Küfürde İleri Gitmek Tevbenin Kabulüne Mani Olur:
Kafir Fidye İle Azaptan Kurtulamaz:
Birr'e (İyiye) Ulaşmak İçin Sevilen Şeylerden Fedakarlık
Şarttır:
Kutsal Kitabın Haram Ve Helaline Dokunulamaz:
Dinde Doğru Olan Allah'ın Söylediğidir:
Kitap Ehlinin, Allah'ın Ayetlerini İnkar Etmesi:
Ivec Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
I’tesama Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Habl Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Hakikatin Kanıtlarına Rağmen İhtilafa Düşmek:
İmandan Dönmenin Ahirete Yansıması:
Fasık Olan Kitap Ehlinin Vasıfları:
İman Etmeyen Kitap Ehli Zillete Düşmeye Mahkumdur:
Zillet Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Kitap Ehlinin Hepsi Aynı Değildir:
İnsan İlişkilerinde Aklı Kullanmak:
Sabır Ve Takva Zarardan Korur:
Bedir Savaşı Ve Allah'ın Yardımı:
Bedir Savaşında İlahî Yardımın Sebebi:
Kata'a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Allah Dilediğini Affeder Dilediğine Azap Eder:
Cennet Hangi Amellerle Kazanılır?
Vehn Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Zulüm Toplumsal Dengeyi Bozar:
Peygamberler Fanıdır Allah İse Bakidir:
Allah Yolunda Savaşanların Ödülü:
Müslümanların Uhud'da Yenilmelerinin Nedenleri:
Sa'ide Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Telvûne Kelimesinin
Kur'an'daki Manaları:
Şeytana Uyup Hata Yapmanın Bedeli:
İlahî Rahmet Yumuşak Davranmayı Getirir:
Tevekkül İlahî Yardımı Celbeder:
Ğulûl Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları:
İyi İle Kötü İnsanın Mukayesesi:
Menne Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Musibet İnsanın Kendi Eseridir:
Münafıkları Ortaya Çıkaran Deneme:
Münafık, Ölüm Olgusuna Yanlış Bakar:
Mü'minlerin Dünyevî Problemlere Bakışı:
Mü'minler Şeytanın Dostlarından Korkmaz:
Kafirler Mü'minlere Zarar Veremez:
İman Yerine Küfrü Seçenlere Elem Verici Bir Azap Vardır:
Kafirlere Verilen Mühlet Onların İyiliğine Değildir:
Allah İyi İle Kötüyü Ayıracaktır:
Allah Kullarına Zulmetmez İnsanı Azaba Götüren
Eylemleridir.
Mucizeler Bile Yahudilerin Peygamberleri Öldürmelerini
Engellemedi:
Kurban Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Peygamberleri Yalanlamak Adeta Bir Gelenek Olmuş:
Dünya Hayatı Ölüm Ve Kurtuluş:
Antlaşmaya Uymamanın Sonuçları:
Yapmadığıyla Övünmek İnsanı Azaba Götürür:
Kainatın Kanunlarının İşleyişi:
Akılla Bütünleşen Gözlem Doğru Bilgiye Ulaştırır:
Selim Akıl Sahiplerinin Duası Kabul Edildi:
Dünya Nimetine Aldanmamak Gerekir:
Ğarre Kelimesinin Lügat Manası:
Ğarre Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Kallebe Kelimesinin Lügat Manası:
Kallebe Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Allah'a Karşı Sorumluluk Bilinci İçinde Olmak:
Kitap Ehlinin Hepsi Aynı Değildir:
90. İmana erdikten sonra hakikati inkara sapıp inkarcılıkta daha da
ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar,
sapıkların ta kendileridirler.
86. ayette mürtedin durumuna işaret edilmiş, 89. ayette tevbesinin
kabul edileceği ifade edilmiş, 90. ayette ise tevbesinin kabul edilmeyeceği
söylenmiştir.
İlk bakışta bu ayetler arasında bir tenakuz varmış gibi görünebilir. Bu
tenakuz görüntüsü şu şekilde ortadan kaldınlablir: 89. ayette tevbesi kabul
edilecekleri bildirilenler, ölüm anından önce tevbe eden kimselerdir. Çünkü
90. ayette geçen tevbe ile, ölüm anında yapılan tevbe kasdedilmektedir. Şu ayet
de bu görüşümüzün doğruluğunu teyit etmektedir:
(Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca,
"Ben şimdi tevbe ettim" diyenler ile kafir olarak ölenler için tevbe
yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlandı). [Nisa/18]
Demek ki ölüm anında yapılan tevbe ile kafir olarak ölenlerin tevbeleri
kabul edilmeyecektir. Ölüm anına gelmiş olan mürtedin tevbesinin kabul
edilmeyeceğini bildiren 90. ayet, mürtedin tevbesinin kabul edileceğini bildiren
89. ayete aykırı değildir.
86. ayette zikri geçen mürted ile 90. ayetteki mürted arasında az da
olsa bir farklılık vardır. 86. ayette, küfürde ileri gitme ve inatlaşma yoktur;
90. ayette ise küfrü artırma, küfürde ileri gitme ve inatlaşma sözkonusudur. Öyleyse,
imandan küfre dönen ve küfürde ileri giden kişinin tevbesi kabul edilmez.
Razi'nin 90. ayetin tefsirinde, küfürde ileri gitme ile alakalı olarak
sıraladığı yorumlardan birini burada nakletmekte yarar vardır: "Yahudiler
Hz. Musa'ya iman ettiler; sonra Hz. İsa ve İncil'i inkar etmekle kafir
oldular; daha sonra da Hz. Muhammed ve Kur'an'ı inkar ederek küfürde ileri
gittiler".
Bu yorum gözardı edilmemelidir. Bu yorumun, hristiyanlann bir kısmı
için de geçerli olduğu söylenebilir. Nitekim Maide/72'de şöyle buyuruluyor:
(Andolsun ki, "Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kafir
olmuşlardır). [Maide/72] Maide/73'te de şöyle buyurulmaktadır:
(Andolsun ki "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler de kafir
olmuşlardır). [Maide/73]
Hristiyanlar da "İsa Mesih'in Allah olduğunu veya Allah'ın üçün
üçüncüsü olduğunu söyleyerek küfre düşmüşler, sonra da Hz. Muhammed'i inkar ederek
küfürde ileri gitmişlerdir.
Dünyevî açıdan irtidat şöyle değerlendirilebilir: Vatandaşı olduğu
devlete ihanet eden kimse, mürted olur. İhanet edenin durumu araştırılır;
pişman olduğu tesbit edilirse, cezası affedilebilir veya indirilebilir. Ama
ihanet çok ileri bir boyutta ise, pişmanlık dikkate alınmaz ve mürdet
bağışlanmaz.
Bu açıklamadan sonra diyebiliriz ki, irtidatın bir dinî, bir de siyasî
boyutu vardır. Bize göre, mürtedin öldürüleceği hükmü, siyasî boyutlu irtidat
için geçerlidir.
Nasıl Allah Teala, iman ettikten sonra küfreden ve küfründe ileri giden
kimsenin tevbesini kabul etmiyorsa, devletine ihanet eden ve ihanetinde ileri
giden kimsenin pişmanlığı da kabul edilmemelidir. Bu hüküm ve açıklamalarıyla
Allah Teala, devlete ihanetle ilgili hukukun temellerini atmıştır.
Şimdi tekrar Enfal/36-39 ayetlerine dönersek görürüz ki, burada dünyevî/siyasî
manada irtidat, yani devlete ihanet ele alınmaktadır.
(İşte onlar gerçek sapıklardır) ifadesiyle son bulan Âl-i İm-ran/90
ayetinde Allah Teala sapıklığa bir tanım getirmektedir: İmandan sonra küfre
sapan ve küfründe ileri giden kimse, gerçek sapıktır. İman ettikten sonra küfre
sapıp Allah'a ihanet eden veya devletine ihanet eden kimseler, Kur'an'da sapık
olarak ilan edilmektedirler.
Öyleyse, Âl-i İmran/90'da, tevbenin kabul edilmeyeceği durum ele
alınmakta ve böylece Nisa/18 ayetine açıklık getirilmektetir. İman ettikten
sonra küfre sapan ve küfürde ileri giden kimsenin tevbesi kabul edilmez; zira o
gerçek sapıktır. Böylece, vatanına ihanet eden veya toplumda bozgunculuk yapan
kimsenin de pişmanlığının dikkate alınmayacağı ve aftan yararldınlma-yacağı
konusuna da açıklık getirilmektedir.
[1]
91. Gerçekten inkar edip kafir olarak ölenler var ya, onların hiç birinden,
dünya dolusu altın verecek olsa dahi, fidye kabul edilmeyecektir. Onlar için
acı bir azap vardır, hiç yardımcıları da yoktur.
Bu ayette ele alman kimseler, kafir olarak yaşayıp kafir olarak
ölenlerdir. Bunlar, inanç duygularının olumlu yöne akmasını engellemişler;
tevhid inancına doğru olan aklî hareketi bastırarak zulüm yapmışlardır. Bunlar
yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile, kendilerinden kabul
edilmeyecektir. Ayetteki 'altın' kelimesi, değeri ifade eder. "Dünya
dolusu altın" ifadesi ise, çokluktan kinayedir. İnsanlık için ürettiği
önemli ve faydalı şeyler, güzel eylemler, kafir olarak ölen kimseye hiçbir
fayda sağlamaz; çünkü bu ameller değerlendirilmeye tâbi tutulmaz.
İşte doğru inancın etkinliği, ahirette amellerin Allah tarafından
değerlendirilmeye tâbi tutulmasını ve kabul edilmesini temin etmek hususunda
ortaya çıkmaktadır. Ayet, hiçbir değerin imanın yerini dolduramayacağına
işaret ederek, inkarın üretilen değerleri nasıl tahrip ettiğine işaret
etmektedir.
Bu ayeti dünyevî meselelere uyarlarsak şöyle bir genelleme yapabiliriz:
Vatana ihanet eden ve o ihanetiyle de ölen kimse, dünya dolusu para
verse bile, kendisinden kabul edilmez, ona iadeyi itibar yapılmaz ve
yapılmamalıdır. Bu yorumu, dünya dolusu altın verseler ifadesinden hareketle
yapıyoruz.
İmandan küfre dönen kişi dinî açıdan mürteddir; vatanına ihanet eden de
siyasî açıdan mürteddir. Dinî açıdan mürted olandan ahirette fidye kabul
edilmediği gibi, siyasî açıdan mürted olandan da fidye kabul edilmez. Allah'ı
inkarın bedeli olmadığı gibi, vatana ihanetin de bedeli yoktur. zJş&zîîğû
(Onlar için acı bir azap vardır).
İnkar edip kafir olarak ölen kimselerden mahşerde affedilmeleri için
hiçbir fidye kabul edilmeyecek; onlar acı bir azaba çarptırılacaktır. İnkar,
affı önlemekte, azaba sebep olmaktadır. Dünyadaki inkar, ahirette acı bir azaba
dönüşmektedir. Görülüyor ki bu gibi kimselere azap eden aslında Allah değildir;
bunlar kendi inkarlarının doğal sonucu olarak azaba duçar oluyorlar. İnkarın
kötülüğü de işte burada yatmaktadır.
(Hiç yardımcıları da yoktur).
Onları azaptan kurtaracak, fidyelerinin kabul edilmesini temin edecek
şefaatçileri de olmayacaktır. 'Yardımcılar' kelimesinin çoğul olmasından hareketle
diyebiliriz ki, ahirette kurtulmaları için onlara ne Allah, ne melekler ve ne
de peygamberler yardım edecektir. Bundan, inkarın, ahiretteki yardımı engellediği
ve kurtuluş yollarını kapattığı anlaşılıyor.
Şimdi tekrar 86. ayetle 91. ayet arasında işlenen inkar psikolojisine
dönersek görürüz ki, kafirler üç gruba ayrılmaktadır. Razi bunları şöyle
sıralamaktadır:
1. İnkarlarından vazgeçip
samimi bir şekilde tevbe edenler. Bunlar için 89. ayette şöyle buyuruluyor:
(Ancak bundan sonra tevbe edenler müstesnadır).
2. Tevbesi kabul edilmeyecek
kadar küfürde ileri gidenler. Bunlar için de 90. ayette şöyle buyurulmaktadır:
(Onların tevbesi asla kabul edilmeyecektir).
3. Tevbe etmeyip inkar içinde
ölen kimseler. Bunlar için ise 91. ayette buyuruluyor ki:
(Hakikat inkarcısı olarak ölenlere gelince, dünyanın bütün altınlarını
fidye olarak verseler bile kendilerinden kabul edilmeyecektir).
Bu ayetlerden, mürtedin (imandan sonra inkara sapan kimsenin) dünyevî
ve uhrevî hukukunun ne olduğunu öğreniyoruz.
Yine bu ayetlerde, imanda istikrarsız olan, iman ile inkar arasında
gidip gelen dengesiz bir psikolojik yapının analizi de yapılmaktadır. Bu
psikolojik yapı, aynı zamanda ceza hukukunun da temelini teşkil etmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki, 86 ile 91 arasındaki ayetler, gönüldeki
oluşumlar (iman veya inkar), ceza hukukunun temelini atmaktadır. İster dünyevî,
isterse uhrevî olsun, cezaların belirleyicisi insanın psikolojik yapısıdır.
Psikolojik yapı davranışları, davranışlar da hukuku tayin etmektedir. En zor,
en ağır ve en tahripkar psikoloji, irtidat psikolojisidir. inkar ve irtidat
psikolojisinin, Âl-i îmran/86 ile 91. ayetler arasındaki 6 ayette ele alınıp
geniş bir şekilde analizinin yapılmasının amacı, caydırmaktır. Din eğitimi,
insanları tevhid inancına getirmenin yanısıra, tevhid inancında tutmayı da
amaç edinmeli ve bu yolda gayret göstermelidir.
Al-i imran/64'de etrafında toplanılması emredilen ortak ilkenin, yani
tevhid inancının gerçekleşmesini engelleyen oluşumlar da sonraki ayetlerde
(91. ayete kadar) anlatılmakta ve çareleri de gösterilmektedir. Buna göre,
kitap ehli ile müslümanlann bu ortak ilkede buluşmasını engelleyen şeyler cehalet,
çifte standart, kutsal kitabı değiştirmek ve irtidattır. Bunlar, bugün de din
eğitimcilerinin önünde problem olarak durmakta ve çözüm beklemektedir. Yüce
Allah bu hüküm ve analizleriyle din eğitimcilerine yardım etmektedir.
[2]
92. Sevdiğiniz şeylerden başkaları için harcamadıkça bir-r'e (iyiye)
ulaşamazsınız ve her ne harcarsanız şüphesiz Allah ondan tamamıyla haberdardır.
Âl-i İmran/91'de, dünya dolusu altını fidye olarak verseler bile
kafirlerin kurtuluşa ulaşamayacakları ifade edilmişti, 92. ayette ise,
mü'minlere birr'e (iyiye, erdeme) ulaşmanın yolu öğretilmektedir; ki bu da,
sevilen şeylerden fedakarlık yapıp başkalarına yardımda bulunmaktır.
Ayette geçen % (el-birr) kavramını Bakara/177'de açıklamıştık.
Baka-ra/177'de birr'ın (iyinin) ne olduğu, bu ayette ise ona ulaşmanın yolu
öğretilmektedir. Bakara/177'ye göre birr'in (iyinin, erdemin) yapısını iman,
ibadet ve ahlâk oluşturmaktadır.
Bakara/177'de (sevdiği maldan harcar) buyurulmuştu, Âl-i İm-ran/92'de
ise (sevdiği şeylerden harcamadıkça) buyurulmaktadır. Cümle kuruluşları farklı
olmakla beraber, manaları aynıdır. Yüce Allah, sevdiği, değer verdiği ve
beğendiği şeylerden başkaları için haracamanın, birr (erdem) olduğunu
[Bakara/177]; bu eylemin aynı zamanda birr'e (iyiye, erdeme) ulaştırdığını
[Âl-i İmran/92] vurgulamaktadır.
Bu ayetteki "sevdiğiniz şeylerden" ifadesine, Bakara/267'de
şöyle açıklık getirilmektedir:
(Size verilse gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı vermeye
kalkışmayın). [Bakara/267]
Ayette, defolu, kullanılmış, işe yaramaz bir malı yardım olarak
vermenin birr (erdem) olmadığına dikkat çekilmektedir. Birr (erdem, iyi), değer
verilen maldan yapılan fedakarlıktır; başkasını kendine tercih etmektir.
Ayette yer alan 'harcamak' ve 'sevmek' fiillerinin çoğul olmasından
hareketle diyebiliriz ki, birr'e (iyiye, erdeme) ferdî manada değil, toplumsal
manada ulaşılması ön görülmektedir. Bakara/177'de ferdî manadaki birr (iyi, erdem)
ele alınırken, Âl-i İmran/92'de toplumsal manadaki birr (iyi, erdem) ele
alınmaktadır.
Bu noktadan hareketle, sevilen şeylerden başkasına vermenin toplumsal
bir ahlâk haline gelmesi gerektiğine işaret edildiğini söyleyebiliriz. Müslümanların
toplum olarak "veren el" olmaları, din farkı gözetmeden sevdikleri
şeylerden bütün insanlara vermeleri, evrensel ölçekte birr'e (erdeme)
ulaşmalarını sağlayacaktır. Fakirlik evrensel bir olgu ve sosyal bir
kirliliktir. Sevilen şeylerden, ırk, din ve millet farkı gözetmeden fedakarlık
yapılması ve böylece fakirliğin ortadan kaldırılması, birr'in (erdemin) ta
kendisidir.
Birr'e (iyiye), yani manevî ve sosyal değerlere, maddî fedakarlıklarla
ulaşılması, maddenin manaya dönüşümüdür.
Maddî değeri manevî değere dönüştüren şey, ayette sevgi olarak anılmaktadır.
Yüce Allah müslümanın gönlündeki sevgi duygusunun davranışlara yansımasının,
maddî değeri nasıl maneviyata (erdeme) dönüştüreceğini beyan ederken,
gönlün/sevginin ne kadar güçlü olduğuna da dikkat çekmiş olmaktadır.
Diyebiliriz ki, gönül maddeyi manaya dönüştüren bir oluşum merkezidir.
Kısaca, gönüldeki sevgi duygusu, insanı madde aleminden alıp manevî aleme
(birr'e/erdeme) ulaştırmaktadır. İşte, yorumunu yapmakta olduğumuz ayette bu
durum beyan edilmektedir:
(Her ne harcarsanız, kuşkusuz, Allah ondan tamamıyla haberdardır).
Ayetin bu kısmında müslümanlara iki şey öğretilmektedir:
a) İnfak edilen şey boşa
gitmez.
Allah, infak edilen her şeyi bilir ve değerlendirmeye tâbi tutar. Verilen
şeyin boşa gittiğini düşünen kimsenin infak etmesi mümkün değildir. Yüce
Allah'ın yapılan infakı bildiği ve karşılığını vereceği inancı insanların gönüllerine
kazınmalıdır. Bu inanç mü'minleri, sevdikleri şeylerden fedakarlık yapmaya
teşvik eder. Motivasyon bakımından ayetin son kısmı çok önemlidir.
b)
Yapılan infakın, başkaları
tarafından bilinmesi önemli değildir.
Yapılan infakın başkaları tarafından bilinmesi önemli değildir, önemli
olan Allah'ın bilmesidir. Allah'ın bilmesini ve değerlendirmesini öne çıkarmak,
yapılan infakı gösterişten/riyadan uzak tutar.
Yapılan infakı, Allah'ın bildiğini ve karşılığını fazlasıyla vereceğini
bildirerek infak etmeye teşvik eden bu ayet, infak ve diğer ibadetlerin sadece
Allah nzası için yapılması gerektiğini de vurgulamaktadır. Sevdiği malı başkasına
vermek, asil ruhluluğun ve erdemli olmanın işaretidir.
[3]
93. Tevrat indirilmeden önce, israil'in (günah diyerek) kendine yasakladığı şeyler dışında bütün yiyecekler Israi-loğullarına helal idi. De ki: "Eğer söylediklerinizde samimi iseniz Tevrat'ı getirin de okuyun".
Ayetin iniş sebebi, muhtevasından anlaşılmaktadır. Müfessirler, ayette
geçen İsrail'in Hz. Yakub olduğunu söylemektedirler. Hz. Yakub (İsrail) bazı
gıdaları kendisine yasaklamıştı. Bunların dışında kalan bütün yiyecekler
İs-railoğullan'na helal olduğu halde onlar, Allah'ın helal kıldığını haram
yaptılar. İşte ayetin iniş sebebi budur. Müfessirler birden fazla iniş sebebi
nakletmektedirler, ama bunlara itimat etmek mümkün değildir.
1. İsrail (Hz. Yakub), Tevrat
inmeden önce bazı yiyecekleri kendine haram kılmıştı.
Ayetin analizinden şu sonuçlan çıkarabiliriz: Bir yiyeceğin haram veya
helalliği, Allah'ın hükmüne bağlıdır. İsrail'in (Hz. Yakub'un) kendisine deve
etini haram kılmasının, hastalığı sebebiyle olduğu rivayet edilmektedir. Hz.
Yakub'un helal olan bir yiyeceği, hastalığı dolayısıyla kendisine haram
kılması tıbbî bir zaruretten kaynaklanmış olabilir. Kendi içtihadı veya tıbbî
bir zaruret nedeniyle deve etini kendine haram kılmış olabilir. Dolayısıyla
böyle şahsî bir haram kılma, evrensel kabul edilemez ve nesiller boyu devam
ettirilemez.
Hz. Yakub'un, hastalığı sebebiyle deve etini kendisine haram kılmasından hareketle, sağlık açısından diyetin önemli olduğu hükmünü çıkartabiliriz. Haram kılma yetkisi sadece Allah'a ait olduğu halde Hz. Yakub'un böyle şahsî bir tasarrufta bulunması, tibbî bir nedene dayanmış olabilir. Bununla birlikte ayette, bu olgunun Tevrat öncesi döneme ait olduğu vurgulanmaktadır.
Hz. Yakub, deve etini, bir adak şeklinde kendisine haram kılmış da
olabilir. Mesela, "Bu hastalıktan iyileşirsem, bir daha deve eti
yemeyeceğim" diye nezretmiş olabilir.
Bizce bir insanın, helal olan bir şeyi nezr yoluyla kendisine haram
kılması, Tahrim/1 ayetine göre doğru değildir:
(Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal
kıldığını niçin kendine haram ediyorsun)? [Tahrim/1]
Ayetten anlaşıldığı üzere, peygamber de olsa kimse Allah'ın helal
kıldığı bir şeyi kendine haram kılamaz. Nitekim, Allah'ın helal kıldığı bir
şeyi kendine haram kılması sebebiyle Hz. Muhammed kınanmaktadır. Hz. Yakub'un
tıbbî bir zorunluluk nedeniyle bir yiyeceği kendisine haram kılmış olması
mümkün olup bu anlaşılabilir bir şeydir.
2. Aslmda helal olan bazı
şeyler, yahudilere haram kılınmıştır:
(Yahudilerin zulmü, bir çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, neh-yedildikleri halde faiz almaları ve halkın mallarını haksız yollarla yemeleri sebebiyle, kendilerine daha önce helal kılınmış olan birçok temiz ve iyi şeyleri haram kıldık). [Nisa/160-161]
(Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut
bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe kansan yağlar hariç olmak üzere sığır
ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara
verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğru söyleyeniz). [En'am/146]
Görüldüğü gibi En'am/146 ayeti, Nisa/160-161 ayetlerine açıklık getirmektedir.
Nisa/160-161 'de helal olan yiyeceklerin zulümleri sebebiyle haram kılındığı
söylenmiş, fakat bunların neler olduğu söylenmemişti. İşte En'am/146'da bunlar
sayılmaktadır.
Demek ki Yüce Allah, yaptıkları zulüm ve insanların mallarını haksız
yollarla yemeleri sebebiyle yahudilere "gıda mahrumiyeti" cezası
vermiştir ki bu, günümüzde devletler arası ilişkilerde "gıda
amborgosu"na kaynaklık etmiştir. Yüce Allah'ın yahudileri "gıda
mahrumiyeti" ile disipline etmesi, günümüzde dünya nizamını bozan
devletlerin "gıda amborgosu" ile disipline edilmesine zemin
hazırlamıştır.
3.
İsrailoğullan'nın yiyeceklerin
haramlığı ve helalliği ile ilgili iddialarının yanlışlığı, Tevrat'la isbat
edilmektedir:
(De ki: "Doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat'ı getirip okuyun").
Ayetin bu kısmından şu sonucu çıkarabiliriz: Bir yiyeceğin haram veya
helal olduğu, Allah'ın vahyi ile belli olur. İlahî vahyin dışında hiçbir merci
haram ve helal hükmü koymaya yetkili değildir. Yüce Allah, ayetin bu kısmında
Hz. Peygamber'e, iddialarının batıl olduğunu göstermek üzere yahu-dilere,
"Tevrat'ı getirip okuyun" demesini emretmiştir. En'am suresinde ise
Hz. Peygamber'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
(De ki: "Bana vahyolunan da, leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki
pisliğin ta kendisidir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir
hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum").
[En'am/145]
Görüldüğü gibi ayetlerde, yiyeceklerin haramlığı veya helalliği hükmünün
ilahî vahiyden alınması gerektiği belirtilmektedir. İsrailoğullan için hükmün
kaynağı Tevrat, Hz. Peygamber ve müslümanlar için Kur'an'dır.
4. Beşerin koyduğu yasağı
Allah kaldırır.
Hz. Yakub'un (İsrail'in) kendisine haram kıldığı bir şeyi, Yüce Allah
helal kılmaktadır. Bundan, beşerin din adına koyduğu bir yasağı Allah'ın
değiştirebileceği hükmü çıkar.
Bununla birlikte bunda, insanın beşerî hukukla ilgili yasak
koyabileceğine de işaret vardır.
Onun içindir ki, uzman olanlar bilimsel ictihadlarla hayatın pek çok
cephesi için yasaklar koyarlar, ama din adına yasak koyamazlar. Bir doktor hastasına
bazı helal gıdaları yasaklayabilir. Hayatın akışı içinde ortaya çıkan
problemlere çözüm getirmek için, ferdin veya toplumun menfaati gözönün-de
tutularak yasaklar konabilir. İşte ayette yer alan, İsrail'in kendisine haram
kıldıkları dışında... ifadesi, ictihad kapısını açık tutmakta, insan aklına sosyal
sorunlara çözüm üretme yetkisi vermektedir.
Bu noktada, insanın koyduğu yasaklar ile Allah'ın koyduğu haramların sınırlan iyi tesbit edilmelidir. Bunun için de Kur'an'ın iyi bilinmesi gerekir; çünkü bir konuyla ilgili Kur'an'da bir hüküm olup olmadığını bilmeden icti-had yapılamaz. O nedenle Yüce Allah, Tevrat'ı getirip okuyun buyurmaktadır. [4]
94. Ve artık bundan sonra kim Allah hakkında yalan uy durursa işte
onlar zalimlerdir.
Bu ayetle bağlantılı olarak Bakara/59 ve Âl-i İmran/78 ayetlerinin yorumuna
bakılabilir.
Buradaki iftiradan, yani Allah hakkında yalan uydurmaktan kasıt, Hz.
Ya-kub'un şahsî tasarrufunu Allah'a isnad etmek, hükmün Tevrat'ta olduğunu
söylemektir. Yüce Allah yahudiler örneğiyle genel bir değerlendirme yapmakta
ve böyle davrananları zalim olarak nitelendirmektedir. Yahudilerin bu eylemleri
birkaç açıdan zulümdür: Hükmü yerli yerine koymamaları, Hz. Yakub'un şahsî
tasarrufunu Allah'a isnad etmeleri ve halkı yanlışa sevketmeleri sebebiyle
zulümdür.
Bu ayette, 93. ayette zikri geçen îsrailoğullan ile ilgili olgu
evrenselleştiri-lerek, gelecekteki din alimi ve din adamlarına bu konuda
zulmetmemeleri, kutsal kitaplara aykırı olarak din adma fetva vermemeleri
tenbih edilmektedir.
Dinin ve onun kaynağı olan vahyin/kitabın bir saygınlığı olmalıdır.
İlahî vahye/kitaba saygı iki türlüdür:
a) Hükümlerini çarpıtmamak,
olduğu gibi anlatmak;
b) Gereği gibi tatbik etmek.
Vahiy, Allah'ın bilgisi olduğuna göre, onu doğru öğrenip doğru öğretmek
ve hayata geçirmek, bir zorunluluk ve bir borçtur.
Kitapta olmayanın kitaptan olduğunu söyleyerek insanları aldatmak, beşerî ictihadlan dinden gösterip kutsallaştırmak, kültür ile dinin sınırlarını karıştırmak ve böylece az ya da çok dini beşerileştirmek, Allah'a karşı yalan uydurmak olacağından zulümdür. İşte din eğitiminin bir vazifesi de, dini bu gibi zulümlerden kurtarmaktır. [5]
95. De ki: "Allah doğruyu söylemektedir. O halde, batıl olan her
şeyden yüz çeviren ve Allah'ın yanısıra hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayan
İbrahim'in inanç sistemine uyun".
Haram ve helal Allah tarafından belirlendikten sonra O'na karşı yalan
uydurmanın altında yatan neden, Allah'ın doğru söyleyip söylemediği konusundaki
şüphedir. Onun için Yüce Allah bu şüpheyi ortadan kaldırmak üzere, De ki:
"Allah doğruyu söylemektedir" buyurmaktadır. Yani Allah Teala,
İsrailo-ğullan'na haram ve helal olan yiyecekler konusunda doğruyu
söylemektedir.
Ayette, İslâm'da da helal olan yiyecek ve içeceklerin Hz. İbrahim'e
dayandığına işaret edilmekte, bunlardan haram kılınanların sadece Hz. Yakub ve
soyu için olduğu ve bunun da bir istisna teşkil ettiği bildirilmektedir.
Allah'ın, batıldan yüz çevirme özelliği ile Hz. İbrahim'i anması manidardır.
Allah'a karşı yalan uydurmanın bir nedeni de, hak ile batılı karıştırmaktır.
Âl-i İm-ran/71'de de buna işaret edilmektedir.
Batıl olan her şeyden yüz çeviren Hz. İbrahim'in inanç sistemi, olduğu
gibi Kur'an'a intikal etmiştir. Aslında sadece Kur'an'a değil, Tevrat'a da
intikal etmiştir. Bütün semavî dinlerin, müşterek ve değişmeyen özelliklerinden
biri hanifliktir. Batılı hakka karıştırmayan bu inanç sistemine tâbi olmak
bütün ümmetlere farzdır.
Yüce Allah, yahudilere hakla batılı karıştırmayan, batıl olan her
şeyden yüz çeviren İbrahim'in inanç sistemine uymadaki eksikliklerinin, Allah'a
iftira etmelerine neden olduğunu ifade etmekle, Hz. Muhammed'in ümmetinin de
aynı şeyle yükümlü olduklarına dikkat çekmektedir. Emrin Kur'an'da yer
almasının önemli sebeplerinden biri de budur.
Hz. İbrahim'in inanç sistemine uyma zorunluluğu, sadece onun hanif olmasından
değil; müşriklerden de olmamasından kaynaklanmaktadır. Batıldan yüz çevirmek,
müşrik olmamak çok önemli bir meziyettir. Kitap ehli (ya-hudiler ve
hristiyanlar) hak ile batılı karıştırıyor, kimi Üzeyir'in, kimi de Hz. İsa'nın
Allah'ın oğlu olduğunu söyleyerek şirk koşuyorlardı.
Yüce Allah burada hastalığa uygun düşen ilacı verircesine, batıl ile
hakkı karıştırmalarına ve şirk koşmalarına mani olacak şeyin, Hz. İbrahim'in
dinine ya da inanç sistemine uymaları olduğunu söylemektedir. Bundan anlaşılıyor
ki, din eğitimcileri, Allah'ın bu metodunu kullanarak fert ve toplumda bulunan
manevî hastalıklara uygun eğitim ve öğretim yapmalıdır. Bu anlamda din eğitimi
doktorluk mesleğine benzer. Doktorun hastalara ve hastalıklara uygun ilaçlar
vermesi gibi, din alimleri ve görevlileri de fert ve toplumun ihtiyacı olan
bilgiyi vermelidirler.
İsrailoğullan'mn, Allah'ın doğruyu söylediğine inanmaları, Tevrat'ta da
bulunan Hz. İbrahim'in inanç sistemine tâbi olmaları, pek çok manevî hastalıklarını
tedavi edecektir.
[6]
96. Şüphesiz, alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için
kurulan ilk mabet (ev) Mekke'dekidir. 97. 97. Apaçık işaretlerle dopdoludur ve
İbrahim'in makamı oradadır. Oraya giren güvende olur. Oraya gitmeye gücü
yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Hakikati
inkar edenlere gelince, bilsinler ki Allah, yarattığı alemlerden bağımsızdır,
her bakımdan kendine yeterlidir.
Müfessirlere göre ayetteki " (Bekke), Mekke'nin eski adıdır.
(İnsanlık için inşa edilen ilk beyt) ibaresindeki beyt kelimesi, mabet anlamına
gelir. Bu mabede Kabe de denmektedir. İnsanlık için inşa edilen ilk ma-bed
olması nedeniyle kimin tarafından yapıldığı konusunda ihtilaf bulunmaktadır.
İlk mabed, ilk dinde olacağına göre, Kabe'yi yapanın Hz. Adem olması
gerekir. Ebu Zerr el-Gıfari'inin, en önce yapılan mabedin hangisi olduğunu
sorması üzerine Hz. Peygamber, ilk önce yapılan mabedin Kabe olduğunu
söylemiştir.[7] Hz. Peygamber'in cevabının
dayanağı Âl-i İmran/97 ayetidir. Her ne kadar Bakara/l 27'de Kabe'yi Hz.
İbrahim'in yaptığı ifade ediliyorsa da biz, Kabe'yi yapan kimsenin Hz. Adem
olduğunu, Hz. İbrahim'in ise aynı mabedi -yıkılması veya harap olması sebebiyle-
tekrar yaptığını düşünüyoruz. Hz. Adem Kabe'yi ağaç direklerle yükseltmiş ve
bu da Nuh tufanında yıkılmış olabilir; bunun üzerine Hz. İbrahim de onu tekrar
taş ile inşa etmiş olabilir. Bununla birlikte, önemli olan, Kabe'nin kim
tarafından yapıldığı değil, yapılan ilk mabed olmasıdır.
1. İnsanlık için inşa
edilmiştir.
Bütün insanlık için inşa edilmiş olması, Kabe'nin evrensel bir mabed olduğuna
delil teşkil eder. Önceki ayetleri de dikkate aldığımızda diyebiliriz ki, bu
ayet, -Razi'nin de ifade ettiği üzere- yahudilerin Beyt-i Makdis'i Kabe'den
daha üstün görmelerinden dolayı inmiştir. İnsanlık için yapılan ilk mabedin
Kabe olduğunun söylenmesi, hem yahudilerin iddiasını çürütmeye, hem de Kabe'nin
Beyt-i Makdis'ten üstün olduğunu ifade etmeye yöneliktir.
İnsanlar için ifadesi, Kabe'nin bir üniversite olduğuna ve orada
yapılan öğretimin bütün evrensel değerleri kapsadığına işaret etmektedir. Onun
belli bir gruba değil, tüm insanlığa faydalı olacak işlevlere tahsis edilmesi
önerilmektedir. O üniversitede üretilen bilgi ve değerleri bütün insanlık
paylaşacaktır. Mabed'in veya bir üniversitenin üstünlüğü, insanlığın faydası
için ürettiği bilgi ve değerler nisbetinde olur. Kabe'nin üstünlüğü de ilk
olmasından ve bütün insanlığa faydalı olacak bilgiler-değerler üretmesinden
kaynaklanmaktadır.
2. Bereketlidir
Kabe'nin, ekonomik açıdan bereket kaynağı olması, ekin bitmeyen toprakların
insanlarına hac dolayısıyla ekonomik değer getirmesidir.
Kabe'nin, eğitim-öğretim açısından nasıl bereket kaynağı olduğunu anlamak
için Bakara/l25'deki mesabe kelimesini ele almak gerekir. Kabe, insanların
toplanıp sevap işledikleri, doğru bilgi ürettikleri bir yer olduğu için bereketlidir/bereket
kaynağıdır. Farklı ülkelerden gelen insanlar orada buluşma, toplanma ve
memleketlerinin sorunlarını çözme imkanını elde ettikleri için Kabe
bereketlidir, bereket kaynağıdır.
3. Bütün alemler için hidayet
kaynağıdır.
Alemler kavramı tüm insanları ifade edebileceği gibi, insan ve cin alemlerini
de ifade edebilir. Ayetteki, İnsanlık için inşa edilen... ifadesinden hareketle,
alemler kavramıyla tüm insanların kasdedildiğini tereddütsüz söyleyebiliriz.
Kabe'nin hidayet kaynağı olmasını birkaç açıdan açıklayabiliriz: Namaz
kılarken yönenilen kıble olması, rehberlik anlamına dahil olabilir. Bir üniversite
olması hasebiyle Kabe'de üretilen ve öğretilen bilgiler -ki bilgi en önemli
rehberlerden biridir- tüm insanlık için rehberliktir.
Kabe, orada yapılan ibadetler bakımından da rehberliktir. Hadid/12
ayetine göre, iman ve ibadetler ahirette ışığa dönüşecek, sahiplerinin
önlerinden ve yanlarından aydınlatıp yollarını gösterecektir. Bu da bir çeşit
rehberliktir.
İşte Kabe bu üç nedenle insanlar için hidayet kaynağıdır.
4. Kabe'de apaçık ayetler
vardır.
Kabe'nin başka bir özelliği, onda apaçık ayetlerin olmasıdır. İşaret,
mucize ve kanun manalarına gelen ayet kelimesinin burada mucize manasına alınması
daha uygun olur.
Bilindiği gibi Ebrehe, Kabe'yi yıkmak için saldırdığında Allah Teala,
bu saldırıya karşı Kabe'yi mucizevî bir şekilde korumuştur. Nasıl koruduğunu
ise Fil suresinde açıklamaktadır:
(Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü
planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü kuşlar gönderdi. O
kuşlar onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah
onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi). [Fil/1-5] Mucizelerden biri budur. Bir
diğer ayet (mucize) de, Hz. İsmail'in ayaklarının dibinden çıkan zemzem
suyudur. Bakara/158 ayetine göre, Safa ile Merve'nin onun yakınında olması da
bir işarettir.
5. Makam-ı İbrahim oradadır.
(İbrahim'in makamı) ifadesi, kürsü manasına alınabilir. Üniversitelerdeki kürsü, ayette makam olarak geçmektedir. Hz. İbrahim aynı zamanda bir öğretmendir. Onun ders verdiği yere makam, yani kürsü denmektedir. Demek ki Kabe üniversitesinde bir makama (yani kürsüye) ilk sahip olan hocalardan biri Hz. İbrahim'dir. Bu, Kabe için önemli bir ayrıcalıktır. Bu noktadan hareketle, üniversitelerdeki kürsü kavramının Hz. İbrahim'e dayandığını söyleyebiliriz.
6. Güvenli bir yerdir
Kabe'nin bu özelliğine Bakara/l25'de G# (ve emnâ) ifadesiyle işaret
edilmişti. Bu ayette ise Ofc&fc (oraya giren güvendedir) buyurulmaktadır.
Daha önce zikredilen beş özellik, Kabe'yi güvenli bir yer haline
getirmektedir.
Bu beş özellik şunlardır:
a. Mabed olması,
b. Bereketli olması,
c. Hidayet kaynağı olması,
d. Bazı ayetlerin
(mucizelerin) bulunması,
e. Bilginin öğretildiği bir üniversite olması.
Gerek Bakara/l 25'de, gerekse Âl-i İmran/96-97'de güvenin bilgiden sonra
zikredilmesi, bilgi ile emniyet arasında bir bağlantı olduğuna, bilginin olduğu
yerde güvenin de olacağına; bilginin olmadığı, cehaletin kol gezdiği yerde ise
güvenin de olamayacağına işaret edilmektedir.
Kureyş/4'de Kabe, karınları doyuran ve korkudan emin kılan bir yer olarak
tanımlamaktadır. Bakara/126'da Hz. İbrahim'in, Mekke'nin güvenli ve bereketli
bir yer olması için dua ettiğine şahit oluyoruz.
7. İbadet yeridir
Bakara/125 ve Hac/26 ayetine göre Kabe, tavaf, itikaf, rüku, secde,
kıyam ve benzeri birçok ibadetin yapıldığı bir mabeddir.
Âl-i İmran/97'de, gücü yeten herkes için Kabe'yi ziyaret etmenin,
Allah'ın hakkı olarak takdim edilmektedir. Bakara/125 ve Hac/26-27 ayetlerinden
anlaşıldığına göre, hac ibadeti ilk defa Hz. İbrahim zamanında başlamıştır.
Secde, rüku, kıyam, itikaf ve hac menasikleri nesilden nesile, dinden dine
intikal etmiştir. İşte bunun için Âl-i İmran/95'de Hz. İbrahim'in milletine
uyulması emredilmektedir.
Ayette geçen Bekke'nin, Mekke'nin eski adı olduğunu söylemiştik.
Bek-ke'nin zaman içinde (Mekke) şekline dönüştüğü söylenebilir.
[8]
a. Razi'nin verdiği bilgilere
göre mekke kelimesi, kemiğin üstündeki eti yemek veya içindeki iliği emmek, bir
şeyi helak etmek, suyu içip tüketmek manalarına gelmektedir. Razi, günahları
yok ettiği için Mekke'ye bu ismin verildiğini söylemiş ve misal olarak da
çocuğun annesinin memesinden sütü emip tüketmesini vermiştir.
Bu manadan hareketle şu açıklamayı yapabiliriz: Mekke'nin değeri, içindeki Kabe'den ötürüdür. Kabe üniversitesi ise bilgi, doğruluk ve güzellik ürettiğinden, bunlar da cehaletin kara bulutlarını yok ettiğinden Mekke'ye bu isim verilmiştir.
Âl-i İmran/96'da geçen mübarek kelimesi, hem bereketli, hem de şerefli
manasına gelir. Mekke'de insanlar için kurulan ilk ev (Kabe), insanlığa üstünlük,
şeref ve bereket getirerek bereketsizlik ve değersizliği ortadan kaldırmakta;
bundan ötürü de bulunduğu yere Mekke ismi verilmektedir.
b. Mekke'nin başka bir anlamı
da, cezbetmek, toplamaktır; zira dünyanın dört bir tarafından insanlar gelip
orada toplanırlar.
Bu anlamı ile bağlantılı olarak Mekke'deki Kabe (üniversite) de, insanları akın akın oraya çekmekte ve onlara aydınlatıcı ibadet ve bilgileri öğreterek rehberlik etmektedir. Kemiğin içindeki iliği veya memedeki sütü emmek nasıl en özlü gıdayı almak ise; Mekke'deki Kabe'de yapılan hac ibadeti de takva için en iyi gıdayı almaktır [Bakara/197].
c.
Mekke, suyu az olmak, suyu
çekilmek manasına da gelir. Öyleyse Mekke'ye, Kabe üniversitesinde üretilen
bilginin, doğruluk ve güzelliğin cehaletin kara bulutlarını azaltması ve yok
etmesi sebebiyle bu isim verilmiştir.
Yine Bakara/197 ayetine göre Mekke'ye; fışkı, cinsel ilişkiyi ve
kavgayı ortadan kaldıran hac nedeniyle bu isim verilmiştir.
Yine, suyun, cehalet ve güvensizliğin bulunmadığı bir şehir olması hasebiyle
bu şehre Mekke adı verilmiştir.
Bütün bu manalar dikkate alındığında, yahudilerin Kabe'yi, Beyt-i
Mak-dis (Mescid-i Aksa) ile kıyaslamalarının abes olduğu anlaşılır ve bu meselenin
üzerinde bu kadar ısrarla durulmasının sebebi ortaya çıkar.
d. Mekke'nin bir vasfı da
-Şura/7'de zikredildiği üzere- Ümmü'l-Kura'dır:
(Ümmü'l-Kura'yı ve onun etrafındakileri inzar etmen i-çin). [Şura/7]
Mekke'nin ümmü'l-kura (şehirlerin anası) olması, Mekke'deki Kabe'nin
(mabedin) de, mabetlerin anası, -aynı zamanda üniversite olması hasebiyle de,
öğretim müesseselerinin anası- olmasını gerektirir.
İnsanlık Mekke'den dünyaya yayılmıştır. İlk insan Mekke'de yaratılmış,
ilk aile Mekke'de kurulmuş, insanlık kültürünün ilk tohumlan Mekke'de atılmış
ve Mekke'den dünyaya yayılmış olduğundan, Mekke'ye ümm (anne) adı verilmiştir.
Bütün şehirlerin, medeniyetlerin ve insanlığın anası durumunda olması sebebiyle
Yüce Allah Mekke'ye ümmü'l-kura (şehirlerin anası) [Şura/7] adını vermiştir.
Ana doğurur, besler, sevgi ve merhametle kucaklar. Ananın çocuğu doğurması,
besleyip büyütmesi ve merhametle sarıp sarmalaması gibi, Mekke de insanlığı
doğurdu, insanlık kültürünü besleyip büyüttü ve insanlık kültürüne merhamet ve
sevgi aşıladı. Kabe üniversitesi de kültür doğurmakta, kültüre gıda vermekte
ve insanlığa sevgi ve merhamet aşılamaktadır.
Kabe'yi kıble edinen müslümanlar da insanlık için analık vazifesi
yaptıklan müddetçe Mekke'ye layık olacaklardır. Mekke'nin aşığı olan müslüman,
ana gibidir veya olmalıdır. Ananın çocuk doğurması gibi, müslümanın beyni de
bilgi doğurur; ananın çocuğunu emzirmesi gibi, müslüman da gönlündeki sevgi ve
merhamet memeleriyle insanlığa manevî gıda verir; ananın çocuğunu merhametle
sarıp sarmalaması gibi, müslüman da insanlığı merhametle sarıp sarmalamalıdır.
[9]
(ilk ev/ilk mabed) denen Kabe'nin çeşitli isimleri vardır. Kur'an bunları
şöyle sıralamaktadır:
1. İlk ev
Daha önce bunun ne anlama geldiğini ve işlevlerini açıklamıştık.
2. Kabe
Maide/97'de bu isim kullanılmaktadır:
(Allah Kabe'yi, o Beyt-i Haram'ı bütün insanlık için bir sembol kıldı.
Kutsal ayı, hac kurbanını ve boynuna gerdanlıklar takılan kurbanlıkları da.
Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın gerçekten her
şeyi bildiğini kavramanız içindir).
Bu ayette geçen Kabe kelimesi, yükseklik ve şerefe işaret etmektedir.
Topuğun üstündeki yüksek kemiğe ka'b dendiği gibi, memeleri yükselen kız
çocuğuna da ka'b denir. Bu manalardan hareketle ve Kabe'nin de yücelik, şeref
ve üstünlük vermesi nedeniyle ona bu isim verilmiştir.
Kabe'nin işlevlerini kendilerine uyarlayan kimseler şeref kazanır ve
yücelirler. Bir üniversite olan Kabe'nin öğretilerinden nasibini alan, orada
yapılması gereken ibadetleri tam anlamıyla yerine getirip ruhunu olgunlaştıran
insanlar yücelir ve şeref kazanırlar.
3. Beyt-i Atik
"Eski ev" anlamına gelen {Beyt-i Atik) ibaresi, Hac/29 ve 33'de geçmektedir:
(Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o eski
evi tavaf etsinler). [Hac/29]
(Sizin için o kurbanlık hayvanlarda belli bir süreye kadar bir takım
faydalar vardır; sonra varacakları yer eski ev'dir). [Hac/33]
"İlk ev" ile "eski ev" aynı anlama gelmektedir.
"İlk mabed" ise, "ilk üniversite", yani "ilk öğretim
faaliyetinin" yapıldığı yer demektir. 'Eski' manasına gelen atik
kelimesi, kuş yavrusunun yuvada kuvvetlenmesi, büyümek, olgunlaşmak,
serbest/hür olmak, serbest hareket etmek, kurtarmak, azat etmek, bağ bozumu
manalarını ifade etmektedir. Itk kalıbından alınınca, soyluluk, hürriyet,
güzellik ve şeref anlamına gelir. Şimdi bu manaları teker teker ele alıp
kapsamlarını belirleyelim:
a. Kuvvetlenmek
Fil suresinde belirtildiği üzere, Beyt-i Atik'in (eski evin) koruyucusu Allah'tır. Bu ndenle onu kimsenin tahrib veya yok etmesi mümkün değildir. Kuvvetlenmek manasının, büyümek ve olgunlaşmak anlamlarıyla da alakası vardır. Burada yapılan ibadetler insanları olgunlaştınr ve Allah'a yüceltir, böylece insanlara manevî kuvvet verir.
b. Hür olmak
Beyt-i Atik'de (ki bir üniversite sayılır) verilen bilgiler, insanlığa
hürriyet getirmiş, getirmekte ve istikbalde de getirecektir. Yüce Allah'ın
peygamberlerine tesis ettirdiği bu mabedin (üniversitenin) öğretileri içinde,
insanın insanı köleleştirmesinin kötü olduğu bilgisi de vardır. Köleyi azat
etmek manasıyla atik kavramı, hürriyet fikrinin fışkırdığı, hürriyet güneşinin
doğduğu bir üniversite olduğunu ismiyle de isbat etmektedir. Diğer taraftan bu
mabed, bir kimsenin mülkiyetine girmekten de azadedir.
c. Güzellik
(atik) kelimesinin kalıbı 'güzellik' anlamına gelir. Beyt-i Atik güzellikler üretir, ruhta, davranışlarda, inançta ve ahlâkta insana güzellikler öğretir ve kazandırır. Dolayısıyla, her şeyin iyi ve güzelini arayan ve insanlığa iyilik ve güzellikler sunan bir mabedi ve bir üniversiteyi ifade eder.
d. Asalet ve şeref
Atik kelimesinin ıtk kalıbının bir diğer manası da asalet (soyluluk ve şeref) olduğuna göre, bu mabedin veya üniversitenin sunduğu değerler ve orada yapılan ibadetler insanlara asalet ve şeref kazandırır.
4. Mescid-i Haram
İsra/1'de Mescid-i Haram, Maide/97'de Beyt-i Haram, Maide/97'de ise
Beyt-i Haram ve Kabe birlikte kullanılmaktadır. İsra/1'de şöyle
buyurulmak-tadır:
(Kendisine bazı alametlerimizi göstermek için Mescid-i Haram'dan,
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götürdü). [İsra/1]
Mescid-i Haram, dokunulmaz, kutsal mabet, kutsal ibadet evi manasına
gelmektedir. (el-Mescidu'l-Haram) ismi, kutsal manasının yanısıra, sığınanın
öldürülmesinin yasak olduğu yer anlamına da gelir.
Kutsal mescid ifadesiyle, insanlığın ilk mabedi ve kutsalın öğretildiği
yer olduğu kasdedilmektedir. Haram kelimesi, 'yasak' anlamına alındığında,
orada canimin öldürülmesinin, yeşile kıyılmasının yasak olduğu ve haram olan
şeylerin öğretildiği kasdedilmiş olur.
(Kim içine girerse emin olur) [Âl-i İmran/97] ifadesinden anlıyoruz
ki, oraya giren güvencededir; ona dokunulması, öldürülmesi yasaktır, haramdır.
Bu manadan hareketle diyebiliriz ki Mescid-i Haram, insanlığa kutsal ve haram
olanın bilgisini öğretmekte, insan hayatına kıymanın ne kadar büyük günah olduğuna
dikkat çekmektedir. Orada değil insana, bir hayvana, bir ota bile kıyılamaz.
Kutsal ve yasak anlamıyla bu üniversite, çevre bilincini ve ekolojik dengenin
bozulmasının nelere mal olacağını öğreten bir yer olmuş ve olmalıdır.
Onu güvenli bir sığınak oluşturduğumuzu görmediler mi? [Ankebut/67]
ifadesindeki "güvenli bir sığınak" tabiri buna işaret etmektedir.
Orası, toplum emniyetini tahrib etmenin yasak olduğunu tüm dünyaya öğreten bir
üniversitedir. O, çevresinde oturan halkın korku ve paniğe kapılmasına fırsat
vermeyen bir mabeddir, üniversitedir. Bakara/l 26'da Hz. İbrahim'in, Mekke'nin
güvenli bir yer kılınması için Allah'a dua ettiği ifade edilmektedir. Ayetin
içeriğinden anlaşılıyor ki, Yüce Allah, onun bu duasını kabul etmiş ve orasını
güvenli bir yer yapmıştır. İşte Mescid-i Haram, bu güvenli yeri ifade eden bir
isimdir.
Fetih suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Allah, Peygamberinin rüyasını gerçekleştirmiştir. Allah dilerse,
Mescid-i Haram'a güven içinde elbette gireceksiniz). [Fetih/27]
Bu ayette de, "kutsal mescid" ile 'güven' kavramı bir araya
getirilmiş ve kutsal mescidin görevine dikkat çekilmiştir.
İlk ev, eski ev, Kabe, kutsal mescid isimleri, sonuçta aynı şeye işaret
etseler de, farklı işlevlerine göre verilen isimlerdir. Geçmişi geleceğe
taşıyan, ahlâkî, hukukî, dinî ve siyasî işlevleriyle Kabe, insanlığın ilk
mabedi ve ilk üniversitesidir.
(Bundan dolayı, mabedi haccetmek, gücü yeten bütün insanların Allah'a
karşı yerine getirmek zorunda oldukları bir görevdir).
Görüldüğü gibi, önce Kabe'nin işlevleri anlatılmakta, ardından da orayı
ziyaret farz kılınmaktadır. Haccın farziyetini bildiren ayetlerden biri de budur.
Gücü yeten ifadesi, müslümanın bulunduğu yere göre mana kazanır. Mekke'de
yaşayan bir insanın haccetmesi için, para gerekli değildir. Dolayısıyla
Mekke'de yaşayan için gücü yeten ifadesi, hasta olmamayı ifade eder. Uzaklardan
gelenler için gücü yeten ifadesi sağlıklı olmayı, binek, taşıt ve parayı ifade
eder. Hac/27'de uzak ülkelerden yaya veya süvari olarak gelecek olanlar
ifadesiyle, gücü yeten ifadesine açıklık getirilmektedir. Gücü yeten ifadesine,
imkan ve fırsat bulan manası da verilebilir. Mesela, hacıları taşıyan bir
otobüste muavin olan kimse, fakir de olsa hacca gücü yeten kimse konumundadır,
dolayısıyla hac yapabilir ve yapmalıdır.
(İnkar edenler, bilsinler ki, Allah yarattığı alemlerden bağımsızdır,
her bakımdan kendisine yeterlidir).
Bu ayetteki küfr, bir gönül eylemi olup Allah'ı inkar etmek manasına değil,
Kabe'yi ziyaretten imtina etmek anlamında bir küfür, bir nankörlüktür.
Bazılarının dediği gibi, üzerine farz olan hac görevini yapmayan kimse değil;
haccın farziyetini inkar eden kimse kasdedilmektedir. Çünkü üzerine farz olan
haccı yerine getirmeyen kimse, onun farziyetini kabul edip de yapmıyorsa kafir
değil, günahkar olur. Haccın farziyetini inkar ederek haccetme-yenler
bilmelidir ki, Allah insanlara muhtaç değildir; aksine her bakımdan kendi kendi
yeterli olan yegane varlıktır. Yüceler yücesi Allah, ibadetleri, muhtaç olduğu
veya kendisine bir faydası olacağı için emretmiyor; kulunun olgunlaşması ve
yücelmesi için emrediyor.
Kabe ve hacla ilgili ayetler, kitap ehliyle alakalı ayetlerle beraber
düşünülüp aralarında bir ilgi kurulduğunda, 97. ayetteki küfr ile, Kabe'nin ve
haccın kitap ehli tarafından inkar edilmesinin kasdedildiği anlaşılır. Çünkü
kitap ehli, Mescid-i Aksa'yı, Mescid-i Haram'dan üstün görüyorlardı. Onun için
"ilk ev, eski ev" denilerek Kabe'nin daha eski ve daha önemli bir
mabed olduğu vurgulanmaktadır.
(inkar edenlere gelince) ifadesindeki inkar konusunun ne olduğunu ve
kimlerin inkar ettiğini bir sonraki ayetten (98. ayet) öğreniyoruz.
[10]
98. De ki: "Ey kitap ehli! Allah, yaptığınız her şeye şahit iken
neden O'nun ayetlerini inkar ediyorsunuz".
95. ayette İsrailoğulları'yla ilgili konunun arasına Kabe ve haccı
yerleştiren Yüce Allah, 98. ayette tekrar kitap ehline dönmektedir.
Kitap ehli ifadesi, vahiy kültüründen ve peygamberlik müessesesinden
haberdar olan insanları ifade etmektedir ki bunlar, Hz. Muhammed'den önceki
peygamberlerin vahyini takip etmekte olanlardır. Peki kitap ehli vahyin ve
peygamberliğin ne olduğunu bildikleri halde, neden Allah'ın ayetlerini inkar
ediyorlar? İşte 98. ayette, neden inkar ettikleri, onlara soru şeklinde
yöneltilmektedir.
Bu ayetteki Allah'ın ayetleri ifadesinden ne kasdedildiği hakkında Razi
şöyle demektedir:
Hz. Muhammed'in peygamberliğine dair Tevrat ve İncil'de ayetler
bulunmaktadır. Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmemekle kendi
kitaplarındaki bu ayetleri inkar etmiş oldular. Âl-i İmran/93'de olduğu gibi,
Allah'ın helal kıldığı yiyecekleri kendilerine haram kılmaları da Allah'ın
ayetlerini inkar etmek sayılır. Âl-i İmran/96-97'deki küfr ile de haccetmekten
imtina etmeleri kasdedilmektedir.[11]
Demek ki, kitap ehli bir taraftan kitaplarında bulunan ayetleri inkar
ediyor, diğer taraftan da Kur'an ayetlerini inkar ediyorlardı.
(Allah yaptığınız her şeye şahit iken).
Ayetin son kelimesi 'yaptığınız' ifadesidir. Yapmak bir eylem olduğuna
göre Yüce Allah, kalbin iman veya inkarını bir eylem olarak kabul etmektedir.
Zahirî eylemlere herkes, gönüldeki eylemlere ise sadece Allah şahittir.
Şe-hadet kelimesi, gözlemi ve bilmeyi kapsar. Allah'ın gönüllerdeki her şeyi
bildiğinin vurgulanması, kitap ehlinin, gönüllerindeki oluşumları Allah'ın
bilemeyeceği inancında olduklarına işaret etmektedir. Eğer Allah'ın,
gönüllerdeki bütün eylemleri gözlediğine ve bildiğine inansalardı, Allah'ın
ayetlerini inkar etmeleri mümkün olmazdı.
Bunu şu şekilde formüle edebiliriz: İnançtaki eksiklikten inkar doğar.
Kitap ehli, Allah'ın insan kalbindeki her oluşuma şahit olduğuna tam anlamıyla
inansalardı, Allah'ın ayetlerini inkar etme eyleminde bulunmamış olacaklardı.
Aslında bu kural bütün insanlık için geçerlidir. Psikolojik manada kalpteki,
beyin ve nefisteki bütün oluşum ve davranışları Allah'ın gözleyip bildiğine
gerçekten inanılsa, kötü davranışlar büyük oranda azalırdı. Bu şekildeki
imanın eksikliği veya yokluğu, kötülüklerin çoğalmasına neden olmaktadır.
Öyleyse, Neden Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz? sorusu, ayetin
son kısmında cevaplandırılmaktadır. Ayetin sonu, onların eksikliklerini tesbit
etmekte ve inkarlarının nedenini ortaya koymaktadır. Böylece Yüce Allah, inkar
psikolojisinin analizini yapmakta, inkarın inanç eksikliğinden doğduğuna
dikkat çekmektedir.
[12]
99. De ki: "Ey kitap ehli! Gerçeği görüp bildiğiniz halde, niçin
Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek inananları Allah yolundan çevirmeye
çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir".
Ayeti şu bölümler altında inceleyebiliriz:
1. Allah'ın yolunu eğri
göstermek
Allah'ın yolunu eğri göstermekle müslümanlan Allah'ın yolundan çevirmek,
bir önceki ayette yer alan inkar eyleminden kaynaklanmaktadır. Bir bakıma bu
iki ayet, inkar psikolojisinin davranışlara ve oradan topluma nasıl yansıdığını
açıklamakta; kalpteki oluşumlardan, toplumsal oluşumlara ve oradan da dine
karşı tavır koymaya giden çizgiyi göstermektedir.
2. İnananları Allah'ın yolundan
alıkoymak
Allah Teala kitap ehline, inananları Allah yolundan niçin
çıkardıklarını sormakla inançlar ya da inanç grupları arasındaki çatışmaya ve
etkileşime dikkat çekmektedir. Diğer taraftan ayetin, mevcut bir meseleyi
çözümlemek için geldiğine ve bu çatışmaların kıyamete kadar devam edeceğine de
işaret edilmektedir.
Vahiy Allah'ın yolunun temel taşlarını örmüştür. Peygamberler ise bu yolun açılması, açık tutulması, devamlı olarak işler halde bulunması ve ondaki engellerin ortadan kaldırılması için çalışmışlardır. Allah'a giden bu yol akıl, iman, doğruluk, hakikat, güzellik, bilgi ve ibadet yoludur. İnsanı bu değerlerden uzaklaştırmak veya uzaklaştırmaya çalışmak, Allah'ın sorgulamasına neden olmaktadır. Hz. Adem'den itibaren bu çatışma devam etmektedir. İnkar psikolojisine sahip olanlar daima bu yolu eğri göstermeye, inananları ondan çevirmeye çalışmışlardır.
Zemahşeri bu ayetteki (an-sebîlillâh=Allah'ın yolu) ifadesini hak din,
İslâm olarak tefsir etmiş; -Nesefi de bu yoruma katılmıştır- İbn Abbas Allah'ın
dini, Allah'a itaat, Kadı Beydavi İslâm, Hazin Allah'ın dini şeklinde tefsir
etmiştir.
Bu manalardan hareketle, Allah'ın yolunun dinin yolu, İslâm (barış,
teslimiyet), güven ve rahmet yolu olduğunu söyleyebiliriz.
Kitap ehli, müslümanlan Allah'ın dini olan İslâm'dan çevirmek için büyük
gayret sarfetmekteydiler. Kitap ehlinin, inananları Allah'ın yolundan nasıl
çevirdiklerine, Zemahşeri eziyet ederek; Razi ve Hazin şek ve şüpheye
düşürerek; Nesefi o yola girmelerini engelleyerek cevabım vermektedir. Muhammed
Esed'e göreyse, Hz. Muhammed'in, Kur'an'ın ana fikirlerini Ki-tab-ı
Mukaddes'ten ödünç aldığını ve onları asıl bağlamlarından kopartarak kendi
ihtiraslarına uygun hale getirdiğini iddia etmek suretiyle engellemekteydiler.[13]
Yoldan çıkarma gayretlerinin neler olduğuna 93. ayetten itibaren cevap
aramaya çalışırsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Kitap ehli, müslümanlan
Allah'ın yolundan çevirmek için bazı konulan tartışmaya açıyorlardı. Mesela,
hangi yiyeceklerin helal ya da haram olduğu hakkında şüpheye düşürecek
tartışmalar açıyorlar; Allah'a iftira edecek yalanlar uyduruyorlar; Hz. İbrahim'in
inanç sistemine uymaya engel oluyorlar; Kabe'nin üstünlüğünü ve onu ziyaret
etmeyi inkar ediyorlardı. Bu iftira ve inkarlan, müslümanlan şüpheye düşürecek
kadar etkili oluyordu. Hakla batılı kanştırmalan, hakkı, yani Hz. Muhammed'in
Kitab-ı Mukaddes'teki vasıflannı gizlemeleri, sabahleyin iman edip akşamleyin
inkar etmeleri, kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah
katından göstermeleri [Âl-i İmran/71-78], müslümanlan yoldan çıkarma
gayretlerinin bir parçasıydı.
Kitap ehli, iman edenleri yoldan çıkarmak için bu ve benzeri konulan
tartışmaya açıyor ve bu hususta Allah'a iftira edecek kadar cüretkar
davranıyorlardı.
(Onda bir eğrilik aramaya yeltenerek...)
Ayetin bu kısmında yer alan (ıvec) kelimesiyle ilgili olarak Razi şöyle
diyor: (ıvec) kelimesi din, söz ve benzeri şeyler gibi gözle görülmeyen her
şey hakkında doğrudan sapma manasında kullanılır. Görülen varlıklar için jrî»
(avec) şeklinde kullanılır.[14]
Ivec kelimesinin Kur'an'daki anlamları şunlardır:
1. Eğrilik
Âl-i İmran/99'da yer alan ıvec kelimesi, Allah'ın yolu ile ilgili olup
yoldaki eğriliği, kıvrımı, virajı ve çukuru ifade etmektedir. Kitap ehli, iman
edenleri Allah'ın yolundan çevirmek için Allah'ın yolunda eğrilikler
arıyorlardı.
Yüce Allah kendi yolunda eğrilik arayanların zalim ve lanete müstahak
olduklarını ifade etmektedir. [A'raf/44-45]
Zalimler, toplumda fesat çıkaranlar ve kibirlenenler Allah'ın yolunda
eğrilik ararlar [A'raf/85-88]. Allah'a karşı yalan uyduran zalimler, ahireti
inkar eden kimseler Allah'ın yolunda eğrilik ararlar [Hud/18-19]. Kafirler, bu
dünya hayatım ahirete tercih edenler ve ancak sapkınlar Allah'ın yolunda
eğrilik ararlar [İbrahim/2-3].
Bütün bu ayetler gösteriyorlar ki, Allah'ın yolunda eğrilik arayanların
inanç yapısı bozuktur, inkardan, Allah'a iftiraya kadar varan bir dizi beyin ve
gönül bozulduğuyla malûldür. Yüce Allah bunların durumunu sebep sonuç
ilişkisine göre analiz ederek, hangi psikolojik yapının hangi istek ve davranışları
ürettiğine açıklık getirmektedir.
2. Karşı koymak
Taha suresinde buyuruluyor ki:
(O gün herkese yönelen davetçiye karşı koymadan uyacaklar). [Taha/108]
"Karşı koymak" şeklinde çevirdiğimiz kelimenin aslı
(ıvec)tir.
3. Çelişki
Kur'anla ilgili olarak kullanılınca eğrilik manasına gelen ıvec
kelimesinin asıl manası' çelişki'dir:
(Bütün övgüler o Allah'a mahsustur ki kuluna, içinde hiçbir çelişki
olmayan Kitab'ı indirmiştir). [Kehf/1] Zümer/28'de de aynı anlama gelmektedir.
Demek ki kitap ehli, Allah'ın yolunda eğrilik, çatışma ve çelişki
arayarak müslümanlan etkileme çabası içine girmişlerdir. Yukarda naklettiğimiz
ayetlerde, Allah'ın yolundan çıkarma ile o yolda eğrilik arama beraber geçmektedir.
(Görüp bildiğiniz halde).
Bu ifade, Allah'ın yolunun (Allah'ın dininin, yani İslâm'ın)
hakikatini, Kur'an'ın hükümlerinin oluşturduğu yolun doğruluğunu bildikleri ve
anladıkları halde onda çelişkiler aramalarının bilinçli olduğuna dikkat
çekmektedir. Aslında kitap ehli, kendi kitaplarında (Kitab-ı Mukaddes'te) hem
Hz. Muhammed'in peygamberliğine, hem de ona gelecek vahye işaret eden ayetler
olduğunu biliyorlardı. Böyle yapmakla kitap ehli, kendi kitaplarında da eğrilik
aramış olmaktadırlar.
(Allah yaptığınız hiçbir şeyden habersiz değildir).
98. ayetin sonunda yer alan Allah yaptıklarınızı görüp dururken...
ibaresiyle, bu ayetin sonundaki Allah yaptığınız hiçbir şeyden habersiz
değildir ifadesi aynı anlama gelmektedir. Bu ifadelerin ortak manası,
insanların bütün yaptıklarının Allah tarafından bilindiğidir. Buradan
anlaşılıyor ki, bu tip kimsenin günahı kat kat ağırdır; zira hem kendisine ve
topluma zarar vermekte; hem de yaptığı şeyleri Allah'ın bildiğinin bilincinde
olmasına rağmen Allah'a aldırış etmemektedir. "Allah biliyor ve görüyorsa
ne yapalım yani?!" derce-sine bir küstahlık içerisinde iki kat vebal
altına girmektedir.
99. ayette, yanlış
davranışlarından vazgeçmeleri için kitap ehlinin, Allah'ın yolunu bildikleri ve
buna rağmen onda bilinçli bir şekilde eğrilik aradıkları ve bu yaptıklarını da
Allah'ın bildiği vurgulanmaktadır.
Bu davranışlarının Allah tarafından bilindiği ve değerlendirmeye tâbi
tutulacağı ifade edilerek, kitap ehli tehdit edilmektedir. Durumlarını gözler
önüne seren vahiylerle de, müslümanlann, kitap ehlinin gerçek niyetlerini
bilmeleri ve böylece de ayartmalarından sakınmaları sağlanmaktadır.
98 ve 99. ayetleri bir arada ele alırsak şu genellemeye varabiliriz:
İnkar psikolojisine sahip olan ve bunda bilinçli olanlar, iman edenleri yoldan
çıkararak inkarda birleşmek isterler. İmanda birleşmek işlerine gelmediğinden,
inkarda birleşmek için çalışırlar. Onların bu şekilde davranmaları, toplumda
veya toplumlar arasında tartışma ve anlaşmazlıklar meydana getirir. Bu tartışma
ve anlaşmazlıklar da, inananlar ile inkarcılar arasında çatışma ve savaşa
dönüşür.
İnkar edenler, eğer irtidat etmiş kimselerse, insanları Allah'ın
yolundan (hak dinden) çıkarmaya çalışırlar; bunun için de o yolda eğrilik
ararlar. Bu geçmişte olduğu kadar, günümüzde de geçerli olan bir davranış
tarzıdır. Yahudi ve hristiyan oryantalistlerin, İslâm dininde eğrilik arama
çabalarının tarihi, Hz. Peygamber dönemine kadar inmektedir. O dönemde bu
faaliyet, şifahî olarak yapılırken, günümüzde radyo, televizyon, gazete, dergi
ve kitap vasıtasıyla yapılmaktadır.
Yine, misyonerlik faaliyetlerinin amacı da, müslümanlan Allah yolundan
saptırmak ve İslâm dininin etkinliğini azaltmaktır. Bilinçsiz müslüman gençliğini
dininden çıkarıp, kitap ehlinin inkarcı kanadıyla birleştirme eylemleri büyük
bir yoğunluk içinde devam etmektedir. Bu ayetlerin Kur'an'da yer almasının ana
sebebi, inanları bu etkiden kurtarmak ve bu propagandanın çemberi dışında
tutmaktır.[15]
100. Siz ey iman etmiş olanlar! Kendilerine kitap verilenlerden bir
gruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden inkarcılığa sevk ederler.
101. Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik Allah'ın Peygamberi de
aranızda iken nasıl inkara saparsınız? Her kim Allah'a bağlanırsa, kesinlikle
doğru yola iletilmiştir.
Yüce Allah Âl-i İmran/64'de Hz. Peygamber'e, kitap ehlini, ortak ilke
(tevhid) etrafında buluşmaya davet etmesini emretmiştir. Daha sonraki ayetlerde
ise kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann) kendi kutsal kitaplarına karşı
takındıktan tavırları, inananlarla tartışmaları ve onları etkilemek için başvurdukları
metodlan, ahde vefasızlıkları, Allah'a iftira etmeleri, Allah'ın dininden
başka din aramaları, imandan sonra inkara sapmaları ve bu inkar psikolojilerini
başkalarına da bulaştırmaları, Allah'ın ayetlerini inkar edip O'nun yolunda
eğrilik arayarak inananları O'nun yolundan saptırmaya çalışmaları ele
alınmıştır. Böylece onların ruh yapısının, grup psikolojilerinin ve davranışlarının
analizi yapılmıştır.
Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Yüce Allah bir dine mensup olan
insanlar hakkında değerlendirme yaparken, tek bir davranış veya düşünceden
hareketle hüküm vermiyor. 64-99 arasındaki 35 ayette durumları, en ince ayrıntısına
varıncaya kadar ele alınmakta ve bunun neticesi olarak hüküm verilmektedir.
Yüce Allah'ın bu çok yönlü değerlendirmesi, müslümanlar için vazgeçilmez bir
metod olmalıdır. Küçük hatalarını büyüterek ve yanlış bir davranışına bakarak
insanların küfrüne hükmetmemek gerekir.
100. ayette, 64. ayette zikredilen ortak ilke'de (tevhid'de) birleşme
davetine uymayanlara karşı müslümanlann nasıl bir tavır takınmaları gerektiği
ele alınmaktadır. 100. ayetin birinci bölümünde, müslümanlara kitap ehlinden
bir gruba itaat etmemeleri -şartlı cümle ile- emredilmektedir:
1. İtaat etmemek
100. ayette iman edenlere hitaben şöyle buyuruluyor:
(Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba
uyarsanız...) [Âl-i İmran/100]
Dikkat edilirse 'uymayın' denmiyor, 'uyarsanız' deniyor ki bu, itaat
fiilinin failinin iman edenler olması sebebiyledir. Bu, iradelerine göre
hareket etme serbestisine sahip olduklarını gösterir. Kitap ehlinden bir gruba
uymayanlar olacaktır; ama burada onların etkisinde kalıp onlara itaat edenler
muhatap alınmaktadır.
2.
Olumsuz bir grup
Kitap ehlinin hepsi müslümanlan saptırma gayretinde olmadığından, (bir grup) denmekte, böylece hem grubun baskı ve etkileme çabasına dikkat çekilmekte, hem de iman edenlerin kitap ehlinin tümünü aynı görmemeleri gerektiğine işaret edilmektedir.
Sözkonusu bu grubun psikolojik yapısı ve davranışları, 35. ayette ele
alınmış; 98-99. ayetlerde de bunun bir özeti verilmişti. Yeniliğe açık
olmayan, Allah'ın gönderdiği yeni dine tepki gösteren bu gruba itaatin nelere
mal olacağı da açıklanmıştır.
3. İman'dan inkara döndürürler
Bunda, böyle bir gruba uymanın neticesinin, olumsuz bir değişime uğramak
olduğuna dair bir uyan vardır.
İnkar psikolojisi, insanları Allah'ın yolundan çevirmeye, o yolda
eğrilik aramaya, iman edenleri inkara götürmeye kadar uzanan bir çizgi
izlemektedir. Yüce Allah müslümanlan, bu noktada bilinçlendirmekte, imandan
sonra inkara sapma hatasma düşmemeleri için uyarmaktadır.
Bu bilinçlendirmeyi yaparken, gruplann ferdin iradesini elinden alıp,
suyun sürüklediği çöp haline getirdiğine dikkat çekmektedir. Grubun iradesi,
ferdin iradesinden güçlü olduğundan, fert bu iradeye karşı koyamaz. Neticede
kendini onun akıntısına bırakabilir. Olumsuz bir gruba uymak sebep, imandan
inkara dönmek de sonuçtur. Yüce Allah, sebep-sonuç ilişkisini bizzat kurarak,
iman edenlere konunun ciddiyetini göstermektedir.
4. Öğretim anında inkara
sapmak çok büyük bir yanlıştır. 101. ayette şöyle buyurulmaktadır:
(Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik Allah'ın Peygamberi aranızda iken nasıl inkara saparsınız)? [Âl-i İmran/101]
(keyfe=nasû) sorusu, -Razi'nin de dediği gibi- müslümanlan böyle bir
hatadan engellemeye ve tehdit etmeye yöneliktir.
Allah'ın ayetleri size okunurken ifadesiyle, 64 ila 101. ayetler
arasında söylenenler kasdedilmektedir. Yüce Allah, 100. ayette, kitap ehlinden
bir gruba uyulmamasını emrederken, bu emrin öğretim faaliyetiyle beraber
verildiğine işaret etmektedir. Demek ki, bilgilendirme olmadan bir şeyi yasaklamak,
tutarlı bir eğitim faaliyeti değildir. Öğretim önce, eğitim (yap veya yapma
emri) sonra gelir. 64 ila 99 arasındaki ayetler, öğretim; 100. ayetteki
yasaklama da eğitim alanına girmektedir. Yüce Allah, 100. ayette koyduğu
yasağın alt yapısını önceki ayetlerle inşa etmiştir.
(Üstelik aranızda Allah'ın Peygamberi de vardır).
Ayetin bu kısmındaki (aranızda/içinizde) kelimesi, Hz. Peygamber
dönemi dikkate alınarak yorumlanırsa bu, maddî anlamda Hz. Pey-gamber'in
müslümanlann arasında/içinde olmasını ifade eder. Ama Peygamberimiz şu an sağ
olmadığı için fîkum kelimesine, aranızda/içinizde yerine gönlünüzde şeklinde
karşılık verilmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber bedenen aramızda değilse de,
-ona inanmış olmamız nedeniyle- gönlümüzdedir. Bu manayı vermediğimiz takdirde,
ayet bize hitap etmekten çıkar.
Allah'ın ayetlerinin okunması/öğretilmesi beyinle, Peygamberin içimizde
olması ise kalple ilgilidir. Buradan hareketle, ibarenin şöyle anlaşılması
mümkündür: Sizin beyninizi ve gönlünüzü silahlandırmama rağmen nasıl inkar
edersiniz?!
5. Allah'a bağlanmak doğru
yola götürür.
Ayetin bu bölümünde geçen (ı'tesama) fiili, Allah ile beraber kullanılınca 'sığınmak' anlamına gelir. Bu fiilin, üç harfli kalıbı sığınmak, sarılmak, kalp takmak, yapışmak, korumak, mani olmak, (ı'tesama) kalıbı ise, bir şeyi el ile tutmak, yapışıp tutmak anlamlarına gelir.[16]
I'tesama kelimesinin Kur'an'daki manaları şunlardır:
1. Korumak
(Ey Peygamber! Rab-binden sana indirilenleri tebliğ et. Eğer bunu
yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan
koruyacaktır). [Maide/67]
Bu ayette geçen (Allah seni insanlardan korur) ifadesindeki (ya'simu)
kelimesi korumak anlamına gelir. Ahzab/17 ve Hud/43'de de aynı manayı ifade
etmektedir.
2. Sımsıkı sarılmak
Âl-i Imran suresinde şöyle buyuruluyor:
(Allah'ın ipine sımsıkı sanlın). [Âl-i İmran/103]
Yüce Allah'm ipi, akıl ve vahiydir. İşte Allah bu emriyle, akla ve
vahye sımsıkı sarılmayı emretmektedir.
3. Sakınmak
(Evet gerçekten de onun gönlünü çelmek istedim, ama o kendini sakındı).
[Yusuf/32]
Bu ayette kelime altı harfli kalıptan alınmıştır.
4. Savunmak
Yunus/27'de, dünyada kötü fiiller işleyenlerin, ahirette kötülükleri
ölçüsünde ceza göreceklerinin anlatılmasının ardından, (Allah'a karşı
kendilerini savunacak kimseleri olmayacak) buyurulmaktadır. Ayette geçen
('âsim) kelimesi, 'savunan' manasına gelir.
5. Kurtuluş
Hz. Nuh'un oğlu, tufan esnasında babasına, dağın kendisini suya karşı
koruyacağını söylediğinde babası ona şöyle dedi:
(Bu gün, Allah'ın merhametini hak etmiş olanların dışında kimse için
kurtuluş yoktur). [Hud/43]
6. Nikah bağı
Mümtehine suresinde "nikah bağı" anlamında kullanılmıştır:
(Kafirlerin ismetlerine yapışmayın). [Mümtehine/10]
Ayette geçen {isam) kelimesi ismefin çoğuludur. İsmet ise, tutamak
demek olup gerdanlık, bilezik ve himaye etmek manalarına gelir. Buradan
hereketle, andlaşma ve sebep gibi herhangi bir tutamağa da denir. Burada
kasdedilen nikah bağıdır.[17] Zemahşeri akd ve sebep,
Razi nikah bağı, Mu-hammed Esed evlilik bağı manalarını vermektedir.
7. Kurtarmak
(Allah'ın elinden sizi kurtaracak kimse bulunmayacak). [Mü'min/33]
Bu ayette ('âsim) kalıbında 'kurtarıcı' anlamım ifade etmektedir.
8. Sığınmak
Yorumunu yapmakta olduğumuz bu ayette 'sığınmak' manasına gelmektedir:
(Allah'a sığınan, dosdoğru yola ulaştırılmıştır). [Âl-i İmran/101]
Allah'a sığınmak, O'nun korumasına girmek demektir. Mümtehine/10'da-ki
manasıyla, "Allah ile sıkı bir bağ kuran" anlamı verebiliriz. Aslında
"sığınmak" ile "bağ kurmak" manası buraya daha uygun
düşmektedir. Şimdi ayeti, bu iki manadan hareketle ve geçmişteki ayetleri de
dikkate alarak açıklamaya çalışalım:
Kitap ehlinin entrikalarına kapılan müslümanlann inkara dönme ihtimali
vardır. Onların bu yaptıkları vesveseden ibarettir. Bu vesveselere kulak verip
onlara itaat edenler, dinden çıkarlar. Ama Allah'ın ayetlerini öğrenen ve
Pey-gamber'in öğretilerine kulak verenler Allah ile bağ kurmuş olurlar.
Allah'ın ayetlerini kabullenen, Peygamberine tâbi olan, yani beyninin ve
gönlünün sesini dinleyen müslüman Allah'a sığınıp O'nunla bağ kuracak ve
sayede doğru yolda olacaktır.
(Elbette doğru yola ulaştırılmıştır).
Sırat-ı müstakim (doğru yol) ile ilgili olarak Fatiha/6'da açıklama
yapmıştık. j£ (hudiye) kelimesi meçhul kalıbında geldiğinden
"ulaştırılmış" manasına gelir. Doğru yola ulaştıran Allah olduğu
halde, kelimenin "ulaştırılmıştır" şeklinde meçhul kalıbından
kullanılması ilginçtir. Zemahşeri bunu şöyle açıklamaktadır: Hidayet o kişi
için kaçınılmaz hale geldiğinden[18] böyle ifade edilmiştir.
Ayetin diğer bölümlerini de dikkate alarak bu kısmın açıklamasını yapacak
olursak görürüz ki, üç şey insanı hem doğru yola götürmekte, hem de doğru yolun
ne olduğunu tanımlamaktadır: Allah'ın ayetlerini öğrenip inanmak, tatbik etmek,
Peygamber'e tâbi olmak ve Allah'a sığınmak. Bu üç eylem, hem insanı doğru yola
iletmekte, hem de doğru yolun ne olduğunu göstermektedir.
Bu ayette, imandan sonra inkara dönmeyi engelleyecek olan üç şey zikredilmektedir:
ilahî vahiy, peygamber ve Allah'a sığınmak.
Daha önce de değindiğimiz gibi Yüce Allah Âl-i İmran/64'de
müslüman-lan, yahudi ve hristiyanlarla beraber ortak ilkede (tevhidde) buluşmak
için bir masa etrafında toplamaktadır. Bu ayetten 101. ayete kadarki bölümde, o
masa etrafında cereyan edecek olan tartışma konulan en ince detayına kadar
açıklanmaktadır. Müslümanların ortak ilkede (tevhidde) birleşme teklifinin
reddedilmesi ve kitap ehlinin müslümanlan imandan inkara döndürme gayretleri
üzerine durulmaktadır. Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olma
ihtimalinin göz ardı edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Yüce Allah'ın en ince ayrıntılar üzerinde bile ısrarla durmasının
sebebi, hak ile batıl arasındaki tartışmanin, çatışmanın ve mücadelenin asla
sona ermeyeceği fikrini canlı tutmak ve müslümanlan buna hazırlamaktır. İman
ile küfr arasında, siyahla beyaz kadar fark vardır. Bu farklılık gönülde kalıp
davranışlara yansımasaydı ve başkalannı kendine benzetme çabasına
dönüşme-seydi, mücadele ve kavgaya lüzum kalmayacaktı. İman ve küfür, davranışlarla
kendilerini ifade etme ihtiyacı duyarlar ve neticede davranışlan yönetmeye
başlarlar.
İşte böylesi oluşumlarda iman yapıcı rol oynarken, inkar yıkıcı rol
oynamaktadır. Yapmak yıkmaktan daha zor olduğundan inkarcılann işi daha kolay
gözükmektedir. Kafirleri Allah'ın yoluna davet eden mü'minlerin de yoldan
çıkma ihtimali bulunduğuna dikkat çekmek için Yüce Allah 64-101 ayetleri
arasındaki bölümde, bu hususla ilgili açıklamalar yapmaktadır. Yüce Allah
yaptığı eğitimle, inkarcılann etkisinde kalmamanın yollannı öğretmektedir.
101. ayette ise müslümanın bu kültür savaşından zayiat vermeden çıkabilmesi
için hangi silahlarla donanması gerektiği anlatılmakta; ilahî vahiy bilgisinin,
Peygamber'e tâbi olmanın ve Allah'a sığınmanın önemi üzerinde durulmaktadır.
Yüce Allah, bu açıklamalanyla din eğitiminin hem konulannı, hem de
amacını tesbit etmektedir. Din eğitimi, insanın gönlüne tevhid inancını
aşılamanın yanısıra, tevhidi muhafaza etmenin yollarını da öğretmelidir. Din
eğitiminin birinci amacı, tevhid inancı temelinde oluşan bir iman meydana getirmek;
ikinci amacı ise tevhid inancını muhafaza etmek, insanların inkara düşmelerini
önlemek olmalıdır.
101. ayette, şirkten uzak ve tevhid inancı ile bezenmiş bir kültür
oluşturmanın zorluk ve engellerinin, ancak ilahî vahiyden kaynaklanan sağlam
bir kültür, sünnet bilinci ve Allah'a sığınma sayesinde aşılabileceği vurgulanmaktadır.
Bu engellerin, kavgayla değil, ancak bilgiyle, imanla ve Allah'a sığınmakla
ortadan kaldırılacağı öğretilmektedir. Beynini, gönlünü ve nefsini eğitmeyen
insanın bu mücadeleye dayanması, zayiat vermeden zafere ulaşması zor, hatta
imkansızdır. Beynin gıdası bilgi, gönlün gıdası iman, nefsin gıdası ise
takvadır. İşte bu üç silah, inkar psikolojisiyle mücadelede zaferi getirecek,
en azından imandan inkara düşüşü engelleyecektir. Din eğitimi müslümanlara,
bilgi, iman ve takva gıdasını verebilirse, görevini yapmış olacaktır.
[19]
102. Ey iman edenler! Derin bir duyarlılıkla Allah'a karşı
sorumluluğunuzun hakkıyla bilincinde olun ve ancak müs-lümanlar olarak can
verin.
