69. Önceki
âyetlerde Ehl-i kitap'la diyalog için gerekli fikrî temeller oluşturulduktan
sonra bu âyet ve devamında bu kesimin diyalogu engelleyen davranışlarına
değinilmektedir. Önce 69. âyette bazı Ehl-i kitap mensuplarının müslüman-lan
hak yoldan saptırma arzularına ve bunu gerçekleştirme gayreti İçinde olduklarına,
72. âyette de onlardan bir grubun bu amaca ulaşmak için hazırlayıp uygulamaya
koyduğu bir komploya işaret edilmiştir.
Bu âyetlerin her
ikisinde dikkat çeken bir husus, yerilen bu niyet ve uygulamaların Ehl-i
kitap'tan bir gruba nispet edilmesi, bütün Ehl-i kitabın müsrümanla-rt saptırma
arzusu içinde oldukları ve bu uğurda komplolar düzenledikleri şeklinde bir
ithamın yer almamasıdır. Ancak 69. âyetteki tespiti takiben 70 ve 71. âyetlerde
"Ey Ehl-i kitap!" tarzında genel bir hitap yer almış olup, bunu iki
şekilde açıklamak mümkündür:
a) Onların
bütün bu olumsuz düşüncelerine rağmen, diyalogun sürdürülmesi için 64.
âyetteki hitap tarzı korunmuş ve "kitap ehli" denerek karşı tarafa
değer verilmiştir. Nitekim muhataplar çok ağır bir kusur işledikleri halde,
onları dışlayan bir ifade kullanılmamakta, gerçekler üzerinde düşünmeye davet
eden soru cümleleriyle yanlış yolda oldukları hatırlatılmaktadır.
b) Anılan
arzu ve yöneliş onlardan bir gruba ait olmakla beraber, diğer Ehl-i kitap
mensupları bu tavrın yanında yer almış olduklarından soyut biçimdeki kınama ve
eleştiri ifadesi bütün Ehl-i kitaba yöneltilmiştir.
Âyetin "Ehl-i
kitap'tan bir kısmı" diye çevrilen bölümünde yer alan "min"
edatının, "onlardan bir kesim"i yani "ileri gelenleri" ve
"din adamları kesimi"tıi ifade ettiğini veya cins belirtmek üzere
"bütün Ehl-İ kitap" anlamına açık olduğunu düşünmek -dil bilgisi
açısından- mümkünse de[1]âyetlerin
önü ve sonu, üçüncü mânaya göre yorum yapmaya elverişli görünmemektedir.
69. âyette
"keşke" anlamına gelen "lev" kelimesi kullanılarak onların
bu arzularının sonuç vermeyen bir yöneliş düzeyinde kaldığı belirtilmiştir. Bu
sebeple âyete "... istediler ki sizi saptırsınlar şeklinde" mâna
verilmiştir. Onlann gerçekte kendilerini saptırmış olmaları değişik şekillerde
açıklanmış olup bu yorumlardan bazıları şöyledir:
a)
Başkalarını saptırma niyet ve çabalarından dolayı ağır bir azabı hak etmiş
olmakta ve kendilerine yazık etmektedirler. Nitekim bir âyette[2]başkalarım
saptırmaya çalışanların kendi kötü fiillerinin günahının yanı sıra başkalarına
verdikleri zarar sebebiyle katlanmış cezaya çarptırılacakları bildirilmiştir.
b)
Kendilerini hidayet ve hakikat yolundan uzaklaştırarak dalâlet içinde
kalmaktadırlar.
c) Müminleri
saptırma çabalan sonuç vermeyince hüsrana ve hayal kırıklığına uğramaktadırlar[3] M. Reşîd Rızâ bunlardan sonuncu yorumun
âyetteki "farkına varmıyorlar" açıklaması ile bağdaşmadığına dikkat
çeker [4]
70-71. İlk
âyette Ehl-i kitap bilginlerinin gerçeği bile bile inkâr edip dalâlet içinde
kalmaları eleştirilirken, ikinci âyette de başkalarını yanıltıcı bir çaba içine
girmeleri kınanmaktadır. Âyetten başkalarını yanıltma çabasının iki yönde yürütüldüğü
anlaşılmaktadır: Hakkı bâtıla karıştırma ve gerçeği gizleme. Hakkı bâtılla
örtmenin nasıl gerçekleştirildiği hususunda sahabe ve tabiîn ile sonraki bazı
mü-fessirlerden şu yorumlar nakledilmiştir:
a) Tevrat'ı
tahrif ediyorlar ve ilâhî kelâmla kendi uydurduklarını birbirine
karıştırıyorlardı.
b)
Müminlerin içine kuşku düşürmek amacıyla sabahleyin İslâm'a girdiklerini,
akşamleyin de İslâm'dan çıktıklarını açıklıyorlardı.
c) Tevrat'ta
yer alan Hz. Muhammed ile alâkalı açık (muhkem) ve kapalı (müteşâbih) âyetleri
birbirine karıştırıp fikir karmaşası meydana getiriyorlardı.
d)
"Muhammed, Musa'nın hak peygamber olduğunu itiraf ediyor; Tevrat da Mûsâ
şeriatının nesh edilemeyeceğini bildiriyor" şeklinde İstidlallerle
zihinleri karıştırıyorlardı. Gerçeği gizlemeleri de şöyle açıklanmıştır:
Tevrat'ta Hz. Muhammed'İn peygamberliğine delâlet eden âyetler ancak üzerinde
düşünülerek anlaşılabilecek nitelikteydi; din adamları sokaktaki adamdan bu
hakikati gizlemek için bunların bir bütün olarak ele alınıp anlaşılmasını
önleyecek biçimde davranıyorlardı[5] Râzî, onların bu tutumuyla kendi zamanında
İslâm muhİtindeki bidatçılann bilim ve araştırma ehlince ortaya konan
sonuçların halka ulaşmasını önlemeye çalışmaları arasında benzerlik kurar. [6]M.
Reşîd Rızâ da âyetin, müslümanlar arasındaki taklitçi zihniyetin vahiyle
insanların kişisel görüşlerini karıştırıp onlara ilâhî bir din hüviyeti
kazandırmaya çalışmalarını mahkûm eden bir delil teşkil ettiğini belirtir. [7]
70. âyette geçen ve
"Allah'ın âyetleri" diye çevrilen tamlama değişik şekillerde
anlaşılmıştır:
a) Kur'an
âyetten.
b) Hz.
Muhamnıed'in mucizeleri.
c) Tevrat ve
İncil'de yer alan âyetler. Son yorum, anılan kitapların Hz. Muhamnıed'i müjdeleyen
veya Hz. İbrahim'in hanîf ve müslüinan olduğunu ya da Allah katında geçerli
dinin İslâm olduğunu bildiren âyetler içerdiği halde Ehl-i kitabın bu hakikatleri
inkâr ettiğini belirtmeye yöneliktir. Râzî bu yorumun, yahudilerin Tevrat âyetlerini
değil bunların delâlet ettiği anlamlan veya Tevrat'ı tahrif etmek suretiyle
bi-zâtihî bu içerikteki âyetlerin varlığını inkâr ettikleri şeklinde iki ihtimale
açık olduğunu kaydeder. [8] Günümüz Kitâb-ı Mukaddes
araştırmaları da, -tahrif edilmiş şekliyle bile- Tevrat'ın Hz. Muhammed'in
geleceğini müjdeleyen ifadeler içerdiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Kitâb-ı
Mukaddes'te Mukammed isimli bir kitap kaleme alan ve daha sonra müslüman olup
Abdülahad Dâvûd adını alan Roma Katolik kilisesi papazlarından Prof. David
Benjamin Keldânî Ârâ-mtce, İbrânîce ve eski Süryânîce'ye olan vukufu ile
Tevrat'taki birçok peygamber sözünün ancak Hz, Muhammed'e uygun düştüğünü
tespit ermiştir. [9]
72.
"Müminlere indirilmiş olana, gün başlarken iman edip günün sonunda inkâr
edin. Belki onlar da dinlerinden dönerler" diyerek müminlere karşı komplo
düzenleyenlerin Ehl-i kitap olduğu âyette belirtilmekle beraber, bunlar
arasından hangi kesimin kastedildiği ve komplonun biçimi tasrih edilmemiş, bu
hususlar konuya ilişkin rivayetler ışığında farklı şekillerde açıklanmıştır. [10]
Bu konudaki
rivayetlerin ve açıklamaların büyük çoğunluğunun ortak noktası, Ehl-i
kitap'tan özellikle dinî konularda bilgili oldukları kabul edilen bir kesiminin
kendi aralarında şöyle bir mutabakat sağlamış olduk! andır: İçlerinden bazıları,
Hz. Muhammed'in getirdiği mesaja sırf inatlarından ötürü karşı çıkmadıMan,
aksine objektif bir yaklaşım içinde oldukları izlenimini vermek üzere zaman zaman
onun bildirdiklerini onaylayan bir tavır takınıp kısa bir süre sonra da bunlan
inkâr yönüne gidecekler ya da onun bildirdiklerinin bir kısmını tasdik edip bir
kısmını inkâr edecekler, böylece Kur'an etrafında bir kuşku çemberi oluşturup
hem kendi çevrelerinin bu mesaja iltifat etmesini önlemiş hem de inancı henüz
çok kuvvetli olmayan müminlerin hak yoldan dönmelerini sağlamış olacaklardı.
Mu-hamıned Esed, Esamm'm burada Kur'an'in bir kısmını tasdik edip bir kısmını
İnkâr etme şeklinde bir şaşırtma planının söz konusu olduğu görüşünden de
destek alarak, "günün başında vahyediten" ifadesini "Kur'an'ın
ilk vahyedilen bölümü" şeklinde yorumlamakta ve "sonundaki"
anlamına gelen "âhırahû" İfadesine de "daha sonra gelen
(Kur'an'ın sonraki kısımları)" şeklinde mâna vermektedir (I, 103).
Tefsirlerde yaygın
olan bilgi, burada "Ehl-i kitap" İle özellikle yahudilerin ve yahudi
din adamlarının kastedildiği şeklindedir. Hatta İbn Âşûr bu bilgiyi teyit için,
önceki âyetlerde kendileriyle tartışmaya girilenlerden söz edildiği sanılmasın
diye "Ehl-i kitap'tan bir kısmı" dendiğini belirtir (III, 278).
Süleyman Ateş ise sûrenin nüzulü hakkında bilgi verilirken değinildiği üzere,
bu sûrenin birçok âyetinde yahudilerden söz edildiğini kabul ettiği halde,
sûrenin Bedir Savaş/ndan da Önce nazil olduğu kanaatini savunmuş olmanın (II,
6) etkisiyle yer yer farklı görüşler ileri sürmektedir. Nitekim 69-74.
âyetleri tefsir ederken, başlangıçta bunların yahudiler hakkında olduğunu
belirten rivayet ve yorumlan esas alıp, "Bütün bu rivayetler ve âyetlerin
bizzat kendileri, yahudilerin, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu bildiklerini,
ancak haset yüzünden İslama girmediklerini gösterir" (II, 61) dediği
halde, daha sonra bu rivayetleri "tutarsız", "yanılgı" ve
"gelişigüzel yakıştırmalar" olarak nitelendirmekte ve kesin bir
dille "Biz o kanaatteyiz ki bu sûrede yahudilerin yeri yoktur"
demektedir (II, 62).
Yüce Allah'ın, bu
haince girişimi haber vermesi, Resûlullah'ın ilâhî vahye mazhar olmuş hak bir
peygamber olduğunu apaçık bir biçimde ortaya koymuş bulunuyordu. Dolayısıyla
bu, bir taraftan düşmanların bu tür girişimleri için caydırıcı bir rol
oynayan, diğer taraftan müminlerin bunlara karşı daha dikkatli ve bilinçli
olmaları gerektiğini hatırlatan bir uyarı niteliğindeydi[11]
73.
Müfessirler "Kendi dininize uyanlardan başka hiç kimseye inanmayın"
sözünün yukarıda değinilen şaşırtma planının sahiplerine ait olduğu hususunda
fikir birliği içindedirler. [12] "De
ki" hitabından sonra gelen ilk cümlenin yüce Allah'ın peygamberinden
söylemesini istediği söz olduğu İse açıktır. Buna mukabil, "veriliyor
diye" şeklinde tercüme edilen "en yü'tâ" ifadesinin izahında
müfessirler oldukça zorlanmıştır. Bu sebeple Râzî bu âyetin Kur'an'daki en
müşkil âyetlerden olduğunu kaydeder. [13]
Bunun Allah Teâlâ'nın peygamberinden söylemesini İstediği sözünün devamı
olarak düşünülmesi halinde, mealinde olduğu gibi "Birine (Hz. Muhammed)
size verilenin benzeri veriliyor diye mi veya rabbinizin huzurunda aleyhinize
deliller getirecekler diye mi (böyle davranıyorsunuz)?" şeklinde
çevrilmesi uygun olur. Ehl-i kitap'tan komplo hazırlayanların sözünün devamı
sayılması halinde ise bu kısmın anlamı şöyle olur: "Size verilenin
benzerinin başka herhangi bir kimseye verildiğine, yahut rabbinizin huzurunda
onlann size karşı deliller getireceklerine de (inanmayın)". Râzî, bu ifadeyi
Ehl-i kitaba ait sözün devamı sayan yorumu değişik açılardan eleştirir ve zayıf
bulur[14]
Bu âyetin mealinde
"lütuf şeklinde karşılık verilen fadl kelimesi "bol bol iyilik yapma
ve yararlı şeylerle donatma" anlamına geldiği gibi, burada "peygamberlik
verme"nin kastedildiği görüşü de vardır. Bu görüşün sahipleri, daha sonra
gelen "Onu dilediğine verir" cümlesinin ışığında, bu âyet-i kerîmede
peygamberlik mertebesine kişisel çaba ve hak edişle değil ancak ilâhî bağışla
erişilebileceğine delâlet bulunduğunu belirtirler.
Yine bu âyette geçen
vâsi', Allah'ın güzel isimlerinden olup "geniş" anlamındadır; genel
olarak O'nun sıfatlarının kuşatıcılığını, sınırsızlığını; özellikle ilim,
rahmet ve lütfunun genişliğini ifade ettiği şeklinde anlaşılmıştır. Bu sebeple
"vallahu vâsiun" cümlesine mealinde "Allah (zât ve sıfatlarında)
sınırsızdır" şeklinde mâna verilmiştir. [15]
75. Ehl-i kitap'tan
öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen onu sana noksansız öder;
içlerinden öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen tepesine dikilip
durmadıkça onu sana ödemez. Çünkü onlar "Ümmîlere yaptıklarımızdan dolayı
bize bir vebal yoktur" derler. Onlar bile bile Allah adına yalan
söylemektedirler. 76. Hayır, öyle değil! Her kim ahdine vefa gösterir ve
sakınırsa, bilsin ki Allah o sakınanları sever. 77. Allah'a verdikleri sözü ve
yeminlerini az bir bedelle satanlara gelince, işte onların âhirette hiç nasipleri
yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları
temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem veren bir azap vardır. [16]
75. Önceki
âyetlerde Ehl-i kitabın müslümanların inanç hayatını sarsmayı hedefleyen,
dolayısıyla taraflar arasında diyalog kurulmasına engel teşkil eden davranışlarına
değinilmişti. Bu bölümde ise onların beşerî İlişkiler alanındaki bazı olumsuz
davranışlarına ve bunları nasıl yanlış bir temele dayandırmaya çalıştıklarına
yer verilmektedir.
Âyette Ehl-i kitap
arasında emanete riayet hususunda birbirine tamamen zıt iki anlayış ve
uygulamanın görüldüğü bildirilirken, önce ahlâkî erdemlere bağlılığını
koruyanların davranışına dikkat çekilerek iyilerin davranışı öne çıkarılmaktadır.
Burada genel olarak
Ehl-İ ki tap'tan söz edilmekle beraber, bu âyetle devamındaki âyetler tarihî
bilgilerin ve hadîs-i şeriflerin ışığında incelendiğinde, özellikle kutsal
kitaplarındaki ifade ve hükümleri çarpıtarak takdim eden yahudilerin
kastedildiği anlaşılmaktadır. Bazı yahudi din adamları, yahudilerin kendi
dinlerinden olmayanlara karşı yapacakları haksızlıklardan ötürü sorumlu
olmayacakları yorumunu yaymışlardı. İşte 75. âyette, bu anlayışın bir uzantısı
olarak Ehl-i ki-tap'tan bir kesimin, kutsal bir kitapları bulunmayan Araplar'a
L'ümmîler" diyerek onları hafife alıp mallarını haklı bir gerekçe
olmaksızın yiyebilecekleri ve bu yüzden de hiçbir veballerinin olmayacağı
iddiasında bulunduklarına işaret edilmektedir. Her İki davranış biçiminin
hayret anlamı içeren cümle yapısı içinde İfade edilmiş olduğunu belirten İbn
Âşûr, bunlardan birincisini "Kendi çevrelerinde emanete hıyaneti meşru
sayan bir anlayış hâkim olmasına rağmen dürüstlükten ayrılmayan insanlar da
var!" şeklinde, ikincisini "Allah'ın kitabına tâbi olduklarını iddia
ettikleri halde emanete hıyaneti ahlâka uygun sayabilen kişiler de var!"
şeklinde açıklar[17]
Bir yoruma göre
yahudiler bu sözü mutlak biçimde değil müslüman olan Araplar'ı kastederek söylüyorlardı.
Bazı yahudiler Câhiliye döneminde kendileriyle ticaret yaptıkları Araplar'dan
bir kısmı İslâmiyet'i kabul edince, bu ifadenin arkasına sığınarak onlara olan
borçlanın ödemek istemediler. Râzî, bu yorumu aktardıktan sonra onların bu
tutumu hakkında şöyle bir gerekçe zikreder: Muhtemelen Yahudilik'te bâtıl bir
dinden başka bir bâtıl dine geçen mürted sayılıyordu; onların nazarında İslâm
da bâtıl olduğundan müslüman Araplar'a mürted gözüyle bakıyorlardı[18]
Tefsirlerde bu âyetin
nüzul sebebiyle ilgili olarak her iki davranış biçimine örnek teşkil eden
olaylar da zikredilir. [19] Bu çerçevedeki rivayetler
ve yorumlar ne olursa olsun âyetin şu hususlara dikkat çekip uyarı ve öğütte
bulunduğu açıktır: Yüce Allah hiç kimse veya zümreye başkalarının haklarını
gasbetme müsaadesi vermemiştir. Bu konuda kendilerinin imtiyaz sahibi olduğunu
iddia edenler Allah'a iftira etmiş olurlar. Nitekim bu âyet indiğinde
Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın düşmanları yalan söylemişler;
Câhiliye döneminin (kötü olan) her şeyi ayaklarımın altındadır; emanete
gelince, sahibi iyi olsun kötü olsun o yerine verilir"[20] Şu halde Ehl-i kitap'tan bir kısım din istismarcılarının
başvurduğu bu yöntemin İlâhî dinlerde sağlam bir dayanağının bulunamayacağı
asla gözden uzak tutulmamalı, böyle bir anlayışın sosyal barış için ne büyük
tehlikelere yol açabileceği üzerinde herkes dikkatle düşünmelidir; hele
müslünıanlar asla onlara özenerek veya misilleme yaparak birtakım menfaatler uğruna
hak gaspına tevessül etmemeli, ahlâkî değerlerin korunmasında titiz davranarak
cihana örnek olmalıdırlar. Öte yandan gerek âyetteki tasvirden gerekse anılan
hadisten, İslâm'ın insanların eylemleri hakkında top yekun bir yargı ortaya
koyma değil, doğruyla yanlışı ayırt etme esasına dayalı bir değerlendirme yapma
anlayışını onayladığı sonucu çıkmaktadır.
Mealinde
"yüklerle mal" şeklinde karşılanan kıntâr kelimesi emanet edilen
miktarın çokluğunu, "bir dinar" da azlığını belirtmektedir. [21]
Âyette geçen
"emanet etme" ve "tediye etme" anlamına gelen fiiller,
burada genel olarak güven esasına dayalı "borç" ilişkisinin
kastedildiğini göstermektedir. Âyette bunun mutlaka aynî (muayyen bir şeyi
verme ile ilgili) olduğunu gösteren bir kayıt yoktur. Satım, ödünç, ariyet ve
vedîa gibi akidler çerçevesinde kişinin borçlandığı her türlü edimi kapsar[22] Bu
sebeple mealinde "Öder" fiili kullanılmıştır,
Kurtubî bu âyette
-bazılarının iddia ettiğinin aksine- Ehl-i kitabın bir kısmının da olsa
şahitlik ehliyetini gösteren bir delil bulunmadığını belirtir; bunu desteklemek
üzere, müslümanlann fâsıklarından da emanete riayet edenler bulunduğunu fakat
şahitliklerinin kabul edilmediğini hatırlatır.
[23]
76. Bu
âyetin "... her kim ahdine vefa gösterirse..." şeklinde çevrilen
kısma, sonraki âyetle bağ kurularak "her kim Allah'a verdiği sözü yerine
getirirse" şeklinde mâna vermek de mümkündür.
Nîsâbûrî, âyetin
sonunda "Allah o sakınanları sever" denmekle yetinilmesi-ni şöyle
açıklar: Vefa ve takva bütün erdemlerin temelidir, Her muttaki ahde vefalıdır,
fakat aksi daima geçerli değildir. Bu sebeple takva sahiplerinin Allah'ın sevgisine
mazhar olacaklarına değinilmekle yetitıilmiştir. [24]
77. Râzî
âyetin yahudıler hakkında olduğunda tereddüt bulunmadığı kanaatindedir. Zira
ona göre yahudiler hakkında olduğunda şüphe bulunmayan 78. âyet bu âyete
atfedilmiştir. [25]
Tefsir ve hadis
kaynaklarında bu âyetin nüzul sebebi açıklanırken, Ehl-i ki-tap'tan
bazılarının, yeminin kutsallığını hiçe sayarak menfaat elde etmeye çalıştıklarını
ortaya koyan olaylara yer verilir. [26] Bu
olaylar âyetin anlaşılmasında canlı birer örnek teşkil etmekle beraber, esasen
burada âhiret inancına sahip olan herkese, Allah'ı kendi sözüne kalkan yaparak
hak gaspetmeye çalışmanın ağır sonuçları üzerinde düşünme çağrısı
yapılmaktadır. Bu âyette Allah'a verilen sözü ve O'nun yüce adı ortaya konarak
yapılan beyanları dünyevî çıkarlar uğruna satma eylemi hakkında yer alan
ifadeler dikkatle incelenirse, bunun haram kılman diğer birçok fiile göre çok
daha vahim sonuçlan olduğu anlaşılır. Gerçekten, İnsanoğlu nefsinin
tutkularına esir düşerek günah ve cezayı mucip olduğunu bildiği halde bazı
yasak eylemlerden uzak duramasa bile, bu âyetteki ikaza rağmen, âhiret
hayatının varlığına inanan hiçbir akıl ve iz'an sahibi geçici bazı dünyevî
çıkar ve hazlar uğruna ebedî âhiret nimetlerinden yoksun kalmayı, üstelik
Allah'ın kendilerini muhatap kabul etmeyip yüzüne bile bakmayacağı kimselerden
olmayı, dolayısıyla O'nun engin af ve mağfiretinin kapılarını kendi eliyle
kendi suratına kapatmayı, sonunda da elem verici bir azaba çarptırılmayı göze
alma anlamına gelen bu çirkin yola tevessül etmez.
Allah'ın bu kimselerle
konuşmaması ve onlara bakmamasından maksat, onların Allah Teâlâ nezdinde
hiçbir değerlerinin ve itibarlarının olmaması, O'nun gazabına müstahak
olmaları; Allah'ın onları temize çıkarmaması ("tezkiye" etmemesi),
onları bağışlamaması ve günahlardan arındırmaması ya da sâlih kullarına lâyık
gördüğü övgüden onları yoksun bırakmasıdır ki bunlar kulluk bilincine sahip
kişi İçin gerçekten çok vahim sonuçlardır. [27] Kurtubî
bu âyetten, -bazı hadislerde de açıkça belirtildiği üzere- lehine hüküm
verilen kişinin gerçeği bilmesi halinde, hâkimin objektif delillere binaen verdiği
kararın haksız kazancı helâl hale getirmeyeceği hükmünün çıktığını belirtir. [28]
78. Onlardan bir grup,
kitapta olmayanı ondan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler ve
Allah katandan olmadığı halde, "Bu Allah katandandır" derler. Onlar
bile bile Allah hakkında yatan uydurmaktadırlar. 79. Allah'ın kendisine kitap,
hüküm ve peygamberlik vermesinden sonra hiçbir insanın kalkıp insanlara
"Allah'ı bırakıp bana kul olun" demesi düşünülemez. Aksine
"Okuyup öğretmekte olduğunuz kitap ve yapmakta olduğunuz incelemeler
gereğince rabbin halis kulları olun!" der. 80. Ve onun size melekleri ve
peygamberleri rab edinmenizi emretmesi de (düşünülemez). Müslüman olmanızdan
sonra size inkarcılığı emreder mi hiç! [29]
78. Bu ve
devamındaki âyetlerde Ehl-i kitap'tan bir grubun kendi kitaplarındaki
bilgileri çarpıtmalarına özel olarak değinildikten sonra, her akıl sahibinin kabul
edeceği hakikatleri göz önüne almamalarının müslümanlarla kendi aralarındaki
diyaloga engel teşkil ettiğine dikkat çekilmektedir.
Yukarıda 69-74.
âyetlerde Ehl-i kitap'tan bazılarının, müsl umanların Kur'ân-ı Kerîm'e olan
güvenlerini sarsmaya yönelik şaşırtma taktiklerine yer verilmiş ve onların
gerçekte sadece kendilerini aldattıkları belirtilmişti. 78. âyette ise bir de
kendi kitaplanndakileri yanlış aksettirmeyi hedefleyen bir şaşırtma taktiği
uyguladıkları ve bile bile yüce Allah hakkında yalan uydurdukları
bildirilmektedir.
Müfessirler genellikle
78. âyetin bir kısım yahudiler hakkında olduğu kana-atindedirler. Kur'ân-ı
Kerîm'in birçok âyetinde yahudilerin Tevrat'ı aslî hüviyetine aykın biçimde
göstermek için değişik yollar denediklerine işaret edilir. [30]
İşte bunlardan biri
olan ve bu âyette belirtilen dili eğip bükme diye ifade edilen bu davranışın
başka bir âyette [31]
açıkça yahudilere nispet edilmiş olması bu kanaati destekleyici niteliktedir.
Âyette geçen bu deyim ağzı eğip bükerek okumak suretiyle metni anlaşılmaz veya
yanlış anlaşılır hale getirmeyi ifade eder; ancak bunun icra tarzı hakkında
farklı açıklamalar yapılmıştır. Zemahşeri, doğru şekli yerine tahrif edilmiş
şeklini okumanın ya da kitapta olmayan ifadeleri ondakilere benzeterek okumanın
kastedilmiş olabileceğini belirtir (1,197). Kaffâl'den nakledilen bir yoruma
göre, nasıl ki Arapça'da kelimelerin harekelerinde yapılan değişiklikle anlam
değişikliği sağlanabiliyorsa aynı şeyin İbrânîce açısından düşünülmesi uzak
ihtimal değildir. Yanlış bilginin ne olduğunu açıklarken ise müfessirler daha
çok Ehl-i kitabın kendi kutsal kitaplarında Özellikle Hz. Muhammed'in geleceğini
ve onun sıfatlarını haber veren kısımları değiştirmeleri, anlaşılmaz hale ya da
yanlış anlaşılacak bir şekle getirmeleri üzerinde dururlar. Bazı müfessiiler de
bu âyeti İbn Abbas'tan gelen şu rivayetin ışığında yorumlarlar: "Kıyamet
gününde Allah'ın kendileriyle konuşmayacağı ve kendilerine bakmayacağı
kimseler, Muhammed hakkındaki bilgileri karmaşık hale getiren bir kitap yazıp
onu Hz. Mu-hammed'i anlatan kutsal kitaba karıştıran, sonra da: 'İşte bu Allah
katındandır' diyenlerdir." Bununla birlikte sonraki iki âyetin içeriği
dikkate alınırsa burada, Ehl-i kitap'tan bir kısım din adamlarının Kitâb-ı
Mukaddes'teki -"baba" kelimesinin "evrenin sahibi, koruyan,
gözeten" anlamında olmak üzere yüce Allah hakkında kullanılması gibi- bazı
mecazi ifadeleri çarpıtmalarından ve açıkça tek tann İnancını ihlâl eden bir
yola girmelerinden söz edildiği sonucu çıkarılabilir.
"Kitapta olmayanı
ondan sanasınız diye" İfadesiyle "Allah katından olmadığı halde, 'Bu
Allah katındandır' derler" ifadesinin aynı anlama geldiğini ve ikincinin
birinciyi teyit için olduğunu söyleyenler varsa da, konunun inceliklerine İnen
bilginler bunların arasındaki farkı şöyle açıklarlar: Kitapta olmayan her şey
İçin "Bu Allah katından değildir" denemez; zira dinî hüküm kitapla
sabit olabileceği gibi sünnet, icmâ ve kıyasla da sabit olabilir. [32] Bu
izahta dinî hükümlerin bilinmesi ve kaynaklardan çekip çıkarılması açısından
İslâmî metodoloji ve terminolojiden yararlanılmışla da, bunu şu şekilde
anlamak uygun olur: Kutsal kitaba izafeten yanlış bifgi veya izlenim vermeleri
iki yönde cereyan ediyordu: a) Kitaptaki ifadeleri değiştirme, b) kitabı kendi
kişisel arzularına ve eğilimlerine göre yorumlama. Kanaatimizce de konu
yahudilerin ilâhî kelâma sadakatsizliklerini anlatan diğer Kur'an âyetleri
ışığında incelendiğinde, bu iki ifade arasında böyle bir anlam farklılığının
bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu ayırım dikkate alındığında, âyette
müslümanlara da şöyle bir ikazın bulunduğu düşünülebilir: Ehliyetsiz veya kötü
niyetli kişilerin gerek hadis uydurmak gerekse nasları keyfi yoruma tâbi
tutmak suretiyle "Bunlar Altah kalındandır" iddiasında
bulunabileceklerine ve dini aslî hüviyetinin dışına çıkarmaya
çalışabileceklerine dikkat edilmelidir. Nitekim müslümanlar asırlar boyu bu
tür menfur çabaların acı sonuçlarım görmüş, bunun sıkıntısını yaşamışlardır.
Bu iki ifade arasındaki
farklılıkla ilgili diğer bir yorum da şöyledir: Çarpıtarak verdikleri
bilgileri, Tevrat'ı bilmeyenlere "Bunlar Tevrat'tandır" diye takdim
ederlerken, Tevrat hakkında bilgisi olanlara da bunların Hz. Musa'dan sonra
gelen peygamberlere vahyedilenlerden yani yine Allah katından olduğunu
söylüyorlardı [33]
79-80.
Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde Allah'ın elçi olarak gönderdiği bütün
peygamberlerin yalnız Allah'a kulluk etme çağrısıyla görevlendirildiği, ona
şirk koşan ve tanrılık iddiasında bulunanların çok ağır cezaya
çarptırılacakları ısrarla hatırlatılır. [34]İşte
bu âyetlerde, Ehl-i kitabın ilâhî dinlerin bu ortak özelliğini[35] ve
hiçbir akıl sahibinin kavramakta güçlük çekmeyeceği bir gerçeği görmezden
gelerek peygamberlerin tanrılık iddiasında bulunabileceğini düşünmeleri
eleştirilmekte ve 64, âyette başlatılan diyalog çağrısına kulak verip bunun
için hazırlanan fikri temeller hakkında bizzat kendi kitaplarının öğretileri ve
kendi etütleri ışığında yeniden kafa yormaları istenmektedir.
Sözlükte hüküm
kelimesi "karar vermek, yönetmek, alıkoymak, engellemek" gibi
anlamlara gelir. Felsefe terimi olarak, iki fikir veya iki durum arasında sonuç
bildiren bir ifade ile olumlu veya olumsuz bağ kurmaya, kurulan bu bağa ve bu
bağlantıyı idrak etmeye hüküm denir. Bilgi kaynağına göre hükümler "aklî
hüküm", "dînî hüküm" gibi nitelendirmelere ve değişik alanlara
göre ayırımlara tâbi tutulmuştur. Râzî, dil ve tefsir âlimlerinin bu âyette
geçen hüküm kelimesiyle, Allah tarafından indirilen kitabın peygamber tarafından
kavranmasının ve bu şekilde oluşan bilginin kastedildiği hususunda fikir
birliği İçinde olduklarını kaydeder. [36] Bazı
müfessirler bunu "hikmet"[37] ve
"sağlam muhakeme"[38] şeklinde açıklamışlardır. [39] Kur'ân-ı Kerîm'de hüküm kelimesi, yüce Allah'a
nispet edilerek "mutlak irade, hâkimiyet ve karar yetkisi"
anlamlarında kullanıldığı gib[40] peygamberlere ve insanlara nispet edilerek
"hukukî çekişmeleri karara bağlama" anlamında da kullanılmıştır. [41]
Nübüvvet
"peygamberlik" demektir. Kendilerine Allah tarafından peygamberlik
görevinin verildiği kişiler nebi (çoğulu enbiyâ) ve resul (çoğulu rusül) olarak
adlandırılır. [42]
Bu âyetlerin nüzul
sebebi hakkındaki rivayetlerden birine göre, Resûlullah Kureyş müşriklerini
meleklere, yahudileri Üzeyir'e, hıristiyanları da îsâ'ya kulluk etmekten
sakındırıyordu; onlar "Yani seni rab edinmemizi mi istiyorsun?"
dediler, o sebeple bu âyetler nazil oldu. Diğer bir rivayete göre ise,
müsllimanlardan biri "Ey Allah'ın resulü! Seni içimizden herhangi biri gibi
selâmlıyoruz. Sana secde ederek farklı bir selâm versek olmaz mı?" dediği
için bu âyetler indi. Zemahşerî 80. âyette geçen "Siz miislüman olduktan
sonra size inkarcılığı emreder mi hiç!" İfadesinden hareketle burada
muhatapların müslümanlar olduğu yorumunu yapar ve bu son rivayeti daha kuvvetli
bulur (1,198). İbn Âşûr âyette bu mânanın kastedilmiş olabileceğine ihtimal
vermez[43]
Muhammed Abduh bu rivayeti Kur'an'ın tefsiri açısından çok sakıncalı görür ve
âyetin mâna akışına da aykın olduğuna dikkat çeker[44]
80. âyette yer alan
"peygamberleri rab edinme" ifadesiyle madde âleminde bulunan,
"melekleri rab edinme" ifadesiyle de madde ötesi âlemde bulunan
mah-lûkatın en üstün mertebede olanları zikredilerek, hangi meziyetlere sahip
olursa olsun Allah'tan başkasına kulluk etmenin ilâhî dinlerin ilkeleriyle
bağdaşmayacağı ve bir peygamberin bu ilkeyi çiğneyen bir öğretiye sahip
olabileceğinin hiçbir akıl sahibince tasavvur olunamayacağı vurgulanmaktadır.
Buradan öncelikle çıkan bir anlam da şudur: Veli, şeyh, rahip, haham, kâhin,
cin, şeytan vb. varlıkları rab yerine koyarak onlara bel bağlamak, hele akıl
sahibi olmayan yahut cansız varlıkları bu mertebeye çıkarmak, İnsanı
"kulluk etme"ye yönelten duygu ve sâikin temel karakteriyle
bağdaşmaz. Bu tür ikameler son tahlilde, amaca hizmet etmeyen oyalanmalardan
ibarettir ve insana bahşedilen akıl nimetinin beyhude yere harcanması
demektir. Zira "kul"luk ancak kulların ve bütün evrenin yaratıcısı
olan, varlığı ve gücü başka hiçbir varlığa bağlı olmayan yüce Allah'a
içtenlikle boyun eğme noktasına ulaştığı zaman anlam kazanır ve insan gerçek
değerine sadece böyle bir kullukla erişebilir. İşte 79. âyette,kendine kitap,
hüküm ve peygamberlik verilen bir kimsenin, Allah'ı bırakıp kendine kul
olunmasını işleyemeyeceği ifade edilirken de, "kul" anlamına gelen
abd kelimesinin abîd değil ibâd şeklindeki çoğulu kullanılarak Allah'tan başka
hiçbir mabudun insana bu mevkii vaad edemeyeceğine ve sağlayamayacağına işaret
edilmektedir. Nitekim İbn Atıyye, abdin ibâd ve abîd şeklindeki çoğullarının
Kur'ân-ı Kerîm'deki kullanımlarını inceledikten sonra, ibâdın "acıma ve
küçümseme" anlamıyla ilişkili olmayan, kulun itaat iradesine dikkat çeken
ve onu yücelten anlatımlar içinde geçtiği sonucuna vardığını belirtmektedir
(1,461).
Bu genel bakışın yanı
sıra âyetteki "peygamberleri rab edinme" ifadesinden özellikle bazı
yahudilerin Üzeyir'i ve hıristiyanlarm îsâ'y Allah'ın oğlu saymalarının,
"melekleri rab edinme" ifadesinden de özellikle Hıristiyanlık'taki
bir öğesi-ni meleğin (Rûhulkudüs) oluşturduğu teslis inancının mahkûm edildiği
anlaşılmaktadır. Müfessirler de daha çok bu anlam üzerinde durmuşlardır, İbn
Aşûr bu âyette, hıristiyanlarm bazı peygamberlerin ve meleklerin resimlerini
yapıp onları kutsama hususunda aşın gitmelerine ve putperestliği andıran
tutumlar içine girmelerine işaret edilmiş olabileceğini belirtir [45]
Bir peygamberin neyi
söylemesinin düşünülemeyeceği belirtildikten sonra, peygamberlerin tavsiyesi şu
şekilde özetlenmiştir: "Rabbaniler olun!"
Rabbâniyyûn kelimesi
"rabbânî"nin çoğulu olup, bunun Arapça olduğunu düşünen bilginler
tarafından değişik şekillerde açıklanmıştır: a) "Rabb"ini bilen ve
daima O'na kulluk etme çabası gösterenler, b) ilim "erbab"ı, yani
insanları bilgilendiren ve onları iyiliğe teşvik edenler, c)
"mürebbiler", yani insanları eğiten ve topluma yön veren kişiler.
Bazı bilginlere göre bunun aslı Süryânîce veya İbranî -ce'dir. [46] Kelimenin İbrânîce'deki açıklaması şöyledir:
Bunun aslı rab (rav) olup "büyük" demektir. Daha sonra kelime
"efendi, sahip" anlamını kazanmıştır, Mişna ve Talrnud'un
hazırlandığı dönemlerde ise "din bilgini, üstat" mânasında
kullanılmıştır; "rabbi" de "üstadım, efendim" anlamındadır.
Rabban (çoğulu rabbanim) kelimesi de rab kelimesinin pekiştirilmiş şeklidir ve
aynı mânadadır. Özetle İbrânîce'de rabbâniyyûn (rabbanim), dinî ilimlerle ve
bilhassa Tevrat'la meşgul olup halka doğru inanç öğreten din üstatları demektir. [47]
Rabbâniyyûn kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'in iki âyetinde daha "yahudi din
bilginleri" anlamına gelen "ahbâr" kelimesiyle birlikte
geçmekte olup bu iki gruptan, Tevrat'ın hükümlerini korumakla ve bunları
yahudilere öğretip gereğince yaşamalarını sağlamakla görevli kişiler olarak söz
edilir. [48]
Bu izahlar dikkate
alındığında, âyette geçen "Rabbaniler olun" cümlesini, peygamberlerin
bütün insanlara "Allah'a içtenlikle kulluk etme" çağrısı olarak anlamak
mümkün olduğu gibi, özellikle ilim emanetini üstlenen veya toplumlara yön verme
mevkiinde bulunan kişilere, doğruları Öğretme ve gerçek kurtuluş yolunu
aydınlatma hususundaki sorumluluklarım hatırlatma ifadesi olarak düşünmek de
mümkündür. Bu öğütün "öğretmekte olduğunuz kitap ve yapmakta olduğunuz incelemeler
gereğince" şeklinde bir dayanağa bağlanması ikinci anlamı teyit etmektedir.
Bu konumdaki kişilerin kendilerini gerçekten Allah yoluna adamış ve bu sorumluluğun
bilincinde olmaları halinde, yol gösterilmeye muhtaç kişilerin yukarıda
değinilen çarpık telakkiye yani onları rab mevkiine yükseltme anlayışına yönelmelerine
zaten fırsat kalmaz.
Bu âyette ilimle amel
arasındaki sıkı bağa da dikkat çekilmekte; ilimin, ancak hayata yansıtılmakla
ve aksiyon haline getirilmekle kuru bilgi olmaktan kurtulup gerçek değerini
bulabileceği; kişinin, yaptığı etütler sonunda ulaştığı ve başkalarına
öğrettiği sonuçlarla çelişen söz ve davranışlardan kaçınması gerektiği hatırlatılmaktadır.
"Siz müslüman
olduktan sonra" ifadesini M. Reşîd Rızâ "fıtrat gereğince"
şeklinde açıklar. Muhammed Abduh, burada Hz. Musa'nın getirdiklerine uyup
muvahhid olmalarından sonra Hz. îsâ'nın Ehl-i kitap'tan kendisine kulluk etmelerini
istemesinin düşünülemeyeceği anlamının bulunduğunu belirtir ve bazı olayları
esas alarak âyeti sırf miislümanlarla ilgüi imiş gibi gösteren müfessirlere
Kur'an'm Örfünde İslâm'ın bütün peygamberlerin dini ve fıtrat dini olduğunu unuttukları
eleştirisini yöneltir. [49]
81. Allah
peygamberlerden, "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekini
tasdik eden bir elçi size geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım
edeceksiniz" diyerek söz almış, "Kabul ettiniz mi ve bu ahdimi üstlendiniz
mi?" dediğinde "Kabul ettik" cevabını vermişler; bunun üzerine
"O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim"
buyurmuştu. 82. Artık bundan sonra her kim dönerse işte onlar yoldan
çıkmışların ta kendileridir. 83. Onlar Allah'ın dininden başkasını mı
arıyorlar! Oysa göklerdekiler ye yeryüzündekiler isteyerek veya istemeyerek hep
O'na boyun eğmişlerdir ve O'na döndürüleceklerdir. [50]
81. Bu ve
devamındaki âyetlerde, Allah tarafından görevlendirilen bütün peygamberlerin
bildirimlerinin bütünlüğü ilkesi hatırlatılmakta, her peygamberin kendinden
önceki ilâhî bildirimlerin doğruluğunu beyan etmesi, önceki peygamberlerin
tâbilerinin de onun getirdiklerine inanıp onu desteklemesi suretiyle karşılıklı
bir tanıklık sisteminin öngörüldüğü belirtilmektedir. Böylece, Ehl-i kitabın
hem kendi içlerinde tutarlı olabilmeleri, hem de "ilâhî dinlef'e ve
"Allah İnan-cı"na karşı tavır ortaya koyan kesimlere yapılacak
çağrının başarılı olabilmesi için 64, âyette yer alan diyalog çağrısına olumlu
karşılık vermelerinin kaçınılmazlığına dikkat çekilmiş olmaktadır.
"Allah
peygamberlerden... söz (mîsâk) almıştı" ifadesi şu şekillerde açıklanmıştır:
a) Âyet,
peygamberlerden daha sonra gelen elçiye (resul) iman edeceklerine ve onu destekleyeceklerine
dair söz alındığını belirtmektedir, şu halde burada söz verenler
peygamberlerdir. Bu yorumu benimseyenlerin bir kısmına göre alınan söz genel
olarak peygamberlerin birbirlerini onaylayacakları hakkındadır; diğer bir
kısmına göre ise Hz. Muhammed'in geleceğini müjdeleyeceklerine dairdir.
b) Kur'ân-ı Kerîm'in
üslûbu ve "mîsâk"la ilgili âyetler dikkatle incelendiğinde görülür
ki, burada kastedilen bizzat peygamberlerden söz alınması değil, onların kendi
ümmetlerinden Hz. Muhammed geldiğinde ona iman edeceklerine ve ona destek
vereceklerine dair söz almış olmalarıdır. [51] Bu bakış çerçevesinde kalmakla beraber söz
verenlerin kapsamını daraltan iki yorum daha vardır: Burada kastedilen
kendilerini peygamberlerin çocukları sayan İsrâiloğullan'ndan veya kendilerini
peygamberlik verilmeye daha lâyık gören Ehl-i kitap'tan alınan mîsâktır. [52]Şu
var ki bazı müfessirlerin, bu son yorumu Übey b. Kâ'b ve Abdullah b. Mes'ûd'un
mushaflarmdaki lafza dayandırırken yorum sınırını aşarak asıl Kur'an metninin
de bu olduğunu ileri sürmeleri sahabenin Mushaf-ı Osmânî üzerindeki icmâına
aykırıdır. [53] Oysa bu sahâbîlerin özel mushaflannda yer alan
bu tür ilâveler, âyetin bir parçası değil kendileri için koydukları bir
açıklama notu mahiyetindedir. Öte yandan bazı âlimler, burada kitap ve
hikmetle ilgili bir cümlenin de bulunduğunu düşünmüşler ve âyete şöyle mâna
vermişlerdir: "Allah peygamberlerden 'Size verdiğim kitap ve hikmeti
muhakkak insanlara tebliğ edecek, sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir elçi
geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz' diye söz almış..." [54]
Aynı âyette geçen
"Ben size kitap... verdikten sonra" ifadesinden hareketle müfessirkr,
yukarıdaki yorumlardan birincisine göre bütün peygamberlere veya ikincisine
göre bütün toplumlara kitap verilip verilmediği meselesini tartışmışlardır.
