük keder vermiştir. Aslında bu gam aynı zamanda, Hz. Peygamber'in emrine karşı gelmenin, itaatsizlik etmenin ve söz dinlememenin neticesinde oluşan suçluluk duygusunun verdiği bir gam­dır. Bize göre, sonuncusu ekonomik menfaatin kaybından daha büyüktür.

Daha sonra Hz. Peygamber'in yaralandığını, dişinin kırıldığını, amcasının öldürüldüğünü gören sahabe gam üzerine gam'a garkololdu. Okçuların yer­lerini terketmelerinin Hz. Hamza'nın ölümüyle alakası olmasa da, Hz. Pey­gamber'in yaralanması ile alakası vardı.

Bunların dışında can derdine düşmeleri, savaşı kaybetmeleri, Medine'de­ki ailelerinin hayatından ve mallarını kaybetmekten endişe duymaları ve esir olma zilletiyle karşı karşıya kalmaları da ayrı bir gam sebebiydi.

Mü'minlerin gönülleri paramparça olmuş; ruh haletleri bozulmuştu. Aye­tin devamında onlara niçin gam üstüne gam tattınldığı da beyan edilmekte­dir:

4. Üzülmemeleri için Ayetin bu bölümü şöyledir:

(Ne elinizden gidene, ne de başınıza gele­ne üzülmeyesiniz diye yapılmıştır).

Yüce Allah bunu, dünyevî değerlerin peşinde koşmanın neticesini göster­mek; laf dinlememenin, komutanla münakaşa etmenin, itaatsizlik etmenin yanlışlığını öğretmek için yapmış; böylece elden çıkan nimet ve isabet eden bela karşısında moral çöküntüsünün yanlış olduğunun eğitimini vermiştir. Yüce Allah öyle gamlar verdi ki, ganimetleri kaybetmenin ve hatta mağlubi­yetin üzüntüsünü unuttular.

Bedir ve Uhud savaşı bir bakıma ruh dengesini sağlamaya yöneliktir:

(Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız). [Hadid/23]

Mü'minler elde ettikleri zaferden ötürü şımarmamalı; uğradıklan mağlu­biyetten ötürü de kendilerini heder edecek derecede üzülmemelidirler. Her iki durum da, dünyaya karşı aşın düşkünlüğün göstergesidir.

Yüce Allah, elden çıkan nimetin ve isabet eden zararın doğuracağı üzün­tüyü disipline etmek için bu ayetleri indirmiş ve eğitimini Uhud savaşıyla vermiştir.

5. Allah yapılanlardan haberdardır.

Mü'mini yanlıştan alıkoyacak olan inanç budur. Savaşta veya herhangi bir ortamda sergilenen küçük-büyük her davanıştan Allah'ın haberdar olduğunu bilmek, insanı frenler. [87]

 

Uhud Savaşının Sahneleri II:

 

154. Sonra O, bu kederin ardından, size bir emniyet duy­gusu, bazılarınızı sarıp kuşatan bir iç sükûneti bağışladı; oysa sadece kendilerini düşünen ötekiler, Allah hakkında yanlış fikirlere -putperest cahiliyye düşüncelerine- kapıl­dılar ve "(Bu konuda) o zaman bir karar yetkisine sahip miydik?" diye (kendi kendilerine) sordular. De ki: "Bütün karar yetkisi, yalnızca Allah'a aittir!" (Onlara gelince,) onlar, "Eğer bir karar yetkimiz olsaydı, ardımızda bu ka­dar çok ölü bırakmazdık" diyerek (ey Peygamber,) sana göstermeyecekleri o (iman zayıflığını içlerinde saklama­ya çalışıyorlar. (Onlara) de ki: "Evlerinizde de kalmış ol­saydınız, (içinizden) ölümü takdir edilmiş olanlar, devrile­cekleri yere mutlaka çıkıp giderlerdi." Ve bu (başınıza ge­lenlerin tümü), Allah'ın göğüslerinizde barındırdığınız her şeyi sınaması ve kalplerinizin içini her türlü boş ve yarar­sız şeylerden arındırması içindir: Zira Allah, (insanların) kalplerindeki her şeyi bilir.

Uhud mağlubiyeti münafıklarla mü'minlerin ayırdedilmesini sağlamıştır:

1. Gamdan sonra güven ve uyku

Yenilginin getirdiği gamın altında korku ve güvensizlik vardı. Bu korku ve güvensizlik beraberinde uykusuzluğu da getirmişti. Gönlünde gam, korku ve güvensizlik olan kişinin uyuması mümkün değildir.

Yüce Allah, dünya menfaatinin peşinden tutku ile koşan insanların, itaat ve saygı gibi değerleri kaybedip, münakaşa, itaatsizlik ve söz dinlememe gi­bi davranışlara sapacağını, bunların neticesinin de keder, korku ve güvensiz­lik olacağını beyan etmektedir.

Mü'minlerin korkusu, müşrik ordusunun geri dönüp kendilerini öldürdük­ten sonra Medine üzerine yürüyüp çoluk çocuklarını da öldürmeleriydi. İşte bu korkuyu meydana getiren güvensizlik, gamlarını da artırıyordu.

İşte bu ortamda Yüce Allah gerçek mü'minlerin gönlüne güven indirerek uyumalarını sağladı. Demek ki ilahî yardımın en büyüğü gönüldeki korku ve güvensizliğin giderilmesidir. Gönüldeki bu değişim, yardımın en büyüğüdür. Zaten köklü değişimler önce gönülde başlar. İnkardan imana geçiş bunun en güzel örneğidir. Korkudan güvene geçişi sağlayan değişim de, mü'minlerin toparlanmasını, Allah'ın yardım vaadinin doğruluğunu teyit etmiş ve mü'minlerin imanını kuvvetlendirmiş; böylece Yüce Allah hezimetin meydana getirdiği psikolojik tahribatı ortadan kaldırmakla esas yardımını gönder­miştir.

Yüce Allah'ın verdiği bu güven ve uyku mü'minlerden bir grubu sarmıştı: '%$Ö&fe? (Sizden bir grubu sarıyordu).

İlahî yardım gönüllerdeki oluşumlara göre geldiğinden, münafıkları dışla­maktadır.

2. Cahiliyet zannı ile konuşmak

Uhud yenilgisi üzerine kalbinde hastalık olanlar ve münafıklar Allah hak­kında cahiliyet zannı ile konuşmaya başlamışlardı:

(Kendi canlarının kaygısı­na düşmüş bir grup da, Allah'a karşı haksız yere cahiliye devrindekine benzer düşüncelere kapılıyorlar, "Bu işten bize ne" diyorlardı). Can sevdasına düşmek, mü'minle münafığı ayıran önemli bir göstergedir. Uhud savaşındaki kayıp, mü'minle münafığı ayıran mihenk taşı yerine geç­miştir.

Canlan derdine düşen münafıkların düşünceleri ile cahiliyet düşünceleri arasında bağlantı kuran Yüce Allah, şuur altında Allah'a karşı taşıdıkları dü­şüncelere ve hakikatla ilgili olmayan sözler söylediklerine dikkat çekmekte­dir.

Kur'an'da günah olan zandan [Hucurat/12]; iyi olan zandan [Nur/12]; ha­kikatten bir parça olmayan zandan [Necm/28] ve cahiliyet zannından [Âl-i İmran/154] bahsedilmektedir. Cahiliyet zannını tanımlamak için de "hakka aykırı" ifadesi kullanılmaktadır. Bu durumda, Necm/28'de tanımlanan zan ile bu ayetteki zan aynı manayı taşımakta; yani hakikatten bir parça bulunmayan zan ile hakikate aykırı olan zan aynı anlama gelmektedir.

cahiliye zannı) ifadesine, "cahiliye düşüncesi" manası verilebilir. Cahiliye kafası ile şöyle dediler:

(O zaman bir karar yetkisine sahip miydik?)

Bu, Allah'ın mü'minlere savaşta yardım edeceği vaadiyle ilgili Hz. Mu-hammed'in sözünün yalan olduğunu inkar anlamında bir sorudur.

Münafıkların cahiliye düşüncesiyle söyledikleri bu sözün ne anlama gel­diği de ayetin devamında açıklanmaktadır.

3. Emir sadece Allah'a aittir.

Yüce Allah onların bu sözüne karşı Hz. Peygamber'e şöyle demesini em­retmektedir:

(De ki: "Bütün karar yetkisi Allah'a aittir").

Kainatta cereyan eden tüm işlerde karar yetkisi tamamen Allah'a ait oldu­ğu halde, alay edercesine, "Bize düşen bir karar yetkisi var mıdır?" demek, cahiliye zannından ibarettir.

İnsanların çeşitli alanlardaki basan veya başarısızlıklarının altında kendi gayretleri vardır [Necm/39]; ama, başarının başarısızlığa, başarısızlığın başa­rıya dönüşmesindeki nihaî karan Allah vermektedir. Onun için Yüce Allah Bütün karar yetkisi Allah'a aittir buyurmak suretiyle, cahiliye düşünce tarzı ile İslâmî düşünce tarzını ortaya koymuştur. Bütün karar yetkisinin Allah'a ait olduğunu söylemek, İslâmî bir tavır takınmaktır.

4. Münafıkça davranmak

(Onlar sana açıklayamadıklan-nı içlerinde gizliyorlar. "Bu işten bize bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik" diyorlar).

Münafığın en bariz vasfı içiyle dışının ayn olması, dili ile söylediğinin kalbindekine ters düşmesidir. Nitekim Allah Teala, Uhud yenilgisinden son­ra bazı münafıklann, Hz. Peygamber'e söylemek istedikleri halde söyleye-meyip içlerinde sakladıkları bazı şeylerin bulunduğunu bildirmektedir. Diğer taraftan müfnafıklar, "Savaş konusunda bizim kararamız sorulsaydı burada öldürülmezdik" diyecek kadar cahiliyet düşüncesine kapılmışlardı.

"Karar yetkimiz olsaydı burada öldürülmezdik" demelerine karşılık Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

(De ki: "Evlerinizde de kalmış ol­saydınız, ölümü takdir edilmiş olanlar, devrilecekleri yere mutlaka çıkıp gideceklerdi").

Bundan anlaşılıyor ki, Uhud savaşında ölenler, evlerinde kalsalardı bile yine öleceklerdi; çünkü ölümleri takdir edilmişti. Tehlikeli ortamdan kaç­makla, ölümden kurtulmak mümkün değildir. Şu ayet de bunun benzeridir:

(Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile)! [Nisa/78]

Ölümden kurtuluş sözkonusu olmadığına göre münafıkların, "Uhud sava­şına katılmasalar ölmezlerdi" şeklindeki görüşleri doğru değildir. Bu söz, ca-hiliye düşüncesinin ürünü olmasının yanısıra, münafıklığın da göstergesidir. Aslında bu durum, kader bağlamında bugün de tartışılmakta ve bazıları "Ma­dem ki, ölüm önceden yazılmıştır, o zaman neden bir insanı öldüren katil olu­yor?" diye sormaktadır. Bu soruyu ikinci ciltte Bakara/178 ayetinin tefsirin­de cevaplandırmıştık. Burada şu kadarını söyleyelim: Katil, öldürdüğü insa­nın ömrünü kısaltmıştır. Çünkü o, insanı öldürürken onun ölümü takdir edil­mektedir. Yüce Allah mü'minlere Uhud'da mağlubiyet acısını tattırıp gam üzerine gam vermesinin; sonra gamlarım huzur ve güvene dönüştürmesinin, uyku sardırmasının, cesaretlerini arttırmasının sebep ve hikmetlerini ayetin sonraki bölümünde açıklamaktadır.

5. Göğüslerdekini denemek ve kalplerdekileri temizlemek Yüce Allah bunları neden yaptığını şöyle açıklamaktadır:

(Allah göğüslerinizdekini denemek ve kalplerinizdekileri temizlemek için).

152. ayette Uhud mağlubiyetinin bir imtihan olduğu ifade edilmişti. Bu­rada ise, gam üstüne gamın güven ve uykuya dönüştürülmesinin sebep ve hikmetinin, göğüslerdekini denemek ve kalplerdekini temizlemek olduğu ifade edilmektedir. Mağlubiyet sadece münafıklardaki cahiliyet düşüncesini ortaya çıkarmakla kalmadı; mü'minlerin de zaaflarının ortaya çıkmasına; kaçmalarına, kimseye aldırış etmeyecek kadar can derdine düşmelerine ve Hz. Peygamber'in çağırışına uymamalarına neden olmuştur.

Bu ve benzeri yanlış davranışların merkezi ise göğüs ve kalp olduğundan, Allah Teala mü'minlerin göğüslerindekini sınayıp kalplerini temizlemek için bu değişimi gerçekleştirmiştir.

6. Bütün bunlar bilgiye dayanır

Göğüslerdekini denemek ve kalplerdekini temizlemek, ancak kuşatıcı ve sınırsız bir bilgi ile mümkün olur. Onun için ayetin sonunda (Al­lah içinizdekini bilir) buyurulmaktadır. Bunu beşerî aleme şu şekilde indirge­yebiliriz: İnsanın iç aleminde köklü bir değişim meydana getirebilmek için ilahî bilgiye ihtiyaç vardır.

İnsanın manevî yapısını/psikolojisini iyi bilmek gerekiyor. Allah Teala Kur'an'da, kaderde nasıl bir insan projelendirdiğini, manevî yapısının neler­le örülü olduğunu bildirmektedir. Din alimleri ve görevlileri bu bilgilere sa­hip olmadıkça din eğitimini gerçekleştiremez ve eğitimden basan elde ede­mezler. [88]

 

Şeytana Uyup Hata Yapmanın Bedeli:

 

155. Uhud'da iki ordunun karşılaştığı gün, sizi bırakıp gi­denleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan tökez­letti. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah çok bağışla­yıcıdır, halimdir.

1. Savaştan kaçmak

Ayette Uhud'da savaştan kaçma meselesi ele alınmaktadır. Razi, savaştan kaçanların isimlerini vermektedir; ancak bunların doğruluğu konusunda te­reddüt ettiğimiz için zikretmeyi uygun bulmuyoruz. Mü'minlerden bazıları­nın savaş alanını terkettikleri ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Önemli olan kimlerin savaştan kaçtığı değil, savaştan kaçma olgusudur. Savaştan kaçma, sadece Uhud savaşıyla sınırlı değildir; Uhud'dan önce ve sonra da olmuştur. Savaş'tan kaçma olgusu çok önemli olduğundan Kur'an'da yer almış ve kö­tülüğü anlatılmıştır.

Unutulmamalıdır ki savaştan kaçmak büyük bir suç ve günahtır. Namusu­nu, vatanını, bağımsızlığını müdafaa etmeyip kaçmanın büyük bir suç ve gü­nah olması doğaldır.

Böylesine büyük bir suç ve günahın olduğu yerde şeytan otağını kurar.

Çünkü savaştan kaçmak, insanlığın ve maneviyatın kirlenmesi demektir.

2. Şeytan insanın ayağını kaydırır

Savaştan kaçmak gibi büyük bir suç ve günahın olduğu ortamda şeytan kendini hissettirir; onun istekleri ortalıkta kol gezer ve insanın nefsini hare­kete geçirerek ayağının kaymasına sebep olur. Bu da, Allah ile olan gönül ilişkisinin kopmasına sebep olur. Ayet bu durumu şöye beyan ediyor:

(Sırf işledikleri hatalar yüzünden şeytan onların ayağını kaydırdı).

Muhammed Esed, Kur'an Mesajı adlı eserinde bu konuyla ilgili şu açık­lamayı yapmaktadır:

Bu durum, Kur'anî ilkenin tasviridir. Şeytanın insan üzerindeki etkinliği, gü­nahın ana nedeni değildir, ama onun ilk sonucudur. Yani, kişinin ahlâkî buna­lım anlarında önündeki alternatiflerden daha kolay ve görünüşte daha rahat olanını seçmesine ve böylece bir şeyi yaparak veya yapmayı ihmal ederek gü­nah işlemesine yol açan kendi zihinsel tavrının bir sonucudur. Böylece Al­lah'ın bir kimsenin günah işlemesine neden olması, onda böyle bir günah iş­lemeye yatkınlık oluşturan zihinsel tavnn mevcudiyetine bağlıdır ki bu da, in­sanın irade serbestisine, yani iki veya daha fazla muhtemel davranış tarzı ara­sında belli sınırlar içinde bilinçli bir seçim yapma yeteneğine sahip olduğunu varsayar.

Muhammed Esed'in açıklamasından şunu anlıyoruz: Şeytan, insanın zih­nindeki, gönlündeki ve nefsindeki oluşumlara göre etkinliğini göstermekte­dir. Şeytanın etkinliğini artıran veya azaltan şey, insanın beynindeki, gön­lündeki ve nefsindeki manevî alt yapının kuvvetli veya zayıf olmasıdır. İn­sana tanınan seçme hürriyetini doğru kullanma yeteneği, önündeki alterna­tif davranış şekillerini benimsemedeki tavrının isabetli olup olmamasına bağlıdır.

Bu açıklamadan sonra ayete dönersek, savaştan kaçma eylemini bizzat in­sanlar gerçekleştirdiği için ayet onları fail olarak takdim etmektedir. Gevşe­meleri, Hz. Peygamber'in verdiği emre aykırı davranmaları ve itaatsizlik et­meleri, onların yaptığı hatalardı. İşte bu hataları sebebiyle şeytan onların aya­ğını kaydırmıştır.

Hz. Adem ile eşinin ayağını kaydıran da şeytandır [Bakara/36]; ama bu kaydırma işi onların yasak ağaçtan yemeleriyle gerçekleşmiştir [Bakara/35-36]. Hz. Musa bir adama vurup öldürünce, (Bu şeytan işidir) demiş­tir [Kasas/15]. Şeytan unutturur [Kehf/63]; şeytan kardeşlerin arasını bozar [Yusuf/100].

İşte bunlar, şeytanın ayak kaydırmalarıdır. İnsanın gönlünde müsait bir or­tam bulmadan, şeytanın ayak kaydırması mümkün değildir. Çünkü yaptırım gücü olmadığını kendisi itiraf etmektedir:

(Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu). [İbrâhim/22]

3. Allah affeder

İmanlı olmasına rağmen hataları sebebiyle şeytanın ayağını kaydırdığı ve savaştan kaçmasına neden olduğu insanı Yüce Allah af kapsamına almakta­dır. Ayetin bu kısmından şu neticeyi çıkarabiliriz: İnsan suç ve günah işler; bu nedenle şeytan onun ayağını kaydırır; Allah affeder.

Ayetin bu kısmında Yüce Allah affediciliğini ve hilmini devreye sokmak­tadır. Zû (hilm), müsamahakar davranmak anlamına gelir. Demek ki, Allah affedici ve müsamahakardır.

Allah savaştan kaçanları tevbe ettikleri takdirde bağışlar; ama, dünyevî hukuk açısından savaştan kaçma suçu bağışlanabilir mi? Nisa/48'de, şirk dı­şında günahların affedileceği hükmü yer almaktadır. Bize göre, Yüce Allah kendi affını, dünyevî hukuk için de bir örnek olarak sunmakta ve dünyevî hu­kuk açısından da atfedilebileceğine işaret etmektedir. [89]

 

Kafirlere Benzememek:

 

156. Ey iman edenler! Sakın sefere veya savaşa çıktıktan sonra kardeşleri hakkında "Bunlar bizim yanımızda kal­salardı ölmezler veya öldürülmezlerdi" diyen kafirler gibi olmayın. Allah bunu onların içine yürek yarası yaptı. Al­lah yaşatır ve öldürür, bütün yaptıklarınızı hakkıyla bilir.

157. Allah uğrunda öldürülür yahut ölürseniz, şunu bilin ki, Allah'ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha değerlidir.

158. Çünkü, ölseniz de öldürülseniz de Allah katında top­lanacaksınız.

Bu üç ayet birbirlerini tamamlar mahiyette olduklarından, tefsirlerini bir arada yapmayı uygun bulduk. Birinci ayetten şu neticeleri çıkarabili­riz:

1. Yüce Allah bazı konularda mü'minlerin kafirlere benzememelerini, on­lardan farklı olmalarını istemektedir.

 (Ey iman edenler! Kafirler gibi olmayın) ifadesi, düşünce yapısı itibariyle mü'minin kafirden farklı olmasını, aralarında ben­zeşmenin olmamasını beyan etmektedir. Hangi konuda kafirlere benzemenin yasaklandığı da ayetin devamında açıklanmaktadır:

(Sefere veya savaşa çıktıktan sonra kardeşleri hakkında "Bizim yanımız­da kalsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi" diyen kafirler gibi olmayın).

Bu söz, kafirin düşüncesini yansıtmakta ve ilahî kadere tamamen ters düş­mektedir. Kimin nerede ve ne zaman öleceğinin bilgisi Allah katındadır [Lokman, 34]. Ayrıca bu söz, Yüce Allah'ın Âl-i İmran/154'de koyduğu ka­nuna da ters düşmektedir:

(De ki: "Evlerinizde de kalmış ol­saydınız, ölümü takdir edilmiş olanlar, devrilecekleri yere mutlaka gideceklerdi").

Ölüm olgusunda gaybî bir özellik olduğundan kader alanına giren bir bo­yutu vardır.

Kadere ya da gayba inanmayan insanlar bu şekilde düşünür ve ifade eder­ler. Kafirler, sosyal olgular veya olaylar üzerindeki beşerî irade ile ilahî ira­deyi ayıramadıkları için sebep-sonuç arasında -özellikle manevî konularda-bağlantı kuramazlar. Hakikati inkar ettiklerinden; takdirin, ilmin ve yaratma­nın yerini dolduramazlar. (Yanımızda olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi) sözünün arkasındaki düşünce yapısı, mü'minler tarafından asla paylaşılamaz ve bu konuda bir benzeşme olamaz ve olmamalıdır. Bu ko­nuda, mü'minin düşünce yapısını şu ayet belirlemelidir:

(Doğrusu güldüren de, ağlatan da O'dur; öl­düren de dirilten de O'dur). [Necm/43-44]

Madem ki öldüren de dirilten de Allah'tır; o zaman, hayatta kalmasını tak­dir ettiği kimseler, savaşta da ölmez; ölümünü takdir ettiği kimseler ise sava­şa gitmeseler bile ölür.

Bu sözleriyle kafirler, -ahirete inanmadıklarından- Allah uğrunda ölme­nin pisi pisine ölmek olduğunu sanmaktadırlar.

Halbuki mü'min ölümün ebedî hayata giden bir başlangıç olduğunu, ru­hun Allah'a döndüğünü, şehit olanın -biz idrak edemesek de- farklı bir hayat tarzı içinde yaşadığına inanır. B akara/l 54'de Yüce Allah, şehitlere ölü dene­meyeceğini ve onların hayatta olduklarını beyan etmektedir. Kafir, ölümden sonraki hayatı inkar ettiği için böyle bir düşünceye kapılmakta ve ağzından bu kelimeler dökülmektedir.

Ayette geçen (Kardeşleri için dediler) ifadesine Zemahşeri, "Kar­deşlerinden ötürü dediler" şeklinde mana vermektedir.[90] Buradaki 'kardeş' kavramına dikkat edilmelidir. Kafirlerin kardeş diye bahsettikleri kimseler Uhud savaşında öldürülen mü'minlerdi. Razi, kafirin mü'min için kullandığı kardeş kelimesiyle, neseb kardeşliğinin kasdedilmiş olabileceğini söylemektedir. Tıpkı, (Ad kavmine kardeşleri Hud'u gönderdik) [Hud/50]; ÛfiJÖ&İu (Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik) [Hud/61] ayetlerinde ol­duğu gibi.

Bu düşünceden hareketle, ayetteki kardeşliğin, din kardeşliği değil, neseb kardeşliği olduğunu söyleyebiliriz. Ama ayetteki 'kardeş' kelimesine başka bir açıdan bakmak da mümkündür; şöyle ki: Uhud savaşında ölenlerin bazı­ları münafık olabilir. O zaman kafirler mü'minlere değil, ölen münafıklara kardeş demiş olurlar ki bu durumda 'kardeş' kavramının içini, "inanç kardeş­liği" şeklinde doldurmak yerinde olur.

Ayetin bu kısmını Uhud savaşı ile sınırlamak doğru değildir. Çünkü kafir­lerin bu düşünce tarzları ve ifade biçimleri kıyamete kadar sürecektir.

2. Acı pişmanlık

(Allah, bu tür düşünceleri onların kalplerinde acı bir pişmanlık kaynağı yapacaktır).

Ayetteki (hasret) kelimesine, "acı bir pişmanlık" manası verdik. Bu­radan hareket edildiğinde, pişmanlığın merkezinin kalb olduğu anlaşılır. Doğru ve hakikat ile alakası olmayan düşünce tarzlarının kalpte acı bir piş­manlığa dönüştüğüne dikkat çeken Yüce Allah, (Bizimle be­raber olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi) şeklindeki yanlış düşüncenin, kalpte acı pişmanlık olarak ortaya çıktığına işaret ederek, pişmanlıkların kay­nağı hakkında bilgi vermektedir.

Münafık kardeşlerinin savaşa gitmelerine mani olmak için sarfettikleri gayretin boşa gittiğini gören kafirler, bu sözleriyle duydukları pişmanlığı di­le getirmiş olabilirler.

3. Öldüren de dirilten de Allah'tır.

Kalpteki acı hasreti ortadan kaldıracak şey, öldürenin de, diriltenin de Al­lah olduğu inancı ve bilgisidir. Hayatı verenin ve ölüme hükmedenin Allah olduğunu kabullenmek, hem ölümün kötü görülmesini önler, hem de savaş­taki kayıpların acı pişmanlığa dönüşmesine mani olur.

Demek ki, ölüm olgusunun Allah ve insan ile olan ilişkisi konusundaki yanlış düşüncenin ortadan kaldırılması için, canı verenin ve alanın kim oldu­ğu konusunda sağlam bir bilgi ve inanca sahip olmak gerekmektedir.

4. Allah yapılanı görür.

Allah insanların bütün yapıp ettiklerini gözlemektedir. Savaşa gidenle, evinde oturanların ve savaştan kaçanların eylemlerini gözlemekte olduğun­dan, onlar hakkında değerlendirmesini de yapacaktır.

157. ayet, 156. ayete bağlı olarak yorumlanmahdır. (Bi­zim yanımızda olsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi) ifadesinde pişman­lığın yanısıra, Allah uğrunda ölmenin çirkin görülmesi, dünya hayatının ve değerlerinin şehitliğe tercih edilmesi de vardır. İşte 157. ayet bu tarz değer­lendirmenin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir.

Ölüm olgusundan kaçmak mümkün olmadığına göre, Allah yolunda öl­mek elbette tercihe şayan olmalıdır. 157. ayette, Allah yolunda öldürülen ve­ya ölen kimsenin ilahî mağfiret ve rahmete kavuşacağı vaad edilmektedir. Bunun içindir ki ayette, insanın bu dünyada toplayıp yığacağı dünyevî değer­lerle, ilahî mağfiret ve rahmet karşılaştırılmakta, mağfiret ve rahmetin daha üstün olduğu mesajı verilmektedir.

Vatanını, dinini, namusunu ve bağımsızlığını müdafa etmek için Allah uğ­runa ölen kişi, Allah'a olan sevgisini, kulluğunu, sadakat ve samimiyetini is-bat etmiştir.

Yüce Allah canı ile bunu isbat eden kişiye af ve rahmetini vaad etmekte­dir. Dünyevî hiçbir değerin, ilahî af ve rahmetle kıyas edilemeyeceğini bildi­ren bu ayet, ilahî af ve rahmetin mutlak; dünyevî nimetlerin ise izafî olduğu­na da işaret etmektedir. Mutlak değerler elbette izafî değerlerin üstünde bir kıymete sahiptir. Onun için ayette (hayn=daha üstün) kelimesi kullanıl­mış, böylece iki değer sistemi arasında mukayese yapılmıştır.

Zımnen iki ölüm tarzı da mukayese edilmekte; yatağında ölen kişiyle, Al­lah uğruna ölen kişinin bir olamayacağını da belirten bu ayet, "Ölürsem şe­hidim" diyen mü'minin psikolojisinin ne kadar yüksek düzeyde bir erdem ta­şıdığına ve onunla savaşmanın ne kadar zor olduğuna da işaret etmektedir.

Allah uğrunda öldürülme veya ölme, doğrudan affa ve rahmete dönüş­mektedir. İşte bu mağfiret ve rahmet, Allah yolunda ölen ya da öldürülen ki­şiye ölümsüzlük getirdiğinden, Bakara/154'de şehitlere ölü denmesi yasak­lanmaktadır.

İnsanların bu dünyada toplayıp yığdıkları, ebedî değildir; her zaman için kaybedilme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Dünyevî nimetler için sarfedilen bütün gayretler; onların yok olması ile heba olabilir. Onun için Nahl suresin­de şöyle buyurulmaktadır:

(Çünkü sizin katınızdaki tükenir; ama Allah katında­ki kalıcıdır). [Nahl/96]

Bu ayeti, yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/157. ayetle birlikte düşünürsek, "Daha hayırlıdır" ifadesini, "Daha bakidir" şeklinde açıklayabi­liriz. Dünyevî nimetleri toplayıp yığmak için Allah yolunda yapılan savaştan kaçmak geçici olan değerlerin peşinde koşmaktır; ama Allah yolunda verilen can, sonsuz nimetlere kavuşmaktır. Dünyevî ve uhrevî değerler, Kehf sure­sinde de şöyle mukayese edilmektedir:

(Servet ve çocuklar, dünya ha­yatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin katında hem se­vapça daha üstün, hem de ümit bağlanmaya daha layıktır). [Kehf/46]

Allah yolunda ölme veya öldürülme iyi amellerin en başında geldiğinden, daha değerli ve ümit bağlamaya daha layıktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah insanı kendi yolunda savaşmaya motive etmek için, yatağında ölmekle Allah uğrunda ölmeyi; Allah uğrunda ölmekle elde edilecek değerlerle, savaştan kaçarak elde edilecek dünyevî de­ğerleri mukayese etmekte ve insana bilinçli hareket etmesini öğretmektedir.

Bu öğretim faaliyeti, din eğitiminin en önemli kısmını oluşturmaktadır. Şehit olduğunda mağfiret ve rahmete kavuşacağına inanan kimseyle, Allah yolundaki bir savaşta öldüğünde pisi pisine ölmüş olacağını düşünen kişinin savaşması mümkün değildir. Onun için din eğitimi, daha savaş başlamadan önce insanların psikolojilerinde zaferi kazandıracak eğitimi vermelidir. İşte Yüce Allah bu açıklama ile mü'minlerin daha savaş başlamadan önce, savaş­tan kaçan [Âl-i İmran/155] ve savaşta ölen kardeşleri için hasret çekenlere [Âl-i İmran/156] karşı savaşı kalp ve gönüllerinde kazanmalarını temin et­mektedir. Savaşırken Allah'ın mağfiretini ve rahmetini düşünen kimseyle, geride bıraktığı mallarını ve çocuklarını düşünen kişinin savaşması imkan­sızdır; zira o kişi savaşı gönlünde kaybetmiştir.

158. ayette, normal olarak ölen kimselerle savaşta şehit edilen kimselerin tümünün Allah'ın huzurunda toplanacakları bildirilmektedir. Bu toplantı anı­na 'mahşer' adı verilmektedir, (Andolsun, ölseniz de öldürül-seniz de Allah'ın huzurunda toplanacaksınız) ifadesiyle Yüce Allah, dünyevî nimetleri toplayıp yığanlarla, canını Allah yolunda verenlerin ahirette Allah huzurunda bir araya geleceklerini ve orada kimin daha üstün ödül alacağını beyan etmektedir.

Diğer taraftan ayette, Yüce Allah'ın verdiği cüzi iradeyle ilahî iradeyi yok sayarak dünyada kendine bir yol çizen kimsenin, ahirette iradesinin olmaya­cağı, orada hükmün, iş ve iktidarın sadece Allah'a ait olacağı da vurgulan­maktadır. Dünyada sahte tanrıların, kendi nefislerinin, düşünce ve felsefele­rinin etrafında toplanan kimselerin, ahirette Allah'ın huzurunda toplanacak­larına işaret edilmekte, bunun dünyada bilinmesini istemektedir. [91]

 

İlahî Rahmet Yumuşak Davranmayı Getirir:

 

159. O zaman Allah'tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın! Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüp­hesiz, etrafından ayrılıp giderlerdi. Öyleyse onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Ka­rarını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.

Uhud savaşı ile ilgili olan bu ayetin analizi yapıldığında, bağrında çok önemli sonuçlan barındırdığı anlaşılır:

1. İlahî rahmet yumuşak davranmayı gerektirir.

Uhud savaşından önce, düşman ordusunun nerede karşılanacağı konusun­da Hz. Peygamber arkadaşları ile istişare yaptı. Neticede onların, düşmanın şehir dışında karşılanması gerektiği yolundaki görüşlerine uydu. Böylesine önemli bir konuda onlarla istişare etmesi ve onların görüşüne uyması, Hz. Peygamber'in ne kadar hoşgörülü olduğunun delilidir.

Yine Hz. Peygamber, Uhud mağlubiyeti başgösterince savaştan kaçan müs-lümanlan affetti ve onlara yumuşak davrandı. Yüce Allah Hz. Peygamber'in, savaştan kaçanlara yumuşak davranmasını övmek için bu ayeti indirmiş ve bu davranışının Allah'ın rahmeti sayesinde olduğunu beyan buyurmuştur.

İlahî rahmetin en önemli neticesi, yumuşak davranmaktır. Hz. Peygam­ber'in mü'minlere yumuşak davranması, onun ilahî rahmetle kuşatıldığını gösterir. Çocuklarına, öğrencilerine, işçilerine ve halkına yumuşak davranan ana-babalar, öğretmenler, iş verenler ve idareciler ilahî rahmetin kendilerini kuşattığına inanabilirler. İlahî rahmetin bulunmadığı bir toplumda idareciler halka, öğretmenler öğrencilere, iş verenler işçilere katı davranırlar.

Ayetin bu kısmında, peygamber ahlâkına dikkat çekilmesinin yanısıra, o ahlâkın en önemli unsurunun da insanlara yumuşak davranmak olduğuna, birbirlerine yumuşak davranan kimselerin de, -yumuşaklığın derecesi ve bo­yutu nisbetinde- ilahî rahmete nail olacaklarına işaret edilmektedir.

Yumuşak davranmak veya yumuşak söz söylemek eğitimde çok önemli metodlar arasında yer almaktadır:

(Firavun'a gidin. Çünkü o, iyice az­dı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, düşünür ve saygı duyar). [Taha/43-44]

Görüldüğü gibi Yüce Allah Hz. Musa ile kardeşi Hz. Harun'a Firavun'a bile yumuşak söz söylemelerini emretmekte ve yumuşak sözün düşünceyi harekete geçiren ve saygı uyandıran bir etkinliği olduğuna işaret etmektedir.

Sebe/10'da Hz. Davud'a demirin yumuşatıldığı söylenmektedir. Demir yu-muşayınca şekil verilmeye müsait hale gelmiş demektir. Yumuşak davranma ve konuşma da eğitim açısından insanın şekil almasını kolaylaştırır. Yumuşa­yan şey kolay şekil alır; yumuşak söz ve davranışlar da insanın kolayca şekil almasını temin eder.

Ayetin ikinci bölümünden, yumuşak davranışın toplayıcı/birleştirici; kaba ve katı kalpli davranmanın ise dağıtıcı olduğu anlaşılmaktadır.

2. Katılık iticidir

Ayetin ikinci kısmında, yumuşaklığın zıttı olan katılık ele alınmakta ve kötü etkisi açıklanmaktadır:

(Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, elbette, etra­fından dağılıp giderlerdi).

Ayetin bu kısmında geçen (fezza) kelimesi anlayışsız, hoyrat, kötü kalpli, kaba, cahil, kötü huylu olmayı ifade etmektedir. (galîz) kelimesi ise kalın, sert, katı, şiddetli manasına gelmektedir. Her iki kelime de, anlayış­sız ve katı davranışın kalple bağlantılı olduğunu göstermektedir. Davranışa yön veren etkenlerden biri olan kalbin durumuna dikkat çekilmekle birlikte, kasdedilen davranışın kendisidir. (Kaba, katı kalpli olsaydın) ifa­desi, "Kaba ve katı davransaydın" anlamına gelir. Böylece, kalbin davranışı ile bedenin davranışı aynileştirilmiştir.