64. ayetten 102. ayete kadarki bölümde kitap ehli muhatap alınarak
ortak ilke (tevhid) etrafında birleşmeye davet edilmiş, bunu engelleyen olumsuzlukları
anlatılmış, yanlışları gösterilmiş ve ortak ilkeye (tevhide) yanaşmadıkları
için kınanmışlardır. Acizlik, bilgisizlik ve iman zaafları nedeniyle imandan
küfre düşmemeleri için müslümanlar da, neler yapmaları gerektiği konusunda
bilgilendirilmiştir. Ardından 102. ayette, müslümanlara bazı emirler
verilmiştir.
102. ayet iman edenleri muhatap almakta ve onlardan iki şey
istemektedir:
1.
Allah'a karşı sorumluluğun
bilincinde olmak
Yüce Allah müslümanlardan, Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde
olmalarını (ittika etmelerini) istemektedir. Takva hakkında Bakara/21 'de
açıklama yapmıştık. Buradaki muhteva içinde takvanın manasını belirlemek için,
101. ayet ile 103. ayet arasındaki bağlantının kurulması gerekir.
Bir önceki ayette, ilahî vahiy bilgisi, Peygamber'e tâbi olmak ve
Allah'a sığınmak; 103. ayette ise Allah'ın ipine sımsıkı sarılarak tefrikaya
düşmemek takvanın yapısını oluşturmaktadır. Bütün bu oluşumlardan hareketle
Muham-med Esed takva'yı Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak şeklinde tanımlamaktadır.
Ayetin bu bölümünde, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olunması emredilmektedir.
İşte Allah'a karşı duyulan bu sorumluluk bilinci, kitap ehlinden bir grubun
ayartma teşebbüslerine karşı müslümanlann imanlarında sebat etmelerini temin
edecektir.
Razi'nin naklettiğine göre, bazı alimler bu ayetin Tegabün/16 ayeti
tarafından neshedildiğini savunuyor; gerekçe olarak da şöyle diyorlar:
"Nasıl sakınılması gerekiyorsa öyle sakınmak" insanlar için çok
zordur. Çünkü bu, insanın hiç hata yapmaması demektir. Bu yüzden Allah Teala,
(O halde gücünüzün yettiği ölçüde Allah'tan sakının) [Tegabün/16] buyurarak,
takva hususunda da insanın gücünü dikkate almaktadır.[20]
İbn Abbas ayetteki "ittika edin" emrini, "itaat
edin" manasında almaktadır.[21] İbn Abbas'ın verdiği bu
manaya göre, ayet nesholmamıştır.
Âl-i İmran/102 ayetiyle Tegabün/16 ayetini çelişkili gibi göstermek,
doğru değildir. Bu, takva kelimesinin merkezî manasıyla da teyid edilebilir.
Takva, sakınmak, korunmak ve bir anlamda da korkmak manasına gelir.
Sakınmanın, korunmanın veya korkmanın temeli ise sevgidir. Öyleyse Allah'ı
seven insan/müslüman O'nu üzmekten sakınacak, sevgisini zedeleyecek her türlü
davranıştan kendini koruyacak ve o davranışların neticesinden korkacaktır.
Nitekim insan, çok sevdiği dostunun olumsuz tepki göstereceği ve üzüleceği
davranışlardan uzak durur. Bu çekinme, sakınma ve endişe, korkmaktan değil,
sevgiden kaynaklanmaktadır. Müslümanın takvası da (sakınması, korunması ve
korkması da) Allah'a olan sevgisinden kaynaklanmaktadır.
Bu açıklamalardan sonra, iki ayet arasında çelişki ve dolayısıyla
nasih-mensuh ilişkisi bulunduğunu söylemek, hem Kur'an'a, hem de akla
aykırıdır. Öyleyse, her iki ayete de sevgiyi esas alarak mana verebiliriz:
(Ey inananlar! Allah'ı, O'na yakışır bir sevgiyle sevin). [Âl-i
İmran/102]
(O halde gücünüzün yettiği ölçüde Allah'ı sevin). [Tega-bün/16]
Âl-i İmran/102'de geçen gerektiği şekilde ifadesi, Tegabün/16'daki gücünüzün
yettiği ölçüde ifadesiyle tefsir edilmektedir. İnsan bütün gücünü kullandığında,
Allah'a karşı gerekli olanı yerine getirmiş demektir. Güç ile gereklilik
birbirine zıt değil, tam tersine birbirini açıklayan ifadelerdir.
Diğer taraftan, takva duygusu (manevî hayatın bağışıklık sistemi) zaman
zaman zayıflayabilir; bunun neticesi olarak da insan yanlış ve noksan işler
yapabilir.
Onun için Âl-i İmran/102'de takvanın Allah ile ilgili boyutu eksen
olarak alınırken; Tegabün/16'da takvanın beşerî boyutu eksen olarak alınmıştır.
Bir başka deyişle, Âl-i İmran/102'de Allah'a karşı nasıl ittika edileceği öne
çıkarılırken; Tegabün/16'da beşerin takvayı nasıl gerçekleştireceği öne
çıkarılmıştır. Allah sözkonusu olduğunda takvanın gerekliliği; insan sözkonusu
olduğunda takvanın gerçekleşmesindeki güç öne çıkarılmıştır.
Muhammed Esed'in takva kelimesine verdiği mana esas kabul edildiğinde
de iki ayet arasında bir çelişki bulunmadığı ve dolayısıyla da neshin sözkonusu
olmadığı anlaşılır. Takva'nm, Allah'a karşı sorumluluk bilinci şeklinde
anlaşılması, şunu ifade eder: Herkes Allah'a karşı sorumludur ve bu sorumluluğunu
yerine getirecek güce de sahiptir. Bakara/286'da beyan edildiği üzere, herkes
gücü oranında sorumludur.
Sorumluluklar ferdî olduğundan, takva da ferdî olacaktır. Ferdî olunca
da, izafilik olacak ve insanın gücüne göre değişecektir. Sorumluluk ve
görevler güç nis-betinde olduğuna göre, belirleyici unsur güçtür. Herkesin gücü
farklı olduğundan, sorumluluklar da farklı olacak; sorumluluklar farklı olunca
takva (ruh olgunluğu) da farklı olacaktır. Bu durumda, Tegabün/16 ile Âl-i
İmran/102 ayeti arasında herhangi bir çelişki veya çatışmadan söz etmek mümkün
değildir.
2. (Ancak müslüman olarak can
verin).
Ayetin bu kısmında, birinci bölümdeki idealizm, realiteye döndürülmektedir. Çünkü Yüce Allah biliyor ki, bütün müslümanlar Allah'tan gerektiği şekilde ittika etme, Allah'ı gerektiği şekilde sevme ve O'ndan hakkıyla korkma konusunda aynı seviyede değildirler ve olamazlar da. Takva (ruh olgunluğu) hususunda tüm insanların aynı seviyeyi tutturması imkan dahilinde değildir.
İşte bu yüzden ayetin sonunda, gerektiği şekilde Allah'tan ittika
edemese-niz bile, hiç olmazsa canınızı, Allah'a teslim olmuş kimseler olarak
verin denmek suretiyle, en alt seviyenin teslimiyet olduğuna ve bu seviyenin
herkes tarafından tutturulabileceğine işaret edilmektedir. Öyleyse, İslâm
eğitiminin amacı, insanları takvaya (ruh olgunluğuna) eriştirmektir; hedefi
ise canlarını, teslimiyet içinde vermelerini temin etmektir. Takva idiealdir,
ruhu teslimiyet içinde vermek ise realitedir.
Yüce Allah'ın amaçtan hedefe, idealden realiteye giden çizgideki emirleri,
günümüz din adamlarının ve din alimlerinin rehberi olmalıdır. Yani, din
adamları ve alimleri de tebliğleriyle, gayretleriyle, öğretim ve eğitimleriyle
insanları takvaya ulaştırmayı amaç edinmeli; ancak herkesin bu seviyeyi tutturamayacağını
da bilmeli; ve takvaya erişemeyecek olan kimselerin de en azından canlarını
teslimiyet içinde vermeleri yolunda gayret göstermelidirler.
Âl-i İmran/102 ayetini bir önceki ayete bağlarsak, kitap ehlinden bir
grubun, mü'minleri imandan inkara döndürme çabalarını boşa çıkarmanın bir
yolunu daha gösterdiğini anlarız.
Âl-i İmran/100'de müslümanlara, kendilerini imandan inkara döndürmeye
çalışan kitap ehlinden bir gruba itaat etmemeleri tenbih edilirken; 102. ayette
Allah'a itaat etmeleri emredilmektedir.
İbn Abbas'ın yorumunu dikkate alarak 100. ayetteki *£&, (itaat) ile
102. ayetteki Jji (takva)mn aynı manaya geldiği söylenebilir. Yani, takva,
itaat ile tefsir edilebilir. Bu manalardan hareketle, kitap ehlinin
ayartmalarına kapılmama konusunda iki yol daha gösterildiği anlalaşılır:
Bilgi, iman, Allah'a sığınma [Âl-i İmran/101], Allah'ı üzmekten sakınma, yani
takva ve canı, ancak müslüman olarak teslim etme. [Âl-i İmran/102]
[22]
103. Topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin,
Allah'ın size olan nimetini düşünün; hani birbirinize düşmandınız da, O
kalplerinizi kaynaştırdı ve O'nun lütfü ile kardeş oldunuz. Ateşli bir çukurun
kenarındayken, ondan sizi O kurtardı. İşte Allah ayetlerini size böyle açıklıyor
ki hidayet bulaşınız.
Önce ayeti bölümlere ayırıp açıklayacak, sonra da ayetten ne gibi sonuçlar
çıkabileceğine bakacağız.
I.
(Allah'ın ipine sımsıkı
sanlın).
Yüce Allah, ayetin başlangıcında üç kelimeden oluşan bir emir vermektedir:
sarılmak, Allah ve ip.
Sımsıkı sarılmayı ifade eden (va'tasımu) kelimesinin kökü olan (asame)
fiilinin manasını 101. ayette geniş bir şekilde açıklamıştık. Burada da o
manalardan biri olan "sımsıkı sarılmak, sımsıkı tutunmak" manasını
tercih ediyoruz. Ayetin ilk kelimesi daha önce açıklandığından bu izahla
yetiniyoruz.
"Allah'ın ipf'nin ne olduğu konusunda farklı görüşler beyan
edilmiştir. Önce habl kelimesinin anlamını Kur'an'da arayacağız.
[23]
Habl kelimesi Kur'an'da şu manalarda geçmektedir :
1) Damar
Yüce Allah kullarına olan yakınlığını Kaf/16'da (habl) kelimesiyle
ifade etmektedir. Ki burada habl kelimesi, 'damar' manasında kullanılmaktadır:
(Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını
biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız). [Kaf/16]
Görüldüğü gibi ayette, damar anlamında (habl) kelimesi kullanılmaktadır.
Kalpten çıkan kanı taşıma görevi yapan damara, Yüce Allah "şah daman"
adını vermektedir.
Bu manayı, Âl-i İmran/103 ayetiyle birleştirdiğimizde, ilahî mesajı kaynağından
alıp getiren ilahî vahye, Allah'ın ipi adının verildiğini söyleyebiliriz.
2) Yük ipi
Tebbet/5'de Ebu Leheb'in karısının mahşerde cehenneme odun taşırken
kullandığı ipi ifade etmek için "&. (habl) kelimesi kullanılmaktadır:
(Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu
halde karısı da ateşe girecek). [Teb-bet/4-5]
Bu anlamdan hareketle, Âl-i İmran/103'deki "Allah'ın ipi"
hakkında şu açıklamayı yapabiliriz: Yük ipi, odunları bağlamada ve taşınabilir
hale getirmede kullanılır. Allah'ın ipine tutunanlar da, sosyal bütünlük
meydana getirirler ve o toplum geleceğe doğru taşınma kabasitesi kazanır.
3) Sihir ipi
Taha/66 ve Şuara/44'de Firavun'un sihirbazlarının kullandıktan ipleri
ifade için kullanılmaktadır:
("Hayır, siz atın" dedi. Bir de baktı ki büyüleri sayesinde
ipleri ve sopalan kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor). [Taha/66]
Buradaki ipin, yük ipinden farklı bir özelliğe sahip olup olmadığını
bilmiyoruz.
4) Zimmet, ahd
Âl-i İmran/112'de "Allah'ın ipi" ve "insanların
ipinden" bahsedilmektedir:
(Onlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah'ın ipine ve insanların
ipine sığınmadıkça kendilerine zillet vurulmuştur). [Âl-i İmran/112]
Alimler bu ayette geçen "Allah'ın ipi" ve "insanların
ipi" ifadelerindeki ip'e, zimmet ve ahd manası vermişlerdir. Zimmet, sahip
çıkma, koruma/himaye etme manasına gelir. Zemahşeri ayetteki ip kelimelerine,
zimmet (Allah'ın ve insanların himayesi); İbn Abbas "Allah'ın ipi"
ifadesindeki ip'e iman; "insanların ipi" ifadesindeki ip'e ise ahd
manası vermiştir.
Kadı Beydavi, ayetteki "Allah'ın ipi" ifadesi için, Allah'ın
zimmetine girmek, yahut onlara verdiği kitaba iman etmek; "insanların
ipi" ifadesi için de insanların zimmetine (himayesine) yahut İslâm dinine
ve müslümanlann yoluna tâbi olmak açıklamasını yapmaktadır.
Hazin ise, Allah'ın zimmeti, insanların zimmeti veya ahdi şeklinde mana
vermektedir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, himaye manasına gelen zimmet veya ahd,
Âl-i İmran/112'de ip kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu anlamda, "Allah'ın
ipi" deneceği gibi "insanların ipi" de denebilir.
5) Kur'an
Hz. Peygamber de, Âl-i İmran/103'de geçen ip'i Kur'an ile tefsir ederek
şöyle buyurmuştur:
Kur'an, Allah'ın ipidir.[24]
Bu hadise rağmen bazı alimler farklı manalar da vermişlerdir. Zemahşeri
ayetteki ip'e ahd, iman, itaat ve kitap manasını verdikten sonra bu hadisi nakletmektedir.
Kadı Beydavi İslâm dini ve Kur'an; Hazin iman, Allah'ın dini ve Kur'an; İbn
Abbas Allah'ın dini ve kitabı; Nesefi ise Kur'an anlamına geldiğini
söylemektedirler.
Bütün bu manalardan hareketle diyebiliriz ki, Yüce Allah'ın yeryüzünde
cereyan eden bütün olumsuzlukları çözmek, tefrikayı ortadan kaldırıp insanlar
arasında birliği temin etmek için ilahî alemden beşerî aleme gönderdiği
vahiy/Kur'an, Allah'ın ipi'dir.
Âl-i İmran/112'de geçen
"insanlann ipi" ifadesindeki ip'e ise akıl manası verilebilir.
Allah'ın ipi Kur'an; insanların ipi ise akıl'dır. Her ikisi de himaye eder.
Allah'ın Kitabına, yani ipine sımsıkı sarılanlar, Allah'a yaklaşır,
O'na yükselirler. Bundan Kur'an'ın (Allah'ın ipinin) iki fonksiyonu ortaya çıkıyor:
Tefrikayı ortadan kaldırmak için insanlann gönüllerini kaynaştırmak, ihtilafları
çözüme ulaştırmak. Yüce Allah müslümanlara, topluca Kur'an'a sarılmalarını
emretmekte, hemen ardından da olumsuz bir emir daha vermektedir:
II. (Ve parçalanmayın).
Allah'ın, Kur'an'a sımsıkı sarılmayı emretmesinin hikmeti, bu yasakla
anlaşılmaktadır. Buna göre, toptan Kur'an'a sarılmak, tefrikayı, parçalanma ve
bölünmeyi önler. Bundan şu sonuç çıkar: İnsanlara tarafsız bilgiyi öğretip
onları onun etrafında toplamadıkça, "Tefrikaya düşmeyin" diye bir
emir verilemez. Bir yerde toplumsal parçalanma varsa, orada bir bilgi
eksikliği var demektir.
İlahî vahyin gönderilmesi ve tebliğ edilip öğretilmesi,
"bölünmeyin" emrinin dayanağıdır. İyilik adına bir şey yapmadıkça,
kötülükle boğuşmak mümkün değildir. Kötülükle mücadelede netice alınabilmesi
için, iyiliğin geliştirilmesi ve yayılması gerekir. Çünkü kötülükle mücadele
edecek olan gerçekte insan değil, iyiliktir.
Bize düşen iyilik ağacına bilgi suyu vermek ve onun tüm insanlığa
dal-budak salmasını temin etmektir. İyiliğin ne olduğunu bilmeyenler, kötülükle
mücadele edemezler. İşte Yüce Allah, önce Kur'an'ı öğrenmeyi ve sırlarını
keşfedip ona sımsıkı sarılmayı emrederken bu metodu kullanmakta ve insanlara
bunu öğretmektedir.
Din alimleri, din adamları ve eğitimciler, iyiliğin bilgisini insanlara
öğretir, onları bu bilgi ile teçhiz ederlerse, kötülüğe ve özellikle de bu
ayette zikri geçen tefrikaya faaliyet alam bırakmamış olurlar. Onların görevi,
toprağı kayan bir yere, ağaç dikenin görevine benzer. İnsan, toprak kaymasını
kendi gücüyle önleyemez; ancak dikeceği ağaçlarla önleyebilir. Tefrika, yani
toplumsal parçalanma da bir heyelana benzer, onu önlemenin yolu Kur'an'ın bilgi
ağacını topluma dikmektir.
Yüce Allah, Allah'ın ipine toptan sımsıkı sarılın ve tefrikaya düşmeyin
diye buyurmakla, tefrikanın, yani toplumsal heyelanın önlenmesini amaçlamakta
ve bunun metodunu göstermektedir.
Şimdi tefrikanın nerelerde olduğunu ele alabiliriz:
a)
Dinde tefrika
Bazıları, "Dinde tefrika olur mu?" diyebilir. Kur'an'ın
çeşitli ayetlerinde dinde tefrika olabileceğine ve böyle insanların
bulunabileceğine dikkat çekilmektedir:
(Dini ayakta tutun ve onda tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin). [Şura/13]
Dinin nasıl ayakta tutulacağı da aynı ayette açıklanmaktadır.
Hükümlerinde farklılık olmasına rağmen, öz itibariyle (itikadı ve ahlâkî
umdeler açısından) bütün ilahî dinler bir bütünlük arzeder; ki bu da, ilahî
dinlerin devam eden bir süreç olduğunu gösterir.
İşte dinlerdeki bu bütünlüğü zedelemeden dini anlamak ve tatbik etmek,
dini ayakta tutmak demektir. Dinler arasında ayrım gözetmeden, onların birbirini
takip eden süreç olduğunu gözardı etmeden dini bir bütünlük içinde anlamak ve
uygulamak, dini ayakta tutmaktır.
Dinde tefrikaya/ayrılığa düşmek, farklı din mensupları arasında
olabileceği gibi, aynı dinin mensupları arasında da olabilir:
(Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayın). [Şura/13]
(Bunlardan her fırka, kendilerinde olan ile böbür-lenmektedir).
[Rum/32]
(Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla
hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara
yaptıklarını bildirecektir). [En'am/159]
Bu ayetlerde, inançlanndaki bütünlüğü bozan insanlara işaret edilmektedir.
İnsanlar, dinin temel esaslarına, kendi beşerî düşüncelerine, vehimlerine ve
felsefelerine göre müdahele etmeye kalkmış ve bu bütünlüğü bozmuşlar; dinin
hükümlerine, hurafeleri ve batıl inançları sokuşturmuşlardır.
Önemsiz meseleleri önemli hale getirmişler ve dinin temel esaslarını
gölgeleyip önemsiz meseleler üzerinde yoğunlaşarak ayrılığa düşmüşlerdir. Yüce
Allah'ın peygamberlerini kimi zaman aşın sevgilerinden dolayı kutsallaş-tırarak
tannlaştırmışlar; kimi zaman da hased ve düşmanlıklarından ötürü öldürmüşlerdir.
Dinin ruhundan uzaklaşan bu insanlar, önemsiz meseleleri öne alarak sayısız
din ve mezhep üretmişler; zamanla da bu mezhepler dinin yerini almıştır. İşte
Kur'an bu bölünmelere son vermek, onları ortadan kaldırıp tevhid ırmağını
gelecek nesillere akıtmak için gönderilmiştir.
Aynı veya farklı din mensuplarının dinde tefrikaya düşme sebepleri de
muhtelif ayetlerde bildirilmiştir:
1) Kıskançlık
Şura suresinde bu hususla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
(Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hasetten
dolayı tefrikaya düştüler). [Şura/14]
Kendini isbat etme tutkusu, gurur, yeni bir şey söyleme konusundaki aşırı
arzu, farklı bir yol izleme sevdası, inatçılık, şöhret tutkunluğu ve dini rant
aracı olarak kullanma isteği dinde ayrılıkları getirmiştir. Kendilerine gelen
bilgiye rağmen dini parçalamak, kendi felsefelerine din süsü vererek insanları
kandırmak, ilim adamlarını tefrika kaynağı haline getirmiştir.
Tevhid şemsiyesi altında, ilimde ileri olanlar tabii olarak üst kademeyi
işgal ederler, dini bir rant aracı olarak görenler ise, onları kıskanır ve
tevhide aykırı inançlar ortaya koyarlar. Sonuçta, içlerinde yanan kıskançlık ve
haset akeşi, din alanını sararak tevhidi yakıp kül eder; nitekim etmiştir de.
2) Başka yollara tâbi olmak
En'am suresinde şöyle buyruluyor:
(Bu benim dosdoğru yolumdur; ona uyun ve sizi O'nun yolundan ayırıp
parçalayacak olan yollara
uymayın). [En'am/153]
Doğru yolun Allah'ın yolu olduğunu, o yoldan başka yollara uymanın, insanları
tefrikaya düşüreceğini ifade eden bu ayet, Allah'ın yolunun tek, onun dışındaki
yolların ise çok olduğuna da işaret etmektedir. Allah'tan başka hiç kimse din
adına bir yol koyamaz ve insanları o yola çağıramaz; çünkü bu çağrı başka rakip
yolların açılmasına sebep olur.
3) Allah ve peygamberini
ayırma isteği
(Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip, "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve arada bir yol tutmak isteyenler mutlak kafirdirler). [Nisa/150]
İman esasları bir bütün olduğu halde, inkar psikolojisine sahip olanlar
Allah'a iman ile peygambere imanı birbirinden ayırmaktadırlar. Bu insanlar, Allah
ile peygamberi arasına bile tefrika sokmak istemektedirler. İnkar psikolojisine
sahip olanların içinde imanı parçalama, onda tefrika çıkarma isteği kabardıkça
kabarmaktadır. Bunlar, peygamberlerin bir kısmına inanır, bir kısmına inanmaz
ve bu inanç üzere bir yol tutup giderler.
4) İhtilaf
Düşünceler yerine, zanlar çatıştığında, sonu kestirilemeyecek
ihtilaflar meydana çıkar. Bu ihtilafların itici gücü olan haset, tartışmaları
çözümlemek için gelen dinde ayrılıklara sebebiyet verir. Hele bu ayrılıkları
çıkaranlar ilim adamları ise, dinde deprem meydana gelir, herşey altüst olur.
b. Toplumda tefrika
Dinde tefrika zamanla sosyal tefrikaya dönüşebilir. Din şemsiyesi
altında bazı beşerî düşünceler teşkilatlanıp mezhep, tarikat ve cemaat haline
gelebilir. Bunlar itikat ve amel için farklı bakış açılan üretebilirler. Bu
durum belli bir dereceye kadar normal karşılanabilir. Ama bu mezhepler,
tarikat ve cemaatler, sadece kendi yollarının doğru, diğerlerin ise yanlış
olduğunu söyleyerek düşmanlık duygusunu körüklemeye başladıklarında, tefrika
ve parçalanma sürecine girilmiş olur.
Bunlar bir ekol veya okul olarak kalırlarsa, tefrikaya sebep olmazlar.
Bunların haktan yana oldukları, birr (iyi) ve takvada yanşmalanyla; tefrikadan
yana oldukları ise düşmanlık ve günahta yanşmalanyla ortaya çıkar. Dinî bir
oluşumun, nasıl toplumsal bir tefrikaya sebep olacağı konusunda şu ayet örnek
verilebilir:
(Zarar vermek, inkar etmek, mü'minlerin arasına aynlık sokmak ve daha
önce Allah ve Rasülüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescit kuranlar).
[Tevbe/107]
Mescit yapma, hayırlı ve dinî bir faaliyettir. Ama bu mescidin inananların arasına ayrılık sokmak, yani toplumda tefrika çıkarmak, zarar ve inkar için yapılması çok tehlikelidir. Bu örnek, görünüşte dinî bir faaliyet olan mescit yapmanın, niyetin kötü olması halinde sosyal yapıya nasıl bir zarar verdiğini göstermektedir. Öyleyse, şu grup veya bu cemaat adına mescit yapmak, müslümanlann arasına tefrika sokmaktır, toplumsal bir yaradır.
Toplumda kutuplaşma meydana getiren her oluşum tefrika kapsamına girer:
(Andolsun ki, "Allah'a kulluk edin!" (demesi için) Semud
kavmine kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre
oluverdiler). [Neml/45]
Toplumdaki gruplar, birbirleriyle çekişiyor, kavga ediyor ve düşmanca
kutuplaşmalara gidiyorlarsa tefrika üretiyorlar demektir. Düşmanlık duygusu,
toplumdaki tefrikanın başka bir nedenidir. Şu ayet buna işaret etmektedir:
(Hani siz birbirinize düşmandınız...) [Âl-i İmran/103]
Toplumda en küçük müesseseyi oluşturan aile içinde sihir vasıtasıyla
tefrika yaratmayı kötüleyen Bakara/102 ayeti, kan ile koca arasında bile
tefrika yaratılabileceğine dikkat çekmektedir. Nisa/l30'da da eşlerin
birbirinden ayrılmaları, tefrika kelimesiyle ifade edilmektedir. Demek ki,
eşler arasında çözümü bulunamayan tartışmaların getirdiği boşanma da bir çeşit
sosyal tefrikadır.
Eğer gruplar arasındaki ayrılıklar, aileye yansırsa, toplumsal hayatın
çürümesi mukadder olur. Kur'an, aile üyeleri, siyasî, sosyal ve dinî gruplar,
aynı veya farklı din mensupları arasındaki tefrikayı ele almakla, önemli bir
sosyal analiz yapmaktadır.
III. (Allah'ın size olan
nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız da O, gönüllerinizi
birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Bu ateş çukurunun
kenanndayken oradan da O kurtarmıştı).
Ayetin bu bölümünde Allah Teala ikinci olumlu emrini vermiştir.
Birinci olumlu emir, Allah'ın ipine sımsıkı sarılın! şeklinde idi.
Bunun ardından parçalanmayın şeklindeki olumsuz emir gelmiş, bundan sonra da
Allah'ın size olan nimetini hatırlayın buyurularak ikinci olumlu emir verilmiştir.
Ayetteki tfiit; (hatırlayın) kelimesine, anın, düşünün manası da verilebilir.
Yüce Allah, Kur'an'ın gelmesiyle toplumda meydana gelen değişimler
üzerinde düşünülmesini emretmektedir. Ayetin bu kısmında, psikolojik oluşumlardan
toplumsal oluşumlara nasıl gidildiğine ve ateş çukurundan (tefrikadan)
kurtulmanın nasıl gerçekleştiğine işaret edilmekte ve bunların birer nimet
olduğu belirtilmektedir. Yüce Allah'ın üzerinde düşünülmesini istediği nimetler
şunlardır:
a.
Birbirlerine düşman
olanların gönüllerinin kaynaşması
Cahiliye döneminde kabileler arasında kin, nefret ve düşmanlık ve bunların
getirdiği savaşlar, kan davaları vardı. Fındık kabuğunu doldurmayacak küçük
sebeplerden dolayı kanlar akıtılıyor ve insanlar öldürülüyordu. Düşmanlık ve
savaş, adeta o toplumun doğası haline gelmişti.
Yüce Allah, verdiği eğitimle insanların gönüllerinde büyük bir değişim
başlattı. Düşmanlık duygusu ile çatlayacak hale gelen gönülleri kaynaştırdı.
Düşmanlıktan kaynaşmaya doğru olan bu değişim, Arap toplumu için büyük bir
nimet idi.
Kaynaşmanın öncelikle kalplerde başlaması, bize toplumdaki değişimin
ancak psikolojik bir değişimle olacağını da öğretmektedir. Demek ki, değişimi
öncelikle gönülden başlatmak gerekiyor.
Gönüldeki bu değişimin nimet olmasının bir sebebi de, insan gücünün dışında
olmasıdır. Onun için Allah Teala, bu değişim üzerinde düşünülmesini
istemektedir. Bunun üzerinde düşünüldüğünde varılacak netice de şu ayette
belirtilmiştir:
(Ve Allah onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan
her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah
onların gönüllerini kaynaştırdı. Çünkü o, mutlak galiptir, hikmet sahibidir).
[Enfal/63]
Allah Teala'nın, birbirine düşman olanların gönüllerini birleştirmesi
öyle büyük bir nimettir ki, yeryüzünde -Allah hariç- hiçbir güç bunu başaramaz.
Çünkü Allah'tan başka kimse insanın gönlüne tasarruf etme kudretine sahip
değildir. Peygamber bile olsa hiçbir insanın ve maddî hiçbir değerin meydana
getiremeyeceği bu değişim yüceler yücesi Allah'ın bir lütfü ve nimetidir.
b.
(Ve O'nun nimeti sayesinde
kardeşler oldunuz).
Düşmanlıktan gönül kaynaşmasına giden bu psikolojik değişim, toplumda,
"kültürel bütünleşme" diyebileceğimiz bir kardeşlik meydana
getirmiştir. İnsanların kardeş olması, toplumsal bir değişimdir, bu değişimin
dinamiği de -büyük bir nimet olan- gönüllerin kaynaşmasıdır. Allah'ın nimeti
sayesinde kardeşler oldunuz ifadesi, kardeş olmanın dinamiğinin Allah'ın nimeti
olduğuna işaret etmektedir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, nimet
beraberinde başka bir nimeti getirmektedir. Değişim değişimi getirirken,
değişim değişimin dinamiği olmaktadır.
Gönüllerin kaynaşmasıyla meydana gelen kardeşlik, biyolojik kardeşliğin
dışında bir de manevî kardeşliğin olduğunu göstermektedir. Hucurat/10'da
iman/din kardeşliği, Nur/61 'de neseb kardeşliği ele alınmaktadır. Razi'nin
naklettiğine göre Zeccac, din kardeşliğinin veya kültürel kardeşliğin kök kelimesi
olan c^ (el-ah) kelimesinin talep etmek anlamına geldiğini ve gayesi, maksadı
aynı olan insanları ifade ettiğini söylemektedir.
Allah'ın nimeti sayesinde... ifadesindeki nimet'i, Allah'ın lütfü olarak anlayabiliriz. Buradaki lütuf, birbirlerine düşman olanların kalplerinin birleştirilmesidir.
c.
(Bulunduğunuz ateş çukurunun
kenarından O sizi kurtardı).
Üçüncü nimet, ateş çukurunun kenarından kurtarılmaktır. Tefrika ve düşmanlık,
hem ferdî, hem de toplumsal anlamda ateş çukurudur. Düşmanlık, duygu olarak
ferdin içinde yanan bir ateş, onun topluma yansıyıp meydana getirdiği tefrika
da toplumsal bir ateş çukurudur.
Arap toplumu, yakıtı düşmanlık ve tefrika olan ateş çukurunun tam
kenann-dayken Yüce Allah onları oradan kurtarmıştır ki bu, başlı başına bir
nimettir.
Günümüzde ise insanlık, düşmanlık ve tefrikanın meydana getirdiği ateş
çukurunun kenarında değil içindedir. Tarihte düşmanlık duygusunun ve tefrikanın
böylesine kol gezdiği bir dönem yoktur?
İşte Allah Teala'nın üzerinde düşünülmesini istediği nimetler
bunlardır. Zira düşmanlığın ortadan kalkması, gönüllerin kaynaşması, insanların
manevî kardeşler haline gelmesi ve kenarında bulundukları ateş çukuruna
(tefrika cehennemine) düşmekten kurtarılmaları üzerinde düşünülmeye değer oluşumlardır.
Hem insanların gönüllerinde meydana gelen değişim üzerinde, hem de
gönüllerdeki değişimin dinamiği olan sosyal değişim üzerinde düşünülmesi
istenmektedir. Bütün bunlardan hareketle diyebiliriz ki, psikolojik ve sosyolojik
kanunlar üzerinde düşünmek farzdır.
IV. (Bu şekilde Allah
ayetlerini size açıklar ki doğru yolu bulaşınız).
Ayetin son bölümünde, önceki bölümlerdeki emir ve öğretilerin amacının
gösterilmesinin yanısıra, öğretimsiz insanların doğru yolu bulamayacağına da
işaret edilmektedir.
Yüce Allah, mesajlarını bu şekilde açıklamasının, insanların doğru yolu
bulması amacına yönelik olduğunu ifade etmektedir. Allah Teala doğru yolu
bulmayı kullarına bırakmış olmakla birlikte, mesajlarıyla, yani psikolojik ve
sosyolojik değişimin kanunlarını açıklamakla, onları öğretmekle, kullarını
desteklemekte, yönlendirmekte ve bilinçlendirmektedir. İşte ayetin bu kısmı,
bunu ifade etmektedir.
(Umulur ki, doğru yolu bulursunuz) ifadesinde yer alan (leal-le)
kelimesi, ihtimal ifade eder. Hidayeti, (doğru yolu) bulacak olan insanın
kendisidir, insan iradesinin bulunduğu yerde de kesinlik değil, ihtimal sözko-nusudur.
Ayetin bu cümlesi, insan iradesinin bulunduğu yerde kesin konuşulmaması
gerektiğine işaret etmektedir.
Allah yolu göstermekte, emirler vermekte ve bu emirlerin hangi amaçla
verildiğini bildirmekte, fakat insanı zorlamamaktadır. İnsana irade ve seçme
hürriyeti verilmiştir; insan isterse doğru yolu, isterse de yanlış yolu
seçebilir.
Bu ayette, doğru yolu bulmak ve o yola girmek için gerekli olan psikolojik
yapı ve eylemler de açıklanmaktadır ki bunlar, Kur'an'a sımsıkı sarılmak,
tefrikaya düşmemek, düşmanlıkları ortadan kaldırmak, kalpleri kaynaştırmak,
dinde kardeş olmak, doğru yolu oluşturmaktadır.
Din eğitimcilerinin görevi, insanları Kur'an'a sarılmaya davet etmek,
düşmanlık ve tefrikanın oluşturduğu sosyal cehennemden insanları kurtarmaya çalışmak,
bununun için de insanların gönüllerini birleştirip kardeş haline gelmelerini
sağlamaya gayret göstermektir.
Kur'an'a sarılmadan tefrikanın ortadan kalkması, düşmanlığın yok olması,
kalplerin birleşip insanların kardeş haline gelmesi mümkün değildir. Bütün bu
oluşumların dinamiği Kur'an'dır. Öyleyse Kur'an'ın iyi anlaşılıp anlatılması
ve tavizsiz olarak hayata geçirilmesi gerekir.
[25]
104. Sizden iyiye çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir grup
bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Ayeti, kısımlara ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz:
1. Her toplumda bir eğitim
ordusu kurulması gerekir
(Bir topluluk bulunsun).
Allah Teala'nın bu ifadesinden, toplumda bir eğitim ordusu
oluşturulması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu eğitim ordusunun yetiştirilmesi,
toplumların veya milletlerin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
2. Bu grup iyiye çağırmalıdır
Bu kısımda, grubun görevi, iyiye çağırmak olarak belirlenmektedir. Bundan,
bu grubun iyiyi bildiği ve tatbik ettiği de anlaşılmaktadır.
Herhangi bir çaba harcamayan topluma, iyi kendiliğinden gelmez.
^Aİ&^r (İyiye çağırırlar) ifadesi, iyinin bir amaç olduğunu, insanların
beyinleriyle, gönülleriyle ve eylemleriyle ona doğru koşmaları ve onu elde
etmek için gayret sarfmeleri gerektiğini gösterir.
İyiye çağırma görevi, iyiyi öğretmeyi ve onu tanıtmaya da kapsar. Dolayısıyla,
iyiye çağırmak, iyiyi öğretmeyi de içine alan bir eğitim faaliyetidir.
Ayetin birinci bölümünde yer alan, İçinizden bir topluluk bulunsun
ifade-sindeki topluluk'tan kasıt, milleti idare eden ve eğitim politikasını
yürüten grup olabilir. Bu durumda, siyaset, insanları iyiye çağırma,
iyiyi/erdemi kazandırma sanatıdır şeklinde tanımlanabilir. Ayetteki hayr (iyi)
kavramından ne kasdedildiği, neye çağırılacağı şu ayetlerden anlaşılabilir:
a. Basiretle Allah'a
çağırılacak Yusuf suresinde şöyle bulurulmaktadır:
(De ki: "Budur benim yolum: akla uygun, bilinç ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayışa dayanarak (hepinizi) Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar (aynı çağınyı yapıyoruz). Allah'ı noksanlıklardan uzak tutarım, ve ben Allah'a ortak koşanlardan değilim"). [Yusuf/108]
Bu ayetten anlıyoruz ki, Hz. Peygamber ve ona tâbi olanlar, basiretle
(akıl ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayışla) Allah'a çağırmışlardır ki bu da,
Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak ve şirk koşmamaktır. Bu ayetle Âl-i
İm-ran/104'deki hayr (iyi) kavramını birleştirirsek, iyinin, bilinçli bir
şekilde Allah'ı her türlü noksanlıktan uzak tutmak ve şirk koşmamak olduğu
anlaşılır. İşte Hz. Peygamber'in yolu budur; yani iyinin yoludur; ki bu, akla
dayanarak Allah'a çağırmadır.
b. Allah'ın yoluna davet
edilecek Nahl suresinde buyuruluyor ki:
(Sen, hikmet ve güzel öğütle Rabbinin yoluna davet et ve onlarla
mücadeleni en güzel bir usûlle yap, şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları en
iyi bilendir, doğru yolda olanları da en iyi O bilir). [Nahl/125]
Âl-i İmran/104'deki 'iyi', burada "Allah'ın yolu" ile tefsir
edilmektedir. Hikmet ve güzel öğütle kendisine davet edilecek şey Allah'ın
yoludur.
c. Allah'ın kitabına davet
edilecek
Kendisine davet edilecek ve edilmesi gereken 'iyi'nin içini şu ayetle
doldurabiliriz:
(Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmez misin ki, aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına davet ediliyorlar da, sonra içlerinden bir grub cayarak geri dönüyor). [Âl-i İmran/23]
Bu ayetten hareketle 'iyi'yi şöyle tanımlayabiliriz: İyi, sorunları
çözen şeydir. Kur'an da, beşerin sorunlarını çözmek için gönderilmiştir.
Öyleyse, Kur'an'a davet etmek, iyiye davet etmektir.
d.
İslâm'a davet edilecek
Âl-i İmran/104'de geçen hayr (iyi) kavramının içini islâm kelimesinin
manaları ile doldurabiliriz. İslâm barış, emniyet, teslimiyet ve rahmettir. O
halde hayr (iyi) barıştır, emniyettir, Allah'a teslimiyet ve rahmettir. Bu durumda
İçinizden hayra çağıran bir topluluk bulunsun [Âl-i İmran/104] ifadesi,
"İçinizden islâma (barışa, emniyete, teslimiyet ve rahmete) çağıran bir
topluluk bulunsun" anlamına gelir.
Saf suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(İslâm'a çağırıldığı halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim
kim olabilir)? [Saf/7]
Bu ayette, İslâm'a davetin önemi vurgulanmaktadır.
e. Kurtuluşa davet edilecek
(Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni
ateşe çağırıyorsunuz). [Mü'min/41]
Buradaki necat (kurtuluş), iman olmalıdır. Çünkü insanı cehennemden
kurtaracak şeylerin başında iman gelmektedir. O zaman Âl-i İmran/104'de-ki
(hayr=iyi) kavramına, iman ve onun getirdiği kurtuluş manası verilebilir.
f. Hidayete (doğru yola)
çağırılacak
Şu ayetlerden (hidayet)in, doğru yol anlamına geldiği anlaşılmaktadır:
(Onları hidayete çağırırsanız size tâbi olmazlar). [A'raf/193]
(Gerçek şu ki, sen onları hidayete çağırıyorsun). [Mü'minun/73]
Buradan hareketle diyebiliriz ki, hayr'a (iyiye) çağırmakla görevli
grup, hidayete (doğru yola) çağırmalıdır; zira hayr (iyi) budur.
Âl-i İmran/104'de geçen hayr (iyi) kavramının -izafî olması
nedeniyle-içini doldurmaya çalıştık. İyi her yerde iyidir; ama içinde hangi
değerlerin bulunduğunu bilmek gerekir.
İşte bu hayra (iyiye) çağırmak, akla dayanarak Allah'a, Allah'ın
yoluna, Allah'ın kitabına, islâma (barışa, güvene, teslimiyet ve rahmete),
kurtuluşa ve hidayete çağırmak anlamına gelmektedir.
Bütün bunlardan şu netice çıkar: Toplumu eğitip yetiştirmekle görevli
olan eğitim ordusu, aklın önemini, ona dayanmayı, Allah'a nasıl davet edileceğini
bilmeli, barıştan, güvenden yana tavır koymalı, Allah'ın yolunun, kurtuluş ve
hidayetin bilincinde olmalı; hayrın (iyinin) bunlardan oluştuğunu idrak
etmelidir. Hayr'ı (iyiyi) biraz daha netleştirmek için şöyle diyebiliriz: Akla
göre hareket etmeye, imana, barışa, güvene, teslimiyete, rahmete, hidayet ve
kurtuluşa sevkeden herşey iyidir.
Âl-i İmran/104'deki hayr (iyi) kavramının içini, 103. ayette geçen
değerlerle doldurursak, şu tanımları yapabiliriz:
• İyi, Allah'ın ipi olan Kur'an'dır.
• İyi, tefrikadan ve düşmanlıktan uzak; kalplerin kaynaştığı ve
insanların kardeş olduğu bir hayattır.
O zaman hayra (iyiye) davet, kalplerin kaynaşmasına, sevgiye, kardeşliğe,
birlik ve beraberliğe davet demektir.
Allah Teala, toplumda bu ulvî değerlere davet edecek bir grubun bulunmasını
Âl-i İmran/104 ayetiyle farz kılmaktadır. Bundan, böyle bir grubun bulunmaması
halinde toplumun felaketlere uğrayacağı ve çökeceği anlaşılır. Bu gruba kısaca
mütefekkirler grubu diyebiliriz.
Peygamberlerin yaptığı bu hayatî görev, bugün için ilim adamlarına,
yani mütefekkirlere düşmektedir. Bunlar insanları hayra (iyiye) çağırmalı,
insanların beynine, gönlüne doğru bilgi ile hitap etmeli, insanların
kalplerini bir-leştirmeli, kültürel kardeşlik dediğimiz iman kardeşliğini inşa
etmeli, tefrikayı, düşmanlığı ortadan kaldırmalı ve toplumu ateş çukuruna
düşmekten kurtarmalı ve böylece toplumun yok olmasına neden olacak
parçalanmayı önlemelidirler.
3.
(Doğru olanı emreder; yanlış
ve eğri olandan alıkoyarlar).
Eğitim ordusunun veya eğitim politikasını yürüten siyasîlerin ikinci
görevi, doğru olanı emretmek, yanlış ve eğri olandan insanları alıkoymaktır.
Birinci görevleri, hayra (iyiye) davet idi. İkinci görevleri ise,
marufu emretmek, münkerden nehyetmektir.
Emretmek ve nehyetmek, daha çok hukuku ve siyaseti ilgilendiren bir açılımdır.
Bu anlayıştan hareket ederek diyebiliriz ki, hayra (iyiye) davet, bir eğitim
faaliyeti iken; doğru olanı emretmek ve yanlış olandan nehyetmek, daha çok hukukî
ve siyasî bir faaliyettir.
Diğer taraftan, doğru olanı emretmek, yanlış olandan alıkoymak, bir sosyal
kontrol faaliyeti olarak da görülebilir. Toplumun herbir ferdi, nemelazımcı
olmayıp gördüğü yanlışa müdahale ederse, o toplum yaşamaya layık, canlı
olduğunu isbat etmiş demektir. Her canlının kendini savunma mekanizmaları
vardır; toplumun savunma mekanizmalarından biri de halkın kendi kendini
kontrol ederek, kötülüğe eliyle veya diliyle müdahale etmesi ve iyiliği
emretmesidir; bunu yapamayanın ise en azından kötülüğe karşı kalben buğ-zetmesi
gerekir.
Düşmanın saldırılarına hiçbir tepki vermeyen canlı, gerçekte cansız demektir;
ki o, yenilmeye ve yok olmaya mahkumdur. Yabancı ve zararlı olan kültürel ve
fikrî saldırılara karşı iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak kendini
savunmayan bir toplum da, cansız sayılır; dolayısıyla yok olmaya mahkumdur.
İyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek bir toplumun bağışıklık sistemidir.
Bedenin bağışıklık sistemi, nasıl vücuda giren mikroba karşı mücadele mekanizmalarını
devreye sokarsa, bir toplum da içine giren tefrika ve düşmanlık mikrobuna
karşı bağışıklık sistemi olan iyiliği emretme, kötülükten nehyetme
mekanizmasını hemen devreye sokmalıdır.
Şimdi bu manadan hareketle, Âl-i İmran/104'ü Âl-i İmran/102'ye bağlayarak
takva'ya şu tanımı getirebiliriz: Takva hem ferdin, hem de toplumun bağışıklık
sistemi olup fert ve toplumun kendisini kötülüklere karşı koruması için
iyiliklerle donanmasıdır. Buna göre, takvayı (manevî bağışıklık sistemini)
ayakta tutan eylemler; Allah'a teslim olmak, Allah'ın Kitabına sımsıkı
sarılmak, tefrikaya düşmemek, düşmanlık duygusundan arınmak, kalpleri
kaynaştırmak, kardeş olmak, doğru yola girmek, iyiliğe emretmek, kötülükten
nehyetmek [Âl-i İmran/102-104]. İşte takvanın (ruh olgunluğunun) oluşturduğu
ferdî ve sosyal bağışıklık sistemi budur.
Razi, Âl-i İmran/104 ayetine farklı bir yorum getirmiştir. Ona göre,
marufu emretmek, münkerden nehyetmek, iyiliğe davetin alt basamaklarıdır.
İyiliğe davetin kapsamına şu iki tür faaliyet girer:
a) Doğru olan şeyi yapmaya
teşvik; ki bu, emr-i maruftur.
b) Yanlışı tedketmeye teşvik;
ki bu da nehy-i münkerdir.[26]
4. (İşte bunlar nihai
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir).
Ayetin bu kısmındaki zamirlerin çoğul olmasından hareketle, kurtuluşun
toplumsal olduğunu söyleyebiliriz.
Ayetin son kelimesi olan (kurtuluşa erenler) kelimesinin kendisinden
türediği, 'g (felaha) kelimesi, ziraat için yeri sürmek; arzusuna nail olmak;
istediğini elde etmek; korktuğu şeyden, gam ve zorluktan kurtulmak; nimet ve
rahata kavuşup onda daim olmak; cennete girmek; çiftçilik yapmak manalarına
gelmektedir.
Marufu emretmek ve münkerden nehyetmek, bir eğitim faaliyeti olması
hasebiyle, insanların beyin ve gönüllerini tarla sürer gibi sürmeyi ifade etmektedir.
Buna göre ayetin son kısmına, "İşte onlar toplumu eğitenlerin ta
kendileridir" şeklinde mana verebiliriz. Onlar, insanların beyinlerini,
gönül ve nefislerini tarla sürer gibi sürer, oralara iyinin ve doğrunun
tohumlarını eker, toplumun umduğuna nail olmasını, kötülüklerle savaşmasını ve
zafere ulaşmasını sağlarlar.
Bu eğitim faaliyetini yerine getiren grup, insanların gönüllerine sevgi
aşılayarak onları kaynaştırır, kardeşliği tesis ederek tefrika ve düşmanlıkla
mücadelede hedefe ulaşmasına yardımcı olur.
• Bu zafer, iyinin kötüye, doğrunun yanlışa olan zaferidir.
• Bu kurtuluş, akıl ile gönlün nefsin baskısından kurtulmasıdır.
• Bu zafer, iyinin kötüyü kontrol altına almasıdır.
• Bu zafer, insanların Allah'ın
ipine sımsıkı sarılma hususunda hedefine ulaşmaları ve böylece tefrikadan (ateş
çukurundan) kurtulmalarıdır.
• Bu zafer, bilginin cehalete galip gelmesi ve onu ortadan
kaldırmasıdır.
[27]
105. Hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra ihtilafa
düşüp parçalananlar gibi olmayın. İşte bunlar için feci bir azap vardır.
Kur'an'da, -burada olduğu gibi- değişik konularda yasaklar konulduğuna
şahit oluyoruz. Şimdi Kur'an'da gezinerek bu yasakların neler olduğuna bakabiliriz:
(O insanlar gibi olmayın) buyurulmuş, ardından da onların hangi
davranışlara sahip oldukları beyan edilmiştir.
1.
Tefrika ve ihtilafa düşenler
gibi olmaym
Yüce Allah, Âl-i İmran/105'de, Kendilerine apaçık deliller geldikten
sonra ihtilaf edip ayrılığa düşenler gibi olmayın enirini vererek, hakikatin
kanıtlarının gelmesine rağmen ihtilaf edip tefrikaya düşenlere benzemekten
neh-yetmektedir.
2. Şüphecilerden olmayın
(Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde şüphecilerden olma)!
[Bakara/147]
Bu ayette, Allah'tan gelenin hak olduğu konusunda kuşku duymak yasaklanmaktadır.
3. Müşriklerden olmayın
En'am/14'de müşriklerden olmak nehyedilmektedir.
4.
Cahillerden olmayın
En'am suresinde eğitim olgusuna dikkat çekilererek şöyle
buyurulmakta-dır:
(Eğer onlann yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin
içine inebileceğin bir tünel, ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki
onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerine
toplayıp birleştirirdi. O halde sakın cahillerden olma). [En'am/35]
İnsanların hakikatten, imandan yüz çevirmeleri din alimlerine ve din
adamlarına ağır gelmemeli, bu duruma aldırmadan görevlerine devam etmelidirler.
Çünkü hidayeti verecek olan Allah'tır. Yüce Allah, aksi şekilde davranan
kimseyi cahil olarak nitelendirmektedir. Hz. Peygamber de, bu şekilde
davranmaktan nehyedilmektedir.
5. Allah'ın ayetlerini
yalanlayanlardan olmayın
(Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra ziyana
uğrayanlardan olursun). [Yunus/95]
Bu ayette, Hz. Peygamber'in şahsında müslümanlar, Allah'ın ayetlerini
yalanlamaktan nehyediliyorlar.
6. Kafirlere arka çıkmayın
Allah, kafir olmak şöyle dursun, kafirlere arka çıkmayı bile yasaklamaktadır:
(Sen, bu Kur'an'm sana vah-yedileceğini ummuyordun. Bu, Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kafirlere arka çıkma). [Kasas/86]
7. İnkar edenlerin ilki
olmayın
(Elinizdekini tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Sakın onu
inkar edenlerin ilki olmayın)! [Bakara/41]
8. İşitmedikleri halde işittik
diyenler gibi olmayın Enfal suresinde şöyle Duyurulmaktadır:
(Ey iman edenler! Allah'a ve Rasulüne itaat edin, işittiğiniz halde,
ondan yüz çevirmeyin)! [En-fal/20] (İşitmedikleri halde işittik diyenlerden olmayın)!
[Enfal/21]
9. Kafirler gibi olmayın
(Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar gibi olmayın). [Enfal/47]
Bu ayette, kafirlerin bazı eylemleri sıralanmakta ve bu eylemlerden
kaçınma, kafirler gibi davranma nehyedilmektedir.
10. İpliğini sağlamca büktükten
sonra bozan acuze kadın gibi olmayın
(Bir toplum diğer bir toplumdan daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra çözüp bozan acuze kadın gibi olmayın). [Nahl/92]
Ayette, güçlü olan grubun, güçsüz olan gruba haksız davranması,
karşısındaki grup zayıf olduğu için yaptığı antlaşmayı bozması
nehyedilmektedir. Yüce Allah böyle yapardan aklı zayıflamış, yaptığı olumlu bir
işi bozan acuze bir kadına benzeterek yermektedir.
11. Peygamber'e eziyet etmeyin
Ahzab suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Ey iman edenler! Siz de Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın).
[Ahzab/69]
12. Allah'ı unutanlar gibi
olmayın Haşr suresinde şöyle buyuruluyor:
(Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın, onlar yoldan çıkan kimselerdir). [Haşr/19]
Görüldüğü gibi Yüce Allah, ihtilafa düşüp tefrikaya sapan, şüphe eden,
şirk koşan, cahillik eden, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, kafir olan,
kafirlere arka çıkan, dinlemediği halde dinledim diyen, antlaşmasını bozan,
Peygambere eziyet eden ve Allah'ı unutanlar gibi olmaktan nehyederken üçüncü
şahıslardan örnekler vererek eğitimde farklı bir metod takip etmekte; böylece
de eğitim hususunda din adamlarına yol göstermektedir.
Hakikatin kanıtları kendilerine geldikten sonra ihtilaf edip tefrikaya
düşenler gibi olmayın [Âl-i İmran/105] ifadesi de, bu metodun bir örneğidir.
Bunlar vasıtasıyla, tarihte yaşanan bu sosyal olayların bir daha yaşanmaması
için yasaklar konulmaktadır.
Sizden münkerden nehyeden bir grup bulunsun [Âl-i İmran/104] ayeti,
nehyedilmesi gereken ilk şeyin münker olduğunu; Âl-i İmran/105 ayeti ise
nehyedilmesi gereken bu münkerin tefrika olduğunu göstermektedir.
Ayetin sonunda ise, ihtilaf edip tefrika ateşini yakanların acıklı
azaba düşecekleri ifade edilmektedir. Onlar için acıklı bir azabın
bulunduğunun söylenmesi, tefrikadan caydırma amacına yöneliktir. Çünkü
Kur'an'ın eğitim metodunda yer alan cezalar, -caydırıcı mahiyette olmaları
hasebiyle- eğitim amaçlıdır.
Bu noktadan hareket edip, 104. ayet ile 105. ayeti birlikte ele
alırsak, marufu emredip münkerden nehyetme hususundaki en önemli örneğin 105.
ayet olduğunu söyleyebiliriz. Allah'ın ipine sımsıkı sarılın [Âl-i İmran/103]
ifadesi, marufun emredilmesine; Kendilerine hakikatin kanıtları geldiği halde
ihtilaf edip tefrika çıkaranlar gibi olmayın [Âl-i İmran/105] ifadesi de münkerin
nehyedilmesine örnektir. Bundan şöyle bir netice de çıkar: Önce marufun
emredilmesi, sonra da münkerin nehyedilmesi lazım gelir.
Netice olarak diyebiliriz ki:
Âl-i İmran/102'de gerçek bir sakınma ile Allah'tan sakınmanın, hiç
olmazsa Allah'a teslim olarak can vermenin; 103. ayette Allah'ın ipine sımsıkı
sarılmanın; Allah'ın nimetleri üzerinde düşünmenin; doğru yola girmenin; 104.
ayette marufu emredip münkerden nehyeden bir grup oluşturmanın emredilmesi,
Allah'ın marufu emretmesidir.
103. ayette tefrika çıkarmaktan; 105. ayette ihtilafa düşüp tefrika
çıkaranlar gibi olmaktan nehyetmek de, Allah'ın münkerden nehyetmesidir.
Yüce Allah böylece, insanların da aynı metodu kullanmalarını, eğitim faaliyetini
bu metoda göre düzenlemelerini istemektedir. Ayrıca din eğitiminin amaçlarını,
metodlannı ve hangi ferdî ve sosyal değerleri işleyeceğini de tesbit
etmektedir.
104. ayette, kötülüklerle mücadelenin zaferle sonuçlanmasını sağlayacak
teknikler öğretilmekte; toplumun felahının, kurtuluş ve zaferinin eğitime ve
siyasî erke bağlı olduğuna da işaret edilmektedir.
Toplumları cehenneme çeviren düşmanlık duygusuna ve bunun getirdiği
tefrika, bölünme ve parçalanma hastalığına karşı en etkili ilacın bilgi, sevgi
ve eğitim olduğunu vurgulayan bu ayetler; insanlığın erdemini silip süpüren karanlığa,
insanlığa aydınlık getiren beynin, gönlün ve ilahî vahyin gücü ile karşı
durulması gerektiğini ima etmektedir. Ayrıca bilinçsizlikle bilincin; yanlışa karşı
çıkmakla nemelazımcılığın; birleştirmekle ayırmanın; birlik-beraberlikle
tefrikanın; düşmanlıkla kardeşliğin çizgilerini göstermekte, aydınlık ve kurtuluşun,
olumlu değişimin kesiştiği noktada gerçekleşeceğini öğretmektedir.
Hz. Peygamber iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı çok önemsemiş ve bu
konudaki ayetleri şu şekilde yorumlamıştır:
Sizden biri bir kötülük gördüğünde, onu eliyle değiştirsin; buna gücü
yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle onu
kötü görsün. Bu ise imanın en zayıf halidir.[28]
Bu hadis, Âl-i İmran/104'de zikri geçen kötülükten alıkoyma görevinin
nasıl yapılacağını açıklamaktadır. Buna göre, görülen bir yanlışı, bir kötülüğü
ortadan kaldırmanın yollarından ilki; onu el ile düzeltmektir. Bu, kötülükten
nehyedecek kişi veya grubun statüsüyle yakından alakalıdır. Siyasî erki elinde
bulunduranların kötülüğü engellemeleri, bu hususta özel güvenlik güçleri
istihdam etmeleri şeklinde gerçekleşir.
Son derece gerçekçi olması hasebiyle Hz. Peygamber, herkesin her kötülüğe
eliyle müdahale edemeyeceğini farkederek başka yollar da önermiştir. Kitle
haberleşme vasıtaları sayesinde dünya küçülmüştür; öyleyse bu durum dikkate
alınarak, kötülüklerin engellenmesi konusunda devletler arası bir ağın devreye
sokulması gerekir. Bir devletin, başka bir devlete haksız yere saldırması,
güçlü devletlerin devreye girmesini zorunlu kılabilir. Peygamberimizin
"Eliyle onu düzeltsin" ifadesinden, böyle müdahaleler anlaşılabilir.
Bazı kötülüklere fiilen müdahale edilemeyebilir, o zaman sözlü olarak
düzeltilme yoluna gidilmesi gerekir. Bir kötülüğe söz ile müdahale etmek, ancak
yakında bulunmakla mümkün olduğuna göre; uzaktaki kötülüklere, söz ile nasıl
müdahalede bulunulabilir? Buna şöyle cevap verebiliriz: Uzaktaki kötülüklere yazılı
ve görsel basını kullanarak müdahale edilir; böylece mün-kerden nehyetme görevi
yerine getirilmiş olur.
Kötülüğe herkes eliyle veya diliyle müdahale edemeyebilir; bu durumda
kalben buğzedilmesi gerekir. Çünkü kalbin tavırları da Allah tarafından değerlendirilmektedir.
Yine marufu emredip münkerden nehyetmenin önemi konusunda Hz. Peygamber
şöyle buyurmaktadır:
Varlığım kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz, ya iyiliği
emredip kötülükten alıkoyarsanız, ya da Allah, kendi katından sizin üzerinize
bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz, fakat duanız kabul edilmez.[29]
Naklettiğimiz iki hadisten anlıyoruz ki, iyiliği emretmek ve kötülükten
sakındırmak, sosyal problemleri çözme kapısıdır. Bu, sadece yakında bulunan
arkadaş veya komşunun problemi ile ilgilenme meselesi değil, aileden topluma,
toplumdan toplumlar arası ilişkilere kadar uzanan bütün problemlerle ilgilenme
faaliyetidir. Âl-i İmran/110 ayetinin tefsirinde, iyiliği emredip kötülükten
sakındırmanın evrensel boyutlu bir faaliyet olduğu görülecektir.
[30]
106. O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri
kararanlara, "İnananmanızdan sonra inkar mı ettiniz? O halde inkar
etmenize karşılık azabı tadın!" (denilir).
107. Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın
rahmeti içindedirler. Orada devamlı kalacaklardır.
Yüce Allah 106. ayete (yevm=o gün) ifadesiyle başlamıştır. Yevm (o
gün)den kasıt, mahşer/kıyamet günüdür.
O gün (mahşer günü), insanlar iki kısma ayrılacaktır:
1.
Yüzleri kararanlar
Yüce Allah, o gün bazı yüzlerin kararacağını ifade buyurmuş, bu kararmanın
sebebini de beyan etmiştir:
(İnanmanızdan sonra kafir mi oldunuz?)
a. Ayetin bu kısmında, imandan
inkara giden olumsuz bir değişim ele alınmakta; bu değişimin mahşere kadar
uzanıp insanın yüzünde görüleceği ifade edilmektedir.
Âl-i İmran/69'dan başlayıp 106. ayete kadar devam eden bölümde, kitap
ehlinin küfürleri, müslümanları da imandan inkara çevirme istek ve teşebbüsleri
işlenmekte ve bu küfür ve teşebbüslerin neticesi gösterilmektedir.
Mahşerde yüzlerin kararma sebebi olarak, irtidat (imandan inkara sapmak)
gösterilmektedir.
Âl-i İmran/70-73 ve 98 ayetlerinden hareketle, bu ayette kasdedilen kimselerle
ilgili olarak şu yorumu yapabiliriz: Tevrat ve İncil'e inandıklarını söyleyen,
ama kendi kitaplarında Muhammed'in peygamberliğine delalet eden ayetleri inkar
eden; müslümanları da küfre düşürmek için sabahleyin inanıp akşamleyin inkar
eden kitap ehli kasdedilmiş olabilir.
Bu yorum, yüzü kararan ve iman ettikten sonra inkar eden kimselerin kitap ehli olduğunu söyleyen Zeccac'ın -Süleyman Ateş tarafından nakledilmektedir- görüşüyle de teyit edilmektedir.
Bunların mürtedler olduğunu söyleyen Mücahid'in ve münafıklar olduğunu söyleyen Hasan Basri'nin[31] görüşleri de doğrudur. Zira küfr, bunları da kapsar. Öyleyse diyebiliriz ki, bunların mahşerde yüzlerinin kapkara olmasının bir nedeni de irtidat etmeleridir. İmam bırakıp küfre sapanlar bu dünyada gönüllerini ve beyinlerini kirletmişlerdir. Bu kirlilik mahşerde siyahlık olarak yüzlerine yansıyacaktır.
b. Allah'a yalan söylemek
Zümer/60 ayetine göre, mahşerde yüzlerin kararmasının başka bir sebebi
de dünyada Allah hakkında yalan söylemektir:
(Allah hakkında yalan söyleyenlerin kıyamet gününde yüzlerinin kapkara
olduğunu görürsün. Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennem değil midir)? [Zümer/60]
Allah hakkında yalan söylemek, Âl-i İmran/78 ayetine göre, kitaptan olmayanı
kitaptan; Allah katından olmayanı Allah katından göstermektir. Bu ayetin
muhatabı, kitap ehlinden bir gruptur. Ama ayet, Allah adına yanlış fetvalar
verenleri de kapsar.
Allah hakkında yalan söyleyenler, Zümer/57-59 ayetlerine göre
şunlardır:
(Veya "Allah bana hidayet verseydi, elbette sakınanlardan
olurdum" diyeceği; yahut azabı gördüğünde, "Keşke benim için bir kez
(dönmeye) imkan bulunsa da iyilerden olsam!" diyeceği günden sakının.
Hayır ayetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve
inkarcılardan olmuştun). [Zümer/57-59]
c. İnkar etmek ve günah
işlemek Abese/40-42'de şöyle buyurulmaktadır:
(Yine kimi yüzler de o gün toz toprağa bulaşmış olacak; hüzünden
kapkara kesilecek. İşte bunlar kafirlerdir, günahkarlardır).
Dünyada inkar psikolojisine sahip olanlar ve günah işleyenler, hem
gönüllerini, hem de davranışlarını kirletmektedirler. Bu kirlilik ahirette
yüzlerine yansıyacaktır.
d. Vahyi tasdik etmemek ve
ibadet yapmamak Kıyamet suresinde şöyle buyuruluyor:
(O gün, yüzler vardır ki buruşacak). [Kıyamet/24]
(İşte o, (peygamberin getirdiğini) doğru kabul etmemiş, namaz kılmamış,
aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti, çalım sata sata yürüyerek kendi
ailesine gitmişti). [Kıyamet/31-33]
e. Kız çocuğunu istemeyenler
Yüce Allah, cahiliye döneminde kız çocuğuna takınılan olumsuz tavrı anlatırken,
yüzün değişip kararmasını örnek olarak vermektedir:
(Onlardan birine, bir kızının dünyaya geldiği müjdesi verilince,
öfkelenerek yüzü simsiyah kesilir). [Nahl/58]
Kız çocuğunun doğumundan dolayı dünyada yüzü kapkara kesilenlerin yüzü
ahirette de öyle olacaktır.
Bazı insanların yüzlerinin mahşerde siyahlaşmasının neye yarayacağını
Rahman/4l'den öğrenebiliriz:
(Suçlular, simalarından tanınacak). [Rahman/41]
Bu ayete göre, suçları/günahları insanın yüzünden okunacaktır. İnsanın
yüzü günahlarının okunduğu bir kitap haline gelecektir. Suçluların
tanınabil-mesi için, yüzler tanıtım belgesi olarak kullanılacaktır.
2. Âl-i İmran/106 ayetine
dönelim: Dünyada imandan inkara dönenlerin gösterdikleri değişim mahşerde
yüzlerine yansıyacak ve bu kararmanın nedeni kendilerine -soru tarzında-
bildirilecektir:
(İman ettikten sonra inkar mı ettiniz)?
Durumları bilindiği halde, bu sorunun onlara yöneltilme sebebini, yargısız
infazın yapılamayacağı kuralından hareketle açıklayabiliriz. Evet, yargısız
infaz yapılamaz. Yüce Allah'ın insanlığa öğrettiği ilk ve evrensel hukuk kuralı
budur. A'raf/12'de Allah Teala'nm, Adem'e secde etmeyen İblis'i önce sorgulayıp
sonra cezalandırdığına şahit oluyoruz. Yine Yüce Allah Hz. Adem ve eşini de
önce sorgulamış, sonra cezalandırmıştır. Böylece de hukuk için en önemli ve
evrensel kuralı koymuştur: Suçlular sorgulanmadan cezalandınlamazlar.
Yukarıdaki ayette yer alan soru, bir bakıma suçluların sorgulanmasıdır.
3.
(Öyleyse inkar etmiş olmanız
yüzünden tadın azabı)!
Yukarıdaki sorgulamanın ardından, onların inkarı/suçu tesbit edilmiş,
ondan sonra da cezalandırılma yoluna gidilmiştir.
Ayet bize başka bir hukukî kural daha öğretmektedir: Suçlu, hangi
suçtan dolayı cezalandırıldığını bilme hakkına sahiptir.
İşte böylece Kur'an, insanlığa modern hukukun temellerini öğretmekte ve
modern hukukun Kur'an'a ne kadar yaklaştığı hususunda bir ölçü teşkil etmektedir.
Âl-i İmran/106'dan kısaca şu genellemeleri çıkarabiliriz:
a. İnsanların gönüllerinde
teşekkül eden inançlar, ölümle kaybolmaz, tamamen ahirete intikal edip
değerlendirilmeye tâbi tutulur.
b. İnanç ve amelleri insan
bedeni kaydetmektedir. Maddenin sesleri, duygu ve amelleri sakımı kanunundan
hareket edersek bu gerçeğe ulaşırız: Disket veya CD'nin ses ve hareketleri
kaydedip saklaması gibi, bedenimiz de konuşmalarımızı, duygularımızı ve
amellerimizi kaydedip saklamaktadır. Nasıl ki Rna (Ribo nukleik asit) canlıdan
canlıya huy intikal ettiriyor, bu huylan kaydedip taşıyorsa, bedenimiz de
sesleri, duygu ve eylemleri kaydedip ahirete taşımaktadır.
Yasin/65'de, mahşerde insanların ağızlarının mühürleneceği, yaptıklarını
ellerinin anlatacağı, ayaklarının da şahitlik yapacağı beyan edilmektedir.
Fussilet/20'de ise, mahşerde insanların kulaklarının, gözleri ve
derilerinin yaptıklarına şahitlik edecekleri ifade edilmektedir.
Âl-i İmran/106 ayeti de irtidadın, insan yüzüne siyahlık olarak
yansıyacağını söylerken buna işaret etmektedir.
4. (Yüzleri ağaranlara
gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler, orada ebedî kalacaklardır).
Kur'an meseleyi, genellikle zıddıyla beraber ele alır; gece ile gündüz;
erkekle kadın, imanla inkar, hak ile batıl, doğru ile yanlış, cennet ile
cehennem gibi. Âl-i İmran/106-107'de de aynı metod takip edilerek, mahşerde
yüzleri karararacak olanlarla yüzleri ağaracak olanlar ele alınmaktadır.
Ayetlerde, mahşerde hangi nedenlerden dolayı iman eden kimsenin yüzü nün ağaracağı açıklanmaktadır:
a. İyi ve yararlı işlerden
dolayı
(İyi ve yararlı işler yapmakta olanları daha iyisi ve ondan daha fazlası beklemektedir. Onların yüzlerini ne bir kararma, ne de bir aşağılanma gölgelemeye-cektir. İşte bunlardır cennetlikler, orada ebedî kalacak olanlar). [Yu nus/26]
inkar, yalanlama ve kötü amel nasıl mahşerde insanın yüzüne
yansıyacaksa, iman, tasdik ve iyi amel de insanın yüzüne yansıyacaktır.
Yunus/26 ayeti, iyi amel üretenlerin yüzünün kararmayacağına ve o kimsenin
horlanmayacağına işaret etmektedir.
b. Kur'an'dan öğüt almaları
sebebiyle Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
(Dileyen Kur'an'dan öğüt alır) [Abese/12]
(O gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir). [Abese/38-39]
Kur'an'dan öğüt almak, ona karşı olumlu bir tavır takınmak ve onun öğütlerini
sevinçle karşılamaktır. İşte Kur'an'a olan bu sevgi ve muhabbet, ahiret-te
insanın yüzüne yansıyacak; böylesi kimse orada da parlak, sevinçli ve güleç
olacaktır.
c. Ahireti dünyaya tercih
etmeleri sebebiyle
Kıyamet/20-21'de dünyayı ahirete tercih edenlerin ahiretteki durumuna
işaret edildikten sonra şöyle buyurulmaktadır:
(Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır; Rable-rine
bakacaklardır). [Kıyamet/22-23]
(Ve o gün bazı yüzler ümitsizlikle kararacak). .[Kıyamet/24]
Dünyayı ahirete tercih edenin yüzü kararırken, tersini yapanın yüzü de
ışıl ışıl parlayacaktır.
d. İyiler
Yüce Allah cennetlik olan iyileri anlatırken şöyle buyuruyor:
(Onların yüzünde nimetlerin sevincini görürsün). [Mutaffifin/24]
İman ve iyi
ameller kaybolmayacak, mahşerde nur olarak sahiplerinin yüzlerine yansıyacak ve
onların durumu yüzlerinden okunacaktır. Âl-i İm-ran/107'de, bu insanların,
Allah'ın rahmeti içinde olacakları ve orada devamlı kalacakları
bildirilmektedir.
[32]
108. işte bunlar, Allah'ın sana hak olarak okuduğumuz ayetleridir.
Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.
Bu ayetten şu genellemeleri elde edebiliriz:
1. Bu ayet, Âl-i İmran/106-107
ayetiyle yakından bağlantılı olup onların hatimesini teşkil etmektedir. Yani o
ayetlerde zikri geçen mü'minlere de, kafirlere de zulmedilmez; kafirlerin
yaptığı kötülüklerin de, mü'minlerin yaptığı iyiliklerin de karşılığı tam
olarak verilir. Bu ise, hak ve adaletin gereğidir. Onun için 108. Ayette
(hakk) kavramı kullanılmaktadır. İyi amel ödülünü, kötü amel de cezasını
görünce, hak yerine gelmiş ve adalet gerçekleşmiş demektir.
2.
Yüce Allah'ın verdiği ödül
veya ceza, amellerin karşılığıdır. İyi amele ödül, kötü amele de ceza
verilmemesi zulüm olduğundan, 108. ayette (Allah hiçbir kimseye haksızlık
yapmak istemez) buyurulmaktadır.
Ayetin bu kısmında yer alan ofo (âlemin) kelimesiyle, irade sahibi
varlıklar kasdedilmiştir.
3. Bu ayet, idarecilerin halka
zulüm irade etmemeleri gerektiğine de işaret etmektedir.
İdareciler, haklıya hakkını vermezlerse zulüm yapmış olurlar.
İdareciler, topluma faydalı iş yapanları ödüllendirir, kötülük yapanları da
cezalandınr-larsa, halka zulüm irade etmediklerini isbat etmiş olurlar.
4. Hangi fiillerin cezalandırılacağı,
hangilerinin ödüllendirileceği Âl-i İm-ran/101-107. ayetleri arasında beyan
edilmektedir. Bundan, idarecilerin, hangi davranışın suç, hangi davranışın iyi
olduğunu halka öğretmekle yükümlü oldukları sonucu çıkar. Aksi takdirde
cezanın ve ödülün hiçbir anlamı kalmaz.
Allah'ın ayetlerini öğrenmek, Peygamber'e tâbi olmak, Allah'a sığınmak,
takva sahibi olmak, Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak, kardeş olmak, düşmanlığı
ortadan kaldırmak, tefrikaya düşmemek, iyiye çağırmak, iyiyi emretmek,
kötülükten sakındırmak ödül (cennet) gerektiren eylemleri teşkil etmektedir.
İnkar etmek, tefrika çıkarmak, düşmanlık etmek, ihtilaf etmek ve
imandan sonra inkara sapmak da cezayı (cehenneme atılmayı) gerektiren eylemleri
oluşturmaktadır.
İşte hak ile okunan ayetler bunlardır. Bunlar siyasetin ve hukukun
esasları olduğu gibi, evrensel eğitimin de ölçüleridir. Bütün bu eylemlerin ne
anlama geldiğinin öğretilmesi, hem dini, hem de hukuku ayakta tutar. Bu
ayetler-deki ilkelerle, modern hukukun temelleri asırlar öncesinden atılmıştır.
(netlûhâ=onu okuyoruz) ifadesindeki okumak, 'öğretmek' anlamına gelir.
Neyin yanlış, neyin doğru; neyin iyi, neyin kötü olduğu insanlara
öğretil-mediği takdirde, sorumluluklar ortadan kalkar. Bu öğretilerin
bulunmadığı ve hukuka göre davranılmadığı bir toplum, sosyolojik ifadeyle
"aşiret toplu-mu"dur. İşte Kur'an, insanlığı aşiret toplumu (ilkel
toplum) olmaktan kurtarmak için bu öğretimi yapmaktadır.
[33]
109. Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Bütün işler Allah'a
döndürülür.
Bu ayeti önceki ayetlerle irtibatlandırarak açıklayabiliriz. Âl-i
İmran/103-108 ayetleri arasında anlatılan bütün olumlu ve olumsuz eylemlerin
Allah tarafından bilindiği ve değerlendirildiği, ödül veya cezalarının
verileceği konusunda hiçbir şüphe bırakmamak için Yüce Allah, Göklerde ve
yerde ne varsa Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür [Âl-i İmran/109]
buyurmak suretiyle, yukarıda zikri geçen eylemleri yerine getirmeye gücü
yeteceğine dikkat çekmektedir.
Kötüleri cezalandırmak, iyileri mükâfaatlandırmak, Allah için zor
değildir.
Göklerde ve yerde bulunanların Allah'a ait olması, Allah'ın mutlak egemenliğine,
dilediği her şeyi yapabilme kudretine işaret etmesinin yamsıra; rahmetinin de
kainat kadar geniş olduğuna işaret etmektedir.
Kainatın mülkiyetinin kime ait olduğu bilincine sahip olmayanlar,
yanlış inanç ve davranışlar konusunda kendilerini kontrol edemezler.
Kainat Allah'a ait olduğuna göre, onu idare eden de Allah'tır. Demek
ki, sahip olmak ile idare etmek birbirine çok yakın mana ifade ettiklerinden,
bazen Arapça'da aynı kelime ile ifade edilmektedirler. Bu konuyu Fatiha/4 ile
Âl-i İmran/26'da açıklamıştık.
(ve lillâhi) ifadesinde yer alan {lam) harfi, hem mülkiyeti, sahipliği;
hem de mutlak egemenliği ifade etmektedir. 108. ayetle irtibatını kurarsak
diyebiliriz ki, mutlak egemenliği elinde bulunduran Allah, kullarına zulmetmeyi
asla istemez.
Mutlak egemenliğe sahip olamayan idareciler zulmedebilirler. Bu ise, hakimiyetlerinin
noksan olmasından kaynaklanır. Ama Yüce Allah mutlak egemenliğe sahip
olduğundan kullarına zulmetmez.
Göklerde ve yerde olan her şeyin Allah'a ait olması, kainatın
yaratıcısının da Allah olduğunu; dolayısıyla bütün işlerin de O'na döneceğini
gösterir. Ha-did/3 ayeti de bunu teyit etmektedir:
yriSte (O, ilk ve sondur). [Hadid/3]
Razi'nin naklettiği bir hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur;
Allah, kendinden evvel hiçbir şey olmayan evvel (ilk) ve kendinden
sonra hiçbir şey olmayan âhirdir (sondur).[34]
Bir varlıktan önce var olmayan; ondan sonraya da kalmayan varlık ona sahip
ve hakim olamaz. Razi'nin dediği gibi, evvel olma etkinlik, ihtiyaç, şeref,
rütbe ve zaman bakımından üstünlük ifade etmektedir. Bir şeye sahip veya egemen
olmak; onda mutlak etkinliğe sahip olmak, onun ihtiyaçlarını tam anlamıyla
yerine getirmek demektir.
Hiçbir iş, yerdeki ve gökteki hiçbir oluşum kaybolmaz; onların da kendilerine
has bir varlıkları vardır ve bu varlıklarıyla Allah'a döneceklerdir. Evet,
düşünceler, inançlar, duygular ve eylemler kaybolmayıp Allah'a dönecektir.
[35]
110. Siz insanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz.
İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah'a inanırsınız. Eğer kitap
ehli de inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. İçlerinden iman
edenler var, ama çoğu yoldan çıkmışlardır.
Ayeti başlıca iki kısma ayırarak açıklamaya çalışacağız:
1.
Hayırlı topluluk
Yüce Allah müslümanlann, insanlık adına çıkarılmış/yetiştirilmiş bir
topluluk olduğunu söylemektedir. Ayette geçen ümmet kavramını Bakara/143'de
açıklamıştık.
Açıklanması gereken diğer kelime ise, (uhricet) fiilidir. Aslında çıkarılmış
anlamına gelen bu kelime, burada yetiştirilmiş manasını ifade etmektedir.
Kur'an'ın gönderilmesinin, hayata geçirilmesi için de Hz. Peygamber'in
görevlendirilmesinin sebeplerinden biri, bu ayette sP1- (li'n-nâs=insanlık
için) ifadesiyle belirlenmektedir. Nâs (insanlar) kelimesi amacın evrenselliğini
gösterir, lam harfi de için manasına gelir. Öyleyse ikisi birlikte (lin-nâs),
insanların sorunlarını ifade eder. O halde bu ayette, müslüman toplumunun
insanlığın sorunlarını çözmek için yetiştirildiğine işaret edilmektedir.
Bakara/l 43'deki (insanlığa şahitler olasınız) ifadesininin, insanlığa örnek olasınız ve problemlerini çözesiniz manasına geldiğini ifade etmiştik. Burada da aynı mana söz konusu olup, (hayırlı ümmet) ifadesi, problem yaratmayan, düşünce ve eylemleriyle insanlığa faydalı olan, iyilik saçan, sorunları çözen manasına gelmektedir. Hayırlı kelimesiyle, yetiştirilmiş kelimesi bir araya getirilince, hayırlı topluluk olabilmek için eğitimden geçmenin şart olduğu anlaşılır. İnsanlar eğitimden geçmeden değerli/hayırlı topluluk olamaz ve evrensel manada insanlığın sorunlarını çözemezler. Bu iki kelimenin ilişkisi, eğitimin gücünü ve etkinliğini ortaya koymaktadır. İnsanları erdem sahibi yapmak, mevcut kabiliyet ve yeteneklerini nihaî noktasına ulaştırmak, insanların problemlerini çözecek hale getirmek ancak eğitim vasıtasıyla mümkün olabilir.
İnsanlık için çıkarılmış hayırlı ümmet olmanın alt yapısı, Âl-i
İmran/103-104'de inşa edilmiştir. Ancak Allah'ın kitabına sımsıkı sarılan,
tefrikaya düşmeyen, düşmanlık duygusu taşımayan, birbirini seven ve kardeş
olan, iyiyi, doğruyu ve yanlışı bilen bir topluluğun, insanlık adına
problemleri çözebilecek seviyeye gelmiş hayırlı bir topluluk olduğu
söylenebilir. Müslümanların, niçin hayırlı bir ümmet oldukları, ayetin
devamından anlaşılmaktadır:
(İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız).
Başka bir mana ile, "doğruyu emreder, yanlıştan sakındırırsınız".
Dünyada iyiliği tesis etmek, doğrunun ağacını dikip büyütmek, kötülüğü/yanlışı
ortadan kaldırmak müslümanlann görevleri arasında yer almaktadır. Kötülüğü/yanlışı
ve getirdiği kirliliği temizlemek insanlığın evrensel bir sorunu olarak hâlâ
çözüm beklemektedir.
Bunlan gerçekleştirmek için, Allah'a inanmak gerekir. Allah'a inanmak,
evrensel bir beyine ve gönüle sahip olmak demektir. Âl-i İmran/109'da işaret
edildiği üzere, kainatın mutlak egemenliğinin kime ait olduğunu ve işlerin
sonunda kime döneceğini bilen ve inanan kimse, evrensel düşünebilen ve evrensel
bir imana sahip olan bir kimsedir.
Müslüman toplumu içinde, iyiye davet eden, doğruyu emredip yanlıştan
sakındıran bir grubun olmasını isteyen [Âl-i İmran/104] Yüce Allah, 110. ayette
müslümanlann bu görevi tüm insanlık için yapmasını istemektedir.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, müslümanla münafık arasındaki
farkı gösteren özelliklerden biridir. Tevbe suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendir. Onlar kötülüğü
emreder, iyilikten ahkor-lar). [Tevbe/67]
(Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler.
Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar). [Tevbe/71]
Mü'min iyiliği emrederken, münafık kötülüğü emretmekte; mü'min kötülükten
sakındırırken, münafık kötülüğü emretmektedir. Ayetten çıkartacağımız başka bir
genelleme de şudur: Allah'a inanmış olmanın gereği, dünyada iyiliği tesis
etmek, kötülüğü ortadan kaldırmaktır. Allah'a iman bu görevi yerine getirmeyi
gerekli kılmakta; ve bu görev, Allah'a inanmanın delili olmaktadır.
2. Kitap ehli
Yüce Allah hayırlı ümmetin (müslümanlann) insanlığa karşı olan görevlerini
anlattıktan sonra kitap ehlinin durumunu ele almakta ve inanç açısından
farklılıklarına dikkat çekmektedir:
(Kitap ehli de inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu).
a. Ayetin bu kısmından
anlıyoruz ki, Yüce Allah kitap ehlinin Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e inanmalarını
istemektedir.
b. Allah'ın bu isteği, kulunun
iyiliği içindir.
Kendileri için daha iyi olurdu cümlesi, faydanın kime olacağını bildirmektedir.
İman etmek, kulun menfaatinedir.
c. Kitap ehli iman etseydi
ifadesinden de, iman etmenin (ki bir beyin ve gönül eylemidir), insanın iradesi
dahilinde olduğu anlaşılmaktadır.
Eğer Allah dileseydi insanların tümünü iman etmeye zorlardı ve hiç kimse
de buna karşı koyamazdı; ne var ki yüceler yücesi Rabbimiz insanları serbest
bırakarak kendi iradeleriyle iman etmelerini istemiştir.
Allah Teala bu hususla alakalı olarak şöyle buyurmaktadır:
(Eğer Rabbin dileseydi, yeryü-zündekilerin hepsi elbette iman
ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın)? [Yunus/99]
Eğer Yüce Allah iman etmeleri için insanları zorlasaydı kitap ehli de
iman etmiş olurdu; ama O, insanları serbest bırakmış; kendi özgür iradeleriyle
iman ya da inkar etmelerine fırsat vermiştir. Onun için, Kitap ehli
inansaydı... [Âl-i İm-ran/110] buyurmak suretiyle, inanma fiilinin öznesi
olarak insanı göstermiştir.
d. Onlar için daha iyi olurdu
cümlesindeki hayr (iyi) kavramı, imanın bir değer olduğuna, insana erdem
kazandırdığına işaret etmektedir. Bu noktadan hareket edersek bu ayette, iki
hayr (iyi), üç de iman kelimesinin yer aldığını görürüz. Böylece ayetteki
"hayırlı ümmet" ifadesi, yine ayette "inanan ümmet"
ifadesiyle tefsir edilmektedir ki bundan, iyinin iman, imanın da iyi olduğu
anlaşılmaktadır.
Kitap ehli ile ilgili olan ayetin son kısmından, kitap ehlinden bazı
kimselerin iman ettiği, çoğunun ise fasık olduğu anlaşılmaktadır. Fasık
kavramını Bakara/26'da açıklamıştık. Burada sadece, sonraki ayetlerin fasık
kavramına yüklediği manalara değineceğiz. Fasık kavramının geçtiği 110. ayetten
sonraki iki ayette, kitap ehlinin müslümanlara karşı tavırları, psikolojileri
ve peygamberlere yaptıkları açıklanmaktadır.
[36]
111. Fasık olan kitap ehli, size incitmekten başka bir zarar
veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar.
Sonra kendilerine yardım da edilmez.
Kitap ehlinin fasıkları (inkarcıları), mü'minlere eziyet verir ve
onları incitirler. Onlar, iman edenlere tavır koyan ve onları inciten yırtıcı
hayvan kişiliğine sahiptirler. Demek ki fasıkhk, incitmekle eş anlamlıdır.
Fasıklar, korkak olduğu için savaştan kaçarlar. Onun için de iman edenlere
zarar veremez, sadece incitebilirler. Öyleyse fasığın en önemli özelliği,
korkaklıktır. Fasık, kavgayı başlatır, ardından da sırtını dönüp kaçar. Ayette
yer alan, Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar
ifadesi, onların bu psikolojisini açıklamaktadır.