Bir yaklaşıma göre, bütün peygamberlere kitap "indirilmemiş" olmakla
beraber hepsine kitap "verilmiş"tir; çünkü her peygamber bir kitaba
göre çağrıda bulunmuş ve ona uyulmasını istemiştir. Diğer bir anlayışa göre
kendisine kitap verilen peygamberlerin derecesi daha üstün olduğu için burada
bütün peygamberlerden bu üstün vasıf esas alınarak söz edilmiştir. [55]
Kitap peygambere
indirilen ve okunan vahiydir. Hikmet ise kitabın içermediği ayrıntılı hükümlerle
ilgili vahiydi. [56]
Sonraki peygamberin,
özellikle Hz. Muhammed'İn Önceki peygamberleri onaylaması şu şekillerde
gerçekleşmiş olmaktadır:
a) İlâhî
dinlerin öğretileri inanç ve ahlâk esasları açısından aynı çizgide olduğu için,
sonraki peygamberin gelmesi öncekileri pekiştirmektedir.
b) Sonraki
peygamberin öğretilerinde farklılıklar bulunsa da, önceki peygamber zamanında
onun bildirdiklerine göre amel etmenin doğru ve Allah'ın bundan hoşnut olduğunu
belirtmesi öncekini onaylamak demektir.
c) Tevrat'ta
ve İncil'de Hz. Muhammed'İn geleceği ve birtakım özellikleri bildirilmiş
olduğundan, -başka bir onay beyanında bulunmamış bile olsa- sırf onun peygamber
olarak gelişi bu kitapların Allah katından olduğuna dair başlı basma bîr delil
oluşturur. [57]
Râzî bu
"mîsâk"ın hangi anlamda olduğu hususunda iki ihtimalden söz eder:
a) Maksat
Allah Teâlâ'nın, kendi emrine boyun eğmenin vacip olduğunu gösteren delilleri
peygamberlerin akıllarına yerleştirmesidir. Âyette geçen "resul"
kelimesi bu ihtimale delâlet eder.
b) Burada
kastedilen, Allah Teâlâ'nın kendi sıfatlanın önceki peygamberlerin
kitaplarında açıklamış olmasıdır. "Musaddıkun li mâ ma-aküm" ifadesi
de bu ihtimale delâlet eder. [58]
Ayette geçen ısr
kelimesi sözlükte "ağırlık, ahid, bağ" gibi anlamlara gelir. Kur'ân-ı
Kerîm'de "ağırlık" anlamında da kullanılmakla beraber[59] ifadenin önü ve sonu dikkate alınarak burada
kelimeye ahid mânası verilmiştir.
"Mîsâk"ın
kabul edilip ahdin üstlenİlmesiyle ilgili soru-cevap ifadeleri, yu-kanda
belirtilen iki ana ihtimale göre ya Allah Teâlâ ile peygamberleri ya da peygamberlerle
ümmetleri arasında geçen konuşmalar olarak düşünülmüştür. "O halde şahit
olun" cümlesi İçin de başlıca şu ihtimallerden söz edilmiştir:
a) Bu ikrarı
verenlerin birbirine tanıklık etmesi.
b) meleklerin
bu konuşmaya tanıklık etmesi.
c) elest
bezminde [60] olduğu gibi herkesin kendi
verdiği söze şahit olması.
d) kimsenin
bu mîsâkı bilmediği yönünde mazeret ileri sürememesi için bunun herkese
açıklanması.
e) verilen
sözden İyice emin olunması.
f) peygamberlerin
ümmetlerinden söz almaları ihtimaline göre, onlardan buna şahitlik etmeleri
istenmiş olabilir. [61] Esasen yüce Allah açık veya gizli her şeyi
bütün ayrıntılarıyla bildiğine göre, böyle bir tanıklık talep etmesi kuşkusuz
O'nun buna olan ihtiyacıyla açıklanamaz; burada bir taraftan O'nun iradesinin
eseri olan evrendeki karşılıklı tanıklık ilkesine, diğer taraftan da her türlü
itham ve sorumluluğun İspat şartına bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve bunun
üzerinde iyice düşünülmesi istenmektedir. "Ben de sizinle birlikte
şahitlik edenlerdenim" cümlesi ise bu sözün bağlayıcılığına güç katmak ve
bundan dönmekten sakındırmak içindir. [62]
83.
"Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" şeklinde tercüme
ettiğimiz cümleyi "Onlar Allah'ın dininden başkasını aramaktalar!"
diye çevirmek de mümkündür. [63]ve
her iki durumda göklerde ve yeryüzündeki bütün varlıklar O'nun kudreti önünde
teslimiyet gösterdiği halde O'nun dininden yüz çevirip başka kurtuluş
yollan-aramanın ne kadar yanlış ve beyhude olduğu vurgulanmış olmaktadır.
Bu âyette geçen
"Oysa göklerdekiter ve yeryüzündekiler isteyerek ya da İstemeyerek hep
O'na boyun eğmişlerdir" cümlesiyle ilgili belli başlı yorumlar şunlardır:
a) Yüce
Allah'ın dışındaki bütün varlıkların var olması yahut olmaması mümkündür. Bu
mânada olan hiçbir varlık da O var etmeden var olamaz ve O'nun yok kılması
olmadan yok olamaz. Şu halde Allah'ın dışındakilerin hepsi gerek varlık gerekse
yokluk bakımından O'nun kudretine boyun eğmiş demektir ki bu, teslimiyet ve boyun
eğmenin doruk noktasıdır. Yine bu cümle "vâcibü'l-viicûd" (varlığı
kaçınılmaz ve başkalarının iradesinden bağımsız) yegâne varlığın Allah Teâlâ
olduğunu göstermektedir.
b) Hiç kimse
O'nun iradesini aşamaz, isteyerek veya istemeyerek O'nun belirlediği kader
çizgisinin içinde seyretmek zorundadır: Samimî müslümanlar dinin icaplarını
yerine getirirken isteyerek, doğalarının gereği hoş karşılamadıkları hastalık,
fakirlik ve ölüm gibi hususlarda istemeyerek O'nun iradesine boğun
eğmektedirler; inkarcılar ise her halükârda -O'nun kaza ve kaderinden
kaçamadıklarından- istemeyerek O'na boyun eğmiş olmaktadırlar.
c) Müminler
isteyerek, kâfirler ise Mü'mİn sûresinin 84. âyetinde belirtildiği üzere ölümle
yüz yüze gelince kerhen teslimiyet gösterirler.
d) Herkesin
boyun eğme-sinden maksat bezm-i elestte [64]söz
verilmesidir, e) Gönüllü boyun eğme özellikle göklerdekiler hakkındadır,
yeryüzündekilerin ise bir kısmı isteyerek bir kısmı kerhen teslimiyet
gösterirler. [65] Âlûsî bu konuda tasavvuf ehlinden şu yorumu
aktarır: Gönüllü boyun eğme hiçbir kuşku yaşamadan teslimiyeti, kerhen boyun
eğme ise bazı tereddütler yaşadıktan ve ruhî badirelerden geçtikten sonra
teslim olmayı ifade eder; melekler ve yeryüzündeki seçkin kişiler birinci
gruptan, diğerleri ikinci gruptandır. [66]
84. De ki: "Biz
Allah'a ve bize indirilene; keza İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve torunlarına
indirilenlere; yine Mûsâ, îsâ ve bütün peygamberlere rableri tarafından
verilenlere iman ettik. Onlar arasında ayırım yapmayız; biz O'na teslim olanlarız."
85. Kjm İslâm'dan başka bir din arama çabası içine girerse, bilsin ki bu
kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır.
86. İman edip bu resulün hak olduğuna şahit olduktan ve kendilerine apaçık
kanıtlar geldikten sonra inkarcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip
eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. 87. İşte onların cezası,
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğramalarıdır. 88. Ebedî
olarak bu lanetin içine gömülüp gideceklerdir. Ne azaplan hafifletilecek ne de
kendilerine fırsat tanınacaktır. 89. Ama yaptıklarının ardından tövbe edip
kendilerini düzeltenler başka. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
90, Elbette imanlarının ardından inkarcılığa sapıp sonra inkârlarını daha da
arttıranların tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapkınların
ta kendileridirler. 91. Evet, inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya,
onların hiç birinden -kendini kurtarmak için dünya dolusu altın verecek olsa
dahi- asla kabul edilmeyecektir. Onlar için elem veren bîr azap vardır; hiç
yardımcıları da yoktur. [67]
84. Bir
taraftan Hz. Muhammed'den kendinden önceki peygamberlerin getirdiklerinin
doğruluğunu beyan etmesi, bir taraftan da müslümanlardan ona ve onun onayladıklarına
iman etmeleri istenmektedir. Bunun yanı sıra 81. âyetle bu âyet arasında bağ
kurularak geçmiş peygamberlere uyanların da Hz, Muhammed'e ve onun
getirdiklerine iman etmelerinin istendiği düşünülebilir. Şöyle ki: 81. âyette
"nezdinizdekini tasdik eden bîr elçi geldiğinde ona mutlaka inanacak ve
yardım edeceksiniz, diyerek söz alındığı" belirtilmişti. Bu âyete "de
ki" hitabıyla başlanarak önce Resûlullah'tan, geçmiş peygamberlerin
getirdiklerini tasdik etmesi istenmekte, böylece alınan sözün kentlisine
bağlandığı şart gerçekleşmektedir. Bu durumda geçmiş peygamberlere uyanların
da Hz. Muhammed'e iman edip ona destek vermeleri gerekmektedir. Bu yorum
âyette Allah'a imandan hemen sonra ''bize indirilene" buyurularak Hz.
Muhammed'e indirilen vahyin temel sayıldığı ve diğer ilâhî kitaplar tahrife
uğradığından ona öncelik verildiği yorumuyla[68] çelişmez. Zira ona iman edip destek verenler
de artık İslâm dairesi İçine, dolayısıyla anılan ifadenin kapsamına girmiş
olacaklardır. [69]
85.
İslâm'dan başka din arama çabası içine girmenin hüsranla sonuçlanacak beyhude
bir gayret olduğu belirtilmektedir. 83. Âyette kullanılan "beğâ"
fiili normal sınırın üstüne çıkan bir isteği, bu âyette kullanılan
"ibteğâ" fiili ise arayış çabası içine girmeyi ifade ettiğinden[70] burada âyetin baş kısmına "kim İslâm'dan
başka bir din arama çabası içine girerse" şeklinde mâna verilmiştir.
Râzî iman ve islâmın
kapsamı konusunda bu âyetten çıkan anlamla Hucurât sûresinin 14. âyetinden
anlaşılan mâna arasındaki farklılığa İşaret eder ve bunların uzlaştırılması
için birini dinî terim diğerini sözlük anlarmna göre yorumlamayı önerir. M.
Reşîd Rızâ bu yaklaşımı eleştirir ve onun bu konudaki açıklamalarını kapalı ve
birbiri ile uyumsuz bulur[71]
86. Bu
âyette Allah'ın hidayetine lâyık olma vasfını bütünüyle yitiren inkarcılar
hakkında şu üç özellik bir arada zikredilmiştir:
a) İman
ettikten sonra.
b) bu
resulün hak olduğuna şahit olduktan sonra.
c)
kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra inkâr yolunu seçme. Bu tür
inkarcılık tam anlamıyla bir inatlaşma ve hakikatlere karşı bile bile direnme
demek olduğundan, müteakip âyetlerde bu davranışın karşılığının da pek ağır
olacağı bildirilmiştir. Nitekim bu tür inkarcılardan âyetin sonunda
"zalimler" diye söz edilmiştir ki, bu, bilerek kendilerine yazık ettiklerine
ve göz göre göre kendilerini uçurumdan aşağıya attıklarına işarettir. Bu âyete
şu şekilde de mâna verilmiştir: "Bu resulün hak olduğunu bizzat görerek
iman ettikten ve kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra inkarcılığa sapan
bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola
İletmez"[72] Öte yandan mealinde
âyetin başı sonu dikkate alınarak ve mârife (belirli) olmasına binaen
"er-resûl" kelimesine "bu resul" şeklinde mâna verilmiş
olmakla beraber, bunu Hz. Muhammed'le smırlandırmaksızın genel olarak
"resul" (elçi) şeklinde anlamak da mümkündür.
Ayetin "bu
resulün hak olduğunu gördükten sonra" mealindeki kısmında geçen
"sehidû" fiilinden hareketle bazı müfessirler burada
"şehâdet"in imana atfedildiğini, dolayısıyla bunların farklı şeyler
olduğunu belirtip, imanın kalple tasdik, şehadetin ise dille ikrar olduğu
anlayışına destek sağlamaya çalışırlar. [73]
Tefsirlerde âyetin
nüzul sebebiyle ilgili olaylar da zikredilir. [74] Bunları rivayet edenlerin olayla âyetin ana
fikri arasında uygun bir bağ bulunduğu kanaatinden hareketle âyetin iniş sebebi
olarak aktarmış olmaları da muhtemeldir [75] Âyetten
tereddüde yer bırakmayacak ve bütün zamanları kapsayacak şekilde anlaşılan
mâna İse şudur: İman etme şerefine eriştikten sonra, kendi incelemeleriyle
Allah'ın varlığını, birliğini, kudretini kavradığı ve elçilerinin
bildirdiklerinin gerçek olduğunu ayan beyan gördüğü halde inkâr yolunu tercih
eden kişi, hidayet yolunu kendi eliyle kendisine kapatmış demektir. Fakat bu
bilinçli tercihi yapanlar, bunun acı akıbetini de iyi bilmelidirler. İşte 87 ve
88. âyetlerde bunun iyice bilinmesini sağlayan bir tasvir yapılmakta, 89.
âyette de bu konudaki muhasebesini sağlıklı biçimde yapabilenler için bu kapıyı
tekrar aralamanın yine kendi ellerinde olduğu gösterilmekte, 90-91. âyetlerde
ise bu tür bir muhasebeye yanaşmayıp inkârı kendileri İçin bir amaç, bir
ideoloji haline getirenler ve bu hal üzere dünya hayatını tamamlayanlar için
kurtuluş çarelerinin tükenmiş olacağı haber verilmektedir . [76]
87.
"Bütün, hepsi" anlamına gelen ecmaîn kelimesi mealinde olduğu şekilde
"insanlar"a bağlanabileceği gibi "Allah, melekler ve
insanlar"a da bağlanabilir. Bu takdirde mâna şöyle olur: "İşte
onların cezası hem Allah'ın hem meleklerin hem de insanların lanetine
uğramalarıdır," "Bütün İnsanların laneti" şeklindeki mânaya,
lânetlenenlerle aynı yolda bulunanları da lânetleyenler arasına kattığı gerekçesiyle
itiraz edilmiş ve buna karşı değişik açıklamalar yapılmıştır. [77] Kanaatimizce burada tasvir edilen
inkarcılığın "İnsan olma" sıfatıyla ve insanlığın maşerî vicdanıyta
bağdaşamayacağı vurgulanmaktadır.
Allah'ın laneti onları
rızâsından ve âhîret nimetlerinden yoksun bırakıp ağır cezalara çarptırması,
meleklerin ve insanların laneti ise onları kötülükle anmaları şeklinde
açıklanmıştır. [78] Bu ve benzeri âyetlerden
bazı Zeydiyye müfessirleri belirli olsun olmasın kâfirlere lanet okunmasının
caiz olduğu sonucunu çıkarmış ve Nevevî hadislerin zahirinden[79]bunun
haram olmadığı anlamının çıktığını söylemişse de, Gaz-zalî Allah'ın küfür üzere
öldüklerini bildirdikleri dışındaki insanlara kâfir de olsalar insanlara lanet
okumanın haram olduğunu belirti. [80] Bazı
hadislerde müminin kimliğini belirleyen özellikler sayılırken, lânetkâr olmanın
mümine yaraşmayacağının ifade edilmesi de[81] bu
anlayışı destekler. [82]
88. İlk
cümlede ("hâlidîne fîhâ") geçen "hâ" zamirinin
"lanet" kelimesinin yerine kullanıldığı anlayışından hareketle
mealinde bu cümle "Ebedî olarak bu lanetin içine gömülüp
gideceklerdir" şeklinde tercüme edilmiştir. Bu zamirin daha önce geçmemiş
olmasına rağmen "cehennem"i belirttiği veya "lânef'i belirtmekle
beraber onun sonucunun yani yine cehennemin kastedildiği görüşü esas alınırsa
bu cümleye "Ebedî olarak cehennemde kalacaklardır" şeklinde mâna
vermek gerekir. [83]
89. İslâm'da
günah işleyenlere bir daha dönüşü olmayan bir yola girmiş ve tamamıyla
dışlanmış insanlar olarak bakılmadığı ve yüce Allah'ın -işledikleri günahın
ağırlığı ne olursa olsun- kullarına karşı ne kadar bağışlayıcı ve merhametli
olduğu bu âyette çok açık bir biçimde ifade edilmiştir. 86-88. âyetlerde tasvir
edilen günah ve cezadan sonra "tövbe" kapısının hâlâ açık olduğunun
belirtilmesi, müslümanlara insanlar arası ilişkilerde de bağışlama ve
hoşgörünün yaygınlaştırılmasında başkalarına örnek olma ödevini yüklemektedir.
Şu var ki büyük günahı işleyen kişilere tövbe kapısının açılması zahiren
pişmanlık belirtmelerinin istenmesi demek değildir. Nitekim âyette "Ama
bundan sonra tövbe edîp kendilerini düzeltenler başka" buyrulmuş ve
tövbenin samîmi olduğunun iyi davranışlarla ortaya konması istenmiştir. Buna
göre beşerî ilişkilerde de kusurlu tarafın bağışlanma ve hoşgörülme beklentisi
içine girerken kendisine düşen vecîbeleri ihmal etmemesi, kuru kuruya bir özür
dileme ile yetinmeyip duyduğu üzüntü ve pişmanlığı hal ve hareketleriyle
ortaya koyması gerekir. [84]
90.
"İnkarcılığa sapıp sonra inkârlarını daha da arttıranlar" diye söz
edilen kişilerin kimler olduğu hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Bir
anlayışa göre maksat, genel olarak iman ettikten sonra küfre dönenlerdir
(mürtedler), çünkü nıürtedin bu hal üzere kalması, küfürde ısrar etmesi yani
inkarcılığa inkarcılık eklemesi demektir. Diğer anlayışa göre burada
kastedilenler, küfrüne yeni bir çeşit küfür ekleyenlerdir. Bu anlayıştan
hareketle âyetin iniş sebebi hakkında şu açıklamalar getirilmiştir:
a) Ehl-i
kitap Hz. Muhammed'in peygamber olarak geleceğine inanıyorlardı, fakat o
Allah'ın elçisi olduğunu açıklayınca onu inkâr ettiler; daha sonra da her
fırsatta ona saygısızlıkta bulunarak, getirdiği mucizeleri inkâr ederek
verdikleri sözü bozarak ve müminlere tuzak kurarak küfürlerine küfür kattılar.
b) Yahudiler
Hz. Musa'ya iman ediyorlardı, fakat Hz. îsâ'yı ve İncil'i inkâr ederek küfre
düştüler; daha sonra da Hz. Muhammed'İ ve Kur'an'ı inkâr ederek küfürlerine
küfür eklediler.
c) İman
edenlerden bazıları dinden dönüp Mekke'ye gittiler; sonra orada kalıp Hz.
Muhammed'in hezimetini bekleyeceklerini açıklayarak küfürlerini daha da
arttırdılar.
d) Bir grup
irtidad etti, sonra samimi olmadıkları halde İslâm'a dönme isteğinde
olduklarını açıkladılar, yüce Allah onların bu ikiyüzlülüğünü küfür olarak
niteledi [85] Tabe-rî'ye göre âyetin
başı ve sonu dikkate alındığında, burada kastedilenlerin yahudi-ler olduğu
yorumunun daha kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır. [86]
Önceki âyette imandan
sonra küfre dönenlerin tövbe edip yola gelmeleri halinde tövbelerinin kabul
edileceğinin bildirilmesine ve İslâm âlimleri arasında defalarca küfre
dönülmüş olsa da şartlarına uygun tövbenin kabul edileceği görüşünün hâkim
olmasına karşılık, bu âyette küfürlerini arttıranların tövbelerinin asla kabul
edilmeyeceğinin ifade edilmiş olması müfessirleri değişik yorumlara yöneltmiştir:
a) Bu âyette kendilerinden söz edilenler küfürlerinde ısrar edip ancak ölümle
yüz yüze gelince tövbeye kalkışanlardır, ki bu tür tövbenin kabul edilmeyeceği
başka bir âyette de açıkça belirtilmiştir. [87] b)
İnkârda ileri gidenler zaman zaman hakikate karşı direnmelerinden ötürü bir
rahatsızlık duyarlar ve bu his onları bazı günahlardan ve kötülüklerden
kaçınmaya sevkeder. İşte âyet Allah'a içtenlikle inanıp hak yola girmedikleri
sürece, ruhu inkârdan arındırmayan bu tür pişmanlıklarının onları kurtaran bir
tövbe yerine geçmeyeceğini haber vermektedir, c) İnkâr bataklığında ısrarla
ilerleyen bazı insanların yanlış tutum ve davranışları ruhlarını öylesine
kuşatır ki, Kur'an'ın kalbin mühürlenmesi diye İfade ettiği noktaya varırlar;
işte bu durumda tövbeye yönelmek isteseler de psikolojik engeller sebebiyle
hakkı kabule yanaşmazlar ve kabule lâyık bir tövbede bulunamazlar, d) Burada
maksat yürekten değil sadece sözle tövbe edenlerdir, e) Burada kastedilenler
önceki âyetin kapsamına girdikten, yani inkâra dönüşünden ötürü tövbe ettikten
sonra tekrar küfre dönenler, kabul edilmeyecek olan tövbe de önceki aşamada
yapılan tövbedir. Bir başka anlatımla tekrar inkarcılığa dönüş daha evvel
yapılan tövbeyi iptal etmektedir, f) Burada "küfür" kelimesi
"ötüm"den kinayedir, dolayısıyla tövbelerinin kabul edilmeyeceği
bildirilenlerden maksat kâfir olarak ölenlerdir, g) Bu âyette ve 86. âyette
İslâm dinine düşmanlıkta aşırı gitmeleri sebebiyle kalplerine küfür mührü
vurulmuş muayyen bir mürtedler topluluğu kastedilmiş olabilir, h) Burada daha
önce zikri geçen Ehl-i kitap'tan söz edilmektedir; "tövbe"den maksat
günahlardan tövbedir; âyet onların Resûlullah'ın peygamber olduğunu inkârda
ısrar ettikleri sürece günahlardan tövbe etmelerinin bir yarar sağlamayacağını
bildirmektedir. [88]
91. İnkâr
edip kâfir olarak ölenlerin, fidye olarak (kendilerini kurtarmak için) dünya
dolusu altın verecek olsalar dahi böyle bir talebin kabul edilmeyeceği bildirilmektedir.
Âhirette dünya malı kalmamış olacağım, ayrıca altına ve harcanmasına da
ihtiyaç duyulmayacağını dikkate alan müfessirier âyeti daha çok şu iki yaklaşımdan
birine göre açıklamışlardır:
a) Bu
kimseler dünyada iken çok büyük hayırlar yapmış olsalar ve onların sevabını
karşılık göstererek kendilerini kurtarmak isteseler bile bunun yaran
olmayacaktır, çünkü inkâr üzere ölmeleri onların sevaplarını iptal etmiştir.
b) Bu bir
temsildir, burada kurtuluş için verebilecekleri ve bilfiil sahip oldukları bir
karşılıktan söz edilmemekte, böyle bir imkânları olsaydı dahi şeklinde bir var
sayıma göre akıbetlerinin ne kadar kötü olacağı ve hiçbir kurtuluş çaresi
bulamayacakları anlatılmaktadır. [89] Bu
anlayıştan hareketle âyete şöyle mâna verilebilir: "... yeryüzünün bütün
altınları bile oniarm fidyelerini karşılayamaz" [90]
92. Sevdiğiniz
şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla eremezsiniz. Ne harcarsanız
Allah onu hakkıyla bilir. [91]
92.
"İyilik" diye çevirdiğimiz birr kelimesi ayrıca "erdemlilik,
İhsan, çok iyi ve hayırlı" gibi anlamlara gelir. Kur'an terimi olarak
birr, "kişiyi Allah'a yaklaştıran iman, ibadet ve ahlâk ile en doğru ve
en güzel hayatı yaşamak" mânasına geldiği gibi[92] "Allah'ın
rızâsı, rahmeti ve cenneti" şeklinde de yorumlanmıştır. Râzî bunu,
"saygı ifade eden bütün davranışları, itaatleri ve insanı Allah'a
yaklaştıran hayırlı işleri içine alan bir kelime" olarak değerlendirmiştir. [93]
Kur'ân-1 Kerîm'in en geniş kapsamlı kavramlarından olan birr, "Allah'a karşı
saygılı olma" anlamına gelen takva kelimesiyle paralel ve ona yakın bir
mâna ifade etmekte, günah anlamına gelen ism ve kötülük anlamına gelen fücur'un
karşıtı olarak kullanılmaktadır. [94] Birr
ile takva arasındaki bu yakınlık Kur'an'da çeşitli vesilelerle ifade
edilmiştir. Nitekim Bakara sûresinin 189. âyetinde birr'in takva sahibi insana
özgü bir fazilet olduğu bildirilerek, Mâide sûresinin 2. âyetinde de
"Birr ve takva hususunda yardımlasınız" buyurularak bu iki fazilet
arasındaki yakınlık vurgulanmaktadır. Ancak bazı âlimler birr'i "bütün
hayırların en tam şekli" takvayı ise "bütün serlerin teTkedilmesi ve
bir daha yapılmaması" şeklinde tanımlayarak bu iki terim arasındaki farka
dikkat çekerken, bazıları bunları birbirini tamamlayan ahlâkî faziletler olarak
değerlendirmişlerdir. [95]Allah'ın rızâsına,
cennetine lütuf ve inayetine ulaşabilmenin şartlarından biri de kişinin sahip
olduğu ve sevip bağlandığı nimetleri Allah yolunda kullanmasıdır. Kişi ancak bu
takdirde iyiliğe, yani erdemliliğe, ihsan ve sevaba erer, cennete girmeye hak
kazanır. Bu sebeple "iman dinin başlangıcı, iyilik (birr) de gayesi"
olarak nitelenmiştir. Yine bazı âlimler bu konuda şöyle bir açıklama
yapmışlardır: "Din iki esastan ibarettir: Allah'ı birlemek ve hayra
ulaşma"[96]
Müfessirler kişinin
sevdiği şeyleri "servet, mevki, ilim ve beden kuvveti gibi maddî ve
mânevi imkânlar" şeklinde yorumlamışlardır. Âyet-i kerîme, sadaka veya
Allah yolunda yapılan diğer harcamaların işe yarar, kıymetli şeylerden yapılmasının
gereğine işaret etmekte, aksi takdirde yapılan harcamada hedeflenen gayeye
ulaşılamayacağım bildirmektedir. Bu tür sosyal harcamalarda verilen şey, bireyin
veya toplumun bir İhtiyacını karşılayacak ve onu sıkıntıdan kurtaracak mahiyette
olmalıdır. Âyetten, İnsanın tiksinerek alabileceği şeyleri sadaka veya zekât
olarak vermenin insanların hoşuna gitmediği gibi Allah'ın da hoşuna gitmeyeceği
ve böyle bir harcamaya sevap verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Nitekim bu durum
Bakara sûresinin 177 ve 267. âyetlerinde açıkça ifade buyurulnıuştur.
Bu tür sosyal
harcamalar, kişiyi cimrilik hastalığından kurtarır ve ona kendisini Allah ve
insanlar katında yüceltecek cömertlik vasfını kazandırır. SahâbîleT buna çok
önem vermiş ve en çok sevdikleri mallarını Allah yolunda harcamaktan geri
durmamışlardır. Meselâ bu âyet indiği zaman en sarın en zengini olan Ebû
Tal-ha, Mescid-i Nebevi'nin karşısında bulunan en çok sevdiği Beyruhâ adındaki
bahçesini Allah yolunda infak etmek istemiş, Hz. Peygamber bu davranışından
dolayı onu överek "gerçekte kazandıran malın bu mal olduğu"nu
belirttikten sonra ona bahçesini akrabaları arasında taksim etmesi tavsiyesinde
bulunmuş; o da bu tavsiyeyi yerine getirmiştir [97] Hz.
Ömer de en iyi mafının Hay-ber'deki hissesi olduğunu söyleyerek onu Allah
yolunda harcamak için ne yapması gerektiğini Hz. Peygamber'e sormuş, o da
"Aslını tut, meyvesini sadaka ver" buyurmuştur. Bunun üzerine Hz.
Ömer, geliri gereken yerlere harcanmak üzere o bağı vakfetmiştir. [98] Bu
tür davranışlar sahabe döneminde çokça yaşanmıştır.
Âyette aynı zamanda,
gösteriş için bazı davranışlarda bulunmak suretiyle kendilerini dindar olarak
tanıtmak isteyen yahudiler uyarılmakta, fazilet ve iyilik hakkındaki
kanaatlerinin yanlış olduğu vurgulanmakta ve doğru olanın Allah'ı sevip O'nun
emir ve yasaklarını her şeyden üstün tutarak yaşamak olduğu bildirilmektedir.
Kişi herhangi bir şeyi Allah'tan daha çok seviyor ve onu Allah yolunda feda
edemiyorsa onun iyiliğe ve erdemliliğe (birr) ulaşması mümkün değildir. [99]
93. Tevrat
indirilmeden önce, İsrail'in (Ya'kub'un) kendisine haram kıldıkları dışında,
yiyeceklerin her türlüsü İsrâiloğulları'na helâl idi. De ki: "Doğru
söylüyorsanız Tevrat'ı getirip okuyun!" 94. Artık bundan sonra kim Allah'a
karşı yalan uydurursa işte onlar zalimlerin ta kendileridir. 95. De ki:
"Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hanîf olan İbrahim'in dinine uyunuz.
O müşriklerden değildi." [100]
93-94. Hz.
Ya'kub'un diğer adı İsrail'dir. [101]Tefsirlerdeki
çeşitli rivayetlerden anlaşıldığına göre Ya'kub aleyhisselâm ağır bir hastalığa
yakalanınca doktorların tavsiyeleriyle veya kendi tecrübesi neticesinde deve
etini ve sütünü kendisine yasaklamıştı. Daha sonra gelenler ise bunları
büsbütün kendilerine haram saymışlardı. İşte âyette İsrail'in kendi tercihiyle
kendisine haram kıldığı bildirilen yiyecek bu olmalıdır. [102]
İsrâiloğulları, Tevrat ininceye kadar Hz. İbrahim'in şeriatıyla yaşıyorlardı
ve yüce Allah bu şeriatta temiz yiyeceklerin hiçbirini haram kılmamıştı. Daha
sonra yahudilerin, insanları Allah yolundan alıkoymaları ve birtakım haksızca
ve edepsizce davranışları yüzünden -ceza olarak- birçok temiz yiyecek Tevrat'ta
kendilerine haram kılınmıştır. Bu durum Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılınca[103]
yahudiler bunu reddetmişler ve bu âyetlerde haram kılındığı bildirilen
yiyeceklerin, Hz. Musa'dan önceki peygamberler zamanında da haram olduğunu
iddia etmişlerdir. Oysa bu yiyecekleri Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat haram
kılmıştır. Bu âyetler yahudilerin söz konusu iddialarının asılsız olduğunu
ortaya koymuştur. [104]
Muhammed Abduh âyeti
daha farklı açıdan ele almaktadır. Ona göre âyette anlatılan İsrail'den maksat
Hz. Ya'kub'un kendisi değil İsrail halkıdır. Nitekim kendileri İsrail ismini bu
anlamda kullanırlar. Halkın bu yiyecekleri kendilerine haram kılmasından maksat
da haram kılınmasına sebep olacak kötülükleri İşlemiş olmalarıdır. Daha önce
bütün yiyecekler İsrâiloğullan'na helâldi. Sonra işledikleri kötülüklerden
dolayı yüce Allah İsrâiloğullan'nı cezalandırmak ve terbiye etmek için bazı
temiz yiyecekleri Tevrat'ta onlara haram kıldı. Nitekim Nisa sûresinin 160.
âyetinde "Yahudilerin zulmü sebebiyle kendilerine daha önce helâl kılınmış
bulunan temiz şeyleri onlara haram kıldık" buyurulmaktadır[105]
İslâm âlimlerinin
büyük çoğunluğuna göre eşyada aslotan mubahlıktır, yani herhangi bir şeyin
haram olduğu şer'î bir delille sabit değilse o şey helâldir. Ancak Allah
geçmişte bazı kavimlerin işledikleri kötülükler sebebiyle ceza olarak veya
insanları İmtihan etmek maksadıyla daha önce helâl olan bazı şeyleri onlara
haram kılmıştır. Bu cümleden olarak yahudîlerin yaptıkları haksızlıklar,
insanları Allah yolundan alıkoymalan, faiz ve benzeri konulardaki bazı
yasakları çiğnemeleri yüzünden, önceden mubah olan bazı yiyecekler konusunda
-onlara mahsus olmak üzere- bazı yasaklar konmuştur. [106] Hz.
Peygamber dönemindeki yahuJiler, ilâhî kitaplar arasında neshin söz konusu
olmadığını, dolayısıyla yiye-cekierle ilgili bu şekilde yeni bir yasaklamadan
söz edilemeyeceğini ileri sürmüşler; böylece Hz. Peygamber'in de yalancı
olduğunu ispatlamak istemişlerse de âyet son derece açık olup Tevrat'ı da şahit
tutmaktadır. Nİtekİm bu yasaklarla ilgili Tevrat'taki âyetlerin üslûbundan da
söz konusu yasakların Hz. Mûsâ zamanında başlatıldığı anlaşılmaktadır. [107]
Yahudiler iddialarında
ısrar edince yüce Allah, "De ki: Doğru söylüyorsanız Tevrat'ı getirip
okuyun!" buyurmuş, böylece onlar da susmak zorunda kalmışlardır. Çünkü
Tevrat'ta bu yiyeceklerin önceki peygamberler zamanında haram kılındığına dair
herhangi bir delil yoktur. Gerçeğin açıkça ortaya çıkmasına rağmen hâlâ bâtıl
ve haksız bir iddiada inat eden yahudileri yüce Allah 94. âyette "Allah'a
karşı iftiracılar ve zalimlerin kendileri" olarak nitelemiştir. [108]
95.
"Allah doğruyu söylemiştir" ifadesi, Kur'an'da anlatılanların Hz.
Mu-hammed'in sözü olmayıp Allah kelâmı olduğuna ve yahudilerin yalan söylediklerine
işaret eder. Çünkü birbirine zıt iki haberden biri doğru ise diğeri mutlaka yalandır.
Dolayısıyla burada Allah'ın doğru söylediği bildirilince yahudilerin yalan
söyledikleri kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır.
"İbrahim'in
dini" diye çevrilen "milletti İbrahim" tamlaması, Hz. İbrahim'e
bildirilmiş olan ve bütün peygamberler tarafından benimsenip tebliğ edilmiş
bulunan ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları, top yekun bir inanç sistemini
ifade eder. Bu da Hz. Muhammed'in yeni bir din uydurmadığı, aksine ona
vahyedilen Kur'an'ın bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif
edilmiş bulunan evrensel ilkeleri içerdiği ve bu bakımdan onun geçmiş
peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nitekim Bakara sûresinin
135. âyetinde müslü-manlara hitap edilerek "Biz hanîf olan İbrahim'in
dinine uyarız" demeleri emre-dildiği gibi burada da "Hanîf olan
İbrahim'in dinine uyunuz" buyurularak, Hz. Muhammed'in getirdiği din ile
Hz. İbrahim'in getirdiği din arasında temelde bir fark bulunmadığı, bunların
aynı ilâhî gerçekleri içerdiği belirtilmektedir. [109]
"O, müşriklerden
değildi" mealindeki cümle ise Hz. İbrahim'in Allah'tan başka hiçbir şeye
tapmadığını, şirk kuşkusu taşıyan her türlü sapkın görüşten uzak. Allah'ın
birliğine inanan ve yalnız O'na kulluk eden yüce bir peygamber olduğunu ifade
etmekte, dolaylı olarak yahudilerin şirk sayılabilecek inançlar taşıdıklarına
işaret etmektedir. [110]
96. Gerçek şu ki,
insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemler için bir hidayet ve bir bereket
kaynağı olan Mekke'deki evdir. 97. Orada apaçık deliller, İbrahim'in makamı
vardır. Oraya giren emniyette olur. Gitmeye gücü yetenin o evi ziyaret etmesi,
Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah
bütün âlemlerden müstağnidir. [111]
96. Bu âyet
Kabe'nin, mâbed olarak yeryüzünde yapılmış İlk bina olduğunu ve tarih boyunca
saygınlığını koruduğunu ifade ettiği gibi önceki âyette geçen "Hanîf olan
İbrahim'in dînine uyunuz" emrinin de gerekçesini açıklar mahiyettedir.
Çünkü bu bina insanların hidayeti ve putperestliğin yıkılıp tevhid inancının
yerleşmesi için gönderiîmis olan dinin (hanîf olan İbrahim'in dini) sembolüdür.
"Mekke'deki
ev"den maksat Kabe'dir. Bu ve başka birçok âyette Kabe hakkında
"ev" anlamına gelen beyt kelimesi kullanıldığından bu yapı Beytullah
diye de anılır ki Türkçe'de "Allah'ın evi" anlamına gelmektedir. [112]
Bekke, Mekke'nin bir
diğer telaffuz şekli olup merkezinde müslümanlarm kıblesi olan Kabe'nin yer
aldığı kutsal şehrin özel isimlerinden biridir. Bir görüşe göre de Mekke şehrin
adı, Bekke ise Mescid-i Harâm'ın inşa edildiği yerin adıdır. Hac ve umre
zamanında insanlar burada Kabe'yi tavaf ederken kalabalıklar meydana
getirdikleri için "izdiham meydana gelen yer" anlamında buraya Bekke
denilmiştir. [113] Bekke, aynı zamanda
"büyüklük taslayan kimselerin kahrolduğu ve boyun eğdiği yer"
anlamına da gelmektedir. [114] İbn Âşûr, Bekke'nin Hz.
İbrahim'in dili olan Keldânîce'de "belde" anlamına geldiği, Hz. İbrahim'in
eşi ve oğlu İsmail'i yerleştirmiş olduğu vadinin belde haline gelmesi için
oraya bu ismi verdiği kanaatindedir. [115]
Mekke, Arap
yanmadasının Hicaz bölgesinde Kızıldeniz sahilindeki Cidde Limanı'na 60,
güneyindeki Tâif şehrine 90, kuzeyindeki Medîne-i Münevvere'ye 420 km.
uzaklıkta bulunan bir mevkide yer almakta olup deniz seviyesinden yaklaşık 300
m. yükseklikte bir yerleşim merkezidir. [116]
Kur'ân-ı Kerîm'de bu şehirden Bekke'den başka şu isimlerle de söz edilir: Mekke[117]
el-bcledü'1-emîn [118] harem
âmin[119] ümmü'1-kurâ[120]
Yüce Allah Mekke'yi
dünyanın en kutsal şehri kılmıştır. Mekke şehrinin yer aldığı bölge her şeyden
önce "mukaddes, saygınlığı korunan ve içinde kan dökmekten sakınılan
yer" anlamına gelen Harem adıyla anılmaktadır. Suriye ile Yemen arasında
uzanan kervan yolunun ortasında bulunan Mekke, kuzeyde Filistin, Suriye ve
Irak; güneyde Yemen ve Habeşistan gibi bölgeler arasında yer alması sebebiyle
tarihte büyük bir önem kazanmış ve küçümsenemeyecek bir ticarî şöhrete sahip
olmuştur. Müslümanların kıblesi olan Kabe'nin ve zemzem suyunun burada
bulunması, Hz. Peygamber'in burada doğup büyümüş olması, ilk vahyin buradaki
Hira/Nur dağında gelmeye başlaması ve Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'le
birlikte hicret ederken sığınmış oldukları Sevr mağarasının Mekke civarında
bulunması bu şehrin önemini ve kutsiyetini arttırıcı unsurlardır.
Mekke şehrinin
merkezinde yer alan Kabe'nin, yüce Allah tarafından müslü-manlann kıblesi
haline getirilmesi sebebiyle yahudilerin Hz. Peygamber'e karşı gösterdikleri
direniş büsbütün şiddetlenmişti, Yahudiler kıblenin, önceki peygamberlerin
kıblesi olan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan Mekke'deki Mescid-i Haram'a
çevrilmesini içlerine sindirememişler ve her fırsatta Mescid-i Aksâ'nın daha
üstün bir mâbed olduğunu, bu sebeple kıble olmaya daha lâyık bulunduğunu savunmuşlardır.
Onların bu itirazlarına daha önce Bakara sûresinin 142-145. âyetlerinde cevap
verilmişti. Ancak yahudiler itiraz ve eleştirilerine devam ettikleri için
burada mesele yeniden gündeme getirilmiş ve Kabe'nin yeryüzünde ilk yapılan
mâbed olduğu, tevhid inancının ilkelerini yansıttığı ve İsrâiloğullan arasından
gelmiş peygamberlerin de atası olan Hz. İbrahim'in makamının burada bulunduğu
vurgulanmış, dolayısıyla kıble olmaya daha lâyık olduğuna işaret edilmiştir. Kabe'yi
inşa eden Hz. İbrahim Hz. Musa'dan yaklaşık 900 yıl önce yaşamıştır. Mescid-i
Aksa ise -Kitâb-ı Mukaddes'teki bilgiye göre- Hz. Musa'nın İsrâiloğulları'nı
Mısır'dan çıkarmasından sonra 480-487 yıllarında Hz. Süleyman tarafından yapılmış[121] ve
onun krallığı zamanında kıble olmuştur [122]
Kur'ân-ı Kerîm'de, Beytullah'ın Hz. İbrahim tarafından oğlu İsmail'le birlikte
bina edildiği açıkça belirtilir. Ancak müfessir ve tarihçiler, Hz. İbrahim'in
Önceden bulunmayan bir bina mı yaptığı yoksa daha önce var olup yıkılmış olan
Kabe'yi yeniden inşa mı ettiği ihtimalleri üzerinde durmuşlar ve bu hususta
farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. [123]
Kabe'nin "âlemler
için bir hidayet kaynağı" olmasından maksat, buranın Allah'ın birliği
(tevhid) inancına dayanan ilâhî dinin İlkelerini yansıtıcı özelliklere sahip
olmasıdır. Nitekim bütün müslümanlann kıblesi olması sebebiyle her gün beş
vakit namazda dünyanın her tarafından müslümanlann buraya yönelmeleri, İslâm'ın
beş şartından biri olan hac ibadetinin burası ziyaret (tavaf) edilerek yerine
getirilmesi, yılın her mevsiminde yapılan umre ziyaretinin burada
gerçekleşmesi, hac ve umre ziyaretlerinde Allah'ın varlık ve birliğinin,
ortaksız, benzersiz ve noksan sıfatlardan uzak olduğunun vurgulanması ve kemal
sıfatlarıyla anılması, beytin tevhid ve hidayet sembolü olduğunu açıkça
göstermektedir.
Kabe'nin "bereket
kaynağı" olması da, yüce Allah'ın bu mabedi ve yakın çevresini maddî ve
manevî bereketlerle donatmış olmasıyla açıklanmıştır. Burada yapılan
ibadetlerin sevabı diğer mâbedlerde yapılanlarınkinden daha fazla olduğu gibi[124] şartlarına
uygun olarak yapılan hac da hacının günahlarının bağışlanmasına [125]ve
cennete girmesine vesile olmaktadır. [126]
Maddî bereketine gelince, Mekke ziraata elverişsiz bir vadide kurulmuş olmasına
rağmen çeşitli bölgelerde yetiştirilen her türlü sebze, meyve ve diğer ürünler
buraya bolca getirilmekte ve burada yaşayanların nzıkları temin edilmektedir.
Bugün Mekke'de yaklaşık 1 milyon nüfus barınmaktadır. Ayrıca her yıl hac
mevsiminde 3 milyon dolayında hacı burayı ziyaret ettiği halde yiyecek içecek
bakımından hiçbir sıkıntı çekilmemektedir. Burada Halîl İbrahim'in bereketi ve
duası vardır. [127]
97.
"Apaçık deliller" anlamına gelen "âyâtün beyyinât"
tamlamasını müfes-sİrler, Hz. İbrahim'in makamı, buraya girenlerin her türlü
tecavüzden korunmuş olmaları, gitmeye gücü yetenlerin o evi ziyaret etmeleri
Hacerülesved, Safa ile Merve, Zemzem ve diğer alâmetler gibi mânalarla
açıklamışlardır. [128] Bir kısmına âyetin
devamında değinilen bu deliller, Kabe'nin yeryüzünde yapılmış ilk mâbed
olduğunu gösteren alâmetlerdir. Nitekim Hz. Peygamber'den binlerce sene önce
yaşamış ve peygamberlerin babası olarak bilinen Hz. İbrahim'in buradaki
makamının bilinmesi ve bu bilginin nesilden nesile aktarılmış olması, buraya
girenlerin her türlü tecavüzden korunmuş olmaları geleneğinin Hz. İbrahim'in
zamanından beri kesintisiz devam etmiş olması, insanların Kabe'yi tavaf
etmelerinin onun zamanında başlamış olması, buranın ilk mâ-bed olduğunu
gösteren delillerdir (âyetler). Kabe'de tavafın başlangıç noktasını belirleyen
Haceriilesved ile sa'yin başlangıç ve bitiş yerlerini gösteren Safa ve Merve
tepeleri de Hz. İbrahim'in zamanından beri bilinen alâmetlerdir. Zemzem ise Hz.
İbrahim'in oğlu İsmail'in ağlarken ayağını vurduğu yerden çıktığı rivayet
edilen ve o günden beri var olan bir sudur.
