Tefsiri

 

69. Önceki âyetlerde Ehl-i kitap'la diyalog için gerekli fikrî temeller oluştu­rulduktan sonra bu âyet ve devamında bu kesimin diyalogu engelleyen davranış­larına değinilmektedir. Önce 69. âyette bazı Ehl-i kitap mensuplarının müslüman-lan hak yoldan saptırma arzularına ve bunu gerçekleştirme gayreti İçinde oldukla­rına, 72. âyette de onlardan bir grubun bu amaca ulaşmak için hazırlayıp uygula­maya koyduğu bir komploya işaret edilmiştir.

Bu âyetlerin her ikisinde dikkat çeken bir husus, yerilen bu niyet ve uygula­maların Ehl-i kitap'tan bir gruba nispet edilmesi, bütün Ehl-i kitabın müsrümanla-rt saptırma arzusu içinde oldukları ve bu uğurda komplolar düzenledikleri şeklin­de bir ithamın yer almamasıdır. Ancak 69. âyetteki tespiti takiben 70 ve 71. âyet­lerde "Ey Ehl-i kitap!" tarzında genel bir hitap yer almış olup, bunu iki şekilde açıklamak mümkündür:

a) Onların bütün bu olumsuz düşüncelerine rağmen, diya­logun sürdürülmesi için 64. âyetteki hitap tarzı korunmuş ve "kitap ehli" denerek karşı tarafa değer verilmiştir. Nitekim muhataplar çok ağır bir kusur işledikleri halde, onları dışlayan bir ifade kullanılmamakta, gerçekler üzerinde düşünmeye davet eden soru cümleleriyle yanlış yolda oldukları hatırlatılmaktadır.

b) Anılan arzu ve yöneliş onlardan bir gruba ait olmakla beraber, diğer Ehl-i kitap mensup­ları bu tavrın yanında yer almış olduklarından soyut biçimdeki kınama ve eleştiri ifadesi bütün Ehl-i kitaba yöneltilmiştir.

Âyetin "Ehl-i kitap'tan bir kısmı" diye çevrilen bölümünde yer alan "min" edatının, "onlardan bir kesim"i yani "ileri gelenleri" ve "din adamları kesimi"tıi ifade ettiğini veya cins belirtmek üzere "bütün Ehl-İ kitap" anlamına açık olduğu­nu düşünmek -dil bilgisi açısından- mümkünse de[1]âyetlerin önü ve sonu, üçüncü mânaya göre yorum yapmaya elverişli görünmemekte­dir.

69. âyette "keşke" anlamına gelen "lev" kelimesi kullanılarak onların bu ar­zularının sonuç vermeyen bir yöneliş düzeyinde kaldığı belirtilmiştir. Bu sebeple âyete "... istediler ki sizi saptırsınlar şeklinde" mâna verilmiştir. Onlann gerçekte kendilerini saptırmış olmaları değişik şekillerde açıklanmış olup bu yorumlardan bazıları şöyledir:

a) Başkalarını saptırma niyet ve çabalarından dolayı ağır bir aza­bı hak etmiş olmakta ve kendilerine yazık etmektedirler. Nitekim bir âyette[2]başkalarım saptırmaya çalışanların kendi kötü fiillerinin günahının yanı sı­ra başkalarına verdikleri zarar sebebiyle katlanmış cezaya çarptırılacakları bildiril­miştir.

b) Kendilerini hidayet ve hakikat yolundan uzaklaştırarak dalâlet içinde kalmaktadırlar.

c) Müminleri saptırma çabalan sonuç vermeyince hüsrana ve ha­yal kırıklığına uğramaktadırlar[3]  M. Reşîd Rızâ bunlardan so­nuncu yorumun âyetteki "farkına varmıyorlar" açıklaması ile bağdaşmadığına dik­kat çeker [4]

 

70-71. İlk âyette Ehl-i kitap bilginlerinin gerçeği bile bile inkâr edip dalâlet içinde kalmaları eleştirilirken, ikinci âyette de başkalarını yanıltıcı bir çaba içine girmeleri kınanmaktadır. Âyetten başkalarını yanıltma çabasının iki yönde yürü­tüldüğü anlaşılmaktadır: Hakkı bâtıla karıştırma ve gerçeği gizleme. Hakkı bâtılla örtmenin nasıl gerçekleştirildiği hususunda sahabe ve tabiîn ile sonraki bazı mü-fessirlerden şu yorumlar nakledilmiştir:

a) Tevrat'ı tahrif ediyorlar ve ilâhî kelâm­la kendi uydurduklarını birbirine karıştırıyorlardı.

b) Müminlerin içine kuşku dü­şürmek amacıyla sabahleyin İslâm'a girdiklerini, akşamleyin de İslâm'dan çıktık­larını açıklıyorlardı.

c) Tevrat'ta yer alan Hz. Muhammed ile alâkalı açık (muh­kem) ve kapalı (müteşâbih) âyetleri birbirine karıştırıp fikir karmaşası meydana getiriyorlardı.

d) "Muhammed, Musa'nın hak peygamber olduğunu itiraf ediyor; Tevrat da Mûsâ şeriatının nesh edilemeyeceğini bildiriyor" şeklinde İstidlallerle zihinleri karıştırıyorlardı. Gerçeği gizlemeleri de şöyle açıklanmıştır: Tevrat'ta Hz. Muhammed'İn peygamberliğine delâlet eden âyetler ancak üzerinde düşünü­lerek anlaşılabilecek nitelikteydi; din adamları sokaktaki adamdan bu hakikati giz­lemek için bunların bir bütün olarak ele alınıp anlaşılmasını önleyecek biçimde davranıyorlardı[5]  Râzî, onların bu tutumuyla kendi zamanında İslâm muhİtindeki bidatçılann bilim ve araştırma ehlince ortaya konan sonuçların halka ulaşmasını önlemeye çalışmaları arasında benzerlik kurar. [6]M. Reşîd Rızâ da âyetin, müslümanlar arasın­daki taklitçi zihniyetin vahiyle insanların kişisel görüşlerini karıştırıp onlara ilâhî bir din hüviyeti kazandırmaya çalışmalarını mahkûm eden bir delil teşkil ettiğini belirtir. [7]

70. âyette geçen ve "Allah'ın âyetleri" diye çevrilen tamlama değişik şekil­lerde anlaşılmıştır:

a) Kur'an âyetten.

b) Hz. Muhamnıed'in mucizeleri.

c) Tevrat ve İncil'de yer alan âyetler. Son yorum, anılan kitapların Hz. Muhamnıed'i müj­deleyen veya Hz. İbrahim'in hanîf ve müslüinan olduğunu ya da Allah katında ge­çerli dinin İslâm olduğunu bildiren âyetler içerdiği halde Ehl-i kitabın bu hakikat­leri inkâr ettiğini belirtmeye yöneliktir. Râzî bu yorumun, yahudilerin Tevrat âyet­lerini değil bunların delâlet ettiği anlamlan veya Tevrat'ı tahrif etmek suretiyle bi-zâtihî bu içerikteki âyetlerin varlığını inkâr ettikleri şeklinde iki ihtimale açık ol­duğunu kaydeder. [8] Günümüz Kitâb-ı Mukaddes araştırmaları da, -tahrif edilmiş şekliyle bile- Tevrat'ın Hz. Muhammed'in geleceğini müjdeleyen ifadeler içerdiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes'te Mukammed isimli bir kitap kaleme alan ve daha sonra müslüman olup Abdülahad Dâvûd adı­nı alan Roma Katolik kilisesi papazlarından Prof. David Benjamin Keldânî Ârâ-mtce, İbrânîce ve eski Süryânîce'ye olan vukufu ile Tevrat'taki birçok peygamber sözünün ancak Hz, Muhammed'e uygun düştüğünü tespit ermiştir. [9]

 

72. "Müminlere indirilmiş olana, gün başlarken iman edip günün sonunda in­kâr edin. Belki onlar da dinlerinden dönerler" diyerek müminlere karşı komplo dü­zenleyenlerin Ehl-i kitap olduğu âyette belirtilmekle beraber, bunlar arasından hangi kesimin kastedildiği ve komplonun biçimi tasrih edilmemiş, bu hususlar ko­nuya ilişkin rivayetler ışığında farklı şekillerde açıklanmıştır. [10] 

Bu konudaki rivayetlerin ve açıklamaların büyük çoğunluğunun ortak nokta­sı, Ehl-i kitap'tan özellikle dinî konularda bilgili oldukları kabul edilen bir kesimi­nin kendi aralarında şöyle bir mutabakat sağlamış olduk! andır: İçlerinden bazıla­rı, Hz. Muhammed'in getirdiği mesaja sırf inatlarından ötürü karşı çıkmadıMan, aksine objektif bir yaklaşım içinde oldukları izlenimini vermek üzere zaman za­man onun bildirdiklerini onaylayan bir tavır takınıp kısa bir süre sonra da bunlan inkâr yönüne gidecekler ya da onun bildirdiklerinin bir kısmını tasdik edip bir kıs­mını inkâr edecekler, böylece Kur'an etrafında bir kuşku çemberi oluşturup hem kendi çevrelerinin bu mesaja iltifat etmesini önlemiş hem de inancı henüz çok kuvvetli olmayan müminlerin hak yoldan dönmelerini sağlamış olacaklardı. Mu-hamıned Esed, Esamm'm burada Kur'an'in bir kısmını tasdik edip bir kısmını İn­kâr etme şeklinde bir şaşırtma planının söz konusu olduğu görüşünden de destek alarak, "günün başında vahyediten" ifadesini "Kur'an'ın ilk vahyedilen bölümü" şeklinde yorumlamakta ve "sonundaki" anlamına gelen "âhırahû" İfadesine de "daha sonra gelen (Kur'an'ın sonraki kısımları)" şeklinde mâna vermektedir (I, 103).

Tefsirlerde yaygın olan bilgi, burada "Ehl-i kitap" İle özellikle yahudilerin ve yahudi din adamlarının kastedildiği şeklindedir. Hatta İbn Âşûr bu bilgiyi teyit için, önceki âyetlerde kendileriyle tartışmaya girilenlerden söz edildiği sanılmasın diye "Ehl-i kitap'tan bir kısmı" dendiğini belirtir (III, 278). Süleyman Ateş ise sû­renin nüzulü hakkında bilgi verilirken değinildiği üzere, bu sûrenin birçok âyetin­de yahudilerden söz edildiğini kabul ettiği halde, sûrenin Bedir Savaş/ndan da Ön­ce nazil olduğu kanaatini savunmuş olmanın (II, 6) etkisiyle yer yer farklı görüş­ler ileri sürmektedir. Nitekim 69-74. âyetleri tefsir ederken, başlangıçta bunların yahudiler hakkında olduğunu belirten rivayet ve yorumlan esas alıp, "Bütün bu ri­vayetler ve âyetlerin bizzat kendileri, yahudilerin, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu bildiklerini, ancak haset yüzünden İslama girmediklerini gösterir" (II, 61) dediği halde, daha sonra bu rivayetleri "tutarsız", "yanılgı" ve "gelişigüzel ya­kıştırmalar" olarak nitelendirmekte ve kesin bir dille "Biz o kanaatteyiz ki bu sû­rede yahudilerin yeri yoktur" demektedir (II, 62).

Yüce Allah'ın, bu haince girişimi haber vermesi, Resûlullah'ın ilâhî vahye mazhar olmuş hak bir peygamber olduğunu apaçık bir biçimde ortaya koymuş bu­lunuyordu. Dolayısıyla bu, bir taraftan düşmanların bu tür girişimleri için caydırı­cı bir rol oynayan, diğer taraftan müminlerin bunlara karşı daha dikkatli ve bilinç­li olmaları gerektiğini hatırlatan bir uyarı niteliğindeydi[11]

 

73. Müfessirler "Kendi dininize uyanlardan başka hiç kimseye inanmayın" sözünün yukarıda değinilen şaşırtma planının sahiplerine ait olduğu hususunda fi­kir birliği içindedirler. [12] "De ki" hitabından sonra gelen ilk cüm­lenin yüce Allah'ın peygamberinden söylemesini istediği söz olduğu İse açıktır. Buna mukabil, "veriliyor diye" şeklinde tercüme edilen "en yü'tâ" ifadesinin iza­hında müfessirler oldukça zorlanmıştır. Bu sebeple Râzî bu âyetin Kur'an'daki en müşkil âyetlerden olduğunu kaydeder. [13] Bunun Allah Teâlâ'nın peygam­berinden söylemesini İstediği sözünün devamı olarak düşünülmesi halinde, me­alinde olduğu gibi "Birine (Hz. Muhammed) size verilenin benzeri veriliyor diye mi veya rabbinizin huzurunda aleyhinize deliller getirecekler diye mi (böyle dav­ranıyorsunuz)?" şeklinde çevrilmesi uygun olur. Ehl-i kitap'tan komplo hazırla­yanların sözünün devamı sayılması halinde ise bu kısmın anlamı şöyle olur: "Size verilenin benzerinin başka herhangi bir kimseye verildiğine, yahut rabbinizin huzurunda onlann size karşı deliller getireceklerine de (inanmayın)". Râzî, bu ifade­yi Ehl-i kitaba ait sözün devamı sayan yorumu değişik açılardan eleştirir ve zayıf bulur[14]

Bu âyetin mealinde "lütuf şeklinde karşılık verilen fadl kelimesi "bol bol iyilik yapma ve yararlı şeylerle donatma" anlamına geldiği gibi, burada "peygam­berlik verme"nin kastedildiği görüşü de vardır. Bu görüşün sahipleri, daha sonra gelen "Onu dilediğine verir" cümlesinin ışığında, bu âyet-i kerîmede peygamber­lik mertebesine kişisel çaba ve hak edişle değil ancak ilâhî bağışla erişilebileceği­ne delâlet bulunduğunu belirtirler.

Yine bu âyette geçen vâsi', Allah'ın güzel isimlerinden olup "geniş" anla­mındadır; genel olarak O'nun sıfatlarının kuşatıcılığını, sınırsızlığını; özellikle ilim, rahmet ve lütfunun genişliğini ifade ettiği şeklinde anlaşılmıştır. Bu sebeple "vallahu vâsiun" cümlesine mealinde "Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır" şek­linde mâna verilmiştir. [15]

 

Meali

 

75. Ehl-i kitap'tan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen onu sana noksansız öder; içlerinden öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet et­sen tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez. Çünkü onlar "Ümmîlere yaptıklarımızdan dolayı bize bir vebal yoktur" derler. Onlar bile bile Allah adına yalan söylemektedirler. 76. Hayır, öyle değil! Her kim ahdine vefa gös­terir ve sakınırsa, bilsin ki Allah o sakınanları sever. 77. Allah'a verdikleri sö­zü ve yeminlerini az bir bedelle satanlara gelince, işte onların âhirette hiç na­sipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmaya­cak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem veren bir azap vardır. [16]

 

Tefsiri

 

75. Önceki âyetlerde Ehl-i kitabın müslümanların inanç hayatını sarsmayı he­defleyen, dolayısıyla taraflar arasında diyalog kurulmasına engel teşkil eden dav­ranışlarına değinilmişti. Bu bölümde ise onların beşerî İlişkiler alanındaki bazı olumsuz davranışlarına ve bunları nasıl yanlış bir temele dayandırmaya çalıştıkla­rına yer verilmektedir.

Âyette Ehl-i kitap arasında emanete riayet hususunda birbirine tamamen zıt iki anlayış ve uygulamanın görüldüğü bildirilirken, önce ahlâkî erdemlere bağlılı­ğını koruyanların davranışına dikkat çekilerek iyilerin davranışı öne çıkarılmakta­dır.

Burada genel olarak Ehl-İ ki tap'tan söz edilmekle beraber, bu âyetle deva­mındaki âyetler tarihî bilgilerin ve hadîs-i şeriflerin ışığında incelendiğinde, özel­likle kutsal kitaplarındaki ifade ve hükümleri çarpıtarak takdim eden yahudilerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bazı yahudi din adamları, yahudilerin kendi dinlerin­den olmayanlara karşı yapacakları haksızlıklardan ötürü sorumlu olmayacakları yorumunu yaymışlardı. İşte 75. âyette, bu anlayışın bir uzantısı olarak Ehl-i ki-tap'tan bir kesimin, kutsal bir kitapları bulunmayan Araplar'a L'ümmîler" diyerek onları hafife alıp mallarını haklı bir gerekçe olmaksızın yiyebilecekleri ve bu yüz­den de hiçbir veballerinin olmayacağı iddiasında bulunduklarına işaret edilmekte­dir. Her İki davranış biçiminin hayret anlamı içeren cümle yapısı içinde İfade edil­miş olduğunu belirten İbn Âşûr, bunlardan birincisini "Kendi çevrelerinde emane­te hıyaneti meşru sayan bir anlayış hâkim olmasına rağmen dürüstlükten ayrılma­yan insanlar da var!" şeklinde, ikincisini "Allah'ın kitabına tâbi olduklarını iddia ettikleri halde emanete hıyaneti ahlâka uygun sayabilen kişiler de var!" şeklinde açıklar[17]

Bir yoruma göre yahudiler bu sözü mutlak biçimde değil müslüman olan Araplar'ı kastederek söylüyorlardı. Bazı yahudiler Câhiliye döneminde kendile­riyle ticaret yaptıkları Araplar'dan bir kısmı İslâmiyet'i kabul edince, bu ifadenin arkasına sığınarak onlara olan borçlanın ödemek istemediler. Râzî, bu yorumu ak­tardıktan sonra onların bu tutumu hakkında şöyle bir gerekçe zikreder: Muhteme­len Yahudilik'te bâtıl bir dinden başka bir bâtıl dine geçen mürted sayılıyordu; on­ların nazarında İslâm da bâtıl olduğundan müslüman Araplar'a mürted gözüyle ba­kıyorlardı[18]

Tefsirlerde bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak her iki davranış biçimine örnek teşkil eden olaylar da zikredilir. [19] Bu çerçevedeki rivayetler ve yorumlar ne olursa olsun âyetin şu hususlara dikkat çe­kip uyarı ve öğütte bulunduğu açıktır: Yüce Allah hiç kimse veya zümreye başka­larının haklarını gasbetme müsaadesi vermemiştir. Bu konuda kendilerinin imti­yaz sahibi olduğunu iddia edenler Allah'a iftira etmiş olurlar. Nitekim bu âyet in­diğinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın düşmanları yalan söylemişler; Câhiliye döneminin (kötü olan) her şeyi ayaklarımın altındadır; emanete gelince, sahibi iyi olsun kötü olsun o yerine verilir"[20]  Şu halde Ehl-i kitap'tan bir kısım din is­tismarcılarının başvurduğu bu yöntemin İlâhî dinlerde sağlam bir dayanağının bu­lunamayacağı asla gözden uzak tutulmamalı, böyle bir anlayışın sosyal barış için ne büyük tehlikelere yol açabileceği üzerinde herkes dikkatle düşünmelidir; hele müslünıanlar asla onlara özenerek veya misilleme yaparak birtakım menfaatler uğ­runa hak gaspına tevessül etmemeli, ahlâkî değerlerin korunmasında titiz davrana­rak cihana örnek olmalıdırlar. Öte yandan gerek âyetteki tasvirden gerekse anılan hadisten, İslâm'ın insanların eylemleri hakkında top yekun bir yargı ortaya koyma değil, doğruyla yanlışı ayırt etme esasına dayalı bir değerlendirme yapma anlayı­şını onayladığı sonucu çıkmaktadır.

Mealinde "yüklerle mal" şeklinde karşılanan kıntâr kelimesi emanet edilen miktarın çokluğunu, "bir dinar" da azlığını belirtmektedir. [21]

Âyette geçen "emanet etme" ve "tediye etme" anlamına gelen fiiller, burada genel olarak güven esasına dayalı "borç" ilişkisinin kastedildiğini göstermektedir. Âyette bunun mutlaka aynî (muayyen bir şeyi verme ile ilgili) olduğunu gösteren bir kayıt yoktur. Satım, ödünç, ariyet ve vedîa gibi akidler çerçevesinde kişinin borçlandığı her türlü edimi kapsar[22] Bu sebeple mealinde "Öder" fiili kullanılmıştır,

Kurtubî bu âyette -bazılarının iddia ettiğinin aksine- Ehl-i kitabın bir kısmı­nın da olsa şahitlik ehliyetini gösteren bir delil bulunmadığını belirtir; bunu des­teklemek üzere, müslümanlann fâsıklarından da emanete riayet edenler bulundu­ğunu fakat şahitliklerinin kabul edilmediğini hatırlatır. [23]

 

76. Bu âyetin "... her kim ahdine vefa gösterirse..." şeklinde çevrilen kısma, sonraki âyetle bağ kurularak "her kim Allah'a verdiği sözü yerine getirirse" şek­linde mâna vermek de mümkündür.

Nîsâbûrî, âyetin sonunda "Allah o sakınanları sever" denmekle yetinilmesi-ni şöyle açıklar: Vefa ve takva bütün erdemlerin temelidir, Her muttaki ahde ve­falıdır, fakat aksi daima geçerli değildir. Bu sebeple takva sahiplerinin Allah'ın sevgisine mazhar olacaklarına değinilmekle yetitıilmiştir. [24]

 

77. Râzî âyetin yahudıler hakkında olduğunda tereddüt bulunmadığı kana­atindedir. Zira ona göre yahudiler hakkında olduğunda şüphe bulunmayan 78. âyet bu âyete atfedilmiştir. [25]

Tefsir ve hadis kaynaklarında bu âyetin nüzul sebebi açıklanırken, Ehl-i ki-tap'tan bazılarının, yeminin kutsallığını hiçe sayarak menfaat elde etmeye çalıştık­larını ortaya koyan olaylara yer verilir. [26] Bu olaylar âyetin anlaşılmasında canlı birer örnek teşkil etmekle beraber, esasen bu­rada âhiret inancına sahip olan herkese, Allah'ı kendi sözüne kalkan yaparak hak gaspetmeye çalışmanın ağır sonuçları üzerinde düşünme çağrısı yapılmaktadır. Bu âyette Allah'a verilen sözü ve O'nun yüce adı ortaya konarak yapılan beyanları dünyevî çıkarlar uğruna satma eylemi hakkında yer alan ifadeler dikkatle incele­nirse, bunun haram kılman diğer birçok fiile göre çok daha vahim sonuçlan oldu­ğu anlaşılır. Gerçekten, İnsanoğlu nefsinin tutkularına esir düşerek günah ve ceza­yı mucip olduğunu bildiği halde bazı yasak eylemlerden uzak duramasa bile, bu âyetteki ikaza rağmen, âhiret hayatının varlığına inanan hiçbir akıl ve iz'an sahibi geçici bazı dünyevî çıkar ve hazlar uğruna ebedî âhiret nimetlerinden yoksun kal­mayı, üstelik Allah'ın kendilerini muhatap kabul etmeyip yüzüne bile bakmayaca­ğı kimselerden olmayı, dolayısıyla O'nun engin af ve mağfiretinin kapılarını ken­di eliyle kendi suratına kapatmayı, sonunda da elem verici bir azaba çarptırılmayı göze alma anlamına gelen bu çirkin yola tevessül etmez.

Allah'ın bu kimselerle konuşmaması ve onlara bakmamasından maksat, on­ların Allah Teâlâ nezdinde hiçbir değerlerinin ve itibarlarının olmaması, O'nun ga­zabına müstahak olmaları; Allah'ın onları temize çıkarmaması ("tezkiye" etmeme­si), onları bağışlamaması ve günahlardan arındırmaması ya da sâlih kullarına lâyık gördüğü övgüden onları yoksun bırakmasıdır ki bunlar kulluk bilincine sahip kişi İçin gerçekten çok vahim sonuçlardır. [27] Kurtubî bu âyetten, -bazı hadislerde de açıkça belirtildiği üzere- lehine hü­küm verilen kişinin gerçeği bilmesi halinde, hâkimin objektif delillere binaen ver­diği kararın haksız kazancı helâl hale getirmeyeceği hükmünün çıktığını belirtir. [28]

 

Meali

 

78. Onlardan bir grup, kitapta olmayanı ondan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler ve Allah katandan olmadığı halde, "Bu Allah katandandır" derler. Onlar bile bile Allah hakkında yatan uydurmaktadırlar. 79. Allah'ın kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik vermesinden sonra hiç­bir insanın kalkıp insanlara "Allah'ı bırakıp bana kul olun" demesi düşünü­lemez. Aksine "Okuyup öğretmekte olduğunuz kitap ve yapmakta olduğunuz incelemeler gereğince rabbin halis kulları olun!" der. 80. Ve onun size melek­leri ve peygamberleri rab edinmenizi emretmesi de (düşünülemez). Müslüman olmanızdan sonra size inkarcılığı emreder mi hiç! [29]

 

Tefsiri

 

78. Bu ve devamındaki âyetlerde Ehl-i kitap'tan bir grubun kendi kitapların­daki bilgileri çarpıtmalarına özel olarak değinildikten sonra, her akıl sahibinin ka­bul edeceği hakikatleri göz önüne almamalarının müslümanlarla kendi aralarında­ki diyaloga engel teşkil ettiğine dikkat çekilmektedir.

Yukarıda 69-74. âyetlerde Ehl-i kitap'tan bazılarının, müsl umanların Kur'ân-ı Kerîm'e olan güvenlerini sarsmaya yönelik şaşırtma taktiklerine yer verilmiş ve onların gerçekte sadece kendilerini aldattıkları belirtilmişti. 78. âyette ise bir de kendi kitaplanndakileri yanlış aksettirmeyi hedefleyen bir şaşırtma taktiği uygula­dıkları ve bile bile yüce Allah hakkında yalan uydurdukları bildirilmektedir.

Müfessirler genellikle 78. âyetin bir kısım yahudiler hakkında olduğu kana-atindedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde yahudilerin Tevrat'ı aslî hüviyeti­ne aykın biçimde göstermek için değişik yollar denediklerine işaret edilir. [30]

İşte bunlardan biri olan ve bu âyette belirtilen dili eğip bükme diye ifade edilen bu davranışın başka bir âyette [31] açıkça yahudilere nispet edilmiş olması bu kanaati destekleyici niteliktedir. Âyette geçen bu deyim ağzı eğip bükerek okumak suretiyle metni anlaşılmaz veya yanlış anlaşılır hale getirmeyi ifade eder; ancak bunun icra tarzı hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Zemahşeri, doğru şekli yerine tahrif edilmiş şeklini okumanın ya da kitapta olmayan ifadeleri ondakilere benzeterek okumanın kastedilmiş olabileceğini belirtir (1,197). Kaffâl'den nakle­dilen bir yoruma göre, nasıl ki Arapça'da kelimelerin harekelerinde yapılan deği­şiklikle anlam değişikliği sağlanabiliyorsa aynı şeyin İbrânîce açısından düşünül­mesi uzak ihtimal değildir. Yanlış bilginin ne olduğunu açıklarken ise müfessirler daha çok Ehl-i kitabın kendi kutsal kitaplarında Özellikle Hz. Muhammed'in gele­ceğini ve onun sıfatlarını haber veren kısımları değiştirmeleri, anlaşılmaz hale ya da yanlış anlaşılacak bir şekle getirmeleri üzerinde dururlar. Bazı müfessiiler de bu âyeti İbn Abbas'tan gelen şu rivayetin ışığında yorumlarlar: "Kıyamet günün­de Allah'ın kendileriyle konuşmayacağı ve kendilerine bakmayacağı kimseler, Muhammed hakkındaki bilgileri karmaşık hale getiren bir kitap yazıp onu Hz. Mu-hammed'i anlatan kutsal kitaba karıştıran, sonra da: 'İşte bu Allah katındandır' di­yenlerdir." Bununla birlikte sonraki iki âyetin içeriği dikkate alınırsa burada, Ehl-i kitap'tan bir kısım din adamlarının Kitâb-ı Mukaddes'teki -"baba" kelimesinin "evrenin sahibi, koruyan, gözeten" anlamında olmak üzere yüce Allah hakkında kullanılması gibi- bazı mecazi ifadeleri çarpıtmalarından ve açıkça tek tann İnan­cını ihlâl eden bir yola girmelerinden söz edildiği sonucu çıkarılabilir.

"Kitapta olmayanı ondan sanasınız diye" İfadesiyle "Allah katından olmadı­ğı halde, 'Bu Allah katındandır' derler" ifadesinin aynı anlama geldiğini ve ikin­cinin birinciyi teyit için olduğunu söyleyenler varsa da, konunun inceliklerine İnen bilginler bunların arasındaki farkı şöyle açıklarlar: Kitapta olmayan her şey İçin "Bu Allah katından değildir" denemez; zira dinî hüküm kitapla sabit olabileceği gibi sünnet, icmâ ve kıyasla da sabit olabilir. [32] Bu izahta dinî hü­kümlerin bilinmesi ve kaynaklardan çekip çıkarılması açısından İslâmî metodolo­ji ve terminolojiden yararlanılmışla da, bunu şu şekilde anlamak uygun olur: Kut­sal kitaba izafeten yanlış bifgi veya izlenim vermeleri iki yönde cereyan ediyordu: a) Kitaptaki ifadeleri değiştirme, b) kitabı kendi kişisel arzularına ve eğilimlerine göre yorumlama. Kanaatimizce de konu yahudilerin ilâhî kelâma sadakatsizlikle­rini anlatan diğer Kur'an âyetleri ışığında incelendiğinde, bu iki ifade arasında böyle bir anlam farklılığının bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu ayırım dikkate alındığında, âyette müslümanlara da şöyle bir ikazın bulunduğu düşünülebilir: Ehliyetsiz veya kötü niyetli kişilerin gerek hadis uydurmak gerekse nasları keyfi yo­ruma tâbi tutmak suretiyle "Bunlar Altah kalındandır" iddiasında bulunabilecekle­rine ve dini aslî hüviyetinin dışına çıkarmaya çalışabileceklerine dikkat edilmeli­dir. Nitekim müslümanlar asırlar boyu bu tür menfur çabaların acı sonuçlarım gör­müş, bunun sıkıntısını yaşamışlardır.

Bu iki ifade arasındaki farklılıkla ilgili diğer bir yorum da şöyledir: Çarpıta­rak verdikleri bilgileri, Tevrat'ı bilmeyenlere "Bunlar Tevrat'tandır" diye takdim ederlerken, Tevrat hakkında bilgisi olanlara da bunların Hz. Musa'dan sonra gelen peygamberlere vahyedilenlerden yani yine Allah katından olduğunu söylüyorlardı [33]

 

79-80. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde Allah'ın elçi olarak gönderdiği bü­tün peygamberlerin yalnız Allah'a kulluk etme çağrısıyla görevlendirildiği, ona şirk koşan ve tanrılık iddiasında bulunanların çok ağır cezaya çarptırılacakları ıs­rarla hatırlatılır. [34]İşte bu âyetlerde, Ehl-i kitabın ilâhî dinlerin bu ortak özelliğini[35] ve hiçbir akıl sahibinin kavramakta güçlük çekmeyeceği bir gerçeği görmezden gelerek peygamberlerin tanrılık iddiasında bulunabileceğini düşünme­leri eleştirilmekte ve 64, âyette başlatılan diyalog çağrısına kulak verip bunun için hazırlanan fikri temeller hakkında bizzat kendi kitaplarının öğretileri ve kendi etütleri ışığında yeniden kafa yormaları istenmektedir.

Sözlükte hüküm kelimesi "karar vermek, yönetmek, alıkoymak, engelle­mek" gibi anlamlara gelir. Felsefe terimi olarak, iki fikir veya iki durum arasında sonuç bildiren bir ifade ile olumlu veya olumsuz bağ kurmaya, kurulan bu bağa ve bu bağlantıyı idrak etmeye hüküm denir. Bilgi kaynağına göre hükümler "aklî hü­küm", "dînî hüküm" gibi nitelendirmelere ve değişik alanlara göre ayırımlara tâ­bi tutulmuştur. Râzî, dil ve tefsir âlimlerinin bu âyette geçen hüküm kelimesiyle, Allah tarafından indirilen kitabın peygamber tarafından kavranmasının ve bu şe­kilde oluşan bilginin kastedildiği hususunda fikir birliği İçinde olduklarını kayde­der. [36] Bazı müfessirler bunu "hikmet"[37] ve "sağlam muhakeme"[38]  şeklinde açıklamışlardır. [39]  Kur'ân-ı Kerîm'de hüküm kelimesi, yüce Allah'a nispet edi­lerek "mutlak irade, hâkimiyet ve karar yetkisi" anlamlarında kullanıldığı gib[40]  peygamberlere ve insanlara nispet edilerek "hukukî çekişmeleri karara bağlama" anlamında da kullanılmıştır. [41]

Nübüvvet "peygamberlik" demektir. Kendilerine Allah tarafından peygamberlik görevinin verildiği kişiler nebi (çoğulu enbiyâ) ve resul (çoğulu rusül) ola­rak adlandırılır. [42] 

Bu âyetlerin nüzul sebebi hakkındaki rivayetlerden birine göre, Resûlullah Kureyş müşriklerini meleklere, yahudileri Üzeyir'e, hıristiyanları da îsâ'ya kulluk etmekten sakındırıyordu; onlar "Yani seni rab edinmemizi mi istiyorsun?" dediler, o sebeple bu âyetler nazil oldu. Diğer bir rivayete göre ise, müsllimanlardan biri "Ey Allah'ın resulü! Seni içimizden herhangi biri gibi selâmlıyoruz. Sana secde ederek farklı bir selâm versek olmaz mı?" dediği için bu âyetler indi. Zemahşerî 80. âyette geçen "Siz miislüman olduktan sonra size inkarcılığı emreder mi hiç!" İfadesinden hareketle burada muhatapların müslümanlar olduğu yorumunu yapar ve bu son rivayeti daha kuvvetli bulur (1,198). İbn Âşûr âyette bu mânanın kaste­dilmiş olabileceğine ihtimal vermez[43] Muhammed Abduh bu rivayeti Kur'an'ın tefsiri açısından çok sakıncalı görür ve âyetin mâna akışına da aykın ol­duğuna dikkat çeker[44]

80. âyette yer alan "peygamberleri rab edinme" ifadesiyle madde âleminde bulunan, "melekleri rab edinme" ifadesiyle de madde ötesi âlemde bulunan mah-lûkatın en üstün mertebede olanları zikredilerek, hangi meziyetlere sahip olursa ol­sun Allah'tan başkasına kulluk etmenin ilâhî dinlerin ilkeleriyle bağdaşmayacağı ve bir peygamberin bu ilkeyi çiğneyen bir öğretiye sahip olabileceğinin hiçbir akıl sahibince tasavvur olunamayacağı vurgulanmaktadır. Buradan öncelikle çıkan bir anlam da şudur: Veli, şeyh, rahip, haham, kâhin, cin, şeytan vb. varlıkları rab ye­rine koyarak onlara bel bağlamak, hele akıl sahibi olmayan yahut cansız varlıkla­rı bu mertebeye çıkarmak, İnsanı "kulluk etme"ye yönelten duygu ve sâikin temel karakteriyle bağdaşmaz. Bu tür ikameler son tahlilde, amaca hizmet etmeyen oya­lanmalardan ibarettir ve insana bahşedilen akıl nimetinin beyhude yere harcanma­sı demektir. Zira "kul"luk ancak kulların ve bütün evrenin yaratıcısı olan, varlığı ve gücü başka hiçbir varlığa bağlı olmayan yüce Allah'a içtenlikle boyun eğme noktasına ulaştığı zaman anlam kazanır ve insan gerçek değerine sadece böyle bir kullukla erişebilir. İşte 79. âyette,kendine kitap, hüküm ve peygamberlik verilen bir kimsenin, Allah'ı bırakıp kendine kul olunmasını işleyemeyeceği ifade edilir­ken de, "kul" anlamına gelen abd kelimesinin abîd değil ibâd şeklindeki çoğulu kullanılarak Allah'tan başka hiçbir mabudun insana bu mevkii vaad edemeyeceği­ne ve sağlayamayacağına işaret edilmektedir. Nitekim İbn Atıyye, abdin ibâd ve abîd şeklindeki çoğullarının Kur'ân-ı Kerîm'deki kullanımlarını inceledikten son­ra, ibâdın "acıma ve küçümseme" anlamıyla ilişkili olmayan, kulun itaat iradesine dikkat çeken ve onu yücelten anlatımlar içinde geçtiği sonucuna vardığını belirt­mektedir (1,461).

Bu genel bakışın yanı sıra âyetteki "peygamberleri rab edinme" ifadesinden özellikle bazı yahudilerin Üzeyir'i ve hıristiyanlarm îsâ'y Allah'ın oğlu saymala­rının, "melekleri rab edinme" ifadesinden de özellikle Hıristiyanlık'taki bir öğesi-ni meleğin (Rûhulkudüs) oluşturduğu teslis inancının mahkûm edildiği anlaşıl­maktadır. Müfessirler de daha çok bu anlam üzerinde durmuşlardır, İbn Aşûr bu âyette, hıristiyanlarm bazı peygamberlerin ve meleklerin resimlerini yapıp onları kutsama hususunda aşın gitmelerine ve putperestliği andıran tutumlar içine girme­lerine işaret edilmiş olabileceğini belirtir [45]

Bir peygamberin neyi söylemesinin düşünülemeyeceği belirtildikten sonra, peygamberlerin tavsiyesi şu şekilde özetlenmiştir: "Rabbaniler olun!"

Rabbâniyyûn kelimesi "rabbânî"nin çoğulu olup, bunun Arapça olduğunu düşünen bilginler tarafından değişik şekillerde açıklanmıştır: a) "Rabb"ini bilen ve daima O'na kulluk etme çabası gösterenler, b) ilim "erbab"ı, yani insanları bilgi­lendiren ve onları iyiliğe teşvik edenler, c) "mürebbiler", yani insanları eğiten ve topluma yön veren kişiler. Bazı bilginlere göre bunun aslı Süryânîce veya İbranî -ce'dir. [46]  Kelimenin İbrânîce'deki açıkla­ması şöyledir: Bunun aslı rab (rav) olup "büyük" demektir. Daha sonra kelime "efendi, sahip" anlamını kazanmıştır, Mişna ve Talrnud'un hazırlandığı dönemler­de ise "din bilgini, üstat" mânasında kullanılmıştır; "rabbi" de "üstadım, efendim" anlamındadır. Rabban (çoğulu rabbanim) kelimesi de rab kelimesinin pekiştirilmiş şeklidir ve aynı mânadadır. Özetle İbrânîce'de rabbâniyyûn (rabbanim), dinî ilim­lerle ve bilhassa Tevrat'la meşgul olup halka doğru inanç öğreten din üstatları de­mektir. [47] Rabbâniyyûn kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'in iki âyetinde daha "yahudi din bilginleri" anlamına ge­len "ahbâr" kelimesiyle birlikte geçmekte olup bu iki gruptan, Tevrat'ın hükümle­rini korumakla ve bunları yahudilere öğretip gereğince yaşamalarını sağlamakla görevli kişiler olarak söz edilir. [48]

Bu izahlar dikkate alındığında, âyette geçen "Rabbaniler olun" cümlesini, peygamberlerin bütün insanlara "Allah'a içtenlikle kulluk etme" çağrısı olarak an­lamak mümkün olduğu gibi, özellikle ilim emanetini üstlenen veya toplumlara yön verme mevkiinde bulunan kişilere, doğruları Öğretme ve gerçek kurtuluş yolunu aydınlatma hususundaki sorumluluklarım hatırlatma ifadesi olarak düşünmek de mümkündür. Bu öğütün "öğretmekte olduğunuz kitap ve yapmakta olduğunuz in­celemeler gereğince" şeklinde bir dayanağa bağlanması ikinci anlamı teyit etmektedir. Bu konumdaki kişilerin kendilerini gerçekten Allah yoluna adamış ve bu so­rumluluğun bilincinde olmaları halinde, yol gösterilmeye muhtaç kişilerin yukarı­da değinilen çarpık telakkiye yani onları rab mevkiine yükseltme anlayışına yönel­melerine zaten fırsat kalmaz.