Ayetteki kaba ve katı kalplilik, yumuşaklığın zıttı olduğundan, yumuşak­lığın merkezininin gönül olduğu anlaşılır. Yumuşak davranmanın insanları birleştirici olmasına karşılık, kaba ve katı davranmanın dağıtıcı olduğunu vurgulayan Yüce Allah, bu davranışların gönülde başlayıp topluma yayıldı­ğına da dikkat çekmektedir.

Dikkat edilirse ayette, yumuşak davranmanın kaynağında ilahî rahmetin, kaba ve katı davranmanın kaynağında ise kulun iradesinin bulunduğuna işa­ret edilmektedir. Kaba ve katılıkta kulun iradesi, yumuşak davranmada ise Allah'ın rahmeti itici güç olmaktadır.

Liderin etrafından ayrılmak, hem sosyal, hem de siyasî boyutu olan bir davranıştır. Savaş esnasında gerçekleşmesi halinde, askerî bir anlam taşır. Sosyal, siyasî ve askerî bir niteliğe sahip olsa bile, hâdisenin kaynağında gönlün bulunduğu ayetten anlaşılmaktadır. Demek ki, yumuşak söz ve dav­ranış çekici; kaba ve katı kalplilik ise iticidir.

Yumuşak kalpli olmanın en önemli ürünlerinden biri, affedici olmaktır.

3. Affetmek ve bağışlanmaları için dua etmek

Allah'ın rahmeti inceliğe, yumuşaklığa, oradan da bağışlamaya giden bir çizgi izlemektedir:

(Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et).

Allah Teala Hz. Peygamber'e, Uhud savaşında kendisini yalnız bırakıp ka­çanları affetmesini, onlar için Allah'tan da af dilemesini emretmektedir.

Hz. Peygamber'in affetmesi dünyevî hukukla, Allah'tan bağışlanmalarını dilemesi de ahiretle ilgilidir. Hz. Peygamber'in onları affetmesi, Allah katın­daki günahlarını affettirmeyeceği için; onlar için Allah'tan bağışlama dileme­si de emredilmektedir.

Burada dünyevî suç ile uhrevî günah arasında ayrım yapılmakta; Hz. Pey­gamber'in affetmesiyle suçlarının affedileceği, ama günahlarının düşmeyece­ği bildirilmekte ve suç ile günahın karıştırılmaması gerektiği öğretilmektedir. Böylece müslümanlara, bazı davranışların hem suç, hem de günah olabilece­ği öğretilmiş olmaktadır. İşte Uhud savaşındaki çözülme, dünyevî bakımdan suç iken; uhrevî/dinî bakımdan da günahtır. Onun için Allah Teala, suçun af­fının Hz. Peygamber'e; günahın affının ise kendisine ait olduğu kuralını koy­maktadır.

Ayetin bu kısmından şu neticeyi de çıkartabiliriz: Peygamberler, hatalı davrananları sadece affetmekle yetinmeyip, Allah'ın da affetmesi için dua et­melidirler. Bu onların merhametinin ne kadar geniş olduğunu göstermekte­dir. Böylece Yüce Allah, peygamber ahlâkının diğer insanlar için örnek ola­bileceği alanları belirlemektedir.

Peygamber, günah işleyen mü'minleri Allah adına bağışlayamaz; onun böyle bir yetkisi ve görevi yoktur; ama onlar için Allah'tan bağışlanma dile­yebilir. Görüldüğü gibi Allah, kendi yetki alanına peygamberi bile sokma­makta ve peygamberin faaliyet alanını tesbit etmektedir. Günahı bağışlama yetkisi sadece Allah'a aittir; suç ise hem peygamber, hem de diğer insanlar tarafından bağışlanabilir.

4. İstişare farzdır

Kur'an bu ayetle, siyaset için, evrensel bir kanun koymaktadır. İdareci için -bir peygamber de olsa- toplumu ilgilendiren konularda istişare etme zorunluluğu getiren bu ayet, demokrasinin temellerini bin dört yüz yıl önce atmıştır, (İş hakkında onlara danış) buyruğu, halkın görüşünün alın­masını emretmekte, halka rağmen halkın idare edilemeyeceği esasını getir­mektedir.

Razi'nin açıklamasına göre müşavare kelimesi, balın yerinden çıkartıldığı zaman söylenen şurtu el-asele (balı yerinden çıkartıp aldım) ifadesinden alınmıştır. Hayvanların teşhir edildiği yere de mişvar denir.[92]

Razi'nin verdiği bu manadan anlıyoruz ki istişare (halkı, halka danışarak idare etmek), bal yemeye benzer. Gıdalar arasında balın önemi ne ise, idare şekilleri arasında da halka danışmak odur. Malın satışı için teşhir edilmesi ne kadar önemliyse, halkın fikirlerini idarecilere sunması, yani teşhir etmesi de o kadar önemlidir.

İstişare, sadece idarecilerin halka danışması değil; aynı zamanda halkın da idarecilerle ve kendi aralarında istişare etmeleridir.

Şura suresinde mü'minlerin özellikleri arasında istişare de zikredilmektedir:

(Yine onlar, Rab'lerinin davetine icabet ederler, namazı kılarlar; onların işleri aralarında danışma ile­dir. Kendilerine verdiğimiz nzıktan da harcarlar). [Şura/38]

Bu ayet, istişarenin tüm topluma yayılmasını ön görmektedir. Demokrasinin vazgeçilmez müessesesi olan meclis, istişarenin müşahhas hale geldiği bir yerdir.

Müslümanların ve diğer toplumların, ortak meselelerini halledebilmek için aralarında istişare etmeleri gerekir. Toplumsal işlerde basan danışmadan geçer. Onun içindir ki Yüce Allah, danışmayı, mü'minlerin ortak özellikleri arasında saymaktadır.

Hz. Peygamber istişarede dikkat edilmesi gereken hususları şöyle açıkla­maktadır:

• Mü'min bir kardeşiniz size bir şey danıştığı zaman ona (doğruyu) gösterin.[93]

• Kişiye bildiği bir şey sorulduğu zaman, onu gizlerse, Allah kıyamet günü o kimseyi yularla bağlar.[94]

Bildiği doğruyu gizleyen kişi güvenilir değildir. Ebu Hureyre Hz. Pey-gamber'in, müsteşarın güvenilir[95] olması gerektiğini söylediğini nakletmektedir. Bundan, danışmanın güvenilir olması gerektiği sonucu çıkar. Danış­man, daima doğruyu söylemeli ve asla yanlış yol göstermemelidir.

İdarecilerin halka, halkın birbirlerine danışması bir içtihad meselesi değil­dir. Danışma, fetva sorma şeklindeyse, bu sadece bilenlerle yapılır. İstişare­nin alanı, soru/fetva sorma alanından geniştir. İstenen fetva dinî konularda ise, kişinin görüşünden ziyade Kur'an esas olacağından, bu bir istişare değil­dir. Çünkü Allah'ın vahiy gönderdiği konuda istişare yapılamaz; Allah'ın hükmü olduğu gibi uygulanır. İstişare, ancak vahyin olmadığı meselelerde sözkonusudur.

Balı yerinden çıkarmak ve almak manasına gelen istişare, halkla idareci­lerin ilişkisini, yani siyaseti ballandırmakta ve onun topluma bal tadı verece­ğine işaret etmektedir. Kur'an istişare müessesesiyle, halka değer vermenin ve onu dikkate almanın tadını almayı sağlayan siyaset alanında bir devrimin ilk adımını atmıştır. Siyasette devrim niteliği taşıyan istişare, yani halka da­nışma, halkın fikrini sorma, onun sorunlarını anlatmasına fırsat verme ve onun idarecilere ulaşmalarını temin etme, artık ebediyyen vazgeçilmez bir il­ke olmuştur.

Bir gün insanlık, Batı terminolojisindeki demokrasinin en önemli yanını teşkil eden halka danışmanın üzerindeki Kur'an damgasını görecek ve de­mokratik değerleri korumanın çarelerini Kur'an'm ışığından istifade ederek bulacaktır.

Din alimleri de Kur'an'm halkçılık adına getirdiği değerlerle Batı demok­rasisinin müşterek noktalarını aramalı, benzerliklerini ortaya çıkarmalı, çatı­şan taraflarını azaltmalıdırlar. Biz, Eflatun'un eserlerinde yer alan demokrasi kavramının ve demokratik değerlerin, bir kutsal kitabın kalıntılarından esin­lenilerek ortaya konmuş olabileceği düşüncesini taşıyoruz. Eflatun'a bu fikir­leri nereden aldığını, fikirlerinin üzerine oturduğu temelleri sorabilseydik; büyük ihtimalle Yüce Allah'ın çizdiği yoldan ve akıttığı kaynaktan fışkırdı­ğını söyleyecekti.

5. Tevekkül farzdır

Ayetin bu kısmında (Sonra bir hareket tarzına karar verince de Allah'a güven) buyurulmaktadır. (Karar verdiğin zaman) ifadesinden anlaşılıyor ki; idareci halka danışıp da ortaya bir karar çıkar ve bu karar idarecinin de karan olursa, idareciye düşen Allah'a güvenmektir.

Ayetin dördüncü kısmı ile bu kısmı beraber düşünüldüğünde, tevekkülün ne olduğuna açıklık getirildiği görülür. İdareci hiç bir teşebbbüste bulunma­dan Allah'a tevekkül edemez. TevekküTden önce iki merhalenin bulunduğu­na dikkat çekilmektedir ki bunlardan biri istişare, diğeri de karara varmaktır. Tevekkül bunlardan sonra gelir. Tevekkül bir bakıma, yapılacak uygulama­nın Allah'ın onayına sunularak güvencesinin alınmasıdır. İstişare etmeyen ve istişare neticesinde bir karara varamayan bir idarecinin Allah'tan güvence is­teme hakkı yoktur.

Allah'ın güvencesi yahut onayı, istişareden ve bir karara varmadan sonra­dır. Yüce Allah yardım kanallarını açmak için, halkın idarecilere ulaşma yol­larının açık olup olmadığına bakmaktadır.

6. Tevekkül, Allah'ın sevgisini getirir Ayetin sonunda şöyle buyurulmaktadır:

(Elbette Allah kendisine güvenip dayananları sever). Allah Teala, tevekkül edenleri sevdiğini beyan etmektedir.

Tevekkül, insan-ı kamil olmanın en önemli şartlarından birini teşkil eder. Ayette, tevekkülün şartlarına da dikkat çekilmektedir ki bunlar; yumuşak davranmak, affetmek, halkın bağışlanması için Allah'a dua etmek, halka da­nışmak, karar verince de Allah'a güvenmektir. Bütün bu ameller Allah katına yükselmekte ve oradan sevgiyi alıp gelmektedir. Allah'ın bu amelleri yapan­lara sevgisini ilan etmesi, bu amelleri yapmaya teşvik etmesidir. [96]

 

Tevekkül İlahî Yardımı Celbeder:

 

160. Allah size yardım ederse, hiç kimse sizi yenemez; ama ya O sizi terkederse, kim size yardım edebilir? O halde mu minler Allah'a güvensinler.

Ayetten anlaşılıyor ki, Allah'ın yardımıyla tevekkül arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Kul kendisine düşen her şeyi yaptıktan sonra Allah'a güvenip dayanırsa, ilahî yardımın kapılan açılmaktadır. Allah Teala, gerekenleri yap­mayı ve bundan sonra Allah'a tevekkül etmeyi, ilahî yardımın olmazsa olmaz şartı olarak ortaya koymaktadır.

Allah Teala, Allah'ın yardım ettiği topluluğu kimsenin yenemeyeceğini, Allah'ın terkettiği topluluğa ise kimsenin yardım edemeyeceğini ifade buyur­maktadır.

Ayetten şu da anlaşılıyor ki, Allah'ın kudreti sonsuzdur, O'nun dışında in­sanlara yardım edecek kimse yoktur. Allah'ın sevgisi de, yardımı da tevekkül edenler içindir. Yüce Allah, (O halde mü'minler Allah'a güven­sinler) ifadesiyle, mü'min kullan ile kendisi arasında bir güven bunalımı ol­mayacağını garanti altına almaktadır.

Hz. İbrahim'in ümmeti de Allah'a güvenme konusunda -ki müslümanlar için de bir örnek olarak verilmektedir- şu şekilde dua etmişlerdi:

(Rabbimiz ancak sana dayandık, sana yönel­dik. Dönüş ancak sanadır). [Mümtehine/4]

Yüce Allah'ın, yardımı tevekküle bağlaması, şirki de ortadan kaldırmaya yöneliktir. Nitekim A'raf suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Kendileri yaratıldığı hal­de hiç bir şeyi yaratamayan varlıklan ortak mı koşuyorlar? Halbu­ki putlar ne onlara bir yardım edebilirler, ne de kendilerine bir yar­dırman olur). [A'raf/191-192]

Mü'min, yardımın kimden geleceğini bilir ve sahte tannlardan uzak du­rur. Bunu da, Allah'a dayanıp güvenmekle, sadece O'ndan yardım istemekle fiiliyata döker:

(Allah'ın dışında taptıklannızın ne size yardıma güçleri yeter ne de kendilerine yardım edebilirler).. [A'raf/197]

Bu ayetlerde, din eğitiminin ana ilkesi öğretilmekte, müslümanlann inançlarının sarsılmasını önlemek için yardım konusu ele alınmakta; yardı­mın sadece Allah'tan olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insan yardım gördü­ğü kimseye doğru yönelir, onda üstünlük görür, ona medyun olur, saygı du­yar ve ona övgüler yağdırır. [97]

 

Hıyanet Büyük Günahtır:

 

161. Bir peygamberin hıyanet etmesi olacak şey değildir. Kim emanete hıyanet ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şe­yin günahı boynuna asılı olarak gelir. Sonra herkese, asla haksızlığa uğratılmaksızın kazandığı tastamam verilir.

Bu ayetin iniş sebebi hakkında bazı olaylar nakledilmektedir. Alimlerin farklı nüzul sebebi göstermeleri; ayetin içeriği ile bağlantı kurdukları konu­lardan kaynaklanmaktadır. Razi bu görüşleri zikretmektedir. Fakat biz bun­lardan ikisi üzerinde duracağız:

a) Bedir savaşında ele geçen ganimetlerin dağıtımının -bazı sebeplerden ötürü- gecikmesi üzerine münafıklar, Hz. Peygamber'in hıyanet ettiğini söy­lemişlerdi. Bunun üzerine bu ayet inmiştir.

b) Bu ayet, Kur'an'ı bizzat Hz. Peygamber'in tertip ettiği ve Allah'a isnad ettiği iddiası üzerine inmiştir. Muhammed Esed bu görüşü savunmaktadır.

Uhud savaşıyla bağlantılı olarak ele alındığında ayetin iniş sebebinin ga­nimetler olduğu söylenebilir; Kur'an ile irtibatlandınldığında da Muhammed Esed'in görüşü ağırlık kazanabilir. Bize göre, her iki sebep de önemlidir. Ayet, sadece tarihî boyutuyla sımrlandınlamayacağma göre, her türlü hainli­ği ve emanete hıyaneti kapsar.

"Bir peygamberin hainlik yapmayacağını ifade eden bu ayeti, genelleştirmek uygun olur mu?" tarzında bir soru akla gelebilir. Ancak unutulmamalı­dır ki Kur'an metodu gereği, önemli ve ağır görevleri doğrudan peygambere yükler; onun vasıtasıyla da insanlara ulaşır.

Emanete hıyanet çok ağır ve büyük bir günahtır. Emanet bir eşya olabile­ceği gibi, namus ve ilahî vahiy de olabilir. Bir toplumun bayrağı ve toprağı da nesillere emanettir. Bu emanetleri korumak, peygamber için ne kadar gö­rev ise, diğer insanlar için de o kadar görevdir. Onun için Âl-i İmran/161 aye­ti, -Hz. Peygamberle ilgili olsa da- evrensel boyutta düşünülüp açıklanma­sı gerekir. Hz. Peygamber'in ahlâkına işaret eden bu ayet, sadece Peygam-ber'in şahsıyla sınırlandınlmamalı; aksine tüm insanlık için ahlâkî kaide ola­rak kabul edilmelidir.

Bu açıklamadan sonra ayetin analizine geçebiliriz:

1. Hiçbir peygambere hıyanet yakışmaz.

Ayetin bu kısmında yer alan (ğulûl) kelimesinin, hainlik manasına geldiği konusunda ittifak vardır.

Kelime lügatte bir şeyi diğer bir şeye sokmak, bir yere girmek; gözle kul­lanılınca doğruyu görememek, doğru yoldan sapmak; su ile kullanılınca ağaçlar arasından suyun akması; kelepçe vurmak; ganimet ya da emanete hı­yanet etmek; deveyi suya kandırmayıp susuz bırakmak; kasabın deriyi iyi soymayıp etli bırakması; ürünün yetişmesi; elbisenin altına iç çamaşırı giy­mek; istifal babından alınınca istismar etmek, sömürmek, kâr ve malını al­mak; ğıllu kalıbından alınınca düşmanlık, gizli kin manalarına gelmektedir. [98]

 

Ğulûl Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları:

 

1) Bağlamak

Yüce Allah, dünyada yapılması gerekeni yapmayan, yani Allah'ın emirle­rini yerine getirmeyen ve yasaklarına uymayıp günah işleyen insan için mah­şerde şöyle diyecektir:

(Onu yakalayıp bağlayın). [Hâkka/30]

Burada emir kalıbında gelen (ğulle) fiili, bağlamak anlamını ifade et­mektedir. İnsanın dünyada ilahî emirlere aldırış etmemesi ve günah işlemesi, ahirette ellerinin bağlanmasına sebep olacaktır. İsra suresinde de aynı anlamda geçmektedir:

(Ellerini boynuna bağlayıp kilitli tutma)! [İsra/29] Buradaki 'ijlz (mağlûle) kalıbı, bağlı, kilitli anlamına gelmektedir.

2) Sıkı olmak

Elin sıkı olması (cimrilik) anlamında Maide suresinde yer almaktadır:

(Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" derler. Sıkı olan onların elidir). [Maide/64]

Bu ayette hem (mağlule), hem de £ (ğulle) kalıbından gelmiştir. Her iki kalıp da el ile ilgili olduğu için cimriliği ifade etmektedir. "Eli açık" tabi­ri cömertliği, "eli sıkı" tabiri de cimriliği ifade eder.

3) Gizli kin

Kur'an'ın çeşitli aytelerinde "gizli kin" anlamına gelmektedir:

(Kalplerinde kinden ne varsa hepsini söküp atarız). [Araf/43]

Ayette "(ğıll) kelimesi uygunsuz duygu ve düşünce manasına 'kini' ifa­de etmektedir. Hicr/47 ve Haşr/10'da da aynı manaya gelmektedir.

4) Bukağı

Kur'an'da maddî ve manevî anlamda bukağı, zincir, bağ anlamında kulla­nılmaktadır. Genelde çoğul kalıbında  (ağlâl) şeklinde geçmektedir:

(Üzerlerindeki zincirleri indirir). [A'raf/157]

Yanlış düşünce, yanlış inanç ve yanlış bilgi insanın beyni için bir zincir­dir. Bu zincir hür düşünceyi bağlamakta, beynin faaliyet alanını daraltmakta­dır. O nedenle Hz. Peygamber'in görevlerinden biri de, insanların beynine ve gönlüne vurulan zincirleri kırmaktır; yani insanların beyin ve gönüllerini hürriyete kavuşturmaktır.

Ra'd/5'de batıl inancın veya küfrün mahşerde nasıl bukağı/zincir haline geleceği anlatılmaktadır. Öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin, Allah'ı in­kar ettikleri ifade edildikten sonra buyuruluyor ki:

(İşte böyleleri boyunlarında bukağılar taşıyan kimse­lerdir).

5) Hıyanet etmek

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/161'de hıyanet etmek, hile yapmak manalarına gelmektedir. Aynca kelime, bir kimseye hakkını verme­mek, devlet malını kötüye kullanmak, gizlice almak, gizlemek, aşırmak ma­nalarına da gelir.

Netice olarak (devletin malını zimmetine geçirmek, çalmak), Hz. Peygamber tarafından büyük günah olarak görülmüştür. Bu fiil, iki bo­yutludur: dünyevî bakımdan suç; uhrevî bakımdan günahtır. Bu konuda Hz. Peygamber'den birçok hadis nakledilmiştir.[99]

Bütün hadisler aşırmayı, zimmetine geçirmeyi kötülemekte, böyle yapan­ların ahirette çok ağır bir cezaya çarptırılacağını beyan etmektedir. Allah Te-ala bu ayetle, Hz. Peygamber'in şahsıyla bağlantılı olarak kamu hukuku için evrensel bir kural koymaktadır.

Ayetin bu kısmına farklı bir mana da verilebilir. Razi, İbn Mesud'un, (yeğulle) kelimesini, (yuğalle) şeklinde okuduğunu nakletmektedir; ki buna göre ibare, "Hiç bir peygambere ihanet edilmesi olacak şey değildir" manasına gelir. Bu durumda ayet, sadece peygamberlerin hıyanetten uzak ol­duğunu, Allah'ın onları bu gibi fiillerden koruduğunu ifade etmiş olur, ama insanları ilgilendiren evrensel bir kanun olmaktan çıkar. Bize göre bu mana ayetin kapsamını daraltmakta ve evrenselliğini; tüm zaman ve mekanlarda bütün insanlar için geçerliliğini ortadan kaldırmaktadır.

2. Zimmetine mal geçirmenin günahı ahirete kadar uzanır.

Devletin ve halkın malını zimmete geçirmenin, emanete hıyanet etmenin dünyevî hukukta ağır bir suç olduğunu beyan etmek ve insanları bundan cay­dırmak için Yüce Allah şöyle buyuruyor:

(Kim emanete hıyanet ederse, kıyamet günü hain­lik ettiği şeyin günahı boynunda asılı olarak gelir).

Demek ki emanete hıyanet eden kimse, mahşerde bunun hesabını vere­cektir. Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Kıyamet günü hiç birinizi, boynunda böğüren bir deve veya böğüren bir sığır veya meleyen bir koyun taşır vaziyette gelip, "Ya Muhammedi Ya Muhammed!" diye bana seslenirken görmeyeyim! Ben, "Allah'tan gelecek azap ko­nusunda sana asla faydalı olamam. Zira ben sana tebliğ etmiştim" derim.[100]

Hadiste, hainlik eden kimsenin, kıyamette hainliğinin vebalini nasıl yük­leneceğini görüyoruz. Tabii ki hıyanet sadece deve, inek ve koyun aşırmakla sınırlı değildir; hıyanetin binlerce çeşidi vardır. O nedenle hadisin bir örnek olarak alınması gerekir.

Lokman suresinde, Hz. Lokman'ın oğluna verdiği nasihati buna örnek olarak verebiliriz:

(Yavrucuğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır). [Lokman/16]

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin bu kısmını, yukarda zikredilen hadisi ve Lokman/16 ayetini birleştirdiğimizde şu neticeyi çıkarabiliriz: E-manete hıyanet ve zimmete geçirme gibi eylemler, ahirete kadar uzanmakta ve Allah tarafından değerlendirilmeye tabi tutulmaktadır. İyi veya kötü, ya­pılan hiçbir amel kaybolmaz, kaydedilip belli bir kitapta toplanır ve zamanı geldiğinde değerlendirilir. Her amelin karşılığı tastamam verilir: iyiyse ödül, kötüyse ceza.

3. Herkese kazandığı verilir

Yüce Allah ahirette, dünyada yapılan her amelin karşılığının verileceğini bildirmiş, böylece kulun amelinin karşılığını görüp görmeyeceği konusunda şüpheye düşmesini önlemiştir.

Yine Allah Teala, herkesin, iyi olsun kötü olsun sadece kendi yaptığı ame­lin karşılığım göreceğini; hiç kimsenin başkasının yaptıklarından sorumlu tu­tulmayacağını da bildirmiştir.

4. Haksızlık yoktur

Herkes, iyi veya kötü yaptığı amelin karşılığını görürse hak yerini bulmuş olur. Aksi takdirde zulüm olur. Bir şeyi yerli yerine koymak adalet, koyma­mak da zulümdür. O halde, herkese hakkını, yani işlediği iyi veya kötü amelinin karşılığını vermek adalet, vermemek ise zulümdür.

Yüce Allah burada başka bir hukukî ilke daha koymaktadır: Ceza, suça denk olmalıdır. Ödülde fazlalık olabilir, ama cezada fazlalık olamaz. Onun için suçun cezasını tesbitte çok dikkatli davranılması gerekir. Aksi takdirde zulüm ortaya çıkar. [101]

 

İyi İle Kötü İnsanın Mukayesesi:

 

762. Öyleyse, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen kişi, Al­lah'ın lanetine uğramış ve varış yeri cehennem olan kişi ile bir midir? Ne kötü bir duraktır o!

163. Onlar Allah katında (tamamen) farklı derecelere sa­hiptirler; zira Allah, yaptıkları her şeyi görür.

Bu ayetler, 161. ayetle bağlantılı olarak açıklanabilir. Razi, bu ayetlerin çeşitli açılardan tefsirini yapmaktadır.

Allah Teala burada iki kişiyi mukayese ederek hem öğretim, hem de eği­tim faaliyeti yapmaktadır. Ayetteki, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen ki-şi'den kasıt, ganimete (devlet malına) ve kamunun hakkına saygı duyan kim­sedir. Devletin malını çarçur etmeyen, tüyü bitmemiş yetimin hakkını göze­ten ve emeğinin bulunmadığı bir şeyde hak iddia etmeyen kimse, Allah'ın rı­zasını arayan kişidir.

Başka bir açıdan bakıldığında, Allah'ın rızasının nerede olduğu ve nere­lerde aranması gerektiği hakkında da bilgi verildiği; Allah'ın rızasının, kamu mallarına ve yetim haklarına riayet edip ihanet etmemekte olduğu anlaşıl­maktadır. En büyük ödül olan Allah'ın rızasını elde etmek için kişi, kamunun malım zimmetine geçirmemeli, bir toplu iğne ucu kadar olsa bile emanete hı­yanet etmemelidir.

Bakara/249'un tefsirinde beyan ettiğimiz üzere, kamunun ortak malı olan suyu kirletmek Allah tarafından yasaklanmıştır. Emanete hıyanet, kamu ma­lına el uzatmak, hem uzatan kişinin, hem de toplumdaki ekonomik ilişkilerin kirlenmesine sebep olur. Aynı zamanda bu, -Allah'ın gazabını çektiği için-Allah ile kul arasındaki ilişkilerin zedelenmesini de beraberinde getirir.

Emanete hıyanet etmeyen, emanete riayet eden, kamu malına el uzatma-yen kimse, Allah'ın nzasını ve cennetini kazanır. Şimdi bu kimse, emanete hıyanet edip kamunun malını yiyen ve Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayan kimse gibi olur mu? Yüce Allah insanlara iki örnek vermekte ve mukayese etmektedir. Emanete hıyanet etmek, Allah'ın gazabını celbedip ce­henneme gitmeye vesile olurken; emanete riayet etmek ise Allah nzasını ka­zanmaya ve cennete gitmeye vesile olur. Tercih insanlara kalmaktadır. Yüce Allah, cehennemin ne kötü bir dönüş yeri olduğunu söylemek suretiyle ken­di değerlendirmesini ve tercihini yaparak insana rehberlik etmektedir.

Bu ayetten eğitim açısından şu neticeyi çıkartabiliriz: Eğitim insana sade­ce olumlu şeyleri öğretmekle yetinmemeli; kötülükleri, insan şahsiyetini bo­zan, Allah katında insanın değerini düşüren olumsuz davranışları da tanıtma­lıdır. Yüce Allah, nzasını kazandıran davranışlarla, gazabını celbeden ve ce­henneme gitmeye vesile olan davranışlan bunun için ele almaktadır.

Eğer Muhammed Esed'in 161. ayetle ilgili yorumundan hareket edersek, 162. ayete de farklı bir yorum getirmemiz zorunlu olur. 161. ayetteki ibare­ye, "Bir peygamberin hile yapması olacak şey değil" şeklinde mana verirsek şöyle diyebiliriz: Peygamberlerin kendi görüşlerini Allah'a isnad edip sonra mü'minlerden yalnız O'na inanıp güvenmelerini istemeleri olacak şey değil­dir. Zira kafirler, Kur'an'ı bizzat Hz. Peygamber'in tertip ettiğini ve Allah'a isnad ettiğini iddia ediyorlardı.[102] İşte 161. ayette Allah bunu reddetmekte ve imkânsız olduğunu ifade etmektedir.

Bu mana ve yorumdan hareketle 162. ayete farklı bir yorum getirebiliriz: Allah'ın nzasını arayan kimse ilahî vahye asla kendi düşüncesini kanştırmaz veya kendi düşüncesini ilahî vahiy gibi göstermez.

Kendi görüşünü ilahî vahyin önüne geçirmeyen ve ilahî vahye ihanet et­meyen kimse, Allah'ın rızasını kazanan kimsedir.

Allah'ın gazabına uğrayıp cehenneme giden kimse ise, kendi görüşünü ilahî vahiy gibi gösteren, ilahî vahye ihanet eden ve onun önüne geçen kim­sedir. Bakara suresinde ilahî vahiy emanetine ihanet edenlerin durumu şöyle anlatılmaktadır:

(Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için "Bu Allah katmdandır" diyenlere yazıklar olsun. Elleriyle yaz­dıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların). [Bakara/79]

Âl-i İmran suresinde de şöyle buyurulmaktadır:

(Kitap ehlinden bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız di­ye, kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitap­tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, "Bu Allah katmdandır" derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar). [Âl-i İmran/78]

İşte Allah'ın gazabına uğrayan ve cehennemlik olan bu kimseler, Allah'ın rızasını arayan kimselerle bir olabilir mi? 163. ayette Yüce Allah, bu iki tip insanın kendi katında farklı derecelere sahip olduklarını beyan etmektedir. Onlara verilen bu dereceler gelişi güzel verilmemektedir. Zira Allah onların yapıp-ettiklerini gözlemekte; bu gözlem neticesinde değerlendirmesini yap­makta ve derecelerini belirlemektedir.

163. ayetten eğitim açısından şu neticeyi çıkartabiliriz: Hayat kavgası içinde sergiledikleri davranışları gözlemledikten sonra insanlar hakkında de­ğerlendirme yapılması gerekir. Gözlemsiz değerlendirme iftiraya götürebilir. İşte bu nedenle Yüce Allah, insanların davranışlarını bizzat gözleyerek de­ğerlendirip derecelendirdiğini ifade buyurmaktadır.

İlahî rızayı elde etmek için çaba gösteren kişi ile ganimete, kamu malına, emanete hıyanet eden kimsenin davranışlarını gözlemledikten sonra değer­lendirmesini yaptığını söyleyen Yüce Allah, keyfî değerlendirme ve derece­lendirme olmayacağını vurgulamaktadır. [103]

 

Peygamber Göndermek Lütuftur:

 

164. Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetleri­ni okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hik­meti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mümin­lere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce on­lar apaçık sapıklık içinde idiler.

Başka bir muhteva içerisinde olmakla beraber Bakara/151 de, bu ayetin bir benzeridir. Aralarındaki büyük benzerliğe rağmen, bağlamları sebebiyle bazı farklılıkları da vardır; şöyle ki:

a) Âl-i İmran/164 ayeti yeminle başlamakta, Bakara/151 ise yeminle baş­lamamaktadır.

b) Âl-i İmran/164 ayeti mü'minlere üçüncü şahıs olarak hitap etmekte; Bakara/151 ayeti ise ikinci şahıs olarak hitap etmektedir.

c) Bakara/151 (Size bilmediklerinizi öğreten) ifadesiyle so­na ererken; Âl-i İmran/164 (Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler) ifadesiyle sona ermektedir.

d) Bakara/l 51 'de lütuf kavramı geçmezken, Âl-i İmran/164'de lütuf kav­ramı geçmektedir.

Ayetin dört bölümde ele alınması uygun olur:

1. (Allah mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur).

Yüce Allah bu ayete (lekad) yemin edatı ile başlamışta Birçok meal­de bu, andolsun şeklinde tercüme edilmektedir ki bizce de en uygun manası budur.

Ayetin bu kısmında yer alan ve "lütufta bulundu" şeklinde tercüme edilen (menne) kelimesi, Kur'an'da çok farklı kalıp ve manalarda çeşitli ayetler­de yer almaktadır. Kelime lügatte müşfik olmak, hayırhah olmak, iyi kalpli, cana yakın, merhametli, iyilik sever, yardım etmeye hazır olmak; lütfetmek, ihsan etmek, yorulmak, ağır iş, takatini kesmek, yaptığı iyiliği başa kakmak, minnet altında bırakmak, kudret helvası, zayıf, toz, sakat ip, tükenmez, sayı­lamayacak kadar çok manalarına gelir. [104]

 

Menne Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Başa kakmak

Bu manada hem fiil, hem de isim halinde Kur'an'da yer almaktadır:

(Sadakalarınızı, başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa çıkarmayın). [Bakara/264]

Bu ayette isim kalıbında (el-mennü) şeklinde gelmiştir. Minnet, "başa kakmak" demektir.

Hucurat suresinde fiil kalıbında başa kakmak, minnet altına sokmak anla­mında geçmektedir:

(Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyor­lar). [Hucurat/17]

2) Vermek

(Bu bizim hediyemizdir. Başkalarına dilediğin şekilde ver veya tut). [Sad/39]

İnsanın eylemi olduğunda vermek, Allah'ın fiili olduğunda ise lütfetmek, ihsan etmek manasına gelmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette ihsan etmek, lütfetmek anlamını ifade etmektedir.

3) Helva

İsrailoğullan'na çölde bir lütuf olarak gönderilen helva için Bakara/57'de (el-menn) kelimesi kullanılmaktadır.

4) Sınırlı, kesintili

Bu kelimenin (menûn) kalıbı, sınırlı, sonlu anlamına gelir. Fakat Kur'an'da (ğayru memnun) şeklinde kullanılmakta ve sınırsız/tükenmez anlamını ifade etmektedir. Genelde Allah'ın iman edip iyi amel yapan­lara verdiği ödülün sıfatı olarak kullanılmaktadır:

(Şüphesiz iman edip iyi amel yapanlar için tüken­mez bir mükafaat vardır). [Fussilet/8]

Bütün bu manalar, ihsan, lütuf kavramında buluşmaktadır. Yüce Allah'ın peygamber göndermesi bir lütuf ve bir ihsandır. Bu lütfün, eğitim açısından değerlendirilmesi gerektiği ayetin daha sonraki bölümünden anlaşılmaktadır.

2. (Kendi aralarından bir peygamber gönderdi).

Elçinin, insanların problemlerini bilen ve dert edinen biri olması ve insan­lar arasından seçilmesi manidardır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, her mil­let kendi öğretmenini, içinden seçmeledir. İbrahim/4 ayetinden anlaşıldığına göre, eğitimin ana dil ile yapılması ve eğitimcinin aynı kültürden yetişen kimseler arasından seçilmesi şarttır.

Yüce Allah bu kuralı, insanlar içinden elçi seçerek ve onu eğitici olarak görevlendirerek tatbik etmiştir. Allah her kavmin içinden bir peygamber çı­karttığı halde, Hz. Peygamber'i bütün insanlığın içinden çıkartmıştır. Yunus suresinde şöyle buyuruluyor:

(Her milletin bir peygamberi vardır). [Yunus/47]

Bu ayetten anlaşılıyor ki Allah Teala bir kavme veya bir millete, başka milletten bir peygamber göndermemiş; aksine aynı milletin içinden seçtiği birini peygamber olarak göndermiştir. Çünkü aldığı vahyi toplumun hayatı­na uygulayacak, sosyal problemleri çözecek ve hayata yön verecek olan ki­şinin o toplumu iyi tanıması gerekir. Nasıl ki bir terzi tanımadığı ve ölçüleri­ni bilmediği bir kişiye elbise dikemezse, toplumun kültürünü, hayata bakış tarzını, medenî seviyesini, dertlerini ve problemlerini tanımayan bir peygam­ber de onlara çözüm getiremez ve ilahî vahyi toplumun hayatına tatbik ede­mez.