İbrahim'in makamı
(makam-ı İbrahim), Hz. İbrahim'in Kabe'yi inşa ederken veya insanları hacca
çağırırken üstüne bastığına ve üzerine ayak izlerinin çıktığına inanılan taş
veya taşın bulunduğu yerdir. [129] Bundan maksat, "Mescid-i Harâm'ın
tamamıdır" diyenler olduğu gibi, "Hacerüles-ved'dir" diyenler de
vardır. [130]
İçinde Kabe'nin yer
aldığı haram (yasak) bölgede emniyette olma, genellikle, burada her türlü mal
ve can güvenliğinin sağlanmış, bitki örtüsünün korunması dahil -ilke olarak-
canlıların öldürülmesinin yasaklanmış olması anlamıyla açıklanmıştır. Kabe
inşa edildiği günden itibaren insanların son derece saygı gösterdikleri bir
mâbed olagelmiştir. Mevdûdî'nin ifadesine göre İslâm'dan önce bütün
Arabistan'da 2500 yıldan beri süregelen karışıklık ve düzensizliğe rağmen Kabe
ve çevresinde barış ve emniyet hüküm sürmüştür (I, 247), Kabe'nin kutsiyeti insanlar
üzerinde o derece saygı uyandırmıştır ki Câhiliye döneminin en karanlık
günlerinde birbirlerinin amansız düşmanı olan insanlar bile onun içerisinde düşmanlarına
saldırmamışlardır. Nitekim başka âyetlerde bu hususa özel olarak değinilmiştir. [131] Hz. Peygamber de göklerin ve yerin yaratıldığı
günden itibaren Mekke'nin harem (korunmuş) belde olduğunu, kıyamete kadar böyle
devam edeceğini bildirmiştir. Orada herkes mal emniyetine sahip olduğu gibi,
hayvanlar ve bitkiler dahil her canlı güvenlik içindedir. [132] Ancak
akrep ve benzeri zararlı hayvanlar bunun dışındadır. Ayrıca Kabe'nin varlığı
sebebiyle Arabistan'da yılda dört ay (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb)
barış sağlanmış, bu süre içerisinde kimsenin kimseye saldırmamasına özen
gösterilmiştir. [133]
"Bir yere gitmeyi
veya bir işi yapmayı kastetmek" anlamına gelen hac kelimesi dinî bir
terim olarak "belirli bir zamanda Arafat'ta bulunmak (vakfe) ve Kabe'yi
tavaf etmek (usulüne uygun olarak çevresinde dönmek) suretiyle yerine getirilen
ibadet" i ifade eder. Bu âyet haccın müsliimanlara farz olduğunun
delilidir. "Yoluna gücü yetenler, hacca gitme İmkânına sahip olanlar"
demektir. Bu imkân ise "sağlığın elverişli olması, gidip gelmek için yetecek
kadar para ve yol güvenliğinin bulunması" anlamına gelir. Hz. Peygamber
de bu imkâna sahip olan kimseye ömründe bir defa Kabe'yi ziyaret etmenin farz
olduğunu bildirmiştir. [134]
"Kim inkâr ederse
bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir" cümlesinin ilk kısmını
"kim haccı inkâr ederse" şeklinde anlayanlar bulunmakla beraber,
müfessirlerin çoğunluğu buradaki kefere fiilini "nankörlük etmek"
anlamında alarak bu kısmı "kim gücü yettiği halde nankörlük edip hac
ibadetini yerine getirmezse" şeklinde yorumlamıştır. Buna göre âyette
imkân sahibi olduğu halde hacca gitmeyen kimsenin çok büyük bir günah işlemiş,
Allah'ın buyruğuna karşı isyankârlık etmiş olacağına işaret edilmektedir. [135]
Yüce Allah insanların yardımına muhtaç olmadığı gibi ibadetlerine de muhtaç
değildir. Aksine ibadetler insanları ruhen ve manen yüceltmek, Allah katındaki
değerini arttırmak için farz kılınmıştır. Hac ibadetinin de gerek dünyevî
gerekse uhrevî faydalan kullara yöneliktir. Allah, kullarından yardım ve
menfaat beklemekten yücedir. [136]
98. De ki: "Ey
Ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini
inkâr edersiniz?" 99. De ki: **Ey Ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz
halde niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yellenerek müminleri Allah yolundan
çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir." 100.
Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir grubun sözünü dinlerseniz
sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler. 101. Size Allah'ın
âyetleri okunup dururken, üstelik Allah Resulü de aranızda bulunurken nasıl
inkâra saparsınız? Her kim Allah'a bağlanırsa kesinlikle doğru yola
iletilmiştir. 102. Ey iman edenler! Allah'a karşı gereği gibi saygılı olun ve
ancak müslüman olarak can verin. 103, Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı
yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani
siz birbirine düşman kimseler idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve
O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında
iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle
açıklıyor ki doğru yolu bulaşınız. [137]
98-99.
İslâm'dan önce Medine'de bulunan Evs ve Hazrec adındaki iki büyük Arap kabilesi
120 sene birbirleriyle savaşmış, Buâs ismi verilen son savaşta Evs kabilesi
Hazrec kabilesine galip gelmişti. Ancak İslâm dinini kabul ettikten sonra bu
kabileler arasında kardeşlik duygulan gelişmiş ve eski düşmanlıklarından vazgeçmişlerdi.
Aralarında kardeşlik, birlik ve beraberlik oluşmuş, İslâm düşmanlarına karşı tek
yumruk haline gelmişlerdi. İşte bu durumun kendi aleyhlerine bir sonuç
doğuracağını anlayan yahudi ileri gelenlerinden Şemmâs (Şâs) b. Kays bir
ya-hudi gencini göndererek iki müslüman kabilenin gençlerine Buâs Savaşı'nı
hatırlatmasını ve aralarında fitne çıkarmasını istemiş, yahudi genci de bu
görevi başarıyla yerine getirerek bunlar arasında fitne çıkarmış ve düşmanlık
ateşini körüklemiş, sonunda her iki kabile de silâhlara sarılarak
birbirleriyle savaş durumu almışlardı. Olayı haber alan Hz, Peygamber onları
yatıştırmak üzere hemen yanlarına gelmiş, kendilerine nasihatte bulunmuş ve
Şemmâs'm tutuşturduğu fitne ateşini söndürmüştü. İşte 98-103. âyetler bu olay
üzerine inmiştir. [138] Yahudilerin ve
hiristiyanlarm kitaplarında Hz. Muhammed'in geleceğine, peygamberliğine ve
şahsiyetine dair âyetler bulunduğu, onlar da onun peygamber olduğunu bildikleri
halde bu gerçeği ve Kur'an'ı inkâr ettikleri, bu konuda insanların kalplerine
şüphe düşürmeye ve müminleri İslâmiyet'ten soğutmaya çalıştıkları için yüce Allah
bu âyetlerle onları kınamıştır. [139]
100-101.
Burada müminlere, Ehl-i kitaba gönderilen kitapları da -aslî şekliyle-
onaylayan, gerçekleri apaçık ortaya koyan Kur'an gibi bir kitabın âyetleri okunup
dururken, üstelik onların kitaplarında da geleceği haber verilen Hz. Muham-med
gibi âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygambere İman etme şerefine
erişmişken, bir grup Ehl-i kitabın kendilerini iman yolundan saptırmak için kurdukları
tuzaklara aklanmamaları için güçlü bir uyan yapılmaktadır. [140]
102. "Allah'a
karsı gereği gibi saygılı olun" diye çevirdiğimiz cümlede hem fiil hem
masdar kalıbında geçen takva kavramı dinî bir terim olarak "kişinin, kendisini
günahkâr kılacak şeylerden koruması" veya "insanın ibadet ve güzel
işler yaparak Allah'ın azabından korunması" şeklinde tarif edilmiştir. [141] Bu
tür korunma çabaları, temelinde Allah'a saygı ve itaat niyeti bulunması
şartıyla değer kazanacağı için mealinde bu saygı unsuru dikkate alınmıştır.
Nitekim sahabeden Abdullah b. Mes'ûd bu ifadeyi, "Allah'a âsi olmayıp
itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve O'nu unutmaksızın hep hatırda
tutmak" şeklinde açıklamıştır. [142]
Tefsirlerde
anlatıldığına göre bu âyet indiğinde sahâbîler, Allah'a karşı gereği gibi
saygılı olma konusunda endişeye kapılmışlar, bir yandan hiç kimsenin bunu
hakkıyla yerine getiremeyeceğini söyleyip bir yandan da kendilerini aşın derecede
ibadete vermişler, bunun üzerine, "Gücünüz yettiğince Allah'a
saygısızlıktan sakının"[143]mealindeki
âyet inmiştir. Tegâbün süresindeki âyetin, konumuz olan âyeti neshettiğini
söyleyenler olmuşsa da gerçekte bu âyet neshedi-ci değil, onu açıklayıcı
mahiyettedir ve Allah'tan hakkıyla korkmanın, "kişinin gücü yettiği kadar
Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmesi" anlamına geldiğini İfade
eder. Tegâbün süresindeki âyet neshedici olarak kabul edildiği takdirde
nes-hettiğİ âyetin insanlara güçlerinin üstünde bir sorumluluk yüklemiş
olduğunu kabul etmek gerekir ki bu Kur'ân-ı Kerîm'in aynı konudaki açık
ifadeleriyle bağdaşmaz.
Takva sahipleri
Kur'an'da övgüyle anılmışlar ve kendilerine âhirette büyük nimetler verileceği
bildirilmiştir. Buna göre Allah katında en değerli kimseler takva sahipleridir[144]
yüce Allah takva sahiplerinin dostudur[145]
Allah onları sever [146]
onlarla beraberdir[147] onlar için güzel bir gelecek vardır [148] 49);
âhiret yurdu onlar için hazırlanmıştır[149] onlar
güvenli bir makamda bulunmaktadırlar cennetler
ve her türlü nimet onlar içindir[150]
103.
Müfessirlere göre "Allah'ın ipİ"İnden maksat, Kur'an ve İslâm'dır.
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışmak", hep birlikte İslâm
dinine inanmayı, onu kabul etmeyi ve gereklerini yerine getirmeyi ifade eder.
Hz. Peygamber Kur'an'ı, "Allah'ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış
ipidir" diye tarif etmiştir. [151] Allah'a
karşı gereği gibi saygılı olmak ve müslüman olarak ölebilmek için Allah'ın
ipine toptan yapışarak tevhid inancında birleşmek, ayrılıktan uzak durmak ve
hayatın sonuna kadar imanı korumak gerekir. İslâm dini inançta ve amelde
birliğe büyük önem verir. Bunun içindir ki inanç alanında Allah'ın birliği
ilkesini getirdiği gibi, ibadet alanında da hac ve namaz gibi insanları bir
araya toplayarak müslümanların birliğini sağlayacak prensipler koymuş, amelî
tedbirler almıştır. Fert olarak veya bölünmüş gruplar halinde yaşayanların
dinlerini ve milliyetlerini korumaları kolay değildir. Bunların sosyal, maddî
ve manevî baskılar karşısında dayanma güçleri az olduğundan daima din ve
milliyetlerini kaybetme tehlikesiyle karşt karşıya bulunurlar. Bu tür baskılar
peygamberleri bile zor durumlarda bırakmış, bu sebeple Allah'tan ve
insanlardan yardım istemeye mecbur kalmışlardır. [152]
Kur'an insanlar
arasında düşünce ayrılıklarının bulunmasını, insanın yaratılış hikmetine ve
özelliklerine bağlar[153] İyi niyete dayalı olması ve mâkul çizgide
kalması halinde bu ayrılıkların insanlar arasında rekabete, dolayısıyla
toplumların ilerlemesine ve kalkınmasına yardımcı olacağı da açıktır. Ancak
İslâm düşünce ayrılığının düşmanlığa dönüşmesini, insanları çekişen ve vuruşan
kamplara ayırmasını müsamaha ile karşılamaz. Nitekim bu âyet-i kerîmede
müslümanların birliği Allah'ın bir nimeti olarak değerlendirilirken, toplumsal
barışı tehdit eden -ve İslâm'dan önce örnekleri çokça görülen- çekişme
hallerini her an içerisine düşüp yanabilecekleri ateşten bir çukurun kenarında
bulunmaya benzetmiştir. Yüce Allah, insanların böyle bir tehlike ile karşı
karşıya kalmamaları için toptan Allah'ın ipine (Kur'an) sarılmalarım, onun
gerlel prensiplerinin dışına çıkmamalarını emretmektedir.
"O'nun (Allah'ın)
nimeti sayesinde kardeş oldunuz" ifadesi, İslâm'ın insanlar arasında
birlik ve beraberliği sağlama konusunda ne derece kaynaştırıcı önemli bir
unsur olduğunu, hatta din kardeşliğinin, dolayısıyla inanç ve dava birliğinin
soy kardeşliğinden daha kuvvetli olduğunu gösterir. Zira soy, dil ve vatan
birliğinin, aynı ırktan olan Araplar arasında meydana getiremediği barış,
kardeşlik ve dayanışmayı İslâm, bu millet arasında başardığı gibi farklı
ırklar ve soylar arasında da başarmıştır. İslâm tarihi bunun örnekleriyle
doludur. [154]
104. İçinizden hayra
çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar
kurtuluşa erenlerdir. 105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap
vardır, 106. Bir gün ki nice yüzler ağaracak, nice yüzler de kararacaktır.
Yüzleri kararanlara, "İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr
etmiş olmanız yüzünden tadın azabı!" (denir). 107. Yüzleri ağa-ranlara
gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler; orada onlar ebedî kalacaklardır.
108. İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Bunları sana gerçek olarak okumaktayız.
Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez. 109. Göklerde ve yerde ne varsa
Allah'ındır. İşler, dönüp dolaşıp Allah'a varır. [155]
104. Yüce
Allah önceki âyetlerde inkâra sapmaları ve başkalarını da saptırmaları
sebebiyle Ehl-i kitabı kınamıştı, Bu âyetlerde de müminlere iman ve takvayı
emrettikten sonra başkalarını da İslâm'a çağırmalarını emretmektedir.
Ümmet tabiri burada
"topluma önderlik edecek olan grup" anlamına gelmektedir. [156] Yüce Allah müslümanların içinde onlara
önderlik edecek, birlik ve beraberliklerini sağlayacak, onlara iyiliği
emredecek, onları kötülükten sakındıracak, insanları İslâm'a çağıracak bir
sosyal kontrol mekanizmasının bulunmasını istemektedir. Müfessirler
müslümanların böyle bir kurumu oluşturmalarının farz-ı kifâye olduğunu
belirtmişlerdir. Bu görev yerine getirilmediği takdirde, görevin özelliğine
göre o topluluğu meydana getiren yükümlülük çağındaki bütün müslümanlar bu
ihmalden dolayı sorumlu olurlar. [157]
Nitekim Tevbe sûresinin 122. âyetinde de her topluluktan bir grubun gerekiyorsa
ilim yolculuğuna çıkıp dini iyice öğrenmeleri ve toplumlarına döndükleri zaman
onları eğitip uyarmaları istenmektedir. Bu faaliyette görev alanlar:
a) İnsanları
iyiliğe, doğruluğa, güzel ve yararlı olan şeylere çağıracaklar, kötülüklerden
sakındıracaklardır.
b) Toplumun
birlik ve bütünlüğünü sağlayacaklar, onları bölünüp parçalanmaktan
koruyacaklardır.
Sözlükte özellikle
"iyi, iyilik" anlamına gelen hayır, İslâmî terminolojide bu
anlamların yanı sıra "en iyi, (iki veya daha çok şeyden) daha iyi olanı;
yararlı, değerli, üstün; akıl, adalet, fazilet; servet, malî yardım; Allah'ın
insanlar için takdir ettiği iyi durum" gibi mânalarda kullanılan geniş
kapsamlı bir kavramdır. Kelimenin Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde gerek tekil
gerekse çoğul şekliyle sık sık tekrar edildiği görülür. Âyetlerde genellikle
Allah'ın rızâsına uygun düşen, insanların kendileri, aileleri ve toplumları hakkında
faydalı olan, âhirette sevap kazandıran tutum ve davranışlardan, fert ve kamu
yararına olan servet, mülk, kurum ve düzenlemelerden hayır, bunların zıddı
olan şeylerden de şer diye söz edilmiştir. [158]
Mealinde "iyiliği
emredip kötülüğü menetme" diye tercüme ettiğimiz emir bi'1-ma'rûf nehiy
ani'l-münker, dinî ve ahlâkî bütün buyruk ve yasakları kapsayan geniş kapsamlı
bir deyimdir. Urf (örf) kökünden gelen ma'rûf "iyi, iyi olarak bilinen,
örf haline gelmiş olan tutum"; nükr kökünden türetilmiş olan münker ise
"çirkin, kötü, aklın veya dinin kötü kabul ettiği davranış" demektir.
İslâmî terminolojide genellikle mâruf "hayır", münker de
"şer" anlamında kullanılır. Buna go-re emir bi'1-ma'rûf "iyi
olanı emretme, iyiliği ve güzelliği yaymaya çalışma, nehiy ani'l-münker ise
"kötülüğü yasaklama, kötülüğe karşı çıkma" anlamına gelir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
sekiz âyette İyiliği emretme ifadesi yer alır. Bir âyette iyiliği
yasaklayanlar kınanır[159]
Ayrıca otuz âyette mâruf kelimesi "iyilik, iyi güzel, örf haline gelmiş
tutum ve uygulama" gibi anlamlarda geçer. Bu âyetlerin birinde
"Güzel (mâruf) bir söz, arkasından eziyet gelen sadakadan daha
iyidir"[160]buyurulmuştur. Münker
kelimesi ise on altı âyette geçer. Bunların sekizinde mâruf kelimesiyle
birlikte "iyiliği emretme, kötülüğe karşı çıkma" anlamını ifade
edecek şekilde, diğerlerinde ise genel olarak "kötü, çirkin, kamu vicdanını
Tahatstz eden, meşruiyet sınırını aşan tutumlar" anlamında kullanılmıştır.
Mâruf ve münker kelimelerinin Kur'ân-ı Kerîm'deki bu kullanımları hadislerde
de yer alır. [161] İslâm ahlâkına göre
toplu yaşamak zorunda olan insanlık, bu yaşayışın uyumlu olarak
sürdürülebilmesi ve iyiliğin hâkim kılınabilmesi İçin birtakım kurallara
uymakla yükümlüdür. İslâm ahlâkında başlıca toplumsal kurallar dinî buyruk ve
yasaklarla zaman ve mekâna göre değişmezlik kazanmış, her birey, iyiliğin
yaygınlaşması ve kötülüğün önlenmesine kendi ölçüsünde katkıda bulunmakla yükümlü
kılınmıştır. İslâm toplumunun en önemli ilkelerinden olan emir bi'1-ma'rûf
nehiy ani'J-münker görevinin yerine getirilmesi, her müslümanın, toplum
içindeki konumuna, maddî ve manevî gücüne göre katıldığı bir sorumluluktur.
Kur'ân-ı Kerîm'deki ifadesiyle "yeryüzüne sâlih kulların hâkim
olması"[162] idealine hizmet etme
sorumluluğudur. Hz. Peygamber bu görevin önemini ve kapsamını şu şekilde
belirtir: "Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel
olursunuz ve zalimin İki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa zorlarsınız
veya (bunu yapamazsanız) Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine
benzetir ve daha önce İsrâİloğulları'na olduğu gibi size de lanet eder"[163] Kur'ân-ı Kerîm, savaş zamanlarında bile belli
bir topluluğun savaşa katılmayıp, dini öğrenmelerini ve savaşa gidenler
döndüklerinde onları uyarmalarını, iyiliği emretme kötülüğe karşı gelme
faaliyetini sürdürmelerini öngörmüştür. [164] Hz. Peygamber'in şu sözü bu konuyla ilgili
olarak normal şartlarda her müslümana görev yüklemektedir: "Bir kötülük
(münker) gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı
çıksın. Bunu da yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin ki, artık bu da imanın en
zayıf derecesidir"[165] Buna göre:
a)
"Kötülüğü el ile önleme" sorumluluğu, müslümanlan toplumda iyiliğin
kökleşmesini ve kötülüğün giderilmesini sağlayacak bir siyasî güç meydana
getirmek ve sağlam bir toplumsal yapı oluşturmakla yükümlü kılar. Bu sağlam
yapı vicdanı ve ahlâkı bozulmuş olduğu için kötülük işlemekten çekinmeyenleri,
hiç olmazsa açıktan açığa kötülük işlemekten uzak tutar. Ancak hadisin
"kötülüğü el İle önleme" kısmının rast gele kişilerin kaba kuvvet
kullanmalarını, düzensizliği ve başı bozukluğu ifade etmediğini belirtmek
gerekir. Çünkü bundan birçok âyet ve hadiste şiddetle yasaldanım ş bulunan
fitne doğar.
b)
"Kötülüğe dille karşı çıkma" sorumluğu genel olarak iyilikten yana
olma ve kötülüğe tepki gösterme bilincinin toplumda canlı tutulmasını, eğitim,
öğretim, irşad, yazılı ve sözlü yayınlar gibi kurumsal çalışmaların önemini
gösterir. Bunun için âyette "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten
alıkoyan bir topluluk bulunsun" buyurulmuştur.
c) "Kötülüğe kalben buğzetme" bütün
müslümanlar için en düşük düzeyde bir sorumluluktur. Anılan hadiste Hz.
Peygamber bunu "imanın en zayıf derecesi" saymıştır. Çünkü kalple
buğz, -olumlu davranışlarla tamamlanamadığı sürece-"el" ve
"dil" ile kötülüğe karşı koyma yollarına başvurmadaki acizliği ve
güçsüzlüğü gösteren pasif bir tavırdır.
İyiliğe arka çıkıp
kötülüğe karşı koyma, ağır olduğu kadar da değerli bir ödevdir. Ancak insanları
iyilik yapmaya ve kötülükten uzak durmaya çağıran kişinin, öncelikle kendisi
bu görevi yerine getirmelidir. Bununla ilgili bir hadiste bildirildiğine göre
böyle birini cehennemde görenler, "Ey filân, bu ne hal! Sen dünyada
iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışmaz miydin?" derler. Adam şu
cevabı verir: "Ben size iyiliği emreder, fakat kendim yapmazdım; kötülüğü
yasaklar, ancak kendim kötülük yapardım"[166]
Müfessİrler bu görevi
üstlenecek kimselerin, -görevi hakkaniyetle yerine getirebilmeleri İçin- bazı
özelliklere sahip olmalarının şart olduğuna işaret etmişlerdir. Bu kimselerin
her şeyden önce güç ve kudret sahibi olmaları; iyiyi kötüden, hayrı serden
ayırt edecek derecede ilim ehli olmaları ve beşerî münasebetleri güzel bir
şekilde yürütebilecek iyi ahlâka sahip olmaları gerekir. Güçsüz kişiler bu
görevi yerine getiremeyecekleri gibi, cahiller de yerine getiremezler. Bunlar
iyiyi kötüyü birbirinden ayırt edemedikleri için bazan insanları hayır diye
şerre çağırabilirler; kötülükten sakındırmak isterken iyiliği engelleyebilirler.
Yumuşak davra-nılması gereken yerde sert, sert davranılması gereken yerde
yumuşak davranabilirler. Bu görevlerin tatlı bir üslûpta yapılması, görev
yapılırken gönül kırmaktan ve fitne çıkarmaktan sakınılması gerekmektedir.
Nitekim Allah Hz. Peygamber'e kötülüğü en güzel davranışla savmasını emretmiş,
böyle yaptığı takdirde düşmanların dahi dost olacağım bildirmiştir. [167]
105.
Geçmişte peygamberlerin getirdikleri kitaplara ve apaçık delillere rağmen
insanlar, anlamsız ve faydasız tartışmalar yüzünden asıl görevlerini unutmuşlar
ve kendilerine tevdi edilen emaneti koruyamamışlardır. İçine düştükleri ayrılık,
toplumların bölünmesine ve parçalanmasına sebep olmuştur. Sonuçta insanlar
hakkı ayakta tutamaz, iyilikleri tavsiye edemez, kötülükleri engelleyemez
duruma gelmişlerdir. Fakirler, mazlumlar ve âcizler ezilmiş, güçlülerin,
zenginlerin ve zalimlerin haksızlıkları karşısında bîr şey yapılamamıştır.
Neticede insanlar mutsuz olmuşlar, dünya onlar için bir zindan, hayat
katlanılamaz bir işkence haline gelmiştir. Bu yüzden Allah müsliimanları
uyarmakta, geçmiş milletlerin düştükleri hataya düşmemelerini emretmektedir. [168]
106-107.
Kıyamet gününde bazı yüzlerin ağaracağım, bazı yüzlerin de kararacağını
bildiren bu âyetlerde mecazi ifadelerle bazı kişilerin sevineceği ve bazılarının
da üzüleceği anlatılmaktadır. [169] Dünyada
Allah'a ve Resulü'ne inanan, emirlerine uygun hareket edip güzel işler
yapanların âhirette Allah huzurunda yüzleri ak, alınları açık olacak, utanacak
ve üzülecek durumları olmayacaktır. Allah'ın rahmetine erecekleri ve ebedî
kalmak üzere cennetine girecekleri için sevinçli ve mutlu oldukları yüzlerinden
belli olacaktır. Yüzleri kararanlara gelince onlar, dünyada Allah ve Resulü'ne
inanmadıkları veya inandıktan sonra inkâra saparak Allah'ın emirlerine aykırı
davranışlarda bulundukları için âhirette Allah'ın huzurunda kendilerine
"İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz?" şeklindeki azarlama sorusuna
muhatap olunca utanacak ve üzüleceklerdir. Tabii ki o gün utanma veya üzülme
hiçbir fayda sağlamayacak ve dünyadaki inkârları yüzünden âhirette büyük bir
azaba çarpılacaklardır. [170]
108-109.
Müminlere emir, nehiy ve tavsiyelerde bulunan ve bunların olumlu veya olumsuz
yönde uygulanmalarının sonuçlarını bildiren açıklamalar, Allah'ın âyetleri ve
delilleridir. Yüce Allah kimseye zulmetmek istemediği için âhirette hesabını
verecekleri şeyleri peygamberleri vasıtasıyla insanlara haber vermiştir. Artık
bu delilleri gördükten sonra hâlâ doğru yolda yürümeyip yanlış yollara sapanlara
verilecek ceza, Allah'ın bir zulmü değil kendi yaptıklarının bir sonucu olmaktadır.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nun olduğu gibi, bu dünyadaki sınav sona
erdiğinde her şey O'na dönecek, herkes O'nun şaşmaz adaleti önünde yargılanacaktır. [171]
110. Siz, insanlar
için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten
alıkoyarsmız ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbette
onlar için daha hayırlı olurdu; içlerinde inananlar da var, fakat çoğu yoldan
çıkmıştır. 111. Onlar size incitmekten başka zarar veremezler. Sizinle
savaşırlarsa geri dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez. 112.
Allah'tan bir ipe ve insanlardan bir ipe tutunmadıkça, nerede bulunurlarsa
bulunsunlar, onlara alçaklık damgası vurulmuş; Allah'ın gazabına uğramışlar ve
aşağılanmaya mahkûm olmuşlardır. Bu, onların Allah'ın âyetlerim inkâr etmeleri
ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Bu (cüretleri de)
onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarından-dır, 113. Hepsi bir
değildir: Ehl-i kitap'tan geceleri secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini
okuyup duran bir topluluk vardır. 114. Bunlar Allah'a ve âhiret gününe
inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten menederler ve hayırlarda yarışırlar.
İşte bunlar iyi kimselerdendir. 115. Ne hayır yaparlarsa bilsinler ki
karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kötülükten sakınanları bilir. [172]
110. Ümmet
kelimesi 104. âyette olduğu gibi burada da "topluma önderlik edecek olan
grup anlamında kullanılmıştır. [173] Bu
âyet, iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden müslümanlarm başlıca
niteliklerini göstermektedir. Buna göre onlar Allah'a iman ederler. Bunun gereği
olarak peygambere, kitaba, âhiret gününde hesap vereceklerine ve diğer iman
esaslarına inanırlar. İslâm'ın öğrettiği güzel ahlâka sahiptirler; iyiliği
emreder, kötülüğü engellerler ve imanlarının gereğini yerine getirirler. Onlar
iyi amel sahibi olmaları, aşırılık ve sapkınlıktan uzak, dosdoğru, adaletli,
ölçülü, mutedil ve dengeli tutum ve davranışları sebebiyle insanlığa örnek ve
rehber olmaya hak kazanmışlardır. Nitekim bu ümmet hakkında Bakara sûresinin
143. âyetinde "Sizin insanlığa şahitler olmanız için sizi vasat (merkez)
bir ümmet kıldık" buyurulmuştur. Yani yüce Allah müminleri dengeli,
uyumlu, mutedil, hayırlı bir ümmet kılmıştır. Hz. Peygamber güzel ahlâkı
tamamlamak İçin gönderilmiş bir peygamber olduğu gibi (el-Muvatta'',
"Hüsnü'l-huluk", 8), ümmeti de bu ahlâkı yaşamak ve insanlığa
öğretmek İçin görevlendirilmiş en hayırlı ümmettir. Nitekim Hz. Peygamber de
ümmetinin "en hayırlı ümmet" olduğunu vurgulamıştır. [174] Bu
âyetlerde anlatılan vasıfların en hayırlı ümmetin belirgin vasıfları olduğunda
şüphe yoktur. Gerçek müminler de bu vasıflan taşımaktadırlar. Bu sebeple
Allah, insanlığı hakka davet gibi önemli ve şerefli bir görevi onlara
vermiştir. Bu görev daha önce İsrâiloğullan'na verilmişti. Ancak onlar zamanla
bozulmuşlar, bu sebeple başarısızlığa uğramışlar ve bu emaneti koruma liyakatini
kaybetmişlerdir. O halde müslümanlar, kendilerine verilmiş olan bu şerefli görevin
sorumluluğunun bilincinde olmalı ve öncekilerin düştükleri hatalara düşmemelidirler.
Âyette belirtilen vasıflan koruyamaz, verilen görevleri yerine getir-mezlerse
en hayırlı ümmet olma şerefini de yitirirler. Nitekim uzun zamandan beri
müslümanlar imanlarının gereğini yerine getirmedikleri için İnsanlığa rehber olma
liyakatini de gösterememişlerdir. Hatta İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğu
XIX. asır boyunca ve XX. asrın ilk yansında bağımsızlığını dahi yitirmiş ve gayri
müslim milletlerin boyunduruğu altına girmiştir. Onların tekrar üstün konuma
gelmeleri ise âyette ifade ve işaret buyuruluğu üzere, imanda, amelde, ahlâkta,
ilim ve uygarlıkta ilerleyerek bu konumu hak etmelerine bağlıdır,
"Ehl-i kitap da
inanmış olsalardı, elbette onlar İçin daha hayırlı olurdu" diye çevrilen
cümledeki "iman"ın içeriği hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. [175]
111.
Müslümanlar, insanlık tarihinde ortaya çıkarıhşlanndakİ amaca uygun olarak
yaşadıkları ve kendilerinde bulunması gereken vasıflan taşıdıklan sürece Ehl-i
kitabın, özellikle yahudilerin onlann aleyhinde yürüttükleri çirkin propaganda
ve faaliyetler, onlara herhangi bir zarar veremez. Ancak bu çirkin davranışa mâruz
kaldıkları için üzülürler, canlan sıkılır, bundan öte herhangi bir zararlan olmaz;
yahudiler onlarla savaşacak olsalar savaşı bırakıp kaçarlar. Yüce Allah bu
durumu müslümanlara bildirerek onlara moral ve cesaret vermektedir. Nitekim
müslümanlar belirtilen vasıfları taşıdıklan dönemlerde yahudi ve hınstiyanlara
karşı verdikleri mücadelelerde fevkalâde başarılı olmuşlar, onlann yurtlanm fethederek
oralara adalet ve hürriyeti götürmüşlerdir. [176]
112. Kur'an'da "Ehl-i kitap" tabiriyle
genel olarak yahudi ve hıristiyanlar kastedilmektedir. Ancak müfessirler bu
âyette Ehl-i kitaba gönderilen zamirlerin sadece yahudilere ait olduğunu ifade
ederler; yani Allah'ın gazabına uğrayıp kendilerine alçaklık (zillet) ve
aşağılık damgası vurulanlann yahudiler olduğu kanısındadırlar. Nitekim
yahudiler (îsrâiloğulları) hakkında indiği açıkça bilinen Bakara suresinin 61.
âyetinde de aynı konu aynı ifadelerle vurgulanmıştır. Ancak burada yahudilerin
böyle bir cezaya çarptırılmalarının sebebi olarak "Allah'ın âyetlerini
inkâr etmeleri, peygamberlere karşı hasmane duygular besleyip içlerinden
bazılarını haksız yere öldürmeleri, isyankârlık yapmaları ve Allah'ın koyduğu
sınırı aşmaları" gösterilirken, Bakara sûresinde bunlara ilâveten başka
sebepler de zikredilmiştir,
"İp"
anlamına gelen habl kelimesi, burada mecazen "güvence" mânasında
kullanılmıştır. Râzî'ye göre burada Allah'ın İpinden maksat cizyedir; Ehl-İ
kitap cizye denilen vergiyi ödemeyi kabul ettikleri takdirde İslâm devletinin
kendilerine sağlayacağı can ve mal güvenliğinden yararlanırlar. İnsanların
ipinden maksat ise devlet başkanının görüşüne bırakılmış konularda onlara
sağlanan güvencedir; devlet başkanının içtihadına göre bu güvencenin sınırlan
genişleyebilir ve darala-bilir[177]
Hz. Peygamber'den
önceki yahudiler Allah'a verdikleri sözlerde durmadıkları, Allah'ın âyetlerini
İnkâr ettikleri ve kendilerinin haksız olduklarını bile bile peygamberlere
karşı düşmanca duygular besleyip içlerinden bir kısmını yalanladıkları, bir
kısmını da öldürdükleri için, bulundukları her yerde üzerlerine zillet
(alçaklık) ve acizlik damgası vurulmuştur. Daha sonra gelenler öncekilerin
yaptıklarını benimseyip onayladıkları sürece aynı sonuç onlar için de geçerli
olmuştur. Allah'ın kanunlarının korumasına sığınmadıkça ve Allah'ın kullan olan
güçlü topluluklarla anlaşma ve işbirliği yapmadıkça can ve mal güvenliklerini
sağlayamamışlardır. Yahudi tarihinde bu zilletin örnekleri pek çoktur. Meselâ
yahudilerin milâttan önceki Bâbil esareti, milâttan sonra Doğu Roma
İmparatorluğu'nun Kudüs'ü uzun süre işgal altında tutması [178] ve
Hz. Ömer zamanında (638) Kudüs'ün müslümanlar tarafından fethedilmesi [179]
neticesinde yahudilerin 2000 yıl gibi uzun süre millî devletlerini kuramamış
olmaları bu zilletin örnekleridir. Günümüzden 500 sene önce İspanya'da katliama
uğrayan ve sürgün edilen yahudiler, Osmanlı Devleti'nin yardımı ve korumasıyla
Türk yurduna yerleştirilmişler ve böylece yok olmaktan kurtarılmışlardır. Aynı
şekilde II. Dünya Savaşı'nda Nazi katliamına uğrayan Almanya yahudilerinin
önemli bir kısmı da Türkiye Cumhuriyeti'ne sığınmışlardır. [180]
113-115. İlk
âyette geçen "ümmetün kainıetün" tamlaması, "hakkı tanıyan,
doğru davranan, dosdoğru olan ve adaleti yerine getiren topluluk"
anlamlarına gelinektedir. Burada, Ehl-i kitap'tan olup Allah'ın dini üzere
dosdoğru yürüyen kimseler kastedilmiştir. [181]
Tefsirlerde bu
âyetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak bazı farklı rivayetler yer almış olmakla
birlikte[182] konunun akışından üslûpta, mânada bütünlük
bulunmasından bu âyetlerin öncekilerin devamı olduğu anlaşılmaktadır. Önceki
âyetlerde kötü davranışları ve vasıfları sebebiyle Ehl-i kitap kınandıktan
sonra burada da hepsinin aynı olmadığına, içlerinde güzel ahlâk ve iyi
nitelikler taşıyan kimselerin de bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Elmalılı bu
âyetlerin 110. âyette geçen "İçlerinde inananlar da var, fakat çoğu yoldan
çıkmıştır" mealindeki cümlenin açıklaması mahiyetinde olduğu
kanaatindedir. [183]
Kur'an ölçülerine göre
kim zerre kadar hayır işlerse âhirette onun karşılığını görür; kim de zerre
kadar şer işlerse o da onun karşılığını görür[184] Nitekim yüce Allah 113 ve 114. âyetlerde Ehl-i
kitap'tan samimi olarak iman edip sâlih amel işleyenleri övdükten sonra 115.
âyette onların yaptıkları hayırlı işlerin kesinlikle zayi edilmeyeceğini,
karşılıksız bırakılmayacağını ifade buyurmaktadır. Âyetin "Allah kötülükten
sakınanları bilir" mealindeki son cümlesi riyakârlarla samimi müminlerin
birbirinden ayırt edileceğine, riyakârların görünüşteki imanlarının
kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağına işaret eder. Yüce Allah'ın samimi
olarak iman eden Ehl-i kitaba böyle lütufkâr muamelesi İslâm'ın evrenselliği
açısından son derece anlamlıdır. Zira kendilerini Allah'ın çocukları ve sevgilileri
sayan[185] âhiret yurdunu başkaları için değil sadece
kendileri için hazırlanmış bir yurt kabul eden ve yahudiler yahut hıristiyanlardan
başka hiç kimsenin cennete giremeyeceğini iddia eden[186]Ehl-i
kitabın egoizmine kargılık Kur'an, onlardan samimi iman sahibi olanların
yapacağı en küçük bir hayrın dahi karşılıksız bırakılmayacağını haber
vermektedir. [187]
116. İnkâr edenlerin
malları da çocuktan da Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır.
İşte onlar cehennemliklerdir; onlar orada ebedî kalacaklardır. 117. Onların bu
dünya hayatında harcadıklarının misali, kendilerine zulmeden halkın ekinine
isabet edip onu kavuran bir rüzgârdır. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar
kendilerine zulmediyorlar. [188]
116. Müfessirler bu âyette kastedilen
inkarcıların, "Ehl-i kitap'tan olup da Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e iman
etmeyenler" olduğunu söylemişlerse de âyetleri tahsis edecek, bir delil
bulunmadığı takdirde genel anlamlarıyla değerlendirmek daha uygundur. Buna
göre burada, mal ve evlâtlarının çokluğu sebebiyle şımarmış olan dolayısıyla
kendilerine azap edilmeyeceğini iddia eden[189]
asıl iman edilmesi gerekenleri inkâr ederek dinden uzaklaşan herkes uyarılmakta;
mal ve evlât çokluğu gibi maddî ve geçici güçlerin insanları Allah'a
yak-laştıncı ve onun katında değerli kılıcı sebepler olmadığı, bu tür
zenginliklerin Allah'tan gelecek olan cezaları önleyemeyeceği bildirilmektedir.
Bununla birlikte âyet
öncekilerin devamı olarak değerlendirildiği takdirde, burada inkâr edenlerden
maksadın "Allah'a ve âhirete seksiz ve şirksiz iman etmeyen Ehl-i
kitap" olduğunu söylemek de mümkündür. [190]
117.
"Kavuran" diye tercüme ettiğimiz "sırr" kelimesi
"şiddetli soğuk, sıcak zehir ve alevli ateş" anlamlarına gelmektedir.
Âyette sahip oldukları nimetlerden dolayı şımaran ve Allah'a isyan eden
kâfirlerin gösteriş yapmak, insanlar tarafından övülmek veya müslümanları
mağlûp etmek için harcadıkları mallar, zalim bir topluluğun dondurucu rüzgârın
kasıp kavurarak faydasız hale getirdiği ekinine benzetilmiştir. Müfessirler bu
benzetmeyi farklı biçimlerde açıklamışlardır:
a) Bu
benzetme tarafları birçok yönden birbirine benzetilen birleşik bir benzetmedir.
Ancak bu benzetmede "kendisine benzetilen" (ekin) takdir
edilmektedir. Kâfirlerin gösteriş yapmak ve övülmek İçin harcadıkları malların
durumu, dondurucu bir kasırganın kasıp kavurduğu ve kupkuru sap haline
getirdiği ekinin durumuna benzetilmiştir. Bu ekinden bir fayda sağlanamadığı
gibi inkarcıların yaptıkları harcamalardan da herhangi bir fayda sağlanamaz[191]
b)
İnkarcıların dünya hayatında insanlar tarafından övülmek ve şöhret kazanmak
için yaptıkları harcamaların iyi amellerini yok etmesi, dondurucu kasırganın
henüz yeşermekte olan ekini kasıp kavurarak yok etmesine benzer. Onların harcadıktan
bu mallar, kendilerine bir iyilik getirmek şöyle dursun, aksine diğer iyi
amellerini de yok eder ve âhiret hayatlarının mahvına sebep olur. [192]Bu
olay, gıda maddelerine karışan zehirin onları zehirleyip zararlı hale getirmesi
gibidir.
c) Bu misalde ekin
insan hayatını sembolize etmektedir. Çünkü insan hayatta iyi ve kötü işler
yapar, âhirette de bunların karşılığını alır, yani dünyada ne ekerse âhirette
onu biçer. Buna göre yüce Allah bu misalle şöyle bir ders vermektedir: Hava
ekinlerin yetişmesi için yararlıdır. Ancak aşırı sıcak veya soğuk hava zararlı
da olabilir hatta ekinleri yok edebilir. Bunun gibi sadaka verip yardım etmek
de âhiretteki sevabın çoğalmasına yardımcı olabilir. Fakat bu sadaka inkârla
zehirlenmişse o sevabı mahvedebilir de. Allah İnsanın ve onun etkinlikte
bulunduğu alanların mutlak hâkimi olduğu gibi, sahip olduğu servetin de gerçek
sahibidir. Eğer Allah'ın kulu, O'nun iradesinin üstünlüğünü kabul etmez veya
O'nun nimetlerini kullanırken, O'nun kanunlarını çiğnerse suçlu duruma düşer,
hatta bu harcamalarından dolayı cezalandırılır. [193]
Hakkın inkâr edilmesi
ve kabul edeceklerin engellenmesi için yapılan harcamalar, bunu yapanların
güzel vasıflarını da yok etmiştir. Bu harcamalarının karşılığı olarak âhirette
hiçbir şey alamayacakları gibi dünyada da ziyana uğramışlardır. Nitekim bu
sûrenin 22. âyetiyle Bakara süresinin 217. âyetinde kâfirlerin amellerinin
dünyada da âhirette de ziyan olduğu bildirilmektedir. Râzî, konumuz olan âyetle
ilgili çeşitli yorumları verdikten sonra şöyle der: "Biz bu âyeti kâfirlerin
âhiretteki kayıplanyla yorumladık ama, aynı zamanda onların dünyadaki
ka-yıplanyla yorumlamak da uzak bir ihtimal değildir. [194] Âyeti şöyle anlamak da mümkündür: Dünya
hayatını devam ettirebilmek için yaptıkları harcamalar boşa gitmiştir. Çünkü
bu değerli ömür sermayesiyle ebedî saadeti kazanamamışlardır. [195]
118. Ey iman edenler!
Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri
durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret
taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri
açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız! 119. Size gelince işte siz onları
seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz;
onlar sizinle karşılaştıktan zaman 'inandık" diyorlar; yalnız
kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki:
"Öfkenizden çatlayın!" Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir.
120. Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse
buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir
zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır. [196]
118-120.
İslâm'dan önce Medine'de Araplar'la yahudiler arasında dostluk anlaşmaları
vardı. Müminler İslâm'dan sonra da yahudüerle bu dostluğu devam ettirmek
istediler. Fakat yahudiler ve münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her
fırsatta müminlerin aleyhine çaba harcıyorlar, özellikle Hz. Peygamber'in
askerî planları hakkında müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere
ulaştırıyorlardı. Bu sebeple yüce Allah kâfirlerle münafıklara karşı müminleri
uyararak onlardan sırlarını söyleyecek kadar samimi dostlar edinmemelerini,
onlara karşı ihtiyatlı davranmalarını, gerçekte düşman oldukları halde dost
görünenlere sırlarını açmamalarım emretti[197]
Kur'ân-ı Kerîm birçok
âyette müminlerin birbirlerinin dostu ve kardeşi olduklarını[198] bunların
dışındakilerin ister dinsiz isterse yahudiler ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap
olsun, müslümanlann hayatî önem taşıyan sırlarını öğrenecek derecede dostları
olamayacaklarını ifade buyurmuştur. [199]
Çünkü genellikle onlar birbirlerinin dostu müminlerin düşmanıdırlar. Kur1 an
'in bu emrinde yadırganacak bir durum yoktur. Nitekim âyetin akışında her İki
tarafın birbirlerine karşı takındıkları psikolojik ve toplumsal tutum ve
davranışları anlatılarak müslüman olmayanları sırdaş edinmeme gereğinin
gerekçeleri açıklanmıştır:
a)
Müslümanlardan olmayanların sürekli olarak müminler aleyhinde çalışmaları,
onlara zarar vermeleri ve içlerinde fesat çıkarmaya gayret etmeleri.
b)
müminlerin sıkıntıya düşmelerinden memnun olmaları.
c)
müminlerin aleyhinde sürekli olarak propaganda yapmaları ve onlara karşı içlerinde
kin beslemeleri.
d) inançları
gereği müminler, herkesin -bu arada kâfirlerin ve münafıkların dahi- iyiliğini
İstedikleri, onların hukukunu gözettikleri ve onlara sevgiyle yaklaştıkları
halde onların müminleri sevmemeleri ve haklarında iyi davranmamaları.
e) müminler
ilâhî kitapların tamamına inandıktan ve bu kitapların mensuplarına saygılı
davrandıkları halde kâfirlerin Kur'an'a inanmamaları, münafıkların da müslümanlara
karşı İkiyüzlü davranmaları, görünüşte müslüman olduklarım söyleyip gerçekte
inanmamış olmaları ve inananlara karşı kin gütmeleri.
f)
kâfirlerin ve münafıkların, müminlerin birlik ve beraberliklerine,
başarılarına, zaferlerine ve refahlarına üzülmeleri; başarısızlıklarına,
yenilgi, hastalık ve benzeri sıkıntılarına sevinmeleri. [200]
119. âyetin
ilk cümlesi bazı müfessirlerce şöyle de yorumlanmıştır: Siz onları seversiniz,
yani onların müslüman olmalarını istersiniz. Çünkü İslâm her şeyden hayırlıdır.