Bu âyette ilimle amel arasındaki sıkı bağa da dikkat çekilmekte; ilimin, an­cak hayata yansıtılmakla ve aksiyon haline getirilmekle kuru bilgi olmaktan kur­tulup gerçek değerini bulabileceği; kişinin, yaptığı etütler sonunda ulaştığı ve baş­kalarına öğrettiği sonuçlarla çelişen söz ve davranışlardan kaçınması gerektiği ha­tırlatılmaktadır.

"Siz müslüman olduktan sonra" ifadesini M. Reşîd Rızâ "fıtrat gereğince" şeklinde açıklar. Muhammed Abduh, burada Hz. Musa'nın getirdiklerine uyup muvahhid olmalarından sonra Hz. îsâ'nın Ehl-i kitap'tan kendisine kulluk etmele­rini istemesinin düşünülemeyeceği anlamının bulunduğunu belirtir ve bazı olayla­rı esas alarak âyeti sırf miislümanlarla ilgüi imiş gibi gösteren müfessirlere Kur'an'm Örfünde İslâm'ın bütün peygamberlerin dini ve fıtrat dini olduğunu unuttukları eleştirisini yöneltir. [49]

 

Meali

 

81. Allah peygamberlerden, "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekini tasdik eden bir elçi size geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz" diyerek söz almış, "Kabul ettiniz mi ve bu ahdimi üstlen­diniz mi?" dediğinde "Kabul ettik" cevabını vermişler; bunun üzerine "O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim" buyurmuştu. 82. Artık bundan sonra her kim dönerse işte onlar yoldan çıkmışların ta ken­dileridir. 83. Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar! Oysa göklerdekiler ye yeryüzündekiler isteyerek veya istemeyerek hep O'na boyun eğmiş­lerdir ve O'na döndürüleceklerdir. [50]

 

Tefsiri

 

81. Bu ve devamındaki âyetlerde, Allah tarafından görevlendirilen bütün peygamberlerin bildirimlerinin bütünlüğü ilkesi hatırlatılmakta, her peygamberin kendinden önceki ilâhî bildirimlerin doğruluğunu beyan etmesi, önceki peygam­berlerin tâbilerinin de onun getirdiklerine inanıp onu desteklemesi suretiyle karşı­lıklı bir tanıklık sisteminin öngörüldüğü belirtilmektedir. Böylece, Ehl-i kitabın hem kendi içlerinde tutarlı olabilmeleri, hem de "ilâhî dinlef'e ve "Allah İnan-cı"na karşı tavır ortaya koyan kesimlere yapılacak çağrının başarılı olabilmesi için 64, âyette yer alan diyalog çağrısına olumlu karşılık vermelerinin kaçınılmazlığı­na dikkat çekilmiş olmaktadır.

"Allah peygamberlerden... söz (mîsâk) almıştı" ifadesi şu şekillerde açıklan­mıştır:

a) Âyet, peygamberlerden daha sonra gelen elçiye (resul) iman edecekleri­ne ve onu destekleyeceklerine dair söz alındığını belirtmektedir, şu halde burada söz verenler peygamberlerdir. Bu yorumu benimseyenlerin bir kısmına göre alınan söz genel olarak peygamberlerin birbirlerini onaylayacakları hakkındadır; diğer bir kısmına göre ise Hz. Muhammed'in geleceğini müjdeleyeceklerine dairdir.

b) Kur'ân-ı Kerîm'in üslûbu ve "mîsâk"la ilgili âyetler dikkatle incelendiğinde görü­lür ki, burada kastedilen bizzat peygamberlerden söz alınması değil, onların kendi ümmetlerinden Hz. Muhammed geldiğinde ona iman edeceklerine ve ona destek vereceklerine dair söz almış olmalarıdır. [51]  Bu bakış çerçevesinde kalmakla beraber söz verenlerin kapsamını daraltan iki yorum daha vardır: Burada kastedilen kendilerini peygam­berlerin çocukları sayan İsrâiloğullan'ndan veya kendilerini peygamberlik veril­meye daha lâyık gören Ehl-i kitap'tan alınan mîsâktır. [52]Şu var ki bazı müfessirlerin, bu son yorumu Übey b. Kâ'b ve Abdullah b. Mes'ûd'un mushaflarmdaki lafza dayandırırken yorum sınırını aşarak asıl Kur'an metninin de bu olduğunu ileri sürmeleri sahabenin Mushaf-ı Osmânî üzerindeki icmâına aykı­rıdır. [53]  Oysa bu sahâbîlerin özel mushaflannda yer alan bu tür ilâveler, âyetin bir parçası değil kendileri için koydukları bir açıklama notu ma­hiyetindedir. Öte yandan bazı âlimler, burada kitap ve hikmetle ilgili bir cümlenin de bulunduğunu düşünmüşler ve âyete şöyle mâna vermişlerdir: "Allah peygam­berlerden 'Size verdiğim kitap ve hikmeti muhakkak insanlara tebliğ edecek, son­ra nezdinizdekileri tasdik eden bir elçi geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz' diye söz almış..." [54] 

Aynı âyette geçen "Ben size kitap... verdikten sonra" ifadesinden hareketle müfessirkr, yukarıdaki yorumlardan birincisine göre bütün peygamberlere veya ikincisine göre bütün toplumlara kitap verilip verilmediği meselesini tartışmışlar­dır. Bir yaklaşıma göre, bütün peygamberlere kitap "indirilmemiş" olmakla bera­ber hepsine kitap "verilmiş"tir; çünkü her peygamber bir kitaba göre çağrıda bu­lunmuş ve ona uyulmasını istemiştir. Diğer bir anlayışa göre kendisine kitap veri­len peygamberlerin derecesi daha üstün olduğu için burada bütün peygamberler­den bu üstün vasıf esas alınarak söz edilmiştir. [55]

Kitap peygambere indirilen ve okunan vahiydir. Hikmet ise kitabın içerme­diği ayrıntılı hükümlerle ilgili vahiydi. [56]

Sonraki peygamberin, özellikle Hz. Muhammed'İn Önceki peygamberleri onaylaması şu şekillerde gerçekleşmiş olmaktadır:

a) İlâhî dinlerin öğretileri inanç ve ahlâk esasları açısından aynı çizgide olduğu için, sonraki peygamberin gelme­si öncekileri pekiştirmektedir.

b) Sonraki peygamberin öğretilerinde farklılıklar bulunsa da, önceki peygamber zamanında onun bildirdiklerine göre amel etmenin doğru ve Allah'ın bundan hoşnut olduğunu belirtmesi öncekini onaylamak demek­tir.

c) Tevrat'ta ve İncil'de Hz. Muhammed'İn geleceği ve birtakım özellikleri bil­dirilmiş olduğundan, -başka bir onay beyanında bulunmamış bile olsa- sırf onun peygamber olarak gelişi bu kitapların Allah katından olduğuna dair başlı basma bîr delil oluşturur. [57]

Râzî bu "mîsâk"ın hangi anlamda olduğu hususunda iki ihtimalden söz eder:

a) Maksat Allah Teâlâ'nın, kendi emrine boyun eğmenin vacip olduğunu gösteren delilleri peygamberlerin akıllarına yerleştirmesidir. Âyette geçen "resul" kelimesi bu ihtimale delâlet eder.

b) Burada kastedilen, Allah Teâlâ'nın kendi sıfatlanın ön­ceki peygamberlerin kitaplarında açıklamış olmasıdır. "Musaddıkun li mâ ma-aküm" ifadesi de bu ihtimale delâlet eder. [58]

Ayette geçen ısr kelimesi sözlükte "ağırlık, ahid, bağ" gibi anlamlara gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de "ağırlık" anlamında da kullanılmakla beraber[59]  ifadenin önü ve sonu dikkate alınarak burada kelimeye ahid mânası verilmiştir.

"Mîsâk"ın kabul edilip ahdin üstlenİlmesiyle ilgili soru-cevap ifadeleri, yu-kanda belirtilen iki ana ihtimale göre ya Allah Teâlâ ile peygamberleri ya da pey­gamberlerle ümmetleri arasında geçen konuşmalar olarak düşünülmüştür. "O hal­de şahit olun" cümlesi İçin de başlıca şu ihtimallerden söz edilmiştir:

a) Bu ikrarı verenlerin birbirine tanıklık etmesi.

b) meleklerin bu konuşmaya tanıklık etmesi.

c) elest bezminde [60] olduğu gibi herkesin kendi verdiği söze şahit olması.

d) kimsenin bu mîsâkı bilmediği yönünde mazeret ileri sürememesi için bunun herkese açıklanması.

e) verilen sözden İyice emin olunması.

f) peygamber­lerin ümmetlerinden söz almaları ihtimaline göre, onlardan buna şahitlik etmeleri istenmiş olabilir. [61]  Esasen yüce Allah açık veya gizli her şeyi bütün ayrıntılarıyla bildiğine göre, böyle bir tanıklık talep et­mesi kuşkusuz O'nun buna olan ihtiyacıyla açıklanamaz; burada bir taraftan O'nun iradesinin eseri olan evrendeki karşılıklı tanıklık ilkesine, diğer taraftan da her türlü itham ve sorumluluğun İspat şartına bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve bunun üzerinde iyice düşünülmesi istenmektedir. "Ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim" cümlesi ise bu sözün bağlayıcılığına güç katmak ve bundan dön­mekten sakındırmak içindir. [62]

 

83. "Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" şeklinde tercüme etti­ğimiz cümleyi "Onlar Allah'ın dininden başkasını aramaktalar!" diye çevirmek de mümkündür. [63]ve her iki durumda göklerde ve yeryüzündeki bütün varlıklar O'nun kudreti önünde teslimiyet gösterdiği halde O'nun dininden yüz çe­virip başka kurtuluş yollan-aramanın ne kadar yanlış ve beyhude olduğu vurgulan­mış olmaktadır.

Bu âyette geçen "Oysa göklerdekiter ve yeryüzündekiler isteyerek ya da İs­temeyerek hep O'na boyun eğmişlerdir" cümlesiyle ilgili belli başlı yorumlar şun­lardır:

a) Yüce Allah'ın dışındaki bütün varlıkların var olması yahut olmaması mümkündür. Bu mânada olan hiçbir varlık da O var etmeden var olamaz ve O'nun yok kılması olmadan yok olamaz. Şu halde Allah'ın dışındakilerin hepsi gerek varlık gerekse yokluk bakımından O'nun kudretine boyun eğmiş demektir ki bu, teslimiyet ve boyun eğmenin doruk noktasıdır. Yine bu cümle "vâcibü'l-viicûd" (varlığı kaçınılmaz ve başkalarının iradesinden bağımsız) yegâne varlığın Allah Teâlâ olduğunu göstermektedir.

b) Hiç kimse O'nun iradesini aşamaz, isteyerek veya istemeyerek O'nun belirlediği kader çizgisinin içinde seyretmek zorundadır: Samimî müslümanlar dinin icaplarını yerine getirirken isteyerek, doğalarının ge­reği hoş karşılamadıkları hastalık, fakirlik ve ölüm gibi hususlarda istemeyerek O'nun iradesine boğun eğmektedirler; inkarcılar ise her halükârda -O'nun kaza ve kaderinden kaçamadıklarından- istemeyerek O'na boyun eğmiş olmaktadırlar.

c) Müminler isteyerek, kâfirler ise Mü'mİn sûresinin 84. âyetinde belirtildiği üzere ölümle yüz yüze gelince kerhen teslimiyet gösterirler.

d) Herkesin boyun eğme-sinden maksat bezm-i elestte [64]söz verilmesidir, e) Gönüllü boyun eğme özellikle göklerdekiler hakkındadır, yeryüzündekilerin ise bir kısmı isteyerek bir kısmı kerhen teslimiyet gösterirler. [65]  Âlûsî bu konuda tasavvuf ehlinden şu yorumu aktarır: Gönüllü boyun eğme hiçbir kuşku yaşamadan teslimiyeti, kerhen boyun eğme ise bazı tereddütler yaşadıktan ve ruhî badirelerden geçtikten sonra teslim olmayı ifa­de eder; melekler ve yeryüzündeki seçkin kişiler birinci gruptan, diğerleri ikinci gruptandır. [66]

 

Meali

 

84. De ki: "Biz Allah'a ve bize indirilene; keza İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve torunlarına indirilenlere; yine Mûsâ, îsâ ve bütün peygamberlere rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onlar arasında ayırım yapmayız; biz O'na teslim olanlarız." 85. Kjm İslâm'dan başka bir din arama çabası içi­ne girerse, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır. 86. İman edip bu resulün hak olduğuna şahit olduktan ve kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra inkarcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola ilet­mez. 87. İşte onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğramalarıdır. 88. Ebedî olarak bu lanetin içine gömülüp gideceklerdir. Ne azaplan hafifletilecek ne de kendilerine fırsat tanınacaktır. 89. Ama yaptık­larının ardından tövbe edip kendilerini düzeltenler başka. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir. 90, Elbette imanlarının ardından inkarcılığa sa­pıp sonra inkârlarını daha da arttıranların tövbeleri asla kabul edilmeyecek­tir. Ve işte onlar, sapkınların ta kendileridirler. 91. Evet, inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya, onların hiç birinden -kendini kurtarmak için dünya do­lusu altın verecek olsa dahi- asla kabul edilmeyecektir. Onlar için elem veren bîr azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur. [67]

 

Tefsiri

 

84. Bir taraftan Hz. Muhammed'den kendinden önceki peygamberlerin getir­diklerinin doğruluğunu beyan etmesi, bir taraftan da müslümanlardan ona ve onun onayladıklarına iman etmeleri istenmektedir. Bunun yanı sıra 81. âyetle bu âyet arasında bağ kurularak geçmiş peygamberlere uyanların da Hz, Muhammed'e ve onun getirdiklerine iman etmelerinin istendiği düşünülebilir. Şöyle ki: 81. âyette "nezdinizdekini tasdik eden bîr elçi geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz, diyerek söz alındığı" belirtilmişti. Bu âyete "de ki" hitabıyla başlana­rak önce Resûlullah'tan, geçmiş peygamberlerin getirdiklerini tasdik etmesi isten­mekte, böylece alınan sözün kentlisine bağlandığı şart gerçekleşmektedir. Bu du­rumda geçmiş peygamberlere uyanların da Hz. Muhammed'e iman edip ona des­tek vermeleri gerekmektedir. Bu yorum âyette Allah'a imandan hemen sonra ''bi­ze indirilene" buyurularak Hz. Muhammed'e indirilen vahyin temel sayıldığı ve diğer ilâhî kitaplar tahrife uğradığından ona öncelik verildiği yorumuyla[68]  çelişmez. Zira ona iman edip destek verenler de artık İslâm dairesi İçine, dolayısıyla anılan ifadenin kapsamına girmiş olacaklardır. [69]

 

85. İslâm'dan başka din arama çabası içine girmenin hüsranla sonuçlanacak beyhude bir gayret olduğu belirtilmektedir. 83. Âyette kullanılan "beğâ" fiili nor­mal sınırın üstüne çıkan bir isteği, bu âyette kullanılan "ibteğâ" fiili ise arayış ça­bası içine girmeyi ifade ettiğinden[70]  burada âyetin baş kısmına "kim İslâm'dan başka bir din arama çabası içine girerse" şeklinde mâna verilmiştir.

Râzî iman ve islâmın kapsamı konusunda bu âyetten çıkan anlamla Hucurât sûresinin 14. âyetinden anlaşılan mâna arasındaki farklılığa İşaret eder ve bunların uzlaştırılması için birini dinî terim diğerini sözlük anlarmna göre yorumlamayı önerir. M. Reşîd Rızâ bu yaklaşımı eleştirir ve onun bu konudaki açıklamalarını kapalı ve birbiri ile uyumsuz bulur[71]

 

86. Bu âyette Allah'ın hidayetine lâyık olma vasfını bütünüyle yitiren inkar­cılar hakkında şu üç özellik bir arada zikredilmiştir:

a) İman ettikten sonra.

b) bu resulün hak olduğuna şahit olduktan sonra.

c) kendilerine apaçık kanıtlar geldik­ten sonra inkâr yolunu seçme. Bu tür inkarcılık tam anlamıyla bir inatlaşma ve ha­kikatlere karşı bile bile direnme demek olduğundan, müteakip âyetlerde bu davra­nışın karşılığının da pek ağır olacağı bildirilmiştir. Nitekim bu tür inkarcılardan âyetin sonunda "zalimler" diye söz edilmiştir ki, bu, bilerek kendilerine yazık et­tiklerine ve göz göre göre kendilerini uçurumdan aşağıya attıklarına işarettir. Bu âyete şu şekilde de mâna verilmiştir: "Bu resulün hak olduğunu bizzat görerek iman ettikten ve kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra inkarcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola İlet­mez"[72] Öte yandan mealinde âyetin başı sonu dikkate alınarak ve mârife (belirli) olmasına binaen "er-resûl" kelimesine "bu resul" şeklinde mâna verilmiş olmakla beraber, bunu Hz. Muhammed'le smırlandırmaksızın genel ola­rak "resul" (elçi) şeklinde anlamak da mümkündür.

Ayetin "bu resulün hak olduğunu gördükten sonra" mealindeki kısmında ge­çen "sehidû" fiilinden hareketle bazı müfessirler burada "şehâdet"in imana atfedil­diğini, dolayısıyla bunların farklı şeyler olduğunu belirtip, imanın kalple tasdik, şehadetin ise dille ikrar olduğu anlayışına destek sağlamaya çalışırlar. [73]

Tefsirlerde âyetin nüzul sebebiyle ilgili olaylar da zikredilir. [74]   Bunları rivayet edenlerin olayla âyetin ana fikri arasında uygun bir bağ bulunduğu kanaatinden hareketle âyetin iniş sebebi olarak aktarmış olmaları da muhtemeldir [75] Âyetten tereddüde yer bırakmayacak ve bütün zamanları kapsayacak şekilde anla­şılan mâna İse şudur: İman etme şerefine eriştikten sonra, kendi incelemeleriyle Allah'ın varlığını, birliğini, kudretini kavradığı ve elçilerinin bildirdiklerinin ger­çek olduğunu ayan beyan gördüğü halde inkâr yolunu tercih eden kişi, hidayet yo­lunu kendi eliyle kendisine kapatmış demektir. Fakat bu bilinçli tercihi yapanlar, bunun acı akıbetini de iyi bilmelidirler. İşte 87 ve 88. âyetlerde bunun iyice bilin­mesini sağlayan bir tasvir yapılmakta, 89. âyette de bu konudaki muhasebesini sağlıklı biçimde yapabilenler için bu kapıyı tekrar aralamanın yine kendi ellerinde olduğu gösterilmekte, 90-91. âyetlerde ise bu tür bir muhasebeye yanaşmayıp in­kârı kendileri İçin bir amaç, bir ideoloji haline getirenler ve bu hal üzere dünya ha­yatını tamamlayanlar için kurtuluş çarelerinin tükenmiş olacağı haber verilmektedir . [76]

 

87. "Bütün, hepsi" anlamına gelen ecmaîn kelimesi mealinde olduğu şekil­de "insanlar"a bağlanabileceği gibi "Allah, melekler ve insanlar"a da bağlanabilir. Bu takdirde mâna şöyle olur: "İşte onların cezası hem Allah'ın hem meleklerin hem de insanların lanetine uğramalarıdır," "Bütün İnsanların laneti" şeklindeki mânaya, lânetlenenlerle aynı yolda bulunanları da lânetleyenler arasına kattığı ge­rekçesiyle itiraz edilmiş ve buna karşı değişik açıklamalar yapılmıştır. [77]  Kanaatimizce bura­da tasvir edilen inkarcılığın "İnsan olma" sıfatıyla ve insanlığın maşerî vicdanıyta bağdaşamayacağı vurgulanmaktadır.

Allah'ın laneti onları rızâsından ve âhîret nimetlerinden yoksun bırakıp ağır cezalara çarptırması, meleklerin ve insanların laneti ise onları kötülükle anmaları şeklinde açıklanmıştır. [78] Bu ve benzeri âyetlerden bazı Zeydiyye müfessirleri belirli olsun olmasın kâfirlere lanet okunmasının caiz olduğu sonucu­nu çıkarmış ve Nevevî hadislerin zahirinden[79]bunun haram olmadığı anlamının çıktığını söylemişse de, Gaz-zalî Allah'ın küfür üzere öldüklerini bildirdikleri dışındaki insanlara kâfir de olsa­lar insanlara lanet okumanın haram olduğunu belirti. [80] Bazı hadislerde müminin kimliğini belirleyen özellikler sayılırken, lânetkâr olmanın mümine yaraşmayacağının ifade edilmesi de[81] bu anlayışı destekler. [82]

 

88. İlk cümlede ("hâlidîne fîhâ") geçen "hâ" zamirinin "lanet" kelimesinin yerine kullanıldığı anlayışından hareketle mealinde bu cümle "Ebedî olarak bu la­netin içine gömülüp gideceklerdir" şeklinde tercüme edilmiştir. Bu zamirin daha önce geçmemiş olmasına rağmen "cehennem"i belirttiği veya "lânef'i belirtmekle beraber onun sonucunun yani yine cehennemin kastedildiği görüşü esas alınırsa bu cümleye "Ebedî olarak cehennemde kalacaklardır" şeklinde mâna vermek gerekir. [83]

 

89. İslâm'da günah işleyenlere bir daha dönüşü olmayan bir yola girmiş ve tamamıyla dışlanmış insanlar olarak bakılmadığı ve yüce Allah'ın -işledikleri gü­nahın ağırlığı ne olursa olsun- kullarına karşı ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğu bu âyette çok açık bir biçimde ifade edilmiştir. 86-88. âyetlerde tasvir edi­len günah ve cezadan sonra "tövbe" kapısının hâlâ açık olduğunun belirtilmesi, müslümanlara insanlar arası ilişkilerde de bağışlama ve hoşgörünün yaygınlaştırılmasında başkalarına örnek olma ödevini yüklemektedir. Şu var ki büyük günahı işleyen kişilere tövbe kapısının açılması zahiren pişmanlık belirtmelerinin isten­mesi demek değildir. Nitekim âyette "Ama bundan sonra tövbe edîp kendilerini düzeltenler başka" buyrulmuş ve tövbenin samîmi olduğunun iyi davranışlarla or­taya konması istenmiştir. Buna göre beşerî ilişkilerde de kusurlu tarafın bağışlan­ma ve hoşgörülme beklentisi içine girerken kendisine düşen vecîbeleri ihmal et­memesi, kuru kuruya bir özür dileme ile yetinmeyip duyduğu üzüntü ve pişmanlı­ğı hal ve hareketleriyle ortaya koyması gerekir. [84]

 

90. "İnkarcılığa sapıp sonra inkârlarını daha da arttıranlar" diye söz edilen ki­şilerin kimler olduğu hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Bir anlayışa göre maksat, genel olarak iman ettikten sonra küfre dönenlerdir (mürtedler), çünkü nıürtedin bu hal üzere kalması, küfürde ısrar etmesi yani inkarcılığa inkarcılık ek­lemesi demektir. Diğer anlayışa göre burada kastedilenler, küfrüne yeni bir çeşit küfür ekleyenlerdir. Bu anlayıştan hareketle âyetin iniş sebebi hakkında şu açıkla­malar getirilmiştir:

a) Ehl-i kitap Hz. Muhammed'in peygamber olarak geleceği­ne inanıyorlardı, fakat o Allah'ın elçisi olduğunu açıklayınca onu inkâr ettiler; da­ha sonra da her fırsatta ona saygısızlıkta bulunarak, getirdiği mucizeleri inkâr ede­rek verdikleri sözü bozarak ve müminlere tuzak kurarak küfürlerine küfür kattılar.

b) Yahudiler Hz. Musa'ya iman ediyorlardı, fakat Hz. îsâ'yı ve İncil'i inkâr ede­rek küfre düştüler; daha sonra da Hz. Muhammed'İ ve Kur'an'ı inkâr ederek kü­fürlerine küfür eklediler.

c) İman edenlerden bazıları dinden dönüp Mekke'ye git­tiler; sonra orada kalıp Hz. Muhammed'in hezimetini bekleyeceklerini açıklayarak küfürlerini daha da arttırdılar.

d) Bir grup irtidad etti, sonra samimi olmadıkları halde İslâm'a dönme isteğinde olduklarını açıkladılar, yüce Allah onların bu iki­yüzlülüğünü küfür olarak niteledi [85] Tabe-rî'ye göre âyetin başı ve sonu dikkate alındığında, burada kastedilenlerin yahudi-ler olduğu yorumunun daha kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır. [86]

Önceki âyette imandan sonra küfre dönenlerin tövbe edip yola gelmeleri ha­linde tövbelerinin kabul edileceğinin bildirilmesine ve İslâm âlimleri arasında de­falarca küfre dönülmüş olsa da şartlarına uygun tövbenin kabul edileceği görüşü­nün hâkim olmasına karşılık, bu âyette küfürlerini arttıranların tövbelerinin asla kabul edilmeyeceğinin ifade edilmiş olması müfessirleri değişik yorumlara yönelt­miştir: a) Bu âyette kendilerinden söz edilenler küfürlerinde ısrar edip ancak ölümle yüz yüze gelince tövbeye kalkışanlardır, ki bu tür tövbenin kabul edilme­yeceği başka bir âyette de açıkça belirtilmiştir. [87] b) İnkârda ileri gidenler zaman zaman hakikate karşı direnmelerinden ötürü bir rahatsızlık duyarlar ve bu his onları bazı günahlardan ve kötülüklerden kaçınmaya sevkeder. İşte âyet Allah'a içtenlikle inanıp hak yola girmedikleri sürece, ruhu inkârdan arındırmayan bu tür pişmanlıklarının onları kurtaran bir tövbe yerine geçmeyeceğini haber ver­mektedir, c) İnkâr bataklığında ısrarla ilerleyen bazı insanların yanlış tutum ve davranışları ruhlarını öylesine kuşatır ki, Kur'an'ın kalbin mühürlenmesi diye İfa­de ettiği noktaya varırlar; işte bu durumda tövbeye yönelmek isteseler de psikolo­jik engeller sebebiyle hakkı kabule yanaşmazlar ve kabule lâyık bir tövbede bulu­namazlar, d) Burada maksat yürekten değil sadece sözle tövbe edenlerdir, e) Bu­rada kastedilenler önceki âyetin kapsamına girdikten, yani inkâra dönüşünden ötü­rü tövbe ettikten sonra tekrar küfre dönenler, kabul edilmeyecek olan tövbe de ön­ceki aşamada yapılan tövbedir. Bir başka anlatımla tekrar inkarcılığa dönüş daha evvel yapılan tövbeyi iptal etmektedir, f) Burada "küfür" kelimesi "ötüm"den ki­nayedir, dolayısıyla tövbelerinin kabul edilmeyeceği bildirilenlerden maksat kâfir olarak ölenlerdir, g) Bu âyette ve 86. âyette İslâm dinine düşmanlıkta aşırı gitme­leri sebebiyle kalplerine küfür mührü vurulmuş muayyen bir mürtedler topluluğu kastedilmiş olabilir, h) Burada daha önce zikri geçen Ehl-i kitap'tan söz edilmek­tedir; "tövbe"den maksat günahlardan tövbedir; âyet onların Resûlullah'ın pey­gamber olduğunu inkârda ısrar ettikleri sürece günahlardan tövbe etmelerinin bir yarar sağlamayacağını bildirmektedir. [88]

 

91. İnkâr edip kâfir olarak ölenlerin, fidye olarak (kendilerini kurtarmak için) dünya dolusu altın verecek olsalar dahi böyle bir talebin kabul edilmeyeceği bildi­rilmektedir. Âhirette dünya malı kalmamış olacağım, ayrıca altına ve harcanması­na da ihtiyaç duyulmayacağını dikkate alan müfessirier âyeti daha çok şu iki yak­laşımdan birine göre açıklamışlardır:

a) Bu kimseler dünyada iken çok büyük ha­yırlar yapmış olsalar ve onların sevabını karşılık göstererek kendilerini kurtarmak isteseler bile bunun yaran olmayacaktır, çünkü inkâr üzere ölmeleri onların sevap­larını iptal etmiştir.

b) Bu bir temsildir, burada kurtuluş için verebilecekleri ve bil­fiil sahip oldukları bir karşılıktan söz edilmemekte, böyle bir imkânları olsaydı da­hi şeklinde bir var sayıma göre akıbetlerinin ne kadar kötü olacağı ve hiçbir kur­tuluş çaresi bulamayacakları anlatılmaktadır. [89] Bu anlayıştan hareketle âyete şöyle mâna verilebilir: "... yeryüzünün bütün altınları bile oniarm fidyelerini kar­şılayamaz" [90]

 

Meali

 

92. Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla ere­mezsiniz. Ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir. [91]

 

Tefsiri

 

92. "İyilik" diye çevirdiğimiz birr kelimesi ayrıca "erdemlilik, İhsan, çok iyi ve hayırlı" gibi anlamlara gelir. Kur'an terimi olarak birr, "kişiyi Allah'a yaklaş­tıran iman, ibadet ve ahlâk ile en doğru ve en güzel hayatı yaşamak" mânasına gel­diği gibi[92] "Allah'ın rızâsı, rahmeti ve cenneti" şeklinde de yo­rumlanmıştır. Râzî bunu, "saygı ifade eden bütün davranışları, itaatleri ve insanı Allah'a yaklaştıran hayırlı işleri içine alan bir kelime" olarak değerlendirmiştir. [93] Kur'ân-1 Kerîm'in en geniş kapsamlı kavramlarından olan birr, "Allah'a kar­şı saygılı olma" anlamına gelen takva kelimesiyle paralel ve ona yakın bir mâna ifade etmekte, günah anlamına gelen ism ve kötülük anlamına gelen fücur'un kar­şıtı olarak kullanılmaktadır. [94] Birr ile takva arasındaki bu yakınlık Kur'an'da çeşitli vesilelerle ifade edilmiştir. Nite­kim Bakara sûresinin 189. âyetinde birr'in takva sahibi insana özgü bir fazilet ol­duğu bildirilerek, Mâide sûresinin 2. âyetinde de "Birr ve takva hususunda yar­dımlasınız" buyurularak bu iki fazilet arasındaki yakınlık vurgulanmaktadır. An­cak bazı âlimler birr'i "bütün hayırların en tam şekli" takvayı ise "bütün serlerin teTkedilmesi ve bir daha yapılmaması" şeklinde tanımlayarak bu iki terim arasın­daki farka dikkat çekerken, bazıları bunları birbirini tamamlayan ahlâkî faziletler olarak değerlendirmişlerdir. [95]Allah'ın rızâ­sına, cennetine lütuf ve inayetine ulaşabilmenin şartlarından biri de kişinin sahip olduğu ve sevip bağlandığı nimetleri Allah yolunda kullanmasıdır. Kişi ancak bu takdirde iyiliğe, yani erdemliliğe, ihsan ve sevaba erer, cennete girmeye hak kaza­nır. Bu sebeple "iman dinin başlangıcı, iyilik (birr) de gayesi" olarak nitelenmiş­tir. Yine bazı âlimler bu konuda şöyle bir açıklama yapmışlardır: "Din iki esastan ibarettir: Allah'ı birlemek ve hayra ulaşma"[96]

Müfessirler kişinin sevdiği şeyleri "servet, mevki, ilim ve beden kuvveti gi­bi maddî ve mânevi imkânlar" şeklinde yorumlamışlardır. Âyet-i kerîme, sadaka veya Allah yolunda yapılan diğer harcamaların işe yarar, kıymetli şeylerden yapıl­masının gereğine işaret etmekte, aksi takdirde yapılan harcamada hedeflenen gayeye ulaşılamayacağım bildirmektedir. Bu tür sosyal harcamalarda verilen şey, bi­reyin veya toplumun bir İhtiyacını karşılayacak ve onu sıkıntıdan kurtaracak ma­hiyette olmalıdır. Âyetten, İnsanın tiksinerek alabileceği şeyleri sadaka veya zekât olarak vermenin insanların hoşuna gitmediği gibi Allah'ın da hoşuna gitmeyeceği ve böyle bir harcamaya sevap verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Nitekim bu durum Bakara sûresinin 177 ve 267. âyetlerinde açıkça ifade buyurulnıuştur.

Bu tür sosyal harcamalar, kişiyi cimrilik hastalığından kurtarır ve ona kendi­sini Allah ve insanlar katında yüceltecek cömertlik vasfını kazandırır. SahâbîleT buna çok önem vermiş ve en çok sevdikleri mallarını Allah yolunda harcamaktan geri durmamışlardır. Meselâ bu âyet indiği zaman en sarın en zengini olan Ebû Tal-ha, Mescid-i Nebevi'nin karşısında bulunan en çok sevdiği Beyruhâ adındaki bah­çesini Allah yolunda infak etmek istemiş, Hz. Peygamber bu davranışından dola­yı onu överek "gerçekte kazandıran malın bu mal olduğu"nu belirttikten sonra ona bahçesini akrabaları arasında taksim etmesi tavsiyesinde bulunmuş; o da bu tavsi­yeyi yerine getirmiştir [97] Hz. Ömer de en iyi mafının Hay-ber'deki hissesi olduğunu söyleyerek onu Allah yolunda harcamak için ne yapma­sı gerektiğini Hz. Peygamber'e sormuş, o da "Aslını tut, meyvesini sadaka ver" buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, geliri gereken yerlere harcanmak üzere o bağı vakfetmiştir. [98] Bu tür davranışlar sahabe döneminde çok­ça yaşanmıştır.

Âyette aynı zamanda, gösteriş için bazı davranışlarda bulunmak suretiyle kendilerini dindar olarak tanıtmak isteyen yahudiler uyarılmakta, fazilet ve iyilik hakkındaki kanaatlerinin yanlış olduğu vurgulanmakta ve doğru olanın Allah'ı se­vip O'nun emir ve yasaklarını her şeyden üstün tutarak yaşamak olduğu bildiril­mektedir. Kişi herhangi bir şeyi Allah'tan daha çok seviyor ve onu Allah yolunda feda edemiyorsa onun iyiliğe ve erdemliliğe (birr) ulaşması mümkün değildir. [99]

 

Meali

 

93. Tevrat indirilmeden önce, İsrail'in (Ya'kub'un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceklerin her türlüsü İsrâiloğulları'na helâl idi. De ki: "Doğru söylüyorsanız Tevrat'ı getirip okuyun!" 94. Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan uydurursa işte onlar zalimlerin ta kendileridir. 95. De ki: "Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hanîf olan İbrahim'in dinine uyunuz. O müşriklerden değildi." [100]

 

Tefsiri

 

93-94. Hz. Ya'kub'un diğer adı İsrail'dir. [101]Tefsirlerdeki çeşitli rivayetlerden anlaşıldığına göre Ya'kub aleyhisselâm ağır bir hastalığa yakalanınca doktorların tavsiyeleriyle veya kendi tecrübesi neticesinde deve etini ve sütünü kendisine yasaklamıştı. Daha son­ra gelenler ise bunları büsbütün kendilerine haram saymışlardı. İşte âyette İsrail'in kendi tercihiyle kendisine haram kıldığı bildirilen yiyecek bu olmalıdır. [102] İsrâiloğulları, Tevrat ininceye kadar Hz. İbrahim'in şeriatıyla yaşıyor­lardı ve yüce Allah bu şeriatta temiz yiyeceklerin hiçbirini haram kılmamıştı. Da­ha sonra yahudilerin, insanları Allah yolundan alıkoymaları ve birtakım haksızca ve edepsizce davranışları yüzünden -ceza olarak- birçok temiz yiyecek Tevrat'ta kendilerine haram kılınmıştır. Bu durum Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılınca[103] yahudiler bunu reddetmişler ve bu âyetlerde haram kılındığı bildirilen yiyeceklerin, Hz. Musa'dan önceki peygamberler zamanında da haram olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu yiyecekleri Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat haram kılmıştır. Bu âyetler yahudilerin söz konusu iddialarının asılsız olduğunu ortaya koymuştur. [104]

Muhammed Abduh âyeti daha farklı açıdan ele almaktadır. Ona göre âyette anlatılan İsrail'den maksat Hz. Ya'kub'un kendisi değil İsrail halkıdır. Nitekim kendileri İsrail ismini bu anlamda kullanırlar. Halkın bu yiyecekleri kendilerine haram kılmasından maksat da haram kılınmasına sebep olacak kötülükleri İşlemiş olmalarıdır. Daha önce bütün yiyecekler İsrâiloğullan'na helâldi. Sonra işledikle­ri kötülüklerden dolayı yüce Allah İsrâiloğullan'nı cezalandırmak ve terbiye et­mek için bazı temiz yiyecekleri Tevrat'ta onlara haram kıldı. Nitekim Nisa sûresi­nin 160. âyetinde "Yahudilerin zulmü sebebiyle kendilerine daha önce helâl kılın­mış bulunan temiz şeyleri onlara haram kıldık" buyurulmaktadır[105]  

İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre eşyada aslotan mubahlıktır, yani herhangi bir şeyin haram olduğu şer'î bir delille sabit değilse o şey helâldir. An­cak Allah geçmişte bazı kavimlerin işledikleri kötülükler sebebiyle ceza olarak ve­ya insanları İmtihan etmek maksadıyla daha önce helâl olan bazı şeyleri onlara haram kılmıştır. Bu cümleden olarak yahudîlerin yaptıkları haksızlıklar, insanları Al­lah yolundan alıkoymalan, faiz ve benzeri konulardaki bazı yasakları çiğnemeleri yüzünden, önceden mubah olan bazı yiyecekler konusunda -onlara mahsus olmak üzere- bazı yasaklar konmuştur. [106] Hz. Peygamber dönemindeki yahuJiler, ilâhî kitaplar arasında neshin söz konusu olmadığını, dolayısıyla yiye-cekierle ilgili bu şekilde yeni bir yasaklamadan söz edilemeyeceğini ileri sürmüş­ler; böylece Hz. Peygamber'in de yalancı olduğunu ispatlamak istemişlerse de âyet son derece açık olup Tevrat'ı da şahit tutmaktadır. Nİtekİm bu yasaklarla il­gili Tevrat'taki âyetlerin üslûbundan da söz konusu yasakların Hz. Mûsâ zamanın­da başlatıldığı anlaşılmaktadır. [107]

Yahudiler iddialarında ısrar edince yüce Allah, "De ki: Doğru söylüyorsanız Tevrat'ı getirip okuyun!" buyurmuş, böylece onlar da susmak zorunda kalmışlar­dır. Çünkü Tevrat'ta bu yiyeceklerin önceki peygamberler zamanında haram kılın­dığına dair herhangi bir delil yoktur. Gerçeğin açıkça ortaya çıkmasına rağmen hâ­lâ bâtıl ve haksız bir iddiada inat eden yahudileri yüce Allah 94. âyette "Allah'a karşı iftiracılar ve zalimlerin kendileri" olarak nitelemiştir. [108]

 

95. "Allah doğruyu söylemiştir" ifadesi, Kur'an'da anlatılanların Hz. Mu-hammed'in sözü olmayıp Allah kelâmı olduğuna ve yahudilerin yalan söyledikle­rine işaret eder. Çünkü birbirine zıt iki haberden biri doğru ise diğeri mutlaka ya­landır. Dolayısıyla burada Allah'ın doğru söylediği bildirilince yahudilerin yalan söyledikleri kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır.