Bu izahtan hareket edildiğinde, fasıklann neden iman etmedikleri anlaşılır:
İnsanlara zarar verme, onları incitme istekleri ve korkaklık psikolojileri
fasıklann iman etmelerini engellemektedir. 111. ayete getirdiğimiz bu son yorum
ışığında 110. ayete bakacak olursak şu neticeye varırız: İman eden hayırlı
toplum insanlara zarar vermez, onları incitmez; korkak olmadığından er
meydanından kaçmaz; yani vatanını, milletini, bayrağını ve değerlerini korumaktan
çekinmez. Böylece Yüce Allah, inananlarla fasık (inanmayan)lar arasındaki
psikolojik ve davranış farklılıklarını gözler önüne sermiştir.
(Sonra kendilerine yardım da edilmez).
İnananlara, incitme dışında bir zarar veremeyen, savaş ateşini yakıp er
meydanından kaçan fasıklar, yardıma layık değillerdir. Savaş meydanından kaçan
korkak fasıklara yardım edilmeyeceğini bildiren Yüce Allah, bu yardımla hem
maddî, hem de manevî (ilahî) yardımı kasdetmektedir. Bir önceki ayette geçen,
Kitap ehli iman etseydi onlar için daha iyi olurdu ifadesin-deki hayr (iyi)
kavramıyla, bu ayetteki yardım kasdedilmiş olabilir. Başka bir ifadeyle, iman
kendiliğinden yardımı getirir.
[37]
112. On/ar Allah'a ve insanlara karşı taahhütlerine bağlanmadıkları
sürece, nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillete duçar olurlar; çünkü Allah'ın
gazabına uğramış ve aşağılanmaya mahkum edilmişlerdir. Bütün bunlar (başlarına
geldi); çünkü Allah'ın ayetlerini inkar etmekte ve peygamberleri haksız yere
öldürmekte ısrar ettiler. Bütün bunlar (gerçekleşti); çünkü (Allah'a) isyanda
bulundular ve hakkın sınırlarını inatla ihlal ettiler.
Ayeti kısımlara ayırarak açıklamaya çalışacak, sonra da bazı
genellemelere varacağız:
1. (Onlar nerede bulunurlarsa
bulunsunlar zillete duçar olurlar).
Ayetin bu kısmının eksen kavramı olan zillet, hor ve hakir olmak, zayıf
olmak, itaat etmek, boyun eğmek, yavaş ve muti olmak, zorluğu, güçlüğü gidermek,
asmanın salkımlarının sarkması, insanların ayak takımı, çiğnenmiş yol
manalarına gelir. Zeluliyya kalıbı, huyu güzel, yumuşak, halim ve mütehammil
kişiyi ifade eder.
[38]
1) Alçalıp gözden düşmek
(Eğer biz, bundan önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak ki,
şöyle diyeceklerdi: "Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de şu alçalıp
gözden düşmeden önce ayetlerine uysaydık"). [Taha/134]
Buradaki zillet, Allah'ın ayetlerine tâbi olmamanın neticesinde
ahiretteki horluk ve hakirliği ifade etmektedir.
2) Emrine vermek
(Bu hayvanları onların emrine verdik). [Yasin/72]
Bu ayette olduğu gibi, 'fi (zellele) kalıbında, iradesine tâbi kılmak,
emrine vermek anlamına gelmekte ve insanla hayvanın ilişkisini anlatmakta;
özellikle de at, katır, eşek, deve, inek, koyun, keçi gibi evcil hayvanların insanların
hizmetine verilmesini ifade etmektedir.
3) Sarkıtmak
(Gölgeleri, üzerlerine sarkar). [İnsan/14]
Kelime burada, cennetteki ağaçların dallarının, cennetliklerin üzerine
sarkmasını; manevî alemde gerçekleşecek olan fizikî bir olguyu tasvir etmektedir.
4) Alçak gönüllülük
(Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger).
[İsra/24]
Bu ayetteki (alçak gönüllülük kanatlan), çocuğun anne ve babasına karşı
takınması gereken tavrı anlatmaktadır.
Müminlere karşı alçak gönüllü... [Maide/54] ifadesinde de bu kelime
kullanılmıştır. Çocukların ana-babalanna ve bir grubun diğer gruba karşı takındığı
tavrın gönüldeki durumunu ortaya koymaktadır.
5) Acizlik
İsra suresinde de güçsüzlük, acizlik ve düşkünlük manasında yer almakta
ve Allah'ı anlatmak için kullanılmaktadır:
(Ve de ki: "Bütün övgüler,
döl edinmeyen egemenliğinde ortağı bulunmayan, güçsüzlükten, düşkünlükten ötürü
her hangi bir yardımcıya gereksinme duymayan Allah'a yakışır. İşte, O'nu
yücelterek an"). [İsra/111]
6) (Ve sen onları, zavallı
şekilde boyunlarını bükerek göz ucuyla bakarken ona atladıklarını göreceksin).
[Şura/45]
Zalimlerin mahşerde azabı gördüklerinde boyunlarının nasıl büküleceğini
anlatmaktadır.
Münafikun/8'de, fethedilen ülkenin yerleşik halkının fethedenlere karşı
olan durumlarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Dünyevî ve uhrevî bir
psikolojik durumu ifade etmektedir.
7) Horluk
Dünyada iyi ameller işleyenlerin ahiretteki durumları anlatılırken
Yunus suresinde % (zillet) kelimesi kullanılmaktadır:
(Güzel davranışlara daha güzel karşılık, bir de fazlalık vardır. Onlann
yüzlerine ne bir toz, ne de bir horluk bulaşır. İşte onlar cennet ehlidirler.
Ve onlar orada ebedî kalacaklardır). [Yunus/26]
(Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli iledir. Onları
zillet kaplayacaktır). [Yunus/27]
Buradaki zillet (horluk), aşağılanma anlamını ifade etmektedir. Bu
dünyâdaki kötü ameller ahirette yüzlere yansıyacak ve bunlardan biri de
horluktur.
8) Zayıflık
Âl-i İmran/123'de bir ordunun gücünü ifade etmek için kullanılmıştır:
(Andolsun, siz son derece
zayıfken Allah Bedir'de size yardım etmişti). [Âl-i İmran/123]
Güçsüzlük anlamına gelen bu kelime, asker azlığının ve savaş
teçhizatının noksanlığının ordu üzerinde meydana getirdiği psikolojik durumu
ifade etmektedir.
9) Küçük düşürmek
(Şimdi, onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı
koyamayacakları ordularla gelir ve onları küçük düşürülmüş olarak oradan
mutlaka çıkarırız). [Neml/37]
Yüce Allah'ın müdahalesi ile bir ordunun mağlup olması neticesinde, ülkeden
çıkarılırken içinde bulundukları psikolojik duruma işaret etmektedir. (Mutlaka
hor hakir olarak onları oradan çıkaracağız) ifadesi, savaşı kaybetmiş bir
ordunun ruh halindeki küçülmüşlüğü gösterir.
10) Sefil
Mücadele suresinde dünyada, Allah'a ve Peygamberine karşı olumsuz tavır
takınanların ahiretteki durumları anlatılırken bu kelime kullanılmaktadır:
(Allah'a ve Elçisine karşı gelenler, işte onlar en sefiller arasında
bulunacaklardır). [Mücadele/20]
Demek ki dünyadaki amellerin bir kısmı ahirette sefillik getirecek,
Allah'a ve Peygamberine karşı gelenler de onların arasında olacaklardır.
11) Boyunduruk altına almak
Bakara suresinde, İsrailoğulları'mn kesmesi gereken ineğin özellikleri
bildirilirken şöyle buyurulmaktadır:
(Musa dedi ki: 'Allah şöyle buyuruyor': "O henüz boyunduruk altına
alınmamıştır"). [Bakara/71]
Ayette geçen (zelûlun) kelimesi, ekin sulamak veya toprağı sürmek için
koşulmak anlamını ifade eder. Bununla birlikte, hürriyetleri elinden alınmış,
adi işlerde kullanılan insanlara da zelil denebileceğini gösterir.
12) Boyun eğdirmek
Mülk suresinde yer yüzünün Allah tarafından nasıl şekillendirildiği
şöyle beyan edilmiştir:
(Allah, yeryüzünü yaşanması kolay bir yer yapmıştır). [Mülk/15]
Ayetteki vjf (zelûlen) kelimesi, yer yüzünün boyun eğdirilmesini ifade
etmekle beraber, burada asıl kasdedilen, yeryüzünün yaşanacak bir ortam haline
getirilmiş olmasıdır.
13) Kolaylaştırmak
Nahl suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir).
[Nahl/69]
Allah Teala, arıya, çiçeklerden bal yapma içgüdüsü vermiştir. Yolların
arıya kolaylaştınlması, ona çiçeklerden bal yapma iç güdüsünün verilmesidir.
14) Alçalmak
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran süresindeki zillet kelimesi Âl-i
İmran/26 ile A'raf/152'de 'alçaklık' anlamında kullanılmaktadır:
(De ki: "Mülkün mutlak sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine
verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de
alçaltırsın"). [Âl-i İmran/26]
(Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir
gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir). [A'raf/152]
Âl-i İmran/112'de de 'alçaklık' anlamına gelmektedir.
Bu ayette geçen, Onlar nerede bulunursa bulunsunlar zillete duçar olacaklar
ifadesindeki zillet, Razi tarafından şöyle yorumlanmaktadır:
Zillet, onları kuşatacak şekilde ve onlar da onun içinde, kubbeye
hapsedilmiş kimse gibi olacakları bir vaziyette, onları kuşatacak bir duruma
getirilmiştir. Veya onlara zillet, duvarın üzerine yapıştırılıp ondan
ayrılmayan çamur gibi, onlardan silinmeyecek bir damga gibi onlara
yapışmıştır.
Zillet, zül (değersizlik) demektir. Ayetteki zillet'ten ne kasdedildiği hususunda bazı tefsirler vardır:
a) Zillet'ten murad, onlarla
savaşılması, öldürülmeleri, mallarının ganimet olarak alınıp, çoluk
çocuklarının esir edilmesi ve topraklarına el konulmasıdır. Bu tıpkı, Onları,
nerede bulursanız öldürün [Bakara/191] ayetinde ifade edildiği gibidir.
b) Zillet, cizye mükellefiyeti
manasınadır. Çünkü onları cizye vermeye mecbur etmek, hakareti ve değersizliği
ifade eder.
c) Bundan murad şudur: Sen
onların içinde, güçlü bir hükümdar ve değer verilen bir başkan göremezsin.
AJcsine onlar, her yerde küçümsenen, zelil ve değersiz kimselerdir.[39]
Demek ki zillet, silinmeyen psikolojik, sosyolojik ve siyasî bir damga
anlamına gelmektedir. Şahsiyet açısından aşağılığı ifade ettiği için
psikolojik; toplumda veya toplumlar arasında değersizliği ifade ettiği için
sosyal; güçlü devlet adamları çıkaramamak gibi siyasî değer kaybmı ifade ettiği
için de siyasî aşağılık damgası olmaktadır.
Bunların, Nerede bulunursa bulunsunlar onlara zillet damgası vurulmuştur
hükmüne neden maruz kaldıkları Bakara/61 'de beyan edilmektedir: Allah'ın
ayetlerini inkar etmeleri; haksız yere peygamberleri öldürmeleri; isyan
etmeleri; taşkınlık yapmaları sebebiyle.
Aynı sebepler Âl-i İmran/112'de de sıralanmaktadır.
Âl-i İmran/110-lH'de başka sebepler de sayılmaktadır: Fasıklıklan,
müs-lümanlara eziyet etmeleri; savaştan kaçacak kadar korkaklık göstermeleri.
A'raf/152'de ise, buzağıyı tanrı edinip şirke sapmaları, dünya
hayatındaki zilletlerinin nedeni olarak gösterilmektedir.
Maide/33'de de Allah ve Rasulüne savaş açmaları ve düzeni bozmaları zillete
duçar olmalarının sebebi olarak zikredilmektedir.
Onların zillete düşmeleri veya üzerlerine zillet damgası vurulması, yukarıda
sıralanan eylemlerinin doğal bir sonucudur. Yani onların üzerine zillet
damgasına vuran Allah değil, kendi inanç ve davranışlarıdır. Yüce Allah bunları,
dünya ve ahirette üzerlerine zillet damgası vurulmaması ve insanları bunlardan
alıkoymak için anlatmakta; sebep-sonuç ilişkisi bağlamında, zillete duçar
olmaya sebep olan inanç ve davranışların dinî, psikolojik ve sosyolojik
analizini yapmaktadır.
Yüce Allah bu analizlerini de tarihî olgularla temellendirmektedir.
Kitap ehlinin bir kısmına, özellikle de yahudilere zillet damgasının
nasıl vurulduğunu ayetlerden öğrenmemiz mümkündür:
a) Dünya hayatında rüsvaylık
vermek suretiyle
Yüce Allah İsrailoğullan'na cana kıymamalarını, yeryüzünde fesat çıkarmamalarım
emretmişti [Maide/32]. Fakat onlar bu emre aldırmadılar, bunun üzerine de
rüsvaylıkla cezalandırıldılar. [Maide/33]
Maide/33'de geçen £r (hızyun) kelimesi, belaya uğramak, rezil olmak,
utanacak duruma düşmek, zillete düşmek, rezil-rüsva olmak, yüz karası manalarına
gelmektedir.
b) Cizye vermeye mahkum
edilmek suretiyle
Tevbe suresinde bu zillet durumuna şöyle değinilmektedir:
(Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, zelil ve hakir olarak elleriyle cizye verinceye kadar savaşın). [Tevbe/29]
Ayette geçen, Zelil ve hakir olarak elleriyle cizye verinceye kadar
ifadesi, milletler arası üstünlüğü kaybetmenin, başka milletlerin boyunduruğu
altına girmenin de zelil olmanın başka bir çeşidi olduğuna işaret etmektedir.
c)
Adileşmek
Maide/59'da yahudilerin, müslümanlardan, tüm peygamberlere inanmaları nedeniyle hoşlanmadıklarından bahsedilmektedir. Aynı surenin 58. ayetinde de, namaza çağınlmalarını alay ve eğlence konusu edindikleri bildirilmektedir.
Maide/60'da böyle davranan yahudilerin, tagut'a taptıkları, bu sebeple
de maymun ve domuza çevirildikleri ifade edilmektedir. Ancak bu, onların şeklen/fizikî
olarak maymun ve domuza çevirildikleri manasına gelmeyip, insan suretinde
görünseler bile, manen maymun ve domuz gibi olduklarına işaret ediyor olabilir.
2. (Allah'ın ahdine ve
insanların ahdine sığınanlar müstesna).
Ayette geçen ip kavramını Âl-i İmran/103'de açıklamıştık. Zimmet ve ahd
manasına gelen bu kelime, burada Allah'ın ve insanların himayesine sığınma
anlamını iade etmektedir. İbn Abbas'ın dediği gibi, Allah'ın ipi iman; insanların
ipi de himayedir. Başka bir ayette Kur'an'm da Allah'ın ipi olduğu ifade
edildiğine göre buradaki Allah'ın ipi'ne Kur'an, insanların ipi'ne de akıl manası
verilebilir.
Bu durumda, Allah'ın ahdine ve insanların ahdine sığınanlar müstesna
ifadesini, Allah'ın dinine ve insanların aklına sığınanlar zillete düşmekten
kurtulacaklardır şeklinde anlamak mümkündür.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, fasıklann (yoldan çıkanların), mü'minle-ri incitenlerin, savaştan kaçanların ve Allah'ın yardımından mahrum kalanların zillete düşeceği bir gerçektir. Bu gerçeği değiştirecek olanlar da, yine o insanların kendileridir. Onlardaki olumlu değişim, üzerlerindeki zillet damgasının silinip yok olmasına sebep olacaktır. Zillet damgasının silenmesine sebep olacak değişim ise ayette, ilahî vahye ve akla sarılmak olarak belirlenmektedir.
İlahî vahiy ile akıl, sığınılacak ve zilletten kurtaracak en güvenilir
iplerdir. Yüce Allah'ın gökten yere uzattığı ipi olan vahiy ve akıl, insanları
Allah'a ve birbirlerine bağlayacak olan manevî iplerdir. Vahye ve akla sığınan
insanlar zilletten (aşağılanmaktan) kurtulur ve medenî olmanın onurunu
yaşarlar.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, din eğitimi, insanları vahyin ve
akim himayesine sokmalı, vahiy ve akıl ipine sarılma tekniklerini öğretmeli,
beyin ve gönüllerinde radikal bir değişim gerçekleştirmeli, zillete düşenleri
bu yolla kurtarmalı, düşmemiş olanların da düşmelerine engel olmalıdır. İşte
din eğitiminin asıl amacı budur.
Ayetin bu kısmındaki istisna, zilletten kurtulmanın çıkış kapısını
göstermekte; izdihama sebebiyet vermeden o kapıdan çıkmanın inceliklerini
öğretmektedir. Zaten ilahî eğitim, bu çıkış kapısının Allah'ın ve insanların
ipine sarılmak olduğunu bildirmektedir.
3. (Allah'ın gazabına
uğramışlardır).
Ayetin bu kısmındaki (bâ'û) kelimesi, (el-bev'ü) kelimesinden türeyen
bir fiildir. Bir yere, dönmek; fiil olarak yerleşmek manasına gelmektedir.
Burada, "Onlar gazaba konakladılar/yerleştiler" anlamını
ifade etmektedir. Yahudiler 110 ve 111. ayetlerde zikredilen günahları
işleyince Allah'ın gazabına konaklamış/yerleşmiş oluyorlar. Zilletten
kurtulmanın yolunun ne olduğunu yukarda belirtmiştik; bu yolu kullanmayanlar,
içinde bulundukları zillet sebebiyle Allah'ın gazabına yerleşip kalmaktadırlar.
4. (Aşağılanmaya/miskinliğe
mahkum edilmişlerdir).
Miskinlik, aşağılanmayı ve bu aşağılanma içinde devamlı kalmayı ifade
etmektedir. Aslında (mesâkîn) [Bakara/177] kelimesi yoksullar anlamına
gelmektedir, 'ü (meskenet) kelimesi de bunun başka bir kalıbı olduğundan,
yoksulluğun ve fakirliğin yerleşik hale gelmesini ifade etmektedir.
Buradaki meskenet, ekonomik bakımdan fakirlik manasına gelebileceği
gibi; psikolojik açıdan fakirlik manasına da gelebilir. Öyleyse, yahudiler zengin
olsalar bile, daima fakirlik duygusu içinde olacaklar; zengin olmaları bu
duyguyu ortadan kaldıramayacaktır.
Miskinlik, yani daima kendini fakir hissetme duygusu onların üzerine,
bir damga olarak vurulmuştur. Peki bu damga, sadece 110 ve 111. ayetlerde zikri
geçen günahları işyelen nesle mi vuruldu?
Bu sorunun cevabı, sonraki ayetlerde verilmektedir. Günahlar ve
cezalarnesilden nesile intikal etmez. Herkes kendi günahından sorumlu
olduğundan, Hristiyanlık'ta olduğu gibi, Hz. Adem'in işlediği günahın nesilden
nesile intikal etmesi söz konusu değildir. Ancak Yüce Allah hem Hz. Peygamber
dönemindeki, hem de gelecekteki yahudilere şunu söylemektedir: Geçmişte dedeleriniz
şu kötü eylemleri yaptıklarında zillete, Allah'ın gazabına ve miskinliğe duçar
oldular. Aynı eylemleri yaparsanız siz de aynı cezaya uğrarsınız. Tarihin
tekerrür etmesini istemiyorsanız Allah'ın ve insanların ipine sımsıkı sanlın;
yani Hz. Muhammed'e gelen vahye ve insanların aklına sığının.
Demek ki Yüce Allah tarihî olgulardan hareket ederek, din eğitimi yapmaktadır.
Geçmiş nesillere uygulanan cezalara, gelecek nesillerin de çarptı-nlmaması
için, eğitim vasıtasıyla kültürel ve dinî değişimin gerçekleştirilmesi
gerekir. Olumlu yönde bir radikal değişim gerçekleşmezse, kötülük kader haline
gelir, ve bu da Allah'ın değil, insanların kendi alınlarına yazdıkları bir
kader olur. İşte ayette, günahkarların üzerine vurulan zillet damgasının, -ki
meskenete düşmek ve Allah'ın gazabında sürekli kalmaktır- düşünceler, inanç ve
ameller kökten değişime uğramadıkça kader haline geleceği vurgulanmaktadır.
Zillet, ilahî gazap ve meskenet gibi psikolojik, sosyolojik ve dinî
manadaki cezaların nesillerin hayatından uzaklaşması için Yüce Allah Kur'an'ı göndermiş
ve ilahî eğitimi uygulamaya sokmuştur. Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i
İmran/112 ayetinin ana amacı, bu radikal değişimi gerçekleştirmektir.
Yüce Allah ayetin sonunda, bu cezaların veriliş sebebini, sebep-sonuç
ilişkisi çerçevesinde bildirmektedir.
5. (Çünkü onlar, Allah'ın
ayetlerini inkar ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Diğer
taraftan isyan ediyor ve haddi aşıyorlardı).
Yüce Allah bu ayette, önce neticeleri vermiş sonra da sebepleri
zikretmiştir. Yani, neticelerden sebeplere giden metodu uygulamıştır. Böylece
yaşanan olgulardan hareket ederek sebepleri araştırma metodunu bize
öğretmiştir.
Zilleti, ilahî gazabı ve meskeneti getiren şeyler şunlardır: a)
Allah'ın ayetlerini inkar etmek
İnkar, kutsal kitabın ayetlerini, peygamberlerin mucizelerini, Allah'ın
kudretini gösteren delilleri veya verdiği nimetleri küçümsemeyi kapsayabilir.
Çünkü ayetin başında, İsrailoğullan'na mucizevî olarak çölde bıldırcın
eti ve kudret helvası verildiği, onların ise bunları beğenmeyip çeşitli yiyecekler
istedikleri ve şehre dönmeyi arzu ettikleri bildirilmektedir ki bütün bunlar,
inkar eyleminin içini dolduran şeylerdir. Hangi anlamda alınırsa alınsın burada,
inkar psikolojisinin toplum hayatında büyük bir değişime neden olduğu ve
olacağı vurgulanmaktadır.
b) Haksız yere peygamberleri
öldürmeleri sebebiyle
Geçmişte kitap ehlinin fasıklarının insanlık tarihinde bıraktıkları
lekelerin en büyüklerinden biri, peygamberleri öldürmeleridir. Bu lekenin,
yahudilerin kaderi haline gelmemesi için analizi yapılmaktadır.
Artık insanlık tarihinde, peygamberleri öldürmek gibi korkunç bir olguyla
karşılaşılmayacaktır; ama başarılı olan kimseleri devre dışı bırakma günahı
işlenmeye devam etmektedir ki bu da, bu süreci devam ettirecektir.
Zilleti, ilahî gazap ve meskeneti toplum hayatına getiren diğer bir sebep de, Allah'ın elçilerini öldürmektir. Bu olguyu şöyle açıklayabiliriz: Bir devletin elçisini öldüren devlet, devletler arasında savaş çıkmasına sebep olmaz mı? Peygamberler de ilahî alemin beşerî alemdeki elçilerdir. İnsanların onları öldürmesi, Allah'a savaş açmaktan başka bir şey değildir. Bu savaşın galibi Allah olacağına göre, insanların, mağlubiyetin doğal sonucu olan zillete, gazap ve meskenete duçar olmaları kaçınılmaz hale gelmez mi? Elçiye zevalin olmadığı şeklindeki teamülü hiçe sayan toplumlar zillete, gazaba ve meskenete uğrarlar.
c) İsyan etmeleri sebebiyle
Allah'ın gazabına, zillet ve meskenete duçar olmalarının bir sebebi de,
Allah'a ve Peygamberine isyan etmeleri, farklı inanç mensuplarını aşağılamaları,
onlara eziyet etmeleri ve toplumda bozgunculuk çıkarmalarıdır. Manevî ve sosyal
boyutuyla isyan, Allah'ın gazabına, buğzuna neden olmaktadır. Onun için
Hucurat//7'de, isyanın müslümanlara kötü gösterildiği bildirilmektedir.
d) Haddi aşmaları sebebiyle
İyiliği terk edip kötülüğü yapmak, haddi aşmaktır. İman, ahlâk, hukuk
ve sosyal ilişkiler alanında Yüce Allah'ın koyduğu sınırlan aşan kimse, haddi
aşmış demektir.
Allah'ın koyduğu sınırların en önemlisi, insan haklarıdır. İnsan haklarını ihlal etmek, Allah'ın sınırlarım çiğnemektir. Âl-i İmran/112 ayetinin bu kısmıyla ilgili olarak yaptığımız açıklama bağlamında Bakara/61 ayetine de bakılabilir.
Âl-i İmran/112'de zikri geçen davranışlarla, bunlara verilen cezalan
şöyle bir formülle ortaya koyabiliriz:
• İnkar=zillet
• Peygamberleri öldürmek=ilahî gazap
• İsyan ve haddi aşmak= meskenet.
Böyle bir formül kurulamazsa şöyle bir genelleme yapılabilir: İnkar,
peygamberleri öldürmek, isyan ve haddi aşmak, beraberinde zilleti, ilahî
gazabı ve meskeneti getirmiş olup, cezalar eylemlere denktir. Böylece Yüce
Allah, modern hukuka, suça denk bir ceza verilmesi gerektiğini ve suçlulara
kendilerini düzeltme fırsatı tanınması gerektiğini öğretmektedir.
Diğer taraftan da, zilletin gazap ve meskenetin toplumsal bir olgu olduğuna
dikkat çekmektedir. Ayette sayılan suçlar ferdî değil, toplumsal boyutludur.
Suçların toplumsal boyutlu olması sebebiyle cezalar da toplumsal boyutludur.
Ayrıca ayetin son bölümünde, verilen cezaların gerekçesi de açıklanarak,
kararın gerekçeli olması gerektiğine dikkat çekilmektedir. Böylece modern
hukuka, cezanın gerekçesinin açıklanması ilkesini öğretmektedir.
[40]
113. Kitap ehlinin hepsi aynı
değildir. Onların arasında, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyan ve secdeye
kapanan dosdoğru insanlar da vardır.
114. Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar; doğru olanı emreder,
eğri olandan alıkoyarlar ve hayırlı islerde birbirleri ile yarışırlar; işte
bunlar erdemli insanlardır.
Bu ayetlerin analizinden şu genellemelere varabiliriz:
1. Yüce Allah, yahudi ve
hnstiyanlann hepsinin aynı olmadığını ifade buyurmuş; aralarındaki farkı da
gözler önüne sermiştir. Böylece gruplar, milletler veya din mensupları
hakkında hüküm verirken, genellemeden kaçınılmasını, hepsinin aynı kefeye
konulmamasım tavsiye etmekte, farklılıklarının dikkate alınmasını önermektedir.
Bir inanç grubuna mensup olanların bazısı, yanlış inanç ve
davranışlarda bulunuyor diye hepsinin aynı kefeye konulmaması gerektiğine dikkat
çekmekle Yüce Allah, hataların, suçların ve günahların genelleştirilmemesi, işleyen
kimseyle sınırlı kalması gerektiğini vurgulamaktadır.
Onun için önce kitap ehlinden fasık olanların inançlarının, şahsiyet ve
eylemlerinin analizini yapmış, sonra da iyi olanlarının inanç ve
davranışlarını açıklamış; ve bunların bir ümmet (grup) olduğunu belirtmiştir.
2. Yüce Allah istikamet içinde
olan bu erdemli grubun özelliklerini de saymıştır:
a)
(Gece boyunca Allah'ın
ayetlerini okurlar, secde ederler).
Allah'ın ayetleri ifadesiyle, Kur'an'ın ayetleri mi, yoksa Kitab-ı
Mukad-des'in ayetleri mi kasdedilmektedir? Bu soruya cevap verirken Zemahşeri
ve Razi'nin (yetlûne=tila\et ederler) kelimesine, (yu' minûne=inanu-lar)
manasını verdikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Tilavet kelimesine, -bir
sonraki ibareyle, yani (gece boyunca) ibaresiyle irtibatlandırdığı-mızda-
inanmak manası verilemeyeceği anlaşılır.
Gece boyunca inanmak, övgüye değer olmadığı gibi, mantıklı da değildir.
Öyleyse buradaki tilavet, okumak anlamındadır.
Tilavet kelimesinin birincil manasının 'okumak', ikincil manasının 'inanmak' olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü iman edilmeyen bir kutsal kitabın ayetleri gece boyunca okunmaz.
Zemahşeri, Kadı Beydavi ve İbn Abbas, Onların arasında, gece boyunca
Allah'ın ayetlerini okuyanlar vardır ibaresindeki Allah'ın ayetleri ile
"Kur'an ayetlerinin"; Hazin "Allah'ın kitabının"
kasdedildiğini söylemektedir.
Peki, Kur'an'a inanan ve Kur'an'ı gece boyunca okuyan kimseyi kitap ehlinden
saymak doğru olur mu? Onların arasında, gece boyunca Allah'ın ayetlerini
okuyanlar vardır ibaresindeki Allah'ın ayetleri ile "Tevrat ve İncil'in
ayetleri"nin kasdedildiğini söylemek mümkün değil mi?
Ayetlerdeki (ümmet-i kâime=ayakt duran bir grup veya dosdoğru bir grup)
ifadesiyle; gece boyunca Allah'ın ayetlerini okurlar ve secde ederler
ifadelerini bir araya getirdiğimizde, namazın tarifiyle karşılaşırız? Zira
kıyam (ayakta durmak), kıraat (Kur'an okumak) ve secde etmek namazın başlıca
farzlarıdır. Bu durumda (kâime) kelimesine, "dosdoğru" veya
"istikamet üzere olan" manası değil, namazda kıyamda duran anlamı
verilmesi gerekir
Buna göre, kitap ehlinden bir grubun da namaz kıldıklarını ve namazda
da Kitab-ı Mukaddes'in ayetlerini okuduklarını söyleyebiliriz. Demek ki kitap
ehlinin de -tıpkı müslümanlar da olduğu gibi- namaz kılanları da kılmayanları
da vardır.
Aynı vasıflar, Furkan suresinde müslümanlar için de zikredilmektedir:
(Geceleri Rablerine secde ederek ve kıyamda durarak geçirirler).
[Furkan/64]
Parçanın zikredilerek bütünün kasdedilmesi kaidesinden hareketle bu
ayette, namazın parçalarından ikisi zikredilerek namazın bütününün kasdedildiğini
söyleyebiliriz. Aynı kaide, Âl-i İmran/113 ayeti için de geçerlidir; yani
kıyam, kıraat ve secde zikredilerek, namazın bütünü kasdedilmiştir.
Zümer/9 ayeti için de aynı kaidenin geçerli olduğunu söyleyebiliriz:
(Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden...)
[Zümer/9]
b) (Allah'a ve ahiret gününe
inanırlar).
Allah'a ve ahirete inanmak, iman esaslarının temeli olup diğer iman
umdelerini de kapsarlar.
Parçayı anarak, bütünü kasdetme kaidesi burada da geçerlidir; yani burada
da iman esaslarından ikisi zikredilerek tümü kasdedilmiştir.
c) (İyiliği emreder;
kötülükten sakındırırlar).
Burada, Âl-i İmran/104 ve 110. ayetlerde müslümanlardan istenen marufu
emredip münkerden nehyetme görevini kitap ehlinden bir grubun da yerine
getirdiğine şahit oluyoruz.
Bu, kitap ehlinden bir grubun, Peygamberimizden önceki devirlerde de,
Peygamberimiz döneminde de bu görevi yerine getirdiğine ve daha sonraki
dönemlerde de bu görevi yerine getireceklerine işaret etmektedir.
d) (Hayırlı işlere koşarlar).
İnsanlığın yararına olan her işe koşmayı ve iyilik yapmayı kendilerine
şiar edinmişlerdir. Kitap ehlinden böyleleri, Peygamberimizden önce ve Peygamberimiz
döneminde bulunduğu gibi, Peygamberimizden sonra da bulunacaktır. Ayette,
"Hayır yaparlar" denmeyip, "Hayra koşarlar" denmesi
manidardır ki bu, iyilik yapmayı tutku haline getirdiklerine işaret etmektedir.
e) (Onlar iyilerdendir).
Bundan önceki özellikler, salih kavramının tanımı niteliğindedir.
Salih/erdemli kimse bu ayetlerde, Allah'a ve ahirete inanan, Allah'a ibadet
eden, iyiyi emredip kötüden sakındıran ve hayra koşan kimse olarak
tanımlanmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Âl-i İmran/113-114 ayetleri, Bakara/62
ile Maide/69 ayetlerinin tefsiri niteliğindedir. Bu ayetlerde, müslümanlann,
ya-hudilerin, hristiyanlann ve sabiilerin Allah'a ve ahirete iman edip iyi
ameller işleyenleri ele alınmaktadır. "İyi ameller" ifadesiyle
nelerin kasdedildiğini de Âl-i İmran/113-114'de bulmaktayız. Buna göre iyi
amellerden kasıt, namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, hayra
koşmak ve erdemli olmaktır.
Âl-i İmran/110'da müslümanlann özelliklerine dair zikredilenlerin bir
kısmı bu ayetlerde ele alınmakta, müslümanlarla kitap ehlinin bu grubu arasındaki
bu benzerlikler ortaya konmaktadır.
[41]
775. Onların yaptığı hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır;
çünkü Allah, takva sahiplerini iyi bilir.
Âl-i İmran/113-114'de zikri geçen kitap ehlinden mü'min olanların amellerinin
durumu, 115. ayette açığı kavuşturulmaktadır.
Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır
ifadesinde geçen (kefere) kelimesinin lügat manalarından biri de örtmektir.
Öyleyse kelime burada, onların amellerinin örtülmeyeceğim, değerlendirme dışı
bırakılmayacağını ifade etmektedir. Yüce Allah iman edip iyi amel işleyenlerin
amellerinin inkar edilmeyeceğine, bir zerresinin bile değerlendirme dışı
bırakılmayacağına, karşılıklarının fazlasıyla verileceğine dikkat çekmektedir.
Amelin inkar edilmemesi, sevap ve mükafattan mahrum bırakılmaması
anlamına da gelir.
Bakara/l 10'da bu hususu açıklamıştık:
(Yaptığınız her iyiliği Allah'ın katında bulacaksınız). [Bakara/110]
Dünyada yapılan iyilikler kaybolmaz, boşa gitmez; Allah katında en küçük
zerresine kadar tesbit edilip değerlendirilir ve karşılıkları sahiplerine eksiksiz
ödenir.
Başka ayetlerde de şöyle buyurulmaktadır:
(Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir).
[Bakara/272]
(Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onu görecek). [Zil-zal/7]
Bu konunun üzerine bu kadar fazla durulması, insanların motive edilmesi
açısından son derece faydalıdır. Yapılan iyi amellerin Allah tarafından
değerlendirileceğini ve karşılıklarının verileceğini bilmek ve inanmak, bir
yandan iyiye teşvik görevi görmekte, diğer yandan da insanların merakını
gidermektedir.
(Allah takva sahiplerini bilir).
İman etmek, namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, hayra
koşmak ve erdemli olmak, takvanın (ruh olgunluğunun) önemli basamaklarını,
hatta muttaki (kamil insan) olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
Allah'ın, muttakileri görüp bildiğini ifade etmesi, insanın geçtiği
merhalelerin hepsinin ilahî bilgide yer aldığını göstermektedir.
Bu ayeti insanların hayatına uyarladığımız da şöyle bir çıkarım
yapabiliriz: Başarılı insanların ürettikleri asla görmemezlikten gelinmemeli;
mutlaka değerlendirmeye tâbi tutulmalı ve karşılığı verilmelidir. Onların
geçirdikleri merhaleler, eriştikleri dereceler, sahip oldukları olgunluklar iyi
takip edilmelidir. Eğitimcilerin görevi, insanların potansiyel kabiliyetlerini
ulaşabilecekleri nihaî noktaya ulaştırmaktır; bunun için de insanların manevî
gelişimlerinin iyi takip edilmesi gerekir.
Onun için Allah Teala, Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir [Bakara/197]
buyurmaktadır. Medeniyetin gelişmesinde emeği geçen insanların, yaptıklarının
bilinmesi ve takdir edilmesi halinde, insanlığın geleceği daha aydınlık
olacaktır.
[42]
116. İnkar edenlere gelince: Onların mallan da evlatları da kendilerine
hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemliklerdir; onlar orada ebedî
kalacaklardır.
117. Onların, bu dünya hayatında
yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendi kendilerine zulmeden bir halkın
ekinlerine musallat olan ve onu mahveden dondurucu bir rüzgara benzer. Onlara
haksızlık yapan Allah değildir, fakat onlar kendi kendilerine haksızlık
yapıyorlar.
Âl-i İmran/116 ayetiyle Âl-i İmran/10 ayeti, muhteva açısından
birbirine yakındır. İkisi arasındaki tek fark, birinin İşte onlar,
cehennemliklerdir; orada ebedî kalacaklardır [Âl-i İmran/116] ifadesiyle son
bulmasına karşılık, diğerinin Onlar cehennemin yakıtıdır [Âl-i İmran/10]
ifadesiyle son bulmasıdır.
Âl-i İmran/10'da, inkar edenlerin mal ve evlatlarının kendilerine Allah
katında fayda vermeyeceği ifade edilirken Firavun örneği kullanılmakta; Âl-i
İmran/116'da ise kafirlerin dünya hayatındaki harcamalarının durumu tabiat
olayları ile örneklenmektedir. Yani 10. ayette tarihî bir olgu; 116. ayette ise
tabiat olayları örnek gösterilmektedir. Böylece tarihteki sosyal olgularla tabiat
olayları arasında bir benzerlik kurulmaktadır. Şimdi ayetlerin analizini yaparak
genellemelere varabiliriz:
1.
Hakikati inkar edenler
kimlerdir?
İbn Abbas, Bakara/41 ayetini delil göstererek, ayetteki kafirlerden
maksadın, yahudi olan Benî Kureyza ve Benî Nadir kabileleri olduğunu söylemiştir.
Çünkü Allah Teala yahudilere, Ayetlerimi az bir bahaya değişmeyin buyurmaktadır.
Bazıları da, ayette geçen kafirler ile, Kureyş müşriklerinin
kasdedildiğini söylemişlerdir. Zira Ebu Cehil ve diğer müşrikler mallarıyla
iftihar ediyorlardı. Bundan dolayı müşrikler hakkında şöyle buyurulmuştur:
(Biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik;
ki onlar mal ve görünüş olarak onlardan daha üstündüler). [Meryem/74]
Bazı müfessirler de, ayetin Ebu Süfyan hakkında indiğini
söylemişlerdir.
Razi ayetin bütün kafirler hakkında nazil olduğu fikrini savunmaktadır.
Zira Hz. Peygamber dönemindeki kafirler, "Eğer Muhammed hak üzere olsaydı,
Rabbi onu böyle fakirlik ve sıkıntı içinde bırakmazdı" diyorlardı.[43]
Bu açıklamalardan hareketle şu genellemeyi yapabiliriz: Âl-i İmran/10 ve 116. ayetlerinin iniş sebebi, Peygamberimiz dönemindeki kafirlerin İslâm'a karşı takındıkları olumsuz tavır olmakla birlikte, bu durum, ayetin evrenselliğine engel teşkil etmez. Zira, Peygamberimiz döneminde olduğu gibi, daha sonra da İslâm'a karşı çıkan, malı ve canıyla bu uğurda gayret gösteren kafirler daima olacaktır. Öyleyse ayet, geçmiş ve gelecekteki kafirlerin tümünü kapsamaktadır.
2.
Ayetin eğitimle ilgili amacı
nedir?
Kafirler, Kur'an'ı ellerine alıp okumayacaklarına göre, ayetin amacı
müs-lümanlan eğitmek olmalıdır.
Hakikati inkar etmenin, amelleri boşa gidereceğinin bildirilmesi,
müslü-manlann küfre dönmelerini engelleme amacına yöneliktir. İnkar psikolojisinin
amelleri nasıl boşa giderdiği gösterilerek, bilinçli bir şekilde iman etmenin
önemi vurgulanmaktadır.
3. Mal ve evlatlar nerede ve
ne zaman fayda vermez?
(Onları ne mallan ne de evlatları Allah'a karşı koruyabilir).
Ayetin bu kısmında geçen (len tuğniye anhum) ifadesine, Kadı Beydavi,
Hazin, Nesefi ve İbn Abbas "Onları Allah'ın azabından korumaz"
anlamım vermişlerdir. Demek ki mal ve evlatlar ne ahirette, ne de dünyada
Allah'ın azabını önlemek konusunda bir fayda verir.
Şöyle de diyebiliriz: İnkar edenlerin mal ve evlatları Allah'tan bir
fayda alıp getirmez. Çünkü Âl-i İmran/22 ayetine göre, kafirlerin amelleri boşa
gitmektedir.
Nitekim Hz. İbrahim Allah'a şöyle dua etmiştir:
(O gün, ne mal fayda verir; ne de çocuklar. Ancak Allah'a selim kalp
ile gelenler (fayda bulur). [Şuara/88-89]
Görüldüğü üzere peygamberlerin atası Hz. İbrahim, mahşerde mal ve evlatların
fayda vermeyeceğini, sadece selim kalbin fayda vereceğini söylemektedir. Selim
kalp, Allah'a teslim olmuş, O'na yönelmiş, O'nunla barışık olan ve O'na inanan
kalptir. İnsana fayda verecek olan gönlündeki oluşum (iman) olduğu gibi,
faydayı engelleyeek olan da gönlündeki oluşumdur (inkardır).
Âl-i İmran/91'de ifade edildiği üzere, kafirlerin ve kafir olarak
ölenlerin hiç birinden fidye kabul edilmeyecektir; yeryüzü dolusu altın
verseler bile!
Sebe suresinde de şöyle buyurulmaktadır:
(Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallannızdır, ne de evlatlannızdır.
İman edip iyi amelde bulunanlar müstesna; onlara yaptıklarının kat kat fazlası
mükafat vardır. Onlar, (cennet) köşklerinde huzur ve güven içindedirler).
[Sebe/37]
4.
Mal ve evlatlar niçin fayda
vermez?
Mal ve evlatların niçin fayda vermeyeceğini yukarda ifade etmiştik,
burada ise kısaca, "inkarları sebebiyle" diye cevap vereceğiz.
Ayetin sonu dikkate alındığında, inkarın, onları ebedî olarak cehennem yaranı
yapacağı, bu nedenle de mal ve evlatlarının faydasını göremeyecekleri
anlaşılır.
Hakikati inkar edenlerin ebedî olarak cehennemde kalacak olmaları, mal
ve evlatlarından faydalanmalarını engellemektedir. Zaten inkar edenler, mal ve
evlatlarından fayda görselerdi, cehennem azabından korunmuş olurlardı.
5. Kafirlerin infakının durumu
(Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgarın durumu gibidir).
inkar edenlerin infaklan, dondurucu bir rüzgarın ekini mahvetmesi gibi
mahvolmaktadır. Ayetteki rîh kelimesi, rüzgar, (sırr) kelimesi ise dondurucu/kavurucu
soğuk manasına gelir. Demek ki inkar, tıpkı dondurucu/kavurucu bir rüzgarın
ekini mahvetmesi gibi, yapılan infakı mahvetmektedir.
Zemahşeri buradaki benzetmeyi şöyle açıklamaktadır:
Onların infaklannın durumu, dondurucu rüzgarın mahvettiği ekinin durumu
gibidir. Harcamalar ekine değil, ekini mahveden rüzgara benzetilmektedir.[44]
Zemahşeri, iki türlü benzetme yapmaktadır: Birinde infakı rüzgara; diğerinde
ise dondurucu rüzgarın mahvettiği ekine benzetmektedir. Onların inkarının
dondurucu soğuğa; infaklannın da ekine benzetilmesi bizce daha uygun olur.
"Kendilerine zulmeden toplum" ifadesi, kafirlerin kendilerine
zulmettiğini gösterdiğine göre, inkar, dondurucu soğuğa değil, zulme
benzetilmiş oluyor.
Kendilerine zulmeden kimselerin infakının, -inkarları sebebiyle- ekini
mahveden dondurucu soğuğa benzetildiği kabul edilebilir.
117. ayette, tabiat olaylarından misal verilerek, manevî oluşumlar
açıklanmaktadır. Yine, yakından uzağa metodu kullanılarak, dünyadaki
oluşumlarla ahiretteki durum açıklanmaktadır.
Bu temsilde iman, gönüldeki ılıman iklim ortamına, bu iklim ortamındaki
infak da ekine yarayan hafif rüzgara, infakın sevabı da karşılığı kat kat alınacak
olan ürüne benzetilmektedir. İşte Hz. İbrahim'in duasında geçen "selim
kalp" bu iklim ortamıdır.
6. Allah insanlara zulmetmez,
insanlar kendilerine zulmetmektedir
Âl-i İmran/117 ayetinin sonunda İslâm dininin temelini teşkil eden en
önemli kaidelerden birine dikkat çekilmektedir:
(Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar). [Âl-i
İmran/117]
Yüce Allah, yarattığı aciz kula zulmetmez; tam tersine onun mutlu olmasını
ister. İnsanların başına gelen belaların, kötülüklerin ve problemlerin Allah'tan
olduğu inancı, Allah'ın zulmetteği gibi bir yanılgıya sebep olmaktadır. İşte
Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar ifadesi,
Allah'ın insana zulmetmediğini, aksine insanın kendi kendine zulmettiğini
vurgulamaktadır.
İnsana zulmedenin Allah olmayıp bizzat insanın kendisi olduğu gerçeği,
Hz. Adem'in tevbesinde de yer almaktadır:
(Adem ile eşi dediler ki: "Ey Rabbi-miz! Biz kendimize zulmettik.
Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz").
[Araf/23]
Görüldüğü gibi Adem ile Havva, yasak ağacın meyvesinden yemekle kendi
kendilerine zulmettiklerini itiraf ederek af dilemekte; hatalarına Allah'ı ortak
etmemektedirler. Çünkü Allah kulunu yasakladığı şeye sürüklemez. Eğer öyle
olsaydı, kulun hiçbir sorumluluğu olmazdı.
[45]
118. Siz ey iman etmiş olanlar! Sizden olmayan kişileri can yoldaşı
edinmeyin. Onlar sizi yoldan çıkarmak için ellerinden gelen hiçbir çabayı
esirgemezler. Ve sizi sıkıntıda görmekten hoşlanırlar. Şiddetli öfke
ağızlarından taşmaktadır; kalplerinde sakladıkları ise daha da kötüdür. Aklınızı
kullanırsanız, size ayetleri açıkladık.
Ayetin açıklamasına tarihsel boyutuyla başlamayı uygun görüyoruz.
1.
Ayetin nüzul sebebi
Ayette sözkonusu edilen düşmanların, önceki iki ayette geçen kafirler
olduğunu söyleyenler vardır. Razi bu görüşle birlikte; düşmanlardan kasdın,
119. ayette geçen münafıklar olduğu görüşünü de nakletmektedir. Ebu'1-A'la
el-Mevdudi'nin naklettiği nüzul sebebi ise şudur:
Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm'dan önce yahudi kabileleriyle
dostluk/ittifak antlaşmalan yapmışlardı. Müslüman olduktan sonra yahudilerle
dostane ilişkilerini sürdürdüler. Yahudiler Hz. Muhammed'in davasına karşı
duydukları kin ve nefretten dolayı İslâmiyet'i kabul edenlerle samimi olmak
istemiyorlardı. Yahudiler, görünüşte Ensar'la eski ilişkilerine devam ettiler,
ama içten içe onlara düşmanlık beslemeye başlamışlardı. Fakat bir yandan da
dostluk perdesi altında müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmaya
çalışıyorlardı. İşte Yüce Allah, münafıkça davranan bu insanlar için
müslümanlan uyarmaktadır.[46]
Ayetin iniş sebebi olarak kafirlerin, münafıkların ve yahudilerin
tutumlarını gösteren görüşün analizini yapacak olursak şöyle diyebiliriz:
Razi'nin dediği gibi, bir sonraki ayet, Sizden olmayan kişileri... ifadesinde
kasdedilenle-rin kimler olduğuna açıklık getirmektedir. Buna göre, 118.
ayetteki Sizden olmayan kişileri... ifadesiyle kasdedilenler, 119. ayette
zikri geçen ikili oyna-yanlar'dır.
Sizden olmayan kişileri... ifadesiyle, müslümanlar dışındaki bütün inanç mensuplarının: müşriklerin, kafirlerin, münafıkların ve kitap ehlinin kasdedi-lip kasdedilmediğini tesbit edebilmek için, Mümtehine/1 ayetine gidilmesi gerekir. Mümtehine suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost
edinmeyin). [Mümtehine/1]
Bu ayetten, Sizden olmayan kişileri... ifadesinden kasdın, düşmanlık
besleyenler ve ikili oynayanlar olduğu net olarak anlaşılmaktadır. Zira, her
kafir Allah'a düşman olmayabilir; küfrünü düşmanlığa, düşmanlığım eyleme
dö-nüştürmeyenler bulunabilir. Onun için Yüce Allah, düşmanlık yapmayı ve ikili
oynamayı ölçüt olarak kullanmaktadır.
Bize göre ayette, sadece tarihin bir döneminde Mekke ve Medine ile sınırlı
olan bir ilke değil, kıyamete kadarki tüm nesilleri kapsayan evrensel bir ilke
konulmaktadır.
Şimdi ayetin analizine geçebiliriz: 2. Allah müslümanlan korumaktadır
Ey iman edenler! Sizden başkasını can dostu edinmeyin ifadesinde geçen
ve "can dostu" diye tercüme ettiğimiz (bıtâne) kelimesi, ayetin
eksenini teşkil etmektedir. (batane), gizli olmak, gizlenmek, vadiye girip
yürümek, işle birlikte kullanılınca iç yüzünü bilmek, (batune) kalıbından
alınınca, karnı büyük olmak, mal ile kullanılınca malı çok olmak; (ebtane)
kalıbından alınınca elbiseye astar çekmek, (battane) kalıbından birini sırdaş
edinmek anlamına gelmektedir. (el-Bâtın) Allah'ın isimlerinden biri olup gizli
olan bütün sırlan bilen anlamına gelir.
Demek ki t'u. (bıtâne) kelimesi birbirine sırlarını açabilen, sırdaş
anlamına gelmektedir.
Bu manadan hareketle diyebiliriz ki: Ayette, müslümanlara kendilerinin
dışındaki insanlarla komşuluk yapmalarına, ekonomik ilişkiler kurmalarına izin
verilmekte, ama onları sırdaş, can dostu edinmeleri yasaklanmaktadır. Ayrıca
ayetten, müslümanın müslümana can dostu, sırdaş olduğu ve olması gerektiği
sonucu da otomatikman anlaşılmaktadır. Bir müslüman, bir müslümanın can dostu
olup, işlerinin iç yüzüne vakıf olabilir, ama başkasına bu sırlan açmamalıdır.
Ayetin nüzul sebebine değinirken, Allah'ın ve müslümanlann
düşmanlan-nın dost edinilemeyeceği ölçütünü göz önüne sermiştik. Şimdi de,
Sizin dışı-nızdakileri can dostu edinmeyin emrinin, hangi ölçüde yerine
getirileceğine açıklık getirelim.
Mümtehine suresinde buyuruluyor ki:
(İnancınızdan dolayı size karşı savaşmayanlara ve sizi yurtlannızdan
çıkarmayanlara gelince, Allah, onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı
yasaklamaz. Çünkü Allah adil davrananı sever). [Mümtehine/8]
Bu ayette şu ölçüt verilmektedir: Farklı inanç mensuplan müslümanlara
inançlanndan dolayı savaş açmıyor ve müslümanlan yurtlanndan çıkarmıyorlarsa,
müslümanlar onlara nezaketle muamele etmelidir.
(Allah, yalnızca, inancınızdan dolayı size karşı savaşanlara ve sizi
ana yurdunuzdan çıkaranlara veya başkalarının çıkarmasına yardım edenlere
dostlukla yaklaşmanızı yasaklar). [Mümtehine/9]
Mümtehine/8 ayeti kiminle dostluk kurulabileceğini, Mümtehine/9 ayeti
de kiminle dostluk kurulamayacağını bildirmektedir. Bu iki ayet, Sizden başkasını
sırdaş edinmeyin [Âl-i İmran/118] emrinin tefsiri niteliğindedir. Can
dostluğunu, sırdaşlığı ortadan kaldıran sebeplerin bir kısmı aynı ayetin devamında
belirtilmektedir.
3. (Onlar size zarar vermek
için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler).
Buradaki "zarar vermek" ifadesinin, "yoldan çıkarmak"
manasına alınması uygun olur. Ayetin bu kısmında geçen 'M (el-ilvü)
kelimesinden türeyen iye'lû) kalıbı, bir
işi tam yapmamak, kusur etmek; el-habâl kelimesi de, hayvanın doğal dengesini
(sağlığını) bozan hastalık anlamına gelir.
Burada ise 'îti (habal) kelimesi sosyolojik manada, toplumun dengesini
bozan sosyal hastalık manasında kullanılmaktadır.
Bu manalardan hareketle denebilir ki, müslümanlann, sosyal dengelerini
bozmak hususunda ellerinden gelen hiçbir fırsatı kaçırmayan, ellerinden geleni
ardına bırakmayan insanlarla can dostu olmaları yasaklanmıştır.
4.
(Size sıkıntı verecek
şeyleri arzu ederler).
Ayetin bu kısmındaki (vedde) fiili, hoşlanmak, arzulamak, derinden istemek,
V (anit) kelimesi ise, zorluk, zarar, meşakkat, sıkıntı, başarısızlık manalarına
gelir.
İman edenlerin sıkıntıya düşmelerinden zevk alan, onların sıkıntı
içinde olmalarını arzuluyan kafirler, sırdaş/dost edinilmeye layık değildirler.
5.
(Şiddetli öfke ağızlarından
saçılmaktadır).
Müslümanları doğru yoldan çıkarmak için ellerinden geleni yapmaları, sıkıntıya
düşmelerini istemeleri ve kinlerinin ağızlarından dökülmesi onların dost
olmadığını göstermektedir. Ağızdan çıkan kelimeler, insanın içindeki kini ele
verir. Yüce Allah bu ayetleri, müslümanlann bunu anlamalarını ve kin sahiplerini
tanımalarını sağlamak için göndermiştir. İnsanlar, simalarından tanındığı gibi,
sözlerinden ve seslerinin tonlarından da tanınabilir:
(Dileseydik, onları sana gösterirdik, sen de onları simalarından
tanırdın; ama sen onları seslerinin tonundan mutlaka tanırsın). [Muhammed/30]
Bu ayetten anlaşılıyor ki, kindar insan simasından tanınabilir; siması
görülmediğinde ise sesinin tonundan, konuşmasından, yazılarından, kitaplarından
tanınabilir. Yeter ki, insanı ses tonundan ve kelimelerin renginden tanıyacak
kültüre sahip olunsun. Bu kültüre sahip olmayanlar ise, insanları simalarından,
ses tonlarından, konuşma ve yazılarından tanıyamazlar. Düşmanını tanımayanlar
da kendilerini koruyamazlar; tehlikeye açık hale gelirler.
Kin dolu kelime, mikroba benzer. Tanınıp bilinmeyen mikrobun sebep olduğu
hastalığa teşhis konulamaz, teşhis konulamayınca da tedavi yapılamaz. Onun için
Muhammed/30'da, ses tonunun, konuşma üslubunun tanınması halinde, kusulan
kinden korunma imkanı olacağına dikkat çekilmektedir.
Muhammed/29'da kinin bir kalp hastalığı olduğu ifade edilmektedir:
(Yoksa kalplerinde hastalık olanlar, Allah'ın içlerindeki kinlerini
asla dışarı çıkarmayacağını mı sandılar)? [Mu-hammed/29]
Kalpteki bu hastalığın belirtisi, ağızdan dökülen kelimelerdir. Bu kelimelerin
tonu, kalpteki kini ele verir.
6. (Kalplerinde sakladıkları
kin daha büyüktür).
Yani, kafir veya münafıkların kalplerindeki kin o kadar büyüktür ki,
bunu gösterecek kelime bulamamaktadırlar. Ağızlarından dökülen kin dolu kelimeler,
kalplerindeki kinin büyüklüğünü göstermekten acizdir. Kalplerindeki kin,
ağızlarından dökülenden çok daha büyüktür.
7. (Biz, işaretleri sizin için
açık ve anlaşılır kıldık, eğer aklınızı kullanırsanız).
Buradaki ayet kelimesi, işaret anlamına alınmalıdır. Çünkü Âl-i
İm-ran/118'de can dostu/sırdaş edinilebilecek kimselerin işaretleri, vasıflan
bildirilmektedir. Kafir ve münafıkların müslümanlara zarar verme konusunda
ellerinden gelen her fırsatı değerlendirmeleri, müslümanlann sıkıntıya düşmelerini
istemeleri, müslümanlara karşı ağızlarından kin saçmalan, müslümanlara karşı
kalplerinde besledikleri kinin ağızlanndan dökülenden daha büyük olması birer
ayet, yani işarettir.
Ama Yüce Allah, bu ayetlere (işaretlere) akıl ile yaklaşılmasını
istemekte, aklın ve düşüncenin harekete geçirilmesini önermektedir. Eğitim
açısından bu şu anlama gelir: Kötülüğe kötülükle, entrikaya entrikayla ve kine
kinle karşılık vermek yerine akılla karşılık vermek en iyi yoldur. Bu
işaretlere akılla yaklaşmanın iki türlü faydası vardır:
a) Akılla yaklaşıldığında, kafir veya
münafıkların sözlerinden kinlerini anlamak, plan ve amaçlarının farkına varmak
mümkün olur;
b) Akılla yaklaşmak, onların
kötülüklerinden sakınma imkanı verir.
Kin kokan söz ve davranış sahibine akılcı bir tavırla mukabele etmek bir erdemdir, hem de erdemlerin en büyüğüdür. Karşıdaki kişinin kin duyduğunu anlamak, aldanmayı önleyeceğinden bir ferasettir. İşte Allah Teala, Aklınızı kullanırsanız ifadesiyle, düşünce ve bilincin oluşturduğu bu ferasete dikkat çekmektedir. Hz. Peygamber de, feraset hakkında şöyle buyurmuştur:
Mü'minin ferasetine sakının; çünkü o, Allah'ın nuruyla bakar.
Diğer taraftan Yüce Alllah, din eğitiminin eskimeyen ve değişmeyen evrensel
bir ilkesini de uygulamakta ve hatırlatmaktadır. Bu ayette (beyyen-nâ=açıkladık)
ifadesiyle, müslümanlara kimlerin dost olamayacağı bildirilmiştir. Din
eğitimcilerinin de müslümanlara dostlarını ve düşmanlarını öğretmeyi bir amaç
edinmeleri gerekir.
[47]
119. Siz onları sevmeye hazırsınız ama onlar, bütün kitaplara
inansanız bile sizi sevmeyecekler. Ve sizinle karşılaştıklarında "İman
ettik" derler, kendi başlarına kaldıklarında da size karşı öfkelerinden
parmaklarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizle kahrolun!" Allah kalplerin
içindekini hakkıyla bilmektedir.
118. ayette açıklanan
işaretlerin bu ayette nasıl ortaya çıkıp davranışları yönettiklerine dikkat
çekilmektedir.
Bu ayette, öncelikle sevgi ele alınmakta ve mü'minlere hitaben, Siz
onları sevmeye hazırsınız ama onlar, bütün kitaplara inansanız bile sizi
sevmeyecekler denilmekte ve böylece yanılgıya düşmeleri önlenmektedir.
Bu ayeti, bir önceki ayetle irtibatlandırarak diyebiliriz ki: Aklın,
düşüncenin ve bilincin bulunmadığı insan ilişkilerinde sevgi yanıltıcı rol
oynayabilir. 118. ayetin sonundaki, Aklınızı kullanırsanız ifadesinin ardından
119. ayette sevginin yanıltabileceğine dikkat çekilmiştir.
119. ayette, müslümanlann kitap
ehlinin inandığı Kitab-ı Mukaddes'e ve bütün kitaplara inansalar bile, onların
sevgisini kazanamayacaklarına işaret edilerek, aradaki problemin onların
kitaplarına inanıp inanmamakla alakalı olmadığı, tevhid inancıyla ve onlar gibi
yaşamamakla alakalı olduğu vurgulanmaktadır. Dünya görüşü ve hayat tarzı,
imanın önüne geçerek sevgiyi önlemektedir. Kafirlerin veya münafıkların derdi,
müslümanlann neye ve nasıl inandıkları değil, nasıl yaşadıklarıdır.
Onlar adeta şöyle diyorlardı: Dünyaya bizim gibi bakar, bizim hayat
tarzımızı benimserseniz, inancınız farklı da olsa sizi sevebiliriz. Bizim
kutsal kitabımıza ve peygamberlerimize inanmanız sizi sevmemiz için yeterli
değildir.
Bu açıklamadan hareketle sevgiyi harekete geçiren güçlerden bahsedebiliriz.
Bir doğuştan gelen ve doğal olarak insanın gönlünden çeşitli objelere yönelen
sevgi vardır; bir de sosyal hayattaki birlikteliklerin, hayat tarzındaki
benzerliklerin tesiriyle oluşan sevgi vardır. Aynı ideolojiyi paylaşan, aynı hayat
tarzına sahip olan ve aynı müesseselerde buluşan insanların arasındaki sevgi
gibi. Farklı inanca mensup olsalar bile, aynı partide olmaları, aynı ideolojiyi
paylaşmaları ve aynı yaşam tarzına sahip olmaları insanları birbirini sevmeye
iter.
Evet, ortak dünya görüşü, aynı grubun mensubu olma, aynı alışkanlıklara
sahip olma ve aynı siyasî bakış açısını paylaşma -bazen inancın da önüne geçerek-
insanlar arasında bir sevgi oluşturur. Buna, birlikteliklerin meydana getirdiği
sevgi diyebiliriz.
Onun içindir ki Allah Teala, Bütün kitaplara inansanız bile onlar sizi
sevmezler buyurmak suretiyle onların ruh yapısını analiz etmektedir.
Ayetin ikinci bölümünde de onların ikili oynamaları ele alınmakta ve
kinlerinin davranışlarına nasıl yansıdığına dikkat çekilmektedir:
(Sizinle karşılaştıklarında, "Biz inanıyoruz" derler, ama
kendi başlarına kalınca, size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar).
Münafıkların, inanmadıkları halde inandıklarını söylemelerinin bir alışkanlık
olduğunu Bakara/8'de ifade etmiştik. Bununla ilgili birkaç örnek verelim:
• Onlar ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylerler. [Âl-i İmran/167]
• Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. [Fetih/11]
• Onlar imanın kalplerine inmediği insanlardır. [Hucurat/14]
• Onların davranışları aldatmaya yöneliktir. [Bakara/2/9]
• Onlar iman edenlerle karşılaşınca, "İman ettik" derler ama
reisleriyle başbaşa kalınca iman edenlerle alay ettiklerini söylerler.
[Bakara/2/14]
Böylece Yüce Allah, münafıkların sözleri ile kalplerinin, sözleri ile
davranışlarının birbirini tutmadığını gözler önüne sererek, onların
şahsiyetlerinin analizini yapmakta; münafıklarda, şahsiyet parçalanması
olduğuna dikkat çekerek, müslümanlann aldanmasını önlemektedir.
(Ama kendi başlarına kalınca, size karşı öfkelerinden parmaklarını
ısırırlar).
Bunun anlamı şudur: Münafıklar kinleri sebebiyle akrebe dönüşerek kendi
kendilerini zehirlemektedirler. Zira kalplerindeki kin, parmaklarını ısırmalarına
neden olmaktadır. Kin, sahibini zehirleyip ölümüne sebep olduğu içindir ki
Yüce Allah Hz. Peygamber'e şöyle demesini emretmektedir:
2.
(De ki: "Kininizle
ölün").
Kin ölümcül bir psikolojik hastalıktır. Kin öncelikle insanın erdemini
katletmekle ortaya çıkar. İnsanın psikolojik yapısındaki bütün erdemleri zehirler
ve öldürür. Yine kin insan ilişkilerini ve insan sağlığını da mahveder. Kısaca
ayetin bu kısmında, kinin nelere mal olduğu açıklanarak, psikolojik açıdan
eğitim yapılmaktadır.
(Şüphesiz Allah, kalplerde ne varsa hepsini bilir).
İnsanların neden böyle ikili oynadıkları ayetin bu kısmında
açıklanmaktadır. Eğer insan, gönlündeki fırtınaların Allah tarafından
bilindiğine inansaydı, bu şekilde davranmazdı. Kalbindekileri Allah'tan
gizleyemeyeceğine inanmak, müslüman olmanın olmazsa olmazlarından biridir.
Sosyolojik oluşumların, toplumsal ilişkilerin arkasındaki nedenlerin çoğunlukla
psikolojik olduğunu vurgulayan Yüce Allah, kinin ölümcül bir psikolojik
hastalık olduğuna dikkat çekmektedir.
[48]
120. Eğer bir iyilikle karşılaşırsanız bu onları üzer, ve başınıza bir
kötülük gelince de memnun olurlar. Ama eğer zorluklara karşı sabreder ve
takvalı davranırsanız (ruh olgunluğu gösterirseniz), onların hileleri size
hiçbir zaman zarar vermez. Zira Allah onların tüm yaptıklarını kuşatıcıdır.
Bu ayet, 118-119. ayetlerin devamıdır. Müslümanlara fenalık etmekten
geri durmayan, sıkıntıya düşmelerini isteyen, onlara karşı kalpleri kin dolu
olup ağızlarından da kin ve düşmanlık saçan, onları sevmeyen, onlara karşı
ikili oynayan münafıkların tavırlarından biri de, müslümanlara bir iyilik dokunduğunda
tasalanmaları, kötülük dokunduğunda sevinmeleridir. Bu ayette geçen
(messe=dokunma) kelimesini, Bakara/236-237'de açıklamıştık. Bu kelime şu
ayetlerde, yorgunluk, sıkıntı, hayır ve şer ile birlikte geçmektedir:
Yorgunluğun dokunması [Kaf/38]; sıkıntının dokunması [İsra/67]; şerrin ve
iyinin dokunması [Mearic/19-20] ayetlerinde işlenmektedir.
Zemahşeri Âl-i İmran/120'de geçen mess kelimesine "isabet
etmek" anlamını vermektedir.[49]
Başına gelen olaylar insanın duygu alemine dokunur ve orada bir takım
oluşumlar meydana getirir. Birine dokunan bir şey de, başkasının duygu alemini
etkileyip orada bazı değişimler ortaya çıkartabilir. Burada sosyal olaylardan,
psikolojik oluşumlara geçiş vardır. Âl-i İmran/120'de müslümanlara dokunan
iyilik ve kötülük ele alınırken, Tevbe suresinde ferde isabet eden iyilik ve
kötülüğün başkalarında meydana getirdiği psikolojik tutum ele alınmaktadır:
(Eğer sana bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Ve eğer başına bir
musibet gelirse, "İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız" derler ve
böbürlenerek dönüp giderler). [Tevbe/50]
Ayetin birinci bölümünden çıkartacağımız sonuçlardan biri de şudur: Dokunma
ve isabet etme fiillerinin faili/öznesi 'iyilik' ve 'kötülük'tür. Yani, iyilik
dokunuyor, kötülük isabet ediyor. İyilik ve kötülük burada, sanki canlı ve
hareketli birer varlık gibi tasvir edilmektedir.
Biyolojik hastalıkları meydana getiren mikrop ile ona karşı savaşan mikrop
nasıl bünyeyi etkilerse, sosyal mikrop olan kötülük ile onun düşmanı olan
iyilik de sosyal hayatı etkiler. İnsan eylemlerinin kötü veya iyi olarak nitelendirilmesinin
nedenlerinden biri, insanın manevî yapısında ve sosyal hayatta meydana
getirdikleri zarar veya faydadır. Yüce Allah bir şeye iyi veya kötü derken,
onun insan ruhunda ve toplum hayatında meydana getirdiği oluşumları dikkate
almaktadır.
Birilerine dokunan iyilik diğerlerini üzüyor; birilerine isabet eden
kötülük diğerlerini sevindiriyorsa, ortada ikili oynamanın meydana getirdiği
büyük bir bunalım ve çatışma var demektir.
Müslümanların bundan çıkartmaları gereken ders şudur: Birinin başına
gelen iyiliğe üzülmek ve birinin başına gelen kötülüğe sevinmek, münafıklık
alametidir. Bu durumda olan müslümanda münafıklık alameti var demektir.
Ayetin ikinci bölümünde, münafıkların zararını önleme yolu olarak,
sabır ve takva gösterilmektedir:
(Eğer sabrederseniz). (Ve eğer sakınırsanız).
Sabır ve takva insanın ruhunu, belalara karşı canlı ve diri tutar.
Sabır dayanıklılığı, belaların, kötülüklerin altında ezilmemeyi, takva da kalp
gözünü/basireti, yani meseleleri bilinçli bir şekilde analiz edip
derinlemesine görebilmeyi ifade eder.
Müfessirlerin çoğu sabrı, münafıkların eziyetlerine katlanmak veya
dinin emirlerini yerine getirme hususundaki meşakkatlere katlanmak; takvayı ise
Allah'ın haramlarından kaçınmak -Razi buna, Allah'a isyandan kaçınmayı da
eklemektedir- anlamım vermektedirler.[50]
Burada sözkonusu edilen insanlar müslüman olduğuna; dinin emir ve
ne-hiylerini yerine getirdiklerine göre, bizce ayetteki sabır ve takva tamamen
sosyal olaylarla ilgilidir.
Yüce Allah müslümanlara, münafıkların eziyetlerine karşı sabretmelerini
ve takvah (basiretli) olmalarını tavsiye etmektedir. İnanç ve hayat tarzları
farklı olan gruplar arasında, müslüman çatışmadan yana değil; barıştan, sorunları
çözme ve sorunlara takvayla (basiretle) yaklaşmadan yana olmalıdır. Zira
Allah'ın emri bu yöndedir. Münafıkların baskı ve eziyetleri, müslümanlann
çözülmesine, cesaretlerinin kırılmasına sebep olmamalı, meselelere bilinçli
bir şekilde yaklaşmalarına zarar vermemelidir.
Eğer sabrederseniz ve sakınırsanız ifadesi, çoğul olduğuna göre, sabır,
toplumsal dayanıklılığı/sebatı, takva da toplumsal bilinci ve basireti ifade etmektedir.
Bir anlamda toplumsal sabır ile toplumsal takva (bilinç), psikolojik ve
grupsal çatışmaya karşı aynı görevi yapmakta; münafıkların hilelerini engellemekte,
onlara karşı kalkan vazifesi görmektedirler: Onların hileleri size hiçbir zarar
vermez..
Aynı toplumda yaşayan gruplar arası çatışmada hilelere karşı en etkili
silah, beynin ve gönlün en önemli ürünleri olan sabır ile takvadır.
Ayetin bu kısmında geçen (keyd)
kelimesi, aldatmak, hile yapmak, kötülük düşünmek, biriyle savaşmak, kusmak,
nefisle beraber kullanılınca can çekişmek, öfke, entrika, manalarına
gelmektedir. Razi bu ayetin tefsiri münasebetiyle keyd kelimesini şöyle
açıklamaktadır: Bir insanın başkasını istenmeyen bir durumla yüz yüze getirmek
için hileler, yollar, çareler araştırmasıdır.
İbn Abbas keyd kelimesinin 'düşmanlık' anlamına geldiğini
söylemektedir.
Bu kelimenin 'kusmak' anlamı manidardır. İnsanın midesi rahatsızlanınca
bazen istifra eder, içindekileri boşaltır; bu da onun rahatsız olduğuna delalet
eder. Toplumsal ilişkilerin de bir midesi vardır. Grupların birbirine kin
gütmesi, toplumun midesi olan iç yapıyı bozar ve toplum entrikalarla hastalanır
ve neticede meydana gelen çatışmalar toplumsal kusmaya sebep olur. Grupların
birbirine karşı entrika yapmaları, toplumsal hastalığın kusma hali olduğundan
ona keyd denmiştir.
Diğer taraftan keyd kelimesi nefisle beraber kullanılınca can çekişmek
anlamını ifade eder. Demek ki entrika, hile ve düşmanlığın meydana getirdiği
çatışmalar, toplumdaki değerlerin, erdemlerin, birlik ve beraberliğin can çekişmesine
sebep olmaktadır. Kin, düşmanlık, haset toplumun bütün erdemlerini boğazladığı
ve toplum boğazlanmış hayvanın çırpınışı gibi çırpındığı için buna keyd
denmiştir. Müslümanlar sabreder ve takvalı (bilinçli/basiretli) davranırlarsa,
münafıkların entrikaları onlara zarar vermez. Bunun nasıl olacağı ise diğer
ayetlerde belirtilmektedir:
1. Allah da onlara hileler
yaparak Tank suresinde buyuruluyor ki:
(Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir tuzak kurarım). [Tank/15-16]
Bu ayetten hareketle diyebiliriz ki, Kur'an'a ve iyi insanlara tuzak
kuranlara karşı Allah da tuzak kurar ve böylece, onların hilesi müslümanlara
zarar veremez.
2. Meleklerle destekleyerek
Âl-i İmran/125'de Yüce Allah, sabredip sakınanlan melekleriyle destekleyeceğini
söylemektedir ki bunun neticesi olarak münafıklann entrikalan müslümanlara
zarar vermez.
3.
Çıkış yolu göstererek
Keyd (hile ve tuzak), bir çözümsüzlük ortamı oluşturur. Talak suresinde
şöyle buyuruluyor:
(Kim Allah'tan sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder).
[Talak/2]
Münafıkların entrikaları, müslümanlann beyin ve gönüllerinde bir dağınıklığa
sebep olmadığı takdirde, Yüce Allah bir çıkış yolu göstereceğini
va-adetmektedir. Çıkış yolu, sorunları çözmek, entrikalardan zarar görmemek,
pisliklere bulaşmamaktır. Allah Teala, müslümanın beynindeki ve gönlündeki
oluşumların neticesi olarak bu çıkış yolunu gösterecektir. Bu oluşumlar, aklın
faaliyeti olan düşünce ve bilinç, gönlün faaliyeti olan iman, ihlas, sabır ve
basirettir. Allah, işte böylesi kullarına, düşmanlarının entrikasına karşı bir
çıkış yolu gösterecektir.
4. Doğru yolda olarak
Maide suresinde şöyle buyuruluyor:
(Ey iman edenler! Siz kendinizden sorumlusunuz. Sapkınlığa düşenler, eğer doğru yolda iseniz, size hiçbir zarar veremezler). [Maide/105]
Kendine sahip çıkan, sorunlarını çözmek için düşünen ve doğru yolu takip
eden müslümanlara, sapıkların zarar veremeyeceğini ifade eden Yüce Allah,
sapıkların zararından kurtulmanın yolunun doğru yolda bulunmak olduğuna dikkat
çekmektedir.
Aslında sapıkların entrikalarından müslümanlan kurtaracak olan Allah
Teala'dır; ancak bu kurtarma, müslümanın beyin ve gönül faaliyetine bağlıdır.
Nasıl ki ileri matematik öğretilecek beynin gelişmiş bir beyin olması gerekirse,
ileri bir sosyal problem olan entrikadan kurtulmak için de, beynin ve gönlün
hazır olması, yani sabır ve takva ile donanması gerekir. Allah, onların tüm
yaptıklarını kuşatır).
Öyleyse müslümanlann, münafıkların hilelerinden zarar görmemelerin
ardında, sabretmeleri ve takvalı olmaları ile Allah'ın her şeyi ihata eden ilim
ve kudreti vardır. Zira, yapılan her şeyi ilmi ve kudreti ile ihata eden güç,
hileleri boşa çıkarabilir, onların zararından müslümanlan koruyabilir.
[51]
121. Vfe (hatırla o günü ey Peygamber), inananları savaş düzenine
sokmak için sabah erkenden evinden çıkmıştın. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi
biliyordu.
122. İçinizden iki grubun paniğe kapıldığını (da)... Halbuki Allah
onlara yakındı. Ve mü'minler yalnız Allah'a güven duymalıydı.
Bu iki ayet, bir önceki ayetin açıklaması mahiyetindedir. Düşmanların
hile ve entrikalarının zararından korunma yollarından biri olan sabır ve takva
(sakınma) eksikliği nedeniyle müslümanlar Uhud savaşında musibete duçar
oldular. İşte bu ayetlerde bu hususa dikkat çekilmektedir.
Ayetlerin iniş sebebi, Uhud savaşı ve onun safhalarıdır. Alimler
ayetlerde işaret edilen savaş konusunda ihtilaf etmişlerdir, kimi Bedir savaşı,
kimi Hendek savaşı, kimi de Uhud savaşı olduğunu söylemişlerdir. Bize göre işaret
edilen bu savaşın Uhud savaşı olduğunu söyleyenlerin görüşü tercihe şayandır.
Sabreder ve korunursamz, onların hileleri size hiçbir zarar vermez [Âl-i
İmran/120] ayetindeki sabır ve takva (korunma)ya dikkat çekmek için, 121.
ayette, Uhud savaşıyla ilgili hazırlıklar hatırlatılmaktadır.
(Ve, inananları savaş düzenine sokmak için sabah erkenden evinden
çıkmıştın).
Mekkeli müşriklerin, Bedir yenilgisinin öcünü almak için Medine üzerine
yürüdükleri haberini alan Hz. Peygamber savaş hazırlıklarına başladı. Düşman
ordusunun nerede karşılanması gerektiği konusunda ashabıyla istişare etti ve
neticede Uhud mahalli savaş için seçildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
mü'minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için erkenden evinden ayrıldı.
Hz. Peygamber'in erkenden evinden ayrılıp mü'minleri savaş düzenine
sokmasının zikredilme hikmeti, peygamber bile olsa, çalışmadan, gayret
sar-fetmeden, savaşın gereklerini yerine getirmeden zafere ulaşılamayacağı ilkesine
dikkat çekmektir.
Hz. Peygamber'in bu davranışı, 120. ayette geçen sabır ve takvanın
kısım-lanndandır. Savaş alanına gitmeden, askerlerle beraber olmadan, savaşın
gereklerini yerine getirmeden zafer kazanılmaz. Düşmanın zararını önleyecek
olan, bu gayret ve faaliyetlerdir. Ve Yüce Allah da bu gayret ve faaliyetleri
bilmektedir; çünkü O, işiten ve bilendir.
Hz. Peygamber, savaş tertibatı olarak, düşman süvarilerinin bir çevirme
harekatına kalkışmalarını önlemek için Ayneyn geçidine elli kadar okçu yerleştirdi
ve bunlara yerlerini asla terk etmemelerini tenbih etti. Müslüman ordusu,
ölümü hiçe sayarak müşrik ordusuna saldırdı ve büyük bir hezimete uğrattı. İşte
bu esnada, savaşın müslümanlann galibiyetiyle sonuçlandığına inanan ve
ganimetlerden paylarını almak isteyen okçuların çoğu yerlerini terk etti ve
Kureyş karargahına daldılar.
Bu fırsatı ganimet bilen Halid b. Velid, arkadan dolaşıp Ayneyn
geçidin-deki -hâlâ yerlerini terketmemiş olan- az sayıdaki müslüman okçuyu
şehit ederek İslâm ordusuna arkadan saldırdı. Kaçmakta olan müşrik ordusu bu
durumu görünce, dönüp tekrar savaşmaya başladılar. Böylece İslâm ordusu ön ve
arkadan kuşatılmış oldu ve kısa zamanda büyük kayıplar vererek düzensiz bir
şekilde geri çekildi.
Eğer Ayneyn geçidine yerleştirilen okçular sabretselerdi, verilen emre
itaat edip yerlerini terketmeselerdi, düşmanın entrikası onlara zarar vermeyecekti.
Bu olgu, 120. ayette geçen sabır ve takva'nm somut bir açıklamasıdır.
Uhud'a giderken Abdullah b. Ubeyy'in öncülüğünde üç yüz kişi İslâm ordusunu
terketti. Benû Seleme ve Benû Harise oymakları da onlara katılmaya
hazırlanıyordu. Şu ayet bu duruma işaret etmektedir:
(İçinizden iki grubun paniğe kapıldığını da hatırla). Sabırlı olamayan
ve kendilerini Abdullah b. Ubeyy'in hilesinden koruyamayan iki oymak düşmanın
zararına uğradılar.
Bu paniğin nedeni de ayetin devamında belirtilmektedir:
a.
Allah'ı kendilerine yakın
hissetmemeleri
(Halbuki Allah onların yardımcısıydı) ifadesi, onların Allah'ın kendilerinin yardımcısı olduğunu unutmalarına veya inançlanndaki zaafa işaret etmektedir. Zor durumlarda Allah'ın sabreden ve takvalı olan (korunan) kullarına yardım edeceğine dair kuvvetli bir imana sahip olsalardı, münafıkların reisi Abdullah b. Ubeyy'in etkisinde kalıp paniklemezlerdi.
Allah Teala, paniklemelerini, inanç zaafına bağlamaktadır. Halbuki
Allah onların dostu, yardımcısı ve yakını idi. Bunu güçlü bir inançla
hissetselerdi, bu duruma düşmeyeceklerdi.
b. Yalnız Allah'a dayanmadılar
Savaşın tüm gereklerini yerine getirdikten sonra, Allah'a tevekkül
etmek, takvanın (ruh olgunluğunun) işaretidir. Razi'nin 120. ayetteki takva
kavramına tevekkül manası vermesinin ne kadar isabetli olduğu, bu ayetin
sonunda tevekkülün vurgulanmasından anlaşılmaktadır. Allah'ı yanında hissedip
yardımını ummak sabır, Allah'a dayanma da takva'dır. Buna göre, 122. ayetteki
veli ve tevekkül kavramları, 120. ayetteki sabır ve takva kavramlarını tefsir
etmektedir.
Yukarıda zikri geçen oymaklar tevekkül etselerdi (Allah'a dayansalardı) panikleyip bozulmayacaklardı.
Netice olarak diyebiliriz ki, müslüman, yapması gerekenlerin tümünü yaptıktan
sonra, Allah'a güvenip dayanırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir; düşmanın
entrikaları ona zarar vermez. Bu kural, bütün mücadeleler için geçerlidir.
Farklı inançların mücadelesinin savaşa dönüşebileceğine işaret eden son beş
ayet, inançların kavga alanı olmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir.
[52]
123. Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde, Allah size Bedir'de
yardım etmişti. Öyleyse, Allah'tan sakının ki, O'na şükretmiş olasınız.
124. (Ve hatırla, o zamanı ki) müminlere (şöyle) demiştin:
"Rabbinizin (yukarıdan) gönderilmiş üç bin melek ile size yardım edeceğini
bilmeniz sizin için yeterli değil mi?"
125. Hayır! Ama eğer sıkıntıya göğüs gerer ve Allah'tan sakınırsanız,
düşman aniden size saldırdığında, Rabbiniz akın akın gelen beş bin melekle size
yardım edecektir.
Allah Teala, gönlünde tevhid inancı olanların zayıf, güçsüz ve çaresiz
durumda kalmalarına seyirci kalmadığını, onları bu durumdan kurtarmak için yardım
ettiğini yeminle söylemektedir.
Farklı inanca mensup grupların birbirine iyi gözle bakmamaları, zamanla
nefrete, hasede ve düşmanlığa; düşmanlık da hileye, entrikaya ve savaşa sebep
olur. Tevhid inancına sahip olanlarla, kafir ve müşriklerin arasındaki mücadele,
kin, nefret, ve düşmanlık, zamanla savaşa neden olur. Eğer tevhide inananlar
güçsüz ise, Allah'ın yardımı yetişir. Bu, geçmişteki toplumlar için
uygulanagelen bir yasadır. Nitekim Hz. Nuh'un toplumu, mü'minlere karşı işi
ileri götürdüklerinden tufanla yok edildiler, inananlar ise gemi ile kurtuldular
[Hud/25-48]. Bu, ilahî yardımın bir örneğidir.
Bu husustaki örnekleri çoğaltmak mümkündür; şöyle ki: Müşrik kavmi Hz.
İbrahim'i ateşe atma teşebbüsünde bulununca ilahî yardım hemen yetişti:
("Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" dedik).
[Enbiya/69]
Hz. Musa'yı ve ona inananları öldürmek üzere harekete geçen Firavun ve
ordusu denizde boğulup, Hz. Musa ile İsrailoğullan kurtarılmıştır:
(İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları, "İşte
yakalandık!" dediler. Musa, "Asla!" dedi, "Rabbim şüphesiz
benimledir, bana yol gösterecektir". Bunun üzerine Musa'ya, "Asan
ile denize vur!" diye variyettik. Derhal yarıldı, her bölük koca bir dağ
gibi oldu. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Musa ve beraberinde bulunanların
hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk). [Şuara/61-66]
Allah Hz. İsa'yı da çarmıha gerilmekten ve ölümden kurtarmış ve kendine
refeylemiştir [Nisa/157].
Allah mü'minlere, her daim yardım etmiştir. Bunun bir örneği de Bedir
savaşıdır. Bedir savaşında müslümanlar silah ve sayıca güçsüz durumda idiler.
Sabırları ve takvaları nedeniyle Yüce Allah onlara yardım etti de silah ve sayıca
kat kat üstün olan müşrik ordusunu büyük bir hezimete uğrattılar. Demek ki
insanların gönülleri ve beyinleri (sabır ve takvaları) ilahî alemi ve Allah'ın
kaderini harekete geçirmekte, yardımını yeryüzüne indirmektedir.
Allah'tan sakının ki, O'na şükretmiş olasınız ifadesi, şükretmenin
nasıl yapılacağına açıklık getirmektedir. Muhammed Esed'in takva'ya verdiği
manadan, yani Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak manasından hareketle
diyebiliriz ki, takvalı olmak (Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak),
şükretmek demektir.
Zemahşeri ve Razi gibi bazı alimler buradaki takva'yı, sebat ile tefsir
etmişlerdir. Allah'tan sakının emrinden önce Bedir'deki ilahî yardıma işaret
edildiğine göre, bizce burada takva, Allah'ın yardımının bilincinde olmak,
yardımın geleceğine ve zaferin ilahî yardım sayesinde kazanılacağına/kazanıldığına
inanarak zaferi kendine mal etmemek kasdedilmektedir.
Bedir savaşının Allah'ın yardımıyla kazanıldığım bilmek ve inanmak şükürdür.
Allah'ın yardımı bir nimet olduğuna göre, nimetin kadrini bilmek de şükürdür.
Böylece ayette, takva ile şükür arasında sıkı bağ olduğu öğretilmektedir.
Bedir'de müslümanlara yapılan ilahî yardımın nedeni, Enfal suresinde beyan
edilmiştir:
(Hani, yardım için Rabbinize yakarıyordu-nuz; ve O da bunun üzerine
size şöyle cevap vermişti: "Size birbiri ardından inen bin melekle yardım
edeceğim"). [Enfal/9] Yüce Allah, bu şekilde dua etmeleri üzerine
müslümanlara yardım etmiştir.