Önceki peygamberlerin her biri bir toplumun içinden seçilmiştir, içinden seçildikleri toplumların yapısını ve hayatını bildikleri için de ilahî vahyi iyi yorumlayıp hayata tatbik edebilmişlerdir.

Hz. Peygamber ise, bütün insanlığın içinden seçilmiş ve bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir:

(Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik). [Sebe/28]

O nedenle insanların içinden elçi seçip görevlendirmek tüm insanlar için bir lütuf olduğundan Yüce Allah insanlara lütfettiğini ifade buyurmaktadır [Âl-i İmran/164].

3. Peygamberin görevleri

Hz. Peygamber'in görevlerinin neler olduğunu Bakara/l 51 'in tefsirinde açıkladığımız için burada kısaca değinmekle yetineceğiz:

• Allah'ın ayetlerini okumak;

• İnsanları inkar ve kötülüklerden temizlemek;

• Kitap ve hikmeti öğretmek.

Hz. Peygamber bu görevleri, yoldan çıkmış toplumda yerine getirecekti. Yüce Allah (Halbuki onlar daha önce bir sapıklık içinde idi­ler) demekle, toplumun bir kötülük kültürü oluşturduğuna işaret etmektedir.

Toplumun oluşturduğu sapık kültürle mücadele etmenin yolu, eğitim ve öğretimden geçmektedir. İnsanları bilgilendirmek, hakikatin bilgisi ile tanış­tırmak en etkili metod olduğu için, Yüce Allah, ayetlerini insanlara okuyacak bir elçi seçmiştir. Sapık kültürün başka bir adı da cahiliyet kültürüdür. Bilgi olmadan ve bilgiyi insana aktaracak eğitim ve öğretim faaliyeti yapılmadan cahiliye kültürüyle mücadele edilemez. Cahiliye kültüründen medenî kültü­re geçişi sağlayacak olan köklü değişimi, insanları bilgi sahibi yapmadan ve onlara aklı kullanmayı öğretmeden gerçekleştirmek imkansızdır. Onun için Hz. Peygamber'in birincil görevi, onlara Allah'ın ayetlerini okumak olarak belirlenmektedir. Okumak, 'öğretmek' demektir.

Onları temizleme görevi, öğretim faaliyetinden sonra gelir. Bundan, te­mizleme eylemi ile öğretim faaliyeti arasında sıkı bir ilişki bulunduğu anla­şılır. Temizleme, eğitimin alanına girmektedir. Okumak öğretimin, temizle­mek ise eğitimin kapsamı dahilindedir. Temizleme faaliyeti iki boyutludur: Beyinlerin, gönüllerin arındırılıp nefislerin temizlenmesi; benliğin, ruhun, şahsiyetin, sapık düşünce, inanç ve niyetlerin arındırılması. Sadece psikolo­jik arınma değil; aynı zamanda kirlenen sosyal yapının, insan ilişkilerinin te­mizlenmesi de amaçlanmaktadır. Çok tanrıcılık, insan haklarının, özellikle de kadın haklarının çiğnenmesi, kız çocuklarının öldürülecek kadar hor gö­rülmesi, ahlâkî değerlerin dinamitlenip ahlâk müessesesinin çökertilmesi toplumu kirletmişti. İşte bu öğretim faaliyeti, kirlenen psikolojik ve sosyolo­jik çevrenin temizlenmesini temin edecek ve bunu da Hz. Peygamber yapa­caktı.

Önce temizlenen ruhlar, kitap ve hikmeti öğrenmeye uygun hale gelecek; ardından da Hz. Peygamber Allah'ın kitabını ve hikmetini onlara öğretecek­ti. İşte bütün bu faaliyetlerin neticesinde, cahiliyet kültürü ile mücadele ede­cek ve yeni bir kültür oluşturacak insanlar yetişecekti.

Dünyada iyiden kötüye geçiş çabuk olduğu halde; kötüden iyiye geçiş çok ağır seyretmektedir. İyiye doğru değişimin gerçekleşmesi, okumayla, ruhun arınmasıyla, kitap ve hikmetin öğrenilmesiyle mümkün olur. Bunlar ise, uzun zaman ve yoğun faaliyetler ister. Bu faaliyetler Hz. Muhammed'in yir-miüç yılını almıştı. Trenin yoldan çıkışı anlık bir zaman diliminde olur, ama rayına oturtulması çok zaman alır. Toplumun da yoldan çıkışı çok kısa bir za­man diliminde gerçekleşir; ama yola gelişi uzun seneler ister. Bu sosyal ha­yatın, tabiatın bir kanunudur.

Sosyal kirlenme, sosyal çürüme ve sosyal çözülme süratle yayılan bir kanser hücresine benzer. Bu kirlenmeyi, çürümeyi ve çözülmeyi ortadan kal­dırmak, ancak aklı doğru kullanmak, bilgi, hikmet ve ilahî vahiy ile mümkün olabilir. Bunu yapabilecek bir elçiye, bir eğiticiye sahip olmak büyük bir lü­tuf, nimet ve ihsan değil midir?

Ayetten şunu da öğreniyoruz: İnsanlar bozulur ve bozarlar, yoldan çıkar ve çıkarırlar, çürürler ve çürütürler, kirlenir ve kirletirler; ama Allah herşeye rağmen eğitim ve öğretime devam eder. Siyasî erki elinde tutan ve devleti idare edenler, halkın yoldan çıkmaması, çürümemesi ve bozulmaması için önlem almalı; eğer halk bozulmuş, yoldan çıkmış ve çürümüş ise düzeltmek için çare aramalı; halkı kendi başına bırakmamalı ve onlara sahip çıkmalıdır­lar. Sahip çıkmak, onları hapisanelere doldurarak değil; eğitim ve öğretimi etkili hale getirerek, aklı kullanmayı öğreterek, bilgilendirerek ve ruhları te­mizleyerek olmalıdır. Çünkü eğitim politikasını yürütenler bilmelidirler ki, kitap okuyan, aklını kullanan ve gönlünü ihya eden insanlar kötü olamaz ve kan akıtamazlar.

Onun için Yüce Allah bu ayeti, Uhud savaşıyla ilgili ayetlerin içine yer­leştirmiştir. Kur'an insanlığın göğsünü; ok, kılıç ve mermi yerine; akıl, bilgi ve sevgi ile doldurmak için bu ayeti burada zikretmiştir.

Okun, kılıcın ve merminin olduğu yerde kan; Allah'ın kitabının, akim ol­duğu yerde ise şeref vardır. O sebeple Allah Teala Enbiya/10'da Kur'an'ı, şe­ref ve aklı bir araya getirmiştir. İlahî vahiy ve akıl insanlığa şeref kazandırır, kirlenen ruhları ve ilişkileri temizler. İşte Hz. Muhammed bu temizliği ger­çekleştirmek için bir lütuf olarak gönderilmiştir. [105]

 

Musibet İnsanın Kendi Eseridir:

 

165. İki katını (düşmanınızın başına) getirdiğiniz musibet­ten sonra, şimdi sizin başınıza da bir musibet geldiğinde, kendi kendinize, "Bu nasıl oldu?" diye soruyorsunuz, öy­le mi?! De ki: "O sizin eserinizdir. Doğrusu, Allah diledi­ği her şeyi yapmaya kadirdir".

Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. Savaş musibet getirir

Bu ayette musibet tanımlanmaktadır. Savaşta askerlerin ölmesi, esir düş­mesi bir musibettir. Her ne kadar ölenler -mü'min olmaları hasebiyle- şehit olsalar da Yüce Allah olguyu musibet olarak değerlendirmektedir. Aklı ve gönlü devre dışı kalan insanların birbirinin hayatına kıyması musibetten baş­ka bir şey değildir. Ama savaş, musibet bile olsa, iyilikle kötülüğün mücade­lesi bakımından insanlığın kaderi durumundadır. Dünyanın kötülere terkedil-memesi için, mikropla mücadele veren tıp bilimi gibi iyilerin de kötülerle mücadele etmesi mukadderdir.[106]

 

Musibet Kelimesinin Manaları:

 

Lügatte musibet kelimesi, okun hedefe isabet etmesi, yağmur'la birlikte kullanılınca yağmurun çok yağması, yüksek yerden aşağıya düşmek, suyu dökmek, esabe kalıbından kullanılınca erişmek, dokunmak, bir şeyi aşağıya doğru indirmek, bir şeyi helak etmek, doğru bir iş işlemek, bulmak, üzerine afet gelmek, hata ile kullanılınca hatayı düzeltmek manalarına gelmektedir.

Bu ayette, savaşın getirdiği musibete maruz kalan topluluğun düşüncesin­de ve konuşmalarında meydana gelen değişime dikkat çekilmektedir.

2. Musibet düşünceleri değiştirir

Savaşın getirdiği beladan, yıkımdan ve musibetten etkilenen toplumun bakış açısında, değerlendirmesinde ve konuşmasında radikal değişimler meydana gelir. Kendileri başkalarının başına aynı musibetin daha şiddetlisi­ni getirdiğinde veya başkalarının başına benzer musibet geldiğinde bu değer­lendirmeler akıllarının kenarından bile geçmez.

Bedir savaşında müşrikler 70 ölü ve 70 esir verdiler. Uhud savaşında ise müslümanlar 70 şehit verdiler. Bu ayetteki iki misli musibet ifadesi buna işa­ret etmektedir. Düşman iki kat zayiat verince "Bu nasıl oluyor?" demedikle­ri halde; Uhud savaşında onların uğradığı yan zayiata uğramalarına rağmen "Bu nasıl oluyor?" demişlerdi.

Demek ki acılar, çileler, musibetler ve belalar insan beynini farklı bir şe­kilde sorgulama alanına somaktadır. Onun için mütefekkirler, kendi toplum­larının karşılaştığı problemleri çözümlerken farklı sistemler geliştirirler. Farklı şartlar altında bulunan düşünürler, farklı hikmet üretirler. İngiliz top­lumunun ekonomik şartlan olmasaydı, Kari Marx'ın kominist felsefeyi üret­mesi mümkün olmazdı.

Müşrikler Bedir'de, Uhud'da müslümanlann başına gelenden iki kat fazla musibete maruz kalmışlardı; ama buna rağmen müslümanlar, bu soruyu sor­mamışlardı; fakat Bedir'dekinin yansı kendi başlanna gelince hemen "Bu na­sıl oluyor?" demişlerdi.

Böyle sormalannın başka bir nedeni de, yanlış düşünceleridir. Zira müs­lümanlar, -iman etmeleri hasebiyle- her şart altında Allah'ın kendilerine yar­dım edeceğini zannediyorlardı. Oysa Allah'ın yardım etmesi için, iman etme­nin yanısıra, bütün şartlan yerine getirmek, elden gelen bütün gayreti göstermek, komutanın emirlerini eksiksiz uygulamak, komutana karşı gelmemek, savaşı Allah adına yapılan bir eylem olmaktan çıkarmamak, ganimet topla­mak için bir fırsat görmemek, savaştan kaçmamak gibi tavır ve davranışların da bulunması gerekir. "Ben iman ettim" deyip tembel tembel oturan ve şart­ların gereğini yerine getirmeyen kimselere Allah yardım eder mi?

Yanlış düşündüklerini acı bir tecrübeyle öğrenmelerinin şokuyla "Bu na­sıl oluyor?" diye sormuşlardı. Demek ki doğru bildiği şeyin gerçekle uyuş­madığını gören kimsenin beyin ve gönlünde bir sarsıntı meydana gelmekte ve bunun neticesi olarak da böyle sorular sormaktadır.

3. Musibet insanın yaptıklarının eseridir

Bu ayette, kader meselesinin çok önemli bir boyutuna dikkat çekilmektedir: (De ki: "O, kendi eserinizdir").

Başmıza gelen bu musibetin sebebini dışarda değil kendi kusurlarınızda ve davranışlarınızda aramanız gerekir. Peygamber'in emrine uymamanız, ga­nimet peşine düşmek için mevkinizi terketmeniz gibi yanlışlar nedeniyle ba­şmıza bu musibet gelmiştir. Yoksa Allah kulunun mutlu olmasını ister; ama kul eylemleri, düşünceleri, istekleri ve niyetleri ile musibeti davet etmekte­dir. Nisa suresinde bu konuya şu şekilde açıklık getirilmektedir:

(Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına ge­len kötülük ise nefsindendir). [Nisa/79]

Şura suresinde de şöyle buyurulur:

(Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi elle­rinizle işledikleriniz yüzündendir). [Şura/30]

Nisa suresinde ise şöyle buyuruluyor:

(Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir fe­laket gelince...) [Nisa/62]

Bütün bunlardan şu neticeyi çıkarabiliriz: Yüce Allah iyiyi ister ve yara­tır; kötüyü ise kul ister, Allah yaratır.

4.  (Allah'ın her şeye gücü yeter).

Yüce Allah, musibeti engellemeye veya kulun istediği şeyi onun başına getirmeye gücünün yeteceğini ifade buyurmaktadır. Ayetin bu kısmındaki güç kavramı, ayetin içeriği ile yakından alakalıdır. Hatalarının neticesinde

başına gelmesi mukadder olan musibeti kulun engellemesi imkânsızdır, ama Yüce Allah bütün musibetleri önlemeye kadirdir. Kul, yapıp ettikleriyle mu­sibeti ısrarla davet eder, bu durumda Allah da musibeti engellemez.

Buradaki güç kavramını, Uhud savaşı ile ilgili olan 152. ayete bağlayabi­liriz:

(Allah size olan vaadini yerine getirmiştir). [Âl-i İmran/152]

Yani sözünü yerine getirmiştir, bundan sonra da getirmeye muktedirdir. Ancak bu, müslümanlann tutumuna bağlıdır:

(Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı si­ze gösterdikten sonra zaafa düştünüz; Peygamber'in verdiği emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve asi oldunuz. Dünyayı istediniz. Böylece Allah sizi onlardan alıkoydu). [Âl-i İmran/152] [107]

 

Münafıkları Ortaya Çıkaran Deneme:

 

166. İki ordunun harpte karşılaştığı gün başınıza gelenler Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu, Allah'ın (gerçek) mümin­leri belirlemesi içindi.

167. (Ve yine) münafıkları ve kendilerine, "Gelin Allah yo­lunda savaşın yahut müdafaa edin" denildiğinde, "Eğer savaşmayı bilseydik elbette arkanızdan gelirdik" diye ce­vap verenleri ortaya çıkarması içindi. Onlar o gün kalple­rinde olmayanı ağızlarıyla söyleyerek imandan çok inkara yaklaştılar. Halbuki Allah, gizlemeye çalıştıklarını çok iyi bilmektedir.

Her iki ayetin analizi birlikte yapıldığında şu neticeler ortaya çıkar:

1. Uhud'da müslümanlann başına gelen musibet, Allah'ın izniyle olmuştur.

166. ayetin birinci bölümünde şöyle buyurulmaktadır:

(İki ordunun harpte karşılaştığı gün başınıza gelen­ler Allah'ın izni ile gerçekleşti). [Âl-i İmran/166]

İki ordunun karşılaştığı gün ifadesiyle, Uhud savaşı kasdedilmektedir. Uhud savaşında müslümanlann dağılması ve savaşı kaybeder duruma gelme­si, -daha önceki ayetlerin, özellikle de 165. ayetin delaletiyle- bir musibet­tir. 165. ayette musibetin, mü'minlerin yapıp ettiklerinden dolayı başlarına geldiği ifade edilmişti, 166. ayette ise Allah'ın izniyle geldiği söylenmekte­dir. Aralarında bir çatışma var gibi görünen bu iki ayetin arası şöyle buluna­bilir: Uhud'da mü'minlerin başına gelen musibet, kendi yanlışlarından kay­naklanmaktadır; ama musibetin gelişi Allah'ın bilgisi dahilinde olmuştur. Onun için Razi bu ayetteki "ii; (izin) kelimesini, ilim ile tefsir etmiştir.

îbn Abbas ise, buradaki izin kelimesine "kaza, kader" manası vermektedir ki bu, kulun başına gelen musibetlerin, kendi yaptıklarının doğal sonucu ol­duğu anlamına gelir. Uhud savaşında mü'minlerin başına gelen bela da yap­tıklarından dolayıdır. Öyleyse kaderi, kulun yaptıkları belirlemektedir. Dola­yısıyla, "Allah'ın izniyle" demek, "Allah'ın kaderiyle" demektir. Kader de, kulun başına gelen musibetin, kendi yaptıklarının doğal sonucu olmasıdır.

Peki Yüce Allah, bu kanunu (kaderini, iznini) müslümanlara niçin uygu­lamıştır, yani kaza haline getirmiştir? Bu sorunun cevabı ayetin devamında verilmektedir:

2. Mü'min ve münafığın belirlenmesi için

(Allah'ın mü'minleri ve münafıkları belirleme­si için).

Ayetin bu kısmındaki bilme kelimesine, birçok kişi mü'min ile münafık'ı ayırdetmek manasını verirken, Muhammed Esed 'belirlemek' anlamını ver­mektedir. Belirlemek ile ayırdetmek ise netice itibariyle aynı anlama gelmek­tedir.

Bu manadan hareketle, Uhud yenilgisinin imtihan amacına yönelik oldu­ğunu söyleyebiliriz.

Yüce Allah bu imtihanın amacının, mü'minlerle münafıkların tesbit edil­mesi, yani belirlenmesi olduğuna dikkat çekmektedir.

O zaman şu sonuca varabiliriz: Hayatın gerçekleri içinde denemeden bir insan hakkında mü'min veya münafık demek doğru değildir. Günümüzde kamplara ayrılan müslümanlar birbirlerini küfür ve nifakla itham ediyorlar; ancak bu ithamların hiçbiri denemeye veya gözleme dayanmamaktadır. Her grup kendi mensubunu mü'min, diğerlerini kafir veya münafık olarak gör­mekte ve nitelendirmektedir.

Yüce Allah kimin mü'min, kimin kafir veya münafık olduğunu bilmesine rağmen, bu bilgisine göre değil, imtihanın sonucuna göre hüküm vermekte­dir. Ellerinden bütün mazeret ve bahaneleri almak için Yüce Allah kullarını savaş ve benzeri sıkıntılarla imtihana tâbi tutmaktadır.

Böyle zor şartlar, insan psikolojisini, yani imanını deşifre eder. Karakteri ve imanın sağlamlığını, sosyal şartlar karşısındaki imtihanlar en iyi şekilde belirler. Bu şartlar altında bir imtihana tâbi tutulmadan bir kimse için mü'min ya da kafir hükmünü vermek, iftiradan öteye geçemeyebilir.

167. ayette geçen (nâfekû) kelimesi, "ikili oynamak" anlamına gelir. Fakat esasen kelime, eşyaya rağbetin çok olması, tükenmek, azalmak, ölmek, yara ile kullanılınca kabuk bağlamak, tavşanın fail olduğu fiil kalıbında kul­lanıldığında delikten çıkmak ya da deliğe girmek, semizliğinden devenin tüylerinin dökülmesi, harcamak, içinde olanın zıddını göstermek, söylemek, dostluk gösterip düşmanlığını gizlemek, münafık kalıbında ikili oynayan kimse anlamına gelmektedir. Nafek kalıbı ise tünel anlamına gelir. Boşanma hukukundaki nafaka kavramı da bu kelimeden türemiştir.

(münafık) kelimesi ıstılahta, küfrünü gizleyip imanını izhar eden kişi demektir.

Razi'nin Ebu Ubeyde'den naklettiğine göre münafık, tarla faresinin yuva­sı manasında kullanılmaktaydı. Köstebek veya tarla faresinin yuvasının iki ağzı vardır; bunlardan birisi vasıtasıyla yakalanmaya çalışılırsa diğerinden çıkıp gider. Münafık, tarla faresi gibi kendisine iki yol, iki delik oluşturmuş­tur. Birisinde kıstırılınca diğerinden çıkar. Birinde kendini müslüman, diğe­rinde kafir gösterir. Şartlara göre, bazan küfr deliğini, bazan da islâm deliği­ni kullanır. Münafık, bu deliklerden birinde yakalanacağını anladığında, di­ğerinden çıkıp kurtulur.

Tarla faresi, yerin altında kendisine bir oda (nafıka) yapar. Fare bu odanın toprak seviyesindeki yüzünü ince bir toprakla örter; zora düştüğünde oradan çıkıp gider.

Nafek kelimesi, tünel anlamına da gelmektedir. Tarla faresinin yer altında oluşturduğu tünel ile, modern çağdaki tünel aynı kelime ile ifade edilmekte­dir. Münafığa da, gizli işler yürüttüğü için bu isim verilmiştir. Saman altın­dan su yürütmek deyimi, bu gibi durumlar için söylenmiştir.

Münafığın özelliklerini Bakara/8-20 ayetlerinin tefsirinde anlattığımız için burada tekrar etmeyeceğiz. Burada sadece Âl-i İmran/167'de geçen özel­liklerine bir göz atacağız:

a) Münafıklar savaştan kaçar

(Münafıklara, "Gelin Allah yolun­da savaşın, ya da savunma yapın" denildiği zaman, "Savaşmayı bil­seydik elbet sizin peşinizden gelirdik" dediler). [Âl-i İmran/167]

Muhammed Esed bu ayeti şöyle yorumlamaktadır:

Medine'den Uhud dağına giderken, Hz. Peygamber'in aslında savaşmaya ni­yeti olmadığı şeklindeki sahte mazerete dayanarak onu terkeden üç yüz kişi­ye işarettir. Ancak bir savaş çıkacağına kalben inandıkları halde Allah'ın da­vasını terketmeleri, neredeyse onu inkar etme anlamına gelmekteydi.[108]

Bu ayet, münafıkların Allah yolunda savaştan ve müdafaadan kaçmaya meyilli olduklarını tescil etmektedir. Onlar ne savaşırlar, ne de müdafaada bulunurlar.

Allah yolunda savaşmak, Allah'ın dinini korumak, ona saldıranlarla vu­ruşmaktır. Allah için müdafaada bulunmak ise vatanı, bağımsızlığı, namusu, malı ve aileyi korumaktır.

Böylece ayette, hangi değerler uğrunda savaşılacağı veya müdafaa yapı­lacağı belirlenmiştir: Allah, vatan, bağımsızlık, mülk ve namus uğruna sava­şılır veya müdafaa yapılır. Böyle bir değer anlayışına sahip olmayan müna­fıklar için bunlar hiçbir şey ifade etmez.

b) Münafık imandan ziyade küfre yakındır

Dinini, vatanını, milletini, bağımsızlığını ve namusunu korumayan insan imandan ziyade küfre yakındır. Yüce Allah Uhud savaşını bir imtihan vesile­si kıldığında, Biz savaşmayı bilseydik sizin peşinizden gelirdik diyen ve böy­lece imtihanı kaybedenler, münafık olduklarının işaretini vermişler; tarla fa­resi gibi iki delikli tünelin öteki tarafından çıkıp gitmişlerdi. Yaptıkları aklileştirme ya da gösterdikleri mazeret, kaçmak için bir bahane olduğundan iki­li oynadıkları açıkça anlaşılmıştı.

c) Münafığın dili ile kalbi birbirini tutmaz

(Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı). Münafığın dili ile gönlü ayrılmıştır; kalbi ayrı çalışır, dili ayrı konuşur. Modern psikolojide buna, şahsiyet parçalanması adı verilmektedir. Münafı­ğın sadece sözleri çelişkili değildir; aynı zamanda kalbi ile dili ve sözleri ile davranışları arasında da çelişki vardır.

3. Allah gizleneni bilir

Allah insana şah damarından daha yakın [Zariyat/16] olduğuna göre, ku­lun içinde gizlenen her şeyi, kuldan daha iyi bilir. Münafığın bu hakikati bil­memesi, dili ile kalbi, sözü ile davranışı arasında çelişkiye sebep olmaktadır. Nefsinin kendisine verdiği vesveseyi Allah'ın bildiğine [Zariyat/16] inanma­yan kimse, ikili oynar ve münafık sıfatını hak eder.

Şimdi bundan önceki ayetlerle bu ayetleri beraberce düşünüp bir genelle­me yapacak olursak şu neticeye varırız: Yüce Allah Uhud yenilgisi neticesin­de insanların gönüllerindeki oluşuma göre tepki gösterdiklerine işaret etmek­tedir. Mü'min ile münafık Uhud yenilgisine farklı yaklaşmakta, farklı değer­lendirmede bulunmakta ve farklı tavır koymaktadırlar. Demek ki insanlar, olay veya olgulara inançlarına göre yaklaşmakta ve değerlendirme yapmak­tadırlar.

Şahsiyet bütünlüğüne sahip olanlarla, şahsiyet parçalanmasına maruz kalan­lar arasındaki fark, bu olgulara karşı takındıkları tavırlarla ortaya çıkmaktadır.

İmtihana tâbi tutmadan insanın içindeki cevheri tesbit etmek mümkün de­ğildir. Olay ve olgular, insanın özünü, karekterini ve imanını deşifre etmek­te, ortaya çıkarmaktadır. Toprağa atıp sulamadan çekirdek kabuğunu kırıp özünü dışarı çıkaramaz. İnsanın da asıl karakteri bu gibi ortamlarda ortaya çıkmaktadır. Öyleyse din eğitimi, ikili oynamanın kötülüklerini anlatırken, şahsiyet bütünlüğünü tesis etmeyi amaç edinmelidir. [109]

 

Münafık, Ölüm Olgusuna Yanlış Bakar:

 

168. (Evlerinde) oturup da kardeşleri hakkında "Bize uy-salardı öldürülmezlerdi" diyenlere, "Eğer doğru sözlü in­sanlar iseniz canlarınızı ölümden kurtarın bakalım" de!

Bu ayetteki, Bize uy salardı öldürülmezlerdi ifadesi, 156. ayette geçen Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi ifadesine benzemektedir. Her iki ibare de Uhud'da ölenlerle ilgili olarak söylenmiş ve bu konuda yapılmış bir değerlendirmedir. Bunun ne anlama geldiğini 156. ayetin tefsirinde açıklamış; bu düşüncenin, onların gönlünde acı bir pişman­lık olarak kaldığını söylemiştik. 168. ayette ise, böyle diyen münafıklara, ölümü engellemeleri için meydan okunmaktadır.

Münafığın kader anlayışına göre, savaşta öldürülen insan, savaşa gitme­miş olsaydı ölmez ya da öldürülmezdi.

Allah Teala bu düşüncenin yanlış olduğunu şöyle açıklamaktadır: Eğer bu iddia ve düşünce doğru olsaydı, onların kendi ölümlerini engelleyebilmeleri gerekirdi. Bunu asla yapamayacaklarına göre, "Yanımızda olsalardı öldürül­mezlerdi" şeklindeki iddilannın yanlış olduğu gün gibi aşikârdır. [110]

 

Şehidler Ölü Değildir:

 

169. Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Hayır, on­lar diridir! Rızıkları Rableri kalındadır.

170. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılma­mış olan şehit kardeşlerine de hiç bir keder ve korku bu­lunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.

171. Onlar Allah'tan gelen nimet ve keremin, Allah'ın mü"min'lerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.

Bakara/154'de şehitlere ölü denemeyeceği, onların yaşadıkları ama bu ha­yatı bizim anlayamayacağımız ifade edilmişti. Bu konuyla ilgili açıklamalar Bakara/154'ün tefsirinde yapıldığı için, burada sadece iki ayetin yapısal far­kını ortaya koymaya çalışacağız.

Bakara/l 54'de (Öldürülenlere ölü demeyin); Âl-i İmran/169'da (Öldürülenleri ölü sanmayın) şeklinde yer almaktadır. Her iki ayet­te de şehitlerin diri olduğuna dikkat çekilmektedir. Bakara/l 54'de onların diri olduğu, fakat bunun bizim tarafımızdan anlaşılamayacağı söylenirken; Âl-i İmran/169'da, üSr'^ie (nzıklan Rableri katındadır) ifadesi yer almaktadır.

Bu iki ayetten şu neticeyi çıkarabiliriz: Şehitlerin diri olmaları metafizik (fizik ötesi) bir konu olduğu için tabiat kanunları ile bunu açıklamak müm­kün olmadığından, şehitlerin ölü değil, diri olduğuna iman etmek gerekir.

Diğer taraftan bu ayetlerden, şehitliğin çok yüce bir mertebe olduğu da anlaşılmaktadır.

Rableri katında nzıklandınlmalan, onların hayatta olduklarını gösterir. Bedenlerini kaybetmiş olmaları, nzıklanmalanna engel değildir. O nedenle hayatın sürdürülmesi için temel ihtiyaçlardan biri olan beslenme ile şehitin diri olması arasında bağlantı kurulmaktadır.

Daha sonraki ayetlerde Yüce Allah şehitlerin nasıl ödüllendirildiklerini açıklamaktadır:

1. Kendi katında nzıklandırarak

Allah yolunda öldürülen kimse (şehid), Rabbinin misafiri olup Rabbi ta­rafından özel nimetlerle ağırlanmaktadır. Şehit, bu mertebeyi, Allah yolunda canını vererek kazanmıştır. Allah yolunda verilen can, kişiyi Rabbinin katına taşımakta ve orada özel bir muameleye tâbi tutulmasına sebep olmaktadır.

2.  (Allah'ın kendilerine verdikleriyle mutluluk duymaktadır­lar).

Şehitler Allah katında sevinçlidirler. Bu sevinç veya mutluluk, Yüce Al­lah'ın onlara bahşettiği nimetler sebebiyledir.

Zemahşeri, Yüce Allah'ın şehitlere bahşettiği nimetlerin, şehitliği onlara nasib etmesi, onları diri sayması, cennet nimetleriyle nzıklandırması olduğu­nu söylemektedir. Buradaki sevinç, şehit olmaları sebebiyle duydukları övünçtür.

3.  Şehit olmayan kardeşlerinin durumu onları sevindirir Yüce Allah ayetin devamında şöyle buyurmaktadır:

(O şehitler, arkalarından kendile­rine henüz katılmamış olanlara da, hiçbir korku ve üzüntü bulunma­dığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar).

Şehitler, hayatta kalan kardeşlerinin korku ve keder duymayacakları müj-desiyle de sevinmektedirler. Demek ki şehitler, geride kalanların düzenli ve normal bir şekilde yaşadıkları haberini almakta ve bundan dolayı mutluluk duymaktadırlar.

Bizim burada düzenli, korkusuz, kedersiz bir hayat yaşamamız, şehitleri mutlu etmektedir; çünkü onlar bizim haberlerimizi almaktadırlar. Korkusuz ve üzüntüsüz hayatımız onlar için bir ödül olmaktadır. Şehitlerimizi mutlu edecek, onları ödüllendirecek bir hayat yaşamanın önemine dikkat çeken Yüce Allah, şehitlerini mutlu eden toplumları da övmektedir. İslâm'a aykırı bir hayat yaşamamız bizim mutluluğumuzu yok etmekle kalmayıp, şehitlerimi­zin mutluğunu da yok etmektedir.

Dünyada iyi hayat yaşayan insanlar mutluluğu şehitleriyle beraber paylaş­maktadırlar. Mutluluğun bir ucunda şehitler, diğer ucunda da dünyada yaşa­yanlar yer almaktadır. İşte istenen hayat budur. Dirisi ile şehidini aynı anda mutlu eden o güzel hayat.

Bu ayet, şöyle de anlaşılabilir: Henüz şehit olup kendilerine katılmayan­lara da, bir korku ve hüzün olmadığı müjdesini vermek isterler.

4. (Allah'ın mü'minlerin ödüllerini zayi etme­yeceği müjdesini vermek isterler).

Âl-i İmran/171'de şehitler, şehit olmayan kardeşlerine şu müjdeyi vermek isterler:

(Şehitler, Allah katından ulaşan bir lütfü, bir nimeti ve Allah'ın mü'minlerin hak ettiği ödülü zayi etme­yeceği müjdesini vermek isterler).

Şehitler, ilahî lütfa, nimete ve ödüle kavuştuklarından, Yüce Allah'ın ver­diği sözü yerine getirdiğini fiilen gördüklerinden, bu tecrübeyi dünyadaki kardeşlerine de müjdelemek isterler. Yani, şehitler başkalarını düşünerek Al­lah yolunda canlarını feda ettikleri gibi, şehit olduktan sonra da yine başka­larını düşünmektedirler. Demek ki şehitlerin en önemli özellikleri, başkaları­nı düşünmeleri ve onlar için fedakarlıkta bulunmalarıdır.

Mü'minlerin ecrini zayi etmemek Allah'ın sünnetidir. Şehidin Allah katın­da nimetlere nail olacağına inanarak Allah yolunda canını feda eden kimse­nin ödülü asla zayi olmayacaktır. Bu ilahî uygulama, insanlar tarafından da tatbik edilmelidir; şöyle ki: Başarılı olan insanların ödülü asla zayi edilme­meli ve kesinlikle ödenmelidir. Allah Teala, nasıl dinî bakımdan basan gös­terenlere mükafaat veriyorsa, biz de dünyevî bakımdan başarılı olanlara ödül vermeliyiz.

Ödül verilmemesi, başarının engellenmesi anlamına gelir ki bu da insan­lığa bir ihanetir. Başarıyı ödüllendirmeyen toplumlar, hem Allah'ın sünnetine ters düşmüş, hem de gelişmeyi engellemiş olurlar. Onun için şehidler, Al­lah'ın ödülleri zayi etmediği müjdesini haber vermek isterler. [111]

 

Mü'minlerin Dünyevî Problemlere Bakışı:

 

172.  Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamberin çağrısına uyanlar, (özellikle) bunların içinden iyilik ya­panlar ve takva sahibi olanlar için pek büyük mükafaat vardır.

173. Bir kısım insanlar, mü'minlere: "Düşmanınız olanlar, size karşı asker topladılar, aman sakının onlardan!" de­diklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırdı ve "Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir!" dediler.

174.  Bunun üzerine, kendilerine hiç bir fenalık dokunma­dan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Al­lah'ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir.

Mü'minlerin Uhud yenilgisine rağmen olaylara bakışlarına ve hareket tarzlarına dikkat çekildiği bu ayetlerin iniş (nüzul) sebebi hakkında farklı gö­rüşler bulunmakla birlikte, bizce en uygun görüş, Muhammed Eşed'inkidir:

Müfessirlerin çoğu, ayetteki 'yaralanma' ifadesinin, müslümanlann Uhud sava­şında uğradığı kayıplara bir işaret olduğu görüşündedirler. Ancak kasdedilen so­nuçların daha geniş kapsamlı olması da muhtemeldir. Bu ayet, Allah yolunda can verenlerin (şehitlerin) söz konusu edildiği önceki ayetler ile doğrudan bağlan­tılıdır. Eski müfessirlerin çoğunda, daha kapsamlı fikirler ihtiva eden ve bütün insanî durumlar için geçerli olan bir çok Kur'an ayetine, kastedildiğinden daha ayrıntılı tarihsel atıflar isnad etme eğilimi vardır. 172-175. ayetler bunun en iyi örnekleridir.

Bazı müfessirler bu ayetlerin, Uhud savaşı'nın ertesi günü Hamrau'l-Esed'e ya­pılan neticesiz sefere işaret ettiği görüşünde iken, bazıları ertesi yıl yapılan ve tarihte Küçük Bedir (Bedru's-Suğra) olarak bilinen sefere işaret ettiğini iddia ederler. Başka bir grup ise, 172. ayetin Hamrau'1-Esed seferine; 173-174. ayet­lerin ise Küçük Bedir seferine işaret ettiği görüşünü ileri sürerler. Bu bariz gö­rüş farklılıkları karşısında -çünkü, ne Kur'an'da, ne de sahih hadislerde bu sırf tahmine dayalı varsayımları destekleyen gerçekten ikna edici bir delil yoktur-söz konusu ayetlerin bütününün, Uhud savaşına yapılan tarihî atıfların ve o olaydan çıkarılması gereken derslerin genel ahlâkî çerçevesini çizdiği sonucuna varabiliriz.[112]

Şimdi bu ayetleri kasımlara ayırarak ve birbiriyle bağlantısını kurarak açıklayabiliriz:

1. Yaralı olduğu halde Peygamber'in davetine icabet etmek

Ayetin başında yer alan (ellezîne=onlai) kelimesi, bizce, Uhud sava-şı'nda şehit olanların, korku ve üzüntü duymayacakları müjdesini vermek is­tedikleri hayatta kalan kardeşlerine işaret etmektedir.