Oysa onlar sizi sevmezler, yani sizin kâfir olmanızı isterler, kâfir olmak ise
her şeyden kötüdür. [201] "Yalnız
kaldıklarında ise sîze karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar"
cümlesi münafıkların müminlere karşı besledikleri kin ve nefretin şiddetini
ifade eder. Bu sebeple onların görünüşte "inandık" demelerine ve
sahte dostluk göstermelerine aldanmamak gerekir.
Rivayete göre zeki ve
kabiliyetli bir kâtip olan Hireli gayri müslim bir genci devlet işlerinde
istihdam etmesi Hz. Ömer'e tavsiye edilmiş; fakat Hz. Ömer "Müslümanlardan
başkasını kendime sırdaş mı edineyim?" diyerek bu teklifi reddetmiştir.
Meşhur müfessir İbn Kesîr bu rivayete dayanarak İslâm devletinin vatandaşı
olan gayri müslimleri (zimmîler), devletin gizli işlerinde istihdam etmenin
caiz olmadığını belirtir. Gerekçe olarak da bu vatandaşların, müslümanların
sırlarını onlara düşman olan gayri müslimlere verebileceklerini gösterir (II,
89).
Şüphesiz ki mümin
olmayanları sırdaş edinme yasağı, onlarla iyi geçinmemek anlamına gelmez.
Toplum ve devletin emniyet ve selâmeti bakımından devlet sırlarını onlara
verecek derecede kendileriyle samîmi olmak veya devletin sırlarını ya da
menfaatlerini alâkadar eden önemli görevleri onlara teslim etmek sakıncalı
olmakla birlikte, onlarla beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesinde bir sakınca
yoktur. Kur'an müslümanlara karşı düşmanca tavır almayan gayri müslinı-lerle
beşerî ilişkilerin iyi yürütülmesini, gerektiğinde onlara iyilik edilmesini,
haklarında adaletli davranılmasmı tavsiye etmekte ve böyle yapanları yüce Allah'ın
sevdiğini bildirmektedir. [202] Samimi dost edinilmeleri
yasaklananlar ancak İslâm'a ve müslümanlara karşı düşmanca tavır alanlar,
onlarla savaşmak ve onları yurtlarından çıkarmak için birbirlerine destek
verenlerdir. Bu tür gayri müslimlerle dostluk bağlan kuranları yüce Allah
zalimler olarak nitelemiştir. [203]
İslâm, dinin temel
ilke ve amaçlarına ters düşmeyecek ölçüler içinde gayri müslimlerle ilim,
teknik ve sanat alışverişinde bulunmayı yasaklamaz. Çünkü ilmin vatanı ve
milliyeti yoktur. İlim müslümanın yitiğidir onu nerede bulursa alır.
Bu konularda
müsliimanlar din ayırımı yapmaksızın herkesten istifade edebilirler ve kendi
birikimlerinden başkalarını yararlandırırlar. Nitekim tarihte de böyle yapmışlardır. [204]
120. âyette,
kâfirlerin ve münafıkların müsliimanlann en küçük başarılarına, birlik,
beraberlik ve refahlarına tahammül edemedikleri; müminlerin başına gelecek
kötülük ve sıkıntılara sevindikleri bildirilmiş; onların bu menfi tutumlarına
rağmen müslümanlara sabırlı olmaları, onlarla samimi dost olmaktan kaçınmaları,
ancak onların hukukunu çiğnemekten de sakınmaları tavsiye edilmiştir. Zira bu
davranış düşmanlıkların ortadan kalkmasına, dostlukların gelişmesine sebep
olur. Nitekim Fussilet sûresinin 34. âyetinde, "Sen (kötülüğü) en güzel
olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık
bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!" buyurulmuştur.
Âyette, bu tedbirler alındığı takdirde onların tuzaklarının müminlere hiçbir
zarar vermeyeceğine dikkat çekilmiştir. Allah'ın onların yaptıklarını hem
bilgisiyle hem de kudretiyle kuşatmış olduğunun belirtilmesi, onların,
Allah'ın bilgisi dışında ve izni olmadan hiçbir şey yapamayacaklarını ifade
eder. [205]
121. Hani sen sabah
erkenden ailenden ayrılmıştın, savaşmak için müminleri mevzilere
yerleştiriyordun. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir. 122.0 zaman
sizden iki bölük, Allah onların velisi olduğu halde bozulup çekilmeye yüz
tutmuştu; müminler yalnız Allah'a güvensinler. 123. Andolsun ki Allah size
Bedir'de de yardım etmişti; oysa siz o zaman zayıftınız. Allah'a isyandan
sakının ki şükretmiş olasınız. 124. O zaman inananlara şöyle diyordun:
"Rabbinizin, indirilen 3000 melekle size yardım etmesi sizin için yeterli
değil mi?" 125. Evet, eğer siz sabır gösterip disiplinli davranırsanız,
onlar şu anda süratle üzerinize gelseler bile rabbiniz size nişanlı 5000
melekle yardım edecektir. 126. Allah bunu, sırf size bir müjde olsun ve bununla
kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır. Zafer, yalnız güçlü ve hikmet sahibi Allah
katından gelir. 127. İnkâr edenlerin bir kısmını kesmek veya onları ümitsiz
olarak geri dönecek şekilde bozguna uğratmak için (yapmıştır). 128. (Resulüm!)
Bu işte senin yapacağın bir şey yok. Allah ya onların tövbelerini kabul eder
veya onları cezalandırır. Çünkü onlar zalimlerdir. 129. Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar dilediğine azap eder. Allah
bağışlayandır, merhamet edendir. [206]
121-122. Bu
âyetler, Uhud savaşıyla ilgili olup 120. âyette yer alan sabretme ve disiplinli
davranma tavsiyelerine uyulmadığı takdirde neler olabileceğini müs-lümanlara
göstermek ve bundan ders almalarını sağlamak için savaş günlerinde cereyan eden
bazı önemli olaylar hatırlatmaktadır.
Uhud, Medine'nin
yaklaşık 7.5 km. kuzeyindeki meşhur dağın ismi olup savaş bu dağın eteklerinde
meydana geldiği için bu adı almıştır. Uhud savaşı, hicretin 3. yılında (625)
ve Bedir Savaşı'ndan yaklaşık on beş ay sonra şevval ayının ortalarında
cumartesi günü meydana gelmiştir. Kureyşliter Bedir Savaşı'ndaki (624)
yenilginin ve kaybettikleri yakınlarının intikamını almak maksadıyla Ebû
Süfyân'm kumandasında, çeşitli Arap kabilelerinden oluşan 3000 kişilik bir orduyla
Medine üzerine yürüyerek şehrin kuzeyindeki Uhud dağı yakınlarında bir yerde
mevzilendiler. Durumu haber alan Hz. Peygamber arkadaşlarını toplayıp şehrin
içinde kalarak savunma savaşı veya dışarı çıkarak meydan muharebesi yapma
konusunda onlarla İstişare etti. Hz. Peygamber ve tecrübeli sahâbîler Medine
içinde kalıp savunma savaşı yapma taraftarıydılar. Münafıkların reisi Abdullah
b. Übey b. Selûl de aynı kanaatte idi. Bu görüşü benimseyenler, Medine'nin
tabii durumunun savunmaya elverişli olduğunu, şehir içerisinde düşmanı
kuşatmanın daha kolay olacağını ve böyle bir savaşta kadın ve çocukların da
yardım edebileceklerini söyleyerek tezlerini savundular. Fakat özellikle Bedir
Savaşi'na katılmamış olan genç sahâbîler düşmanı Medine dışında karşılamak ve
meydan savaşı yapmak istediler. Bunların ısrarlı istekleri üzerine Hz.
Peygamber şehrin dışına çıkmaya karar verdi, 1000 kişilik bir ordu hazırladı,
zırhını giyerek ordusunun başına geçti. Durumun ciddiyetini sonradan kavramış
olan gençler Hz. Peygamber'in içtihadına aykırı bir görüşte ısrar edip onu
istemediği bir işe razı ettikleri için pişman oldular, bu durumu Hz.
Peygamber'e arzettİlerse de Resulullah, "Bir peygamber zırhını giydikten
sonra, Allah (onunla düşmanı arasında) hükmünü verinceye kadar savaşmadan onu
çıkarması doğru değildir" buyurdu[207]
Hz. Peygamber
ordusuyla düşmanı karşılamak üzere Medine dışına çıktı, Şavt denilen yere
geldiklerinde münafıkların reisi Abdullah b. Übey "Muhammed bizi
dinlemedi, çoluk çocuğu dinledi, bizim görüşümüz bu değildi" diyerek 300
kişilik taraftanyla birlikte ordu saflarından çekildi. Bu durum müslümanlar
üzerinde olumsuz etkisini gösterdi, karışıklıklara sebep oldu. Nerede ise
Harîseoğullan ite Selemeoğuüan da bunların etkisinde kalıp ordu saflarını
terkedeceklerdi. Ancak Allah'ın yardımı ve sahabenin kararlılığı sayesinde bu
düşünceden vazgeçtiler (122. âyette bozulmaya yüz tuttuğu bildirilen iki bölük
bunlardır). Hz. Peygamber kalan 700 kişi ile yoluna devam etti. Uhud'a
vardığında dağı arkalarına, düşmanı karşılarına alacak şekilde ordusunu
düzenledi. Ancak burada düşmanın sızabileceği bir geçit daha vardı, oraya da
Abdullah b. Cübeyr komutasında elli kişilik bir okçu birliğini yerleştirdi ve
onlara şu talimatı verdi: "Oklarınızla bizi savunun, sakın arkamızdan
gelmelerine izin vermeyiniz, yensek de yenilsek de hiçbir şekilde yerinizden ayrılmayınız,
kuşların etlerimizi gagaladığını görseniz bile sakın yerinizi
terketmeyiniz!" [208]
121. âyet Hz. Peygamber'in bu şekilde müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek
üzere aİ-lesinden ayrılıp cepheye geldiğini ifade etmektedir.
Müslümanlar, gerek savaşçı
sayısı gerekse silâh gücü bakımından kendilerinden kat kat üstün olan düşman
ordusuyla savaşa tutuştular. Başlangıçta İslâm ordusu üstün duruma geçti ve
düşmanı bozguna uğrattı. Ancak bu başarıyı kesin zaganimet toplamaya
başladılar. Hz. Peygamber'in geçidi korumakla görevlendirdiği okçular da
arkadaşlarının kaçan düşmanın bıraktığı ganimeti topladıklarını görünce,
kumandanları Abdullah b. Cübcyr'in ısrarlı uyanlarına ve Hz. Peygamber'in kesin
emrini hatırlatmasına rağmen, ganimet toplayanlara katılmak üzere yerlerini
terkettiler. Kumandanın yanında sadece birkaç kişi kalmıştı.
Böyle bir fırsatı
yakalamak için pusuda bekleyen düşman süvarilerinin kumandanı Hâlid b. Velîd,
derhal harekete geçip dağın çevresini dolaşarak bu geçitten saldırıya başladı,
kendisine karşı geçidi savunmakta olan Abdullah b. CübeyrM yanındaki birkaç
okçu ile birlikte kılıçtan geçirerek İslâm ordusuna arkadan saldırdı. İkİ
kuvvet arasında kalan İslâm ordusu şaşırıp neye uğradığını bilemedi, müminler
Hz. Peygamberin çevresinden dağılıp kaçmaya başladılar. Bu arada dağılmış olan
Mekke ordusu toparlandı ve geri dönerek saldırıya geçti. Hz. Peygam-ber'in
yanında düşmana karşı cesaretle savaşan çok az müslüman kalmıştı. Bu durum
savaşın müslümanlann aleyhine dönmesine sebep oldu, Hz. Peygamber'in yanındaki
müslümanlar, onun hayatını korumak için her şeyi göze alıp ölüm kalım savaşı
vermelerine rağmen Hz. Peygamber alnından ve yanağından yaralanmış, daha önce
düşman tarafından kazılmış olan bir çukura düşüp dişi kırılmıştı. Resû-lullah
yüzünden akan kanlan silmeye çalışırken şöyle diyordu: "Peygamberlerini
yaralayan bir kavim nasıl iflah olur?" [209]
Bununla beraber o, düşmanlarını lanetlemiyor, aksine onların hidayete ermeleri
için dua ediyordu. Tam bu esnada Resûlullah'ın şehit olduğu söylentisi yayılmaya
başladı. Sahabe bu söylentiden o derece etkilendi ki Hz. Peygamber'i kahramanca
savunanlar bile cesaretlerini yitirdiler ve onun yanında sadece birkaç fedakâr
müslüman kaldı. Sahabeden biri Hz. Peygamber'in sağ olduğunu görünce "İşte
Allah'ın resulü burada!" diye bağırmaya başladı. Hz. Peygamber'in yaşamakta
olduğunu haber alan müslümanlar tekrar onun etrafında toplandılar ve dağın
emin bir yerine çekildiler.
Ebû Süfyân
kumandasındaki Kureyş ordusu Hz. Peygamber'in öldürüldüğü haberine aldanıp işin
bittiğini zannettiği için bu fırsatı değerlendirerek müslüman-lan takip etmeyi
düşünememişti. Düşmanın bu durumunu farketmiş olan Hz. Peygamber bunu,
düşmanın kendisinden uzaklaştırılması için Allah Teâlâ tarafından verilmiş bir
fırsat olarak değerlendirmiş ve kendisinin sağ olduğunu müslümanla-ra duyurmak
isteyen Kâ'b b. Mâlik'i susturmuş, böylece düşmanın yeni bir saldı-nya
geçmesini önlemişti. Gerçekten müslümanlar perişan bir şekilde dağılmışlar,
Kureyşliler'in önlerine çıkacak hiçbir engel kalmamıştı; kazandıkları zaferi
sonuna kadar götürebilirlerdi. Fakat Allah peygamberini ve müslümanlan
korumuştu[210]
123. Bedir,
Medine'nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta,
Medine-Mekke ticaret yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan
küçük bir kasaba idi. Müslümanlar hicretin 2. yılının (624) Ramazan ayında
burada Mekkeli müşriklerle yaptıkları ilk savaşta yüce Allah'ın yardımıyla
kendilerinden sayıca çok daha fazla, silâh bakımından daha üstün olan düşmanlarını
yenmişlerdi. İşte bu âyette Allah'ın yardımıyla kazanılan o zafer hatırlatılarak
müslümanların Allah'a şükretmeleri, O'nun emrinden çıkmamaları, savaşta
korkaklık ve zaaf göstermemeleri gerektiğine işaret edilmiştir. [211]
124-125.
Rivayete göre müslümanlar Bedir Savaşı'nda Kürz b. Câbir el-Mu-hâribî adında
bir Arap liderinin, yanındaki savaşçılarla birlikte müşriklere yardıma
geleceğini haber alınca kaygılanmışlar; bunun üzerine Hz. Peygamber aldığı
vahye dayanarak bu âyetlerde belirtildiği şekilde müslümanlara müjde vermiş ve
onların morallerini yükseltmiştir. Müşriklerin yenilgiye uğradıklarını haber
alan Kürz İse yardıma gelmekten vazgeçmiştir. [212]
Yüce Allah Bedir
Savaşı'nda müslümanlara yardım etmek üzere önce bin melek göndermiş [213] daha
sonra bu Kürz haberi üzerine müslümanların morallerini takviye etmek amacıyla
3000 melek daha göndererek müşriklerin yenilgiye uğramalarını hızlandırmıştır.
Ayrıca Kürz hemen yardıma gelecek olursa müminlerin sabretmeleri ve Allah'ın
emrine aykırı davranmaktan sakınmaları şartıyla özel İşaretli ve eğitimli 5000
melekle desteklenecekleri de müminlere haber verilmiştir. Kürz müşriklere
yardıma gelmekten vazgeçtiği için bu melekler de gelmemişlerdir. [214]
Bedir Savaşı'nda
müminlerin meleklerle desteklenmesi konusuna Enfâl sûresinin 9 ve 12.
âyetlerinde de açık biçimde değinilmiş ve bazı sahâbîler meleklerin bizzat
kâfirlerle savaştıklarını ve onları öldürdüklerini ifade etmişlerdir. [215] Melekler
gayb âlemine ait varlıklardır, onların savaşa katılmaları da mucizedir. Gayb
âlemi ve mucize akıl üstü alanlar olduğu için, meleklerin gelmesini
"moral gücü" olarak te'vil edip aklîleştirmek doğru değildir. [216]
Hz. Peygamber Uhud'da
arkadaşlarını savaş düzenine sokarken onlara Bedir Savaşı'ndaki bu durumu
hatırlatarak morallerini yüksek tutmaya çalışıyor ve Allah'ın, Bedir'de nasıl
meleklerle müminlere destek verdiyse burada da sabır ve sebat ettikleri
takdirde yine kendilerine meleklerle yardım edeceğini haber veriyordu. [217]
126-127.
Yüce Allah bu melekleri sırf müminler için bir zafer işareti olsun ve kalpleri
yatışıp moralleri yükselsin diye göndermiştir. Yoksa zafer O'nun kendi
elindedir. O dilediği takdirde melek göndermeden de düşmanın kalbine korku
salar ve müminlere zafer kazandırırdı. Nitekim "Zafer, yalnızca güçlü ve
hikmet sahibi Allah katından gelir" ifadesi bunu vurgulamaktadır. Ama
O'nun hikmeti melek göndererek yardım etmeyi gerektirdiği için böyle yapmıştır.
127. âyette "bir kısmı" diye tercüme edilen taraf kelimesi
"eşraf, liderler ve kumandanlar" anlamlarına gelmektedir. Yüce Allah
kâfirlerin ileri gelenlerinden bir grubun kökünü kesmek, bir grubu da perişan
etmek suretiyle hüsrana uğratmak için bu yardımı yapmıştır. Nitekim burada söz
konusu edilen Bedir Savaşı'nda başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri
gelenlerinden birçoğu öldürülmüş veya esir edilmiştir. [218]
128-129.
Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber savaşta yaralanınca
"Peygamber'ini yaralayan kavim nasıl felah bulur?" buyurmuş, bunun
üzerine 128. âyet inmiştir. [219]
Bu âyetlerle kâfirler
hakkında dünyada ve âhirette verilecek hükümde Hz, Peygamber'İn herhangi bir
müdahalesinin söz konusu olmadığı, hükmün tamamen Allah'a mahsus olduğu
hatırlatılmaktadır. Nitekim bazı âyetlerde Hz. Peygam-ber'in görevinin sadece
tebliğ etmek olduğu bildirilmiş, hidayetin tamamen Allah'ın iradesine bağlı
bulunduğu vurgulanmıştır. [220] Bir başka anlatımla,
yüce Allah burada Resûl-i Ekrem'e hitaben şöyle buyurmaktadır: Ey Resulüm!
Onları helak veya tövbelerini kabul etmek yahut kâfir olarak öldürüp âhirette
cezalarını vermek senin isteğine değil, bizim hikmetimize ve irademize bağlı
bir şeydir. Hikmetimiz neyi gerektirirse onu yaparız. Senin bu İşte herhangi
bir müdahalen söz konusu değildir. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Müşrikler de bu egemenlik alanının dışında değildir. Allah
onlardan dilediğini affeder, dilediğini de hak ettikleri ve iradelerini kötüye
kullandıkları için cezalandırır. Şüphesiz O'nun bağışlaması çok olduğu gibi
azabı da şiddetlidir.
İbn Âşür'un belirttiği
üzere Hz. Peygamber Bedir Savaşı'nda meleklerin müşrikleri yok etmek için
indiğini görünce onların hepsinin helak edileceğini düşünmüş, bunun üzerine
yüce Allah onların tamamının kökünü kesmeyi murat etmediğini, bilâkis onlar
hakkında farklı takdirlerde bulunduğunu bildirmiş olabilir. Nitekim
müşriklerden bir grubu helak ederken, bir grubu kedere boğup bu halde geri
çevirmiş, başka bir grubun ise sonra İman edip müslümanlann saflarında yer
almalarını takdir buyurmuş, nihayet bir grubu da kâfir olarak öldürüp hesabını
âhi-rete bırakmıştır[221] Bu
âyette ayrıca Uhud Savaşı'nda da müşriklerin çoğunun helak edilmeyeceğine,
bunların ileride İslâm'ı kabul edip müslümanlann saflarında yer alacaklarına
işaret vardır. [222]
130. Ey iman edenler!
Kat kat faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. 131. Kâfirler
için hazırlanmış ateşten sakının. 132. Allah'a ve Peygamber'e itaat edin ki
rahmete erdirilesiniz. 133. Rabhini/in mağfiretine re lak vâ sahipleri için
hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın!
134. İşte onlar bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini j
enerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever. 135. Onlar
çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allah'ı
hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları
Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar
etmezler. 136. İşte onların yaptıklarının karşılığı rableri tarafından bir
bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar orada temelli
kalacaklardır. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir! [223]
130-132.
Yüce Allah'ın, bir taraftan müslümanlann Uhud Savaşı'ndaki durumlarını diğer
taraftan da Bedir Savaşı1 nda melekleri göndererek müstümanlara yardım ettiğini
ve bu yardımın sebeplerini hatırlatırken Türkçe'de "tefecilik" deyimiyle
de ifade edilen "kat kat faiz yeme" yasağına geçilmesinde bir hikmet
olmalıdır. Uhud'daki yenilginin en önemli sebebi, bir kısım müslümanlann
servet gailesine düşmeleri olmuş ve ganimet toplama hırsları, kazanmak üzere
oldukları zaferi yenilgiye çevirmiştir. İşte hikmet sahibi Allah'ın, burada
faizcilik ve tefeciliği yasaklamasını bu sebebe bağlı olarak açıklamak uygun
olur. Çünkü tefecilik yapanların, hak edilmemiş kârlarını arttırmaktan başka
bir şey düşünmeyecek kadar kazanına hırsına kendilerini kaptırdıkları, kamu
yararını ve dar gelirlilerin halini düşünmedikleri yaşanan bir gerçektir. Bu
durum, haksız kazanç ve servete düşkünlüklerini daha da arttırmaktadır.
Sözlükte ribâ
"herhangi bir şeydeki artış ve fazlalık" anlamına gelir. Terim olarak
ribâ borç verilen bîr parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri
almanın veya herhangi bir borç ilişkisiyle doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacak
için ek vade tanıyıp vade sonunda bu alacağı fazlalıkla tahsil etmenin yahut bu
şekilde alınan fazlalığın adıdır. Türkçe'de daha çok faiz kelimesi yaygınlık
kazanmış olup genelde ribâ ile eş anlamlı olarak kullanılır. Bu türden şart ve
uygulamaları içeren işlemlere de faizli işlemler denir.
Ribâ (faiz) hakkında
Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde geniş bilgi verilmiştir. Aşağıda bu
âyetin faiz yasağının hangi aşamasında geldiği ve kapsamı hakkında kısa bir
açıklama yapılacaktır.
Kur'an'da ribâ yasağı
dört aşamada gerçekleştirilmiştir. Mekke döneminde inen konuya ilişkin ilk
âyette, faizin Allah katında bereketsiz bîr kazanç olduğu, malı arttırmayıp
tersine bereketi giderdiği bildirmiş; buna karşılık Allah rızâsı için verilen
zekâtın malı arttıracağı vurgulanmıştır[224] Bu
ilk aşamada faiz açıkça yasaklanmamakla birlikte Allah katında çirkin
görüldüğüne ve bereketsizliğine değinilerek kötülenmiş, Câhil iye döneminde
bile çirkin bir kazanç olarak telakki edilen faizin kaldırılması için
psikolojik bir zemin hazırlanmıştır.
İkinci aşamada, Medine
döneminde İnen Nisa sûresinin 160-161. âyetlerinde, faizin yahudilere haram
kılınmış olmasına rağmen onların bunu helâl sayarak alıp vermeye devam etmeleri
yüzünden birçok cezaya çarptırıldıkları haber verilmiş, yine dolaylı bir
şekilde faiz yasağına temas edilmiştir.
Üçüncü aşamayı
oluşturan ve konumuz olan âyetlerde faiz açıkça yasaklanmış ve kurtuluşa
ermenin Allah'ın bu yasağına uymaya bağlı olduğu belirtilmiştir. Müfessirler
130. âyette geçen "kat kat" kaydının, faiz yasağının sınır ve
şartlarının belirtilmesi amacıyla değil Araplar'ın o günlerde en çok
uyguladıkları bir faiz şeklinin açıklanması maksadıyla zîkredildiğini kabul
ederler[225] Bir başka ifadeyle
buradaki üslûp, ilk planda Mekke'de yaygın olan bileşik faizli borç işlemlerini
hatıra getirmekle beraber, âyetteki kat kat kaydı tek dereceli faizin helâl
olduğu anlamında olmayıp devrin Arap toplumunda yaygın olan ve vadesinde
ödenmeyen borçlar hakkında yapılan tefecilik uygulamalarının kötülüğüne yapılmış
özel bir vurgu niteliğindedir.
Dördüncü aşamada İnen
Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde artık faiz, bir önceki kaydı da
taşımaksızın kesin ve sert bir üslûpla yasaklanmış, faizi bırakanlara geçmişte
aldıklarından sorumlu tutulmamak gibi bazı teşvikler getirilirken faizde ısrar
edenlerin Allah ve Resulü'ne savaş açmış olacakları belirtilmiştir. Bu
âyetlerde faizin alışverişten farktı olduğu vurgulanmış, faizin dünya ve
âhiretteki kötü sonuçlarına işaret edilmiştir.
131. âyette
"Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının!" buyunılarak faiz yiyenlerin
âhirette kâfirler için özel olarak hazırlanmış olan cehennemde cezalandırılacaklarına
işaret edilmekte, 132. âyette ise Allah'ın rahmetine ve bereketine ere-bilmek
için Allah ve Resûlü'nün emir ve yasaklarına itaat etmenin gereği vurgulanmaktadır, [226]
133-135. Bu
üç âyette faizin, onu alan insanda meydana getirdiği bencillik, cimrilik, hırs
ve açgözlülük; verende de sebep olduğu nefret, kıskançlık, kızgınlık ve
düşmanlık gibi duyguları giderecek, bu hastalıkları tedavi edecek ana ilkeler
yer almakta ve İslâm ahlâkının bir özeti verilmektedir. 131. âyette faiz
yemekten sakmıldığı takdirde kâfirler için hazırlanmış olan cehennemden
kurtuluşa işaret edildiği gibi, burada da âyetlerde belirtilen ahlâkî nitelikleri
kazananlara verilecek mükâfatlar bildirilmekte ve müslümanlar bu yöne
yönlendirilmektedir. 133. âyette rabbimizin bağışına, gökler ve yer
genişliğindeki cennetine kavuşmanın, bütün ahlâkî davranışlarımız için temel
gaye olduğu bildirilmekte; iyiliği, birtakım dünyevî menfaatler kaygısıyla
değil de sırf Allah'a saygı ve sevgi demek olan takva saikiyle sadece ulırevî
saadet uğruna yapmak gerektiği hatırlatılmaktadır, 134 ve 135. âyetlerde İse
İslâm'da ideal ahlâk tipi olan "takva sahibi (muttaki) insan"m temel
ahlâkî nitelikleri sayılmaktadır. Bunlar her durumda cömert olmak, öfkeyi
yenmek, İnsanları bağışlamak, kendi hatasını kabul etmek ve bundan vazgeçmek
gibi niteliklerdir. Bu vasıflar, ancak ihtirasları ve bencil duygulan
karşısında hürriyetine kavuşmuş üstün ruhların erdemleridir.
Sözlükte
"örtmek" anlamına gelen mağfiret kelimesi, terim olarak "yüce Allah'ın,
kulların suç ve günahlarını affetmesi" anlamında kullanılmaktadır. Cennet
de sözlükte "bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer" demektir.
Terim olarak cennet, "çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve içinde
müminlerin ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu" anlamına gelir, İbn
Aşûr'a göre âyetteki "gökler ve yer kadar geniş olan" kaydı,
cennetin sınırlarını gösteren değil, temsilî olarak cennetin çok büyük ve
geniş olduğunu ifade eden bir kayıttır. Nitekim Hadîd sûresinin 21. âyetinde bu
durum açıkça ifade buyurulmuştur[227]
134. âyette geçen
serrâ' kelimesi tefsirlerde "sevinç ve rahatlık veren durum"; darrâ'
ise "zarar ve sıkıntı veren durum" şeklinde açıklanmıştır. Buna göre
buradaki iki tür harcama, "zenginlik ve fakirlik halinde",
"sevinçli ve kederli zamanlarda", "hayatta iken ve ölüme bağh
tasarruf yoluyla" yapılan harcamalar şeklinde anlaşıldığı gibi
"akrabaya sevinç veren yardımlar ve düşmanı yenilgiye uğratmak için
yapılan masraflar" şeklinde de anlaşılabilir.
Yüce Allah, bir Önceki
âyette kullarını takva sahipleri için hazırlanmış olan cenneti kazanmak
maksadıyla yarışmaya çağırınca, takva sahiplerinin kimler olduğu ve hangi nitelikleri
taşıdıkları merak konusu olmuş; bu sebeple bu âyetlerde takva sahiplerinin
nitelikleri anlatılmıştır. Bunlar:
a) Bollukta
ve darlıkta Allah yolunda infak ederler, yani mallarını iyilik yolunda
harcarlar. Her iki durum da onların davranışlarını değiştirmez: Bolluk, kendilerini
bencilleştirip aldatmadığı gibi darlık da onlara Allah yolunda harcamayı
unutturmaz.
b)
Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar. "Öfke" diye
çevirdiğimiz gayz kelimesi terim olarak "hoşlanılmadık bir şeye karşı
insanın duyduğu heyecan" anlamına gelir. Gazabın aslı olduğu kabul edilir.
Gazap intikam iradesini doğurduğu ve gayri İhtiyarî olarak yüzde ve diğer
azalarda belirtileri görüldüğü halde gayz sadece kalpte olan bir duygudur[228]
Âyetin tasvirine göre insanlardaki takva duygusu bu konularda da etkili olmakta
ve olaylar karşısında öfkeyi yenmelerini ve insanları bağışlamalarını
sağlamaktadır. Nitekim âyette geçen kâzım (çoğulu kâzımın) kelimesi
"öfkesini yenen, gücü yettiği halde, zarar gördüğü kimselere karşı
intikama kalkışmayan, sabreden" anlamlarına gelmektedir. [229]
c) Bir
kötülük veya kendilerine zulmetme mânasında bir günah işlediklerinde hemen
Allah'ı anar ve günahlarına tövbe ederler, yaptıklarında ısrar etmezler. Âyette
geçen fahişe kelimesi "çirkin ve iğrenç iş veya söz" anlamına gelir.
Özel olarak "zina" anlamında kullanılmaktadır; nefse zulmetmek ise
"herhangi bir günah İşlemek" demektir. Bu günahların başında Allah'a
ortak koşmak (şirk) gelmektedir. Bununla birlikte fahişe "başkasına karşı
işlenen günah, nefse zulmetmek" ise "kişinin kendisini ilgilendiren
ve başkasıyla ilgisi olmayan günah" olarak yorumlandığı gibi[230]
fahişe "büyük günahlar" diğeri ise "küçük günahlar" olarak
da yorumlanmıştır [231]
Yarattığı insanın iyi hasletlerini ve zaaflarını çok iyi bilen yüce Allah,
şefkat ve merhametinin gereği olarak günahkâr bir mümini -büyük günah dahi
işlese- müminlerin safından çıkarmadığı gibi, Allah'ın huzurunda hesap
vereceğini düşünerek yaptığma pişman olan, tövbe ve istiğfar eden kimseyi de
cennete girecek takva sahiplerinin safından ayırmamıştır.
Takvadan kaynaklanan
hasletleri taşıyanlar ve gereğini yerine getirenler Allah katında sevilen
kimselerdir. Allah âhirette onların mükâfatını verecektir[232] Hz.
Peygamber buyurmuşlardır ki: "Asıl pehlivan güreşte rakibini yenen değil
kızdığı zaman öfkesine hâkim olan kimsedir"[233]
Ancak şahsî meselelerde öfkeyi yenmek Allah'ın emri olup beğenilen ve övülen
bir davranış olmakla birlikte kamuyu ilgilendiren meselelerde toplum düzeninin
bozulmasına ve kötülüklerin yayılmasına yol açabilecek durumlar karşısında
gevşeklik göstermemek gerekir.
Uhud Savaşı'ndaki
yenilgide, faizcilerde de bulunan kötü duyguların ve özellikle maddeye
düşkünlüğün rolü İnkâr edilemez bir gerçektir. Bu sebeple yüce Allah kullarım,
insanlara kötü vasıflar kazandıran faizi bırakmaya, Allah ve Resulü'ne itaat
etmeye, kendisinin mağfiretini ve takva sahibi kimseler için hazırlanmış olan
geniş cennetleri kazandıracak işlerde yarışmaya çağırmakta ve bu güzel
davranışta bulunan kullarını sevdiğini bildirmektedir. [234]
136. Yüce Allah
yukarıdaki özellikleri taşıyan takva sahibi müminlerin geçmiş günahlarını
affedeceğini ve onları içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan
cennetlere yerleştireceğini vaad etmektedir. Bu mükâfat onların amellerinin
gereği değil Allah'ın onlara bir lütfü ve vaadinin sonucudur. [235]
137. Sizden önce nice
uygulamalar geçmiştir. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun ne olduğuna
bir bakın. 138. Bu Kuran insanlara bir açıklama, takva sahipleri için de bir
hidayet ve bir öğüttür. 139. Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer
inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz. 140. Eğer siz (Uhud'da) bir yara
aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. Allah'ın gerçek
müminleri ortaya çıkarması ve sizden uğrunda şehitleri olması için, bugünleri
biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz. Allah, zâlimleri sevmez. 141. Bir de
Allah, iman edenleri günahlardan arındırmak, kâfirleri de yok etmek için böyle
yapıyor. 142. Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan ve
sabredenleri belirlemeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz? 143. Gerçek şu
ki, ölümle karşılaşmadan önce onu istiyordunuz; işte şimdi onu apaçık
görmektesiniz. [236]
137.
"Uygulamalar" diye çevirdiğimiz sünen kelimesinin tekili sünnettir.
Sözlükte "işlek yol, âdet, gidiş tarzı ve tabiat" anlamlarına gelen
sünnet, geniş anlamda Allah'ın yolunu (evrende yaratıklar için koymuş olduğu
hükmü, kanunları) veya insanın âdet haline getirdiği iyi veya kötü davranış ve
hareketi ifade eder[237] Kur'an'da, ikisi çoğul olmak üzere on altı
defa geçen sünnet kelimesi, bu âyet dışındaki yerlerde bir tamlama içinde yer
almıştır: "Allah'ın sünneti" [238]
"önceki peygamberlerin sünneti (onlar hakkındaki kanun)" [239]gibi.
Fıkıh ve fıkıh usulünde sünnet ise, bir yandan Hz. Peygamber'in İslâm dininin
Kurân-ı Kerîm'den sonraki ikinci kaynağını oluşturan söz, fiil ve onaylannı,
diğer yandan da Resûlullah'm yolunu izleyerek yapılan fakat farz ve vacip
kapsamında olmayan fiilleri ifade eden bir terim anlamına sahiptir.
Allah'ın evrende ve
yarattıkları arasında geçerli genel bir kanunu olan sün-netullah değişmez ve
bozulmaz. Tabiattaki olaylar, bu kanun gereği belli bir düzen içerisinde
meydana gelir. Bilim dilinde "tabiat kanunları" denilen sünnetullah,
ilâhî hikmet gereği önce sebebin sonra da sonucun yaratılması şeklinde ortaya
çıkar. Allah'ın fiillerinde hikmet anlayışını benimseyen ve çoğunluğu
oluşturan bilginler bu görüşü savunurlar. Allah tarafından konan bu değişmez
genel kanun (sünnet-i âmme), ancak özel durumlarda yine Allah'ın özel bir
sütınetiyle (sünneM hâssa) ve geçici olarak değişebilir. Olağan üstü haller
(mucize, keramet...) bu tarzda ortaya çıkar. Fakat bu, genel sünnetin rast
gele bozulduğu anlamına gelmez. Özel durum dışında her şey normal şekilde devam
eder. Ancak sünnetullah ifadesinin tabiat kanunları olarak yorumlanmasını
eleştirenler de vardır. Onlara göre böyle bir anlayış geleneksel yanılgının bir
yansımasıdır. Sünnetullaha Kur'an'da mutlaka bir karşılık bulmak gerekiyorsa bu
tabiri "tarih yasalarTm anlatan bir İfade olarak değerlendirmek daha
uygun olur. [240]
Sünnetullah aynı
zamanda sosyal olaylar için de söz konusudur. Nitekim bu husus Fâtır sûresinin
43. âyetiyle bu âyetin öncesi ve sonrasından açıkça anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde
geçmiş ümmetlere uygulanan sosyal bir yasadan ve -yasanın gereği olarak- haddi
aşanların bir belâya uğratıtmalanndan ve yokluğa mahkûm olmalarından söz
edilmektedir. Buna göre Kur'ân-ı Kerîm'de sünnetullah deyiminin, kısaca
"Allah'ın, tabii veya sosyal bakımdan kâinatı yönetme yasası ve
yöntemi" anlamında kullanıldığı söylenebilir.
Konumuz olan âyette de
geçmişte peygamberlerini yalanlamış olan milletlere ve bunlara uygulanan ilâhî
sünnete dikkat çekilmekte, onların düştükleri hatalara düşülmemesi
istenmektedir. Bir başka anlatımla bu âyette ve devamında Allah'ın şöyle bir
uyarıda bulunduğunu söylemek mümkündür: Sizden önce de nice milletler gelip
geçti; onlar hakkında da Allah'ın birtakım uygulamaları oldu. Yeryüzünde
dolaşarak o milletlerin kalıntılarını ve hayatlarını inceleyiniz, kendilerini
doğru inanca ve güzel davranışlara çağıran peygamberlere karşı çıkıp onları
yalanlayan milletlerin nasıl yok olup gittiklerini, ülkelerinin nasıl harap
olduğunu görünüz; bunlardan çıkarılacak dersleri çıkarınız. Unutmayınız ki
zafer için şart olan birliğinizi ve beraberliğinizi korur, peygamberin ve tayin
ettiği kumandanların emirlerine uyarak sabır ve metanetle savaşırsanız zafer
sizin olur.
Şüphe yok ki Allah'ın
savaşlar için de koyduğu kanunları vardır. Bu kanunlara uygun davrananlar
inkarcı, putperestler de olsalar, Allah'ın kanunu uyarınca galip gelirler.
Tedbirsiz davrananlar da peygamber veya evliya dahi olsalar yine yenilgiye
uğrarlar. Çünkü Allah'ın sünneti değişmez. O'nun sosyal hayat için koyduğu
kanunlar savaşta da geçerlidir. Savaşın şart ve gereklerine uyanların galip,
buna uymayanların mağlûp olması ilahî bir kanundur. [241]
Müfessirler bu ve
benzeri âyetlerde, tarihî ve arkeolojik araştırmalar yapmayı teşvik anlamının
bulunduğunu belirtirler (Elmalılı, II, 1180). Muhammed Abduh'a göre yüce
Allah'ın, tnahlûkatmı yönetmek için kanunlar koyduğunu bize bildirmesi, bizim o
kanunlardan en mükemmel bir şekilde faydalanmamız için o kanunları tedvin
edilmiş bağımsız bir ilim haline getirmemizi gerekli kılar. Kur'an'ın özet
olarak bahsettiği diğer ilimler için olduğu gibi kâinattaki sünnetul-lahı
açıklayacak ilim adamlarım yetiştirmek de bu ümmetin tümü üzerine farz kılınmıştır. [242]
138. "Bu" anlamına gelen işaret
zamiriyle Kur'an'ın kastedildiği yorumu esas alınarak mealinde "bu
Kur'an" denmiştir. Buna göre âyet, Kur'an'ın bütün insanlar için hak ile
bâtılı, yanlışla doğruyu birbirinden ayırt eden, açıklayan ve doğru yola
ileten bir kitap, özellikle takva sahipleri için bir ibret ve öğüt olduğunu ifade
eder. Diğer bir yoruma göre ise burada, Allah'ın sünnetinin geçmiş milletlere
de aynen uygulandığını haber veren bir önceki âyete İşaret edilmekte yani 137.
âyetteki ifadenin insanlara bir açıklama, takva sahipleri için de bir hidayet
ve bir öğüt olduğu belirtilmektedir, İbn Âşûr'a göre bu durumda âyet, zaferle
güzel sonucun, yenilgi ile kötü sonucun ayrı ayrı şeyler olduğunu bilmeyenler
için bir açıklama ve sebep-sonuç ilişkisini kurabilmeleri için yol gösterici
bir kılavuzdur, Çünkü zaferin gerçek sebebi iyilik ve iyi haldir. Bu âyet aynı
zamanda İnsanların fesattan sakınmaları ve "Bizden daha güçlü kim
var." [243] diyerek gücüne aldanan
Âd kavmi gibi aldanmamaları için bir öğüttür[244]
139.
Müslümanları teselli etme amacı taşıdığı anlaşılan âyet, yenmenin de yenilmenin
de Allah'ın değişmez kanunu olduğunu, dolayısıyla Uhud Savaşı'nda uğradık! an
yenilgiden dolayı ümitsizliğe kapılmamalan gerektiğini onlara hatırlatmakta;
güçlü bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice zaferlere
ulaşmanın mümkün olacağını müjdelemektedir. Bu, yüce Allah'ın peygamberlerine
ve samimiyette onlara İnanan müminlere bir vaadidir. Nitekim başka âyetlerde
bunu açıkça bildirmiştir. [245]
140-141.
Genel olarak müfessirler 140. âyette Uhud Savaşı ile Bedir Sava-şı'nın
mukayesesinin yapıldığı kanaatindedirler. Müşriklerin daha önce Bedir
Sa-vaşı'ndaki kayıpları miisliimanlann Uhud Savaşı'ndakİ kayıplarından az
değildi. Âyet buna İşaret etmektedir. Bazı müfessirlere göre sözlükte
"yara" anlamında kullanılan "kartı" kelimesi, âyette mecaz
olarak "yenilgi" anlamında kullanılmıştır. Buna göre yüce Allah Uhud
Savaşı'nda yenilgiye uğramış olan müminleri teselli etmek ve cesaretlendirmek
için onlara Bedir Savaşı'ndakİ zaferlerini hatırlatarak buyuruyor ki: Eğer siz
Uhud'da yenilgiye uğradty sanız hemen üzüntüye kapılıp cesaretinizi
yitirmemeli ve zaaf göstermemelisiniz. Bilmelisiniz ki düşmanlarınız da
Bedir'de benzeri bir yenilgiye uğramışlardı. Fakat onlar yenildikleri için zaaf
göstermemişler, cesaretlerini yitirmemişler, bilâkis onlar sizinle savaşmak
için azimli ve kararlı bir biçimde hazırlıklarını tamamlamış ve Uhud Savaşt'na
gelmişler, sonuçta kararlılıklarının karşılığım da almışlardır. Bu, Allah'ın
bir kanunudur. Allah onları sevdiği için değil, onlar sabırla ve kararlı bir
şekilde savaştıkları için zafere ulaşmışlardır. Sabır ve kararlılık içerisinde
çalışıp gayret gösterenler daima başarıya kavuşurlar. Bu ilâhî bir kanundur.
Ayrıca müslümanlarm
Uhud'daki yenilgilerinin başka hikmetleri de vardır. Yüce Allah samimi
müminleri ortaya çıkarmak ve onların bir kısmını şehitlik rütbesine erdirmek[246]
müminleri günahlarından ve kusurlarından arındırıp tertemiz hale getirmek ve
kâfirleri helak etmek için bu zafer ve yenilgileri insanlar arasında döndürüp
durmuş, acı ve tatlı günleri her İki tarafa da tattırmıştır. Eğer bütün
savaşlarda müminler yenen, kâfirler yenilen taraf olsalardı o zaman hayatın
imtihan oluşunun bir değeri kalmadığı gibi serbest irade ile iman etme imkânı
da ortadan kalkardı; kâfirler ister istemez imana zorlanmış olurlardı. İşte bu
gibi hikmetlere binaen yüce Allah zaferi ve yenilgiyi kâfirlerle müminler
arasında döndürmekte, her iki tarafa da acı ve tatlı günler yaşatmaktadır.
Ancak müminlerin ölülerine şehitlik rütbesini vererek onları cennetine
koyacağına işaret ederken, zalimleri sevmediğini bildirmek suretiyle de
kâfirlerin ölülerini cehennemine sokacağını îma etmektedir. Demek ki
yaralanmak, Öldürülmek veya yenilmek bir tarafa değer kazandırıp günahlardan
annma imkânı sağlarken, diğer tarafa zillet ve kayıp getirmektedir. Nitekim
Bedir'de müşriklerin yara alıp yenilmeleri onlara zillet ve kayıp getirdiği
halde Uhud'da müminlerin şehit olmaları, yaralanmaları ve yenilmeleri onlara
günahlardan annma ve manevî kirlerden temizlenme şerefini kazandırmıştır.
Ayrıca sonraki savaşlar için bir ders olmuştur. Nitekim müminler bütün
yaralarına ve acılarına rağmen Uhud Savaşı'nın ardından müşrikleri Hamrâülesed
denilen yere kadar takip ederek İmanlarının ne derecede kuvvetlendiğini ve Hz.
Peygamber'e ne derecede bağlı olduklarını göstermişlerdir.