Bedir günü, Hz. Peygamber ashabına baktı, üç yüzden biraz fazlaydılar;
sonra müşriklere baktı, bin kişiden fazlaydılar. Bunun üzerine Allah'ın Rasu-lü
kıbleye döndü, ellerini kaldırıp Rabbine şöyle yakardı:
Ey Allahım! Bana ne söz verdiysen onu gerçekleştir! Ey Allahım! Eğer
canlarını sana teslim etmiş olan bu küçük topluluk yok olacak olursa, yeryüzünde
sana kulluk edecek kimse kalmayacak.[53]
Bunun üzerine Enfal/9 ayeti nazil oldu. Müslümanların sayısının az olması, Âl-i İmran/123'de zillet olarak vasıflandınlmaktadır. Hz. Peygamber'in bu duasının ardından Yüce Allah bin melekle yardım edeceğini ifade buyurmuştur. Dikkat edilirse, Hz. Peygamber'in duasının eksenini, mü'minlerin hezimete uğraması halinde, yeryüzünde Allah'a kulluk edecek kimsenin kalmaması oluşturmaktadır. Tevhid inancının yaşaması için, mü'minlerin hayatta kalması gerekir. Enfal/9 ayetinden anlaşıldığına göre, müslümanlann tümü bu duaya katılmıştır; çünkü ayetteki zamirler ve fiiller çoğul kalıbındadır.
Yüce Allah'ın Bedir'deki yardımının mahiyeti de, Âl-i İmran/124-125 ve
Enfal/11-12 ayetlerinde beyan edilmektedir:
1. Melek göndererek
Enfal/9'da, Hz. Peygamber ve ashabının dualarının Allah tarafından
kabul edildiği ve yardım için de bin meleğin gönderileceğinin müjdelendiği
belirtilmektedir. Âl-i İmran/124'de de üç bin melekten; 125. ayette ise beş
bin melekle takviyeden bahsedilmektedir.
Öyleyse Allah Teala bin, üç bin ve beş bin melekle müslümanlara yardım
etmiştir.
Yukarda verilen melek sayısını toplarsak, Bedir savaşının dokuz bin meleğin
yardımı ile kazanıldığını söyleyebiliriz. Meleklerin geliş şekillerinin ve
durumlarının farklı olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır. Bunlar, (münzelin=özel olarak
indirilen) [Âl-i İmran/124]; (rnurdifîn=aidaida gelen) [Enfal/9] ve
(nişanlı/akın akın saldıran) [Âl-i İmran/125] meleklerdir.
Yüce Allah, darda kaldıklarında mü'minlere yardımını göndermektedir.
Eğer Allah'ın takdiri melek gönderme şeklinde tecelli ederse melekleri,
mü'minlere yardım için göndermektedir.
Günümüzde uzaylı denen varlıkların bir kısmı bunlar olabilir. Bu ihtimali
göz ardı etmeden uzaylılar araştırılırsa, ileride faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Çünkü meleklerin gökten gelip, müslümanlara yardım için düşmanla savaşacaklarını
pek çok insana anlatmak mümkün değildir.
Bazı ayetlerde ordu kelimesi kullanılmaktadır. Mesela Fetih suresinde
şöyle buyurulmaktadır:
(Göklerin ve yerin bütün orduları Allah'a aittir). [Fetih)7]
Bu ayetten, yerde olduğu gibi, gökde de canlıların bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yüce Allah onları da asker olarak istihdam etmektedir. İşte müslümanlara
yardım için Bedir savaşında göndermiş olduğu melekler, gökten gelen
askerlerdir.
(Ve ondan sonra biz kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik ve
indirecek de değildik). [Yasin/28]
Demek ki Yüce Allah bir toplumu helak etmek istediği zaman, gökten,
yani uzaydan ordu göndermektedir. Bundan da anlıyoruz ki, Allah'ın göksel
orduları vardır. Bu orduları çeşitli oluşumlar için kullanmaktadır. Ama bu
göksel ordular veya günümüzün ifadesiyle uzaylılar bizim için meçhuldür.
Bu göksel orduların bilinmesi veya tamamen bilinmesi, insanın bilgi alanının
dışında kalmaktadır:
(Ve Rabbinin ordularını kendinden başka kimse bilemez). [Müddessir/31]
Bu göksel orduların varlığı, bazı olgular sayesinde belki bilinebilir;
ama sayılarını bilmek mümkün değildir. İşte Allah Teala'nın Bedir savaşında istihdam
ettiği askerler bunlardandı.
2.
Güven ile iç huzuru vermek
suretiyle
Bedir savaşında müslümanlara yapılan en önemli yardımlardan birine
şöyle değinilmektedir:
(Hani, katından bir güvence olarak, sizi bir iç huzurunun kuşatmasını
sağlamıştı). [Enfal/11]
Savaşta güven duygusu ve iç huzuru, yardımların en başında gelen psikolojik
bir durumdur. Kendini güvende hissetmeyen, içinde mağlup olacağı korkusu
taşıyan insanlardan oluşan ordu zafere ulaşamaz.
3. Duygulan temizleyerek ve
şeytanın vesvesesinden kurtararak
Bedir savaşından az önce müşrik ordusu Bedir'deki su kuyularını ele geçirmiş;
müslümanlan susuz bırakmışlardı. Müslümanlar susuzluktan dolayı büyük bir
umutsuzluğa kapılmışlardı. Bu umutsuzluk, -ayette ifade edildiğine göre-
şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildi. Yüce Allah şeytanın vesvesesini
ortadan kaldırmak ve müslümanların umudunu tazelemek için su indirmişti:
(Ve gökten üzerinize su indirmişti ki onunla sizi arındırsın, şeytanın
kirli vesveselerinden kurtarsın). [Enfal/11]
Allah Teala, çöl ikliminde mucizevî bir şekilde gökten yağmur
yağdırarak müslümanların gönüllerindeki şeytanî vesveseleri giderdi, onların
gönlünü güven ve huzura kavuşturdu.
4. Kalpleri birbirine
bağlayarak
Enfal/U'de ifade edildiği üzere, Allah'ın yardımlarından biri de müslümanların kalplerini birbirine bağlaması veya kuvvetlendirmesidir.
5. Adımlarını sağlamlaştırarak
Savaşta adım atmak, ayağını yere sağlam basmak çok önemlidir. Yüce Allah
Bedir savaşında, müslümanların ayaklarını -gökten indirdiği yağmurla-sabit ve
sağlam tutmuştur:
(Bununla adımlarınızı sağlamlaştırsın). [Enfal/11] Bedir savaşında Yüce Allah'ın mü'minlere yaptığı yardımların psikolojik ağırlıklı olduğu anlaşılmaktadır. Güven, huzur, su indirerek arındırmak, şeytanın vesveselerini gidermek, kalpleri kaynaştırmak ve böylece ayakların sağlam olarak yere basmasını temin etmek gibi yardımların büyük kısmı gönülde cereyan etmektedir. Demek ki galibiyetin asıl merkezi gönüldür. Onun için Yüce Allah yardımlarını gönülde yaptığı operasyonlarla gerçekleştirmektedir.
6. Allah'ın, mü'minlerle
beraber olduğunu bildirmesi Enfal/12'de şöyle buyurulmaktadır:
(Hani, Rabbin meleklere, mutlaka sizinle beraberim mesajını
vahyetmişti). [Enfal/12]
Allah Teala'nın mü'minlere ulaştırılmak üzere meleklere verdiği mesaj
şudur:
(Mutlaka ben sizinle beraberim).
Allah'ın kendileriyle beraber olduğu askerlerin korkmaları,
kederlenmeleri, ümitsizliğe düşmeleri mümkün değildir. Daha önce Allah'ın
mü'minlerin gönlünde yaptığı manevî operasyonlar, bu beraberliğin alt yapısını
hazırlamıştı.
7. Melekler mü'minleri
yüreklendiriyorlardı
Yüce Allah, mü'minlerle beraber olduğunu melekler vasıtasıyla mü'minlere
ulaştırdıktan sonra, meleklere de iman edenleri yüreklendirme görevini
vermişti:
(İman edenleri yüreklendirin).
8. Kafirlerin kalbine korku
salarak
(Hakkı inkar edenlerin kalplerine korku salacağım).
Yüce Allah mü'minlere, bir yandan onların gönüllerinde manevî oluşumlar
meydana getirmek, diğer yandan da kafirlerin kalplerine korku salmak suretiyle
yardım etmiş oluyordu.
Bütün bu yardımlardan sonra da mü'minlere, kâfirlerin boyunlarını vurmalarını
emretmektedir. Bununla Allah şunu kasdediyor: Ben kendime düşeni yaptım, şimdi
sıra sizde, siz de kendinize düşeni yapın.
Yüce Allah bu yardımları mü'minlere niçin yaptığını da Âl-i İmran ve
En-fal suresinde açıklamaktadır.
[54]
İ26. Allah, sadece size bir müjde olsun ve böylece kalpleriniz
rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah
katındandır.
127. Allah, kafirlerden bir
kısmının kökünü kessin veya onları perişan etsin de, arzularına ulaşamadan hayal
kırıklığı içinde dönüp gitsinler.
128. Senin bu hususta yapacak bir şeyin yok. Allah onları ya
bağışlayacak, yahut cezalandıracaktır, çünkü onlar gerçekten zalimdirler.
Kur'an'ın daha önce söylediğimiz gibi en önemli anlatım metodlaımdan
biri; meseleleri, olgu ve olayları sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatmasıdır. Yüce
Allah bir eylemi gerçekleştirdiğinde, bunun sebebini de açıklamakta ve
aralarında sebep-sonuç ilişkisi kurmaktadır. Bu anlatım tarzının Kur'an'da pek
çok örneği bulunmaktadır. Biz bunlardan ikisini vermekle yetineceğiz:
Zariyat/56'da Allah'ın insanları ve cinleri yaratma sebebi, kulluk
olarak belirtilmektedir.
Mülk/2'de Allah'ın ölümü ve hayatı yaratma sebebi, insanların
hangisinin daha iyi amel ürettiğinin belirlenmesi olarak gösterilmektedir.
Bu izahtan sonra -Âl-i İmran/126 ayetinde zikredilen-Allah Teala'nın savaşlarda,
özellikle Bedir savaşında müslümanlara olan yardımlarının sebebini öğrenmiş
olmaktayız. Demek ki 126. ayet, 123-125. ayetlerin nedenini veya amacını
belirlemektedir. Burada Yüce Allah önce sonucu, sonra sebebi belirtirken;
Enfal suresinde önce sebebi, sonra sonucu belirtmektedir. Şimdi, Yüce Allah'ın
Bedir savaşındaki yardımının nedenini 126. ayete göre açıklayabiliriz:
1. (Müjde olsun diye).
Ayette, Bedir savaşında Allah tarafından müslümanlara yapılan yardımların,
müjde olsun diye yapıldığı ifade edilmektedir.
Bakara/25'de müjde kelimesiyle alakalı detaylı açıklama yapmıştık.
Gelen yardımlar, -mü'minlerin Bedir'de zafere ulaşacaklarına işaret etmeleri
hasebiyle bir müjde mahiyetindedir.
2. (Kalpleriniz yatışsın
diye).
Yardımın yapılmasındaki diğer bir neden veya amaç da, mü'minlerin
kalplerinin yatışmasıdır. Böylece Yüce Allah sebebin psikolojik olduğuna işaret
etmektedir.
Bedir savaşında mü'minlerin kalpleri gam, üzüntü ve ümitsizlik
girdabın-daydı. İlahî yardımın amacı; gamı, üzüntü ve ümitsizliği ortadan
kaldırıp kalpleri yatıştırmaktı.
Bedir'de mü'minler yardım için Allah'a dua ediyorlardı [Enfal/9]. Allah
yardımını göndermekle, onların kalplerini yatıştırdı. Çünkü dualarının kabul
edilip edilmeyeceği de, mü'minlerde bir tedirginlik meydana getirmişti.
İlahî yardımın asıl amacı, mü'minlerin zafere ulaşmasını temin
etmektir. Bununla birlikte, zafere giden yol gönülden geçmektedir. Allah
mü'minlere önce müjde verdi; ardından kalplerini yatıştırdı; ki kalplerin
yatışması, zafere giden yolun başlangıcıdır.
3. (Zafer sadece
Allah'tandır).
Yüce Allah Bedir savaşındaki yardımı ile, zaferin Allah'tan olduğunu
göstermeyi amaçlamıştır. Ayetin bu kısmında, müslümanlann, -Allah'ın yardımını
unutarak veya küçümseyerek- kendi başlarına zafer kazandıklarını zannetmemeleri
gerektiği, zaferin Allah'tan olduğu vurgulanmaktadır.
Mü'minler zafer sarhoşluğu ile zaferi kendi güçleriyle kazandıkları
fikrine kapılabilirlerdi. Bunu önlemek için Yüce Allah, zaferin Allah'tan
olduğunu ifade buyurmuştur. Bu iman ve düşünce tarzı, İslâm'ın tarihinin şanla
ya-zurnasının en önemli dinamiğidir.
Öyleyse, "Falan komutan şu kadar askerle, filan savaşı
kazandı" demek, -özellikle de mü'minler sözkonusu olduğunda- doğru
değildir. Zira bu, mü'minlerin imanını, ya da Allah'ın yardımını gözardı etmek
demektir. Böylece Yüce Allah, özellikle de savaşlardaki galibiyet ve
mağlubiyetlerin asıl kaynağının nerede aranması gerektiğinin, tarihin nasıl
yazılacağının metodunu öğretmektedir.
Mü'minlerin kafirlere karşı kazandıkları zaferin arkasındaki ilahî
irade ve yardımı görmeden tarih yazmak çok büyük bir hatadır. Allah'ın
mü'minlerle beraber olduğunu görmemezlikten gelmek, tarih yazımı için çok büyük
bir metodolojik yanlıştır.
4. (Kafirlerin kökünü kazımak
için).
Bu, Allah'ın mü'minlere Bedir'deki yardımlarının bir diğer nedenidir.
Bu ayette yer alan (li-yekta'a) ibaresi, kesmek, meyveyi dalından koparmak,
birbirinden ayırmak; yol kavramı ile birleşince bir yoldan gidenlere korku
salarak, pusu kurarak oradan geçmelerini engellemek; namazla beraber
kullanılınca namazı sözle bozmak, menetmek, hakkını almaktan alıkoymak; nehri
kayık ile geçmek; iyilik yaparak susturmak; kamçıyla vurmak; delil getirerek
galip gelmek; arkadaşlığını kesmek; kuyu suyunun kesilmesi; kuşun bir yerden
başka bir yere göç etmesi; boğazına ip geçirip boğmak; ziyareti terk etmek;
gecenin bir kısmı manalarına gelmektedir.
[55]
1) Ağacı kesmek
Haşr suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(O kestiğiniz veya kökü üzerinde dikili bıraktığınız herhangi bir hurma
ağacını, Allah'ın izniyle ve bir de o yoldan çıkmışları rüsvay etmek için
kestiniz). [Haşr/5]
2) Daman kesmek
Yüce Allah, kendi sözlerini Allah'a isnad edecek olsaydı, Hz.
Peygamber'in şah damarını keseceğini bildirmektedir:
(Şimdi Peygamber, sözlerinden bir kısmını bize isnad etmeye
kalkışsaydı, onu sağ elinden yakalardık ve şah damarını keserdik).
[Hakka/44-46]
Buradaki kesmek fiili, hem fizikî, hem de manevî anlamda damarın kesilmesini
ifade edebilirse de, manevî anlamda kesmenin kasdedildiği tercihe daha
şayandır.
3) Yolu kesmek
Ankebut/29'da tamamen ahlâkî manada yol kesmek; yani iyinin yolunu
kesmek, ya da iyiye giden insanların yolunu keserek kötüye sevk etmek anlamında
kullanılmaktadır. Ahlâkî anlamı ile bu kavram, sosyolojik mana kazanmaktadır:
(Siz, erkeklere azgın bir şehvetle yaklaşıp cinsler arasında tabii
olan yolu kesmiyor musunuz? Ve bu utanç verici suçlan toplantılarınızda
işlemiyor musunuz)? [Anke-but/29]
Buradaki yol ile tabii ve insanın doğasına uygun olan yol
kasdedilmekte-dir. Zira erkekle kadının cinsî münasebette bulunması, insan ve
toplum hayatı için tabii olan yoldur. Ama erkeğin erkeğe yanaşıp münasebette
bulunması, tabii olmayan bir yoldur. Homoseksüellik, tabii ve meşru olan yolu
kesmek demektir ki ayetteki yol kesmek de bu anlamdadır.
4) İpi kesmek
(Kim, Allah'ın Peygamber'e dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini
sanıyorsa, tavana bir ip takıp boynuna geçirsin, sonra ipi kesip intihar etsin
de bir baksın, baş vurduğu çare kendisini öfkelendiren şeyi gerçekten
engelleyecek mi)? [Hac/15]
Aslında bu, göğe başka bir yolla ulaşmayı deneyip "yolu
katetmek" anlamına gelmektedir. İntihar için ipi kesmek, yolu katetmek
demektir.
5) Allah'ın bitişmesini
emrettiği şeyleri koparmak
Bakara suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Onlar ki, [fıtratlarına] yerleştirildikten sonra Allah'a karşı
taahhütlerini bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi koparıp
ayırırlar). [Bakara/27]
(Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyi koparıp ayırırlar) ifadesindeki
'koparmak' fiili, insanlar arasındaki manevî bağların, yani sıla-i rahim'in
(akrabalık bağlarının) koparılması/kesilmesi anlamına gelir. Allah'ın
bitiştirilmesini emrettiği şeyle ilgili geniş açıklama için Bakara/27 ayetinin
tefsirine bakılabilir.
6) Sevgi bağlarını koparmak
Muhammed/22'de (Aranızdaki sevgi bağlarınızı koparacak mısınız?)
buyurulmaktadır. Bu anlamıyla 'kesmek' fiili, psikolojik ve sosyolojik bir
muhteva kazanmaktadır. Aslında sevgi, psikolojik bir muhteva taşır; ancak
fertler arasında olunca sosyolojik bir muhteva kazanmaktadır. Aranızdaki sevgi
bağlarını koparacak mısınız? ifadesindeki "sevgi bağla-n"na,
"akrabalık bağlan" manası verebiliriz.
7) Geçmek
Tevbe suresinde bir yolu, vadiyi geçmek, katetmek anlamında kullanılmaktadır:
(Onlar, az ya da çok ne zaman bir harcamada bulunsalar, yeryüzünde
Allah için ne zaman bir yol/bir vadi katetseler, bu onlar lehine
kaydedilmektedir). [Tevbe/121]
"Katettikleri/geçtikleri her vadi/yol" ifadesindeki £»
(kata'a) kelimesi, 'geçmek/katetmek' anlamına gelir. Hem maddî, hem de manevî
anlamda kullanılır.
8) Eli kesmek
Maide/38, Yusuf/31 ve A'raf/124'de ceza hukukuyla ilgili kullanılmakta
ve elin kesilmesi anlamına gelmektedir.
9) Parçalamak
Muhammed/15'de, hakikati inkar edenlerin, cehennemde içecekleri suyun
bağırsaklarını parçalayacağı bu kelimeyle (katta'a) ifade edilmektedir.
10) Ayırmak
Kata 'a kelimesi, tamamen gruplara, kabilelere ayırmak anlamında sosyolojik
manada da kullanılmaktadır:
(Ve onları topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık). [A'raf/168]
(Derken biz İsrailoğullan'nı on iki oymağa ayırdık). [A'raf/160]
Grup, oymak, boy anlamında sosyolojik büyüklüğü ifade etmektedir, k)
Biçmek
Farklı inançta olanların tartışmalarını ve onların içinden hakkı inkar
edenlerin ahiretteki cezalarını ifade etmek için bu kelime kullanılmaktadır:
(Hakkı inkara kalkışanlar için ateşten elbiseler biçilecek). [Hac/19]
Terzinin bir kumaşı biçmesine benzetilerek ve kelimeye metafizik bir anlam
yüklenerek, inkarın cezası olarak kafirlere ahirette ateşten elbise biçilip
giydirileceği ifade edilmektedir.
11) Yeryüzünün parçalanması
Kıyamet sahnesi anlatılırken Ra'd suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Yahut yeryüzünün parçalandığı an). [Ra'd/31]
Buradaki 'parçalanma' ile, yeryüzünün yarılıp açılması ve içindekileri
dışarıya fırlatması kasdedilmektedir ki bu anlamı ile kavram, tamamen fizikî
bir oluşumu ifade etmektedir.
12) Sosyal birliği bozmak
Fesat çıkarıp kültürel ve sosyal bütünlüğü bozma eylemi bu kavramla ifade
edilmektedir:
(Ama aralarındaki birliği bozup parça parça oldular). [Mü'minun/53]
Aynı konu Enbiya/93'de de ele alınmaktadır.
Aralarındaki birliği bozup parça parça olmalarını, dinde ayrılığa düşmeleri
şeklinde yorumlayanlar vardır. Dinî anlayıştaki birliği veya sosyal bütünlüğü
bozmak, parçalamak anlamıyla kavram, manevî muhtevada kullanılmıştır.
13) Kalplerin parçalanması
Bazı yanlış davranıştan insanların vicdanlarını/kalplerini parçalayacak
mahiyette olabilir:
(Böylelerinin kurduğu mescid, kalplerini parçalayıp onları tüketinceye
kadar yüreklerinde bir şüphe ve huzursuzluk kaynağı olmaktan öteye
gitmeyecektir). [Tevbe/110]
Şüphenin kalbe verdiği zararı ifade için bu kelime kullanılmaktadır,
14) Parça
(kata'a) fiili, (kıt') kalıbından
alındığında "zaman dilimi" manasına gelir:
(Ey Lut! Biz senin Rabbinin elçileriyiz. [Korkma! Düşmanların sana
ilişemeyecekler]. Ailenle beraber gecenin bir vaktinde yola çık). [Hud/81]
Bu ayette geçen "gecenin bir vaktinde..." ifadesindeki,
(kıt') kelimesi, "bir vakit/zaman dilimi" manasına gelmektedir.
Kelime burada maddî bir anlam ifade etmektedir.
Yunus suresinde manevî bir oluşumu ifade için "gece karanlığının
bir parçası" anlamında kullanılmıştır:
(Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür).
[Yunus/27]
Dünyada kötülük işleyenlerin cezası olarak karanlık, mahşerde yüzlerine
bir parça olarak bürünecektir.
Ra'd suresinde "kıtalar/arazi parçalan" anlamında yer
almaktadır:
(Yeryüzünde birbirine komşu araziler vardır). [Ra'd/4]
15) Karara varmak
Nemi suresinde, Sebe melikesi Belkıs'ın ağzından bu kelime, IS-C (kâtı'aten)
kalıbında kullanılmıştır:
(Melike dedi ki: "Ey ileri gelenler! Bu işimde bana bir fikir
verin. Siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam). [Neml/32]
Bir işi kestirip atmamak, bir karara varmamak demektir. Karara varmak
ise, kestirip atmak demektir.
16) Kesintiye uğramak,
tükenmek
Vakıa/33'de, devam etmemeyi/kesintiye uğramayı ifade etmek için kullanılmaktadır.
Bu ayette kelimenin başında olumsuzluk edatı olduğundan, 'tükenmeyen/kesintiye
uğramayan' manasana gelir; olumsuzluk edatı kaldırıldığında
"tükenen/kesintiye uğrayan" anlamına gelir.
Ayete dönecek olursak, buradaki kata'a fiili, kökünü kazımak, paramparça etmek, mahvetmek anlamındadır ki bu işte de Yüce Allah, melekleri ve insanları kullanmaktadır. Hakikati inkar etmek ve bu inkarı eyleme dönüştürüp inananlara savaş açmak, Yüce Allah'ın bu şekilde müdahalesine yol açmaktadır. Bakara/251 'de de açıkladığımız gibi Yüce Allah kötüleri iyilerle defetmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette, "köklerini kazımak"
yerine, alternatif bir oluşuma yer verilmektedir:
(Yahut onları altçaltsın).
Alçaltmanın diğer anlamı da perişan etmektir. Perişan etmek/alçaltmak,
kökünü kazımaya denk bir cezadır.
Yüce Allah'ın -mü'minlere yardım için- hakikati inkar edenleri
alçaltma-sının bir amacı da, bozguna uğramış bir halde dönmeleridir. Âl-i
İm-ran/128'de, hakikati inkar edenlere bu şekilde muamele edilmesinin başka
nedenleri de açıklanmaktadır.
Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur ifadesinin muhatabı Hz. Peygamber
olup anlamı şudur: Ey Muhammed! Hakikati inkar edenlerde meydana gelecek
değişim konusunda senin yapacağın herhangi bir şey yoktur.
Ayetin bu kısmı bir önceki ayetle irtibatlandınldığmda, iki şekilde yorum
yapılabilir:
a) Kafirlerden bir grubun
kökünü kurutmak veya onları perişan edip bozulmuş bir halde savaş alanından
dönmelerini sağlamak konusunda senin yapacağın bir şey yoktur.
b)
Kafirlerin müslüman olması ve Allah'ın da
tevbelerini kabul etmesi, küfürde ısrar etmeleri durumunda onlara azap etmesi
hususunda senin yapacağın bir şey yoktur.
(Çünkü onlar zalimlerin ta kendileridir). Böylece, zalimlerin değişmesi
ve azaptan kurtulmaları veya azaba uğra-malan meselesinin, Hz. Peygamber'in
faaliyet alanının dışında kaldığına işaret edilmektedir.
Allah'ın Bedir savaşına katılan kafirlerin dönüşünü gerçekleştirip
tevbele-rini kabul etmesi veya onlara azap etmesi konusunda Hz. Muhammedin yapacağı
bir şey yoktur.
Ayetin son kısmını teşkil eden, çünkü onlar zalimdirler ifadesi, farklı
bir açıdan zalimin tanımını vermektedir. Buna göre, sadece farklı inanca sahip
olmalarından dolayı insanları yurtlarından çıkarmak yetmiyormuş gibi, bir de
onlarla savaşmak zulüm; bunu yapanlar ise zalimdir. Yüce Allah bunları,
Bedir'de müslümanlann eliyle cezalandırmıştır.
Bir önceki ayetle irtibat kurarak diyebiliriz ki, Allah Teala Bedir'de,
kafirlerden İslâm'a dönme ihtimali olmayanların kökünü kazıdı, diğerlerini de
perişan etmek suretiyle cezalandırdı.
Denebilir ki, inkarını eyleme dönüştürüp inananlarla savaşa kalkışan kafirlerin
mağlup ve perişan edilmeleri, kafirler için bir azap; müslümanlar için ise
yardımdır.
[56]
129. Oysa göklerde ve yeryüzünde olan her şey Allah'ındır. O,
dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır, ve Allah affedicidir, merhamet
sahibidir.
Bu ayet, 128. ayetin devamı ve tamamlayıcısı durumundadır. Yüce Allah'ın,
kafirlerin tevbesini kabul edip affetme veya cezalandırma hususunda Hz.
Peygamber'in üzerine düşen bir görev olmadığını ifade etmesinin nedeni 129.
ayette açıklanmaktadır.
Allah dilediğini affeder, dilediğine azap; çünkü göklerde ve yerde olan
her şey O'na aittir. Ancak, gökleri, yeri ve ikisi arasmdakileri yaratan ve onların
sahibi olan varlık, affetme ve azap etme konusunda mutlak yetkiye sahiptir.
Mutlak kelimesini kullanmamızın sebebi, Yüce Allah'ın, af ve merhamet
sıfatlarından cüz'î olarak kullarına da vermiş olmasından kaynaklanmaktadır.
İnsanlar da af ve merhamet ederler.
Allah dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır ifadesindeki dileme,
kulun af dilemesinin Allah'ın dilemesini harekete geçireceğine işaret
etmektedir. 128. ayette geçen (Tevbelerini kabul eder) ifadesinin, 129.
ayetteki
karşılığı, affedici) olması; (Onları cezalandırır) ifadesinin karşılığı
da (merhametli) olmasıdır.
Yüce Allah'ın sıfatlan arasındaki bu ilişki, insanlara şöyle
yansımalıdır: Affeden insanlar özürleri kabul eder; merhamet sahibi olanlar da
cezalandırmada aşın gitmezler. Merhametin mayalamadığı ceza zulme dönüşebilir.
Böylece Yüce Allah, ceza hukukunun özünü, merhametin oluşturması gerektiğine
işaret etmiştir.
Ama hakeden kimseye verilmesi gereken ceza hususunda da müslüman-lan
acıma tutmaması gerektiği de belirtilmektedir [Nur/2]. Demek ki acıma/merhamet,
uygulanması gerekli cezanın azaltılmasına, merhametsizlik de aşmya
vardınlmasına sebep olabilir. Başka bir ifadeyle, merhamet, cezalandırmanın
zulme dönüşmesini engeller.
[57]
130. Ey iman edenler! Faizi kat kat artırarak yemeyin. Allah'tan
sakının ki kurtuluşa eresiniz.
131. Kafirler için hazırlanan ateşten sakının!
132. Allah'a ve Peygamberine itaat edin ki rahmete kavuş-turulasınız.
Riba (faiz) ile ilgili geniş açıklama Bakara/275'de yapılmıştı. Âl-i
İm-ran/130 ile Bakara/275 ayeti birbirini tamamlamaktadır. Bakara/275'de faiz
yemenin, Allah'a ve Peygamber'e karşı savaş ilan etmek olduğu ifade edilmişti.
Âl-i İmran/130'da ise faizin yenmesi ve terkedilmesiyle, kurtuluş/felah ve
cehennem arasında ilgi kurulmaktadır.
[58]
Yüce Allah bu ayette, faiz yemeyi yasaklamaktadır. Riba (faiz), ana
paranın haksız yere artışı anlamına gelir; ki bu da nefsin hoşuna gider. O
nedenle de faizden uzak durmak zordur. Onun için, faiz yasağının güçlü bir
temele oturtulması gerekir. Riba'nın/faizin (meşru olmayan, haksız ve emeksiz
kazancın) cazibesini yok etmek için, yine insan psikolojisi harekete
geçirilmelidir. İşte, sakınma duygusu, insanın manevî bağışıklık sistemi,
kendini koruma içgüdüsü, ihlas, samimiyet ve basiret diyebileceğimiz takva,
faizin cazibesini yok eder ve Allah'ın enirinin kolayca yerine getirilmesini
sağlar. Takva, -Muhammed E-sed'in verdiği mana ile- Allah'a karşı sorumluluğun
bilincinde olmaktır. Takva (Allah'a karşı sorumluluk bilinci), faizi engelleyen
en büyük güçtür. Onun içindir ki Yüce Allah, faiz yasağının hemen ardından
"takvah olun" buyurmuştur. A'raf/201 ayetine göre takva, düşüncenin
ürünü olan basiret'tir.
Hukukî olarak yasaklanan riba (faiz), "Allah'tan sakının"
emri ile, dinî bir temele oturtulmaktadır. Başka bir ifadeyle, Bakara/281 ayeti
ile Âl-i İm-ran/130 ayetinin ilk kısmı, faizi yasaklayan hukukî temeli,
Bakara/275 ayeti psikolojik temeli; Bakara/276 ile Âl-i İmran/130 ayeti ise
dinî temeli oluşturmaktadır. Dinî ve psikolojik temeller, faizin hukukî
temelinin sağlamlaştırıl-masını temin etmektedir.
[59]
Takva (ilahî sorumluluk bilinci) aşılandığı takdirde, faiz yasağına
uyulur.
130. ayetin sonu, faiz yemenin felaha mani olacağını, faiz yememenin ve
felahın/kurtuluşun da takva ile olacağım vurgulamaktadır.
Demek ki faiz, mutluluğu ve felahı/kurtuluşu engellemektedir. Faiz
toplumun asaletini bozduğundan, insanlar arasında ekonomik savaşa da sebep olmaktadır.
Faiz yemek Allah'a ve Peygamberine de savaş açmak olduğuna göre, faiz yiyenler
çok cepheli bir savaş sürdürmektedirler. Birkaç cephede birden savaşan
faizciler, toplumun erdemini yok etmekte ve toplumu mutsuzluk çukuruna
atmaktadırlar. Toplumu mutluluğa götüren dinamiklerin başında, ekonomik
dengeleri bozan faizi terketmek yer almaktadır.
Takva'yı, 'sakınma' manasında aldığımızda, 131. ayette geçen Kafirler
için hazırlanan ateşten sakının emrinin de, faizden caydırmaya yönelik olduğunu
söyleyebiliriz. Faiz yiyenlerin de -kafirlerle birlikte- cehenneme gidecekleri
bu ayetle ortaya çıkmaktadır. 131. ayette cehennem yerine ateş denmesi
manidardır. Çünkü cehennem, sadece ahiretle ilgililidir, ate§ hem dünya, hem de
ahiretle ilgili olup her ikisinin ateşini de kapsar. Bu durumda takva, ateşten
sakınma anlamı kazanır. Bakara/24'de yakıtını insanlar ve taşların oluşturduğu
ateşten sakınılması istenirken, o ateşin kafirler için hazırlandığı
bildirilmektedir. Yakıtının insan ve taş olması, ateşin dünyevî olduğunu
gösterir. Taş ise ekonomik değer olan paraya işaret etmektedir. İşte faiz de
(haksız kazanç da), toplumu ateşe çevirmektedir.
Faiz yiyenler şeytanın çarptığı kimseler gibi kalkacaklar [Bakara/275];
faiz Allah'a ve Peygamber'e savaş açmaktır [Bakara/281]; faiz toplumun erdemini
yok eden, mutluluk ve kurtuluşunu engelleyen haksız bir kazançtır [Âl-i
İmran/130]; faiz ateştir [Âl-i İmran/131]; Allah faizi haram kılmıştır [Bakara/276]
Allah faizi artırmaz [Rum/39].
Toplumun felahı/kurtuluşu ile ateş, tamamen zıt oluşumlardır. Yüce
Allah zıtlıkları kullanarak, ekonomik dengeleri bozan faizin hukukî temelini
kuvvetlendirmektedir.
132. ayette, Allah'a ve Peygamber'e itaat edilmesinin emredilmesiyle,
faiz konusundaki yasağa uyulması da emredilmiş olmaktadır. Allah'a ve Peygamber'e
itaatin sonucunun da rahmete kavuşmak olacağına dikkat çekilmektedir. İtaatin
merhameti doğacağı gerçeğine işaret eden Yüce Allah, faize karşılık rahmetini
ortaya koymaktadır.
Yüce Allah'ın faizle ilgili yasağına uymamak, Allah ve Peygamberine
itaatsizliktir. Ki bu, Bakara/281 'de, Allah ve Peygamberine savaş açmak olarak
nitelendirilmiştir. Allah'ın faizle ilgili yasağına uymak, Allah'a ve Peygamberine
itaattir.
Son üç ayeti (Âl-i İmran/130-132) başka bir açıdan değerlendirerek şu
genellemeye varabiliriz: Yüce Allah, koyduğu bir yasağa kullarının uyması için
felahı, merhameti, takva ve itaati teşvik, cehennemi de caydın aracı olarak
kullanmaktadır. Takva ile ilgili iki olumlu emir, itaatle ilgili bir olumlu
emir vermekte; böylece bir yasağa uyulmasını temin etmek için üç olumlu emrin
yerine getirilmesini istemektedir. Üç olumlu emre, felah ve merhameti ödül
olarak koymaktadır. Mutluluk ve merhamet gibi cezbedici iki ödülle, faizin
cazibesini kırma amacı gütmektedir. Bununla da insanlara, kötü bir şeyin cazibesini,
iyi bir şeyin cazibesiyle kırma metodunu öğretmektedir.
[60]
133. Rabbinizin affına mazhar
olmak ve sakınanlar için hazırlanan gökler ve yer kadar geniş bir cennete
ulaşmak için bir birinizle yarışın.
134. Muttakiler hem bolluk, hem de darlık anlarında infak ederler;
öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.
Bu iki ayet, bir bütün teşkil ettiği, ikincisi birincisini tamamladığı
için beraberce açıklanacaktır. Ayetlerin yorumunu yaparken kavramlarının
manalarını açıklayarak analizlerini de yapmak faydalı olur. 133. ayetin ilk
kelimesi olan (sâri'û=y ansın, koşuşun) kelimesi çabuk olmak, süratli olmak,
dakikası dakikasına yapmak, acele etmek, dürtmek, hızını artırmak, hızlandırmak,
sevketmek, sıkıştırmak, hücum etmek, koşmak, kendini atmak manalarına gelir.
Ayetin muhtevası içinde sâri'û kelimesine "koşuşun, yansın"
manası verilebilir. Zemahşeri sâri'û kelimesini (sâbıkû=ydsışm) şeklinde okuyanların
bulunduğunu nakletmektedir. Kadı Beydavi, İbn Abbas, Hazin (sâri'û) kelimesini
baderu (acele ediniz) kelimesiyle tefsir etmişlerdir.
Bu manaların bir anlam kümesi meydana getirdiğini ve "koşuşun,
acele edin, yansın" manasını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu manalann
hangisinin daha uygun olduğunu tesbit edebilmek için, ayetin bir önceki
ayetlerle bağlantısını kurmak, nereye koşulacağını belirlemek gerekir:
(Rabbbinizden olan bir affa).
Ayetin bu kısmında mağfiret (af) kavramının yer alması, önceki ayetteki
faiz konusunun devam ettiğini gösterir.
Ayetteki mağfiret kelimesini İbn Abbas, faiz ve diğer günahlardan tevbe
etmek; Kadı Beydavi affı gerektiren şeylerden tevbe etmek; Hazin ise yerine
getirilmesi emredilen iyi ameller diye açıklamaktadır.
Bu ayeti, 130. ayete bağladığımız zaman, faizi terketme hususunda Allah'ın
koyduğu yasağa uymanın emredildiği anlaşılır. O nedenle İbn Ab-bas'ın, faiz ve
diğer günahlardan tevbe şeklindeki açıklaması yerindedir. Tevbe faizden dönüşü
ifade etmekte, faizden dönünce de mağfiret (af) gelmektedir. Görüldüğü gibi
affa sebep olan amel, tevbedir (faizden dönme, vazgeçmedir). Bu dönüşü
sağlayacak olan ameller de Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak,
cehenmemden sakınmak, Allah'a ve Peygamberine itaat etmektir. Bu amellerin
neticesi de af ve merhamete nail olmaktır.
İbn Abbas'ın verdiği mana alınıp mağfiret 'İslâm' olarak kabul
edildiğinde, inkardan imana geçişi meydana getiren değişimin kasdedildiği
ortaya çıkar. Bu yanşma/koşma emrinin, -hitabın müslümanlara olduğundan
hareketle- ibadetlerde yanşma; -hitabın günahkarlara olduğundan hareketle-
faiz yeme günahından sonra tevbeye ve mağfirete koşma hususunda olduğu söylenebilir.
Razi'nin Esamm'dan naklettiği görüş de bu merkezdedir.
Faiz yeme günahından kurtulmak için yapılan tevbe, önemli bir değişim
olduğundan, affın peşinden cennet zikredilmektedir:
(Muttakiler için hazırlanmış gökler ve yer kadar genişlikte olan
cennete koşuşun).
Cennetin bu genişliğinin, maddî/fizikî anlamda olduğuna dair şu ayet
zikredilebilir:
Yeryüzünün başka bir yer küreye, göğün başka bir göğe dönüştürüleceği
gün...) [İbrahim/48]
Kıyametin kopmasıyla, kainatın şu anki düzeni değişecek; yer küresi ve
gök başka bir düzenle varlığını sürdürecek; cennet ve cehennem, o yer ve gökte
kurulacaktır.
Bu genişliği manevî anlamda alırsak şu izahı yapabiliriz: Yüce Allah,
insanların bu dünyadaki genişlik anlayışlarına göre cennetin durumunu açıklamaktadır.
Ahiret hayatındaki ödülün sonsuzluğu, verdiği hazzın büyüklüğü, derinliği ve
yoğunluğu bu şekilde insanın idrakine yaklaştırılmakta; faizi ter-kedip tevbe
eden ve affa koşan insanın elde edeceği ödülün büyüklüğüne işaret
edilmektedir.
Demek ki faiz yemek insanın ruhunu, toplumsal hayatı ve ekonomik faaliyetleri
daraltmakta; faizi terketmek ise bunlara ferahlık ve genişlik getirmektedir.
Faizden vazgeçmek insanın ruhunu genişletmekte, sosyal ve ekonomik hayatı dar
boğazdan kurtarmakta ve böylece cenneti dünyada tesis etmektedir. Faizin
terkedilmesi insanın ruhunu yücelttiği için cennet, (gökler ve yer
genişliğinde) tasvir edilmektedir.
Diğer taraftan ayetin bu kısmında bir öğretim metodu bulunduğunu görüyoruz:
Manevî konuların veya ahirette gerçekleşecek olguların bu dünyadaki örneklerle
anlatılması, meseleyi insan idrakine yaklaştırmaktadır. Ahiret hayatının
özelliklerini, tabiat kanunlarından hareketle anlatmanın önemi vurgulanmaktadır.
Peki cennet şu anda mevcut mudur? Bu hususta şunu söyleyebiliriz: Cenneti
insanların amelleri oluşturduğuna göre, cennetin bu dünyadaki boyutu insanlar
tarafından oluşturulmakta; ahiretteki boyutu ise kıyametten sonra
oluşturulacaktır.
(Gökler ve yer genişliğindeki cennet muttakiler için
hazırlanmıştır) ifadesini, Âl-i İmran/130-131 ayetlerine bağlamak uygun
olur.
Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olup faizden kaçınan kimse
için, cennet önceden hazırlanmaktadır. Takvaya (ruh olgunluğuna) erişen kimsenin
mutluluğu, ilahî merhamete nail olması ve cennetin genişliği, ancak bu
benzetmeyle anlatılabilirdi.
Gökler ve yer genişliğindeki cennetin muttakiler için hazırlandığının
bildirilmesinden şu neticeyi çıkarabiliriz: Yüce Allah hangi amele hangi
ödülün verileceğini ya da davranışa denk bir karşılık verilmesi gerektiğini
öğretmektedir. Bu nitelikteki cennet, her müslüman için değildir; takva sahibi
müslü-man içindir.
Ayetin sonunda yer olan (muttaki)nin sıfatlan bir sonraki ayette açıklanmaktadır:
1.
(Muttakiler hem bollukta,
hem darlıkta infak ederler).
Faiz yemeyi terkeden kişi kendini infak ile tatmin etmekte, insanlığa
faydalı olmaktadır. Faiz, insan ruhunu daraltırken, infak genişletmekte ve cennetin
yoluna iletmektedir.
Muttaki, sadece imkanları bol olduğu zamanda değil, dar olduğu anlarda
da ibadet etmeyi alışkanlık haline getiren kimsedir. Asıl maharet, darlıkta infak
etmektir.
Ayetin bu kısmında yer alan iv-si (bolluk) ve (darlık) kelimeleri, ekonomik
manada alınabileceği gibi, psikolojik manada da alınabilir. Psikolojik anlamda
alındığında mana, "Sevinçli ve sıkıntılı anlarında infak ederler" şeklinde
olur.
2.
(Öfkelerini yutarlar).
Muttaki'nin ikinci özelliği, öfkesini kontrol altında tutmasıdır. Ayetin bu kısmında geçen (kezame) fiili lügatte gizlemek, saklamak, örtmek, bastırmak, zaptetmek, menetmek, durdurmak; sükut etmek, söylememek manalarına gelir. (kâzim) kalıbı ise öfke ile dolu olmak anlamını ifade eder. Bu manalanyla kavram, psikolojik boyut kazanmaktadır. Razi bunun fizikî manalarını da vermektedir. Su kanalını, bir kapıyı veya bir yolu tıkayan her şeye (kezmâ) denir. Bir kimsenin, başka birinin boğazını tutması bu kelimeyle ifade edilir.
Önemli bir ruh disiplininin ve olgunluğunun işareti olan öfkeyi yutmak
ve kontrol altına almak, takvanın önemli şartlarından biridir.
Hz. Peygamber -sanki bu ayetin tefsirini yaparcasına- şöyle
buyurmuştur:
Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde öfkesini
yutan adamın kalbini Yüce Allah güven ve imanla doldurur.[61]
İnfaktan daha üstün olan öfkeyi yutmak, muttakinin özelliklerinin
ikincisi olarak sayılmıştır. Çünkü Yüce Allah özellikleri kolaydan zora,
önemliden daha önemliye doğru sıralamaktadır. İnfak maldan fedakarlık, öfkeyi
yutmak ise duygudan fedakarlıktır; başka bir ifadeyle infak malî, öfkeyi yutmak
ise manevî bir ameldir. Yüce Allah önce maddî fedakarlığı, sonra da manevî fedakarlığı
zikretmektedir ki birincisi ikincisinin alt yapısını oluşturur.
Yukarıda zikrettiğimiz hadiste Hz. Peygamber öfkeyi yutmanın getirişine
işaret ederek, öfkeyi yutmanın önemini ortaya koymuştur. Öfkeyi yutmak, nefisle
alakalı bir oluşum ve psikolojik bir eylemdir.
Ama zikri geçen hadise göre, bu eylemin getirişi gönülde meydana gelmekte,
yani ürününü orada vermektedir; gönül/kalp, güven ve iman ile dolmaktadır.
Nefisteki öfke ateşinin sönmesi, gönüldeki güven ve imanın güçlenmesine neden
olmaktadır. Böylece Hz. Peygamber, sebep-sonuç ilişkisi ile psikolojik alanda
analizler yapmaktadır. Demek ki nefisteki kin kabardıkça ve dışarıya taştıkça,
gönüldeki güven ve iman azalmakta, nefisteki kin azaldıkça da gönüldeki güven
ve iman artmaktadır.
3. (İnsanları affederler).
Ayetin bu bölümünün, daha önce geçen faiz ayetleriyle ilgili olarak
açıklanabileceğini söyleyen Razi, Bakara/280 ayetine dikkat çekerek yorumunu
yapmaktadır. Allah Teala, beklemeden borcu tamamiyle silmek, sizin kendi
iyiliğinize olacaktır) buyurarak borcun
silinmesini önermektedir. Âl-i
İmran/134'deki 'affetmek'; Bakara/280'de 'borcu silmek' şeklinde yer almaktadır.
Âl-i İmran/134. ayetin başındaki 'infak' kelimesi ile irtibatlandırdığımız
zaman bu yorumun doğru olduğunu söyleyebiliriz. Borcunu ödeyemeyen ve gelecekte
ödeme ihtimali de olmayan bir kimsedeki alacağından vazgeçmek, bağışlamak/affetmek
anlamına gelebilir.
Fakat Âl-i İmran/134'de, infak ile affetme arasında, öfkeyi yutmak yer
aldığına göre; affetmeyi, öfkeyi yutmaya bağlayarak yorumlalabiliriz ki o zaman,
borçlunun borcunu silmek değil; yaptığı bir davranışla karşısındakinin kinini
kabartan kişinin suçunu bağışlamak manasını ifade eder.
Bu durumda ayeti, kısasla iligili olan Bakara/178 ayetine bağlayarak yorumlayabiliriz:
Katil, öldürülenin velisi tarafından affedilirse kısas düşer; ki bu, kinini
yutarak yapılan affa bir örnektir.
Razi buna, Hz. Hamza'nın ölümünü örnek olarak vermektedir: Hz.
Ham-za'ya müsle yapılmış, yani öldürüldükten sonra ağzı, burnu ve kulakları kesilmişti.
Hz. Peygamber de buna karşı kafirlere müsle yapmaya karar verdi. Bunun üzerine
bu ayet indi, Hz. Peygamber de kararından vazgeçti. Razi'ye göre Nahl/126 ayeti
bu olaydan ötürü inmiştir.[62]
(Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin.
Ama sabrederseniz, elbette o, sebre-denler için daha hayırlıdır). [Nahl/126]
Affetmek de bir fedakarlıktır. Bu açıdan bakınca Âl-i İmran/134'de üç
türlü fedakarlığın ele alındığı anlaşılır: İnfak (ekonomik fedakarlık), kinini
yutmak (psikolojik fedakarlık), affetmek (sosyal fedakarlık). Burada kolaydan
zora, önemliden daha önemliye doğru bir sıralama yapılmaktadır. Demek ki en
zoru ve en önemlisi insanları affetmektir. Kolay olanlar, bir sonrakinin, yani
daha zor olanın alt yapısını oluşturmaktadır. Daha zor olan bir eylemi
gerçekleştirebilmek için önce daha kolay olanı tatbik etmek gerekiyor. Kolay
amellerden zora, zordan daha zor olana doğru insanları alıştırma metodu Yüce
Allah'ın Kur'an'da uyguladığı ve beşerî eğitimcilere öğrettiği bir metoddur.
Bundan hareketle diyebiliriz ki: Din alimi ve görevlileri halka dinin önce
kolay olan ibadetlerini, daha sonra da zor olanlarını öğretip yaptırmalıdır.
Mesela Kur'an'da beş vakit namaz bir ayette sıralanmamaktadır. Ayetlerin
birinde iki vakit namaz [Hud/114]; diğerinde dört vakit namaz [Rum/17-18]
geçmektedir.
Bunun sebebi, bir günde beş vakit namaz kılamayacak olan kimselere bir
kolaylık olabilir: Böyleleri önce bir vakit ile başlar, daha sonra bunu ikiye
çıkarır ve böylece sonunda beş vakit namazı kılar. Neticede kolaydan zora doğru
giden bir metod uygulanmış ve basan elde edilmiş olur.
(Allah iyilik edenleri sever).
134. ayetle, 133. Ayetin sonunda geçen (muttaki)lerin nitelikleri
açıklanmıştır. Buna göre, kendileri için gökler ve yer genişliğinde cennetin
hazırlandığı muttakiler, bollukta ve darlıkta infak edenler, öfkelerini
yutanlar ve insanları affedenlerdir. Böylece takvanın hangi eylemlerle elde
edileceğine başka bir açıdan açıklık getirilmiş ve böylesi kimseler, 134.
ayetin sonunda (muhsin) sıfatıyla vasıflandırılmıştır. Demek ki muttaki ile
muhsin hemen hemen aynı anlama gelmekte ve aynı ruh olgunluğunu ifade
etmektedirler.
Diğer taraftan darlıkta ve bollukta infak etmek, kinini yutmak ve
insanları affetmek muhsiriin (iyilik yapan kimsenin) nitelikleri olarak
sayılmaktadır. Muttaki ve muhsin vasfını kazandıran bu ameller Allah'ın
sevgisini celbedip yeryüzüne indirmekte ve bir ödül olarak sunmaktadır. Bu
görüşten hareketle diyebiliriz ki, ilahî sevgi yeryüzünde infak, öfkeyi yutmak
ve insanları affetmek gibi oluşumları aramakta, onları bir gölge gibi takip
etmekte ve onların oluştuğu gönül ve yerlere bir lütuf olarak inmektedir.
Fakirin ihtiyacını gidermek, öfkesini yutmak ve suçluyu affetmek, -din
ve ahlâkın gereği olduğundan- ilahî sevgiye layık görülmektedir. Din eğitimi,
ancak bu eylemleri insanlığa kazandırdığında görevini yapmış olacaktır.
[63]
135. Ve on/ar, Mtanf ver/c/ yaptıkları veya kendi kendilerine
zulmettikleri zaman Allah'ı anar ve günahlarının affı için yalvarırlar. Zaten
günahları Allah'tan başka kim affedebilir? Bunlar yaptıkları fenalık üzerinde
bile bile ısrar etmezler.
136. Bunların görecekleri karşılık, Rablerinden bağışlanma ve altından
çağlayanlar akan cennetlerdir. Onlar orada ebediyyen kalırlar. Hayırlı iş
yapanlar için bu ne güzel bir ödüldür.
Muttaki ve muhsinin niteliklerinin açıklanmasına, bu ayetlerde de devam
edilmektedir. 134. ayette takva ve ihsan'ın fedakarlık boyutu ele alınmış ve
muttakilerin diğer insanlarla olan ilişkisine değinilmişti. İnfak, öfkeyi yutmak
ve insanları affetmek sosyal boyutlu ibadetlerdir.
135. ayette ihsan mertebesine ulaşan kişinin (muhsin'in), kendisi ile
ilgili eylemleri ele alınmakta; günah veya yanlış bir davranıştan sonra ne
yaptıklarına işaret edilmektedir.
1.
(Utanç verici bir iş yaptıkları zaman...)
Ayetin bu kısmında yer alan fahişe kavramı, genelde zina [İsra/32]; ve
homoseksüellik [A'raf/80] için kullanılmaktadır. Ama aslında, yüz kızartıcı ve
utanç verici her davranış için kullanılır. Müfessirlerin bir kısmı, bu ayetteki
fahişe kavramına, "büyük günahlar" manası vermişler ve fahişe
kelimesini zinanın dışındaki günahları da içine alacak şekilde
genişletmişlerdir. Demek ki muttaki ve muhsin'in de büyük günah işleme ihtimali
vardır.
2. (Kendilerine karşı bir
zulüm işlediklerinde...)
Çoğu müfessirler, kendine zulmetmeyi, "küçük günah" olarak
nitelendirmişlerdir. Fahişe'yi zina olarak nitelendirenler, insanın kendine
zulmetmesini, dokunmak ve öpmek şeklinde tefsir etmişlerdir. Hz. Adem ve eşi
Yüce Allah'ın yasakladığı meyveden yeyince, kendi kendilerine zulmettiklerini
itiraf etmişlerdir [A'raf/23].
Kişinin kendisine yakışmayan bir davranışı yapması, kendine zulmetmesi
anlamına gelir. Yaptığı davranışın günah olduğunu bildiği halde onu işli-yen
kimse, iradesini yerli yerinde kullanmadığından kendine zulmetmiş demektir.
Bir şeyi yerli yerinde kullanmamak zulüm olduğuna göre, bilgi ve iradeyi
yerli yerinde kullanmamak da zulümdür. İşte bazen takva sahibi kimse de böyle
hatalara düşebilmektedir.
3. İnsan bazen unutur ve hata
eder. Bu insan olmanın gereğidir, ama önemli olan günahın ardından Allah'ı
hatırlayarak bilgi ve iradeyi tazelemektir.
(Allah'ı hatırlarlar).
Yüce Allah'ın kendilerini gördüğünü, O'nun cezasını ve O'ndan utanmanın
gerekli olduğunu hatırlarlar. Bir bakıma zikir burada insanın bilincinin yerine
gelmesi ve Allah'a karşı pişmanlık duymasıdır. Buradaki hatırlama eylemini
(zikri), A 'raf/201 'deki (düşünme, hatırlama) ifadesiyle karşılayabiliriz.
Yalnız Âl-i İmran/135'de düşünme veya hatırlamanın objesi Allah Te-ala'dır.
Allah'ı hatırlama ve düşünme eyleminin günahtan sonra geldiğini bu
ayetten anlıyoruz. Bu ilişkiden şu sonucu çıkarabiliriz: Günah gibi bir hayat
tecrübesi, insanın içindeki imanı, bilinci ve iradeyi uyandırmakta ve imanın
gücünü ortaya çıkarmaktadır. Takva sahibi insan Allah'a karşı duyduğu
sorumluluğu, bu hatırlama ile ortaya koymaktadır. Bir bakıma günah tecrübesi,
uyuyan iman ve iradeyi uyandırmakta, düşünceyi harekete geçirmektedir.
Allah'ı hatırlama, kişinin işlediği günahın altında ezilip kalmasını,
ona esir olmasını ve ona devam etmesini engellemekte ve ondan kurtulmasını temin
etmektedir. A'raf/20l'de düşünceden veya hatırlamadan hemen sonra basiret
gelmekte; yani içindeki esintilerin rahmani mi, şeytanî mi olduğunu
anlayabilmektedir. Buradaki Allah'ı düşünme veya hatırlama da, günahını
görebilmeyi temin etmektedir.
4.
(Hemen tevbe istiğfar
ederler).
Günahtan sonra Allah'ı hatırlamak, günahın farkına varmak anlamına gelir. Bu hatırlama, kişide derin bir pişmanlık meydana getirir ve böylece günahları için Allah'tan af diler. İşlediği günahlardan ötürü af dileme peygamber ahlâkının bir parçasıdır.
Takva sahibi bir müslüman, günahları sadece Allah'ın
bağışlayabileceği-nin bilincinde olur. Günahlarını affettirmek için başkasına
yalvarmaz ve başkasını aracı yapmaz.
5. (Bile bile günahlarında
ısrar etmezler).
Önemli olan günah işledikten sonra günahta ısrar etmeyip af
dileyebil-mektir. Alışkanlık haline getirmeden, ısrar etmeden günahtan
vazgeçmek, af dilemek insanı şeytanî ahlâktan uzaklaştırır.
Şeytan ile insanı birbirinden ayıran en önemli özelliklerden biri de
budur. Çünkü şeytan işlediği günahtan dolayı af dilemedi, ama Hz. Adem hemen af
diledi.
Takva sahibi insan -Nisa/17 ayetine göre- tevbenin kabul edilmesinin
önemli şartlarından birinin de, günahtan hemen sonra yapılması olduğunu bilir.
6. (İşte bunlar, ödül olarak
Rableri tarafından bağışlanacaktır).
Günah işledikten sonra Allah'ı hatırlayarak af dileyen ve günahında
ısrar etmeyen takva sahibi olan kişinin ödülü bağışlanmaktır.
136. ayetin bu kısmında Allah'ın tevbeyi kabul etmesinin ve bunun neticesinde
kulunu affetmesinin, kul için bir mükafaat olduğu ifade edilmektedir. İşte 133.
ayette koşuşulması istenen af, ödül olan bir aftır. Demek ki Yüce Allah'ın
yarışmaya açtığı ödül, aftır.
7. Muhsin sıfatıyla da anılan
rnuttaki'nin diğer bir ödülü de (Altından çağlayanlar akan ebedî kalacakları
cennetlerdir). Cennete giden yol aftan geçmektedir. (Böyle davrananların ödülü
ne güzeldir) buyuran Yüce Allah, ödüllerin en güzelini takva sahibi olan
muhsin'e vereceğini bildirmektedir.
Âl-i İmran suresinin bu dört ayetini özetlersek diyebiliriz ki: İnfak
eden, öfkesini yutan ve insanları affeden küçük-büyük işlediği günahlardan
hemen sonra Allah'ı hatırlayıp af dileyen, günahda ısrar etmeyen kimse takva
sahibi muhsin olarak nitelendirilmekte ve Allah böyle kimseye sevgisini, affını
ve cennetini ödül olarak vermektedir.
[64]
757. Sizden önce (nice) hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse, yeryüzünde
dolaşın ve inkar edenlerin sonunun ne olduğunu görün.
Yüce Allah bu ayeti, Uhud savaşında yenik düşen müslümanlara, geçmişteki
tarihî olguları hatırlatarak yenilginin de hayatın bir parçası olduğunu, önemli
olanın yenilgiden sonra bile harekete geçip hayatın zorluklarıyla mücadele
etmek olduğunu öğretmek için göndermiştir. Gelecek için yeni bir hayat kurmaya
çalışan müslümanlann bir yenilgiden dolayı karamsarlığa düşmelerini önlemeyi
amaçlayan bu ayet, tarihî araştırmaların önemi üzerinde durmaktadır. Bu
noktadan hareketle ayetin analizine girebiliriz:
1. (Sizden önce nice hayat
tarzları gelip geçti).
Ayetin bu kısmındaki {sünnet) kavramına Zemahşeri Razi, Kadı Bey-davi olgular; Muhammed Esed hayat tarzları; Süleyman Ateş yasalar, Elma-lılı Hamdi Yazır olaylar, şeriatlar manasını vermektedir.
Aslında sünnet kavramı, yol, adet, örnek, kanun manalarına gelir. Razi
bu kavramla ilgili olarak şu açıklamaları nakletmektedir:
1.
Bu kelime (sünnet),
"suyu peşpeşe dökmek" manasında söylenilen senne'l-mâe yesunnuhu
(suyu döktü) fiilinden fa'letun vezninde bir kelimedir. el-Sen-nu "suyu
devamlı dökmek" manasınadır. Araplar, dosdoğru olan yolu, dökülen ve
devamlı olan suya benzetmiştir. Çünkü su devamlı aktığı zaman, tek parça gibi
olur.
2. Bu kelime (sünnet),
mızrağın ve bıçağın ucunu bilediğin zaman söylediğin ve's-senâne, esinnuhu
sennen fehuve mesnûn tabirinden alınmıştır. Böylece Hz. Peygamber'e nisbet
edilen fiil, yol kılmış olduğu bir şey manasında sünnet diye adlandırılmıştır.
3. Bu kelime, Arapların deveyi
güzel otlattığı zaman söyledikleri senne'l-ibile ifadesinden alınmıştır. Hz.
Peygamber'in her zaman yaptığı fiil, devamlı yapıp, güzelce riayet ettiği için
sünnet diye adlandırılmıştır.[65]
Suyun devamlı olarak dökülmesi, mızrağın bilenmesi ve devenin otlatılması
manasından hareketle diyebiliriz ki: Sünnet, devamlılık arzeden, aynı şeye
bağlılığı ve aynı hareketi yapmayı ifade eden bir kavramdır.
Kur'an'a göre hem Allah'ın sünneti [Fatır/43], hem de insanların
sünneti [Kehf/55] vardır. Değişik sünnetlerin ayrıntılarına girmeden,
yorumladığımız ayette sünnetin "olgu, hayat tarzı" manasına
geldiğini söyleyerek açıklamamıza devam edeceğiz.
Yüce Allah bu ayette daha önce geçen tarihî olgulara dikkat çekerek,
Uhud savaşındaki bozgunun analizini yapmaktadır. Buradaki olgunun, milletlerin
ya da kavimlerin çöküşü ve tarihten silinişleriyle ilgili olduğu, ayetin son
kısmından anlaşılmaktadır.
2. (Yeryüzünde dolaşın da
yalanlayı-cılann sonunun nasıl olduğunu görün).
Yüce Allah, tıpkı tabiat kanunları gibi, sosyal kanunlar (sünnet) da
koymuştur. Peygamberlerini ve ayetlerini yalanlayanlar sonunda yok olup gideceklerdir.
Ayetin bu bölümü ile ilk bölümünü beraberce düşündüğümüzde şu neticeleri
çıkarabiliriz:
a) Yüce Allah yalancıların,
hakikati inkar edenlerin sonlarının tarihsel olarak araştırılmasını istemekle,
Hz. Peygamber ve sonrası dönemlerde yaşayan inkarcıları ikaz etmektedir.
Tarihin değişmeyen kanununda ve bu kanuna göre gerçekleşen olgularda şu
hakikat vardır: Hakikati inkar edenlerin sonu kötüdür; mağlub olmaya
mahkumdurlar. Bu toplumsal kanunun burada ve diğer ayetlerde öne çıkarılması,
kafirlerin gerçeği görmelerini ve iman etmelerini sağlamaya yöneliktir.
b)
Müslümanlara geçmişin tarihî
olguları öğretilerek imanları pekiştiril-mekte, kaybedilen savaş neticesinde
ümitsizliğe düşmelerinin önüne geçilmekte, tarihten ders çıkarmaları temin
edilmektedir.
Geçmiş toplumlardan geriye kalan harabeleri gezerek, gözlemleyerek ve
kazılar yaparak tetkik etmelerini ve yaşadıkları zamana ışık tutmalarını hedef
almaktadır.
Bundan anlıyoruz ki, geçmişi çözemediğimiz, öğrenemediğimiz takdirde yaşadığımız zamana ve geleceğe ışık tutamaz ve problemlerimizi çözemeyiz. Toplumların doğma ve gelişme, gerileme ve çökme sebepleri bilinmedikçe bilinçli bir hayat yaşanamaz. Böylece Yüce Allah, tarihî araştırmaların neden, niçin ve nasıl yapılacağını insanlara öğretmektedir.
c) Toplumların çöküş
sebeplerine de dikkat çekilerek hem tarih dersi, hem de sosyoloji dersi
verilmektedir. Âl-i İmran/135'e göre bu sebeplerden biri, yapılan yanlıştan
dönebilme erdemini gösterememektir. Toplumu idare edenler, hatalarından dönme
erdemini gösteremezlerse toplumlarını batırırlar. Onun için 135. ayette
hatadan dönme, büyük erdem olarak ortaya konmaktadır.
Sebeplerin bir diğeri de -137. ayette geçen (hakikati inkar etmektir. Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini yalanlayanlar yıkılmaya/çökmeye mahkumdur.
Uhud savaşında da aynı kanun geçerli olmuş; kumandanın verdiği emri
yerine getirmeme neticesinde mağlubiyet başgöstermiştir.
Bu dinamiklerin karşıtı da Kur'an'da öğretilmektedir:
(Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz verdik: Onlar mutlaka zafere
ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir). [Saffat/171-173]
İşte tarihin değişmeyen olgusu, kanunu, ya da dinamiği budur: İyi mutlaka
galip gelecek, kötü mutlaka kaybedecektir.
Yüce Allah, ooiiiîû; (Sonuç muttakilerindir) [A'raf/128]; (Yeryüzüne
iyi kullarım varis olacaktır) [Enbiya/105] buyururken, tarihin değişmeyen
kanununu öğretiyordu. Zaferin, basan ve iktidarın erdemli insanların olacağı
yönündeki bu kanun hem geçmişin, hem halin, hem de geleceğin en önemli
dinamikleri arasında yer almış, almakta ve alacaktır.
İşte Yüce Allah bu emriyle, yalancıların sonunun ne olduğunu gözlemenin
önemine dikkat çekmiş ve böylece yalanlamanın nelere mal olduğunu ve olacağını
öğretmiştir.
[66]
138. Bu, bütün insanlara açık bir ders ve takva sahipleri için bir
rehber ve bir öğüttür.
İnsanlık için bir ders, takva sahipleri için de bir rehber ve öğüt olan
nedir? Razi, ayetin başında yer alan
(hâzâ=bu) işaret zamirinin, daha önce geçen emir, nehiy, vaad, vaid ve
anılan çeşitli delil ve mucizelere; Zemah-şeri ve Kadı Beydavi yalanlayanların
kötü akibetine; Elmalılı Hamdi Yazır, Mevdudi, İbn Abbas, Nesefi ve Hazin ise
Kur'an'a işaret ettiğini söylemişlerdir.
Biz, Zemahşeri ve Kadı Beydavi'nin görüşünü tercih ediyoruz, yani 137.
ayetin içerdiği konu tüm insanlık için bir ders, muttakiler için de bir rehber
ve öğüttür. Yalanlayanların değişmeyen akibetleri, tarihin değişmeyen kanunu
ve dinamiği olmuştur. İşte bu kanun, tüm insanlık için bir beyan (ders)
mahiyetindedir.
Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini yalanlayanların kaybedeceği kanununun,
tüm insanlık için bir beyan (ders) olmasından şunu anlıyoruz: Tarihî olguların
evrensel boyutu tüm insanlığa ders olmalarıyla ortaya çıkmaktadır.
Ayetin birinci kısmındaki beyan kavramı, şüpheleri ortadan kaldıran bir
ders olmaktadır.
Şimdi ayetten çıkaracağımız neticelere geçebiliriz:
1. Gerçekleşen bir olgudan
herkes aynı derecede istifade edemeyebilir. O olgunun bütün insanlık için ifade
ettiği bir ders; sosyal gruplar için ifade ettiği başka bir ders olabilir.
Kötülerin akibetinin karanlık olacağı kanunu; inancı, kökeni ve kültürü ne
olursa olsun bütün insanlık için şüpheleri ortadan kaldıran bir beyandır
(derstir).
2. Yalanlayanların akibetinin
daima karanlık olduğu ve olacağı kanunundan, Allah'a karşı sorumluluğunu
bilenler farklı neticeler çıkarabilirler.
Bütün insanlık için bir ders olan bir kanun, takva sahipleri için rehber ve öğüt olabilmektedir. Çünkü muttakilerin (ruh olgunluğuna erişen kimselerin), tarihî olgulardan ve tarihin değişmeyen dinamiklerinden farklı neticeler çıkarmaları doğaldır.
Ayetin ikinci kısmında yer alan (hidayet) kavramı, Razi'ye göre arzulanan bir şeye götüren/ulaştıran rehberliktir.[67] Yanlışa düşmemek için insana doğru yolu göstermek/öğretmektir. Kötü insanların akıbetinin kötü olacağı kanunu, müslümanlarm hata yapmalarını önleyen, problemleri çözmek konusunda yol gösteren ve önlerini aydınlatan bir rehber konumundadır. Rehber, insanı doğru yola götürür; şaşırmasını, yolunu kaybetmesini önler ve neticede yolu öğretmiş olur. Tarihin değişmeyen kanun ve dinamikleri de erdemli insanlar için aynı işJevi görürler.
Rehberlik eden bu kanun ve dinamikler, muttakilerin beynine ve gönlüne
kalıcı olan bir şeyi yerleştirirler. Çünkü tarihin değişmeyen kanun ve dinamikleri
takva sahibi insanların beyin ve gönüllerinde kendilerine bir yer ararlar.
Orada yer bulup yerleşmeleri, onların öğüt haline geldiğini gösterir.
3. Tarihî araştırmalar ortaya
çıkarmıştır ki, kötüler daima kaybetmiştir. Kötülerin daima kaybedeceği kanunu,
ancak manevî bir alt yapıya sahip olan insanlar için bir rehber ve öğüt
olabilir. Bu alt yapı ise -bu ayete göre- takvadır (korunmadır, Allah'a karşı
sorumluluğun bilincinde olmadır). Bu ruh olgunluğuna ulaşamayanlar ne tarihin
dinamiklerini anlayabilir, ne de onun ışığından istifade edip öğüt alabilirler.
Aslında Yüce Allah, Uhud savaşını kaybeden müslümanlara, takva sahibi
olmalarını önermekte, bu ruh olgunluğunu elde ettiklerinde neler yapacaklarına
ışık tutmaktadır.
Süleyman Ateş bu konuyu şöyle açıklıyor:
Eğer Uhud'da siz, bir yara aldınızsa, düşmanınız olan topluluk da
Uhud'da veya Bedir'de benzeri bir yara almıştı. Ama onlar sizinle savaşmak
için azmettiler, çalıştılar, sebat ettiler; sonuçta azim ve sebatlarının
karşılığını aldılar. Allah onlan sevdiğinden dolayı onlara zafer vermedi,
fakat onlar Allah'ın yasası uyarınca çalışmalarının ürününü aldılar. Siz ise
Peygamberinizin buyruklarım dinlemediniz, bu yüzden yenilgiye uğradınız. Ama
bu felakette de hikmet vardı. Zira Allah bu felaketle sizleri denedi. Kimlerin
ağır şartlar içinde canla başla inancını savunup bu uğurda can
verebileceklerini ortaya çıkarmak, kimlerin zayıf inançlı olduğunu belli etmek
için sizi böyle bir sınavdan geçirdi. Hep siz üstün gelseydiniz, belki
"Nasıl olsa Allah bize galibiyet verecektir" deyip çalışmayı
bırakırdınız. Böylece anladınız ki, imanla beraber çalışmak da lazımdır. Kim
çalışırsa o davasında başarıya ulaşır. Bu, Allah'ın bir kanunudur; iki kuvvet
çarpışır, bu kuvvetlerin çarpışmasından zayıflar ayıklanır, iman ve irade
gücüne, üstün ruh yapısına sahip olanlar seçilir. Böylece toplumlar ileriye
gider, iyiler seçilir. Eğer küfür kuvvetine hiç güç verilmese, • iman kuvveti
de kemale erişemez, çünkü ancak rakip kuvvet onun güçlenmesine sebep olur.
İnsanları ileriye iten, aralarındaki rekabettir. İşte müslüman-lar bu savaşla
anlamışlardır ki karşılarında bir kuvvet vardır. Kendileri imanca üstündürler
ama, bu üstünlüklerini sürdürebilmek için kumandanın emrini dinlemek, savaşın
gereklerine uymak ve daima çalışmak lazımdır.[68]
İşte insanlığa verilen ders, takva sahiplerine yapılan rehberlik ve
öğüt budur.
[69]
139. Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer (gerçekten)
inanıyorsanız, mutlaka en üstün olursunuz.
Uhud savaşındaki yenilginin ardından müslümanlann ruh haletini
gözö-nüne seren bu ayet, aynı zamanda o ruh çöküntüsünün nasıl tedavi edileceğini
de göstermektedir. Yüce Allah'ın bu ayeti niçin gönderdiğini şu şekilde
açıklayabiliriz:
1.
Uhud savaşından sonra
müslümanlar cesaretlerini yitirmişlerdi. Ordu komutanının verdiği emirleri
yerine getirmekte ihmal göstermek, ganimet peşine düşmek, kazanılan savaşın
kaybedilmesine sebep olmuştu.
Mağlubiyet müslümanlann cesaretini iyice kırmıştı.
Onun için Yüce Allah (cesaretinizi yitirmeyin) buyurmuştur. Eğer onlar
cesaretlerini yitirmemiş olsalardı, bu emre muhatap olmazlardı.
Yukarıda 'cesaret' diye tercüme ettiğimiz (tehinû) kelimesinin kökü
olan el-vehn kelimesi Kur'an'da çeşitli manalarda geçmektedir. Bu kelime
sözlükte zayıf olmak, kuvvetten yoksun olmak, aciz ve iktidarsız olmak, kabiliyetsiz
olmak, faaliyetini kaybetmek, şevksizleşmek, gevşemek, yorulmaya başlamak,
enerji ve cesaretini kaybetmek; kuşla bereber kullanılınca kuşun uçmaması
manalarına gelir.
[70]
1) Erimek
(vehn) kelimesinin biyolojik/maddî anlamı Meryem suresinde, Hz.
Zekeriyya'nın dilinden ifade edilmiştir:
("Rabbim!" dedi, "Doğrusu kemiklerim eridi). [Meryem/4]
Yaşlanan insanın kemiklerinde başlayan deformasyonu/gevşemeyi ifade
etmek için bu kelime kullanılmaktadır. Kemiğin gevşemesi gibi, cesaretini
kaybeden insan da savaşta gevşemektedir.
2) Bozmak
(vehn) kelimesi, Enfal suresinde (mûhinu) kalıbında geçmekte ve Yüce
Allah'ın eylemini ifade etmektedir:
(Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kafirlerin tuzağını bozar). [Enfal/18]
Hakikati inkar edenlerin mü'minlere karşı kurduğu tuzakları Yüce Allah
bozmaktadır. Bu tuzaklar siyasî, ekonomik, kültürel ve dinî olabilir. Tuzağın
cinsi önemli değildir, önemli olan onun bir haksızlık ve zulüm için kurulmuş
olmasıdır. İşte böyle tuzaklar, Allah tarafından bozulacaktır.
3) Acı
Bu kelime, annenin çocuğunu karnında taşırken ve doğururken çektiği
sancıyı ifade etmek için de kullanılır:
(Çünkü anası onu nice acılara katlanarak taşımıştır). [Lokman/14]
Bu anlamıyla kavram, biyolojik oluşumların meydana getirdiği psikolojik
durumu açıklamaktadır.
4) Zayıflık
Ankebut suresinde manevî oluşumlar, örümceğin evi ile
misallendiril-mektedir:
(Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir.
Örümcek bir yuva edinir, halbuki yuvaların en zayıfı şüphesiz örümcek
yuvasıdır. Keşke bilselerdi). [Ankebut/41]
Şirkin girdiği gönlü Yüce Allah örümceğin evine benzetmektedir. Barınakların
en zayıfı örümceğin evidir. Gönüllerin en zayıfı da şirkin bulunduğu gönüldür.
5) Gevşeklik
Bu anlamıyla kavram, yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin dışında, Âl-i
İmran/146, Nisa/104 ve Muhammed/35 ayetlerinde geçmektedir. Savaşın ya da
mağlubiyetin insanda meydana getirdiği psikolojik durumu anlatmaktadır.
Cesaretin kırılıp örümceğin evi gibi yok olmasını, kötü oluşumların meydana
getirdiği acıyı, psikolojik dengenin bozulmasını ve kahramanlık duygusunun
erimesini ifade etmektedir.
Olaylar, sosyal şartlar insanın bütün umut, cesaret ve kahramanlık
duygularını silip süpürebilir. Bireysel ve sosyal hayattaki olumsuzluklar,
çözülmeler ve dengesizlikler insanın içine aksedebilir.
Yüce Allah insanın psikolojisinin çözülmesini, iç dengelerinin bozulmasını
ve cesaretinin kaybolmasını istemediği için bu emri vermektedir.
Ayetteki bu emir, tarihsel boyutu içine hapsedilemez. Evet, ayet öncelikle Uhud savaşına, Uhud yenilgisinin müslümanlarda meydana getirdiği psikolojik çözülmeye işaret ediyor olmakla birlikte, kıyamete kadar her zaman ve mekanda ortaya çıkacak olan kültürel, ekonomik, teknolojik ve siyasal her türlü olay ve savaşı da kapsamaktadır. Dolayısıyla iyinin, doğrunun, hakikatin ve güzelin taraftarları mücadeleden asla yılmamalı, gevşememeli ve yılgınlığa düşmemelidirler. İşte Yüce Allah'ın (gevşemeyin) emrini bu alanların tümüne yayabilir ve ona evrensel bir boyut kazandırabiliriz.
2.
Uhud savaşından sonra
müslümanlar üzüntüye kapılmışlardı.
Uhud savaşının kaybedilmesinin ardından doğan diğer bir psikolojik duruma
işaret eden bu ayet, aynı zamanda bu durumu telafi etmenin önemini de
vurgulamaktadır. Uhud'da yenilmeleri ve birçok şehid vermeleri müslüman-lan çok
üzmüştü. Üzüntü, hareket ve atılımı önlerken, cesaretin kırılmasını da
artırmaktadır.
Mağlubiyet cesaretin kırılmasına neden olurken, ağır can kaybı da üzüntüye
sebep olmaktadır. Her ikisi bir araya gelince şüphe ve hayata kötümser bakma
gibi derin psikolojik yaralar meydana gelmektedir. (gevşemeyin, üzüntüye
kapılmayın) emriyle Yüce Allah, müslüman bir ordunun komutanına, mağlub olan
askerlerine nasıl taktik vereceğini öğretmektedir. Komutanın, mağlup olan
askerleri azarlayıp suçlayarak onların cesaretini daha da kırmak, üzüntülerini
daha da artırmak yerine; onlara "Tarihte güçlü ordular da yenilmiştir;
yenilgi yeni zaferlerin müjdecisidir; onun için size Allah'ın (Gevşemeyin ve
üzüntüye düşmeyin) [Âl-i İmran/139] buyruğunu hatırlatıyorum" demesini
salık vermektedir.
3. (Eğer iman ediyorsanız,
mutlaka en üstünsünüz).
Yüce Allah burada üstünlüğü, imana bağlamaktadır. İman kelimesinin asıl
manası -Bakara/l25'te de açıkladığımız gibi- 'güven'dir. Bu manadan hareketle,
"eğer iman ediyorsanız" ifadesini, "eğer sizde öz güven
varsa" şeklinde anlayabiliriz. Bu, ayetin ilk bölümlerindeki emirlere de
uygun düşmektedir.
(Gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın, öz güveniniz varsa mutlaka en üstün
siz olacaksınız) ifadesinden anlaşılıyor ki, öz güvenini kaybeden üstünlüğünü
de kaybeder; öz güvenini yitirmeyen bir gün mutlaka üstün gelir.
Bu ifadeyi, doğrudan doğruya 'inanmak' manasına da alabiliriz. O zaman,
"Allah'a, O'nun size yardım edeceğine katıksız ve noksansız bir şekilde
inanıyorsanız, üstün gelecek olanlar sizsiniz" anlamına gelir. İman
edenlerin mutlaka zafere ulaşacağına inananlar, gevşemez ve üzüntüye kapılmaz.
Her iki manayı bir araya getirdiğimizde şu genellemeye varabiliriz:
Üstünlük veya zafer gönülde başlamakta ve oradan sosyal hayata ve devletler
arası ilişkilere yayılmaktadır. Çünkü iman, akim ve gönlün birleşmesi ile ortaya
çıkan bir manevî değer ve güçtür.
Hayatın her alanındaki yarışmada, mücadelede ve savaşta başarının,
zafer ve üstünlüğün mayası, çekirdeği ve cevheri gönüldedir. Başarının, zafer
ve üstünlüğün gönülde mayalandığı, çekirdeğinin gönülde çatladığı ve cevherinin
gönülde geliştiğine dikkat çeken bu ayet, tüm bu oluşumların temelinde
psikolojinin bulunduğuna işaret etmektedir.
Ayetin bu kısmında şöyle bir uyan da sezilmektedir: Savaşı kaybetmenizin
altında iman ve güven zaafı yatmaktadır; öyleyse imanınızı sorgulayın. Çünkü
gerçekten iman edenler veya öz güvene sahip olanlar mutlaka üstün gelirler.
Uhud savaşını kaybettiğinize göre, iman ve güven sorununuz var demektir. Hz.
Peygamber'in Ayneyn geçidine yerleştirdiği ve asla yerlerini ter-ketmemelerini
emrettiği okçular, emri yerine getirmemekle itaatsizlik etmişlerdir; bu da
iman zaafından kaynaklanmıştır. O halde müslümanların, imanlarını bir kez daha
sorgulamaları gerekmektedir.
Bu yorum, biraz uzak düşmekle beraber, devletler arası ilişkilerdeki
zayıflığımızın, siyasette, bilgi ve teknolojide geri kalmışlığımızın nedenlerini
tes-bit etmekte bize yardımcı olacaktır. Müslümanların geri kalışının, bilgide,
teknolojide, ekonomi ve siyasette üstünlüğü kaybetmesinin sorumluluğu İslâm
dinine değil, müslümanlara aittir. Üretmeyen beyin, gerçek imana sahip olmayan
gönül, üstünlüğün sorumluluğu altında ezilmiş ve başarının uzak ufuklarından
geri kalmıştır.
[71]
140. Eğer başınıza bir bela gelirse (bilin ki) benzer bir belaya
(başka) insanlar da uğramıştır; zira böyle (iyi ve kötü) günleri insanlara
sırayla paylaştırırız. Bu Allah'ın iman edenleri seçip ayırması ve aranızdan
(hayatları ile) şahitlik yapanları seçmesi içindir, çünkü Allah, zalimleri asla
sevmez.
Bir önceki ayetin devamı olan bu ayet, (Gevşemeyin, üzüntüye
kapılmayın; eğer inanıyorsanız üstünsünüz) ifadesinin gerçekleşebilmesi için
gerekli olan tarihî gerçekliğe ve sosyal dinamiğe dikkat çekmektedir.
Gevşemeyen ve üzüntüye kapılmayan bir psikolojik yapıya ulaşmak için bilgiye
ihtiyaç vardır. Zira bilgi ile desteklenmeyen nasihatler, gerekli olan
değişimi meydana getirmeyebilir. O nedenle burada, savaşı kaybetmenin
getirdiği ruhsal çöküntüyü, bilgi olmadan ortadan kaldırmanın zorluğuna işaret
edilmektedir. Bu bilgi ise, tarihte her toplumun zaman zaman zaferin tadını,
zaman zaman da mağlubiyetin acısını tattığı gerçeğidir.
1.
(Eğer başınıza bir bela
geldiyse, benzer bir belaya başka insanlar da uğramıştır).
Tarihsel boyutu ile ele alarak ayeti şöyle ifade edebiliriz: Ey
müslüman-lar! Sizin Uhud'da aldığınız yaranın benzerini, müşrikler de Bedir'de
almıştı.
Ayetteki (karh) kelimesi, her ne kadar 'yaralanma' manasına geliyorsa da, burada -Muhammed Esed'in dediği gibi- yaralanmanın meydana getirdiği ızdırabı, mağlubiyetin ızdırabını ifade etmektedir. Buna "sosyal acı" diye-bilirz.
Böyle ızdıraplar çekmek ve sosyal yaralar almak, tarihin değişmeyen kanunudur.
Bununla, mağlubiyet acısı tatmayan bir milletin bulunmadığına işaret
edilmekte; bunun bir kanun olduğu belirtilmektedir. Bazen galip, bazen mağlup
olmak, toplumların kaderidir; yani tarihin temel dinamiğidir.
2. (Böyle günleri insanlara
sırayla paylaştırırız).
Toplumlar da fertler gibi iyi ve kötü günler yaşarlar. Toplumsal
hayatın da bir ritmi vardır. Ferdin psikolojisinde iniş ve çıkışlar, dalgalanma
ve durulmalar, mutluluk ve mutsuzluklar vardır. Aynı durum toplumsal hayatta
da görülmektedir. Her zaman mutlu olan bir toplum bulunmadığı gibi, her zaman
mutsuz olan bir toplum da bulunmaz.
İyilikler ve kötülükler, toplumlar arasında paylaştırılmıştır. Ayetin
bu kısmında Yüce Allah bu gerçeği insanlara anlatmakta, mutsuz günlerden sonra
çalışarak mutlu günlere ulaşmanın gayreti içerisinde olmaları gerektiğini öğretmektedir.
İyiden kötüye, kötüden iyiye doğru daima bir değişim içinde olduğumuzu,
statik/durağan bir hayatın bulunmadığını, hayatın daima dinamik olduğunu
vurgulamaktadır.
"(müdâvele), bir şeyi birinden alıp başkasına nakletmektir.
"Elden ele dolaşmak" tabirinde de bu kelime kullanılır. Bu durumu
tabiat kanunu ile açıklayabiliriz: Soğuk hava kitlesi bir yerde durmaz, memleketten
memlekete dolaşır. İyi günlerle kötü günler de, toplumdan topluma gezinirler.
Müslümanlar bazen hata yaparlar ve bu hata da onlara sıkıntı getirir.
Aksi takdirde, hatanın cezalandırılmaması halinde adalet tatbik edilmemiş
olur. Kötü günler, bulaşıcı hastalık gibi, millete bulaşır ve ona ızdırap
verir.
3. Ayetin üçüncü bölümünde bu
sosyal kanunun neden konduğu açıklanmaktadır. Yüce Allah'ın Kur'an'da hiç
ihmal etmediği metod, bir eylemin veya emrin neden ve niçinini açıklamasıdır.
Bu metodun bu ayette de uygulandığını görüyoruz.
İyi ve kötü günlerin insanlar arasında paylaştınlmasımn nedeni ayetin
devamında şöyle açıklanmaktadır:
(Ta ki Allah, iman edenleri ayırdetsin ve içinizden hakikate şahitlik yapanları seçsin).
Ayetin bu kısmından, iyi ve kötü günlerin toplumlar arasında
paylaştınl-masmın/dolaştınlmasının bir imtihan olduğunu anlıyoruz. Bu imtihanın
amacı ise yürekten iman edenlerin ve bu imanlarına uygun güzel eylemler yapanların
tesbit edilip açığa çıkarılmasıdır. Müslümanların imanlarının kalitesi ile
Allah'ın emirlerini hayata geçirenlerin belirlenmesi için Yüce Allah iyi ve
kötü günlerle imtihan etmektedir. Bu imtihanın bir benzeri de şu ayette yer
almaktadır:
(Her canlı ölümü tadar. Bir imtihan olarak sizi iyi ve kötü ile
imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz). [Enbiya/35]
4. (Allah zalimleri sevmez).