Ayetin bu kısmında geçen (kendilerine yara isabet ettikten sonra) ifadesi, yaralı gazilere işaret etmektedir.

Bu ayetteki 'yara'yı, iki şekilde yorumlayabiliriz: a) Mü'minlerin fizikî anlamda yaralanması; b) Mağlubiyetin verdiği sosyal ve psikolojik yaralan­ma. Çünkü mağlubiyetin müslümanlarda meydana getirdiği sosyal ve psiko­lojik sıkıntı, fizikî yaralanmadan daha ağır ve daha derin olmuştur.

Bu izahtan sonra diyebiliriz ki, aldıkları yara ister fizikî, ister psikolojik olsun, bu halleriyle Allah'a ve Peygamberine icabet etmiş olmaları, -levh-i mahfuz'u etkileyecek ve oradan bu ayetlerin gelmesine sebep olacak kadar-erdemli bir davranıştır.

Onun için ayette geçen (istecâbû) kelimesi (ecâbe=icabet etti) kelimesinin altı harfli kalıbı olup, "icabet etmeyi istemek" anlamını ifade eder. Bu kalıptan alınca 'istek' anlamını kazanmaktadır. İman öyle bir güçtür ki, fizikî ve psikolojik yaranın acısını yok edip kişiyi ayağa kaldırmakta, Al­lah ve Peygamberinin emirlerini eksiksiz yerine getirmesini sağlamaktadır. Demek ki, Yüce Allah Hz. Peygamber'e -yukarıda müfessir ve tarihçilerin bahsettiği- sefere çıkılmasını emretmiş, o da mü'minlere bildirmiş; mü'min-ler de gerekeni yerine getirmişler; bu nedenle de ayetle anılacak kadar önem­li bir davranış sergilemişlerdir.

2. İyilik ve takvayı elde etmek

Savaş alanından daha yeni dönen mü'minler, yeni bir sefer için Allah'ın ve Peygamberinin davetine uymakla kalmamışlar, iyilik de yapmışlardır. Bi­ze göre (ahsenû=iyüik yaptılar) kelimesi, Allah'ın ve Peygamberinin bütün emirlerini yerine getirdiklerini ifade etmektedir. Yaralanmalarına rağ­men sefere çıkma emrine uymaları, kaliteli bir iş üretmek olması sebebiy­le- ihsan kelimesiyle ifade edilmiştir.

Ayetin bu kısmındaki (sakındılar) kelimesinin içini, Al­lah'ın ve Peygamberinin yasakladığı davranışlara uymalanyla, onları işle­mekten çekinmeleriyle doldurabiliriz.

Ayetin muhtevasına göre şöyle diyebiliriz: Allah'ın ve Rasulü'nün emirle­rine icabet etmeleri {ihsan); emirleri geri çevirmemeleri de takva'du. İh­san ve takva kâmil insanın tanımını vermektedir. Kendi yaralarını unutup Al­lah'ın ve Rasulü'nün emirlerini öne almaları ihsan; kendi şartlarını öne çıkar­mamaları da Jjî, (takva)dır. Hangi şart altında olursa olsun, Allah'ın ve Pey-gamber'in emirlerinin yerine getirilmesi gerektiğinden hareket eden insanlar ihsan ve takva'yı yakalamışlardır.

3. İhsan ve takvaya büyük ödül

Hangi şart altında olursa olsun, Allah'a ve Peygamber'e uymayı, itaat et­meyi ahlâk edinmiş ıj* (muhsin) ve j£ (muttaki)lenn ödülü de büyük ol­malıdır. Yüce Allah'ın bunlara verdiği büyük ödülü haketmelerine sebep olan eylemleri sıralayan bu ayette, şehitlerin müjde vermek istediği gazilerin du­rumu açıklanmaktadır.

Allah'a ve Peygamberine icabet, ihsan (iyilik yapma) ve ittika (sakınma) eylemlerinin yanısıra, bu insanların ruh yapılarına ve en zor durumda bile Allah'a nasıl tevekkül ettiklerine dikkat çekilmektedir.

4. Korkutmaya aldırmazlar

173. ayette onlann imanları ve ruhî durumları anlatılırken şu olaydan ha­reket edilmektedir:

(Bir kısım insanlar mü'minlere: "Düş­manlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar, aman korkun on­lardan" dediklerinde bu, onlann imanlarını bir kat daha artırdı).

Burada mü'minlerin, düşmanların çokluğuyla korkutulmak istendiklerin­de bile, mağlubiyetin tahribatından sıyrılmış bir psikoloji ile kalplerindeki iman ve güven duygusunun arttığına ve korkudan eser kalmadığına işaret edilmektedir.

Ayetin bu kısmında yer alan (fezâdehum /mânen=imanlarını artır­dı) cümlesi, imanın artıp artmayacağı meselesine net bir cevaptır. Başka bir deyişle, ayetten açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki iman artar.

İhsan ve takvayı yakalayan insan, olumsuz şartlarda şahsiyet çözülmesi­ne uğramayan insandır. Böyle bir kişinin gönlündeki iman, korkusunu disip­line etmekte, davranışlarına yansımasına engel olmaktadır.

Gönüllerindeki imanın arttığı bu mü'minlerin dillerinden de şu sözler dö­külmektedir:

(Allah bize yeter ve O, ne güzel koruyucudur).

İşte gönüllerindeki imanı artıran düşünce budur; ya da ağızlarından çıkan bu sözler, artan imanlarının göstergesidir.

(Allah bize yeter ve O, ne güzel vekildir) ifadesi, İslâm'ı ve Kur'an'ı tam anladıklarını göstermektedir. Çünkü ancak, güçlü bir imana ve yüce bir gönüle sahip olan kimse, Allah'ın kendisine kafi olduğunu söyle­yebilir ve O'nu kendisine vekil kılabilir.

Bu sözleriyle mü'minler zayıflıklarını, güçlerinin sınırlı olduğunu, Al­lah'ın ise sınırsız güç sahibi olduğunu itiraf etmektedirler; ki bu ifadeden, Al­lah'ın gücü ile kendi güçleri arasındaki büyük farkın bilincinde olmalarının kaynağında güçlü bir iman duygusunun bulunduğunu anlıyoruz. Allah'ı vekil edinmek, sonsuz güce dayanmak anlamına geldiğine göre, Uhud savaşı'nda-ki yenilginin sebeplerine de işaret edilmiş olmaktadır. Uhud mağlubiyetinin sebebi, mü'minlerin bir grubunun emre riayet etmemeleri, ihsan, takva ve güçlü bir iman duygusundan yoksun olmaları, Allah'ın kendilerine kafi oldu­ğunun ve O'nun vekil edinilmesi gerektiğinin farkında olmamalarıdır.

5. Allah'ın lütfü ve nimeti gereği zarara uğramadan döndüler.

Bu inançlarından, bu söz ve davranışlarından ötürü o seferden hiçbir za­rara uğramadan döndüler. Mü'minlerin "hiçbir zarara uğramadan dönmeleri" konusunda Muhammed Esed farklı bir yaklaşım sergilemektedir.

Alimler, öldürülmeye ve yaralanmaya maruz kalmadan döndüklerini söy­lerken, Muhammed Esed cesaret kaybından ve iman zayıflığından kaynakla­nan ahlâkî sapıklığa kapılmadan döndüler şeklinde yorumlamaktadır.

Bize göre önemli olan, onların hiçbir zarara uğramadan dönmeleri değil, hangi gücün zarara uğramalarını engellediğidir. Zaten ayet de bunu öne çı­karmakta ve Allah'ın nimeti ve lütfü sayesinde hiçbir zarara uğramadan dön­düklerini beyan etmektedir. Böylece mü'minlerin, hiç zarara uğramadan dön­melerini kendi güçlerine mal etmemeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Mü'minler, ilahî nimet ve lütuf sayesinde böyle bir başarıya ulaştıklarını ifa­de etmekle, gururdan sakınmış ve Allah'ın yardımını itiraf etmiş olurlar.

6. Gayret Allah rızası için olmalıdır

174. ayetin devamındaki (Allah'ın rızası için çabalıyorlardı) ifa­desi, mü'minlerin niyetini ve amacını göstermektedir. Bu ayette, Allah rızası için gayret gösteren kişiye Allah'ın lütfedeceği ve nimetlendireceği gerçeği­ne de işaret edilmektedir.

7. (Allah büyük kerem sahibidir)

Ayetin sonunda yer alan bu ifade, daha önceki iki ayetle de bağlantılıdır. Allah'ın büyük kerem sahibi olması; lütfunun, nimet ve rızasının sınırsızlığı­nı gösterir. Buradaki z& (azfm=büyük) kavramı sınırsızlığı ifade eder.

Allah'ın nimet ve lütfunun nasıl tecelli ettiğine gelince: Müşriklerin kalp­lerine korku salarak savaşmalarını engellemiştir.

Yorumunu yaptığımız üç ayeti günümüze taşıyarak, tarihî boyutuyla güncel­lik boyutunu birleştirmek gerekir. Ayetlerin sadece Uhud savaşıyla ve sonrasın­daki seferle ilgili olduğunun düşünülmesi, ayetlerin evrenselliğine zarar verir. Aslında bu ayetlerde Uhud savaşı ve sonrasında çıkılan Hamrau'1-Esed seferi bir model ve bir olgu olarak alınarak geleceğe ışık/projeksiyon tutulmaktadır.

Öyleyse bu ayetlerden şu dersi çıkarabiliriz: Günümüzde olsun, gelecekte ol­sun, savaştan fizikî ve psikolojik yarayla çıkan mü'minler hiç beklemeden sefe­re çıkacak kadar ruh olgunluğuna sahip olmalı, Allah uğruna savaşma cesaretini hiç kaybetmemeli, Allah'a tevekkül etmeli, Allah'ı vekil edinmeli, Allah'ın yar­dım ve lütfunu yanında hissetmeli ve sadece O'nun rızası için gayret sarfetmeli-dir. Bunun neticesinde elde edilen başarıyı da kendilerine mal etmeyip, Allah'ın lütfü, nimeti ve yardımı sayesinde olduğunu bilmelidirler. İşte din eğitimi, savaş­tan önce ve sonra mü'min askerlere bu bilinci ve inancı aşılamalıdır. [113]

 

Mü'minler Şeytanın Dostlarından Korkmaz:

 

175. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu hal­de, eğer îman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.

Meal sahiplerinin çoğu bu ayete, yukardaki şekilde, yani "şeytanın kendi dostlarını korkuttuğu" şeklinde mana vermişlerdir. Bazı meal sahipleri ise farklı mana vermektedirler:

• Sizi dostlarından korkutan kimse şeytandan başkası değildir. (Ömer Rı­za Doğrul)

• Sadece o şeytan sizi dostlarıyla korkutuyor. (Bekir Sadak)

• Kendi dostlarından korkmayı (içinize) yerleştiren şeytandan başkası de­ğildir. (Muhammed Esed)

• Kendi dostlarından korkmayı size telkin eden şeytandan başkası değil­dir. (Yusuf Ali)

Şeytan dostlarını korkutmaz, dostlarıyla korkutur veya dostlarından kor­kulmasını telkin eder. Dolayısıyla, "Şeytan dostlarını korkutur" şeklindeki meal yanlıştır, diğerleri ise aşağı-yukan aynı anlamda birleşmektedir; ki biz­ce de doğru olan budur. Zaten (onlardan korkmayın) emri de, "şeyta­nın dostlarından korkmayın" anlamına gelmektedir. (onlardan kork­mayın) ifadesindeki, (hum) çoğul zamiri, (onun dostları) ibaresine git­mektedir. Şimdi ayetin analizini yapabiliriz:

1. Bu ayette korku motifi işlenmektedir

Âl-i İmran/170'de şehitlerin, geride kalan kardeşleri için bir korku ve üzüntü bulunmadığı müjdesini vermek istedikleri ifade edilmişti. Buradaki korku duygusu, 175. ayette tekrar ele alınmaktadır.

Bilindiği gibi korkunun merkezi kalptir. Fakat korku alam çok kaypaktır; bu nedenle aklın etkisine açık olduğu kadar, nefsin etkisine de açıktır.

Şeytanın, nefisle bağlantısı olan bu gereksiz korkuyu kullanmasına/hare­kete geçirmesine mukabil, Allah erdeme götüren korkuyu kullanmakta/hare­kete geçirmektedir.

Ayetin birinci bölümünde yer alan, (Şeytan size, dostlarından korkmayı telkin eder) cümlesi, insandaki korku duygusunu şeytanın istismar ettiğine ve o eşikten girerek insanı etkisi altına aldığına işaret etmektedir. De­mek ki korku duygusu, hem Rahman'a, hem de şeytana açık olan bir yapıya sahiptir. Kafirler şeytanın dostu olduklarından, şeytan, savaşı kaybetmeleri için mü'minleri etkileme yoluna gitmektedir. Şeytanın kafirlere savaşta yar­dım ederken kullandığı en büyük silah korku duygusudur.

2.  (Onlardan korkmayın).

Yüce Allah, şeytanın dostları olan kafirlerden korkutmamasını emretmek­tedir.

Düşmanından korkmak, savaşı, daha baştan yan yarıya kaybetmektir. Korku içinde savaşa çıkmak, savaşı gönülde büyütür ve düşmanı olduğundan fazla gösterir. Bu da, insanın içinde savaşın kaybedilmesine yol açar. Kendi içinde savaşı kaybeden ordunun, dışardaki savaşı kazanma imkanı yoktur. İş­te Yüce Allah, bu türden olan korkuyu yasaklamaktadır.

3. (İnanıyorsanız benden korkun).

Ayetin son bölümünde, mü'minin Allah'tan korkması gerektiği vurgulan­maktadır. Ayetin bu kısmında iman ile korku arasında bir bağlantı kurulmak­ta ve imanın korkuyu yönlendirme gücü bulunduğuna dikkat çekilmektedir. İman eden kişi, şeytanın dostlarından değil, Allah'tan korkar.

Bu ayetten anlıyoruz ki: Din eğitimi korku motifini iyi işlemeli; korku-iman bağlantısını kurmalı; korkunun objesini iyi belirlemeli ve onun ilahî bo­yutunu işlemelidir.

Şeytanın dostlarından korkmak cesaret kinci olmasına mukabil; Allah'tan korkmak cesaret vericidir. [114]

 

Kafirler Mü'minlere Zarar Veremez:

 

176. İnkarda yarışanlar sana kaygı vermesin. Çünkü on­lar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara, ahîretten yana bir nasip vermeme muradındadır. Onlar için çok bü­yük bir azap vardır.

Bu ayetin nüzul sebebi, başka ayetlerle ilgi kurularak tesbit edilebilir:

1. Bu ayet, Uhud yenilgisinden sonra irtidat edenlerin (küfre dönenlerin) durumuna çok üzülen Hz. Peygamber'i teselli etmek amacıyla inmiştir. Razi bunu, nüzul sebepleri arasında alternatif bir görüş olarak zikretmektedir.

Bu görüşte doğruluk payı bulunduğunu düşünüyoruz. Çünkü kafir, zaten kafir olduğundan küfre koşması sözkonusu olmaz? Ama iman eden veya iman etmiş görünen kimselerin, yenilgi neticesinde tekrar inkara dönmeleri, küfürde yarışmak/koşuşmak olarak nitelendirilebilir.

Münafıkların bu durumunu Âl-i İmran/167 ayetiyle açıklayabiliriz:

(Onlar o gün, imandan çok inkara yakın idiler). [Âl-i İmran/167] Yine Âl-i İmran/90'da bu oluşumu görebiliriz:

(İnandıktan sonra inkara sapıp sonra inkarcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeye­cektir). [Âl-i İmran/90]

Görüldüğü gibi, imandan sonra inkara sapanlar, inkarda ileri gitmektedir­ler. Bu ayetleri Âl-i İmran/176'ya götürürsek inkarda yarışanların, imandan sonra inkara sapan kimseler olduğu anlaşılır. Böylece ayetin nüzul sebebinin hem kafirler, hem de münafıklar olduğu ortaya çıkar.

Âl-i İmran/176'nın devamı da bunu teyit etmektedir:

(Allah onlara ahirette nimetlerden bir pay verme­meyi murad ediyor). [Âl-i İmran/176]

Bu ifadeden anlaşılıyor ki, iman ettiklerinde ahiretten pay alma haklan bulunmakta, ama küfre sapınca bu haklarını kaybetmektedirler.

2. Bu ayetin nüzul sebebi olarak -sağlam bir dayanağa sahip olmamakla birlikte- şu da söylenebilir: Küfrünü eyleme ve düşmanlığa dönüştürüp, mü'minlere saldıran kafir için, "Küfürde yanşıyor" denebilir.

Ancak bu durumda Peyamberimizin bunlann durumuna niçin üzüldüğü­nü beyan ekmek gerekir. Bu konuda şöyle denebilir: Küfrünü düşmanlığa ve eyleme dönüştüren kafirlerin iman etmelerinin zorlaşması nedeniyle Hz. Peygamber üzüntü duymuş olabilir. Veya bir hiç uğruna savaşıp ölmeleri se­bebiyle üzüntü duymuş olabilir. Çünkü bütün peygamberler gibi Hz. Pey-gamber'in gayesi de, insanlan müslüman yapıp kazanmaktır; öldürüp kaybet­mek değil.

Hz. Peygamber'in iman etmeyenler için üzüldüğünü bildiren ayetler var­dır:

(Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızlanyla 'inandık' diyen kimseler­den ve yahudilerden küfüre koşanlann hali seni üzmesin). [Ma-ide/41] Demek ki, Hz. Peygamber, münafık ve yahudilerin İslâm'a karşı takındıklan tavra üzülüyordu. Bu üzüntü o kadar ileri boyuttaydı ki Hz. Peygamber şu ayetle teskin edilmektedir:

(Rasulüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın). [Şuara/3] Şimdi ayetin analizini yapabiliriz:

(İnkarda yarışanlar seni üzmesin).

Peygamber ahlâkında, başkasının olumsuz davranışının üzüntüsünü duy­mak vardır. İnsanların çoğu başkasının düştüğü olumsuz durumdan dolayı memnun olur. Bunlar, şahsiyetleri gelişmemiş kimselerdir. Başkalarının ba­şına gelen bir beladan dolayı üzülen insanlar olgunlaşmış demektir. Öyleyse, başkalarının derdini dert edinmek, elinden birşey gelmiyorsa kalben üzüntü duymak da, şahsiyet gelişmesinde önemli bir merhaledir. İşte Hz. Peygamber de, insanların küfürde yarışmasından dolayı o kadar üzülüyor ki, Allah onun teskin ediyor.

(Çünkü onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler). İnsanların imandan inkara dönmeleri veya inkarlarını eyleme dönüştürüp İslâm'ın kökünü kazımak için savaş açmaları, Allah'a hiçbir zarar vermez. Ayetin birinci bölümünün ardından, Çünkü onlar Allah'a hiçbir zarar vere­mezler buyurulması, Hz. Peygamber'in üzüntüsünün asıl sebebinin onların şahıslan olmayıp, Allah'ın dinine zarar verecekleri endişesi olduğunu göster­mektedir. Onun için Yüce Allah Hz. Peygamber'e, Allah'a hiçbir konuda za­rar veremeyeceklerini söylemektedir.

(Allah onlara, ahiretten yana bir nasip vermemek istiyor).

Allah'a zarar vermek için inkarda yanşanlann en önemli kaybı, ahirette bir nasip alamamalandır. Onlann bu davranışı, ilahî iradeyi etkilemekte ve bunun sonucu olarak da Allah onlan ahiret nimetlerinden mahrum etmekte­dir. Dünyadaki eylem, ahiretteki nimetin kaybını getirdiğine göre, olumsuz eylemler de kaybolmamakta, ahirette karşılığını bulmaktadır.

Ayetten, Allah'a zarar vermek için küfürde yanşanlara iki türlü ceza veri­leceği anlaşılmaktadır: a) Ahiret nimetlerinden nasipsiz kalmak; b) Sonsuz azaba mahkum olmak. Biri, nimetin kaybından doğan bir ceza; diğeri de asıl azaptır. [115]

 

İman Yerine Küfrü Seçenlere Elem Verici Bir Azap Vardır:

 

177. Şüphesiz, iman karşılığında inkarı satın alanlar hiç­bir surette Allah'a zarar veremezler. Onlar için elem veri­ci bir azap vardır.

Bir önceki ayette olduğu gibi bu ayetin eksen konusu da inkar olup inkar psikolojisinin insanlara getirdiği ve onlardan alıp götürdüğü şeyler açıklan­maktadır. 176. ayette küfre koşanlar ele alınırken; burada küfrü imana tercih edenler/iman karşılığında küfrü satın alanlar konu edilmektedir.

"Satın alma" ifadesinden hareketle, burada kimlerin konu edinildiğini an­lamak mümkündür. Bakara/16 ayetine göre, bunlar münafıklardır:

(Münafıklar, hidayete karşılık sapıklığı satın al­mışlar). [Bakara/16]

Bakara/41 'e göre bunlar İsrailoğullan'dır:

(Ayetlerimi küçük bir kazanca değişmeyin). [Baka­ra/41] '

Tevbe/9 ayetine göre, bunlar müşriklerdir:

(Allah'ın ayetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar da O'nun yolundan alıkoydular). [Tevbe/9]

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetten hareketle, imanı bırakıp küfrü satın alanın mürted olduğunu söyleyebiliriz. 176. ayetteki küfre koşanlar, 177. ayette küfrü satın alıyorlar.

Küfre koşma ile imanı bırakıp küfrü satın alma, gönlün eylemleridir. Ak­lın devre dışı kaldığı bu eylemde kalb, nefsin etkisiyle inkara doğru süratle koşmakta ve nihaî merhalede onu satın almaktadır. Demek ki her iki ayette de, nefsin kalbe dikte ettiği eylemler sözkonusu edilmektedir.

Aslında her iki ayette de tutarsız, dönek, sebatsız ve ikili oynayan insanlann psikolojisi analiz edilmektedir. Kötüden iyiye doğru olan değişimin na­sıl ödülü varsa; iyiden kötüye olan değişimin de cezası olacaktır.

Bu değişimde kafirlerin niyeti Allah'a zarar vermektir, yani Allah'ın dini­ni ortadan kaldırmak, tevhid inancını yok etmektir. Yüce Allah ayetin deva­mında onların niyetlerini ortaya koymaktadır:

(Onlar asla Allah'a hiçbir zarar veremezler).

Demek ki onlar küfre koşmak ve inkarı satın almakla Allah'a zarar verme­yi murad ediyorlar. Allah ise bunun asla gerçekleşemeyeceğini ifade ediyor.

(Onlar için elemli bir azap vardır).

İmandan inkara doğru olan olumsuz değişimin neticesi elem verici azap­tır. Âl-i İmran/9rde de aynı netice dile getirilmiştir.

Âl-i İmran/176 ve 177 ayetlerini, daha önceki ayetlerle birlikte ele alırsak şu genellemeyi yapabiliriz. Sosyal olguların baskısı insan psikolojisini derin­den etkilemekte ve o psikolojide dönüşü olmayan değişim ve yaralar açmak­tadır. Mesela Âl-i İmran suresinin bu ayetlerinde bahsi geçen Uhud yenilgi­si, sağlam bir psikolojik yapıya sahip olmayanların kalbinde büyük değişim­ler meydana gelmesine, imandan inkara geçmelerine sebep olmuştur.

O dönemdeki insanların kalplerinde olan değişimlerin Kur'an'da yer al­ması, bugün bizim için ne ifade eder? Bu sorunun cevabını verirken ayetle­rin evrensel olduğundan hareket etmek gerekir. Her iki ayette bulunan s|f (el-lezine=onlar) ifadesi de geneldir.

Eğer genel olmayıp da şahıslar zikredilmiş olsaydı, sadece o şahıslarla ve o tarihle ilgili olacaktı. Ama bu sıla edatının kullanılmasıyla, her çağda böy­le insanların çıkacağına işaret edilmektedir. Her çağda inkara koşanlar, ima­nı verip inkarı satın alanlar olacaktır ve bu oluşumlar kıyamete kadar devam edecektir.

Allah Teala, bu şekilde davranan kafirlerin Allah'a bir zarar veremeyece­ğini ifade buyurmak suretiyle, hem onlarla aynı toplumda yaşayan mü'min-lere moral vermekte, hem de onların amacını öğretmektedir.

İmandan inkara geçişin dünya ve ahirette elem verici bir azaba sebep ola­cağını söyleyerek Yüce Allah, onların bu davranışlarının cezasız kalmayaca­ğını vurgulamaktadır. [116]

 

Kafirlere Verilen Mühlet Onların İyiliğine Değildir:

 

178. Kafirler, sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onların hayrınadır; onlara mühlet vermemiz günahlarını artırmaları içindir. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.

Ayetin ilk bölümünün iki açıdan ele alınması gerekir:

1. Kendilerine mühlet verilmesi, kafirlerin hayrına değildir

Ayetteki mühleti, Uhud savaşı ile ilgili kabul edersek, ölen mü'minlerden sonra kafirlerin hayatlarını sürdürmelerine işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Kafirlere verilen mühlet, onların işledikleri günahlardan dolayı hemen ce­zalandırılmamalarıdır; onlar bunun kendilerinin hayrına olduğunu zannede­bilirler; ama gerçek hiç de öyle değildir.

2. Kafire verilen mühlet, günahını artırması içindir

Kafirlere mühlet verilmesinin sebebi, ayetin ikinci bölümünde verilmektedir:

(Onlara ancak günahlarını artırmaları için mühlet veri­yoruz).

Hakikati inkar eden kafirlere mühlet verilmesi, daha çok günah işlemele­rine sebep olduğu için onların hayrına değildir. Batıl inanca sahip olan bir in­sanın sıhhatli ve refah içinde bir hayat sürmesi, onun lehine değil tam tersi­ne aleyhinedir. Refah içinde ve sıhhatli bir hayat sürmesi, onun günahını ar­tırmakta ve günah bataklığına iyice gömmektedir.

Bu açıklamasıyla Allah Teala, Uhud savaşı'nda şehit olanların boşuna öl­düklerini düşünen kimselere, kafir olarak yaşamaktansa genç yaşta şehit ol­manın daha iyi olduğunu bildirmektedir.

Bu izaha göre diyebiliriz ki, Allah Teala'nın kafirlere mühlet vermekteki asıl amacı, günahlarını artırmaları değil, onların batıldan hakka dönmeleridir.

Yüce Allah'ın, kuluna günahını artırması için mühlet verdiği yolundaki yo­rum, Allah'ın nasıl olup da kulunun günahlarını artırmasını istediği sorusunu beraberinde getirir. Bu soruya, inkarlarında İsrar etmelerinden dolayı şeklin­de cevap vermek de tatmin edici olmaktan uzaktır. Bize göre, en uygun açık­lama şudur: Hakikati inkar edenler, durmadan günahlarını arttırdıklarından, mühlet, onlar için hayırlı olmamaktadır.

3. (Onlara utanç verici bir azap vardır).

Günahlar artınca ceza da artmaktadır. Dikkat edilirse 176-177. ayetlerde küfre koşanlara büyük azabın, imanı verip inkarı satın alanlara elem verici azabın; bu ayette ise günahlarını artıranlara utanç verici bir azabın verilece­ği beyan edilmektedir.

Bu üç ayette belirtilen ceza şekillerinin farklılığından şu neticeyi çıkartı­yoruz: Yüce Allah, her günaha bir ceza takdir etmiştir. Bu durumu dünyevî hukuk açısından düşündüğümüzde, hukukun en zor işinin hangi suça ne ka­dar ceza verileceğinin tesbiti olduğu anlaşılır. Kur'an'a bir bütün olarak ba­kıldığında, bu ilahî öğretinin farkı kolayca anlaşılır.

Bu ayetten çıkaracağımız diğer bir netice de şudur: Durmadan günah iş­leyenler, hayatlarını sorgulamalıdırlar. Hayatın ana gayelerinden biri, daha iyi olanı yakalamak olduğuna göre, iyiyi inkar edip günah işleyerek mi, yok­sa hakikate inanıp iyi şeyler yaparak mı iyiyi yakalamak mümkündür?

Demek ki, hayat sanı üzerine kurulamaz. Yüce Allah (hakika­ti inkar edenler sanmasınlar) buyurmak suretiyle, bu gerçeğe dikkat çekmek­tedir. Hayat; akim, bilgi ve gerçeğin üzerine kurulup devam ederse, iyiyi ya­kalama fırsatı doğar. İşte bu nedenledir ki din eğitimi, insanların hayatlarını sanı üzerine kurmalarının sakıncalarını anlatıp öğretmeli, insanları akla, bil­giye ve gerçeğe çekme gayreti içinde olmalıdır. Çünkü sanı üzerine sürdürü­len hayatın sonu, utanç verici azapla biter.

178. ayette yer alan fiillerin, çoğul olmalarından hareketle, Yüce Allah'ın ferdî bir eğitim değil, toplumsal, en azından grupsal bir eğitim yaptığı sonu­cuna varılabilir.

Demek ki, din eğitimcileri topluma, toplumsal hayatın sanı üzerine kuru­lamayacağını, bunun sonunun hüsran olacağını gerçekçi bir tarzda anlatma­lıdırlar. Toplum hayatının her boyutu, akla, bilgiye ve gerçeğe dayanmalıdır. [117]

 

Allah İyi İle Kötüyü Ayıracaktır:

 

179. Allah mü'mirileri bulunduğunuz halde bırakacak de­ğildir. O, iyi ile kötüyü ayıracaktır. Allah, size gaybı bildi­recek değildir. Fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçer. Artık Allah ve peygamberlerine inanır ve sakınırsa­nız size büyük mükâfaat vardır.

Genelde meal sahipleri, bu ayete bu şekilde mana vermişlerdir. Muham-med Esed ise farklı bir mana vermiştir. Bize göre Esed'in verdiği mana haki­kate daha yakındır. Ancak biz ayeti, her iki mana açısından yorumlamayı uy­gun buluyoruz.

(Ey hakikati inkar edenler) mü'minleri sizin hayat tarzınıza (uymaya) terket-mek Allah'ın dilediği (bir şey) değildir. Sonunda Allah iyiyi kötüden ayıracak­tır. Ve Allah, insan idrakini aşan şeyleri kavrama gücünü size verecek değil­dir. (Bunun için) Allah, elçileri arasından dilediğini seçer. Öyleyse Allah'a ve elçilerine inanın; eğer Allah'a ve elçilerine inanıp sakınırsanız, sizi muhteşem bir karşılık beklemektedir.

1. Ayetin Uhud savaşı ile ilgili olduğunu söyleyen Razi ve diğer müfessir-lerin görüşünden hareketle, ayette Uhud'daki bozgunda karışık olarak bulu­nan münafıklarla mü'minleri Yüce Allah'ın birbirinden ayıracağı ifade edil­mektedir.

(Allah mü'minleri bırakacak değildir) ifadesinde, mü'minler için üçüncü çoğul şahıs kullanılırken, (üzerinde bulunduğunuz du­rumda) ifadesinde ikinci çoğul şahıs kullanılmaktadır. Bu iki kısımda, ayrı grupların kasdedildiği -gramer açısından- net olarak anlaşılmaktadır. Muhammed Esed'in verdiği manayı dikkate aldığımızda, muhatabın münafıklar veya kafirler olduğunu ve Allah Teala'nın onlara,

(Mü'minleri sizin hayat tarzınıza uymaya terketmek Allah'ın dilediği bir şey değildir) dediğini kabul etmek durumundayız ki bu, gramere daha uygundur.

(Sizin üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde) ifadesine Muham-med Esed'in "sizin hayat tarzınıza uymaya terketmek" şeklinde mana verme­si manidardır. Muhammed Esed bu manayı şöyle delillendirmektedir:

Bazı müfessirler (mesela Razi) mâ entum aleyhi (lafzen, "üzerinde olduğu­nuz") ibaresinin burada, "içinde bulunduğunuz şartlar"ı -yani Uhud sava-şı'ndan sonra müsliiman toplumun içine düştüğü zayıflık ve şaşkınlık halini-gösterdiği ve bu nedenle yukarıdaki ayetin mü'minlere hitap ettiği görüşün­dedirler. Ancak bu yorum pek makul değildir. Mü'minlere burada üçüncü şa­hıs zamiri ile işaret edilmesinin yanısıra mâ entum aleyhi ibaresinin ikinci ço­ğul şahıs halinde kullanılması, bununla hem Kur'an'da hem de sahih hadisler­de her zaman insanların hayat tarzının ve inançlarının kasdedildiğini göster­mektedir. Ayrıca İbn Abbas, Katâde, Dehhak, Mukatil ve Kelbi'nin burada hi­tap edilen insanların, önceki pasajların işaret ettiği "hakikati inkar edenler" ol­duğunu tereddütsüz olarak açıkladıklarına dair elimizde güvenilir bilgiler bu­lunmaktadır (bkz. Taberi ve Beğavi'nin bu ayet ile ilgili yorumlan). Bu anlam­da okununca yukarıdaki pasaj, mü'minlerin, zaman içinde, yalnız inançların­da değil, sosyal hedefleri ve hayat tarzları açısından da inkarcılardan farklıla­şacaklarına işaret eder.[118]

Ayete tarihsel boyutuyla yaklaşırsak, Razi ve onun gibi düşünen müfessir-lere hak vererek meseleyi Uhud savaşına bağlayabilir ve Allah'ın mü'minler-le münafıkları bulundukları durumda bırakmayacağını söyleyebiliriz.

Ama ayeti evrensel boyutuyla ele aldığımızda Muhammed Esed'in de da­yandığı müfessirlere hak vermemek elde değildir. Çünkü Allah'ın muradı, mü'minleri münafık veya kafirlerin hayat tarzına uymaya terketmek değildir. Bu yorum, eğitimi ve siyaseti de devreye sokmaktadır. Siyasetin amacı, fark­lı inançları birbirine karıştırmak değil, tam tersine onların farklılıklarını orta­ya çıkararak kavga etmeden bir arada bulunmalarını sağlamaktır.

2. (Sonunda Allah iyi ile kötüyü birbirinden ayıracaktır).

Asıl olan iyi olduğundan, iyiden kötüyü ayıracaktır demek gerekir. Ayetin bu kısmında yer alan iyi ve kötü kavramları, bizim güzel ahlâk ve onun ge­tirdiği hayat tarzı üzerinde olduğumuzun da delilidir.

Ayetin bu bölümü ile birinci bölümünü birleştirirsek, şu neticeye varabi­liriz: Allah Teala'nın, mü'minleri kafirlerin hayat tarzına uymaya terketmeyi dilememesi, olguya müdahale edeceği ve sonunda iyi ile kötüyü ayıracağı anlamına gelir. Ama, bu ayırma işleminden sonra, mü'minin kafirin hayat tarzına, dünya görüşüne uyup uymaması kendi sorumluluğundadır. Yüce Al­lah iyiden kötüyü ayırınca ve bunu kuluna öğretince, artık dilediği hayatı seç­mesi kuluna kalmaktadır. Bu yorumu, Bakara/256 ayetiyle destekleyebiliriz:

(Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır). [Bakara/256]

Demek ki, iyi ile kötü; doğru ile yanlış birbirinden ayrılınca zorlama kalk­tığı gibi müdahale de kalkmaktadır.

Ayetin ikinci bölümündeki iyi ve kötü kavramları, ahlâkî bakımdan ele alınacağı gibi, sosyal açıdan da ele alınabilir.

152. ayette, Uhud savaşı'ndaki yenilginin, mü'minle münafığın birbirinden ayrılmasını temin eden bir imtihan olduğu belirtmişti. Sosyal olay veya olgu­lar insanın karakterini, düşüncesini ve inancını deşifre eder. Böylece Yüce Al­lah bu ayetle, Uhud yenilgisinin amacını ortaya koymuştur. Demek ki, Uhud savaşı gelişi güzel bir yenilgi değil, iyi ile kötüyü birbirinden ayıran kriterdir.

Uhud savaşı bir bakıma hâlâ devam ediyor. Mü'minlerin inkar psikoloji­sine sahip olanlara karşı üstünlüklerini kaybettikleri her tarihî dönem, bir Uhud savaşı'dır. Artık savaş; kültür, ekonomi, siyaset ve teknoloji alanında verilmektedir. Bu alanlarda üstünlüğü kaybetmek, müslümanlann karakteri­ni ortaya çıkaracaktır.