"Allah'ın...
ortaya çıkarması için" şeklinde tercüme ettiğimiz 140. âyetteki
"li-ya'leme..." ifadesi, "Allah'ın ezelî ilminde var olan
bilgiyi vakıa ile ayan beyan ortaya koyması" veya "mümini münafıktan
ayırt etme hükmünü vermesi" şeklinde tefsir edilmiştir, Bu sebeple
mealinde " şehitler" anlamı verilen şühedâ kelimesi - Bakara
sûresinin 143. âyetinde olduğu gibi- "şahitler" şeklinde de tercüme
edilebilir. Bu durumda âyetin meali şöyle olur: "Allah sizden (insanlar
üzerine) şahitler edinsin diye (böyle yaptı)" şeklinde olur. [247]
142. Bu soru
ile yüce Allah müminlere hitap ederek onlara İlâhî bir yasasını yani nihaî
başarının iyilikler uğrunda gösterilecek özverilere bağlı olduğunu hatırlatmakta,
Allah yolunda cihad etmeden ve cihadın gerektirdiği yaralanma, acı, ağrı gibi
sıkıntılara katlanmadan, hatta canını feda etmeyi göze almadan ve buna katlananlarla
katlanmayanlar ayırt edilmeden cennete girmeyi düşünmemeleri gerektiğine
işaret buyurmaktadır. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de "Yoksa
sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi
sandınız?" buyuru!arak, önceki peygamberlerin ve ümmetlerinin yaptıkları
gibi yüce değerler uğrunda özverilerde bulunmadan başarılı olunamayacağı ve
cennete girilemeyeceği haber verilmiştir. Geçmişte bazı ümmetler yoksulluk,
savaş ve benzeri çeşitli sıkıntılarla imtihan edilmişler, sarsıntılar
geçirmişler, fakat yıkılmamışlar, sabretmişler ve sonuna kadar imanlarında sebat
etmişlerdir; bir gün mutlaka Allah'ın yardımının kendilerine erişeceğine ve
zafere kavuşacaklarına dair ümitlerini yitirmemişler; nihayet Allah'ın
yardımına ve zafere kavuştukları gibi cennete girmeye de hak kazanmışlardır.
Şimdi yüce Allah Hz. Muhammed'in ümmetinden de bu özveriyi istemekte,
imanlarını ve kutsal değerlerini koruma uğrunda mal ve canlarım feda
edebilenlerle mallarını ve canlarım kutsal değerlerin üstünde tutanlar
birbirlerinden ayırt edilmedikçe cennete girmeyi düşünmemeleri gerektiğini
bildirmektedir. [248]
143. Başta
Hz. Peygamber olmak üzere bazı tecrübeli sahâbîler Uhud savaşma çıkmadan önce
yapılan müzakerede, Medine'de kalıp savunma savaşı yapmayı tercih etmişlerdi.
Ancak savaş tecrübesi olmayan, özellikle Bedir Savaşı'nda bulunmamış olan
sahâbîler, Bedir'e katılanların Allah katındaki derecelerinin yüceliğini ve
sevaplarının çokluğunu öğrenince böyle bir fırsatın kendileri için de doğmasını
dilemişlerdi. İşte Uhud Savaşı öncesinde bu müslümanlar Hz. Peygam-ber'e
düşmanla meydan savaşı yapmak istediklerini, gerekirse seve seve canlarını feda
edeceklerini bildirdiler ve "Bizi düşman karşısına çıkar ki kendilerinden
korktuğumuzu sanmasınlar" dediler. Gençlerin ısrarlı olduklarını gören Hz.
Peygamber onların görüşüne uyarak meydan savaşı yapmak üzere Uhud'a geldi. Ancak
düşmanın şiddetli saldırılan neticesinde müslümanlar yetmiş dolayında kayıp
verdiler, birçoğu da yaralandı. Bu arada Hz. Peygamber'in öldürüldüğü haberi de
yayılınca müminlerden büyük bir grup büsbütün ümitlerini yitirdiler ve düşmanın
şiddetli saldırıları karşısında dayanamayıp geri çekilmek durumunda kaldılar.
Bir kısmı paniğe kapıldı ve savaş alanını terketti. İşte bu âyette onların bu
davranışları kınanmaktadır.
Bazı müfessirlere göre
burada müslümanlarm ölümü istemelerinden maksat, Medine'de kalıp savunma savaşı
yapmak yerine daha çok ölüme sebep olan meydan savaşını tercih etmeleridir. [249] Bu sahâbîler, savaşta büyük yararlılıklar
göstereceklerini ve kendileri şehit oldukları takdirde geride kalanlar için
önemli bir zafer hazırlayacaklarını düşünerek düşmanı meydanda karşılamayı tercih
etmişlerdi. Bu sebeple onlar hakkında, "Ölümle karşılaşmadan Önce onu istiyordunuz"
buyurulmuştur. Yoksa herhangi bir müslümanm, gerek savaşta gerekse savaş
dışında ölümü istemesi doğru değildir. Nitekim Hz. Peygamber "Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah'tan afiyet isteyiniz. Ama düşmanla
karşılaştığınız zaman da sabırlı olunuz (direniniz). Bilin ki, cennet
kılıçların gölgesi altındadır" buyurmuştur[250] Sonuçta
hayat da ölüm de Allah'ın takdirine bağlı olaylardır. Takdir edilen zaman
geldiğinde istense de istenmese de ölüm gerçekleşecektir. Savaş alanlarında
asıl olan ölmek değil, müslü-manlann zaferi için gayret göstermek ve
savaşmaktır. Ama bu esnada ölmeyi göze almadan savaşa girişen kimsenin
göstereceği çaba, bu uğurda ölmenin kendisini yüksek bir payeye eriştireceği
inancıyla savaşan kişinin çabasına denk olamaz. Kur'an'da ve hadislerde
şehitliğin özendirilmesi de bundan dolayıdır. Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ben isterim ki Allah yolunda savaşıp öldürüleyim, sonra diriltileyim,
sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim[251] Bu hadisteki mesaja yürekten inanan bir
müslüman açısından, -diğer İslâmt ilkeler gereği hayatını korumak için her türlü
önlemi alması gerekli olmakla beraber- Allah yolunda savaşırken, artık yaşama
arzusu zaferin önünde bir engel olmaktan çıkar. [252]
144. Muhammed yalnızca
bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse
gerisin geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah'a asla bir
zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir. 145. Hiçbir
kimse Allah'ın yazılıp bir süreye bağlanmış izni olmadan ölmez; Kim dünya
nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da
ondan veririz; ve şükredenleri ödüllendireceğiz. 146. Nice peygamber vardır ki
onunla birlikte birçok Allah erleri savaştılar. Allah yolunda başlarına
gelenlerden Ötürü gevşemediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri
sever. 147. Onların söyledikleri şu sözden ibaretti: "Rabbimiz!
Günahlarımızdan ve içimizdeki aşırılıklardan ötürü bizi bağışla, sebatımızı
arttır, kâfir topluluğa karşı bize yardım et!" 148. Bu yüzden Allah
onlara dünya nimetini ve âhiret nimetinin de güzelini verdi. Allah işini güzel
yapanları sever. [253]
144. Hz.
Muhammed'in sadece bir beşer ve bir peygamber olduğu belirtilip önceki
peygamberler gibi onun da ölümlü olduğu hatırlatılmaktadır. Ayrıca âyet
münafıkların menfi propagandalarına bir cevap ve onlara kapılanlara yapılmış
bir uyan niteliğindedir. Şöyle ki Uhud Savaşı'nda Abdullah b. Kamia adında bir
müşrik, Resûlullah'ı öldürmek için ona birkaç defa saldırmış, hatta yüzünü
yaralamış ve attığı bir taşla dişinin kırılmasına yol açmıştı. Hz. Peygamber'!
korumakta olan Mus'ab b. Umeyr de bu müşrikin saldırılarına karşı koyarken
şehit olmuştu. Mus'ab, Hz. Peygamber'e benzediği için Abdullah b. Kamİa
Peygamber'i öldürdüğünü sanarak, "Muhammed'i öldürdüm" diye bağırmış,
bu haber müslümanlar üzerinde şok etkisi yapmıştı. Bu haberin meydana getirdiği
panik üzerine müslümanlar cesaretlerini yitirmişler, içlerinden bir grup dağa
doğru çekilirken, bir grup Medine yolunu tutmuş, bazıları da oldukları yerde
yığılıp kalmıştı. Hatta bir kısmı "Abdullah b. Übeyy'e gidelim de bizim
için Ebû Süfyân'dan eman dilemesini rica edelim" deme gafletinde bulunmuş
ve bu durumdan yararlanan bir grup münafık "Muhammed gerçek peygamber
olsaydı öldürülmezdi. Atalarımızın dinine dönsek daha iyi olur" diyecek
kadar ileri gitmişlerdi[254]
Bu sırada Hz.
Peygamber'in "Ey Allah'ın kulları bana gelin!" diye seslenmesi
üzerine etrafında halkalanan yaklaşık otuz kişilik bir grup onu yiğitçe savunmuşlardı.
Öte yandan bu habere aldanan Kureyş, aldığı netice İle yetinerek savaş alanını
terketmiştir. Hz. Peygamber bu durumun farkına varmış ve bunu kendisi ve
arkadaşları için Allah'ın lütfettiği bir fırsat olarak değerlendirmiştir.
Nitekim onun sağ olduğunu müslümanlara duyurmak isleyen Kâ'b b. Mâlik'e susması
için işaret buyurmuşlardır . [255]
Âyette Hz. Muhammed'in
fâni, İslâm'ın ise baki olduğunu, bu sebeple, o ölse dahi müslüinanlann bunu
sükûnetle karşılayıp dinlerine bağlı kalmaları, düşmanlarıyla sürdürdükleri
savaşta sebat etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Müteakip âyetin sonundaki
"Allah şükredenleri ödüllendirecektir" cümlesi buna işaret eder.
Müfessirler buradaki "şükrederler" ifadesini, "İslâm'da sebat
edip görevlerini yerine getirenler" şeklinde tefsir etmişlerdir. [256]
Nitekim yıllar sonra Hz. Peygamber vefat ettiğinde insanlar şaşırıp ne
yapacaklarını bilemez olmuşlar, fakat soğuk kanlılığım koruyan Hz. Ebû Bekir,
"Kim Muhammed'e tapıyor idiyse bilsin ki Muhanımed Ölmüştür. Kira de
Allah'a tapıyor idiyse bilsin ki Allah diridir, ölmez!" demiş ve bu âyeti
okumuştur. İbn Abbas "Ebû Bekir bu âyeti okuyuncaya kadar İnsanlar sanki
böyle bir âyetin daha önce inmiş olduğunu bilmiyorlardı, herkes âyeti (ilk
defa) ondan öğrenmiş gibiydi. Ondan âyeti dinleyen herkes onu okumaya
başladı" demiştir. [257]
145.
Müslümanların, Hz. Peygamber'in öldürüldüğü haberinin yayılmasından sonraki
psikolojik durumlarına işaret edilmekte ve ölüm korkusuyla savaştan kaçmanın
anlamsız olduğu bildirilerek müslümanlar metanetli davranmaya çağı-rılmakta ve
cihada teşvik edilmektedir. Çünkü Allah'ın belirlediği zaman gelmeden ve O'nun
izni olmadan hiç kimse ne yatağında ne de düşman saldırısıyla ölmeyeceği gibi
O'nun belirlediği süreden fazla bir an bile yaşayamaz. Kişinin ömrü, sınırlan
yüce Allah tarafından belirlenmiş ve takdir edilmiş bir zaman diliminden
ibarettir. Âyetin "yazılıp bir süreye bağlanmış" anlamındaki bölümü
bunu ifade eder. Bu süre ne bir saniye ileri ne de bir saniye geri alınır. Bu
ilâhî kanun -peygamberler dahil- bütün insanlar İçin aynı derecede geçerli
olduğu gibi toplumlar için de geçerlidir. [258] Bu
sebeple savaş meydanından kaçarak ölümden kurtulmayı düşünmek yersiz bir
davranıştır. Korkaklık ömrü uzatmadığı gibi cesaret de onu azaltmaz; o halde
doğru olan, kişinin kendisi için belirlenmiş bu süreyi nasıl değerlendirmesi
gerektiğini düşünmesi ve ona göre davranmasıdır.
Yüce Allah âyetin
devamında "Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret
nimetini isterse ona da ondan veririz" buyurarak insanların emeklerinin ve
dileklerinin zayi olmayacağını, yaptıklarının karşılığım dünyada ve âhirette
alacaklarını bildirmektedir. Bununla birlikte İslâm'da niyet esastır, Hz.
Peygamber'in ifade buyurduğu üzere "Ameller niyetlere göre
değerlendirilir. Kişi yaptığı işi hangi niyette yapmışsa karşılığında kendisine
o şey verilir[259] Bir kimse yaptığı
işlerin karşılığında sadece dünyalık isterse Allah kendi iradesine ve
dilemesine; bağlı olarak ona ne takdir etmişse onu verir, fakat âhİrette bu
amelin karşılığında bîr şey alamaz. Kişi âhirette sevap kazanmak niyetiyle
dünyada hayırlı bir iş yaparsa Allah ona âhirette sevabını vereceği gibi
dünyada da takdir ettiği kısmetini verir. Nitekim "Biz şükredenieri
ödüllendireceğiz" cümlesinden ve ilgili diğer âyetlerin ruhundan bu mâna
anlaşılmaktadır. [260]
Âyetin bu bölümünde
ganimet elde etme arzusuna kapılarak savaş sırasında nöbet yerini terkeden ve
müslümanlann yenilmesine sebep olan sahâbîler kınanmakta; düşman karşısında
sebat edip direnenler ise "şükredenler" olarak vasıflan-dınlmakta,
bunların hem dünyada hem de âhirette mükâfatlarının verileceği bildirilmektedir.
Bir önceki âyetin tefsirinde kısaca değinildiği gibi şükrederlerden maksat,
İslâm'da sebat eden, Allah'ın kendisine verdiği kuvvet ve kudreti yaratılış
gayesine uygun olarak Allah'a itaatte kullanan, hiçbir engel karşısında Allah'a
itaatten vazgeçmeyen, ömrünü bu dünyanın geçici zevk ve çıkarları uğrunda
değil, âhiretin sonsuz nimetlerini elde etme ve Allah'ın rızâsına kavuşma
uğrunda harcayanlardır. [261]
146.
"Allah erleri" diye çevirdiğimiz ribbiyyûn kelimesi "rabbe
mensup" anlamına gelen "ribbî" kelimesinin çoğulu olup
"Allah'a kulluk edenler, O'nun dinine uyanlar" demektir. Bu mânada
rabbani kelimesiyle eş anlamlı olup "peygamberlere uyanlar,
peygamberlerin talebeleri" anlamında kullanılmıştır. Bundan başka
"öncekiler" diye açıklandığı gibi, "ribbe" kelimesine
nispet edilerek "cemaat" anlamında da tefsir edilmiştir. Her iki
kelimeyi de genişçe tahlil eden Elmalı-lı, ribbiyyûnu cemaat anlamına gelen
"ribb"e nispet ederek "eğitim görmüş cemaat", rabbâniyyûnu
ise "eğitici anlamına" gelen rab ismine nispetle "bunları eğitip
öğretecek yüksek seviyeye ulaşmış kimseler" olarak tefsir etmenin daha
uygun olacağı kanaatindedir. [262] Âyette yine Hz. Peygamber'in öldürüldüğü
haberi üzerine paniğe kapılıp savaş alanını terkeden müslümanlara bir sitem
vardır; bir bakıma müslümanlara şöyle denilmektedir: Geçmiş peygamberlerin
ümmetleri sayıca düşmanlarından daha az, savaş araç ve gereçleri bakımından
daha zayıf olmalarına rağmen peygamber-leriyle birlikte düşmanlarına karşı
şiddetle savaştılar, onlar da Allah yolunda yaralandı ve şehit oldular, ama
düşman karşısında gevşeklik ve zaaf göstermediler, onlara boyun eğmediler,
sabır ve metanetle mücadele ettiler. Bu sebeple Allah'ın rızâsını, sevgisini
ve zaferi kazandılar. Siz ise yalan haberin yayılmasıyla perişan olup
dağıldınız!
"Savaştı"
anlamına gelen "kâtele" fiili edilgen olarak "kûtile"
şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin anlamı şöyle olur:
"Beraberinde Allah erleri bulunduğu halde nice peygamber
öldürülmüştür!" İbn Âşûr bu peygamberlerden altısının adını vermektedir.
Bunlar İsrâiloğullan'nın öldürdükleri Ermiyâ, He-zekİel, İşâyâ, Zekeriyyâ ve
Yahya ile Araplar'm öldürdüğü Hanzale b. Safvân'dır. [263] Ancak
bu peygamberler savaş dışında çeşitli şekillerde öldürülmüşlerdir. Onlar
öldürüldükleri halde beraberlerinde bulunan Allah erleri başlarına gelen
musibetten dolayı ne gevşeklik ve zaaf göstermişler ne de düşmana boyun eğmişlerdir.
O halde Uhud'daki müminlerin de onlar gibi metanet ve cesaret göstermeleri
gerekiyordu. Rivayete göre Habbâb b. Eret Hz. Peygamber'e, "Müşriklerden
büyük sıkıntı çektik. (Bunların zulmünden kurtuluşumuz için) Allah'a dua etmez
misiniz?" demişti. Hz. Peygamber bu talepte mücadeleden yılma ve üzerine
düşeni yapmaktan geri durma niyeti sezdiği için yüzü kıpkırmızı olduğu halde
(yaslandığı yerden) doğrulup oturdu ve şöyle buyurdu: "Sizden önce demir
taraklarla kişinin etleri ve sinirleri kemiklerine kadar taranırdı da bu
işkence onu dininden dön-düremezdi. Başının ortasına testere konarak başı ikiye
bölünürdü, bu işkence dahi onu dininden döndüremezdi. [264]
147-148. Bu
âyetlerde de yine Uhud Savaşı'nda "Abdullah b. Übeyy'e gidelim de
müşriklerin başkanı Ebû Süfyân'dan bizim için eman dilesin" diyen müs-lüman
veya münafıklara bir tariz ve bir sitem vardır. Çünkü bunlar bu sıkıntılı anda
böyle söylerken geçmiş peygamberlerin yanında bulunan Allah erleri başlarına
gelenlerin bir hikmeti bulunduğunu veya kendilerinde var olan bîr kusurdan, bir
hatadan yahut aldıkları emri ve görevi gerektiği gibi yerine
getiremediklerinden dolayı cezalandırıldıklarını düşünerek, "Rabbimİz
günahlarımızdan ve işimİzdeki taşkınlığımızdan ötürü bizi bağışla!" diye
dua etmişler, sonra da kâfirlere karşı yüce Allah'tan sabır ve zafer
dilemişlerdi. 148. âyetten anlaşıldığına göre yüce Allah da onların bu samimi
dileklerini kabul buyurmuş, onlara dünya mükâfatı olarak zafer ve ganimet nasip
ederken, âhiret sevabının da güzelini vermiştir. "Allah işini güzel
yapanları sever" cümlesi, o Allah erlerinin işlerini güzel yapan kimseler
olduklarını, bu sebeple Allah'ın sevgi ve rızâsını kazandıklarını ifade eder. [265]
149, Ey iman edenler!
Eğer inkâr edenlere uyarsanız, sizi gerisin geri döndürürler de sonra hüsrana
uğrayanlar olursunuz. 150. Oysa sizin mevlâ-nız Allah'tır; ve O, yardımcıların
en iyisidir. 151. Kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar, hakkında
Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeyi O'na ortak koştular. Onların varacağı
yer cehennemdir. Zalimlerin durağı ne kötüdür! 152. Andolsun ki Allah size
verdiği sözü yerine getirdi. Hatırlayın ki O'nun izniyle kâfirleri
öldürüyordunuz, ama Allah size istediğiniz zaferi gösterdikten sonra
gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştınız ve emre aykırı
hareket ettiniz; içinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti
istiyordunuz; derken Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna
uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah müminlere karşı lütuf-kârdır.
153, O zaman siz dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekiliyordunuz;
Peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu, kaybettiklerinizin ve başınıza
gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için Allah sizi kederden kedere uğrattı.
Allah yaptıklarınızdan haberdardır. [266]
149-150.
Önceki âyetlerde müslümanlar düşman karşısında gevşeklik ve zaaf göstermeyen
Allah erleri gibi olmaya teşvik edilirken burada da kâfirlere uymaktan
sakındmlmaktadırlar. Âyetler Hz. Peygamberin öldürüldüğüne dair yalan haberin
yayılması üzerine yahudi ve münafıkların, "Muhammed, peygamber olsaydı
öldürülmezdi; artık eski dininize ve dostlarınıza (kardeşlerinize) dönün!"
şeklindeki sözleri
sebebiyle İnnıiştir. İniş sebebi özel olmakla birlikte âyetler, her zaman ve
her toplum içinde bulunabilecek münafıkların bu tür bozguncu sözlerine ve
propagandalarına karşı müslümanlan uyarmaktadır. Savaştan kaçmak yenilgiye,
yenilgi de kâfirlere itaate sebep olur. Kâfirlere itaat ise sonuçta kişiyi hem
dünyada hem de âhirette hüsrana uğratacak olan dinden dönmeye götürür.
150. âyetteki mevlâ
kelimesi sözlükte "sahip, dost, yardımcı, arkadaş, köle, câriye, köle azat
eden ve azat edilmiş köîe" anlamlarına gelir. Burada "yardımcı,
koruyucu, gözetici" anlamında kullanılmıştır. [267]
Yani müminlerin yardımcısı sadece yüce Allah'tır ve en iyi yardımcı da O'dur.
Mevlâ, dostlarını ve velayeti altındakileri korur. Onlara yardım eder ve
menfaatlerini gözetir. O'nun dostlarının, müşriklerden eman dilemek İçin
münafıkların yardımına ihtiyaçlara yoktur. Onların yardımcısı Allah'tır.
Nitekim Uhud Savaşı'nda müslüman-lar yenilmiş ve bir kısmı dağılmış olmalarına
rağmen tamamen imha edilmekten Allah'ın yardımıyla kurtulmuşlardır. Allah'ın
dostluğunu ve yardımcılığını kazanmış olan kimse başkalarının yardımına muhtaç
olmaz. Çünkü en iyi yardımcı O'dur. O'nun yardımının tecelli ettiği yerde
mağlûbiyet yoktur. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmııştur:
"Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer
sizi yardımsız bırakırsa O'ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler
yalnız Allah'a güvensinler"[268]
151. Burada
yüce Allah müminlere, düşmanlarına karşı zafer müjdesi vererek onları teselli
etmekte, heyecanlarını yatıştırmakta ve Allah'a inanmanın verdiği moral
gücünden yoksun olanların kalplerini kısa zamanda korku saracağını haber
vermektedir. Çünkü müşrikler ne aklî ne de naklî hiçbir delile dayanmaksızın,
atalarından intikal eden tamamen bâtıl bir inançla putları Allah'a ortak
koşmakta, onlardan yardım istemekte ve onları Allah ile mahlûkatı arasında
aracı kılmaktadır. Oysa putlar, başkalarına yardım etmek şöyle dursun
kendilerine yapılan bir saldırıyı dahi savacak güce sahip değillerdir. Bu
sebeple müslümanların Allah'ın yardımına güvendikleri derecede müşrikler
putların yardımına güvenmemektedirler. Çünkü kendi tanrılarında var olduğuna
inandıktan gücün başkalarının tanrılarında da var olduğuna, tanrılar arası
mücadelenin devam ettiğine inanmaktadırlar. Bu da onların korkaklaşmasına sebep
olmaktadır. Nitekim bu âyetlerde söz konusu edilen Uhud Savaşı'nda, bir ara
müslumanların paniğe kapılıp dağılmalarına rağmen, müşrikler önemli bir sonuç
elde edemeden çekilip gitmişlerdir. Hatta giderken bir ara geri dönüp
müslümanların işini bitirmeyi düşünmüşler, ancak dönme cesaretini
gösterememişler, büsbütün yenilmemiş olmayı yeğlemişlerdir. Şüphesiz bu durum
Allah'ın onların kalbine soktuğu korkunun neticesinde meydana gelmiştir. Hz.
Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Bir aylık yola kadar
(düşmanlarımın kalbine) korku salma özelliği verilerek bana yardım edildi"
[269]
152. Yüce
Allah müminlere verdiği yardım sözünü yerine getirmiş, savaşın ilk döneminde
müminler müşriklere epeyce zayiat verdirerek onlara galip gelmişlerdi. Ancak
okçulardan bir kısmı nöbet yerini terketme hususunda kumandanla-nyla
tartışmışlar; bir grup savaş kazanıldığı için geçidi tutmaya gerek kalmadığı
kanaatiyle nöbet yerini terketmek İsterken, diğer grup aksine bîr emir
olmadıkça muhtemel tehlikeye karşı geçidi korumanın gereğini savunmuş, sonuçta
okçuların büyük çoğunluğu Hz, Peygamber'in emrine muhalefet edip nöbet yerini
terkedin-ce galibiyet durumu tersine dönmüştür. Düşmanın süvari birliği
geçitteki müslü-man askerlerin büyük çoğunluğunun geçidi terkettiklerini
görünce oradan hücuma geçip müslümanlan arkadan vurmuş, bozguna uğramış olan
düşman askerleri de toparlanıp saldırıya geçmişler; böylece müslumanlar iki
düşman arasında sıkışıp kalmışlar, neticede zafer yenilgiye dönüşmüştür.
Nöbet yerinden
ayrılanların davranışı âyette "isyan" olarak ifade edilmiştir. Burada
isyanın mânası emre aykın davranmaktır. Çünkü onlar müslümanlann müşrikleri
yendiğini görünce artık geçidin korunmasına gerek kalmadığı kanaatine varmış
ve emre aykın olarak nöbet yerini terketmişlerdi. Burada müslümanlann
yenilgiye uğramalannın yüce Allah tarafından yapılmış bir imtihan olduğu da
bildirilmiştir. Çünkü bu yenilgi, gerçek müminlerle münafıkların birbirinden
ayırt edilmesine imkân sağladığı gibi savaşta komutanın emrine itaat etmemenin
nelere mal olduğunu göstererek ibret alma imkânı da sağlamıştır. [270]
153. Bu âyet
müslümanlann savaşın ikinci aşamasındaki perişan durumunu tasvir etmektedir.
Düşmanın süvari birliğinin arkadan vurması ve Hz. Peygamber'in öldürüldüğü
haberinin yayılması neticesinde paniğe kapılıp perişan bir halde dağılan İslâm
ordusunun bir kısmı tepeye doğru çıkarak kurtulmaya çalışırken bir kısmı da
Medine yönünde kaçmıştır. Hz. Peygamber ise eşsiz bir metanet ve cesaret örneği
göstererek yanındaki küçücük bir grup ile birlikte düşmana karşı var gücüyle
savaşmış ve "Ey Allah'ın kullan bana gelin!" diye dağılanlan
etrafında toplanmaya çağırmıştır. [271]Hz.
Peygamber'in ve yanındakilerin düşmana karşı böyle kahramanca savaşmalan, bu
durumun büyük bir felâkete dönüşmesini önlemiş ve müslümanlar tamamen imha
edilmekten kurtulmuşlardır.
Bîr önceki âyette de belirtildiği
gibi zaferin yenilgiye dönüşmesi bir imtihandı. Büyük sıkıntılarla karşı
karşıya kalan müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmışlar, bekledikleri zafer ve
ganimeti elde edemedikleri gibi yetmiş beş dolayında şehit vermişler ve
birçoğu da yaralanmıştı. Müslümanlar bir bozgun hali yaşarken Hz. Peygamber'in
şehit olduğu söylentisi, vatanlarının tehlikede oluşu, Kureyş ordusunun
Medine'ye saldırarak yağma ve talan edip halkı kılıçtan geçirme korkusu gibi
sıkıntılar müslümanların üzüntülerini daha da arttırmıştı,
"kaybettiklerinizin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz
için Allah sizi kederden kedere uğrattı" ifadesinden anlaşıldığına göre
yüce Allah bu sıkıntıları onlara, zafer ve ganimeti kaçırmalarına ve şehit
verip yaralanmalarına üzülmemden için vermiştir. [272]
154. Sonra o kederin
ardından Allah size bir güven, bir grubunuzu kendinden geçiren uyuklama hali
verdi; bir grup da kendi canlarının derdine düşmüşler, Allah hakkında haksız
yere Câhiliye düşüncelerine kapılarak, "Bu işten bize ne?"
diyorlardı. De ki: "İşin tamamı Allah'a aittir." Sana açmadıklarını
içlerinde gizliyorlar: "Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada
öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de
haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu,
Allah'ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi
içindir. Allah kalplerde olanı bilir." 155. İki ordunun karşılaştığı gün
sizden bozguna uğrayanlar var ya sırf yaptıkları bazı şeyler yüzünden şeytan
onların ayaklarım kaydırmıştı. Şüphe yok ki Allah onları atfetmiştir, Allah
çok bağışlayıcıdır, pek halimdir. [273]
154. Uhud
Savaşandaki bozgunun ardından yüce Allah müslümanları büyük kederlere
uğrattıktan sonra, cesaret ve metanetini yitirmeden, eninde sonunda Hz.
Peygamber'in zafere kavuşacağına inanan ve onunla birlikte düşmana karşı var
gücüyle vuruşan bir guruba hafif bir uyuklama hali vererek dinlenmelerini ve heyecanlarının
yatışmasını sağlamıştı. Almış oldukları yaralardan dolayı acılar içerisinde
olmalarına rağmen kendilerini güvende hissetmişler, kılıçlan ellerinden düşecek
derecede uyuklamışlardı. Nitekim olayı bizzat yaşamış olan Ebû Talha, kendileri
savaş alanında iken bu uyku sebebiyle kılıcının birkaç defa elinden düştüğünü
ve tekrar aldığını ifade etmiştir. [274] Oysa
şiddetli korku içindeki insanı uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık
artar ve insanın manevî gücü çöker. Uhud Savaşı'ndaki ortam böyle bir neticenin
doğması için son derece müsait idi. Çünkü müşrikler savaş alanından ayrılırken
yine geleceklerini söyleyerek müsliimanları tehdit etmişlerdi; bu sebeple
müs-lümanlar düşmanın dönüp tekrar saldırmasından ve kendilerini imha
etmesinden veya Medine'ye saldırarak yağmalamasından endişe ediyorlardı. İşte
böyle bir ortamda yüce Allah'ın bir lütfü olarak müslümanlan tatlı bir uyku
basıp, korkuyu unutturmuş, gergin olan sinirlerini dinlendirmiş, böylece huzur
ve güvene kavuşarak yepyeni bir güç kazanmışlar, düşman çekildikten sonra da
onları Hamrâülesed'e kadar takip etmişlerdir. Daha önce Bedir olayında da
savaştan önce böyle bir güven uykusu gelmişt[275]
Uhud'da ise savaş esnasında veya savaştan hemen sonra daha savaş alanında iken
müslümanlar böyle bir ilâhî lütfa mazhar oldular.
Savaşa katılanlardan
bir grup ise canlarının derdine düşüp kendilerinden başka bir şey
düşünmüyorlardı. Bunlar, her ne kadar mümin görünüyorlarsa da gerçekte
inanmamış oldukları İçin dini ve Hz. Peygamber' savunmak gibi bir kaygıları
bulunmayan münafıklardı. Savaşa sırf ganimet almak veya fitne çıkarmak
maksadıyla katılmışlar, ancak büyük bir kısmı daha savaş başlamadan Abdullah b.
Übey ile birlikte geri dönüp gitmiş; gidemeyenler ise müminlerin içinde kalmışlardı.
Ancak müminleri huzura kavuşturan uyku bunları sarmamış, dolayısıyla korkulan
arttıkça artmıştı. Savaşın seyri müminlerin aleyhine döndüğü için onlardan
intikam ahrcasma duygularını ortaya koyuyor ve Câhiliye kafasıyla haksız yere
Allah hakkında kötü şeyler düşünüyor ve Hz. Muhammed'in peygamberliği hakkında
tereddüt uyandıracak sözler söylüyorlardı.
Münafıkların "Bu
işten bize ne" sorusundan anlaşıldığına göre onlar, düşmanla meydan
savaşı yapma hususunda alınan kararın hatalı olduğuna, bu kararda kendilerinin
sorumluluğu bulunmadığına, savaşın planlanmasında görüşlerine uyulmadığına,
dolayısıyla elde edilen bu sonuçtan sorumlu olmadıklarına, sorumluluğun meydan
savaşını isteyen müminlere ve onların sözünü dinleyen Hz. Peygamber'e ait
olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Nitekim münafık Muattib b. Ku-şeyr'in, Hz.
Peygamber'in yanında açığa vurmayıp münafıkların arasında söylediği "Bu
işte bizim görüşümüz alınsaydı burada Öldürülmezdik" ifadesinden de bu
anlaşılmaktadır. [276] Oysa Hz. Peygamber, münafıkların reisi
Abdullah b. Übeyy'i istişareye çağırmış, kendisi de onun görüşü doğrultusunda
görüş beyan etmişti. Ancak gençler, düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun
gördükleri için karar onların görüşü doğrultusunda alınmıştı. Bu sebeple
münafıkların böyle bir bahane ile Hz. Peygamber'e karşı itiraz hakları olmadığı
gibi onu istibdat ile de suçlayamazlardı.
Başka bir görüşe göre
âyetin ilgili kısmı şöyle yorumlanmıştır: Münafıklar Hz. Peygamber'e, "Bu
işten bize bir yarar var mı?" diyerek bu savaşta kendileri için herhangi
bir çıkar bulunmadığını vurgulamak istemişler; kendi aralarında da "Bu
işten bizim bir çıkarımız olsaydı burada öldürülmezdik" demişlerdir. [277]
Süleyman Ateş'e göre
"Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik" diyenler
münafıklar değil samimi müminlerden bir gruptur. Ona göre münafıklar savaşa
katılmamışlardır, oysa bunlar savaş anında söylenmiş sözlerdir. Savaşın
dehşetinden sarsılan bazı müminlerin içlerinde böyle düşünceler belirmiştir.
Zira bu sözleri söyleyen kimselerin affedildiği bildirilmektedir, Halbuki münafık
nifak içinde kaldığı sürece affedilmez
Kanaatimizce Ateş'in
bu görüşü isabetli değildir. Çünkü bir grup münafık müminlerin içinde kalarak
savaşa katılmıştı. Bu sözü onların söylemiş olma ihtimali daha kuvvetlidir.
Bir sonraki âyette af edildikleri bildirilenler ise münafıklar değil şeytanın
vesvesesine aldanıp savaş yerinden ayrılan müminlerdir. Ayrıca Allah ve
Peygamber uğrunda canı dahil her şeyini feda edecek derecede samimi müminlerin
böyle bir söz söylemeleri mümkün değildir.
Münafıkların bu
tutumlarına karşılık yüce Allah, "De ki: İşin tamamı Allah'a aittir"
buyurarak emir ve iradenin kendisine mahsus olduğunu, galibiyet veya
mağlûbiyetin ezelde takdir ettiği ilâhî kanunlarına uygun olarak meydana
geldiğini ve geleceğini vurgulamakta; ölenlerin de yine Allah tarafından
takdir edilmiş ecelleriyle öldüklerini, eceli gelenlerin evlerinden çıkmasalar
bile ölümden kurtulamayacak! an m, her insanın ölümü nerede takdir edilmişse
gidip orada öleceğini bildirmektedir. Ayrıca âyette bu olayların bir hikmete
binaen cereyan ettiği, bunlarla müminlerin denendiği ve kalplerinde olan kötü
düşüncelerin temizlendiği İfade buyurulmuştur. Şüphe yok ki insanların gerçek
şahsiyetleri güç olaylar karşısında ortaya çıkar. Nitekim Uhud Savaşı'nda da
böyle olmuş, bu imtihan neticesinde insanların gerçek yüzleri ortaya
çıkarılmıştır. Kalplerdeki sırlan dahî bilen yüce Allah'ın insanları imtihan
etmesi,onların iç yüzlerini bilmediğinden değildir. Savaşlarda alınan
yenilgiler, yaşanan acılar insanların kendilerini sorgulamalarına, hatalarını
görmelerine ve durumlarını düzeltmelerine yardımcı olur. Bu sebeple âyette
Allah'ın Uhud'da olup bitenlerle müminleri deneyip kalplerindeki yanlış düşünce
ve duygulan temizlemeyi murat ettiğine işaret edilmektedir.
Her şeyin yüce
Allah'ın takdiriyle cereyan etmiş olması, bizim sebeplere sarılmayı ihmal
etmemizi gerektirmez. Çünkü kaza ve kaderin nasıl olduğunu, nerede, ne zaman
ve ne şekilde tecelli edeceğini bilemeyiz; biz olayı ancak meydana geldikten
sonra bilebiliriz. Biz çalışmakla ve sebeplere sarılmakla görevliyiz. Bütün
gayretlerimize rağmen istediğimizi elde edemediysek o zaman Allah'ın takdirinin
bizim isteğimize aykin olduğuna inanır ve ona teslim oluruz. Bu durumda da
sorumlu olmayız. [278]
155. İki
ordunun karşılaştığı gün bozguna uğrayanlardan maksat müslüman-lardan bir
gruptur. Bir önceki âyette Uhud'daki yenilginin kader açısından arka planına
değinildikten sonra bu âyette de olay zahirî sebepler açısından ele alınmakta
ve bu savaştaki yenilgiye, münafıkların iddia ettikleri gibi Hz. Peygamber'in
hatasının değil, müslüman okçuların verilen talimata uymamalarının ve
Re-sûlullah'ın şehit edildiği haberinin yayılması üzerine müslümanlann paniğe
kapılıp savaş alanını terk etmelerinin yol açtığı hatırlatılmaktadır. Yüce
Allah "Sırf yaptıkları bazı şeyler yüzünden şeytan onların ayaklarını
kaydırmıştı" buyurarak bu duruma İşaret etmekte ve müslümanlann
uğradıkları bozgunu fırsat bilen şeytanın, onların kafalarına vesvese sokup
yanlış davranışa sevkettiğine dikkat çekmektedir. Bununla birlikte onlar
yaptıkları hatadan dolayı pişmanlık duyarak ve tövbe ettikleri için yüce Allah
onlan affettiğini bildirmiştir. Şüphesiz yüce Allah çok bağışlayandır,
halimdir. Müminlere gazabıyla değil hilmiyle muamele etmektedir. Nitekim savaş
meydanını terkedenlerden biri olan Hz. Osman'ı bu davranışından dolayı daha
sonra kınayanlar olmuş; o da "Evet, o bir hata idi, ancak Allah onu
affetti" demiştir. [279]
Bir görüşe göre de
sırf yaptıkları bazı şeyler yüzünden şeytanın, ayaklarını kaydırdığı kimseler,
Hz. Peygamber'in Ayneyn Geçidi'ne yerleştirdiği askerlerdir. [280] Zira bunlar savaşın başlarında düşman
askerlerinin bozguna uğradığım görünce artık geçidi beklemeye gerek
kalmadığını ileri sürerek komutanlarının emrine muhalefet edip ganimet toplamak
üzere nöbet mahallini terketmişler, böylece düşmanın arkadan saldırmasına
fırsat vermişler, neticede müslümanlann yenilmesine sebep olmuşlardı. Buna göre
âyet, okçular nöbet mahallini terkettikleri için şeytanın bir kısım müminlere
vesvese verip savaş alanından ayrılmalarını sağladığına dikkat çekmektedir. [281]
156. Ey iman edenler!
Sizler, sefere çıkan veya savaşa giren kardeşleri hakkında, Allah sonunda bunu
kalplerinde bir hasret acısı kılsın diye "Onlar yanımızda olsalardı
Ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi" diyen inkarcılar gibi olmayın. Hayat veren
de öldüren de Allah'tır; Allah yaptıklarınızı görmektedir. 157. Andolsun ki
Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz bilin ki Allah'tan gelecek bir
bağışlama ve bir rahmet, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. 158. And
olsun ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah'ın huzurunda mutlaka
toplanacaksınız. 159. Sen onlara sırf Allah'ın lütfettiği merhamet sayesinde
yumuşak davrandm. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından
dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında
onlara danış, karar verince de Allah'a güven, doğrusu Allah kendisine
güvenenleri sever. 160. Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse
yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O'ndan sonra size kim yardım edebilir?
Müminler yalnız Allah'a güvensinler. 161. Hiçbir peygamber savaşanların
hakkını zimmetine geçirmez. Kim böyle bir haksızlık yaparsa kıyamet günü,
zimmetine geçirdiğini yüklenmiş olarak gelir; sonra, herkese kazanmış olduğunun
karşılığı kendileri haksızlığa uğratılınaksızın tastamam ödenir. 162. Allah'ın
rızâsını elde eden Allah'ın gazabına uğrayan gibi olur mu hiç? Bunun varacağı
yer cehennemdir; o varılacak ne kötü yerdir! 163. Onlar Allah katında derece
derecedir. Allah onların yaptıklarını görmektedir. [282]
156. Bazı bahaneler ileri sürerek savaştan geri
dönmüş olan münafıklar, savaşa gitmiş olan mümin akraba, eş ve dostlarının
savaşta öldüklerini duydukça üzüntülerinden çığlık atıyor ve "Bizim
yanımızda olsalardı ne ölürlerdi ne de öldürülürlerdi" diyerek halkın
acılarını tahrik ediyor ve fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. Onların bu
inançları ve bu sözleri neticede kalplerinde ıstırap ve hasret oluşmasına
sebep oluyordu. Çünkü onlar ilâhî takdire inanmıyor, Allah'ın ölüm ve hayat
konusundaki kanununa uymuyorlardı. Ölmeyi veya öldürülmeyi zahirî sebeplere
bağladıkları için "Âh keşke onları göndermeseydik!" gibi sözler söylüyorlar,
bu da onların üzüntüsünü arttınyordu. Nitekim âyetin "Allah sonunda bunu
kalplerinde bir hasret acısı kılsın diye" mealindeki bölümü bunu İfade etmektedir.
Halbuki olup biteni ilâhî takdire bağlamak insanlara sükûnet kazandırır. Hayatı
veren de alan da Allah'tır. Allah dileseydi onlar şehit olmazlardı. Ancak Allah
bu savaş ve bu yenilgiyle miislümanlan eğitmek, imtihan etmek ve onları
ilerideki daha büyük savaşlara hazırlamak için başlarına bu yenilgiyi getirdi.
Nitekim Uhud Savaşı'ndan ders alan sahabe bundan sonra girdiği bütün savaşlardan
galip çıkmıştır. Fakat münafıkların düzgün bir Allah ve kader inançları bulunmadığı
için seferi veya savaşı ölüm sebebi olarak değerlendirmişlerdir. İşte bu
sebeple yüce Allah müminleri uyararak kâfirler ve münafıklar gibi yanlış inançlara
sapmamalarını ve yanlış düşüncelere kapılmamalarını emretmektedir. Çünkü bu tür
inanç ve düşünceler savaştan yılgınlığa, sonunda düşman istilâsına uğramaya ve
mandaya boyun eğmeye sebep olur. Bir görüşe göre de onların bu tür inanç ve
davranışları âhirette hasret acısına sebep olacaktır. [283]
157. Allah
yolunda savaşırken öldürülen yani şehit edilen veya kendiliğinden Ölen kimseler
için Allah'ın lütfedeceği bağışlama ve rahmet şüphe yok ki hayatta kalanların
zevklerini tatmin etmek için biriktirecekleri mal, para ve elde edecekleri
makamdan çok daha iyidir. Yüce Allah bunu yemin ederek haber vermektedir. Çünkü
böyle bir ölüm, müminin günahlarının silinmesine ve makamının yükselmesine
vesile olur. [284]
158.
İnsanlar ister rahat yataklarında ölsünler, isterse Allah yolunda savaşırken
şehit olsunlar veya başka herhangi bir şekilde ölsünler, toplanacakları yer Allah'ın
huzurudur. Ondan başka dönecekleri yer yoktur. Herkes dünyada yaptığının
karşılığını orada alacaktır. [285]
159. Kaba ve katı kalpli bir kimse -başka bazı
erdemlere sahip olsa da-muhataplarında nefret uyandırır; insanlar böyle bir
kimseyi dinlemek istemezler veya onun arkadaşlığına katlanamazlar. İslâm gibi
evrensel bir mesaj getiren, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan [286] ve yüce bir ahlâk üzere bulunduğu bildirilen[287]bir
Peygamber'in bu kötü vasıflan taşıması düşünülemez. İbn Atıyye'nin kaydettiğine
göre semavî kitaplarda Hz. Peygam-ber'in özellikleri anlatılırken bu kötü
sıfatları taşımadığı da vurgulanmıştır. [288] Burada
görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerîm de aynı vurguyu yapmakta ve Hz. Peygamber'in
uygulamalarının bunun kanıtı olduğunu İfade buyurmaktadır. Şüphesiz bu âyet
Hz. Peygamberin büyüklüğünü, yüksek ahlâkını ve yüreğinin katı olmadığını,
aksine şefkat ve merhametle dolu olduğunu gösterir. O, Allah'ın kendisine
lütfettiği bu özellikleri sayesinde arkadaşlarına, özellikle Uhud Savaşı'nda
emrine muhalefet ederek İslâm ordusunun yenilmesine sebep olanlara ve
müs-lümanlan imha edilme tehlikesiyle karşı karşıya getirmiş bulunanlara
merhametle muamele etmiştir. Eğer onlara karşı katı davransaydı ve onları sert
bir şekilde cezalandırsaydı, çevresindekiler dağılıp giderlerdi.
İslâm'ın eğitim
metotlarından biri de affetmektir. Yerine göre af, cezadan daha etkili olur. Bu
sebeple Allah 152, âyette müminlerin Uhud Savaşı'ndaki hatalarını affettiğini
ilân etmiş, burada da Hz. Peygamber'e onları affetmesini, Allah tarafından
bağışlanmaları için dua etmesini emretmiştir. Hz. Peygamber'in sahabeye karşı
yumuşak ve merhametli davranması sahabe üzerinde büyük bir etki göstermiştir.