"İbrahim'in dini" diye çevrilen "milletti İbrahim" tamlaması, Hz. İbrahim'e bildirilmiş olan ve bütün peygamberler tarafından benimsenip tebliğ edilmiş bulu­nan ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları, top yekun bir inanç sistemini ifade eder. Bu da Hz. Muhammed'in yeni bir din uydurmadığı, aksine ona vahyedilen Kur'an'ın bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bu­lunan evrensel ilkeleri içerdiği ve bu bakımdan onun geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nitekim Bakara sûresinin 135. âyetinde müslü-manlara hitap edilerek "Biz hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız" demeleri emre-dildiği gibi burada da "Hanîf olan İbrahim'in dinine uyunuz" buyurularak, Hz. Muhammed'in getirdiği din ile Hz. İbrahim'in getirdiği din arasında temelde bir fark bulunmadığı, bunların aynı ilâhî gerçekleri içerdiği belirtilmektedir. [109]

"O, müşriklerden değildi" mealindeki cümle ise Hz. İbrahim'in Allah'tan başka hiçbir şeye tapmadığını, şirk kuşkusu taşıyan her türlü sapkın görüşten uzak. Allah'ın birliğine inanan ve yalnız O'na kulluk eden yüce bir peygamber olduğunu ifade etmekte, dolaylı olarak yahudilerin şirk sayılabilecek inançlar taşıdıkları­na işaret etmektedir. [110]

 

Meali

 

96. Gerçek şu ki, insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemler için bir hida­yet ve bir bereket kaynağı olan Mekke'deki evdir. 97. Orada apaçık deliller, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Gitmeye gücü yete­nin o evi ziyaret etmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir. [111]

 

Tefsiri

 

96. Bu âyet Kabe'nin, mâbed olarak yeryüzünde yapılmış İlk bina olduğunu ve tarih boyunca saygınlığını koruduğunu ifade ettiği gibi önceki âyette geçen "Hanîf olan İbrahim'in dînine uyunuz" emrinin de gerekçesini açıklar mahiyette­dir. Çünkü bu bina insanların hidayeti ve putperestliğin yıkılıp tevhid inancının yerleşmesi için gönderiîmis olan dinin (hanîf olan İbrahim'in dini) sembolüdür.

"Mekke'deki ev"den maksat Kabe'dir. Bu ve başka birçok âyette Kabe hak­kında "ev" anlamına gelen beyt kelimesi kullanıldığından bu yapı Beytullah diye de anılır ki Türkçe'de "Allah'ın evi" anlamına gelmektedir. [112]  

Bekke, Mekke'nin bir diğer telaffuz şekli olup merkezinde müslümanlarm kıblesi olan Kabe'nin yer aldığı kutsal şehrin özel isimlerinden biridir. Bir görüşe göre de Mekke şehrin adı, Bekke ise Mescid-i Harâm'ın inşa edildiği yerin adıdır. Hac ve umre zamanında insanlar burada Kabe'yi tavaf ederken kalabalıklar mey­dana getirdikleri için "izdiham meydana gelen yer" anlamında buraya Bekke de­nilmiştir. [113] Bekke, aynı zamanda "büyüklük tas­layan kimselerin kahrolduğu ve boyun eğdiği yer" anlamına da gelmektedir. [114] İbn Âşûr, Bekke'nin Hz. İbrahim'in dili olan Keldânîce'de "belde" anlamına geldiği, Hz. İb­rahim'in eşi ve oğlu İsmail'i yerleştirmiş olduğu vadinin belde haline gelmesi için oraya bu ismi verdiği kanaatindedir. [115]

Mekke, Arap yanmadasının Hicaz bölgesinde Kızıldeniz sahilindeki Cidde Limanı'na 60, güneyindeki Tâif şehrine 90, kuzeyindeki Medîne-i Münevvere'ye 420 km. uzaklıkta bulunan bir mevkide yer almakta olup deniz seviyesinden yak­laşık 300 m. yükseklikte bir yerleşim merkezidir. [116] Kur'ân-ı Kerîm'de bu şehirden Bekke'den başka şu isimlerle de söz edilir: Mekke[117] el-bcledü'1-emîn [118] harem âmin[119] ümmü'1-kurâ[120]

Yüce Allah Mekke'yi dünyanın en kutsal şehri kılmıştır. Mekke şehrinin yer aldığı bölge her şeyden önce "mukaddes, saygınlığı korunan ve içinde kan dök­mekten sakınılan yer" anlamına gelen Harem adıyla anılmaktadır. Suriye ile Ye­men arasında uzanan kervan yolunun ortasında bulunan Mekke, kuzeyde Filistin, Suriye ve Irak; güneyde Yemen ve Habeşistan gibi bölgeler arasında yer alması sebebiyle tarihte büyük bir önem kazanmış ve küçümsenemeyecek bir ticarî şöh­rete sahip olmuştur. Müslümanların kıblesi olan Kabe'nin ve zemzem suyunun bu­rada bulunması, Hz. Peygamber'in burada doğup büyümüş olması, ilk vahyin bu­radaki Hira/Nur dağında gelmeye başlaması ve Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Be­kir'le birlikte hicret ederken sığınmış oldukları Sevr mağarasının Mekke civarın­da bulunması bu şehrin önemini ve kutsiyetini arttırıcı unsurlardır.

Mekke şehrinin merkezinde yer alan Kabe'nin, yüce Allah tarafından müslü-manlann kıblesi haline getirilmesi sebebiyle yahudilerin Hz. Peygamber'e karşı gösterdikleri direniş büsbütün şiddetlenmişti, Yahudiler kıblenin, önceki peygam­berlerin kıblesi olan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan Mekke'deki Mescid-i Ha­ram'a çevrilmesini içlerine sindirememişler ve her fırsatta Mescid-i Aksâ'nın da­ha üstün bir mâbed olduğunu, bu sebeple kıble olmaya daha lâyık bulunduğunu sa­vunmuşlardır. Onların bu itirazlarına daha önce Bakara sûresinin 142-145. âyetle­rinde cevap verilmişti. Ancak yahudiler itiraz ve eleştirilerine devam ettikleri için burada mesele yeniden gündeme getirilmiş ve Kabe'nin yeryüzünde ilk yapılan mâbed olduğu, tevhid inancının ilkelerini yansıttığı ve İsrâiloğullan arasından gel­miş peygamberlerin de atası olan Hz. İbrahim'in makamının burada bulunduğu vurgulanmış, dolayısıyla kıble olmaya daha lâyık olduğuna işaret edilmiştir. Ka­be'yi inşa eden Hz. İbrahim Hz. Musa'dan yaklaşık 900 yıl önce yaşamıştır. Mes­cid-i Aksa ise -Kitâb-ı Mukaddes'teki bilgiye göre- Hz. Musa'nın İsrâiloğulları'nı Mısır'dan çıkarmasından sonra 480-487 yıllarında Hz. Süleyman tarafından yapıl­mış[121] ve onun krallığı zamanında kıble olmuştur [122] Kur'ân-ı Kerîm'de, Beytullah'ın Hz. İbrahim tarafından oğlu İsmail'le birlikte bina edildiği açıkça belirtilir. Ancak müfessir ve tarihçiler, Hz. İbrahim'in Önceden bulunmayan bir bina mı yaptığı yoksa daha önce var olup yıkılmış olan Kabe'yi yeniden inşa mı ettiği ihtimalleri üzerinde durmuşlar ve bu hususta farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. [123]

Kabe'nin "âlemler için bir hidayet kaynağı" olmasından maksat, buranın Al­lah'ın birliği (tevhid) inancına dayanan ilâhî dinin İlkelerini yansıtıcı özelliklere sahip olmasıdır. Nitekim bütün müslümanlann kıblesi olması sebebiyle her gün beş vakit namazda dünyanın her tarafından müslümanlann buraya yönelmeleri, İs­lâm'ın beş şartından biri olan hac ibadetinin burası ziyaret (tavaf) edilerek yerine getirilmesi, yılın her mevsiminde yapılan umre ziyaretinin burada gerçekleşmesi, hac ve umre ziyaretlerinde Allah'ın varlık ve birliğinin, ortaksız, benzersiz ve nok­san sıfatlardan uzak olduğunun vurgulanması ve kemal sıfatlarıyla anılması, bey­tin tevhid ve hidayet sembolü olduğunu açıkça göstermektedir.

Kabe'nin "bereket kaynağı" olması da, yüce Allah'ın bu mabedi ve yakın çevresini maddî ve manevî bereketlerle donatmış olmasıyla açıklanmıştır. Burada yapılan ibadetlerin sevabı diğer mâbedlerde yapılanlarınkinden daha fazla olduğu gibi[124] şartlarına uygun olarak ya­pılan hac da hacının günahlarının bağışlanmasına [125]ve cennete girmesine vesile olmaktadır. [126] Maddî bereketine gelince, Mekke ziraata elverişsiz bir vadide kurulmuş olmasına rağmen çeşitli bölgelerde yetiştirilen her türlü sebze, meyve ve diğer ürünler buraya bolca getirilmekte ve burada yaşayanların nzıkları temin edilmektedir. Bugün Mekke'de yaklaşık 1 milyon nüfus barınmaktadır. Ayrıca her yıl hac mevsiminde 3 milyon dolayında hacı burayı ziyaret ettiği halde yiyecek içecek bakımından hiçbir sıkın­tı çekilmemektedir. Burada Halîl İbrahim'in bereketi ve duası vardır. [127]

 

97. "Apaçık deliller" anlamına gelen "âyâtün beyyinât" tamlamasını müfes-sİrler, Hz. İbrahim'in makamı, buraya girenlerin her türlü tecavüzden korunmuş olmaları, gitmeye gücü yetenlerin o evi ziyaret etmeleri Hacerülesved, Safa ile Merve, Zemzem ve diğer alâmetler gibi mânalarla açıklamışlardır. [128] Bir kısmına âyetin devamında değinilen bu deliller, Kabe'nin yeryüzünde yapılmış ilk mâbed olduğunu gösteren alâmetlerdir. Nitekim Hz. Peygamber'den binlerce sene önce yaşamış ve peygamberlerin babası olarak bilinen Hz. İbrahim'in buradaki makamının bilinmesi ve bu bilginin nesilden nesile aktarılmış olması, buraya girenlerin her türlü tecavüzden korunmuş olmaları geleneğinin Hz. İbrahim'in zamanından beri kesintisiz devam etmiş olması, insan­ların Kabe'yi tavaf etmelerinin onun zamanında başlamış olması, buranın ilk mâ-bed olduğunu gösteren delillerdir (âyetler). Kabe'de tavafın başlangıç noktasını belirleyen Haceriilesved ile sa'yin başlangıç ve bitiş yerlerini gösteren Safa ve Merve tepeleri de Hz. İbrahim'in zamanından beri bilinen alâmetlerdir. Zemzem ise Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in ağlarken ayağını vurduğu yerden çıktığı rivayet edilen ve o günden beri var olan bir sudur.

İbrahim'in makamı (makam-ı İbrahim), Hz. İbrahim'in Kabe'yi inşa ederken veya insanları hacca çağırırken üstüne bastığına ve üzerine ayak izlerinin çıktığı­na inanılan taş veya taşın bulunduğu yerdir. [129]  Bun­dan maksat, "Mescid-i Harâm'ın tamamıdır" diyenler olduğu gibi, "Hacerüles-ved'dir" diyenler de vardır. [130]

İçinde Kabe'nin yer aldığı haram (yasak) bölgede emniyette olma, genellik­le, burada her türlü mal ve can güvenliğinin sağlanmış, bitki örtüsünün korunma­sı dahil -ilke olarak- canlıların öldürülmesinin yasaklanmış olması anlamıyla açık­lanmıştır. Kabe inşa edildiği günden itibaren insanların son derece saygı gösterdik­leri bir mâbed olagelmiştir. Mevdûdî'nin ifadesine göre İslâm'dan önce bütün Arabistan'da 2500 yıldan beri süregelen karışıklık ve düzensizliğe rağmen Kabe ve çevresinde barış ve emniyet hüküm sürmüştür (I, 247), Kabe'nin kutsiyeti in­sanlar üzerinde o derece saygı uyandırmıştır ki Câhiliye döneminin en karanlık günlerinde birbirlerinin amansız düşmanı olan insanlar bile onun içerisinde düş­manlarına saldırmamışlardır. Nitekim başka âyetlerde bu hususa özel olarak deği­nilmiştir. [131]  Hz. Peygamber de göklerin ve yerin yaratıldığı günden itibaren Mekke'nin harem (korunmuş) belde olduğunu, kıyamete kadar böyle devam edeceğini bildirmiştir. Orada herkes mal emniyetine sahip olduğu gibi, hayvanlar ve bitkiler dahil her canlı güvenlik için­dedir. [132]   Ancak akrep ve benzeri zararlı hayvanlar bunun dışındadır. Ayrıca Kabe'nin varlığı sebebiyle Arabistan'da yılda dört ay (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb) barış sağlanmış, bu süre içerisinde kimsenin kimse­ye saldırmamasına özen gösterilmiştir. [133]

"Bir yere gitmeyi veya bir işi yapmayı kastetmek" anlamına gelen hac keli­mesi dinî bir terim olarak "belirli bir zamanda Arafat'ta bulunmak (vakfe) ve Ka­be'yi tavaf etmek (usulüne uygun olarak çevresinde dönmek) suretiyle yerine getirilen ibadet" i ifade eder. Bu âyet haccın müsliimanlara farz olduğunun delilidir. "Yoluna gücü yetenler, hacca gitme İmkânına sahip olanlar" demektir. Bu imkân ise "sağlığın elverişli olması, gidip gelmek için yetecek kadar para ve yol güven­liğinin bulunması" anlamına gelir. Hz. Peygamber de bu imkâna sahip olan kim­seye ömründe bir defa Kabe'yi ziyaret etmenin farz olduğunu bildirmiştir. [134]

"Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir" cüm­lesinin ilk kısmını "kim haccı inkâr ederse" şeklinde anlayanlar bulunmakla bera­ber, müfessirlerin çoğunluğu buradaki kefere fiilini "nankörlük etmek" anlamın­da alarak bu kısmı "kim gücü yettiği halde nankörlük edip hac ibadetini yerine ge­tirmezse" şeklinde yorumlamıştır. Buna göre âyette imkân sahibi olduğu halde hacca gitmeyen kimsenin çok büyük bir günah işlemiş, Allah'ın buyruğuna karşı isyankârlık etmiş olacağına işaret edilmektedir. [135] Yüce Allah in­sanların yardımına muhtaç olmadığı gibi ibadetlerine de muhtaç değildir. Aksine ibadetler insanları ruhen ve manen yüceltmek, Allah katındaki değerini arttırmak için farz kılınmıştır. Hac ibadetinin de gerek dünyevî gerekse uhrevî faydalan kul­lara yöneliktir. Allah, kullarından yardım ve menfaat beklemekten yücedir. [136]

 

Meali

 

98. De ki: "Ey Ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Al­lah'ın âyetlerini inkâr edersiniz?" 99. De ki: **Ey Ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yellenerek müminleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir." 100. Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir grubun sözünü dinlerseniz sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler. 101. Size Allah'ın âyetleri okunup dururken, üstelik Allah Resulü de aranız­da bulunurken nasıl inkâra saparsınız? Her kim Allah'a bağlanırsa kesinlik­le doğru yola iletilmiştir. 102. Ey iman edenler! Allah'a karşı gereği gibi say­gılı olun ve ancak müslüman olarak can verin. 103, Hep birlikte Allah'ın ipi­ne sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatır­layın. Hani siz birbirine düşman kimseler idiniz de Allah gönüllerinizi birleş­tirdi ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulaşınız. [137]

 

Tefsiri

 

98-99. İslâm'dan önce Medine'de bulunan Evs ve Hazrec adındaki iki büyük Arap kabilesi 120 sene birbirleriyle savaşmış, Buâs ismi verilen son savaşta Evs kabilesi Hazrec kabilesine galip gelmişti. Ancak İslâm dinini kabul ettikten sonra bu kabileler arasında kardeşlik duygulan gelişmiş ve eski düşmanlıklarından vaz­geçmişlerdi. Aralarında kardeşlik, birlik ve beraberlik oluşmuş, İslâm düşmanları­na karşı tek yumruk haline gelmişlerdi. İşte bu durumun kendi aleyhlerine bir so­nuç doğuracağını anlayan yahudi ileri gelenlerinden Şemmâs (Şâs) b. Kays bir ya-hudi gencini göndererek iki müslüman kabilenin gençlerine Buâs Savaşı'nı hatır­latmasını ve aralarında fitne çıkarmasını istemiş, yahudi genci de bu görevi başa­rıyla yerine getirerek bunlar arasında fitne çıkarmış ve düşmanlık ateşini körükle­miş, sonunda her iki kabile de silâhlara sarılarak birbirleriyle savaş durumu almış­lardı. Olayı haber alan Hz, Peygamber onları yatıştırmak üzere hemen yanlarına gelmiş, kendilerine nasihatte bulunmuş ve Şemmâs'm tutuşturduğu fitne ateşini söndürmüştü. İşte 98-103. âyetler bu olay üzerine inmiştir. [138] Yahudilerin ve hiristiyanlarm kitaplarında Hz. Muhammed'in geleceğine, peygamberliğine ve şahsiyetine dair âyetler bulunduğu, onlar da onun peygamber olduğunu bildikleri halde bu gerçeği ve Kur'an'ı inkâr ettikleri, bu konuda insanların kalplerine şüphe düşürmeye ve müminleri İslâmiyet'ten soğutmaya çalıştık­ları için yüce Allah bu âyetlerle onları kınamıştır. [139]

 

100-101. Burada müminlere, Ehl-i kitaba gönderilen kitapları da -aslî şekliy­le- onaylayan, gerçekleri apaçık ortaya koyan Kur'an gibi bir kitabın âyetleri oku­nup dururken, üstelik onların kitaplarında da geleceği haber verilen Hz. Muham-med gibi âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygambere İman etme şerefine erişmişken, bir grup Ehl-i kitabın kendilerini iman yolundan saptırmak için kur­dukları tuzaklara aklanmamaları için güçlü bir uyan yapılmaktadır. [140]

 

102. "Allah'a karsı gereği gibi saygılı olun" diye çevirdiğimiz cümlede hem fiil hem masdar kalıbında geçen takva kavramı dinî bir terim olarak "kişinin, ken­disini günahkâr kılacak şeylerden koruması" veya "insanın ibadet ve güzel işler yaparak Allah'ın azabından korunması" şeklinde tarif edilmiştir. [141] Bu tür korunma çabaları, temelinde Allah'a saygı ve itaat niyeti bulunması şartıyla değer kazana­cağı için mealinde bu saygı unsuru dikkate alınmıştır. Nitekim sahabeden Abdul­lah b. Mes'ûd bu ifadeyi, "Allah'a âsi olmayıp itaat etmek, nankör olmayıp şük­retmek ve O'nu unutmaksızın hep hatırda tutmak" şeklinde açıklamıştır. [142]

Tefsirlerde anlatıldığına göre bu âyet indiğinde sahâbîler, Allah'a karşı gere­ği gibi saygılı olma konusunda endişeye kapılmışlar, bir yandan hiç kimsenin bu­nu hakkıyla yerine getiremeyeceğini söyleyip bir yandan da kendilerini aşın dere­cede ibadete vermişler, bunun üzerine, "Gücünüz yettiğince Allah'a saygısızlıktan sakının"[143]mealindeki âyet inmiştir. Tegâbün süresindeki âyetin, konumuz olan âyeti neshettiğini söyleyenler olmuşsa da gerçekte bu âyet neshedi-ci değil, onu açıklayıcı mahiyettedir ve Allah'tan hakkıyla korkmanın, "kişinin gü­cü yettiği kadar Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmesi" anlamına geldiğini İfade eder. Tegâbün süresindeki âyet neshedici olarak kabul edildiği takdirde nes-hettiğİ âyetin insanlara güçlerinin üstünde bir sorumluluk yüklemiş olduğunu ka­bul etmek gerekir ki bu Kur'ân-ı Kerîm'in aynı konudaki açık ifadeleriyle bağdaş­maz.

Takva sahipleri Kur'an'da övgüyle anılmışlar ve kendilerine âhirette büyük nimetler verileceği bildirilmiştir. Buna göre Allah katında en değerli kimseler tak­va sahipleridir[144] yüce Allah takva sahiplerinin dostudur[145] Allah onları sever [146] onlarla beraberdir[147]  onlar için güzel bir gelecek vardır [148] 49); âhiret yurdu onlar için hazırlanmış­tır[149] onlar güvenli bir makamda bulunmaktadırlar  cennetler ve her türlü nimet onlar içindir[150]

 

103. Müfessirlere göre "Allah'ın ipİ"İnden maksat, Kur'an ve İslâm'dır. "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışmak", hep birlikte İslâm dinine inanma­yı, onu kabul etmeyi ve gereklerini yerine getirmeyi ifade eder. Hz. Peygamber Kur'an'ı, "Allah'ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış ipidir" diye tarif etmiştir. [151] Allah'a karşı gereği gibi saygılı olmak ve müslüman olarak ölebilmek için Allah'ın ipine toptan yapışarak tevhid inancında birleşmek, ayrılıktan uzak durmak ve hayatın sonuna kadar imanı korumak gere­kir. İslâm dini inançta ve amelde birliğe büyük önem verir. Bunun içindir ki inanç alanında Allah'ın birliği ilkesini getirdiği gibi, ibadet alanında da hac ve namaz gi­bi insanları bir araya toplayarak müslümanların birliğini sağlayacak prensipler koymuş, amelî tedbirler almıştır. Fert olarak veya bölünmüş gruplar halinde yaşa­yanların dinlerini ve milliyetlerini korumaları kolay değildir. Bunların sosyal, maddî ve manevî baskılar karşısında dayanma güçleri az olduğundan daima din ve milliyetlerini kaybetme tehlikesiyle karşt karşıya bulunurlar. Bu tür baskılar pey­gamberleri bile zor durumlarda bırakmış, bu sebeple Allah'tan ve insanlardan yar­dım istemeye mecbur kalmışlardır. [152]

Kur'an insanlar arasında düşünce ayrılıklarının bulunmasını, insanın yaratı­lış hikmetine ve özelliklerine bağlar[153]  İyi niyete dayalı olması ve mâ­kul çizgide kalması halinde bu ayrılıkların insanlar arasında rekabete, dolayısıyla toplumların ilerlemesine ve kalkınmasına yardımcı olacağı da açıktır. Ancak İslâm düşünce ayrılığının düşmanlığa dönüşmesini, insanları çekişen ve vuruşan kamp­lara ayırmasını müsamaha ile karşılamaz. Nitekim bu âyet-i kerîmede müslüman­ların birliği Allah'ın bir nimeti olarak değerlendirilirken, toplumsal barışı tehdit eden -ve İslâm'dan önce örnekleri çokça görülen- çekişme hallerini her an içerisi­ne düşüp yanabilecekleri ateşten bir çukurun kenarında bulunmaya benzetmiştir. Yüce Allah, insanların böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalmamaları için toptan Allah'ın ipine (Kur'an) sarılmalarım, onun gerlel prensiplerinin dışına çıkmamala­rını emretmektedir.

"O'nun (Allah'ın) nimeti sayesinde kardeş oldunuz" ifadesi, İslâm'ın insan­lar arasında birlik ve beraberliği sağlama konusunda ne derece kaynaştırıcı önem­li bir unsur olduğunu, hatta din kardeşliğinin, dolayısıyla inanç ve dava birliğinin soy kardeşliğinden daha kuvvetli olduğunu gösterir. Zira soy, dil ve vatan birliği­nin, aynı ırktan olan Araplar arasında meydana getiremediği barış, kardeşlik ve da­yanışmayı İslâm, bu millet arasında başardığı gibi farklı ırklar ve soylar arasında da başarmıştır. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. [154]

 

Meali

 

104. İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir top­luluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. 105. Kendilerine apaçık de­liller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır, 106. Bir gün ki nice yüzler ağaracak, nice yüzler de kararacaktır. Yüzleri kararanlara, "İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı!" (denir). 107. Yüzleri ağa-ranlara gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler; orada onlar ebedî kala­caklardır. 108. İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Bunları sana gerçek olarak okumaktayız. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez. 109. Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. İşler, dönüp dolaşıp Allah'a varır. [155]

 

Tefsiri

 

104. Yüce Allah önceki âyetlerde inkâra sapmaları ve başkalarını da saptır­maları sebebiyle Ehl-i kitabı kınamıştı, Bu âyetlerde de müminlere iman ve takva­yı emrettikten sonra başkalarını da İslâm'a çağırmalarını emretmektedir.

Ümmet tabiri burada "topluma önderlik edecek olan grup" anlamına gelmek­tedir. [156]  Yüce Allah müslümanların içinde onlara önderlik edecek, birlik ve beraberliklerini sağlayacak, onlara iyiliği emredecek, onları kötülükten sakındıracak, insanları İslâm'a çağıracak bir sosyal kontrol me­kanizmasının bulunmasını istemektedir. Müfessirler müslümanların böyle bir ku­rumu oluşturmalarının farz-ı kifâye olduğunu belirtmişlerdir. Bu görev yerine ge­tirilmediği takdirde, görevin özelliğine göre o topluluğu meydana getiren yükümlülük çağındaki bütün müslümanlar bu ihmalden dolayı sorumlu olurlar. [157] Nitekim Tevbe sûresinin 122. âyetinde de her topluluktan bir grubun ge­rekiyorsa ilim yolculuğuna çıkıp dini iyice öğrenmeleri ve toplumlarına döndük­leri zaman onları eğitip uyarmaları istenmektedir. Bu faaliyette görev alanlar:

a) İnsanları iyiliğe, doğruluğa, güzel ve yararlı olan şeylere çağıracaklar, kötülükler­den sakındıracaklardır.

b) Toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlayacaklar, onları bölünüp parçalanmaktan koruyacaklardır.

Sözlükte özellikle "iyi, iyilik" anlamına gelen hayır, İslâmî terminolojide bu anlamların yanı sıra "en iyi, (iki veya daha çok şeyden) daha iyi olanı; yararlı, de­ğerli, üstün; akıl, adalet, fazilet; servet, malî yardım; Allah'ın insanlar için takdir ettiği iyi durum" gibi mânalarda kullanılan geniş kapsamlı bir kavramdır. Kelime­nin Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde gerek tekil gerekse çoğul şekliyle sık sık tek­rar edildiği görülür. Âyetlerde genellikle Allah'ın rızâsına uygun düşen, insanların kendileri, aileleri ve toplumları hakkında faydalı olan, âhirette sevap kazandıran tutum ve davranışlardan, fert ve kamu yararına olan servet, mülk, kurum ve düzen­lemelerden hayır, bunların zıddı olan şeylerden de şer diye söz edilmiştir. [158]

Mealinde "iyiliği emredip kötülüğü menetme" diye tercüme ettiğimiz emir bi'1-ma'rûf nehiy ani'l-münker, dinî ve ahlâkî bütün buyruk ve yasakları kapsa­yan geniş kapsamlı bir deyimdir. Urf (örf) kökünden gelen ma'rûf "iyi, iyi olarak bilinen, örf haline gelmiş olan tutum"; nükr kökünden türetilmiş olan münker ise "çirkin, kötü, aklın veya dinin kötü kabul ettiği davranış" demektir. İslâmî termi­nolojide genellikle mâruf "hayır", münker de "şer" anlamında kullanılır. Buna go-re emir bi'1-ma'rûf "iyi olanı emretme, iyiliği ve güzelliği yaymaya çalışma, ne­hiy ani'l-münker ise "kötülüğü yasaklama, kötülüğe karşı çıkma" anlamına gelir.

Kur'ân-ı Kerîm'de sekiz âyette İyiliği emretme ifadesi yer alır. Bir âyette iyi­liği yasaklayanlar kınanır[159] Ayrıca otuz âyette mâruf kelimesi "iyilik, iyi güzel, örf haline gelmiş tutum ve uygulama" gibi anlamlarda geçer. Bu âyetle­rin birinde "Güzel (mâruf) bir söz, arkasından eziyet gelen sadakadan daha iyidir"[160]buyurulmuştur. Münker kelimesi ise on altı âyette geçer. Bunların sekizinde mâruf kelimesiyle birlikte "iyiliği emretme, kötülüğe karşı çıkma" anla­mını ifade edecek şekilde, diğerlerinde ise genel olarak "kötü, çirkin, kamu vicda­nını Tahatstz eden, meşruiyet sınırını aşan tutumlar" anlamında kullanılmıştır. Mâ­ruf ve münker kelimelerinin Kur'ân-ı Kerîm'deki bu kullanımları hadislerde de yer alır. [161] İslâm ahlâkına göre toplu yaşamak zorunda olan insanlık, bu yaşayışın uyumlu olarak sürdürülebilmesi ve iyiliğin hâkim kılınabilmesi İçin birtakım ku­rallara uymakla yükümlüdür. İslâm ahlâkında başlıca toplumsal kurallar dinî buy­ruk ve yasaklarla zaman ve mekâna göre değişmezlik kazanmış, her birey, iyiliğin yaygınlaşması ve kötülüğün önlenmesine kendi ölçüsünde katkıda bulunmakla yü­kümlü kılınmıştır. İslâm toplumunun en önemli ilkelerinden olan emir bi'1-ma'rûf nehiy ani'J-münker görevinin yerine getirilmesi, her müslümanın, toplum içindeki konumuna, maddî ve manevî gücüne göre katıldığı bir sorumluluktur. Kur'ân-ı Kerîm'deki ifadesiyle "yeryüzüne sâlih kulların hâkim olması"[162] idealine hizmet etme sorumluluğudur. Hz. Peygamber bu görevin önemini ve kap­samını şu şekilde belirtir: "Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olursunuz ve zalimin İki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa zorlarsınız veya (bunu yapamazsanız) Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine ben­zetir ve daha önce İsrâİloğulları'na olduğu gibi size de lanet eder"[163]  Kur'ân-ı Kerîm, savaş zamanlarında bile belli bir topluluğun sa­vaşa katılmayıp, dini öğrenmelerini ve savaşa gidenler döndüklerinde onları uyar­malarını, iyiliği emretme kötülüğe karşı gelme faaliyetini sürdürmelerini öngör­müştür. [164]  Hz. Peygamber'in şu sözü bu konuyla ilgili olarak normal şartlarda her müslümana görev yüklemektedir: "Bir kötülük (münker) gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin ki, artık bu da imanın en zayıf derecesidir"[165]  Buna göre:

a) "Kötülüğü el ile önleme" sorum­luluğu, müslümanlan toplumda iyiliğin kökleşmesini ve kötülüğün giderilmesini sağlayacak bir siyasî güç meydana getirmek ve sağlam bir toplumsal yapı oluştur­makla yükümlü kılar. Bu sağlam yapı vicdanı ve ahlâkı bozulmuş olduğu için kö­tülük işlemekten çekinmeyenleri, hiç olmazsa açıktan açığa kötülük işlemekten uzak tutar. Ancak hadisin "kötülüğü el İle önleme" kısmının rast gele kişilerin ka­ba kuvvet kullanmalarını, düzensizliği ve başı bozukluğu ifade etmediğini belirt­mek gerekir. Çünkü bundan birçok âyet ve hadiste şiddetle yasaldanım ş bulunan fitne doğar.

b) "Kötülüğe dille karşı çıkma" sorumluğu genel olarak iyilikten yana olma ve kötülüğe tepki gösterme bilincinin toplumda canlı tutulmasını, eğitim, öğretim, irşad, yazılı ve sözlü yayınlar gibi kurumsal çalışmaların önemini gösterir. Bunun için âyette "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir top­luluk bulunsun" buyurulmuştur.

c)  "Kötülüğe kalben buğzetme" bütün müslümanlar için en düşük düzeyde bir sorumluluktur. Anılan hadiste Hz. Peygamber bunu "imanın en zayıf derecesi" saymıştır. Çünkü kalple buğz, -olumlu davranışlarla tamamlanamadığı sürece-"el" ve "dil" ile kötülüğe karşı koyma yollarına başvurmadaki acizliği ve güçsüz­lüğü gösteren pasif bir tavırdır.