Verilen bu bilgilerden sonra, gevşeklik gösterenler, üzüntüye kapılanlar ve
Allah'ın yardımdan ümit kesenler zalimdir.
Zalim olanın ise Allah tarafından sevilmesi mümkün değildir. Allah
Teala, ancak imtihanı başaranları sever. Yukarıda zikri geçen türdeki
imtihanları başaracak bir imana sahip olmayan ve inancını hayata
geçiremeyenler ilahî sevgiden uzak kalacaklardır.
[72]
141. Bir de Allah'ın, iman edenleri her türlü boş ve yararsız
şeylerden arındırması ve inkarcıları helak etmesi için.
Ayetin ilk kelimesi 'temizlemek' anlamına gelen (mahs)dan türemiştir.
Bu kelimeye îbn Abbas 'affetmek', Zemahşeri, Razi, Kadı Beydavi, Hâzin ve
Nesefı 'temizlemek' manalarını vermektedirler. Yüce Allah iman edenleri
temizleyeceğini ifade buyurmuş; ancak nelerden temizleyeceğine dair herhangi
birşey söylememiştir. Acaba Allah Teala iman edenleri nelerden
temizleyecektir?
İbn Abbas bu soruya, savaşta müslümanlara isabet eden şeylerden; Kadı
Beydavi günahlardan; Muhammed Esed boş ve yararsız şeylerden cevabını
vermektedirler.
(Kalplerinizdekileri temizlemek için) [Al-i İmran/154] ifadesinden,
temizlik faaliyetinin kalplerde olduğu anlaşılıyor. Kalplerde olan ise günahın
kirleridir [Mutaffifin/14]; hastalıktır [Tevbe/125]. Ama bu ayetlerde geçen
'kir' ve 'hastalık' mü'minler için kullanılabilir mi? Mü'minlerin kalplerinin
boş ve yararsız şeylerden temizlendiğini ifade eden Muhammed Esed'in fikri
dikkate değer olmakla birlikte, İbn Abbas'ın kalplerin savaştan kaynaklanan
gevşeklik ve üzüntüden temizlenmesi şeklindeki yorumu daha uygun görünmektedir.
Öyleyse "Allah'ın mü'minleri temizlemesi", -Âl-i İm-ran/139 ayetinin
delaletiyle- mü'minlerin kalplerindeki gevşeklik ve üzüntüyü gidermesidir.
Bize göre buradaki (ve li-yumahhısa=temizlemçk için)
ifadesi, Bedir savaşı ile ilgili olarak Enfal/ll'de geçen
(yutahhıre-kum=sizi temizlemek için) ifadesine denk düşmektedir.
Razi, ayetin diğer bölümünde yer alan (mahk) kelimesinin, bir şeyin
tamamen yok olup geriye bir izinin kalmaması manasına geldiğini nakletmektedir.
Aslında kelime, noksanlık manasına gelmektedir.
Bu kelimenin bir sosyolojik, bir de ekonomik manası vardır. Nitekim,
(Allah faizin bereketini tamamen yok eder) [Bakara/276] ibaresinde kelimeye
ekonomik; kafirlerin helak edileceğinin ifade edildiği Âl-i İm-ran/141'de ise
sosyolojik mana yüklenmiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki, 140. ayette geçen imtihanın sebepleri,
gerçekten iman edenlerin ve imanlarının gereğini yerine getirenlerin tesbit
edilmesi; 141. ayette de mü'minlerin kalplerinden gevşeklik ve üzüntünün
giderilmesi ve inkarcıların helak edilmesi şeklinde sıralanmıştır. Kötüden
iyiye ve iyiden kötüye doğru olan değişimler, olumlu veya olumsuz toplumsal
sarsıntılar meydana getirmektedir. Allah Teala'nın bu açıklamayı yapmasının
nedeni, din eğitiminin toplumu bu sarsıntılardan koruyacak bilgilendirmeyi yapması
gerektiğini ortaya koymak içindir.
[73]
142. Yoksa Allah içinizden cihad
edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi
sandınız?
143. Andolsun ki siz ölümle yüzyüze gelmeden önce, onu temenni
ederdiniz. İste şimdi onu görmektesiniz.
Bu ayetlerin iniş sebebi hakkında alimler, hemen hemen aynı şeyleri söylemektedirler.
Bedir savaşına katılıp şehit olanlara imrenen bazı sahabiler, düşmanı
Medine dışında karşılamak için ısrar ettiler. Hz. Peygamber ise, düşmanı Medine
içinde karşılamak niyetindeydi. Sahabe ile yaptığı istişare neticesinde çoğunluk,
düşmanı Medine dışında karşılama fikrini benimseyince Hz. Peygamber de onlara
uydu.
Onun için Zemahşeri, 143. ayette anlatılan durumun sahabeye serzeniş olduğunu
söylemektedir. Şimdi ayetin açıklamasına geçebiliriz:
1.
İmtihansız cennete
girilemez.
Âl-i İmran/142 ayeti ile Bakara/214 ayeti arasında yapısal bakımdan bir benzerlik vardır. Her iki ayet de (Yoksa siz cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?) ifadesiyle başlamaktadır. Görüldüğü gibi Yüce Allah gerçekten iman edip etmediklerini ve erdem sahibi olup olmadıklarını açığa çıkarmadan kimseyi cennetine koymamaktadır. Bunların açığa çıkması için de imtihandan başarıyla çıkılması gerekmektedir. Mesela Bakara/214'de yoksulluk ve sıkıntıdan kaynaklanan büyük sarsıntı insanlar için bir imtihan vesilesi kılınmıştır. Zira yoksulluk ve sıkıntının getirdiği sosyal deprem, en önemli problemlerin başında gelmektedir.
Toplumların başına gelen sıkıntı Âl-i İmran/142'de olduğu gibi savaş da
olabilir. Öyleyse gönüllü olarak Allah uğrunda savaşan ve sabreden kimselerin
belirlenmesi için imtihan şarttır. Bu imtihanın neticesinde başarılı olanlara
cennet vardır.
Bu iki ayeti bir araya getirdiğimizde şu netice çıkar: İmtihansız ödül
yoktur. Fert ve toplumlar yoksulluk, sıkıntı ve savaş ile denenmekte,
insanların iman ve sabırları ölçülmekte, mal ve canlan konusundaki tutumları
tesbit edilmekte ve bunun neticesinde başarılı olanlar cennete girmeyi hak
etmektedir. Yüce Allah Muhammed suresinde şöyle buyuruyor:
(Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve
haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz). [Muhammed/31]
Bu ayeti de dikkate aldığımızda diyebiliriz ki, müslümanlar Allah yolunda
mal ve canlan hususunda denenmektedir. Bu husustaki fedakarlık, toplumlara can
verdiği gibi, cennete giden yolun da en önemli kilometre taşını teşkil
etmektedir.
143. ayette Yüce Allah Hz. Peygamber ile arkadaşları arasında geçen
önemli bir konuyu gündeme getirmektedir: istişare.
2. Savaşta istişare gereklidir.
Uhud savaşında, Hz. Peygamber düşman ordusunu nerede karşılayacakları
konusunda ashabı ile istişare etti ve onların fikirlerini aldı. 143. ayette bu
istişareye işaret edilmektedir:
(Andolsun ki siz, ölümle yüz yüze gelmeden önce, ölümü arzuladınız).
Ashabın çoğunluğu, düşman ordusunu Medine dışında karşılama ve canlarım
feda etme hususunda arzulu idiler. Demek ki onlar ölümle karşılaşmadan önce
ölümü arzulamışlar; ama ölümle karşılaşınca donakalmış-lardır.
Ayetin bu kısmından şu neticeyi çıkarabiliriz: Vakıa ile karşılaşmadan
önce söylenilen sözler insanın karakterini tam olarak yansıtmaz; onun için insan,
vakıalar karşısındaki tutumuna göre değerlendirilmeye tabi tutulmalıdır. Vakıa
ile karşı karşıya gelmeden önceki idealler, temenni ve arzular insanın hem
kendisi, hem de beraberindekiler için yanıltıcı olabilir. Bundan dolayı
insanları sözleriyle değil, eylemleri ile değerlendirmek gerekir.
(Şimdi kendi gözlerinizle onu görmektesiniz). Uhud savaşı ile karşı
karşıya kalınca, daha önceki arzularının sönmesi ve cesaretlerinin kırılması
konusunda Allah Teala -Zemahşeri'ye göre iki açıdan- sahabeye serzenişte
bulunmaktadır:
a.
Hz. Peygamber'in tavsiyesine
rağmen düşmanla açık alanda savaşmakta ısrar etmeleri ve dolayısıyla da
ölümcül bir tehlikeyi davet etmelerinden dolayı;
b. Savaş esnasında,
inançlarına uygun davranmadaki zaaflarından dolayı.[74]
Bu ayetten çıkaracağımız diğer bir netice de şudur: Çoğunluğun savunduğu
fikir, her zaman doğru ve isabetli olmaz. Zira bazen hamaset duygulan çoğunluğu
yanlış bir görüş etrafında toplayabilir.
Ayette bunun bir örneği verilmekte ve böylece geçmişte yaşanan bir olgu
ile gelecekteki nesiller eğitilmektedir. Savaş gibi ciddi bir konuda temenniler
etrafında değil, aklın öğretileri ve şartların gerekleri doğrultusunda karar
alınmalıdır.
Ayetlerden hareketle Uhud savaşının bir değerlendirmesini yapacak olursak
diyebiliriz ki: Müslümanların Uhud savaşını kaybetmelerinin tek nedeni,
okçuların Ayneyn geçidini terkedip ganimet peşine düşmeleri değildir; Hz.
Peygamber'in düşman ordusunu Medine'de karşılama önerisini gözardı etmeleri de
önemli bir sebeptir.
Bir bakıma, savaş, daha başlamadan önce kaybedilmişti. Savaşı kaybetmenin
ilk nedeni, Hz. Peygamber'in tavsiyesine rağmen düşman ordusunu Medine dışında
karşılama arzusu etrafında toplanılmış olmasıdır. Savaşı kaybetmenin ikinci
nedeni ise, Hz. Peygamber'in Ayneyn geçidine yerleştirdiği ve hiçbir durumda
yerlerinden ayrılmamalarını emrettiği okçuların emre itaatsizlik etmeleridir.
[75]
144. Muhammed sadece bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip
geçtiler. Öyleyse, o ölür yahut öldürü-lürse, topuklarınız üzerinde gerisin
geri mi döneceksiniz? Kim gerisin geri dönerse Allah'a zarar veremez, fakat
şük-redenlerin mükafaatını Allah verir.
Bir rivayete göre, Uhud'da savaşın müslümanlann aleyhine gelişmesi ve
Hz. Peygamber'in öldüğü haberinin ortalığa yayılması üzerine müslümanlar savaşı
terketmek istemişler; ama Hz. Ebubekir bu ayeti okuyarak mü'minle-ri
cesaretlendirmiştir.
Başka bir rivayete göre, Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber'in vefatı nedeniyle
üzüntü ve şaşkınlığa garkolan müslümanlara, Her kim Muhammed'e tapıyorsa
bilsin ki Muhammed öldü; ama her kim Allah'a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah
sonsuza kadar yaşayan ve asla ölmeyecek olandır[76]
demiş ve ardından bu ayeti okumuş; bunun üzerine müslümanlar yatışmıştır.
Şimdi analizini yaparak ayetin, sadece indiği dönemle değil, günümüzdeki
yanlış inanışlarla da ilgisini kurmaya çalışalım:
1. (Muhammed sadece bir
elçidir).
Cümlenin yapısı, Hz. Peygamber'i başka görevlerden soyutlamakta ve onun
"sadece elçi" olduğunu vurgulamaktadır. İstisna cümlesi olması, bu
vurguyu daha da güçlendirmektedir. Bu vurgu aynı zamanda Bakara/252'de-ki
şüpheyi ortadan kaldıran bir ifade tarzıdır.
(Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş elçilerdensin)
ifa-desindeki 'şüphesiz' kelimesi, Âl-i İmran/144'deki istisna kalıbının
dengidir.
Demek ki Allah Teala, Hz. Peygamber'i insanlar arasından seçip elçi olarak
atamıştır. O, ilahî alemin, beşerî alemdeki elçisidir. Devletler arası elçiler,
nasıl gönderildikleri devletle kendi devletleri arasındaki ilişkileri düzenler
ve problemleri çözerlerse, peygamberler de beşerî alemdeki olayları ilahî
alemin mesajları ile çözerler.
Buradan şu neticeyi çıkarabiliriz: Eğitim faaliyeti yabancı hocalardan
ziyade yerli hocalarla yapılmalıdır. Siyasî ilişkiler de yerli elçiler
tarafından yürütülmelidir. İnsanlar alemine, cinler veya melekler aleminden
elçi gönde-rilmez; zira aynı olaylar, olgular içerisinde yoğurulmayan bir
varlık, yabancısı olduğu kültüre elçilik yapamaz.
2.
(Ondan önce de elçiler gelip
geçtiler).
Daha önce de peygamberlerin gelip geçtiğinin vurgulanması, peygamberlerin
de ölüm kanununa tâbi olduklarına, dolayısıyla Hz. Muhammed'in de ölümsüz
olmadığına dikkat çekmektedir. Bu ifadeyle, insanların peygamberleri
ölümsüzleştirmeleri engellenmek, ölümsüzlüğün sadece Allah'a ait olduğu inancı
ve hakikati insanların gönlüne yerleştirilmek istenmekte; melek ya da
peygamber olsa bile hiçbir varlığın, sadece Yüce Allah'a ait olan ölümsüzlük
sıfatına sahip olmadığını ve olamayacağını öğretmek amacı güdülmektedir.
Dolayısıyla, "Hz. Muhammed ölmedi, ölemez" demek, İslâm
inancına aykırı olup, insanı şirke bile götürecek tehlikeli bir sözdür.
Yine ayetin bu kısmmda, Hz Muhammed'den önce de peygamberler bulunduğuna,
onların da fani olduğuna dikkat çekilerek mü'minler teselli edilmekte ve
hayatlarını onsuz sürdürme konusunda cesaretlendirilmektedir.
3. (Öyleyse, Muhammed ölür
yahut öldürülürse, topuklarınızın üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz?)
Ayetin bu kısmı, öncelikle Uhud savaşında ortaya yayılan "Muhammed
öldü" şayiasıyla ilgilidir. "Muhammed ölse veya öldürülseydi, savaşı
terke-dip geri mi dönecektiniz?" ifadesiyle, yanlış düşünmeleri ve
zayıflık göstermeleri sebebiyle müslümanlar kınanmakta; Hz. Muhammed'in ölmesi
veya öldürülmesi nedeniyle duyulacak üzüntünün savaşta gevşemeye sebep olmaması
gerektiği belirtilmektedir.
Ayetin bu kısmının tarihsel boyuta tahsis edilmesi, onun evrenselliğini
zedeler; zira ayetin mesajı kıyamete kadar gelecek bütün insanları ilgilendirir.
Hz. Muhammed'den sonra yaşamak, bir noksanlık olmamalı, İslâm'ı yaşamak için
bir mazeret oluşturmamalıdır. Hz. Muhammed aramızda değilse de içimizdedir.
(Aranızda Allah'ın elçisi vardır) [Âl-i İm-ran/101] ifadesini, günümüzde
"İçinizde Allah'ın rasulü vardır" şeklinde anlayabiliriz.
Müslümanın, imam ve İslâm'ı yaşaması Hz. Muhammed'in hayatta olmasına
bağlı değildir; o ölse bile ona olan inancı gönlünde olduğundan, hiçbir
değişiklik olmadan hayatını sürdürmek durumunda olup iman ve amelini askıya
alması veya terketmesi sözkonusu değildir. Dinin tesisi, öğretilmesi ve hayata
geçirilmesi hususunda peygambere ihtiyaç vardır ve bu safhada onun varlığı
zorunludur; ama dinin devamı konusunda onun biyolojik varlığı şart değildir. Bu
safhada ona iman edip tâbi olmaya ve onun öğretilerinin bilgisine ihtiyaç
vardır.
Öyleyse diyebiliriz ki, Hz. Muhammmed'in Uhud savaşında şehid olduğu
haberinin yayılması nedeniyle müslümanlarda başgösteren gevşeklik ve topukları
üzerinde gerisin geri dönme niyeti, günümüzde kültürel mücadeledeki gevşekliğe
ve gerisin geriye dönmeye tekabül etmektedir. Dolayasıyla, topuklar üstünde
geri dönmek, faaliyetten vazgeçmek, gönülde meydana gelen dönüşüm veya değişim
olarak nitelendirilebilir. O halde geçmişte, savaşta topuklar üzerinde dönmek,
bugün beynin, gönlün ve kalemin dönmesi olarak anlaşılmalıdır.
Böyle bir dönüşün mü'minler için mümkün olup olmadığına, ayetin devamında
açıklık getirilmektedir:
(Ama, topukları üzerinde gerisin geri dönen kişi, hiçbir şekilde
Allah'a zarar veremez).
İslâm dini Allah'ın davasıdır. İslâm'dan dönen Allah'ın davasına zarar
veremez; çünkü Allah İslâm'ı başkalarının eliyle payidar eder. Ama ayetin bu
kısmında, ağır şartlar altında kalan insanların kulvar değiştirme ihtimalinin
bulunduğuna işaret edilmektedir.
Müslümanın savaştan kaçması veya günümüzde beyin, gönül ve kalem
mücadelesinden kaçması, Allah'a asla zarar veremez. Günümüzdeki kültürel,
ekonomik ve siyasî mücadeleler, Bedir ve Uhud savaşına tekabül etmektedir. Çok
çetin geçen beyin, gönül ve kalem mücadelesindeki gevşeme ve çözülme kaybın ta
kendisidir.
4.
(Allah şükredenleri ödüllendirecektir).
Ayetin sonunda şükür kelimesinin gelmesi manidardır. Çünkü ayetin içeriği
ile şükür arasında bir bağlantı görülmemektedir. Öyleyse şükür kelimesine
farklı bir mana yüklenmektedir. Şükür kavramına, ayetin içeriği ile bağlantılı
bir mana verildiğinde, şöyle bir oluşum ortaya çıkmaktadır:
Şükür, savaştaki mağlubiyete rağmen şüpheye kapılmamak, imanın sarsılmaması,
kaçma fırsatı olduğu halde kaçmamak, beyinde, gönülde ve kalemde değişim
meydana gelmemesi, Hz. Muhammed ölse bile davasını yılmadan sürdürmek,
gevşeklik göstermemek ve üzüntüye kapılmamaktır. İşte Yüce Allah, bu
unsurlardan meydana gelen şükrün sahibini ödüllendireceğini vaad etmektedir.
[77]
145. Hiç kimse, tayin edilmiş belli bir vadeden önce, Allah'ın izni
olmadan ölmez. Ve kim bu dünyanın nimetlerini arzularsa kendine ondan
vereceğiz; kim de ahiretin nimetlerini arzularsa ona da bunu vereceğiz ve
şükredenle-ri ödüllendireceğiz.
Bu ayeti, bir önceki ayetle bağlantı kurarak açıklamak gerekir. Çünkü
ayetin içeriği, ancak öncesiyle bağlantı kurulduğunda daha iyi anlaşılır:
1. 144. ayet dikkate
alındığında 145. ayetin, Uhud savaşında Hz. Muham-med'in öldüğü haberini yayan
münafıklara bir uyan ve cevap mahiyetinde olduğu söylenebilir.
Her can öleceğine göre, elbette Hz. Muhammed de ölecektir. Dinin yayılması aç\smdan, Hz. Muhamraed'in atağmda ölmesi ile savaşta ölmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Zümer/30'da, (Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler) buyuran
Yüce Allah, ölüm olgusundan kimsenin kaçıp kurtulamayacağını vurgulamaktadır.
2.
Ayetin birinci bölümünde,
Hz. Muhammed'in ölümüyle, -ölüm korkusu sebebiyle- topukları üzerinde geri
dönme niyeti taşıyanlar muhatap alına daha sonra ölümün soğuk yüzünü görünce
irkilen mü'minlere, ölümün belirlenmiş bir ecele bağlı olduğu söylenerek,
irkilmenin veya gerisin geri dönmenin çare olamayacağı vurgulanmaktadır.
Ölümden kurtulmak için savaştan kaçan kişinin hemen ölmeyeceğini kim
söyleyebilir:
(Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde
olsanız bile). [Nisa/78]
Demek ki, savaştan kaçmak ölüme çare değildir. Çünkü ölümde rol oynayan
Allah'ın emridir. Bu emir, Allah'ın 'ol' demesi, izin vermesi, bilgisi ve
iradesi dahilinde olması anlamına gelir.
Allah'ın izninin gerçekleşmesi, tayin edilmiş ecelle olmaktadır.
(ki-tab-ı müeccel) ifadesi, ecellerin belirlenmesi, ecelleri yazan kitap anlamına
gelir. Bu ifade, müslümanlann ölüm korkusuyla savaştan kaçmalarını önlemeyi;
imanlarını ve sabırlarını arttırmayı; ölüm korkusunu en aza indirmeyi ve ölüm
korkusunun hastalık haline gelmesine de mani olmayı amaçlamaktadır.
3.
Aslında bu ifade, sadece
Uhud savaşındaki korkuyu ve topuklar üzerinde gerisin geriye dönmeyi
engellemeye yönelik değil; aynı zamanda evrensel bir kanun koymaya ve
öğretmeye de yöneliktir. Dolayısıyla, hem kafirleri, münafıkları ve kitap
ehlini, hem de müslümanlan kapsayan genel bir ifadedir. Ayrıca, ölüm
olgusundan hareketle Allah'ın güç ve kudretini anlamayı da kolaylaştırmaktadır.
Ölüm olgusu dünya ve ahirete bakışı değiştirir. Nasıl değiştireceği ise
ayetin devamından anlaşılabilir:
(Ve kim bu dünyanın nimetlerini arzularsa kendine ondan vereceğiz; kim de ahiretin nimetlerini arzularsa ona da bunu vereceğiz).
Ayetin bu kısmında, Uhud savaşı'nda zaaf gösterenlerin, ahiretten
ziyade dünya nimetlerini arzulayanların durumuna işaret edilmektedir. Ancak,
her ne kadar Uhud savaşı ile ilgiliyse de ayetin evrensel boyutta olduğunu da
belirtmek mecburiyetindeyiz. Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz:
1.
(kim isterse) ifadesiyle
Yüce Allah kuluna isteme hakkı tanımaktadır.
(Biz onu ona veririz) ifadesinden anlıyoruz ki, önce kulun, sonra Yüce Allah'ın iradesi tecelli etmektedir.
Kul dünya nimetini istiyorsa Allah onu ona vereceğini belirtmektedir.
2.
Yüce Allah kuluna bir şeyi
dayatmamış; dünya nimeti ile ahiret nimeti arasında tercih hakkı vermiştir.
Demek ki, kul tercihinde serbest bırakılmıştır. Kul ister Allah yaratır; kul
ister Allah verir.
Kulun, -kendi lehine olarak- dünya ve ahiret konusunda nasıl bir
istekte bulunması gerektiği ise Bakara suresinde beyan edilmektedir:
(Bize dünyada da iyilik ver; ahirette de iyilik ver). [Bakara/201]
Peki sadece dünya nimetini isteyen kişinin, ahiret nimeti hususunda
durumu ne olacak? Bu soruya da şu ayetlerle cevap verebiliriz:
("Bize dünyada ver" derler. Böyle kimselerin ahirette hiç
nasibi yoktur). [Bakara/200]
(Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz). [Şura/20]
3.
(Biz şükredenleri böyle
ödüllendireceğiz) ifadesinde yer alan şükür kavramının içini -yukardaki
açıklamaları da dikkate alarak- başka eylemlerle doldurup tanımlamak
mümkündür, şöyle ki: Şükür, Allah'ın izni olmadan hiç bir kimsenin
ölmeyeceğine inanmak, hem dünya, hem de ahiret nimeti istemektir.
Yüce Allah, bu şekilde şükredeni ödüllendireceğini söylemektedir. Demek
ki, iman ve tercihte isabet ödüle layık görülmektedir.
Tercihini sadece dünyadan yana kullanmayıp ahiret yurdunu da hesaba
katmak, en bilinçli hareket ve tavırlardan biridir. Bu tavır ve hareket, kendiliğinden
ödül getirmektedir. Buradaki ödülün teşvik edici bir mahiyeti de vardır.
[78]
146. Nice peygamberler vardır ki, Allah'ın sevgili kulları onlarla
birlikte savaşmışlar, Allah yolunda başlarına gelenden zerre kadar yılmamış,
gevşememiş, boyun eğme-mişlerdir. Allah sabredenleri sever.
147. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: "Ey
Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla; ayaklarımızı
sabit kıl; kafirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl".
148. Allah da onlara dünya nimetini, ahiret sevabının güzelliğini
verdi. Allah iyi davrananları sever.
146. ayette peygamberler tarihinden örnek verilerek savaşta gevşememenin,
yılmamanın ve boyun eğmemenin önemi anlatılmaktadır.
Ayette, gerçek mü'minlerin vasıflan şöyle sıralanmaktadır:
1. Peygamberler ve onlarla
beraber olan Allah'ın erleri, yani Allah'a ram olmuş insanlar gevşememişler,
zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemiş-lerdir. Anlaşılan o ki, Uhud savaşında
topukları üzeri dönüp kaçmak isteyenlere, mü'minlerin gevşemeyeceği, zayıflık
göstermeyeceği ve boyun eğmeyeceği ifade edilmek suretiyle kaçmalarını önleme
amacı güdülmektedir.
2. Yine 146. ayette, böyle bir
şahsiyete sahip olmanın alt yapısı verilmektedir. Bu da sabretmektir.
Sabretmek, gevşememenin, korkmamanın ve boyun eğmemenin psikolojik alt yapısını
teşkil etmektedir. Sabır (dayanma gücü), peygamber ve Allah'a ram olmuş
insanların en önemli özelliklerindendir.
3.
Yüce Allah, sabreden
kullarına sevgisini ilan etmektedir. Ayetin son kısmında, Allah'ın kimleri
sevdiği de açıklanmaktadır. Demek ki ilahî sevgi, savaşta gevşemeyen, zayıflık
göstermeyen ve boyun eğmeyen sabırlı kimseleri kucaklamaktadır
Savaştaki veya savaş dışındaki mücadelede gevşemeyen, zayıflık göstermeyen, boyun eğmeyen ve Allah'ın sevgisini kazanan sabırlı insanlar, Allah'a şu şekilde dua ederler:
1.
(Ey Rabbimiz! Günahlarımızı
ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla).
Bu kimseler, böyle dua etmekle, kendilerinin iman etmiş olmakla arınmış
oldukları iddiasında bulunmadıklarını ifade etmiş olmaktadırlar. Günahkar
olduklarına dair bu anlayışları, onların kibirlenmediklerini, ibadetlerine güvenmediklerini
gösterir ki bu, bir ruh erdemini ifade etmektedir.
Allah'a karşı kendini günahkar hissedip af dilemek, insanı şeytandan
ayıran en önemli özelliklerden biridir. İbadetlerine güvenerek cenneti garantilediğini
zanneden kimse, kibir ve gurur içinde demektir.
146. ayette iki grup insandan bahsedilmektedir: peygamberler ve Allah'a
ram olanlar.
Peygamberlerin günahı mı var ki -147. ayette zikredilen duada geçtiği üzere- af dilemişlerdir? Peygamberlerin ismetine (masum/günahsız olduklarına) inanan kimseler olarak bu soruyu nasıl cevaplandıracağız? Sorunun cevabına geçmeden önce şu ön açıklamayı yapmakta yarar vardır: İnsan açısından peygamberlerin günahsız olduğuna inanmak doğrudur; ama ilahî açıdan peygamberlerin de günah, ya da küçük hatalar işlemeleri muhtemeldir. Mesela Hz. Adem'in yasaklanan ağacm meyvesinden yeyip cezalandırılması buna örnektir. Ayrıca, (Bil ki, Allah'tan başka tanrı yoktur. Hem kendinin hem de mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların günahlarının bağışlanmasını dile) [Muhamed/19] ayetine göre, herkes için hata yapma olasılığı vardır. Âl-i İmran/147'de peygamberlerin ve Allah'a ram olan kimselerin, günahlarının affı için yaptıkları dua, bu nedenle zikredilmektedir.
Diğer taraftan onlar, işlerinde yaptıktan aşırılığın da affını
dilemektedirler. İşde aşırılığa gitmek de günah olmakla birlikte, burada işde
aşırılık, günahtan ayrı olarak anılmıştır. Razi bu ayrıma şu açıklamayı
getirmiştir: (zenb) küçük günah; (aşırı gitme) ise büyük günahtır.
(ze-ne-be) kelimesi, bir şeyin kuyruğundan tutmak anlamına geldiğine
göre, bu kelimeden türeyen (zenb=günati) kavramının da küçük günah olduğu
söylenebilir. Bu durumda işde aşın gitmek de büyük günah olabilir.
Zenb, ayrıca, suç anlamını da ifade eder. [Şurara/14]
İnsanın hangi konularda israfa gidebileceği ise şu ayetlerden
anlaşılmaktadır: Yanlış düşüncesinde aşın gidip inkara sapma hususunda
[Taha/127]; kendi kendini heder etme hususunda [Zümer/53]; fakirlerin hakkını
vermemekte [En'am/41]; yemek-içmekte [A'raf/31]; kısasta [İsra/33]; parasını
harcamada [Furkan/67]; yetimin malını yemekte [Nisa/6]; yalan söylemekte
[Mü'min/28]; şüphe etmekte [Mü'min/38]; homoseksüellikte [A'raf/81]; Allah'ın
vahyine büyü demek hususunda, peygamberi sihirbazlıkla nitelendirmek hususunda
[Enbiya/2-9].
Âl-i İmran/147'de ise, savaş anında aşın gitmekten kaynaklanan günah
kasdedilmiş olabilir; ama, /irö/kelimesinden sonra emr (iş) kelimesinin gelmesi,
genel manada yapılan işlerin tümündeki israfın bağışlanmasını istediklerini
göstermektedir. Bu duanın savaş anmda yapıldığı gerçeğinden hareket edersek,
savaş anındaki aşmlıklannın bağışlanmasını istedikleri anlaşılır.
Ayetin bu kısmına başka bir açıdan bakacak olursak diyebiliriz ki,
günahlarının ve işlerindeki aşınlıklann bağışlanmasını istemeleri, geçmiş
günahlara yönelik olabileceği gibi, gelecek günahlara yönelik de olabilir.
Diğer taraftan Yüce Allah bu ayetle, Hz. Muhammed'in ümmetine savaş
anında nasıl dua edeceklerini öğretmektedir. Böylece işlenen suçlardan, günah
ve hatalardan dolayı özür dilemenin, işlenen suçu itiraf ederek bir daha
yapmamaya karar vermenin büyük bir erdem olduğu öğretilmekte; hem dinî, hem
ahlâkî, hem de insanî eğitim yapılmaktadır. Bunun yanısıra, peygamberlerin ve
kendini Allah'a adayanların, günahlannı ve aşınlıklannı itiraf etmeyi ve af
dilemeyi itiyat haline getirdiklerine de işaret edilmektedir.
2. (Ayaklanmızı sabit kıl).
Ayakların sabit kılınması, savaş anında sağlam kalabilmeyi, bozguna uğramamayı,
kaçmamayı ifade etmektedir. Ama bu yorum, kılıçla yapılan bir savaş için
doğrudur. Günümüzde ise yeni birçok savaş türü çıkmış ve savaş taktikleri de
teknolojiye uygun olarak değişmiştir.
Bize göre buradaki ayak kelimesi, -biyolojik ve psikolojik manada- bütün
bedeni kapsamaktadır. Parçayı zikredip bütünü kasdetmek kuralından hareketle
bu anlamı vermek pekala mümkündür.
Birinci manaya göre, Allah Teala'dan, bedenî güçlerinin sağlam kalmasını ve savaşta cesaretlerinin kınlmamasını talep ediyorlar.
İkinci manaya göre, kültürel ve teknolojik savaşta beyinlerinin ve
gönüllerinin sağlam kalmasını istiyorlar.
Ayette geçen ayaklar'dan kasıt, beyin ve gönül'dür. Kültürel savaşta
nesillerin ayakta kalabilmesi, beyin ve gönüllerin sağlam olması ile
alakalıdır. (Ayaklarımızı sabit kıl) duası, bedenî ve ruhî olarak bizi sağlam
kıl anlamını ifade eder.
3. (Kafirler topluluğuna karşı
bize yardım et).
Duanın bu kısmından anlıyoruz ki, geçmiş peygamberler ve kendini Allah'a
adayan kimseler, kendi güçlerine güvenmemekte, Allah'ın yardımını istemektedirler.
Yine anlıyoruz ki onlar (peygamberler ve kendilerini Allah'a adayanlar), Allah
Teala'nın, inanmayanlara karşı kendilerine yardım edeceği inancını
taşıyorlardı.
Bu yardım dileme, Bakara/286'da da yer almıştı. Bir farkla ki,
Baka-ra/286'da dua edenler, Hz. Muhammed'in ümmetidir; Âl-i İmran/147'de ise
geçmiş peygamberler ile beraberlerinde olup kendilerini Allah'a adayan kimselerdir.
Savaş anında Allah'tan yardım dilemek, belli bir gruba ve çağa ait değildir,
her zaman Allah'tan yardım dilenmiş, düenilmekte ve dilenilecektir.
Kısaca diyebiliriz ki, peygamber ve onlarla beraber olan erdemli kimseler,
savaş amnda bile Allah'ı hatırlıyor ve O'ndan yardım diliyorlardı. Allah'ı
hatırlamak, önemli bir ibadet olduğundan, savaştan önce, savaş anında ve savaş
sonrasında Allah'ı hatırlamanın önemi vurgulanmaktadır.
Yapılan duada önce bağışlanma, ardından ayakların sabit kılınması, sonunda
da yardım talep ediliyor.
148. ayette Yüce Allah'ın dualarına karşılık olarak onlara, dünya
nimetini ve anketin güzel nimetlerini vereceği belirtiliyor. Ayetin son
kısmında ise, Allah Teala'nın iyilik yapanları sevdiği beyan ediliyor. Sadece
dünya nimetini istemeyip, dünya ve ahiret nimetini beraberce isteyene Allah da
her ikisini birden vereceğini söyleyerek, dünya ve ahiret arasında bir denge
kurulmasını önermekte ve bunun eğitimini vermektedir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki önce kulun duası ve talebi gelmekte
[Âl-i îmran/147]; ardından Allah'ın lütuf ve ihsanı gelmektedir [Âl-i
İmran/148].
Başka bir ifadeyle, istemek kuldan, vermek Allah'tandır. Dolayısıyla
kul istemeden Allah vermez. Duanın en güzeli, en makbulü ise, fiilî olanıdır;
yani irade ve güç dahilinde olan şeyin yapılması ve iyinin üretilmesidir.
Fiilî dua (yani yapılan güzel işler), gönülden kaynaklanan ve
dudaklardan dökülen istekleri Allah'a yükseltecek ve O'nun katından hem dünya,
hem de ahiret nimetlerini alıp getirecektir. Nitekim, Fatır/10'da güzel sözleri
Allah'a yükseltecek olan şeyin iyi ameller olduğu belirtilmektedir. Mesela,
tevbe etmek iyidir; ama yanlış davranışlardan vazgeçilmedikçe tevbenin kabulü
mümkün değildir. Namaz kılmayan bir adamın tevbesinin kabul görmesi için,
namaza başlaması gerekir.
(İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir) [Rahman/60] ayetiyle, iyilik
üretenlere iyilik verileceği kuralı konmuştur. Yani, Allah'ın iyilikle karşılık
vermesi için, kulun iyilik yapması şarttır. İyiyi üretenler, karşılığında hem
iyilik görür, hem de Allah'ın sevgisini kazanırlar.
(Güzel davranış üretenlere daha güzel karşılık, bir de fazlalık
vardır) [Yunus/26] ayetinde belirtilen fazlalığın, Âl-i İmran/148'deki Allah
sevgisi olduğu anlaşılmaktadır.
[79]
149. Ey iman edenler! Kafirlere itaat ederseniz sizi topuklarınızın
üzerinde gerisin geri döndürürler ve kaybedenlerden olursunuz.
150. Hayır, sizin mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en iyisidir.
Kafirlere itaat etmek, onlara tâbi olmaktır. Kafirlerden maksat da,
hakikati inkar edenlerdir. Uhud savaşı'nda kafirler müslümanlan şüpheye düşürüp
eski dinlerine, yani putperestliğe döndürmek için "Şayet Muhammed peygamber
olsaydı, savaşı kaybeder miydi?" diyorlardı.
Bazı alimlere göre, Uhud savaşı'ndan sonra müslümanlan dinlerinden
döndürmek için çalışan ve böyle diyenler yahudilerdi.
Bize göre ayetteki kafirler kelimesiyle, her çağdaki hakikat
inkarcıları kasdedilmiştir.
Bununla birlikte ayetin tarihsel boyutu dikkate alındığında kafirler
kelimesiyle, Uhud savaşı sonrasında,
(Bizim yanımızda olsalardı, ölmez ve öldürülmezlerdi) [Âl-i İmran/156]
diyerek müslümanlan eski dinlerine çevirmeye çalışan kafirlerin kasdedildiği
söylenebilir.
Ancek, Peygamberimizden sonra nice savaşlar yapılmış, yapılmakta ve
daha da yapılacaktır. O dönemin kafirleri, müslümanlan İslâm'dan döndürmek
için mücadele veriyorlar idiyse, Uhud savaşında din boyutunun yanısı-ra, kültür
boyutunun da bulunduğunu kabul etmek gerekir. Bu, savaş içinde savaş olduğunu
gösterir.
Günümüzde müslümanlan küfre veya hristiyanlığa döndürmek için savaş
verilmiyor mu?! Bir milletin kültürel bütünlüğünü bozmak, din ve kültürünü
değiştirmek için verilen mücadeleler, yapılan planlar, harcanan paralar Uhud
savaşma benzer mi? Uhud savaşında kafirlerin kullandıklan silahlar, günümüzde
zehir kusan kalemlere, makale ve kitaplara dönüşmüştür. Her kelime oktan, her
makale hançerden ve her kitap bombadan daha etkilidir. Artık savaş alanı,
-eskiden olduğu gibi Bedir kuyulan ve Uhud dağının eteği değil-insanlann beyni,
gönlü ve nefsidir; artık savaş silahlan ok, yay, kılıç ve mızrak değil,
kalemdir; dergidir, makaledir, kitaptır.
Hakikati inkar edenlere tâbi olmak, olumsuz anlamda değişim meydana
getirdiğinde, müslümanlar imandan inkara dönüşü yaşamış olacaklardır. Bu
değişim, doğal olarak başka bir değişimi getirecek ve müslümanlar zarara
uğrayanlardan olacaklardır. Böylece Yüce Allah zarar ve iflasa giden olgular
zincirini sosyolojik ve psikolojik açıdan açıklamaktadır. Kafire tâbi olmak,
imandan inkara, oradan da manen iflasa giden bir olgular zincirini meydana
getirmekte ve zincirin her halkası bir sonrakinin sebebi olmaktadır. Sebep-sonuç
ilişkisini kurarken Yüce Allah, psikolojik nedenlerin sosyolojik neticelere;
sosyolojik nedenlerin de psikolojik neticelere götürdüğünün öğretisini
vermektedir.
İtaat, tâbi olmaktır; tâbi olmak da kabullenmektir. Kabuller yanlış
ise, neticenin doğru olması mümkün değildir. Doğrunun elde edilemediği bir oluşum
da zarar ve iflası getirecektir.
Bu kaybı önlemenin yolu ise 150. ayette gösterilmektedir:
(Hayır sizin mevlanız Allah'tır. O, yardım edenlerin en iyisidir).
Bu ayette, kimin mevla (dost ve yardımcı) olduğu bildirilerek, kime
itaat edilmesi gerektiğine işaret edilmekte; kafirlere (hakikati inkar
edenlere) uymanın ise, yanlış bilgiden, yani dost ve yardımcının kim olduğunu
bilmemekten kaynaklandığı beyan edilmektedir. Demek ki, darda kalan insan
düşmanından yardım ister ve onun dostluğuna sığınır. Açlığın insanı düşmanın
kapısına götürmesi gibi; savaşta mağlubiyet de insanı düşmanın kapısına
götürür. İşte bu dost ve yardımcı arama eylemi, pek çok fedakarlık yapma
zorunluluğunu beraberinde getirir. Öyleyse, hayat mücadelesinde güçlü olmanın,
çalışmanın, ekonomiyi ve kültürü geliştirmenin zorunlu olduğunun bilincinde
olmak gerekir.
Dostluğu istenecek olan da, yardımı dilenilecek olan da Allah'tır. Bunu
bilmemek, imanı inkara değişmeye, kafire itaat etmeye sebep olur. Onun için
müslüman şöyle dua etmelidir:
(Sen bizim mevlamızsın; kafirler topluluğuna karşı bize yardım et).
[Bakara/286]
[80]
151. Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak
koşmaları sebebiyle, kafirlerin kalplerine yakında korku salacağız.
Gidecekleri yer de ateştir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!
1.
Kafirlerin kalplerine korku salınması
Korku, gönülde olan ve oluşan bir duygudur. Doğuştan getirilen korku olduğu gibi, sonradan meydana gelen korku da vardır. (Kafirlerin kalplerine yakında korku salacağız) ifadesinde, dışardan ve sonradan meydana gelen korku kasdedilmektedir.
Düşmandan korkmak, adeta en tehlikeli silahların karşısında savunmasız
kalmak demektir. Bir ordunun düşman ordusuna korku salması kadar etkili bir
silah olmayacağından Yüce Allah, kafirlerin kalbine korku salacağını ve
böylece de müslümanlara yardım edeceğini ifade buyurmaktadır. Kalbe korkunun
düşmesi, daha en başta savaşın kaybedilmesi anlamına gelir. Öyleyse savaş,
öncelikle gönülde kazanılmakta veya gönülde kaybedilmektedir.
Allah'ı dost edinmek ve O'ndan yardım dilemek, Yüce Allah'ın kafirlerin
kalbine korku salmasına neden olacaktır.
2. Kafirlerin kalplerine korku
salınmasının nedeni
(Şirk koşmaları sebebiyle...)
Allah Teala, kafirlerin kalplerine korku salmasının nedenini, şirk
koşmaları olarak göstermektedir. Onun için şirk büyük bir zulümdür; çünkü
gönlün kendi kendisine ihanetidir. Nasıl hain kendi ülkesine ihanet edip
kapılan düşmanlara açarsa, şirk de gönül ülkesine ihanet edip kapılarını korku
düşmanına açar.
Diğer taraftan şirk, dayanağı olmayan kalbî bir oluşumdur. Çünkü Allah
Teala, (hakkında hiç bir delil indirmemiştir). Delili olmayan şeyin dayanağı
yok demektir. Delil ve dayanaktan yoksun bir inanç, zulümden başka birşey
değildir. Şirkin zulüm olması, işte bu ilkeye dayanmaktadır.
Demek ki, dayanağı olmayan şirk, korkunun kalbe yerleşmesine neden olmaktadır.
Yüce Allah bununla, gönüldeki psikolojik oluşumların arasında da bir sebep-sonuç
ilişkisi olduğunu ifade etmektedir.
3.
Zalimlerin yeri çok kötü
olan ateştir
Yüce Allah, şirkin korkuyu, şirk ve korkunun da ateşi getireceğine işaret
etmektedir. Çünkü şirkin doğurduğu korku, kalbin ateşli silahlarla işgal
edilmesine sebep olmaktadır. Ayette geçen ateş kelimesi, hem bu dünyadaki
ateşi, hem de ahiretteki ateşi (cehennemi) ifade etmektedir. Şirk ahiret
ateşini tutuşturmakta, korku da dünyadaki savaşı kaybetmenin neticesi olan
çöküntünün ateşini yakmaktadır. Çünkü psikolojik, kültürel ve maddî savaşı
kaybetmenin verdiği üzüntü, hem ferdlerin gönüllerini yakıp kül etmekte, hem
de toplumun erdemini, asaletini, üstünlüğünü yakıp kül etmektedir. İşte gerek
ahiretteki ateş, gerekse de dünyadaki ateş, varılacak en kötü yerdir. Yüce
Allah, en büyük zulüm olan şirki gönlünde taşıyanları bu ateşe layık
görmektedir.
Bu ayetin en temel amacı, müslümanlann kafirlere itaat edip şirke dönmelerini
önlemektir. İnsanları yanlıştan caydırmak için, yanlışa düşenlerin nelerle
karşılacağım bildirmek, Kur'an'da tatbik edilen bir metoddur. Cezasını önceden
haber vererek, yanlıştan caydırma metodu, ilahî eğitimde öne çıkan bir
metoddur.
[81]
152. Allah, elbette, size verdiği sözü tuttu: O'nun izniyle düşmanlarınızı yok etmek üzereydiniz; ne var ki Allah size arzuladığınız (zaferi) gösterdikten sonra gevşediniz, (peygamberden gelen) emre aykırı davrandınız ve itaatsizlik ettiniz. Aranızda (sadece) bu dünyaya ilgi duyan kimseler olduğu gibi, ahirete gönül verenler de mevcuttu. Bunun üzerine Allah, sizi sınamak için düşmanları yenmenize mani oldu. Ama Allah, günahlarınızı bağışladı; zira Allah'ın insanlara lütfü sınırsızdır.
Bu ayetten birçok netice çıkarabiliriz:
1. Allah kafirleri helak etme
sözü verdi
(Allah kafirleri helak etmek ister). [Âl-i İmran/141]
Mü'minlerin, (Kafir topluluğa karşı bize yardım et) [Âl-i İm-ran/147]
diye yalvarmalarına karşılık, (Allah onlara dünya nimetini ve ahiret nimetini
verdi) [Âl-i İmran/148] ve kafirler topluluğuna karşı onlara verdiği yardım
sözünü Uhud savaşının ilk devresinde yerine getirdi. Yani, Uhud savaşı ilk
başta müslümanların lehine gelişmişti; Yüce Allah'ın lütfü, yardımı ve ihsanı
mü'minlerin üzerindeydi. Çünkü Allah mü'minlere yardım etme sözü vermişti ve
böylece onu yerine getirdi. İşte (Allah, size olan vaadini yerine getirdi)
[Âl-i İmran/152] ifadesi buna işaret etmektedir.
Peki Allah Teala, müminlere yardım etme sözünü bir döneme mi tahsis etmiştir? Bu soruya olumlu cevap vermemiz mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah iyilere her zaman ve her yerde yardım edeceğini beyan etmektedir. Bedir savaşında, Uhud savaşının başlangıcında ve Peygamberimizden önceki çağlarda iyilere her zaman yardım ettiği gibi, gelecek çağlarda da yardım edecektir. Çünkü Allah'ın muradı, dünyada fesat olmaması [Bakara/251], insanların inançlarından dolayı yurtlarından çıkarılıp mabetlerin mahvedilme-mesidir [Hac/40].
2.
Savaş, O'nun izni ile
kazanılır
Ayetin ikinci bölümünde (O'nun izni ile düşmanınızı yok etmek üzereydiniz) buyurulmak suretiyle, küçük bir cemaatin güçlü düşman ordusuna galebe çalmasının Allah'ın izni ile mümkün olacağı vurgulanmaktadır. Öyleyse, "Falan ordu, -daha kalabalık ve daha iyi silahlara sahip olduğu için- filan orduyu yendi" demek doğru değildir; zira bu, Allah'ın iznini, dilemesini, takdirini ve yardımını gözardı etmek anlamına gelir. Bunun karşılığı, Kehf/42-44 ve Kalem/l 6-31 'de geçen olgudur.
Din eğitimcileri insanlara, kainatta olan her iyi şeyin arkasında
Allah'ın dilemesinin, irade ve izninin bulunduğunu öğretmeli ve bir iş yapmaya
niyet ettiklerinde "Allah izin verirse veya Allah dilerse yaparım"
deme alışkanlığını kazandırmalıdırlar:
(Allah'ın dilemesine bağlamadıkça, hiç bir şey için "Bunu yarın
yapacağım" deme. Unuttuğun takdirde Allah'ı an ve "Umarım Rabbim
beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir" de)! [Kehf/23-24]
Müslüman böyle diyerek çalışmalarına başlar ve başarısının arkasındaki
ilahî iradeyi asla görmemezlikten gelmez.
3. Zaferi mağlubiyete
dönüştüren sebepler
İlk safhası müslümanlar lehine gelişen Uhud savaşının ikinci safhasında
müslümanlar aleyhine büyük bir değişim meydana geldi ve müslümanlar
mağlubiyetin acısını tattı.
[82]
Yüce Allah mağlubiyetin sebeplerini şöyle sıralamaktadır:
a) Zaafa düşmek
Zaferi elde ettiklerini görünce, müslümanlar, gevşeklik gösterdiler,
zaafa düştüler:
Bundan anlaşılıyor ki, galibiyet kesinleşinceye kadar işin sıkı tutulması, asla gevşeklik gösterilmemesi gerekiyor. Gevşeme ciddiyetsizliğe, ciddiyetsizlik de ilahî yardımın kesilmesine neden olur. Uhud'da mağlubiyete giden yolun ilk noktası, müslümanlann zaafa düşmeleridir.
b)
Emre aykırı davranmak
Hz. Peygamber Uhud savaşında mü'minlerden çoğunu savaş alanında
mevzilendirirken, elli kişilik bir grubu da -düşmanın bir çevirme harekatına
karşı kalkan oluşturması için- yakındaki bir tepeye yerleştirdi ve hiçbir durumda
yerlerini terketmemelerini emretti.
Savaş başlayınca, müslümanlar ölümcül saldırılarla müşriklere karşı kesin
bir üstünlük sağladılar; müşrikler kaçmaya başladı. Tam bu sırada, -birkaçı
hariç- okçular ganimet sevdasıyla yerlerini terkettiler. Bu durumu gören Halid
b. Velid bir grup müşrikle tepeye saldırıp orada kalanları şehit ettikten sonra
asıl müslüman ordusuna arkadan saldırdılar. Bu durumu müşahede eden müşrik
ordusu dönüp savaşmaya başladı. Böylece müslümanlar iki yandan kuşatılmış
oldu. Bu hengamede Hz. Peygamber de yaralandı, hatta öldürüldüğü şayiası
ortalığa yayıldı.
Galibiyetin bir anda mağlubiyete dönüşmesinin sebeplerinden biri de okçuların Hz. Peygamber'in emrine muhalefet etmeleridir.
c)
İtaatsizlik
(İtaatsizlik ettiniz).
Allah'a ve Peygamberine savaş anında itaatsizlik yapmak, ilahî yardımı
engelleyeceğinden, mağlubiyet mukadder olacaktır.
d) Dünyayı istemek
Uhud mağlubiyetinin bir diğer sebebi de dünyayı arzu etmektir: (Bazınız dünyayı istiyordu).
Dünya menfaatini öne alan okçuların bir kısmı, ganimet peşine düştü.
Peygamber'in emrine itaatsizlik etti ve bu da mağlubiyeti getirdi.
Müslümanların zaafa düşmeleri, emre aykırı davranmaları, itaatsizlik etmeleri
ve dünya menfaatinin peşine düşmeleri, Uhud'da galibiyeti mağlubiyete
dönüştürdü.
Hz. Peygamber'in tepeye yerleştirdiği elli okçunun onu yerini
terketmedi. Allah Teala bu davranışlarının arkasındaki niyeti ifade için şöyle
buyuruyor: (Kiminiz de ahireti istiyordu).
4.
Allah müslümanlan imtihan
etti.
Yüce Allah Uhud savaşındaki yenilginin bir imtihan olduğunu ifade buyurmaktadır:
(Sonra Allah, denemek için sizi onlardan vazgeçirdi).
Yani, Allah, müslümanlan imtihan etmek için düşmanlarını yenmelerine
mani oldu. Buradan hareketle, en iyi öğretim şeklinin imtihan olduğunu söyleyebiliriz.
Uhud'da mağlubiyet acısını tatmaları, müslümanlar için önemli bir tecrübe oldu.
Bu tecrübe daha sonraki savaşlara taşındı. Ayrıca Kur'an'da yer alarak daha
sonraki asırlar için bir bilgi kaynağı oldu.
5.
Buna rağmen Allah
müslümanlan bağışladı
Yüce Allah, hataların insanların kaderi haline gelmemesi için, affı
devreye sokmaktadır. Aslında mü'minler, Uhud savaşında yaptıkları hataların cezasını,
savaşı kaybetmekle çekmişlerdir. Dolayısıyla bu cezanın ardından affın gelmesi
doğaldır.
Yapılan hataları affetmesi, Allah'ın lütufkâr olmasındandır. Allah
lütufkâr olduğu için, müslümanlann hatalarını affetmiştir. Demek ki ilahî af,
Allah'ın lütuf pınarından akmaktadır. Öyleyse insanlar da birbirlerine karşı
lütufkâr davranmalı, işlenen hataları bağışlamalıdırlar.
[83]
153. O vakit siz, uzaklaşıyor ve kimseye bakmıyordunuz. Peygamber arka
tarafınızdan sizi çağırıyordu. Bunun üzerine (Allah) size, gam üstüne gam
verdi ki, kaybettiğinize ve uğradığınız felakete esef etmeyesiniz. Allah bütün
yaptıklarınızdan haberdardır.
Uhud savaşının sahnelerini anlatırken Yüce Allah, hem davranışları, hem
de mü'minlerin psikolojik durumunu tahlil etmekte ve bu bağlamda iki önemli
davranışa dikkat çekmektedir:
1.
Uzaklaşmak
Ayette geçen (sa'ide) kelimesi, dağa veya merdivene çıkmak anlamına gelmektedir. Yer kelimesiyle beraber kullanılınca uzaklaşmak, yüksek yerlere çıkmak, çabucak koşmak anlamını ifade eder. (sa'ade) kalıbından alınınca, dağa çıkmak; (tesa'ade) kalıbından güç gelmek, zahmet vermek; nefes ile beraber kullanılınca nefesin güç çıkması; gök ile kullanılınca göğe yükselmek; azap ile beraber kullanılınca şiddetli manalarına gelmektedir. [84]
1) Yükselmek
Bu anlamıyla kelime, manevî anlamda "Allah'a yükselmeyi"
ifade etmektedir; şu ayette olduğu gibi:
(O'na ancak güzel sözler yükselir). [Fatır/10]
Ayette, ancak temiz ve güzel sözün, düşüncenin Allah'a yükseleceğine
işaret edilmektedir.
2) Çıkmak
Kalbi daralan insanın durumunu ifade etmek için bu kelime kullanılmaktadır: (Göğe çıkıyormuş gibi). [En'am/125]
3) Şiddetli
Cin suresinde çetin, şiddetli manasına gelmektedir:
(Allah onu şiddetli azaba uğratır). [Cin/17]
4) Çetin yokuş
Müddessir suresinde, sarp, çetin ve acı veren yokuş anlamına
gelmektedir.
(Onu, acı veren çetin bir yokuşa süreceğim). [Müddes-sir/17] Bu anlamıyla da psikolojik/manevî bir azabı ifade etmektedir.
Sa'ûd kalıbında ve kullanıldığı yere göre, çıkılması zor olan çetin
yokuş anlamına gelmektedir.
5) Toprak, yer
Teyemmümle ilgili ayetlerde (sa 'îd) kalıbında toprak anlamında kul-lamlmıştıır:
(O zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin). [Nisa/43] Kehf/8'de toprak, Kehf/40'da ise yer anlamına gelmektedir,
6) Uzaklaşmak
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/153'de 'uzaklaşmayı', yani savaş
alanından uzaklaşmayı, kaçmayı ifade etmektedir.
Kaçmanın şiddetini göstermek üzere bu kelime kullanılmıştır.
2. Kimseye dönüp bakmamak
Uhud savaşındaki hengamede mü'minler korkup can derdine düşmüşler, kimseyle ilgilenmeden, kimseye bakmadan savaş alanını terketmek istemişlerdi. Bu hengameyi tasvir amacıyla, (Hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz) buyurulmuştur. (telvûne) kelimesinin aslı (levâ)dır. Bu kelimenin dört harfli kalıbı olan (elvâ) kelimesi, başı bir tarafa çevirip eğmek anlamına gelir. Ayette olumsuzluk edatı ile beraber kullanılmış ki, "hiç kimseye dönüp bakmamayı" ifade eder. [85]
1) Bükmek
Kur'an'da üç ayette "dilini bükmek" manasında
kullanılmaktadır. Âl-i İm-ran/78'de kutsal kitabı yalan-yanlış okumayı ifade
etmekte ve halkın, okunanı kitaptan sanması için dili eğip bükmeyi (sahte
okuyuşu) ifade etmektedir:
(Kitap ehlinden bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı
okurken dillerini eğip bükerler).
Kutsal kitabı bilen kişilerin halkı kandırmak için dillerini bükerek
okumalarını ifade etmektedir.
Nisa/46'da, yahudilerin kutsal kitaplarının hükümlerini
değiştirmelerini ve dine saldırmalarını ifade etmek üzere (dillerini eğip
bükerek) denilmektedir.
Nisa/l35'de ise şahitlikte, dilin eğilip bükülmesini (hakikat dışı
konuşmayı) ifade etmek üzere (Eğer dilinizi eğip bükerseniz) şeklinde kullanılmıştır.
2) Çevirmek
Bir kimsenin çağrısına veya konuşmasına olumsuz tepki göstermek için
başın çevirilmesini ifade etmek üzere kullanılmaktadır:
(Onlara, "Gelin, Allah'ın Peygamberi sizin için af dilesin"
denildiği zaman başlarını çevirirler). [Münafikun/5]
Âl-i İmran/153'de de bu anlamda kullanılmaktadır.
Bir kimsenin hakkını vermeyip onu oyalamak da bu kelimeyle ifade edilmektedir.
Kelimelerin veya hükmün tahrif edilmesi, değiştirilmesi anlamında da
kullanılmaktadır. Bir şeye velayet etmek, o şeye yönelip onunla meşgul olmak
demektir.[86]
Kelime, hem olumlu, hem de olumsuz manalarda kullanılır. Yorumunu
yaptığımız ayette olumsuzluk edatı ile gelmeseydi "birine dönüp
bakmak" anlamına gelirdi, olumsuzluk edatı ile beraber geldiğinden
"hiç kimseye dönüp bakmamak" anlamını ifade etmektedir.
Uhud yenilgisi, savaş alanından kaçma ve hiç kimse ile ilgilenmeme gibi
iki olumsuz davranışa sebebiyet vermiştir. Yenilgi insanda öyle bir psikoloji
meydana getiriyor ki, peygamberini ve arkadaşlarını savaş alanında bırakıp
onlara hiç bakmadan kaçmak gibi olumsuz bir davranışa neden oluyor. Uhud
yenilgisi, mü'minlerin iman gücünü ve karakter sağlamlığını ortaya çıkarmıştır.
Zorluk ve sıkıntılar, insanın karakterini bütün açıklığıyla ortaya
çıkarır. Uhud savaşındaki bu iki sahne de bunu teyit etmektedir.
Öyle ki, Hz. Peygamber'in arkalarından çağırmasına rağmen dönüp bakmıyorlardı:
(Peygamber ise, sizi arkanızdan çağırıyordu). Mağlubiyetin verdiği
moral çöküntüsü, korku ve çaresizlik, Peygamber'in bile çağırmasına aldırış
etmemelerine sebep olmuştur.
Mü'minlerin, Hz. Peygamber'in çağrısına ve konuşmasına aldırış etmemelerine
sebep olan iki olay vardır. Bunlardan biri Uhud mağlubiyetinin getirdiği moral
çöküntüsü, korku ve çaresizlik; diğeri de Münafık/11 'de işaret edilen
hâdisedir ki, ticarî menfaat için Hz. Peygamber'i hutbede bırakıp gitmişlerdir.
Korku ve menfaat, peygamberin bile terkedilmesine sebep olmaktadır. Öyleyse
korku ve menfaat, karakterin ölçüsüdür.
3.
Gam üstüne gam
Ayetin devamında buyuruluyor ki:
(Bunun üzerine Allah, gam üstüne gam ile sizi cezalandırdı).
Gam üstüne gam ile ne kasdedilmektedir? Bilindiği gibi, okçular ganimet
toplamak için yerlerini terkettiler. Ganimet yerine mağlubiyetle tanıştılar. İşte
gamın birincisi budur. Ekonomik menfaati ellerinden kaçırmaları, ardından da
mağlub olmaları onlara büyük keder vermiştir. Aslında bu gam aynı zamanda, Hz.
Peygamber'in emrine karşı gelmenin, itaatsizlik etmenin ve söz dinlememenin
neticesinde oluşan suçluluk duygusunun verdiği bir gamdır. Bize göre,
sonuncusu ekonomik menfaatin kaybından daha büyüktür.
Daha sonra Hz. Peygamber'in yaralandığını, dişinin kırıldığını,
amcasının öldürüldüğünü gören sahabe gam üzerine gam'a garkololdu. Okçuların
yerlerini terketmelerinin Hz. Hamza'nın ölümüyle alakası olmasa da, Hz. Peygamber'in
yaralanması ile alakası vardı.
Bunların dışında can derdine düşmeleri, savaşı kaybetmeleri, Medine'deki
ailelerinin hayatından ve mallarını kaybetmekten endişe duymaları ve esir olma
zilletiyle karşı karşıya kalmaları da ayrı bir gam sebebiydi.
Mü'minlerin gönülleri paramparça olmuş; ruh haletleri bozulmuştu. Ayetin
devamında onlara niçin gam üstüne gam tattınldığı da beyan edilmektedir:
4. Üzülmemeleri için Ayetin bu
bölümü şöyledir:
(Ne elinizden gidene, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye yapılmıştır).
Yüce Allah bunu, dünyevî değerlerin peşinde koşmanın neticesini göstermek;
laf dinlememenin, komutanla münakaşa etmenin, itaatsizlik etmenin yanlışlığını
öğretmek için yapmış; böylece elden çıkan nimet ve isabet eden bela karşısında
moral çöküntüsünün yanlış olduğunun eğitimini vermiştir. Yüce Allah öyle gamlar
verdi ki, ganimetleri kaybetmenin ve hatta mağlubiyetin üzüntüsünü unuttular.
Bedir ve Uhud savaşı bir bakıma ruh dengesini sağlamaya yöneliktir:
(Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız).
[Hadid/23]
Mü'minler elde ettikleri zaferden ötürü şımarmamalı; uğradıklan mağlubiyetten
ötürü de kendilerini heder edecek derecede üzülmemelidirler. Her iki durum da,
dünyaya karşı aşın düşkünlüğün göstergesidir.
Yüce Allah, elden çıkan nimetin ve isabet eden zararın doğuracağı üzüntüyü
disipline etmek için bu ayetleri indirmiş ve eğitimini Uhud savaşıyla
vermiştir.
5. Allah yapılanlardan
haberdardır.
Mü'mini yanlıştan alıkoyacak olan inanç budur. Savaşta veya herhangi
bir ortamda sergilenen küçük-büyük her davanıştan Allah'ın haberdar olduğunu
bilmek, insanı frenler.
[87]
154. Sonra O, bu kederin ardından, size bir emniyet duygusu,
bazılarınızı sarıp kuşatan bir iç sükûneti bağışladı; oysa sadece kendilerini düşünen
ötekiler, Allah hakkında yanlış fikirlere -putperest cahiliyye düşüncelerine-
kapıldılar ve "(Bu konuda) o zaman bir karar yetkisine sahip
miydik?" diye (kendi kendilerine) sordular. De ki: "Bütün karar
yetkisi, yalnızca Allah'a aittir!" (Onlara gelince,) onlar, "Eğer bir
karar yetkimiz olsaydı, ardımızda bu kadar çok ölü bırakmazdık" diyerek
(ey Peygamber,) sana göstermeyecekleri o (iman zayıflığını içlerinde saklamaya
çalışıyorlar. (Onlara) de ki: "Evlerinizde de kalmış olsaydınız,
(içinizden) ölümü takdir edilmiş olanlar, devrilecekleri yere mutlaka çıkıp
giderlerdi." Ve bu (başınıza gelenlerin tümü), Allah'ın göğüslerinizde
barındırdığınız her şeyi sınaması ve kalplerinizin içini her türlü boş ve yararsız
şeylerden arındırması içindir: Zira Allah, (insanların) kalplerindeki her şeyi
bilir.
Uhud mağlubiyeti münafıklarla mü'minlerin ayırdedilmesini sağlamıştır:
1.
Gamdan sonra güven ve uyku
Yenilginin getirdiği gamın altında korku ve güvensizlik vardı. Bu korku
ve güvensizlik beraberinde uykusuzluğu da getirmişti. Gönlünde gam, korku ve
güvensizlik olan kişinin uyuması mümkün değildir.
Yüce Allah, dünya menfaatinin peşinden tutku ile koşan insanların,
itaat ve saygı gibi değerleri kaybedip, münakaşa, itaatsizlik ve söz dinlememe
gibi davranışlara sapacağını, bunların neticesinin de keder, korku ve güvensizlik
olacağını beyan etmektedir.
Mü'minlerin korkusu, müşrik ordusunun geri dönüp kendilerini öldürdükten sonra Medine üzerine yürüyüp çoluk çocuklarını da öldürmeleriydi. İşte bu korkuyu meydana getiren güvensizlik, gamlarını da artırıyordu.
İşte bu ortamda Yüce Allah gerçek mü'minlerin gönlüne güven indirerek
uyumalarını sağladı. Demek ki ilahî yardımın en büyüğü gönüldeki korku ve
güvensizliğin giderilmesidir. Gönüldeki bu değişim, yardımın en büyüğüdür.
Zaten köklü değişimler önce gönülde başlar. İnkardan imana geçiş bunun en güzel
örneğidir. Korkudan güvene geçişi sağlayan değişim de, mü'minlerin
toparlanmasını, Allah'ın yardım vaadinin doğruluğunu teyit etmiş ve mü'minlerin
imanını kuvvetlendirmiş; böylece Yüce Allah hezimetin meydana getirdiği
psikolojik tahribatı ortadan kaldırmakla esas yardımını göndermiştir.
Yüce Allah'ın verdiği bu güven ve uyku mü'minlerden bir grubu sarmıştı:
'%$Ö&fe? (Sizden bir grubu sarıyordu).
İlahî yardım gönüllerdeki oluşumlara göre geldiğinden, münafıkları
dışlamaktadır.
2. Cahiliyet zannı ile
konuşmak
Uhud yenilgisi üzerine kalbinde hastalık olanlar ve münafıklar Allah
hakkında cahiliyet zannı ile konuşmaya başlamışlardı:
(Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah'a karşı haksız yere cahiliye devrindekine benzer düşüncelere kapılıyorlar, "Bu işten bize ne" diyorlardı). Can sevdasına düşmek, mü'minle münafığı ayıran önemli bir göstergedir. Uhud savaşındaki kayıp, mü'minle münafığı ayıran mihenk taşı yerine geçmiştir.
Canlan derdine düşen münafıkların düşünceleri ile cahiliyet düşünceleri
arasında bağlantı kuran Yüce Allah, şuur altında Allah'a karşı taşıdıkları düşüncelere
ve hakikatla ilgili olmayan sözler söylediklerine dikkat çekmektedir.
Kur'an'da günah olan zandan [Hucurat/12]; iyi olan zandan [Nur/12]; hakikatten
bir parça olmayan zandan [Necm/28] ve cahiliyet zannından [Âl-i İmran/154]
bahsedilmektedir. Cahiliyet zannını tanımlamak için de "hakka aykırı"
ifadesi kullanılmaktadır. Bu durumda, Necm/28'de tanımlanan zan ile bu ayetteki
zan aynı manayı taşımakta; yani hakikatten bir parça bulunmayan zan ile
hakikate aykırı olan zan aynı anlama gelmektedir.
cahiliye zannı) ifadesine, "cahiliye düşüncesi" manası
verilebilir. Cahiliye kafası ile şöyle dediler:
(O zaman bir karar yetkisine sahip miydik?)
Bu, Allah'ın mü'minlere savaşta yardım edeceği vaadiyle ilgili Hz.
Mu-hammed'in sözünün yalan olduğunu inkar anlamında bir sorudur.
Münafıkların cahiliye düşüncesiyle söyledikleri bu sözün ne anlama geldiği
de ayetin devamında açıklanmaktadır.
3.
Emir sadece Allah'a aittir.
Yüce Allah onların bu sözüne karşı Hz. Peygamber'e şöyle demesini emretmektedir:
(De ki: "Bütün karar yetkisi Allah'a aittir").
Kainatta cereyan eden tüm işlerde karar yetkisi tamamen Allah'a ait
olduğu halde, alay edercesine, "Bize düşen bir karar yetkisi var
mıdır?" demek, cahiliye zannından ibarettir.
İnsanların çeşitli alanlardaki basan veya başarısızlıklarının altında
kendi gayretleri vardır [Necm/39]; ama, başarının başarısızlığa, başarısızlığın
başarıya dönüşmesindeki nihaî karan Allah vermektedir. Onun için Yüce Allah
Bütün karar yetkisi Allah'a aittir buyurmak suretiyle, cahiliye düşünce tarzı
ile İslâmî düşünce tarzını ortaya koymuştur. Bütün karar yetkisinin Allah'a ait
olduğunu söylemek, İslâmî bir tavır takınmaktır.
4.
Münafıkça davranmak
(Onlar sana açıklayamadıklan-nı içlerinde gizliyorlar. "Bu işten bize bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik" diyorlar).
Münafığın en bariz vasfı içiyle dışının ayn olması, dili ile
söylediğinin kalbindekine ters düşmesidir. Nitekim Allah Teala, Uhud
yenilgisinden sonra bazı münafıklann, Hz. Peygamber'e söylemek istedikleri
halde söyleye-meyip içlerinde sakladıkları bazı şeylerin bulunduğunu
bildirmektedir. Diğer taraftan müfnafıklar, "Savaş konusunda bizim
kararamız sorulsaydı burada öldürülmezdik" diyecek kadar cahiliyet
düşüncesine kapılmışlardı.
"Karar yetkimiz olsaydı burada öldürülmezdik" demelerine
karşılık Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
(De ki: "Evlerinizde de kalmış olsaydınız, ölümü takdir edilmiş
olanlar, devrilecekleri yere mutlaka çıkıp gideceklerdi").
Bundan anlaşılıyor ki, Uhud savaşında ölenler, evlerinde kalsalardı
bile yine öleceklerdi; çünkü ölümleri takdir edilmişti. Tehlikeli ortamdan kaçmakla,
ölümden kurtulmak mümkün değildir. Şu ayet de bunun benzeridir:
(Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır, sarp ve sağlam kalelerde
olsanız bile)! [Nisa/78]
Ölümden kurtuluş sözkonusu olmadığına göre münafıkların, "Uhud
savaşına katılmasalar ölmezlerdi" şeklindeki görüşleri doğru değildir. Bu
söz, ca-hiliye düşüncesinin ürünü olmasının yanısıra, münafıklığın da
göstergesidir. Aslında bu durum, kader bağlamında bugün de tartışılmakta ve
bazıları "Madem ki, ölüm önceden yazılmıştır, o zaman neden bir insanı
öldüren katil oluyor?" diye sormaktadır. Bu soruyu ikinci ciltte
Bakara/178 ayetinin tefsirinde cevaplandırmıştık. Burada şu kadarını
söyleyelim: Katil, öldürdüğü insanın ömrünü kısaltmıştır. Çünkü o, insanı
öldürürken onun ölümü takdir edilmektedir. Yüce Allah mü'minlere Uhud'da
mağlubiyet acısını tattırıp gam üzerine gam vermesinin; sonra gamlarım huzur ve
güvene dönüştürmesinin, uyku sardırmasının, cesaretlerini arttırmasının sebep
ve hikmetlerini ayetin sonraki bölümünde açıklamaktadır.
5. Göğüslerdekini denemek ve
kalplerdekileri temizlemek Yüce Allah bunları neden yaptığını şöyle
açıklamaktadır:
(Allah göğüslerinizdekini denemek ve kalplerinizdekileri temizlemek için).
152. ayette Uhud mağlubiyetinin bir imtihan olduğu ifade edilmişti. Burada
ise, gam üstüne gamın güven ve uykuya dönüştürülmesinin sebep ve hikmetinin,
göğüslerdekini denemek ve kalplerdekini temizlemek olduğu ifade edilmektedir.
Mağlubiyet sadece münafıklardaki cahiliyet düşüncesini ortaya çıkarmakla
kalmadı; mü'minlerin de zaaflarının ortaya çıkmasına; kaçmalarına, kimseye
aldırış etmeyecek kadar can derdine düşmelerine ve Hz. Peygamber'in çağırışına
uymamalarına neden olmuştur.
Bu ve benzeri yanlış davranışların merkezi ise göğüs ve kalp
olduğundan, Allah Teala mü'minlerin göğüslerindekini sınayıp kalplerini
temizlemek için bu değişimi gerçekleştirmiştir.
6. Bütün bunlar bilgiye
dayanır
Göğüslerdekini denemek ve kalplerdekini temizlemek, ancak kuşatıcı ve sınırsız bir bilgi ile mümkün olur. Onun için ayetin sonunda (Allah içinizdekini bilir) buyurulmaktadır. Bunu beşerî aleme şu şekilde indirgeyebiliriz: İnsanın iç aleminde köklü bir değişim meydana getirebilmek için ilahî bilgiye ihtiyaç vardır.
İnsanın manevî yapısını/psikolojisini iyi bilmek gerekiyor. Allah Teala
Kur'an'da, kaderde nasıl bir insan projelendirdiğini, manevî yapısının nelerle
örülü olduğunu bildirmektedir. Din alimleri ve görevlileri bu bilgilere sahip
olmadıkça din eğitimini gerçekleştiremez ve eğitimden basan elde edemezler.
[88]
155. Uhud'da iki ordunun karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri,
sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan tökezletti. Yine de Allah onları
affetti. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, halimdir.
1.
Savaştan kaçmak
Ayette Uhud'da savaştan kaçma meselesi ele alınmaktadır. Razi, savaştan
kaçanların isimlerini vermektedir; ancak bunların doğruluğu konusunda tereddüt
ettiğimiz için zikretmeyi uygun bulmuyoruz. Mü'minlerden bazılarının savaş
alanını terkettikleri ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Önemli olan kimlerin
savaştan kaçtığı değil, savaştan kaçma olgusudur. Savaştan kaçma, sadece Uhud
savaşıyla sınırlı değildir; Uhud'dan önce ve sonra da olmuştur. Savaş'tan kaçma
olgusu çok önemli olduğundan Kur'an'da yer almış ve kötülüğü anlatılmıştır.
Unutulmamalıdır ki savaştan kaçmak büyük bir suç ve günahtır. Namusunu,
vatanını, bağımsızlığını müdafaa etmeyip kaçmanın büyük bir suç ve günah
olması doğaldır.
Böylesine büyük bir suç ve günahın olduğu yerde şeytan otağını kurar.
Çünkü savaştan kaçmak, insanlığın ve maneviyatın kirlenmesi demektir.
2. Şeytan insanın ayağını
kaydırır
Savaştan kaçmak gibi büyük bir suç ve günahın olduğu ortamda şeytan
kendini hissettirir; onun istekleri ortalıkta kol gezer ve insanın nefsini harekete
geçirerek ayağının kaymasına sebep olur. Bu da, Allah ile olan gönül
ilişkisinin kopmasına sebep olur. Ayet bu durumu şöye beyan ediyor:
(Sırf işledikleri hatalar yüzünden şeytan onların ayağını kaydırdı).
Muhammed Esed, Kur'an Mesajı adlı eserinde bu konuyla ilgili şu açıklamayı
yapmaktadır:
Bu durum, Kur'anî ilkenin tasviridir. Şeytanın insan üzerindeki
etkinliği, günahın ana nedeni değildir, ama onun ilk sonucudur. Yani, kişinin
ahlâkî bunalım anlarında önündeki alternatiflerden daha kolay ve görünüşte
daha rahat olanını seçmesine ve böylece bir şeyi yaparak veya yapmayı ihmal
ederek günah işlemesine yol açan kendi zihinsel tavrının bir sonucudur.
Böylece Allah'ın bir kimsenin günah işlemesine neden olması, onda böyle bir
günah işlemeye yatkınlık oluşturan zihinsel tavnn mevcudiyetine bağlıdır ki bu
da, insanın irade serbestisine, yani iki veya daha fazla muhtemel davranış
tarzı arasında belli sınırlar içinde bilinçli bir seçim yapma yeteneğine sahip
olduğunu varsayar.
Muhammed Esed'in açıklamasından şunu anlıyoruz: Şeytan, insanın zihnindeki, gönlündeki ve nefsindeki oluşumlara göre etkinliğini göstermektedir. Şeytanın etkinliğini artıran veya azaltan şey, insanın beynindeki, gönlündeki ve nefsindeki manevî alt yapının kuvvetli veya zayıf olmasıdır. İnsana tanınan seçme hürriyetini doğru kullanma yeteneği, önündeki alternatif davranış şekillerini benimsemedeki tavrının isabetli olup olmamasına bağlıdır.
Bu açıklamadan sonra ayete dönersek, savaştan kaçma eylemini bizzat insanlar
gerçekleştirdiği için ayet onları fail olarak takdim etmektedir. Gevşemeleri,
Hz. Peygamber'in verdiği emre aykırı davranmaları ve itaatsizlik etmeleri,
onların yaptığı hatalardı. İşte bu hataları sebebiyle şeytan onların ayağını
kaydırmıştır.
Hz. Adem ile eşinin ayağını kaydıran da şeytandır [Bakara/36]; ama bu
kaydırma işi onların yasak ağaçtan yemeleriyle gerçekleşmiştir [Bakara/35-36].
Hz. Musa bir adama vurup öldürünce, (Bu şeytan işidir) demiştir [Kasas/15].
Şeytan unutturur [Kehf/63]; şeytan kardeşlerin arasını bozar [Yusuf/100].
İşte bunlar, şeytanın ayak kaydırmalarıdır. İnsanın gönlünde müsait bir
ortam bulmadan, şeytanın ayak kaydırması mümkün değildir. Çünkü yaptırım gücü
olmadığını kendisi itiraf etmektedir:
(Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu). [İbrâhim/22]
3. Allah affeder
İmanlı olmasına rağmen hataları sebebiyle şeytanın ayağını kaydırdığı
ve savaştan kaçmasına neden olduğu insanı Yüce Allah af kapsamına almaktadır.
Ayetin bu kısmından şu neticeyi çıkarabiliriz: İnsan suç ve günah işler; bu
nedenle şeytan onun ayağını kaydırır; Allah affeder.
Ayetin bu kısmında Yüce Allah affediciliğini ve hilmini devreye sokmaktadır. Zû (hilm), müsamahakar davranmak anlamına gelir. Demek ki, Allah affedici ve müsamahakardır.
Allah savaştan kaçanları tevbe ettikleri takdirde bağışlar; ama,
dünyevî hukuk açısından savaştan kaçma suçu bağışlanabilir mi? Nisa/48'de, şirk
dışında günahların affedileceği hükmü yer almaktadır. Bize göre, Yüce Allah
kendi affını, dünyevî hukuk için de bir örnek olarak sunmakta ve dünyevî hukuk
açısından da atfedilebileceğine işaret etmektedir.
[89]
156. Ey iman edenler! Sakın sefere veya savaşa çıktıktan sonra
kardeşleri hakkında "Bunlar bizim yanımızda kalsalardı ölmezler veya
öldürülmezlerdi" diyen kafirler gibi olmayın. Allah bunu onların içine yürek
yarası yaptı. Allah yaşatır ve öldürür, bütün yaptıklarınızı hakkıyla bilir.
157. Allah uğrunda öldürülür yahut ölürseniz, şunu bilin ki, Allah'ın
mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha değerlidir.
158. Çünkü, ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.
Bu üç ayet birbirlerini tamamlar mahiyette olduklarından, tefsirlerini
bir arada yapmayı uygun bulduk. Birinci ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:
1.
Yüce Allah bazı konularda
mü'minlerin kafirlere benzememelerini, onlardan farklı olmalarını
istemektedir.
(Ey iman edenler! Kafirler gibi
olmayın) ifadesi, düşünce yapısı itibariyle mü'minin kafirden farklı olmasını,
aralarında benzeşmenin olmamasını beyan etmektedir. Hangi konuda kafirlere
benzemenin yasaklandığı da ayetin devamında açıklanmaktadır:
(Sefere veya savaşa çıktıktan sonra kardeşleri hakkında "Bizim
yanımızda kalsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi" diyen kafirler gibi
olmayın).
Bu söz, kafirin düşüncesini yansıtmakta ve ilahî kadere tamamen ters
düşmektedir. Kimin nerede ve ne zaman öleceğinin bilgisi Allah katındadır
[Lokman, 34]. Ayrıca bu söz, Yüce Allah'ın Âl-i İmran/154'de koyduğu kanuna da
ters düşmektedir:
(De ki: "Evlerinizde de kalmış olsaydınız, ölümü takdir edilmiş
olanlar, devrilecekleri yere mutlaka gideceklerdi").
Ölüm olgusunda gaybî bir özellik olduğundan kader alanına giren bir boyutu
vardır.
Kadere ya da gayba inanmayan insanlar bu şekilde düşünür ve ifade ederler.
Kafirler, sosyal olgular veya olaylar üzerindeki beşerî irade ile ilahî iradeyi
ayıramadıkları için sebep-sonuç arasında -özellikle manevî konularda-bağlantı
kuramazlar. Hakikati inkar ettiklerinden; takdirin, ilmin ve yaratmanın yerini
dolduramazlar. (Yanımızda olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi) sözünün
arkasındaki düşünce yapısı, mü'minler tarafından asla paylaşılamaz ve bu konuda
bir benzeşme olamaz ve olmamalıdır. Bu konuda, mü'minin düşünce yapısını şu
ayet belirlemelidir:
(Doğrusu güldüren de, ağlatan da O'dur; öldüren de dirilten de O'dur).
[Necm/43-44]
Madem ki öldüren de dirilten de Allah'tır; o zaman, hayatta kalmasını
takdir ettiği kimseler, savaşta da ölmez; ölümünü takdir ettiği kimseler ise
savaşa gitmeseler bile ölür.
Bu sözleriyle kafirler, -ahirete inanmadıklarından- Allah uğrunda ölmenin
pisi pisine ölmek olduğunu sanmaktadırlar.
Halbuki mü'min ölümün ebedî hayata giden bir başlangıç olduğunu, ruhun
Allah'a döndüğünü, şehit olanın -biz idrak edemesek de- farklı bir hayat tarzı
içinde yaşadığına inanır. B akara/l 54'de Yüce Allah, şehitlere ölü denemeyeceğini
ve onların hayatta olduklarını beyan etmektedir. Kafir, ölümden sonraki hayatı
inkar ettiği için böyle bir düşünceye kapılmakta ve ağzından bu kelimeler
dökülmektedir.
Ayette geçen (Kardeşleri için dediler) ifadesine Zemahşeri, "Kardeşlerinden
ötürü dediler" şeklinde mana vermektedir.[90]
Buradaki 'kardeş' kavramına dikkat edilmelidir. Kafirlerin kardeş diye
bahsettikleri kimseler Uhud savaşında öldürülen mü'minlerdi. Razi, kafirin
mü'min için kullandığı kardeş kelimesiyle, neseb kardeşliğinin kasdedilmiş
olabileceğini söylemektedir. Tıpkı, (Ad kavmine kardeşleri Hud'u gönderdik)
[Hud/50]; ÛfiJÖ&İu (Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik) [Hud/61]
ayetlerinde olduğu gibi.
Bu düşünceden hareketle, ayetteki kardeşliğin, din kardeşliği değil, neseb
kardeşliği olduğunu söyleyebiliriz. Ama ayetteki 'kardeş' kelimesine başka bir
açıdan bakmak da mümkündür; şöyle ki: Uhud savaşında ölenlerin bazıları
münafık olabilir. O zaman kafirler mü'minlere değil, ölen münafıklara kardeş
demiş olurlar ki bu durumda 'kardeş' kavramının içini, "inanç kardeşliği"
şeklinde doldurmak yerinde olur.
Ayetin bu kısmını Uhud savaşı ile sınırlamak doğru değildir. Çünkü
kafirlerin bu düşünce tarzları ve ifade biçimleri kıyamete kadar sürecektir.
2. Acı pişmanlık
(Allah, bu tür düşünceleri onların kalplerinde acı bir pişmanlık kaynağı yapacaktır).
Ayetteki (hasret) kelimesine, "acı bir pişmanlık" manası
verdik. Buradan hareket edildiğinde, pişmanlığın merkezinin kalb olduğu
anlaşılır. Doğru ve hakikat ile alakası olmayan düşünce tarzlarının kalpte acı
bir pişmanlığa dönüştüğüne dikkat çeken Yüce Allah, (Bizimle beraber
olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi) şeklindeki yanlış düşüncenin, kalpte acı
pişmanlık olarak ortaya çıktığına işaret ederek, pişmanlıkların kaynağı hakkında
bilgi vermektedir.
Münafık kardeşlerinin savaşa gitmelerine mani olmak için sarfettikleri
gayretin boşa gittiğini gören kafirler, bu sözleriyle duydukları pişmanlığı dile
getirmiş olabilirler.
3. Öldüren de dirilten de
Allah'tır.
Kalpteki acı hasreti ortadan kaldıracak şey, öldürenin de, diriltenin
de Allah olduğu inancı ve bilgisidir. Hayatı verenin ve ölüme hükmedenin Allah
olduğunu kabullenmek, hem ölümün kötü görülmesini önler, hem de savaştaki
kayıpların acı pişmanlığa dönüşmesine mani olur.
Demek ki, ölüm olgusunun Allah ve insan ile olan ilişkisi konusundaki
yanlış düşüncenin ortadan kaldırılması için, canı verenin ve alanın kim olduğu
konusunda sağlam bir bilgi ve inanca sahip olmak gerekmektedir.
4.
Allah yapılanı görür.
Allah insanların bütün yapıp ettiklerini gözlemektedir. Savaşa gidenle,
evinde oturanların ve savaştan kaçanların eylemlerini gözlemekte olduğundan,
onlar hakkında değerlendirmesini de yapacaktır.
157. ayet, 156. ayete bağlı olarak yorumlanmahdır. (Bizim yanımızda olsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi) ifadesinde pişmanlığın yanısıra, Allah uğrunda ölmenin çirkin görülmesi, dünya hayatının ve değerlerinin şehitliğe tercih edilmesi de vardır. İşte 157. ayet bu tarz değerlendirmenin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir.
Ölüm olgusundan kaçmak mümkün olmadığına göre, Allah yolunda ölmek
elbette tercihe şayan olmalıdır. 157. ayette, Allah yolunda öldürülen veya
ölen kimsenin ilahî mağfiret ve rahmete kavuşacağı vaad edilmektedir. Bunun
içindir ki ayette, insanın bu dünyada toplayıp yığacağı dünyevî değerlerle,
ilahî mağfiret ve rahmet karşılaştırılmakta, mağfiret ve rahmetin daha üstün
olduğu mesajı verilmektedir.