Nitekim Uhud Savaşı'ndaki hataları affedilen sahâbîler bir daha böyle bir hata
yapmamaya gayret göstermiş ve girdiği bütün savaşlarda Hz. Peygamber'in ve
kumandanlarının emirlerine titizlikle uyarak zaferler kazanmışlardır. Hz.
Peygamber'in müslümanlara karşı bu şekilde merhametli davranması neticesinde
birçok kimsenin müslüman olduğu da rivayet edilmiştir. [289]
Yüce Allah ayrıca Hz. Peygamber'den bir konuda karar vermeden Önce onu
arkadaşlanna danışmasını, onlarla tartışmasını ve istişare sonunda kararını
verince artık Allah'a güvenerek uygulamaya geçmesini emretmektedir.
Âyette
"danış" anlamında zikredilen "şâvir" kelimesi, müşavere
masdann-dan türemiş emir kipidir. Sözlükte müşavere "an kovanından bal
almak, danışıp görüş almak, İşaret almak" gibi mânalara gelir; aynı kökten
olan şûra ile eş anlamlıdır. Terim olarak müşavere "herhangi bir iş
hakkında konunun uzmanlarının veya o konuda görüş bildirebilecek kimselerin
görüşlerine başvurmak, onlarla görüş alış-verişinde bulunmak" demektir.
Şûra ise "yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının kamu görevini
yürütürken istişarede bulunmasını ve İstişare sonucu oluşan eğilimi göz önünde
bulundurmasını" ifade eden bir terimdir. İsim olarak şûra "toplanıp
görüş alış-verişinde bulunan cemaat" anlamına gelir
Burada "iş
hakkında onlara danış" şeklindeki ilâhî buyrukla Hz. Peygam-ber'in
şahsında bütün ümmete ve Özellikle yöneticilere danışarak iş yapmaları emredilmiştir.
Başka bir âyette de "İşleri aralarındaki danışma ile yürür"[290] buyurularak
istişare ile hareket etmek müslümanların üstün meziyetleri arasında sayılmış,
böylece müslüman toplumlarda yönetimin şûra ve meşveret esasına dayanması
gerektiği belirtilmiştir.
Yüce Allah Hz.
Peygamber'i İslâm'ı yaşamak üzere örnek bir insan olarak gönderdiği gibi
arkadaşlarının da sonraki nesilleri yetiştirebilecek seviyede örnek bir toplum
haline gelmelerini istemiş, bu sebeple Hz. Peygamber'e onları en güzel bir
şekilde yetiştirmesini emretmiştir. Bu cümleden olarak onların şahsiyetlerine
değer vermesini, yönetimde onlarla istişare etmesini, onlara görev verip sorumluluk
duygularının gelişmesi için çaba göstermesini, hatalarını bağışlamasını,
günahlarının affı için dua etmesini emretmiştir. Böylece müslümanlann hem Hz.
Peygamber'e hem de birbirlerine karşı sevgi ve saygıları daha da artarak birlik
ve beraberlikleri sağlanmış, münafıkların istismar edebilecekleri kapılar
kapatılmıştır,
Hz. Peygamber ve
Hulefâ-yi Râşidîn şahsî hayatlarında olduğu gibi, toplum ve devlet yönetimiyle
ilgili meselelerde de şûraya büyük önem vermişler, daima etraflarındaki
müslümanlann görüşlerini alarak hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber vahiy
dışındaki meselelerde özellikle savaş konularında sahabe ile istişare eder,
tartışır, sonra karar verirdi. Kararında kendi görüşüne aykırı da olsa çoğunluğun
görüşünü ve doğru olanı kabul ederdi. Bunun pek çok örneği vardır. Bedir
Savaşı'nda ordu için seçilecek karargâh konusunda arkadaşlarıyla yaptığı istişarede
sahabeden birinin teklifini kabul etmiş ve karargâhı onun işaret ettiği yere
kurmuştur. Bedir esirleri hakkında verdiği karan da arkadaşlarıyla yaptığı
istişare sonunda vermiştir. Uhud Savaşı'nda da sahabe ile yaptığı İstişare
neticesinde kendi görüşüne aykırı olan çoğunluğun görüşünü kabul ederek
düşmanla Medine dışında meydan savaşı yapmaya karar vermiştir, Hendek
Savaşı'nda düşman or-dusundaki bazı kabileleri savaştan vazgeçirmek için Medine
hurmalıklarının yıllık gelirinden bir miktarını onlara vermeyi düşünmüş, konuyu
Medineli sahâbîlere danıştığında onlar, "Bu çözüm vahiyle bildirilmişse
tabii ki itiraz etmeyiz, Fakat vahiy değilse müşriklik dönemimizde bile haraç
vermediğimiz insanlara şimdi Allah bizi İslâm'la şereflendirdikten sonra haraç
vermek istemeyiz" diyerek itiraz edince Hz. Peygamber kendi görüşünden
vazgeçmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. [291]
Sahabe de istişareye
ve halkın fikrine büyük önem vermiştir. Onların bu tutumları sayesinde
dönemlerinde müslümanlann şahsen veya grup halinde karşı görüşlerini
belirtebildikleri veya İtiraz edebildikleri, bunun da yönetime olumlu katkılar
sağladığı görülmektedir. Hatta Hz. Ömer'in, savaşta esir edilen ve İslâmiyet'i
kabul eden Hürmüzân ile dahi istişare ettiği rivayet edilmiştir. [292]Ancak
Emevîler'in yönetimi ele geçirmeleriyle birlikte müslüman toplumlarda giderek
totaliter bir yönetim tarzının hâkim olması, şûra ve istişarenin çok sınırlı
bir çerçevede kalmasını sonuçlandırmıştır
Başta yukarıda anılan
âyetler olmak üzere Kur'an'ın konuya ilişkin açıklamaları, Resûlullah ve
sahabenin uygulamaları ışığında şûranın İslâm'm öngördüğü sosyal düzenin ana
ilkelerinden olduğu sonucuna ulaşılmakla beraber, bunun kapsamı, şekli ve
bağlayıcılığı konularında İslâm bilginlerince farklı görüşler ileri
sürülmüştür.
Dinî literatürde ve
özellikle kamu hukuku alanında yazılan eserlerde şûranın önemli bir anayasal
kurum olarak ele alınması, müslüman toplumlarda mevcut fiilî duruma getirilen
bir eleştiri veya hukukun üstünlüğünün sağlanması, iktidarın yetkilerinin
sınırlandırılması, yönetimin temel ilke ve kurallarından ayrılmaması yönünde
gösterilen gayretler olarak görülebilir. Bu çerçevede, -müşavere emrinin
bağlayıcı olup olmadığı konusunda fıkıh âlimleri farklı görüşler de bulunsa
da-devlet başkanının etrafında ehlü'1-hal ve'l-akd veya ehlü'ş-şûrâ adıyla
anılan adalet, bilgi, aklı selim ve basiret sahibi kimselerin bulunması, devlet
başkanının ve diğer yöneticilerin bunlarla istişare etmesi ilke olarak
benimsenip gerekli görülmüş, ancak bu konuda ayrıntıya gidilmeyerek müslüman
toplumların ve yönetimlerin kendi dönem ve şartlarına uygun bir prosedür
geliştirmesine imkân tanınmıştır.
Şûrada üyelerin
görevi, kendi arzu ve isteklerini ifade etmek değil naklî ve aklî deliller
ışığında doğru çözümü ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bu çabada insan iradesi ve
beşerî tercih unsuru ortadan kaldırılmış olmamakla beraber, ilmin iradeye tâbi
olmasıyla, iradenin itme tâbi olması arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bir
başka anlatımla şayet şûra ilmi ve delilleri öne çıkaran bir anlayış içinde
cereyan etmezse, artık müşavereden değil çeşitli iradelerin çekişme ve
mücadelesinden söz edilebilir.
Şûranın mahiyeti, şûra
heyetinin oluşum şekli, şûrada ulaşılan kanaatin bağlayıcılığı, şûra heyetinin
görüşü ile başkanının görüşü arasında farklılık bulunduğunda izlenecek metot
gibi konularda literatürde değişik açıklamalar bulunmaktadır. Bunlar İslâm
bilginlerinin naslar ve sahabe tatbikatı ışığında kendi kültür, bilgi ve
deneyimlerinin ürünü olarak ortaya koydukları içtihadı sonuçlardır. Bu konuda
geliştirilen doktriner görüş ve Öneriler temelde, müslüman toplumlarda
yönetimin Kur'an ve Sünnet'te vazedilen genel hukuk ilkelerine bağlı, kamuoyu
desteğine sahip adaletli ve hakkaniyetli bir yönetim olmasını amaçlayan samimi
ve etkili çabalar olarak değerlendirilmelidir.
[293]
Sözlükte
"dayanmak, güvenmek, İtimat etmek ve işi başkasına havale etmek"
anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak "bir taraftan meşru hedefe
ulaşabilmek için gerekli bütün çabayı gösterirken diğer taraftan da Allah'a
dayanıp güvenmek ve işin sonunu O'na bırakmak" demektir. Tevekkül eden
kişiye mütevekkil denir. Kur!ân-ı Kerîm'de kırk âyette tevekkül ve aynı kökten
fiil ve isimler geçmektedir. Bu âyetlerde Allah'a sığınmak, O'na güvenip
dayanmak ve bağlanmak gerektiği, bunun İslâm akidesinin bir gereği ve Allah'a
samimi iman ve teslimiyetin zorunlu sonucu olduğu vurgulanmaktadır. [294] Ancak
bu iman ve teslimiyet, olaylar karşısında kişinin kendisini ve alması gereken
tedbiri ihmal etmesi anlamına gelmez. Nitekim Râzî bu konuda şöyle der:
"Tevekkül, bazı cahillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi
demek değildir. Böyle olsaydı müşavere emri ile tevekkül emri birbiri ile
çelişirdi (biri diğerine engel olurdu). Tevekkül, 'insanın zahirî (görünür)
sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara bağlamayıp yüce Allah'ın korumasına
dayanması' demektir" Tevekkül uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti
değil, bütün güçlüklere rağmen başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Allah'a
samimi güven ve bu güvenin verdiği tükenmez ümidin iman halini alışıdır. Bu
konuda Elmalılı da şöyle der: Fakat şunu unutmamak lâzım gelir ki tevekkül,
görevin yerine getirilmesini Allah'a havale etmek anlamına gelmez. Asıl
tevekkül gereğini yaptıktan sonra işi Allah'a bırakmaktır. Birçokları bu
hususta gaflete düşerek tevekkülü, "vazifeyi terketmek" sanırlar,
yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah'a havale edip emir ve komuta
mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış
namaz, oruç, zekât, cİhad gibi görevleri yüce Allah ona emredip
yaptırmayacakmış da kulun emir ve havalesiyle onun yerine bizzat kendisi
yapıverecekmiş gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar ve İsrâiloğulları'nın Hz.
Musa'ya, "Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada
oturacağız!"dedikleri gibi demek isterler. Bu İse Allah'a tevekkül ve
itimat değil, O'nun emrine itimatsızlıknr, küfürdür
Görüldüğü gibi
tevekkül yoksulluk, uyuşuktuk ve durgunluğun mazereti değil bir irade ve iman
gücüdür. Nitekim şu mealdeki âyetler bunu açık biçimde belirtmektedir:
"Buna rağmen yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O'ndan başka tanrı
yoktur, ben yalnız O'na güvenip dayanırım; O, büyük arşın sahibidir"[295] "Birtakım
insanlar onlara, 'İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun'
dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve 'Allah bize yeter, O ne güzel
vekildir!' diye cevap verdiler"[296]
Bu konudaki âyetler,
Hz. Peygamber'in söz ve uygulamalarıyla İslâm'ın bu İki temel kaynağını en iyi
anlayıp uygulayan sahâbîlerin hayatları bir bütün olarak değerlendirilecek
olursa, tevekkülün "hareket ve faaliyeti bırakmak, tedbiri ihmal
etmek" şeklinde yorumlanmasının İslâm diniyle ilgisi bulunmadığı kolayca
anlaşılır. Nitekim bir âyette "İnsan ancak çabasının sonucunu elde
eder"[297] buyurulmuştur. Hz.
Peygamber de kuşların bile sabahın erken saatlerinde yuvalarından ayrılarak
akşamın karanlığına kadar Allah'ın kendileri için yarattığı rızıklarını
aradıklarını hatırlatarak[298]
Allah'a gerçek anlamda tevekkül etmenin "esbaba tevessuT'ü (sebeplere
sarılmayı) gerektirdiğini anlatmak istemiştir. Devesini bağladıktan sonra mı
yoksa onu salarak mı tevekkül ettiğini soran bedeviye hitaben de "Önce
deveni bağla, sonra Allah'a tevekkül et"[299] buyurarak İslâm'ın tevekkül anlayışını somut
örneklerle açıklamıştır. Tevekkülü itici bir güç olarak değerlendiren ashâb-ı
kiram ise bu anlayış sayesinde daha İslâm'ın ilk yüzyılı bitmeden İslâm dinini
bir dünya ve milletler dini haline getirmeyi ve kıtaları fethetmeyi
başarabilmişlerdir.
Tevekkül halinin
önemli bir faydası da gerekeni yaptıktan sonra kişinin kararlı, güvenli,
huzurlu olmasını sağlamasıdır; çünkü tevekkülün kavram çerçevesi içinde
Allah'ın âdet ve kanunlarına güvenmek de vardır. [300]
160.150.
âyette buyurulduğu üzere müminlerin yardımcısı yüce Allah'tır ve O, en iyi
yardımcıdır. O, dostlarını ve sevdiği kullarım korur, gözetir ve onlara yardım
eder. Nitekim Bedir Savaşı'nda melekleriyle müminlere yardım etmiş ve onlan
düşmanlarına galip getirmişti. Uhııd Savaşı'nda da müminler tamamen imha
edilmekten Allah'ın yardımıyla kurtulmuşlardır. Allah'ın dostluğunu ve yardımını
kazanmış olan kimse başkalarının yardımına muhtaç olmaz. O'nun yardımının
tecelli ettiği yerde mağlûbiyet yoktur; yardımsız bıraktıkları ise iflah olmazlar.
Bu sebeple müminler sadece O'na dayanmalı, O'na tevekkül etmeli ve O'ndan
yardım istemelidirler. Allah'ın bir kimseye veya bir millete yardım etmesi veya
onları yardımsız bırakması şüphesiz ki sebeplere ve hikmetlere dayanmaktadır.
Bu sebeple müminler Allah'ın yardımına erişebilmek için O'nun rızâsına uygun
hareket etmeli ve gazabına sebep olacak davranışlardan da sakınmalıdır. Ancak
böyle yaptıkları takdirde yüce Allah'ın yardımına lâyık olurlar. Nitekim
"Ey İman edenler! Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve
ayaklarınızı sağlam bastırır"[301] mealindeki
âyette buna işaret buyurulmuştur. Burada Allah'a yardımdan maksat O'nun emir ve
yasaklarına, evrende yarattığı ilâhî kanunlara uygun davranarak sebeplere
sarılmaktır. Aksi takdirde Uhud Savaşı'nda olduğu gibi başarısızlık kaçınılmaz
olur. [302]
161. Uhud
Savaşı'nda Hz. Peygamber'in stratejik bir noktaya yerleştirdiği okçuların bir
kısmı, başlangıçta İslâm ordusunun müşrik saldırılarım püskürttüğünü görünce
zaferin kazanıldığını ve herkesin aldığı ganimetin kendisinin olacağını
zannederek nöbet yerini terkettiler. Onların bu şekilde görev yerlerini
bırakmaları savaşın müslümanlann aleyhine dönmesine sebep oldu. Hz. Peygamber
"Bizim ganimetleri taksim etmeyip gizleyeceğimizi mi sandınız?"
buyurarak bu konuda onların zihninde uyanan bu şüphelere îmada bulunarak böyle
bir davranışın kendisine asla yakışmayacağına İşaret buyurmuştu. Bu âyetin de
bu tür kuşkulara cevap olmak üzere indiği rivayet edilmiştir. Başka bir
rivayete göre ise âyet Bedir Savaşı'nda elde edilen ganimetlerin taksimi
sırasında, kayıp bir eşya için, münafıkların "Herhalde Muhammed
almıştır" demeleri üzerine inmiştir. [303]
"Ganimet
mallarından bir şeyi gizlice alıp zimmetine geçirmek" anlamına gelen gulûl
kelimesi genel olarak kamu malında yolsuzluk ve suistİmali ifade etmektedir.
Âyet peygamberlik göreviyle kamu malına hıyanetin bağdaşmasının mümkün
olmadığını, böyle bir yolsuzluğun hiçbir peygambere yakışmayacağını, dolayısıyla
Hz. Peygamber'in de bundan münezzeh olduğunu vurgulamaktadır. O, insanların en
doğrusu, ahlaken en üstün olanı ve Allah'tan en çok korkanıdır. Böyle bir
kimsenin ganimet malını zimmetine geçirmek gibi bir haramı işlemesi veya kamu
malında yolsuzluk yapması düşünülemez. Zaten tarih ve siyer kaynaklan da onun
dünya malına değer vermediğine şahitlik etmektedir.
Hz. Peygamber başka
yönlerden insanlara örnek olduğu gibi[304]
yönetici olarak da en mükemmel örnektir. O, başta dürüstlük olmak üzere
yöneticilerde bulunması gereken özellikleri taşımaktaydı. Devlet ve milletin
emanetlerinin korunması hususunda son derece titizlik göstermiş, yöneticilerin
zaruri ihtiyaçları dışında devlet malından bir şey almamalarını ve onu
titizlikle korumalarını istemiştir. [305]
Nitekim bazı hadislerde devlet işlerinin aksamaması ve başarılı bir şekilde
yürütülmesi için görevlinin zaruri ihtiyaçlarının devlet bütçesinden
karşılanması gerektiği ifade edildikten sonra zaruri ihtiyaç olmadığı halde
devlet bütçesinden haksız bir şekilde faydalanmak hıyanet sayılmış, hatta
yöneticilerin hediye kabul etmeleri dahi yolsuzluk olarak
nitelendirilmiştir [306]Hz.
Peygamber birçok hadisinde kamu malından bir şeyi zimmetine geçiren kimsenin
kıyamet gününde o malı sırtlanmış olarak Allah'ın huzuruna geleceğini, bütün
mahşer halkının bu manzarayı göreceğini, daha hesaba çekilmeden ve cezası
verilmeden önce halkın huzurunda rezil olacağını haber vermiş, bu konuda
devlet görevlilerini sürekli olarak uyarmıştır. [307]
"Sonra, herkese kazanmış olduğunun karşılığı kendileri haksızlığa
uğratılmaksızın tastamam ödenir" mealindeki cümle de, kamu malını
zimmetine geçirmenin cezasız karmayacağını ifade etmektedir.
Gulûlün dünyevî
hükümleriyle ilgili ayrıntılarda fıkıh âlimleri arasında bazı görüş ayrılıkları
bulunmakla beraber, gulûl yapan kimsenin mümkünse aldığı bütün mallan ganimet
dağıtılmadan önce iade etmesi gerektiği noktasında birleşmişlerdir. Ceza
konusunda hâkim kanaat ise -hırsızlık suçunun unsurlan gerçekleşmiş olsa da-
bazı ceza ilkeleri dolayısıyla, bu suç için öngörülen had cezası değil tâzir
cezası verilmesi gerektiği yönündedir.[308]
162-63.
"Allah'ın nzâsmı elde eden Allah'ın gazabına uğrayan gibi olur mu
hiç" sorusu bir önceki âyette geçen, "Sonra, herkese kazanmış
olduğunun karşılığı kendileri haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir"
mealindeki cümlenin açıklaması mahiyetindedir. Yani "Allah'ın emir ve
yasaklarına uyan, doğruluğu ve dürüstlüğü sayesinde Allah'ın rızâsını kazanmış
olanla emir ve yasak dinlemeyen, devlet ve millet malını zimmetine geçirdiği
için Allah'ın gazabına uğrayan kimse hiç eşit olur mu?" denilmektedir.
Elbette Allah'ın nzâsmı kazanan cennette her türlü güzel nimetlere kavuşurken,
diğeri cehenneme gönderilecektir. 162. âyetin son cümlesi buranın ne kadar kötü
bir yer olduğunu vurgulamaktadır. 163. âyet de bu iki grubun Allah katındaki
derecelerinin farklı olduğunu, âhirette farklı muamele göreceklerini İfade
buyurmaktadır. Bu farkın dünya hayatında beşerî ilişkilere, istihdamda ehliyet
ve önceliğe yansıması da tabiidir. Bununla birlikte âyette söz konusu edilen
derece farklılığının Allah'ın rızâsını kazananlarla ilgili olma İhtimali de
vardır. Bu takdirde Allah'ın rızâsını kazananların da eşit olmadıklarına,
onların da Allah katındaki derecelerinin amellerine göre değişeceğine işaret
edilmiş demektir. [309]
164. And olsun ki
içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara
kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir
lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar, apaçık bir sapkınlık içinde
bulunuyorlardı. 165. Düşmanınıza iki mislini verdirdiğiniz kayıp kendi
başınıza gelince "Bu nereden başımıza geldi?" mi diyorsunuz? De ki:
"O, kendinizdendir." Doğrusu Allah her şeye kadirdir.166. İki ordunun
karşılaştığı günde başınıza gelenler, Allah'ın emriyle re müminleri ayırt
etmesi içindi. 167. Bir de münafıkları ortaya çıkarması İçin... Onlara,
"Gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada bulunun"
denildi. Onlar, "Savaş olacağını bilsek elbette size katılırız"
dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayanı
ağızlarıyla söylüyorlardı. Gizlediklerini Allah onlardan daha iyi bilir. 168.
Onlar, oturup kardeşleri hakkında, "Bizi dinlcsclerdi
öldürülmezlerdi" diyenlerdir. De ki: "Eğer sözünüzde doğru iseniz,
ölümü başınızdan savın!" 169-170. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler
sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine
verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında nzıklara mazhar
olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit
kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini
duymaktadırlar. 171. Onlar Allah'tan gelen bir nimet, bir lütuf sebebiyle ve
Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğinden dolayı sevinç içerisindedirler. [310]
164. Yüce
Allah'ın insanlık tarihi boyunca onların içinden peygamber seçip göndermesi,
insanlara lütfetmiş olduğu en büyük nimetlerinden biridir. Çünkü peygamberler
insanlığa daima yol gösterici olmuşlar, onların maddî ve daha ziyade mânevi
alanlarda kalkınmalarım ve ilerlemelerini sağlamışlardır. Her peygamber
insanlığa yeni ufuklar açmış, yenilikler getirmiş ve kendisine inananların
İnsanca yasamaları için onlara doğru yolu göstermiştir. Bunların sonuncusu,
bütün insanlık için bir müjdeci, bir uyarıcı ve âlemlere rahmet olarak
gönderilmiş olan Hz. Muhammed'dir. [311] Onu
peygamber (resul) olarak göndermesi, yüce Allah'ın tarihî olarak ilk
miislumanlara, evrensel olarak da bütün insanlara verdiği nimetlerin en
büyüğüdür. [312]
İslâm'dan önce Araplar
"Câhiliye dönemi" denilen karanlık bir dönem yaşadılar. Bu dönemde
insanlar maddî bakımdan geri kaldıktan gibi bilgi ve ahlâk bakımından da geri
idiler; Câhiliye geleneklerine uyarak Allah'a ortak koşuyor, putlara
tapıyorlar, birbirlerini öldürüyorlardı. Ümmî idiler[313] yani
okuma yazma bilmiyorlardı. Âyetin "Halbuki daha Önce onlar, apaçık bir sapkınlık
İçinde bulunuyorlardı" mealindeki son bölümü onların İslâm'dan önceki
durumlarını tasvir etmektedir, Onlan bu gerilikten kurtaran hiç şüphesiz Hz.
Peygamber olmuştur. Zira o, insanlara bir yandan kitabı yani Kur'an'ı, diğer
yandan da "hikmet"i yani dinî konularla ilgili en doğru bilgileri ve
genellikle sünnet diye ifade edilen en güzel davranış biçimlerini Öğretti[314] Allah'ın gerek kendisine vahyettiği gerekse
evrende yerleştirdiği âyetlerini okuyup açıklayarak insanları bilmedikleri
konularda aydınlattı ve aydınlanmanın yollarım açtı. Böylece miislümanlan,
bilgi ve erdemlerle donatarak onların basandan başarıya koşmalarını sağladı;
müslümanlar Peygaber'in açtığı bu aydınlık yolda ilerleyerek sonraki
yüzyıllarda dinî ve dünyevî ilimlerde ve bunların uygulamaya geçirilmesinde
İnsanlığa örnek ve önder olacak bir konuma yükseldiler. Kısaca Hz. Peygamber,
getirdiği kitap ve hikmet sayesinde geri kalmış bir toplumu eğiterek kısa bir
sürede lider ve örnek durumuna getirdi. Müslümanların bugünkü geri kalmışlıktan
hiç şüphesiz kitap ve hikmeti ihmalleri yüzündendir. [315]
165.
Müslümanlar Uhud'da Hz. Peygamber1 in önderliğinde ve Allah yolunda
savaştıkları için galibiyete kesin gözüyle bakıyorlardı. Hz. Peygamber de onlara,
sabrettikleri ve yanlış davranışlardan sakındıkları takdirde, Allah'ın yardım
vaadini bildirmişti. Fakat durum beklediklerinin tersine oldu. İslâm'ı ve
müs-lümanlan yok etmek için Mekke'den gelmiş olan müşrikler karşısında içlerine
sindiremeyecekleri ağır bir yenilgiye uğradılar ve "Bu nereden başımıza
geldi?" diyerek yenilginin sebebini sormaya başladılar. Âyetin "De
ki: O, kendinizdendir" mealindeki bölümü bu soruya cevap vermektedir.
Bununla âdeta şöyle denmiş oluyordu: Yenilginin sebebi sizsiniz. Bu felâket
Allah'ın sabır ve takva tavsiyelerine aykırı hareket etmenizden, okçularınızın
Hz. Peygamber'in ve kumandanlarının emirlerini dinlemeyip nöbet yerini
terkederek ganimet toplamaya koşmalarından dolayı başınıza gelmiştir. İşte
felâketin asıl sebebi budur. Yoksa bazılarının zannettiği gibi Allah vaadinden
dönmüş değildir, O vaadini yerine getirmiş ve düşmana karşı size yardım
etmiştir. Nitekim savaşın başmda düşmanı bozguna uğratmıştınız. Ama sabırsızlık
gösterdiniz ve başınıza felâketin gelmesine sebep oldunuz. Bununla birlikte
Allah zafere ulaştırmaya da yenilgiye uğratmaya da kadirdir. Dileseydi bu
şartlarda bile size zafer nasip ederdi. Ancak bu onun tabii kanunlarına aykırı
olurdu. Ayrıca müminlerin de bir daha böyle bir hataya düşmemeleri için ders
almaları gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu.
Âyette aynı zamanda,
bu savaşla öncekinin sonuçlan hatırlatılarak müminler olaylara tek açıdan
bakmayıp karşılaştırmalı düşünmeye ve sağlıklı bir muhakeme yapmaya
çağrılmaktadır. Şöyle ki: Müslümanlar Bedir Savaşı'nda sayıca müşriklerden çok
az olduklan halde onlara büyük kayıplar verdİrmişlerdi; Uhud Savaşı'nda da
kendilerinden kat kat fazla bir orduyla karşılaşmışlar, ama bu güç dengesi
içinde düşünüldüğünde onlannkinden çok daha az sayılabilecek kayıp verince
"Bu nereden başımıza geldi?" demeye başlamışlardı. Âyetin İki mislini verdirdiğiniz kayıp" anlamına
gelen ifadesi genellikle şöyle açıklanmıştır: Müslümanlar Uhud Savaşı'nda
yetmiş şehit vermişlerdi. [316] Bedir Savaşı'nda ise müşriklerden yetmiş
kişiyi öldürmüşler, bir o kadar da esir almışlardı Buhârî, "Megâzî",
10); yani Uhud'da kendilerinin verdikleri zayiatın iki katını Bedir'de düşman]
arına verdirmişlerdi. [317]
166-167. İki
ordunun karşılaştığı gün müminlerin başına gelenler kendi kusurlu davranışları
sebebiyle olmakla birlikte yine de Allah'ın izniyle gerçekleşmiştir.
Müfessirler Allah'ın iki türlü iradesinin olduğunu kaydederler: Biri, Allah'ın
cebbar isminin eseri olan ve hiçbir sebep ve şarta bağlı olmayan cebrî iradesidir.
Bu iradenin ortaya çıkardığı bütün olaylar, zorunlu olup sorumluluk gerektirmez.
Çünkü kul bunun önüne geçemez. Allah'ın diğer iradesi ise sebep ve şartlara
bağlı olarak kulun iradesiyle birlikte cereyan eder. Allah'ın bu İradesi, -kendisi
razı olmasa bile- kulun, dilediğini yapması için ona izin ve güç vermesi anlamına
gelir. Bu işlerde sorumluluk kula aittir. Çünkü kul bir işi yapmak isteyince
Allah ona izin ve güç verir. Burada niyet ve istek Allah'ın verdiği irade ve
kudretin kullanılması kuldan olduğu için sorumluluk kula aittir. Allah
müşriklere İzin vermeseydi elbette müminlere galip gelemezlerdi. Ama Allah
sebep sonuç ilişkisine bağladığı kanunları gereği -rızâsı olmasa bile-
müşriklere bu izni vermiştir. Çünkü O'nun kanununa göre savaşta tedbirli
olanlar, sabır ve sebatla gayret gösterenler ve Allah'ın bu husustaki
yasalarına uyanlar başarılı olurlar. Bununla birlikte müminlerin yenilmesinde
başka hikmetler de bulunabilir. Yüce Allah'ın, savaşta sabır ve sebat gösteren
müminlerle İkiyüzlü davranan münafıktan birbirinden ayırt etmesi ve insanların
bunları tanımasını sağlaması bu hikmetlerdendir.
Abdullah b. Übey b.
Selûl'ün başını çektiği 300 kişilik bir grup münafık savaş alanına varmadan
yoldan geri dönerken müslümanlar onları ikna edip kendileriyle birlikte
kalarak Allah yolunda cihad etmelerini ve müşterek vatanlarını düşmana karşı
savunmalarını istemişler; münafıklar ise "Bugün bir savaş olacağını
sanmıyoruz. Bu sebeple geri dönüyoruz. Eğer savaş olacağını tahmin etsek elbette
sizinle birlikte geliriz" diyerek savaşa katılmamalarına bahane
göstermişlerdir. Oysa savaş olacağını çok iyi biliyorlardı. Çünkü müşriklerin
Bedir Savaşı'nm intikamını almak için her türlü savaş hazırlığını yapıp
Medine'ye kadar geldiklerini görüyorlardı. Öte yandan meydan savaşı isteyen
müslümanlar bu isteklerinden vazgeçtiklerini bildirdiklerinde Hz. Peygamber'in,
"Bir peygamber zırhını giydikten sonra artık savaşmadan onu
çıkarmaz!" [318]
buyurduğunu da biliyorlardı. Ancak 167. âyette de buyurulduğu gibi onlar samimi
olarak iman etmedikleri için böyle davranıyorlardı. Oysa Allah onların
gizlediklerini de açıkladıklarını da herkesten iyi bilmektedir.
167. âyetteki
"Savaş olacağını bilsek elbette size katılırız" şeklinde tercüme
edilmiş olan ve buna göre yorumlanan bölümü bazı müfessirler, "Eğer savaşmasını
bilseydik elbette sîze katılırdık (ama biz savaşmasını bilmeyiz)" şeklinde
de yorumlamışlardır. [319]
168. İslâm ordusundan ayrılan münafıklar, ordudan
ayrıl mayıp savaşa katılan ve şehit olan akrabaları hakkında, "Bizi
dinleselerdi öldürülmezlerdİ" diyerek ordudan ayrılmadaki asıl
maksatlarının ne olduğunu ortaya koymuşlardır. Oysa daha önce, "Bugün bir
savaş olacağını bilsek size katılırız, (savaş olacağını sanmıyoruz)"
diyorlardı. Esasen onlar bu sözleriyle müslüman askerleri savaştan kaçmaya
teşvik ettiklerini, teşvikleri etkili olmadığı İçin gücendiklerini, bundan
dolayı da savaşta şehit olanları küçümsediklerini, onların öldürülmelerine sevindiklerini
ve bütün bunlardan öte Allah'ın takdir ettiği eceli inkâr ettiklerini itiraf
etmişlerdir. [320] Yüce Allah onlara
cevaben buyuruyor ki: "Eğer sözünüzde doğru iseniz, ölümü başınızdan
savın!" Şüphe yok ki ölümü savmak hiçbir kimse için mümkün değildir, zira
"Herkes ölümü tadacaktır[321]
Önceki âyetlerin tefsirinde de açıklandığı gibi insanların hayat süresi (eceli)
yüce Allah tarafından belirlenmiştir. Bu süre kesinlikle değişmez. Öyle ise
vatana saldırmış olan düşmana karşı savaşarak şerefle ölmek, savaştan kaçarak
alçakça ölmekten daha iyi değil midir? Zillet içinde yaşamaktansa şerefle şehit
olmak daha üstün değil midir? [322]
169-171.
Allah yolunda şehit olanların "ölü" olduklarını düşünmek doğru
değildir. Çünkü ölü, hayatı sona eren, duyulan yok olan, bu nedenle hiçbir şeyi
algılayamayan kimse demektir; oysa Allah yolunda öldürülenler böyle
değillerdir; onlar görünürde Ölmüş olsalar bile Allah'ın kendilerine bahşettiği
özel bir hayatla diridirler. Onların hissetme, lezzet ve zevk alma
kabiliyetleri vardır; Allah katında onlara bol nimetler, geniş rızıklar
sunulmakta ve mutlu bîr hayat yaşamaktadırlar; fakat dünyadaki insanlar bunu
farkedemezler. Çünkü şehitlerin hayatları mahiyet ve boyut bakımından
dünyadakilerden farklıdır (İbn Âşûr, IV, 366).
Genellikle müfessirler
bu tür âyetleri ruhun ölümsüzlüğü inancıyla açıklamışlardır. Onlara göre ölüm
olayı, ruhun bedenden ayrılmasından ibarettir. Ölen ruh değil bedendir. Ölümden
sonra iyilerin ruhları âhiretteki güzel makamlarını görerek onunla mutlu olurlar;
kötülerin ruhları da cehennemdeki yerlerini görerek bundan elem duyarlar.
Şehitler ise sadece yüksek makamlarım görmekle kalmaz, Allah nezdinde
dünyalılara verilenden daha güzel ve daha büyük nimetlere maz-har olurlar. [323]
170. âyete göre şehitler Allah'ın kendilerine
lütfettiği nimetler sebebiyle sevinip mutlu oldukları gibi, şehit olarak
kendilerine katılmamış olan mücahitlerin İslâm uğrundaki cihadlarımn Allah
katında zayi olmadığı, onlar İçin herhangi bir korku ve tasanın bulunmadığı
müjdesini alarak buna da sevinirler. "Henüz kendilerine katılmamış
olanlar" İfadesini, "Sadece mücahidler değil bütün müminlerdir"
diye yorumlayanlar da vardır. Buna göre şehitler, arkalarından kendilerine
katılmamış, yani şehit olmamış bütün müminler için herhangi bir korku ve tasa
olmadığına dair aldıkları müjde ile sevinirler ve mutlu olurlar. İbn Aşûr bu
âyete dayanarak Allah yolunda öldürülen şehitlerin ruhlarının dünyadaki
sevdiklerinin sevinç veren hallerinden haberdar olduklarını söylemektedir. Bu
haberdar olma bazan sadece sevindirici durumlara mahsus olur, şehit bununla
mutlu olur; bazan da genel olarak bütün durumlardan haberdar olur, zira bilgi
sahibi olmakla ruhlar mutluluğa erişir. [324]
Elmalılı'nın yorumuna göre ise yüce Allah şehitlere dünyadakilerin üzücü
hallerini ya bildirmeyecek veya bildirdiği takdirde onlara lütuf ve kereminden
vereceği güzel nimetler sayesinde onları bu üzüntüden koruyacaktır. [325]
171. âyet hem bir
önceki âyeti pekiştirmekte hem de şehitlerin sadece arkada bıraktıkları
müminler İçin korku ve tasa olmadığını öğrenmeleri sebebiyle değil aynı zamanda
Allah'ın kendilerine vereceği nimeti ve müminlerin ecrini zayi etmeyeceği
vaadi dolayısıyla da sevineceklerini ifade eder. [326]
172. Bunca yara
aldıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamberdin çağrısına koşanlar var ya işte
onlardan bu güzel davranışta bulunan ve karşı gelmekten sakınanlar için de
büyük mükâfat vardır. 173. Birtakım insanlar onlara, "İnsanlar size karşı
asker toplamışlar, onlardan korkun" dediler de bu, onların imanlarını arttırdı
ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" diye cevap verdiler. 174.
Bunun üzerine Allah'ın lütuf ve kerenıiyle kendilerine hiçbir fenalık
dokunmadan geri döndüler Allah'ın rızâsına da uymuş oldular. Allah büyük lütuf
sahibidir. 175. İşte o şeytan sizi ancak kendi dostlarından korkutur, mümin
iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. [327]
172. Tarihî kaynaklara göre Uhud Savaşı sona
erdiğinde Kureyş ordusu Mekke'ye dönmek üzere yola çıkmış, ancak Revhâ denilen
yere geldiklerinde müslümanlarm tamamını imha etme imkânı doğduğu halde bu
durumu değerlendirmediklerine pişman olmuşlar ve bütün müslümanlan imha etmek
üzere dönüp Medine'ye saldırmak istemişlerdi. Ne var ki buna cesaret edemeyip
Mekke istikametinde yollarına devam ettiler. Öte yandan Hz. Peygamber de
düşmanın böyle bir fırsatı değerlendirmeyi düşünebileceğini tahmin ederek
gereken tedbiri almak üzere arkadaşlarını topladı ve Kureyş ordusunu takip
etmenin gerekli olduğunu anlattı. Müslümanlar yorgun, bitkin ve yaralı
olmalarına rağmen büyük bir cesaret ve feragat göstererek Allah Resûlü'nün
çağrısına uydular. Ancak Hz. Peygamber bu takibe bir gün önce savaşta
bulunanların dışında yalnızca Câbir b. Abdullah'a izin verdi. Hz. Peygamber
savaşa katılmış olanlardan 200 kişilik bir kuvvetle yola çıkıp Medine'ye
yaklaşık 15 km. uzaklıktaki Hamrâülesed denilen yere gelerek burada üç gün
kaldı. Bazı kaynaklarda Hz. Peygamberle birlikte gidenlerin yetmiş kişi olduğu
belirtilmektedir. Düşmanın çekilip gittiğini öğrenince o da Medine'ye döndü.
İşte bu âyet o çetin şartlarda ve yaralı olmalarına rağmen Hz. Peygamber'in
çağrısına uyarak düşmanı takip eden müminler hakkında inmiştir. Yüce Allah
müminlerin bu davranışlarının güzel ve kendi rızâsına uygun olduğuna işaret
buyurmakta, bu sebeple kendilerine büyük bir mükâfat verileceğim bildirmektedir[328]
173. Kureyş
ordusu kumandanı Ebû Süfyân Revhâ'da bulunduğu sırada müs-lümanlann üzerine
tekrar saldırıp onları imha etmek için plan hazırlarken müslümanlarm kalabalık
bir kuvvet halinde Hamrâülesed'e geldiklerini haber alınca, planından vazgeçti.
Bu esnada oradan geçmekte olan bir kervanın adamlarına, "Muhammed'e
rastlarsanız ona, kendilerini toptan yok edeceğimizi söyleyiniz" diyerek
psikolojik savaş yöntemiyle müslümanlan korkutmak istedi. Bu söz Hz.
Peygamberle birlikte müslümanlara ulaştığında onlar, "Hasbünallahü ve
ni'me'l-vekil" (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) dediler. İste bu
olav üzerine inen hv âyet her türlü olumsuzluğa rağmen müslümanların Allah ve
Resûlü'ne olan iman-lanm, güvenlerini ve kararlılıklarını göstermektedir.
Buhârî'nin rivayetine göre ateşe atıldığı gün bu sözü Hz. İbrahim de söylemişti. [329]
Kureyşliler Uhud'dan
ayrılırken yeni bir savaş yapmak için bir panayır yeri olan Küçük Bedir'de
buluşmak üzere müslümanlarla sözleşmelerdi. Panayır mevsimi geldiğinde
müşrikler buna cesaret edemediler ve itibarlarını korumak için müslümanlann
morallerini bozup sözleştikleri yere onların da gelmemelerini sağlamak üzere
Nuaym b. Mes'ûd adında birini Medine'ye gönderdiler. Nuaym müs-lünıanlan
düşmanla korkutup anlaşma yerine gitmemelerini sağlamaya çalıştı, fakat
başaramadı. Âyetin bu olayla ilgili olarak indiği de rivayet edilmiştir. [330]
Ancak âyetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde Uhud olayına daha uygun
düşmektedir. Çünkü âyette müslümanlann yaralandıktan sonra tekrar savaşa
çıktıktan ifade edilmektedir. Oysa müs-lünıanlar Küçük Bedir'e giderken yaralı
değillerdi[331]
"Bu, onların
imanlannı arttırdı" anlamındaki ifadeden ve benzeri âyetlerden hareketle
imanın artıp eksilebileceğîni iddia edenler ve buna karşı çıkanlar olmuştur.
Karşı çıkanlara göre iman ne artar ne de eksilir. Çünkü İmanın artması küfrün
azalması halinde, küfrün artması ise imanın azalması halinde düşünülebilir. Bu
durumda kişi aynı anda iki özelliği bir arada taşıyacağı için hem mümin hem de
kâfir olması gerekir, oysa bu imkânsızdır. İman psikolojik bir olaydır.
Şartlara göre kuvvetlenmesi veya zayıflaması söz konusu olmakla birlikte,
artması veya eksilmesi düşünülemez. Bir mümin, iman esaslannı inkâr etmedikçe
ne kadar büyük günah işlerse İşlesin ona kâfir denilemez; ona ancak günahkâr
denilir. Eğer günah işlemek imanı azaltsaydı günahkâra kâfir denilmesi
gerekirdi; oysa günahkâr iman esaslarını inkâr etmediği müddetçe kâfir
değildir. [332]
Elmalılı Muhammed
Hamdi'ye göre de imanın aslı artıp eksilmez. Zira iman kalbin tasdikinden
ibarettir. Tasdik ise nicelik vasfı taşımadığı İçin onunla ilgüi artma ve
eksilme ifadeleri, "kuvvetlilik ve zayıflık" ile tefsir edilmelidir.
Ancak destekleyici davranışlann (ibadet ve diğer iyiliklerin) artmasıyla imanın
kemalinin artacağında şüphe yoktur. Aslı tevhid olan iman, bir ağaç gibi kol
ve dallannı arttıra arttıra büyüyüp serpilerek sonunda istenen meyvelerini
verir. [333] Ayrıca ameli imandan bir
cüz (parça) sayanlara göre iman muhtevası nicelik bakımından da artar veya
eksilir. Ameli imandan bir parça saymayanlara göre ise İman kuvvetlenir veya
zayıflar; artma ve eksilmenin anlamı budur.
Bize göre bir tasdik
psikolojisi olarak imanm, yakînin (kesinliğin) üst derecelerine doğru yükselmesi
bir artıştır; nitekim Kur'an'da da bu yükselişe "artış" denmiştir.
Ancak yakîndeki derece eksikliğine küfür denilemez. Çünkü küfür iman esaslarını
(inanılacak şeyleri) bilinçli olarak eksiltmekle gerçekleşir. [334]
174. Bir
kısım müfessirler bu âyetin de Küçük Bedir Gazvesi hakkında indiğini
söylemişlerdir; fakat çoğunluk bunun Hamrâülesed takibi hakkında indiği
kanaatindedir. Hz. Peygamber'İn kumandasındaki müslümanlar, Uhud Savaşı'nın
ardından çekilip giden düşmanı takip etmek üzere Hamrâülesed'e kadar gelmişler
ve geri dönmesi muhtemel olan düşmanı burada karşılamak için üç gün beklemişlerdir.
Düşman geri dönmeye cesaret edemeyip Mekke istikametinde yol alınca müslümanlar
da burada alışveriş yaparak hem kazanç sağlamışlar hem bu hareketlerinden dolayı
Allah'ın rızâsını kazanmışlardır. Bu seferde herhangi bir çatışma olmadığı için
müslümanlar buradan sağ salim Medine'ye dönerken yüce Allah'ın uç ikramına nail
olmuşlardır: a) Savaş ve benzeri her türlü tehlikeden selâmette olarak
Medine'ye dönmüşler, b) ticaret yaparak kazanç sağlamışlar, c) cihad ettikleri
için sevap kazanmışlar ve Allah'ın nzâsına ermişlerdir. Âyetin sonunda bu
kazançlara işaret edilmektedir. [335]
175. Kureyş lideri Ebû Süfyân'ın casusu, müşrik
ordusunun geri dönüp Medine'ye baskın yapacağı ve müslümanlann kökünü
kazıyacağı haberini yayarak onları korkutmaya çalışıyordu. Yüce Allah bu şahsı
veya onu göndereni "şeytan" olarak nitelendirmekte ve müslumanlara
hitap ederek eğer Allah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorlarsa o casusun
veya gönderenin dosttan olan müşriklerden korkmamalarını, kendisinden
korkmalarını emretmektedir. Buradaki şeytandan maksat "insan şeytanı"
olabileceği gibi, insanlara vesvese veren "cin şeytanı" da olabilir. [336]
Allah müminlerin dostu olduğu gibi şeytan da müşriklerin dostu olduğu için
müminleri Allah'a ve Resûlü'ne itaatsizliğe teşvik eder. Yüce Allah müminleri
uyararak bu tür propagandalara aldanmamalan, şeytanın vesvesesine kapılmamalan
Allah'a isyan etmekten sakınmaları gerektiğini buyurmaktadır. Çünkü O, her
şeye kadirdir, zafer de yenilgi de O'nun elindedir.