İyiliğe arka çıkıp kötülüğe karşı koyma, ağır olduğu kadar da değerli bir ödevdir. Ancak insanları iyilik yapmaya ve kötülükten uzak durmaya çağıran ki­şinin, öncelikle kendisi bu görevi yerine getirmelidir. Bununla ilgili bir hadiste bil­dirildiğine göre böyle birini cehennemde görenler, "Ey filân, bu ne hal! Sen dün­yada iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışmaz miydin?" derler. Adam şu cevabı verir: "Ben size iyiliği emreder, fakat kendim yapmazdım; kötülüğü yasak­lar, ancak kendim kötülük yapardım"[166]

Müfessİrler bu görevi üstlenecek kimselerin, -görevi hakkaniyetle yerine ge­tirebilmeleri İçin- bazı özelliklere sahip olmalarının şart olduğuna işaret etmişler­dir. Bu kimselerin her şeyden önce güç ve kudret sahibi olmaları; iyiyi kötüden, hayrı serden ayırt edecek derecede ilim ehli olmaları ve beşerî münasebetleri gü­zel bir şekilde yürütebilecek iyi ahlâka sahip olmaları gerekir. Güçsüz kişiler bu görevi yerine getiremeyecekleri gibi, cahiller de yerine getiremezler. Bunlar iyiyi kötüyü birbirinden ayırt edemedikleri için bazan insanları hayır diye şerre çağıra­bilirler; kötülükten sakındırmak isterken iyiliği engelleyebilirler. Yumuşak davra-nılması gereken yerde sert, sert davranılması gereken yerde yumuşak davranabi­lirler. Bu görevlerin tatlı bir üslûpta yapılması, görev yapılırken gönül kırmaktan ve fitne çıkarmaktan sakınılması gerekmektedir. Nitekim Allah Hz. Peygamber'e kötülüğü en güzel davranışla savmasını emretmiş, böyle yaptığı takdirde düşman­ların dahi dost olacağım bildirmiştir. [167]  

 

105. Geçmişte peygamberlerin getirdikleri kitaplara ve apaçık delillere rağ­men insanlar, anlamsız ve faydasız tartışmalar yüzünden asıl görevlerini unutmuş­lar ve kendilerine tevdi edilen emaneti koruyamamışlardır. İçine düştükleri ayrı­lık, toplumların bölünmesine ve parçalanmasına sebep olmuştur. Sonuçta insanlar hakkı ayakta tutamaz, iyilikleri tavsiye edemez, kötülükleri engelleyemez duruma gelmişlerdir. Fakirler, mazlumlar ve âcizler ezilmiş, güçlülerin, zenginlerin ve za­limlerin haksızlıkları karşısında bîr şey yapılamamıştır. Neticede insanlar mutsuz olmuşlar, dünya onlar için bir zindan, hayat katlanılamaz bir işkence haline gel­miştir. Bu yüzden Allah müsliimanları uyarmakta, geçmiş milletlerin düştükleri hataya düşmemelerini emretmektedir. [168]

 

106-107. Kıyamet gününde bazı yüzlerin ağaracağım, bazı yüzlerin de kara­racağını bildiren bu âyetlerde mecazi ifadelerle bazı kişilerin sevineceği ve bazıla­rının da üzüleceği anlatılmaktadır. [169] Dünyada Allah'a ve Resulü'ne inanan, emirlerine uygun hareket edip güzel işler yapanların âhirette Allah huzurunda yüzleri ak, alınları açık olacak, uta­nacak ve üzülecek durumları olmayacaktır. Allah'ın rahmetine erecekleri ve ebedî kalmak üzere cennetine girecekleri için sevinçli ve mutlu oldukları yüzlerinden bel­li olacaktır. Yüzleri kararanlara gelince onlar, dünyada Allah ve Resulü'ne inanma­dıkları veya inandıktan sonra inkâra saparak Allah'ın emirlerine aykırı davranışlar­da bulundukları için âhirette Allah'ın huzurunda kendilerine "İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz?" şeklindeki azarlama sorusuna muhatap olunca utanacak ve üzü­leceklerdir. Tabii ki o gün utanma veya üzülme hiçbir fayda sağlamayacak ve dün­yadaki inkârları yüzünden âhirette büyük bir azaba çarpılacaklardır. [170]

 

108-109. Müminlere emir, nehiy ve tavsiyelerde bulunan ve bunların olumlu veya olumsuz yönde uygulanmalarının sonuçlarını bildiren açıklamalar, Allah'ın âyetleri ve delilleridir. Yüce Allah kimseye zulmetmek istemediği için âhirette he­sabını verecekleri şeyleri peygamberleri vasıtasıyla insanlara haber vermiştir. Ar­tık bu delilleri gördükten sonra hâlâ doğru yolda yürümeyip yanlış yollara sapan­lara verilecek ceza, Allah'ın bir zulmü değil kendi yaptıklarının bir sonucu olmak­tadır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nun olduğu gibi, bu dünyadaki sınav so­na erdiğinde her şey O'na dönecek, herkes O'nun şaşmaz adaleti önünde yargıla­nacaktır. [171]

 

Meali

 

110. Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği em­redersiniz, kötülükten alıkoyarsmız ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbette onlar için daha hayırlı olurdu; içlerinde inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır. 111. Onlar size incitmekten başka zarar veremezler. Sizinle savaşırlarsa geri dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez. 112. Allah'tan bir ipe ve insanlardan bir ipe tutunmadıkça, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, onlara alçaklık damgası vurulmuş; Allah'ın gaza­bına uğramışlar ve aşağılanmaya mahkûm olmuşlardır. Bu, onların Allah'ın âyetlerim inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri yüzün­dendir. Bu (cüretleri de) onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarından-dır, 113. Hepsi bir değildir: Ehl-i kitap'tan geceleri secdeye kapanarak Al­lah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır. 114. Bunlar Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten menederler ve hayır­larda yarışırlar. İşte bunlar iyi kimselerdendir. 115. Ne hayır yaparlarsa bil­sinler ki karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kötülükten sakınanları bilir. [172]

 

Tefsiri

 

110. Ümmet kelimesi 104. âyette olduğu gibi burada da "topluma önderlik edecek olan grup anlamında kullanılmıştır. [173] Bu âyet, iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden müslümanlarm baş­lıca niteliklerini göstermektedir. Buna göre onlar Allah'a iman ederler. Bunun ge­reği olarak peygambere, kitaba, âhiret gününde hesap vereceklerine ve diğer iman esaslarına inanırlar. İslâm'ın öğrettiği güzel ahlâka sahiptirler; iyiliği emreder, kö­tülüğü engellerler ve imanlarının gereğini yerine getirirler. Onlar iyi amel sahibi olmaları, aşırılık ve sapkınlıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, mutedil ve den­geli tutum ve davranışları sebebiyle insanlığa örnek ve rehber olmaya hak kazan­mışlardır. Nitekim bu ümmet hakkında Bakara sûresinin 143. âyetinde "Sizin in­sanlığa şahitler olmanız için sizi vasat (merkez) bir ümmet kıldık" buyurulmuştur. Yani yüce Allah müminleri dengeli, uyumlu, mutedil, hayırlı bir ümmet kılmıştır. Hz. Peygamber güzel ahlâkı tamamlamak İçin gönderilmiş bir peygamber olduğu gibi (el-Muvatta'', "Hüsnü'l-huluk", 8), ümmeti de bu ahlâkı yaşamak ve insanlı­ğa öğretmek İçin görevlendirilmiş en hayırlı ümmettir. Nitekim Hz. Peygamber de ümmetinin "en hayırlı ümmet" olduğunu vurgulamıştır. [174] Bu âyetlerde anlatılan vasıfların en hayırlı ümmetin belirgin vasıfları olduğunda şüphe yoktur. Gerçek müminler de bu vasıflan taşımaktadır­lar. Bu sebeple Allah, insanlığı hakka davet gibi önemli ve şerefli bir görevi onla­ra vermiştir. Bu görev daha önce İsrâiloğullan'na verilmişti. Ancak onlar zaman­la bozulmuşlar, bu sebeple başarısızlığa uğramışlar ve bu emaneti koruma liyaka­tini kaybetmişlerdir. O halde müslümanlar, kendilerine verilmiş olan bu şerefli gö­revin sorumluluğunun bilincinde olmalı ve öncekilerin düştükleri hatalara düşme­melidirler. Âyette belirtilen vasıflan koruyamaz, verilen görevleri yerine getir-mezlerse en hayırlı ümmet olma şerefini de yitirirler. Nitekim uzun zamandan be­ri müslümanlar imanlarının gereğini yerine getirmedikleri için İnsanlığa rehber ol­ma liyakatini de gösterememişlerdir. Hatta İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğu XIX. asır boyunca ve XX. asrın ilk yansında bağımsızlığını dahi yitirmiş ve gay­ri müslim milletlerin boyunduruğu altına girmiştir. Onların tekrar üstün konuma gelmeleri ise âyette ifade ve işaret buyuruluğu üzere, imanda, amelde, ahlâkta, ilim ve uygarlıkta ilerleyerek bu konumu hak etmelerine bağlıdır,

"Ehl-i kitap da inanmış olsalardı, elbette onlar İçin daha hayırlı olurdu" diye çevrilen cümledeki "iman"ın içeriği hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. [175]

 

111. Müslümanlar, insanlık tarihinde ortaya çıkarıhşlanndakİ amaca uygun olarak yaşadıkları ve kendilerinde bulunması gereken vasıflan taşıdıklan sürece Ehl-i kitabın, özellikle yahudilerin onlann aleyhinde yürüttükleri çirkin propagan­da ve faaliyetler, onlara herhangi bir zarar veremez. Ancak bu çirkin davranışa mâ­ruz kaldıkları için üzülürler, canlan sıkılır, bundan öte herhangi bir zararlan ol­maz; yahudiler onlarla savaşacak olsalar savaşı bırakıp kaçarlar. Yüce Allah bu durumu müslümanlara bildirerek onlara moral ve cesaret vermektedir. Nitekim müslümanlar belirtilen vasıfları taşıdıklan dönemlerde yahudi ve hınstiyanlara karşı verdikleri mücadelelerde fevkalâde başarılı olmuşlar, onlann yurtlanm fet­hederek oralara adalet ve hürriyeti götürmüşlerdir. [176]

 

112.  Kur'an'da "Ehl-i kitap" tabiriyle genel olarak yahudi ve hıristiyanlar kastedilmektedir. Ancak müfessirler bu âyette Ehl-i kitaba gönderilen zamirlerin sadece yahudilere ait olduğunu ifade ederler; yani Allah'ın gazabına uğrayıp ken­dilerine alçaklık (zillet) ve aşağılık damgası vurulanlann yahudiler olduğu kanısındadırlar. Nitekim yahudiler (îsrâiloğulları) hakkında indiği açıkça bilinen Ba­kara suresinin 61. âyetinde de aynı konu aynı ifadelerle vurgulanmıştır. Ancak bu­rada yahudilerin böyle bir cezaya çarptırılmalarının sebebi olarak "Allah'ın âyet­lerini inkâr etmeleri, peygamberlere karşı hasmane duygular besleyip içlerinden bazılarını haksız yere öldürmeleri, isyankârlık yapmaları ve Allah'ın koyduğu sı­nırı aşmaları" gösterilirken, Bakara sûresinde bunlara ilâveten başka sebepler de zikredilmiştir,

"İp" anlamına gelen habl kelimesi, burada mecazen "güvence" mânasında kullanılmıştır. Râzî'ye göre burada Allah'ın İpinden maksat cizyedir; Ehl-İ kitap cizye denilen vergiyi ödemeyi kabul ettikleri takdirde İslâm devletinin kendileri­ne sağlayacağı can ve mal güvenliğinden yararlanırlar. İnsanların ipinden maksat ise devlet başkanının görüşüne bırakılmış konularda onlara sağlanan güvencedir; devlet başkanının içtihadına göre bu güvencenin sınırlan genişleyebilir ve darala-bilir[177] 

Hz. Peygamber'den önceki yahudiler Allah'a verdikleri sözlerde durmadık­ları, Allah'ın âyetlerini İnkâr ettikleri ve kendilerinin haksız olduklarını bile bile peygamberlere karşı düşmanca duygular besleyip içlerinden bir kısmını yalanla­dıkları, bir kısmını da öldürdükleri için, bulundukları her yerde üzerlerine zillet (alçaklık) ve acizlik damgası vurulmuştur. Daha sonra gelenler öncekilerin yaptık­larını benimseyip onayladıkları sürece aynı sonuç onlar için de geçerli olmuştur. Allah'ın kanunlarının korumasına sığınmadıkça ve Allah'ın kullan olan güçlü top­luluklarla anlaşma ve işbirliği yapmadıkça can ve mal güvenliklerini sağlayama­mışlardır. Yahudi tarihinde bu zilletin örnekleri pek çoktur. Meselâ yahudilerin milâttan önceki Bâbil esareti, milâttan sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nun Ku­düs'ü uzun süre işgal altında tutması [178] ve Hz. Ömer zamanında (638) Kudüs'ün müslümanlar tarafından fethedilmesi [179] neticesinde yahudilerin 2000 yıl gibi uzun süre millî dev­letlerini kuramamış olmaları bu zilletin örnekleridir. Günümüzden 500 sene önce İspanya'da katliama uğrayan ve sürgün edilen yahudiler, Osmanlı Devleti'nin yar­dımı ve korumasıyla Türk yurduna yerleştirilmişler ve böylece yok olmaktan kur­tarılmışlardır. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı'nda Nazi katliamına uğrayan Alman­ya yahudilerinin önemli bir kısmı da Türkiye Cumhuriyeti'ne sığınmışlardır. [180]

 

113-115. İlk âyette geçen "ümmetün kainıetün" tamlaması, "hakkı tanıyan, doğru davranan, dosdoğru olan ve adaleti yerine getiren topluluk" anlamlarına gelinektedir. Burada, Ehl-i kitap'tan olup Allah'ın dini üzere dosdoğru yürüyen kim­seler kastedilmiştir. [181]

Tefsirlerde bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak bazı farklı rivayetler yer almış olmakla birlikte[182]  konunun akışından üs­lûpta, mânada bütünlük bulunmasından bu âyetlerin öncekilerin devamı olduğu anlaşılmaktadır. Önceki âyetlerde kötü davranışları ve vasıfları sebebiyle Ehl-i ki­tap kınandıktan sonra burada da hepsinin aynı olmadığına, içlerinde güzel ahlâk ve iyi nitelikler taşıyan kimselerin de bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Elmalılı bu âyetlerin 110. âyette geçen "İçlerinde inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmış­tır" mealindeki cümlenin açıklaması mahiyetinde olduğu kanaatindedir. [183]

Kur'an ölçülerine göre kim zerre kadar hayır işlerse âhirette onun karşılığını görür; kim de zerre kadar şer işlerse o da onun karşılığını görür[184]  Nitekim yüce Allah 113 ve 114. âyetlerde Ehl-i kitap'tan samimi olarak iman edip sâlih amel işleyenleri övdükten sonra 115. âyette onların yaptıkları hayırlı iş­lerin kesinlikle zayi edilmeyeceğini, karşılıksız bırakılmayacağını ifade buyur­maktadır. Âyetin "Allah kötülükten sakınanları bilir" mealindeki son cümlesi riya­kârlarla samimi müminlerin birbirinden ayırt edileceğine, riyakârların görünüşte­ki imanlarının kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağına işaret eder. Yüce Allah'ın samimi olarak iman eden Ehl-i kitaba böyle lütufkâr muamelesi İslâm'ın evrensel­liği açısından son derece anlamlıdır. Zira kendilerini Allah'ın çocukları ve sevgi­lileri sayan[185]  âhiret yurdunu başkaları için değil sadece kendileri için hazırlanmış bir yurt kabul eden ve yahudiler yahut hıristiyanlardan başka hiç kim­senin cennete giremeyeceğini iddia eden[186]Ehl-i kitabın egoizmine kargılık Kur'an, onlardan samimi iman sahibi olanların yapacağı en küçük bir hay­rın dahi karşılıksız bırakılmayacağını haber vermektedir. [187]

 

Meali

 

116. İnkâr edenlerin malları da çocuktan da Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemliklerdir; onlar orada ebe­dî kalacaklardır. 117. Onların bu dünya hayatında harcadıklarının misali, kendilerine zulmeden halkın ekinine isabet edip onu kavuran bir rüzgârdır. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar. [188]

 

Tefsiri

 

116.  Müfessirler bu âyette kastedilen inkarcıların, "Ehl-i kitap'tan olup da Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e iman etmeyenler" olduğunu söylemişlerse de âyet­leri tahsis edecek, bir delil bulunmadığı takdirde genel anlamlarıyla değerlendir­mek daha uygundur. Buna göre burada, mal ve evlâtlarının çokluğu sebebiyle şı­marmış olan dolayısıyla kendilerine azap edilmeyeceğini iddia eden[189] asıl iman edilmesi gerekenleri inkâr ederek dinden uzaklaşan herkes uya­rılmakta; mal ve evlât çokluğu gibi maddî ve geçici güçlerin insanları Allah'a yak-laştıncı ve onun katında değerli kılıcı sebepler olmadığı, bu tür zenginliklerin Al­lah'tan gelecek olan cezaları önleyemeyeceği bildirilmektedir.

Bununla birlikte âyet öncekilerin devamı olarak değerlendirildiği takdirde, burada inkâr edenlerden maksadın "Allah'a ve âhirete seksiz ve şirksiz iman etme­yen Ehl-i kitap" olduğunu söylemek de mümkündür. [190]

 

117. "Kavuran" diye tercüme ettiğimiz "sırr" kelimesi "şiddetli soğuk, sıcak zehir ve alevli ateş" anlamlarına gelmektedir. Âyette sahip oldukları nimetlerden dolayı şımaran ve Allah'a isyan eden kâfirlerin gösteriş yapmak, insanlar tarafın­dan övülmek veya müslümanları mağlûp etmek için harcadıkları mallar, zalim bir topluluğun dondurucu rüzgârın kasıp kavurarak faydasız hale getirdiği ekinine benzetilmiştir. Müfessirler bu benzetmeyi farklı biçimlerde açıklamışlardır:

a) Bu benzetme tarafları birçok yönden birbirine benzetilen birleşik bir ben­zetmedir. Ancak bu benzetmede "kendisine benzetilen" (ekin) takdir edilmektedir. Kâfirlerin gösteriş yapmak ve övülmek İçin harcadıkları malların durumu, dondu­rucu bir kasırganın kasıp kavurduğu ve kupkuru sap haline getirdiği ekinin duru­muna benzetilmiştir. Bu ekinden bir fayda sağlanamadığı gibi inkarcıların yaptık­ları harcamalardan da herhangi bir fayda sağlanamaz[191]

b) İnkarcıların dünya hayatında insanlar tarafından övülmek ve şöhret kazan­mak için yaptıkları harcamaların iyi amellerini yok etmesi, dondurucu kasırganın henüz yeşermekte olan ekini kasıp kavurarak yok etmesine benzer. Onların harca­dıktan bu mallar, kendilerine bir iyilik getirmek şöyle dursun, aksine diğer iyi amellerini de yok eder ve âhiret hayatlarının mahvına sebep olur. [192]Bu olay, gıda maddelerine karışan zehirin onları zehirleyip zararlı hale ge­tirmesi gibidir.

c) Bu misalde ekin insan hayatını sembolize etmektedir. Çünkü insan hayatta iyi ve kötü işler yapar, âhirette de bunların karşılığını alır, yani dünyada ne eker­se âhirette onu biçer. Buna göre yüce Allah bu misalle şöyle bir ders vermektedir: Hava ekinlerin yetişmesi için yararlıdır. Ancak aşırı sıcak veya soğuk hava zarar­lı da olabilir hatta ekinleri yok edebilir. Bunun gibi sadaka verip yardım etmek de âhiretteki sevabın çoğalmasına yardımcı olabilir. Fakat bu sadaka inkârla zehirlen­mişse o sevabı mahvedebilir de. Allah İnsanın ve onun etkinlikte bulunduğu alan­ların mutlak hâkimi olduğu gibi, sahip olduğu servetin de gerçek sahibidir. Eğer Allah'ın kulu, O'nun iradesinin üstünlüğünü kabul etmez veya O'nun nimetlerini kullanırken, O'nun kanunlarını çiğnerse suçlu duruma düşer, hatta bu harcamala­rından dolayı cezalandırılır. [193]

Hakkın inkâr edilmesi ve kabul edeceklerin engellenmesi için yapılan harca­malar, bunu yapanların güzel vasıflarını da yok etmiştir. Bu harcamalarının karşı­lığı olarak âhirette hiçbir şey alamayacakları gibi dünyada da ziyana uğramışlar­dır. Nitekim bu sûrenin 22. âyetiyle Bakara süresinin 217. âyetinde kâfirlerin amellerinin dünyada da âhirette de ziyan olduğu bildirilmektedir. Râzî, konumuz olan âyetle ilgili çeşitli yorumları verdikten sonra şöyle der: "Biz bu âyeti kâfirle­rin âhiretteki kayıplanyla yorumladık ama, aynı zamanda onların dünyadaki ka-yıplanyla yorumlamak da uzak bir ihtimal değildir. [194]  Âyeti şöyle anla­mak da mümkündür: Dünya hayatını devam ettirebilmek için yaptıkları harcama­lar boşa gitmiştir. Çünkü bu değerli ömür sermayesiyle ebedî saadeti kazanama­mışlardır. [195]

 

Meali

 

118. Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız! 119. Size gelin­ce işte siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tama­mına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıktan zaman 'inandık" diyorlar; yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki: "Öfkenizden çatlayın!" Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir. 120. Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse buna se­vinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar ver­mez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır. [196]

 

Tefsiri

 

118-120. İslâm'dan önce Medine'de Araplar'la yahudiler arasında dostluk anlaşmaları vardı. Müminler İslâm'dan sonra da yahudüerle bu dostluğu devam ettirmek istediler. Fakat yahudiler ve münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her fırsatta müminlerin aleyhine çaba harcıyorlar, özellikle Hz. Peygamber'in askerî planları hakkında müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere ulaştırıyorlardı. Bu sebeple yüce Allah kâfirlerle münafıklara karşı müminleri uya­rarak onlardan sırlarını söyleyecek kadar samimi dostlar edinmemelerini, onlara karşı ihtiyatlı davranmalarını, gerçekte düşman oldukları halde dost görünenlere sırlarını açmamalarım emretti[197]

Kur'ân-ı Kerîm birçok âyette müminlerin birbirlerinin dostu ve kardeşi ol­duklarını[198] bunların dışındakilerin ister dinsiz isterse yahudiler ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap olsun, müslümanlann hayatî önem taşıyan sırlarını öğrenecek derecede dostları olamayacaklarını ifade buyurmuştur. [199] Çünkü genellikle onlar birbirlerinin dostu müminlerin düşmanıdırlar. Kur1 an 'in bu emrinde yadırganacak bir durum yoktur. Nitekim âyetin akışında her İki tarafın birbirlerine karşı takındıkları psikolojik ve toplumsal tutum ve davranış­ları anlatılarak müslüman olmayanları sırdaş edinmeme gereğinin gerekçeleri açıklanmıştır:

a) Müslümanlardan olmayanların sürekli olarak müminler aleyhin­de çalışmaları, onlara zarar vermeleri ve içlerinde fesat çıkarmaya gayret etmele­ri.

b) müminlerin sıkıntıya düşmelerinden memnun olmaları.

c) müminlerin aley­hinde sürekli olarak propaganda yapmaları ve onlara karşı içlerinde kin besleme­leri.

d) inançları gereği müminler, herkesin -bu arada kâfirlerin ve münafıkların dahi- iyiliğini İstedikleri, onların hukukunu gözettikleri ve onlara sevgiyle yaklaş­tıkları halde onların müminleri sevmemeleri ve haklarında iyi davranmamaları.

e) müminler ilâhî kitapların tamamına inandıktan ve bu kitapların mensuplarına say­gılı davrandıkları halde kâfirlerin Kur'an'a inanmamaları, münafıkların da müslümanlara karşı İkiyüzlü davranmaları, görünüşte müslüman olduklarım söyleyip gerçekte inanmamış olmaları ve inananlara karşı kin gütmeleri.

f) kâfirlerin ve münafıkların, müminlerin birlik ve beraberliklerine, başarılarına, zaferlerine ve re­fahlarına üzülmeleri; başarısızlıklarına, yenilgi, hastalık ve benzeri sıkıntılarına sevinmeleri. [200]

 

119. âyetin ilk cümlesi bazı müfessirlerce şöyle de yorumlanmıştır: Siz onla­rı seversiniz, yani onların müslüman olmalarını istersiniz. Çünkü İslâm her şeyden hayırlıdır. Oysa onlar sizi sevmezler, yani sizin kâfir olmanızı isterler, kâfir olmak ise her şeyden kötüdür. [201] "Yalnız kaldıklarında ise sîze karşı öfkele­rinden parmaklarını ısırıyorlar" cümlesi münafıkların müminlere karşı besledikle­ri kin ve nefretin şiddetini ifade eder. Bu sebeple onların görünüşte "inandık" de­melerine ve sahte dostluk göstermelerine aldanmamak gerekir.

Rivayete göre zeki ve kabiliyetli bir kâtip olan Hireli gayri müslim bir genci devlet işlerinde istihdam etmesi Hz. Ömer'e tavsiye edilmiş; fakat Hz. Ömer "Müslümanlardan başkasını kendime sırdaş mı edineyim?" diyerek bu teklifi red­detmiştir. Meşhur müfessir İbn Kesîr bu rivayete dayanarak İslâm devletinin va­tandaşı olan gayri müslimleri (zimmîler), devletin gizli işlerinde istihdam etmenin caiz olmadığını belirtir. Gerekçe olarak da bu vatandaşların, müslümanların sırla­rını onlara düşman olan gayri müslimlere verebileceklerini gösterir (II, 89).

Şüphesiz ki mümin olmayanları sırdaş edinme yasağı, onlarla iyi geçinme­mek anlamına gelmez. Toplum ve devletin emniyet ve selâmeti bakımından dev­let sırlarını onlara verecek derecede kendileriyle samîmi olmak veya devletin sır­larını ya da menfaatlerini alâkadar eden önemli görevleri onlara teslim etmek sa­kıncalı olmakla birlikte, onlarla beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesinde bir sa­kınca yoktur. Kur'an müslümanlara karşı düşmanca tavır almayan gayri müslinı-lerle beşerî ilişkilerin iyi yürütülmesini, gerektiğinde onlara iyilik edilmesini, hak­larında adaletli davranılmasmı tavsiye etmekte ve böyle yapanları yüce Allah'ın sevdiğini bildirmektedir. [202] Samimi dost edinilmeleri yasaklanan­lar ancak İslâm'a ve müslümanlara karşı düşmanca tavır alanlar, onlarla savaşmak ve onları yurtlarından çıkarmak için birbirlerine destek verenlerdir. Bu tür gayri müslimlerle dostluk bağlan kuranları yüce Allah zalimler olarak nitelemiştir. [203]

İslâm, dinin temel ilke ve amaçlarına ters düşmeyecek ölçüler içinde gayri müslimlerle ilim, teknik ve sanat alışverişinde bulunmayı yasaklamaz. Çünkü il­min vatanı ve milliyeti yoktur. İlim müslümanın yitiğidir onu nerede bulursa alır.

Bu konularda müsliimanlar din ayırımı yapmaksızın herkesten istifade edebilirler ve kendi birikimlerinden başkalarını yararlandırırlar. Nitekim tarihte de böyle yap­mışlardır. [204] 

 

120. âyette, kâfirlerin ve münafıkların müsliimanlann en küçük başarılarına, birlik, beraberlik ve refahlarına tahammül edemedikleri; müminlerin başına gele­cek kötülük ve sıkıntılara sevindikleri bildirilmiş; onların bu menfi tutumlarına rağmen müslümanlara sabırlı olmaları, onlarla samimi dost olmaktan kaçınmaları, ancak onların hukukunu çiğnemekten de sakınmaları tavsiye edilmiştir. Zira bu davranış düşmanlıkların ortadan kalkmasına, dostlukların gelişmesine sebep olur. Nitekim Fussilet sûresinin 34. âyetinde, "Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse ke­sinlikle sıcak bir dost oluvermiş!" buyurulmuştur. Âyette, bu tedbirler alındığı tak­dirde onların tuzaklarının müminlere hiçbir zarar vermeyeceğine dikkat çekilmiş­tir. Allah'ın onların yaptıklarını hem bilgisiyle hem de kudretiyle kuşatmış oldu­ğunun belirtilmesi, onların, Allah'ın bilgisi dışında ve izni olmadan hiçbir şey ya­pamayacaklarını ifade eder. [205]

 

Meâli

 

121. Hani sen sabah erkenden ailenden ayrılmıştın, savaşmak için mü­minleri mevzilere yerleştiriyordun. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir. 122.0 zaman sizden iki bölük, Allah onların velisi olduğu halde bozulup çe­kilmeye yüz tutmuştu; müminler yalnız Allah'a güvensinler. 123. Andolsun ki Allah size Bedir'de de yardım etmişti; oysa siz o zaman zayıftınız. Allah'a is­yandan sakının ki şükretmiş olasınız. 124. O zaman inananlara şöyle diyor­dun: "Rabbinizin, indirilen 3000 melekle size yardım etmesi sizin için yeterli değil mi?" 125. Evet, eğer siz sabır gösterip disiplinli davranırsanız, onlar şu anda süratle üzerinize gelseler bile rabbiniz size nişanlı 5000 melekle yardım edecektir. 126. Allah bunu, sırf size bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır. Zafer, yalnız güçlü ve hikmet sahibi Allah katından gelir. 127. İnkâr edenlerin bir kısmını kesmek veya onları ümitsiz olarak ge­ri dönecek şekilde bozguna uğratmak için (yapmıştır). 128. (Resulüm!) Bu işte senin yapacağın bir şey yok. Allah ya onların tövbelerini kabul eder veya on­ları cezalandırır. Çünkü onlar zalimlerdir. 129. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar dilediğine azap eder. Allah bağışlayan­dır, merhamet edendir. [206]

 

Tefsiri

 

121-122. Bu âyetler, Uhud savaşıyla ilgili olup 120. âyette yer alan sabretme ve disiplinli davranma tavsiyelerine uyulmadığı takdirde neler olabileceğini müs-lümanlara göstermek ve bundan ders almalarını sağlamak için savaş günlerinde cereyan eden bazı önemli olaylar hatırlatmaktadır.

Uhud, Medine'nin yaklaşık 7.5 km. kuzeyindeki meşhur dağın ismi olup sa­vaş bu dağın eteklerinde meydana geldiği için bu adı almıştır. Uhud savaşı, hicre­tin 3. yılında (625) ve Bedir Savaşı'ndan yaklaşık on beş ay sonra şevval ayının ortalarında cumartesi günü meydana gelmiştir. Kureyşliter Bedir Savaşı'ndaki (624) yenilginin ve kaybettikleri yakınlarının intikamını almak maksadıyla Ebû Süfyân'm kumandasında, çeşitli Arap kabilelerinden oluşan 3000 kişilik bir or­duyla Medine üzerine yürüyerek şehrin kuzeyindeki Uhud dağı yakınlarında bir yerde mevzilendiler. Durumu haber alan Hz. Peygamber arkadaşlarını toplayıp şehrin içinde kalarak savunma savaşı veya dışarı çıkarak meydan muharebesi yap­ma konusunda onlarla İstişare etti. Hz. Peygamber ve tecrübeli sahâbîler Medine içinde kalıp savunma savaşı yapma taraftarıydılar. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl de aynı kanaatte idi. Bu görüşü benimseyenler, Medine'nin tabii durumunun savunmaya elverişli olduğunu, şehir içerisinde düşmanı kuşatmanın da­ha kolay olacağını ve böyle bir savaşta kadın ve çocukların da yardım edebilecek­lerini söyleyerek tezlerini savundular. Fakat özellikle Bedir Savaşi'na katılmamış olan genç sahâbîler düşmanı Medine dışında karşılamak ve meydan savaşı yap­mak istediler. Bunların ısrarlı istekleri üzerine Hz. Peygamber şehrin dışına çık­maya karar verdi, 1000 kişilik bir ordu hazırladı, zırhını giyerek ordusunun başı­na geçti. Durumun ciddiyetini sonradan kavramış olan gençler Hz. Peygamber'in içtihadına aykırı bir görüşte ısrar edip onu istemediği bir işe razı ettikleri için piş­man oldular, bu durumu Hz. Peygamber'e arzettİlerse de Resulullah, "Bir peygam­ber zırhını giydikten sonra, Allah (onunla düşmanı arasında) hükmünü verinceye kadar savaşmadan onu çıkarması doğru değildir" buyurdu[207]

Hz. Peygamber ordusuyla düşmanı karşılamak üzere Medine dışına çıktı, Şavt denilen yere geldiklerinde münafıkların reisi Abdullah b. Übey "Muhammed bizi dinlemedi, çoluk çocuğu dinledi, bizim görüşümüz bu değildi" diyerek 300 ki­şilik taraftanyla birlikte ordu saflarından çekildi. Bu durum müslümanlar üzerin­de olumsuz etkisini gösterdi, karışıklıklara sebep oldu. Nerede ise Harîseoğullan ite Selemeoğuüan da bunların etkisinde kalıp ordu saflarını terkedeceklerdi. An­cak Allah'ın yardımı ve sahabenin kararlılığı sayesinde bu düşünceden vazgeçti­ler (122. âyette bozulmaya yüz tuttuğu bildirilen iki bölük bunlardır). Hz. Peygam­ber kalan 700 kişi ile yoluna devam etti. Uhud'a vardığında dağı arkalarına, düş­manı karşılarına alacak şekilde ordusunu düzenledi. Ancak burada düşmanın sıza­bileceği bir geçit daha vardı, oraya da Abdullah b. Cübeyr komutasında elli kişi­lik bir okçu birliğini yerleştirdi ve onlara şu talimatı verdi: "Oklarınızla bizi savu­nun, sakın arkamızdan gelmelerine izin vermeyiniz, yensek de yenilsek de hiçbir şekilde yerinizden ayrılmayınız, kuşların etlerimizi gagaladığını görseniz bile sa­kın yerinizi terketmeyiniz!" [208] 121. âyet Hz. Peygamber'in bu şekilde müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek üzere aİ-lesinden ayrılıp cepheye geldiğini ifade etmektedir.

Müslümanlar, gerek savaşçı sayısı gerekse silâh gücü bakımından kendilerin­den kat kat üstün olan düşman ordusuyla savaşa tutuştular. Başlangıçta İslâm or­dusu üstün duruma geçti ve düşmanı bozguna uğrattı. Ancak bu başarıyı kesin zaganimet toplamaya başladılar. Hz. Peygamber'in geçidi korumakla görevlendirdi­ği okçular da arkadaşlarının kaçan düşmanın bıraktığı ganimeti topladıklarını gö­rünce, kumandanları Abdullah b. Cübcyr'in ısrarlı uyanlarına ve Hz. Peygamber'in kesin emrini hatırlatmasına rağmen, ganimet toplayanlara katılmak üzere yerlerini terkettiler. Kumandanın yanında sadece birkaç kişi kalmıştı.

Böyle bir fırsatı yakalamak için pusuda bekleyen düşman süvarilerinin ku­mandanı Hâlid b. Velîd, derhal harekete geçip dağın çevresini dolaşarak bu geçit­ten saldırıya başladı, kendisine karşı geçidi savunmakta olan Abdullah b. CübeyrM yanındaki birkaç okçu ile birlikte kılıçtan geçirerek İslâm ordusuna arkadan sal­dırdı. İkİ kuvvet arasında kalan İslâm ordusu şaşırıp neye uğradığını bilemedi, mü­minler Hz. Peygamberin çevresinden dağılıp kaçmaya başladılar. Bu arada dağıl­mış olan Mekke ordusu toparlandı ve geri dönerek saldırıya geçti. Hz. Peygam-ber'in yanında düşmana karşı cesaretle savaşan çok az müslüman kalmıştı. Bu du­rum savaşın müslümanlann aleyhine dönmesine sebep oldu, Hz. Peygamber'in ya­nındaki müslümanlar, onun hayatını korumak için her şeyi göze alıp ölüm kalım savaşı vermelerine rağmen Hz. Peygamber alnından ve yanağından yaralanmış, daha önce düşman tarafından kazılmış olan bir çukura düşüp dişi kırılmıştı. Resû-lullah yüzünden akan kanlan silmeye çalışırken şöyle diyordu: "Peygamberlerini yaralayan bir kavim nasıl iflah olur?" [209] Bununla beraber o, düşmanlarını lanetlemiyor, aksine onların hidayete erme­leri için dua ediyordu. Tam bu esnada Resûlullah'ın şehit olduğu söylentisi yayıl­maya başladı. Sahabe bu söylentiden o derece etkilendi ki Hz. Peygamber'i kah­ramanca savunanlar bile cesaretlerini yitirdiler ve onun yanında sadece birkaç fe­dakâr müslüman kaldı. Sahabeden biri Hz. Peygamber'in sağ olduğunu görünce "İşte Allah'ın resulü burada!" diye bağırmaya başladı. Hz. Peygamber'in yaşa­makta olduğunu haber alan müslümanlar tekrar onun etrafında toplandılar ve da­ğın emin bir yerine çekildiler.

Ebû Süfyân kumandasındaki Kureyş ordusu Hz. Peygamber'in öldürüldüğü haberine aldanıp işin bittiğini zannettiği için bu fırsatı değerlendirerek müslüman-lan takip etmeyi düşünememişti. Düşmanın bu durumunu farketmiş olan Hz. Pey­gamber bunu, düşmanın kendisinden uzaklaştırılması için Allah Teâlâ tarafından verilmiş bir fırsat olarak değerlendirmiş ve kendisinin sağ olduğunu müslümanla-ra duyurmak isteyen Kâ'b b. Mâlik'i susturmuş, böylece düşmanın yeni bir saldı-nya geçmesini önlemişti. Gerçekten müslümanlar perişan bir şekilde dağılmışlar, Kureyşliler'in önlerine çıkacak hiçbir engel kalmamıştı; kazandıkları zaferi sonu­na kadar götürebilirlerdi. Fakat Allah peygamberini ve müslümanlan korumuştu[210]

 

123. Bedir, Medine'nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta, Medine-Mekke ticaret yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yer­de bulunan küçük bir kasaba idi. Müslümanlar hicretin 2. yılının (624) Ramazan ayında burada Mekkeli müşriklerle yaptıkları ilk savaşta yüce Allah'ın yardımıy­la kendilerinden sayıca çok daha fazla, silâh bakımından daha üstün olan düşman­larını yenmişlerdi. İşte bu âyette Allah'ın yardımıyla kazanılan o zafer hatırlatıla­rak müslümanların Allah'a şükretmeleri, O'nun emrinden çıkmamaları, savaşta korkaklık ve zaaf göstermemeleri gerektiğine işaret edilmiştir. [211]

 

124-125. Rivayete göre müslümanlar Bedir Savaşı'nda Kürz b. Câbir el-Mu-hâribî adında bir Arap liderinin, yanındaki savaşçılarla birlikte müşriklere yardı­ma geleceğini haber alınca kaygılanmışlar; bunun üzerine Hz. Peygamber aldığı vahye dayanarak bu âyetlerde belirtildiği şekilde müslümanlara müjde vermiş ve onların morallerini yükseltmiştir. Müşriklerin yenilgiye uğradıklarını haber alan Kürz İse yardıma gelmekten vazgeçmiştir. [212]

Yüce Allah Bedir Savaşı'nda müslümanlara yardım etmek üzere önce bin melek göndermiş [213] daha sonra bu Kürz haberi üzerine müslümanla­rın morallerini takviye etmek amacıyla 3000 melek daha göndererek müşriklerin yenilgiye uğramalarını hızlandırmıştır. Ayrıca Kürz hemen yardıma gelecek olur­sa müminlerin sabretmeleri ve Allah'ın emrine aykırı davranmaktan sakınmaları şartıyla özel İşaretli ve eğitimli 5000 melekle desteklenecekleri de müminlere ha­ber verilmiştir. Kürz müşriklere yardıma gelmekten vazgeçtiği için bu melekler de gelmemişlerdir. [214]

Bedir Savaşı'nda müminlerin meleklerle desteklenmesi konusuna Enfâl sûre­sinin 9 ve 12. âyetlerinde de açık biçimde değinilmiş ve bazı sahâbîler meleklerin bizzat kâfirlerle savaştıklarını ve onları öldürdüklerini ifade etmişlerdir. [215] Melekler gayb âlemine ait varlıklardır, on­ların savaşa katılmaları da mucizedir. Gayb âlemi ve mucize akıl üstü alanlar ol­duğu için, meleklerin gelmesini "moral gücü" olarak te'vil edip aklîleştirmek doğ­ru değildir. [216]

Hz. Peygamber Uhud'da arkadaşlarını savaş düzenine sokarken onlara Bedir Savaşı'ndaki bu durumu hatırlatarak morallerini yüksek tutmaya çalışıyor ve Al­lah'ın, Bedir'de nasıl meleklerle müminlere destek verdiyse burada da sabır ve se­bat ettikleri takdirde yine kendilerine meleklerle yardım edeceğini haber veriyor­du. [217]

 

126-127. Yüce Allah bu melekleri sırf müminler için bir zafer işareti olsun ve kalpleri yatışıp moralleri yükselsin diye göndermiştir. Yoksa zafer O'nun kendi elindedir. O dilediği takdirde melek göndermeden de düşmanın kalbine korku salar ve müminlere zafer kazandırırdı. Nitekim "Zafer, yalnızca güçlü ve hikmet sahibi Allah katından gelir" ifadesi bunu vurgulamaktadır. Ama O'nun hikmeti melek göndererek yardım etmeyi gerektirdiği için böyle yapmıştır. 127. âyette "bir kısmı" diye tercüme edilen taraf kelimesi "eşraf, liderler ve kumandanlar" anlam­larına gelmektedir. Yüce Allah kâfirlerin ileri gelenlerinden bir grubun kökünü kesmek, bir grubu da perişan etmek suretiyle hüsrana uğratmak için bu yardımı yapmıştır. Nitekim burada söz konusu edilen Bedir Savaşı'nda başta Ebû Cehil ol­mak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden birçoğu öldürülmüş veya esir edilmiştir. [218]

 

128-129. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber savaşta yaralanınca "Peygamber'ini yaralayan kavim nasıl felah bulur?" buyurmuş, bunun üzerine 128. âyet inmiştir. [219]

Bu âyetlerle kâfirler hakkında dünyada ve âhirette verilecek hükümde Hz, Peygamber'İn herhangi bir müdahalesinin söz konusu olmadığı, hükmün tamamen Allah'a mahsus olduğu hatırlatılmaktadır. Nitekim bazı âyetlerde Hz. Peygam-ber'in görevinin sadece tebliğ etmek olduğu bildirilmiş, hidayetin tamamen Al­lah'ın iradesine bağlı bulunduğu vurgulanmıştır. [220] Bir başka anlatımla, yüce Allah burada Resûl-i Ekrem'e hitaben şöyle buyurmaktadır: Ey Resulüm! Onları helak veya tövbelerini kabul etmek ya­hut kâfir olarak öldürüp âhirette cezalarını vermek senin isteğine değil, bizim hik­metimize ve irademize bağlı bir şeydir. Hikmetimiz neyi gerektirirse onu yaparız. Senin bu İşte herhangi bir müdahalen söz konusu değildir. Çünkü göklerde ve yer­de ne varsa hepsi Allah'ındır. Müşrikler de bu egemenlik alanının dışında değil­dir. Allah onlardan dilediğini affeder, dilediğini de hak ettikleri ve iradelerini kö­tüye kullandıkları için cezalandırır. Şüphesiz O'nun bağışlaması çok olduğu gibi azabı da şiddetlidir.