3. (Allah, size gaybı bildirecek değildir).

Uhud yenilgisinin Kur'an'da anlatılan boyutundan başka, bir de gaybî (in­san idrakini aşan) bir boyutu vardır. Ayetin bu kısmı ilk iki bölümle irtibat-landınlırsa, böyle bir yorum yapmaya imkan verir; ama burada gayb alanını göstermenin de hedeflendiği gözardı edilmemelidir.

Evet burada, insan idrakinin bir sının olduğu ve bu sınırdan ötesinin in­san için gayb olduğu vurgulanmaktadır. Bu durum kaderin kendisidir. Kader kelimesini kanun anlamında kullandığınıza dikkat edilmelidir. Daha sonra Allah öğretimini, insanın idrakine göre yaptığını, gaybı onlara bildirmeyece-ğini; çünkü onların idrakini aştığını belirtmektedir.

Gaybî oluşumlardan biri de, peygamber seçimidir. Bu seçim Allah'a aittir.

4. (Allah elçileri arasından dilediğini seçer).

Bazı müfessirler buradaki seçmeyi, kimin münafık kimin kafir olduğu bil­gisini vermek anlamına almakta ve Hz. Peygamber'in, münafık ve mü'min-leri Allah'tan aldığı bilgi sayesinde bildiğini ve böylece Allah'ın ona gaybî alemden bilgi öğrettiğini ifade etmektedirler.

Ayetin bu kısmını günümüze taşıyayacak olursak, şöyle bir genelleme ya­pabiliriz: Allah elçilerinden dilediğini seçer ifadesi, günümüzdeki yahudiler ve hristiyanlarla müslümanlar arasındaki ilişkinin peygamberi boyutuna dik­kat çekmekte; yahudi ve hristiyanlann Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmemeleri konusunda güzel bir değerlendirme teşkil etmekte; böyle­ce onlara şöyle demiş olmaktadır: Peygamber seçiminde sizlerin değil, Al­lah'ın dilemesi esastır.

5. (O halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin).

Peygamber seçimi Allah'a aittir; insanlara ise inanmak düşmektedir. Onun için Allah Teala, kendisine ve peygamberlerine inanmayı emretmektedir.

6. İman ve takvanın ödülü

Yüce Allah, kendisine ve peygamberlerine imanı emretmekle birlikte, ku­luna imam zorlamamaktadır; aksine kulunun bu hususta serbest olduğunu bildiren bir ifade kullanmaktadır:

(Eğer inanır ve sakınırsanız).

Buradaki eğer edatı, kulun inanıp-inanmamakta, sakınıp-sakınmamakta hür olduğunu net bir şekilde göstermektedir. Şayet kul iradesini inanmadan yana kullanırsa, muhteşem bir ödüle sahip olacaktır. Ayetteki azim kelimesi, "büyük, sonsuz, muhteşem" manalarına gelir.

Bu ödül, inanmaya teşvik amacına yöneliktir. Aslında kâmil mü'min ödül için değil, Allah'ın rızasını elde etmek için inanır. Bununla birlikte ilk başta, inanmak için bu ödülün teşvik edici olduğu da inkar edilemez.

Ayetin bu kısmındaki takva (sakınma/korunma) kavramı, kötülerden veya kötülüklerden uzak durmayı ifade etmektedir. İman, insanda bir sakınma duygusu oluşturuyorsa, iman amele dönüşmüş demektir. O zaman ödül sade­ce imana değil aynı zamanda amele de verilmektedir. [119]

 

Cimrilik Serdir:

 

180. Allah'ın, lütfundan kendilerine verdiklerini infak et­mekte cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırdır; tersine bu onlar için serdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan ha­berdardır.

179. ayette Uhud savaşı ile ilgili son bilgi verilmiş ve konu bitmişti. Bu ayette konu, kamunun yararına harcamada bulunmaya ve cimriliğe getirilmiş ve bir değrlendirme yapılmıştır. Ancak bu ayetin Uhud savaşı ile ilgili oldu­ğu kabul edilirse, savaşta malı harcama konusunun işlendiği söylenebilir. Bundan önceki ayetlerde Allah yolunda can vermenin önemi ve şehidin Al­lah katındaki mertebesi açıklanmıştı, bu ayette ise Allah yolunda mal harca­makta gösterilen cimrilik ele alınmakta ve cimrilerin kıyamette karşılaşacak­ları azap bildirilmektedir.

1. Cimrilik iyi değildir.

Yüce Allah ayetin birinci bölümünde yine yanlış bir sanıyı ele almakta ve bu konudaki bilgi hatasını düzeltmektedir:

(Allah'ın, lütfundan kendilerine verdikle­rinde cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için iyidir).

Ayetin bu bölümünün çatısını sanı, cimrilik, Allah'ın lütfü ve iyi kavram­ları teşkil etmektedir.

Allah'ın verdiği şeyde cimrilik yapmak, yani onu hayır işlerinde harcama­mak iyi değildir. Ancak bazı insanlar, bunun onlar için iyi olduğunu zannet­mektedirler. Yüce Allah bu yanlış zannı ortadan kaldırmak için kulunun ne­rede hata yaptığını bildirerek, ona rehberlik etmektedir.

(Cimrilik onlar için serdir).

Yüce Allah, önce cimriliğin onlar için iyi olmadığını ifade etmiş, sonra da onlar için şer olduğunu söylemiştir. Görüldüğü gibi insanın malı ile olan iliş­kisinden şer/kötülük doğmaktadır.

Bundan, şerrin kaynağında ilahî iradenin değil, kulun iradesinin bulundu­ğu sonucu çıkar. Kulun sahip olduğu ekonomik değeri biriktirmesi, ona ta­parcasına sarılıp infak etmemesi, şerri doğurmaktadır. Kulun mal tutkusu (cimriliği) ile ekonomik değerin birleşmesinden şer doğmaktadır.

Cimrilik, psikolojik bir hastalıktır. Hz. Peygamber cimrilik hakkında şöy­le buyurmuştur:

Hangi hastalık, cimrilikten daha şiddetlidir?![120]

Bu psikolojik hastalık sadece kişinin içinde kalmıyor, topluma da yansı­yarak toplumun yıkımına kadar varıyor. Muhammed suresinde cimriliğin, toplumu temelinden sarsan büyük bir sosyal hastalık olduğu ifade edilmek­tedir:

(Bakın sizler Allah yolunda harcama yapmaya çağınlıyor-sunuz; ama aranızda cimrilik edenler var! Ve kim cimrilik ederse, sadece kendisine karşı cimrilik yapmış olur. Çünkü Allah kendi kendine yeterlidir. Halbuki siz O'na muhtaçsınız ve şayet yüz çevi­rirseniz başka toplumları sizin yerinize geçirir ve onlar sizin gibi yapmazlar). [Muhammed/38]

Yüce Allah insanları, Allah yolunda infaka çağınyor. Bu emre sırt dönüp cimrilik yapanlar, bir taraftan kendilerine karşı haksızlık ediyor; diğer taraf­tan da toplumun yıkımına sebep oluyorlar. Çünkü Yüce Allah ayetin sonunda, cimrilik edenlerin yerine başka bir toplum getireceğini söylemektedir. Gelecek olan toplumda aranan ana özellik de cimrilik yapmamalarıdır.

Demek ki cimrilik -ki psikolojik bir hastalıktır- toplumu çürüten ve yı­kan sosyal bir hastalığa dönüşmekte ve olumsuz değişimin dinamiği haline gelmektedir. Cimrilik hastalığı bulaşıcı olduğundan, onun şerri ahirete de in­tikal etmektedir.

2. Cimrilik edilen şey ahirette boyuna dolanır.

Cimrilik edilen şey şekil değişimine uğrayarak, mahşerde bir kolye gibi sahibinin boynuna dolanacak ve o insanın cimri olduğu ondan anlaşılacaktır.

İsra suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Herkesin amelini kendi boynuna doladık). [İsra/13] İnfak edilmeden, zekatı ve sadakası verilmeden yığılan malların ahirette ne hale geleceği ve sahibiyle ilişkisi Tevbe/34-35'te anlatılmaktadır:

(Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahipler-

den bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onlan Allah yolun­da harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjde­le. (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alın­ları, yanlan ve sırtlan dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeyleri tadın"). [Tevbe/34-35]

Ayetin bu bölümünde yer alan (dolanacaktır) keli­mesinin aslı olan ja (taka) kelimesi, güç yetirmek anlamına gelir. Bu keli­menin (tavvaka) kalıbı kuşatmak, halka, tasma giydirmek; Sj3? (tetavva-ka) kalıbı da yılanın halka şeklinde olması anlamını ifade eder. İşte bu anlam­dan hareketle, cimrilik edilen şeylerin kıyamet günü insanın boğazına dola­nacağı anlamı verilmektedir.

3. Bu yanlıştan (cimrilikten) kurtulmanın yolu nedir?

Yüce Allah bu yanlıştan (cimrilikten) kurtulmanın şu bilgi ve inançtan geçtiğine dikkat çekmektedir:

(Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır). Burada Yüce Allah, yanlış davranışın (cimriliğin), bilgisizlikten meydana gelebileceği ihtimalini değerlendirerek, mülkün Allah'a ait olduğunu söyle­mektedir. Ayetin bu kısmındaki Iji {miras) kelimesi, mülkiyet anlamına gel­mektedir. Kainatın mutlak manada mülkiyeti Allah'a aittir; insanların mülki­yeti geçicidir. Bu bilgi ve inanca sahip olan kişinin cimrilik etmesi mümkün değildir. Çünkü bu bilgiye sahip olan kişi, sahip olduğu mala vekil olarak ta­yin edildiğini; o malın kendisine emanet edildiğini bilir ve inanır. Hadid/7'de insanın sahip olduğu malda tasarruf etmek üzere vekil tayin edildiği belirtil­mektedir:

(Allah'a ve Rasulü'ne iman edin. Sizi üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden infak edin). [Hadid/7]

Mutlak mülkiyet Allah'a ait olduğuna, insanlar sadece kendilerine emanet edilen mallar üzerine vekil kılındığına göre cimrilik neden?

Mülkiyet açısından Yüce Allah ile kainatın ilişkisiyle, insan ile sahip ol­duğu ekonomik değer arasındaki ilişkinin mahiyetini bilmenin cimriliği ön­lemenin yollarından biri olduğuna işaret eden bu ayet, cimrilik duygusunun bu bilginin bulunmadığı yerde ortaya çıkacağına dikkat çekmektedir. İnsanın malı ile olan ilişkisi -ister cimrilik, ister cömertlik şeklinde olsun- ahirete in­tikal edecektir. Bu ilişkinin, hayra vesile olması için mülkiyet konusunun iyi bilinmesi gerekir.

Bu bilginin yanısıra, Allah'ın yapılan her şeyden haberdar olduğu inancı­na da sahip olmak gerekir. Yaptıklarını gözetleyen ve onlardan haberdar olan yüce bir varlığın bulunduğuna inanmak, cimrilik hastalığının en iyi ilacıdır.

Yüce Allah cimriliği (ruh hastalığını) tedavi yöntemi olarak öncelikle mülkiyet hakkı konusunda insanı bilgilendirmekte [Âl-i İmran/180, Ha­did/7]; ardından cimriliğin toplumun yıkılışına sebep olacağı gerçeğini orta­ya koyarak uyarmakta [Muhammed/38]; sonra cimriliğin ahirette azaba se­bep olacağını söyleyerek tehdit etmekte [Âl-i İmran/180, Tevbe/34-35]; nihai olarak da cimrilik duygusunu cömertlikle kontrol altına almanın bilincini vermekte; böylece de eğitim için çok önemli bir metod ortaya koymaktadır. Bilgilendirme, uyan ve tehdit gibi belirli safhaları olan bu metodun, hafiften ağıra doğru giden bir özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Bilginin olmadığı yerde, uyan ve tehdidin -ahlâkî olmayacağından- netice vermeyeceği ger­çeğini de görmek gerekir. Bilgi, uyan ve tehdidin alt yapısını oluşturmasının yanısıra, onlara başvurmayı engelleyen bir değer de olabilir. [121]

 

Allah Kullarına Zulmetmez İnsanı Azaba Götüren Eylemleridir.

 

181.  Gerçekten "Allah fakir, biz ise zenginiz" diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleriyle birlikte yazaca­ğız ve diyeceğiz ki: "Tadın o yakıcı azabı!

182.  "Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğu­nuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez".

Ayetin analizini, bazı sorular sorarak açıklamakta yarar görüyoruz:

1. "Allah fakir, biz zenginiz" diyenler kimledir?

Bu konuda müfessirler, özellikle Razi geniş açıklamalar yapmaktadır. Müfessirlerin söylediklerine saygı duymakla birlikte, sorunun cevabının Kur'an'a bırakılması gerektiğine inanıyoruz. "Allah fakir, biz zenginiz" di­yenlerin kimler olduğunu Maide/64 ayetinden öğrenebiliriz:

(Yahudiler, "Allah'ın elleri bağlıdır" dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar! Bilakis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir). [Ma­ide/64]

Bu ayetten, "Allah fakir, biz zenginiz" sözünü yahudilerin söylediği anlasumaktadır. Burada şu da unutulmamalı ki, her iki ayet de tarihî olgu ile sı­nırlı tutulmamalıdır; zira kıyamete kadar bu tür sözler söyleyecek insanlar çı­kacaktır. Ayetin devamında belirtilen peygamberleri öldürme olgusu da bu sözü yahudilerin söylediğini göstermektedir.

Bu tür sözler söyleyen kimselerin psikolojik yapısını inceleme fırsatı bulabil­seydik, büyük ihtimalle karşımızda, bütün değerlendirmelerinde ekonomik de­ğeri ölçü olarak kullanan, beyninde ve gönlünde manevî değerlere yer verme­yen, hatta manevî değerlerin beynine ve gönlüne girmeleri için bir eşik bile bı­rakmayan, ekonomik menfaatleri tannlaştıran bir psikolojik kimlik bulurduk.

2. Bu söz niçin söylenmiştir?

(Allah fakir, biz ise zenginiz); (Allah'ın eli bağlıdır) sözlerinin arkasında bir neden aranmalıdır. Durup dururken söylenen bir söz olsaydı, Kur'an'da nakledilmezdi. Yüce Allah'ın, kendisi hakkında söylenen bu sözleri nakletmesi manidar bir metoddur. Razi'nin de dikkat çektiği üze­re, bu tür sözlerin ardındaki nedeni, Bakara/245 ayetinde bulabiliriz:

(Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç verecek yok mu)? [Bakara/245]

Yahudilerin, "Muhammed'in ilahının bizden borç istediğini görüyoruz; demek ki biz zenginiz, O fakirdir. Bir taraftan faizi yasaklarken bize faiz ve­riyor" demeleri üzerine bu ayet inmiştir.

Yüce Allah fakirlere yardım etmeyi kendisine borç verme olarak nitelendir­mekte; bu şekilde yapılan infaka kat kat sevap vereceğini beyan etmektetir.

Müşrikler de benzer bir söz söylemişlerdir:

("Allah'ın size n-zık olarak verdiklerinden infak edin" denildiğinde, kafirler mü'minlere dediler ki: "Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kim­seleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içinde­siniz"). [Yasin/47]

Bu ruh, insanların fakirlik içinde kıvranmasından zevk alan, onların fakir­liklerini Allah'ın cimriliğine bağlayan, sahip olduğu ekomomik imkanların kaynağını unutan sadist bir ruhtur. Müşriklerin bu sözü ile yahudilerin yuka­rıdaki sözleri arasında çok büyük bir benzerlik vardır.

Fakirlik korkusu onların ruhunu tamamen kapladığından, malı tanrı gibi sevmeye ve fakirliği Allah'a isnat etmeye başladılar.

Alaya almak, malı tanrı edinmek ve hastalık halini alan fakirlik korkusu, bu tür sözlerin altındaki psikolojik yapıyı yansıtmaktadır.

3. Bu söze karşı ilahî tavır nasıl olmuştur?

Bu tavır, ayetin devamında ortaya konmaktadır:

(Onların bu dediklerini, haksız yere pey­gamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız).

Yüce Allah bu sözleri dolayısıyla kazandıkları günahla, daha önce işledik­leri peygamberleri öldürme günahını birleştirmektedir. Allah Teala'nın her ikisini birlikte yazması, ikisini beraberce değerlendirip karara bağlayacağı; iki ayrı suçu aynı dosyada birleştirip cezalandıracağı anlamına gelir.

(Allah fakirdir biz ise zenginiz) sözünün, (haksız yere peygamberleri öldürmeleri) ile aynı dosyaya kaydedilip karara bağlanması, sözün öldürmeye denk bir suç olduğuna işaret etmektedir.

4. Bu husustaki karar nedir? Bu husustaki karar şudur:

("Tadın o yakıcı azabı" diyeceğiz).

5. Peki bu karar zulüm müdür?

182. ayette verilen cezanın sebebi, bu sözü söyleyen ve peygamberleri haksız yere öldürenlerin ameline bağlanmaktadır:

(Bu, kendi ellerinizle yaptığınızın karşılığıdır).

Ahirette insanların çarptırıldığı cezalar, kendi elleriyle yaptıkları kötü iş­ler sebebiyledir. Yüce Allah sadece cezanın uygulayıcısıdır. Cezaya sebep olan, kulun amelleridir. "Ne ekersen onu biçersin"; başka bir deyişle, "Dün­yadayken ne gönderirsen, ahirette onu bulursun". (Yoksa Allah kullarına zulmetmez).

Nasıl bir anne çocuğuna zulmetmezse, yaradan da kullarına zulmetmez. Kul kendi yaptıkları ile kendine zulmeder ve bunun tabii sonucu olarak azap­la karşılaşır. Bu değişmez bir kanundur; aynı kanunu Fussüet/46'da görüyoruz:

(Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir). [Fussilet/46]

Netice olarak diyebiliriz ki, söylenen sözler, işlenen suç ve günahlar, Al­lah tarafından duyulmakta ve görülmekte; değerlendirmeye tâbi tutularak ka­rara bağlanmaktadır.

Söylediği söz ve yaptığı amel kendiliğinden cezayı gerektiriyorsa, insan, Allah'ın kendisine zulmettiğini söyleyemez ve söylememelidir; çünkü sade­ce kendi amellerinin karşılığını görüyor. [122]

 

Mucizeler Bile Yahudilerin Peygamberleri Öldürmelerini Engellemedi:

 

183. Onlar derler ki: "Allah bize ateşin yiyeceği bir kur­ban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamayı emret­ti" . De ki: "Benden evvel nice peygamberler en açık delil­ler ile ve sizin söylediğiniz ile geldiler. Eğer doğru insan­lar iseniz, neden onları öldürdünüz?"

A. Ayetin başında yer alan sâr (ellezîne) kelimesiyle, kimlerin kasdedildi ve ayetin nüzul sebebi konusunda İbn Abbas şöyle diyor:

Yahudiler, Hz. Peygamber'e, "Ey Muhammedi Allah'ın peygamberi olduğunu ve Allah'ın sana bir kitap indirdiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah bize Tev­rat'ta hiçbir peygambere, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe, iman etme­memizi emretti. Sen bize bu ateşi getirirsen, seni tasdik ederiz" demeleri üze­rine bu ayet indi.

Suddi bu şartın Tevrat'ta bulunduğunu, Ata da İsrailoğulları'nın bu uygu­lamayı yaptıklarını nakletmektedir.[123] Kitab-ı Mukaddes'in Levililer kısmın­da, yanık kurban ayinleri konusunda uzun açıklamalar yer almaktadır:

Kurbanın başı ve yağı ile beraber kendi parçalarına göre kesecek; ve kâhin mezbahta olan ateşin üzerindeki odunların üstüne dizecek; fakat içleri ve par­çalan su ile yıkayacak; ve kâhin hepsini takdim edip mezbah üzerinde yaka­caktır; yakılan takdime, ateşle yapılan takdime, Rabb'e hoş kokudur.[124]

Kitab-ı Mukaddes'in Levililer bölümünde takdimelerin nasıl yakılacağı ve merasimleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Bizim yukarıda aldığımız kısım sığır, koyun ve keçi kurbanıyla ilgilidir. Demek ki yanık kurban, günlük uygula­malar arasında yer alıyordu. İsrailoğullan'ndaki yanık kurban merasimleri, gökten gelen bir ateşin kurbanı yakıp kül etmesi mucizesinin bir kalıntısı ola­rak görülebilir.

İsrailoğullan'nın Hz. Muhammed'den de aynı mucizeyi istemeleri netice­sinde bu ayetin indiği anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber'e bu sözü söyleyenler yahudiler olduğuna göre, 183. ayet önceki iki ayetle bağlantılıdır. Razi'nin nakline göre Zeccac, ayetteki (el-lezîne) kelimesinin, bir önceki ayetin sonunda yer alan (kullar) kelimesinin yerini tuttuğunu söylemiştir.

B. Ateşin kurbanı yemesi peygamber için mucizedir.

Ayetin birinci bölümündeki (emretti) ve (kurban) keli­meleri üzerinde durulması gerekir. (ahide), bir şeyin hususiyetlerini bil­mek, aşina olmak, yakinen gözlemek, dikkat etmek, bakmak, havale etmek, tevdi etmek, zorla yüklemek, emretmek, tenbih etmek, bir antlaşma yapmak, söz vermek, vaadetmek, müdafa etmek, desteklemek, Allah ile birlikte kulla­nılınca Allah'ı birlemek, vaad ile beraber kullanılınca sözünü yerine getir­mek, birine kefil olmak manalarına gelir. Bu kavramın Kur'an'da hangi ma­nalarda kullanıldığını Bakara/27, 40, 80, 100 ve 177. ayetlerde açıklamıştık. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette (ahide) kelimesi, emretmek an­lamına gelmektedir. [125]

 

Kurban Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

(kurbân) kelimesine gelince: Bu kelime Kur'an'da çeşitli kalıplarıyla yer almakta ve bu kalıplara göre de farklı manalar kazanmaktadır:

1. Yaklaşmak

Bu anlamıyla kavram, kulun Allah'a yaklaşması, kıyametin yaklaşması, hesabın yaklaşması ve bir şeye yaklaşmak manasında kullanılmaktadır.

a) Kulun Allah'a yaklaşması

Bu manada Alâk/19'da emir kalıbında yer almaktadır: (Allah'a secde et ve yaklaş)! [Alâk/19]

Yapılan eyleme göre insan bir şeye yaklaşmaktadır. Bu ayette, secde ile Allah'a yaklaşmak emredilmektedir.

İlahî emirleri yerine getiren insanlar Kur'an'da (mukarrebûn=Allah'a yakın olanlar) [Vakıa/88] olarak vasıflandınlmaktadır.

b) Kıyametin yaklaşması

İlerde gerçekleşecek olan bir olgunun zaman içerisinde yaklaşması anla­mına gelmektedir:

(Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı). [Kamer/l]

Burada kelime, zamanın geçmesi ile yaklaşan bir olgu için kullanılmakta­dır. Yine Enbiya/97'de gerçek vaadin; Enbiya/l 'de de hesabın yaklaştığını ifade etmek üzere kullanılmıştır.

c) Bu kavram, Kur'an'da çoğu zaman bir objeye veya bir eyleme yaklaş­mayı yasaklamak (yaklaşmamayı emretmek) için kullanılmaktadır. Bu du­rumda yaklaş yerine, yaklaşma şeklinde olumsuz emir kalıbında getirilmek­tedir. Bu hususta şu örnekler verilebilir:

(Şu ağaca yaklaşmayın) [Bakara/35];

(Gizli açık fuhşa yaklaşmayın) [En'am/151];  (Yetimin malına yaklaşmayın) [En'am/152];  tylC&k (Zinaya yaklaşmayın) [İsra/32];

 (Sarhoş olarak namaza yaklaşmayın) [Nisa/43];

(Allah'ın hududuna yaklaşmayın) [Bakara/187];  (Aybaşılı kadına yaklaşmayın) [Bakara/222]. Bu kelimenin 4.-; (karrebe) kalıbı ise, yaklaştırmak manasına gelir. Mer-yem/52'de şöyle buyurulmaktadır:

(Musa'ya Tur'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar yaklaştırdık). [Meryem/52]

2. Önüne koymak

Ev sahibinin hazırladığı yemeği misafirinin önüne koyması manasında Zariyat/27'de kullanılmaktadır:

(Onların önüne koyup, "Yemez misiniz?" demişti). [Zariyat/27]

3. Tezelden

Nisa/17'de tevbenin erken yapılmasını ifade ederken bu kavram kullanıl­maktadır:

(Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tezelden tevbe edenlerin tevbesi-dir). [Nisa/17]

Bu durumda (kârib) kalıbında yer almaktadır.

4. Akraba

Genel olarak Kur'an'da neseb yakınlığı bu kavramın Ji4 (kurbâ) kalıbıy­la ifade edilmektedir. Özellikle yardımın kimlere yapılacağı açıklanırken bu kalıpla ayetlerde geçmektedir.

5.  Sunmak

(Onlara Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban sunmuşlardı). [Maide/27]

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/183'de de bu anlama gelmek­tedir. Maide/27'de hem fiil, hem de isim olarak geçmektedir. Fiil hali, sun­mak; isim hali de kurban anlamına gelmektedir. Allah'a kurban sunma, iba­deti, Hz. Adem dönemine kadar inen en eski ibadetlerden biridir. Âl-i İm-ran/183'de gökyüzünden bir ateşin gelip, kesilen kurbanı yakıp kül etmesi -veya ayetteki ifadesiyle yemesi,- bir kişinin peygamber olduğunu isbat eden mucize olarak kabul edilmekteydi. İsrailoğullan, Allah'ın kendilerine, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe bir peygambere inanmamalarını em­rettiğini söylemekle, Allah'ın emrine ne kadar bağlı olduklarını isbat etmek istemektedirler. Daha doğrusu, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik et­memek için ilahî emri kullanmaktadırlar.

d) Gayeleri inanmak değil işi yokuşa sürmektir.

Allah Teala, yahudilerin söyledikleri bu söze karşılık olarak Hz. Peygam-ber'e şu cevabı vermesini buyurmaktadır:

(Size benden önce mucize­lerle, (özellikle) dediğiniz (mucize) ile nice peygamberler geldi. Eğer doğru insanlar iseniz, onları niçin öldürdünüz)?

Demek ki, İsrailoğullan arasından ateşin yediği kurban mucizesini getiren peygamberler çıkmış, ama İsrailoğullan onlan öldürmüşlerdir. Bu mucizeyi sadece bir peygamber de değil, birden fazla peygamber göstermiştir. Ayette­ki (ve dediğiniz mucizeyi) ifadesiyle, ateşin yediği kurban mucizesi kasdedilmektedir. Peygamberleri İsrailoğullan'na bu mucizenin yanısıra baş­ka mucizeler de getirmişlerdi.

Yüce Allah, yahudilere, bu mucizeleri getirdikleri halde o peygamberleri niçin öldürdüklerini sormakta, ve eğer doğru insanlar ise bu soruya cevap ver­melerini istemektedir. Yahudilerin düştükleri garabete bakın ki, kendisine iman etmek için Hz. Muhammed'ten (s.a) ateşin yediği kurban mucizesi talep ediyorlar, oysa daha önce bu mucizeyi getiren peygamberleri öldürmüşlerdi.

Yüce Allah böylece yahudilerin gerçek niyetini deşifre etmekte; istedikleri mucizeyi getirse bile Hz. Peygamber'e inanmayacaklannı ortaya koymaktadır. Burada, peygamberleri öldürenlerin Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler olup olmadığı sorulabilir. Bizce, peygamberleri öldürenler, Hz. Peygamber dö­neminde yaşayan yahudiler değil, onlann atalandır; sorunun, Hz. Peygamber dönemindeki yahudilere yöneltilmesinin sebebi, onlann da yoldan çıkan atala-nyla aynı anlayışa, aynı kültüre ve aynı dünya görüşüne sahip olmalandır.

Bu noktadan hareketle şu genellemeye varabiliriz: Yahudiler gelenek ve kül­türlerine o kadar bağlıydılar ki, nesillerin değişmesine rağmen anlayış aynı dur­makta; hepsi adeta tek bir nesil görünümü vermekte idi. Onun için Yüce Allah, sanki ateşin yediği kurban mucizesi Hz. Peygamber dönemindeki yahudileregösterilmiş ve peygamberleri onlar öldürmüş gibi soruyu onlara yöneltmiştir.

Kendisine iman etmek için Hz. Peygamber'den istedikleri bu mucize konu­sunda yahudilerin samimi olmadıklarını isbat etmek için bu soru yöneltilmiştir. Peygamberleri öldüren atalarının gelenek ve anlayışları üzerinde bulunan yahu­dilerin, Hz. Muhammed'e (s.a) iman etmek için bu mucizeyi şart koşmaları, sa­mimi olmadıklarını, tam tersine işi yokuşa sürdüklerini açıkça gözler önüne ser­mektedir. Eğer talep ettikleri mucize yahudilere gösterilseydi, yine de inanma­yacaklardı. Demek ki geçmişten gelen anlayışı ortadan kaldırmak, çok zordur. Peygamberleri öldürmeye kadar varan tepki işte bundan kaynaklanmaktadır.

Bunların Kur'an'da anlatılması suretiyle, iyiye, özellikle ilahî vahye ve onu tebliğ eden peygamberlere tepkinin kıyamete kadar devam edeceğine işaret edilmekte; dolayısıyla din eğitimcileri ve din alimlerinin de geçmişin bu tür köhne anlayışı ve mantar kültürü ile karşı karşıya gelebilecekleri ve olumsuz tepkilerle karşılaşabilecekleri uyarısı yapılmakta; buna hazır olmaları gerekti­ği vurgulanmaktadır.

Gökten gelen bir ateşin kurbanı yemesi bile, katı gelenekli, katı anlayışlı ve katı kalpli insanları etkilemediğine, onların beyin ve gönüllerinde olumlu bir değişim gerçekleştiremediğine göre, alimler insanları ellerinde sihirli bir değ­nek varmışcasına değiştiremeyeceklerini bilmeli ve buna hazırlıklı olmalıdırlar.

Demek ki, iyiden kötüye doğru olan değişimin sürati, kötüden iyiye doğ­ru olan değişimin süratinden fazladır. Bozulma, düzelmeden daha hızlı ger­çekleşmektedir. Bozulan şeyi düzeltmek de çok zordur. Bu ayette yahudile­rin bu söz ve davranışlarını, bozuk kültür ve anlayışlarını düzeltmenin zorlu­ğuna dikkat çekilmektedir. [126]

 

Peygamberleri Yalanlamak Adeta Bir Gelenek Olmuş:

 

184. Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse; gerçekten, sen­den önce apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla itham edildi.

Bize göre bu ayete en güzel meali Muhammed Esed vermiştir:

Ve seni yalanladıklarında, aynı zamanda, senden önce hakikatin tüm kanıtlarını, ilahî hikmet yüklü kitapları ve aydınlık saçan vahyi getiren (diğer) peygamber­leri de yalanlamış olurlar.

Muhammed Esed'in mealinden çıkan sonuç şudur: Ey Muhammed! Seni yalanlayanlar, senden önceki peygamberleri de yalanlamış olurlar. Böylece, "Önceki peygamberlere inanıyorum, ama Hz. Muhammed'in peygamberliği­ne inanmıyorum" diyenlerin, yanlış yolda oldukları, bütün peygamberleri in­kar ettikleri belirtilmektedir.

Bundan, vahiy gibi, nübüvvetin de bir bütün olduğu anlaşılır. Peygember-lere gelen ilahî vahiy bir bütündür asla parçalanamaz; peygamberler de bir bütündür, -kimine inanıp kimini inkar etmek suretiyle- aralarında fark göze­tilmez. Onun içindir ki Bakara/285'de şöyle buyurulmaktadır:

(O'nun elçileri arasında hiçbir ayırım yapmazlar). Şimdi bu ayete genel olarak verilen ve bizim de ilk meal olarak aldığımız meale göre yorum yapabiliriz:

1. Peygamberlere gösterilen tepkide aynilik vardır.

İlkel toplumlarda peygamberler yalanlandığı gibi, gelişmiş toplumlarda da yalanlandı; ve nihayet Hz. Muhammed de yalanlandı.

İnsanların yeniliğe karşı koyma, olumsuz tepki gösterme alışkanlığı ve sosyal huylan, burada da kendini göstermektedir.

Eski ile yeninin çatışması, insanlığın geri kalmasına sebep olmuş; taklit bu tehlikeli hareketi körüklemiş; insanlığın ufkunu daraltıp karartmış; insan­lığa faydalı olacak yenilikleri daha doğmadan boğmuş; insanlığı çürümüş­lükle, geri kalmışlık ve cehaletle karşı karşıya bırakmıştır.

İnsanlığa bu kadar ağır bir fatura ödettiren, bu yeniyi yalanlama alışkan­lığından Hz. Muhammed de nasibini almıştır. Bu ayet aynı zamanda, yalan­lanmasına karşılık Hz. Peygamber'i teselli etmekte; metanetini, moralini, ümidini ve iyimserliğini elden bırakmaması konusunda teşvik etmektedir.

2. Peygamberleri yalanlayanlar, aslında peygamberlerin getirdiklerini ya­lanlamışlardır.

Hz. Peygamber'den önceki peygamberler neler getirmişlerdi:

a) Hakikatin tüm kanıtlarım (beyyinat);

b) İlahî hikmet yüklü kitapları (zubur);

c) Aydınlık saçan vahyi (kitabu'n-münir).

Bütün bu delillere ve objektif bilgilere rağmen, peygamberler yalancılık­la itham edilmişlerdir.

Ayette geçen c.% (beyyinat) kelimesi, "hüccetler, deliller, mucizeler, bir şeyi isbat edip kanıtlayan açıklayıcı deliller" anlamını ifade eder. Ancak bu kanıtlar, beşerî kaynaklı değil, ilahî kaynaklıdır. Bu delillerin açıklayıcılığı ve isbat ediciliğinde hiçbir kuşku olmadığı gibi, insanları ikna etmekten baş­ka amaçlan da yoktur.

Yine ayetin bu bölümünde geçen (zubur) kelimesi (zebur keli­mesinin çoğulu olup- kitaplar anlamına gelir. Bu kelimeden türeyen mezbur da yanılmış anlamını ifade eder. Razi'nin naklettiğine göre, Zeccac zebur'a. "hikmet dolu kitap" manası vermiştir. Bu durumda kelimenin kökü menet­mek anlamına gelen zebr olur. Hakka ters düşen şeylerden menettiği için ki­taba, zebur denmektedir. Hz. Davud'a verilen kitaba zebur denmesinin nede­ni de bu işlevinden kaynaklanmaktadır.

Fert ve topluma zararlı olan şeylerden insanları meneden, ilahî vahyi için­de barındıran, iyi ve kötüyü tanıtan hikmet dolu kitaba zebur denmektedir.

"Aydınlatıcı kitap" ifadesi, Hac/8'de de geçmekte; nur saçan, aydınlatan, açıklayan, izah eden kitaba bu ad verilmektedir. Peygamberlere insanlığın önünü aydınlatmak, içlerine ışık tutmak için Allah tarafından bu özellikteki kitaplar gönderilmiştir.

Delil, hikmet ve aydınlatan kitap, eğitim ve öğretimin ana öğelerini teşkil etmektedirler. Bunlara sahip olmayanlar, insanları din adına eğitemezler. İn­sanlar, peygamberleri yalanlarken, onları doğrudan mı yoksa dolaylı olarak mı hedef alıyorlar? Bu sorunun cevabını En'am/33-34 ayetleriyle verebiliriz:

(Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Al­lah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Andolsun ki senden önceki pey­gamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edil­melerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti). [En'am/33-34]

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, peygamberleri yalanlayanlar, aslında Allah'ın ayetlerini yalanlamakta; dolayısıyla peygamberleri de yalanlamış olmakta­dırlar. Yüce Allah, Onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayet­lerini yalanlıyorlar ifadesiyle bu gerçeği ortaya koymaktadır. Yine bu ayet­lerde, önceki peygamberlerin bu duruma karşı sabrettikleri vurgulanmakta­dır. En'am/33 ile Âl-i İmran/184. ayetin müşterek tarafı, açık delil, hikmet ve aydınlatıcı vahiy getiren peygamberleri yalanlanlayanlann, aslında doğrudan onları değil, Allah'tan getirdiklerini yalanladıklandır. [127]

 

Dünya Hayatı Ölüm Ve Kurtuluş:

 

185. Her can ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Zira bu dünya hayatı, aldatıcı bir zevk­ten başka bir şey değildir.