Vatanını, dinini, namusunu ve bağımsızlığını müdafa etmek için Allah uğruna
ölen kişi, Allah'a olan sevgisini, kulluğunu, sadakat ve samimiyetini is-bat
etmiştir.
Yüce Allah canı ile bunu isbat eden kişiye af ve rahmetini vaad etmektedir.
Dünyevî hiçbir değerin, ilahî af ve rahmetle kıyas edilemeyeceğini bildiren bu
ayet, ilahî af ve rahmetin mutlak; dünyevî nimetlerin ise izafî olduğuna da
işaret etmektedir. Mutlak değerler elbette izafî değerlerin üstünde bir kıymete
sahiptir. Onun için ayette (hayn=daha üstün) kelimesi kullanılmış, böylece iki
değer sistemi arasında mukayese yapılmıştır.
Zımnen iki ölüm tarzı da mukayese edilmekte; yatağında ölen kişiyle, Allah
uğruna ölen kişinin bir olamayacağını da belirten bu ayet, "Ölürsem şehidim"
diyen mü'minin psikolojisinin ne kadar yüksek düzeyde bir erdem taşıdığına ve
onunla savaşmanın ne kadar zor olduğuna da işaret etmektedir.
Allah uğrunda öldürülme veya ölme, doğrudan affa ve rahmete dönüşmektedir.
İşte bu mağfiret ve rahmet, Allah yolunda ölen ya da öldürülen kişiye
ölümsüzlük getirdiğinden, Bakara/154'de şehitlere ölü denmesi yasaklanmaktadır.
İnsanların bu dünyada toplayıp yığdıkları, ebedî değildir; her zaman
için kaybedilme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Dünyevî nimetler için
sarfedilen bütün gayretler; onların yok olması ile heba olabilir. Onun için
Nahl suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Çünkü sizin katınızdaki tükenir; ama Allah katındaki kalıcıdır).
[Nahl/96]
Bu ayeti, yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/157. ayetle birlikte
düşünürsek, "Daha hayırlıdır" ifadesini, "Daha bakidir"
şeklinde açıklayabiliriz. Dünyevî nimetleri toplayıp yığmak için Allah yolunda
yapılan savaştan kaçmak geçici olan değerlerin peşinde koşmaktır; ama Allah
yolunda verilen can, sonsuz nimetlere kavuşmaktır. Dünyevî ve uhrevî değerler,
Kehf suresinde de şöyle mukayese edilmektedir:
(Servet ve çocuklar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler
ise Rabbinin katında hem sevapça daha üstün, hem de ümit bağlanmaya daha
layıktır). [Kehf/46]
Allah yolunda ölme veya öldürülme iyi amellerin en başında geldiğinden,
daha değerli ve ümit bağlamaya daha layıktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah insanı kendi yolunda savaşmaya
motive etmek için, yatağında ölmekle Allah uğrunda ölmeyi; Allah uğrunda
ölmekle elde edilecek değerlerle, savaştan kaçarak elde edilecek dünyevî değerleri
mukayese etmekte ve insana bilinçli hareket etmesini öğretmektedir.
Bu öğretim faaliyeti, din eğitiminin en önemli kısmını oluşturmaktadır.
Şehit olduğunda mağfiret ve rahmete kavuşacağına inanan kimseyle, Allah
yolundaki bir savaşta öldüğünde pisi pisine ölmüş olacağını düşünen kişinin
savaşması mümkün değildir. Onun için din eğitimi, daha savaş başlamadan önce
insanların psikolojilerinde zaferi kazandıracak eğitimi vermelidir. İşte Yüce
Allah bu açıklama ile mü'minlerin daha savaş başlamadan önce, savaştan kaçan
[Âl-i İmran/155] ve savaşta ölen kardeşleri için hasret çekenlere [Âl-i
İmran/156] karşı savaşı kalp ve gönüllerinde kazanmalarını temin etmektedir.
Savaşırken Allah'ın mağfiretini ve rahmetini düşünen kimseyle, geride bıraktığı
mallarını ve çocuklarını düşünen kişinin savaşması imkansızdır; zira o kişi
savaşı gönlünde kaybetmiştir.
158. ayette, normal olarak ölen kimselerle savaşta şehit edilen
kimselerin tümünün Allah'ın huzurunda toplanacakları bildirilmektedir. Bu
toplantı anına 'mahşer' adı verilmektedir, (Andolsun, ölseniz de öldürül-seniz
de Allah'ın huzurunda toplanacaksınız) ifadesiyle Yüce Allah, dünyevî nimetleri
toplayıp yığanlarla, canını Allah yolunda verenlerin ahirette Allah huzurunda
bir araya geleceklerini ve orada kimin daha üstün ödül alacağını beyan
etmektedir.
Diğer taraftan ayette, Yüce Allah'ın verdiği cüzi iradeyle ilahî
iradeyi yok sayarak dünyada kendine bir yol çizen kimsenin, ahirette iradesinin
olmayacağı, orada hükmün, iş ve iktidarın sadece Allah'a ait olacağı da
vurgulanmaktadır. Dünyada sahte tanrıların, kendi nefislerinin, düşünce ve
felsefelerinin etrafında toplanan kimselerin, ahirette Allah'ın huzurunda
toplanacaklarına işaret edilmekte, bunun dünyada bilinmesini istemektedir.
[91]
159. O zaman Allah'tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın!
Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından ayrılıp
giderlerdi. Öyleyse onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında
onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü
Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.
Uhud savaşı ile ilgili olan bu ayetin analizi yapıldığında, bağrında
çok önemli sonuçlan barındırdığı anlaşılır:
1. İlahî rahmet yumuşak
davranmayı gerektirir.
Uhud savaşından önce, düşman ordusunun nerede karşılanacağı konusunda
Hz. Peygamber arkadaşları ile istişare yaptı. Neticede onların, düşmanın şehir
dışında karşılanması gerektiği yolundaki görüşlerine uydu. Böylesine önemli bir
konuda onlarla istişare etmesi ve onların görüşüne uyması, Hz. Peygamber'in ne
kadar hoşgörülü olduğunun delilidir.
Yine Hz. Peygamber, Uhud mağlubiyeti başgösterince savaştan kaçan
müs-lümanlan affetti ve onlara yumuşak davrandı. Yüce Allah Hz. Peygamber'in,
savaştan kaçanlara yumuşak davranmasını övmek için bu ayeti indirmiş ve bu
davranışının Allah'ın rahmeti sayesinde olduğunu beyan buyurmuştur.
İlahî rahmetin en önemli neticesi, yumuşak davranmaktır. Hz. Peygamber'in
mü'minlere yumuşak davranması, onun ilahî rahmetle kuşatıldığını gösterir.
Çocuklarına, öğrencilerine, işçilerine ve halkına yumuşak davranan ana-babalar,
öğretmenler, iş verenler ve idareciler ilahî rahmetin kendilerini kuşattığına
inanabilirler. İlahî rahmetin bulunmadığı bir toplumda idareciler halka,
öğretmenler öğrencilere, iş verenler işçilere katı davranırlar.
Ayetin bu kısmında, peygamber ahlâkına dikkat çekilmesinin yanısıra, o
ahlâkın en önemli unsurunun da insanlara yumuşak davranmak olduğuna,
birbirlerine yumuşak davranan kimselerin de, -yumuşaklığın derecesi ve boyutu
nisbetinde- ilahî rahmete nail olacaklarına işaret edilmektedir.
Yumuşak davranmak veya yumuşak söz söylemek eğitimde çok önemli
metodlar arasında yer almaktadır:
(Firavun'a gidin. Çünkü o, iyice azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki
o, düşünür ve saygı duyar). [Taha/43-44]
Görüldüğü gibi Yüce Allah Hz. Musa ile kardeşi Hz. Harun'a Firavun'a
bile yumuşak söz söylemelerini emretmekte ve yumuşak sözün düşünceyi harekete
geçiren ve saygı uyandıran bir etkinliği olduğuna işaret etmektedir.
Sebe/10'da Hz. Davud'a demirin yumuşatıldığı söylenmektedir. Demir
yu-muşayınca şekil verilmeye müsait hale gelmiş demektir. Yumuşak davranma ve
konuşma da eğitim açısından insanın şekil almasını kolaylaştırır. Yumuşayan
şey kolay şekil alır; yumuşak söz ve davranışlar da insanın kolayca şekil almasını
temin eder.
Ayetin ikinci bölümünden, yumuşak davranışın toplayıcı/birleştirici;
kaba ve katı kalpli davranmanın ise dağıtıcı olduğu anlaşılmaktadır.
2.
Katılık iticidir
Ayetin ikinci kısmında, yumuşaklığın zıttı olan katılık ele alınmakta
ve kötü etkisi açıklanmaktadır:
(Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, elbette, etrafından dağılıp giderlerdi).
Ayetin bu kısmında geçen (fezza) kelimesi anlayışsız, hoyrat, kötü
kalpli, kaba, cahil, kötü huylu olmayı ifade etmektedir. (galîz) kelimesi ise
kalın, sert, katı, şiddetli manasına gelmektedir. Her iki kelime de, anlayışsız
ve katı davranışın kalple bağlantılı olduğunu göstermektedir. Davranışa yön
veren etkenlerden biri olan kalbin durumuna dikkat çekilmekle birlikte,
kasdedilen davranışın kendisidir. (Kaba, katı kalpli olsaydın) ifadesi,
"Kaba ve katı davransaydın" anlamına gelir. Böylece, kalbin davranışı
ile bedenin davranışı aynileştirilmiştir.
Ayetteki kaba ve katı kalplilik, yumuşaklığın zıttı olduğundan, yumuşaklığın
merkezininin gönül olduğu anlaşılır. Yumuşak davranmanın insanları birleştirici
olmasına karşılık, kaba ve katı davranmanın dağıtıcı olduğunu vurgulayan Yüce
Allah, bu davranışların gönülde başlayıp topluma yayıldığına da dikkat
çekmektedir.
Dikkat edilirse ayette, yumuşak davranmanın kaynağında ilahî rahmetin,
kaba ve katı davranmanın kaynağında ise kulun iradesinin bulunduğuna işaret
edilmektedir. Kaba ve katılıkta kulun iradesi, yumuşak davranmada ise Allah'ın
rahmeti itici güç olmaktadır.
Liderin etrafından ayrılmak, hem sosyal, hem de siyasî boyutu olan bir
davranıştır. Savaş esnasında gerçekleşmesi halinde, askerî bir anlam taşır.
Sosyal, siyasî ve askerî bir niteliğe sahip olsa bile, hâdisenin kaynağında
gönlün bulunduğu ayetten anlaşılmaktadır. Demek ki, yumuşak söz ve davranış
çekici; kaba ve katı kalplilik ise iticidir.
Yumuşak kalpli olmanın en önemli ürünlerinden biri, affedici olmaktır.
3.
Affetmek ve bağışlanmaları
için dua etmek
Allah'ın rahmeti inceliğe, yumuşaklığa, oradan da bağışlamaya giden bir
çizgi izlemektedir:
(Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et).
Allah Teala Hz. Peygamber'e, Uhud savaşında kendisini yalnız bırakıp kaçanları affetmesini, onlar için Allah'tan da af dilemesini emretmektedir.
Hz. Peygamber'in affetmesi dünyevî hukukla, Allah'tan bağışlanmalarını
dilemesi de ahiretle ilgilidir. Hz. Peygamber'in onları affetmesi, Allah katındaki
günahlarını affettirmeyeceği için; onlar için Allah'tan bağışlama dilemesi de
emredilmektedir.
Burada dünyevî suç ile uhrevî günah arasında ayrım yapılmakta; Hz. Peygamber'in
affetmesiyle suçlarının affedileceği, ama günahlarının düşmeyeceği
bildirilmekte ve suç ile günahın karıştırılmaması gerektiği öğretilmektedir.
Böylece müslümanlara, bazı davranışların hem suç, hem de günah olabileceği
öğretilmiş olmaktadır. İşte Uhud savaşındaki çözülme, dünyevî bakımdan suç
iken; uhrevî/dinî bakımdan da günahtır. Onun için Allah Teala, suçun affının
Hz. Peygamber'e; günahın affının ise kendisine ait olduğu kuralını koymaktadır.
Ayetin bu kısmından şu neticeyi de çıkartabiliriz: Peygamberler, hatalı
davrananları sadece affetmekle yetinmeyip, Allah'ın da affetmesi için dua etmelidirler.
Bu onların merhametinin ne kadar geniş olduğunu göstermektedir. Böylece Yüce
Allah, peygamber ahlâkının diğer insanlar için örnek olabileceği alanları
belirlemektedir.
Peygamber, günah işleyen mü'minleri Allah adına bağışlayamaz; onun
böyle bir yetkisi ve görevi yoktur; ama onlar için Allah'tan bağışlanma dileyebilir.
Görüldüğü gibi Allah, kendi yetki alanına peygamberi bile sokmamakta ve
peygamberin faaliyet alanını tesbit etmektedir. Günahı bağışlama yetkisi sadece
Allah'a aittir; suç ise hem peygamber, hem de diğer insanlar tarafından
bağışlanabilir.
4.
İstişare farzdır
Kur'an bu ayetle, siyaset için, evrensel bir kanun koymaktadır. İdareci için -bir peygamber de olsa- toplumu ilgilendiren konularda istişare etme zorunluluğu getiren bu ayet, demokrasinin temellerini bin dört yüz yıl önce atmıştır, (İş hakkında onlara danış) buyruğu, halkın görüşünün alınmasını emretmekte, halka rağmen halkın idare edilemeyeceği esasını getirmektedir.
Razi'nin açıklamasına göre müşavare kelimesi, balın yerinden
çıkartıldığı zaman söylenen şurtu el-asele (balı yerinden çıkartıp aldım)
ifadesinden alınmıştır. Hayvanların teşhir edildiği yere de mişvar denir.[92]
Razi'nin verdiği bu manadan anlıyoruz ki istişare (halkı, halka
danışarak idare etmek), bal yemeye benzer. Gıdalar arasında balın önemi ne ise,
idare şekilleri arasında da halka danışmak odur. Malın satışı için teşhir
edilmesi ne kadar önemliyse, halkın fikirlerini idarecilere sunması, yani
teşhir etmesi de o kadar önemlidir.
İstişare, sadece idarecilerin halka danışması değil; aynı zamanda
halkın da idarecilerle ve kendi aralarında istişare etmeleridir.
Şura suresinde mü'minlerin özellikleri arasında istişare de
zikredilmektedir:
(Yine onlar, Rab'lerinin davetine icabet ederler, namazı kılarlar;
onların işleri aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz nzıktan da
harcarlar). [Şura/38]
Bu ayet, istişarenin tüm topluma yayılmasını ön görmektedir.
Demokrasinin vazgeçilmez müessesesi olan meclis, istişarenin müşahhas hale
geldiği bir yerdir.
Müslümanların ve diğer toplumların, ortak meselelerini halledebilmek
için aralarında istişare etmeleri gerekir. Toplumsal işlerde basan danışmadan
geçer. Onun içindir ki Yüce Allah, danışmayı, mü'minlerin ortak özellikleri
arasında saymaktadır.
Hz. Peygamber istişarede dikkat edilmesi gereken hususları şöyle açıklamaktadır:
• Mü'min bir kardeşiniz size bir şey danıştığı zaman ona (doğruyu)
gösterin.[93]
• Kişiye bildiği bir şey sorulduğu zaman, onu gizlerse, Allah kıyamet
günü o kimseyi yularla bağlar.[94]
Bildiği doğruyu gizleyen kişi güvenilir değildir. Ebu Hureyre Hz.
Pey-gamber'in, müsteşarın güvenilir[95]
olması gerektiğini söylediğini nakletmektedir. Bundan, danışmanın güvenilir
olması gerektiği sonucu çıkar. Danışman, daima doğruyu söylemeli ve asla
yanlış yol göstermemelidir.
İdarecilerin halka, halkın birbirlerine danışması bir içtihad meselesi
değildir. Danışma, fetva sorma şeklindeyse, bu sadece bilenlerle yapılır.
İstişarenin alanı, soru/fetva sorma alanından geniştir. İstenen fetva dinî
konularda ise, kişinin görüşünden ziyade Kur'an esas olacağından, bu bir
istişare değildir. Çünkü Allah'ın vahiy gönderdiği konuda istişare yapılamaz;
Allah'ın hükmü olduğu gibi uygulanır. İstişare, ancak vahyin olmadığı
meselelerde sözkonusudur.
Balı yerinden çıkarmak ve almak manasına gelen istişare, halkla idarecilerin
ilişkisini, yani siyaseti ballandırmakta ve onun topluma bal tadı vereceğine
işaret etmektedir. Kur'an istişare müessesesiyle, halka değer vermenin ve onu
dikkate almanın tadını almayı sağlayan siyaset alanında bir devrimin ilk
adımını atmıştır. Siyasette devrim niteliği taşıyan istişare, yani halka danışma,
halkın fikrini sorma, onun sorunlarını anlatmasına fırsat verme ve onun
idarecilere ulaşmalarını temin etme, artık ebediyyen vazgeçilmez bir ilke
olmuştur.
Bir gün insanlık, Batı terminolojisindeki demokrasinin en önemli yanını teşkil eden halka danışmanın üzerindeki Kur'an damgasını görecek ve demokratik değerleri korumanın çarelerini Kur'an'm ışığından istifade ederek bulacaktır.
Din alimleri de Kur'an'm halkçılık adına getirdiği değerlerle Batı
demokrasisinin müşterek noktalarını aramalı, benzerliklerini ortaya çıkarmalı,
çatışan taraflarını azaltmalıdırlar. Biz, Eflatun'un eserlerinde yer alan
demokrasi kavramının ve demokratik değerlerin, bir kutsal kitabın
kalıntılarından esinlenilerek ortaya konmuş olabileceği düşüncesini taşıyoruz.
Eflatun'a bu fikirleri nereden aldığını, fikirlerinin üzerine oturduğu
temelleri sorabilseydik; büyük ihtimalle Yüce Allah'ın çizdiği yoldan ve
akıttığı kaynaktan fışkırdığını söyleyecekti.
5. Tevekkül farzdır
Ayetin bu kısmında (Sonra bir hareket tarzına karar verince de Allah'a
güven) buyurulmaktadır. (Karar verdiğin zaman) ifadesinden anlaşılıyor ki;
idareci halka danışıp da ortaya bir karar çıkar ve bu karar idarecinin de karan
olursa, idareciye düşen Allah'a güvenmektir.
Ayetin dördüncü kısmı ile bu kısmı beraber düşünüldüğünde, tevekkülün
ne olduğuna açıklık getirildiği görülür. İdareci hiç bir teşebbbüste bulunmadan
Allah'a tevekkül edemez. TevekküTden önce iki merhalenin bulunduğuna dikkat
çekilmektedir ki bunlardan biri istişare, diğeri de karara varmaktır. Tevekkül
bunlardan sonra gelir. Tevekkül bir bakıma, yapılacak uygulamanın Allah'ın
onayına sunularak güvencesinin alınmasıdır. İstişare etmeyen ve istişare
neticesinde bir karara varamayan bir idarecinin Allah'tan güvence isteme hakkı
yoktur.
Allah'ın güvencesi yahut onayı, istişareden ve bir karara varmadan
sonradır. Yüce Allah yardım kanallarını açmak için, halkın idarecilere ulaşma
yollarının açık olup olmadığına bakmaktadır.
6. Tevekkül, Allah'ın
sevgisini getirir Ayetin sonunda şöyle buyurulmaktadır:
(Elbette Allah kendisine güvenip dayananları sever). Allah Teala, tevekkül edenleri sevdiğini beyan etmektedir.
Tevekkül, insan-ı kamil olmanın en önemli şartlarından birini teşkil
eder. Ayette, tevekkülün şartlarına da dikkat çekilmektedir ki bunlar; yumuşak
davranmak, affetmek, halkın bağışlanması için Allah'a dua etmek, halka danışmak,
karar verince de Allah'a güvenmektir. Bütün bu ameller Allah katına yükselmekte
ve oradan sevgiyi alıp gelmektedir. Allah'ın bu amelleri yapanlara sevgisini
ilan etmesi, bu amelleri yapmaya teşvik etmesidir.
[96]
160. Allah size yardım ederse, hiç kimse sizi yenemez; ama ya O sizi
terkederse, kim size yardım edebilir? O halde mu minler Allah'a güvensinler.
Ayetten anlaşılıyor ki, Allah'ın yardımıyla tevekkül arasında sıkı bir
bağ bulunmaktadır. Kul kendisine düşen her şeyi yaptıktan sonra Allah'a güvenip
dayanırsa, ilahî yardımın kapılan açılmaktadır. Allah Teala, gerekenleri yapmayı
ve bundan sonra Allah'a tevekkül etmeyi, ilahî yardımın olmazsa olmaz şartı
olarak ortaya koymaktadır.
Allah Teala, Allah'ın yardım ettiği topluluğu kimsenin yenemeyeceğini,
Allah'ın terkettiği topluluğa ise kimsenin yardım edemeyeceğini ifade buyurmaktadır.
Ayetten şu da anlaşılıyor ki, Allah'ın kudreti sonsuzdur, O'nun dışında
insanlara yardım edecek kimse yoktur. Allah'ın sevgisi de, yardımı da tevekkül
edenler içindir. Yüce Allah, (O halde mü'minler Allah'a güvensinler)
ifadesiyle, mü'min kullan ile kendisi arasında bir güven bunalımı olmayacağını
garanti altına almaktadır.
Hz. İbrahim'in ümmeti de Allah'a güvenme konusunda -ki müslümanlar için
de bir örnek olarak verilmektedir- şu şekilde dua etmişlerdi:
(Rabbimiz ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş ancak sanadır).
[Mümtehine/4]
Yüce Allah'ın, yardımı tevekküle bağlaması, şirki de ortadan kaldırmaya
yöneliktir. Nitekim A'raf suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Kendileri yaratıldığı halde hiç bir şeyi yaratamayan varlıklan ortak
mı koşuyorlar? Halbuki putlar ne onlara bir yardım edebilirler, ne de
kendilerine bir yardırman olur). [A'raf/191-192]
Mü'min, yardımın kimden geleceğini bilir ve sahte tannlardan uzak durur.
Bunu da, Allah'a dayanıp güvenmekle, sadece O'ndan yardım istemekle fiiliyata
döker:
(Allah'ın dışında taptıklannızın ne size yardıma güçleri yeter ne de
kendilerine yardım edebilirler).. [A'raf/197]
Bu ayetlerde, din eğitiminin ana ilkesi öğretilmekte, müslümanlann
inançlarının sarsılmasını önlemek için yardım konusu ele alınmakta; yardımın
sadece Allah'tan olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insan yardım gördüğü kimseye
doğru yönelir, onda üstünlük görür, ona medyun olur, saygı duyar ve ona
övgüler yağdırır.
[97]
161. Bir peygamberin hıyanet etmesi olacak şey değildir. Kim emanete
hıyanet ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak
gelir. Sonra herkese, asla haksızlığa uğratılmaksızın kazandığı tastamam
verilir.
Bu ayetin iniş sebebi hakkında bazı olaylar nakledilmektedir. Alimlerin
farklı nüzul sebebi göstermeleri; ayetin içeriği ile bağlantı kurdukları konulardan
kaynaklanmaktadır. Razi bu görüşleri zikretmektedir. Fakat biz bunlardan ikisi
üzerinde duracağız:
a) Bedir savaşında ele geçen
ganimetlerin dağıtımının -bazı sebeplerden ötürü- gecikmesi üzerine münafıklar,
Hz. Peygamber'in hıyanet ettiğini söylemişlerdi. Bunun üzerine bu ayet
inmiştir.
b) Bu ayet, Kur'an'ı bizzat
Hz. Peygamber'in tertip ettiği ve Allah'a isnad ettiği iddiası üzerine
inmiştir. Muhammed Esed bu görüşü savunmaktadır.
Uhud savaşıyla bağlantılı olarak ele alındığında ayetin iniş sebebinin
ganimetler olduğu söylenebilir; Kur'an ile irtibatlandınldığında da Muhammed
Esed'in görüşü ağırlık kazanabilir. Bize göre, her iki sebep de önemlidir.
Ayet, sadece tarihî boyutuyla sımrlandınlamayacağma göre, her türlü hainliği
ve emanete hıyaneti kapsar.
"Bir peygamberin hainlik yapmayacağını ifade eden bu ayeti, genelleştirmek uygun olur mu?" tarzında bir soru akla gelebilir. Ancak unutulmamalıdır ki Kur'an metodu gereği, önemli ve ağır görevleri doğrudan peygambere yükler; onun vasıtasıyla da insanlara ulaşır.
Emanete hıyanet çok ağır ve büyük bir günahtır. Emanet bir eşya olabileceği
gibi, namus ve ilahî vahiy de olabilir. Bir toplumun bayrağı ve toprağı da
nesillere emanettir. Bu emanetleri korumak, peygamber için ne kadar görev ise,
diğer insanlar için de o kadar görevdir. Onun için Âl-i İmran/161 ayeti, -Hz.
Peygamberle ilgili olsa da- evrensel boyutta düşünülüp açıklanması gerekir.
Hz. Peygamber'in ahlâkına işaret eden bu ayet, sadece Peygam-ber'in şahsıyla
sınırlandınlmamalı; aksine tüm insanlık için ahlâkî kaide olarak kabul
edilmelidir.
Bu açıklamadan sonra ayetin analizine geçebiliriz:
1.
Hiçbir peygambere hıyanet
yakışmaz.
Ayetin bu kısmında yer alan (ğulûl) kelimesinin, hainlik manasına geldiği konusunda ittifak vardır.
Kelime lügatte bir şeyi diğer bir şeye sokmak, bir yere girmek; gözle
kullanılınca doğruyu görememek, doğru yoldan sapmak; su ile kullanılınca
ağaçlar arasından suyun akması; kelepçe vurmak; ganimet ya da emanete hıyanet
etmek; deveyi suya kandırmayıp susuz bırakmak; kasabın deriyi iyi soymayıp etli
bırakması; ürünün yetişmesi; elbisenin altına iç çamaşırı giymek; istifal
babından alınınca istismar etmek, sömürmek, kâr ve malını almak; ğıllu
kalıbından alınınca düşmanlık, gizli kin manalarına gelmektedir.
[98]
1) Bağlamak
Yüce Allah, dünyada yapılması gerekeni yapmayan, yani Allah'ın emirlerini
yerine getirmeyen ve yasaklarına uymayıp günah işleyen insan için mahşerde
şöyle diyecektir:
(Onu yakalayıp bağlayın). [Hâkka/30]
Burada emir kalıbında gelen (ğulle) fiili, bağlamak anlamını ifade etmektedir.
İnsanın dünyada ilahî emirlere aldırış etmemesi ve günah işlemesi, ahirette
ellerinin bağlanmasına sebep olacaktır. İsra suresinde de aynı anlamda
geçmektedir:
(Ellerini boynuna bağlayıp kilitli tutma)! [İsra/29] Buradaki 'ijlz
(mağlûle) kalıbı, bağlı, kilitli anlamına gelmektedir.
2) Sıkı olmak
Elin sıkı olması (cimrilik) anlamında Maide suresinde yer almaktadır:
(Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" derler. Sıkı olan onların
elidir). [Maide/64]
Bu ayette hem (mağlule), hem de £ (ğulle) kalıbından gelmiştir. Her iki
kalıp da el ile ilgili olduğu için cimriliği ifade etmektedir. "Eli
açık" tabiri cömertliği, "eli sıkı" tabiri de cimriliği ifade
eder.
3) Gizli kin
Kur'an'ın çeşitli aytelerinde "gizli kin" anlamına
gelmektedir:
(Kalplerinde kinden ne varsa hepsini söküp atarız). [Araf/43]
Ayette "(ğıll) kelimesi uygunsuz duygu ve düşünce manasına 'kini'
ifade etmektedir. Hicr/47 ve Haşr/10'da da aynı manaya gelmektedir.
4) Bukağı
Kur'an'da maddî ve manevî anlamda bukağı, zincir, bağ anlamında kullanılmaktadır.
Genelde çoğul kalıbında (ağlâl) şeklinde
geçmektedir:
(Üzerlerindeki zincirleri indirir). [A'raf/157]
Yanlış düşünce, yanlış inanç ve yanlış bilgi insanın beyni için bir
zincirdir. Bu zincir hür düşünceyi bağlamakta, beynin faaliyet alanını
daraltmaktadır. O nedenle Hz. Peygamber'in görevlerinden biri de, insanların
beynine ve gönlüne vurulan zincirleri kırmaktır; yani insanların beyin ve
gönüllerini hürriyete kavuşturmaktır.
Ra'd/5'de batıl inancın veya küfrün mahşerde nasıl bukağı/zincir haline
geleceği anlatılmaktadır. Öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin, Allah'ı inkar
ettikleri ifade edildikten sonra buyuruluyor ki:
(İşte böyleleri boyunlarında bukağılar taşıyan kimselerdir).
5) Hıyanet etmek
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/161'de hıyanet etmek, hile
yapmak manalarına gelmektedir. Aynca kelime, bir kimseye hakkını vermemek,
devlet malını kötüye kullanmak, gizlice almak, gizlemek, aşırmak manalarına da
gelir.
Netice olarak (devletin malını zimmetine geçirmek, çalmak), Hz.
Peygamber tarafından büyük günah olarak görülmüştür. Bu fiil, iki boyutludur:
dünyevî bakımdan suç; uhrevî bakımdan günahtır. Bu konuda Hz. Peygamber'den
birçok hadis nakledilmiştir.[99]
Bütün hadisler aşırmayı, zimmetine geçirmeyi kötülemekte, böyle yapanların
ahirette çok ağır bir cezaya çarptırılacağını beyan etmektedir. Allah Te-ala bu
ayetle, Hz. Peygamber'in şahsıyla bağlantılı olarak kamu hukuku için evrensel
bir kural koymaktadır.
Ayetin bu kısmına farklı bir mana da verilebilir. Razi, İbn Mesud'un,
(yeğulle) kelimesini, (yuğalle) şeklinde okuduğunu nakletmektedir; ki buna göre
ibare, "Hiç bir peygambere ihanet edilmesi olacak şey değildir"
manasına gelir. Bu durumda ayet, sadece peygamberlerin hıyanetten uzak olduğunu,
Allah'ın onları bu gibi fiillerden koruduğunu ifade etmiş olur, ama insanları
ilgilendiren evrensel bir kanun olmaktan çıkar. Bize göre bu mana ayetin
kapsamını daraltmakta ve evrenselliğini; tüm zaman ve mekanlarda bütün insanlar
için geçerliliğini ortadan kaldırmaktadır.
2.
Zimmetine mal geçirmenin
günahı ahirete kadar uzanır.
Devletin ve halkın malını zimmete geçirmenin, emanete hıyanet etmenin
dünyevî hukukta ağır bir suç olduğunu beyan etmek ve insanları bundan caydırmak
için Yüce Allah şöyle buyuruyor:
(Kim emanete hıyanet ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şeyin günahı
boynunda asılı olarak gelir).
Demek ki emanete hıyanet eden kimse, mahşerde bunun hesabını verecektir.
Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Kıyamet günü hiç birinizi, boynunda böğüren bir deve veya böğüren bir sığır veya meleyen bir koyun taşır vaziyette gelip, "Ya Muhammedi Ya Muhammed!" diye bana seslenirken görmeyeyim! Ben, "Allah'tan gelecek azap konusunda sana asla faydalı olamam. Zira ben sana tebliğ etmiştim" derim.[100]
Hadiste, hainlik eden kimsenin, kıyamette hainliğinin vebalini nasıl
yükleneceğini görüyoruz. Tabii ki hıyanet sadece deve, inek ve koyun aşırmakla
sınırlı değildir; hıyanetin binlerce çeşidi vardır. O nedenle hadisin bir örnek
olarak alınması gerekir.
Lokman suresinde, Hz. Lokman'ın oğluna verdiği nasihati buna örnek
olarak verebiliriz:
(Yavrucuğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve
bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine
de Allah onu getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her
şeyden haberdardır). [Lokman/16]
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin bu kısmını, yukarda zikredilen
hadisi ve Lokman/16 ayetini birleştirdiğimizde şu neticeyi çıkarabiliriz:
E-manete hıyanet ve zimmete geçirme gibi eylemler, ahirete kadar uzanmakta ve
Allah tarafından değerlendirilmeye tabi tutulmaktadır. İyi veya kötü, yapılan
hiçbir amel kaybolmaz, kaydedilip belli bir kitapta toplanır ve zamanı
geldiğinde değerlendirilir. Her amelin karşılığı tastamam verilir: iyiyse ödül,
kötüyse ceza.
3. Herkese kazandığı verilir
Yüce Allah ahirette, dünyada yapılan her amelin karşılığının
verileceğini bildirmiş, böylece kulun amelinin karşılığını görüp görmeyeceği
konusunda şüpheye düşmesini önlemiştir.
Yine Allah Teala, herkesin, iyi olsun kötü olsun sadece kendi yaptığı
amelin karşılığım göreceğini; hiç kimsenin başkasının yaptıklarından sorumlu
tutulmayacağını da bildirmiştir.
4. Haksızlık yoktur
Herkes, iyi veya kötü yaptığı amelin karşılığını görürse hak yerini bulmuş olur. Aksi takdirde zulüm olur. Bir şeyi yerli yerine koymak adalet, koymamak da zulümdür. O halde, herkese hakkını, yani işlediği iyi veya kötü amelinin karşılığını vermek adalet, vermemek ise zulümdür.
Yüce Allah burada başka bir hukukî ilke daha koymaktadır: Ceza, suça
denk olmalıdır. Ödülde fazlalık olabilir, ama cezada fazlalık olamaz. Onun için
suçun cezasını tesbitte çok dikkatli davranılması gerekir. Aksi takdirde zulüm
ortaya çıkar.
[101]
762. Öyleyse, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen kişi, Allah'ın
lanetine uğramış ve varış yeri cehennem olan kişi ile bir midir? Ne kötü bir
duraktır o!
163. Onlar Allah katında (tamamen) farklı derecelere sahiptirler; zira
Allah, yaptıkları her şeyi görür.
Bu ayetler, 161. ayetle bağlantılı olarak açıklanabilir. Razi, bu
ayetlerin çeşitli açılardan tefsirini yapmaktadır.
Allah Teala burada iki kişiyi mukayese ederek hem öğretim, hem de eğitim
faaliyeti yapmaktadır. Ayetteki, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen ki-şi'den
kasıt, ganimete (devlet malına) ve kamunun hakkına saygı duyan kimsedir.
Devletin malını çarçur etmeyen, tüyü bitmemiş yetimin hakkını gözeten ve
emeğinin bulunmadığı bir şeyde hak iddia etmeyen kimse, Allah'ın rızasını
arayan kişidir.
Başka bir açıdan bakıldığında, Allah'ın rızasının nerede olduğu ve nerelerde
aranması gerektiği hakkında da bilgi verildiği; Allah'ın rızasının, kamu
mallarına ve yetim haklarına riayet edip ihanet etmemekte olduğu anlaşılmaktadır.
En büyük ödül olan Allah'ın rızasını elde etmek için kişi, kamunun malım
zimmetine geçirmemeli, bir toplu iğne ucu kadar olsa bile emanete hıyanet
etmemelidir.
Bakara/249'un tefsirinde beyan ettiğimiz üzere, kamunun ortak malı olan
suyu kirletmek Allah tarafından yasaklanmıştır. Emanete hıyanet, kamu malına
el uzatmak, hem uzatan kişinin, hem de toplumdaki ekonomik ilişkilerin
kirlenmesine sebep olur. Aynı zamanda bu, -Allah'ın gazabını çektiği için-Allah
ile kul arasındaki ilişkilerin zedelenmesini de beraberinde getirir.
Emanete hıyanet etmeyen, emanete riayet eden, kamu malına el uzatma-yen
kimse, Allah'ın nzasını ve cennetini kazanır. Şimdi bu kimse, emanete hıyanet
edip kamunun malını yiyen ve Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayan kimse
gibi olur mu? Yüce Allah insanlara iki örnek vermekte ve mukayese etmektedir.
Emanete hıyanet etmek, Allah'ın gazabını celbedip cehenneme gitmeye vesile
olurken; emanete riayet etmek ise Allah nzasını kazanmaya ve cennete gitmeye
vesile olur. Tercih insanlara kalmaktadır. Yüce Allah, cehennemin ne kötü bir
dönüş yeri olduğunu söylemek suretiyle kendi değerlendirmesini ve tercihini
yaparak insana rehberlik etmektedir.
Bu ayetten eğitim açısından şu neticeyi çıkartabiliriz: Eğitim insana
sadece olumlu şeyleri öğretmekle yetinmemeli; kötülükleri, insan şahsiyetini
bozan, Allah katında insanın değerini düşüren olumsuz davranışları da tanıtmalıdır.
Yüce Allah, nzasını kazandıran davranışlarla, gazabını celbeden ve cehenneme
gitmeye vesile olan davranışlan bunun için ele almaktadır.
Eğer Muhammed Esed'in 161. ayetle ilgili yorumundan hareket edersek,
162. ayete de farklı bir yorum getirmemiz zorunlu olur. 161. ayetteki ibareye,
"Bir peygamberin hile yapması olacak şey değil" şeklinde mana
verirsek şöyle diyebiliriz: Peygamberlerin kendi görüşlerini Allah'a isnad edip
sonra mü'minlerden yalnız O'na inanıp güvenmelerini istemeleri olacak şey değildir.
Zira kafirler, Kur'an'ı bizzat Hz. Peygamber'in tertip ettiğini ve Allah'a
isnad ettiğini iddia ediyorlardı.[102]
İşte 161. ayette Allah bunu reddetmekte ve imkânsız olduğunu ifade etmektedir.
Bu mana ve yorumdan hareketle 162. ayete farklı bir yorum
getirebiliriz: Allah'ın nzasını arayan kimse ilahî vahye asla kendi düşüncesini
kanştırmaz veya kendi düşüncesini ilahî vahiy gibi göstermez.
Kendi görüşünü ilahî vahyin önüne geçirmeyen ve ilahî vahye ihanet etmeyen
kimse, Allah'ın rızasını kazanan kimsedir.
Allah'ın gazabına uğrayıp cehenneme giden kimse ise, kendi görüşünü
ilahî vahiy gibi gösteren, ilahî vahye ihanet eden ve onun önüne geçen kimsedir.
Bakara suresinde ilahî vahiy emanetine ihanet edenlerin durumu şöyle
anlatılmaktadır:
(Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak
için "Bu Allah katmdandır" diyenlere yazıklar olsun. Elleriyle yazdıklarından
ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların).
[Bakara/79]
Âl-i İmran suresinde de şöyle buyurulmaktadır:
(Kitap ehlinden bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı
okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir.
Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, "Bu Allah katmdandır"
derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar). [Âl-i İmran/78]
İşte Allah'ın gazabına uğrayan ve cehennemlik olan bu kimseler,
Allah'ın rızasını arayan kimselerle bir olabilir mi? 163. ayette Yüce Allah, bu
iki tip insanın kendi katında farklı derecelere sahip olduklarını beyan
etmektedir. Onlara verilen bu dereceler gelişi güzel verilmemektedir. Zira
Allah onların yapıp-ettiklerini gözlemekte; bu gözlem neticesinde değerlendirmesini
yapmakta ve derecelerini belirlemektedir.
163. ayetten eğitim açısından şu neticeyi çıkartabiliriz: Hayat kavgası
içinde sergiledikleri davranışları gözlemledikten sonra insanlar hakkında değerlendirme
yapılması gerekir. Gözlemsiz değerlendirme iftiraya götürebilir. İşte bu
nedenle Yüce Allah, insanların davranışlarını bizzat gözleyerek değerlendirip
derecelendirdiğini ifade buyurmaktadır.
İlahî rızayı elde etmek için çaba gösteren kişi ile ganimete, kamu
malına, emanete hıyanet eden kimsenin davranışlarını gözlemledikten sonra değerlendirmesini
yaptığını söyleyen Yüce Allah, keyfî değerlendirme ve derecelendirme
olmayacağını vurgulamaktadır.
[103]
164. Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan,
kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber
göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce
onlar apaçık sapıklık içinde idiler.
Başka bir muhteva içerisinde olmakla beraber Bakara/151 de, bu ayetin
bir benzeridir. Aralarındaki büyük benzerliğe rağmen, bağlamları sebebiyle bazı
farklılıkları da vardır; şöyle ki:
a) Âl-i İmran/164 ayeti
yeminle başlamakta, Bakara/151 ise yeminle başlamamaktadır.
b)
Âl-i İmran/164 ayeti
mü'minlere üçüncü şahıs olarak hitap etmekte; Bakara/151 ayeti ise ikinci şahıs
olarak hitap etmektedir.
c) Bakara/151 (Size
bilmediklerinizi öğreten) ifadesiyle sona ererken; Âl-i İmran/164 (Halbuki
daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler) ifadesiyle sona ermektedir.
d) Bakara/l 51 'de lütuf
kavramı geçmezken, Âl-i İmran/164'de lütuf kavramı geçmektedir.
Ayetin dört bölümde ele alınması uygun olur:
1.
(Allah mü'minlere büyük bir
lütufta bulunmuştur).
Yüce Allah bu ayete (lekad) yemin edatı ile başlamışta Birçok mealde
bu, andolsun şeklinde tercüme edilmektedir ki bizce de en uygun manası budur.
Ayetin bu kısmında yer alan ve "lütufta bulundu" şeklinde
tercüme edilen (menne) kelimesi, Kur'an'da çok farklı kalıp ve manalarda
çeşitli ayetlerde yer almaktadır. Kelime lügatte müşfik olmak, hayırhah olmak,
iyi kalpli, cana yakın, merhametli, iyilik sever, yardım etmeye hazır olmak;
lütfetmek, ihsan etmek, yorulmak, ağır iş, takatini kesmek, yaptığı iyiliği
başa kakmak, minnet altında bırakmak, kudret helvası, zayıf, toz, sakat ip,
tükenmez, sayılamayacak kadar çok manalarına gelir.
[104]
1) Başa kakmak
Bu manada hem fiil, hem de isim halinde Kur'an'da yer almaktadır:
(Sadakalarınızı, başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa çıkarmayın).
[Bakara/264]
Bu ayette isim kalıbında (el-mennü) şeklinde gelmiştir. Minnet,
"başa kakmak" demektir.
Hucurat suresinde fiil kalıbında başa kakmak, minnet altına sokmak anlamında
geçmektedir:
(Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar). [Hucurat/17]
2) Vermek
(Bu bizim hediyemizdir. Başkalarına dilediğin şekilde ver veya tut).
[Sad/39]
İnsanın eylemi olduğunda vermek, Allah'ın fiili olduğunda ise
lütfetmek, ihsan etmek manasına gelmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette
ihsan etmek, lütfetmek anlamını ifade etmektedir.
3) Helva
İsrailoğullan'na çölde bir lütuf olarak gönderilen helva için
Bakara/57'de (el-menn) kelimesi kullanılmaktadır.
4) Sınırlı, kesintili
Bu kelimenin (menûn) kalıbı, sınırlı, sonlu anlamına gelir. Fakat
Kur'an'da (ğayru memnun) şeklinde kullanılmakta ve sınırsız/tükenmez anlamını
ifade etmektedir. Genelde Allah'ın iman edip iyi amel yapanlara verdiği ödülün
sıfatı olarak kullanılmaktadır:
(Şüphesiz iman edip iyi amel yapanlar için tükenmez bir mükafaat
vardır). [Fussilet/8]
Bütün bu manalar, ihsan, lütuf kavramında buluşmaktadır. Yüce Allah'ın
peygamber göndermesi bir lütuf ve bir ihsandır. Bu lütfün, eğitim açısından
değerlendirilmesi gerektiği ayetin daha sonraki bölümünden anlaşılmaktadır.
2. (Kendi aralarından bir peygamber
gönderdi).
Elçinin, insanların problemlerini bilen ve dert edinen biri olması ve
insanlar arasından seçilmesi manidardır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, her
millet kendi öğretmenini, içinden seçmeledir. İbrahim/4 ayetinden
anlaşıldığına göre, eğitimin ana dil ile yapılması ve eğitimcinin aynı
kültürden yetişen kimseler arasından seçilmesi şarttır.
Yüce Allah bu kuralı, insanlar içinden elçi seçerek ve onu eğitici
olarak görevlendirerek tatbik etmiştir. Allah her kavmin içinden bir peygamber
çıkarttığı halde, Hz. Peygamber'i bütün insanlığın içinden çıkartmıştır. Yunus
suresinde şöyle buyuruluyor:
(Her milletin bir peygamberi vardır). [Yunus/47]
Bu ayetten anlaşılıyor ki Allah Teala bir kavme veya bir millete, başka
milletten bir peygamber göndermemiş; aksine aynı milletin içinden seçtiği
birini peygamber olarak göndermiştir. Çünkü aldığı vahyi toplumun hayatına
uygulayacak, sosyal problemleri çözecek ve hayata yön verecek olan kişinin o
toplumu iyi tanıması gerekir. Nasıl ki bir terzi tanımadığı ve ölçülerini
bilmediği bir kişiye elbise dikemezse, toplumun kültürünü, hayata bakış
tarzını, medenî seviyesini, dertlerini ve problemlerini tanımayan bir peygamber
de onlara çözüm getiremez ve ilahî vahyi toplumun hayatına tatbik edemez.
Önceki peygamberlerin her biri bir toplumun içinden seçilmiştir,
içinden seçildikleri toplumların yapısını ve hayatını bildikleri için de ilahî
vahyi iyi yorumlayıp hayata tatbik edebilmişlerdir.
Hz. Peygamber ise, bütün insanlığın içinden seçilmiş ve bütün insanlığa
peygamber olarak gönderilmiştir:
(Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik). [Sebe/28]
O nedenle insanların içinden elçi seçip görevlendirmek tüm insanlar
için bir lütuf olduğundan Yüce Allah insanlara lütfettiğini ifade buyurmaktadır
[Âl-i İmran/164].
3. Peygamberin görevleri
Hz. Peygamber'in görevlerinin neler olduğunu Bakara/l 51 'in tefsirinde
açıkladığımız için burada kısaca değinmekle yetineceğiz:
• Allah'ın ayetlerini okumak;
• İnsanları inkar ve kötülüklerden temizlemek;
• Kitap ve hikmeti öğretmek.
Hz. Peygamber bu görevleri, yoldan çıkmış toplumda yerine getirecekti.
Yüce Allah (Halbuki onlar daha önce bir sapıklık içinde idiler) demekle,
toplumun bir kötülük kültürü oluşturduğuna işaret etmektedir.
Toplumun oluşturduğu sapık kültürle mücadele etmenin yolu, eğitim ve öğretimden geçmektedir. İnsanları bilgilendirmek, hakikatin bilgisi ile tanıştırmak en etkili metod olduğu için, Yüce Allah, ayetlerini insanlara okuyacak bir elçi seçmiştir. Sapık kültürün başka bir adı da cahiliyet kültürüdür. Bilgi olmadan ve bilgiyi insana aktaracak eğitim ve öğretim faaliyeti yapılmadan cahiliye kültürüyle mücadele edilemez. Cahiliye kültüründen medenî kültüre geçişi sağlayacak olan köklü değişimi, insanları bilgi sahibi yapmadan ve onlara aklı kullanmayı öğretmeden gerçekleştirmek imkansızdır. Onun için Hz. Peygamber'in birincil görevi, onlara Allah'ın ayetlerini okumak olarak belirlenmektedir. Okumak, 'öğretmek' demektir.
Onları temizleme görevi, öğretim faaliyetinden sonra gelir. Bundan, temizleme
eylemi ile öğretim faaliyeti arasında sıkı bir ilişki bulunduğu anlaşılır.
Temizleme, eğitimin alanına girmektedir. Okumak öğretimin, temizlemek ise
eğitimin kapsamı dahilindedir. Temizleme faaliyeti iki boyutludur: Beyinlerin,
gönüllerin arındırılıp nefislerin temizlenmesi; benliğin, ruhun, şahsiyetin,
sapık düşünce, inanç ve niyetlerin arındırılması. Sadece psikolojik arınma
değil; aynı zamanda kirlenen sosyal yapının, insan ilişkilerinin temizlenmesi
de amaçlanmaktadır. Çok tanrıcılık, insan haklarının, özellikle de kadın
haklarının çiğnenmesi, kız çocuklarının öldürülecek kadar hor görülmesi,
ahlâkî değerlerin dinamitlenip ahlâk müessesesinin çökertilmesi toplumu
kirletmişti. İşte bu öğretim faaliyeti, kirlenen psikolojik ve sosyolojik
çevrenin temizlenmesini temin edecek ve bunu da Hz. Peygamber yapacaktı.
Önce temizlenen ruhlar, kitap ve hikmeti öğrenmeye uygun hale gelecek;
ardından da Hz. Peygamber Allah'ın kitabını ve hikmetini onlara öğretecekti.
İşte bütün bu faaliyetlerin neticesinde, cahiliyet kültürü ile mücadele edecek
ve yeni bir kültür oluşturacak insanlar yetişecekti.
Dünyada iyiden kötüye geçiş çabuk olduğu halde; kötüden iyiye geçiş çok
ağır seyretmektedir. İyiye doğru değişimin gerçekleşmesi, okumayla, ruhun arınmasıyla,
kitap ve hikmetin öğrenilmesiyle mümkün olur. Bunlar ise, uzun zaman ve yoğun
faaliyetler ister. Bu faaliyetler Hz. Muhammed'in yir-miüç yılını almıştı.
Trenin yoldan çıkışı anlık bir zaman diliminde olur, ama rayına oturtulması çok
zaman alır. Toplumun da yoldan çıkışı çok kısa bir zaman diliminde
gerçekleşir; ama yola gelişi uzun seneler ister. Bu sosyal hayatın, tabiatın
bir kanunudur.
Sosyal kirlenme, sosyal çürüme ve sosyal çözülme süratle yayılan bir
kanser hücresine benzer. Bu kirlenmeyi, çürümeyi ve çözülmeyi ortadan kaldırmak,
ancak aklı doğru kullanmak, bilgi, hikmet ve ilahî vahiy ile mümkün olabilir.
Bunu yapabilecek bir elçiye, bir eğiticiye sahip olmak büyük bir lütuf, nimet
ve ihsan değil midir?
Ayetten şunu da öğreniyoruz: İnsanlar bozulur ve bozarlar, yoldan çıkar
ve çıkarırlar, çürürler ve çürütürler, kirlenir ve kirletirler; ama Allah
herşeye rağmen eğitim ve öğretime devam eder. Siyasî erki elinde tutan ve
devleti idare edenler, halkın yoldan çıkmaması, çürümemesi ve bozulmaması için
önlem almalı; eğer halk bozulmuş, yoldan çıkmış ve çürümüş ise düzeltmek için
çare aramalı; halkı kendi başına bırakmamalı ve onlara sahip çıkmalıdırlar.
Sahip çıkmak, onları hapisanelere doldurarak değil; eğitim ve öğretimi etkili
hale getirerek, aklı kullanmayı öğreterek, bilgilendirerek ve ruhları temizleyerek
olmalıdır. Çünkü eğitim politikasını yürütenler bilmelidirler ki, kitap okuyan,
aklını kullanan ve gönlünü ihya eden insanlar kötü olamaz ve kan akıtamazlar.
Onun için Yüce Allah bu ayeti, Uhud savaşıyla ilgili ayetlerin içine
yerleştirmiştir. Kur'an insanlığın göğsünü; ok, kılıç ve mermi yerine; akıl,
bilgi ve sevgi ile doldurmak için bu ayeti burada zikretmiştir.
Okun, kılıcın ve merminin olduğu yerde kan; Allah'ın kitabının, akim olduğu
yerde ise şeref vardır. O sebeple Allah Teala Enbiya/10'da Kur'an'ı, şeref ve
aklı bir araya getirmiştir. İlahî vahiy ve akıl insanlığa şeref kazandırır,
kirlenen ruhları ve ilişkileri temizler. İşte Hz. Muhammed bu temizliği gerçekleştirmek
için bir lütuf olarak gönderilmiştir.
[105]
165. İki katını (düşmanınızın başına) getirdiğiniz musibetten sonra,
şimdi sizin başınıza da bir musibet geldiğinde, kendi kendinize, "Bu nasıl
oldu?" diye soruyorsunuz, öyle mi?! De ki: "O sizin eserinizdir.
Doğrusu, Allah dilediği her şeyi yapmaya kadirdir".
Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:
1. Savaş musibet getirir
Bu ayette musibet tanımlanmaktadır. Savaşta askerlerin ölmesi, esir düşmesi
bir musibettir. Her ne kadar ölenler -mü'min olmaları hasebiyle- şehit olsalar
da Yüce Allah olguyu musibet olarak değerlendirmektedir. Aklı ve gönlü devre
dışı kalan insanların birbirinin hayatına kıyması musibetten başka bir şey
değildir. Ama savaş, musibet bile olsa, iyilikle kötülüğün mücadelesi
bakımından insanlığın kaderi durumundadır. Dünyanın kötülere terkedil-memesi
için, mikropla mücadele veren tıp bilimi gibi iyilerin de kötülerle mücadele
etmesi mukadderdir.[106]
Lügatte musibet kelimesi, okun hedefe isabet etmesi, yağmur'la birlikte
kullanılınca yağmurun çok yağması, yüksek yerden aşağıya düşmek, suyu dökmek,
esabe kalıbından kullanılınca erişmek, dokunmak, bir şeyi aşağıya doğru
indirmek, bir şeyi helak etmek, doğru bir iş işlemek, bulmak, üzerine afet
gelmek, hata ile kullanılınca hatayı düzeltmek manalarına gelmektedir.
Bu ayette, savaşın getirdiği musibete maruz kalan topluluğun düşüncesinde
ve konuşmalarında meydana gelen değişime dikkat çekilmektedir.
2. Musibet düşünceleri
değiştirir
Savaşın getirdiği beladan, yıkımdan ve musibetten etkilenen toplumun
bakış açısında, değerlendirmesinde ve konuşmasında radikal değişimler meydana
gelir. Kendileri başkalarının başına aynı musibetin daha şiddetlisini
getirdiğinde veya başkalarının başına benzer musibet geldiğinde bu değerlendirmeler
akıllarının kenarından bile geçmez.
Bedir savaşında müşrikler 70 ölü ve 70 esir verdiler. Uhud savaşında
ise müslümanlar 70 şehit verdiler. Bu ayetteki iki misli musibet ifadesi buna
işaret etmektedir. Düşman iki kat zayiat verince "Bu nasıl oluyor?"
demedikleri halde; Uhud savaşında onların uğradığı yan zayiata uğramalarına
rağmen "Bu nasıl oluyor?" demişlerdi.
Demek ki acılar, çileler, musibetler ve belalar insan beynini farklı
bir şekilde sorgulama alanına somaktadır. Onun için mütefekkirler, kendi
toplumlarının karşılaştığı problemleri çözümlerken farklı sistemler
geliştirirler. Farklı şartlar altında bulunan düşünürler, farklı hikmet
üretirler. İngiliz toplumunun ekonomik şartlan olmasaydı, Kari Marx'ın
kominist felsefeyi üretmesi mümkün olmazdı.
Müşrikler Bedir'de, Uhud'da müslümanlann başına gelenden iki kat fazla
musibete maruz kalmışlardı; ama buna rağmen müslümanlar, bu soruyu sormamışlardı;
fakat Bedir'dekinin yansı kendi başlanna gelince hemen "Bu nasıl oluyor?"
demişlerdi.
Böyle sormalannın başka bir nedeni de, yanlış düşünceleridir. Zira müslümanlar,
-iman etmeleri hasebiyle- her şart altında Allah'ın kendilerine yardım
edeceğini zannediyorlardı. Oysa Allah'ın yardım etmesi için, iman etmenin
yanısıra, bütün şartlan yerine getirmek, elden gelen bütün gayreti göstermek,
komutanın emirlerini eksiksiz uygulamak, komutana karşı gelmemek, savaşı Allah
adına yapılan bir eylem olmaktan çıkarmamak, ganimet toplamak için bir fırsat
görmemek, savaştan kaçmamak gibi tavır ve davranışların da bulunması gerekir.
"Ben iman ettim" deyip tembel tembel oturan ve şartların gereğini
yerine getirmeyen kimselere Allah yardım eder mi?
Yanlış düşündüklerini acı bir tecrübeyle öğrenmelerinin şokuyla
"Bu nasıl oluyor?" diye sormuşlardı. Demek ki doğru bildiği şeyin
gerçekle uyuşmadığını gören kimsenin beyin ve gönlünde bir sarsıntı meydana
gelmekte ve bunun neticesi olarak da böyle sorular sormaktadır.
3.
Musibet insanın
yaptıklarının eseridir
Bu ayette, kader meselesinin çok önemli bir boyutuna dikkat çekilmektedir: (De ki: "O, kendi eserinizdir").
Başmıza gelen bu musibetin sebebini dışarda değil kendi kusurlarınızda
ve davranışlarınızda aramanız gerekir. Peygamber'in emrine uymamanız, ganimet
peşine düşmek için mevkinizi terketmeniz gibi yanlışlar nedeniyle başmıza bu
musibet gelmiştir. Yoksa Allah kulunun mutlu olmasını ister; ama kul eylemleri,
düşünceleri, istekleri ve niyetleri ile musibeti davet etmektedir. Nisa
suresinde bu konuya şu şekilde açıklık getirilmektedir:
(Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise
nefsindendir). [Nisa/79]
Şura suresinde de şöyle buyurulur:
(Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir). [Şura/30]
Nisa suresinde ise şöyle buyuruluyor:
(Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince...)
[Nisa/62]
Bütün bunlardan şu neticeyi çıkarabiliriz: Yüce Allah iyiyi ister ve
yaratır; kötüyü ise kul ister, Allah yaratır.
4.
(Allah'ın her şeye gücü yeter).
Yüce Allah, musibeti engellemeye veya kulun istediği şeyi onun başına
getirmeye gücünün yeteceğini ifade buyurmaktadır. Ayetin bu kısmındaki güç
kavramı, ayetin içeriği ile yakından alakalıdır. Hatalarının neticesinde
başına gelmesi mukadder olan musibeti kulun engellemesi imkânsızdır,
ama Yüce Allah bütün musibetleri önlemeye kadirdir. Kul, yapıp ettikleriyle musibeti
ısrarla davet eder, bu durumda Allah da musibeti engellemez.
Buradaki güç kavramını, Uhud savaşı ile ilgili olan 152. ayete
bağlayabiliriz:
(Allah size olan vaadini yerine getirmiştir). [Âl-i İmran/152]
Yani sözünü yerine getirmiştir, bundan sonra da getirmeye muktedirdir.
Ancak bu, müslümanlann tutumuna bağlıdır:
(Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı size gösterdikten
sonra zaafa düştünüz; Peygamber'in verdiği emir konusunda tartışmaya
kalkıştınız ve asi oldunuz. Dünyayı istediniz. Böylece Allah sizi onlardan
alıkoydu). [Âl-i İmran/152]
[107]
166. İki ordunun harpte karşılaştığı gün başınıza gelenler Allah'ın
izni ile gerçekleşti. Bu, Allah'ın (gerçek) müminleri belirlemesi içindi.
167. (Ve yine) münafıkları ve kendilerine, "Gelin Allah yolunda
savaşın yahut müdafaa edin" denildiğinde, "Eğer savaşmayı bilseydik
elbette arkanızdan gelirdik" diye cevap verenleri ortaya çıkarması
içindi. Onlar o gün kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söyleyerek imandan çok
inkara yaklaştılar. Halbuki Allah, gizlemeye çalıştıklarını çok iyi
bilmektedir.
Her iki ayetin analizi birlikte yapıldığında şu neticeler ortaya çıkar:
1. Uhud'da müslümanlann başına
gelen musibet, Allah'ın izniyle olmuştur.
166. ayetin birinci bölümünde şöyle buyurulmaktadır:
(İki ordunun harpte karşılaştığı gün başınıza gelenler Allah'ın izni
ile gerçekleşti). [Âl-i İmran/166]
İki ordunun karşılaştığı gün ifadesiyle, Uhud savaşı kasdedilmektedir. Uhud savaşında müslümanlann dağılması ve savaşı kaybeder duruma gelmesi, -daha önceki ayetlerin, özellikle de 165. ayetin delaletiyle- bir musibettir. 165. ayette musibetin, mü'minlerin yapıp ettiklerinden dolayı başlarına geldiği ifade edilmişti, 166. ayette ise Allah'ın izniyle geldiği söylenmektedir. Aralarında bir çatışma var gibi görünen bu iki ayetin arası şöyle bulunabilir: Uhud'da mü'minlerin başına gelen musibet, kendi yanlışlarından kaynaklanmaktadır; ama musibetin gelişi Allah'ın bilgisi dahilinde olmuştur. Onun için Razi bu ayetteki "ii; (izin) kelimesini, ilim ile tefsir etmiştir.
îbn Abbas ise, buradaki izin kelimesine "kaza, kader" manası
vermektedir ki bu, kulun başına gelen musibetlerin, kendi yaptıklarının doğal
sonucu olduğu anlamına gelir. Uhud savaşında mü'minlerin başına gelen bela da
yaptıklarından dolayıdır. Öyleyse kaderi, kulun yaptıkları belirlemektedir.
Dolayısıyla, "Allah'ın izniyle" demek, "Allah'ın
kaderiyle" demektir. Kader de, kulun başına gelen musibetin, kendi
yaptıklarının doğal sonucu olmasıdır.
Peki Yüce Allah, bu kanunu (kaderini, iznini) müslümanlara niçin uygulamıştır,
yani kaza haline getirmiştir? Bu sorunun cevabı ayetin devamında verilmektedir:
2. Mü'min ve münafığın
belirlenmesi için
(Allah'ın mü'minleri ve münafıkları belirlemesi için).
Ayetin bu kısmındaki bilme kelimesine, birçok kişi mü'min ile münafık'ı
ayırdetmek manasını verirken, Muhammed Esed 'belirlemek' anlamını vermektedir.
Belirlemek ile ayırdetmek ise netice itibariyle aynı anlama gelmektedir.
Bu manadan hareketle, Uhud yenilgisinin imtihan amacına yönelik olduğunu
söyleyebiliriz.
Yüce Allah bu imtihanın amacının, mü'minlerle münafıkların tesbit edilmesi,
yani belirlenmesi olduğuna dikkat çekmektedir.
O zaman şu sonuca varabiliriz: Hayatın gerçekleri içinde denemeden bir
insan hakkında mü'min veya münafık demek doğru değildir. Günümüzde kamplara
ayrılan müslümanlar birbirlerini küfür ve nifakla itham ediyorlar; ancak bu
ithamların hiçbiri denemeye veya gözleme dayanmamaktadır. Her grup kendi
mensubunu mü'min, diğerlerini kafir veya münafık olarak görmekte ve
nitelendirmektedir.
Yüce Allah kimin mü'min, kimin kafir veya münafık olduğunu bilmesine
rağmen, bu bilgisine göre değil, imtihanın sonucuna göre hüküm vermektedir.
Ellerinden bütün mazeret ve bahaneleri almak için Yüce Allah kullarını savaş ve
benzeri sıkıntılarla imtihana tâbi tutmaktadır.
Böyle zor şartlar, insan psikolojisini, yani imanını deşifre eder.
Karakteri ve imanın sağlamlığını, sosyal şartlar karşısındaki imtihanlar en iyi
şekilde belirler. Bu şartlar altında bir imtihana tâbi tutulmadan bir kimse
için mü'min ya da kafir hükmünü vermek, iftiradan öteye geçemeyebilir.
167. ayette geçen (nâfekû) kelimesi, "ikili oynamak" anlamına
gelir. Fakat esasen kelime, eşyaya rağbetin çok olması, tükenmek, azalmak,
ölmek, yara ile kullanılınca kabuk bağlamak, tavşanın fail olduğu fiil
kalıbında kullanıldığında delikten çıkmak ya da deliğe girmek, semizliğinden
devenin tüylerinin dökülmesi, harcamak, içinde olanın zıddını göstermek,
söylemek, dostluk gösterip düşmanlığını gizlemek, münafık kalıbında ikili
oynayan kimse anlamına gelmektedir. Nafek kalıbı ise tünel anlamına gelir.
Boşanma hukukundaki nafaka kavramı da bu kelimeden türemiştir.
(münafık) kelimesi ıstılahta, küfrünü gizleyip imanını izhar eden kişi
demektir.
Razi'nin Ebu Ubeyde'den naklettiğine göre münafık, tarla faresinin yuvası
manasında kullanılmaktaydı. Köstebek veya tarla faresinin yuvasının iki ağzı
vardır; bunlardan birisi vasıtasıyla yakalanmaya çalışılırsa diğerinden çıkıp
gider. Münafık, tarla faresi gibi kendisine iki yol, iki delik oluşturmuştur.
Birisinde kıstırılınca diğerinden çıkar. Birinde kendini müslüman, diğerinde
kafir gösterir. Şartlara göre, bazan küfr deliğini, bazan da islâm deliğini
kullanır. Münafık, bu deliklerden birinde yakalanacağını anladığında, diğerinden
çıkıp kurtulur.
Tarla faresi, yerin altında kendisine bir oda (nafıka) yapar. Fare bu
odanın toprak seviyesindeki yüzünü ince bir toprakla örter; zora düştüğünde oradan
çıkıp gider.
Nafek kelimesi, tünel anlamına da gelmektedir. Tarla faresinin yer
altında oluşturduğu tünel ile, modern çağdaki tünel aynı kelime ile ifade
edilmektedir. Münafığa da, gizli işler yürüttüğü için bu isim verilmiştir.
Saman altından su yürütmek deyimi, bu gibi durumlar için söylenmiştir.
Münafığın özelliklerini Bakara/8-20 ayetlerinin tefsirinde anlattığımız
için burada tekrar etmeyeceğiz. Burada sadece Âl-i İmran/167'de geçen özelliklerine
bir göz atacağız:
a) Münafıklar savaştan kaçar
(Münafıklara, "Gelin Allah yolunda savaşın, ya da savunma yapın" denildiği zaman, "Savaşmayı bilseydik elbet sizin peşinizden gelirdik" dediler). [Âl-i İmran/167]
Muhammed Esed bu ayeti şöyle yorumlamaktadır:
Medine'den Uhud dağına giderken, Hz. Peygamber'in aslında savaşmaya niyeti
olmadığı şeklindeki sahte mazerete dayanarak onu terkeden üç yüz kişiye
işarettir. Ancak bir savaş çıkacağına kalben inandıkları halde Allah'ın davasını
terketmeleri, neredeyse onu inkar etme anlamına gelmekteydi.[108]
Bu ayet, münafıkların Allah yolunda savaştan ve müdafaadan kaçmaya
meyilli olduklarını tescil etmektedir. Onlar ne savaşırlar, ne de müdafaada
bulunurlar.
Allah yolunda savaşmak, Allah'ın dinini korumak, ona saldıranlarla vuruşmaktır.
Allah için müdafaada bulunmak ise vatanı, bağımsızlığı, namusu, malı ve aileyi
korumaktır.
Böylece ayette, hangi değerler uğrunda savaşılacağı veya müdafaa yapılacağı
belirlenmiştir: Allah, vatan, bağımsızlık, mülk ve namus uğruna savaşılır veya
müdafaa yapılır. Böyle bir değer anlayışına sahip olmayan münafıklar için
bunlar hiçbir şey ifade etmez.
b)
Münafık imandan ziyade küfre
yakındır
Dinini, vatanını, milletini, bağımsızlığını ve namusunu korumayan insan imandan ziyade küfre yakındır. Yüce Allah Uhud savaşını bir imtihan vesilesi kıldığında, Biz savaşmayı bilseydik sizin peşinizden gelirdik diyen ve böylece imtihanı kaybedenler, münafık olduklarının işaretini vermişler; tarla faresi gibi iki delikli tünelin öteki tarafından çıkıp gitmişlerdi. Yaptıkları aklileştirme ya da gösterdikleri mazeret, kaçmak için bir bahane olduğundan ikili oynadıkları açıkça anlaşılmıştı.
c) Münafığın dili ile kalbi
birbirini tutmaz
(Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı). Münafığın dili ile
gönlü ayrılmıştır; kalbi ayrı çalışır, dili ayrı konuşur. Modern psikolojide
buna, şahsiyet parçalanması adı verilmektedir. Münafığın sadece sözleri
çelişkili değildir; aynı zamanda kalbi ile dili ve sözleri ile davranışları
arasında da çelişki vardır.
3.
Allah gizleneni bilir
Allah insana şah damarından daha yakın [Zariyat/16] olduğuna göre, kulun
içinde gizlenen her şeyi, kuldan daha iyi bilir. Münafığın bu hakikati bilmemesi,
dili ile kalbi, sözü ile davranışı arasında çelişkiye sebep olmaktadır.
Nefsinin kendisine verdiği vesveseyi Allah'ın bildiğine [Zariyat/16] inanmayan
kimse, ikili oynar ve münafık sıfatını hak eder.
Şimdi bundan önceki ayetlerle bu ayetleri beraberce düşünüp bir genelleme
yapacak olursak şu neticeye varırız: Yüce Allah Uhud yenilgisi neticesinde
insanların gönüllerindeki oluşuma göre tepki gösterdiklerine işaret etmektedir.
Mü'min ile münafık Uhud yenilgisine farklı yaklaşmakta, farklı değerlendirmede
bulunmakta ve farklı tavır koymaktadırlar. Demek ki insanlar, olay veya
olgulara inançlarına göre yaklaşmakta ve değerlendirme yapmaktadırlar.
Şahsiyet bütünlüğüne sahip olanlarla, şahsiyet parçalanmasına maruz
kalanlar arasındaki fark, bu olgulara karşı takındıkları tavırlarla ortaya
çıkmaktadır.
İmtihana tâbi tutmadan insanın içindeki cevheri tesbit etmek mümkün değildir. Olay ve olgular, insanın özünü, karekterini ve imanını deşifre etmekte, ortaya çıkarmaktadır. Toprağa atıp sulamadan çekirdek kabuğunu kırıp özünü dışarı çıkaramaz. İnsanın da asıl karakteri bu gibi ortamlarda ortaya çıkmaktadır. Öyleyse din eğitimi, ikili oynamanın kötülüklerini anlatırken, şahsiyet bütünlüğünü tesis etmeyi amaç edinmelidir. [109]
168. (Evlerinde) oturup da kardeşleri hakkında "Bize uy-salardı
öldürülmezlerdi" diyenlere, "Eğer doğru sözlü insanlar iseniz
canlarınızı ölümden kurtarın bakalım" de!
Bu ayetteki, Bize uy salardı öldürülmezlerdi ifadesi, 156. ayette geçen
Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi ifadesine
benzemektedir. Her iki ibare de Uhud'da ölenlerle ilgili olarak söylenmiş ve bu
konuda yapılmış bir değerlendirmedir. Bunun ne anlama geldiğini 156. ayetin
tefsirinde açıklamış; bu düşüncenin, onların gönlünde acı bir pişmanlık olarak
kaldığını söylemiştik. 168. ayette ise, böyle diyen münafıklara, ölümü
engellemeleri için meydan okunmaktadır.
Münafığın kader anlayışına göre, savaşta öldürülen insan, savaşa gitmemiş
olsaydı ölmez ya da öldürülmezdi.
Allah Teala bu düşüncenin yanlış olduğunu şöyle açıklamaktadır: Eğer bu
iddia ve düşünce doğru olsaydı, onların kendi ölümlerini engelleyebilmeleri
gerekirdi. Bunu asla yapamayacaklarına göre, "Yanımızda olsalardı öldürülmezlerdi"
şeklindeki iddilannın yanlış olduğu gün gibi aşikârdır.
[110]
169. Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Hayır, onlar diridir!
Rızıkları Rableri kalındadır.
170. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit
kardeşlerine de hiç bir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini
duymaktadırlar.
171. Onlar Allah'tan gelen nimet ve keremin, Allah'ın mü"min'lerin
ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.
Bakara/154'de şehitlere ölü denemeyeceği, onların yaşadıkları ama bu hayatı
bizim anlayamayacağımız ifade edilmişti. Bu konuyla ilgili açıklamalar
Bakara/154'ün tefsirinde yapıldığı için, burada sadece iki ayetin yapısal farkını
ortaya koymaya çalışacağız.
Bakara/l 54'de (Öldürülenlere ölü demeyin); Âl-i İmran/169'da
(Öldürülenleri ölü sanmayın) şeklinde yer almaktadır. Her iki ayette de
şehitlerin diri olduğuna dikkat çekilmektedir. Bakara/l 54'de onların diri
olduğu, fakat bunun bizim tarafımızdan anlaşılamayacağı söylenirken; Âl-i
İmran/169'da, üSr'^ie (nzıklan Rableri katındadır) ifadesi yer almaktadır.
Bu iki ayetten şu neticeyi çıkarabiliriz: Şehitlerin diri olmaları
metafizik (fizik ötesi) bir konu olduğu için tabiat kanunları ile bunu
açıklamak mümkün olmadığından, şehitlerin ölü değil, diri olduğuna iman etmek
gerekir.
Diğer taraftan bu ayetlerden, şehitliğin çok yüce bir mertebe olduğu da
anlaşılmaktadır.
Rableri katında nzıklandınlmalan, onların hayatta olduklarını gösterir.
Bedenlerini kaybetmiş olmaları, nzıklanmalanna engel değildir. O nedenle
hayatın sürdürülmesi için temel ihtiyaçlardan biri olan beslenme ile şehitin
diri olması arasında bağlantı kurulmaktadır.
Daha sonraki ayetlerde Yüce Allah şehitlerin nasıl
ödüllendirildiklerini açıklamaktadır:
1.
Kendi katında nzıklandırarak
Allah yolunda öldürülen kimse (şehid), Rabbinin misafiri olup Rabbi tarafından
özel nimetlerle ağırlanmaktadır. Şehit, bu mertebeyi, Allah yolunda canını
vererek kazanmıştır. Allah yolunda verilen can, kişiyi Rabbinin katına
taşımakta ve orada özel bir muameleye tâbi tutulmasına sebep olmaktadır.
2.
(Allah'ın kendilerine verdikleriyle mutluluk
duymaktadırlar).
Şehitler Allah katında sevinçlidirler. Bu sevinç veya mutluluk, Yüce Allah'ın
onlara bahşettiği nimetler sebebiyledir.
Zemahşeri, Yüce Allah'ın şehitlere bahşettiği nimetlerin, şehitliği
onlara nasib etmesi, onları diri sayması, cennet nimetleriyle nzıklandırması
olduğunu söylemektedir. Buradaki sevinç, şehit olmaları sebebiyle duydukları
övünçtür.
3.
Şehit olmayan kardeşlerinin durumu onları
sevindirir Yüce Allah ayetin devamında şöyle buyurmaktadır:
(O şehitler, arkalarından kendilerine henüz katılmamış olanlara da, hiçbir korku ve üzüntü bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar).
Şehitler, hayatta kalan kardeşlerinin korku ve keder duymayacakları
müj-desiyle de sevinmektedirler. Demek ki şehitler, geride kalanların düzenli
ve normal bir şekilde yaşadıkları haberini almakta ve bundan dolayı mutluluk
duymaktadırlar.
Bizim burada düzenli, korkusuz, kedersiz bir hayat yaşamamız, şehitleri
mutlu etmektedir; çünkü onlar bizim haberlerimizi almaktadırlar. Korkusuz ve
üzüntüsüz hayatımız onlar için bir ödül olmaktadır. Şehitlerimizi mutlu edecek,
onları ödüllendirecek bir hayat yaşamanın önemine dikkat çeken Yüce Allah,
şehitlerini mutlu eden toplumları da övmektedir. İslâm'a aykırı bir hayat
yaşamamız bizim mutluluğumuzu yok etmekle kalmayıp, şehitlerimizin mutluğunu
da yok etmektedir.
Dünyada iyi hayat yaşayan insanlar mutluluğu şehitleriyle beraber
paylaşmaktadırlar. Mutluluğun bir ucunda şehitler, diğer ucunda da dünyada
yaşayanlar yer almaktadır. İşte istenen hayat budur. Dirisi ile şehidini aynı
anda mutlu eden o güzel hayat.
Bu ayet, şöyle de anlaşılabilir: Henüz şehit olup kendilerine
katılmayanlara da, bir korku ve hüzün olmadığı müjdesini vermek isterler.
4. (Allah'ın mü'minlerin
ödüllerini zayi etmeyeceği müjdesini vermek isterler).
Âl-i İmran/171'de şehitler, şehit olmayan kardeşlerine şu müjdeyi
vermek isterler:
(Şehitler, Allah katından ulaşan bir lütfü, bir nimeti ve Allah'ın
mü'minlerin hak ettiği ödülü zayi etmeyeceği müjdesini vermek isterler).
Şehitler, ilahî lütfa, nimete ve ödüle kavuştuklarından, Yüce Allah'ın
verdiği sözü yerine getirdiğini fiilen gördüklerinden, bu tecrübeyi dünyadaki
kardeşlerine de müjdelemek isterler. Yani, şehitler başkalarını düşünerek Allah
yolunda canlarını feda ettikleri gibi, şehit olduktan sonra da yine başkalarını
düşünmektedirler. Demek ki şehitlerin en önemli özellikleri, başkalarını
düşünmeleri ve onlar için fedakarlıkta bulunmalarıdır.
Mü'minlerin ecrini zayi etmemek Allah'ın sünnetidir. Şehidin Allah
katında nimetlere nail olacağına inanarak Allah yolunda canını feda eden kimsenin
ödülü asla zayi olmayacaktır. Bu ilahî uygulama, insanlar tarafından da tatbik
edilmelidir; şöyle ki: Başarılı olan insanların ödülü asla zayi edilmemeli ve
kesinlikle ödenmelidir. Allah Teala, nasıl dinî bakımdan basan gösterenlere
mükafaat veriyorsa, biz de dünyevî bakımdan başarılı olanlara ödül vermeliyiz.
Ödül verilmemesi, başarının engellenmesi anlamına gelir ki bu da insanlığa
bir ihanetir. Başarıyı ödüllendirmeyen toplumlar, hem Allah'ın sünnetine ters
düşmüş, hem de gelişmeyi engellemiş olurlar. Onun için şehidler, Allah'ın
ödülleri zayi etmediği müjdesini haber vermek isterler.
[111]
172. Yara aldıktan sonra yine
Allah'ın ve Peygamberin çağrısına uyanlar, (özellikle) bunların içinden iyilik
yapanlar ve takva sahibi olanlar için pek büyük mükafaat vardır.
173. Bir kısım insanlar, mü'minlere: "Düşmanınız olanlar, size
karşı asker topladılar, aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların
imanlarını bir kat daha artırdı ve "Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir!"
dediler.
174. Bunun üzerine, kendilerine
hiç bir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece
Allah'ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir.
Mü'minlerin Uhud yenilgisine rağmen olaylara bakışlarına ve hareket
tarzlarına dikkat çekildiği bu ayetlerin iniş (nüzul) sebebi hakkında farklı görüşler
bulunmakla birlikte, bizce en uygun görüş, Muhammed Eşed'inkidir:
Müfessirlerin çoğu, ayetteki 'yaralanma' ifadesinin, müslümanlann Uhud
savaşında uğradığı kayıplara bir işaret olduğu görüşündedirler. Ancak
kasdedilen sonuçların daha geniş kapsamlı olması da muhtemeldir. Bu ayet,
Allah yolunda can verenlerin (şehitlerin) söz konusu edildiği önceki ayetler
ile doğrudan bağlantılıdır. Eski müfessirlerin çoğunda, daha kapsamlı fikirler
ihtiva eden ve bütün insanî durumlar için geçerli olan bir çok Kur'an ayetine,
kastedildiğinden daha ayrıntılı tarihsel atıflar isnad etme eğilimi vardır.
172-175. ayetler bunun en iyi örnekleridir.
Bazı müfessirler bu ayetlerin, Uhud savaşı'nın ertesi günü
Hamrau'l-Esed'e yapılan neticesiz sefere işaret ettiği görüşünde iken,
bazıları ertesi yıl yapılan ve tarihte Küçük Bedir (Bedru's-Suğra) olarak
bilinen sefere işaret ettiğini iddia ederler. Başka bir grup ise, 172. ayetin
Hamrau'1-Esed seferine; 173-174. ayetlerin ise Küçük Bedir seferine işaret
ettiği görüşünü ileri sürerler. Bu bariz görüş farklılıkları karşısında
-çünkü, ne Kur'an'da, ne de sahih hadislerde bu sırf tahmine dayalı
varsayımları destekleyen gerçekten ikna edici bir delil yoktur-söz konusu
ayetlerin bütününün, Uhud savaşına yapılan tarihî atıfların ve o olaydan
çıkarılması gereken derslerin genel ahlâkî çerçevesini çizdiği sonucuna
varabiliriz.[112]
Şimdi bu ayetleri kasımlara ayırarak ve birbiriyle bağlantısını kurarak
açıklayabiliriz:
1. Yaralı olduğu halde
Peygamber'in davetine icabet etmek
Ayetin başında yer alan (ellezîne=onlai) kelimesi, bizce, Uhud sava-şı'nda şehit olanların, korku ve üzüntü duymayacakları müjdesini vermek istedikleri hayatta kalan kardeşlerine işaret etmektedir.
Ayetin bu kısmında geçen (kendilerine yara isabet ettikten sonra)
ifadesi, yaralı gazilere işaret etmektedir.
Bu ayetteki 'yara'yı, iki şekilde yorumlayabiliriz: a) Mü'minlerin fizikî anlamda
yaralanması; b) Mağlubiyetin verdiği
sosyal ve psikolojik yaralanma. Çünkü mağlubiyetin müslümanlarda meydana
getirdiği sosyal ve psikolojik sıkıntı, fizikî yaralanmadan daha ağır ve daha
derin olmuştur.
Bu izahtan sonra diyebiliriz ki, aldıkları yara ister fizikî, ister
psikolojik olsun, bu halleriyle Allah'a ve Peygamberine icabet etmiş olmaları,
-levh-i mahfuz'u etkileyecek ve oradan bu ayetlerin gelmesine sebep olacak
kadar-erdemli bir davranıştır.
Onun için ayette geçen (istecâbû) kelimesi (ecâbe=icabet etti) kelimesinin altı harfli kalıbı olup, "icabet etmeyi istemek" anlamını ifade eder. Bu kalıptan alınca 'istek' anlamını kazanmaktadır. İman öyle bir güçtür ki, fizikî ve psikolojik yaranın acısını yok edip kişiyi ayağa kaldırmakta, Allah ve Peygamberinin emirlerini eksiksiz yerine getirmesini sağlamaktadır. Demek ki, Yüce Allah Hz. Peygamber'e -yukarıda müfessir ve tarihçilerin bahsettiği- sefere çıkılmasını emretmiş, o da mü'minlere bildirmiş; mü'min-ler de gerekeni yerine getirmişler; bu nedenle de ayetle anılacak kadar önemli bir davranış sergilemişlerdir.
2. İyilik ve takvayı elde
etmek
Savaş alanından daha yeni dönen mü'minler, yeni bir sefer için Allah'ın ve Peygamberinin davetine uymakla kalmamışlar, iyilik de yapmışlardır. Bize göre (ahsenû=iyüik yaptılar) kelimesi, Allah'ın ve Peygamberinin bütün emirlerini yerine getirdiklerini ifade etmektedir. Yaralanmalarına rağmen sefere çıkma emrine uymaları, kaliteli bir iş üretmek olması sebebiyle- ihsan kelimesiyle ifade edilmiştir.
Ayetin bu kısmındaki (sakındılar) kelimesinin içini, Allah'ın ve
Peygamberinin yasakladığı davranışlara uymalanyla, onları işlemekten
çekinmeleriyle doldurabiliriz.
Ayetin muhtevasına göre şöyle diyebiliriz: Allah'ın ve Rasulü'nün
emirlerine icabet etmeleri {ihsan); emirleri geri çevirmemeleri de takva'du.
İhsan ve takva kâmil insanın tanımını vermektedir. Kendi yaralarını unutup Allah'ın
ve Rasulü'nün emirlerini öne almaları ihsan; kendi şartlarını öne çıkarmamaları
da Jjî, (takva)dır. Hangi şart altında olursa olsun, Allah'ın ve Pey-gamber'in
emirlerinin yerine getirilmesi gerektiğinden hareket eden insanlar ihsan ve
takva'yı yakalamışlardır.
3. İhsan ve takvaya büyük ödül
Hangi şart altında olursa olsun, Allah'a ve Peygamber'e uymayı, itaat
etmeyi ahlâk edinmiş ıj* (muhsin) ve j£ (muttaki)lenn ödülü de büyük olmalıdır.
Yüce Allah'ın bunlara verdiği büyük ödülü haketmelerine sebep olan eylemleri
sıralayan bu ayette, şehitlerin müjde vermek istediği gazilerin durumu
açıklanmaktadır.
Allah'a ve Peygamberine icabet, ihsan (iyilik yapma) ve ittika (sakınma) eylemlerinin yanısıra, bu insanların ruh yapılarına ve en zor durumda bile Allah'a nasıl tevekkül ettiklerine dikkat çekilmektedir.
4.
Korkutmaya aldırmazlar
173. ayette onlann imanları ve ruhî durumları anlatılırken şu olaydan
hareket edilmektedir:
(Bir kısım insanlar mü'minlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar, aman korkun onlardan" dediklerinde bu, onlann imanlarını bir kat daha artırdı).
Burada mü'minlerin, düşmanların çokluğuyla korkutulmak istendiklerinde
bile, mağlubiyetin tahribatından sıyrılmış bir psikoloji ile kalplerindeki iman
ve güven duygusunun arttığına ve korkudan eser kalmadığına işaret edilmektedir.
Ayetin bu kısmında yer alan (fezâdehum /mânen=imanlarını artırdı)
cümlesi, imanın artıp artmayacağı meselesine net bir cevaptır. Başka bir
deyişle, ayetten açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki iman artar.
İhsan ve takvayı yakalayan insan, olumsuz şartlarda şahsiyet çözülmesine
uğramayan insandır. Böyle bir kişinin gönlündeki iman, korkusunu disipline
etmekte, davranışlarına yansımasına engel olmaktadır.
Gönüllerindeki imanın arttığı bu mü'minlerin dillerinden de şu sözler
dökülmektedir:
(Allah bize yeter ve O, ne güzel koruyucudur).
İşte gönüllerindeki imanı artıran düşünce budur; ya da ağızlarından
çıkan bu sözler, artan imanlarının göstergesidir.
(Allah bize yeter ve O, ne güzel vekildir) ifadesi, İslâm'ı ve Kur'an'ı tam anladıklarını göstermektedir. Çünkü ancak, güçlü bir imana ve yüce bir gönüle sahip olan kimse, Allah'ın kendisine kafi olduğunu söyleyebilir ve O'nu kendisine vekil kılabilir.