İbn Âşür'un belirttiği üzere Hz. Peygamber Bedir Savaşı'nda meleklerin müşrikleri yok etmek için indiğini görünce onların hepsinin helak edileceğini dü­şünmüş, bunun üzerine yüce Allah onların tamamının kökünü kesmeyi murat et­mediğini, bilâkis onlar hakkında farklı takdirlerde bulunduğunu bildirmiş olabilir. Nitekim müşriklerden bir grubu helak ederken, bir grubu kedere boğup bu halde geri çevirmiş, başka bir grubun ise sonra İman edip müslümanlann saflarında yer almalarını takdir buyurmuş, nihayet bir grubu da kâfir olarak öldürüp hesabını âhi-rete bırakmıştır[221] Bu âyette ayrıca Uhud Savaşı'nda da müşriklerin çoğu­nun helak edilmeyeceğine, bunların ileride İslâm'ı kabul edip müslümanlann saf­larında yer alacaklarına işaret vardır. [222]

 

Meali

 

130. Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtu­luşa eresiniz. 131. Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının. 132. Allah'a ve Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz. 133. Rabhini/in mağfiretine re lak vâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cenne­te girmek için yarışın! 134. İşte onlar bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini j enerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanla­rı sever. 135. Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikle­ri zaman Allah'ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler. 136. İşte onların yaptıklarının karşılığı rableri tara­fından bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar ora­da temelli kalacaklardır. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir! [223]

 

Tefsiri

 

130-132. Yüce Allah'ın, bir taraftan müslümanlann Uhud Savaşı'ndaki du­rumlarını diğer taraftan da Bedir Savaşı1 nda melekleri göndererek müstümanlara yardım ettiğini ve bu yardımın sebeplerini hatırlatırken Türkçe'de "tefecilik" de­yimiyle de ifade edilen "kat kat faiz yeme" yasağına geçilmesinde bir hikmet ol­malıdır. Uhud'daki yenilginin en önemli sebebi, bir kısım müslümanlann servet gailesine düşmeleri olmuş ve ganimet toplama hırsları, kazanmak üzere oldukları zaferi yenilgiye çevirmiştir. İşte hikmet sahibi Allah'ın, burada faizcilik ve tefeci­liği yasaklamasını bu sebebe bağlı olarak açıklamak uygun olur. Çünkü tefecilik yapanların, hak edilmemiş kârlarını arttırmaktan başka bir şey düşünmeyecek ka­dar kazanına hırsına kendilerini kaptırdıkları, kamu yararını ve dar gelirlilerin ha­lini düşünmedikleri yaşanan bir gerçektir. Bu durum, haksız kazanç ve servete düşkünlüklerini daha da arttırmaktadır.

Sözlükte ribâ "herhangi bir şeydeki artış ve fazlalık" anlamına gelir. Terim olarak ribâ borç verilen bîr parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri almanın veya herhangi bir borç ilişkisiyle doğan ve süresinde ödenmeyen bir ala­cak için ek vade tanıyıp vade sonunda bu alacağı fazlalıkla tahsil etmenin yahut bu şekilde alınan fazlalığın adıdır. Türkçe'de daha çok faiz kelimesi yaygınlık kazan­mış olup genelde ribâ ile eş anlamlı olarak kullanılır. Bu türden şart ve uygulama­ları içeren işlemlere de faizli işlemler denir.

Ribâ (faiz) hakkında Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde geniş bilgi veril­miştir. Aşağıda bu âyetin faiz yasağının hangi aşamasında geldiği ve kapsamı hak­kında kısa bir açıklama yapılacaktır.

Kur'an'da ribâ yasağı dört aşamada gerçekleştirilmiştir. Mekke döneminde inen konuya ilişkin ilk âyette, faizin Allah katında bereketsiz bîr kazanç olduğu, malı arttırmayıp tersine bereketi giderdiği bildirmiş; buna karşılık Allah rızâsı için verilen zekâtın malı arttıracağı vurgulanmıştır[224] Bu ilk aşamada faiz açıkça yasaklanmamakla birlikte Allah katında çirkin görüldüğüne ve bereketsiz­liğine değinilerek kötülenmiş, Câhil iye döneminde bile çirkin bir kazanç olarak te­lakki edilen faizin kaldırılması için psikolojik bir zemin hazırlanmıştır.

İkinci aşamada, Medine döneminde İnen Nisa sûresinin 160-161. âyetlerin­de, faizin yahudilere haram kılınmış olmasına rağmen onların bunu helâl sayarak alıp vermeye devam etmeleri yüzünden birçok cezaya çarptırıldıkları haber veril­miş, yine dolaylı bir şekilde faiz yasağına temas edilmiştir.

Üçüncü aşamayı oluşturan ve konumuz olan âyetlerde faiz açıkça yasaklan­mış ve kurtuluşa ermenin Allah'ın bu yasağına uymaya bağlı olduğu belirtilmiştir. Müfessirler 130. âyette geçen "kat kat" kaydının, faiz yasağının sınır ve şartları­nın belirtilmesi amacıyla değil Araplar'ın o günlerde en çok uyguladıkları bir faiz şeklinin açıklanması maksadıyla zîkredildiğini kabul ederler[225] Bir başka ifadeyle buradaki üslûp, ilk planda Mekke'de yaygın olan bileşik faizli borç işlemlerini hatıra getirmekle beraber, âyetteki kat kat kaydı tek derece­li faizin helâl olduğu anlamında olmayıp devrin Arap toplumunda yaygın olan ve vadesinde ödenmeyen borçlar hakkında yapılan tefecilik uygulamalarının kötülü­ğüne yapılmış özel bir vurgu niteliğindedir.

Dördüncü aşamada İnen Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde artık faiz, bir önceki kaydı da taşımaksızın kesin ve sert bir üslûpla yasaklanmış, faizi bırakan­lara geçmişte aldıklarından sorumlu tutulmamak gibi bazı teşvikler getirilirken fa­izde ısrar edenlerin Allah ve Resulü'ne savaş açmış olacakları belirtilmiştir. Bu âyetlerde faizin alışverişten farktı olduğu vurgulanmış, faizin dünya ve âhiretteki kötü sonuçlarına işaret edilmiştir.

131. âyette "Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının!" buyunılarak faiz yi­yenlerin âhirette kâfirler için özel olarak hazırlanmış olan cehennemde cezalandı­rılacaklarına işaret edilmekte, 132. âyette ise Allah'ın rahmetine ve bereketine ere-bilmek için Allah ve Resûlü'nün emir ve yasaklarına itaat etmenin gereği vurgu­lanmaktadır, [226]

 

133-135. Bu üç âyette faizin, onu alan insanda meydana getirdiği bencillik, cimrilik, hırs ve açgözlülük; verende de sebep olduğu nefret, kıskançlık, kızgınlık ve düşmanlık gibi duyguları giderecek, bu hastalıkları tedavi edecek ana ilkeler yer almakta ve İslâm ahlâkının bir özeti verilmektedir. 131. âyette faiz yemekten sakmıldığı takdirde kâfirler için hazırlanmış olan cehennemden kurtuluşa işaret edildiği gibi, burada da âyetlerde belirtilen ahlâkî nitelikleri kazananlara verilecek mükâfatlar bildirilmekte ve müslümanlar bu yöne yönlendirilmektedir. 133. âyet­te rabbimizin bağışına, gökler ve yer genişliğindeki cennetine kavuşmanın, bütün ahlâkî davranışlarımız için temel gaye olduğu bildirilmekte; iyiliği, birtakım dün­yevî menfaatler kaygısıyla değil de sırf Allah'a saygı ve sevgi demek olan takva saikiyle sadece ulırevî saadet uğruna yapmak gerektiği hatırlatılmaktadır, 134 ve 135. âyetlerde İse İslâm'da ideal ahlâk tipi olan "takva sahibi (muttaki) insan"m temel ahlâkî nitelikleri sayılmaktadır. Bunlar her durumda cömert olmak, öfkeyi yenmek, İnsanları bağışlamak, kendi hatasını kabul etmek ve bundan vazgeçmek gibi niteliklerdir. Bu vasıflar, ancak ihtirasları ve bencil duygulan karşısında hür­riyetine kavuşmuş üstün ruhların erdemleridir.

Sözlükte "örtmek" anlamına gelen mağfiret kelimesi, terim olarak "yüce Al­lah'ın, kulların suç ve günahlarını affetmesi" anlamında kullanılmaktadır. Cennet de sözlükte "bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer" demektir. Terim olarak cen­net, "çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve içinde müminlerin ebedî olarak kalacak­ları âhiret yurdu" anlamına gelir, İbn Aşûr'a göre âyetteki "gökler ve yer kadar ge­niş olan" kaydı, cennetin sınırlarını gösteren değil, temsilî olarak cennetin çok bü­yük ve geniş olduğunu ifade eden bir kayıttır. Nitekim Hadîd sûresinin 21. âyetinde bu durum açıkça ifade buyurulmuştur[227]

134. âyette geçen serrâ' kelimesi tefsirlerde "sevinç ve rahatlık veren du­rum"; darrâ' ise "zarar ve sıkıntı veren durum" şeklinde açıklanmıştır. Buna gö­re buradaki iki tür harcama, "zenginlik ve fakirlik halinde", "sevinçli ve kederli zamanlarda", "hayatta iken ve ölüme bağh tasarruf yoluyla" yapılan harcamalar şeklinde anlaşıldığı gibi "akrabaya sevinç veren yardımlar ve düşmanı yenilgiye uğratmak için yapılan masraflar" şeklinde de anlaşılabilir.

Yüce Allah, bir Önceki âyette kullarını takva sahipleri için hazırlanmış olan cenneti kazanmak maksadıyla yarışmaya çağırınca, takva sahiplerinin kimler ol­duğu ve hangi nitelikleri taşıdıkları merak konusu olmuş; bu sebeple bu âyetlerde takva sahiplerinin nitelikleri anlatılmıştır. Bunlar:

a) Bollukta ve darlıkta Allah yolunda infak ederler, yani mallarını iyilik yo­lunda harcarlar. Her iki durum da onların davranışlarını değiştirmez: Bolluk, ken­dilerini bencilleştirip aldatmadığı gibi darlık da onlara Allah yolunda harcamayı unutturmaz.

b) Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar. "Öfke" diye çevir­diğimiz gayz kelimesi terim olarak "hoşlanılmadık bir şeye karşı insanın duyduğu heyecan" anlamına gelir. Gazabın aslı olduğu kabul edilir. Gazap intikam iradesi­ni doğurduğu ve gayri İhtiyarî olarak yüzde ve diğer azalarda belirtileri görüldüğü halde gayz sadece kalpte olan bir duygudur[228] Âyetin tasvirine göre insanlardaki takva duygusu bu konularda da etkili olmakta ve olaylar karşısında öfkeyi yenmelerini ve insanları bağışlamalarını sağlamaktadır. Nitekim âyette ge­çen kâzım (çoğulu kâzımın) kelimesi "öfkesini yenen, gücü yettiği halde, zarar gördüğü kimselere karşı intikama kalkışmayan, sabreden" anlamlarına gelmekte­dir. [229]

c) Bir kötülük veya kendilerine zulmetme mânasında bir günah işlediklerin­de hemen Allah'ı anar ve günahlarına tövbe ederler, yaptıklarında ısrar etmezler. Âyette geçen fahişe kelimesi "çirkin ve iğrenç iş veya söz" anlamına gelir. Özel olarak "zina" anlamında kullanılmaktadır; nefse zulmetmek ise "herhangi bir gü­nah İşlemek" demektir. Bu günahların başında Allah'a ortak koşmak (şirk) gel­mektedir. Bununla birlikte fahişe "başkasına karşı işlenen günah, nefse zulmet­mek" ise "kişinin kendisini ilgilendiren ve başkasıyla ilgisi olmayan günah" ola­rak yorumlandığı gibi[230] fahişe "büyük günahlar" diğeri ise "kü­çük günahlar" olarak da yorumlanmıştır [231] Yarattığı insanın iyi hasletlerini ve zaaflarını çok iyi bilen yüce Allah, şefkat ve merhametinin ge­reği olarak günahkâr bir mümini -büyük günah dahi işlese- müminlerin safından çıkarmadığı gibi, Allah'ın huzurunda hesap vereceğini düşünerek yaptığma piş­man olan, tövbe ve istiğfar eden kimseyi de cennete girecek takva sahiplerinin sa­fından ayırmamıştır.

Takvadan kaynaklanan hasletleri taşıyanlar ve gereğini yerine getirenler Al­lah katında sevilen kimselerdir. Allah âhirette onların mükâfatını verecektir[232] Hz. Peygamber buyurmuşlardır ki: "Asıl pehlivan güreşte rakibini yenen değil kızdığı zaman öfkesine hâkim olan kimsedir"[233] Ancak şahsî me­selelerde öfkeyi yenmek Allah'ın emri olup beğenilen ve övülen bir davranış ol­makla birlikte kamuyu ilgilendiren meselelerde toplum düzeninin bozulmasına ve kötülüklerin yayılmasına yol açabilecek durumlar karşısında gevşeklik gösterme­mek gerekir.

Uhud Savaşı'ndaki yenilgide, faizcilerde de bulunan kötü duyguların ve özel­likle maddeye düşkünlüğün rolü İnkâr edilemez bir gerçektir. Bu sebeple yüce Al­lah kullarım, insanlara kötü vasıflar kazandıran faizi bırakmaya, Allah ve Resulü'ne itaat etmeye, kendisinin mağfiretini ve takva sahibi kimseler için hazır­lanmış olan geniş cennetleri kazandıracak işlerde yarışmaya çağırmakta ve bu gü­zel davranışta bulunan kullarını sevdiğini bildirmektedir. [234]

 

136. Yüce Allah yukarıdaki özellikleri taşıyan takva sahibi müminlerin geç­miş günahlarını affedeceğini ve onları içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmak­lar akan cennetlere yerleştireceğini vaad etmektedir. Bu mükâfat onların amelleri­nin gereği değil Allah'ın onlara bir lütfü ve vaadinin sonucudur. [235]

 

Meali

 

137. Sizden önce nice uygulamalar geçmiştir. Yeryüzünde gezin de ya­lanlayanların sonunun ne olduğuna bir bakın. 138. Bu Kuran insanlara bir açıklama, takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür. 139. Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz. 140. Eğer siz (Uhud'da) bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması ve sizden uğrunda şehitleri olması için, bugünleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz. Allah, zâlimleri sevmez. 141. Bir de Allah, iman edenleri günahlardan arın­dırmak, kâfirleri de yok etmek için böyle yapıyor. 142. Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan ve sabredenleri belirlemeden cennete gire­ceğinizi mi sanıyordunuz? 143. Gerçek şu ki, ölümle karşılaşmadan önce onu istiyordunuz; işte şimdi onu apaçık görmektesiniz. [236]

 

Tefsiri

 

137. "Uygulamalar" diye çevirdiğimiz sünen kelimesinin tekili sünnettir. Sözlükte "işlek yol, âdet, gidiş tarzı ve tabiat" anlamlarına gelen sünnet, geniş an­lamda Allah'ın yolunu (evrende yaratıklar için koymuş olduğu hükmü, kanunları) veya insanın âdet haline getirdiği iyi veya kötü davranış ve hareketi ifade eder[237]  Kur'an'da, ikisi çoğul olmak üzere on altı defa geçen sünnet kelimesi, bu âyet dışındaki yerlerde bir tamlama içinde yer almıştır: "Allah'ın sünneti" [238] "önceki peygamberlerin sünneti (onlar hakkındaki kanun)" [239]gibi. Fıkıh ve fıkıh usulünde sün­net ise, bir yandan Hz. Peygamber'in İslâm dininin Kurân-ı Kerîm'den sonraki ikinci kaynağını oluşturan söz, fiil ve onaylannı, diğer yandan da Resûlullah'm yolunu izleyerek yapılan fakat farz ve vacip kapsamında olmayan fiilleri ifade eden bir terim anlamına sahiptir.

Allah'ın evrende ve yarattıkları arasında geçerli genel bir kanunu olan sün-netullah değişmez ve bozulmaz. Tabiattaki olaylar, bu kanun gereği belli bir dü­zen içerisinde meydana gelir. Bilim dilinde "tabiat kanunları" denilen sünnetullah, ilâhî hikmet gereği önce sebebin sonra da sonucun yaratılması şeklinde ortaya çı­kar. Allah'ın fiillerinde hikmet anlayışını benimseyen ve çoğunluğu oluşturan bilginler bu görüşü savunurlar. Allah tarafından konan bu değişmez genel kanun (sünnet-i âmme), ancak özel durumlarda yine Allah'ın özel bir sütınetiyle (sünneM hâssa) ve geçici olarak değişebilir. Olağan üstü haller (mucize, keramet...) bu tarz­da ortaya çıkar. Fakat bu, genel sünnetin rast gele bozulduğu anlamına gelmez. Özel durum dışında her şey normal şekilde devam eder. Ancak sünnetullah ifade­sinin tabiat kanunları olarak yorumlanmasını eleştirenler de vardır. Onlara göre böyle bir anlayış geleneksel yanılgının bir yansımasıdır. Sünnetullaha Kur'an'da mutlaka bir karşılık bulmak gerekiyorsa bu tabiri "tarih yasalarTm anlatan bir İfa­de olarak değerlendirmek daha uygun olur. [240]

Sünnetullah aynı zamanda sosyal olaylar için de söz konusudur. Nitekim bu husus Fâtır sûresinin 43. âyetiyle bu âyetin öncesi ve sonrasından açıkça anlaşıl­maktadır. Bu âyetlerde geçmiş ümmetlere uygulanan sosyal bir yasadan ve -yasa­nın gereği olarak- haddi aşanların bir belâya uğratıtmalanndan ve yokluğa mah­kûm olmalarından söz edilmektedir. Buna göre Kur'ân-ı Kerîm'de sünnetullah de­yiminin, kısaca "Allah'ın, tabii veya sosyal bakımdan kâinatı yönetme yasası ve yöntemi" anlamında kullanıldığı söylenebilir.

Konumuz olan âyette de geçmişte peygamberlerini yalanlamış olan milletle­re ve bunlara uygulanan ilâhî sünnete dikkat çekilmekte, onların düştükleri hata­lara düşülmemesi istenmektedir. Bir başka anlatımla bu âyette ve devamında Al­lah'ın şöyle bir uyarıda bulunduğunu söylemek mümkündür: Sizden önce de nice milletler gelip geçti; onlar hakkında da Allah'ın birtakım uygulamaları oldu. Yer­yüzünde dolaşarak o milletlerin kalıntılarını ve hayatlarını inceleyiniz, kendilerini doğru inanca ve güzel davranışlara çağıran peygamberlere karşı çıkıp onları yalan­layan milletlerin nasıl yok olup gittiklerini, ülkelerinin nasıl harap olduğunu görü­nüz; bunlardan çıkarılacak dersleri çıkarınız. Unutmayınız ki zafer için şart olan birliğinizi ve beraberliğinizi korur, peygamberin ve tayin ettiği kumandanların emirlerine uyarak sabır ve metanetle savaşırsanız zafer sizin olur.

Şüphe yok ki Allah'ın savaşlar için de koyduğu kanunları vardır. Bu kanun­lara uygun davrananlar inkarcı, putperestler de olsalar, Allah'ın kanunu uyarınca galip gelirler. Tedbirsiz davrananlar da peygamber veya evliya dahi olsalar yine yenilgiye uğrarlar. Çünkü Allah'ın sünneti değişmez. O'nun sosyal hayat için koy­duğu kanunlar savaşta da geçerlidir. Savaşın şart ve gereklerine uyanların galip, buna uymayanların mağlûp olması ilahî bir kanundur. [241]

Müfessirler bu ve benzeri âyetlerde, tarihî ve arkeolojik araştırmalar yapma­yı teşvik anlamının bulunduğunu belirtirler (Elmalılı, II, 1180). Muhammed Abduh'a göre yüce Allah'ın, tnahlûkatmı yönetmek için kanunlar koyduğunu bize bildirmesi, bizim o kanunlardan en mükemmel bir şekilde faydalanmamız için o kanunları tedvin edilmiş bağımsız bir ilim haline getirmemizi gerekli kılar. Kur'an'ın özet olarak bahsettiği diğer ilimler için olduğu gibi kâinattaki sünnetul-lahı açıklayacak ilim adamlarım yetiştirmek de bu ümmetin tümü üzerine farz kı­lınmıştır. [242] 

 

138.  "Bu" anlamına gelen işaret zamiriyle Kur'an'ın kastedildiği yorumu esas alınarak mealinde "bu Kur'an" denmiştir. Buna göre âyet, Kur'an'ın bütün in­sanlar için hak ile bâtılı, yanlışla doğruyu birbirinden ayırt eden, açıklayan ve doğ­ru yola ileten bir kitap, özellikle takva sahipleri için bir ibret ve öğüt olduğunu ifa­de eder. Diğer bir yoruma göre ise burada, Allah'ın sünnetinin geçmiş milletlere de aynen uygulandığını haber veren bir önceki âyete İşaret edilmekte yani 137. âyetteki ifadenin insanlara bir açıklama, takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüt olduğu belirtilmektedir, İbn Âşûr'a göre bu durumda âyet, zaferle güzel so­nucun, yenilgi ile kötü sonucun ayrı ayrı şeyler olduğunu bilmeyenler için bir açık­lama ve sebep-sonuç ilişkisini kurabilmeleri için yol gösterici bir kılavuzdur, Çün­kü zaferin gerçek sebebi iyilik ve iyi haldir. Bu âyet aynı zamanda İnsanların fe­sattan sakınmaları ve "Bizden daha güçlü kim var." [243] diyerek gücü­ne aldanan Âd kavmi gibi aldanmamaları için bir öğüttür[244]

 

139. Müslümanları teselli etme amacı taşıdığı anlaşılan âyet, yenmenin de yenilmenin de Allah'ın değişmez kanunu olduğunu, dolayısıyla Uhud Savaşı'nda uğradık! an yenilgiden dolayı ümitsizliğe kapılmamalan gerektiğini onlara hatırlat­makta; güçlü bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice za­ferlere ulaşmanın mümkün olacağını müjdelemektedir. Bu, yüce Allah'ın peygam­berlerine ve samimiyette onlara İnanan müminlere bir vaadidir. Nitekim başka âyetlerde bunu açıkça bildirmiştir. [245]

 

140-141. Genel olarak müfessirler 140. âyette Uhud Savaşı ile Bedir Sava-şı'nın mukayesesinin yapıldığı kanaatindedirler. Müşriklerin daha önce Bedir Sa-vaşı'ndaki kayıpları miisliimanlann Uhud Savaşı'ndakİ kayıplarından az değildi. Âyet buna İşaret etmektedir. Bazı müfessirlere göre sözlükte "yara" anlamında kullanılan "kartı" kelimesi, âyette mecaz olarak "yenilgi" anlamında kullanılmış­tır. Buna göre yüce Allah Uhud Savaşı'nda yenilgiye uğramış olan müminleri te­selli etmek ve cesaretlendirmek için onlara Bedir Savaşı'ndakİ zaferlerini hatırla­tarak buyuruyor ki: Eğer siz Uhud'da yenilgiye uğradty sanız hemen üzüntüye ka­pılıp cesaretinizi yitirmemeli ve zaaf göstermemelisiniz. Bilmelisiniz ki düşman­larınız da Bedir'de benzeri bir yenilgiye uğramışlardı. Fakat onlar yenildikleri için zaaf göstermemişler, cesaretlerini yitirmemişler, bilâkis onlar sizinle savaşmak için azimli ve kararlı bir biçimde hazırlıklarını tamamlamış ve Uhud Savaşt'na gelmişler, sonuçta kararlılıklarının karşılığım da almışlardır. Bu, Allah'ın bir ka­nunudur. Allah onları sevdiği için değil, onlar sabırla ve kararlı bir şekilde savaş­tıkları için zafere ulaşmışlardır. Sabır ve kararlılık içerisinde çalışıp gayret göste­renler daima başarıya kavuşurlar. Bu ilâhî bir kanundur.

Ayrıca müslümanlarm Uhud'daki yenilgilerinin başka hikmetleri de vardır. Yüce Allah samimi müminleri ortaya çıkarmak ve onların bir kısmını şehitlik rüt­besine erdirmek[246] müminleri günahlarından ve kusurlarından arındırıp tertemiz hale getirmek ve kâfirleri helak etmek için bu za­fer ve yenilgileri insanlar arasında döndürüp durmuş, acı ve tatlı günleri her İki ta­rafa da tattırmıştır. Eğer bütün savaşlarda müminler yenen, kâfirler yenilen taraf olsalardı o zaman hayatın imtihan oluşunun bir değeri kalmadığı gibi serbest ira­de ile iman etme imkânı da ortadan kalkardı; kâfirler ister istemez imana zorlan­mış olurlardı. İşte bu gibi hikmetlere binaen yüce Allah zaferi ve yenilgiyi kâfir­lerle müminler arasında döndürmekte, her iki tarafa da acı ve tatlı günler yaşat­maktadır. Ancak müminlerin ölülerine şehitlik rütbesini vererek onları cennetine koyacağına işaret ederken, zalimleri sevmediğini bildirmek suretiyle de kâfirlerin ölülerini cehennemine sokacağını îma etmektedir. Demek ki yaralanmak, Öldürül­mek veya yenilmek bir tarafa değer kazandırıp günahlardan annma imkânı sağlar­ken, diğer tarafa zillet ve kayıp getirmektedir. Nitekim Bedir'de müşriklerin yara alıp yenilmeleri onlara zillet ve kayıp getirdiği halde Uhud'da müminlerin şehit ol­maları, yaralanmaları ve yenilmeleri onlara günahlardan annma ve manevî kirler­den temizlenme şerefini kazandırmıştır. Ayrıca sonraki savaşlar için bir ders ol­muştur. Nitekim müminler bütün yaralarına ve acılarına rağmen Uhud Savaşı'nın ardından müşrikleri Hamrâülesed denilen yere kadar takip ederek İmanlarının ne derecede kuvvetlendiğini ve Hz. Peygamber'e ne derecede bağlı olduklarını gös­termişlerdir.

"Allah'ın... ortaya çıkarması için" şeklinde tercüme ettiğimiz 140. âyetteki "li-ya'leme..." ifadesi, "Allah'ın ezelî ilminde var olan bilgiyi vakıa ile ayan be­yan ortaya koyması" veya "mümini münafıktan ayırt etme hükmünü vermesi" şek­linde tefsir edilmiştir, Bu sebeple mealinde " şehitler" anlamı verilen şühedâ ke­limesi - Bakara sûresinin 143. âyetinde olduğu gibi- "şahitler" şeklinde de tercü­me edilebilir. Bu durumda âyetin meali şöyle olur: "Allah sizden (insanlar üzeri­ne) şahitler edinsin diye (böyle yaptı)" şeklinde olur. [247]

 

142. Bu soru ile yüce Allah müminlere hitap ederek onlara İlâhî bir yasasını yani nihaî başarının iyilikler uğrunda gösterilecek özverilere bağlı olduğunu hatır­latmakta, Allah yolunda cihad etmeden ve cihadın gerektirdiği yaralanma, acı, ağ­rı gibi sıkıntılara katlanmadan, hatta canını feda etmeyi göze almadan ve buna kat­lananlarla katlanmayanlar ayırt edilmeden cennete girmeyi düşünmemeleri gerek­tiğine işaret buyurmaktadır. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de "Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandı­nız?" buyuru!arak, önceki peygamberlerin ve ümmetlerinin yaptıkları gibi yüce değerler uğrunda özverilerde bulunmadan başarılı olunamayacağı ve cennete giri­lemeyeceği haber verilmiştir. Geçmişte bazı ümmetler yoksulluk, savaş ve benze­ri çeşitli sıkıntılarla imtihan edilmişler, sarsıntılar geçirmişler, fakat yıkılmamışlar, sabretmişler ve sonuna kadar imanlarında sebat etmişlerdir; bir gün mutlaka Al­lah'ın yardımının kendilerine erişeceğine ve zafere kavuşacaklarına dair ümitleri­ni yitirmemişler; nihayet Allah'ın yardımına ve zafere kavuştukları gibi cennete girmeye de hak kazanmışlardır. Şimdi yüce Allah Hz. Muhammed'in ümmetinden de bu özveriyi istemekte, imanlarını ve kutsal değerlerini koruma uğrunda mal ve canlarım feda edebilenlerle mallarını ve canlarım kutsal değerlerin üstünde tutan­lar birbirlerinden ayırt edilmedikçe cennete girmeyi düşünmemeleri gerektiğini bildirmektedir. [248]

 

143. Başta Hz. Peygamber olmak üzere bazı tecrübeli sahâbîler Uhud sava­şma çıkmadan önce yapılan müzakerede, Medine'de kalıp savunma savaşı yapma­yı tercih etmişlerdi. Ancak savaş tecrübesi olmayan, özellikle Bedir Savaşı'nda bulunmamış olan sahâbîler, Bedir'e katılanların Allah katındaki derecelerinin yü­celiğini ve sevaplarının çokluğunu öğrenince böyle bir fırsatın kendileri için de doğmasını dilemişlerdi. İşte Uhud Savaşı öncesinde bu müslümanlar Hz. Peygam-ber'e düşmanla meydan savaşı yapmak istediklerini, gerekirse seve seve canlarını feda edeceklerini bildirdiler ve "Bizi düşman karşısına çıkar ki kendilerinden korktuğumuzu sanmasınlar" dediler. Gençlerin ısrarlı olduklarını gören Hz. Pey­gamber onların görüşüne uyarak meydan savaşı yapmak üzere Uhud'a geldi. An­cak düşmanın şiddetli saldırılan neticesinde müslümanlar yetmiş dolayında kayıp verdiler, birçoğu da yaralandı. Bu arada Hz. Peygamber'in öldürüldüğü haberi de yayılınca müminlerden büyük bir grup büsbütün ümitlerini yitirdiler ve düşmanın şiddetli saldırıları karşısında dayanamayıp geri çekilmek durumunda kaldılar. Bir kısmı paniğe kapıldı ve savaş alanını terketti. İşte bu âyette onların bu davranışla­rı kınanmaktadır.

Bazı müfessirlere göre burada müslümanlarm ölümü istemelerinden maksat, Medine'de kalıp savunma savaşı yapmak yerine daha çok ölüme sebep olan meydan savaşını tercih etmeleridir. [249]  Bu sahâbîler, savaşta büyük ya­rarlılıklar göstereceklerini ve kendileri şehit oldukları takdirde geride kalanlar için önemli bir zafer hazırlayacaklarını düşünerek düşmanı meydanda karşılamayı ter­cih etmişlerdi. Bu sebeple onlar hakkında, "Ölümle karşılaşmadan Önce onu isti­yordunuz" buyurulmuştur. Yoksa herhangi bir müslümanm, gerek savaşta gerek­se savaş dışında ölümü istemesi doğru değildir. Nitekim Hz. Peygamber "Düş­manla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah'tan afiyet isteyiniz. Ama düşmanla karşılaştığınız zaman da sabırlı olunuz (direniniz). Bilin ki, cennet kılıçların göl­gesi altındadır" buyurmuştur[250] Sonuçta hayat da ölüm de Al­lah'ın takdirine bağlı olaylardır. Takdir edilen zaman geldiğinde istense de isten­mese de ölüm gerçekleşecektir. Savaş alanlarında asıl olan ölmek değil, müslü-manlann zaferi için gayret göstermek ve savaşmaktır. Ama bu esnada ölmeyi gö­ze almadan savaşa girişen kimsenin göstereceği çaba, bu uğurda ölmenin kendisi­ni yüksek bir payeye eriştireceği inancıyla savaşan kişinin çabasına denk olamaz. Kur'an'da ve hadislerde şehitliğin özendirilmesi de bundan dolayıdır. Hz, Pey­gamber şöyle buyurmuştur: "Ben isterim ki Allah yolunda savaşıp öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim[251]  Bu hadisteki mesaja yürekten inanan bir müslüman açısından, -diğer İslâmt ilkeler gereği hayatını korumak için her türlü önlemi al­ması gerekli olmakla beraber- Allah yolunda savaşırken, artık yaşama arzusu za­ferin önünde bir engel olmaktan çıkar. [252]

 

Meali

 

144. Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz? Kim geri döner­se bilsin ki Allah'a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir. 145. Hiçbir kimse Allah'ın yazılıp bir süreye bağlanmış iz­ni olmadan ölmez; Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz; ve şükredenleri ödüllendireceğiz. 146. Nice peygamber vardır ki onunla birlikte birçok Allah erleri savaştılar. Allah yolunda başlarına gelenlerden Ötürü gevşemediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever. 147. Onların söyledikleri şu sözden iba­retti: "Rabbimiz! Günahlarımızdan ve içimizdeki aşırılıklardan ötürü bizi bağışla, sebatımızı arttır, kâfir topluluğa karşı bize yardım et!" 148. Bu yüz­den Allah onlara dünya nimetini ve âhiret nimetinin de güzelini verdi. Allah işini güzel yapanları sever. [253]

 

Tefsiri

 

144. Hz. Muhammed'in sadece bir beşer ve bir peygamber olduğu belirtilip önceki peygamberler gibi onun da ölümlü olduğu hatırlatılmaktadır. Ayrıca âyet münafıkların menfi propagandalarına bir cevap ve onlara kapılanlara yapılmış bir uyan niteliğindedir. Şöyle ki Uhud Savaşı'nda Abdullah b. Kamia adında bir müş­rik, Resûlullah'ı öldürmek için ona birkaç defa saldırmış, hatta yüzünü yaralamış ve attığı bir taşla dişinin kırılmasına yol açmıştı. Hz. Peygamber'! korumakta olan Mus'ab b. Umeyr de bu müşrikin saldırılarına karşı koyarken şehit olmuştu. Mus'ab, Hz. Peygamber'e benzediği için Abdullah b. Kamİa Peygamber'i öldür­düğünü sanarak, "Muhammed'i öldürdüm" diye bağırmış, bu haber müslümanlar üzerinde şok etkisi yapmıştı. Bu haberin meydana getirdiği panik üzerine müslü­manlar cesaretlerini yitirmişler, içlerinden bir grup dağa doğru çekilirken, bir grup Medine yolunu tutmuş, bazıları da oldukları yerde yığılıp kalmıştı. Hatta bir kıs­mı "Abdullah b. Übeyy'e gidelim de bizim için Ebû Süfyân'dan eman dilemesini rica edelim" deme gafletinde bulunmuş ve bu durumdan yararlanan bir grup mü­nafık "Muhammed gerçek peygamber olsaydı öldürülmezdi. Atalarımızın dinine dönsek daha iyi olur" diyecek kadar ileri gitmişlerdi[254]

Bu sırada Hz. Peygamber'in "Ey Allah'ın kulları bana gelin!" diye seslenme­si üzerine etrafında halkalanan yaklaşık otuz kişilik bir grup onu yiğitçe savun­muşlardı. Öte yandan bu habere aldanan Kureyş, aldığı netice İle yetinerek savaş alanını terketmiştir. Hz. Peygamber bu durumun farkına varmış ve bunu kendisi ve arkadaşları için Allah'ın lütfettiği bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Nitekim onun sağ olduğunu müslümanlara duyurmak isleyen Kâ'b b. Mâlik'e susması için işaret buyurmuşlardır . [255]

Âyette Hz. Muhammed'in fâni, İslâm'ın ise baki olduğunu, bu sebeple, o öl­se dahi müslüinanlann bunu sükûnetle karşılayıp dinlerine bağlı kalmaları, düş­manlarıyla sürdürdükleri savaşta sebat etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Müte­akip âyetin sonundaki "Allah şükredenleri ödüllendirecektir" cümlesi buna işaret eder. Müfessirler buradaki "şükrederler" ifadesini, "İslâm'da sebat edip görevle­rini yerine getirenler" şeklinde tefsir etmişlerdir. [256] Nitekim yıl­lar sonra Hz. Peygamber vefat ettiğinde insanlar şaşırıp ne yapacaklarını bilemez olmuşlar, fakat soğuk kanlılığım koruyan Hz. Ebû Bekir, "Kim Muhammed'e ta­pıyor idiyse bilsin ki Muhanımed Ölmüştür. Kira de Allah'a tapıyor idiyse bilsin ki Allah diridir, ölmez!" demiş ve bu âyeti okumuştur. İbn Abbas "Ebû Bekir bu âyeti okuyuncaya kadar İnsanlar sanki böyle bir âyetin daha önce inmiş olduğunu bilmiyorlardı, herkes âyeti (ilk defa) ondan öğrenmiş gibiydi. Ondan âyeti dinle­yen herkes onu okumaya başladı" demiştir. [257]

 

145. Müslümanların, Hz. Peygamber'in öldürüldüğü haberinin yayılmasın­dan sonraki psikolojik durumlarına işaret edilmekte ve ölüm korkusuyla savaştan kaçmanın anlamsız olduğu bildirilerek müslümanlar metanetli davranmaya çağı-rılmakta ve cihada teşvik edilmektedir. Çünkü Allah'ın belirlediği zaman gelme­den ve O'nun izni olmadan hiç kimse ne yatağında ne de düşman saldırısıyla öl­meyeceği gibi O'nun belirlediği süreden fazla bir an bile yaşayamaz. Kişinin öm­rü, sınırlan yüce Allah tarafından belirlenmiş ve takdir edilmiş bir zaman dilimin­den ibarettir. Âyetin "yazılıp bir süreye bağlanmış" anlamındaki bölümü bunu ifa­de eder. Bu süre ne bir saniye ileri ne de bir saniye geri alınır. Bu ilâhî kanun -pey­gamberler dahil- bütün insanlar İçin aynı derecede geçerli olduğu gibi toplumlar için de geçerlidir. [258] Bu sebeple savaş meydanından kaçarak ölümden kurtulmayı düşünmek yersiz bir davranıştır. Korkaklık ömrü uzatmadığı gibi cesaret de onu azaltmaz; o halde doğ­ru olan, kişinin kendisi için belirlenmiş bu süreyi nasıl değerlendirmesi gerektiği­ni düşünmesi ve ona göre davranmasıdır.