"İşte o şeytan
sizi ancak kendi dostlarından korkutur" şeklinde tercüme edilen cümleye,
"İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur" şeklinde mâna vermek
de mümkündür. Bu takdirde şeytanın propagandasına aldanarak korkanlar, onun
dostları olan münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan imam zayıf kimselerdir.
Yüce Allah bunları uyararak eğer Allah'ın varlığına, kudretine ve müminlere
yardım edeceğine İnanıyorlarsa İnsanlardan korkmamaları, ancak kendisinden korkmaları
gerektiğini emreder. Çünkü bütün güç ve kuvvet O'nun elindedir. O dilerse
sayıca daha az, savaş araç ve gereçleri bakımından daha zayıf olan müs-lümanlan
daha güçlü olan müşriklere üstün kılar. [337]
176. (Resulüm!)
İnkârda yarışanlar seni üzmesin; Onlar Allah'a hiçbir zarar veremeyeceklerdir.
Allah âhirette onlara bir pay vermemeyi murat ediyor; onlar için büyük bir azap
vardır. 177. îmanı küfürle değiştirenler, şüphesiz Allah'a bir zarar
veremeyeceklerdir. Onlar için elem verici bir azap vardır. 178. İnkâr edenler,
kendilerine vermiş olduğumuz fırsatın sakın onlar için hayırlı olduğunu
sanmasınlar. Onlara verdiğimiz fırsat ancak günahlarını arttırmaya yarıyor.
Onlar için alçaltıcı azap vardır. 179. (Ey inkâr edenler!) Allah müminleri
pisi temizden ayırmadan bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir. Allah size
gaybı da bildirecek değildir; fakat Allah peygamberlerinden dilediğini bunun
için seçer. Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin; inanır ve sakınırsanız
sizin için büyük bir ecir vardır. 180. Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği
nimette cimrilik gösterenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu
sanmasınlar, bilâkis bu onlar için kötüdür. Cimrilik ettikleri şey kıyamet günü
boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah
yaptıklarınızdan haberdardır. [338]
176.
"İnkârda yarışanlardan maksat küfre iyice dalanlar, küfrünü açığa vurmakta
tereddüt etmeyenler, fırsat düştüğünde küfrün gereklerini yerine getirenler,
her fırsatta İslâm'a ve müminlere saldırmayı, zarar vermeyi, onları üzmeyi bir
yarış konusu haline getirenler, diğer İnsanların da inkarcı olmaları için
gayret gösterenlerdir. Hz. Peygamber, müşriklerin inkârda ısrar etmeleri ve
Kur'an'a karşı olumsuz tavır almaları, münafıkların aleyhte propagandaları,
İslâm'a tam ısınmamış olanlardan bazı kimselerin dinden dönmeleri ve
yahudilerin yıkıcı hareketleri sebebiyle üzülüyordu. Yüce Allah onların bu
tutumlarını "inkârda yarışma" olarak değerlendirmekte, bu ve benzeri
âyetlerde Hz. Peygamber'i teselli ederek onların bu düşmanca davranmaları
karşısında kendini üzmemesini tavsiye etmektedir. [339]
Çünkü onlar bu davranışlarıyla Allah'a ve O'nun dinine hiçbir zarar veremezler.
Onlar istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. Onların yaptıklarının
vebali kendilerine aittir, hesaplarını Allah'a kendileri vereceklerdir; bu
sebeple Peygamber'in üzülmesine gerek yoktur. Onun görevi inanmayanları mutlaka
imana getirmek değil, Kur'an'ı tebliğ ederek onları hak yoluna çağırmaktır. [340] İnkâr
eden, üstelik müminleri maddî ve psikolojik yönden ezmek için yarışırcasına
çaba harcayan zalimler hakkında Allah yasasını uygulayacak, onlara güzel olan
hiçbir şey nasip etmeyecek ve onlar âhiret nimetlerinden mahrum kalacaklardır. [341]
177. Bu âyet
bir önceki âyetin hem teyidi hem de daha kapsamlı bir izahı mahiyetindedir.
Elmalık Muhammed Hamdi'ye göre, 176. âyette anlatılanları "münafıklar ve
onlarla birlikte küfürde yanşan, bütün inkarcılara öncülük eden kâfirler"
olarak yorumlamak; buradakileri ise "İmanı küfürle değiştirerek onların
ardından giden mürtedler" diye tefsir etmek daha uygundur . [342]
Âyetin sonunda bunların da yüce Allah'a ve dinine herhangi bir zarar
veremeyecekleri, bilâkis yaptıklarının cezasını kendilerinin çekecekleri ve
bunlar için elem verici bir azabın hazır olduğunu haber vermektedir.
Taberî bu âyetin
yorumunda şöyle der: Yüce Allah 166. âyetten buraya kadarki bölümde mümin
kullarını ihlâslı davranmaya, bütün işlerinde Allah'a dayanıp güvenmeye,
yardımcı olarak Allah'ın yarattıklarını değil sadece Allah'ı tanımaya ve O'nun
takdirine razı olmaya, kendisinin ve dininin düşmanlarına karşı cihad etmeye
teşvik etmiş; onların kalplerini kuvvetlendirmiş ve onlara şunu bildirmiştir:
Allah birinin dostu ve yardımcısı olunca ona muhalif olanların hepsi birleşerek
o kişiye düşmanlık etseler, yine de Allah onu yardımsız bırakıp onlara ezdirmez.
Allah kimi de yardımsız bırakırsa onun destekçileri ve yardımcıları çok dahi
olsa onlann yardımı hiçbir fayda sağlamaz[343]
Nitekim bu sûrenin 160. âyetinde de şöyle buyurulmuştu: "Allah size yardım
ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur, eğer sizi yardımsız bırakırsa
O'ndan sonra size kim yardım edebilir! Müminler yalnız Allah'a
güvensinler." [344]
178.
Sözlükte "mühlet vermek, hedefine ulaşması için kişiyi yaptığı işte serbest
bırakmak, istediği gibi otlaması için atın bağını uzun tutmak" anlamlarına
gelen imlâ kelimesi, burada kâfirlerin dünyada iradelerini serbestçe kullanabilmeleri
için kendilerine fırsat verildiğini ifade etmektedir. Bu, Allah'ın bütün insanlık
için koymuş olduğu değişmez kanunudur (sünnetullah). İnsanlar bu dünyada kendi
hür iradeleriyle tercihte bulunurlar, diledikleri gibi yaşarlar. Ancak yüce
Allah burada inkârlarına rağmen kâfirlere böyle bir fırsat vererek onları serbest
bırakmasının kendileri için hayırlı bir şey olduğunu sanmamaları gerektiğini,
onlara sadece günahlarının artması için mühlet verdiğini, dolayısıyla bunun
sevinilecek veya övünülecek bir şey olmadığını haber vermekte ve bu suretle onları
uyarmaktadır. Çünkü insan kuvvetli bir İmana, güzel bir ahlâka ve iyi bir amele
sahip ise işte o zaman yüce Allah'ın ona verdiği fırsat, uzun ömür ve bol
servet faydalı olur. Oysa inkarcılarda iman ve imana dayalı güzel amel yoktur.
Bu sebeple onların ömürlerinin uzun, servetlerinin çok olması günahlarını
arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Günahları arttıkça da azapları
şiddetlenecektir. Bu sebeple yüce Allah onlar için alçaltıcı bir azap
hazırlanmış olduğunu bildirmektedir. [345]
179. Bu âyet müslümanların Uhud Savaşı'ndaki
yenilgilerinin hikmetlerinden birini daha ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber'in
Mekke'deki müslümanlar-la birlikte Medine'ye göç edip de orada bir devlet
kurması üzerine gerek Medine'de gerekse çevresindeki bölgelerde İslâm'ı kabul
edenler hızla çoğalmaya başladı. Bu durum karşısında İslâm'a inanmadığı halde
çeşitli nedenlerle müs-lüman görünenlerin sayısı da arttı. Nitekim Uhud
Savaşı'na giderken 1000 kişilik bir İslâm ordusu içinden 300 kişilik münafık
bir grubun ayrılmış olması o gün müslümanlar arasında münafıkların ne derece
kalabalık olduklarım göstermektedir. İşte yüce Allah bu karışık durumun devam
etmesini istemediği için samimi müminleri münafıklardan ayırt edecek bir sebep
meydana getirdi ki o da Uhud savaşıdır. Hicretin ilk yıllarında müslümanlar
henüz toparlanmış ve güçlenmiş olmadıkları, yeni müslüman olanların da
kalplerine iman henüz iyice yerleşmiş olmadığı için yüce Allah onları böyle
bir imtihana tâbi tutmadı. Çünkü o dönemde böyle bir imtihan müslümanları
sarsabilir, aralarında ayrılığın çıkmasına neden olabilirdi. Bedir Savaşı'nda
müslümanların bütün zayıflığına ve güçsüzlüğüne rağmen yüce Allah -melekleri
yardıma göndererek- onlara zafer kazandırdı. Böylece müminlerin durumu iyiye
giderken münafıklar da kimliklerini gizliyorlardı. Fakat samimi müminlerin
münafıklarla bu derecede karışık olmaları onlara zarar verebilirdi. Uhud
imtihanı münafıkların kendilerini açığa vermelerini de sağlamış oldu, âyetin
ilk cümlesi buna işaret etmektedir.
"Allah müminleri,
pisi temizden ayırmadan bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir"
mealindeki cümle şöyle de yorumlanabilir: Allah sizleri yani müminleri hep
bulunduğunuz durumda bırakmaz; bazan da böyle Uhud'da olduğu gibi savaş,
şehitlik ve diğer sıkıntılarla imtihan eder ki iyi ile kötünün (münafıkla
müminin) özelliklerini ortaya çıkarsın ve aralarındaki farkı göstersin.
Yüce Allah dikseydi
müminlere gayb bilgisi vererek onları münafıkların kalplerinden haberdar
ederdi. Ancak bu O'nun kanununa aykırıdır. Çünkü O, ev-rendeki her şeyi bir
sebebe bağlamış, gayb bilgisini ise sadece peygamberlerinden dilediğine
vahyetmİştir. Bu sebeple müminlerin görevi Allah'a ve peygamberlerine iman ve
itaat etmek, dünyadaki olayları değerlendirirken de sebep-sonuç ilişkilerini
daima göz önünde bulundurmaktır. Eğer bunu yapar ve karşı gelmekten
sakınırlarsa bunun mükâfatını görecekleri haber verilmiştir.
Gerek bu âyette
gerekse Cin sûresinin 26-27. âyetlerinde Allah gayb bilgisinin kendisine
mahsus olduğunu, sadece peygamber olarak seçtiği bazı kullarını bu tür
bilgilerden vahiy yoluyla haberdar ettiğini bildirmektedir. Buradan anlaşıldığına
göre peygamberler de dahil olmak üzere hiçbir insan veya cin gayb bilgisine
sahip değildir. Ancak Allah, dilediği peygamberlere uygun gördüğü gayb
bilgilerini vahiy yoluyla bildirmiştir. [346] Ahkaf sûresinin 9. âyetinde Hz. Peygamber'e,
"kendisine neler yapılacağını bilmediğini, sadece kendisine vahyedilene uyduğunu"
söylemesi emredilmiştir. Sebe' sûresinin 14. âyetinde de cinlerin gaybı
bilmedikleri haber verilmiştir. Şu halde Allah'tan başka gaybı bilen yoktur. [347] O her şeyi bilir, hiçbir şey O'na gizli
değildir. O, bu gizli bilgilerden dilediği kadarını kendi seçtiği kullarına
bildirir. [348]
180.
"Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği nimette cimrilik gösterenlerden
maksadın kimler olduğuna dair farklı rivayetler ve değerlendirmeler vardır.
Meselâ buradaki cimriliğin "ilmi ve gerçeği gizlemek" anlamında mecaz
olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi malî tasarruflardaki cimrilik anlamında
değerlendirenler de vardır. Birincilere göre âyet, Hz. Peygamber'in
özelliklerini ve peygamberliğini bildikleri halde bu bilgileri gizleyen Eht-i
kitap hakkında inmiştir. Daha güç1ü görünen ikinci değerlendirmeye göre ise
âyet, malını Allah yolunda cihad İçin harcamayanlar veya malının zekâtını
vermede cimrilik gösterenler hakkında inmiştir. [349]
Allah'ın insana
lütfundan vermiş olduğu nimetleri, malt ve serveti yaratılış gayesine uygun bir
şekilde harcamayıp cimrilik edenler ve onu sımsıkı tutanlar güzel ve yararlı
bir şey yaptıklarım sanırlar. Oysa yaptıkları kendileri için kötülüğün ta
kendisidir. Çünkü bu davranışları hem dünyada hem de âhirette onları küçük
düşürecek, alçaltacaktır. Cimrilik kişiyi ailesi, eşi-dostu ve toplum karşısında
küçük düşürücü kötü bir huydur. Nitekim Hz. Peygamber insanlar hakkında
düşünülebilen en kötü ve alçaltıcı huyun, "cimrilik ve korkaklık"
olduğunu söylemiştir. [350] Önde
gelen âlimlerden İmam Mâverdî'ye göre de cimrilik haksızlıkların, sürtüşme ve
çatışmaların ana sebeplerindendir; insanın başkaları karşısında alçalmasına ve
kınanmasına yol açan kötü sıfatların başında yer alır. [351]
Hatta çok zaman cimri kişinin kendisi dahi bu davranışından rahatsız olur.
Çünkü toplum içerisinde muhtaç ve yoksul kimseler varken onun Allah'ın lütfettiği
nimetlerden kimseyi yararlandırmaması, vicdanını rahatsız eder; Allah 'in, kullan
için yaratmış olduğu nimetleri onlardan esirgemek, malın zekâtını ve sadakasını
vermemek, yoksula yardım etmemek bir yandan ahlakî ve psikolojik bakımdan mal
sahibine zarar verirken bir yandan da sosyal patlamalara sebep olabilir,
ayrıca âhirette de sahibinin azap çekmesine neden olur. Nitekim âyet-i
kerîmede, "Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına
dolanacaktır" buyurulmaktadır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Her kîme Allah mal verir de o kimse malının zekâtını vermezse kıyamet
gününde onun malı, gözlerinin üstünde birer siyah nokta bulunan çok zehirli bir
yılan şekline sokulur ve öylece sahibinin boynuna dolanır. Bu yılan ağzıyla
adamın çenesini iki tarafından yakalar, 'Ben senin malınım, ben senin
hazinenim' der." Hz. Peygamber bu hadisi söyledikten sonra ardından bu
âyeti okumuştur. [352] Göklerin ve yerin
yaratıcısı da sahibi de Allah'tır. İnsanlar yeryüzünde yaşadıkları sürece bu
mülkün emanetçileridirler; bu emaneti birbirlerinden miras yoluyla, geçici
olarak alırlar ve nimetlerinden faydalanırlar. Ancak mülkün asıl sahibi Allah
olduğu için gerçek ve kalıcı anlamda miras da O'na aittir. Bin bir sıkıntı
çekerek mal ve servet biriktirenler bir gün bunları bırakıp gitmek zorunda kalacaklardır;
arkalarında bırakacakları miras İse mülkün gerçek sahibi olan Allah'a
kalacaktır. O halde doğru olan, malı, sahibinin istediği yerde ve yaratılış gayesine
uygun olarak harcamaktır. Allah'ın bu emanetini kendinin sanarak onu sahibinin
istediği yerde harcamamak büyük bir gaflettir. Çünkü kişi ne kadar mal
biriktirirse biriktirsin onu âhirete götüremeyecektir. Âhirete ancak yaratılış
gayesine uygun olarak Allah'ın istediği yerlere harcanan malların sevapları
götürülmektedir. Şüphesiz Allah kimin ne yaptığını ve nerelere, hangi maksatla
ne harcadığım çok iyi bilmektedir. [353]
181. "Allah
fakirdir, biz zenginiz" diyenlerin sözünü and olsun ki Allah işitmiştir.
Hem bu söylediklerini hem de haksız yere peygamberleri öldürmelerini elbette
yazacağız ve "Yakıcı azabı tadın!" diyeceğiz. 182. Bu, ellerinizle
yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullara asla zuhnedici değildir.
183. Onlar, "Doğrusu Allah, ateşin yiyeceği bir kurban getirinceye kadar
hiçbir peygambere inanmama hususunda bizden söz aldı" diyenlerdir. De ki:
"Benden önce nice peygamberler size mucizeler ve dediğiniz şeyi getirmişlerdi.
Doğru söylüyorsanız onları niçin öldürdünüz?" 184. Seni yalan-ladılarsa
bil kî senden önce belgeler, sahîfeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler
de yalancılıkla suçlanmışlardı. [354]
181-182.
Bakara sûresinin "Kim Allah'a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat
fazlasıyla öder" mealindeki 245. âyeti indiğinde buradaki zarif ifadeyi anlamayan
veya anlamazlıktan gelen yahudiler bu âyetle alay etmiş ve "Allah servetini
kaybetti, şimdi de kullarından borç istiyor" demişler, bunun üzerine bu
âyet inmiştir. Başka bir rivayete göre ise Bakara süresindeki âyet inince
yahudiler Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Muhammed! Rabbin fakir mi ki kullarından
borç istiyor?" demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. Âyetin iniş
sebebi olarak tefsirlerde yer alan ayrıntılı rivayetlerin özeti budu[355] Bu
sözü söyleyenlerin kimler oldukları âyette açıkça belirtilmemiş olmakla
birlikte, sözün akışı İçinde anılan "peygamberlerin öldürülmesi"
olayı yahudiler hakkında olduğu için bu sözün de onlar tarafından söylenmiş
olduğu anlaşılmaktadır.
Yahudilerin bu alaylı
ifadelerinin, peygamberleri öldürme günahı ile bir tutulması, bir taraftan bu
sözleri söylemenin büyük bir suç sayıldığını, diğer taraftan da onların ilk
günahının bu olmadığını, daha önce de peygamberlerin canlarına kıydıklarını
göstermektedir. Her ne kadar peygamberleri öldürenler bu sözü söyleyenlerin
kendileri değilse de bunlar atalarının inanç ve yaşayışlarını paylaşmaları
sebebiyle aynı zihniyetin sahipleri ve onların devamı olmak bakımından
kınanmışlardır. Bu sözleri yüce Allah'ın işittiğinin bildirilmesi, ayrıca
"Hem bu söylediklerim hem de haksız yere peygamberleri öldürmelerini
elbette yazacağız!" buyurulması, yahudilerin bu küstahça davranışlarının
affedilmeyeceğini ve bundan dolayı şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını
gösteren sert bir tehdittir. Nitekim âyetin "Yakıcı azabı tadın,
diyeceğiz" mealindeki son cümlesi de bunu ifade etmektedir. 182. âyet de
yüce Allah'ın âhirette yahudilere vereceği bu cezanın bir haksızlık ve
adaletsizlik olmadığım, bunun sırf onların kendi elleriyle yaptıkları işler,
dilleriyle söyledikleri sözler ve kalplerindeki inanç bozukluğu sebebiyle
gerçekleşeceği ifade buyurulmuştur. [356]
183.
Sözlükte masdar olarak "yaklaşmak", isim olarak da "Allah'a
yakınlık sağlamaya vesile kılınan şey" anlamına gelen kurban kelimesi,
dinî bir terim olarak "ibadet maksadıyla belirli şartları taşıyan hayvanı
usulünce boğazlamak veya bu şekilde boğazlanan hayvan" demektir. İnsanlık
tarihi boyunca hemen bütün dinlerde kurban uygulamalarının bulunduğu tespit
edilmiştir. [357]
"Yakılan
kurban" tabiri Kitâb-ı Mukaddes'te de geçmektedir [358]
"Allah fakirdir,
biz zenginiz" dedikleri bildirilen Medine yahudüerinden bir grup Hz.
Peygamber'e gelerek, "Ey Muhammed! Sen peygamber olduğunu ve sana Allah
tarafından bir kitap gönderildiğini iddia ediyorsun. Oysa Allah bizden, ateşin
yakacağı bir kurban getirinceye kadar hiçbir peygambere İnanmamamız hususunda
söz aldı. Bize böyle bir mucize gös-terirsen seni tasdik ederiz" demişler,
bunun üzerine bu âyet inmiştir. [359]Ancak
âyetin devamından peygamberlerin bu tür mucizeler getirdikleri anlaşılmakla
birlikte bundan Allah'ın onlara "böyle bir mucize getirmediği takdirde
hiçbir peygambere inanmamalarını emrettiği" anlamı çıkmaz. Bilakis âyet
onları yermekte ve iddialarında doğru olmadıklarına işaret etmektedir. Çünkü
daha önce Zekeriyyâ ve Yahya gibi birçok peygamber, diğer mucizelerin yanında
onların istediği bu mucizeyi de getirmişlerdi; ancak bunların ataları o
peygamberleri öldürmüşlerdir. [360]
Rivayete göre eskiden
bir kimse bir sadaka verdiğinde sadakasının kabul edilip edilmediğini öğrenmek
için Allah'a bir kurban takdim ederdi, sadakası kabul edilmişse Allah
tarafından gökten gönderilen bir ateş o kurbanın üzerine iner ve onu yakardı. [361] Bu
şekilde kurban takdim etme olayı îs-râiloğulları'na gönderilen peygamberler
için bir mucize olmuştu. Peygamberin, Allah tarafından gönderilmiş olduğunu
ispat etmesi için bir kurban kesilir, peygamber kalkar dua eder, bunun üzerine
gökten bir ateş o kurbanı yakardı. Bu durum o peygamberin iddiasında doğru
olduğunu gösteren bir mucize olurdu[362] Ancak peygamberlerin mucizeleri sadece bundan
ibaret değildi. Her peygamber kendi zamanına ve hitap ettiği topluma uygun
olarak çeşitli mucizeler getirmiştir. Nitekim Hz. îsâ'nm ve Hz. Muhammed'in
mucizeleri tamamen farklı şeylerdi. İsrâiloğullan'na gönderilen peygamberler onların
istedikleri mucizelerden fazla olarak başka mucizeler de getirmiş olmalarına
rağmen onlar birçok peygamberi öldürmüşlerdir. Yüce Allah onları kınamak üzere
"Doğru söylüyorsanız onları (peygamberleri) niçin öldürdünüz?"
buyurarak on-lann Hz. Peygamber'den kurban mucizesi istemelerinde samimi
olmadıklarına işaret etmektedir. [363]
184.
"Belgeler" diye çevrilen beyyinât kelimesi "açık kanıtlar,
belgeler veya mucizeler" nnlamına gelmektedir; ziibür ise
"kitap" anlamına gelen zebûrun çoğuludur. "Aydınlatıcı
kitap"tan maksat Tevrat veya herhangi bir ilâhî kitaptır. Burada Hz.
Peygamber teselli edilmekte ve ondan yahudilerin kendisini yalanlamalarına
üzülmemesi istenmektedir. Çünkü onların bu tutumu Hz. Peygamber'in getirmiş
olduğu mûcizelerdekİ veya kitaptaki eksiklikten değil, aksine niyetleri ve
inançları bozuk olan insanların öteden beri peygamberlere karşı açığa
vurdukları isyan duygusundan ileri gelmektedir. Önceki peygamberler de kitaplar
getirmişler ve mucizeler göstermişlerdi. Özellikle Hz. Mûsâ, Tevrat gibi
itikadı, ahlâkî ve hukukî hükümleri içeren büyük bir kitap getirmişti. Buna
rağmen insanlar o peygamberleri de yalancılıkla suçlayıp onlara da isyan
ettiler. Şu halde yahudilerin Hz. Peygamber'i yalancılıkla itham etmeleri
şaşılacak bir olay sayılmamalıydı. [364]
185. Herkes ölümü
tadacaktır; yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak ancak kıyamet
gününde verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılır da cennete konursa artık
kurtulmuştur. Dünya hayatı zaten aldatıcı şeylerden ibarettir. 186. Andolsun
ki mallarınız ve canlarınız konusunda denemeden geçirilirsiniz; şüphesiz
sizden önce kendilerine kitap verilenlerden re Allah'a ortak koşanlardan
birçok üzücü şey işitirsiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız bilin ki bu size
gereken davranışlardandır. 187. Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu
insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye sağlam söz
almıştı. Ama onlar bunu kulak ardı edip kitabı az bir dünyalıkla değiştiler.
Karşılığında aldıkları ne kadar da değersiz! 188. Sanma ki yaptıklarından
memnun olanlar, yapmadıklarıyla övül-mekten hoşlananlar, evet, sanma ki onlar
azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır. 189. Göklerin
ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter. [365]
185. Bu âyet
de Uhud Savaşı!nda başlarına birçok sıkıntı gelmiş olan müminleri teselli
etmekte ve münafıkları kınamaktadır. Çünkü münafıklar, Uhud Savaşı'nda şehit
olanlar kendileriyle istişare etselerdi onlara seiâmet yolunu göstereceklerini
ve onları ölümden kurtaracaklarını iddia ediyorlardı. Bir kısım müslümanlar da
dinkri ve vatanları uğrunda savaşa çıkmış olan müminlerin böyle bir yenilgiye
uğramalarına hayret ediyor ve bunun Allah'ın kendilerini yardımsız
bırakmasından kaynaklandığını sanıyorlardı. Ancak önceki âyetler durumun öyle
olmadığını açıkça ortaya koydu. Çünkü o âyetlerde, şeytanın ganimet toplamak
için nöbet mahallini bırakan müslümanlan aldatıp ayaklarını kaydırdığı (3/155),
bununla birlikte bu sıkıntıların da yine Allah'ın iradesi dahilinde ve
müminlerin münafıklardan ayırt edilmeleri İçin meydana geldiği (3/166,167),
ayrıca bu yenilginin sonraki savaşlar için bir ders olması gibi daha başka
hikmetlerinin bulunduğu bildirilmişti. Yine daha önce geçen âyetlerde yüce
Allah müminlerin şehit olmalarının üzülmeyi, münafıkların sağ kalmalarının da
sevinmeyi gerektiren bir durum olmadığım, kim olursa olsun eceli geldiğinde
Öleceğini haber vermişti. Bu âyette ise daha kapsamlı bir ifade ile her
canlının ölümü tadacağı, ancak Allah yolunda gayret gösteren şehit veya gazi
olan müminlerin mükâfatlarının kıyamet gününde verileceği belirtilmektedir.
Yani nasıl olsa her canlının akıbeti ölümdür. Bugün ölmezse yatın ölecektir. O
halde müminler, münafıkların propagandalarına aldanıp da şehit vermelerinden
dolayı fitneye düşmemeli ve Allah'ın yardımı hakkında yanlış düşüncelere
kapılmamalıdır.
Bazı âlimler nefsin
"ruh ve zat" anlamına geldiği gerekçesinden ve "Herkes ölümü
tadacaktır" mealindeki bu âyetten hareketle ruhun ölmeyeceği kanaatine
varmışlardır. Çünkü tatmak bir hayat eseri olup tatma anında tadan kimsenin
diri olmasını gerektirir. Buna göre âyetten anlaşılan şudur: Ruh ve beden ayrı
ayrı varlıklar olduğu için bedenin ölmesiyle ruh ölmeyecektir; diri ve baki
olan ruh (nefis), bedenin ölümünü tadacaktır. Bu görüşte olanlar, âhiret kavramını
da ruhun ölmezliği prensibine dayandırarak, âhiret hayatını ruhsal bir hayat
şeklinde düşünmüşlerdir. Başka birçok müfessir İse bu yorumun bir zorlama
olduğunu ileri sürerek "Her nefis Ölümü tadacaktır" mealindeki
cümlenin, "Her nefis ölecektir" anlamına geldiğini söylemiştir. [366]
Elmalılı'ya göre
ölümden sonra nefis ve ruhun büsbütün yok olmayıp bir süre daha kalabileceği
başka delillerle sabit ise de genel anlamda bütün ruhların ölmez olduğu iddiası
ne aklen ne de naklen sabittir. Ancak, "Her nefis ölümü tadacaktır"
hükmü de genel anlamda carî olmayıp bunun da İstisnaları vardır. Nitekim Zümer
sûresinin 68. âyetinde sûra üflendiği zaman göklerde ve yerde ne varsa hepsinin
öleceği, ancak Allah'ın, dilediği kimselerin ölmeyecekleri bildirilmiştir. Bu
sebeple göklerde ve yerde meleklerden ve ruhlardan diri kalanlar olacaktır. [367]
Süleyman Ateş, İbn
Kayyim'in ruhun ölmezliğini aklî ve naklî kanıtlarla ispata çalıştığını
naklettikten sonra şöyle der: "Ruh yaratılmıştır, evveli vardır ama sonu
yoktur. Ruha ölümsüzlük verilmiştir. Beden içinde olgunlaşan ruh, bedenden
ayrıldıktan sonra varlığım korur, dünyada yaptığı işlere göre ya güzel yerlerde
bulunur veya bir süre azap çeker. Kıyamet gününde ruhlar tekrar bedenlere
sokulup haşrolunurlar. Âyet ve hadislerden anladığımız budur. Gerçeği Allah
bilir"[368]
Yapılan iyi veya kötü
işlerin bütün karşılığını dünyada iken almak çok zaman mümkün olmayabilir.
Meselâ şehitlerin mükâfatlarını dünyada almaları mümkün değildir. Asıl mükâfat
veya cezalar âhirette eksiksiz olarak ödenecek ve ebedî mutluluk veya
bedbahtlık orada olacaktır. Dünya geçici olduğu için dünyada alınan karşılıklar
da geçici ve aldatıcıdır. Bu yüzden âyette "Dünya hayatı zaten aldatıcı
şeylerden ibarettir" buyurulmuştur. Bîr kimsenin dünyada bolluk ve refah
içinde yaşaması onun kurtuluşa erdiği anlamına gelmediği gibi fakirlik ve
yoksulluk içerisinde yaşaması da onun yanlış yolda ve Allah'ın yardımından
yoksun, bedbaht biri olduğunu göstermez. Asıl kurtuluş ve mutluluk âhirette
cehennem azabından kurtulup cennet nimetlerine erişildiğİnde gerçekleşecektir.
Âhiret hayatı kalıcı ve sürkeli olduğu için Hz. Peygamber kişinin cennette
sahip olacağı en küçük bir yerin fâni olan dünyadan ve orada bulunan
nimetlerden daha hayırlı olduğunu bildirmek üzere şöyle buyurmuştur:
"Sizden birinizin kamçısının cennette işgal edeceği az bir yer, dünyadan
ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır!" [369]
186. Bk
önceki âyette her canlının öleceği bi/diriimiş ve dünya hayatının aldatıcı
zevk ve menfaatlerden başka bir şey olmadığı vurgulanarak müminler bu âyette
verilecek haberlere psikolojik olarak hazırlanmıştır. Burada müminlerin,
Allah'ın kendilerine lütfettiği mal ve can konusunda denenip sınanacakları,
daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve hıristiyanlarla putperest
müşrikler tarafından birçok eziyetlere ve sıkıntılara, özellikle sözlü
saldırılara mâruz kalacakları haber verilmekte, müminlerden bu sıkıntılara
kendilerini hazırlamaları, olaylan sabır ve metanetle karşılamaları, Allah'ın
rızâsına aykın davranışlardan sakınmaları istenmektedir. Ayrıca yüce Allah
müminlerin, Ehl-i kitap veya müşriklerden gelecek tahriklere kapılmamalarını;
onların suçlamalarına, sataşmalarına, alay etmelerine, kötü söz ve
propagandalarına karşı sabırlı olmalarını; yanlış, adaletsiz, ahlâk dışı söz ve
hareketlerden sakınmalarını, azimli, kararlı ve sabırlı olmalarını, sıkıntılara
katlanmalarını, maddî ve manevî olarak zarar veren her türlü kötü davranıştan
sakınmalarını istemektedir. Müminler bu şekilde davrandıkları takdirde zafere
ulaşacaklardır.
Mekke döneminde uzun
süre müşriklerin baskı ve zulümlerine mâruz kalan müslümanlar, bu durumdan
kurtulmak, kendi devletlerini kurmak ve İslâm'ı yaymak maksadıyla mal ve
servetlerini hatta birçoğu ailelerini dahi Mekke'de bırakarak Medine'ye göç
etmişlerdi. Ancak gerek Mekkeli müşrikler gerekse diğer müşrik Arap kabileleri
sürekli olarak müslümanları tehdit ediyor, hatta Medine'ye baskınlar
düzenleyerek müslümanları rahat bırakmıyorlardı. Bu sebeple Mekkeli müşriklere
karşı Bedir ve Uhud Savaşı yapıldı. Âyet-i kerîme, tehdit sürecinin henüz sona
ermediğine, müslümanların gelecekte müşriklere ve Ehl-i kitaba karşı mal ve
canlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaklarına, dolayısıyla mal ve can kaybına
uğrayacaklarına işaret etmektedir. Nitekim müslümanlar Mekke'nin fethine kadar
sürekli olarak gerek müşriklerin gerekse yahudilerin tehdit ve baskılarıyla
karşı karşıya kalmışlar ve bunlara karşı birçok defa savaşmışlardır. [370]
187.
Sözlükte mîsâk "yeminle pekiştirilerek verilen söz" demektir. Yüce Allah
gönderdiği kitapları insanlara tebliğ etme ve açıklama işini başta İlgili
peygamber olmak üzere o dinin mensuplarına emretmiştir; nitekim bu âyette
bildirildiği üzere Tevrat'ta yahudilerden, İncil'de de hıristiyanlardan,
kendilerine indirilen kitabı ve içerisindeki hükümleri -son peygamber ve
getireceği kitap hakkındaki bilgiler dahil olmak üzere- insanlara
açıklayacaklarına, onu gizlemeyeceklerine dair söz almıştı[371] Buna rağmen yahudiler dünya menfaatini görünce
Allah'a verdikleri sözü göz ardı ettiler; dünya menfaatlerini öne çıkararak
vaadlerini unutup Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gerçeğini gizlediler ve
Allah'ın âyetlerini görmezlikten geldiler. Gerçekten yahudi tarihi, dinlerine
bağlı kalacaklarına dair Allah'a verdikleri sözleri bozan zümrelerle doludur.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm her fırsatta bunu vurgulamakta ve bundan dolayı
yahudileri kınamaktadır. [372]
Kendi dinlerine karşı
sadakatsizlik gösteren[373] ve
peygamberlerini öldüren bir topluluğun Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr
etmeleri fazla yadırganacak bir husus sayılmaz. Hz. Peygamber, onların
kitaplarını ve peygamberlerini tasdik ettiği, ayrıca kendisinin vasıfları ve
son peygamber olduğu Tevrat ve İncil'de belirtilerek ona İman etmeleri
emredİldiğİ halde yahudi bilginlerinin bunu bilmezlikten ve görmezlikten gelip
kendi kitaplarını dahi hiçe sayarak Hz. Muhammed'in peygamberliği ile ilgili
Tevrat âyetlerini dünya menfaati karşılığında göz ardı etmeleri onların karakterlerine
uygun bir durumdur.
Âyet-i kerîme Ehl-i
kitabı eleştirmek üzere inmiş olmakla birlikte hükmü geneldir ve bilgisi olup
da onu insanlara açıklamayan veya gizleyen herkes için geçerlidir. Muhammed
Abduh da bu âyetin tefsirinde Ehl-i kitap'tan daha ziyade Kur'an'ı insanlara
açıklamadıklarından dolayı mtislümanlan kınamaktadır. Ona göre müslümanlar
Kur'an'j çok İyi korumuş ve kuşaktan kuşağa nakletmiş olmalarına rağmen onun
anlamını insanlara yeterince ve doğru açıklamadıkları İçin onu korumuş olmaları
fazla bir şey ifade etmemiştir. Çünkü insanlar onun hidayetinden
faydalanamamışlar, hatta müslümanlann kendileri dahi ondan saptıklarını,
dinlerini korumanın elde kor tutmak kadar zor bir duruma geldiğini,
hilekârlığın ve hıyanetin yaygınlaştığını, emaneti koruma anlayışının
kalktığını itiraf etmişlerdir. Bütün bunlar Kur'an'ı insanlara açıklamayı
terketmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Abduh'a göre Kur'an'ın
anlaşılmasına engel olan en önemli sebep önceki dönemlerde, özellikle IH.
asırda ilim adamları arasında çıkan ihtilâflardır. Bu dönemde ümmet mezheplere
ayrılmış, her grup Kur'an'ı anlama yerine onun kendi mezhebini destekler
mahiyette olanlarını almış, aykırı olanlarını ise te'vil etmiştir; halk da
bunları takip ederek gruplara ayrılmış ve her grup bir mezhebin kitaplarını
okumayı tercih etmiştir. Sonuçta öyle bir zaman gelmiştir ki herkes Kur'an'ın
hidayet ve hakemliğine başvurmayı bırakmış, kendi grubunun yaşayan veya ölmüş
âlimlerine başvurmuştur. [374]
188.
Rivayete göre Hz. Peygamber yahudileri çağırarak onlara bir mesele sormuş,
yahudİler sorunun gerçek cevabını gizleyerek kasten yanlış cevap vermişler;
sorusunu cevaplandırdıkları için Hz. Peygamber'in kendilerini takdir etmesini
beklerlerken gerçeği gizledikleri için de sevinmişlerdi. İşte âyet onların bu
tutarsızlıklarını yüzlerine vurmuştur. [375] Bir
başka rivayete göre âyet çeşitli bahanelerle Hz. Peygamber'in seferlerine
katılmadıkları, bundan dolayı memnun da oldukları halde katılmış gibi
övülmelerini bekleyen münafıklar hakkında inmiştir. [376]
Sebep ne olursa olsun âyetin hükmü mümin, kâfir ve münafıklardan böyle bir
karakter taşıyan herkes için geçerlidir. Bu karakterdeki İnsanlar övülmeye
lâyık bir iş yapmadıkları halde kendilerinin dindar, Allah'tan korkan bir mümin
olarak bilinmelerinden ve bu özelliklerle övül-mekten hoşlanırlar Oysa onların bu
iddiaları boş bir kuruntu, kibir ve kendilerini aldatmaktan başka bir şey
değildir. Bu sebeple yüce Allah "Sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır!
Onlar için elem verici bir azap vardır" buyurarak bu karakterdeki
kimselerin şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını vurgulamıştır.
Ayetin "sanma
ki" diye tercüme edilen "lâ tahsebenne" kısmı, başka bir
kıraatte "lâ yahsebenne" şeklinde okunmuştur. Bu takdirde âyetin
meali şöyle oiur: "Yaptıklarından memnun olanlar, yapmadıklanyla
övülmekten hoşlananlar sanmasınlar ki evet onlar sanmasınlar ki bu davranışları
kendilerini azaptan kurtaracaktır; onlar için elem verici bir azap
vardır,"
Ehl-t kitap'tan
olanların bu davranışları kendilerini aldatmaktan başka bir şey olmamakla
birlikte Hz. Peygamber'i de üzmüştür. Zira onlar, bir önceki âyette
belirtildiği üzere gerçeği gizlemeyeceklerine dair Allah'a söz vermiş oldukları
halde onu gizleyerek Hz. Peygamber'İn sorularına yanıltıcı cevaplar vermişler,
üstelik yapmadıkları bir şeyle de övülmek istemişlerdir. Bu sebeple onlar için
elem verici bir azap hazırlanmış olduğu kendilerine haber verilmiştir. Bir
rivayete göre ise âyet münafıklar hakkında inmiştir. [377]
189.
Muhammed Abduh'un bizim de katıldığımız yorumu şöyledir: Bu âyetle önceki
âyetler arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Sanki yüce Allah şöyle demek
istemiştir: Ey müminler! Sakın üzülmeyin, zayıflık göstermeyin, sabırlı olun,
kötülükten sakının, azminizi kırmayın, hakkı açıklayın, sakın onu gizlemeyin,
Allah'ın âyetlerini az bir değer karşılığında satmayın, yaptığınızla övünmeyin,
yapmadığınızla övülmek istemeyin, sizi üzecek olaylara karşı Allah size yeter;
O sizi, yasaklanan bu çirkin şeyleri yapmaya muhtaç kılmaz. Çünkü göklerde ve
yerde ne varsa hepsi O'nundur. O mülkünden istediğine dilediği kadar verir. O,
her şeye kadirdir. Ehl-i kitap ve müşriklerden sizi elleriyle ve dilleriyle
incitenlere karşı size yardım etmek O'na zor gelmez. Bütün işler O'na döner;
işleri hik-metiyle ve sünnetiyle (ilâhî kanunuyla) yürüten O'dur.
Âyet-i kerîme iyilik
ve hayrın, Allah'ın gösterdiği doğru yolda olduğuna işaret ettiği gibi aynı
zamanda Hz. Peygamber ve müminler için bir teselli ve yardım vaadi
içermektedir. Önceki âyetlerde vasıfları anlatılan muhalifler de burada üstü
kapalı bir şekilde yerilmişlerdir. Çünkü onlar, ahlâk ve amellerinde etkisi
görülecek şekilde sağlam bir iman ile Allah'a iman etmemişlerdi. Eğer böyle olmasaydı
Allah'ın kitabıyla amel etmeyi bırakmaz ve dünya menfaatini ona tercih
etmezlerdi. Onların bu tutumu Allah'ın vaadine güvensizlikten, tehdidinden korkmamaktan
ve O'nun kudretine ve yönetimine kesin olarak inanmamaktan ileri gelmektedir. [378]
190. Göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için
elbette ibretler vardır. 191. Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep
Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz! Sen
bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından
koru! 192. Rabbimiz! Sen kimi ateşe sokarsan hiç şüphe yok onu rezil etmiş
olursun. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur. 193. Rabbimiz! Doğrusu biz
'Rabbinize inanın!' diyerek, imana çağıran bir davetçivi işitip iman ettik.
Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi sil ve bize iyilerin ölümünü
nasip et. 194. Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vaad ettiklerini ver
bize; kıyamet gününde bizi rezil etme. Sen asla sözünden caymazsın." 195.
Rableri onların dualanna şöyle karşılık verir: "Şüphesiz ben, erkek olsun
kadın olsun -ki birbirinizden meydana gel-mişsinizdir- sizden bir şey yapanın
emeğini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim
yolumda eziyete uğratılanların, savaşanların ve öldürülenlerin, işte onların
günahlarını elbette sileceğim. And olsun ki, Allah katından bir mükâfat olarak
onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Şüphe yok ki nimetin
güzelliği Allah'ın katındadır!" 196. İnkâr edenlerin (gönüllerince) diyar
diyar dolaşmaları sakın seni yanıltmasın; 197. Az bir faydalanmadan sonra
onların sığınakları cehennemdir. Ne kötü bir mesken! 198. Fakat rablerine karşı
gelmekten sakınanlara, Allah katından bir ikram olarak, içlerinden ırmaklar
akan cennetler vardır; orada temelli kalacaklardır. Allah katındaki mükâfat iyi
kimseler için daha hayırlıdır. 199. Ehl-i kitap'tan öyleleri vardır ki hem
Allah'a hem size indirilene hem de kendilerine indirilmiş olana inanırlar,
Allah'a karşı saygı duyup Allah'ın âyetlerim az bir pahaya değişmezler. İşte
onların rableri katmda mükâfatlan vardır. Şüphesiz Allah hesap görmekte çok
çabuktur. 200. Ey iman edenler! Sabredin, kararlılıkta yansın, düşmana karşı
hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah'a karşı gelmekten sakının
ki başarıya ulaşabilesiniz. [379]
190-191.
Sûrenin sona erdiğine işaret eden bu ve bundan sonraki âyetler aynı zamanda
onun özeti mahiyetindedir. Kur'ân-ı Kerîm'in sûreleri ve konulan genellikle
öğüt ve ibret İçeren âyetlerle sona ermektedir. Görüldüğü gibi burada da
göklerin ve yerin yaratılışında akıl sahipleri için ibret alınması gereken
şeylerin bulunduğu vurgulanmakta ve müminlerin bu ibret alınacak olaylar
karşısındaki tutumları dua üslubuyla anlatılmaktadır. Bu durum sûrenin sona
ermekte olduğuna bir işarettir. Müfessirlerin Bakara sûresinin bir devamı
olarak değerlendirdikleri bu sûrede Kur'ân-ı Kerîm'in temel inanç konulan olan
tevhid, nübüvvet ve âhİretin yanında ağırlıklı olarak Ehl-i kitaba yani yahudi
ve hıristiyanlara yapılan çağrılar yer almıştır. Bu âyetlerde de aynı konular
özet olarak ele alınmakta, Allah'ın birliği, eşsizliği, kudreti, yaratması
hakkında deliller getirilmekte, böylece öldükten sonra dirilmenin mümkün
olduğuna İşaret edilmektedir. Sûrenin başlangıcında da böyle bir özet
verilmiş, müteakip âyetlerde tartışılan ana konulara uygun ön sözler olarak
Allah, vahiy ve öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna dair deliller
getirilmişti. Burada ise aynı konulara temas veya işaret edilerek sûrenin konu
ve mesaj bütünlüğü korunmuştur.