Bu ayetin analizi yapılırken, önceki ayetle olan bağlantısı mutlaka dikka­te alınmalıdır. Yalanlanması dolayısıyla derin bir üzüntüye garkolan Hz. Pey­gamber, -kendinden önceki peygamberlerin de yalanlandığı ve her canın ölü­mü tadacağı bildirilmek suretiyle- teselli edilmektedir.

Bütün bu sıkıntı ve üzüntülerin karşılığının ahirette ödeneceği, bir teselli­dir. Bu ilişkiyi kurduktan sonra ayetin açıklamasına geçebiliriz:

1. Her can ölümü tadacaktır.

Dünya hayatının evrensel, değişmeyen ve kaçınılması imkansız olan ka­nunu ölüm olgusudur. Ama burada ölüm için tatma kelimesinin kullanılması manidardır. Kur'an'ın diğer ayetlerinde de her canın ölümü tadacağı ifade edilmektedir. Ankebut/57'de her canın ölümü tadacağına işaret edildikten sonra, sonunda herkesin Allah'a döndürüleceği vurgulanmaktadır. Demek ki ölümü tadan can, Allah'a dönmektedir.

(Her can ölümü tadacaktır) ifadesinden hareketle, ölümü ta­danın can olduğuna hükmedilmemelidir; zira ölümü tadan can değil beden­dir. Ruh bedende hapiste olduğundan, hapisten çıkınca tad alacaktır. Ölen ruh değil, bedendir. Tadı duyan ise, ruhtur. Ruh, bedenin ölümünden sonra da ya­şadığına göre, tadı duyan da o olacaktır.

Konuya başka bir açıdan bakıldığında, tatma kelimesinin, ölüm korkusu­nun hastalık halini almaması için kullanıldığı anlaşılır. Ölüm korkusu insan­lığı çok meşgul etmiş, hakkında kitaplar yazılmış ve insanların faaliyetlerini engellemiştir. Yüce Allah tatma kelimesi ile, ölüm korkusunu en aza indir­meyi amaçlamış olabilir.

Her şeye rağmen, her canın ölümü tadacağı olgusunun ahlâkî ve hukukî bakımdan önemli bir eğitici boyutu vardır. Ölüm olgusu ahlâkın temeline ko­nup, insan ilişkileri ona göre düzenlendiğinde, davranışlardaki sapıklık, yan­lışlık ve bozukluk en aza indirilebilir. Ölüm olgusu haklar sisteminin merke­zine konulduğunda, insan haklarının çiğnenmesi en aza indirilir. Şu ölümlü dünyanın, insanların hakkını çiğnemeye değmeyeceği anlayışı insana kazan-dınlsa, haksızlıkların çoğunun önüne geçilmez mi?

İşte Yüce Allah ölüm olgusunu dünyadaki davranışların merkezine otur­tarak değerler sistemini kurmaktadır.

2. Amellerin karşılığı ödenecek

Bu dünyada karşılığı alınmayan ameller, kanundan kurtulan suçlar vardır. Dünyevî cezadan kurtulan suçluların ve amellerinin karşılığını alamayan kimselerin, ahirette yaptıklarının karşılıklarını görecekleri/alacakları inancı olmasaydı, dünya hayatı hepten cehenneme dönerdi.

Bu ayette, ahirete inanmanın önemi vurgulanmaktadır. Dünyada uğradığı haksızlık ve ihanetin karşılığını ahirette alacağına inanan insan etkili ve ra­hatlatıcı bir teselli bulacaktır. Dünyada yaptığı haksızlıkların ahirette önüne çıkacağına inanan insan kendisini frenleyecek, günah işleme fırsatını kullan­mayacaktır. Demek ki, ahirete iman ve ölüm olgusu, insanları günah işle­mekten alıkoymaktadır.

(Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir) ifadesinin muhatabı, hem haksızlık yapanlar, hem de haksızlığa uğrayanlar ve iyi amel yapanlardır. Böylece burada kıyamet günü tanımlan­maktadır ki buna göre kıyamet günü, dünyada yapılanların karşılığının veril­diği gündür:

(O gün insanlar, bölük bölük çıkarlar, işledikleri kendilerine gösterilir. Onun için her kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre mikta-nnca kötülük yaparsa onu görecek). [Zilzal/6-8]

Amellerin karşılığı ödenmeden önce değerlendirme, değerlendirmeden önce de ölçümler yapılacaktır. Ölçme olmadan değerlendirme, değerlendir­me olmadan da ödeme yapılamaz. Mü'minûn/102-103 ve Karia/6-9 ayetleri bu ölçümün yapılacağını bildirmektedir. Aynı ayetlerde amellerin karşılığının neler olduğu da açıklanmaktadır.

İşte yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin bu bölümü, ölçme ve değer­lendirmeden sonra amellere takdir edilenin ceza ya da mükâfaatın ödenme safhasına işaret etmektedir.

3. Murada erenler

Ayetin üçüncü bölümünde, (Kim ki, ateşten uzak­laştırılıp cennete gönderilirse hakikaten murada ermiş olur) buyurulmaktadır. Amellerin ölçülüp değerlendirilmesinden sonra basan puanı, cehennemden uzaklaşmayı ve cennete girmeyi gerekli kılan kişi muradına ermiş, mutlulu­ğu yakalamış olacaktır.

4. Dünya hayatı aldatıcıdır.

Yüce Allah, insanların ahiret mutluluğunu elde edebilmeleri için, bu dün­yanın gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir:

(Bu dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir).

Dünya hayatının sahte çekiciliği, süsü ve zevki insanı aldatmaktadır. Süs, sahte bile olsa insanı çeken bir yapıya sahiptir. Dünya hayatının aldatıcı zevklerle, tadlarla ve etkinliklerle örülü olması, onun değersizliğini göster­mekte ve aldatıcı yönünü ortaya çıkarmaktadır.

Dünya hayatının aldatıcı zevki, kumara benzer; kaybettikçe içine çeker, bataklığa saplanmışcasına insanın elini kolunu bağlar; şahsiyet ve değerlerin­den taviz üstüne taviz verdirir. Dünya hayatının aldatıcı yönü, insanın aklını ve gönlünü devreden çıkarıp, nefsin istilasına teslim eder. [128]

 

İmtihan Ve Sabır:

 

186. Andolsun ki, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edi­leceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden bir çok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabre­der ve sakınırsanız, bilin ki bu, azimle sarılınacak bir iştir.

Ayetin tarihsel boyutu dikkate alındığında, mal ve canlarla imtihan edil­melerinin ve kitap ehliyle müşriklerden incitici sözler işitmelerinin Uhud sa­vaşı münasebetiyle gerçekleştiği söylenebilir. Zira müslümanlar Uhud sava-şı'nda hem can ve mal kaybına uğramışlar, hem de kitap ehli ile müşrikler­den üzücü sözler işitmişlerdi. Bu durumun bir imtihan olduğunu söyleyen Yüce Allah, imtihanın soru ve cevaplarını bildirmektedir.

1. (Elbette imtihana çekileceksiniz).

Ayetin başındaki J (lam) harfi yemin, sonundaki û (nun) harfi de tekiddir.

Yemin harfi ve tekid edatı ile gelen kelime, zamanın üç boyutunu da kap­sar: imtihana çekildiniz, çekiliyorsunuz ve çekileceksiniz. Bu imtihan ferdî bir imtihan olmaktan ziyade, toplumsal bir imtihan mahiyetindedir. Geçmiş nesiller imtihan edildiği gibi, şimdiki ve gelecekteki nesiller de imtihan edi­leceklerdir.

İmtihanın sorulan, imtihana tâbi tutulan hayat safhasına göre belirlen­mektedir:

2. Mallar ve canlar

Ayette imtihan konulan sabır ve takvadır. Sabır ve takva konusunda imti­han edilirken sorulan sorular mal, can ve işitilen üzücü sözlerdir.

Allah uğrunda verilen canların ve harcanan mallann imtihan sorusu hali­ne getirilmesi, dünya ve ahiret arasındaki değer farkını ortaya çıkarmak ama­cına yöneliktir. Nasıl olsa ölümü tadacak olan canın Allah uğrunda verilme­si çok önemlidir.

Bir önceki ayetle bağlantı kurulduğunda, Hz. Peygamber'i teselli etmenin 186. ayette doruk noktasına ulaştığı görülür. Müslümanların o dönemde kar-şılaştıklan fakirlik, zorluk ve katil, onlann sabır ve takvasını ölçmek içindi. Bu imtihan bir süreçtir. Müslümanlar daima bu tür imtihanlardan geçecektir; bazen galib olup servet elde edecek, bazen de fakirlik çekip mağlub olacak­lardır.

Yüce Allah bu ayetle müslümanlan, mal va can konusundaki imtihana ha­zırlamaktadır.

Bakara/155'de de mal ve can ile imtihan konusu işlenmişti.

3. Üzücü sözler işitecekler

Müslümanlann, müşriklerden ve kitap ehlinden alaycı, kışkırtıcı, moral bozucu sözler işitmeleri de imtihanın başka bir boyutunu teşkil etmektedir.

Kitap ehli ile müşriklerin, müslümanlan kötülemeleri, alay etmeleri, ken­di hayat tarzlanna çekmek için çabalamalan ve bu konuda propaganda yap-malan müslümanlar için incitici ve üzücü faaliyetlerdi. Yüce Allah bunun müslümanlar için bir imtihan olduğunu ifade etmektedir.

Üstün durumda olan müslümanlar için söylenilenler, zamanımızda şekil değiştirmiştir. Zira daha önce kitap ehline ve müşriklere karşı hâkim durumda iken, şimdi bu üstünlüğü kaybetmiş durumdayız. Bu nedenle de siyasî, ekonomik ve bilimsel alanlarda alay konusu olmaya başladık. Ki bu da, bi­zim için bir imtihandır.

Bu gerileme sabır ve sorumluluk bilincimizi arttırmalıdır.

Sabrın artmasından kasdımız, geri kalmışlıktan kurtulmak için gayret ve çalışmanın artmasıdır. Sorumluluk bilincinin (takvanın) artmasından kasdı­mız da, moral bozucu ve üzüntü verici, alaycı sözlerin altında ezilmeden dimdik durarak aklın, bilginin ve ilahî vahyin peşinden koşmaktır. Sabır ve takva'nın ne anlama geldiği Mülk/22'de şöyle beyan edilmektedir:

(Şimdi, yüz üstü sürünerek yürüyen mi (varılacak) yere daha iyi ulaşır; yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi)? [Mülk/22]

Akim, vahyin ve bilimin yolunu takip etmek, sabır ve takva (sorumluluk bilinci) ister. Sabır ve takva silahıyla silahlanan kimseler, -doğru yolda dim­dik yürüyen bir insan gibi- söylenen ve yazılan incitici sözlerin dikenli vadi­sini aşarak hedefine ulaşır. Aklın, vahyin ve bilimin yolunu izlemekte sabır ve takva (sorumluluk bilinci) gösteremeyenler, yüz üstü sürünmeye mah­kumdurlar. Yüce Allah, Yüzüstü sürünen mi; dimdik ayakta yürüyen mi mak­sadına kısa lamada ulaşır?! buyuruyor.

Günümüzde müşriklerin ve kitap ehlinin müslümanlar için yazdıkları ve söyledikleri gönülleri incitiyor; verdikleri üzüntü belleri büküyor. Ama bu yılgınlığa değil, sabra ve takvaya (sorumluluk bilincine) daha sıkı sarılma­mıza sebep olmalıdır. Çünkü bu yol, yolların en doğrusudur. Kafirlerin söy­lediklerinin ve yazdıklarının verdiği üzüntünün kara bulutlarını dağıtmak için mal gerekiyorsa mal, can gerekiyorsa can vermeli; bizi ayağa kaldıra­cak olan akıl, vahiy ve bilgi konusunda sabır ve takvayı asla elden bırakma­malıyız.

Demek ki, başarısızlıkların yeni bir başarının başlangıcı olabilmesi ve bu dönüşümün gerçekleştirilmesi için fedakârlık şarttır. Bu fedakârlık ise can ve mal konusunda bir sabır ve takva işidir. Farklı inanca mensub gruplardan gelen sözlü ve yazılı saldırıların altında kalmamak için de akla, bilgi ve vah­ye satılmak gerekir; çünkü yeniden ayağa kalkmak ancak bunlarla müm­kündür. [129]

 

Antlaşmaya Uymamanın Sonuçları:

 

187. Allah kendilerine kitap verilenlerden bir taahhüt al­mıştı; "Onu insanlara açıklayın ve hiçbir şey gizlemeyin" diye. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu küçük bir ka­zançla değiştirdiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!

1. İki maddelik bir antlaşma

Bakara/63, 83, 84, 93; Maide/7, 13 ayetlerinde olduğu gibi bu ayette de Allah Teala'mn kendilerine kitap verilenlerle iki maddelik bir antlaşma yap­tığı bildirilmektedir. Bir bakıma kitap ehli, ya da kendilerine kitap verilenler, Allah'ın taahhüdünü kabul etmişlerdir. Başka bir ifadeyle, Allah'ın onlardan taahhüd alması, onların taahhüdü kabul ettikleri anlamına gelir.

Buradaki (taahhüt/antlaşma), kendilerine kitap verilenlerin, verilen kitaba iman etmiş olmalarıyla gerçekleşmektedir. Kitaba iman etmek, onun içindeki emirleri kabullenmek anlamına gelir. Böylece kitap, Allah ile o kitaba inananlar arasında bir taahhüd oluşturmaktadır. Aynı şekilde Kur'an'a inananlar ile Allah arasında Kur'an bir misak (antlaşma)dır. Yüce Allah insanların maddî ve manevî problemlerini çözmek için vahiy gönderi­yor ve onlardan bu vahye/kitaba inanmalarını istiyor. İman edince misak/ant-laşma gerçekleşmiş oluyor. Demek ki Kur'an bizimle Allah arasında bir mi-sak/antlaşmadır; dolayısıyla biz -ona iman etmekle- onun içindeki esasları, maddeleri, kuralları, ilkeleri kabullenerek onaylamış, yerine getirmeye söz vermiş olmaktayız.

Kitap verilenler de, Allah'ın vahyine inanmak, onu kabullenmekle onu onaylamış olduklarından Allah ile bir antlaşma yapmış demektirler.

Yüce Allah, kitap ehliyle yapmış olduğu bu antlaşmaya, uyulması gere­ken iki madde koymuştur:

a) Onu insanlara açıklayacaksınız,

b) Onu gizlemeyeceksiniz.

Peki ayette insanlara mutlaka açıklanması ve asla gizlenmemesi istenen o şey nedir? Başka bir ifadeyle, ayetteki (onu) zamiri neyi ifade etmek­tedir?

Hemen hemen bütün müfessirler buradaki hû (onu) zamirinin Hz. Muham-med'e gittiğinde ittifak halindeler. Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed'in geleceği haber verilmiş ve bu kitaplara inananlardan bu haberi insanlara mutlaka açıkla­maları ve asla gizlememeleri istenmiş, onlar da bunu taahhüd etmişlerdi.

Demek ki, ayetteki hu (onu) zamiri Hz. Muhammed'e, onun peygamber­liğine gitmektedir. Bu durumda ayeti 184. ayette yer alan (eğer seni yalancılıkla itham ederlerse) ibaresine bağlayabiliriz. O zaman, kitap ehlinin Hz. Peygamber'i yalancılıkla itham etmeleri, onun peygamber olduğunu in­sanlara mutlaka açıklayacaklarına ve asla gizlemeyeceklerine dair Allah ile yaptıkları antlaşması bozmaları, üzerlerine aldıkları taahhüdü çiğnemeleri anlamına gelir.

Eğer ayetteki hû (onu) zamiri, Hz. Peygamber'e değil de, Kur'an'a gidi­yorsa, o zaman bu ayeti Bakara/159 ve 174 ayetine bağlayabiliriz:

(Bakın, katı­mızdan indirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gös­terdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah, hem de bütün la­net ediciler lanet eder). [Bakara/159]

(Allah'ın kitaptan indirdiği bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu...) [Bakara/174]

Kitap ehli, Hz. Peygamber'in Tevrat ve İncil'deki vasıflarını gizlemekle, Allah'ın indirdiğini gizlemiş oluyorlardı.

Bize göre buradaki hû (onu) zamiri Hz. Peygamber'e gitmektedir. Çünkü Allah Teala daima bir önceki kutsal kitapta sonraki peygamberi müjdelemiş­tir. Bu gelenek Tevrat ve İncil'de de devam etmiş, Hz. Muhammed'in pey­gamber olarak gönderileceği bu kutsal kitaplarda müjdelenmişti. Yüce Allah bunu sadece müjdelemekle yetinmemiş, o kitaplara inananlardan onu insan­lara açıklayacaklarına ve gizlemeyeceklerine dair taahhüt de almıştır.

Peki Allah Teala, kitap ehliyle yaptığı antlaşmada, onu insanlara açıklaya­caklarına ve gizlemeyeceklerine dair neden taahhüd aldı? Genelde insanlar kendi içlerinden çıkmış bir peygambere tepki gösterip inanmazlar. Ama be­nimseyip inandıkları zaman da ona tanrılık payesi vermeye başlarlar; -tıpkı yahudilerin Üzeyr'i, hristiyanlann da Hz. İsa'yı tanrılaştırmaları gibi- sonra kimsenin tanrılaştırdıklan peygamberlerine denk olmasını istemezler. Bir ba­kıma bir dinî egoizim ve bir kültür ırkçılığı yaratırlar.

Kimsenin kendi peygamberlerine denk olamayacağı düşüncesinden hare­ketle, yeni gelen peygambere tepki koymaya kalkarlar. Yeniyi kabulleneme­melerinin ve ona intibak edememelerinin arkasında, kimseyi peygamberleri seviyesinde görmek istememeleri ve peygamberlerini paylaşmaktan kaçın­maları yatmaktadır.

Yüce Allah kitap verilenlerin bu psikolojilerini bildiği ve yahudilerin Hz. İsa'ya tepki gösterip kabullenmemeleri olgusu ortada durduğu için, Hz. Mu-hammed konusunda onlarla iki maddelik bir antlaşma yaptı ve böylece Hz. Muhammed'e inanmayı dinin esası haline getirip garantiye bağladı. Böylece eskiye bağlılıklarının, yeniye inanmalarını engellememesini sağlamayı mu-rad etti. Bu antlaşma, eskinin yeniyi kabullenmesinin ne kadar zor olduğunu ortaya koymaktadır.

2. Gözardı edildi ve satıldı

Nitekim eski, yeninin kabul edilmesine bir kere daha mani oldu:

(Ama onlar bu taahhütlerini kulak ar­kasına attılar ve küçük bir kazançla değiştirdiler. Ne kötü alış-veriş-ti bu).

Ayetin bu kısmında, kitap ehlinin, taahhüt etmelerine rağmen, kitapların­da müjdelenen Hz. Muhammed'i inkar ettikleri, kitaplarında bulunan onun geleceği müjdesini ve vasıflarını gizledikleri; böylece de, yaptıkları antlaş­maya uymayıp, taahhütlerini yerine getirmedikleri beyan edilmektedir.

Kendi peygamberlerine ve kutsal kitaplarına sözde bağlılıkları uğruna, yeni gelen peygamberi (Hz. Muhammed'i) reddettiler. Aslında bu davranışla­rı, kendi kitaplarını ve peygamberlerini de reddetmek anlamına gelmekteydi. Bir bakıma, yeniyi kabullenmemek için eskiyi de inkar ediyorlardı. İşte bu alış-veriş çok kötü bir alış veriştir.

Bu konunun Kur'an'da yer alması bizim için ne ifade etmektedir? Yani, kendilerine kitap verilenlerin, Hz. Muhammed'in peygamberliğini insanlara açıklamayıp gizlemeke Allah'a verdikleri sözü çiğnemelerinin bizi ilgilendi­ren tarafı nedir? Zira, Hz. Muhammed'den sonra bir peygamber gelmeyece­ğine göre, sonraki insanların böyle bir olguyla karşı karşıya kalmaları müm­kün değildir.

Bu ayetin bizi ilgilendiren ve evrensel olan boyutu şudur: Eskiyi inkar et­meden yeniyi kabullenmek, her kültür mensubu için zor olmuş, olmakta ve olacaktır. Eskiyi sorgulayıp işe yaramayanını atıp faydalı olanını geleceğe ta­şıyarak daha iyiyi, daha güzeli ve daha faydalıyı üretmek veya üretileni ka­bullenmek gelişmişliğin işareti olduğu kadar, kültürler ve insanlık için de ha­yatî bir öneme sahiptir. Eskiyi atmadan yeniye intibak, millet ve kültürler için çok zor olmuş ve olmaktadır.

Yahudi ve hristiyanlar Hz. Musa ile Hz. İsa'yı reddetmeden Hz. Muham-med'i kabullenme becerisini gösteremediler. Allah Teala bu olguyu, müslü-manlann ve gelecekteki insanlığın eskiye sut çevirmeden yeniye intibak et­meleri gerektiğini öğretmek için anlatmaktadır. Saban için traktörü reddet­mek ne kadar zararlı ise, bilimin açtığı yeni ufukları reddetmek ve hayata uy­gulamamak veya aklı ve beyni yeni ufuklar açacak şekilde üretime sokma­mak da o kadar zararlı ve tehlikelidir.

Saban, bir nostalji olarak evin bir köşesinde saklanabilir; ama tarlanın traktörle sürülmesi gerekir. Geçmişin kültürünü inkar etmeden geleceğin ufuklarına uçmak için de aklın kanatlarını kullanmak gerekir; ki buna mec­buruz.

İşte Yüce Allah bizim içimizde, aklımızda, beynimizde ve eylemlerimiz­de bu sevdayı, bu tutkuyu uyandırmak için bu ayetteki olguyu anlatmaktadır.

Bu bir beyin, kültür ve hayat alış-verişidir. Eskiyi alıp, yeniyi, daha iyiyi, daha güzeli ve daha faydalıyı bırakmak çok kötü, kötü olduğu kadar da ölüm­cül bir alış-veriştir. Yeniye ve daha faydalı olana sırt dönmek, hayata sırt dön­mek ve bir bakıma intihar etmektir.

Aklı geçmişin dar anlayışına mahkum etmek, akla zincir vurmak, onu ge­leceğin ufuklarına yapacağı yolculuktan alıkoymak, yahudi ve hristiyanlann Hz. Muhammed'i inkar etmeleri kadar tehlikeli ve ölümcüldür. Evet, ne ge-lenin keyfi için geçmişe sövülmeli, ne de geçmişin keyfi için geleceğe sö-vülmelidir. Aksine, her ikisine de dengeli bir şekilde yaklaşılmalıdır, yani peygamberler arasında -kimine inanıp kimini inkar ederek- fark gözetilmemelidir. [130]

 

Yapmadığıyla Övünmek İnsanı Azaba Götürür:

 

188. Sanma ki bu şekilde başardıklarıyla övünen ve yap-madıklarıyla övülmekten hoşlananlar azaptan kurtulabile­cekler. Onlar için elem verici bir azap vardır?

Ayetin analizi yapılırken, ilgili ayetlerle bağlantılarının da kurulması ge­rekir.

1. Kötü davranışlarla övünülmez

Ayetin ilk bölümündeki (bu şekilde başardıklarıyla övünenler) ifadesinde çok ince bir grup psikolojisi analizi yapılmaktadır. Özellikle genç­ler ve bazı yetişkinler yaptıkları yanlış ve kötü davranışlarla övünmek ister­ler. Kimisi hırsızlığıyla, kimisi zinasıyla, kimisi içki alemleriyle, kimisi ku­marda kazanmasıyla, kimisi kabadayılığıyla övünür ve grubunda bir yer

Aslmda bu, iyi davranışlarla kendilerini kanıtlayamayan insanların, bir tür kendilerini kanıtlama yoludur.

Bu ayetten, aynı psikolojinin kendilerine kitap verilenlerde de bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu yorumdan hareketle, ayetin bu kısmını bir önceki ayete [Bakara/187] bağlamak uygun olur. Hz. Peygamber'in peygamberliğini insanlara açıklamak ve onu gizlememek üzere Allah'a verdikleri taahhütü az bir değer karşılığında kulak ardı eden kitap ehli, bu yanlış davranışlarıyla övünmeye başladılar. Böylece de kendilerini azaba sürüklediler. Kitap ehli olarak bir grup psikolojisine sahip bulunduklarından, Allah'ın emrini yerine getirmemekle övünüyorlar. Grup psikolojisi, yaptıkları yanlışı onlara güzel göstermekte ve yanlışı meşru hale getirmektedir. İnsanlara açıklanması gere­keni gizlemek, övünülecek bir davranış olabilir mi, hele bu Allah'ın emri ise?

Yaptığı kötülüklerle övünenlerin münafıklık pisikolojisi içerisinde olduk­larından hareketle, ayetin bu kısmıyla Âl-i İmran/167-168 ayetleri arasında bir bağlantı kurabiliriz:

(Evlerinde) oturup da kardeşleri hakkında: "Bi­ze uysalardı öldürülmezlerdi" dediler). [Âl-i İmran/168]

Savaşa gitmemek için sahte mazeretler uydurmak övünülecek bir davra­nış değildir. Hz. Peygamber'i ve müslümanlan kandınp savaştan kurtulmak­la övünmek, azabı davet etmekten başka birşey değildir.

2. Kişi yapmadığı şeyle övülmek istememelidir

Ayetin ikinci kısmında, yapmadığı ile övülmek isteyenler ele alınmaktadır: (Yapmadıklarıyla övülmek isteyenler...)

Toplumda bazı insanlar, yapmadığı bir işten, kendisine ait olmayan bir başarıdan dolayı ödül almak isterler. Bu gibiler hiç bir yere başarılarıyla gelmezler; başkalarının başarılarım kendilerine mal ederek ödüle konmak isterler.

Bu psikoloji; üniversiteyi, siyaseti ve iş hayatını tahrib etmekte, çürüt­mekte ve geri bırakmaktadır. Yapmadığını yapmış, azı çok, kötüyü iyi gibi gösterip birilerinin gözüne girmeye çalışmak, yağ çekmek akademik çalış­maları yozlaştırmıştır. Yapmadığını yapmış gibi gösterip halkın desteğini al­maya çalışan siyasiler, siyaseti zehirlemektedirler. Böylelerinin hayatın çeşit­li alanlarında ilerleyip yükselmesi, el üstünde tutulması, toplumların istikba­lini karanlığa gömer.

3. Azaptan kurtulamazlar

(Sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır. Onlar için elem verici bir azap vardır).

Yüce Allah bu insanların, tahribatını ifşa ederek, onlardan sakınılmasını istemektedir. Yaptığı kötülüklerle övünenlerin, yapmadıklanyla övülmek is­teyenlerin cezadan kurtulması mümkün değildir.

Ayetin ikinci bölümünün mefhum-ı muhalifini dikkate alırsak, hayatın her alanında geçerli olan bir ilkeye ulaşırız: Yapılmayan bir işle övülmeyi iste­mek çirkindir; fakat, yapılan bir işten, gösterilen bir basandan dolayı övül­meyi istemek doğaldır. Ki, başarılı insanları övmek, ödüllendirmek, yeni ba­sanlara sebep olur.

İş hayatında, akademik araştırmalarda, eğitimde başanlı olanlar ödüllen-dirilmeli, en azından övülmelidirler. Bazen bir söz bile ödül yerine geçer. Ba­şanlı olanlan ödüllendirmek, Allah'ın sünnetidir. Allah Teala iman edip iyi amel yapanları ödüllendirmektedir. Bu, insanlan daha başanlı işler için mo­tive eder.

Başanlı olanlar yerine yalakalar, sahtekârlar ödüllendirilirse, toplumların çileden, bela ve azaptan kurtulması mümkün olmaz. Övgü ve ödülün hake-dene verilmemesi, cehennemin yoluna koyulmak demektir. [131]

 

Hükümranlık Allah'a Aittir:

 

189. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın herşeye gücü yeter.

Ayette geçen oi (mülk) kelimesini, Fatiha/4'de geniş bir şekilde açıkla­mıştık. Mülk kelimesi bu ayette, hükümranlık anlamındadır. Fatiha/4'deki mâliklik (hükümranlık) din günüyle alakalı iken, bu ayetteki mülk (hüküm­ranlık), gökler ve yer ile alakalıdır. Bu iki ayetteki hükümranlık da, hem fi­zikî alemi, hem de ahiret alemini kapsamaktadır.

Mutlak hükümranlığın kime ait olduğuna işaret eden bu ayet, -zımnen de olsa- izafî hükümranlık kavramına da işaret etmektedir. Sonsuz olan, asla devredilemeyen ve devralmaya teşebbüs edilemeyen hükümranlığa, mutlak hükümranlık diyoruz. Beşerî alemdeki hükümranlık ise mutlak değil, izafî­dir; çünkü elden ele intikal eden ve son bulan bir özelliğe sahiptir.

Yüce Allah kendisi ile yarattığı kainat arasında idarî bakımdan nasıl bir ilişki olduğunu açıklayarak kudretinin sonsuzluğunu vurgulamaktadır.

Yaratıcının, mutlak hükümranlığı, fizikî alemde fizikî kanunlarla; beşerî alemde ise vahiy ve ilhamla gerçekleşmektedir.

Allah Teala, mutlak hükümranlığın kendisine ait olduğunu belirtmek su­retiyle insanlardan, zımnen bu hükümranlığa karşı asi olmamalarını istemek­tedir. Bu ayetle 187. ayet arasında bağlantı kurduğumuzda diyebiliriz ki, Al­lah'a verilen sözün tutulmaması, yapılan antlaşmanın bozulması bir isyandır. Mutlak hükümranlığa sahip olan Allah ile yapılan antlaşmaya riayet etmeme­nin sonucu, korkunç bir azaba duçar olmaktır.

Aynı ayetle 190. ayet arasında bağlantı kurduğumuzda ise şöyle diyebili­riz, Allah Teala, kainat kanunları üzerinde düşünülmesini ve oradan ilahî kudrete ulaşılmasını istemektedir. Onun için ayetin sonunda, Allah'ın herşe-ye gücünün yettiği ifade edilmektedir. Böylece Allah'ın hükümranlığı ve sı­nırsız gücü ile kainat arasında bir bağlantı kurulmakta; güç, hükümranlık ve mahlukat arasındaki ilişki insanın önüne konmaktadır. [132]

 

Kainatın Kanunlarının İşleyişi:

 

190. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten alınacak dersler vardır.

1. Kainat kitabı açılıyor

Göklerin ve yerin yaratılışı, insanı aciz bırakan ve imana sevkeden bir özelliğe sahiptir. Onun için peygamberlere gelen vahyin başlangıç konusu yaratılış olmuştur. Kainat kitabının okunup öğrenilmesi gereken ilk konusu yaratılıştır. Nitekim Hz. Peygamber'e Hira mağarası'nda gelen ilk vahyin ilk emrinde -ilk okuması gereken konunun "yaratılış konusu" olduğu bildirile­rek- vji (ıkra=öku) buyurulmaktadır:

(Oku, yaratan Rabbinin adına, insanı bir yu­murta hücresinden yaratan). [Alak/1-2]

Genel anlamda Allah'ın yaratıcılığı, özel anlamda ise insanı yaratması ko­nusu ile öğrenime başlamak ilahî bir emirdir. Allah'ın yaratıcı sıfatından ha­reket ederek iman kapısından içeri girmek, bir daha oradan çıkmama bilinci­ni kazandırır. Yaratma olgusundan hareket edildiğinde, eserden müessire (ya­ratılandan yaratana) ulaşmada hem zihin, hem de gönül birlikte rol almış olur ki bu, imanın yakîne ermesini temin eder.

Kainat kitabının bu ayette ele alınan diğer bir konusu da gece ile gündü­zün birbiri ardınca gelmesidir. Zaman kavramı ve zamanı meydana getiren gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, peşinden dünyanın güneş etrafında ve kendi etrafında dönmesini getirir.

Bu ayette, hem genel anlamda yaratma, hem de gece ile gündüzün yara­tılma olgusuna dikkat çekilmekte ve bu oluşumun ayrıntılarının araştırılıp öğrenilmesi istenmektedir.

Bakara/l 64'de göklerin ve yerin yaratılışına, gece ile gündüzün birbiri ar­dından gelmesine, gemilerin denizde yüzmesine, yeryüzüne hayat veren yağ­murun gökten inmesine, hayvanların yeryüzüne dağılmasına, rüzgarların oluşmasına dikkat çekilmiş; yaratılışın gök ve yerle ilgili kanunları insanın önüne konmuştu. Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/190'da bunla­rın ilk ikisi açılmaktadır.

2. Akıl harekete geçirilmelidir

Yüce Allah kainat kitabım aklın önüne koymakta ve ona ders vermekte­dir. (Düşünüp akıllarım kullananlar için dersler vardır) [Baka­ra/164] ayetinde (akıt) kelimesi fiil halinde kullanılmış ve böylece aklın düşünce boyutu harekete geçirilmek istenmiştir.

(Bunda selim akıl sahipleri için dersler vardır) [Âl-i İmran/190] ayetinde ise şi (lübb=se\im akıl) denilmektedir. "Selim akıl" dediğimiz lübb, meselelerin özüne inen ve özü keşfeden bir yapıya sahiptir.

Her iki ayette de Yüce Allah kainat kitabının akılla okunmasını, araştırıl­masını ve üzerinde düşünülmesini istemektedir. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah kainattaki kanunların bir kısmını insan aklına soru olarak yöneltmekte ve cevabını istemektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette iki soru; Bakara/164'de ise altı soru sormaktadır.

Bunlarla, insanın, kainatın kanunlarını öğrenmesi ve bu bilgiden hareket­le yaratıcıya ulaşması hedeflenmektedir. Aklın, fizikî kanunlardan hareketle yaratıcısına ulaşması, ilahî öğretinin amacına ulaşması demektir. Tabiat ka­nunlarındaki ahenkli işleyiş bizi, kainattaki nizama, kainattaki nizam da ila­hî kudrete götürmektedir.

Yüce Allah bu ve benzeri ayetlerle, Kur'an üniversitesinin programına astronomi dersini koymaktadır. Kur'an'm ve kainat kitabının sahibi Allah ol­duğuna göre, her iki kitabı da araştırıp incelemek aynı derecede öneme sa­hiptir.

Böyle bir nizamı yaratan sınırsız kudretin karşısında ne yapılması gerek­tiği ise sonraki ayetlerde bildirilmektedir.[133]

 

Akılla Bütünleşen Gözlem Doğru Bilgiye Ulaştırır:

 

191. Selim akıl sahipleri, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle der­ler): "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!

192. "Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyar­san, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcı­ları yoktur.

193. "Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, 'Rabbinize inanın!' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ru­humuzu iyilerle beraber al!

194. "Ey Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla va-adettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil et­me; şüphesiz sen vaadinden caymazsın".

190. ayette, selim akıl sahiplerinin (konuların, meselelerin özüne inebi­lenlerin) önüne yaratılış olgusu ile zaman meselesi soru olarak konmuş; bun­ların cevabını bularak varlığın bilgisine ulaşıp Allah'ın kudretini anlamaları istenmişti.

Aklını bu konular üzerine yoğunlaştmp kainatın esrarengiz yapısını anla­maya çalışan selim akıl sahiplerinin, hangi sonuca ulaştıklarına ve bu sonuç neticesinde gönüllerinde hangi oluşumların oluştuğuna daha sonraki ayetler­de değinilmektedir.

1. Allah'ı düşünmek

Kainatın yaratılışı ve zaman mefhumu üzerinde aklını yoran ve onlardan dersler çıkartan selim akıl sahibinin yapacağı ilk şey Allah'ı anmak/hatırla­maktır. Ki bu anış/hatırlayış (zikr), onun her anını kapsar: ayaktayken, otu­rurken ve yatarken Allah'ı zikretmekten kendini alamaz.

Yüce Allah'ın önüne koyduğu bu sorulan cevaplandıran kişi, varlığın ger­çek bilgisine, oradan da Allah'ın kudretine ulaşmakta ve bu, onun gönlünü her an meşgul etmektedir. Bu zikr (anma/hatırlama), bazı kelime ve cümle­leri tekrar etmek değil; her daim Allah'ı hatırda tutmaktır.