Yüce Allah âyetin devamında "Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz" buyurarak insanların emeklerinin ve dileklerinin zayi olmayacağını, yaptıklarının karşılığım dünyada ve âhirette alacaklarını bildirmektedir. Bununla birlikte İslâm'da niyet esastır, Hz. Peygamber'in ifade buyurduğu üzere "Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Kişi yaptığı işi hangi niyette yapmışsa karşılığında kendisine o şey verilir[259] Bir kimse yaptığı işlerin karşılığında sadece dünyalık isterse Allah kendi iradesine ve dilemesine; bağlı olarak ona ne takdir etmişse onu verir, fakat âhİrette bu amelin karşılığında bîr şey alamaz. Kişi âhirette sevap kazanmak niyetiyle dünyada hayırlı bir iş yaparsa Allah ona âhirette sevabını vereceği gibi dünyada da takdir ettiği kısmetini verir. Nitekim "Biz şükredenieri ödüllendirece­ğiz" cümlesinden ve ilgili diğer âyetlerin ruhundan bu mâna anlaşılmaktadır. [260]

Âyetin bu bölümünde ganimet elde etme arzusuna kapılarak savaş sırasında nöbet yerini terkeden ve müslümanlann yenilmesine sebep olan sahâbîler kınan­makta; düşman karşısında sebat edip direnenler ise "şükredenler" olarak vasıflan-dınlmakta, bunların hem dünyada hem de âhirette mükâfatlarının verileceği bildi­rilmektedir. Bir önceki âyetin tefsirinde kısaca değinildiği gibi şükrederlerden maksat, İslâm'da sebat eden, Allah'ın kendisine verdiği kuvvet ve kudreti yaratı­lış gayesine uygun olarak Allah'a itaatte kullanan, hiçbir engel karşısında Allah'a itaatten vazgeçmeyen, ömrünü bu dünyanın geçici zevk ve çıkarları uğrunda değil, âhiretin sonsuz nimetlerini elde etme ve Allah'ın rızâsına kavuşma uğrunda harca­yanlardır. [261]

 

146. "Allah erleri" diye çevirdiğimiz ribbiyyûn kelimesi "rabbe mensup" anlamına gelen "ribbî" kelimesinin çoğulu olup "Allah'a kulluk edenler, O'nun di­nine uyanlar" demektir. Bu mânada rabbani kelimesiyle eş anlamlı olup "pey­gamberlere uyanlar, peygamberlerin talebeleri" anlamında kullanılmıştır. Bundan başka "öncekiler" diye açıklandığı gibi, "ribbe" kelimesine nispet edilerek "cema­at" anlamında da tefsir edilmiştir. Her iki kelimeyi de genişçe tahlil eden Elmalı-lı, ribbiyyûnu cemaat anlamına gelen "ribb"e nispet ederek "eğitim görmüş cema­at", rabbâniyyûnu ise "eğitici anlamına" gelen rab ismine nispetle "bunları eğitip öğretecek yüksek seviyeye ulaşmış kimseler" olarak tefsir etmenin daha uygun olacağı kanaatindedir. [262]  Âyette yine Hz. Peygamber'in öldürüldüğü haberi üzerine paniğe kapılıp sa­vaş alanını terkeden müslümanlara bir sitem vardır; bir bakıma müslümanlara şöy­le denilmektedir: Geçmiş peygamberlerin ümmetleri sayıca düşmanlarından daha az, savaş araç ve gereçleri bakımından daha zayıf olmalarına rağmen peygamber-leriyle birlikte düşmanlarına karşı şiddetle savaştılar, onlar da Allah yolunda yara­landı ve şehit oldular, ama düşman karşısında gevşeklik ve zaaf göstermediler, on­lara boyun eğmediler, sabır ve metanetle mücadele ettiler. Bu sebeple Allah'ın rı­zâsını, sevgisini ve zaferi kazandılar. Siz ise yalan haberin yayılmasıyla perişan olup dağıldınız!

"Savaştı" anlamına gelen "kâtele" fiili edilgen olarak "kûtile" şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin anlamı şöyle olur: "Beraberinde Allah er­leri bulunduğu halde nice peygamber öldürülmüştür!" İbn Âşûr bu peygamberler­den altısının adını vermektedir. Bunlar İsrâiloğullan'nın öldürdükleri Ermiyâ, He-zekİel, İşâyâ, Zekeriyyâ ve Yahya ile Araplar'm öldürdüğü Hanzale b. Safvân'dır. [263] Ancak bu peygamberler savaş dışında çeşitli şekillerde öldürülmüşler­dir. Onlar öldürüldükleri halde beraberlerinde bulunan Allah erleri başlarına gelen musibetten dolayı ne gevşeklik ve zaaf göstermişler ne de düşmana boyun eğmiş­lerdir. O halde Uhud'daki müminlerin de onlar gibi metanet ve cesaret gösterme­leri gerekiyordu. Rivayete göre Habbâb b. Eret Hz. Peygamber'e, "Müşriklerden büyük sıkıntı çektik. (Bunların zulmünden kurtuluşumuz için) Allah'a dua etmez misiniz?" demişti. Hz. Peygamber bu talepte mücadeleden yılma ve üzerine düşe­ni yapmaktan geri durma niyeti sezdiği için yüzü kıpkırmızı olduğu halde (yaslan­dığı yerden) doğrulup oturdu ve şöyle buyurdu: "Sizden önce demir taraklarla ki­şinin etleri ve sinirleri kemiklerine kadar taranırdı da bu işkence onu dininden dön-düremezdi. Başının ortasına testere konarak başı ikiye bölünürdü, bu işkence dahi onu dininden döndüremezdi. [264]

 

147-148. Bu âyetlerde de yine Uhud Savaşı'nda "Abdullah b. Übeyy'e gide­lim de müşriklerin başkanı Ebû Süfyân'dan bizim için eman dilesin" diyen müs-lüman veya münafıklara bir tariz ve bir sitem vardır. Çünkü bunlar bu sıkıntılı an­da böyle söylerken geçmiş peygamberlerin yanında bulunan Allah erleri başlarına gelenlerin bir hikmeti bulunduğunu veya kendilerinde var olan bîr kusurdan, bir hatadan yahut aldıkları emri ve görevi gerektiği gibi yerine getiremediklerinden dolayı cezalandırıldıklarını düşünerek, "Rabbimİz günahlarımızdan ve işimİzdeki taşkınlığımızdan ötürü bizi bağışla!" diye dua etmişler, sonra da kâfirlere karşı yü­ce Allah'tan sabır ve zafer dilemişlerdi. 148. âyetten anlaşıldığına göre yüce Allah da onların bu samimi dileklerini kabul buyurmuş, onlara dünya mükâfatı olarak zafer ve ganimet nasip ederken, âhiret sevabının da güzelini vermiştir. "Allah işi­ni güzel yapanları sever" cümlesi, o Allah erlerinin işlerini güzel yapan kimseler olduklarını, bu sebeple Allah'ın sevgi ve rızâsını kazandıklarını ifade eder. [265]

 

Meali

 

149, Ey iman edenler! Eğer inkâr edenlere uyarsanız, sizi gerisin geri döndürürler de sonra hüsrana uğrayanlar olursunuz. 150. Oysa sizin mevlâ-nız Allah'tır; ve O, yardımcıların en iyisidir. 151. Kâfirlerin kalplerine kor­ku salacağız. Çünkü onlar, hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeyi O'na ortak koştular. Onların varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin durağı ne kötüdür! 152. Andolsun ki Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hatırla­yın ki O'nun izniyle kâfirleri öldürüyordunuz, ama Allah size istediğiniz za­feri gösterdikten sonra gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştı­nız ve emre aykırı hareket ettiniz; içinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti istiyordunuz; derken Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah müminlere karşı lütuf-kârdır. 153, O zaman siz dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekili­yordunuz; Peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu, kaybettiklerinizin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için Allah sizi kederden ke­dere uğrattı. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. [266]

 

Tefsiri

 

149-150. Önceki âyetlerde müslümanlar düşman karşısında gevşeklik ve za­af göstermeyen Allah erleri gibi olmaya teşvik edilirken burada da kâfirlere uy­maktan sakındmlmaktadırlar. Âyetler Hz. Peygamberin öldürüldüğüne dair yalan haberin yayılması üzerine yahudi ve münafıkların, "Muhammed, peygamber ol­saydı öldürülmezdi; artık eski dininize ve dostlarınıza (kardeşlerinize) dönün!"

şeklindeki sözleri sebebiyle İnnıiştir. İniş sebebi özel olmakla birlikte âyetler, her zaman ve her toplum içinde bulunabilecek münafıkların bu tür bozguncu sözleri­ne ve propagandalarına karşı müslümanlan uyarmaktadır. Savaştan kaçmak yenil­giye, yenilgi de kâfirlere itaate sebep olur. Kâfirlere itaat ise sonuçta kişiyi hem dünyada hem de âhirette hüsrana uğratacak olan dinden dönmeye götürür.

150. âyetteki mevlâ kelimesi sözlükte "sahip, dost, yardımcı, arkadaş, köle, câriye, köle azat eden ve azat edilmiş köîe" anlamlarına gelir. Burada "yardımcı, koruyucu, gözetici" anlamında kullanılmıştır. [267] Yani mümin­lerin yardımcısı sadece yüce Allah'tır ve en iyi yardımcı da O'dur. Mevlâ, dostla­rını ve velayeti altındakileri korur. Onlara yardım eder ve menfaatlerini gözetir. O'nun dostlarının, müşriklerden eman dilemek İçin münafıkların yardımına ihti­yaçlara yoktur. Onların yardımcısı Allah'tır. Nitekim Uhud Savaşı'nda müslüman-lar yenilmiş ve bir kısmı dağılmış olmalarına rağmen tamamen imha edilmekten Allah'ın yardımıyla kurtulmuşlardır. Allah'ın dostluğunu ve yardımcılığını kazan­mış olan kimse başkalarının yardımına muhtaç olmaz. Çünkü en iyi yardımcı O'dur. O'nun yardımının tecelli ettiği yerde mağlûbiyet yoktur. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmııştur: "Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiç­bir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O'ndan sonra size kim yardım ede­bilir? Müminler yalnız Allah'a güvensinler"[268]

 

151. Burada yüce Allah müminlere, düşmanlarına karşı zafer müjdesi vere­rek onları teselli etmekte, heyecanlarını yatıştırmakta ve Allah'a inanmanın verdi­ği moral gücünden yoksun olanların kalplerini kısa zamanda korku saracağını ha­ber vermektedir. Çünkü müşrikler ne aklî ne de naklî hiçbir delile dayanmaksızın, atalarından intikal eden tamamen bâtıl bir inançla putları Allah'a ortak koşmakta, onlardan yardım istemekte ve onları Allah ile mahlûkatı arasında aracı kılmakta­dır. Oysa putlar, başkalarına yardım etmek şöyle dursun kendilerine yapılan bir saldırıyı dahi savacak güce sahip değillerdir. Bu sebeple müslümanların Allah'ın yardımına güvendikleri derecede müşrikler putların yardımına güvenmemektedir­ler. Çünkü kendi tanrılarında var olduğuna inandıktan gücün başkalarının tanrıla­rında da var olduğuna, tanrılar arası mücadelenin devam ettiğine inanmaktadırlar. Bu da onların korkaklaşmasına sebep olmaktadır. Nitekim bu âyetlerde söz konu­su edilen Uhud Savaşı'nda, bir ara müslumanların paniğe kapılıp dağılmalarına rağmen, müşrikler önemli bir sonuç elde edemeden çekilip gitmişlerdir. Hatta gi­derken bir ara geri dönüp müslümanların işini bitirmeyi düşünmüşler, ancak dön­me cesaretini gösterememişler, büsbütün yenilmemiş olmayı yeğlemişlerdir. Şüp­hesiz bu durum Allah'ın onların kalbine soktuğu korkunun neticesinde meydana gelmiştir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Bir aylık yola ka­dar (düşmanlarımın kalbine) korku salma özelliği verilerek bana yardım edildi" [269]

 

152. Yüce Allah müminlere verdiği yardım sözünü yerine getirmiş, savaşın ilk döneminde müminler müşriklere epeyce zayiat verdirerek onlara galip gelmiş­lerdi. Ancak okçulardan bir kısmı nöbet yerini terketme hususunda kumandanla-nyla tartışmışlar; bir grup savaş kazanıldığı için geçidi tutmaya gerek kalmadığı kanaatiyle nöbet yerini terketmek İsterken, diğer grup aksine bîr emir olmadıkça muhtemel tehlikeye karşı geçidi korumanın gereğini savunmuş, sonuçta okçuların büyük çoğunluğu Hz, Peygamber'in emrine muhalefet edip nöbet yerini terkedin-ce galibiyet durumu tersine dönmüştür. Düşmanın süvari birliği geçitteki müslü-man askerlerin büyük çoğunluğunun geçidi terkettiklerini görünce oradan hücuma geçip müslümanlan arkadan vurmuş, bozguna uğramış olan düşman askerleri de toparlanıp saldırıya geçmişler; böylece müslumanlar iki düşman arasında sıkışıp kalmışlar, neticede zafer yenilgiye dönüşmüştür.

Nöbet yerinden ayrılanların davranışı âyette "isyan" olarak ifade edilmiştir. Burada isyanın mânası emre aykın davranmaktır. Çünkü onlar müslümanlann müşrikleri yendiğini görünce artık geçidin korunmasına gerek kalmadığı kanaati­ne varmış ve emre aykın olarak nöbet yerini terketmişlerdi. Burada müslümanla­nn yenilgiye uğramalannın yüce Allah tarafından yapılmış bir imtihan olduğu da bildirilmiştir. Çünkü bu yenilgi, gerçek müminlerle münafıkların birbirinden ayırt edilmesine imkân sağladığı gibi savaşta komutanın emrine itaat etmemenin nelere mal olduğunu göstererek ibret alma imkânı da sağlamıştır. [270]

 

153. Bu âyet müslümanlann savaşın ikinci aşamasındaki perişan durumunu tasvir etmektedir. Düşmanın süvari birliğinin arkadan vurması ve Hz. Peygam­ber'in öldürüldüğü haberinin yayılması neticesinde paniğe kapılıp perişan bir hal­de dağılan İslâm ordusunun bir kısmı tepeye doğru çıkarak kurtulmaya çalışırken bir kısmı da Medine yönünde kaçmıştır. Hz. Peygamber ise eşsiz bir metanet ve cesaret örneği göstererek yanındaki küçücük bir grup ile birlikte düşmana karşı var gücüyle savaşmış ve "Ey Allah'ın kullan bana gelin!" diye dağılanlan etrafında toplanmaya çağırmıştır. [271]Hz. Peygamber'in ve yanındakilerin düşmana karşı böyle kahramanca savaşmalan, bu durumun bü­yük bir felâkete dönüşmesini önlemiş ve müslümanlar tamamen imha edilmekten kurtulmuşlardır.

Bîr önceki âyette de belirtildiği gibi zaferin yenilgiye dönüşmesi bir imtihan­dı. Büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalan müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmışlar, bekledikleri zafer ve ganimeti elde edemedikleri gibi yetmiş beş dolayında şe­hit vermişler ve birçoğu da yaralanmıştı. Müslümanlar bir bozgun hali yaşarken Hz. Peygamber'in şehit olduğu söylentisi, vatanlarının tehlikede oluşu, Kureyş or­dusunun Medine'ye saldırarak yağma ve talan edip halkı kılıçtan geçirme korku­su gibi sıkıntılar müslümanların üzüntülerini daha da arttırmıştı, "kaybettiklerini­zin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için Allah sizi kederden ke­dere uğrattı" ifadesinden anlaşıldığına göre yüce Allah bu sıkıntıları onlara, zafer ve ganimeti kaçırmalarına ve şehit verip yaralanmalarına üzülmemden için ver­miştir. [272]

 

Meali

 

154. Sonra o kederin ardından Allah size bir güven, bir grubunuzu ken­dinden geçiren uyuklama hali verdi; bir grup da kendi canlarının derdine düşmüşler, Allah hakkında haksız yere Câhiliye düşüncelerine kapılarak, "Bu işten bize ne?" diyorlardı. De ki: "İşin tamamı Allah'a aittir." Sana aç­madıklarını içlerinde gizliyorlar: "Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de hakla­rında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu, Allah'ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi içindir. Allah kalplerde olanı bilir." 155. İki ordunun karşılaştığı gün sizden bozguna uğrayanlar var ya sırf yaptıkları bazı şeyler yüzünden şeytan onların ayakla­rım kaydırmıştı. Şüphe yok ki Allah onları atfetmiştir, Allah çok bağışlayıcı­dır, pek halimdir. [273]

 

Tefsiri

 

154. Uhud Savaşandaki bozgunun ardından yüce Allah müslümanları büyük kederlere uğrattıktan sonra, cesaret ve metanetini yitirmeden, eninde sonunda Hz. Peygamber'in zafere kavuşacağına inanan ve onunla birlikte düşmana karşı var gücüyle vuruşan bir guruba hafif bir uyuklama hali vererek dinlenmelerini ve he­yecanlarının yatışmasını sağlamıştı. Almış oldukları yaralardan dolayı acılar içeri­sinde olmalarına rağmen kendilerini güvende hissetmişler, kılıçlan ellerinden dü­şecek derecede uyuklamışlardı. Nitekim olayı bizzat yaşamış olan Ebû Talha, ken­dileri savaş alanında iken bu uyku sebebiyle kılıcının birkaç defa elinden düştüğü­nü ve tekrar aldığını ifade etmiştir. [274] Oysa şiddetli korku içindeki insanı uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişan­lık artar ve insanın manevî gücü çöker. Uhud Savaşı'ndaki ortam böyle bir netice­nin doğması için son derece müsait idi. Çünkü müşrikler savaş alanından ayrılır­ken yine geleceklerini söyleyerek müsliimanları tehdit etmişlerdi; bu sebeple müs-lümanlar düşmanın dönüp tekrar saldırmasından ve kendilerini imha etmesinden veya Medine'ye saldırarak yağmalamasından endişe ediyorlardı. İşte böyle bir or­tamda yüce Allah'ın bir lütfü olarak müslümanlan tatlı bir uyku basıp, korkuyu unutturmuş, gergin olan sinirlerini dinlendirmiş, böylece huzur ve güvene kavuşa­rak yepyeni bir güç kazanmışlar, düşman çekildikten sonra da onları Hamrâülesed'e kadar takip etmişlerdir. Daha önce Bedir olayında da savaştan ön­ce böyle bir güven uykusu gelmişt[275] Uhud'da ise savaş esnasında veya savaştan hemen sonra daha savaş alanında iken müslümanlar böyle bir ilâhî lütfa mazhar oldular.

Savaşa katılanlardan bir grup ise canlarının derdine düşüp kendilerinden baş­ka bir şey düşünmüyorlardı. Bunlar, her ne kadar mümin görünüyorlarsa da ger­çekte inanmamış oldukları İçin dini ve Hz. Peygamber' savunmak gibi bir kaygı­ları bulunmayan münafıklardı. Savaşa sırf ganimet almak veya fitne çıkarmak maksadıyla katılmışlar, ancak büyük bir kısmı daha savaş başlamadan Abdullah b. Übey ile birlikte geri dönüp gitmiş; gidemeyenler ise müminlerin içinde kalmış­lardı. Ancak müminleri huzura kavuşturan uyku bunları sarmamış, dolayısıyla korkulan arttıkça artmıştı. Savaşın seyri müminlerin aleyhine döndüğü için onlar­dan intikam ahrcasma duygularını ortaya koyuyor ve Câhiliye kafasıyla haksız ye­re Allah hakkında kötü şeyler düşünüyor ve Hz. Muhammed'in peygamberliği hakkında tereddüt uyandıracak sözler söylüyorlardı.

Münafıkların "Bu işten bize ne" sorusundan anlaşıldığına göre onlar, düş­manla meydan savaşı yapma hususunda alınan kararın hatalı olduğuna, bu kararda kendilerinin sorumluluğu bulunmadığına, savaşın planlanmasında görüşlerine uyulmadığına, dolayısıyla elde edilen bu sonuçtan sorumlu olmadıklarına, sorum­luluğun meydan savaşını isteyen müminlere ve onların sözünü dinleyen Hz. Pey­gamber'e ait olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Nitekim münafık Muattib b. Ku-şeyr'in, Hz. Peygamber'in yanında açığa vurmayıp münafıkların arasında söyledi­ği "Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada Öldürülmezdik" ifadesinden de bu anlaşılmaktadır. [276]  Oysa Hz. Peygamber, münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy'i istişareye çağırmış, kendisi de onun görü­şü doğrultusunda görüş beyan etmişti. Ancak gençler, düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun gördükleri için karar onların görüşü doğrultusunda alınmıştı. Bu sebeple münafıkların böyle bir bahane ile Hz. Peygamber'e karşı itiraz hakla­rı olmadığı gibi onu istibdat ile de suçlayamazlardı.

Başka bir görüşe göre âyetin ilgili kısmı şöyle yorumlanmıştır: Münafıklar Hz. Peygamber'e, "Bu işten bize bir yarar var mı?" diyerek bu savaşta kendileri için herhangi bir çıkar bulunmadığını vurgulamak istemişler; kendi aralarında da "Bu işten bizim bir çıkarımız olsaydı burada öldürülmezdik" demişlerdir. [277]

Süleyman Ateş'e göre "Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürül­mezdik" diyenler münafıklar değil samimi müminlerden bir gruptur. Ona göre mü­nafıklar savaşa katılmamışlardır, oysa bunlar savaş anında söylenmiş sözlerdir. Savaşın dehşetinden sarsılan bazı müminlerin içlerinde böyle düşünceler belirmiş­tir. Zira bu sözleri söyleyen kimselerin affedildiği bildirilmektedir, Halbuki müna­fık nifak içinde kaldığı sürece affedilmez

Kanaatimizce Ateş'in bu görüşü isabetli değildir. Çünkü bir grup münafık müminlerin içinde kalarak savaşa katılmıştı. Bu sözü onların söylemiş olma ihti­mali daha kuvvetlidir. Bir sonraki âyette af edildikleri bildirilenler ise münafıklar değil şeytanın vesvesesine aldanıp savaş yerinden ayrılan müminlerdir. Ayrıca Al­lah ve Peygamber uğrunda canı dahil her şeyini feda edecek derecede samimi mü­minlerin böyle bir söz söylemeleri mümkün değildir.

Münafıkların bu tutumlarına karşılık yüce Allah, "De ki: İşin tamamı Allah'a aittir" buyurarak emir ve iradenin kendisine mahsus olduğunu, galibiyet veya mağlûbiyetin ezelde takdir ettiği ilâhî kanunlarına uygun olarak meydana geldiği­ni ve geleceğini vurgulamakta; ölenlerin de yine Allah tarafından takdir edilmiş ecelleriyle öldüklerini, eceli gelenlerin evlerinden çıkmasalar bile ölümden kurtu­lamayacak! an m, her insanın ölümü nerede takdir edilmişse gidip orada öleceğini bildirmektedir. Ayrıca âyette bu olayların bir hikmete binaen cereyan ettiği, bunlarla müminlerin denendiği ve kalplerinde olan kötü düşüncelerin temizlendiği İfa­de buyurulmuştur. Şüphe yok ki insanların gerçek şahsiyetleri güç olaylar karşı­sında ortaya çıkar. Nitekim Uhud Savaşı'nda da böyle olmuş, bu imtihan netice­sinde insanların gerçek yüzleri ortaya çıkarılmıştır. Kalplerdeki sırlan dahî bilen yüce Allah'ın insanları imtihan etmesi,onların iç yüzlerini bilmediğinden değildir. Savaşlarda alınan yenilgiler, yaşanan acılar insanların kendilerini sorgulamalarına, hatalarını görmelerine ve durumlarını düzeltmelerine yardımcı olur. Bu sebeple âyette Allah'ın Uhud'da olup bitenlerle müminleri deneyip kalplerindeki yanlış düşünce ve duygulan temizlemeyi murat ettiğine işaret edilmektedir.

Her şeyin yüce Allah'ın takdiriyle cereyan etmiş olması, bizim sebeplere sa­rılmayı ihmal etmemizi gerektirmez. Çünkü kaza ve kaderin nasıl olduğunu, nere­de, ne zaman ve ne şekilde tecelli edeceğini bilemeyiz; biz olayı ancak meydana geldikten sonra bilebiliriz. Biz çalışmakla ve sebeplere sarılmakla görevliyiz. Bü­tün gayretlerimize rağmen istediğimizi elde edemediysek o zaman Allah'ın takdi­rinin bizim isteğimize aykin olduğuna inanır ve ona teslim oluruz. Bu durumda da sorumlu olmayız. [278]

 

155. İki ordunun karşılaştığı gün bozguna uğrayanlardan maksat müslüman-lardan bir gruptur. Bir önceki âyette Uhud'daki yenilginin kader açısından arka planına değinildikten sonra bu âyette de olay zahirî sebepler açısından ele alın­makta ve bu savaştaki yenilgiye, münafıkların iddia ettikleri gibi Hz. Peygam­ber'in hatasının değil, müslüman okçuların verilen talimata uymamalarının ve Re-sûlullah'ın şehit edildiği haberinin yayılması üzerine müslümanlann paniğe kapı­lıp savaş alanını terk etmelerinin yol açtığı hatırlatılmaktadır. Yüce Allah "Sırf yaptıkları bazı şeyler yüzünden şeytan onların ayaklarını kaydırmıştı" buyurarak bu duruma İşaret etmekte ve müslümanlann uğradıkları bozgunu fırsat bilen şey­tanın, onların kafalarına vesvese sokup yanlış davranışa sevkettiğine dikkat çek­mektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları hatadan dolayı pişmanlık duyarak ve tövbe ettikleri için yüce Allah onlan affettiğini bildirmiştir. Şüphesiz yüce Allah çok bağışlayandır, halimdir. Müminlere gazabıyla değil hilmiyle muamele etmek­tedir. Nitekim savaş meydanını terkedenlerden biri olan Hz. Osman'ı bu davranı­şından dolayı daha sonra kınayanlar olmuş; o da "Evet, o bir hata idi, ancak Allah onu affetti" demiştir. [279]

Bir görüşe göre de sırf yaptıkları bazı şeyler yüzünden şeytanın, ayaklarını kaydırdığı kimseler, Hz. Peygamber'in Ayneyn Geçidi'ne yerleştirdiği askerlerdir. [280]  Zira bunlar savaşın başlarında düşman askerlerinin boz­guna uğradığım görünce artık geçidi beklemeye gerek kalmadığını ileri sürerek komutanlarının emrine muhalefet edip ganimet toplamak üzere nöbet mahallini terketmişler, böylece düşmanın arkadan saldırmasına fırsat vermişler, neticede müslümanlann yenilmesine sebep olmuşlardı. Buna göre âyet, okçular nöbet ma­hallini terkettikleri için şeytanın bir kısım müminlere vesvese verip savaş alanın­dan ayrılmalarını sağladığına dikkat çekmektedir. [281]

 

Meali

 

156. Ey iman edenler! Sizler, sefere çıkan veya savaşa giren kardeşleri hakkında, Allah sonunda bunu kalplerinde bir hasret acısı kılsın diye "Onlar yanımızda olsalardı Ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi" diyen inkarcılar gibi ol­mayın. Hayat veren de öldüren de Allah'tır; Allah yaptıklarınızı görmekte­dir. 157. Andolsun ki Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz bilin ki Al­lah'tan gelecek bir bağışlama ve bir rahmet, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. 158. And olsun ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah'ın huzurunda mutlaka toplanacaksınız. 159. Sen onlara sırf Allah'ın lütfettiği merhamet sa­yesinde yumuşak davrandm. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hak­kında onlara danış, karar verince de Allah'a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever. 160. Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kim­se yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O'ndan sonra size kim yardım edebi­lir? Müminler yalnız Allah'a güvensinler. 161. Hiçbir peygamber savaşanla­rın hakkını zimmetine geçirmez. Kim böyle bir haksızlık yaparsa kıyamet gü­nü, zimmetine geçirdiğini yüklenmiş olarak gelir; sonra, herkese kazanmış ol­duğunun karşılığı kendileri haksızlığa uğratılınaksızın tastamam ödenir. 162. Allah'ın rızâsını elde eden Allah'ın gazabına uğrayan gibi olur mu hiç? Bunun varacağı yer cehennemdir; o varılacak ne kötü yerdir! 163. Onlar Al­lah katında derece derecedir. Allah onların yaptıklarını görmektedir. [282]

 

Tefsiri

 

156.  Bazı bahaneler ileri sürerek savaştan geri dönmüş olan münafıklar, savaşa gitmiş olan mümin akraba, eş ve dostlarının savaşta öldüklerini duydukça üzüntülerinden çığlık atıyor ve "Bizim yanımızda olsalardı ne ölürlerdi ne de öl­dürülürlerdi" diyerek halkın acılarını tahrik ediyor ve fitne çıkarmaya çalışıyorlar­dı. Onların bu inançları ve bu sözleri neticede kalplerinde ıstırap ve hasret oluş­masına sebep oluyordu. Çünkü onlar ilâhî takdire inanmıyor, Allah'ın ölüm ve hayat konusundaki kanununa uymuyorlardı. Ölmeyi veya öldürülmeyi zahirî sebeplere bağladıkları için "Âh keşke onları göndermeseydik!" gibi sözler söy­lüyorlar, bu da onların üzüntüsünü arttınyordu. Nitekim âyetin "Allah sonunda bunu kalplerinde bir hasret acısı kılsın diye" mealindeki bölümü bunu İfade et­mektedir. Halbuki olup biteni ilâhî takdire bağlamak insanlara sükûnet kazandırır. Hayatı veren de alan da Allah'tır. Allah dileseydi onlar şehit olmazlardı. Ancak Allah bu savaş ve bu yenilgiyle miislümanlan eğitmek, imtihan etmek ve onları ilerideki daha büyük savaşlara hazırlamak için başlarına bu yenilgiyi getirdi. Nitekim Uhud Savaşı'ndan ders alan sahabe bundan sonra girdiği bütün savaşlar­dan galip çıkmıştır. Fakat münafıkların düzgün bir Allah ve kader inançları bulun­madığı için seferi veya savaşı ölüm sebebi olarak değerlendirmişlerdir. İşte bu sebeple yüce Allah müminleri uyararak kâfirler ve münafıklar gibi yanlış inanç­lara sapmamalarını ve yanlış düşüncelere kapılmamalarını emretmektedir. Çünkü bu tür inanç ve düşünceler savaştan yılgınlığa, sonunda düşman istilâsına uğ­ramaya ve mandaya boyun eğmeye sebep olur. Bir görüşe göre de onların bu tür inanç ve davranışları âhirette hasret acısına sebep olacaktır. [283]

 

157. Allah yolunda savaşırken öldürülen yani şehit edilen veya kendiliğinden Ölen kimseler için Allah'ın lütfedeceği bağışlama ve rahmet şüphe yok ki hayatta kalanların zevklerini tatmin etmek için biriktirecekleri mal, para ve elde edecek­leri makamdan çok daha iyidir. Yüce Allah bunu yemin ederek haber vermektedir. Çünkü böyle bir ölüm, müminin günahlarının silinmesine ve makamının yüksel­mesine vesile olur. [284]

 

158. İnsanlar ister rahat yataklarında ölsünler, isterse Allah yolunda savaşır­ken şehit olsunlar veya başka herhangi bir şekilde ölsünler, toplanacakları yer Al­lah'ın huzurudur. Ondan başka dönecekleri yer yoktur. Herkes dünyada yaptığının karşılığını orada alacaktır. [285]

 

159.  Kaba ve katı kalpli bir kimse -başka bazı erdemlere sahip olsa da-muhataplarında nefret uyandırır; insanlar böyle bir kimseyi dinlemek istemezler veya onun arkadaşlığına katlanamazlar. İslâm gibi evrensel bir mesaj getiren, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan [286]  ve yüce bir ahlâk üzere bulunduğu bildirilen[287]bir Peygamber'in bu kötü vasıflan taşıması düşünülemez. İbn Atıyye'nin kaydettiğine göre semavî kitaplarda Hz. Peygam-ber'in özellikleri anlatılırken bu kötü sıfatları taşımadığı da vurgulanmıştır. [288] Burada görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerîm de aynı vurguyu yapmakta ve Hz. Peygamber'in uygulamalarının bunun kanıtı olduğunu İfade buyurmaktadır. Şüp­hesiz bu âyet Hz. Peygamberin büyüklüğünü, yüksek ahlâkını ve yüreğinin katı olmadığını, aksine şefkat ve merhametle dolu olduğunu gösterir. O, Allah'ın ken­disine lütfettiği bu özellikleri sayesinde arkadaşlarına, özellikle Uhud Savaşı'nda emrine muhalefet ederek İslâm ordusunun yenilmesine sebep olanlara ve müs-lümanlan imha edilme tehlikesiyle karşı karşıya getirmiş bulunanlara merhametle muamele etmiştir. Eğer onlara karşı katı davransaydı ve onları sert bir şekilde cezalandırsaydı, çevresindekiler dağılıp giderlerdi.

İslâm'ın eğitim metotlarından biri de affetmektir. Yerine göre af, cezadan daha etkili olur. Bu sebeple Allah 152, âyette müminlerin Uhud Savaşı'ndaki hata­larını affettiğini ilân etmiş, burada da Hz. Peygamber'e onları affetmesini, Allah tarafından bağışlanmaları için dua etmesini emretmiştir. Hz. Peygamber'in sahab­eye karşı yumuşak ve merhametli davranması sahabe üzerinde büyük bir etki gös­termiştir. Nitekim Uhud Savaşı'ndaki hataları affedilen sahâbîler bir daha böyle bir hata yapmamaya gayret göstermiş ve girdiği bütün savaşlarda Hz. Peygam­ber'in ve kumandanlarının emirlerine titizlikle uyarak zaferler kazanmışlardır. Hz. Peygamber'in müslümanlara karşı bu şekilde merhametli davranması neticesinde birçok kimsenin müslüman olduğu da rivayet edilmiştir. [289] Yüce Allah ayrıca Hz. Peygamber'den bir konuda karar vermeden Önce onu arkadaşlanna danışmasını, onlarla tartışmasını ve istişare sonunda kararını verince artık Allah'a güvenerek uygulamaya geçmesini emretmektedir.

Âyette "danış" anlamında zikredilen "şâvir" kelimesi, müşavere masdann-dan türemiş emir kipidir. Sözlükte müşavere "an kovanından bal almak, danışıp görüş almak, İşaret almak" gibi mânalara gelir; aynı kökten olan şûra ile eş anlam­lıdır. Terim olarak müşavere "herhangi bir iş hakkında konunun uzmanlarının veya o konuda görüş bildirebilecek kimselerin görüşlerine başvurmak, onlarla görüş alış-verişinde bulunmak" demektir. Şûra ise "yöneticilerin ve özellikle dev­let başkanının kamu görevini yürütürken istişarede bulunmasını ve İstişare sonucu oluşan eğilimi göz önünde bulundurmasını" ifade eden bir terimdir. İsim olarak şûra "toplanıp görüş alış-verişinde bulunan cemaat" anlamına gelir

Burada "iş hakkında onlara danış" şeklindeki ilâhî buyrukla Hz. Peygam-ber'in şahsında bütün ümmete ve Özellikle yöneticilere danışarak iş yapmaları em­redilmiştir. Başka bir âyette de "İşleri aralarındaki danışma ile yürür"[290] buyurularak istişare ile hareket etmek müslümanların üstün meziyetleri arasında sayılmış, böylece müslüman toplumlarda yönetimin şûra ve meşveret esasına dayanması gerektiği belirtilmiştir.

Yüce Allah Hz. Peygamber'i İslâm'ı yaşamak üzere örnek bir insan olarak gönderdiği gibi arkadaşlarının da sonraki nesilleri yetiştirebilecek seviyede örnek bir toplum haline gelmelerini istemiş, bu sebeple Hz. Peygamber'e onları en güzel bir şekilde yetiştirmesini emretmiştir. Bu cümleden olarak onların şahsiyetlerine değer vermesini, yönetimde onlarla istişare etmesini, onlara görev verip sorum­luluk duygularının gelişmesi için çaba göstermesini, hatalarını bağışlamasını, günahlarının affı için dua etmesini emretmiştir. Böylece müslümanlann hem Hz. Peygamber'e hem de birbirlerine karşı sevgi ve saygıları daha da artarak birlik ve beraberlikleri sağlanmış, münafıkların istismar edebilecekleri kapılar kapatılmış­tır,

Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn şahsî hayatlarında olduğu gibi, toplum ve devlet yönetimiyle ilgili meselelerde de şûraya büyük önem vermişler, daima etraflarındaki müslümanlann görüşlerini alarak hareket etmişlerdir. Hz. Peygam­ber vahiy dışındaki meselelerde özellikle savaş konularında sahabe ile istişare eder, tartışır, sonra karar verirdi. Kararında kendi görüşüne aykırı da olsa çoğun­luğun görüşünü ve doğru olanı kabul ederdi. Bunun pek çok örneği vardır. Bedir Savaşı'nda ordu için seçilecek karargâh konusunda arkadaşlarıyla yaptığı is­tişarede sahabeden birinin teklifini kabul etmiş ve karargâhı onun işaret ettiği yere kurmuştur. Bedir esirleri hakkında verdiği karan da arkadaşlarıyla yaptığı istişare sonunda vermiştir. Uhud Savaşı'nda da sahabe ile yaptığı İstişare neticesinde ken­di görüşüne aykırı olan çoğunluğun görüşünü kabul ederek düşmanla Medine dışında meydan savaşı yapmaya karar vermiştir, Hendek Savaşı'nda düşman or-dusundaki bazı kabileleri savaştan vazgeçirmek için Medine hurmalıklarının yıllık gelirinden bir miktarını onlara vermeyi düşünmüş, konuyu Medineli sahâbîlere danıştığında onlar, "Bu çözüm vahiyle bildirilmişse tabii ki itiraz etmeyiz, Fakat vahiy değilse müşriklik dönemimizde bile haraç vermediğimiz insanlara şimdi Al­lah bizi İslâm'la şereflendirdikten sonra haraç vermek istemeyiz" diyerek itiraz edince Hz. Peygamber kendi görüşünden vazgeçmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. [291]

Sahabe de istişareye ve halkın fikrine büyük önem vermiştir. Onların bu tutumları sayesinde dönemlerinde müslümanlann şahsen veya grup halinde karşı görüşlerini belirtebildikleri veya İtiraz edebildikleri, bunun da yönetime olumlu katkılar sağladığı görülmektedir. Hatta Hz. Ömer'in, savaşta esir edilen ve İs­lâmiyet'i kabul eden Hürmüzân ile dahi istişare ettiği rivayet edilmiştir. [292]Ancak Emevîler'in yönetimi ele geçirmeleriyle birlikte müslüman top­lumlarda giderek totaliter bir yönetim tarzının hâkim olması, şûra ve istişarenin çok sınırlı bir çerçevede kalmasını sonuçlandırmıştır

Başta yukarıda anılan âyetler olmak üzere Kur'an'ın konuya ilişkin açık­lamaları, Resûlullah ve sahabenin uygulamaları ışığında şûranın İslâm'm öngör­düğü sosyal düzenin ana ilkelerinden olduğu sonucuna ulaşılmakla beraber, bunun kapsamı, şekli ve bağlayıcılığı konularında İslâm bilginlerince farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Dinî literatürde ve özellikle kamu hukuku alanında yazılan eserlerde şûranın önemli bir anayasal kurum olarak ele alınması, müslüman toplumlarda mevcut fiilî duruma getirilen bir eleştiri veya hukukun üstünlüğünün sağlanması, iktidarın yet­kilerinin sınırlandırılması, yönetimin temel ilke ve kurallarından ayrılmaması yönünde gösterilen gayretler olarak görülebilir. Bu çerçevede, -müşavere emrinin bağlayıcı olup olmadığı konusunda fıkıh âlimleri farklı görüşler de bulunsa da-devlet başkanının etrafında ehlü'1-hal ve'l-akd veya ehlü'ş-şûrâ adıyla anılan adalet, bilgi, aklı selim ve basiret sahibi kimselerin bulunması, devlet başkanının ve diğer yöneticilerin bunlarla istişare etmesi ilke olarak benimsenip gerekli görül­müş, ancak bu konuda ayrıntıya gidilmeyerek müslüman toplumların ve yönetim­lerin kendi dönem ve şartlarına uygun bir prosedür geliştirmesine imkân tanınmış­tır.