Bu sözleriyle mü'minler zayıflıklarını, güçlerinin sınırlı olduğunu, Allah'ın
ise sınırsız güç sahibi olduğunu itiraf etmektedirler; ki bu ifadeden, Allah'ın
gücü ile kendi güçleri arasındaki büyük farkın bilincinde olmalarının
kaynağında güçlü bir iman duygusunun bulunduğunu anlıyoruz. Allah'ı vekil
edinmek, sonsuz güce dayanmak anlamına geldiğine göre, Uhud savaşı'nda-ki
yenilginin sebeplerine de işaret edilmiş olmaktadır. Uhud mağlubiyetinin
sebebi, mü'minlerin bir grubunun emre riayet etmemeleri, ihsan, takva ve güçlü
bir iman duygusundan yoksun olmaları, Allah'ın kendilerine kafi olduğunun ve
O'nun vekil edinilmesi gerektiğinin farkında olmamalarıdır.
5. Allah'ın lütfü ve nimeti
gereği zarara uğramadan döndüler.
Bu inançlarından, bu söz ve davranışlarından ötürü o seferden hiçbir zarara
uğramadan döndüler. Mü'minlerin "hiçbir zarara uğramadan dönmeleri"
konusunda Muhammed Esed farklı bir yaklaşım sergilemektedir.
Alimler, öldürülmeye ve yaralanmaya maruz kalmadan döndüklerini söylerken,
Muhammed Esed cesaret kaybından ve iman zayıflığından kaynaklanan ahlâkî
sapıklığa kapılmadan döndüler şeklinde yorumlamaktadır.
Bize göre önemli olan, onların hiçbir zarara uğramadan dönmeleri değil,
hangi gücün zarara uğramalarını engellediğidir. Zaten ayet de bunu öne çıkarmakta
ve Allah'ın nimeti ve lütfü sayesinde hiçbir zarara uğramadan döndüklerini
beyan etmektedir. Böylece mü'minlerin, hiç zarara uğramadan dönmelerini kendi
güçlerine mal etmemeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Mü'minler, ilahî nimet ve
lütuf sayesinde böyle bir başarıya ulaştıklarını ifade etmekle, gururdan
sakınmış ve Allah'ın yardımını itiraf etmiş olurlar.
6. Gayret Allah rızası için
olmalıdır
174. ayetin devamındaki (Allah'ın rızası için çabalıyorlardı) ifadesi,
mü'minlerin niyetini ve amacını göstermektedir. Bu ayette, Allah rızası için
gayret gösteren kişiye Allah'ın lütfedeceği ve nimetlendireceği gerçeğine de
işaret edilmektedir.
7. (Allah büyük kerem
sahibidir)
Ayetin sonunda yer alan bu ifade, daha önceki iki ayetle de
bağlantılıdır. Allah'ın büyük kerem sahibi olması; lütfunun, nimet ve rızasının
sınırsızlığını gösterir. Buradaki z& (azfm=büyük) kavramı sınırsızlığı
ifade eder.
Allah'ın nimet ve lütfunun nasıl tecelli ettiğine gelince: Müşriklerin
kalplerine korku salarak savaşmalarını engellemiştir.
Yorumunu yaptığımız üç ayeti günümüze taşıyarak, tarihî boyutuyla
güncellik boyutunu birleştirmek gerekir. Ayetlerin sadece Uhud savaşıyla ve
sonrasındaki seferle ilgili olduğunun düşünülmesi, ayetlerin evrenselliğine
zarar verir. Aslında bu ayetlerde Uhud savaşı ve sonrasında çıkılan
Hamrau'1-Esed seferi bir model ve bir olgu olarak alınarak geleceğe
ışık/projeksiyon tutulmaktadır.
Öyleyse bu ayetlerden şu dersi çıkarabiliriz: Günümüzde olsun, gelecekte
olsun, savaştan fizikî ve psikolojik yarayla çıkan mü'minler hiç beklemeden
sefere çıkacak kadar ruh olgunluğuna sahip olmalı, Allah uğruna savaşma
cesaretini hiç kaybetmemeli, Allah'a tevekkül etmeli, Allah'ı vekil edinmeli,
Allah'ın yardım ve lütfunu yanında hissetmeli ve sadece O'nun rızası için
gayret sarfetmeli-dir. Bunun neticesinde elde edilen başarıyı da kendilerine
mal etmeyip, Allah'ın lütfü, nimeti ve yardımı sayesinde olduğunu
bilmelidirler. İşte din eğitimi, savaştan önce ve sonra mü'min askerlere bu
bilinci ve inancı aşılamalıdır.
[113]
175. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer
îman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.
Meal sahiplerinin çoğu bu ayete, yukardaki şekilde, yani "şeytanın
kendi dostlarını korkuttuğu" şeklinde mana vermişlerdir. Bazı meal
sahipleri ise farklı mana vermektedirler:
• Sizi dostlarından korkutan kimse şeytandan başkası değildir. (Ömer Rıza
Doğrul)
• Sadece o şeytan sizi dostlarıyla korkutuyor. (Bekir Sadak)
• Kendi dostlarından korkmayı (içinize) yerleştiren şeytandan başkası
değildir. (Muhammed Esed)
• Kendi dostlarından korkmayı size telkin eden şeytandan başkası değildir.
(Yusuf Ali)
Şeytan dostlarını korkutmaz, dostlarıyla korkutur veya dostlarından korkulmasını telkin eder. Dolayısıyla, "Şeytan dostlarını korkutur" şeklindeki meal yanlıştır, diğerleri ise aşağı-yukan aynı anlamda birleşmektedir; ki bizce de doğru olan budur. Zaten (onlardan korkmayın) emri de, "şeytanın dostlarından korkmayın" anlamına gelmektedir. (onlardan korkmayın) ifadesindeki, (hum) çoğul zamiri, (onun dostları) ibaresine gitmektedir. Şimdi ayetin analizini yapabiliriz:
1.
Bu ayette korku motifi
işlenmektedir
Âl-i İmran/170'de şehitlerin, geride kalan kardeşleri için bir korku ve
üzüntü bulunmadığı müjdesini vermek istedikleri ifade edilmişti. Buradaki korku
duygusu, 175. ayette tekrar ele alınmaktadır.
Bilindiği gibi korkunun merkezi kalptir. Fakat korku alam çok
kaypaktır; bu nedenle aklın etkisine açık olduğu kadar, nefsin etkisine de
açıktır.
Şeytanın, nefisle bağlantısı olan bu gereksiz korkuyu kullanmasına/harekete
geçirmesine mukabil, Allah erdeme götüren korkuyu kullanmakta/harekete
geçirmektedir.
Ayetin birinci bölümünde yer alan, (Şeytan size, dostlarından korkmayı
telkin eder) cümlesi, insandaki korku duygusunu şeytanın istismar ettiğine ve o
eşikten girerek insanı etkisi altına aldığına işaret etmektedir. Demek ki
korku duygusu, hem Rahman'a, hem de şeytana açık olan bir yapıya sahiptir.
Kafirler şeytanın dostu olduklarından, şeytan, savaşı kaybetmeleri için
mü'minleri etkileme yoluna gitmektedir. Şeytanın kafirlere savaşta yardım
ederken kullandığı en büyük silah korku duygusudur.
2.
(Onlardan korkmayın).
Yüce Allah, şeytanın dostları olan kafirlerden korkutmamasını emretmektedir.
Düşmanından korkmak, savaşı, daha baştan yan yarıya kaybetmektir. Korku
içinde savaşa çıkmak, savaşı gönülde büyütür ve düşmanı olduğundan fazla
gösterir. Bu da, insanın içinde savaşın kaybedilmesine yol açar. Kendi içinde
savaşı kaybeden ordunun, dışardaki savaşı kazanma imkanı yoktur. İşte Yüce
Allah, bu türden olan korkuyu yasaklamaktadır.
3.
(İnanıyorsanız benden
korkun).
Ayetin son bölümünde, mü'minin Allah'tan korkması gerektiği vurgulanmaktadır.
Ayetin bu kısmında iman ile korku arasında bir bağlantı kurulmakta ve imanın
korkuyu yönlendirme gücü bulunduğuna dikkat çekilmektedir. İman eden kişi,
şeytanın dostlarından değil, Allah'tan korkar.
Bu ayetten anlıyoruz ki: Din eğitimi korku motifini iyi işlemeli;
korku-iman bağlantısını kurmalı; korkunun objesini iyi belirlemeli ve onun
ilahî boyutunu işlemelidir.
Şeytanın dostlarından korkmak cesaret kinci olmasına mukabil; Allah'tan
korkmak cesaret vericidir.
[114]
176. İnkarda yarışanlar sana kaygı vermesin. Çünkü onlar Allah'a
hiçbir zarar veremezler. Allah onlara, ahîretten yana bir nasip vermeme
muradındadır. Onlar için çok büyük bir azap vardır.
Bu ayetin nüzul sebebi, başka ayetlerle ilgi kurularak tesbit edilebilir:
1. Bu ayet, Uhud yenilgisinden
sonra irtidat edenlerin (küfre dönenlerin) durumuna çok üzülen Hz. Peygamber'i
teselli etmek amacıyla inmiştir. Razi bunu, nüzul sebepleri arasında alternatif
bir görüş olarak zikretmektedir.
Bu görüşte doğruluk payı bulunduğunu düşünüyoruz. Çünkü kafir, zaten kafir olduğundan küfre koşması sözkonusu olmaz? Ama iman eden veya iman etmiş görünen kimselerin, yenilgi neticesinde tekrar inkara dönmeleri, küfürde yarışmak/koşuşmak olarak nitelendirilebilir.
Münafıkların bu durumunu Âl-i İmran/167 ayetiyle açıklayabiliriz:
(Onlar o gün, imandan çok inkara yakın idiler). [Âl-i İmran/167] Yine
Âl-i İmran/90'da bu oluşumu görebiliriz:
(İnandıktan sonra inkara sapıp sonra inkarcılıkta daha da ileri
gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir). [Âl-i İmran/90]
Görüldüğü gibi, imandan sonra inkara sapanlar, inkarda ileri
gitmektedirler. Bu ayetleri Âl-i İmran/176'ya götürürsek inkarda yarışanların,
imandan sonra inkara sapan kimseler olduğu anlaşılır. Böylece ayetin nüzul
sebebinin hem kafirler, hem de münafıklar olduğu ortaya çıkar.
Âl-i İmran/176'nın devamı da bunu teyit etmektedir:
(Allah onlara ahirette nimetlerden bir pay vermemeyi murad ediyor).
[Âl-i İmran/176]
Bu ifadeden anlaşılıyor ki, iman ettiklerinde ahiretten pay alma haklan
bulunmakta, ama küfre sapınca bu haklarını kaybetmektedirler.
2.
Bu ayetin nüzul sebebi
olarak -sağlam bir dayanağa sahip olmamakla birlikte- şu da söylenebilir:
Küfrünü eyleme ve düşmanlığa dönüştürüp, mü'minlere saldıran kafir için,
"Küfürde yanşıyor" denebilir.
Ancak bu durumda Peyamberimizin bunlann durumuna niçin üzüldüğünü
beyan ekmek gerekir. Bu konuda şöyle denebilir: Küfrünü düşmanlığa ve eyleme
dönüştüren kafirlerin iman etmelerinin zorlaşması nedeniyle Hz. Peygamber
üzüntü duymuş olabilir. Veya bir hiç uğruna savaşıp ölmeleri sebebiyle üzüntü
duymuş olabilir. Çünkü bütün peygamberler gibi Hz. Pey-gamber'in gayesi de,
insanlan müslüman yapıp kazanmaktır; öldürüp kaybetmek değil.
Hz. Peygamber'in iman etmeyenler için üzüldüğünü bildiren ayetler vardır:
(Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızlanyla 'inandık' diyen kimselerden ve yahudilerden küfüre koşanlann hali seni üzmesin). [Ma-ide/41] Demek ki, Hz. Peygamber, münafık ve yahudilerin İslâm'a karşı takındıklan tavra üzülüyordu. Bu üzüntü o kadar ileri boyuttaydı ki Hz. Peygamber şu ayetle teskin edilmektedir:
(Rasulüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın).
[Şuara/3] Şimdi ayetin analizini yapabiliriz:
(İnkarda yarışanlar seni üzmesin).
Peygamber ahlâkında, başkasının olumsuz davranışının üzüntüsünü duymak
vardır. İnsanların çoğu başkasının düştüğü olumsuz durumdan dolayı memnun olur.
Bunlar, şahsiyetleri gelişmemiş kimselerdir. Başkalarının başına gelen bir
beladan dolayı üzülen insanlar olgunlaşmış demektir. Öyleyse, başkalarının
derdini dert edinmek, elinden birşey gelmiyorsa kalben üzüntü duymak da,
şahsiyet gelişmesinde önemli bir merhaledir. İşte Hz. Peygamber de, insanların
küfürde yarışmasından dolayı o kadar üzülüyor ki, Allah onun teskin ediyor.
(Çünkü onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler). İnsanların imandan
inkara dönmeleri veya inkarlarını eyleme dönüştürüp İslâm'ın kökünü kazımak
için savaş açmaları, Allah'a hiçbir zarar vermez. Ayetin birinci bölümünün
ardından, Çünkü onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler buyurulması, Hz.
Peygamber'in üzüntüsünün asıl sebebinin onların şahıslan olmayıp, Allah'ın
dinine zarar verecekleri endişesi olduğunu göstermektedir. Onun için Yüce
Allah Hz. Peygamber'e, Allah'a hiçbir konuda zarar veremeyeceklerini söylemektedir.
(Allah onlara, ahiretten yana bir nasip vermemek istiyor).
Allah'a zarar vermek için inkarda yanşanlann en önemli kaybı, ahirette
bir nasip alamamalandır. Onlann bu davranışı, ilahî iradeyi etkilemekte ve
bunun sonucu olarak da Allah onlan ahiret nimetlerinden mahrum etmektedir.
Dünyadaki eylem, ahiretteki nimetin kaybını getirdiğine göre, olumsuz eylemler
de kaybolmamakta, ahirette karşılığını bulmaktadır.
Ayetten, Allah'a zarar vermek için küfürde yanşanlara iki türlü ceza
verileceği anlaşılmaktadır: a) Ahiret
nimetlerinden nasipsiz kalmak; b) Sonsuz
azaba mahkum olmak. Biri, nimetin kaybından doğan bir ceza; diğeri de asıl
azaptır.
[115]
177. Şüphesiz, iman karşılığında inkarı satın alanlar hiçbir surette
Allah'a zarar veremezler. Onlar için elem verici bir azap vardır.
Bir önceki ayette olduğu gibi bu ayetin eksen konusu da inkar olup
inkar psikolojisinin insanlara getirdiği ve onlardan alıp götürdüğü şeyler
açıklanmaktadır. 176. ayette küfre koşanlar ele alınırken; burada küfrü imana
tercih edenler/iman karşılığında küfrü satın alanlar konu edilmektedir.
"Satın alma" ifadesinden hareketle, burada kimlerin konu
edinildiğini anlamak mümkündür. Bakara/16 ayetine göre, bunlar münafıklardır:
(Münafıklar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlar). [Bakara/16]
Bakara/41 'e göre bunlar İsrailoğullan'dır:
(Ayetlerimi küçük bir kazanca değişmeyin). [Bakara/41] '
Tevbe/9 ayetine göre, bunlar müşriklerdir:
(Allah'ın ayetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar da O'nun
yolundan alıkoydular). [Tevbe/9]
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetten hareketle, imanı bırakıp küfrü
satın alanın mürted olduğunu söyleyebiliriz. 176. ayetteki küfre koşanlar, 177.
ayette küfrü satın alıyorlar.
Küfre koşma ile imanı bırakıp küfrü satın alma, gönlün eylemleridir. Aklın
devre dışı kaldığı bu eylemde kalb, nefsin etkisiyle inkara doğru süratle
koşmakta ve nihaî merhalede onu satın almaktadır. Demek ki her iki ayette de,
nefsin kalbe dikte ettiği eylemler sözkonusu edilmektedir.
Aslında her iki ayette de tutarsız, dönek, sebatsız ve ikili oynayan
insanlann psikolojisi analiz edilmektedir. Kötüden iyiye doğru olan değişimin
nasıl ödülü varsa; iyiden kötüye olan değişimin de cezası olacaktır.
Bu değişimde kafirlerin niyeti Allah'a zarar vermektir, yani Allah'ın
dinini ortadan kaldırmak, tevhid inancını yok etmektir. Yüce Allah ayetin devamında
onların niyetlerini ortaya koymaktadır:
(Onlar asla Allah'a hiçbir zarar veremezler).
Demek ki onlar küfre koşmak ve inkarı satın almakla Allah'a zarar vermeyi
murad ediyorlar. Allah ise bunun asla gerçekleşemeyeceğini ifade ediyor.
(Onlar için elemli bir azap vardır).
İmandan inkara doğru olan olumsuz değişimin neticesi elem verici azaptır.
Âl-i İmran/9rde de aynı netice dile getirilmiştir.
Âl-i İmran/176 ve 177 ayetlerini, daha önceki ayetlerle birlikte ele
alırsak şu genellemeyi yapabiliriz. Sosyal olguların baskısı insan
psikolojisini derinden etkilemekte ve o psikolojide dönüşü olmayan değişim ve
yaralar açmaktadır. Mesela Âl-i İmran suresinin bu ayetlerinde bahsi geçen
Uhud yenilgisi, sağlam bir psikolojik yapıya sahip olmayanların kalbinde büyük
değişimler meydana gelmesine, imandan inkara geçmelerine sebep olmuştur.
O dönemdeki insanların kalplerinde olan değişimlerin Kur'an'da yer alması,
bugün bizim için ne ifade eder? Bu sorunun cevabını verirken ayetlerin
evrensel olduğundan hareket etmek gerekir. Her iki ayette bulunan s|f
(el-lezine=onlar) ifadesi de geneldir.
Eğer genel olmayıp da şahıslar zikredilmiş olsaydı, sadece o şahıslarla
ve o tarihle ilgili olacaktı. Ama bu sıla edatının kullanılmasıyla, her çağda
böyle insanların çıkacağına işaret edilmektedir. Her çağda inkara koşanlar,
imanı verip inkarı satın alanlar olacaktır ve bu oluşumlar kıyamete kadar devam
edecektir.
Allah Teala, bu şekilde davranan kafirlerin Allah'a bir zarar
veremeyeceğini ifade buyurmak suretiyle, hem onlarla aynı toplumda yaşayan
mü'min-lere moral vermekte, hem de onların amacını öğretmektedir.
İmandan inkara geçişin dünya ve ahirette elem verici bir azaba sebep
olacağını söyleyerek Yüce Allah, onların bu davranışlarının cezasız kalmayacağını
vurgulamaktadır.
[116]
178. Kafirler, sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onların hayrınadır;
onlara mühlet vermemiz günahlarını artırmaları içindir. Onlar için alçaltıcı
bir azap vardır.
Ayetin ilk bölümünün iki açıdan ele alınması gerekir:
1. Kendilerine mühlet
verilmesi, kafirlerin hayrına değildir
Ayetteki mühleti, Uhud savaşı ile ilgili kabul edersek, ölen
mü'minlerden sonra kafirlerin hayatlarını sürdürmelerine işaret ettiğini
söyleyebiliriz.
Kafirlere verilen mühlet, onların işledikleri günahlardan dolayı hemen
cezalandırılmamalarıdır; onlar bunun kendilerinin hayrına olduğunu zannedebilirler;
ama gerçek hiç de öyle değildir.
2. Kafire verilen mühlet,
günahını artırması içindir
Kafirlere mühlet verilmesinin sebebi, ayetin ikinci bölümünde
verilmektedir:
(Onlara ancak günahlarını artırmaları için mühlet veriyoruz).
Hakikati inkar eden kafirlere mühlet verilmesi, daha çok günah işlemelerine
sebep olduğu için onların hayrına değildir. Batıl inanca sahip olan bir insanın
sıhhatli ve refah içinde bir hayat sürmesi, onun lehine değil tam tersine
aleyhinedir. Refah içinde ve sıhhatli bir hayat sürmesi, onun günahını artırmakta
ve günah bataklığına iyice gömmektedir.
Bu açıklamasıyla Allah Teala, Uhud savaşı'nda şehit olanların boşuna öldüklerini
düşünen kimselere, kafir olarak yaşamaktansa genç yaşta şehit olmanın daha iyi
olduğunu bildirmektedir.
Bu izaha göre diyebiliriz ki, Allah Teala'nın kafirlere mühlet
vermekteki asıl amacı, günahlarını artırmaları değil, onların batıldan hakka
dönmeleridir.
Yüce Allah'ın, kuluna günahını artırması için mühlet verdiği yolundaki yorum, Allah'ın nasıl olup da kulunun günahlarını artırmasını istediği sorusunu beraberinde getirir. Bu soruya, inkarlarında İsrar etmelerinden dolayı şeklinde cevap vermek de tatmin edici olmaktan uzaktır. Bize göre, en uygun açıklama şudur: Hakikati inkar edenler, durmadan günahlarını arttırdıklarından, mühlet, onlar için hayırlı olmamaktadır.
3.
(Onlara utanç verici bir
azap vardır).
Günahlar artınca ceza da artmaktadır. Dikkat edilirse 176-177.
ayetlerde küfre koşanlara büyük azabın, imanı verip inkarı satın alanlara elem
verici azabın; bu ayette ise günahlarını artıranlara utanç verici bir azabın
verileceği beyan edilmektedir.
Bu üç ayette belirtilen ceza şekillerinin farklılığından şu neticeyi
çıkartıyoruz: Yüce Allah, her günaha bir ceza takdir etmiştir. Bu durumu
dünyevî hukuk açısından düşündüğümüzde, hukukun en zor işinin hangi suça ne kadar
ceza verileceğinin tesbiti olduğu anlaşılır. Kur'an'a bir bütün olarak bakıldığında,
bu ilahî öğretinin farkı kolayca anlaşılır.
Bu ayetten çıkaracağımız diğer bir netice de şudur: Durmadan günah işleyenler,
hayatlarını sorgulamalıdırlar. Hayatın ana gayelerinden biri, daha iyi olanı
yakalamak olduğuna göre, iyiyi inkar edip günah işleyerek mi, yoksa hakikate
inanıp iyi şeyler yaparak mı iyiyi yakalamak mümkündür?
Demek ki, hayat sanı üzerine kurulamaz. Yüce Allah (hakikati inkar
edenler sanmasınlar) buyurmak suretiyle, bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Hayat;
akim, bilgi ve gerçeğin üzerine kurulup devam ederse, iyiyi yakalama fırsatı
doğar. İşte bu nedenledir ki din eğitimi, insanların hayatlarını sanı üzerine
kurmalarının sakıncalarını anlatıp öğretmeli, insanları akla, bilgiye ve
gerçeğe çekme gayreti içinde olmalıdır. Çünkü sanı üzerine sürdürülen hayatın
sonu, utanç verici azapla biter.
178. ayette yer alan fiillerin, çoğul olmalarından hareketle, Yüce
Allah'ın ferdî bir eğitim değil, toplumsal, en azından grupsal bir eğitim
yaptığı sonucuna varılabilir.
Demek ki, din eğitimcileri topluma, toplumsal hayatın sanı üzerine kurulamayacağını,
bunun sonunun hüsran olacağını gerçekçi bir tarzda anlatmalıdırlar. Toplum
hayatının her boyutu, akla, bilgiye ve gerçeğe dayanmalıdır.
[117]
179. Allah mü'mirileri bulunduğunuz halde bırakacak değildir. O, iyi
ile kötüyü ayıracaktır. Allah, size gaybı bildirecek değildir. Fakat Allah
peygamberlerinden dilediğini seçer. Artık Allah ve peygamberlerine inanır ve
sakınırsanız size büyük mükâfaat vardır.
Genelde meal sahipleri, bu ayete bu şekilde mana vermişlerdir.
Muham-med Esed ise farklı bir mana vermiştir. Bize göre Esed'in verdiği mana
hakikate daha yakındır. Ancak biz ayeti, her iki mana açısından yorumlamayı uygun
buluyoruz.
(Ey hakikati inkar edenler) mü'minleri sizin hayat tarzınıza (uymaya)
terket-mek Allah'ın dilediği (bir şey) değildir. Sonunda Allah iyiyi kötüden
ayıracaktır. Ve Allah, insan idrakini aşan şeyleri kavrama gücünü size verecek
değildir. (Bunun için) Allah, elçileri arasından dilediğini seçer. Öyleyse
Allah'a ve elçilerine inanın; eğer Allah'a ve elçilerine inanıp sakınırsanız,
sizi muhteşem bir karşılık beklemektedir.
1.
Ayetin Uhud savaşı ile
ilgili olduğunu söyleyen Razi ve diğer müfessir-lerin görüşünden hareketle,
ayette Uhud'daki bozgunda karışık olarak bulunan münafıklarla mü'minleri Yüce
Allah'ın birbirinden ayıracağı ifade edilmektedir.
(Allah mü'minleri bırakacak değildir) ifadesinde, mü'minler için üçüncü çoğul şahıs kullanılırken, (üzerinde bulunduğunuz durumda) ifadesinde ikinci çoğul şahıs kullanılmaktadır. Bu iki kısımda, ayrı grupların kasdedildiği -gramer açısından- net olarak anlaşılmaktadır. Muhammed Esed'in verdiği manayı dikkate aldığımızda, muhatabın münafıklar veya kafirler olduğunu ve Allah Teala'nın onlara,
(Mü'minleri sizin hayat tarzınıza uymaya terketmek Allah'ın dilediği
bir şey değildir) dediğini kabul etmek durumundayız ki bu, gramere daha
uygundur.
(Sizin üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde) ifadesine Muham-med Esed'in
"sizin hayat tarzınıza uymaya terketmek" şeklinde mana vermesi
manidardır. Muhammed Esed bu manayı şöyle delillendirmektedir:
Bazı müfessirler (mesela Razi) mâ entum aleyhi (lafzen, "üzerinde
olduğunuz") ibaresinin burada, "içinde bulunduğunuz şartlar"ı
-yani Uhud sava-şı'ndan sonra müsliiman toplumun içine düştüğü zayıflık ve
şaşkınlık halini-gösterdiği ve bu nedenle yukarıdaki ayetin mü'minlere hitap
ettiği görüşündedirler. Ancak bu yorum pek makul değildir. Mü'minlere burada
üçüncü şahıs zamiri ile işaret edilmesinin yanısıra mâ entum aleyhi ibaresinin
ikinci çoğul şahıs halinde kullanılması, bununla hem Kur'an'da hem de sahih
hadislerde her zaman insanların hayat tarzının ve inançlarının kasdedildiğini
göstermektedir. Ayrıca İbn Abbas, Katâde, Dehhak, Mukatil ve Kelbi'nin burada
hitap edilen insanların, önceki pasajların işaret ettiği "hakikati inkar
edenler" olduğunu tereddütsüz olarak açıkladıklarına dair elimizde
güvenilir bilgiler bulunmaktadır (bkz. Taberi ve Beğavi'nin bu ayet ile ilgili
yorumlan). Bu anlamda okununca yukarıdaki pasaj, mü'minlerin, zaman içinde,
yalnız inançlarında değil, sosyal hedefleri ve hayat tarzları açısından da
inkarcılardan farklılaşacaklarına işaret eder.[118]
Ayete tarihsel boyutuyla yaklaşırsak, Razi ve onun gibi düşünen
müfessir-lere hak vererek meseleyi Uhud savaşına bağlayabilir ve Allah'ın
mü'minler-le münafıkları bulundukları durumda bırakmayacağını söyleyebiliriz.
Ama ayeti evrensel boyutuyla ele aldığımızda Muhammed Esed'in de dayandığı
müfessirlere hak vermemek elde değildir. Çünkü Allah'ın muradı, mü'minleri
münafık veya kafirlerin hayat tarzına uymaya terketmek değildir. Bu yorum,
eğitimi ve siyaseti de devreye sokmaktadır. Siyasetin amacı, farklı inançları
birbirine karıştırmak değil, tam tersine onların farklılıklarını ortaya
çıkararak kavga etmeden bir arada bulunmalarını sağlamaktır.
2. (Sonunda Allah iyi ile
kötüyü birbirinden ayıracaktır).
Asıl olan iyi olduğundan, iyiden kötüyü ayıracaktır demek gerekir.
Ayetin bu kısmında yer alan iyi ve kötü kavramları, bizim güzel ahlâk ve onun
getirdiği hayat tarzı üzerinde olduğumuzun da delilidir.
Ayetin bu bölümü ile birinci bölümünü birleştirirsek, şu neticeye
varabiliriz: Allah Teala'nın, mü'minleri kafirlerin hayat tarzına uymaya
terketmeyi dilememesi, olguya müdahale edeceği ve sonunda iyi ile kötüyü
ayıracağı anlamına gelir. Ama, bu ayırma işleminden sonra, mü'minin kafirin
hayat tarzına, dünya görüşüne uyup uymaması kendi sorumluluğundadır. Yüce Allah
iyiden kötüyü ayırınca ve bunu kuluna öğretince, artık dilediği hayatı seçmesi
kuluna kalmaktadır. Bu yorumu, Bakara/256 ayetiyle destekleyebiliriz:
(Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden
ayrılmıştır). [Bakara/256]
Demek ki, iyi ile kötü; doğru ile yanlış birbirinden ayrılınca zorlama
kalktığı gibi müdahale de kalkmaktadır.
Ayetin ikinci bölümündeki iyi ve kötü kavramları, ahlâkî bakımdan ele
alınacağı gibi, sosyal açıdan da ele alınabilir.
152. ayette, Uhud savaşı'ndaki yenilginin, mü'minle münafığın
birbirinden ayrılmasını temin eden bir imtihan olduğu belirtmişti. Sosyal olay
veya olgular insanın karakterini, düşüncesini ve inancını deşifre eder. Böylece
Yüce Allah bu ayetle, Uhud yenilgisinin amacını ortaya koymuştur. Demek ki,
Uhud savaşı gelişi güzel bir yenilgi değil, iyi ile kötüyü birbirinden ayıran
kriterdir.
Uhud savaşı bir bakıma hâlâ devam ediyor. Mü'minlerin inkar psikolojisine
sahip olanlara karşı üstünlüklerini kaybettikleri her tarihî dönem, bir Uhud
savaşı'dır. Artık savaş; kültür, ekonomi, siyaset ve teknoloji alanında
verilmektedir. Bu alanlarda üstünlüğü kaybetmek, müslümanlann karakterini
ortaya çıkaracaktır.
3. (Allah, size gaybı
bildirecek değildir).
Uhud yenilgisinin Kur'an'da anlatılan boyutundan başka, bir de gaybî
(insan idrakini aşan) bir boyutu vardır. Ayetin bu kısmı ilk iki bölümle
irtibat-landınlırsa, böyle bir yorum yapmaya imkan verir; ama burada gayb
alanını göstermenin de hedeflendiği gözardı edilmemelidir.
Evet burada, insan idrakinin bir sının olduğu ve bu sınırdan ötesinin
insan için gayb olduğu vurgulanmaktadır. Bu durum kaderin kendisidir. Kader
kelimesini kanun anlamında kullandığınıza dikkat edilmelidir. Daha sonra Allah
öğretimini, insanın idrakine göre yaptığını, gaybı onlara bildirmeyece-ğini;
çünkü onların idrakini aştığını belirtmektedir.
Gaybî oluşumlardan biri de, peygamber seçimidir. Bu seçim Allah'a
aittir.
4.
(Allah elçileri arasından
dilediğini seçer).
Bazı müfessirler buradaki seçmeyi, kimin münafık kimin kafir olduğu bilgisini
vermek anlamına almakta ve Hz. Peygamber'in, münafık ve mü'min-leri Allah'tan
aldığı bilgi sayesinde bildiğini ve böylece Allah'ın ona gaybî alemden bilgi
öğrettiğini ifade etmektedirler.
Ayetin bu kısmını günümüze taşıyayacak olursak, şöyle bir genelleme yapabiliriz:
Allah elçilerinden dilediğini seçer ifadesi, günümüzdeki yahudiler ve
hristiyanlarla müslümanlar arasındaki ilişkinin peygamberi boyutuna dikkat
çekmekte; yahudi ve hristiyanlann Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul
etmemeleri konusunda güzel bir değerlendirme teşkil etmekte; böylece onlara
şöyle demiş olmaktadır: Peygamber seçiminde sizlerin değil, Allah'ın dilemesi
esastır.
5. (O halde Allah'a ve
peygamberlerine iman edin).
Peygamber seçimi Allah'a aittir; insanlara ise inanmak düşmektedir.
Onun için Allah Teala, kendisine ve peygamberlerine inanmayı emretmektedir.
6.
İman ve takvanın ödülü
Yüce Allah, kendisine ve peygamberlerine imanı emretmekle birlikte, kuluna
imam zorlamamaktadır; aksine kulunun bu hususta serbest olduğunu bildiren bir
ifade kullanmaktadır:
(Eğer inanır ve sakınırsanız).
Buradaki eğer edatı, kulun inanıp-inanmamakta, sakınıp-sakınmamakta hür
olduğunu net bir şekilde göstermektedir. Şayet kul iradesini inanmadan yana
kullanırsa, muhteşem bir ödüle sahip olacaktır. Ayetteki azim kelimesi,
"büyük, sonsuz, muhteşem" manalarına gelir.
Bu ödül, inanmaya teşvik amacına yöneliktir. Aslında kâmil mü'min ödül
için değil, Allah'ın rızasını elde etmek için inanır. Bununla birlikte ilk
başta, inanmak için bu ödülün teşvik edici olduğu da inkar edilemez.
Ayetin bu kısmındaki takva (sakınma/korunma) kavramı, kötülerden veya
kötülüklerden uzak durmayı ifade etmektedir. İman, insanda bir sakınma duygusu oluşturuyorsa,
iman amele dönüşmüş demektir. O zaman ödül sadece imana değil aynı zamanda
amele de verilmektedir.
[119]
180. Allah'ın, lütfundan kendilerine verdiklerini infak etmekte
cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırdır; tersine bu
onlar için serdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına
dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün
yaptıklarınızdan haberdardır.
179. ayette Uhud savaşı ile ilgili son bilgi verilmiş ve konu bitmişti.
Bu ayette konu, kamunun yararına harcamada bulunmaya ve cimriliğe getirilmiş ve
bir değrlendirme yapılmıştır. Ancak bu ayetin Uhud savaşı ile ilgili olduğu
kabul edilirse, savaşta malı harcama konusunun işlendiği söylenebilir. Bundan
önceki ayetlerde Allah yolunda can vermenin önemi ve şehidin Allah katındaki
mertebesi açıklanmıştı, bu ayette ise Allah yolunda mal harcamakta gösterilen
cimrilik ele alınmakta ve cimrilerin kıyamette karşılaşacakları azap
bildirilmektedir.
1. Cimrilik iyi değildir.
Yüce Allah ayetin birinci bölümünde yine yanlış bir sanıyı ele almakta
ve bu konudaki bilgi hatasını düzeltmektedir:
(Allah'ın, lütfundan kendilerine verdiklerinde cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için iyidir).
Ayetin bu bölümünün çatısını sanı, cimrilik, Allah'ın lütfü ve iyi
kavramları teşkil etmektedir.
Allah'ın verdiği şeyde cimrilik yapmak, yani onu hayır işlerinde
harcamamak iyi değildir. Ancak bazı insanlar, bunun onlar için iyi olduğunu
zannetmektedirler. Yüce Allah bu yanlış zannı ortadan kaldırmak için kulunun
nerede hata yaptığını bildirerek, ona rehberlik etmektedir.
(Cimrilik onlar için serdir).
Yüce Allah, önce cimriliğin onlar için iyi olmadığını ifade etmiş,
sonra da onlar için şer olduğunu söylemiştir. Görüldüğü gibi insanın malı ile
olan ilişkisinden şer/kötülük doğmaktadır.
Bundan, şerrin kaynağında ilahî iradenin değil, kulun iradesinin
bulunduğu sonucu çıkar. Kulun sahip olduğu ekonomik değeri biriktirmesi, ona
taparcasına sarılıp infak etmemesi, şerri doğurmaktadır. Kulun mal tutkusu
(cimriliği) ile ekonomik değerin birleşmesinden şer doğmaktadır.
Cimrilik, psikolojik bir hastalıktır. Hz. Peygamber cimrilik hakkında
şöyle buyurmuştur:
Hangi hastalık, cimrilikten daha şiddetlidir?![120]
Bu psikolojik hastalık sadece kişinin içinde kalmıyor, topluma da yansıyarak toplumun yıkımına kadar varıyor. Muhammed suresinde cimriliğin, toplumu temelinden sarsan büyük bir sosyal hastalık olduğu ifade edilmektedir:
(Bakın sizler Allah yolunda harcama yapmaya çağınlıyor-sunuz; ama aranızda
cimrilik edenler var! Ve kim cimrilik ederse, sadece kendisine karşı cimrilik
yapmış olur. Çünkü Allah kendi kendine yeterlidir. Halbuki siz O'na muhtaçsınız
ve şayet yüz çevirirseniz başka toplumları sizin yerinize geçirir ve onlar
sizin gibi yapmazlar). [Muhammed/38]
Yüce Allah insanları, Allah yolunda infaka çağınyor. Bu emre sırt dönüp
cimrilik yapanlar, bir taraftan kendilerine karşı haksızlık ediyor; diğer taraftan
da toplumun yıkımına sebep oluyorlar. Çünkü Yüce Allah ayetin sonunda, cimrilik
edenlerin yerine başka bir toplum getireceğini söylemektedir. Gelecek olan
toplumda aranan ana özellik de cimrilik yapmamalarıdır.
Demek ki cimrilik -ki psikolojik bir hastalıktır- toplumu çürüten ve yıkan
sosyal bir hastalığa dönüşmekte ve olumsuz değişimin dinamiği haline
gelmektedir. Cimrilik hastalığı bulaşıcı olduğundan, onun şerri ahirete de intikal
etmektedir.
2. Cimrilik edilen şey
ahirette boyuna dolanır.
Cimrilik edilen şey şekil değişimine uğrayarak, mahşerde bir kolye gibi
sahibinin boynuna dolanacak ve o insanın cimri olduğu ondan anlaşılacaktır.
İsra suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Herkesin amelini kendi boynuna doladık). [İsra/13] İnfak edilmeden,
zekatı ve sadakası verilmeden yığılan malların ahirette ne hale geleceği ve
sahibiyle ilişkisi Tevbe/34-35'te anlatılmaktadır:
(Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahipler-
den bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve Allah
yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onlan Allah yolunda
harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele. (Bu paralar)
cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanlan ve sırtlan
dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için
biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeyleri tadın").
[Tevbe/34-35]
Ayetin bu bölümünde yer alan (dolanacaktır) kelimesinin aslı olan ja
(taka) kelimesi, güç yetirmek anlamına gelir. Bu kelimenin (tavvaka) kalıbı
kuşatmak, halka, tasma giydirmek; Sj3? (tetavva-ka) kalıbı da yılanın halka
şeklinde olması anlamını ifade eder. İşte bu anlamdan hareketle, cimrilik
edilen şeylerin kıyamet günü insanın boğazına dolanacağı anlamı verilmektedir.
3. Bu yanlıştan (cimrilikten)
kurtulmanın yolu nedir?
Yüce Allah bu yanlıştan (cimrilikten) kurtulmanın şu bilgi ve inançtan
geçtiğine dikkat çekmektedir:
(Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır). Burada Yüce Allah, yanlış davranışın (cimriliğin), bilgisizlikten meydana gelebileceği ihtimalini değerlendirerek, mülkün Allah'a ait olduğunu söylemektedir. Ayetin bu kısmındaki Iji {miras) kelimesi, mülkiyet anlamına gelmektedir. Kainatın mutlak manada mülkiyeti Allah'a aittir; insanların mülkiyeti geçicidir. Bu bilgi ve inanca sahip olan kişinin cimrilik etmesi mümkün değildir. Çünkü bu bilgiye sahip olan kişi, sahip olduğu mala vekil olarak tayin edildiğini; o malın kendisine emanet edildiğini bilir ve inanır. Hadid/7'de insanın sahip olduğu malda tasarruf etmek üzere vekil tayin edildiği belirtilmektedir:
(Allah'a ve Rasulü'ne iman edin. Sizi üzerinde tasarrufa yetkili
kıldığı şeylerden infak edin). [Hadid/7]
Mutlak mülkiyet Allah'a ait olduğuna, insanlar sadece kendilerine
emanet edilen mallar üzerine vekil kılındığına göre cimrilik neden?
Mülkiyet açısından Yüce Allah ile kainatın ilişkisiyle, insan ile sahip
olduğu ekonomik değer arasındaki ilişkinin mahiyetini bilmenin cimriliği önlemenin
yollarından biri olduğuna işaret eden bu ayet, cimrilik duygusunun bu bilginin
bulunmadığı yerde ortaya çıkacağına dikkat çekmektedir. İnsanın malı ile olan
ilişkisi -ister cimrilik, ister cömertlik şeklinde olsun- ahirete intikal
edecektir. Bu ilişkinin, hayra vesile olması için mülkiyet konusunun iyi
bilinmesi gerekir.
Bu bilginin yanısıra, Allah'ın yapılan her şeyden haberdar olduğu
inancına da sahip olmak gerekir. Yaptıklarını gözetleyen ve onlardan haberdar
olan yüce bir varlığın bulunduğuna inanmak, cimrilik hastalığının en iyi
ilacıdır.
Yüce Allah cimriliği (ruh hastalığını) tedavi yöntemi olarak öncelikle
mülkiyet hakkı konusunda insanı bilgilendirmekte [Âl-i İmran/180, Hadid/7];
ardından cimriliğin toplumun yıkılışına sebep olacağı gerçeğini ortaya koyarak
uyarmakta [Muhammed/38]; sonra cimriliğin ahirette azaba sebep olacağını
söyleyerek tehdit etmekte [Âl-i İmran/180, Tevbe/34-35]; nihai olarak da
cimrilik duygusunu cömertlikle kontrol altına almanın bilincini vermekte;
böylece de eğitim için çok önemli bir metod ortaya koymaktadır. Bilgilendirme,
uyan ve tehdit gibi belirli safhaları olan bu metodun, hafiften ağıra doğru
giden bir özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Bilginin olmadığı yerde, uyan ve
tehdidin -ahlâkî olmayacağından- netice vermeyeceği gerçeğini de görmek
gerekir. Bilgi, uyan ve tehdidin alt yapısını oluşturmasının yanısıra, onlara
başvurmayı engelleyen bir değer de olabilir.
[121]
181. Gerçekten "Allah
fakir, biz ise zenginiz" diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir.
Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleriyle birlikte yazacağız
ve diyeceğiz ki: "Tadın o yakıcı azabı!
182. "Bu, dünyada iken
kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına
zulmetmez".
Ayetin analizini, bazı sorular sorarak açıklamakta yarar görüyoruz:
1.
"Allah fakir, biz
zenginiz" diyenler kimledir?
Bu konuda müfessirler, özellikle Razi geniş açıklamalar yapmaktadır.
Müfessirlerin söylediklerine saygı duymakla birlikte, sorunun cevabının
Kur'an'a bırakılması gerektiğine inanıyoruz. "Allah fakir, biz
zenginiz" diyenlerin kimler olduğunu Maide/64 ayetinden öğrenebiliriz:
(Yahudiler, "Allah'ın elleri bağlıdır" dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar! Bilakis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir). [Maide/64]
Bu ayetten, "Allah fakir, biz zenginiz" sözünü yahudilerin
söylediği anlasumaktadır. Burada şu da unutulmamalı ki, her iki ayet de tarihî
olgu ile sınırlı tutulmamalıdır; zira kıyamete kadar bu tür sözler söyleyecek
insanlar çıkacaktır. Ayetin devamında belirtilen peygamberleri öldürme olgusu
da bu sözü yahudilerin söylediğini göstermektedir.
Bu tür sözler söyleyen kimselerin psikolojik yapısını inceleme fırsatı
bulabilseydik, büyük ihtimalle karşımızda, bütün değerlendirmelerinde ekonomik
değeri ölçü olarak kullanan, beyninde ve gönlünde manevî değerlere yer vermeyen,
hatta manevî değerlerin beynine ve gönlüne girmeleri için bir eşik bile bırakmayan,
ekonomik menfaatleri tannlaştıran bir psikolojik kimlik bulurduk.
2. Bu söz niçin söylenmiştir?
(Allah fakir, biz ise zenginiz); (Allah'ın eli bağlıdır) sözlerinin arkasında bir neden aranmalıdır. Durup dururken söylenen bir söz olsaydı, Kur'an'da nakledilmezdi. Yüce Allah'ın, kendisi hakkında söylenen bu sözleri nakletmesi manidar bir metoddur. Razi'nin de dikkat çektiği üzere, bu tür sözlerin ardındaki nedeni, Bakara/245 ayetinde bulabiliriz:
(Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir
borç verecek yok mu)? [Bakara/245]
Yahudilerin, "Muhammed'in ilahının bizden borç istediğini
görüyoruz; demek ki biz zenginiz, O fakirdir. Bir taraftan faizi yasaklarken
bize faiz veriyor" demeleri üzerine bu ayet inmiştir.
Yüce Allah fakirlere yardım etmeyi kendisine borç verme olarak
nitelendirmekte; bu şekilde yapılan infaka kat kat sevap vereceğini beyan
etmektetir.
Müşrikler de benzer bir söz söylemişlerdir:
("Allah'ın size n-zık olarak verdiklerinden infak edin"
denildiğinde, kafirler mü'minlere dediler ki: "Allah'ın dilediği takdirde
doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık
içindesiniz"). [Yasin/47]
Bu ruh, insanların fakirlik içinde kıvranmasından zevk alan, onların
fakirliklerini Allah'ın cimriliğine bağlayan, sahip olduğu ekomomik imkanların
kaynağını unutan sadist bir ruhtur. Müşriklerin bu sözü ile yahudilerin yukarıdaki
sözleri arasında çok büyük bir benzerlik vardır.
Fakirlik korkusu onların ruhunu tamamen kapladığından, malı tanrı gibi
sevmeye ve fakirliği Allah'a isnat etmeye başladılar.
Alaya almak, malı tanrı edinmek ve hastalık halini alan fakirlik
korkusu, bu tür sözlerin altındaki psikolojik yapıyı yansıtmaktadır.
3. Bu söze karşı ilahî tavır
nasıl olmuştur?
Bu tavır, ayetin devamında ortaya konmaktadır:
(Onların bu dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız).
Yüce Allah bu sözleri dolayısıyla kazandıkları günahla, daha önce
işledikleri peygamberleri öldürme günahını birleştirmektedir. Allah Teala'nın
her ikisini birlikte yazması, ikisini beraberce değerlendirip karara
bağlayacağı; iki ayrı suçu aynı dosyada birleştirip cezalandıracağı anlamına
gelir.
(Allah fakirdir biz ise zenginiz) sözünün, (haksız yere peygamberleri
öldürmeleri) ile aynı dosyaya kaydedilip karara bağlanması, sözün öldürmeye
denk bir suç olduğuna işaret etmektedir.
4. Bu husustaki karar nedir?
Bu husustaki karar şudur:
("Tadın o yakıcı azabı" diyeceğiz).
5.
Peki bu karar zulüm müdür?
182. ayette verilen cezanın sebebi, bu sözü söyleyen ve peygamberleri
haksız yere öldürenlerin ameline bağlanmaktadır:
(Bu, kendi ellerinizle yaptığınızın karşılığıdır).
Ahirette insanların çarptırıldığı cezalar, kendi elleriyle yaptıkları
kötü işler sebebiyledir. Yüce Allah sadece cezanın uygulayıcısıdır. Cezaya
sebep olan, kulun amelleridir. "Ne ekersen onu biçersin"; başka bir
deyişle, "Dünyadayken ne gönderirsen, ahirette onu bulursun". (Yoksa
Allah kullarına zulmetmez).
Nasıl bir anne çocuğuna zulmetmezse, yaradan da kullarına zulmetmez.
Kul kendi yaptıkları ile kendine zulmeder ve bunun tabii sonucu olarak azapla
karşılaşır. Bu değişmez bir kanundur; aynı kanunu Fussüet/46'da görüyoruz:
(Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa
aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir). [Fussilet/46]
Netice olarak diyebiliriz ki, söylenen sözler, işlenen suç ve günahlar,
Allah tarafından duyulmakta ve görülmekte; değerlendirmeye tâbi tutularak karara
bağlanmaktadır.
Söylediği söz ve yaptığı amel kendiliğinden cezayı gerektiriyorsa,
insan, Allah'ın kendisine zulmettiğini söyleyemez ve söylememelidir; çünkü sadece
kendi amellerinin karşılığını görüyor.
[122]
183. Onlar derler ki: "Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban
getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamayı emretti" . De ki: "Benden
evvel nice peygamberler en açık deliller ile ve sizin söylediğiniz ile
geldiler. Eğer doğru insanlar iseniz, neden onları öldürdünüz?"
A. Ayetin başında yer alan sâr
(ellezîne) kelimesiyle, kimlerin kasdedildi ve ayetin nüzul sebebi konusunda
İbn Abbas şöyle diyor:
Yahudiler, Hz. Peygamber'e, "Ey Muhammedi Allah'ın peygamberi
olduğunu ve Allah'ın sana bir kitap indirdiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah
bize Tevrat'ta hiçbir peygambere, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe,
iman etmememizi emretti. Sen bize bu ateşi getirirsen, seni tasdik
ederiz" demeleri üzerine bu ayet indi.
Suddi bu şartın Tevrat'ta bulunduğunu, Ata da İsrailoğulları'nın bu
uygulamayı yaptıklarını nakletmektedir.[123]
Kitab-ı Mukaddes'in Levililer kısmında, yanık kurban ayinleri konusunda uzun
açıklamalar yer almaktadır:
Kurbanın başı ve yağı ile beraber kendi parçalarına göre kesecek; ve
kâhin mezbahta olan ateşin üzerindeki odunların üstüne dizecek; fakat içleri ve
parçalan su ile yıkayacak; ve kâhin hepsini takdim edip mezbah üzerinde yakacaktır;
yakılan takdime, ateşle yapılan takdime, Rabb'e hoş kokudur.[124]
Kitab-ı Mukaddes'in Levililer bölümünde takdimelerin nasıl yakılacağı
ve merasimleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Bizim yukarıda aldığımız kısım sığır,
koyun ve keçi kurbanıyla ilgilidir. Demek ki yanık kurban, günlük uygulamalar
arasında yer alıyordu. İsrailoğullan'ndaki yanık kurban merasimleri, gökten
gelen bir ateşin kurbanı yakıp kül etmesi mucizesinin bir kalıntısı olarak
görülebilir.
İsrailoğullan'nın Hz. Muhammed'den de aynı mucizeyi istemeleri neticesinde
bu ayetin indiği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'e bu sözü söyleyenler yahudiler olduğuna göre, 183. ayet
önceki iki ayetle bağlantılıdır. Razi'nin nakline göre Zeccac, ayetteki
(el-lezîne) kelimesinin, bir önceki ayetin sonunda yer alan (kullar)
kelimesinin yerini tuttuğunu söylemiştir.
B. Ateşin kurbanı yemesi
peygamber için mucizedir.
Ayetin birinci bölümündeki (emretti) ve (kurban) kelimeleri üzerinde durulması gerekir. (ahide), bir şeyin hususiyetlerini bilmek, aşina olmak, yakinen gözlemek, dikkat etmek, bakmak, havale etmek, tevdi etmek, zorla yüklemek, emretmek, tenbih etmek, bir antlaşma yapmak, söz vermek, vaadetmek, müdafa etmek, desteklemek, Allah ile birlikte kullanılınca Allah'ı birlemek, vaad ile beraber kullanılınca sözünü yerine getirmek, birine kefil olmak manalarına gelir. Bu kavramın Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını Bakara/27, 40, 80, 100 ve 177. ayetlerde açıklamıştık. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette (ahide) kelimesi, emretmek anlamına gelmektedir. [125]
(kurbân) kelimesine gelince: Bu kelime Kur'an'da çeşitli kalıplarıyla
yer almakta ve bu kalıplara göre de farklı manalar kazanmaktadır:
1. Yaklaşmak
Bu anlamıyla kavram, kulun Allah'a yaklaşması, kıyametin yaklaşması,
hesabın yaklaşması ve bir şeye yaklaşmak manasında kullanılmaktadır.
a)
Kulun Allah'a yaklaşması
Bu manada Alâk/19'da emir kalıbında yer almaktadır: (Allah'a secde et
ve yaklaş)! [Alâk/19]
Yapılan eyleme göre insan bir şeye yaklaşmaktadır. Bu ayette, secde ile
Allah'a yaklaşmak emredilmektedir.
İlahî emirleri yerine getiren insanlar Kur'an'da (mukarrebûn=Allah'a
yakın olanlar) [Vakıa/88] olarak vasıflandınlmaktadır.
b)
Kıyametin yaklaşması
İlerde gerçekleşecek olan bir olgunun zaman içerisinde yaklaşması anlamına
gelmektedir:
(Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı). [Kamer/l]
Burada kelime, zamanın geçmesi ile yaklaşan bir olgu için kullanılmaktadır. Yine Enbiya/97'de gerçek vaadin; Enbiya/l 'de de hesabın yaklaştığını ifade etmek üzere kullanılmıştır.
c) Bu kavram, Kur'an'da çoğu
zaman bir objeye veya bir eyleme yaklaşmayı yasaklamak (yaklaşmamayı emretmek)
için kullanılmaktadır. Bu durumda yaklaş yerine, yaklaşma şeklinde olumsuz
emir kalıbında getirilmektedir. Bu hususta şu örnekler verilebilir:
(Şu ağaca yaklaşmayın) [Bakara/35];
(Gizli açık fuhşa yaklaşmayın) [En'am/151]; (Yetimin malına yaklaşmayın)
[En'am/152]; tylC&k (Zinaya
yaklaşmayın) [İsra/32];
(Sarhoş olarak namaza
yaklaşmayın) [Nisa/43];
(Allah'ın hududuna yaklaşmayın) [Bakara/187]; (Aybaşılı kadına yaklaşmayın) [Bakara/222].
Bu kelimenin 4.-; (karrebe) kalıbı ise, yaklaştırmak manasına gelir.
Mer-yem/52'de şöyle buyurulmaktadır:
(Musa'ya Tur'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar
yaklaştırdık). [Meryem/52]
2. Önüne koymak
Ev sahibinin hazırladığı yemeği misafirinin önüne koyması manasında
Zariyat/27'de kullanılmaktadır:
(Onların önüne koyup, "Yemez misiniz?" demişti). [Zariyat/27]
3. Tezelden
Nisa/17'de tevbenin erken yapılmasını ifade ederken bu kavram kullanılmaktadır:
(Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra
tezelden tevbe edenlerin tevbesi-dir). [Nisa/17]
Bu durumda (kârib) kalıbında yer almaktadır.
4. Akraba
Genel olarak Kur'an'da neseb yakınlığı bu kavramın Ji4 (kurbâ) kalıbıyla
ifade edilmektedir. Özellikle yardımın kimlere yapılacağı açıklanırken bu
kalıpla ayetlerde geçmektedir.
5. Sunmak
(Onlara Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer
kurban sunmuşlardı). [Maide/27]
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/183'de de bu anlama gelmektedir.
Maide/27'de hem fiil, hem de isim olarak geçmektedir. Fiil hali, sunmak; isim
hali de kurban anlamına gelmektedir. Allah'a kurban sunma, ibadeti, Hz. Adem
dönemine kadar inen en eski ibadetlerden biridir. Âl-i İm-ran/183'de
gökyüzünden bir ateşin gelip, kesilen kurbanı yakıp kül etmesi -veya ayetteki
ifadesiyle yemesi,- bir kişinin peygamber olduğunu isbat eden mucize olarak
kabul edilmekteydi. İsrailoğullan, Allah'ın kendilerine, ateşin yiyeceği bir
kurban getirmedikçe bir peygambere inanmamalarını emrettiğini söylemekle,
Allah'ın emrine ne kadar bağlı olduklarını isbat etmek istemektedirler. Daha
doğrusu, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik etmemek için ilahî emri
kullanmaktadırlar.
d) Gayeleri inanmak değil işi
yokuşa sürmektir.
Allah Teala, yahudilerin söyledikleri bu söze karşılık olarak Hz.
Peygam-ber'e şu cevabı vermesini buyurmaktadır:
(Size benden önce mucizelerle, (özellikle) dediğiniz (mucize) ile nice
peygamberler geldi. Eğer doğru insanlar iseniz, onları niçin öldürdünüz)?
Demek ki, İsrailoğullan arasından ateşin yediği kurban mucizesini
getiren peygamberler çıkmış, ama İsrailoğullan onlan öldürmüşlerdir. Bu
mucizeyi sadece bir peygamber de değil, birden fazla peygamber göstermiştir.
Ayetteki (ve dediğiniz mucizeyi) ifadesiyle, ateşin yediği kurban mucizesi
kasdedilmektedir. Peygamberleri İsrailoğullan'na bu mucizenin yanısıra başka
mucizeler de getirmişlerdi.
Yüce Allah, yahudilere, bu mucizeleri getirdikleri halde o
peygamberleri niçin öldürdüklerini sormakta, ve eğer doğru insanlar ise bu
soruya cevap vermelerini istemektedir. Yahudilerin düştükleri garabete bakın
ki, kendisine iman etmek için Hz. Muhammed'ten (s.a) ateşin yediği kurban
mucizesi talep ediyorlar, oysa daha önce bu mucizeyi getiren peygamberleri
öldürmüşlerdi.
Yüce Allah böylece yahudilerin gerçek niyetini deşifre etmekte;
istedikleri mucizeyi getirse bile Hz. Peygamber'e inanmayacaklannı ortaya
koymaktadır. Burada, peygamberleri öldürenlerin Hz. Peygamber dönemindeki
yahudiler olup olmadığı sorulabilir. Bizce, peygamberleri öldürenler, Hz.
Peygamber döneminde yaşayan yahudiler değil, onlann atalandır; sorunun, Hz.
Peygamber dönemindeki yahudilere yöneltilmesinin sebebi, onlann da yoldan çıkan
atala-nyla aynı anlayışa, aynı kültüre ve aynı dünya görüşüne sahip olmalandır.
Bu noktadan hareketle şu genellemeye varabiliriz: Yahudiler gelenek ve
kültürlerine o kadar bağlıydılar ki, nesillerin değişmesine rağmen anlayış
aynı durmakta; hepsi adeta tek bir nesil görünümü vermekte idi. Onun için Yüce
Allah, sanki ateşin yediği kurban mucizesi Hz. Peygamber dönemindeki
yahudileregösterilmiş ve peygamberleri onlar öldürmüş gibi soruyu onlara
yöneltmiştir.
Kendisine iman etmek için Hz. Peygamber'den istedikleri bu mucize konusunda
yahudilerin samimi olmadıklarını isbat etmek için bu soru yöneltilmiştir.
Peygamberleri öldüren atalarının gelenek ve anlayışları üzerinde bulunan yahudilerin,
Hz. Muhammed'e (s.a) iman etmek için bu mucizeyi şart koşmaları, samimi
olmadıklarını, tam tersine işi yokuşa sürdüklerini açıkça gözler önüne sermektedir.
Eğer talep ettikleri mucize yahudilere gösterilseydi, yine de inanmayacaklardı.
Demek ki geçmişten gelen anlayışı ortadan kaldırmak, çok zordur. Peygamberleri
öldürmeye kadar varan tepki işte bundan kaynaklanmaktadır.
Bunların Kur'an'da anlatılması suretiyle, iyiye, özellikle ilahî vahye
ve onu tebliğ eden peygamberlere tepkinin kıyamete kadar devam edeceğine işaret
edilmekte; dolayısıyla din eğitimcileri ve din alimlerinin de geçmişin bu tür
köhne anlayışı ve mantar kültürü ile karşı karşıya gelebilecekleri ve olumsuz
tepkilerle karşılaşabilecekleri uyarısı yapılmakta; buna hazır olmaları gerektiği
vurgulanmaktadır.
Gökten gelen bir ateşin kurbanı yemesi bile, katı gelenekli, katı
anlayışlı ve katı kalpli insanları etkilemediğine, onların beyin ve
gönüllerinde olumlu bir değişim gerçekleştiremediğine göre, alimler insanları
ellerinde sihirli bir değnek varmışcasına değiştiremeyeceklerini bilmeli ve
buna hazırlıklı olmalıdırlar.
Demek ki, iyiden kötüye doğru olan değişimin sürati, kötüden iyiye doğru
olan değişimin süratinden fazladır. Bozulma, düzelmeden daha hızlı gerçekleşmektedir.
Bozulan şeyi düzeltmek de çok zordur. Bu ayette yahudilerin bu söz ve
davranışlarını, bozuk kültür ve anlayışlarını düzeltmenin zorluğuna dikkat
çekilmektedir.
[126]
184. Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse; gerçekten, senden önce
apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de
yalancılıkla itham edildi.
Bize göre bu ayete en güzel meali Muhammed Esed vermiştir:
Ve seni yalanladıklarında, aynı zamanda, senden önce hakikatin tüm
kanıtlarını, ilahî hikmet yüklü kitapları ve aydınlık saçan vahyi getiren
(diğer) peygamberleri de yalanlamış olurlar.
Muhammed Esed'in mealinden çıkan sonuç şudur: Ey Muhammed! Seni
yalanlayanlar, senden önceki peygamberleri de yalanlamış olurlar. Böylece,
"Önceki peygamberlere inanıyorum, ama Hz. Muhammed'in peygamberliğine
inanmıyorum" diyenlerin, yanlış yolda oldukları, bütün peygamberleri inkar
ettikleri belirtilmektedir.
Bundan, vahiy gibi, nübüvvetin de bir bütün olduğu anlaşılır.
Peygember-lere gelen ilahî vahiy bir bütündür asla parçalanamaz; peygamberler
de bir bütündür, -kimine inanıp kimini inkar etmek suretiyle- aralarında fark
gözetilmez. Onun içindir ki Bakara/285'de şöyle buyurulmaktadır:
(O'nun elçileri arasında hiçbir ayırım yapmazlar). Şimdi bu ayete genel olarak verilen ve bizim de ilk meal olarak aldığımız meale göre yorum yapabiliriz:
1.
Peygamberlere gösterilen
tepkide aynilik vardır.
İlkel toplumlarda peygamberler yalanlandığı gibi, gelişmiş toplumlarda
da yalanlandı; ve nihayet Hz. Muhammed de yalanlandı.
İnsanların yeniliğe karşı koyma, olumsuz tepki gösterme alışkanlığı ve
sosyal huylan, burada da kendini göstermektedir.
Eski ile yeninin çatışması, insanlığın geri kalmasına sebep olmuş;
taklit bu tehlikeli hareketi körüklemiş; insanlığın ufkunu daraltıp karartmış;
insanlığa faydalı olacak yenilikleri daha doğmadan boğmuş; insanlığı çürümüşlükle,
geri kalmışlık ve cehaletle karşı karşıya bırakmıştır.
İnsanlığa bu kadar ağır bir fatura ödettiren, bu yeniyi yalanlama
alışkanlığından Hz. Muhammed de nasibini almıştır. Bu ayet aynı zamanda, yalanlanmasına
karşılık Hz. Peygamber'i teselli etmekte; metanetini, moralini, ümidini ve
iyimserliğini elden bırakmaması konusunda teşvik etmektedir.
2.
Peygamberleri yalanlayanlar,
aslında peygamberlerin getirdiklerini yalanlamışlardır.
Hz. Peygamber'den önceki peygamberler neler getirmişlerdi:
a) Hakikatin tüm kanıtlarım
(beyyinat);
b) İlahî hikmet yüklü
kitapları (zubur);
c) Aydınlık saçan vahyi (kitabu'n-münir).
Bütün bu delillere ve objektif bilgilere rağmen, peygamberler
yalancılıkla itham edilmişlerdir.
Ayette geçen c.% (beyyinat) kelimesi, "hüccetler, deliller,
mucizeler, bir şeyi isbat edip kanıtlayan açıklayıcı deliller" anlamını
ifade eder. Ancak bu kanıtlar, beşerî kaynaklı değil, ilahî kaynaklıdır. Bu
delillerin açıklayıcılığı ve isbat ediciliğinde hiçbir kuşku olmadığı gibi,
insanları ikna etmekten başka amaçlan da yoktur.
Yine ayetin bu bölümünde geçen (zubur) kelimesi (zebur kelimesinin
çoğulu olup- kitaplar anlamına gelir. Bu kelimeden türeyen mezbur da yanılmış
anlamını ifade eder. Razi'nin naklettiğine göre, Zeccac zebur'a. "hikmet
dolu kitap" manası vermiştir. Bu durumda kelimenin kökü menetmek anlamına
gelen zebr olur. Hakka ters düşen şeylerden menettiği için kitaba, zebur denmektedir.
Hz. Davud'a verilen kitaba zebur denmesinin nedeni de bu işlevinden
kaynaklanmaktadır.
Fert ve topluma zararlı olan şeylerden insanları meneden, ilahî vahyi
içinde barındıran, iyi ve kötüyü tanıtan hikmet dolu kitaba zebur denmektedir.
"Aydınlatıcı kitap" ifadesi, Hac/8'de de geçmekte; nur saçan,
aydınlatan, açıklayan, izah eden kitaba bu ad verilmektedir. Peygamberlere
insanlığın önünü aydınlatmak, içlerine ışık tutmak için Allah tarafından bu
özellikteki kitaplar gönderilmiştir.
Delil, hikmet ve aydınlatan kitap, eğitim ve öğretimin ana öğelerini
teşkil etmektedirler. Bunlara sahip olmayanlar, insanları din adına
eğitemezler. İnsanlar, peygamberleri yalanlarken, onları doğrudan mı yoksa
dolaylı olarak mı hedef alıyorlar? Bu sorunun cevabını En'am/33-34 ayetleriyle
verebiliriz:
(Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz.
Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın
ayetlerini inkar ediyorlar. Andolsun ki senden önceki peygamberler de
yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen
sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti). [En'am/33-34]
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, peygamberleri yalanlayanlar, aslında
Allah'ın ayetlerini yalanlamakta; dolayısıyla peygamberleri de yalanlamış
olmaktadırlar. Yüce Allah, Onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler
Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlar ifadesiyle bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Yine bu ayetlerde, önceki peygamberlerin bu duruma karşı sabrettikleri
vurgulanmaktadır. En'am/33 ile Âl-i İmran/184. ayetin müşterek tarafı, açık
delil, hikmet ve aydınlatıcı vahiy getiren peygamberleri yalanlanlayanlann,
aslında doğrudan onları değil, Allah'tan getirdiklerini yalanladıklandır.
[127]
185. Her can ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın
karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete
konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Zira bu dünya hayatı, aldatıcı bir
zevkten başka bir şey değildir.
Bu ayetin analizi yapılırken, önceki ayetle olan bağlantısı mutlaka
dikkate alınmalıdır. Yalanlanması dolayısıyla derin bir üzüntüye garkolan Hz.
Peygamber, -kendinden önceki peygamberlerin de yalanlandığı ve her canın ölümü
tadacağı bildirilmek suretiyle- teselli edilmektedir.
Bütün bu sıkıntı ve üzüntülerin karşılığının ahirette ödeneceği, bir
tesellidir. Bu ilişkiyi kurduktan sonra ayetin açıklamasına geçebiliriz:
1.
Her can ölümü tadacaktır.
Dünya hayatının evrensel, değişmeyen ve kaçınılması imkansız olan kanunu
ölüm olgusudur. Ama burada ölüm için tatma kelimesinin kullanılması manidardır.
Kur'an'ın diğer ayetlerinde de her canın ölümü tadacağı ifade edilmektedir.
Ankebut/57'de her canın ölümü tadacağına işaret edildikten sonra, sonunda
herkesin Allah'a döndürüleceği vurgulanmaktadır. Demek ki ölümü tadan can,
Allah'a dönmektedir.
(Her can ölümü tadacaktır) ifadesinden hareketle, ölümü tadanın can olduğuna hükmedilmemelidir; zira ölümü tadan can değil bedendir. Ruh bedende hapiste olduğundan, hapisten çıkınca tad alacaktır. Ölen ruh değil, bedendir. Tadı duyan ise, ruhtur. Ruh, bedenin ölümünden sonra da yaşadığına göre, tadı duyan da o olacaktır.
Konuya başka bir açıdan bakıldığında, tatma kelimesinin, ölüm korkusunun
hastalık halini almaması için kullanıldığı anlaşılır. Ölüm korkusu insanlığı
çok meşgul etmiş, hakkında kitaplar yazılmış ve insanların faaliyetlerini
engellemiştir. Yüce Allah tatma kelimesi ile, ölüm korkusunu en aza indirmeyi
amaçlamış olabilir.
Her şeye rağmen, her canın ölümü tadacağı olgusunun ahlâkî ve hukukî
bakımdan önemli bir eğitici boyutu vardır. Ölüm olgusu ahlâkın temeline konup,
insan ilişkileri ona göre düzenlendiğinde, davranışlardaki sapıklık, yanlışlık
ve bozukluk en aza indirilebilir. Ölüm olgusu haklar sisteminin merkezine
konulduğunda, insan haklarının çiğnenmesi en aza indirilir. Şu ölümlü dünyanın,
insanların hakkını çiğnemeye değmeyeceği anlayışı insana kazan-dınlsa,
haksızlıkların çoğunun önüne geçilmez mi?
İşte Yüce Allah ölüm olgusunu dünyadaki davranışların merkezine oturtarak değerler sistemini kurmaktadır.
2. Amellerin karşılığı
ödenecek
Bu dünyada karşılığı alınmayan ameller, kanundan kurtulan suçlar
vardır. Dünyevî cezadan kurtulan suçluların ve amellerinin karşılığını alamayan
kimselerin, ahirette yaptıklarının karşılıklarını görecekleri/alacakları inancı
olmasaydı, dünya hayatı hepten cehenneme dönerdi.
Bu ayette, ahirete inanmanın önemi vurgulanmaktadır. Dünyada uğradığı
haksızlık ve ihanetin karşılığını ahirette alacağına inanan insan etkili ve rahatlatıcı
bir teselli bulacaktır. Dünyada yaptığı haksızlıkların ahirette önüne
çıkacağına inanan insan kendisini frenleyecek, günah işleme fırsatını kullanmayacaktır.
Demek ki, ahirete iman ve ölüm olgusu, insanları günah işlemekten
alıkoymaktadır.
(Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir)
ifadesinin muhatabı, hem haksızlık yapanlar, hem de haksızlığa uğrayanlar ve
iyi amel yapanlardır. Böylece burada kıyamet günü tanımlanmaktadır ki buna
göre kıyamet günü, dünyada yapılanların karşılığının verildiği gündür:
(O gün insanlar, bölük bölük çıkarlar, işledikleri kendilerine
gösterilir. Onun için her kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görecek, her
kim de zerre mikta-nnca kötülük yaparsa onu görecek). [Zilzal/6-8]
Amellerin karşılığı ödenmeden önce değerlendirme, değerlendirmeden önce
de ölçümler yapılacaktır. Ölçme olmadan değerlendirme, değerlendirme olmadan
da ödeme yapılamaz. Mü'minûn/102-103 ve Karia/6-9 ayetleri bu ölçümün
yapılacağını bildirmektedir. Aynı ayetlerde amellerin karşılığının neler olduğu
da açıklanmaktadır.
İşte yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin bu bölümü, ölçme ve değerlendirmeden
sonra amellere takdir edilenin ceza ya da mükâfaatın ödenme safhasına işaret
etmektedir.
3. Murada erenler
Ayetin üçüncü bölümünde, (Kim ki, ateşten uzaklaştırılıp cennete gönderilirse hakikaten murada ermiş olur) buyurulmaktadır. Amellerin ölçülüp değerlendirilmesinden sonra basan puanı, cehennemden uzaklaşmayı ve cennete girmeyi gerekli kılan kişi muradına ermiş, mutluluğu yakalamış olacaktır.
4. Dünya hayatı aldatıcıdır.
Yüce Allah, insanların ahiret mutluluğunu elde edebilmeleri için, bu
dünyanın gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir:
(Bu dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir).
Dünya hayatının sahte çekiciliği, süsü ve zevki insanı aldatmaktadır.
Süs, sahte bile olsa insanı çeken bir yapıya sahiptir. Dünya hayatının aldatıcı
zevklerle, tadlarla ve etkinliklerle örülü olması, onun değersizliğini göstermekte
ve aldatıcı yönünü ortaya çıkarmaktadır.
Dünya hayatının aldatıcı zevki, kumara benzer; kaybettikçe içine çeker,
bataklığa saplanmışcasına insanın elini kolunu bağlar; şahsiyet ve değerlerinden
taviz üstüne taviz verdirir. Dünya hayatının aldatıcı yönü, insanın aklını ve
gönlünü devreden çıkarıp, nefsin istilasına teslim eder.
[128]
186. Andolsun ki, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz;
sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden bir çok üzücü
sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız, bilin ki bu, azimle
sarılınacak bir iştir.
Ayetin tarihsel boyutu dikkate alındığında, mal ve canlarla imtihan
edilmelerinin ve kitap ehliyle müşriklerden incitici sözler işitmelerinin Uhud
savaşı münasebetiyle gerçekleştiği söylenebilir. Zira müslümanlar Uhud
sava-şı'nda hem can ve mal kaybına uğramışlar, hem de kitap ehli ile müşriklerden
üzücü sözler işitmişlerdi. Bu durumun bir imtihan olduğunu söyleyen Yüce Allah,
imtihanın soru ve cevaplarını bildirmektedir.
1.
(Elbette imtihana
çekileceksiniz).
Ayetin başındaki J (lam) harfi yemin, sonundaki û (nun) harfi de
tekiddir.
Yemin harfi ve tekid edatı ile gelen kelime, zamanın üç boyutunu da kapsar:
imtihana çekildiniz, çekiliyorsunuz ve çekileceksiniz. Bu imtihan ferdî bir
imtihan olmaktan ziyade, toplumsal bir imtihan mahiyetindedir. Geçmiş nesiller
imtihan edildiği gibi, şimdiki ve gelecekteki nesiller de imtihan edileceklerdir.
İmtihanın sorulan, imtihana tâbi tutulan hayat safhasına göre belirlenmektedir:
2.
Mallar ve canlar
Ayette imtihan konulan sabır ve takvadır. Sabır ve takva konusunda imtihan
edilirken sorulan sorular mal, can ve işitilen üzücü sözlerdir.
Allah uğrunda verilen canların ve harcanan mallann imtihan sorusu haline
getirilmesi, dünya ve ahiret arasındaki değer farkını ortaya çıkarmak amacına
yöneliktir. Nasıl olsa ölümü tadacak olan canın Allah uğrunda verilmesi çok
önemlidir.
Bir önceki ayetle bağlantı kurulduğunda, Hz. Peygamber'i teselli
etmenin 186. ayette doruk noktasına ulaştığı görülür. Müslümanların o dönemde
kar-şılaştıklan fakirlik, zorluk ve katil, onlann sabır ve takvasını ölçmek
içindi. Bu imtihan bir süreçtir. Müslümanlar daima bu tür imtihanlardan
geçecektir; bazen galib olup servet elde edecek, bazen de fakirlik çekip mağlub
olacaklardır.
Yüce Allah bu ayetle müslümanlan, mal va can konusundaki imtihana hazırlamaktadır.
Bakara/155'de de mal ve can ile imtihan konusu işlenmişti.
3. Üzücü sözler işitecekler
Müslümanlann, müşriklerden ve kitap ehlinden alaycı, kışkırtıcı, moral
bozucu sözler işitmeleri de imtihanın başka bir boyutunu teşkil etmektedir.
Kitap ehli ile müşriklerin, müslümanlan kötülemeleri, alay etmeleri,
kendi hayat tarzlanna çekmek için çabalamalan ve bu konuda propaganda
yap-malan müslümanlar için incitici ve üzücü faaliyetlerdi. Yüce Allah bunun
müslümanlar için bir imtihan olduğunu ifade etmektedir.
Üstün durumda olan müslümanlar için söylenilenler, zamanımızda şekil
değiştirmiştir. Zira daha önce kitap ehline ve müşriklere karşı hâkim durumda
iken, şimdi bu üstünlüğü kaybetmiş durumdayız. Bu nedenle de siyasî, ekonomik
ve bilimsel alanlarda alay konusu olmaya başladık. Ki bu da, bizim için bir
imtihandır.
Bu gerileme sabır ve sorumluluk bilincimizi arttırmalıdır.
Sabrın artmasından kasdımız, geri kalmışlıktan kurtulmak için gayret ve çalışmanın artmasıdır. Sorumluluk bilincinin (takvanın) artmasından kasdımız da, moral bozucu ve üzüntü verici, alaycı sözlerin altında ezilmeden dimdik durarak aklın, bilginin ve ilahî vahyin peşinden koşmaktır. Sabır ve takva'nın ne anlama geldiği Mülk/22'de şöyle beyan edilmektedir:
(Şimdi, yüz üstü sürünerek yürüyen mi (varılacak) yere daha iyi ulaşır;
yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi)? [Mülk/22]
Akim, vahyin ve bilimin yolunu takip etmek, sabır ve takva (sorumluluk
bilinci) ister. Sabır ve takva silahıyla silahlanan kimseler, -doğru yolda dimdik
yürüyen bir insan gibi- söylenen ve yazılan incitici sözlerin dikenli vadisini
aşarak hedefine ulaşır. Aklın, vahyin ve bilimin yolunu izlemekte sabır ve
takva (sorumluluk bilinci) gösteremeyenler, yüz üstü sürünmeye mahkumdurlar.
Yüce Allah, Yüzüstü sürünen mi; dimdik ayakta yürüyen mi maksadına kısa lamada
ulaşır?! buyuruyor.
Günümüzde müşriklerin ve kitap ehlinin müslümanlar için yazdıkları ve
söyledikleri gönülleri incitiyor; verdikleri üzüntü belleri büküyor. Ama bu
yılgınlığa değil, sabra ve takvaya (sorumluluk bilincine) daha sıkı sarılmamıza
sebep olmalıdır. Çünkü bu yol, yolların en doğrusudur. Kafirlerin söylediklerinin
ve yazdıklarının verdiği üzüntünün kara bulutlarını dağıtmak için mal
gerekiyorsa mal, can gerekiyorsa can vermeli; bizi ayağa kaldıracak olan akıl,
vahiy ve bilgi konusunda sabır ve takvayı asla elden bırakmamalıyız.
Demek ki, başarısızlıkların yeni bir başarının başlangıcı olabilmesi ve
bu dönüşümün gerçekleştirilmesi için fedakârlık şarttır. Bu fedakârlık ise can
ve mal konusunda bir sabır ve takva işidir. Farklı inanca mensub gruplardan
gelen sözlü ve yazılı saldırıların altında kalmamak için de akla, bilgi ve vahye
satılmak gerekir; çünkü yeniden ayağa kalkmak ancak bunlarla mümkündür.
[129]
187. Allah kendilerine kitap verilenlerden bir taahhüt almıştı;
"Onu insanlara açıklayın ve hiçbir şey gizlemeyin" diye. Onlar ise
bunu kulak ardı ettiler, onu küçük bir kazançla değiştirdiler. Yaptıkları
alış-veriş ne kadar kötü!
1. İki maddelik bir antlaşma
Bakara/63, 83, 84, 93; Maide/7, 13 ayetlerinde olduğu gibi bu ayette de
Allah Teala'mn kendilerine kitap verilenlerle iki maddelik bir antlaşma yaptığı
bildirilmektedir. Bir bakıma kitap ehli, ya da kendilerine kitap verilenler,
Allah'ın taahhüdünü kabul etmişlerdir. Başka bir ifadeyle, Allah'ın onlardan
taahhüd alması, onların taahhüdü kabul ettikleri anlamına gelir.
Buradaki (taahhüt/antlaşma), kendilerine kitap verilenlerin, verilen kitaba iman etmiş olmalarıyla gerçekleşmektedir. Kitaba iman etmek, onun içindeki emirleri kabullenmek anlamına gelir. Böylece kitap, Allah ile o kitaba inananlar arasında bir taahhüd oluşturmaktadır. Aynı şekilde Kur'an'a inananlar ile Allah arasında Kur'an bir misak (antlaşma)dır. Yüce Allah insanların maddî ve manevî problemlerini çözmek için vahiy gönderiyor ve onlardan bu vahye/kitaba inanmalarını istiyor. İman edince misak/ant-laşma gerçekleşmiş oluyor. Demek ki Kur'an bizimle Allah arasında bir mi-sak/antlaşmadır; dolayısıyla biz -ona iman etmekle- onun içindeki esasları, maddeleri, kuralları, ilkeleri kabullenerek onaylamış, yerine getirmeye söz vermiş olmaktayız.
Kitap verilenler de, Allah'ın vahyine inanmak, onu kabullenmekle onu
onaylamış olduklarından Allah ile bir antlaşma yapmış demektirler.
Yüce Allah, kitap ehliyle yapmış olduğu bu antlaşmaya, uyulması gereken
iki madde koymuştur:
a)
Onu insanlara
açıklayacaksınız,
b)
Onu gizlemeyeceksiniz.
Peki ayette insanlara mutlaka açıklanması ve asla gizlenmemesi istenen
o şey nedir? Başka bir ifadeyle, ayetteki (onu) zamiri neyi ifade etmektedir?
Hemen hemen bütün müfessirler buradaki hû (onu) zamirinin Hz.
Muham-med'e gittiğinde ittifak halindeler. Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed'in
geleceği haber verilmiş ve bu kitaplara inananlardan bu haberi insanlara mutlaka
açıklamaları ve asla gizlememeleri istenmiş, onlar da bunu taahhüd etmişlerdi.
Demek ki, ayetteki hu (onu) zamiri Hz. Muhammed'e, onun peygamberliğine
gitmektedir. Bu durumda ayeti 184. ayette yer alan (eğer seni yalancılıkla
itham ederlerse) ibaresine bağlayabiliriz. O zaman, kitap ehlinin Hz.
Peygamber'i yalancılıkla itham etmeleri, onun peygamber olduğunu insanlara
mutlaka açıklayacaklarına ve asla gizlemeyeceklerine dair Allah ile yaptıkları
antlaşması bozmaları, üzerlerine aldıkları taahhüdü çiğnemeleri anlamına gelir.
Eğer ayetteki hû (onu) zamiri, Hz. Peygamber'e değil de, Kur'an'a gidiyorsa,
o zaman bu ayeti Bakara/159 ve 174 ayetine bağlayabiliriz:
(Bakın, katımızdan indirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara
apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah, hem de bütün lanet
ediciler lanet eder). [Bakara/159]
(Allah'ın kitaptan indirdiği bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile
değişenler yok mu...) [Bakara/174]
Kitap ehli, Hz. Peygamber'in Tevrat ve İncil'deki vasıflarını gizlemekle,
Allah'ın indirdiğini gizlemiş oluyorlardı.
Bize göre buradaki hû (onu) zamiri Hz. Peygamber'e gitmektedir. Çünkü
Allah Teala daima bir önceki kutsal kitapta sonraki peygamberi müjdelemiştir.
Bu gelenek Tevrat ve İncil'de de devam etmiş, Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderileceği bu kutsal kitaplarda müjdelenmişti. Yüce Allah bunu sadece
müjdelemekle yetinmemiş, o kitaplara inananlardan onu insanlara
açıklayacaklarına ve gizlemeyeceklerine dair taahhüt de almıştır.
Peki Allah Teala, kitap ehliyle yaptığı antlaşmada, onu insanlara
açıklayacaklarına ve gizlemeyeceklerine dair neden taahhüd aldı? Genelde
insanlar kendi içlerinden çıkmış bir peygambere tepki gösterip inanmazlar. Ama
benimseyip inandıkları zaman da ona tanrılık payesi vermeye başlarlar; -tıpkı
yahudilerin Üzeyr'i, hristiyanlann da Hz. İsa'yı tanrılaştırmaları gibi- sonra
kimsenin tanrılaştırdıklan peygamberlerine denk olmasını istemezler. Bir bakıma
bir dinî egoizim ve bir kültür ırkçılığı yaratırlar.
Kimsenin kendi peygamberlerine denk olamayacağı düşüncesinden hareketle,
yeni gelen peygambere tepki koymaya kalkarlar. Yeniyi kabullenememelerinin ve
ona intibak edememelerinin arkasında, kimseyi peygamberleri seviyesinde görmek
istememeleri ve peygamberlerini paylaşmaktan kaçınmaları yatmaktadır.
Yüce Allah kitap verilenlerin bu psikolojilerini bildiği ve yahudilerin
Hz. İsa'ya tepki gösterip kabullenmemeleri olgusu ortada durduğu için, Hz.
Mu-hammed konusunda onlarla iki maddelik bir antlaşma yaptı ve böylece Hz.
Muhammed'e inanmayı dinin esası haline getirip garantiye bağladı. Böylece
eskiye bağlılıklarının, yeniye inanmalarını engellememesini sağlamayı mu-rad
etti. Bu antlaşma, eskinin yeniyi kabullenmesinin ne kadar zor olduğunu ortaya
koymaktadır.
2. Gözardı edildi ve satıldı
Nitekim eski, yeninin kabul edilmesine bir kere daha mani oldu:
(Ama onlar bu taahhütlerini kulak arkasına attılar ve küçük bir kazançla değiştirdiler. Ne kötü alış-veriş-ti bu).
Ayetin bu kısmında, kitap ehlinin, taahhüt etmelerine rağmen,
kitaplarında müjdelenen Hz. Muhammed'i inkar ettikleri, kitaplarında bulunan
onun geleceği müjdesini ve vasıflarını gizledikleri; böylece de, yaptıkları
antlaşmaya uymayıp, taahhütlerini yerine getirmedikleri beyan edilmektedir.
Kendi peygamberlerine ve kutsal kitaplarına sözde bağlılıkları uğruna,
yeni gelen peygamberi (Hz. Muhammed'i) reddettiler. Aslında bu davranışları,
kendi kitaplarını ve peygamberlerini de reddetmek anlamına gelmekteydi. Bir
bakıma, yeniyi kabullenmemek için eskiyi de inkar ediyorlardı. İşte bu
alış-veriş çok kötü bir alış veriştir.
Bu konunun Kur'an'da yer alması bizim için ne ifade etmektedir? Yani,
kendilerine kitap verilenlerin, Hz. Muhammed'in peygamberliğini insanlara
açıklamayıp gizlemeke Allah'a verdikleri sözü çiğnemelerinin bizi ilgilendiren
tarafı nedir? Zira, Hz. Muhammed'den sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre,
sonraki insanların böyle bir olguyla karşı karşıya kalmaları mümkün değildir.
Bu ayetin bizi ilgilendiren ve evrensel olan boyutu şudur: Eskiyi inkar
etmeden yeniyi kabullenmek, her kültür mensubu için zor olmuş, olmakta ve
olacaktır. Eskiyi sorgulayıp işe yaramayanını atıp faydalı olanını geleceğe taşıyarak
daha iyiyi, daha güzeli ve daha faydalıyı üretmek veya üretileni kabullenmek
gelişmişliğin işareti olduğu kadar, kültürler ve insanlık için de hayatî bir
öneme sahiptir. Eskiyi atmadan yeniye intibak, millet ve kültürler için çok zor
olmuş ve olmaktadır.
Yahudi ve hristiyanlar Hz. Musa ile Hz. İsa'yı reddetmeden Hz.