Bir bakıma selim akıl sahipleri varlık bilgisiyle beyinlerini, zikirle de gö­nüllerini tatmin etmektedirler. Bunların gönülleri bir uydu gibi, zikir yörün­gesine oturmuş, süreli o yörüngede dönmektedir; ayakta olması, oturması ve yatması buna mani değildir.

2. Gökler ve yer hakkında düşünmek

Selim akıl sahiplerinin ikinci eylemi, kainat hakkında düşünmektir. Gönül zikrederken, beyin düşünme faaliyetini kainat üzerinde sürdürmektedir. Gö­nül zikirle tatmine ulaşırken, beyin/akıl da tefekkürle doyuma ulaşmaktadır. Artık bu doyum noktasında, akıl gönül, gönül de akıl olmaktadır. Sanki akıl zikrediyor, gönül de tefekkür ediyor. İki farklı eylem, tek eylem haline dönü­şüyor.

İşte bu iki eylemi yapan akla, lübb denmektedir. Hac suresinde kalbin dü­şünmesinden bahsedilmektedir:

(Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira do-laşsalardı elbette düşünecek kalpleri olurdu). [Hac/46]

Ayetteki (elbette düşünecek kalpleri olurdu) ifadesinde dü­şünmek, kalbin eylemi olarak gösterilmektedir.

Âl-i İmran/191'de (zikir) ve (tefekkür) aklın eylemi olarak tak­dim edilmektedir. Aklın Allah'a uzanan kanalına zikir, kainata uzanan kana­lına da tefekkür denmektedir. Selim aklın Allah'ı zikredip kainat üzerinde dü­şünmesi neticesinde varacağı nokta ayetin devamında gösterilmektedir.

3. Dua

a) Aklın bu eylemleri neticesinde Allah'ın kudreti karşısında acziyetini farkeden insan, ilahî yaratmanın eseri olan kainat hakkında şu değerlendir­meyi yapmaktadır:

(Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın). Gökler ve yer hakkında düşünmek, varlığın iki bilinenli bilgisine ulaştırır. Akıl varlığın bilgisi ile tanışınca, şu neticeye ulaşmaktadır: Kainat boşuna yaratılmamıştır. Varlık bilgisi aklı, varlıkların hak olduğu, batıl olmadığı sonucuna götürmektedir. Ayetin bu kısmındaki. (hazâ) kelimesi, burada varlıkları ifade eden bir zamir olarak 'bunlar' demektir.

Varlıkların batıl olmadığı neticesine ulaşmak, iki bilinenli bir denklemle gerçekleşmektedir. Göklerin bilgisi ile yerin bilgisi iki bilinendir. Bu iki bili­nenden bir bilinmeyeni ortaya çıkarıp bilinen haline getirmek düşüncenin eseridir.

Ayetin bu kısmındaki (bâtıl) kavramı, amaçsız, boşuna manasına ge­lir. Yine batıl kelimesinin, eksik, aksak, defolu, işe yaramayan, düzensiz, sa­kat, uyumsuz manaları da bulunmaktadır.

Rahman'ın yaratışında, yani kainatta bir batıllığın olmadığını ifade eden başka ayetler de vardır:

(Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O'dur. Rahman'ın yaratışında hiçbir aksaklık göre­mezsin. Gözünü bir kez daha çevir, hiç kusur görüyor musun)? [Mülk/3]

(Üstünüze sağlam yedi (gök) inşa ettik). [Nebe/12]

Batıl, aksak olan ve sağlam olmayan şeydir; aksak olmayan, sağlam ve uyum içinde olan bâtıl değildir. Bunu anlayan selim akıl sahipleri Allah'ın kainatı boş yere yaratmadığını, O'nun yaratmasında herhangi bir aksaklık bu­lunmadığını, tam tersine bir uyum ve mükemmellik olduğunu itiraf ederler.

Yüce Allah Sad/27'de göğü ve yeri boşuna yaratmadığını ifade etmekte, selim akıl sahiplerinin de bu neticeye ulaşacaklarını beyan etmektedir:

(Göğü, yeri ve ikisi arasındaki-leri biz boş yere yaratmadık. Bu inkar edenlerin zanmdır. Vay o in­kar edenlerin ateşteki haline). [Sad/27]

Ancak kafirlerin, kainatın boşuna yaratıldığını zannettiklerine işaret eden Yüce Allah, aklın hakikate açık olduğunu vurgulamaktadır. Aklını işletmeyip de hakikati inkar edenlerin varacağı yer ise cehennemdir.

Duhan/38'den hareketle bâtıl kavramına, oyun anlamı verilebilir:

(Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanla­rı, oyun olsun diye yaratmadık). [Duhan/38]

Bir sonraki ayette, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışı hak­kında şöyle buyurulmaktadır:

(Bunların hiçbirini hakikatten yoksun yartmış değiliz, ama çoğu bunu anlamaz). [Duhan/39]

38. ayette oyun, 39. ayette ise onun karşıtı olan (hak) kavramı kulla­nılmaktadır.

Batıl kelimesine abes manası da verilebilir. Mü'minûn/115 ayeti şöyledir:

(Sizi boş ve anlamsız bir oyun için yarattığımı­zı ve bize dönmek zorunda olmadığınızı mı sanıyorsunuz)? [Mü'minûn/115]

İnsanların boş ve anlamsız yaratılmaması, abes (bâtıl) olarak yaratılma­ması demektir.

Bu açıklamalardan sonra şunu söyleyebiliriz: İnsan aklı kainat kitabını okumaya başlaymca ve ondaki varlık bilgisine ulaşınca, göreceği ilk şey on­daki düzen, ahenk, uyum ve mükemmelliktir. Bundan çıkaracağı netice de kainatın boşuna yaratılmadığıdır.

b. (Seni teşbih ederiz).

Mükemmel, ahenkli, düzenli bir şekilde çalışan kainatı yaratan Yüce Al­lah, noksan sıfatlardan uzak tutulmalıdır. Allah'ı teşbih etmek, O'nu noksan sıfatlardan uzak tutmak, tenzih etmektir.

Akıl varlıklar alemindeki düzenle karşılaşınca, Allah'ı teşbih etmeye (noksan sıfatlardan uzak tutmaya) başlıyor. Demek ki teşbih, selim akıl sa­hiplerinin ibadetidir.

c. (Bizi cehennem azabından koru).

Mülk/10 ayetine göre aklı kullanmamak insanı cehenneme götürür. Aklı­nı kullanan insan cehennem yaranı olmaz.

Yorumunu yapmakta olduğumuz bu ayetteki (Bizi cehennem aza­bından koru) ibaresi, 190. ayetin sonunda yer alan selim akla. bağlandığında ibareye, "Aklımızı kullanmayı bize nasib edip cehennem ateşinden bizi ko­ru" manası verilebilir.

Allah'ı zikreden, kainat kitabını öğrenen, ondaki muhteşem nizamı görüp boş yere yaratılmadığını anlayıp Allah'ı teşbih eden insanın cehennemden korunmak için dua etme hakkına sahip olacağı bir gerçektir. Selim akıl sahip­leri, cehennem azabından korunmalarını talep etmeden önce yapılması gere­ken şeyleri yapmışlardır. Çünkü, aklın gerektirdiği şeyleri yerine getirmeden azaptan korunma talebinde bulunmanın abes olduğunun farkındadırlar.

d) Cehenneme giren rüsvay olur

192. ayette selim akıl sahiplerinin başka bir duası yer almaktadır:

(Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi ce­henneme sokarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yar­dımcıları yoktur). [Âl-i İmran/192]

Bu ayette yer alan zalim kavramının içi, ne ile doldurulabilir? Kafirlerin tümü zalimdir [Bakara/254]; müşriklerin tümü zalimdir [Lokman/13]; çünkü şirk büyük bir zulümdür.

Yorumunu yapmakta olduğumuz 192. ayetteki zalimlerin, -190 ve 191. ayetlerden hareketle- "aklını kullanmayanlar" olduğunu söyleyebiliriz. Ka­inat kitabını okumayan, aklını varlıkların bilgisini elde etmek için kullanma­yan, Allah'ı zikretmeyen, kainattaki mükemmelliği ve uyumu görüp Allah'ı teşbih etmeyen ve Allah'ın kudreti karşısında aczini itiraf etmeyen kimse za­limdir. Çünkü ruhunu alçaltmış ve zelil kılmıştır.

İşte bu tip insan Yüce Allah'a, "Beni cehenneme koy ve beni zelil kıl" de­miş olmaktadır. Yüce Allah da onu cehenneme koyacak ve zelil kılacaktır. Bu gibilerin -aklını kullanmayarak zulmettikleri için- yardımcıları da olmaya­caktır.

Selim akıl sahipleri, cehenneme girip zelil olmak istemezler. Çünkü bilir­ler ki aklını kullanmayanlar, kendilerini yardımdan mahrum kılan bir zulüm işlemektedirler. Buna karşılık selim akıl sahipleri ise, bu durumdan kurtul­mak ve akıllarını kullanmak için dua edip Allah'tan yardım istemektedirler.

Aklını kullanmamanın sebep olacağı ruhsal alçalışı, ahirette cehennem azabına ve rüsvaylığa dönüşeceği gerçeğini farkeden selim akıl sahipleri, ak­lı işletmenin bu dünyada şeref getirdiği gibi, öteki dünyada da cennet getire­ceğini bilirler.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, aklı kullanmak, ilahî yardımı celbe-der. Aklı kullanmanın (tefükkürün) en büyük faydalarından biri de ilahî yar­dımı celbetmesidir. Aklı kullanmamak ise ilahî yardımı engeller.

Öyleyse eğitimcilere düşen vazife, insana aklı kullanmayı öğretmektir. Ancak o zaman insanlar, başkasını taklide sapmadan kendi aklıyla düşünüp karar verebilirler.

İnsanlara tabiat bilimlerini öğretmek, o bilgilerden hareketle Allah'ın mut­lak hükümranlığını anlamalarını, O'nu zikretmelerini, teşbih etmelerini O'nun yaratmasında abes olmadığını idrak etmelerini ve neticede acziyetleri-ni itiraf ederek Allah'a yakarmalarını sağlamak, eğitim faaliyetinin en önem­li görevlerindendir. Zaten Yüce Allah, bu ayetleriyle bir eğitim yapmakta ve beşerî eğitime ufuk kazandırmaktadır.

e) İman etmek ve af dilemek

193. ayette selim akıl sahipleri şöyle dua ediyorlar:

(Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, 'Rabbi-nize inanın' diye imana çağıran bir davetçiyi işittik).

Duanın bu kısmında selim akıl sahiplerinin bir itirafı; imana çağıran bir davetçiyi işittikleri itirafı yer almaktadır. Bu itiraftan anlaşılıyor ki, selim akıl sahiplerinin duyu organları (kulakları) işlevini tam olarak yerine getirmekte­dir. Öyleyse, selim akıl, duyu organının (kulakların) işlevini yerine getirme­sini de temin etmektedir.

Davetçinin "Rabbinize iman edin" çağrısını işitmeleri, çağnyı anlamaları manasına gelmektedir.

Selim akıl sahibi; bağnazlığa, inada ve faydasız bilgilere itibar etmeyece­ği için, davet edilen şeyin ne olduğunu anlamaktadır. Davetçinin davetini duymak ve anlamak yeterli değildir; gereğini de yerine getirmek gerekir; çünkü gerçek işitme ve anlama o zaman tamamlanır.

(âminû bi-rabbikum=rabbmize iman edin) çağrısı, hemen yankı buluyor ve selim akıl sahipleri (fe âmennâ=hemen iman ettik) diyorlar. Dinleyip anlamanın ardından iman etmeleri, imandaki bilinçlerini ifade et­mektedir.

Ayetin bu kısmında, iman konusunda da bir davetçinin/eğiticinin bulun­masının önemi vurgulanmaktadır. Çünkü inanç duygusu, rehber olmadığında farklı ve sahte alanlara kayabilir. İmanı doğru yola yönlendirecek bir eğitim­cinin olması zorunludur.

Dikkat edilirse, selim akıl sahipleri daveti duyar duymaz hemen gereğini yerine getirmişlerdir. Çünkü onlar kainattaki varlıkların bilgisine ve Allah mefhumuna sahiptiler.

İman sahibi bir kimse, her an hataya düşme ihtimali bulunduğu bilincini de kazanmaktadır. Çünkü selim akıl, insanı kendisini özeleştiriye tâbi tutmaya yöneltir. Selim aklın, insanın kendine dönmesini ve yaptıklarını muhasebe et­mesini temin ettiği şu sözlerden anlaşılmaktadır: (Günahlarımızdan ötürü bizi affet ve kötülüklerimizi sil ve gerçek erdem sahip­leri olarak canımızı al).

Selim akıl sahibi insan, günahsız olduğunu iddia etmez. Hata yapma ve günah işleme ihtimali bulunduğunu asla hatırından çıkarmaz; dolayısıyla da daima af diler. Demek ki selim akıl, kişiye af dileme erdemini kazandırmak­tadır. Hatasını kabul edip özür dilemek, aklın gereğidir.

Ayetin ilk bölümü ile bu bölüm arasındaki bağlantı şudur: İman etmekle insan af dileme yetkisini elde etmiş oluyor. İman etmeyen insanın af dileme yetkisi yoktur; af dilese bile kabul edilmez. İman etmek, af dilemenin olmaz­sa olmazını teşkil etmektedir.

193. ayetteki dua, ebrar (erdem sahipleri) ile birlikte olma talebiyle sona ermektedir. [134]

 

Vefa Kelimesinin Manaları:

 

Ayetin son bölününde yer alan (vefa) kelimesi, çeşitli kalıplarıyla şu manalara gelmektedir: Ahdine vefa göstermek [Necm/37]; hesabını eksiksiz görmek [Nur/39]; ödemek [Hud/15]; ölçmek [Yusuf/59]; yerine getirmek [Hac/29]; sadık kalmak [Maide/1]; alıp götürmek [Nisa/15]; hakkını istemek [Mutaffifin/2]; ölmek [Bakara/234]; canını almak [Nisa/97]; vefat ettirmek [Âl-i İmran/55].

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette ise, meal sahiplerinin çoğu keli­meye 'öldürmek' anlamını vermişlerdir. Bize göre ise burada 'yaşatmak' an­lamı daha uygun düşmektedir. Kavramın geniş izahı için, Âl-i İmran/55 aye­tinin tefsirine bakılabilir.

O zaman ayetin bu kısmına (ve bizi gerçek erdem sahipleri ile be­raber yaşat) anlamını vermek daha uygun olur. Kelimenin, can almak/vefat ettirmek anlamı hakkında Razi, Keffal'den şu açıklamayı nakletmektedir:

Onların canlarının ebrar ile birlikte alınması, kıyamet günü o ebrann merte­besinde olabilmeleri için, aynı amelleri yapmış olarak ölmeleridir.[135] Veya bundan murad şudur:

Onların, ebrann (iyi kimselerin) taraftarları ve peşinden gidenler içinde yer al­malarıdır.[136]

Bize göre bu zorlama yorum, kelimeye 'öldürmek' manası vermekten kaynaklanmaktadır. Kelimeye 'yaşatmak' manası verilseydi, böyle zorlama yorumlara lüzum kalmazdı. Zira, iyilerle beraber ölmenin bir faydası yoktur; faydalı olan, onlarla beraber yaşamaktır. Kelimeye 'yaşatmak' manası veri­lerek ibare, "Bizi iyilerle beraber yaşat" manasına alındığında, dünya haya­tında grubun fert üzerinde -eğitim ve ahlâk bakımından- büyük etkisi bulun­duğuna işaret edilmiş olur.

O zaman Tevbe/119'daki ilahî emrin göz önünde tutulmasının zorunlulu­ğu ortaya çıkar:

(Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğru­larla beraber olun). [Tevbe/119]

Allah Teala, doğru insanların oluşturduğu grup içinde olmayı emrettiğine göre, yorumunu yaptığımız Âl-i İmran/193'deki ibarede de selim akıl sahip­lerinin, iyilerle beraber yaşama talebinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Ca­nın iyilerle beraber alınması için, iyilerle beraber yaşamak gerekir.

Demek ki ferdin tek başına, bütün erdemlere sahip olması mümkün değil­dir. Erdemler, ancak iyi bir toplum içinde kazanılır. Selim akıl sahipleri bunun farkında olduklarından, iyilerle beraber yaşama talebinde bulunmuşlardır.

194. ayette selim akıl sahiplerinin dualarının başka bir boyutu ele alın­maktadır:

(Ey Rabbimiz! Peygamberle­rinle vaadettiklerini bize bahşet ve kıyamet günü bizi mahcup etme! Şüphesiz, sen sözünden asla caymazsın)!

Yüce Allah, iman eden, tefekkür eden, aklını kullanan, kainat kitabını okuyan, Allah'ı zikreden, Allah'ı teşbih eden ve erdemli olan insanlara pey­gamberler vasıtasıyla bazı ödüller vaadettiğinden, selim akıl sahipleri de bu ödülleri talep ediyorlar.

Bu ayette yer alan (Peygamberlerinle bizim için vaadettiğin şeyleri bize ver) ifadesine farklı bir açıdan bakarak diyebiliriz ki: Peygam­berler vasıtasıyla vaadedilen şey, ödülden ziyade erdemdir. Öyleyse, selim akıl sahipleri, vahiyle bildirilen erdemlere sahip olmaları için Allah'a dua et­mektedirler. Bir fert veya grubun Allah'ın yardımı olmaksızın bütün erdem­leri elde etmesi imkansızdır. Selim akıl sahibi insan bu gerçeği bildiği için böyle dua etmektedir.

Selim akıl sahipleri, Allah Teala'dan erdemli insanlarla beraber yaşamayı istedikleri gibi, erdemleri elde etmek için de O'nun yardımını dilemektedirler.

Allah'ın peygamberler vasıtasıyla insanlara vaadettiği ödüller konusunda akla pek çok şey gelmektedir. Dünyadaki hayat için genel bir ad koyacak olursak buna mutluluk diyebiliriz. Çünkü mutluluk, pek çok ödül ile örül­müştür. Hasılı Allah Teala peygamberleri vasıtasıyla insanlara, dünyada sa­adet veren ne varsa vaadetmiştir.

Ama bu vaadi özelleştirecek olursak, kendi uğrunda savaşanlara yardım edeceği konusundaki verdiği sözdür diyebiliriz. Bu ayetlerden önceki ayetler­de ele alınan Uhud savaşı'nı dikkate alırsak, vardığımız bu netice uzak görül­memektedir. Nitekim, savaşta zaferi elde etmek de saadetin bir parçasıdır.

Ayette bir tek peygamber değil, peygamberler ifadesi yer almaktadır. De­mek ki Allah Teala, bütün peygamberleri vasıtasıyla kullarına ortak vaadler-de bulunmuştur. İşte selim akıl sahipleri de bu vaadlerin yerine getirilmesini istemektedirler. Buradan hareketle, istenen şeyin ahiretteki ödül olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kulların ortak olduğu ödüller, Allah'ın rızası ve cennet­tir; yani ahiret saadetidir.

(Bizi kıyamet günü mahcup etme) diye dua eden selim akıl sa­hiplerinin, mahşerde mahcup olacak kimselerin bulunacağı bilgisine sahip oldukları da anlaşılmaktadır. Yanlış davranışların neticesinde dünyada mah­cubiyet (rezil-rüsvay olma) sözkonusu olduğu gibi, kıyamet gününde de re-zil-rüsvay olma sözkonusudur.

Bu ifadeden şu genellemeye varabiliriz: Selim akıl sahiplerinin en önem­li özelliklerinden biri, kendi amellerine güvenmemeleridir. "Ben kulluğun bütün gereklerini yerine getirdim ve getiriyorum" diyen kimse, böyle bir ya­karışta bulunmaz. Çünkü o, kıyamet günü mahcup olmayacağına inanmakta­dır. Bu düşünce, gerçekten çok tehlikelidir. Çünkü ümit ve korku dengesini bozmaktadır; zira mü'minin yaptığı amellere güvenmemesi, daima korku ve ümit içinde bulunması gerekir. Amellerinin Allah katında makbul olduğu ko­nusunda kesin bir yargı içinde olmak kesinlikle doğru değildir.

Selim akıl sahiplerinin dualarını, sdili&ijjŞ (Şüphesiz sen vaadinden caymazsın) diye bitirmeleri, onların iyi bir din eğitimi aldıklarını göstermek­te ve bize de, Allah'a nasıl dua edilmesi gerektiğini öğretmektedir.

Vaadinden caymamak, Allah'ın ahlâkıdır. Öyleyse, Allah'ın ahlâkı ile ah-lâklanan insanlar da vaadinden caymamahdırlar. Şüphesiz sen vaadinden caymazsın ifadesiyle, vaadinde durmanın önemi vurgulanmaktadır.

Netice olarak, 190-194 ayetleri arasında selim akıl sahiplerinin özellikle­ri zikredilmektedir. Buna göre selim akıl sahipleri, tabiat kitabını okuyan, onun üzerinde düşünerek ondaki kanunları deşifre edip kainatın boşuna ya­ratılmadığı fikrine ulaşan, Allah'ın hükümranlığını anlayan, O'nu zikreden, O'nu teşbih eden ve O'na dua eden kimselerdir. Çünkü bunlar, dua etmeye­nin Allah katında değerinin bulunmadığını [Furkan/77] biliyorlardı.

Öte yandan Yüce Allah, selim akıl sahiplerinin duasını bildirmek suretiy­le nasıl dua edeceğimizi, duada neler isteyeceğimizi öğretmektedir. [137]

 

Selim Akıl Sahiplerinin Duası Kabul Edildi:

 

195. Bunun üzerine Rableri, onların dualarını kabul etti. (Dedi ki): "Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbi-rinizdensiniz- (benim yolumda) çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler, andolsun, ben de on­ların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmak­lar akan cennetlere koyacağım. Bu ödül Allah tarafından-dır. Zira mükafaatların en güzeli, Allah katında olanıdır".

Allah Teala, selim akıl sahiplerinin dualarını kabul ettiği gibi, iyi amel iş­leyen erkek ve kadınların dualarını da kabul edeceğini beyan etmektedir.

(Hepiniz birbirinizdensiniz), yani birbirinizin devamısınız; siz, se­lim akıl sahiplerinin devamı olan bir nesilsiniz. Bu durum, sadece Hz. Pey­gamber zamanında yaşayan müslümanlar için geçerli değildir; zira Hz. Pey­gamber döneminde yaşayan müslümanlar önceki dönemlerde yaşayıp da ak­lını kullanan erdemli kişilerin bir devamı olduğu gibi, şu anda yaşayan ve ge­lecekte yaşayacak olan müslüman nesiller de onların devamıdır.

Hangi asırda yaşarsa yaşasın selim akıl sahibi ve sağlam imana sahip olan insanlar birbirinin devamı durumundadır; yani onların söz ve davranışları birbirinin devamıdır. Evrensel değerleri hayata geçiren nesiller, ayrı çağlarda yaşasalar bile birbirlerinin devamı olacaklardır.

Ayetin bu kısmını, daha önceki kısımda geçen {erkek) ve {kadın) kavramlarının ışığında değerlendirirsek, erkek ile kadının Allah nazarında eşit olduklarına, birbirinden farklı olmadıklarına işaret edildiğini söyleyebi­liriz. Yüce Allah bunlardan hiç birinin amelini, gayret ve emeğini zayi etme­yeceğini ifade etmektedir.

194. ayette selim akıl sahiplerinin Allah'tan, peygamberleri vasıtasıyla vaadettiğinin kendilerine verilmesini istediklerini görmüştük. Bu ayette (195. ayet) ise onların isteklerinin kabul edildiği, herkesin amelinin karşılı ğının ödeneceği söylenmekte; geçmiş peygamberlerin ümmetleri için ge­çerli olan bu durumun Hz. Muhammed'in ümmeti için de geçerli olduğu vurgulanmaktadır.

Gerek günah işlemek, gerekse iyilik yapmak konusunda nesiller birbirine benzerler. Günah ve iyilikler her çağda neredeyse aynilik gösterirler. İnsanla­rın veya nesillerin günah ve iyilikle ilişkisi hemen hemen her çağda aynıdır.

Yüce Allah ayetin devamında, nesilleri birbirine bağlayan amellerden mi­saller vermektedir:

1. Hicret etmek

Peygamberler tarihine bakıldığında görülür ki, neredeyse her peygamber hicret etmiş veya hicret etmek zorunda bırakılmıştır. Bu amel konusunda da nesiller arasında bir benzerlik vardır. Kötülükten ve kötülerden uzaklaşmak için malını ve çocuklarını bırakarak yurdunu terkedip hicret etmek çok zor­dur; ancak zorluğu nisbetinde de Allah katında makbuldür.

Hele bu hicret; iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı yaymak veya öğretmek için ise, daha da değerlidir. İyiliği yaymak için kötülükten ve kötülerden uzakla­şıp hicret etmek kadar erdemli bir eylem çok az bulunur.

Bu ayetin bir benzeri olan Bakara/218'in tefsirinde hicretin ne anlama gel­diğini açıklamıştık. [138]

 

Hicret Kelimesinin Manası:

 

Kötü şeyleri terketmek [Maide/5]; uzak durmak [Meryem/46]; ayrılmak [Müzzemmil/10]; yalnız bırakmak [Nisa/34]; gelmek [Haşr/9]; dönmek [An-kebut/26]; terketmek [Bakara/218] anlamına gelen hicret, sadece bir yerden başka bir yere göç etmek manasına alınmamalıdır; zira hicrette., kötülük ül­kesi olan nefiste oturan kişinin orayı terkedip, akıl ve gönül ülkesine gitme­si anlamı da vardır.

Öyleyse "(hicret), sadece bir mekandan diğerine göçmek değil, aynı zamanda kötü alışkanlıklardan ve kötü ortamlardan uzaklaşıp iyi alışkanlık­lara yönelmeyi ve iyi ortamlarda iyilerle bulunmayı da ifade etmektedir. Başka bir deyişle, karanlık cehalet ülkesinden, aydınlık bilgi ülkesine git­mektir.

Hicrette sosyal baskının, kötülük ve çürümüşlüğün etkisi olmakla beraber, neticede kişi kendi iradesi ile kararını verip hareket etmektedir. Aynca, hic­ret için, bir baskı ve zorlamanın bulunması da şart değildir; kişi, hiçbir baskı ve zorlama olmadan, iyinin tohumlarını daha uzaklara taşımak için de hicret edebilir.

2. Yurdundan çıkarılmak

Tarihte yaşanan en zalimane olgulardan biri de, insanları yurdundan zor­la çıkarmaktır. Hicrette, netice itibariyle insanlar kendi iradeleriyle göç et­tikleri halde, yurdundan çıkarılmada irade sözkonusu değildir. Mesela Hz. Musa'nın İsrailoğullan'nı Mısır'dan çıkarıp götürmesi bir hicrettir; ama Fi-ravun'un zorla çıkarması hicret değildir. Hz. Muhammed'in Mekke'den Me­dine'ye hicreti kendi iradesiyle olmuştur. Onun için bunlara hicret denilmek­tedir.

İsrailoğullan'ndan, birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına dair taah­hüt alınmasına rağmen [Bakara/84], onların taahhütlerini çiğneyerek birbir­lerini yurtlarından çıkardıklarını ve bundan dolayı da dünya hayatında rüs-vaylığa mahkum edildiklerini, ahirette de şiddetli azaba çaptınlacaklannı [Bakara/85] görmüştük.

Yurdundan zorla çıkarmak, bir topluma yapılabilecek en büyük zulümler­den biridir. Dolayısıyla, insanların birbirlerini yurtlarından zorla çıkarmaları, insanlığı sosyal açıdan kirleten olgulardan biridir. İnsanları haksız yere ve zorla yurtlarından çıkarmak, öyle büyük bir zulümdür ki; hem Tevrat'ta, hem de Kur'an'da altı çizilerek yasaklanmıştır.

3. Allah uğrunda eziyete uğramak

Tarihte yaşanan zalimane olgulardan biri de, sırf Allah yolunda yürüdük­leri için insanlara eziyet edilmesidir. Tarihin kirlenmesine sebep olan olgu­lardan biri de budur. Bazı kimseler, Allah'ın gönderdiği mesajlara inanan, on­ları hayata geçirmek isteyen; iyiye, güzele, doğruya ve hakka koşanlara düş­man kesilip eziyet etme yolunu tutmuşlardır.

Bu durum geçmişte yaşandığı gibi, bugün de yaşanmakta ve gelecekte de yaşanacaktır. Allah uğrunda eziyet çekenlere düşman olanlar, Allah'ın kahrı­nı dünyaya getirdiklerinden insanlığın geri kalmasına sebep olmuşlar ve olu­yorlar. Allah uğrunda eziyet çekenlerin ahları, çileleri ve gözyaşlan iyilik, güzellik ve doğruluk ağacının gıdası olmuş, oluyor ve olacaktır.

4. (Çarpıştılar ve öldürüldüler).

İnsanların çarpışmaları ve birbirlerini öldürmeleri de tarihin kirlenmesine; nefis denen tanrının insandan kurban istemesi, kardeş kanı akıtılmasına ne­den olmuştur [Maide/27-31].

Tevrat'ta, bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmeye denk bir günah olduğu ifade edilmiş [Maide/32], İsrâiloğullan'ndan bu konuda söz alınmış [Bakara/84] olmasına rağmen insan kanı akıtılmaya devam edilmiştir.

Bazılarının Allah uğrunda çarpışıp öldürülmesine mukabil, diğerleri Al­lah'a düşmanlık uğrunda çarpışıp öldürmüşlerdir. Yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Âl-i İmran/195'de Allah uğrunda çarpışan ve öldürülenlere işaret edil­mekte ve onların yüceliğine dikkat çekilmektedir.

Bu ayette, insanlıkta değişmeyen ve nesilleri birbirine bağlayan dört olgu zikredilmiştir: hicret, yurdundan çıkarılmak, Allah uğrunda eziyet çekmek ve Allah uğrunda çarpışıp öldürülmek. Bu eylemlere Yüce Allah büyük değer yüklemekte ve büyük ödüller vaad etmektedir.

a) Onların kötülükleri örtülecek

Yüce Allah, yukarıdaki dört eylemin karşılıksız kalmayacağını ve onların ödüllendireceğini ifade buyurmaktadır:

(Onların kötülüklerini örteceğim ve onları Allah'tan bir mükafaat olarak içinden ırmaklar akan cennet­lere sokacağım).

Ayetin bu kısmı, Âl-i İmran/193'de yaptıkları, (EyRabbi-miz! Kusurlarımızı ört) şeklindeki dualarının kabul edildiğini göstermekte; (rableri onların duasını kabul etti) [Âl-i İmran/195] ifadesinde yer alan kabulün ne şekilde olduğunu açıklamaktadır.

Allah'ın onların kötülüklerini örtmesi, iki şekilde açıklanabilir:

1. Kötülüklerinin örtülmesi; kötü davranışlarının, günahlarının ve yanlış­larının görmezlikten gelinmesi ve cezalandırılmaması anlamına gelebilir.

2. Kötülüklerinin örtülmesi; hicretle, yurtlarından zorla çıkarılmakla, Al­lah uğrunda eziyet çekmekle, çarpışıp öldürülmekle aldıkları maddî ve ma­nevî yaraların sarılması anlamına gelebilir.

b) Cennete girecekler

(Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım) ifadesi, (Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaadet-tiklerini de ikram et) [Âl-i İmran/194] şeklindeki dualannın, kabul edildiği­ne işarettir.

Erkek olsun, kadın olsun bu dünyada iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı ha­yata geçirme uğrunda eziyete uğrayanların bu eylemleri, öteki dünyada cen­neti, yani saadeti getirecek; bu dünyadaki çileler, öteki dünyada mutluluğa dönüşecek; amelleri asla boşa çıkmayacaktır.

(Bu mükafaat Allah kalındandır. Zira mükafaat-ların en güzeli, Allah katında olanıdır).

Bu insanlar Allah uğruna bu çilelere katlandıkları için, ödüllerini de Allah verecektir. Bunun anlamı şudur: O insanlar bu eylemleri, başkası uğruna ve gösteriş için değil, sadece ve sadece Allah için yaptıklarından bizzat O'nun tarafından ödüllendirileceklerdir.

Âl-i İmran/190'da bahsi geçen selim akıl sahiplerinin, akıllarını kullana­rak başlattıkları eylemlerin nihaî noktası cennettir. Onlar akıllarını kainat kitabına çevirmiş, onun üzerinde düşünüp Allah'ın kudretini, hükümranlığı­nı, varlıklar aleminin boşuna yaratılmadığını, acizliklerini anlamışlar, bu da onları Allah'ı zikretmeye, Allah'ı teşbih etmeye, Allah'a yakarmaya sevket-miştir.

Akıllarını işleterek gerçekleştirdikleri bu eylemler, Allah uğrunda eziye­te uğramalarına sebep olmuştur. Dünya hayatı onları çileler fırınında pişi­rip olgunlaştırmış ve neticede duaları kabul edilmiştir. Bunun sonucu ola­rak da, kötülüklerinin örtülmesiyle ve cennete sokulmakla mükafaatlandı-nlmışlardır.

Demek ki, aklın yolu olan güzellik, iyilik ve doğruluk dikenli, çileli ve ız-dıraplı bir yoldur. Bu yol geçmişte böyle olduğu gibi, bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır.

Aklın yolu, düşüncenin, alın terinin, imanın, sevginin yolu olduğundan düşmanları çoktur. Şeytanın, nefsin ve şeytanî insanların düşman olduğu bu yol, ancak Allah'a sevdalı olanların yürüyebilecekleri bir yoldur. Ve bu yol, sonu mutlak saadet olan tek yoldur. [139]

 

Dünya Nimetine Aldanmamak Gerekir:

 

196. Kafir olanların yeryüzünde dilediklerini yapabilir görünmeleri, seni aldatmasın.

197. O, gelip geçici bir tatminden ibarettir, ama sonunda varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir meskendir.

196. ayette, maddî imkanların insan psikolojisini ne denli etkilediğine dikkat çekilmekte; buna aldanılmaması gerektiği vurgulanmaktadır.

1. Müslüman aldanmaz

(inkar edenlerin diyar diyar gezmeleri seni aldatmasın) ifadesiyle, insanı aldatan önemli bir probleme parmak basılmaktadır. [140]

 

Ğarre Kelimesinin Lügat Manası:

 

(Seni aldatmasın) ifadesindeki (ğarre) fiili, sahte olan bir şeyin pe­şinde koşturarak bir adamı aldatmak manasına gelir. Bu fiil su ile kullanılın­ca suyu dökmek; suyun özne olması ile de, suyun yere batıp kaybolması an­lamına gelir. Bu fiilin faili insan olunca, dünya işlerinde tecrübesiz ve gaflet içinde olmak manasını ifade eder. (ğarrere) kalıbından alınınca kendini tehlikeye atmak; (ığterre) kalıbında ise, aldanmak, aldatmak, beyhude ta­mah etmek; (ğurûr) kalıbında mal, şöhret gibi geçici şeylere aldanma ve bunlarla kibirlenme anlamına gelir. Razi bu kelimeyi şöyle açıklamaktadır:

Görünüşte bir şeyi güzel ve cazip bulup onu araştırdıktan sonra arzuladığının tersi bir durumda bulmayı ifade etmek için kullanılır. O işin görüntüsü beni aldattı derken, aldatma, bu kelimeyle ifade edilir. Yani, bir işi denemeden, tecrübe etmeden kabullenmenin verdiği aldanmadır.[141]

 

Ğarre Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Yanlış yola götürmek

Münafıkların ve kalplerinde hastalık olanların müslümanlar için yaptıkla­rı değerlendirmede bu kelime fiil halinde kullanılmaktadır:

(O zaman münafıklarla kalplerinde hasta­lık bulunanlar, "Bu adamları dinleri yanlış yola gütürüyor" diyor­lardı). [Enfal/49]

Ayette '? (ğarre) kalıbında fiil olarak geçmekte ve bir düşüncenin, inan­cın veya dinin insanı yoldan çıkarması anlamına gelmektedir.