Yüce Allah'ın insana
lütfettiği en büyük nimetlerden biri akıldır. Ancak İnsanın doğru yolu bulması
için akıl sahibi olması yeterli değildir. Bu sebeple peygamberler ve kitaplar
gönderilmiştir. Gözün görebilmesi için güneş ışığına ihtiyacı olduğu gibi aklın
gerçeği -özellikle gayb âlemini- kavrayabilmesi için de vahyin ışığına ihtiyacı
vardır. Râgıb el-İsfahanı akıl ile vahyin bu önemini şöyle ifade etmiştir:
"Azîz ve celîl olan Allah'ın insanlara iki elçisi vardır; ilki bâtını elçi
olan akıl, ikincisi de zahirî elçi olan peygamberdir. Öncelikle bâtını elçiyi
(akıl) kullanmadan zahirî elçiden (peygamber) yararlanmak mümkün değildir;
çünkü peygamberin öğretisinin sahih olduğu akılla bilinir... Akıl olmasaydı
din yaşayamazdı, din olmasaydı akıl şaşkın kalırdı. Onun için Allah Teâlâ bu
ikisini 'nûr üstüne nur' buyurarak[380] birbirine
bağlamıştır" [381]İşte
190 ve devamındaki âyetlerde de akılla vahyin bu uyumuna işaret edilmekte;
evren üzerinde sağlıklı gözlemde bulunan insanların evrendeki muhteşem sistemi
kavrayacağı, onu yaratıp düzenleyen yüce kudreti bilip tanıyacağı, nihayet
kendisini imana davet eden elçinin bu çağrısına uyarak rabbine imanım derin bir
içtenlikle ikrar edeceği ve nihayet bir bakıma onunla diyalog kurarak esenlik
dileklerini O'na arzedeceği bildirilmektedir.
İşte 190. âyet, bu
sürecin başlatılabilmesi için insan aklını göklerin, yerin ve bunlarda bulunan
varlıkların yaratılışını düşünmeye ve hikmetini kavramaya çağırmaktadır.
Evrenin sistemini düşünmek, yukarıda arzedilen sonuçlan yanında insanı bu
hayattan sonra başka bir hayatın yani âhiret hayatının da var olabileceği fikrine
de götürür. İnsana verilmiş olan aklın sağlıklı kullanılması, kendisinin bir
yetki ve sorumluluğunun olması gerektiğini, bu dünyada yaptıklarının ceza veya
mükâfat olarak karşılığını alabileceği bir hesap gününün bulunması lazım geldiğini
düşünmeye sevkeder. Kişi böyle bir düşünce düzeyine ulaştığında sorumluluk
duygusu daha da artar ve dünyada günah işlemekten sakınır; âhirette de cehennem
azabından koruması için yüce Allah'a sığınır ve O'na dua etmeye yönelir. 191.
âyetin son cümlesi ve onu izleyen âyetler bu durumu açıkça göstermektedir. [382]
Allah'ın birliğini,
yüceliğini ve sonsuz kudretini kabul ettirmek için insanı gökler ve yer
hakkında düşünmeye sevkeden bu âyetler, Allah'ın kitabında yazılı olan
delillerini okuyup düşündükten sonra onu bir de bu uçsuz bucaksız kâinat
kitabını okuyup tefekkür etmeye çağırmaktadır. Bakara sûresinin 164. âyetinde
Kur'an'ın tevhid ilkesini kanıtlamak üzere daha kapsamlı olarak sekiz ayn kozmolojik
delil sıralanmıştı. Burada Bakara sûresinde getirilmiş bulunan kozmik
delillerin en Önemlileri sayılan, varlığın zaman ve mekân boyutları üzerinde Allah'ın
kudretini göstermek üzere göklerin ve yerin yaratılışıyla gece ve gündüzün
farklı otuşu özet olarak zikredilmiştir. Şüphesiz ki tabiatın kendisi,
incelenip ibret almaya değer ilâhî bir mucizedir. Hayalimizle dahi
kuşanmayacağımız kadar uçsuz bucaksız; genişliğe sahip olan, her birinin
kendine has özellikleri bulunan ve birbirine çarpmadan uzay boşluğunda hareket
eden gök cisimlerinde elbette aklıselim sahipleri için alınacak ibretler
vardır. Bu cisimlerin yaratılışı, uzay boş-luğundaki hareketlerini sağlayan
sistemi, gece ile gündüzün değişmesi, özellikle canlıların ve bitkilerin
faydalan üzerine düşünen bir akıl, mutlaka bunları yaratan sonsuz bir gücün
varlığını kabul eder, bu muazzam sistemin boşuna yaratılmadığını anlar, işte o
zaman bu güç karşısında aczini anlar, hayranlık ve kulluk duygusuyla eğilir;
gönlünü o yüce kudrete arzederek niyazda bulunur. 191. âyette belirtildiği
üzere göklerin ve yerin yaratıcısı ve sahibi olan yüce Allah'ı ayakta,
oturarak, yatarak, kısaca bütün hallerinde derin bir saygıyla anar, secdeye
kapanarak Allah'ı yüceltir; böyle bir gücün emirlerine ve yasaklarına karşı
geldiği takdirde O'nun vereceği cezaya çarpılmaktan korkar ve bu cezadan
koruması için Allah'ın merhametine sığınır. [383]
192-194, Bu
âyetler bir önceki âyette aklıselim sahiplerinin cehennem azabından Allah'a
sığınmalarının ve kendilerini ondan koruması için dua etmelerinin nedenini
açıklayıcı mahiyettedir. 192. âyette, cehenneme girenlerin zalimler olduğuna
işaret edilmekte, bu sebeple âhirette hiçbir yardımcılarının bulunmayacağı ve
rezil olacakları bildirilmektedir. 193. âyette "davetçi" diye tercüme
edilen "münâdî"den maksat Hz. Peygamber veya Kur'an'dır. [384]
İnsanları Allah'a iman etmeye çağırdığı için kendisine bu sıfat verilmiştir.
Âyet, rezil eden cehennem azabından kurtulmanın tek çaresinin yüce Allah'a
imana çağıran Hz. Peygamber'in ve Kur'an'ın davetini kabul ve ona iman etmekte
olduğunu vurgulamaktadır. Bunun farkında olan aklıselim sahibi müminler bu
çağrıya uyduklarını ve hemen iman ettiklerini Allah'a yakararak ifade etmişler
ve günahlarını affetmesi, kötülüklerini bağışlaması ve kendilerine iyilerin
ölümünü nasip etmesi için O'na niyazda bulunmuşlardır. Âyetin son cümlesini
lafza bağlı olarak "Canımızı iyilerle birlikte al" şeklinde tercüme
etmek mümkündür. Burada maksat, Allah katında iyi ve makbul sayılan kişilerle
ortak niteliklere sahip olma dileğinde bulunma, Allah'ın kendilerini ölünceye
kadar dinden dönmeden iyi bunal üzere yaşamayı ve ölürken de iyiler
zümresinden olarak ölmeyi nasip etmesini isteme olduğu için[385] bu
cümle mealinde "Bize İyilerin ölümünü nasip et" şeklinde çevrilmiştir
Ebrâr, birr masdanndan
türemiş olan berr kelimesinin çoğulu olup "iyiler, doğrular, iyilik ve
ihsanı bol olanlar" anlamlarında bir sıfattır. [386]
Önceki âyetlerde dünya
ve âhiret mutluluğunu elde etmek için gereken sebeplere sarıldıklarını ifade
eden müminler 194. âyette dualarım tamamlarken, yüce Allah'ın peygamberler
vasıtasıyla verdiği sözü yerine getirmesini, kendilerini âhirette cehenneme
sokup rezil etmemesini istemektedirler. Onların bu tutumu "Allah'ın,
verdiği sözü yerine getirip getirmeyeceği konusunda şüpheye düştükleri"
anlamına gelmez. Nitekim âyetin "Sen asla sözünden caymazsın"
mealindeki son cümlesi de onların bu konuda herhangi bir tereddütlerinin olmadığını
gösterir. Şu halde onların âyette belirtilen tutumları, sadece kendilerinin söz
verilen mükâfata liyakat kazanıp kazanmadıkları konusundaki tereddütlerini ifade
eder. Bu sebeple günahlarının bağışlanması ve söz verilen mükâfata liyakat
kazanmaları için yüce Allah'a dua etmektedirler.
Peygamberler
vasıtasıyla vaad edilen mükâfattan maksat ise hem dünyanın hem de âhiretin
nimetleridir. Nitekim bu sûrenin 148. âyetinde peygamberlerle birlikte Allah
yolunda cihad eden müminlere hem dünyanın hem de âhiretin nimetlerinin
verildiği haber verilmektedir. Ayrıca Enbiyâ sûresinin 105. âyetinde de
yeryüzüne Allah'ın İyi kullarının vâris olacakları bildirilmekte, Nûr sûresini
55. âyetinde de yüce Allah, iman edip iyi amel işleyenleri yeryüzüne hâkim
kılacağını vaad etmektedir. Bütün bu âyetler birlikte değerlendirildiğinde iman
edip iyi işler yapanlar için yüce Allah'ın1, dünyada yükselme, yücelme, savaşta
zafer, ilim ve irfanda ilerleme, uluslararası itibar ve benzeri maddî ve
manevî her türlü nimeti, âhirette de cehennem azabından kurtuluş ve cennet
nimetlerini kazanma gibi mükâfatları vaad ettiği anlaşılmaktadır. [387]
195. Yüce
Allah, lütuf ve merhametinin enginliğini kullarına açıkça hissettiren bir
karşılık vererek, kadın olsun erkek olsun kendisine kulluk yolunda
sar-fedilecek hiçbir çabayı boşa çıkarmayacağını, kendi yolunda yürüyenlerin
günahlarını bağışlayacağım ve katından bir lütuf olarak onları İçlerinden
ırmaklar akan cennetlere koyacağını müjdelemiştir. Nitekim Bakara sûresinin
186. âyetinde de "Kullarım sana beni sorduklarında, bilsinler ki şüphesiz
ben yakınım, bana dua ettiğinde duacının dileğine karşılık veririm"
buyurarak kullarının dualarını reddetmeyeceğini ve dileklerine karşılık
vereceğini bildirmiştir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, "Sizden bir şey
yapanın emeğini boşa çıkarmam" şeklinde tercüme ettiğimiz cümleyi
"Sizin amellerinizi ve itaatlerinizi karşılıksız bırakmayacağım, onların
sevabını size vereceğim" şeklinde tefsir etmişlerdir. [388]
Kadınla erkek arasında
ayırım yapılmaksızın Allah'a samimiyetle dua eden herkesin duasının kabul
edileceği ve iyi amel işleyen herkese amelinin karşılığının verileceği
belirtilirken "ki birbirinizden meydana gelmİşsinizdir" anlamında bîr
ara cümleye yer verilmesi, kadınla erkeğin birbirinin tamamlayıcısı ve bir
bütünün parçalan olduklarını, biri olmayınca diğerinin de olamayacağını ifade
eder. İki cinsten her birinin diğerinde olmayan özellikleri vardır. Ancak bunlar
üstünlük sebepleri değil birbirini tamamlayıcı özelliklerdir. Allah katında
üstün olan O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket edendir. [389] M.
Reşîd Rızâ bu konuda şunları söyler: İslâm'dan önce bütün milletlerin kadın
haklarım ihlâl ettiğini ve onları erkeklerin ihtiyaçlarını ve şehevî
isteklerini karşılamak için yaratılmış saydığını, bazı dinlerin erkeği sırf
erkek olduğu için kadından üstün tuttuğunu, bazılarının kadını dinî
yükümlülüklere ehil saymadığını ve kadının ebedî bir ruhu olmadığını iddia ettiğini
dikkate alan kimse İslâm'ın milletlerin inançlarında ve insanî ilişkilerinde
meydana getirdiği ıslahatın değerini hakkıyla takdir eder ve Fransızlar'in
kadın haklarını ve erkekle eşitliğini tanıma hususunda önde geldikleri
iddialarının boş olup bu konuda öncülüğün İslâm'a ait olduğunu, Fransız
kanunlarını, dinî ve medenî geleneklerini inceleyen, onların hâlâ erkeği
kadından üstün saydığını anlar. Evet onlar müslümanlann, kadınların eğitim
öğretiminde, onların hak ve sorumluluklarının bilincine varmalarını sağlama
konusunda kusurlu olduklarını söyleyebilirler. Biz de bu konuda kusurlu
olduğumuzu ve dinimizin emirlerini yerine getirmediğimizi hatta yabancılar
katında dinin aleyhine bir delil olacak duruma düştüğümüzü ve (İslâm'ı
değerlendirme konusunda) onların yanılmasına sebep olduğumuzu itiraf ederiz
Rivayete göre
müminlerin annesi Ümmü Seleme, "Ey Allah'ın resulü! Yüce Allah Kur'an'da
(erkeklerin hicretini övüyor), kadınların hicreti hakkında hiçbir şey
söylemiyor" demiş, bunun üzerine bu âyet inmiştir. [390] Bu
rivayetten de anlaşılacağı üzere Kur'an'da hicret ve cihadın önemi Arap dilinde
erkekler için kullanılan fiil kalıplarıyla vurgulandığından hanımlar, burada
vaad edilen mükâfatlarda kendilerinin payının olup olmayacağı konusunda
tereddüt etmişler, Allah bu âyeti indirerek kadınların amellerin karşılığı
konusunda erkeklerden ayrı tutulmadığını haber vermiştir. Çünkü onlar da
erkeklerle beraber Allah yolunda çeşitli eziyet ve işkencelere katlanmışlar;
müşriklerin baskılan neticesinde hicret etmeye ve yurtlarından çıkmaya mecbur
kalmışlardır. Nitekim gerek Habeşistan'a gerekse Medine'ye erkeklerle birlikte
müs-lüman hanımlar da hicret etmişler ve hicretin sıkıntılarına onlarla
birlikte katlanmışlardı.
Savaşlara gelince,
müslüman hanımlar bu cihada da -uygun şekillerdekatılarak sevabından paylarını
alırlar. Nitekim Hz, Peygamber zamanında ve sonrasında bazı hanımların savaşa
katılarak hastalara bakma, yaralıları tedavi etme, askerlere su verme vb.
hizmetler gördükleri, hatta gerektiğinde düşmanla yiğitçe vuruştukları
bilinmektedir. Uhud Savaşı'nda Medine'de kalıp savunma savaşı yapmayı teklif
edenler savaşta hanımlardan ve çocuklardan da yararlanmayı düşünmüşlerdi;
Resûlullah da bu grubun içindeydi[391]
Unutmamak gerekir ki müslüman askerleri tedavi edip sağlığına kavuşturmak
düşman askerlerini öldürmek veya etkisiz hale getirmek için savaşmak kadar
değerli olduğu gibi, bilfiil savaşacak askerleri yetiştirmek ve onlara manevî
destek sağlamak da savaştaki başarının önemli bir parçasıdır. Allah, erkek
olsun kadın olsun, kendi yolunda cihada katılanların günahlarını affedeceğini
ve onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarak ödüllendireceğini vaad
etmiştir. Bu ödül insanların hayal edemeyeceği kadar güzel ve değerlidir. Hz.
Peygamber de Allah yolunda şehit olanların, kul haklan hariç bütün günahlarının
affedileceğini haber vermektedir. [392]
196-198. Her
ne kadar söze Hz. Peygamber'e hitap eden bir ifade ite başlan -mışsa da asıl
muhatap ümmetidir. Râzî'nin kaydettiğine göre bazı müminler ticaretle uğraşan
Mekke müşriklerinin nimetler içerisinde yaşadıklarını görünce, "Allah'ın
düşmanları refah içinde yaşıyorlar, biz ise açlıktan ve takatsizlikten ölüyoruz"
demişler, bunun üzerine bu âyetler inmiştir. Bunların zengin yahudilere
im-renenler hakkında indiği de söylenmiştir. [393] 196. Âyet, Hz. Peygamber'in şahsında
müminleri teselli etmekte ve kâfirlerin yeryüzünde nimetler içerisinde
dolaşmalarına aldanmamalarını tavsiye etmektedir. Çünkü onlara verilen nimetler
ne kadar çok olursa olsun geçici olup yok olmaya mahkûmdur; bu sebeple Allah
katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim 197. âyette kâfirlere verilen nimetlerin
az bir dünya metaı olduğu ifade edilmiş, daha sonra da varacakları yerin
cehennem olduğu bildirilerek dünya metaının kâfirler için cehennem azabına
sebep olduğuna işaret edilmiştir. 178. âyette de "Onlara verdiğimiz fırsat
ancak günahlarını arttırmaya yarıyor" buyurulmuştur. Oysa 198. âyette
ifade buyuruldıtğu gibi rablerine karşı içtenlikle kulluk eden müminlere
âhirette sürekli olarak İçinde yaşayacakları cennet nimetleri verilecektir.
Şüphesiz ki bu lütuf dünyada kâfirlere geçici olarak verilen nimetlerden çok
daha iyidir.
198. âyette geçen
nüzul kelimesi "misafiri ağırlamak için ona ikram edilen yiyecek, içecek
vb. ikram" anlamına gelir. Yüce Allah müminlere değer verdiği için onlara
vereceği nimete bu ismi vermiştir. Nitekim Fussılet sûresinin 31-32. ayetlerinde
şöyle buyurmuştur: "Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dos-tunuzuz.
Orada, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan Allah'tan bir ikram olarak sizin
için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi elde
edeceksiniz"[394]
199. Hadis kaynaklarında bildirildiğine göre Hz.
Peygamber'e iman etmiş olan Habeş Necâşîsi Ashame vefat ettiği zaman Hz.
Peygamber onun öldüğünü sahabeye haber vermiş ve "Habeşistan'daki bir
kardeşiniz öldü, onun için namaz kılm" buyurarak namazgaha çıkmış, ashabı
saf haline getirip Necâşî için (gıyabî) cenaze namazı kıldırmıştır. [395] Bu
olayı istismar etmek İsteyen münafıklar, "Habeşistan'da ölen bir
hıristiyanın namazını kılıyor!" demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. [396]
Âyetin iniş sebebi bu olay olmakla berabeT hükmü geneldir. Ehl-i kitap'tan olup
da Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an'a ve ondan önceki
peygamberlere indirilen kitaplara iman edenler ve Allah'a içtenlikle saygı
duyup O'nun âyetlerini dünya menfaati ile değiştirmeyenler cennete
gireceklerdir. Onların Allah katında mükâfatları vardır. [397]
200. Sözlükte sabır "acıya katlanmak,
zorluklara ve sıkıntılara göğüs germek" demektir (bilgi için bk. Bakara
2/45). Aynı kökten gelen ve mealinde "kararlılıkta yarışın" diye
çevrilen fiilinin masdan olan müsâbere ise "kişinin kendisiyle başkası
arasında meydana gelen olumsuzluklara katlanması[398]
kendisine karşı direnen kimseye (düşmana) daha fazla mukavemet etmesi" anlamına
gelir[399]
Sözlükte
"düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak" anlamına gelen ribât, terim
olarak "Allah yolundan ayrılmamak, düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı
bulunmak" anlamına gelmektedir. Aslında ribât "düşmanın ansızın
saldırmasını önlemek için atı bağlayıp hazır tutmak" anlamına gelen
"rabtü'1-hayl" ifadesinden alınmıştır. Daha sonra ister süvari ister
piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye "nöbetçi, nöbet
bekleyen" anlamında, bu kelimenin türevi olan murâbıt adı verilmiştir.
Murâbıt "bir müddet beklemek için sınıra giden kimse" demek olup
terim olarak silâh altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen
asker için kullanılı.. [400]
Al-i İmrân sûresinin
özellikle baş taraflarında tevhîd, nübüvvet ve âhiret gibi dinin esaslarını
oluşturan itikadî konularda açıklamalar yapılmış, daha sonra hac, cihad ve
benzeri amelî konulara değinilip kulların bunları yerine getirmekle yükümlü
olduklarını bildirilmiş, son âyetinde de bu görevlerin yerine getirilebilmesi
için kulların yapmaları gerekenler üzerinde durulmuştur. Çünkü bu görevler
kulun ya sadece kendisiyle ilgilidir veya kendisiyle başkaları arasında
gerçekleşmektedir. Yüce Allah kulun sadece kendisini ilgilendiren yükümlülükler
için kula sabırlı olmasını tavsiye ederken; kendisiyle başkaları arasında
gerçekleşecek olanlar için de müsâbereyi yani kararlılıkla direnmeyi
emretmektedir. Meselâ düşmana karşı cihad ederken ondan daha fazla direnmesini
ve ona galip gelmesini istemektedir. Düşmanın ansızın saldırıp müsliimanlan
gafil avlamasını ve onları imha etmesini önlemek için de sınır boylarında
nöbet tutmaları ve düşmana karşı daima dikkatli olmaları uyarısında
bulunmaktadır. Hz. Peygamber de birçok hadiste müminlerin düşmanlarına karşı
uyanık olmalarını, sınırda bekleyerek düşman saldırılarım önlemelerini
emretmiş, bunu yapanların Allah katında büyük mükâfata ereceklerini ve cehennem
ateşinden kurtulacaklarını haber vermiştir. [401]
Hz. Peygamber bir
namazı kıldıktan sonra diğer namazı beklemeyi mecazi anlamda "nöbet
bekleme" olarak isimlendirdiği için[402]bazı
müfessirler buradaki ribâtı bu anlamda yorumlamışlardır. Ancak İbn Aşûr, Hz.
Peygamber'in ifadesinin bir benzetme olduğunu, bir namazı kıldıktan sonra diğer
namazı kılmak için vaktinin gelmesini beklemeyi sınır boylarında nöbet
beklemeye benzettiğini ifade etmektedir Bununla birlikte namaz ibadetinin
kişiyi kötülüklerden koruyucu özelliğe sahip bulunduğu düşünüldüğünde âyetin
hakikat olarak her iki anlamı da kucaklayacak mahiyette olduğu kabul
edilebilir. Çünkü nöbetlerin biri vatanı düşmandan, diğeri ise nefsi kötü
davranışlardan korumaya yöneliktir. Nitekim âyetin, aynı zamanda sûrenin son
cümlesinde kurtuluşa ermek için takvanın yani Allah'tan korkmanın emredilmiş
olması, âyetin her iki anlamı da içerdiğine işaret eder. Bunların biri yapılıp
diğeri yapılmadığı takdirde takva gerçekleşmiş olmaz dolayısıyla kurtuluş da
olmaz.
Muhammed Abduh
buradaki takva emri ile İlgili olarak özetle şöyle der: Takva senin, Allah'ın
gazabından ve azabından kendini korumandır. Bu da ancak Allah'ı tanımak, O'nu
razı edecek ve O'nu kızdıracak şeyleri bilmekle mümkün olur. Bunları bilmek ise
Allah'ın kitabını anlamaya, Peygamberi'nin sünnetini ve bu ümmetin
"selef-i sâlihîn" denilen geçmişlerinin hayatını bilmeye ve onları örnek
almaya bağlıdır. Kim hakkı ve ehlini korumak, davetini yaymak uğrunda sabreder,
engellere karşı direnir, tehlikelere karşı uyanık olup gerekeni yapar ve Allah'ın
emrine saygısızlıktan sakınırsa, diğer işlerinde de bu prensipleri göz önünde
bulundurursa kendisini kurtuluşa ve Allah katındaki mutluluğu elde etmeye
hazırlamış olur. [403]
Kaynaklarda, Hz.
Peygamber'in gece teheccüd namazına kalktığında Âl-i tmrân sûresinin son on
âyetini okuduğu kaydedilmektedir. [404]
[1] bk. İbn Atıyye, 1,452
[2] Nahl 16/25
[3] Râzî, VIII, 90-91
[4] IH, 332
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/443-444.
[5] Taberî, m, 310; İbn Atıyye, 1,452-453; Râzî, VIII,
92-93
[6] VIII, 93
[7] III, 333
[8] VIII, 91-92
[9] Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz, et-Tevrat ve'l-İnciî ve
'l-Kur'âtı fi sûrat'i Aî'i İmrân, s. 76-77
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/444-445.
[10] meselâ bk. Taberî, 111,311-312; Kurtubî, IV, 111
[11] Râzî, VIII, 95
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/445-446.
[12] İbn Atıyye, 1,454
[13] VIII, 96
[14] VIII, 96-97
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/446-447.
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/447
[17] El, 285
[18] VIII, 102, "ümmî" kelimesinin anlamı için
bk. A'râf 7/157-158
[19] Taberî, 111,318-319; Nîsâbûrî, m, 230
[20] İbn Mâce, "Menâsik", 84; Ebû Dâ-vûd,
"Menâsik", 54; İbn Atıyye, 1,458
[21] İbn Atıyye, 1,458
[22] Râzî, VIII, 101
[23] IV, 18
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/448-449.
[24] Nîsâbûrî, III, 232; "ahid" ve "Allah'a
verilen söz"ün anlamları ve önemi hakkında bk. Bakara 2/27, 40;
"takva" hakkında bk. Bakara 2/197; A'râf 7/26; "yemin"
hakkında bk. Bakara 2/224, 225; Mâide 5/89
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/449-450.
[25] VIII, 106-107
[26] meselâ bk. İbn Atıyye, I, 459-460
[27] İbn Atıyye, 1,460; Zemahşerî, 1,197
[28] IV, 120
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/450.
[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/451.
[30] bu yollar hakkında bk. Âl-i İmrân 3/ 3-4; özellikle
"tahrif hakkında bk. Bakara 2/75
[31] Nisa 4/46
[32] Râzî, VIII, 108
[33] Râzî, VIII, 108
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/451-453.
[34] meselâ Enbiyâ 21/25-29
[35] Tevrat'tan ve İnciller'den bazı ifadeler için bk. 64.
âyetin tefsiri
[36] VIII, 122
[37] İbn Atıyye, 1,461
[38] Muhammed Esed, 1,105
[39] hikmet" hakkında bk. Bakara 2/269
[40] bk. En'ârn 6/57, 62; Yûsuf 12/40, 67; Kasas 28/70, 88
[41] bk. Nisa 4/58
[42] peygamber ve peygamberlik hakkında bk. Bakara 2/61;
A'râf 7/158
[43] III, 297
[44] Reşîd Rızâ, III, 346
[45] III, 296
[46] Râzî, VIII, 111-112; İbn Atıyye, I, 462
[47] Ömer Faruk Harman, "Rabbâniyyûn", İFAVAm.,
III, 570
[48] bk. Mâide 5/ 44,63
[49] Reşîd Rızâ, III, 349; İslâm'ın anlamlan için ayrıca
bk. 3/19
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/453-456.
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/456-457.
[51] Taberî, III, 331-332; İbn Atıyye, 1,463-464; Râzî,
VIII, 114-116
[52] Zemahşerî, 1,198
[53] İbn Atıyye, 1,463-464
[54] Râzî, VIII, 119-120
[55] Râzî, VIII, 120
[56] Râzî, VIII, 119; "hikmet" hakkında bilgi
için bk. Bakara 2/269
[57] Râzî, VIII, 119
[58] VIII, 119
[59] bk. Bakara 2/286; A'râf 7/157
[60] bk. A'râf 7/172
[61] İbn Atıyye, 1,466-467; Râzî, VIII, 120
[62] Zemahşerî, 1,199
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/457-459.
[63] Râzî, VIII, 121
[64] bk. A'râf 7/172
[65] İbn Atıyye, 1,466-467; Râzî, VIII, 122-123; Nîsâbûrî,
III, 241
[66] III, 342-343
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/459-460.
[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/460-461.
[68] bk. Râ-zî, Vffl, 124
[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/461.
[70] bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "bğy" md
[71] krş. Râzî, VIII, 126; Reşîd Rızâ, III, 358-361; bu
konuda ayrıca bk. Hucurât 49/14,17
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/461.
[72] Râzî, VIII, 128
[73] meselâ Râzî, VIII, 128
[74] meselâ bk. İbn Atıyye, 1,468; Zemahşerî, I, 200; Râzî,
VIII, 126-127
[75] Reşîd Rızâ, III, 362
[76] hidayet" hakkında bk. Bakara 2/2;
"irtidâd" ve "mürted" hakkında bk. Bakara 2/217
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/462-463.
[77] meselâ bk. İbn Atıyye, 1,468-469; Râzî, VIII, 129;
Reşîd Rızâ, III, 365
[78] Râzî, VIII, 129
[79] meselâ Buhârî, "Fezâil", 12; Tirmi-zî,
"Tefsir", 3,12
[80] Kasımı, IV, 882-883
[81] Tirmîzî, "el-Birr ve's-sıla",48; Buhârî
"Edeb", 44,45; Ebû Dâvûd, "Cihad", 50
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/463.
[83] krş. İbn Aüyye, 1,469; Râzî, VIII, 128-129
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/463.
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/463-464.
[85] Zemahşerî, 1,200; Râzî, VE1,130-131
[86] Taberî, III, 342
[87] bk. Nisa 4/18
[88] İbn Atıyye, 1,469-471; Zemahşerî, 1,201; Râzî, VIII,
131-132; Kurtubî, IV, 130-131; Reşîd Rızâ, III, 366-369; tövbe konusunda bk.
Nisa 4/17-18; Furkan 25/70-71
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/464-465.
[89] İbn Atıyye, 1,470-471; Râzî, VIII, 131-133; Âlûsî, III
351-356; Reşîd Rızâ, III, 370
[90] Muhammed Esed, 1,107
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/465-
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/466.
[92] bk. Bakara 2/177
[93] V, 37
[94] krş. Bakara 2/177; Mâide 5/2; İnfitâr 82/13-14
[95] bk. Ali Toksan, "Bir", DİA, VI, 205
[96] Elmalılı, II, 1146; birr hakkında bilgi için aynca
bk. Bakara 2/177
[97] Bııhârî, "Zekât", 44
[98] Buharı, "Şürût", 19
[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/466-467.
[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/467-468.
[101] İsrail ve tsrâiloğullan hakkında bilgi için bk. Bakara
2/40
[102] Elmaltlı, II, 1148
[103] meselâ bk. Nisa 4/160; En'âm 6/146
[104] Şevkânî, 1,401-402
[105] Reşîd Rızâ, IV, 3
[106] bk. En 'ânı 6/146
[107] bk. Levililer, 3/17; Tesniye, 14/7 vd
[108] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/468-469.
[109] hanîf kelimesinin anlamı için bk. Bakara 2/135
[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/469-470.
[111] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/470.
[112] Kabe hakkında bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/125-127
[113] Taberî, IV, 9; Ehnalılı, II, 1148
[114] Şev-kant, 1,403; Fuat Günel, "Mekke-i Mükerreme",
İFAV Ans., III, 169
[115] IV, 12
[116] Fuat Günel, a.g.m., a.g.e., III, 172
[117] Feth 48/24
[118] Tin 95/3
[119] Kasas 28/57; An-kebût 29/67
[120] Şûra 42/7 diğer İsimleri için bk. İbn Kesîr, II, 64;
Yakut, Muıcemii'l-büldân,V, 182
[121] I. Krallar, 6/1, 37
[122] I. Krallar,8/29-30
[123] bk. Bakara 2/127
[124] Buharı, "Fazlü's-salât fî Mescidi Mekke",
1,6
[125] Nesâî. "Hac", 4; İbn Mâce,
"Menâsik", 3
[126] Râzî, VIII, 148
[127] bk. Bakara 2/126; İbrahim 14/37; Kasas 28/57
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/470-472.
[128] Kurtubî, IV, 139; Reşîd Rızâ, IV, 7 vd.
[129] Râzî, IV, 48; Elmalılı, 1,493
[130] İbn Kesîr, II, 65; bilgi için aynca bk. Bakara 2/125
[131] krş. Kasas 28/57; Ankebût 29/67; Kureyş 106/4
[132] Müslim, "Hac", 445-448
[133] Mâide 5/97; Tevbe 9/36. Mekke Haremi ve hükümleri
hakkında bilgi için bk. Salim Öğüt, "Harem", Dİ A, XVI, 127-132
[134] bk. Müslim, "Hac", 412
[135] Elmalılı, II, 1149
[136] hac hakkında bilgi için bk. Bakara 2/196-203
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/472-474.
[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/475.
[138] Taberî, IV, 23; Elma-1111,11,1149
[139] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/475-476.
[140] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/476.
[141] Râgıb el-îsfahâ-nî, el-Müfredât, "vky" md.;
Cürcânî, et-Ta'rîfât, "Takva" md.
[142] Hâkim, Müstedrek, II, 294; takva hakkında daha geniş
bilgi için bk. Bakara 197
[143] Tegâbün 64/16
[144] Hâkim, Müstedrek, II, 294; takva hakkında daha geniş
bilgi için bk. Bakara 197
[145] Hucurât 49/13
[146] Câsiye 45/19
[147] Âl-İ İmrân 3/76
[148] Bakara 2/194
[149] Sâd 38/
[150] Ra'd 13/35; Nebe' 78/31-36; takva hakkında bilgi için
ayrıca bk. Bakara 2/197; A'râf, 7/26
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/476-477.
[151] Müsned, İÜ, 14,17; İbn Kesîr, II, 73
[152] bk. Bakara 2/214; Âl-i İmrân 3/52
[153] Hûd 1 l/i 18
[154] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/477-
[155] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/478.
[156] bilgi için bk. Bakara 2/128, 213
[157] ELmalılı, II, 1155
[158] hayır ve şer hakkında daha geniş bilgi için bk. Bakara
2/215
[159] Tevbe 9/67
[160] Bakara 2/263
[161] meselâ bk. Buhârî, "Mezâlim", 22; Müslim,
"Libâs", 114, "îmân", 78; Ebû DâvÛd, "Edeb", 12,
"Melâhim", 17; Tirmizî, "Fiten", 9,11; Nesâî,
"İman", 17.
[162]Enbiyâ 21/105
[163] Ebû Dâvûd, "Melâhim", 17
[164] Tevbe 9/122
[165] Müslim, "îmân", 78; Tirmizî,
"Fiten", 11
[166] Buhârî, "Bed'ü'1-halk", 10; Müslim,
"Zühd", 51; geniş bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, "Emir
bi'1-ma'rûf nehiy ani'l-münker", öM, XI, 138-141
[167] bk. Fussilet 41/34
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/478-481.
[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/481
[169] benzeri ifadeler için bk. Kıyâme 74/22-25; Abese
80/38-42
[170] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/482.
[171] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/482.
[172] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/483.
[173] bilgi için bk. Bakara 2/128, 213
[174] Müsned, IV, 408, V, 383; İbn Kesîr, II, 77-86
[175] Kur'ân-ı Kerîm'de Ehl-i kitaba nispetle kullanılan
iman kavramının açıklaması İçin bk. Bakara 2/62
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/483-484.
[176] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/484.
[177] Vm, 185
[178] F. Buhl, "Kudüs", t A, VI, 953
[179] Mevlânâ Şiblî, İslâm Tarihi, VII, 152
[180] Ki-tâb-ı Mukaddes'te yahudİlere yöneltilen tehdit ve
eleştirilere örnek için bk. Bakara 2/65-66,74
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/484-485.
[181] İbn Âşûr, IV, 58
[182] Kurtubî, IV, 175; Elmalılı, II, 1160
[183] II, 1160
[184] bk. Zilzâl 99/7-8
[185] Mâide 5/18
[186] Bakara 2/111
[187] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/485-486.
[188] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/486-487.
[189] bk. Sebe' 34/35
[190] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/487.
[191] Şevkânî, 1,416-417
[192] Şevkânî, 1,416-417
[193] Mevdûdî, 1,253
[194] VIII, 195
[195] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/487-488.
[196] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/488-489.
[197] Şevkânî, 1,4İS
[198] Hucurât 49/10
[199] Nisa 4/144; Mâ-ide 5/51
[200] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/489-490.
[201] Âlûsî, IV, 39
[202] Mümtehine 60/8
[203] bk. Mümtehine 60/9
[204] gayri miislimlerin dost edinilmemesi hususunda bilgi
için ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/28
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/490-491.
[205] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/491.
[206] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/492.
[207] Buhârî/'İ'tisâm", 28; Müsned,m,35l
[208] Buhârî, "Cihâd", 164; İbn Kesîr, II, 91
[209] Buharı, "Megâzî", 21; Müslim,
"Cihâd", 104
[210] Uhud Savaşı hakkında bilgi için bk. İbn Hişâm,
es-Sîretü 'n-nebeviyye, III, 64 vd.; İbnKesîr,n, 90-91
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/492-494.
[211] Bedir Savaşı hakkında bilgi için bk. Enfâl 8/5-19
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/494-495.
[212] İbn Kesîr, II, 93
[213] bk. Enfâl 8/9
[214] Elmahlı, II, 1171
[215] bk. Müslim, "Cihâd", 58; İbn Atıyye, I, 503
[216] melekler hakkında bilgi için bk. Bakara 2/30
[217] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/495.
[218] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/495-496.
[219] Megâzî", 21
[220] bk. Bakara 2/272; Ra'd 13/40; Kasas 28/56
[221] IV, 80
[222] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/496.
[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/497.
[224] Rûm 30/39
[225] Şevkânî, I, 423-424
[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/497-499.
[227] IV, 89; cennet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/25
[228] Âlûsî, IV, 58
[229] Elmahlı,II, 1177
[230] Elmalılı, E, 1177
[231] Şevkânî, I, 424425
[232] bk. Ebû Dâvûd, "Edeb", 2-3; Müsned, III, 440
[233] Buhârî, "Edeb", 76,102; Müslim,
"Birr", 107, 108
[234] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/499-501.
[235] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/501.
[236] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/502.
[237] bk. Muhammed Hamîdullah, "Sünnet", M, XI,
242
[238] Atızâb 33/38
[239] İsrâ 17/77
[240] bk. Ömer Özsoy, Sünnetullah, özellikle s. 135
[241] Ateş, II, 113
[242] Reşîd Rızâ, IV, 139
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/502-504.
[243] Fussilet 41/15
[244] IV, 98
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/504.
[245] bk. Sâffât 37/171-173; Mücâdele 58/21
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/504.
[246] şehitlik hakkında bk. Bakara 2/154
[247] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/504-505.
[248] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/505-506.
[249] Elmalılı, II, 1189
[250] Müslim, "Cihâd", 20
[251] el-Muvatta', "Cihâd", 27,40
[252] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/506-507.
[253] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/508.
[254] Reşîd Rızâ, IV, 160
[255] Hasan İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, 1,152
[256] Elmalılı, II, 1194
[257] İbn Kesir, II, 109
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/508-509.
[258] krş. A'râf 7/34; Hicir 15/5; Müminûn 23/43; Münâfıkun
63/11
[259] Buhârî, "Bed'ü'1-vahy", 1
[260] ayrıca bk. Bakara 2/200-201; İsrâ 17/18-19; Şûra
42/20
[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/509-510.
[262] II, 1197; rabbânî hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân
3/79-80
[263] IV, 116
[264] Buhârî, "Menâkıbü'l-ensâr", 29
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/510-511.
[265] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/511
[266] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/512.
[267] Ebû Hayyân, IH, 77
[268] Âl-İ İmrân 3/160
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/512-513.
[269] Buhârî, "Teyemmüm", 1
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/513-514.
[270] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/514.
[271] Buhârî, "Megâzî, 20, "Tefsir", 3/10
[272] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/514-515.
[273] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/515.
[274] Buhârî, "Tefsir", 3/11; "Megâzî",
20
[275] bk.Enfâl 8/11
[276] Taberî, IV, 142-143; Kurtubî, IV, 242
[277] Şevkâ-nî,I,436
[278] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/516-418.
[279] Râzî, IX, 51
[280] M. Reşîd Rızâ, IV, 191
[281] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/418-419.
[282] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/519-520.
[283] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/520.
[284] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/520-521.
[285] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/521.
[286] Enbiyâ 21/107
[287] Kalem 68/4
[288] I, 533
[289] İbn Âşûr, IV, 145
[290] Şûra 42/38
[291] bk. İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, II, 69; Mevlânâ
Şiblî, Asr-ı Saadet, I, 4M
[292] Ateş, VIII, 205
[293] şûra hakkında bilgi için bk. Elmalılı, II, 1213-1216;
Yâkub Muhammed el-Mîlcî, Mehdeü'ş-şûrâ fı'l-İslâm; Alî Bar-dakoğlu,
"ŞmîrjFAVAns., IV, 213-214
[294] meselâ bk. Al-İ İmrân 3/122; Mâide 5/11, 23; Tevbe
9/51; Yûnus 10/84
[295] Tevbe 9/129
[296] Âl-i İmrân 3/173
[297] Necm 53/39
[298] Müsned, 1,52
[299] Tir-mizî, "Kıyamet", 60
[300] bilgi için bk. Ahmet Saim Kılavuz - Mustafa Çağrıcı,
"Tevekkül", İFAVAns., IV, 355-356
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/521-525.
[301] Muhanımed 47/7
[302] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/525.
[303] İbn Atıyye, 1,534; Reşîd Rızâ, IV, 215
[304] bk. Ahzâb 33/21
[305] Müsned, IV, 229
[306] Müsned, V, 424
[307] bilgi için bk. İbn Mâce, "Cİhâd", 34;
Taberî, IV, 158-161
[308] bilgi için bk. Ferhat Koca, "Gulûl", DİA,
XIV, 190-192
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/526-527.
[309] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/527-528.
[310] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/528-529.
[311] bk. Enbiyâ 21/107; Ahzâb 33/40; Sebe' 34/28
[312] resul hakkında bilgi için bk. Bakara 2/61; özellikle
bk. A'râf 7/157
[313] Cum'a 62/2
[314] hikmet için bk. Bakara 2/269
[315] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/529-530.
[316] Buharı, "Megâzî" 26
[317] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/530-531.
[318] Müsned, 111,351; Buhârî, "İ'tisâm", 28
[319] Elmalılı, II, 1228
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/531-532.
[320] Elmalılı, II, 1228
[321] Âl-i İmrân 3/185; Ankebût 29/57
[322] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/532
[323] bilgi İçin bk. Bakara 2/154
[324] IV, 166
[325] II, 1231
[326] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/532-533.
[327] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/533-534.
[328] bk. İbn Atıyye, 1,542; Reşîd Rızâ, IV, 138; Elmalılı,
II, 1231
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/534.
[329] Buhârî, "Tefsir", 3/13; İbn Kesîr, II,
146-147
[330] bk. Zemahşerî, I, 230-231; Elmaldı, II, 1232
[331] bk. Ateş, II, 144
[332] bk, Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İmâm-ı Âz.am Ebû
Hanîfe'nin îtikadî Görüşleri, s. 117
[333] VI, 4410
[334] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/534-536.
[335] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/536.
[336] şeytan hakkında bk. Nisa 4/117-121; En'âm 6/112
[337] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/536-5367.
[338] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/537
[339] krş. Kehf 18/6; Şuarâ 26/3
[340] Nahl 16/82
[341] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/538.
[342] II, 1235
[343] IV, 185
[344] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/538-539.
[345] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/539.
[346] bk. Âl-i İmrân 3/44; Hûd 11/49; Yûsuf 12/102; En'âm
6/50; A'râf 7/188
[347] En'âm 6/59
[348] gayb âlemi hakkında bilgi için bk. Bakara 2/3
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/539-540.
[349] Reşîd Rızâ, IV, 257
[350] Ebû Dâvûd, "Cihâd", 22; Müsned, II, 302, 320
[351] Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, Beyrut 1978, s. 221-222
[352] Buhârî, "Tefsir", 3/14; cimrilik hakkında
ayrıca bk. Nisa 4/37
[353] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/540-542.
[354] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/542.
[355] bilgi için bk. Şevkânî, 1,452,454; Elmahh, II, 1238;
Ateş, II, 151
[356] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/542-543.
[357] bk. Mâide 5/27; Hac 22/28-34, 67; Kevser 108/2
[358] Levililer, 1,7 vd.; Tesniye, 15/16; I. Krallar, 18/38
[359] Râzî, IX, 121
[360] İbn Âşûr, IV, 186
[361] Taberî, IV, 197
[362] krş. Zemahşerî, 1,234; I. Kırallar, 18/36-38
[363] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/543-544.
[364] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/544.
[365] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/545.
[366] Elmalılı.II, 1244
[367] II, 1244 vd
[368] II, 155; nefis hakkında bilgi için bk. Nisa 4/1
[369] Buharı, "Cihâd", 73; "dünya hayatının
geçici menfaatleri" konusunda ayrıca bk. ÂI-i İmrân 3/14
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/545-547.
[370] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/547-548.
[371] bilgi için bk. Bakara 2/40*42; Âl-i İmrân 3/81
[372] meselâ bk. Bakara 2/63,64, 84,85, 100-101; Nisa 4/155;
Mâide 5/70
[373] meselâ bk. Çıkış, 16/13-30; Sayılar, 15/32-36,12-50
[374] bk. Reşîd Rızâ, IV, 279
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/548-549.
[375] Buhârî, "Tefsir", 3/16
[376] Buhârî, "Tefsir", 3/16
[377] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/549-550.
[378] bk. M. Reşîd Rızâ, IV, 395 vd
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/550.
[379] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/551-552.
[380] Nûr 24/35
[381] ez-Zerîa ilâ mekârimi'ş-şerîa, s. 207
[382] Kur'an'da akıl, lüb, fuâd, kalb vb. kavramların
anlamlan ve genel olarak düşünmenin önemi hakkında bk. A'râf, 7/179
[383] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/552-554.
[384] Şevkânî, I, 458
[385] İbn Âşûr, IV, 200
[386] birr" hakkında bilgi İçin bk. Bakara 2/177; Âl-i
İmrân 3/92
[387] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/554-555.
[388] Râzî, IX, 150
[389] Hucurât 49/13
[390] Tirmizî, "Tefsir", 5; İbn Kesir, I, 165
[391] bk. Buhârî, "Cihâd", 62-68; Müslim,
"Cihâd", 134-137
[392] İbn Kesîr, II, 166; "sevap" hakkında bilgi
için bk. Âl-ı İmrân 3/145
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/555-557.
[393] IX, 152
[394] ebrâr" hakkında bilgi için bk. Bakara 2/177
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/557-558.
[395] Müslim, "Cenâiz", 21/62-67
[396] İbn Kesîr, II, 169
[397] ayrıca bk. Bakara 2/41,79,174; Mâide 5/69, 83-85
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/558.
[398] Râzî, IX, 155
[399] İbn Âşûr, IV, 208
[400] Elmalılı, II, 1265
[401] bk. Buhârî, "Cihâd",73; Müslim,
"İmâre", 163; İbnKesîrJI, 17M77; Kurtubî, VI, 324-326; silâh gücü
bakımından hazırlıklı olmanın önemi için bk. Enfâl 8/60
[402] Müslim, "Taharet", 41; Tir-mizî,
"Taharet", 39
[403] Reşîd Rızâ, IV, 319
[404] Buhârî, "Tefsir", 3/18-20; İbnKesîr,!!,
162-163
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:I/558-5560.