Muham-med'i kabullenme becerisini gösteremediler. Allah Teala bu olguyu,
müslü-manlann ve gelecekteki insanlığın eskiye sut çevirmeden yeniye intibak etmeleri
gerektiğini öğretmek için anlatmaktadır. Saban için traktörü reddetmek ne
kadar zararlı ise, bilimin açtığı yeni ufukları reddetmek ve hayata uygulamamak
veya aklı ve beyni yeni ufuklar açacak şekilde üretime sokmamak da o kadar
zararlı ve tehlikelidir.
Saban, bir nostalji olarak evin bir köşesinde saklanabilir; ama
tarlanın traktörle sürülmesi gerekir. Geçmişin kültürünü inkar etmeden geleceğin
ufuklarına uçmak için de aklın kanatlarını kullanmak gerekir; ki buna mecburuz.
İşte Yüce Allah bizim içimizde, aklımızda, beynimizde ve eylemlerimizde
bu sevdayı, bu tutkuyu uyandırmak için bu ayetteki olguyu anlatmaktadır.
Bu bir beyin, kültür ve hayat alış-verişidir. Eskiyi alıp, yeniyi, daha
iyiyi, daha güzeli ve daha faydalıyı bırakmak çok kötü, kötü olduğu kadar da
ölümcül bir alış-veriştir. Yeniye ve daha faydalı olana sırt dönmek, hayata
sırt dönmek ve bir bakıma intihar etmektir.
Aklı geçmişin dar anlayışına mahkum etmek, akla zincir vurmak, onu geleceğin
ufuklarına yapacağı yolculuktan alıkoymak, yahudi ve hristiyanlann Hz.
Muhammed'i inkar etmeleri kadar tehlikeli ve ölümcüldür. Evet, ne ge-lenin
keyfi için geçmişe sövülmeli, ne de geçmişin keyfi için geleceğe sö-vülmelidir.
Aksine, her ikisine de dengeli bir şekilde yaklaşılmalıdır, yani peygamberler
arasında -kimine inanıp kimini inkar ederek- fark gözetilmemelidir.
[130]
188. Sanma ki bu şekilde başardıklarıyla övünen ve yap-madıklarıyla
övülmekten hoşlananlar azaptan kurtulabilecekler. Onlar için elem verici bir
azap vardır?
Ayetin analizi yapılırken, ilgili ayetlerle bağlantılarının da
kurulması gerekir.
1. Kötü davranışlarla
övünülmez
Ayetin ilk bölümündeki (bu şekilde başardıklarıyla övünenler) ifadesinde çok ince bir grup psikolojisi analizi yapılmaktadır. Özellikle gençler ve bazı yetişkinler yaptıkları yanlış ve kötü davranışlarla övünmek isterler. Kimisi hırsızlığıyla, kimisi zinasıyla, kimisi içki alemleriyle, kimisi kumarda kazanmasıyla, kimisi kabadayılığıyla övünür ve grubunda bir yer
Aslmda bu, iyi davranışlarla kendilerini kanıtlayamayan insanların, bir
tür kendilerini kanıtlama yoludur.
Bu ayetten, aynı psikolojinin kendilerine kitap verilenlerde de
bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu yorumdan hareketle, ayetin bu kısmını bir önceki
ayete [Bakara/187] bağlamak uygun olur. Hz. Peygamber'in peygamberliğini
insanlara açıklamak ve onu gizlememek üzere Allah'a verdikleri taahhütü az bir
değer karşılığında kulak ardı eden kitap ehli, bu yanlış davranışlarıyla
övünmeye başladılar. Böylece de kendilerini azaba sürüklediler. Kitap ehli
olarak bir grup psikolojisine sahip bulunduklarından, Allah'ın emrini yerine
getirmemekle övünüyorlar. Grup psikolojisi, yaptıkları yanlışı onlara güzel
göstermekte ve yanlışı meşru hale getirmektedir. İnsanlara açıklanması gerekeni
gizlemek, övünülecek bir davranış olabilir mi, hele bu Allah'ın emri ise?
Yaptığı kötülüklerle övünenlerin münafıklık pisikolojisi içerisinde olduklarından hareketle, ayetin bu kısmıyla Âl-i İmran/167-168 ayetleri arasında bir bağlantı kurabiliriz:
(Evlerinde) oturup da kardeşleri hakkında: "Bize uysalardı
öldürülmezlerdi" dediler). [Âl-i İmran/168]
Savaşa gitmemek için sahte mazeretler uydurmak övünülecek bir davranış
değildir. Hz. Peygamber'i ve müslümanlan kandınp savaştan kurtulmakla övünmek,
azabı davet etmekten başka birşey değildir.
2. Kişi yapmadığı şeyle
övülmek istememelidir
Ayetin ikinci kısmında, yapmadığı ile övülmek isteyenler ele
alınmaktadır: (Yapmadıklarıyla övülmek isteyenler...)
Toplumda bazı insanlar, yapmadığı bir işten, kendisine ait olmayan bir
başarıdan dolayı ödül almak isterler. Bu gibiler hiç bir yere başarılarıyla
gelmezler; başkalarının başarılarım kendilerine mal ederek ödüle konmak
isterler.
Bu psikoloji; üniversiteyi, siyaseti ve iş hayatını tahrib etmekte,
çürütmekte ve geri bırakmaktadır. Yapmadığını yapmış, azı çok, kötüyü iyi gibi
gösterip birilerinin gözüne girmeye çalışmak, yağ çekmek akademik çalışmaları
yozlaştırmıştır. Yapmadığını yapmış gibi gösterip halkın desteğini almaya
çalışan siyasiler, siyaseti zehirlemektedirler. Böylelerinin hayatın çeşitli
alanlarında ilerleyip yükselmesi, el üstünde tutulması, toplumların istikbalini
karanlığa gömer.
3.
Azaptan kurtulamazlar
(Sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır. Onlar için elem verici bir azap vardır).
Yüce Allah bu insanların, tahribatını ifşa ederek, onlardan
sakınılmasını istemektedir. Yaptığı kötülüklerle övünenlerin, yapmadıklanyla
övülmek isteyenlerin cezadan kurtulması mümkün değildir.
Ayetin ikinci bölümünün mefhum-ı muhalifini dikkate alırsak, hayatın
her alanında geçerli olan bir ilkeye ulaşırız: Yapılmayan bir işle övülmeyi
istemek çirkindir; fakat, yapılan bir işten, gösterilen bir basandan dolayı
övülmeyi istemek doğaldır. Ki, başarılı insanları övmek, ödüllendirmek, yeni
basanlara sebep olur.
İş hayatında, akademik araştırmalarda, eğitimde başanlı olanlar
ödüllen-dirilmeli, en azından övülmelidirler. Bazen bir söz bile ödül yerine
geçer. Başanlı olanlan ödüllendirmek, Allah'ın sünnetidir. Allah Teala iman
edip iyi amel yapanları ödüllendirmektedir. Bu, insanlan daha başanlı işler
için motive eder.
Başanlı olanlar yerine yalakalar, sahtekârlar ödüllendirilirse,
toplumların çileden, bela ve azaptan kurtulması mümkün olmaz. Övgü ve ödülün
hake-dene verilmemesi, cehennemin yoluna koyulmak demektir.
[131]
189. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın herşeye gücü
yeter.
Ayette geçen oi (mülk) kelimesini, Fatiha/4'de geniş bir şekilde açıklamıştık.
Mülk kelimesi bu ayette, hükümranlık anlamındadır. Fatiha/4'deki mâliklik
(hükümranlık) din günüyle alakalı iken, bu ayetteki mülk (hükümranlık), gökler
ve yer ile alakalıdır. Bu iki ayetteki hükümranlık da, hem fizikî alemi, hem
de ahiret alemini kapsamaktadır.
Mutlak hükümranlığın kime ait olduğuna işaret eden bu ayet, -zımnen de
olsa- izafî hükümranlık kavramına da işaret etmektedir. Sonsuz olan, asla
devredilemeyen ve devralmaya teşebbüs edilemeyen hükümranlığa, mutlak
hükümranlık diyoruz. Beşerî alemdeki hükümranlık ise mutlak değil, izafîdir;
çünkü elden ele intikal eden ve son bulan bir özelliğe sahiptir.
Yüce Allah kendisi ile yarattığı kainat arasında idarî bakımdan nasıl
bir ilişki olduğunu açıklayarak kudretinin sonsuzluğunu vurgulamaktadır.
Yaratıcının, mutlak hükümranlığı, fizikî alemde fizikî kanunlarla;
beşerî alemde ise vahiy ve ilhamla gerçekleşmektedir.
Allah Teala, mutlak hükümranlığın kendisine ait olduğunu belirtmek suretiyle
insanlardan, zımnen bu hükümranlığa karşı asi olmamalarını istemektedir. Bu
ayetle 187. ayet arasında bağlantı kurduğumuzda diyebiliriz ki, Allah'a
verilen sözün tutulmaması, yapılan antlaşmanın bozulması bir isyandır. Mutlak
hükümranlığa sahip olan Allah ile yapılan antlaşmaya riayet etmemenin sonucu,
korkunç bir azaba duçar olmaktır.
Aynı ayetle 190. ayet arasında bağlantı kurduğumuzda ise şöyle diyebiliriz,
Allah Teala, kainat kanunları üzerinde düşünülmesini ve oradan ilahî kudrete
ulaşılmasını istemektedir. Onun için ayetin sonunda, Allah'ın herşe-ye gücünün
yettiği ifade edilmektedir. Böylece Allah'ın hükümranlığı ve sınırsız gücü ile
kainat arasında bir bağlantı kurulmakta; güç, hükümranlık ve mahlukat
arasındaki ilişki insanın önüne konmaktadır.
[132]
190. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten alınacak dersler vardır.
1.
Kainat kitabı açılıyor
Göklerin ve yerin yaratılışı, insanı aciz bırakan ve imana sevkeden bir
özelliğe sahiptir. Onun için peygamberlere gelen vahyin başlangıç konusu
yaratılış olmuştur. Kainat kitabının okunup öğrenilmesi gereken ilk konusu
yaratılıştır. Nitekim Hz. Peygamber'e Hira mağarası'nda gelen ilk vahyin ilk
emrinde -ilk okuması gereken konunun "yaratılış konusu" olduğu
bildirilerek- vji (ıkra=öku) buyurulmaktadır:
(Oku, yaratan Rabbinin adına, insanı bir yumurta hücresinden yaratan).
[Alak/1-2]
Genel anlamda Allah'ın yaratıcılığı, özel anlamda ise insanı yaratması
konusu ile öğrenime başlamak ilahî bir emirdir. Allah'ın yaratıcı sıfatından
hareket ederek iman kapısından içeri girmek, bir daha oradan çıkmama bilincini
kazandırır. Yaratma olgusundan hareket edildiğinde, eserden müessire (yaratılandan
yaratana) ulaşmada hem zihin, hem de gönül birlikte rol almış olur ki bu,
imanın yakîne ermesini temin eder.
Kainat kitabının bu ayette ele alınan diğer bir konusu da gece ile
gündüzün birbiri ardınca gelmesidir. Zaman kavramı ve zamanı meydana getiren
gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, peşinden dünyanın güneş etrafında ve
kendi etrafında dönmesini getirir.
Bu ayette, hem genel anlamda yaratma, hem de gece ile gündüzün yaratılma
olgusuna dikkat çekilmekte ve bu oluşumun ayrıntılarının araştırılıp
öğrenilmesi istenmektedir.
Bakara/l 64'de göklerin ve yerin yaratılışına, gece ile gündüzün
birbiri ardından gelmesine, gemilerin denizde yüzmesine, yeryüzüne hayat veren
yağmurun gökten inmesine, hayvanların yeryüzüne dağılmasına, rüzgarların
oluşmasına dikkat çekilmiş; yaratılışın gök ve yerle ilgili kanunları insanın
önüne konmuştu. Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/190'da bunların ilk
ikisi açılmaktadır.
2.
Akıl harekete geçirilmelidir
Yüce Allah kainat kitabım aklın önüne koymakta ve ona ders vermektedir. (Düşünüp akıllarım kullananlar için dersler vardır) [Bakara/164] ayetinde (akıt) kelimesi fiil halinde kullanılmış ve böylece aklın düşünce boyutu harekete geçirilmek istenmiştir.
(Bunda selim akıl sahipleri için dersler vardır) [Âl-i İmran/190]
ayetinde ise şi (lübb=se\im akıl) denilmektedir. "Selim akıl"
dediğimiz lübb, meselelerin özüne inen ve özü keşfeden bir yapıya sahiptir.
Her iki ayette de Yüce Allah kainat kitabının akılla okunmasını,
araştırılmasını ve üzerinde düşünülmesini istemektedir. Bunun anlamı şudur:
Yüce Allah kainattaki kanunların bir kısmını insan aklına soru olarak
yöneltmekte ve cevabını istemektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette iki
soru; Bakara/164'de ise altı soru sormaktadır.
Bunlarla, insanın, kainatın kanunlarını öğrenmesi ve bu bilgiden
hareketle yaratıcıya ulaşması hedeflenmektedir. Aklın, fizikî kanunlardan
hareketle yaratıcısına ulaşması, ilahî öğretinin amacına ulaşması demektir.
Tabiat kanunlarındaki ahenkli işleyiş bizi, kainattaki nizama, kainattaki
nizam da ilahî kudrete götürmektedir.
Yüce Allah bu ve benzeri ayetlerle, Kur'an üniversitesinin programına
astronomi dersini koymaktadır. Kur'an'm ve kainat kitabının sahibi Allah olduğuna
göre, her iki kitabı da araştırıp incelemek aynı derecede öneme sahiptir.
Böyle bir nizamı yaratan sınırsız kudretin karşısında ne yapılması
gerektiği ise sonraki ayetlerde bildirilmektedir.[133]
191. Selim akıl sahipleri, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine
yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin
düşünürler (ve şöyle derler): "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, seni
teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!
192. "Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık
onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.
193. "Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, 'Rabbinize inanın!' diye
imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı
bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al!
194. "Ey Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla
va-adettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil etme; şüphesiz sen
vaadinden caymazsın".
190. ayette, selim akıl sahiplerinin (konuların, meselelerin özüne
inebilenlerin) önüne yaratılış olgusu ile zaman meselesi soru olarak konmuş;
bunların cevabını bularak varlığın bilgisine ulaşıp Allah'ın kudretini
anlamaları istenmişti.
Aklını bu konular üzerine yoğunlaştmp kainatın esrarengiz yapısını anlamaya
çalışan selim akıl sahiplerinin, hangi sonuca ulaştıklarına ve bu sonuç
neticesinde gönüllerinde hangi oluşumların oluştuğuna daha sonraki ayetlerde
değinilmektedir.
1. Allah'ı düşünmek
Kainatın yaratılışı ve zaman mefhumu üzerinde aklını yoran ve onlardan
dersler çıkartan selim akıl sahibinin yapacağı ilk şey Allah'ı anmak/hatırlamaktır.
Ki bu anış/hatırlayış (zikr), onun her anını kapsar: ayaktayken, otururken ve
yatarken Allah'ı zikretmekten kendini alamaz.
Yüce Allah'ın önüne koyduğu bu sorulan cevaplandıran kişi, varlığın gerçek bilgisine, oradan da Allah'ın kudretine ulaşmakta ve bu, onun gönlünü her an meşgul etmektedir. Bu zikr (anma/hatırlama), bazı kelime ve cümleleri tekrar etmek değil; her daim Allah'ı hatırda tutmaktır.
Bir bakıma selim akıl sahipleri varlık bilgisiyle beyinlerini, zikirle
de gönüllerini tatmin etmektedirler. Bunların gönülleri bir uydu gibi, zikir
yörüngesine oturmuş, süreli o yörüngede dönmektedir; ayakta olması, oturması
ve yatması buna mani değildir.
2.
Gökler ve yer hakkında
düşünmek
Selim akıl sahiplerinin ikinci eylemi, kainat hakkında düşünmektir.
Gönül zikrederken, beyin düşünme faaliyetini kainat üzerinde sürdürmektedir. Gönül
zikirle tatmine ulaşırken, beyin/akıl da tefekkürle doyuma ulaşmaktadır. Artık
bu doyum noktasında, akıl gönül, gönül de akıl olmaktadır. Sanki akıl
zikrediyor, gönül de tefekkür ediyor. İki farklı eylem, tek eylem haline dönüşüyor.
İşte bu iki eylemi yapan akla, lübb denmektedir. Hac suresinde kalbin
düşünmesinden bahsedilmektedir:
(Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira do-laşsalardı elbette düşünecek
kalpleri olurdu). [Hac/46]
Ayetteki (elbette düşünecek kalpleri olurdu) ifadesinde düşünmek,
kalbin eylemi olarak gösterilmektedir.
Âl-i İmran/191'de (zikir) ve (tefekkür) aklın eylemi olarak takdim
edilmektedir. Aklın Allah'a uzanan kanalına zikir, kainata uzanan kanalına da
tefekkür denmektedir. Selim aklın Allah'ı zikredip kainat üzerinde düşünmesi
neticesinde varacağı nokta ayetin devamında gösterilmektedir.
3. Dua
a) Aklın bu eylemleri
neticesinde Allah'ın kudreti karşısında acziyetini farkeden insan, ilahî
yaratmanın eseri olan kainat hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
(Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın). Gökler ve yer hakkında düşünmek, varlığın iki bilinenli bilgisine ulaştırır. Akıl varlığın bilgisi ile tanışınca, şu neticeye ulaşmaktadır: Kainat boşuna yaratılmamıştır. Varlık bilgisi aklı, varlıkların hak olduğu, batıl olmadığı sonucuna götürmektedir. Ayetin bu kısmındaki. (hazâ) kelimesi, burada varlıkları ifade eden bir zamir olarak 'bunlar' demektir.
Varlıkların batıl olmadığı neticesine ulaşmak, iki bilinenli bir
denklemle gerçekleşmektedir. Göklerin bilgisi ile yerin bilgisi iki bilinendir.
Bu iki bilinenden bir bilinmeyeni ortaya çıkarıp bilinen haline getirmek
düşüncenin eseridir.
Ayetin bu kısmındaki (bâtıl) kavramı, amaçsız, boşuna manasına gelir.
Yine batıl kelimesinin, eksik, aksak, defolu, işe yaramayan, düzensiz, sakat,
uyumsuz manaları da bulunmaktadır.
Rahman'ın yaratışında, yani kainatta bir batıllığın olmadığını ifade
eden başka ayetler de vardır:
(Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O'dur. Rahman'ın
yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Gözünü bir kez daha çevir, hiç kusur
görüyor musun)? [Mülk/3]
(Üstünüze sağlam yedi (gök) inşa ettik). [Nebe/12]
Batıl, aksak olan ve sağlam olmayan şeydir; aksak olmayan, sağlam ve
uyum içinde olan bâtıl değildir. Bunu anlayan selim akıl sahipleri Allah'ın
kainatı boş yere yaratmadığını, O'nun yaratmasında herhangi bir aksaklık bulunmadığını,
tam tersine bir uyum ve mükemmellik olduğunu itiraf ederler.
Yüce Allah Sad/27'de göğü ve yeri boşuna yaratmadığını ifade etmekte,
selim akıl sahiplerinin de bu neticeye ulaşacaklarını beyan etmektedir:
(Göğü, yeri ve ikisi arasındaki-leri biz boş yere yaratmadık. Bu inkar
edenlerin zanmdır. Vay o inkar edenlerin ateşteki haline). [Sad/27]
Ancak kafirlerin, kainatın boşuna yaratıldığını zannettiklerine işaret
eden Yüce Allah, aklın hakikate açık olduğunu vurgulamaktadır. Aklını
işletmeyip de hakikati inkar edenlerin varacağı yer ise cehennemdir.
Duhan/38'den hareketle bâtıl kavramına, oyun anlamı verilebilir:
(Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun olsun diye
yaratmadık). [Duhan/38]
Bir sonraki ayette, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışı
hakkında şöyle buyurulmaktadır:
(Bunların hiçbirini hakikatten yoksun yartmış değiliz, ama çoğu bunu
anlamaz). [Duhan/39]
38. ayette oyun, 39. ayette ise onun karşıtı olan (hak) kavramı kullanılmaktadır.
Batıl kelimesine abes manası da verilebilir. Mü'minûn/115 ayeti
şöyledir:
(Sizi boş ve anlamsız bir oyun için yarattığımızı ve bize dönmek
zorunda olmadığınızı mı sanıyorsunuz)? [Mü'minûn/115]
İnsanların boş ve anlamsız yaratılmaması, abes (bâtıl) olarak yaratılmaması
demektir.
Bu açıklamalardan sonra şunu söyleyebiliriz: İnsan aklı kainat kitabını
okumaya başlaymca ve ondaki varlık bilgisine ulaşınca, göreceği ilk şey ondaki
düzen, ahenk, uyum ve mükemmelliktir. Bundan çıkaracağı netice de kainatın
boşuna yaratılmadığıdır.
b. (Seni teşbih ederiz).
Mükemmel, ahenkli, düzenli bir şekilde çalışan kainatı yaratan Yüce Allah,
noksan sıfatlardan uzak tutulmalıdır. Allah'ı teşbih etmek, O'nu noksan
sıfatlardan uzak tutmak, tenzih etmektir.
Akıl varlıklar alemindeki düzenle karşılaşınca, Allah'ı teşbih etmeye
(noksan sıfatlardan uzak tutmaya) başlıyor. Demek ki teşbih, selim akıl sahiplerinin
ibadetidir.
c.
(Bizi cehennem azabından
koru).
Mülk/10 ayetine göre aklı kullanmamak insanı cehenneme götürür. Aklını
kullanan insan cehennem yaranı olmaz.
Yorumunu yapmakta olduğumuz bu ayetteki (Bizi cehennem azabından koru)
ibaresi, 190. ayetin sonunda yer alan selim akla. bağlandığında ibareye,
"Aklımızı kullanmayı bize nasib edip cehennem ateşinden bizi koru"
manası verilebilir.
Allah'ı zikreden, kainat kitabını öğrenen, ondaki muhteşem nizamı görüp
boş yere yaratılmadığını anlayıp Allah'ı teşbih eden insanın cehennemden
korunmak için dua etme hakkına sahip olacağı bir gerçektir. Selim akıl sahipleri,
cehennem azabından korunmalarını talep etmeden önce yapılması gereken şeyleri
yapmışlardır. Çünkü, aklın gerektirdiği şeyleri yerine getirmeden azaptan
korunma talebinde bulunmanın abes olduğunun farkındadırlar.
d) Cehenneme giren rüsvay olur
192. ayette selim akıl sahiplerinin başka bir duası yer almaktadır:
(Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme sokarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur). [Âl-i İmran/192]
Bu ayette yer alan zalim kavramının içi, ne ile doldurulabilir?
Kafirlerin tümü zalimdir [Bakara/254]; müşriklerin tümü zalimdir [Lokman/13];
çünkü şirk büyük bir zulümdür.
Yorumunu yapmakta olduğumuz 192. ayetteki zalimlerin, -190 ve 191.
ayetlerden hareketle- "aklını kullanmayanlar" olduğunu
söyleyebiliriz. Kainat kitabını okumayan, aklını varlıkların bilgisini elde
etmek için kullanmayan, Allah'ı zikretmeyen, kainattaki mükemmelliği ve uyumu
görüp Allah'ı teşbih etmeyen ve Allah'ın kudreti karşısında aczini itiraf
etmeyen kimse zalimdir. Çünkü ruhunu alçaltmış ve zelil kılmıştır.
İşte bu tip insan Yüce Allah'a, "Beni cehenneme koy ve beni zelil
kıl" demiş olmaktadır. Yüce Allah da onu cehenneme koyacak ve zelil
kılacaktır. Bu gibilerin -aklını kullanmayarak zulmettikleri için- yardımcıları
da olmayacaktır.
Selim akıl sahipleri, cehenneme girip zelil olmak istemezler. Çünkü
bilirler ki aklını kullanmayanlar, kendilerini yardımdan mahrum kılan bir
zulüm işlemektedirler. Buna karşılık selim akıl sahipleri ise, bu durumdan
kurtulmak ve akıllarını kullanmak için dua edip Allah'tan yardım
istemektedirler.
Aklını kullanmamanın sebep olacağı ruhsal alçalışı, ahirette cehennem
azabına ve rüsvaylığa dönüşeceği gerçeğini farkeden selim akıl sahipleri, aklı
işletmenin bu dünyada şeref getirdiği gibi, öteki dünyada da cennet getireceğini
bilirler.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, aklı kullanmak, ilahî yardımı
celbe-der. Aklı kullanmanın (tefükkürün) en büyük faydalarından biri de ilahî
yardımı celbetmesidir. Aklı kullanmamak ise ilahî yardımı engeller.
Öyleyse eğitimcilere düşen vazife, insana aklı kullanmayı öğretmektir.
Ancak o zaman insanlar, başkasını taklide sapmadan kendi aklıyla düşünüp karar
verebilirler.
İnsanlara tabiat bilimlerini öğretmek, o bilgilerden hareketle Allah'ın
mutlak hükümranlığını anlamalarını, O'nu zikretmelerini, teşbih etmelerini
O'nun yaratmasında abes olmadığını idrak etmelerini ve neticede acziyetleri-ni
itiraf ederek Allah'a yakarmalarını sağlamak, eğitim faaliyetinin en önemli
görevlerindendir. Zaten Yüce Allah, bu ayetleriyle bir eğitim yapmakta ve
beşerî eğitime ufuk kazandırmaktadır.
e) İman etmek ve af dilemek
193. ayette selim akıl sahipleri şöyle dua ediyorlar:
(Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, 'Rabbi-nize inanın' diye imana çağıran bir davetçiyi işittik).
Duanın bu kısmında selim akıl sahiplerinin bir itirafı; imana çağıran
bir davetçiyi işittikleri itirafı yer almaktadır. Bu itiraftan anlaşılıyor ki,
selim akıl sahiplerinin duyu organları (kulakları) işlevini tam olarak yerine
getirmektedir. Öyleyse, selim akıl, duyu organının (kulakların) işlevini
yerine getirmesini de temin etmektedir.
Davetçinin "Rabbinize iman edin" çağrısını işitmeleri, çağnyı
anlamaları manasına gelmektedir.
Selim akıl sahibi; bağnazlığa, inada ve faydasız bilgilere itibar
etmeyeceği için, davet edilen şeyin ne olduğunu anlamaktadır. Davetçinin
davetini duymak ve anlamak yeterli değildir; gereğini de yerine getirmek
gerekir; çünkü gerçek işitme ve anlama o zaman tamamlanır.
(âminû bi-rabbikum=rabbmize iman edin) çağrısı, hemen yankı buluyor ve
selim akıl sahipleri (fe âmennâ=hemen iman ettik) diyorlar. Dinleyip anlamanın
ardından iman etmeleri, imandaki bilinçlerini ifade etmektedir.
Ayetin bu kısmında, iman konusunda da bir davetçinin/eğiticinin bulunmasının
önemi vurgulanmaktadır. Çünkü inanç duygusu, rehber olmadığında farklı ve sahte
alanlara kayabilir. İmanı doğru yola yönlendirecek bir eğitimcinin olması zorunludur.
Dikkat edilirse, selim akıl sahipleri daveti duyar duymaz hemen
gereğini yerine getirmişlerdir. Çünkü onlar kainattaki varlıkların bilgisine ve
Allah mefhumuna sahiptiler.
İman sahibi bir kimse, her an hataya düşme ihtimali bulunduğu bilincini
de kazanmaktadır. Çünkü selim akıl, insanı kendisini özeleştiriye tâbi tutmaya
yöneltir. Selim aklın, insanın kendine dönmesini ve yaptıklarını muhasebe etmesini
temin ettiği şu sözlerden anlaşılmaktadır: (Günahlarımızdan ötürü bizi affet ve
kötülüklerimizi sil ve gerçek erdem sahipleri olarak canımızı al).
Selim akıl sahibi insan, günahsız olduğunu iddia etmez. Hata yapma ve
günah işleme ihtimali bulunduğunu asla hatırından çıkarmaz; dolayısıyla da
daima af diler. Demek ki selim akıl, kişiye af dileme erdemini kazandırmaktadır.
Hatasını kabul edip özür dilemek, aklın gereğidir.
Ayetin ilk bölümü ile bu bölüm arasındaki bağlantı şudur: İman etmekle
insan af dileme yetkisini elde etmiş oluyor. İman etmeyen insanın af dileme
yetkisi yoktur; af dilese bile kabul edilmez. İman etmek, af dilemenin olmazsa
olmazını teşkil etmektedir.
193. ayetteki dua, ebrar (erdem sahipleri) ile birlikte olma talebiyle
sona ermektedir.
[134]
Ayetin son bölününde yer alan (vefa) kelimesi, çeşitli kalıplarıyla şu
manalara gelmektedir: Ahdine vefa göstermek [Necm/37]; hesabını eksiksiz görmek
[Nur/39]; ödemek [Hud/15]; ölçmek [Yusuf/59]; yerine getirmek [Hac/29]; sadık
kalmak [Maide/1]; alıp götürmek [Nisa/15]; hakkını istemek [Mutaffifin/2];
ölmek [Bakara/234]; canını almak [Nisa/97]; vefat ettirmek [Âl-i İmran/55].
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette ise, meal sahiplerinin çoğu kelimeye
'öldürmek' anlamını vermişlerdir. Bize göre ise burada 'yaşatmak' anlamı daha
uygun düşmektedir. Kavramın geniş izahı için, Âl-i İmran/55 ayetinin tefsirine
bakılabilir.
O zaman ayetin bu kısmına (ve bizi gerçek erdem sahipleri ile beraber
yaşat) anlamını vermek daha uygun olur. Kelimenin, can almak/vefat ettirmek
anlamı hakkında Razi, Keffal'den şu açıklamayı nakletmektedir:
Onların canlarının ebrar ile birlikte alınması, kıyamet günü o ebrann
mertebesinde olabilmeleri için, aynı amelleri yapmış olarak ölmeleridir.[135]
Veya bundan murad şudur:
Onların, ebrann (iyi kimselerin) taraftarları ve peşinden gidenler
içinde yer almalarıdır.[136]
Bize göre bu zorlama yorum, kelimeye 'öldürmek' manası vermekten
kaynaklanmaktadır. Kelimeye 'yaşatmak' manası verilseydi, böyle zorlama
yorumlara lüzum kalmazdı. Zira, iyilerle beraber ölmenin bir faydası yoktur;
faydalı olan, onlarla beraber yaşamaktır. Kelimeye 'yaşatmak' manası verilerek
ibare, "Bizi iyilerle beraber yaşat" manasına alındığında, dünya hayatında
grubun fert üzerinde -eğitim ve ahlâk bakımından- büyük etkisi bulunduğuna
işaret edilmiş olur.
O zaman Tevbe/119'daki ilahî emrin göz önünde tutulmasının zorunluluğu
ortaya çıkar:
(Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun).
[Tevbe/119]
Allah Teala, doğru insanların oluşturduğu grup içinde olmayı
emrettiğine göre, yorumunu yaptığımız Âl-i İmran/193'deki ibarede de selim akıl
sahiplerinin, iyilerle beraber yaşama talebinde bulunduklarını söyleyebiliriz.
Canın iyilerle beraber alınması için, iyilerle beraber yaşamak gerekir.
Demek ki ferdin tek başına, bütün erdemlere sahip olması mümkün değildir.
Erdemler, ancak iyi bir toplum içinde kazanılır. Selim akıl sahipleri bunun
farkında olduklarından, iyilerle beraber yaşama talebinde bulunmuşlardır.
194. ayette selim akıl sahiplerinin dualarının başka bir boyutu ele
alınmaktadır:
(Ey Rabbimiz! Peygamberlerinle vaadettiklerini bize bahşet ve kıyamet
günü bizi mahcup etme! Şüphesiz, sen sözünden asla caymazsın)!
Yüce Allah, iman eden, tefekkür eden, aklını kullanan, kainat kitabını
okuyan, Allah'ı zikreden, Allah'ı teşbih eden ve erdemli olan insanlara peygamberler
vasıtasıyla bazı ödüller vaadettiğinden, selim akıl sahipleri de bu ödülleri
talep ediyorlar.
Bu ayette yer alan (Peygamberlerinle bizim için vaadettiğin şeyleri
bize ver) ifadesine farklı bir açıdan bakarak diyebiliriz ki: Peygamberler
vasıtasıyla vaadedilen şey, ödülden ziyade erdemdir. Öyleyse, selim akıl
sahipleri, vahiyle bildirilen erdemlere sahip olmaları için Allah'a dua etmektedirler.
Bir fert veya grubun Allah'ın yardımı olmaksızın bütün erdemleri elde etmesi
imkansızdır. Selim akıl sahibi insan bu gerçeği bildiği için böyle dua
etmektedir.
Selim akıl sahipleri, Allah Teala'dan erdemli insanlarla beraber
yaşamayı istedikleri gibi, erdemleri elde etmek için de O'nun yardımını
dilemektedirler.
Allah'ın peygamberler vasıtasıyla insanlara vaadettiği ödüller
konusunda akla pek çok şey gelmektedir. Dünyadaki hayat için genel bir ad
koyacak olursak buna mutluluk diyebiliriz. Çünkü mutluluk, pek çok ödül ile
örülmüştür. Hasılı Allah Teala peygamberleri vasıtasıyla insanlara, dünyada saadet
veren ne varsa vaadetmiştir.
Ama bu vaadi özelleştirecek olursak, kendi uğrunda savaşanlara yardım
edeceği konusundaki verdiği sözdür diyebiliriz. Bu ayetlerden önceki ayetlerde
ele alınan Uhud savaşı'nı dikkate alırsak, vardığımız bu netice uzak görülmemektedir.
Nitekim, savaşta zaferi elde etmek de saadetin bir parçasıdır.
Ayette bir tek peygamber değil, peygamberler ifadesi yer almaktadır. Demek
ki Allah Teala, bütün peygamberleri vasıtasıyla kullarına ortak vaadler-de
bulunmuştur. İşte selim akıl sahipleri de bu vaadlerin yerine getirilmesini
istemektedirler. Buradan hareketle, istenen şeyin ahiretteki ödül olduğunu
söyleyebiliriz. Çünkü kulların ortak olduğu ödüller, Allah'ın rızası ve cennettir;
yani ahiret saadetidir.
(Bizi kıyamet günü mahcup etme) diye dua eden selim akıl sahiplerinin,
mahşerde mahcup olacak kimselerin bulunacağı bilgisine sahip oldukları da
anlaşılmaktadır. Yanlış davranışların neticesinde dünyada mahcubiyet
(rezil-rüsvay olma) sözkonusu olduğu gibi, kıyamet gününde de re-zil-rüsvay
olma sözkonusudur.
Bu ifadeden şu genellemeye varabiliriz: Selim akıl sahiplerinin en önemli
özelliklerinden biri, kendi amellerine güvenmemeleridir. "Ben kulluğun
bütün gereklerini yerine getirdim ve getiriyorum" diyen kimse, böyle bir
yakarışta bulunmaz. Çünkü o, kıyamet günü mahcup olmayacağına inanmaktadır.
Bu düşünce, gerçekten çok tehlikelidir. Çünkü ümit ve korku dengesini
bozmaktadır; zira mü'minin yaptığı amellere güvenmemesi, daima korku ve ümit
içinde bulunması gerekir. Amellerinin Allah katında makbul olduğu konusunda
kesin bir yargı içinde olmak kesinlikle doğru değildir.
Selim akıl sahiplerinin dualarını, sdili&ijjŞ (Şüphesiz sen
vaadinden caymazsın) diye bitirmeleri, onların iyi bir din eğitimi aldıklarını
göstermekte ve bize de, Allah'a nasıl dua edilmesi gerektiğini öğretmektedir.
Vaadinden caymamak, Allah'ın ahlâkıdır. Öyleyse, Allah'ın ahlâkı ile
ah-lâklanan insanlar da vaadinden caymamahdırlar. Şüphesiz sen vaadinden
caymazsın ifadesiyle, vaadinde durmanın önemi vurgulanmaktadır.
Netice olarak, 190-194 ayetleri arasında selim akıl sahiplerinin
özellikleri zikredilmektedir. Buna göre selim akıl sahipleri, tabiat kitabını
okuyan, onun üzerinde düşünerek ondaki kanunları deşifre edip kainatın boşuna
yaratılmadığı fikrine ulaşan, Allah'ın hükümranlığını anlayan, O'nu zikreden,
O'nu teşbih eden ve O'na dua eden kimselerdir. Çünkü bunlar, dua etmeyenin
Allah katında değerinin bulunmadığını [Furkan/77] biliyorlardı.
Öte yandan Yüce Allah, selim akıl sahiplerinin duasını bildirmek
suretiyle nasıl dua edeceğimizi, duada neler isteyeceğimizi öğretmektedir.
[137]
195. Bunun üzerine Rableri, onların dualarını kabul etti. (Dedi ki):
"Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbi-rinizdensiniz- (benim
yolumda) çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım. Onlar
ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar,
çarpıştılar ve öldürüldüler, andolsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim
ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu ödül Allah
tarafından-dır. Zira mükafaatların en güzeli, Allah katında olanıdır".
Allah Teala, selim akıl sahiplerinin dualarını kabul ettiği gibi, iyi
amel işleyen erkek ve kadınların dualarını da kabul edeceğini beyan
etmektedir.
(Hepiniz birbirinizdensiniz), yani birbirinizin devamısınız; siz, selim
akıl sahiplerinin devamı olan bir nesilsiniz. Bu durum, sadece Hz. Peygamber
zamanında yaşayan müslümanlar için geçerli değildir; zira Hz. Peygamber
döneminde yaşayan müslümanlar önceki dönemlerde yaşayıp da aklını kullanan
erdemli kişilerin bir devamı olduğu gibi, şu anda yaşayan ve gelecekte
yaşayacak olan müslüman nesiller de onların devamıdır.
Hangi asırda yaşarsa yaşasın selim akıl sahibi ve sağlam imana sahip olan
insanlar birbirinin devamı durumundadır; yani onların söz ve davranışları
birbirinin devamıdır. Evrensel değerleri hayata geçiren nesiller, ayrı çağlarda
yaşasalar bile birbirlerinin devamı olacaklardır.
Ayetin bu kısmını, daha önceki kısımda geçen {erkek) ve {kadın)
kavramlarının ışığında değerlendirirsek, erkek ile kadının Allah nazarında eşit
olduklarına, birbirinden farklı olmadıklarına işaret edildiğini söyleyebiliriz.
Yüce Allah bunlardan hiç birinin amelini, gayret ve emeğini zayi etmeyeceğini
ifade etmektedir.
194. ayette selim akıl sahiplerinin Allah'tan, peygamberleri
vasıtasıyla vaadettiğinin kendilerine verilmesini istediklerini görmüştük. Bu
ayette (195. ayet) ise onların isteklerinin kabul edildiği, herkesin amelinin
karşılı ğının ödeneceği söylenmekte; geçmiş peygamberlerin ümmetleri için geçerli
olan bu durumun Hz. Muhammed'in ümmeti için de geçerli olduğu vurgulanmaktadır.
Gerek günah işlemek, gerekse iyilik yapmak konusunda nesiller birbirine
benzerler. Günah ve iyilikler her çağda neredeyse aynilik gösterirler. İnsanların
veya nesillerin günah ve iyilikle ilişkisi hemen hemen her çağda aynıdır.
Yüce Allah ayetin devamında, nesilleri birbirine bağlayan amellerden misaller
vermektedir:
1. Hicret etmek
Peygamberler tarihine bakıldığında görülür ki, neredeyse her peygamber hicret etmiş veya hicret etmek zorunda bırakılmıştır. Bu amel konusunda da nesiller arasında bir benzerlik vardır. Kötülükten ve kötülerden uzaklaşmak için malını ve çocuklarını bırakarak yurdunu terkedip hicret etmek çok zordur; ancak zorluğu nisbetinde de Allah katında makbuldür.
Hele bu hicret; iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı yaymak veya öğretmek
için ise, daha da değerlidir. İyiliği yaymak için kötülükten ve kötülerden
uzaklaşıp hicret etmek kadar erdemli bir eylem çok az bulunur.
Bu ayetin bir benzeri olan Bakara/218'in tefsirinde hicretin ne anlama
geldiğini açıklamıştık.
[138]
Kötü şeyleri terketmek [Maide/5]; uzak durmak [Meryem/46]; ayrılmak
[Müzzemmil/10]; yalnız bırakmak [Nisa/34]; gelmek [Haşr/9]; dönmek
[An-kebut/26]; terketmek [Bakara/218] anlamına gelen hicret, sadece bir yerden
başka bir yere göç etmek manasına alınmamalıdır; zira hicrette., kötülük ülkesi
olan nefiste oturan kişinin orayı terkedip, akıl ve gönül ülkesine gitmesi
anlamı da vardır.
Öyleyse "(hicret), sadece bir mekandan diğerine göçmek değil, aynı
zamanda kötü alışkanlıklardan ve kötü ortamlardan uzaklaşıp iyi alışkanlıklara
yönelmeyi ve iyi ortamlarda iyilerle bulunmayı da ifade etmektedir. Başka bir
deyişle, karanlık cehalet ülkesinden, aydınlık bilgi ülkesine gitmektir.
Hicrette sosyal baskının, kötülük ve çürümüşlüğün etkisi olmakla
beraber, neticede kişi kendi iradesi ile kararını verip hareket etmektedir.
Aynca, hicret için, bir baskı ve zorlamanın bulunması da şart değildir; kişi,
hiçbir baskı ve zorlama olmadan, iyinin tohumlarını daha uzaklara taşımak için
de hicret edebilir.
2.
Yurdundan çıkarılmak
Tarihte yaşanan en zalimane olgulardan biri de, insanları yurdundan zorla
çıkarmaktır. Hicrette, netice itibariyle insanlar kendi iradeleriyle göç ettikleri
halde, yurdundan çıkarılmada irade sözkonusu değildir. Mesela Hz. Musa'nın
İsrailoğullan'nı Mısır'dan çıkarıp götürmesi bir hicrettir; ama Fi-ravun'un
zorla çıkarması hicret değildir. Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicreti
kendi iradesiyle olmuştur. Onun için bunlara hicret denilmektedir.
İsrailoğullan'ndan, birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına dair
taahhüt alınmasına rağmen [Bakara/84], onların taahhütlerini çiğneyerek birbirlerini
yurtlarından çıkardıklarını ve bundan dolayı da dünya hayatında rüs-vaylığa
mahkum edildiklerini, ahirette de şiddetli azaba çaptınlacaklannı [Bakara/85]
görmüştük.
Yurdundan zorla çıkarmak, bir topluma yapılabilecek en büyük zulümlerden
biridir. Dolayısıyla, insanların birbirlerini yurtlarından zorla çıkarmaları,
insanlığı sosyal açıdan kirleten olgulardan biridir. İnsanları haksız yere ve
zorla yurtlarından çıkarmak, öyle büyük bir zulümdür ki; hem Tevrat'ta, hem de
Kur'an'da altı çizilerek yasaklanmıştır.
3. Allah uğrunda eziyete
uğramak
Tarihte yaşanan zalimane olgulardan biri de, sırf Allah yolunda yürüdükleri
için insanlara eziyet edilmesidir. Tarihin kirlenmesine sebep olan olgulardan
biri de budur. Bazı kimseler, Allah'ın gönderdiği mesajlara inanan, onları
hayata geçirmek isteyen; iyiye, güzele, doğruya ve hakka koşanlara düşman
kesilip eziyet etme yolunu tutmuşlardır.
Bu durum geçmişte yaşandığı gibi, bugün de yaşanmakta ve gelecekte de
yaşanacaktır. Allah uğrunda eziyet çekenlere düşman olanlar, Allah'ın kahrını
dünyaya getirdiklerinden insanlığın geri kalmasına sebep olmuşlar ve oluyorlar.
Allah uğrunda eziyet çekenlerin ahları, çileleri ve gözyaşlan iyilik, güzellik
ve doğruluk ağacının gıdası olmuş, oluyor ve olacaktır.
4.
(Çarpıştılar ve öldürüldüler).
İnsanların çarpışmaları ve birbirlerini öldürmeleri de tarihin
kirlenmesine; nefis denen tanrının insandan kurban istemesi, kardeş kanı
akıtılmasına neden olmuştur [Maide/27-31].
Tevrat'ta, bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmeye denk bir
günah olduğu ifade edilmiş [Maide/32], İsrâiloğullan'ndan bu konuda söz alınmış
[Bakara/84] olmasına rağmen insan kanı akıtılmaya devam edilmiştir.
Bazılarının Allah uğrunda çarpışıp öldürülmesine mukabil, diğerleri Allah'a düşmanlık uğrunda çarpışıp öldürmüşlerdir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/195'de Allah uğrunda çarpışan ve öldürülenlere işaret edilmekte ve onların yüceliğine dikkat çekilmektedir.
Bu ayette, insanlıkta değişmeyen ve nesilleri birbirine bağlayan dört
olgu zikredilmiştir: hicret, yurdundan çıkarılmak, Allah uğrunda eziyet çekmek
ve Allah uğrunda çarpışıp öldürülmek. Bu eylemlere Yüce Allah büyük değer
yüklemekte ve büyük ödüller vaad etmektedir.
a) Onların kötülükleri
örtülecek
Yüce Allah, yukarıdaki dört eylemin karşılıksız kalmayacağını ve
onların ödüllendireceğini ifade buyurmaktadır:
(Onların kötülüklerini örteceğim ve onları Allah'tan bir mükafaat
olarak içinden ırmaklar akan cennetlere sokacağım).
Ayetin bu kısmı, Âl-i İmran/193'de yaptıkları, (EyRabbi-miz! Kusurlarımızı
ört) şeklindeki dualarının kabul edildiğini göstermekte; (rableri onların
duasını kabul etti) [Âl-i İmran/195] ifadesinde yer alan kabulün ne şekilde
olduğunu açıklamaktadır.
Allah'ın onların kötülüklerini örtmesi, iki şekilde açıklanabilir:
1.
Kötülüklerinin örtülmesi;
kötü davranışlarının, günahlarının ve yanlışlarının görmezlikten gelinmesi ve
cezalandırılmaması anlamına gelebilir.
2. Kötülüklerinin örtülmesi;
hicretle, yurtlarından zorla çıkarılmakla, Allah uğrunda eziyet çekmekle,
çarpışıp öldürülmekle aldıkları maddî ve manevî yaraların sarılması anlamına
gelebilir.
b)
Cennete girecekler
(Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım) ifadesi, (Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaadet-tiklerini de ikram et) [Âl-i İmran/194] şeklindeki dualannın, kabul edildiğine işarettir.
Erkek olsun, kadın olsun bu dünyada iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı hayata
geçirme uğrunda eziyete uğrayanların bu eylemleri, öteki dünyada cenneti, yani
saadeti getirecek; bu dünyadaki çileler, öteki dünyada mutluluğa dönüşecek;
amelleri asla boşa çıkmayacaktır.
(Bu mükafaat Allah kalındandır. Zira mükafaat-ların en güzeli, Allah
katında olanıdır).
Bu insanlar Allah uğruna bu çilelere katlandıkları için, ödüllerini de
Allah verecektir. Bunun anlamı şudur: O insanlar bu eylemleri, başkası uğruna
ve gösteriş için değil, sadece ve sadece Allah için yaptıklarından bizzat O'nun
tarafından ödüllendirileceklerdir.
Âl-i İmran/190'da bahsi geçen selim akıl sahiplerinin, akıllarını
kullanarak başlattıkları eylemlerin nihaî noktası cennettir. Onlar akıllarını
kainat kitabına çevirmiş, onun üzerinde düşünüp Allah'ın kudretini,
hükümranlığını, varlıklar aleminin boşuna yaratılmadığını, acizliklerini
anlamışlar, bu da onları Allah'ı zikretmeye, Allah'ı teşbih etmeye, Allah'a
yakarmaya sevket-miştir.
Akıllarını işleterek gerçekleştirdikleri bu eylemler, Allah uğrunda
eziyete uğramalarına sebep olmuştur. Dünya hayatı onları çileler fırınında
pişirip olgunlaştırmış ve neticede duaları kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak
da, kötülüklerinin örtülmesiyle ve cennete sokulmakla
mükafaatlandı-nlmışlardır.
Demek ki, aklın yolu olan güzellik, iyilik ve doğruluk dikenli, çileli
ve ız-dıraplı bir yoldur. Bu yol geçmişte böyle olduğu gibi, bugün de böyledir
ve gelecekte de böyle olacaktır.
Aklın yolu, düşüncenin, alın terinin, imanın, sevginin yolu olduğundan
düşmanları çoktur. Şeytanın, nefsin ve şeytanî insanların düşman olduğu bu yol,
ancak Allah'a sevdalı olanların yürüyebilecekleri bir yoldur. Ve bu yol, sonu
mutlak saadet olan tek yoldur.
[139]
196. Kafir olanların yeryüzünde dilediklerini yapabilir görünmeleri,
seni aldatmasın.
197. O, gelip geçici bir tatminden ibarettir, ama sonunda varacakları
yer cehennemdir. O ne kötü bir meskendir.
196. ayette, maddî imkanların insan psikolojisini ne denli etkilediğine
dikkat çekilmekte; buna aldanılmaması gerektiği vurgulanmaktadır.
1. Müslüman aldanmaz
(inkar edenlerin diyar diyar gezmeleri seni aldatmasın) ifadesiyle, insanı aldatan önemli bir probleme parmak basılmaktadır. [140]
(Seni aldatmasın) ifadesindeki (ğarre) fiili, sahte olan bir şeyin peşinde
koşturarak bir adamı aldatmak manasına gelir. Bu fiil su ile kullanılınca suyu
dökmek; suyun özne olması ile de, suyun yere batıp kaybolması anlamına gelir.
Bu fiilin faili insan olunca, dünya işlerinde tecrübesiz ve gaflet içinde olmak
manasını ifade eder. (ğarrere) kalıbından alınınca kendini tehlikeye atmak;
(ığterre) kalıbında ise, aldanmak, aldatmak, beyhude tamah etmek; (ğurûr)
kalıbında mal, şöhret gibi geçici şeylere aldanma ve bunlarla kibirlenme
anlamına gelir. Razi bu kelimeyi şöyle açıklamaktadır:
Görünüşte bir şeyi güzel ve cazip bulup onu araştırdıktan sonra
arzuladığının tersi bir durumda bulmayı ifade etmek için kullanılır. O işin
görüntüsü beni aldattı derken, aldatma, bu kelimeyle ifade edilir. Yani, bir
işi denemeden, tecrübe etmeden kabullenmenin verdiği aldanmadır.[141]
1) Yanlış yola götürmek
Münafıkların ve kalplerinde hastalık olanların müslümanlar için
yaptıkları değerlendirmede bu kelime fiil halinde kullanılmaktadır:
(O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, "Bu
adamları dinleri yanlış yola gütürüyor" diyorlardı). [Enfal/49]
Ayette '? (ğarre) kalıbında fiil olarak geçmekte ve bir düşüncenin,
inancın veya dinin insanı yoldan çıkarması anlamına gelmektedir.
2) Aldatmak
Bu manada pek çok ayette yer almaktadır; dünya hayatının insanı aldatması
[Casiye/35]; şeytanın aldatması [Fâtır/5]; kafirlerin dünyada dolaşmasına
aldanma [Âl-i İmran/196] gibi.
Özellikle dünya hayatının insanı aldatmasının sebebini Yüce Allah, insanın
Allah'ın ayetlerini alaya almasına, dinini oyun ve eğlence yerine koymasına
bağlamaktadır.
3) Yoldan çıkarmak
Hadid suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Kuruntunuz sizi yoldan çıkardı). [Hadid/14] Bu ayette kelime, (ğarre)
kalıbında kullanılmıştır.
4) Uzaklaştırmak
(Ey insan! Nedir seni lütuf sahibi Rabbinden uzaklaştıran)?
[İnfitar/6]
5) A'raf/22'de (ğurûr)
kalıbında yer almaktadır:
(Ve böylece onları hile ile yönlendirdi). [A'raf/22] Burada, şeytanın Hz. Adem ile eşini nasıl etkilediği beyan edilmektedir.
6) Yanılgı
(Hakikati inkar edenler, büyük bir yanılgı içindedirler). [Mülk/20]
Kelime, bu ayette, inkarın bir yanılgı psikolojisi olduğuna dikkat
çekilirken ili (ğurûr) kabıbında kullanılmaktadır.
7) Hayal
(Hayır! Zalimlerin birbirleri hakkında besledikleri ümitleri, hayalden
öteye geçemez). [Fâtır/40]
Ayetin içeriği dikkate alınarak, (ğurûr) kelimesine, 'hayal' manasının
verilmesi uygun olur.
8) Şeytan
Kur'an'da bu kelime bazı ayetlerde, mesela Fâtır/5'de yj (ğarur)
kalıbında geçmektedir. Yine aynı ayette, kelimenin fiil kalıbı da (ğarre)
geçmektedir. Fâtır/5 ayeti şöyledir:
(Sakın şeytan sizi Allah ile aldatmasın). [Fâtır/5] Fiil kalıbı
aldatmak, isim kalıbı ise şeytan anlamına gelmektedir.
Yüce Allah bazı insanların hareketlerinin, sosyal olayların Hz.
Peygam-ber'in, dolayısıyla da müslümanlann psikolojisini etkilemesini önlemek
için Kafir olanların yeryüzünde dilediklerini yapabilir görünmeleri, seni aldatmasın
buyurmaktadır. Zira, kafirlerin diyar diyar dolaşmaları müslümanlann kıskançlık
ve hasedini artırabilir.
[142]
Ayette yer alan (kallebe) fiili, bir şeyin altını üstüne getirmek
anlamına gelen (kalebe) fiilinden türemiş olup geriye döndürmek, bel veya kazma
ile toprağı kazmak, içini dışına çevirmek, öfkelenmek, vazgeçirmek, denemek,
birinin yüreğine vurmak, faili Allah olunca öldürmek, dudağın dışarı dönmesi;
; (kallebe) kalıbından alındığında, bir şeyi yönünden geri döndürmek,
araştırıp sonucunu düşünmek, istediği gibi hareket etmek, seyahat etmek,
inkılab kelimesiyle kullanılınca değişme, devrim manalarına gelir.
[143]
1) Dönmek
Bu anlamda Ankebut/21'de meçhul kalıbıyla Allah'a döndürülmeyi ifade
etmektedir:
(Dilediğine azap verir, dilediğine merhamet eder; hepiniz O'na
döndürüleceksiniz). [Ankebut/21]
Tevbe/95'de bir grubun diğer bir gruba dönmesi anlamında yer
almaktadır: (Ey inananlar! Onlara döndüğünüzde, kendilerini rahat bırakasınız
diye, sizi temin etmek için Allah'a yemin edecekler). [Tevbe/95]
Bu ayette J&\ (inkalebe) kalıbında geçmektedir. Görüldüğü gibi bu
kelime insanın Allah'a dönmesi ile insanın insana dönmesi anlamında Kur'an'da
yer almaktadır.
2) Kurmak
Bir grubun bir gruba; bir grubun bir insana tuzak, entrika, düzen
kurması anlamında Tevbe/48'de geçmektedir:
(Aslında onlar bundan önce de fitne çıkarmaya çalışmışlar ve sana
karşı türlü türlü düzenler kuragelmişlerdi). [Tevbe/48]
Entrika çevirmek anlamıyla bu kelime (kallebe) kalıbından getirilmiştir.
Bunun yanısıra, bir kimsenin arkasından tuzak kurma, entrika, düzen çevirme
eyleminin arkasındaki kötü niyete de işaret etmektedir.
3) Ters çevirmek
Yüz çevirmek, sağa-sola çevirmek, altmı-üstüne çevirmek, mahşerde yüzlerin
ateşte çevrilmesi bu kelimeyle ifade edilmektedir.
Hac/11 'de şöyle buyurulmaktadır:
(İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki:
Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa
hemen bütünüyle yüzünü çevirir). [Hac/11]
Buradaki yüz çevirmek, nankörlük etmek anlamındadır.
Kehf/18'de uyuyan bir insanın sağa-sola çevrilmesi anlamını ifade etmektedir:
(Kendileri uykuda oldukları halde, sen onları uyanık sanırdın. Onları
sağa-sola çevirirdik). [Kehf/18]
Ahzab/66'da ahirette kafirlerin yüzlerinin cehennem ateşinde çevrilmesi
anlamına gelmektedir:
(Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün...) [Ahzab/66] Nur/37'de alt-üst
olmak anlamını ifaade etmektedir:
(Onlar kalplerin ve gözlerin alt-üst olacağı bir günden korkarlar).
[Nur/37]
4) Elleri oğuşturmak
Kehf/42'de bahçe ve bostanlanyla arkadaşına karşı gururlanan ve öldükten
sonra dirilmeyi inkar eden ve bütün serveti yok edilen adamın davranışını
ifade etmek üzere bu kelime kullanılmıştır:
(Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı
masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı). [Kehf/42]
5) Yer değiştirmek
Nur/44'de gece ile gündüzün ardarda gelmesi bu kelimeyle ifade edilmektedir:
(Gece ile gündüze yer değiştiren Allah'tır). [Nur/44]
Ayette, gecenin yerini gündüze, gündüzün yerini geceye bırakması
kasde-dilmektedir.
6) Gerisin geri dönmek
(Muhammed sadece bir elçidir; ondan önce de elçiler gelip geçti;
öyleyse o ölür yahut öldü-rülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi
döneceksiniz)? [Âl-i İmran/144]
Buradaki dönme eylemi, savaş alanından kaçmak manasının yanısıra;
imandan inkara dönmeyi de ifade etmektedir.
7) Kötü duruma düşmek
Kafirlere tâbi olmanın neticesinde karşılaşılacak ve düşülecek durumlar
anlatılırken bu kelime kullanılmaktadır:
(Ey iman edenler! Kafirlere tâbi olursanız sizi topuklarınız üzerinde
gerisin geri döndürürler ve hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz). [Âl-i
İm-ran/149]
Ayette yer alan (hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz) ifadesi,
olumsuz manadaki manevî değişime işaret etmektedir.
8) Devrimle devrilmek
Devrim manasına gelen i.iş\ (inkılâb) kelimesi bu kavramdan türemiştir.
Şuara/227'de 'devrim' ve 'devrilme' anlamında kullanılmıştır:
(Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı çok çok ananlar ve
haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler
hangi devrimle devrileceklerini yakında bileceklerdir). [Şuara/227]
9) Akıbet
Kehf/36'da (munkalebe) kalıbında kullanılmaktadır. 'Akıbet' anlamına
gelen bu kelime, dünyada işlenen amellerin ahiretteki sonucunu, karşılığını
ifade etmektedir:
(Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna
götürülürsem, hiç şüphem yok ki, bundan daha iyi bir akıbet bulurum). [Kehf/36]
10) Dolaşmak
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/196 ve Mü'min/4'de diyar diyar
dolaşmak anlamında kullanılmaktadır:
(İnkar edenler müstena, hiç kimse Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaz.
Onların şehirlerde gezip dolaşması seni aldatmasın). [Mü'min/4]
Her iki ayette de (Âl-i İmran/196 ve Mü'min/4), kafirlerin geniş maddî
imkanlar içinde ülke ülke dolaşmalarına, bol para harcamalarına bakarak
mü'minlerin, Allah'ın onlara fazla nimet verip kendilerini mahram bıraktığı
düşüncesine kapılıp da aldanmamalan gerektiği ifade edilmektedir. Zaten ayetin
de bu düşünce nedeniyle indiği söylenmektedir.
Bu ayetlerde, her zaman ve mekanda geçerli olan önemli bir sosyal olguya
dikkat çekilmektedir. Birbirlerini daha çok desteklemeleri sebebiyle inkarcılar/kötüler
geçmişte güven içinde ülke ülke dolaşıyorlardı, bugün de dolaşmaktadırlar.
İslâm'ın ilk dönemlerinde mü'minler ülke ülke dolaşıp ticaret yapmak,
bol kazanıp bol harcamak şöyle dursun, şehir ve evlerinde bile korku içinde
bulunurlarken; kafirler ülke ülke dolaşarak ticaret yapıp bol kazanıp bol
harcıyorlardı. Bu da mü'minlerin kıskançlığım kabartıyordu.
Bu sosyal olgu günümüzde de devam etmektedir. Hiç bir manevî değere sahip
olmayanlar, bozuk hayat yaşayanlar bugün de bol bol kazanıp bol bol harcıyorlar.
İşte bu ayette, insanların kıskançlık ve haset duygusunu kabartan bu duruma
işaret edilerek, kıskançlık ve hasede kapılanların aklandıklarına dikkat
çekilmektedir.
Bu kıskançlık ve haset duygusunun nasıl disipline edileceği de Âl-i
İm-ran/197'de bildirilmektedir:
(Bu azıcık bir metadır).
Mü'minler kafirlerin diyar diyar dolaşmasını gözlerinde büyütmemelidirler.
Zira bu, önemli birşey değildir; geçici ve az bir metadır. Dünyada diyar diyar
dolaşan kafirlerin varacakları yer cehennemdir.
Bu değerlendirmesiyle Yüce Allah, dikkatleri neticeye çekerek, mü'minlerin
kıskançlık ve haset duygusunu eğitmektedir, (Cehennem ne kötü yataktır)
buyurulmak suretiyle de mü'minlerin bu duygulara kapılmaları önlenmektedir.
Bu kıskançlık ve haset duygusunun nasıl disipline edileceğine yönelik
ayetlerden biri de şudur:
(Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi
faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin
nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir). [Taha/131]
Ayetin birinci derecede muhatabı Hz. Peygamber, ikinci derecede ise
mü'minlerdir.
Mü'minler, Allah'ın denemek için bol servet verdiği kafirlerin
yaşadıklan süslü hayata gözlerini dikmemeli, onlara imrenmemeli, haset
etmemelidir. Çünkü asıl nimet, Allah'ın rızası ve cennettir. Allah katındaki
nimetin daha hayırlı olduğunu bilen insan bu kıskançlık ve haset duygusundan
kolayca kurtulur. Bunun neticesi olarak da sosyal tabakalar arasında gerilimler
ortadan kalkar.
Kasas/79-80 ayetleri de, bu kıskançlık ve haset duygusunun nasıl disipline
edileceğine yönelik ayetler olarak kabul edilebilir:
(Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya
hayatını arzulayanlar: "Keşke Karun'a verilenin benzeri bize de
verilseydi; doğrusu o çok şanslı" dediler). [Kasas/79]
Zenginler, halkın karşısına lüks ve ihtişam içinde çıktıklarında
onların kıskançlık ve haset duygularını kabartacaklarını bilmelidirler.
(Onların bu kıskançlığına karşılık ilim adamları şöyle dediler:
"Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükafaatı
daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir"). [Kasas/80]
Demek ki ilim adamları, fakirlerin zenginlere karşı duyduğu kıskançlık
ve haset duygusunu ortadan kaldırmak için gayret etmekle, bunun için de Allah
katındaki nimetin daha değerli olduğunu ve ona da çalışıp emek sarfedenle-rin
ulaşacağını öğretmekle yükümlüdürler.
Bu ayetten, diyar diyar dolaşıp seyahat eden kafirlerin servetleri
sebebiyle kıskanılma ihtimali bulunduğu da anlaşılmaktadır. İnsanlar,
kendilerinden daha fazla imkana sahip olan ve bunları da eğlence için
harcayanları kıskanır, hatta onlara haset ederler.
Bu psikoloji, fert ve toplumu çürüten bir özelliğe sahiptir. Eğitim
vasıtasıyla bu duygunun disipline edilip kontrol altına alınması zorunludur.
İşte Âl-i İmran/196-197. ayetlerde bu eğitim verilmektedir.
Bu iki ayette yerilen, memleket memleket gezmek değil; amaçsız ve israfa
dayalı gezmektir. Çünkü Kur'an pek çok ayetinde yeryüzünde dolaşıp
araştırma-inceleme yapılmasını ve ticarî maksatla, seyahat edilmesini
emretmektedir.
[144]
198. Ama Rablerine karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar, içinden
ırmaklar akan cennetlere kavuşacaklardır. Allah'tan ne güzel bîr karşılama! Ve
Allah katında olan, gerçek erdem sahipleri için en hayırlı olandır.
Bu ayette, hem takva, hem de insan için neyin daha önemli olduğu açıklanmaktadır:
1. Takva kıskançlıktan
sıyrılmaktır
Ayette geçen (Rablerinden sakınanlar) ibaresine, "Rablerine karşı
sorumluluklarının bilincinde olanlar" şeklinde mana verdiğimizde, 196.
ayetteki (seni aldatmasın) emrinin yerine getirilmenin takva olduğu anlaşılır.
Az bir meta olan dünyevî zenginliği ve sonu cehenneme varacak olan kafirlerin
amaçsız bir şekilde ülkelerde dolaşmalarını kıskanıp aldanmamak, Allah'a karşı
sorumluluğun bilincinde olmak demektir.
Takva (basiret/gönül gözünün açık olması), insanı kıskançlık ve
hasetten korur. Bu da, Allah'ın bu konudaki emrini yerine getirmekle mümkün
olur.
Yine, amaçsız ve israfa dayalı seyahatlerden kaçınmak da takvanın bir
parçasıdır.
Kıskançlık ve haset duygusundan kurtaran takva kişiyi, içinden ırmaklar
akan cennetlere götürür. Demek ki, takvanın yolu cennete çıkmaktadır; ki bu
cennet, Allah tarafından bir ikram olarak takdim edilmektedir.
2. Allah katında olan daha iyidir.
Ayetin sonunda yer alan "(birr'e erenler) kelimesi, "gerçek erdem sahipleri" anlamına gelir. Ayette, erdem sahiplerinin nitelikleri de verilmektedir. Buna göre, erdem sahipleri, Allah katında olanın daha değerli olduğunu bilen ve insanların ellerindeki dünyevî nimetleri kıskanıp haset etmeyen kimselerdir.
Başka bir açıdan bakarak diyebiliriz ki, takva sahibi olan kişi,
erdemli insandır. Onun için ayet takva ile başlamakta, erdemle bitmektedir.
Allah katında bulunanın daha değerli olduğunu bilip inanan ve başkalarının
elindeki dünyevî nimetlere gözünü dikmeyen, kafirlerin lüks içinde diyar diyar
dolaşmalarını önemsemeyen kimse, birr'e ermiştir (erdem sahibidir).
Ayette, istenen davranışı insana kazandırmak için takva ve erdeme
teşvik etmenin önemine de işaret edilmektedir. Kişiyi çirkin bir davranıştan
sakındırmak, güzel bir davranışa yöneltmek, en zor işlerdendir. İnsanı,
dünyevî nimetlerin taksiminden hareketle karar vererek aldanmamaya ve Allah
katında olanın daha üstün olduğunu bilip haset etmemeye yöneltmek gerçekten çok
zordur.
[145]
199. Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah'a, hem size indirilene, hem
de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman
ederler. Allah'ın ayetlerini az bir kazanç için satmazlar. Onların mükafaatı
Rableri katındadır, çünkü Allah, hesap görmede hızlıdır.
Müfessirler bu ayetin iniş sebebi hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bize
göre ayet, genel anlamda kitap ehliyle ilgili olup Bakara/62 ile Âl-i
İmran/113-11 ayetlerinin bir benzeridir; daha doğrusu onlarla aynı konuyu
işlemektedir.
Bakara/62'de müslüman, yahudi, hristiyan ve sabiilerin inanç bakımından
müşterek yönleri ortaya konurken, Âl-i İmran/113-114'de de kitap ehlinin
hepsinin aynı olmadığı; içlerinde doğru inanç sahiplerinin ve salih amel işleyenlerin
bulunduğu bildirilmektedir. Bakara/62'de iyi amel işledikleri söylenmiş; Âl-i
İmran/113-114'de ise bu amellerin neler olduğu açıklanmıştır ki bunlar,
Allah'ın ayetlerini okuyup secde etmek, iyiyi emredip kötülükten sakındırmak,
hayra koşmaktır.
Âl-i İmran/199'da da kitap ehlinden bir grubun müslümanlarla olan inanç
benzerliği ve kitap ehlinin diğerleriyle olan farklılıkları ele alınmaktadır.
Kitap ehlinden bir grubun müslümanlarla müşterek tarafları şunlardır:
1. Allah'a iman ederler
Bakara/62 ve Âl-i İmran/114'de de kitap ehlinin bir kısmının Allah'a
inandığı beyan edilmektedir. Tevhid, kitap ehli ile müslümanlar arasında müşterektir.
Bu hususun burada neden tekrar edildiğini anlamak için Âl-i İmran/196-197'de
ele alman kafirlerin ve 198. ayette ele alınan mü'minlerin özelliklerine bakmak
gerekir. Bu ayetlerde önce kafirlerin davranışları ve akıbetleri; ardından da
takva sahibi erdemli kişilerin davranışları ve akıbetleri açıklanmıştı. Bu
ayette ise kitap ehlinin bir kısmının durumu açıklanmaktadır.
Yüce Allah müslümanlara, kitap ehlinin hepsinin aynı olmadığını, içlerinde
tek Allah'a inananlar bulunduğunu bildirerek bunların, kitap ehlinden olup da
Üzeyir'in Allah'ın oğlu olduğunu; İsa'nın Allah'ın oğlu ve üç uknumdan biri
olduğunu söyleyenlerden ayrı tutulması gerektiğini vurgulamaktadır.
2. Vahyin tamamına inanırlar
Kitap ehlinden bir grup, hem tek Allah'a, hem de bütün vahiylerin aynı
kaynaktan geldiğine inanmaktadırlar.
(Size ve kendilerine indirilene de inanırlar) ifadesi, kitap ehlinden bir grubun Kur'an'a inandıklarını ortaya koymaktadır. Peki Allah'ın birliğine ve Kur'an'a inanan bu kimselere, niçin kitap ehli denmektedir? Bu soruya cevap vermek çok zordur. Ayette, kitap ehlinden bu grubun, Allah'ın birliğine ve Kur'an'a iman ettikleri bildirilmekle beraber, Hz. Muhammed'e iman ettiklerinden söz edilmemektedir. Nitekim, kitap ehlinden bu grupla ilgili olarak ayette, sanalMuhammed'e indirilene inanırlar yerine si-zelmüslümanlara indirilene inanırlar denmektedir. Eğer Muhammed'e indirilene inanırlar denseydi, Muhammed'in (s.a) peygamberliğini de kabul ettikleri anlaşılırdı.
Ayette zikredildiği üzere, kitap ehlinden bir grubun vahyin
evrenselliğine iman etmeleri, onların inançlanndaki köklü değişimi
göstermesinin yamsıra, Allah'a ve Kur'an'a inanan kimseyle; Allah'a inanıp
Kur'an'a inanmayan kimse arasındaki farkı da ortaya koymaktadır.
3. (Allah'a boyun eğerler).
Kitap ehlinden olan bu grubun Allah'a boyun eğmelerinden kasıt, -Âl-i
İmran/113 ve 114'de belirtildiği gibi- istikamet sahibi olmaları, geceleri secdeye
kapanarak secde etmeleri, iyiyi emredip kötülükten alıkoymaları ve iyilik için
koşuşmaları olabilir.
(Allah'a boyun eğerler) ifadesinin, -Allah'a ve vahye inandıklarının
zikredilmesinin ardından gelmesi hasebiyle- iyi amel manasına alınması yerinde
olur. Nitekim, Bakara/62'de de Allah'a ve ahirete imanın ardından iyi amel
gelmektedir.
4. (Allah'ın ayetlerini az bir
bedele satmazlar).
Onların bu özellikleri, diğer kitap ehlinden farklarını ortaya
koymaktadır. Bakara/41 'de İsrailoğullan'na, Allah'ın ayetlerini az bir pahaya
satmamalarının emredildiğini görmüştük.
5. (Onların mükafaatı Rableri
karındadır).
Bu ibare, Bakara/62'de de aynen tekrar edilmektedir. 198. ayette, takva
sahibi müslümanlann içinden ırmaklar akan cennete gireceklerinin ifade edildiği
halde, kitap ehlinden bu grup için böyle bir ifade kullanılmamakta; sadece
-Bakara/62'de olduğu gibi- mükafaatlannın Allah katında olduğu söylenmektedir.
Mükafaatlannm Allah katında olduğunun söylenmesi, onların cennete
gireceklerini gösterir mi bilemiyoruz. Ama kitap ehlinden olan bu grubun da
-tıpkı müslümanlar gibi- Allah'ın birliğine ve tüm vahiylere iman etmelerini,
Allah'tan korkmalarını, O'nun ayetlerini az bir bedele değişmemelerini, iyi
amel işlemelerini, iyiliği emredip kötülükten nehyetmelerini dikkate
aldığımızda, ahirette müslümanlarla beraber olabileceklerini söylemek
mümkündür.
Ayetin sonundaki, (Çünkü Allah hesap görmede hızlıdır) ifadesi, Yüce
Allah'ın, onların mükafaatım derhal vereceğine işaret etmektedir. Kitap
ehlinden olan bu grubun -Kur'an dahil- tüm vahiylere iman etmelerini, Yüce
Allah süratle ödüllendireceğini bildirmektedir.
[146]
200. Ey iman edenler! Sabredin ve birbirinizle sabırda yarışın,
sınırda daima uyanık durun ve Allah'a karşı gelmekten sakının ki, zafere
ulaşasınız.
Bu ayette, kişiyi felaha (mutluluğa/zafere ve emeline) ulaştıran dört
eylem bulunmaktadır: sabretmek, sabırda yarışmak, tetikte olmak ve sakınmak.
Âl-i İmran/199'da fert ve toplum olarak insan hayatının hemen hemen her
yönünü ilgilendiren emir ve yasaklar konmuştu. 200. ayette ise, bu emir ve
yasakların, ancak sabırla, sabırda yarışmakla, tetikte durmakla ve sakınmakla
yerine getirilebileceği, neticede kişiyi felaha ulaştıracağı vurgulanmaktadır.
Şimdi bu ayetteki, kişiyi felaha ulaştıracak amelleri ele alalım:
1. (Sabredin).
Yukarıda zikredilen amelleri yerine getirmek ve başarılı olmak için sabır Şarttır. Şüpheleri defetmek; şeytanın ve nefsin etkisine karşı koymak; şahsiyet bütünlüğünü muhafaza etmek; hastalığın ızdırabına katlanmak; yokluğa ve kıtlığa direnmek; deprem, sel, yangın gibi afetlere göğüs germek; hakkın, tevhid ve adaletin yere düşen bayrağını tekrar dikmek, haramlardan kaçınmak, kıskançlık ve hased duygusundan sıyrılmak... kısacası tüm güzel amelleri yerine getirmek ve tüm kötü amellerden kaçınmak, ancak sabır sayesinde mümkün olur.
2. (Sabırda yarışın).
Razi'nin de işaret ettiği gibi, sabretmek, sadece ferdin kendisiyle,
sabırda yarışmak ise, ferdin diğer insanlarla olan ilişkisiyle alakalı olup;
aile içi ilişkilerde, komşu, akraba, toplum ve tüm insanlıkla ilgili konularda
sabretmeyi kapsamaktadır. Kapalı toplumlarda sabırda yarışma'nm alanı daha dar
düşünülebilir; ama günümüz toplumlarında -kitle haberleşme vasıtalarının insanlığı
tek bir toplum, ülkeleri tek bir şehir haline getirmesi ve ulaşımın son derece
hızlı olması sebebiyle- sabırda yarışma'mn alanı daha geniş düşünülmek
mecburiyetindedir.
Nasıl sabredileceğine gelince:
a) Kötülüğe iyilikle mukabele
ederek
(Kötülüğü iyilikle savarlar). [Ra'd/22] Kötülükleri, iyilikle savmak
bir sabır işidir.
Fussilet suresinde, kötülüklere iyilikle mukabele etmenin, köklü
değişimlere sebebiyet vereceği ifade buyurulmaktadır:
(Madem ki iyilik ile kötülük bir değil, öyleyse sen kötülüğü daha güzel
olan ile sav. Bak, o zaman seninle arasında düşmanlık olan kimse, senin sıcak
bir dostun gibi olacaktır). [Fussilet/34]
Demek ki kötünün veya kötülüğün üzerine kötülükle gitmek, ateşin üzerine
benzinle gitmek kadar tehlikelidir; zira kötülüğü kötülükle ortadan kaldırmak
mümkün değildir. O halde, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, en sağlıklı
yoldur.
Sabırlı müslüman kötülüğün ancak iyilikle ortadan kaldırılacağını bilir
ve kötülüğün üzerine nefisle değil akılla gider. Bu ise zor ve çetin bir
yoldur. Sabırsız kimsenin bu yolda yürümesi imkansızdır.
b) Cahillerden yüz çevirerek
ve affederek A'raf suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Onları doğru yola çağırsanız işitmezler. Ve onları sana bakar görürsün, oysa görmezler). [A'raf/198]
Bu ayetten anlaşılıyor ki, eğitim faaliyeti çok zordur; ne kadar
uğraşılırsa uğraşılsın her insandan aynı neticeyi almak mümkün değildir. Bu
durumda ne yapılması gerektiği isel99. ayette bildirilmektedir:
(Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir).
Af yolunu tutmak, cahillerden yüz çevirmek ve iyiliği emretmeye devam
etmek, hakikaten çok zor bir iştir ve bunun altından ancak sabredenler kalkabilir.
c) Kötü söz ve davranışa
aldırmayarak
Furkan/63 ile 77 ayetleri arasında Rahman'ın has kullarının özellikleri
sıralanmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:
(Rahman'ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendilerini bilmez kimseler onlara laf attığında 'selam' deyip geçerler. [Furkan/63]
(Boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile geçip giderler).
[Furkan/72]
Karşılaştıkları incitici söz ve davranışlara rağmen, 'selam' deyip
geçecek kadar sabırlı olmak, zaferin basamaklarını tırmanmak demektir.
d) Başkasını kendine tercih
ederek
İhtiyacı olduğu halde, başkasını kendine tercih edecek kadar erdemli
davranmak, ancak sabır sayesinde mümkündür. Haşr/9'da bu yüce şahsiyetli insanlardan
bahsedilmektedir. Musabere'dc (sabırda yarışmada) zirveye çıkmak, başkasını
kendine tercih etmekle mümkün olur:
(Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile muhacirleri kendilerine
tercih ederler). [Haşr/9]
e) Düşmana adil davranarak
Maide/8'de, takvaya en yakın davranışın adaletli davranmak olduğu ifade
edilmektedir:
(Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu takvaya daha yakındır). [Maide/8]
Bir grubun, kin duyduğu diğer bir gruba adil davranması, onların sabrın
doruğuna çıktıklarını gösterir. Duyduğu kin kişiyi adil davranmaktan engellemiyorsa,
o kişi kemale ermiş demektir.
Demek ki Âl-i İmran/200'de yer alan i&i (musâbere=hayırda yarışma)
kavramı, insanın diğer insanlarla olan ilişkilerini düzenleyen bir beyin, bir
gönül ve bir ruh eylemidir.
3.
(Her zaman uyanık olun).
Bu ayetteki (ve râbitû) emri bir kaç açıdan ele alınabilir:
a) Psikolojik uyanıklık
İnsan, saldırganlık içgüdüsü, şehvet, ihtiras ve nefis ile kuşatılmış
haldedir. Her zaman uyanık olun ifadesinden kasıt, gönül ülkesini saran bu
kötülüklere karşı, akıl ve iman ile gönül ülkesini korumak için her an uyanık
olmaktır.
Akim ve gönlün uyanıklığı manasına gelen ve râbitû (her zaman uyanık
olun) ifadesi, aynı zamanda şeytanın saldırılarına karşı korunma anlamına da
gelir. Şeytanın saldırısına İsra suresinde işaret edilmektedir:
(Haydi, şimdi onlardan gücünün yettiğini sesinle ayart, piyadelerinle süvarilerinle onlara saldır ve onların çocuklarına ve mallarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vaadetmez). [İsra/64]
Demek ki şeytan sözleriyle, piyade ve süvarileriyle insana hücum etmektedir. İşte şeytanın bu saldırılarına karşı uyanık ve tedbirli olmak emredilmektedir.
b) Sosyal uyanıklık
Fert, toplumdaki kötülüklere, ahlâksızlıklara ve problemlere karşı
uyanık olmalı, aklın ve imanın gerektirdiği tedbirleri almalıdır. Toplum da
diğer toplumların fikrî, kültürel, ahlâkî ve ekonomik saldırılarına karşı
uyanık olup, kendi düşüncesini, kültürünü, ahlâk ve değerlerini korumalıdır.
Kötülüklere karşı beyni, gönlü ve bedeni korumak için her tedbiri almak
ve tetikte olmak Allah'ın emridir.
c) Nöbette uyanık ve tetikte
olmak, nöbet yerini terketmemek
Âl-i İmran suresinin bazı ayetlerinde Bedir ve Uhud savaşlarına dikkat çekilmekte ve onlardan çıkarılması gereken dersler anlatılmaktadır. Uhud sava-şı'nda okçuların yeterince tetikte olmamaları, nöbet yerlerini terketmeleri, müslümanlann mağlubiyetine sebep olmuştu.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, sınırda nöbet bekleyen askerler,
uyanık ve tetikte olmalı, nöbet yerlerini terketmemeli ve tedbiri elden
bırakmamalıdır.
Şeytana, nefse, düşmana ve ahlâksızlığa karşı uyanık olmak için, sabır
eğitiminden geçmek zorunludur. Onun için Yüce Allah öncelikle sabrı ve
musabereyi, sonra da uyanık ve hazırlıklı olmayı emretmektedir.
4. (Allah'tan sakının).
Bu ayetteki dördüncü emir, Allah'tan ittikadır (sakınmadır). Sabretmek,
sabırda yarışmak ve her zaman uyanık olmak, kötülüklerden sakınmak bir takva
işidir. İçten ve dıştan gelen kötü etkilere karşı nöbet tutan ve uyanık olan
kişi, takvaya ulaşmış demektir. Takvanın geniş izahı için Bakara/21 'e
bakılabilir.
5.
(Umulur ki zafere
ulaşırsınız).
Ayette geçen (felah) kavramı, mutluluk, zafer, kurtuluş, emeline ulaşmak
manalarına gelir. Felahın ferdî ve sosyal boyutlarının izahı için Bakara/25'e
bakılabilir.
Burada şu kadarını söyleyelim ki: Ferdin, kendi içindeki ve toplumdaki
problemlerin üstesinden gelmesi, bir sabır işidir. Bu sabrın neticesinde oluşan
uyanıklık takvaya, takva da felaha (başarıya/zafere/mutluluğa) ulaştırır.
Allah Teala, bu felahın/zaferin, genellikle kulun iradesine bağlı
olması nedeniyle, (Umulur ki siz...) ifadesini kullanmaktadır; çünkü beşer
iradesinin olduğu yerde kesin hüküm verilemez.
[147]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/235-237.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/237-239.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/239-241.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/242-245.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/245-246.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/246-247.
[7] Buhari, Enbiya, 10; Müslim,
Mescid, b. 5; Nesai, Mescid, 3.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/247-251.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/251-253.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/253-257.
[11] Razi, age, Vl/503-504.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/257-258.
[13] Muhammed Esed, age, s. 109,
dip not: 78.
[14] Razi, age, Vl/505.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/259-261.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/261-263.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/263-266.
[17] Elmalıh Hamdi Yazır, age,
7/556.
[18] Zemahşeri, age, 1/450.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/266-270.
[20] Razi,age, 6/511.
[21] İbn Abbas, age,
(Meu't-Tefasir), 1/553.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/270-273.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/274.
[24] Tirmizi, Fezailu'l-Kur'an,
14.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/274-285.
[26] Razi, age, 6/523.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/285-291.
[28] Müslim, İman, 20; Tirmizi,
Fiten, 11; Nesai, İman, 17.
[29] Ebu Davud, Melahim, 16;
Müslim, Fiten, 9.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/291-296.
[31] Süleyman Ateş, age, 2/ 88.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/296-302
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/302-303.
[34] Fahruddin er-Razi.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/303-305.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/305-308.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/308-309.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/309-310.
[39] Razi, age, 3/49; 6/549-550.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/310-320.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/320-323.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/324-325.
[43] Razi, age, 6/15-16.
[44] Zemahşeri, age, 1/456-457.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/325-330.
[46] Ebu'l-A'la el-Mevdudi,
Tefhimu'l-Kur'an, 1/304.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/330-335.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/335-338.
[49] Zemahşeri, age, 1/459; İbn
Abbas, Hazin, Kadı Beydavi ve Nesefi de aynı anlamı vermektedir.
[50] Bkz. Zemahşeri, Kadı
Beydavi, Hazin, Nesefi, İbn Abbas.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/338-342.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/343-345.
[53] Tirmizi, Tefsir, 16. bab.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/345-351.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/352-354.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/354-360.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/360-361.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/361-362.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/362.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/362-364.
[61] Ebu Davud, Edeb.
[62] Razi, age, V/72.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/364-370.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/370-373.
[65] Razi, age, VH/77.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/374-376.
[67] Razi, age, 1/443.
[68] Süleyman Ateş, age, 11/114.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/377-379.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/379-380.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/380-383.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/383-386.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/386-387.
[74] Zemahşeri, age, I/467'den
Muhammed Esed, age, s. 117, 103. dipnot.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/387-390.
[76] Buhari, Cenaiz, 3;
Fedailu's-Sahabe, 5; Meğazi, 83.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/390-393.
[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/394-396.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/396-401.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/401-403.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/403-405.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/405-407.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/407-409.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/409-410.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/410-411.
[86] Razi, age, VIII/363..
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/411-414.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/414-419.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/419-421.
[90] Zemahşeri, age, 1/473.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/421-427.
[92] Razi, age, VII/160-161.
[93] İbn Mace, Edeb, 37.
[94] Ebu Davud, İlm.
[95] Ebu Davud, Edeb, 114;
Tirmızi, Zühd, 39.
[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/427-433.
[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/433-435.
[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/435-436.
[99] Buhari, Eyman, 33; Müslim,
İmaret, bab, 6; İbn Hanbel, 4/229; Tirmizi, Ahkam, 8.
[100] Müslim, İmare, 24.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/436-440.
[102] Muhammed Esed, age, s. 123,
123. dipnot.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/440-442.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/443-444.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/444-448.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/448.
[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/449-451.
[108] Muhammed Esed, age, s. 124;
129. dipnot.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/451-456.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/456.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/457-459.
[112] Muhammed Esed, age, s.
124-125; 130. dipnot. Razi, —Esed'in işaret ettiği— alternatif görüşleri geniş
şekilde özetlemektedir.
[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/460-465.
[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/465-467.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/467-469.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/470-471.
[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/472-473.
[118] Muhammed Esed, age, 126;
136. dipnot.
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/474-478.
[120] Buhari, Humus, 15.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/478-482.
[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/482-485.
[123] Razi, age, VII/246-247.
[124] Kitab-ı Mukaddes, Bab I,
ayet 12-13.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/485-486.
[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/487-490.
[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/490-493.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/493-496.
[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/496-498.
[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/499-503.
[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/503-505.
[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/505-506.
[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/506-508.
[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/508-515.
[135] Razi, age, VII/285.
[136] Razi, age, VII/285.
[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/515-518.
[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/518-520.
[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/520-523.
[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/524.
[141] Razi, age, VII/294.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/524.
[142] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/525-526.
[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/526.
[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/526-531.
[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/532-533.
[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/533-536.
[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/536-540.