Şûrada üyelerin görevi, kendi arzu ve isteklerini ifade etmek değil naklî ve aklî deliller ışığında doğru çözümü ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bu çabada insan iradesi ve beşerî tercih unsuru ortadan kaldırılmış olmamakla beraber, ilmin irad­eye tâbi olmasıyla, iradenin itme tâbi olması arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bir başka anlatımla şayet şûra ilmi ve delilleri öne çıkaran bir anlayış içinde cereyan etmezse, artık müşavereden değil çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesinden söz edilebilir.

Şûranın mahiyeti, şûra heyetinin oluşum şekli, şûrada ulaşılan kanaatin bağ­layıcılığı, şûra heyetinin görüşü ile başkanının görüşü arasında farklılık bulun­duğunda izlenecek metot gibi konularda literatürde değişik açıklamalar bulunmak­tadır. Bunlar İslâm bilginlerinin naslar ve sahabe tatbikatı ışığında kendi kültür, bilgi ve deneyimlerinin ürünü olarak ortaya koydukları içtihadı sonuçlardır. Bu konuda geliştirilen doktriner görüş ve Öneriler temelde, müslüman toplumlarda yönetimin Kur'an ve Sünnet'te vazedilen genel hukuk ilkelerine bağlı, kamuoyu desteğine sahip adaletli ve hakkaniyetli bir yönetim olmasını amaçlayan samimi ve etkili çabalar olarak değerlendirilmelidir. [293]

Sözlükte "dayanmak, güvenmek, İtimat etmek ve işi başkasına havale et­mek" anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak "bir taraftan meşru hedefe ulaşabilmek için gerekli bütün çabayı gösterirken diğer taraftan da Allah'a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O'na bırakmak" demektir. Tevekkül eden kişiye mütevekkil denir. Kur!ân-ı Kerîm'de kırk âyette tevekkül ve aynı kökten fiil ve isimler geçmektedir. Bu âyetlerde Allah'a sığınmak, O'na güvenip dayanmak ve bağlanmak gerektiği, bunun İslâm akidesinin bir gereği ve Allah'a samimi iman ve teslimiyetin zorunlu sonucu olduğu vurgulanmaktadır. [294] Ancak bu iman ve teslimiyet, olaylar karşısında kişinin kendisini ve alması gereken tedbiri ihmal etmesi an­lamına gelmez. Nitekim Râzî bu konuda şöyle der: "Tevekkül, bazı cahillerin zan­nettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsaydı müşavere emri ile tevekkül emri birbiri ile çelişirdi (biri diğerine engel olurdu). Tevekkül, 'insanın zahirî (görünür) sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara bağlamayıp yüce Allah'ın korumasına dayanması' demektir" Tevekkül uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti değil, bütün güçlüklere rağmen başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Allah'a samimi güven ve bu güvenin verdiği tükenmez ümidin iman halini alışıdır. Bu konuda Elmalılı da şöyle der: Fakat şunu unutmamak lâzım gelir ki tevekkül, görevin yerine getirilmesini Allah'a havale etmek anlamına gelmez. Asıl tevekkül gereğini yaptıktan sonra işi Allah'a bırakmaktır. Birçokları bu hususta gaflete düşerek tevekkülü, "vazifeyi terketmek" sanırlar, yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah'a havale edip emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış namaz, oruç, zekât, cİhad gibi görevleri yüce Allah ona emredip yaptırmayacakmış da kulun emir ve havalesiyle onun yerine bizzat kendisi yapıverecekmiş gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar ve İsrâiloğulları'nın Hz. Musa'ya, "Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!"dedikleri gibi demek isterler. Bu İse Allah'a tevekkül ve itimat değil, O'nun emrine itimatsızlıknr, küfürdür

Görüldüğü gibi tevekkül yoksulluk, uyuşuktuk ve durgunluğun mazereti değil bir irade ve iman gücüdür. Nitekim şu mealdeki âyetler bunu açık biçimde belirtmektedir: "Buna rağmen yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O'ndan baş­ka tanrı yoktur, ben yalnız O'na güvenip dayanırım; O, büyük arşın sahibidir"[295] "Birtakım insanlar onlara, 'İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun' dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!' diye cevap verdiler"[296]

Bu konudaki âyetler, Hz. Peygamber'in söz ve uygulamalarıyla İslâm'ın bu İki temel kaynağını en iyi anlayıp uygulayan sahâbîlerin hayatları bir bütün olarak değerlendirilecek olursa, tevekkülün "hareket ve faaliyeti bırakmak, tedbiri ihmal etmek" şeklinde yorumlanmasının İslâm diniyle ilgisi bulunmadığı kolayca an­laşılır. Nitekim bir âyette "İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder"[297] buyurulmuştur. Hz. Peygamber de kuşların bile sabahın erken saatlerinde yuvalarından ayrılarak akşamın karanlığına kadar Allah'ın kendileri için yarattığı rızıklarını aradıklarını hatırlatarak[298] Allah'a gerçek anlamda tevek­kül etmenin "esbaba tevessuT'ü (sebeplere sarılmayı) gerektirdiğini anlatmak is­temiştir. Devesini bağladıktan sonra mı yoksa onu salarak mı tevekkül ettiğini soran bedeviye hitaben de "Önce deveni bağla, sonra Allah'a tevekkül et"[299]  buyurarak İslâm'ın tevekkül anlayışını somut örneklerle açıklamıştır. Tevekkülü itici bir güç olarak değerlendiren ashâb-ı kiram ise bu an­layış sayesinde daha İslâm'ın ilk yüzyılı bitmeden İslâm dinini bir dünya ve mil­letler dini haline getirmeyi ve kıtaları fethetmeyi başarabilmişlerdir.

Tevekkül halinin önemli bir faydası da gerekeni yaptıktan sonra kişinin kararlı, güvenli, huzurlu olmasını sağlamasıdır; çünkü tevekkülün kavram çer­çevesi içinde Allah'ın âdet ve kanunlarına güvenmek de vardır. [300]  

 

160.150. âyette buyurulduğu üzere müminlerin yardımcısı yüce Allah'tır ve O, en iyi yardımcıdır. O, dostlarını ve sevdiği kullarım korur, gözetir ve onlara yardım eder. Nitekim Bedir Savaşı'nda melekleriyle müminlere yardım etmiş ve onlan düşmanlarına galip getirmişti. Uhııd Savaşı'nda da müminler tamamen im­ha edilmekten Allah'ın yardımıyla kurtulmuşlardır. Allah'ın dostluğunu ve yar­dımını kazanmış olan kimse başkalarının yardımına muhtaç olmaz. O'nun yar­dımının tecelli ettiği yerde mağlûbiyet yoktur; yardımsız bıraktıkları ise iflah ol­mazlar. Bu sebeple müminler sadece O'na dayanmalı, O'na tevekkül etmeli ve O'ndan yardım istemelidirler. Allah'ın bir kimseye veya bir millete yardım etmesi veya onları yardımsız bırakması şüphesiz ki sebeplere ve hikmetlere dayanmak­tadır. Bu sebeple müminler Allah'ın yardımına erişebilmek için O'nun rızâsına uy­gun hareket etmeli ve gazabına sebep olacak davranışlardan da sakınmalıdır. An­cak böyle yaptıkları takdirde yüce Allah'ın yardımına lâyık olurlar. Nitekim "Ey İman edenler! Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağ­lam bastırır"[301] mealindeki âyette buna işaret buyurulmuştur. Burada Allah'a yardımdan maksat O'nun emir ve yasaklarına, evrende yarattığı ilâhî kanunlara uygun davranarak sebeplere sarılmaktır. Aksi takdirde Uhud Savaşı'nda olduğu gibi başarısızlık kaçınılmaz olur. [302]

 

161. Uhud Savaşı'nda Hz. Peygamber'in stratejik bir noktaya yerleştirdiği okçuların bir kısmı, başlangıçta İslâm ordusunun müşrik saldırılarım püskürt­tüğünü görünce zaferin kazanıldığını ve herkesin aldığı ganimetin kendisinin olacağını zannederek nöbet yerini terkettiler. Onların bu şekilde görev yerlerini bırakmaları savaşın müslümanlann aleyhine dönmesine sebep oldu. Hz. Peygam­ber "Bizim ganimetleri taksim etmeyip gizleyeceğimizi mi sandınız?" buyurarak bu konuda onların zihninde uyanan bu şüphelere îmada bulunarak böyle bir dav­ranışın kendisine asla yakışmayacağına İşaret buyurmuştu. Bu âyetin de bu tür kuşkulara cevap olmak üzere indiği rivayet edilmiştir. Başka bir rivayete göre ise âyet Bedir Savaşı'nda elde edilen ganimetlerin taksimi sırasında, kayıp bir eşya için, münafıkların "Herhalde Muhammed almıştır" demeleri üzerine inmiştir. [303]

"Ganimet mallarından bir şeyi gizlice alıp zimmetine geçirmek" anlamına gelen gulûl kelimesi genel olarak kamu malında yolsuzluk ve suistİmali ifade et­mektedir. Âyet peygamberlik göreviyle kamu malına hıyanetin bağdaşmasının mümkün olmadığını, böyle bir yolsuzluğun hiçbir peygambere yakışmayacağını, dolayısıyla Hz. Peygamber'in de bundan münezzeh olduğunu vurgulamaktadır. O, insanların en doğrusu, ahlaken en üstün olanı ve Allah'tan en çok korkanıdır. Böyle bir kimsenin ganimet malını zimmetine geçirmek gibi bir haramı işlemesi veya kamu malında yolsuzluk yapması düşünülemez. Zaten tarih ve siyer kaynaklan da onun dünya malına değer vermediğine şahitlik etmektedir.

Hz. Peygamber başka yönlerden insanlara örnek olduğu gibi[304] yönetici olarak da en mükemmel örnektir. O, başta dürüstlük olmak üzere yöneticilerde bulunması gereken özellikleri taşımaktaydı. Devlet ve milletin emanetlerinin korunması hususunda son derece titizlik göstermiş, yöneticilerin zaruri ihtiyaçları dışında devlet malından bir şey almamalarını ve onu titizlikle korumalarını istemiştir. [305] Nitekim bazı hadislerde devlet işlerinin aksamaması ve başarılı bir şekilde yürütülmesi için görevlinin zaruri ihtiyaçlarının devlet bütçesinden karşılanması gerektiği ifade edildikten sonra zaruri ihtiyaç ol­madığı halde devlet bütçesinden haksız bir şekilde faydalanmak hıyanet sayılmış, hatta yöneticilerin hediye kabul etmeleri dahi yolsuzluk olarak nitelendirilmiştir  [306]Hz. Peygamber birçok hadisinde kamu malından bir şeyi zim­metine geçiren kimsenin kıyamet gününde o malı sırtlanmış olarak Allah'ın huzu­runa geleceğini, bütün mahşer halkının bu manzarayı göreceğini, daha hesaba çekilmeden ve cezası verilmeden önce halkın huzurunda rezil olacağını haber ver­miş, bu konuda devlet görevlilerini sürekli olarak uyarmıştır. [307] "Sonra, herkese kazanmış olduğunun karşılığı kendileri haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir" mealindeki cümle de, kamu malını zimmetine geçirmenin cezasız karmayacağını ifade etmektedir.

Gulûlün dünyevî hükümleriyle ilgili ayrıntılarda fıkıh âlimleri arasında bazı görüş ayrılıkları bulunmakla beraber, gulûl yapan kimsenin mümkünse aldığı bütün mallan ganimet dağıtılmadan önce iade etmesi gerektiği noktasında birleş­mişlerdir. Ceza konusunda hâkim kanaat ise -hırsızlık suçunun unsurlan gerçek­leşmiş olsa da- bazı ceza ilkeleri dolayısıyla, bu suç için öngörülen had cezası değil tâzir cezası verilmesi gerektiği yönündedir.[308]

 

162-63. "Allah'ın nzâsmı elde eden Allah'ın gazabına uğrayan gibi olur mu hiç" sorusu bir önceki âyette geçen, "Sonra, herkese kazanmış olduğunun karşılığı kendileri haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir" mealindeki cümlenin açık­laması mahiyetindedir. Yani "Allah'ın emir ve yasaklarına uyan, doğruluğu ve dürüstlüğü sayesinde Allah'ın rızâsını kazanmış olanla emir ve yasak dinlemeyen, devlet ve millet malını zimmetine geçirdiği için Allah'ın gazabına uğrayan kimse hiç eşit olur mu?" denilmektedir. Elbette Allah'ın nzâsmı kazanan cennette her türlü güzel nimetlere kavuşurken, diğeri cehenneme gönderilecektir. 162. âyetin son cümlesi buranın ne kadar kötü bir yer olduğunu vurgulamaktadır. 163. âyet de bu iki grubun Allah katındaki derecelerinin farklı olduğunu, âhirette farklı muamele göreceklerini İfade buyurmaktadır. Bu farkın dünya hayatında beşerî ilişkilere, istihdamda ehliyet ve önceliğe yansıması da tabiidir. Bununla birlikte âyette söz konusu edilen derece farklılığının Allah'ın rızâsını kazananlarla ilgili olma İhtimali de vardır. Bu takdirde Allah'ın rızâsını kazananların da eşit olmadık­larına, onların da Allah katındaki derecelerinin amellerine göre değişeceğine işaret edilmiş demektir. [309]

 

Meali

 

164. And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, on­ları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar, apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı. 165. Düşmanınıza iki mislini ver­dirdiğiniz kayıp kendi başınıza gelince "Bu nereden başımıza geldi?" mi diyorsunuz? De ki: "O, kendinizdendir." Doğrusu Allah her şeye kadirdir.166. İki ordunun karşılaştığı günde başınıza gelenler, Allah'ın emriyle re müminleri ayırt etmesi içindi. 167. Bir de münafıkları ortaya çıkarması İçin... Onlara, "Gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada bulu­nun" denildi. Onlar, "Savaş olacağını bilsek elbette size katılırız" dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Gizlediklerini Allah onlardan daha iyi bilir. 168. Onlar, oturup kardeşleri hakkında, "Bizi dinlcsclerdi öldürülmezlerdi" diyenlerdir. De ki: "Eğer sözünüzde doğru iseniz, ölümü başınızdan savın!" 169-170. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanın­da nzıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz ken­dilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulun­madığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. 171. Onlar Allah'tan gelen bir nimet, bir lütuf sebebiyle ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğinden dolayı sevinç içerisindedirler. [310]

 

Tefsiri

 

164. Yüce Allah'ın insanlık tarihi boyunca onların içinden peygamber seçip göndermesi, insanlara lütfetmiş olduğu en büyük nimetlerinden biridir. Çünkü peygamberler insanlığa daima yol gösterici olmuşlar, onların maddî ve daha ziyade mânevi alanlarda kalkınmalarım ve ilerlemelerini sağlamışlardır. Her pey­gamber insanlığa yeni ufuklar açmış, yenilikler getirmiş ve kendisine inananların İnsanca yasamaları için onlara doğru yolu göstermiştir. Bunların sonuncusu, bütün insanlık için bir müjdeci, bir uyarıcı ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz. Muhammed'dir. [311] Onu pey­gamber (resul) olarak göndermesi, yüce Allah'ın tarihî olarak ilk miislumanlara, evrensel olarak da bütün insanlara verdiği nimetlerin en büyüğüdür. [312]

İslâm'dan önce Araplar "Câhiliye dönemi" denilen karanlık bir dönem yaşadılar. Bu dönemde insanlar maddî bakımdan geri kaldıktan gibi bilgi ve ah­lâk bakımından da geri idiler; Câhiliye geleneklerine uyarak Allah'a ortak koşuyor, putlara tapıyorlar, birbirlerini öldürüyorlardı. Ümmî idiler[313] yani okuma yazma bilmiyorlardı. Âyetin "Halbuki daha Önce onlar, apaçık bir sap­kınlık İçinde bulunuyorlardı" mealindeki son bölümü onların İslâm'dan önceki durumlarını tasvir etmektedir, Onlan bu gerilikten kurtaran hiç şüphesiz Hz. Pey­gamber olmuştur. Zira o, insanlara bir yandan kitabı yani Kur'an'ı, diğer yandan da "hikmet"i yani dinî konularla ilgili en doğru bilgileri ve genellikle sünnet diye ifade edilen en güzel davranış biçimlerini Öğretti[314]  Allah'ın gerek kendisine vahyettiği gerekse evrende yerleştirdiği âyetlerini okuyup açıklayarak insanları bilmedikleri konularda aydınlattı ve aydınlanmanın yollarım açtı. Böylece miislümanlan, bilgi ve erdemlerle donatarak onların basandan başarıya koşmalarını sağladı; müslümanlar Peygaber'in açtığı bu aydın­lık yolda ilerleyerek sonraki yüzyıllarda dinî ve dünyevî ilimlerde ve bunların uy­gulamaya geçirilmesinde İnsanlığa örnek ve önder olacak bir konuma yükseldiler. Kısaca Hz. Peygamber, getirdiği kitap ve hikmet sayesinde geri kalmış bir top­lumu eğiterek kısa bir sürede lider ve örnek durumuna getirdi. Müslümanların bugünkü geri kalmışlıktan hiç şüphesiz kitap ve hikmeti ihmalleri yüzündendir. [315]

 

165. Müslümanlar Uhud'da Hz. Peygamber1 in önderliğinde ve Allah yolun­da savaştıkları için galibiyete kesin gözüyle bakıyorlardı. Hz. Peygamber de on­lara, sabrettikleri ve yanlış davranışlardan sakındıkları takdirde, Allah'ın yardım vaadini bildirmişti. Fakat durum beklediklerinin tersine oldu. İslâm'ı ve müs-lümanlan yok etmek için Mekke'den gelmiş olan müşrikler karşısında içlerine sin­diremeyecekleri ağır bir yenilgiye uğradılar ve "Bu nereden başımıza geldi?" diy­erek yenilginin sebebini sormaya başladılar. Âyetin "De ki: O, kendinizdendir" mealindeki bölümü bu soruya cevap vermektedir. Bununla âdeta şöyle denmiş oluyordu: Yenilginin sebebi sizsiniz. Bu felâket Allah'ın sabır ve takva tav­siyelerine aykırı hareket etmenizden, okçularınızın Hz. Peygamber'in ve kuman­danlarının emirlerini dinlemeyip nöbet yerini terkederek ganimet toplamaya koş­malarından dolayı başınıza gelmiştir. İşte felâketin asıl sebebi budur. Yoksa bazılarının zannettiği gibi Allah vaadinden dönmüş değildir, O vaadini yerine getirmiş ve düşmana karşı size yardım etmiştir. Nitekim savaşın başmda düşmanı bozguna uğratmıştınız. Ama sabırsızlık gösterdiniz ve başınıza felâketin gel­mesine sebep oldunuz. Bununla birlikte Allah zafere ulaştırmaya da yenilgiye uğ­ratmaya da kadirdir. Dileseydi bu şartlarda bile size zafer nasip ederdi. Ancak bu onun tabii kanunlarına aykırı olurdu. Ayrıca müminlerin de bir daha böyle bir hataya düşmemeleri için ders almaları gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu.

Âyette aynı zamanda, bu savaşla öncekinin sonuçlan hatırlatılarak müminler olaylara tek açıdan bakmayıp karşılaştırmalı düşünmeye ve sağlıklı bir muhakeme yapmaya çağrılmaktadır. Şöyle ki: Müslümanlar Bedir Savaşı'nda sayıca müşrik­lerden çok az olduklan halde onlara büyük kayıplar verdİrmişlerdi; Uhud Savaşı'nda da kendilerinden kat kat fazla bir orduyla karşılaşmışlar, ama bu güç dengesi içinde düşünüldüğünde onlannkinden çok daha az sayılabilecek kayıp verince "Bu nereden başımıza geldi?" demeye başlamışlardı. Âyetin  İki mislini verdirdiğiniz kayıp" anlamına gelen ifadesi genellikle şöyle açıklanmış­tır: Müslümanlar Uhud Savaşı'nda yetmiş şehit vermişlerdi. [316]  Bedir Savaşı'nda ise müşriklerden yetmiş kişiyi öldürmüşler, bir o kadar da esir almışlardı Buhârî, "Megâzî", 10); yani Uhud'da kendilerinin verdikleri zayi­atın iki katını Bedir'de düşman] arına verdirmişlerdi. [317]

 

166-167. İki ordunun karşılaştığı gün müminlerin başına gelenler kendi kusurlu davranışları sebebiyle olmakla birlikte yine de Allah'ın izniyle gerçekleş­miştir. Müfessirler Allah'ın iki türlü iradesinin olduğunu kaydederler: Biri, Al­lah'ın cebbar isminin eseri olan ve hiçbir sebep ve şarta bağlı olmayan cebrî irade­sidir. Bu iradenin ortaya çıkardığı bütün olaylar, zorunlu olup sorumluluk gerek­tirmez. Çünkü kul bunun önüne geçemez. Allah'ın diğer iradesi ise sebep ve şart­lara bağlı olarak kulun iradesiyle birlikte cereyan eder. Allah'ın bu İradesi, -ken­disi razı olmasa bile- kulun, dilediğini yapması için ona izin ve güç vermesi an­lamına gelir. Bu işlerde sorumluluk kula aittir. Çünkü kul bir işi yapmak isteyince Allah ona izin ve güç verir. Burada niyet ve istek Allah'ın verdiği irade ve kud­retin kullanılması kuldan olduğu için sorumluluk kula aittir. Allah müşriklere İzin vermeseydi elbette müminlere galip gelemezlerdi. Ama Allah sebep sonuç iliş­kisine bağladığı kanunları gereği -rızâsı olmasa bile- müşriklere bu izni vermiştir. Çünkü O'nun kanununa göre savaşta tedbirli olanlar, sabır ve sebatla gayret gös­terenler ve Allah'ın bu husustaki yasalarına uyanlar başarılı olurlar. Bununla bir­likte müminlerin yenilmesinde başka hikmetler de bulunabilir. Yüce Allah'ın, savaşta sabır ve sebat gösteren müminlerle İkiyüzlü davranan münafıktan birbirin­den ayırt etmesi ve insanların bunları tanımasını sağlaması bu hikmetlerdendir.

Abdullah b. Übey b. Selûl'ün başını çektiği 300 kişilik bir grup münafık savaş alanına varmadan yoldan geri dönerken müslümanlar onları ikna edip ken­dileriyle birlikte kalarak Allah yolunda cihad etmelerini ve müşterek vatanlarını düşmana karşı savunmalarını istemişler; münafıklar ise "Bugün bir savaş olacağını sanmıyoruz. Bu sebeple geri dönüyoruz. Eğer savaş olacağını tahmin etsek elbet­te sizinle birlikte geliriz" diyerek savaşa katılmamalarına bahane göstermişlerdir. Oysa savaş olacağını çok iyi biliyorlardı. Çünkü müşriklerin Bedir Savaşı'nm in­tikamını almak için her türlü savaş hazırlığını yapıp Medine'ye kadar geldiklerini görüyorlardı. Öte yandan meydan savaşı isteyen müslümanlar bu isteklerinden vazgeçtiklerini bildirdiklerinde Hz. Peygamber'in, "Bir peygamber zırhını giydik­ten sonra artık savaşmadan onu çıkarmaz!" [318] buyurduğunu da biliyorlardı. Ancak 167. âyette de buyurulduğu gibi onlar samimi olarak iman etmedikleri için böyle davranıyorlardı. Oysa Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da herkesten iyi bilmektedir.

167. âyetteki "Savaş olacağını bilsek elbette size katılırız" şeklinde tercüme edilmiş olan ve buna göre yorumlanan bölümü bazı müfessirler, "Eğer savaş­masını bilseydik elbette sîze katılırdık (ama biz savaşmasını bilmeyiz)" şeklinde de yorumlamışlardır. [319]

 

168.   İslâm ordusundan ayrılan münafıklar, ordudan ayrıl mayıp savaşa katılan ve şehit olan akrabaları hakkında, "Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdİ" diy­erek ordudan ayrılmadaki asıl maksatlarının ne olduğunu ortaya koymuşlardır. Oysa daha önce, "Bugün bir savaş olacağını bilsek size katılırız, (savaş olacağını sanmıyoruz)" diyorlardı. Esasen onlar bu sözleriyle müslüman askerleri savaştan kaçmaya teşvik ettiklerini, teşvikleri etkili olmadığı İçin gücendiklerini, bundan dolayı da savaşta şehit olanları küçümsediklerini, onların öldürülmelerine sevin­diklerini ve bütün bunlardan öte Allah'ın takdir ettiği eceli inkâr ettiklerini itiraf etmişlerdir. [320] Yüce Allah onlara cevaben buyuruyor ki: "Eğer sözünüzde doğru iseniz, ölümü başınızdan savın!" Şüphe yok ki ölümü savmak hiçbir kimse için mümkün değildir, zira "Herkes ölümü tadacaktır[321] Önceki âyetlerin tefsirinde de açıklandığı gibi insanların hayat süresi (eceli) yüce Allah tarafından belirlenmiştir. Bu süre kesinlikle değiş­mez. Öyle ise vatana saldırmış olan düşmana karşı savaşarak şerefle ölmek, savaş­tan kaçarak alçakça ölmekten daha iyi değil midir? Zillet içinde yaşamaktansa şerefle şehit olmak daha üstün değil midir? [322]

 

169-171. Allah yolunda şehit olanların "ölü" olduklarını düşünmek doğru değildir. Çünkü ölü, hayatı sona eren, duyulan yok olan, bu nedenle hiçbir şeyi al­gılayamayan kimse demektir; oysa Allah yolunda öldürülenler böyle değillerdir; onlar görünürde Ölmüş olsalar bile Allah'ın kendilerine bahşettiği özel bir hayatla diridirler. Onların hissetme, lezzet ve zevk alma kabiliyetleri vardır; Allah katın­da onlara bol nimetler, geniş rızıklar sunulmakta ve mutlu bîr hayat yaşamaktadır­lar; fakat dünyadaki insanlar bunu farkedemezler. Çünkü şehitlerin hayatları mahiyet ve boyut bakımından dünyadakilerden farklıdır (İbn Âşûr, IV, 366).

Genellikle müfessirler bu tür âyetleri ruhun ölümsüzlüğü inancıyla açık­lamışlardır. Onlara göre ölüm olayı, ruhun bedenden ayrılmasından ibarettir. Ölen ruh değil bedendir. Ölümden sonra iyilerin ruhları âhiretteki güzel makamlarını görerek onunla mutlu olurlar; kötülerin ruhları da cehennemdeki yerlerini görerek bundan elem duyarlar. Şehitler ise sadece yüksek makamlarım görmekle kalmaz, Allah nezdinde dünyalılara verilenden daha güzel ve daha büyük nimetlere maz-har olurlar. [323]

170.  âyete göre şehitler Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetler sebebiyle sevinip mutlu oldukları gibi, şehit olarak kendilerine katılmamış olan mücahitlerin İslâm uğrundaki cihadlarımn Allah katında zayi olmadığı, onlar İçin herhangi bir korku ve tasanın bulunmadığı müjdesini alarak buna da sevinirler. "Henüz ken­dilerine katılmamış olanlar" İfadesini, "Sadece mücahidler değil bütün müminler­dir" diye yorumlayanlar da vardır. Buna göre şehitler, arkalarından kendilerine katılmamış, yani şehit olmamış bütün müminler için herhangi bir korku ve tasa ol­madığına dair aldıkları müjde ile sevinirler ve mutlu olurlar. İbn Aşûr bu âyete dayanarak Allah yolunda öldürülen şehitlerin ruhlarının dünyadaki sevdiklerinin sevinç veren hallerinden haberdar olduklarını söylemektedir. Bu haberdar olma bazan sadece sevindirici durumlara mahsus olur, şehit bununla mutlu olur; bazan da genel olarak bütün durumlardan haberdar olur, zira bilgi sahibi olmakla ruhlar mutluluğa erişir. [324] Elmalılı'nın yorumuna göre ise yüce Allah şehitlere dünyadakilerin üzücü hallerini ya bildirmeyecek veya bildirdiği takdirde onlara lütuf ve kereminden vereceği güzel nimetler sayesinde onları bu üzüntüden koruyacaktır. [325]

171. âyet hem bir önceki âyeti pekiştirmekte hem de şehitlerin sadece arkada bıraktıkları müminler İçin korku ve tasa olmadığını öğrenmeleri sebebiyle değil aynı zamanda Allah'ın kendilerine vereceği nimeti ve müminlerin ecrini zayi et­meyeceği vaadi dolayısıyla da sevineceklerini ifade eder. [326]

 

Meali

 

172. Bunca yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamberdin çağrısına koşanlar var ya işte onlardan bu güzel davranışta bulunan ve karşı gelmekten sakınanlar için de büyük mükâfat vardır. 173. Birtakım insanlar onlara, "İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun" dediler de bu, on­ların imanlarını arttırdı ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" diye cevap verdiler. 174. Bunun üzerine Allah'ın lütuf ve kerenıiyle kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan geri döndüler Allah'ın rızâsına da uymuş oldular. Allah büyük lütuf sahibidir. 175. İşte o şeytan sizi ancak kendi dostlarından kor­kutur, mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. [327]

 

Tefsiri

 

172.  Tarihî kaynaklara göre Uhud Savaşı sona erdiğinde Kureyş ordusu Mekke'ye dönmek üzere yola çıkmış, ancak Revhâ denilen yere geldiklerinde müslümanlarm tamamını imha etme imkânı doğduğu halde bu durumu değerlen­dirmediklerine pişman olmuşlar ve bütün müslümanlan imha etmek üzere dönüp Medine'ye saldırmak istemişlerdi. Ne var ki buna cesaret edemeyip Mekke is­tikametinde yollarına devam ettiler. Öte yandan Hz. Peygamber de düşmanın böy­le bir fırsatı değerlendirmeyi düşünebileceğini tahmin ederek gereken tedbiri al­mak üzere arkadaşlarını topladı ve Kureyş ordusunu takip etmenin gerekli ol­duğunu anlattı. Müslümanlar yorgun, bitkin ve yaralı olmalarına rağmen büyük bir cesaret ve feragat göstererek Allah Resûlü'nün çağrısına uydular. Ancak Hz. Pey­gamber bu takibe bir gün önce savaşta bulunanların dışında yalnızca Câbir b. Ab­dullah'a izin verdi. Hz. Peygamber savaşa katılmış olanlardan 200 kişilik bir kuv­vetle yola çıkıp Medine'ye yaklaşık 15 km. uzaklıktaki Hamrâülesed denilen yere gelerek burada üç gün kaldı. Bazı kaynaklarda Hz. Peygamberle birlikte giden­lerin yetmiş kişi olduğu belirtilmektedir. Düşmanın çekilip gittiğini öğrenince o da Medine'ye döndü. İşte bu âyet o çetin şartlarda ve yaralı olmalarına rağmen Hz. Peygamber'in çağrısına uyarak düşmanı takip eden müminler hakkında inmiştir. Yüce Allah müminlerin bu davranışlarının güzel ve kendi rızâsına uygun olduğuna işaret buyurmakta, bu sebeple kendilerine büyük bir mükâfat verileceğim bildir­mektedir[328] 

 

173. Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyân Revhâ'da bulunduğu sırada müs-lümanlann üzerine tekrar saldırıp onları imha etmek için plan hazırlarken müs­lümanlarm kalabalık bir kuvvet halinde Hamrâülesed'e geldiklerini haber alınca, planından vazgeçti. Bu esnada oradan geçmekte olan bir kervanın adamlarına, "Muhammed'e rastlarsanız ona, kendilerini toptan yok edeceğimizi söyleyiniz" diyerek psikolojik savaş yöntemiyle müslümanlan korkutmak istedi. Bu söz Hz. Peygamberle birlikte müslümanlara ulaştığında onlar, "Hasbünallahü ve ni'me'l-vekil" (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) dediler. İste bu olav üzerine inen hv âyet her türlü olumsuzluğa rağmen müslümanların Allah ve Resûlü'ne olan iman-lanm, güvenlerini ve kararlılıklarını göstermektedir. Buhârî'nin rivayetine göre ateşe atıldığı gün bu sözü Hz. İbrahim de söylemişti. [329]

Kureyşliler Uhud'dan ayrılırken yeni bir savaş yapmak için bir panayır yeri olan Küçük Bedir'de buluşmak üzere müslümanlarla sözleşmelerdi. Panayır mev­simi geldiğinde müşrikler buna cesaret edemediler ve itibarlarını korumak için müslümanlann morallerini bozup sözleştikleri yere onların da gelmemelerini sağ­lamak üzere Nuaym b. Mes'ûd adında birini Medine'ye gönderdiler. Nuaym müs-lünıanlan düşmanla korkutup anlaşma yerine gitmemelerini sağlamaya çalıştı, fakat başaramadı. Âyetin bu olayla ilgili olarak indiği de rivayet edilmiştir. [330] Ancak âyetler bir bütün olarak değer­lendirildiğinde Uhud olayına daha uygun düşmektedir. Çünkü âyette müslüman­lann yaralandıktan sonra tekrar savaşa çıktıktan ifade edilmektedir. Oysa müs-lünıanlar Küçük Bedir'e giderken yaralı değillerdi[331]

"Bu, onların imanlannı arttırdı" anlamındaki ifadeden ve benzeri âyetlerden hareketle imanın artıp eksilebileceğîni iddia edenler ve buna karşı çıkanlar olmuş­tur. Karşı çıkanlara göre iman ne artar ne de eksilir. Çünkü İmanın artması küfrün azalması halinde, küfrün artması ise imanın azalması halinde düşünülebilir. Bu durumda kişi aynı anda iki özelliği bir arada taşıyacağı için hem mümin hem de kâfir olması gerekir, oysa bu imkânsızdır. İman psikolojik bir olaydır. Şartlara göre kuvvetlenmesi veya zayıflaması söz konusu olmakla birlikte, artması veya eksilmesi düşünülemez. Bir mümin, iman esaslannı inkâr etmedikçe ne kadar büyük günah işlerse İşlesin ona kâfir denilemez; ona ancak günahkâr denilir. Eğer günah işlemek imanı azaltsaydı günahkâra kâfir denilmesi gerekirdi; oysa günah­kâr iman esaslarını inkâr etmediği müddetçe kâfir değildir. [332]

Elmalılı Muhammed Hamdi'ye göre de imanın aslı artıp eksilmez. Zira iman kalbin tasdikinden ibarettir. Tasdik ise nicelik vasfı taşımadığı İçin onunla ilgüi artma ve eksilme ifadeleri, "kuvvetlilik ve zayıflık" ile tefsir edilmelidir. Ancak destekleyici davranışlann (ibadet ve diğer iyiliklerin) artmasıyla imanın kemalin­in artacağında şüphe yoktur. Aslı tevhid olan iman, bir ağaç gibi kol ve dallannı arttıra arttıra büyüyüp serpilerek sonunda istenen meyvelerini verir. [333] Ayrıca ameli imandan bir cüz (parça) sayanlara göre iman muhtevası nicelik bakımından da artar veya eksilir. Ameli imandan bir parça saymayanlara göre ise İman kuvvetlenir veya zayıflar; artma ve eksilmenin anlamı budur.

Bize göre bir tasdik psikolojisi olarak imanm, yakînin (kesinliğin) üst dere­celerine doğru yükselmesi bir artıştır; nitekim Kur'an'da da bu yükselişe "artış" denmiştir. Ancak yakîndeki derece eksikliğine küfür denilemez. Çünkü küfür iman esaslarını (inanılacak şeyleri) bilinçli olarak eksiltmekle gerçekleşir. [334]

 

174. Bir kısım müfessirler bu âyetin de Küçük Bedir Gazvesi hakkında in­diğini söylemişlerdir; fakat çoğunluk bunun Hamrâülesed takibi hakkında indiği kanaatindedir. Hz. Peygamber'İn kumandasındaki müslümanlar, Uhud Savaşı'nın ardından çekilip giden düşmanı takip etmek üzere Hamrâülesed'e kadar gelmişler ve geri dönmesi muhtemel olan düşmanı burada karşılamak için üç gün beklemiş­lerdir. Düşman geri dönmeye cesaret edemeyip Mekke istikametinde yol alınca müslümanlar da burada alışveriş yaparak hem kazanç sağlamışlar hem bu hareket­lerinden dolayı Allah'ın rızâsını kazanmışlardır. Bu seferde herhangi bir çatışma olmadığı için müslümanlar buradan sağ salim Medine'ye dönerken yüce Allah'ın uç ikramına nail olmuşlardır: a) Savaş ve benzeri her türlü tehlikeden selâmette olarak Medine'ye dönmüşler, b) ticaret yaparak kazanç sağlamışlar, c) cihad ettik­leri için sevap kazanmışlar ve Allah'ın nzâsına ermişlerdir. Âyetin sonunda bu kazançlara işaret edilmektedir. [335]

 

175.  Kureyş lideri Ebû Süfyân'ın casusu, müşrik ordusunun geri dönüp Medine'ye baskın yapacağı ve müslümanlann kökünü kazıyacağı haberini yayarak onları korkutmaya çalışıyordu. Yüce Allah bu şahsı veya onu göndereni "şeytan" olarak nitelendirmekte ve müslumanlara hitap ederek eğer Allah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorlarsa o casusun veya gönderenin dosttan olan müşriklerden korkmamalarını, kendisinden korkmalarını emretmektedir. Buradaki şeytandan maksat "insan şeytanı" olabileceği gibi, insanlara vesvese veren "cin şeytanı" da olabilir. [336] Allah müminlerin dostu olduğu gibi şeytan da müşriklerin dostu olduğu için müminleri Allah'a ve Resûlü'ne itaatsizliğe teşvik eder. Yüce Allah müminleri uyararak bu tür propagandalara aldanmamalan, şeytanın vesvesesine kapılmamalan Allah'a is­yan etmekten sakınmaları gerektiğini buyurmaktadır. Çünkü O, her şeye kadirdir, zafer de yenilgi de O'nun elindedir.