2) Aldatmak

Bu manada pek çok ayette yer almaktadır; dünya hayatının insanı aldat­ması [Casiye/35]; şeytanın aldatması [Fâtır/5]; kafirlerin dünyada dolaşması­na aldanma [Âl-i İmran/196] gibi.

Özellikle dünya hayatının insanı aldatmasının sebebini Yüce Allah, insa­nın Allah'ın ayetlerini alaya almasına, dinini oyun ve eğlence yerine koyma­sına bağlamaktadır.

3) Yoldan çıkarmak

Hadid suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Kuruntunuz sizi yoldan çıkardı). [Hadid/14] Bu ayette kelime, (ğarre) kalıbında kullanılmıştır.

4) Uzaklaştırmak

(Ey insan! Nedir seni lütuf sahibi Rabbinden uzak­laştıran)? [İnfitar/6]

5) A'raf/22'de (ğurûr) kalıbında yer almaktadır:

(Ve böylece onları hile ile yönlendirdi). [A'raf/22] Burada, şeytanın Hz. Adem ile eşini nasıl etkilediği beyan edilmektedir.

6) Yanılgı

(Hakikati inkar edenler, büyük bir yanılgı içindedirler). [Mülk/20]

Kelime, bu ayette, inkarın bir yanılgı psikolojisi olduğuna dikkat çekilir­ken ili (ğurûr) kabıbında kullanılmaktadır.

7) Hayal

(Hayır! Zalimlerin birbirleri hakkında besledikle­ri ümitleri, hayalden öteye geçemez). [Fâtır/40]

Ayetin içeriği dikkate alınarak, (ğurûr) kelimesine, 'hayal' manasının verilmesi uygun olur.

8) Şeytan

Kur'an'da bu kelime bazı ayetlerde, mesela Fâtır/5'de yj (ğarur) kalıbın­da geçmektedir. Yine aynı ayette, kelimenin fiil kalıbı da (ğarre) geçmekte­dir. Fâtır/5 ayeti şöyledir:

(Sakın şeytan sizi Allah ile aldatmasın). [Fâtır/5] Fiil kalıbı aldatmak, isim kalıbı ise şeytan anlamına gelmektedir.

Yüce Allah bazı insanların hareketlerinin, sosyal olayların Hz. Peygam-ber'in, dolayısıyla da müslümanlann psikolojisini etkilemesini önlemek için Kafir olanların yeryüzünde dilediklerini yapabilir görünmeleri, seni aldat­masın buyurmaktadır. Zira, kafirlerin diyar diyar dolaşmaları müslümanlann kıskançlık ve hasedini artırabilir. [142]

 

Kallebe Kelimesinin Lügat Manası:

 

Ayette yer alan (kallebe) fiili, bir şeyin altını üstüne getirmek anlamı­na gelen (kalebe) fiilinden türemiş olup geriye döndürmek, bel veya kaz­ma ile toprağı kazmak, içini dışına çevirmek, öfkelenmek, vazgeçirmek, de­nemek, birinin yüreğine vurmak, faili Allah olunca öldürmek, dudağın dışa­rı dönmesi; ; (kallebe) kalıbından alındığında, bir şeyi yönünden geri dön­dürmek, araştırıp sonucunu düşünmek, istediği gibi hareket etmek, seyahat etmek, inkılab kelimesiyle kullanılınca değişme, devrim manalarına gelir. [143]

 

Kallebe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Dönmek

Bu anlamda Ankebut/21'de meçhul kalıbıyla Allah'a döndürülmeyi ifade etmektedir:

(Dilediğine azap verir, dilediğine merhamet eder; hepiniz O'na döndürüleceksiniz). [Ankebut/21]

Tevbe/95'de bir grubun diğer bir gruba dönmesi anlamında yer almaktadır: (Ey inananlar! Onlara döndüğünüzde, ken­dilerini rahat bırakasınız diye, sizi temin etmek için Allah'a yemin edecekler). [Tevbe/95]

Bu ayette J&\ (inkalebe) kalıbında geçmektedir. Görüldüğü gibi bu keli­me insanın Allah'a dönmesi ile insanın insana dönmesi anlamında Kur'an'da yer almaktadır.

2) Kurmak

Bir grubun bir gruba; bir grubun bir insana tuzak, entrika, düzen kurması anlamında Tevbe/48'de geçmektedir:

(Aslında onlar bundan önce de fitne çıkar­maya çalışmışlar ve sana karşı türlü türlü düzenler kuragelmişlerdi). [Tevbe/48]

Entrika çevirmek anlamıyla bu kelime (kallebe) kalıbından getirilmiş­tir. Bunun yanısıra, bir kimsenin arkasından tuzak kurma, entrika, düzen çe­virme eyleminin arkasındaki kötü niyete de işaret etmektedir.

3) Ters çevirmek

Yüz çevirmek, sağa-sola çevirmek, altmı-üstüne çevirmek, mahşerde yüz­lerin ateşte çevrilmesi bu kelimeyle ifade edilmektedir.

Hac/11 'de şöyle buyurulmaktadır:

(İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik doku­nursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa hemen bütü­nüyle yüzünü çevirir). [Hac/11]

Buradaki yüz çevirmek, nankörlük etmek anlamındadır.

Kehf/18'de uyuyan bir insanın sağa-sola çevrilmesi anlamını ifade etmek­tedir:

(Kendileri uykuda oldukları halde, sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa-sola çevirirdik). [Kehf/18]

Ahzab/66'da ahirette kafirlerin yüzlerinin cehennem ateşinde çevrilmesi anlamına gelmektedir:

(Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün...) [Ahzab/66] Nur/37'de alt-üst olmak anlamını ifaade etmektedir:

(Onlar kalplerin ve gözlerin alt-üst olacağı bir günden korkarlar). [Nur/37]

4) Elleri oğuşturmak

Kehf/42'de bahçe ve bostanlanyla arkadaşına karşı gururlanan ve öldük­ten sonra dirilmeyi inkar eden ve bütün serveti yok edilen adamın davranışı­nı ifade etmek üzere bu kelime kullanılmıştır:

(Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı). [Kehf/42]

5) Yer değiştirmek

Nur/44'de gece ile gündüzün ardarda gelmesi bu kelimeyle ifade edilmek­tedir:

(Gece ile gündüze yer değiştiren Allah'tır). [Nur/44]

Ayette, gecenin yerini gündüze, gündüzün yerini geceye bırakması kasde-dilmektedir.

6) Gerisin geri dönmek

(Muhammed sadece bir el­çidir; ondan önce de elçiler gelip geçti; öyleyse o ölür yahut öldü-rülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz)? [Âl-i İmran/144]

Buradaki dönme eylemi, savaş alanından kaçmak manasının yanısıra; imandan inkara dönmeyi de ifade etmektedir.

7) Kötü duruma düşmek

Kafirlere tâbi olmanın neticesinde karşılaşılacak ve düşülecek durumlar anlatılırken bu kelime kullanılmaktadır:

(Ey iman edenler! Kafirlere tâbi olursanız sizi topuklarınız üzerinde gerisin geri dön­dürürler ve hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz). [Âl-i İm-ran/149]

Ayette yer alan (hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz) ifadesi, olumsuz manadaki manevî değişime işaret etmektedir.

8) Devrimle devrilmek

Devrim manasına gelen i.iş\ (inkılâb) kelimesi bu kavramdan türemiştir. Şuara/227'de 'devrim' ve 'devrilme' anlamında kullanılmıştır:

(Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık eden­ler hangi devrimle devrileceklerini yakında bileceklerdir). [Şuara/227]

9) Akıbet

Kehf/36'da (munkalebe) kalıbında kullanılmaktadır. 'Akıbet' anla­mına gelen bu kelime, dünyada işlenen amellerin ahiretteki sonucunu, karşı­lığını ifade etmektedir:

(Kıyametin kopacağını da sanmıyo­rum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, bundan daha iyi bir akıbet bulurum). [Kehf/36]

10) Dolaşmak

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/196 ve Mü'min/4'de diyar di­yar dolaşmak anlamında kullanılmaktadır:

(İnkar edenler müstena, hiç kimse Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde gezip dolaşması se­ni aldatmasın). [Mü'min/4]

Her iki ayette de (Âl-i İmran/196 ve Mü'min/4), kafirlerin geniş maddî imkanlar içinde ülke ülke dolaşmalarına, bol para harcamalarına bakarak mü'minlerin, Allah'ın onlara fazla nimet verip kendilerini mahram bıraktığı düşüncesine kapılıp da aldanmamalan gerektiği ifade edilmektedir. Zaten ayetin de bu düşünce nedeniyle indiği söylenmektedir.

Bu ayetlerde, her zaman ve mekanda geçerli olan önemli bir sosyal olgu­ya dikkat çekilmektedir. Birbirlerini daha çok desteklemeleri sebebiyle in­karcılar/kötüler geçmişte güven içinde ülke ülke dolaşıyorlardı, bugün de do­laşmaktadırlar.

İslâm'ın ilk dönemlerinde mü'minler ülke ülke dolaşıp ticaret yapmak, bol kazanıp bol harcamak şöyle dursun, şehir ve evlerinde bile korku içinde bulu­nurlarken; kafirler ülke ülke dolaşarak ticaret yapıp bol kazanıp bol harcıyor­lardı. Bu da mü'minlerin kıskançlığım kabartıyordu.

Bu sosyal olgu günümüzde de devam etmektedir. Hiç bir manevî değere sa­hip olmayanlar, bozuk hayat yaşayanlar bugün de bol bol kazanıp bol bol har­cıyorlar. İşte bu ayette, insanların kıskançlık ve haset duygusunu kabartan bu duruma işaret edilerek, kıskançlık ve hasede kapılanların aklandıklarına dikkat çekilmektedir.

Bu kıskançlık ve haset duygusunun nasıl disipline edileceği de Âl-i İm-ran/197'de bildirilmektedir:

(Bu azıcık bir metadır).

Mü'minler kafirlerin diyar diyar dolaşmasını gözlerinde büyütmemelidir­ler. Zira bu, önemli birşey değildir; geçici ve az bir metadır. Dünyada diyar diyar dolaşan kafirlerin varacakları yer cehennemdir.

Bu değerlendirmesiyle Yüce Allah, dikkatleri neticeye çekerek, mü'min­lerin kıskançlık ve haset duygusunu eğitmektedir, (Cehennem ne kötü yataktır) buyurulmak suretiyle de mü'minlerin bu duygulara kapılmaları ön­lenmektedir.

Bu kıskançlık ve haset duygusunun nasıl disipline edileceğine yönelik ayetlerden biri de şudur:

(Sakın, kendilerini dene­mek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir). [Taha/131]

Ayetin birinci derecede muhatabı Hz. Peygamber, ikinci derecede ise mü'minlerdir.

Mü'minler, Allah'ın denemek için bol servet verdiği kafirlerin yaşadıklan süslü hayata gözlerini dikmemeli, onlara imrenmemeli, haset etmemelidir. Çünkü asıl nimet, Allah'ın rızası ve cennettir. Allah katındaki nimetin daha hayırlı olduğunu bilen insan bu kıskançlık ve haset duygusundan kolayca kurtulur. Bunun neticesi olarak da sosyal tabakalar arasında gerilimler orta­dan kalkar.

Kasas/79-80 ayetleri de, bu kıskançlık ve haset duygusunun nasıl disipli­ne edileceğine yönelik ayetler olarak kabul edilebilir:

(Derken, Karun, ihti­şamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: "Keşke Karun'a verilenin benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı" dediler). [Kasas/79]

Zenginler, halkın karşısına lüks ve ihtişam içinde çıktıklarında onların kıskançlık ve haset duygularını kabartacaklarını bilmelidirler.

(Onların bu kıskançlığına karşılık ilim adamları şöyle dediler: "Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükafaatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir"). [Kasas/80]

Demek ki ilim adamları, fakirlerin zenginlere karşı duyduğu kıskançlık ve haset duygusunu ortadan kaldırmak için gayret etmekle, bunun için de Allah katındaki nimetin daha değerli olduğunu ve ona da çalışıp emek sarfedenle-rin ulaşacağını öğretmekle yükümlüdürler.

Bu ayetten, diyar diyar dolaşıp seyahat eden kafirlerin servetleri sebebiy­le kıskanılma ihtimali bulunduğu da anlaşılmaktadır. İnsanlar, kendilerinden daha fazla imkana sahip olan ve bunları da eğlence için harcayanları kıska­nır, hatta onlara haset ederler.

Bu psikoloji, fert ve toplumu çürüten bir özelliğe sahiptir. Eğitim vasıta­sıyla bu duygunun disipline edilip kontrol altına alınması zorunludur. İşte Âl-i İmran/196-197. ayetlerde bu eğitim verilmektedir.

Bu iki ayette yerilen, memleket memleket gezmek değil; amaçsız ve isra­fa dayalı gezmektir. Çünkü Kur'an pek çok ayetinde yeryüzünde dolaşıp

araştırma-inceleme yapılmasını ve ticarî maksatla, seyahat edilmesini emretmektedir. [144]

 

Allah'a Karşı Sorumluluk Bilinci İçinde Olmak:

 

198. Ama Rablerine karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar, içinden ırmaklar akan cennetlere kavuşacaklar­dır. Allah'tan ne güzel bîr karşılama! Ve Allah katında olan, gerçek erdem sahipleri için en hayırlı olandır.

Bu ayette, hem takva, hem de insan için neyin daha önemli olduğu açık­lanmaktadır:

1. Takva kıskançlıktan sıyrılmaktır

Ayette geçen (Rablerinden sakınanlar) ibaresine, "Rablerine kar­şı sorumluluklarının bilincinde olanlar" şeklinde mana verdiğimizde, 196. ayetteki (seni aldatmasın) emrinin yerine getirilmenin takva olduğu an­laşılır.

Az bir meta olan dünyevî zenginliği ve sonu cehenneme varacak olan ka­firlerin amaçsız bir şekilde ülkelerde dolaşmalarını kıskanıp aldanmamak, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak demektir.

Takva (basiret/gönül gözünün açık olması), insanı kıskançlık ve hasetten korur. Bu da, Allah'ın bu konudaki emrini yerine getirmekle mümkün olur.

Yine, amaçsız ve israfa dayalı seyahatlerden kaçınmak da takvanın bir parçasıdır.

Kıskançlık ve haset duygusundan kurtaran takva kişiyi, içinden ırmaklar akan cennetlere götürür. Demek ki, takvanın yolu cennete çıkmaktadır; ki bu cennet, Allah tarafından bir ikram olarak takdim edilmektedir.

2. Allah katında olan daha iyidir.

Ayetin sonunda yer alan "(birr'e erenler) kelimesi, "gerçek er­dem sahipleri" anlamına gelir. Ayette, erdem sahiplerinin nitelikleri de veril­mektedir. Buna göre, erdem sahipleri, Allah katında olanın daha değerli olduğunu bilen ve insanların ellerindeki dünyevî nimetleri kıskanıp haset etme­yen kimselerdir.

Başka bir açıdan bakarak diyebiliriz ki, takva sahibi olan kişi, erdemli in­sandır. Onun için ayet takva ile başlamakta, erdemle bitmektedir.

Allah katında bulunanın daha değerli olduğunu bilip inanan ve başkaları­nın elindeki dünyevî nimetlere gözünü dikmeyen, kafirlerin lüks içinde diyar diyar dolaşmalarını önemsemeyen kimse, birr'e ermiştir (erdem sahibidir).

Ayette, istenen davranışı insana kazandırmak için takva ve erdeme teşvik etmenin önemine de işaret edilmektedir. Kişiyi çirkin bir davranıştan sakın­dırmak, güzel bir davranışa yöneltmek, en zor işlerdendir. İnsanı, dünyevî ni­metlerin taksiminden hareketle karar vererek aldanmamaya ve Allah katında olanın daha üstün olduğunu bilip haset etmemeye yöneltmek gerçekten çok zordur. [145]

 

Kitap Ehlinin Hepsi Aynı Değildir:

 

199. Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah'a, hem size indi­rilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın ayetlerini az bir kazanç için satmazlar. Onların mükafaatı Rableri katındadır, çünkü Allah, hesap görmede hızlıdır.

Müfessirler bu ayetin iniş sebebi hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bize göre ayet, genel anlamda kitap ehliyle ilgili olup Bakara/62 ile Âl-i İmran/113-11 ayetlerinin bir benzeridir; daha doğrusu onlarla aynı konuyu işlemektedir.

Bakara/62'de müslüman, yahudi, hristiyan ve sabiilerin inanç bakımından müşterek yönleri ortaya konurken, Âl-i İmran/113-114'de de kitap ehlinin hepsinin aynı olmadığı; içlerinde doğru inanç sahiplerinin ve salih amel işle­yenlerin bulunduğu bildirilmektedir. Bakara/62'de iyi amel işledikleri söy­lenmiş; Âl-i İmran/113-114'de ise bu amellerin neler olduğu açıklanmıştır ki bunlar, Allah'ın ayetlerini okuyup secde etmek, iyiyi emredip kötülükten sa­kındırmak, hayra koşmaktır.

Âl-i İmran/199'da da kitap ehlinden bir grubun müslümanlarla olan inanç benzerliği ve kitap ehlinin diğerleriyle olan farklılıkları ele alınmaktadır.

Kitap ehlinden bir grubun müslümanlarla müşterek tarafları şunlardır:

1. Allah'a iman ederler

Bakara/62 ve Âl-i İmran/114'de de kitap ehlinin bir kısmının Allah'a inan­dığı beyan edilmektedir. Tevhid, kitap ehli ile müslümanlar arasında müşte­rektir. Bu hususun burada neden tekrar edildiğini anlamak için Âl-i İm­ran/196-197'de ele alman kafirlerin ve 198. ayette ele alınan mü'minlerin özelliklerine bakmak gerekir. Bu ayetlerde önce kafirlerin davranışları ve akıbetleri; ardından da takva sahibi erdemli kişilerin davranışları ve akıbet­leri açıklanmıştı. Bu ayette ise kitap ehlinin bir kısmının durumu açıklan­maktadır.

Yüce Allah müslümanlara, kitap ehlinin hepsinin aynı olmadığını, içle­rinde tek Allah'a inananlar bulunduğunu bildirerek bunların, kitap ehlinden olup da Üzeyir'in Allah'ın oğlu olduğunu; İsa'nın Allah'ın oğlu ve üç uk­numdan biri olduğunu söyleyenlerden ayrı tutulması gerektiğini vurgula­maktadır.

2. Vahyin tamamına inanırlar

Kitap ehlinden bir grup, hem tek Allah'a, hem de bütün vahiylerin aynı kaynaktan geldiğine inanmaktadırlar.

(Size ve kendilerine indirilene de inanırlar) ifadesi, kitap ehlinden bir grubun Kur'an'a inandıklarını ortaya koymaktadır. Peki Allah'ın birliğine ve Kur'an'a inanan bu kimselere, niçin kitap ehli denmek­tedir? Bu soruya cevap vermek çok zordur. Ayette, kitap ehlinden bu grubun, Allah'ın birliğine ve Kur'an'a iman ettikleri bildirilmekle beraber, Hz. Muhammed'e iman ettiklerinden söz edilmemektedir. Nitekim, kitap ehlinden bu grupla ilgili olarak ayette, sanalMuhammed'e indirilene inanırlar yerine si-zelmüslümanlara indirilene inanırlar denmektedir. Eğer Muhammed'e indi­rilene inanırlar denseydi, Muhammed'in (s.a) peygamberliğini de kabul et­tikleri anlaşılırdı.

Ayette zikredildiği üzere, kitap ehlinden bir grubun vahyin evrenselliğine iman etmeleri, onların inançlanndaki köklü değişimi göstermesinin yamsıra, Allah'a ve Kur'an'a inanan kimseyle; Allah'a inanıp Kur'an'a inanmayan kimse arasındaki farkı da ortaya koymaktadır.

3. (Allah'a boyun eğerler).

Kitap ehlinden olan bu grubun Allah'a boyun eğmelerinden kasıt, -Âl-i İmran/113 ve 114'de belirtildiği gibi- istikamet sahibi olmaları, geceleri sec­deye kapanarak secde etmeleri, iyiyi emredip kötülükten alıkoymaları ve iyi­lik için koşuşmaları olabilir.

(Allah'a boyun eğerler) ifadesinin, -Allah'a ve vahye inandıkları­nın zikredilmesinin ardından gelmesi hasebiyle- iyi amel manasına alınması yerinde olur. Nitekim, Bakara/62'de de Allah'a ve ahirete imanın ardından iyi amel gelmektedir.

4. (Allah'ın ayetlerini az bir bedele satmazlar).

Onların bu özellikleri, diğer kitap ehlinden farklarını ortaya koymaktadır. Bakara/41 'de İsrailoğullan'na, Allah'ın ayetlerini az bir pahaya satmamaları­nın emredildiğini görmüştük.

5. (Onların mükafaatı Rableri karındadır).

Bu ibare, Bakara/62'de de aynen tekrar edilmektedir. 198. ayette, takva sa­hibi müslümanlann içinden ırmaklar akan cennete gireceklerinin ifade edil­diği halde, kitap ehlinden bu grup için böyle bir ifade kullanılmamakta; sa­dece -Bakara/62'de olduğu gibi- mükafaatlannın Allah katında olduğu söy­lenmektedir.

Mükafaatlannm Allah katında olduğunun söylenmesi, onların cennete gireceklerini gösterir mi bilemiyoruz. Ama kitap ehlinden olan bu grubun da -tıpkı müslümanlar gibi- Allah'ın birliğine ve tüm vahiylere iman etme­lerini, Allah'tan korkmalarını, O'nun ayetlerini az bir bedele değişmemele­rini, iyi amel işlemelerini, iyiliği emredip kötülükten nehyetmelerini dikkate aldığımızda, ahirette müslümanlarla beraber olabileceklerini söylemek mümkündür.

Ayetin sonundaki, (Çünkü Allah hesap görmede hızlıdır) ifade­si, Yüce Allah'ın, onların mükafaatım derhal vereceğine işaret etmektedir. Kitap ehlinden olan bu grubun -Kur'an dahil- tüm vahiylere iman etmeleri­ni, Yüce Allah süratle ödüllendireceğini bildirmektedir. [146]

 

Zafere Giden Yol:

 

200. Ey iman edenler! Sabredin ve birbirinizle sabırda ya­rışın, sınırda daima uyanık durun ve Allah'a karşı gelmek­ten sakının ki, zafere ulaşasınız.

Bu ayette, kişiyi felaha (mutluluğa/zafere ve emeline) ulaştıran dört ey­lem bulunmaktadır: sabretmek, sabırda yarışmak, tetikte olmak ve sakın­mak.

Âl-i İmran/199'da fert ve toplum olarak insan hayatının hemen hemen her yönünü ilgilendiren emir ve yasaklar konmuştu. 200. ayette ise, bu emir ve yasakların, ancak sabırla, sabırda yarışmakla, tetikte durmakla ve sakınmak­la yerine getirilebileceği, neticede kişiyi felaha ulaştıracağı vurgulanmakta­dır. Şimdi bu ayetteki, kişiyi felaha ulaştıracak amelleri ele alalım:

1. (Sabredin).

Yukarıda zikredilen amelleri yerine getirmek ve başarılı olmak için sabır Şarttır. Şüpheleri defetmek; şeytanın ve nefsin etkisine karşı koymak; şahsi­yet bütünlüğünü muhafaza etmek; hastalığın ızdırabına katlanmak; yokluğa ve kıtlığa direnmek; deprem, sel, yangın gibi afetlere göğüs germek; hakkın, tevhid ve adaletin yere düşen bayrağını tekrar dikmek, haramlardan kaçın­mak, kıskançlık ve hased duygusundan sıyrılmak... kısacası tüm güzel amelleri yerine getirmek ve tüm kötü amellerden kaçınmak, ancak sabır sayesin­de mümkün olur.

2. (Sabırda yarışın).

Razi'nin de işaret ettiği gibi, sabretmek, sadece ferdin kendisiyle, sabırda yarışmak ise, ferdin diğer insanlarla olan ilişkisiyle alakalı olup; aile içi iliş­kilerde, komşu, akraba, toplum ve tüm insanlıkla ilgili konularda sabretmeyi kapsamaktadır. Kapalı toplumlarda sabırda yarışma'nm alanı daha dar düşü­nülebilir; ama günümüz toplumlarında -kitle haberleşme vasıtalarının insan­lığı tek bir toplum, ülkeleri tek bir şehir haline getirmesi ve ulaşımın son de­rece hızlı olması sebebiyle- sabırda yarışma'mn alanı daha geniş düşünül­mek mecburiyetindedir.

Nasıl sabredileceğine gelince:

a) Kötülüğe iyilikle mukabele ederek

(Kötülüğü iyilikle savarlar). [Ra'd/22] Kötülükleri, iyilikle savmak bir sabır işidir.

Fussilet suresinde, kötülüklere iyilikle mukabele etmenin, köklü değişim­lere sebebiyet vereceği ifade buyurulmaktadır:

(Madem ki iyilik ile kötülük bir değil, öyleyse sen kötülüğü daha güzel olan ile sav. Bak, o zaman seninle arasında düşmanlık olan kimse, senin sıcak bir dos­tun gibi olacaktır). [Fussilet/34]

Demek ki kötünün veya kötülüğün üzerine kötülükle gitmek, ateşin üze­rine benzinle gitmek kadar tehlikelidir; zira kötülüğü kötülükle ortadan kal­dırmak mümkün değildir. O halde, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, en sağ­lıklı yoldur.

Sabırlı müslüman kötülüğün ancak iyilikle ortadan kaldırılacağını bilir ve kötülüğün üzerine nefisle değil akılla gider. Bu ise zor ve çetin bir yoldur. Sa­bırsız kimsenin bu yolda yürümesi imkansızdır.

b) Cahillerden yüz çevirerek ve affederek A'raf suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Onları doğru yola çağırsanız işit­mezler. Ve onları sana bakar görürsün, oysa görmezler). [A'raf/198]

Bu ayetten anlaşılıyor ki, eğitim faaliyeti çok zordur; ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın her insandan aynı neticeyi almak mümkün değildir. Bu durumda ne yapılması gerektiği isel99. ayette bildirilmektedir:

(Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir).

Af yolunu tutmak, cahillerden yüz çevirmek ve iyiliği emretmeye devam etmek, hakikaten çok zor bir iştir ve bunun altından ancak sabredenler kalka­bilir.

c) Kötü söz ve davranışa aldırmayarak

Furkan/63 ile 77 ayetleri arasında Rahman'ın has kullarının özellikleri sı­ralanmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:

(Rahman'ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendilerini bilmez kimseler onla­ra laf attığında 'selam' deyip geçerler. [Furkan/63]

(Boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile geçip gi­derler). [Furkan/72]

Karşılaştıkları incitici söz ve davranışlara rağmen, 'selam' deyip geçecek kadar sabırlı olmak, zaferin basamaklarını tırmanmak demektir.

d) Başkasını kendine tercih ederek

İhtiyacı olduğu halde, başkasını kendine tercih edecek kadar erdemli dav­ranmak, ancak sabır sayesinde mümkündür. Haşr/9'da bu yüce şahsiyetli in­sanlardan bahsedilmektedir. Musabere'dc (sabırda yarışmada) zirveye çık­mak, başkasını kendine tercih etmekle mümkün olur:

(Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile mu­hacirleri kendilerine tercih ederler). [Haşr/9]

e) Düşmana adil davranarak

Maide/8'de, takvaya en yakın davranışın adaletli davranmak olduğu ifade edilmektedir:

(Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu takvaya daha ya­kındır). [Maide/8]

Bir grubun, kin duyduğu diğer bir gruba adil davranması, onların sabrın doruğuna çıktıklarını gösterir. Duyduğu kin kişiyi adil davranmaktan engel­lemiyorsa, o kişi kemale ermiş demektir.

Demek ki Âl-i İmran/200'de yer alan i&i (musâbere=hayırda yarışma) kavramı, insanın diğer insanlarla olan ilişkilerini düzenleyen bir beyin, bir gönül ve bir ruh eylemidir.

3. (Her zaman uyanık olun).

Bu ayetteki (ve râbitû) emri bir kaç açıdan ele alınabilir:

a) Psikolojik uyanıklık

İnsan, saldırganlık içgüdüsü, şehvet, ihtiras ve nefis ile kuşatılmış halde­dir. Her zaman uyanık olun ifadesinden kasıt, gönül ülkesini saran bu kötü­lüklere karşı, akıl ve iman ile gönül ülkesini korumak için her an uyanık ol­maktır.

Akim ve gönlün uyanıklığı manasına gelen ve râbitû (her zaman uyanık olun) ifadesi, aynı zamanda şeytanın saldırılarına karşı korunma anlamına da gelir. Şeytanın saldırısına İsra suresinde işaret edilmektedir:

(Hay­di, şimdi onlardan gücünün yettiğini sesinle ayart, piyadelerinle sü­varilerinle onlara saldır ve onların çocuklarına ve mallarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan baş­ka bir şey vaadetmez). [İsra/64]

Demek ki şeytan sözleriyle, piyade ve süvarileriyle insana hücum etmek­tedir. İşte şeytanın bu saldırılarına karşı uyanık ve tedbirli olmak emredilmektedir.

b) Sosyal uyanıklık

Fert, toplumdaki kötülüklere, ahlâksızlıklara ve problemlere karşı uyanık olmalı, aklın ve imanın gerektirdiği tedbirleri almalıdır. Toplum da diğer top­lumların fikrî, kültürel, ahlâkî ve ekonomik saldırılarına karşı uyanık olup, kendi düşüncesini, kültürünü, ahlâk ve değerlerini korumalıdır.

Kötülüklere karşı beyni, gönlü ve bedeni korumak için her tedbiri almak ve tetikte olmak Allah'ın emridir.

c) Nöbette uyanık ve tetikte olmak, nöbet yerini terketmemek

Âl-i İmran suresinin bazı ayetlerinde Bedir ve Uhud savaşlarına dikkat çekilmekte ve onlardan çıkarılması gereken dersler anlatılmaktadır. Uhud sava-şı'nda okçuların yeterince tetikte olmamaları, nöbet yerlerini terketmeleri, müslümanlann mağlubiyetine sebep olmuştu.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, sınırda nöbet bekleyen askerler, uyanık ve tetikte olmalı, nöbet yerlerini terketmemeli ve tedbiri elden bırakmamalı­dır.

Şeytana, nefse, düşmana ve ahlâksızlığa karşı uyanık olmak için, sabır eğitiminden geçmek zorunludur. Onun için Yüce Allah öncelikle sabrı ve musabereyi, sonra da uyanık ve hazırlıklı olmayı emretmektedir.

4. (Allah'tan sakının).

Bu ayetteki dördüncü emir, Allah'tan ittikadır (sakınmadır). Sabretmek, sabırda yarışmak ve her zaman uyanık olmak, kötülüklerden sakınmak bir takva işidir. İçten ve dıştan gelen kötü etkilere karşı nöbet tutan ve uyanık olan kişi, takvaya ulaşmış demektir. Takvanın geniş izahı için Bakara/21 'e bakılabilir.

5. (Umulur ki zafere ulaşırsınız).

Ayette geçen (felah) kavramı, mutluluk, zafer, kurtuluş, emeline ulaş­mak manalarına gelir. Felahın ferdî ve sosyal boyutlarının izahı için Baka­ra/25'e bakılabilir.

Burada şu kadarını söyleyelim ki: Ferdin, kendi içindeki ve toplumdaki problemlerin üstesinden gelmesi, bir sabır işidir. Bu sabrın neticesinde olu­şan uyanıklık takvaya, takva da felaha (başarıya/zafere/mutluluğa) ulaştırır.

Allah Teala, bu felahın/zaferin, genellikle kulun iradesine bağlı olması ne­deniyle, (Umulur ki siz...) ifadesini kullanmaktadır; çünkü beşer irade­sinin olduğu yerde kesin hüküm verilemez. [147]

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/235-237.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/237-239.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/239-241.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/242-245.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/245-246.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/246-247.

[7] Buhari, Enbiya, 10; Müslim, Mescid, b. 5; Nesai, Mescid, 3.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/247-251.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/251-253.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/253-257.

[11] Razi, age, Vl/503-504.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/257-258.

[13] Muhammed Esed, age, s. 109, dip not: 78.

[14] Razi, age, Vl/505.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/259-261.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/261-263.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/263-266.

[17] Elmalıh Hamdi Yazır, age, 7/556.

[18] Zemahşeri, age, 1/450.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/266-270.

[20] Razi,age, 6/511.

[21] İbn Abbas, age, (Meu't-Tefasir), 1/553.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/270-273.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/274.

[24] Tirmizi, Fezailu'l-Kur'an, 14.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/274-285.

[26] Razi, age, 6/523.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/285-291.

[28] Müslim, İman, 20; Tirmizi, Fiten, 11; Nesai, İman, 17.

[29] Ebu Davud, Melahim, 16; Müslim, Fiten, 9.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/291-296.

[31] Süleyman Ateş, age, 2/ 88.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/296-302

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/302-303.

[34] Fahruddin er-Razi.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/303-305.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/305-308.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/308-309.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/309-310.

[39] Razi, age, 3/49; 6/549-550.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/310-320.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/320-323.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/324-325.

[43] Razi, age, 6/15-16.

[44] Zemahşeri, age, 1/456-457.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/325-330.

[46] Ebu'l-A'la el-Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, 1/304.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/330-335.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/335-338.

[49] Zemahşeri, age, 1/459; İbn Abbas, Hazin, Kadı Beydavi ve Nesefi de aynı anlamı vermektedir.

[50] Bkz. Zemahşeri, Kadı Beydavi, Hazin, Nesefi, İbn Abbas.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/338-342.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/343-345.

[53] Tirmizi, Tefsir, 16. bab.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/345-351.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/352-354.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/354-360.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/360-361.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/361-362.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/362.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/362-364.

[61] Ebu Davud, Edeb.

[62] Razi, age, V/72.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/364-370.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/370-373.

[65] Razi, age, VH/77.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/374-376.

[67] Razi, age, 1/443.

[68] Süleyman Ateş, age, 11/114.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/377-379.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/379-380.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/380-383.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/383-386.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/386-387.

[74] Zemahşeri, age, I/467'den Muhammed Esed, age, s. 117, 103. dipnot.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/387-390.

[76] Buhari, Cenaiz, 3; Fedailu's-Sahabe, 5; Meğazi, 83.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/390-393.

[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/394-396.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/396-401.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/401-403.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/403-405.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/405-407.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/407-409.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/409-410.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/410-411.

[86] Razi, age, VIII/363..

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/411-414.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/414-419.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/419-421.

[90] Zemahşeri, age, 1/473.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/421-427.

[92] Razi, age, VII/160-161.

[93] İbn Mace, Edeb, 37.

[94] Ebu Davud, İlm.

[95] Ebu Davud, Edeb, 114; Tirmızi, Zühd, 39.

[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/427-433.

[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/433-435.

[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/435-436.

[99] Buhari, Eyman, 33; Müslim, İmaret, bab, 6; İbn Hanbel, 4/229; Tirmizi, Ahkam, 8.

[100] Müslim, İmare, 24.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/436-440.

[102] Muhammed Esed, age, s. 123, 123. dipnot.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/440-442.

[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/443-444.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/444-448.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/448.

[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/449-451.

[108] Muhammed Esed, age, s. 124; 129. dipnot.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/451-456.

[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/456.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/457-459.

[112] Muhammed Esed, age, s. 124-125; 130. dipnot. Razi, —Esed'in işaret ettiği— alternatif görüş­leri geniş şekilde özetlemektedir.

[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/460-465.

[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/465-467.

[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/467-469.

[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/470-471.

[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/472-473.

[118] Muhammed Esed, age, 126; 136. dipnot.

[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/474-478.

[120] Buhari, Humus, 15.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/478-482.

[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/482-485.

[123] Razi, age, VII/246-247.

[124] Kitab-ı Mukaddes, Bab I, ayet 12-13.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/485-486.

[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/487-490.

[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/490-493.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/493-496.

[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/496-498.

[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/499-503.

[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/503-505.

[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/505-506.

[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/506-508.

[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/508-515.

[135] Razi, age, VII/285.

[136] Razi, age, VII/285.

[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/515-518.

[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/518-520.

[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/520-523.

[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/524.

[141] Razi, age, VII/294.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/524.

[142] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/525-526.

[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/526.

[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/526-531.

[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/532-533.

[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/533-536.

[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/536-540.