"İşte o şeytan sizi ancak kendi dostlarından korkutur" şeklinde tercüme edilen cümleye, "İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur" şeklinde mâna vermek de mümkündür. Bu takdirde şeytanın propagandasına aldanarak korkan­lar, onun dostları olan münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan imam zayıf kim­selerdir. Yüce Allah bunları uyararak eğer Allah'ın varlığına, kudretine ve mümin­lere yardım edeceğine İnanıyorlarsa İnsanlardan korkmamaları, ancak kendisinden korkmaları gerektiğini emreder. Çünkü bütün güç ve kuvvet O'nun elindedir. O dilerse sayıca daha az, savaş araç ve gereçleri bakımından daha zayıf olan müs-lümanlan daha güçlü olan müşriklere üstün kılar. [337]

 

Meali

 

176. (Resulüm!) İnkârda yarışanlar seni üzmesin; Onlar Allah'a hiç­bir zarar veremeyeceklerdir. Allah âhirette onlara bir pay vermemeyi murat ediyor; onlar için büyük bir azap vardır. 177. îmanı küfürle değiş­tirenler, şüphesiz Allah'a bir zarar veremeyeceklerdir. Onlar için elem verici bir azap vardır. 178. İnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz fırsatın sakın onlar için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Onlara verdiğimiz fırsat ancak günahlarını arttırmaya yarıyor. Onlar için alçaltıcı azap var­dır. 179. (Ey inkâr edenler!) Allah müminleri pisi temizden ayırmadan bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir. Allah size gaybı da bil­direcek değildir; fakat Allah peygamberlerinden dilediğini bunun için seçer. Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin; inanır ve sakınırsanız sizin için büyük bir ecir vardır. 180. Allah'ın lütfundan kendilerine ver­diği nimette cimrilik gösterenler, sakın bunun kendileri için hayırlı ol­duğunu sanmasınlar, bilâkis bu onlar için kötüdür. Cimrilik ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Al­lah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. [338]

 

Tefsiri

 

176. "İnkârda yarışanlardan maksat küfre iyice dalanlar, küfrünü açığa vur­makta tereddüt etmeyenler, fırsat düştüğünde küfrün gereklerini yerine getirenler, her fırsatta İslâm'a ve müminlere saldırmayı, zarar vermeyi, onları üzmeyi bir yarış konusu haline getirenler, diğer İnsanların da inkarcı olmaları için gayret gös­terenlerdir. Hz. Peygamber, müşriklerin inkârda ısrar etmeleri ve Kur'an'a karşı olumsuz tavır almaları, münafıkların aleyhte propagandaları, İslâm'a tam ısın­mamış olanlardan bazı kimselerin dinden dönmeleri ve yahudilerin yıkıcı hareket­leri sebebiyle üzülüyordu. Yüce Allah onların bu tutumlarını "inkârda yarışma" olarak değerlendirmekte, bu ve benzeri âyetlerde Hz. Peygamber'i teselli ederek onların bu düşmanca davranmaları karşısında kendini üzmemesini tavsiye etmek­tedir. [339] Çünkü onlar bu davranışlarıyla Allah'a ve O'nun dinine hiçbir zarar veremezler. Onlar istemeseler de Allah nurunu tamam­layacaktır. Onların yaptıklarının vebali kendilerine aittir, hesaplarını Allah'a ken­dileri vereceklerdir; bu sebeple Peygamber'in üzülmesine gerek yoktur. Onun görevi inanmayanları mutlaka imana getirmek değil, Kur'an'ı tebliğ ederek onları hak yoluna çağırmaktır. [340] İnkâr eden, üstelik müminleri maddî ve psikolojik yönden ezmek için yarışırcasına çaba harcayan zalimler hakkında Allah yasasını uygulayacak, onlara güzel olan hiçbir şey nasip etmeyecek ve onlar âhiret nimetlerinden mahrum kalacaklardır. [341]

 

177. Bu âyet bir önceki âyetin hem teyidi hem de daha kapsamlı bir izahı mahiyetindedir. Elmalık Muhammed Hamdi'ye göre, 176. âyette anlatılanları "münafıklar ve onlarla birlikte küfürde yanşan, bütün inkarcılara öncülük eden kâfirler" olarak yorumlamak; buradakileri ise "İmanı küfürle değiştirerek onların ardından giden mürtedler" diye tefsir etmek daha uygundur . [342] Âyetin sonunda bunların da yüce Allah'a ve dinine herhangi bir zarar veremeyecekleri, bilâkis yaptıklarının cezasını kendilerinin çekecekleri ve bunlar için elem verici bir azabın hazır olduğunu haber vermektedir.

Taberî bu âyetin yorumunda şöyle der: Yüce Allah 166. âyetten buraya kadarki bölümde mümin kullarını ihlâslı davranmaya, bütün işlerinde Allah'a dayanıp güvenmeye, yardımcı olarak Allah'ın yarattıklarını değil sadece Allah'ı tanımaya ve O'nun takdirine razı olmaya, kendisinin ve dininin düşmanlarına kar­şı cihad etmeye teşvik etmiş; onların kalplerini kuvvetlendirmiş ve onlara şunu bil­dirmiştir: Allah birinin dostu ve yardımcısı olunca ona muhalif olanların hepsi bir­leşerek o kişiye düşmanlık etseler, yine de Allah onu yardımsız bırakıp onlara ez­dirmez. Allah kimi de yardımsız bırakırsa onun destekçileri ve yardımcıları çok dahi olsa onlann yardımı hiçbir fayda sağlamaz[343] Nitekim bu sûrenin 160. âyetinde de şöyle buyurulmuştu: "Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiç­bir kimse yoktur, eğer sizi yardımsız bırakırsa O'ndan sonra size kim yardım ede­bilir! Müminler yalnız Allah'a güvensinler." [344]

 

178. Sözlükte "mühlet vermek, hedefine ulaşması için kişiyi yaptığı işte ser­best bırakmak, istediği gibi otlaması için atın bağını uzun tutmak" anlamlarına gelen imlâ kelimesi, burada kâfirlerin dünyada iradelerini serbestçe kullanabil­meleri için kendilerine fırsat verildiğini ifade etmektedir. Bu, Allah'ın bütün in­sanlık için koymuş olduğu değişmez kanunudur (sünnetullah). İnsanlar bu dün­yada kendi hür iradeleriyle tercihte bulunurlar, diledikleri gibi yaşarlar. Ancak yüce Allah burada inkârlarına rağmen kâfirlere böyle bir fırsat vererek onları ser­best bırakmasının kendileri için hayırlı bir şey olduğunu sanmamaları gerektiğini, onlara sadece günahlarının artması için mühlet verdiğini, dolayısıyla bunun sevinilecek veya övünülecek bir şey olmadığını haber vermekte ve bu suretle on­ları uyarmaktadır. Çünkü insan kuvvetli bir İmana, güzel bir ahlâka ve iyi bir amele sahip ise işte o zaman yüce Allah'ın ona verdiği fırsat, uzun ömür ve bol servet faydalı olur. Oysa inkarcılarda iman ve imana dayalı güzel amel yoktur. Bu sebeple onların ömürlerinin uzun, servetlerinin çok olması günahlarını arttırmak­tan başka bir şeye yaramaz. Günahları arttıkça da azapları şiddetlenecektir. Bu sebeple yüce Allah onlar için alçaltıcı bir azap hazırlanmış olduğunu bildirmek­tedir. [345]

 

179.  Bu âyet müslümanların Uhud Savaşı'ndaki yenilgilerinin hikmetlerin­den birini daha ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber'in Mekke'deki müslümanlar-la birlikte Medine'ye göç edip de orada bir devlet kurması üzerine gerek Medine'de gerekse çevresindeki bölgelerde İslâm'ı kabul edenler hızla çoğalmaya başladı. Bu durum karşısında İslâm'a inanmadığı halde çeşitli nedenlerle müs-lüman görünenlerin sayısı da arttı. Nitekim Uhud Savaşı'na giderken 1000 kişilik bir İslâm ordusu içinden 300 kişilik münafık bir grubun ayrılmış olması o gün müslümanlar arasında münafıkların ne derece kalabalık olduklarım göstermek­tedir. İşte yüce Allah bu karışık durumun devam etmesini istemediği için samimi müminleri münafıklardan ayırt edecek bir sebep meydana getirdi ki o da Uhud savaşıdır. Hicretin ilk yıllarında müslümanlar henüz toparlanmış ve güçlenmiş ol­madıkları, yeni müslüman olanların da kalplerine iman henüz iyice yerleşmiş ol­madığı için yüce Allah onları böyle bir imtihana tâbi tutmadı. Çünkü o dönemde böyle bir imtihan müslümanları sarsabilir, aralarında ayrılığın çıkmasına neden olabilirdi. Bedir Savaşı'nda müslümanların bütün zayıflığına ve güçsüzlüğüne rağmen yüce Allah -melekleri yardıma göndererek- onlara zafer kazandırdı. Böy­lece müminlerin durumu iyiye giderken münafıklar da kimliklerini gizliyorlardı. Fakat samimi müminlerin münafıklarla bu derecede karışık olmaları onlara zarar verebilirdi. Uhud imtihanı münafıkların kendilerini açığa vermelerini de sağlamış oldu, âyetin ilk cümlesi buna işaret etmektedir.

"Allah müminleri, pisi temizden ayırmadan bulunduğunuz hal üzere bıraka­cak değildir" mealindeki cümle şöyle de yorumlanabilir: Allah sizleri yani mümin­leri hep bulunduğunuz durumda bırakmaz; bazan da böyle Uhud'da olduğu gibi savaş, şehitlik ve diğer sıkıntılarla imtihan eder ki iyi ile kötünün (münafıkla müminin) özelliklerini ortaya çıkarsın ve aralarındaki farkı göstersin.

Yüce Allah dikseydi müminlere gayb bilgisi vererek onları münafıkların kalplerinden haberdar ederdi. Ancak bu O'nun kanununa aykırıdır. Çünkü O, ev-rendeki her şeyi bir sebebe bağlamış, gayb bilgisini ise sadece peygamberlerinden dilediğine vahyetmİştir. Bu sebeple müminlerin görevi Allah'a ve peygamber­lerine iman ve itaat etmek, dünyadaki olayları değerlendirirken de sebep-sonuç ilişkilerini daima göz önünde bulundurmaktır. Eğer bunu yapar ve karşı gelmek­ten sakınırlarsa bunun mükâfatını görecekleri haber verilmiştir.

Gerek bu âyette gerekse Cin sûresinin 26-27. âyetlerinde Allah gayb bil­gisinin kendisine mahsus olduğunu, sadece peygamber olarak seçtiği bazı kullarını bu tür bilgilerden vahiy yoluyla haberdar ettiğini bildirmektedir. Buradan anlaşıl­dığına göre peygamberler de dahil olmak üzere hiçbir insan veya cin gayb bil­gisine sahip değildir. Ancak Allah, dilediği peygamberlere uygun gördüğü gayb bilgilerini vahiy yoluyla bildirmiştir. [346]  Ahkaf sûresinin 9. âyetinde Hz. Peygamber'e, "kendisine neler yapılacağını bilmediğini, sadece kendisine vahyedilene uy­duğunu" söylemesi emredilmiştir. Sebe' sûresinin 14. âyetinde de cinlerin gaybı bilmedikleri haber verilmiştir. Şu halde Allah'tan başka gaybı bilen yoktur. [347]  O her şeyi bilir, hiçbir şey O'na gizli değildir. O, bu gizli bilgilerden dile­diği kadarını kendi seçtiği kullarına bildirir. [348]

 

180. "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği nimette cimrilik gösterenlerden maksadın kimler olduğuna dair farklı rivayetler ve değerlendirmeler vardır. Meselâ buradaki cimriliğin "ilmi ve gerçeği gizlemek" anlamında mecaz olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi malî tasarruflardaki cimrilik anlamında değerlendiren­ler de vardır. Birincilere göre âyet, Hz. Peygamber'in özelliklerini ve peygamber­liğini bildikleri halde bu bilgileri gizleyen Eht-i kitap hakkında inmiştir. Daha güç1ü görünen ikinci değerlendirmeye göre ise âyet, malını Allah yolunda cihad İçin harcamayanlar veya malının zekâtını vermede cimrilik gösterenler hakkında in­miştir. [349]

Allah'ın insana lütfundan vermiş olduğu nimetleri, malt ve serveti yaratılış gayesine uygun bir şekilde harcamayıp cimrilik edenler ve onu sımsıkı tutanlar güzel ve yararlı bir şey yaptıklarım sanırlar. Oysa yaptıkları kendileri için kötülüğün ta kendisidir. Çünkü bu davranışları hem dünyada hem de âhirette on­ları küçük düşürecek, alçaltacaktır. Cimrilik kişiyi ailesi, eşi-dostu ve toplum kar­şısında küçük düşürücü kötü bir huydur. Nitekim Hz. Peygamber insanlar hakkın­da düşünülebilen en kötü ve alçaltıcı huyun, "cimrilik ve korkaklık" olduğunu söy­lemiştir. [350]   Önde gelen âlimlerden İmam Mâverdî'ye göre de cimrilik haksızlıkların, sürtüşme ve çatışmaların ana sebeplerindendir; insanın başkaları karşısında alçalmasına ve kınanmasına yol açan kötü sıfatların başında yer alır. [351] Hatta çok zaman cimri kişinin kendisi dahi bu davranışından rahatsız olur. Çünkü toplum içerisinde muhtaç ve yoksul kimseler varken onun Allah'ın lütfet­tiği nimetlerden kimseyi yararlandırmaması, vicdanını rahatsız eder; Allah 'in, kul­lan için yaratmış olduğu nimetleri onlardan esirgemek, malın zekâtını ve sadakasını vermemek, yoksula yardım etmemek bir yandan ahlakî ve psikolojik bakımdan mal sahibine zarar verirken bir yandan da sosyal patlamalara sebep ola­bilir, ayrıca âhirette de sahibinin azap çekmesine neden olur. Nitekim âyet-i kerîmede, "Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır" buyurulmaktadır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Her kîme Allah mal verir de o kimse malının zekâtını vermezse kıyamet gününde onun malı, gözlerinin üstünde birer siyah nokta bulunan çok zehirli bir yılan şekline sokulur ve öylece sahibinin boynuna dolanır. Bu yılan ağzıyla adamın çenesini iki tarafından yakalar, 'Ben senin malınım, ben senin hazinenim' der." Hz. Peygamber bu hadisi söyledikten sonra ardından bu âyeti okumuştur. [352] Göklerin ve yerin yaratıcısı da sahibi de Allah'tır. İnsanlar yeryüzünde yaşadıkları sürece bu mülkün emanetçileridirler; bu emaneti birbirlerinden miras yoluyla, geçici olarak alırlar ve nimetlerinden faydalanırlar. Ancak mülkün asıl sahibi Allah olduğu için gerçek ve kalıcı anlamda miras da O'na aittir. Bin bir sıkıntı çekerek mal ve servet biriktirenler bir gün bunları bırakıp gitmek zorunda kalacaklardır; arkalarında bırakacakları miras İse mülkün gerçek sahibi olan Al­lah'a kalacaktır. O halde doğru olan, malı, sahibinin istediği yerde ve yaratılış gayesine uygun olarak harcamaktır. Allah'ın bu emanetini kendinin sanarak onu sahibinin istediği yerde harcamamak büyük bir gaflettir. Çünkü kişi ne kadar mal biriktirirse biriktirsin onu âhirete götüremeyecektir. Âhirete ancak yaratılış gaye­sine uygun olarak Allah'ın istediği yerlere harcanan malların sevapları götürül­mektedir. Şüphesiz Allah kimin ne yaptığını ve nerelere, hangi maksatla ne har­cadığım çok iyi bilmektedir. [353]

 

Meali

 

181. "Allah fakirdir, biz zenginiz" diyenlerin sözünü and olsun ki Allah işitmiştir. Hem bu söylediklerini hem de haksız yere peygamberleri öldür­melerini elbette yazacağız ve "Yakıcı azabı tadın!" diyeceğiz. 182. Bu, el­lerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullara asla zuhnedici değildir. 183. Onlar, "Doğrusu Allah, ateşin yiyeceği bir kurban getirinceye kadar hiçbir peygambere inanmama hususunda bizden söz aldı" diyenlerdir. De ki: "Benden önce nice peygamberler size mucizeler ve dediğiniz şeyi getir­mişlerdi. Doğru söylüyorsanız onları niçin öldürdünüz?" 184. Seni yalan-ladılarsa bil kî senden önce belgeler, sahîfeler ve aydınlatıcı kitap getiren pey­gamberler de yalancılıkla suçlanmışlardı. [354]

 

Tefsiri

 

181-182. Bakara sûresinin "Kim Allah'a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder" mealindeki 245. âyeti indiğinde buradaki zarif ifadeyi an­lamayan veya anlamazlıktan gelen yahudiler bu âyetle alay etmiş ve "Allah ser­vetini kaybetti, şimdi de kullarından borç istiyor" demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. Başka bir rivayete göre ise Bakara süresindeki âyet inince yahudiler Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Muhammed! Rabbin fakir mi ki kullarından borç is­tiyor?" demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. Âyetin iniş sebebi olarak tefsir­lerde yer alan ayrıntılı rivayetlerin özeti budu[355] Bu sözü söyleyenlerin kimler oldukları âyette açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, sözün akışı İçinde anılan "peygamberlerin öldürülmesi" olayı yahudiler hakkında olduğu için bu sözün de onlar tarafından söylenmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Yahudilerin bu alaylı ifadelerinin, peygamberleri öldürme günahı ile bir tutulması, bir taraftan bu sözleri söylemenin büyük bir suç sayıldığını, diğer taraf­tan da onların ilk günahının bu olmadığını, daha önce de peygamberlerin canlarına kıydıklarını göstermektedir. Her ne kadar peygamberleri öldürenler bu sözü söy­leyenlerin kendileri değilse de bunlar atalarının inanç ve yaşayışlarını paylaş­maları sebebiyle aynı zihniyetin sahipleri ve onların devamı olmak bakımından kınanmışlardır. Bu sözleri yüce Allah'ın işittiğinin bildirilmesi, ayrıca "Hem bu söylediklerim hem de haksız yere peygamberleri öldürmelerini elbette yazacağız!" buyurulması, yahudilerin bu küstahça davranışlarının affedilmeyeceğini ve bun­dan dolayı şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını gösteren sert bir tehdittir. Nitekim âyetin "Yakıcı azabı tadın, diyeceğiz" mealindeki son cümlesi de bunu ifade etmektedir. 182. âyet de yüce Allah'ın âhirette yahudilere vereceği bu cezanın bir haksızlık ve adaletsizlik olmadığım, bunun sırf onların kendi elleriyle yaptıkları işler, dilleriyle söyledikleri sözler ve kalplerindeki inanç bozukluğu sebebiyle gerçekleşeceği ifade buyurulmuştur. [356]

 

183. Sözlükte masdar olarak "yaklaşmak", isim olarak da "Allah'a yakınlık sağlamaya vesile kılınan şey" anlamına gelen kurban kelimesi, dinî bir terim olarak "ibadet maksadıyla belirli şartları taşıyan hayvanı usulünce boğazlamak veya bu şekilde boğazlanan hayvan" demektir. İnsanlık tarihi boyunca hemen bütün dinlerde kurban uygulamalarının bulunduğu tespit edilmiştir. [357]

"Yakılan kurban" tabiri Kitâb-ı Mukaddes'te de geçmektedir [358]

"Allah fakirdir, biz zenginiz" dedikleri bil­dirilen Medine yahudüerinden bir grup Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Muham­med! Sen peygamber olduğunu ve sana Allah tarafından bir kitap gönderildiğini iddia ediyorsun. Oysa Allah bizden, ateşin yakacağı bir kurban getirinceye kadar hiçbir peygambere İnanmamamız hususunda söz aldı. Bize böyle bir mucize gös-terirsen seni tasdik ederiz" demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. [359]Ancak âyetin devamından peygamberlerin bu tür mucizeler getirdikleri anlaşılmakla birlikte bundan Allah'ın onlara "böyle bir mucize getirmediği takdirde hiçbir peygambere inanmamalarını emrettiği" anlamı çıkmaz. Bilakis âyet onları yermekte ve iddialarında doğru olmadıklarına işaret etmektedir. Çünkü daha önce Zekeriyyâ ve Yahya gibi birçok peygamber, diğer mucizelerin yanında onların is­tediği bu mucizeyi de getirmişlerdi; ancak bunların ataları o peygamberleri öldür­müşlerdir. [360]

Rivayete göre eskiden bir kimse bir sadaka verdiğinde sadakasının kabul edilip edilmediğini öğrenmek için Allah'a bir kurban takdim ederdi, sadakası kabul edilmişse Allah tarafından gökten gönderilen bir ateş o kurbanın üzerine iner ve onu yakardı. [361] Bu şekilde kurban takdim etme olayı îs-râiloğulları'na gönderilen peygamberler için bir mucize olmuştu. Peygamberin, Allah tarafından gönderilmiş olduğunu ispat etmesi için bir kurban kesilir, pey­gamber kalkar dua eder, bunun üzerine gökten bir ateş o kurbanı yakardı. Bu durum o peygamberin iddiasında doğru olduğunu gösteren bir mucize olurdu[362]  Ancak peygamberlerin mucizeleri sadece bundan ibaret değildi. Her peygamber kendi zamanına ve hitap ettiği topluma uy­gun olarak çeşitli mucizeler getirmiştir. Nitekim Hz. îsâ'nm ve Hz. Muhammed'in mucizeleri tamamen farklı şeylerdi. İsrâiloğullan'na gönderilen peygamberler on­ların istedikleri mucizelerden fazla olarak başka mucizeler de getirmiş olmalarına rağmen onlar birçok peygamberi öldürmüşlerdir. Yüce Allah onları kınamak üzere "Doğru söylüyorsanız onları (peygamberleri) niçin öldürdünüz?" buyurarak on-lann Hz. Peygamber'den kurban mucizesi istemelerinde samimi olmadıklarına işaret etmektedir. [363]

 

184. "Belgeler" diye çevrilen beyyinât kelimesi "açık kanıtlar, belgeler veya mucizeler" nnlamına gelmektedir; ziibür ise "kitap" anlamına gelen zebûrun çoğuludur. "Aydınlatıcı kitap"tan maksat Tevrat veya herhangi bir ilâhî kitaptır. Burada Hz. Peygamber teselli edilmekte ve ondan yahudilerin kendisini yalan­lamalarına üzülmemesi istenmektedir. Çünkü onların bu tutumu Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu mûcizelerdekİ veya kitaptaki eksiklikten değil, aksine niyetleri ve inançları bozuk olan insanların öteden beri peygamberlere karşı açığa vurdukları isyan duygusundan ileri gelmektedir. Önceki peygamberler de kitaplar getirmişler ve mucizeler göstermişlerdi. Özellikle Hz. Mûsâ, Tevrat gibi itikadı, ahlâkî ve hukukî hükümleri içeren büyük bir kitap getirmişti. Buna rağmen insanlar o pey­gamberleri de yalancılıkla suçlayıp onlara da isyan ettiler. Şu halde yahudilerin Hz. Peygamber'i yalancılıkla itham etmeleri şaşılacak bir olay sayılmamalıydı. [364]

 

Meali

 

185. Herkes ölümü tadacaktır; yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak ancak kıyamet gününde verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılır da cennete konursa artık kurtulmuştur. Dünya hayatı zaten aldatıcı şeyler­den ibarettir. 186. Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda deneme­den geçirilirsiniz; şüphesiz sizden önce kendilerine kitap verilenlerden re Al­lah'a ortak koşanlardan birçok üzücü şey işitirsiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız bilin ki bu size gereken davranışlardandır. 187. Allah, ken­dilerine kitap verilenlerden, "Onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye sağlam söz almıştı. Ama onlar bunu kulak ardı edip kitabı az bir dünyalıkla değiştiler. Karşılığında aldıkları ne kadar da değer­siz! 188. Sanma ki yaptıklarından memnun olanlar, yapmadıklarıyla övül-mekten hoşlananlar, evet, sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır. 189. Göklerin ve yerin hükümranlığı Al­lah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter. [365]

 

Tefsiri

 

185. Bu âyet de Uhud Savaşı!nda başlarına birçok sıkıntı gelmiş olan mümin­leri teselli etmekte ve münafıkları kınamaktadır. Çünkü münafıklar, Uhud Savaşı'nda şehit olanlar kendileriyle istişare etselerdi onlara seiâmet yolunu gös­tereceklerini ve onları ölümden kurtaracaklarını iddia ediyorlardı. Bir kısım müslümanlar da dinkri ve vatanları uğrunda savaşa çıkmış olan müminlerin böyle bir yenilgiye uğramalarına hayret ediyor ve bunun Allah'ın kendilerini yardımsız bırakmasından kaynaklandığını sanıyorlardı. Ancak önceki âyetler durumun öyle olmadığını açıkça ortaya koydu. Çünkü o âyetlerde, şeytanın ganimet toplamak için nöbet mahallini bırakan müslümanlan aldatıp ayaklarını kaydırdığı (3/155), bununla birlikte bu sıkıntıların da yine Allah'ın iradesi dahilinde ve müminlerin münafıklardan ayırt edilmeleri İçin meydana geldiği (3/166,167), ayrıca bu yenil­ginin sonraki savaşlar için bir ders olması gibi daha başka hikmetlerinin bulun­duğu bildirilmişti. Yine daha önce geçen âyetlerde yüce Allah müminlerin şehit ol­malarının üzülmeyi, münafıkların sağ kalmalarının da sevinmeyi gerektiren bir durum olmadığım, kim olursa olsun eceli geldiğinde Öleceğini haber vermişti. Bu âyette ise daha kapsamlı bir ifade ile her canlının ölümü tadacağı, ancak Allah yolunda gayret gösteren şehit veya gazi olan müminlerin mükâfatlarının kıyamet gününde verileceği belirtilmektedir. Yani nasıl olsa her canlının akıbeti ölümdür. Bugün ölmezse yatın ölecektir. O halde müminler, münafıkların propagandalarına aldanıp da şehit vermelerinden dolayı fitneye düşmemeli ve Allah'ın yardımı hak­kında yanlış düşüncelere kapılmamalıdır.

Bazı âlimler nefsin "ruh ve zat" anlamına geldiği gerekçesinden ve "Herkes ölümü tadacaktır" mealindeki bu âyetten hareketle ruhun ölmeyeceği kanaatine varmışlardır. Çünkü tatmak bir hayat eseri olup tatma anında tadan kimsenin diri olmasını gerektirir. Buna göre âyetten anlaşılan şudur: Ruh ve beden ayrı ayrı var­lıklar olduğu için bedenin ölmesiyle ruh ölmeyecektir; diri ve baki olan ruh (nefis), bedenin ölümünü tadacaktır. Bu görüşte olanlar, âhiret kavramını da ruhun ölmez­liği prensibine dayandırarak, âhiret hayatını ruhsal bir hayat şeklinde düşünmüş­lerdir. Başka birçok müfessir İse bu yorumun bir zorlama olduğunu ileri sürerek "Her nefis Ölümü tadacaktır" mealindeki cümlenin, "Her nefis ölecektir" anlamına geldiğini söylemiştir. [366]

Elmalılı'ya göre ölümden sonra nefis ve ruhun büsbütün yok olmayıp bir süre daha kalabileceği başka delillerle sabit ise de genel anlamda bütün ruhların ölmez olduğu iddiası ne aklen ne de naklen sabittir. Ancak, "Her nefis ölümü tadacaktır" hükmü de genel anlamda carî olmayıp bunun da İstisnaları vardır. Nitekim Zümer sûresinin 68. âyetinde sûra üflendiği zaman göklerde ve yerde ne varsa hepsinin öleceği, ancak Allah'ın, dilediği kimselerin ölmeyecekleri bildiril­miştir. Bu sebeple göklerde ve yerde meleklerden ve ruhlardan diri kalanlar olacaktır. [367]

Süleyman Ateş, İbn Kayyim'in ruhun ölmezliğini aklî ve naklî kanıtlarla is­pata çalıştığını naklettikten sonra şöyle der: "Ruh yaratılmıştır, evveli vardır ama sonu yoktur. Ruha ölümsüzlük verilmiştir. Beden içinde olgunlaşan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra varlığım korur, dünyada yaptığı işlere göre ya güzel yerlerde bulunur veya bir süre azap çeker. Kıyamet gününde ruhlar tekrar bedenlere sokulup haşrolunurlar. Âyet ve hadislerden anladığımız budur. Gerçeği Allah bilir"[368]

Yapılan iyi veya kötü işlerin bütün karşılığını dünyada iken almak çok zaman mümkün olmayabilir. Meselâ şehitlerin mükâfatlarını dünyada almaları mümkün değildir. Asıl mükâfat veya cezalar âhirette eksiksiz olarak ödenecek ve ebedî mutluluk veya bedbahtlık orada olacaktır. Dünya geçici olduğu için dünyada alınan karşılıklar da geçici ve aldatıcıdır. Bu yüzden âyette "Dünya hayatı zaten aldatıcı şeylerden ibarettir" buyurulmuştur. Bîr kimsenin dünyada bolluk ve refah içinde yaşaması onun kurtuluşa erdiği anlamına gelmediği gibi fakirlik ve yoksul­luk içerisinde yaşaması da onun yanlış yolda ve Allah'ın yardımından yoksun, bedbaht biri olduğunu göstermez. Asıl kurtuluş ve mutluluk âhirette cehennem azabından kurtulup cennet nimetlerine erişildiğİnde gerçekleşecektir. Âhiret hayatı kalıcı ve sürkeli olduğu için Hz. Peygamber kişinin cennette sahip olacağı en küçük bir yerin fâni olan dünyadan ve orada bulunan nimetlerden daha hayırlı olduğunu bildirmek üzere şöyle buyurmuştur: "Sizden birinizin kamçısının cen­nette işgal edeceği az bir yer, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır!" [369]

 

186. Bk önceki âyette her canlının öleceği bi/diriimiş ve dünya hayatının al­datıcı zevk ve menfaatlerden başka bir şey olmadığı vurgulanarak müminler bu âyette verilecek haberlere psikolojik olarak hazırlanmıştır. Burada müminlerin, Allah'ın kendilerine lütfettiği mal ve can konusunda denenip sınanacakları, daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve hıristiyanlarla putperest müşrikler tarafından birçok eziyetlere ve sıkıntılara, özellikle sözlü saldırılara mâruz kalacakları haber verilmekte, müminlerden bu sıkıntılara kendilerini hazırlamaları, olaylan sabır ve metanetle karşılamaları, Allah'ın rızâsına aykın davranışlardan sakınmaları istenmektedir. Ayrıca yüce Allah müminlerin, Ehl-i kitap veya müş­riklerden gelecek tahriklere kapılmamalarını; onların suçlamalarına, sataş­malarına, alay etmelerine, kötü söz ve propagandalarına karşı sabırlı olmalarını; yanlış, adaletsiz, ahlâk dışı söz ve hareketlerden sakınmalarını, azimli, kararlı ve sabırlı olmalarını, sıkıntılara katlanmalarını, maddî ve manevî olarak zarar veren her türlü kötü davranıştan sakınmalarını istemektedir. Müminler bu şekilde dav­randıkları takdirde zafere ulaşacaklardır.

Mekke döneminde uzun süre müşriklerin baskı ve zulümlerine mâruz kalan müslümanlar, bu durumdan kurtulmak, kendi devletlerini kurmak ve İslâm'ı yay­mak maksadıyla mal ve servetlerini hatta birçoğu ailelerini dahi Mekke'de bırakarak Medine'ye göç etmişlerdi. Ancak gerek Mekkeli müşrikler gerekse diğer müşrik Arap kabileleri sürekli olarak müslümanları tehdit ediyor, hatta Medine'ye baskınlar düzenleyerek müslümanları rahat bırakmıyorlardı. Bu sebep­le Mekkeli müşriklere karşı Bedir ve Uhud Savaşı yapıldı. Âyet-i kerîme, tehdit sürecinin henüz sona ermediğine, müslümanların gelecekte müşriklere ve Ehl-i kitaba karşı mal ve canlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaklarına, dolayısıyla mal ve can kaybına uğrayacaklarına işaret etmektedir. Nitekim müslümanlar Mek­ke'nin fethine kadar sürekli olarak gerek müşriklerin gerekse yahudilerin tehdit ve baskılarıyla karşı karşıya kalmışlar ve bunlara karşı birçok defa savaşmışlardır. [370]

 

187. Sözlükte mîsâk "yeminle pekiştirilerek verilen söz" demektir. Yüce Al­lah gönderdiği kitapları insanlara tebliğ etme ve açıklama işini başta İlgili peygam­ber olmak üzere o dinin mensuplarına emretmiştir; nitekim bu âyette bildirildiği üzere Tevrat'ta yahudilerden, İncil'de de hıristiyanlardan, kendilerine indirilen kitabı ve içerisindeki hükümleri -son peygamber ve getireceği kitap hakkındaki bilgiler dahil olmak üzere- insanlara açıklayacaklarına, onu gizlemeyeceklerine dair söz almıştı[371]  Buna rağmen yahudiler dünya menfaatini görünce Allah'a verdikleri sözü göz ardı ettiler; dün­ya menfaatlerini öne çıkararak vaadlerini unutup Hz. Muhammed'in son peygam­ber olduğu gerçeğini gizlediler ve Allah'ın âyetlerini görmezlikten geldiler. Ger­çekten yahudi tarihi, dinlerine bağlı kalacaklarına dair Allah'a verdikleri sözleri bozan zümrelerle doludur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm her fırsatta bunu vurgulamak­ta ve bundan dolayı yahudileri kınamaktadır. [372]

Kendi dinlerine karşı sadakatsizlik gösteren[373] ve peygamberlerini öldüren bir topluluğun Hz. Muham­med'in peygamberliğini inkâr etmeleri fazla yadırganacak bir husus sayılmaz. Hz. Peygamber, onların kitaplarını ve peygamberlerini tasdik ettiği, ayrıca kendisinin vasıfları ve son peygamber olduğu Tevrat ve İncil'de belirtilerek ona İman et­meleri emredİldiğİ halde yahudi bilginlerinin bunu bilmezlikten ve görmezlikten gelip kendi kitaplarını dahi hiçe sayarak Hz. Muhammed'in peygamberliği ile ilgili Tevrat âyetlerini dünya menfaati karşılığında göz ardı etmeleri onların karak­terlerine uygun bir durumdur.

Âyet-i kerîme Ehl-i kitabı eleştirmek üzere inmiş olmakla birlikte hükmü geneldir ve bilgisi olup da onu insanlara açıklamayan veya gizleyen herkes için geçerlidir. Muhammed Abduh da bu âyetin tefsirinde Ehl-i kitap'tan daha ziyade Kur'an'ı insanlara açıklamadıklarından dolayı mtislümanlan kınamaktadır. Ona göre müslümanlar Kur'an'j çok İyi korumuş ve kuşaktan kuşağa nakletmiş ol­malarına rağmen onun anlamını insanlara yeterince ve doğru açıklamadıkları İçin onu korumuş olmaları fazla bir şey ifade etmemiştir. Çünkü insanlar onun hidayetinden faydalanamamışlar, hatta müslümanlann kendileri dahi ondan sap­tıklarını, dinlerini korumanın elde kor tutmak kadar zor bir duruma geldiğini, hilekârlığın ve hıyanetin yaygınlaştığını, emaneti koruma anlayışının kalktığını iti­raf etmişlerdir. Bütün bunlar Kur'an'ı insanlara açıklamayı terketmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Abduh'a göre Kur'an'ın anlaşılmasına engel olan en önemli sebep önceki dönemlerde, özellikle IH. asırda ilim adamları arasında çıkan ihtilâflardır. Bu dönemde ümmet mezheplere ayrılmış, her grup Kur'an'ı anlama yerine onun kendi mezhebini destekler mahiyette olanlarını almış, aykırı olanlarını ise te'vil etmiştir; halk da bunları takip ederek gruplara ayrılmış ve her grup bir mezhebin kitaplarını okumayı tercih etmiştir. Sonuçta öyle bir zaman gelmiştir ki herkes Kur'an'ın hidayet ve hakemliğine başvurmayı bırakmış, kendi grubunun yaşayan veya ölmüş âlimlerine başvurmuştur. [374]

 

188. Rivayete göre Hz. Peygamber yahudileri çağırarak onlara bir mesele sormuş, yahudİler sorunun gerçek cevabını gizleyerek kasten yanlış cevap vermiş­ler; sorusunu cevaplandırdıkları için Hz. Peygamber'in kendilerini takdir etmesini beklerlerken gerçeği gizledikleri için de sevinmişlerdi. İşte âyet onların bu tutar­sızlıklarını yüzlerine vurmuştur. [375] Bir başka rivayete göre âyet çeşitli bahanelerle Hz. Peygamber'in seferlerine katılmadıkları, bundan dolayı memnun da oldukları halde katılmış gibi övülmelerini bekleyen münafıklar hakkında inmiştir. [376] Sebep ne olursa olsun âyetin hükmü mümin, kâfir ve münafıklardan böyle bir karakter taşıyan herkes için geçerlidir. Bu karakterdeki İnsanlar övülmeye lâyık bir iş yapmadıkları halde kendilerinin dindar, Allah'tan korkan bir mümin olarak bilinmelerinden ve bu özelliklerle övül-mekten hoşlanırlar Oysa onların bu iddiaları boş bir kuruntu, kibir ve kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu sebeple yüce Allah "Sanma ki onlar azap­tan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır" buyurarak bu karak­terdeki kimselerin şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını vurgulamıştır.

Ayetin "sanma ki" diye tercüme edilen "lâ tahsebenne" kısmı, başka bir kıraatte "lâ yahsebenne" şeklinde okunmuştur. Bu takdirde âyetin meali şöyle oiur: "Yaptıklarından memnun olanlar, yapmadıklanyla övülmekten hoşlananlar sanmasınlar ki evet onlar sanmasınlar ki bu davranışları kendilerini azaptan kur­taracaktır; onlar için elem verici bir azap vardır,"

Ehl-t kitap'tan olanların bu davranışları kendilerini aldatmaktan başka bir şey olmamakla birlikte Hz. Peygamber'i de üzmüştür. Zira onlar, bir önceki âyette belirtildiği üzere gerçeği gizlemeyeceklerine dair Allah'a söz vermiş oldukları hal­de onu gizleyerek Hz. Peygamber'İn sorularına yanıltıcı cevaplar vermişler, üs­telik yapmadıkları bir şeyle de övülmek istemişlerdir. Bu sebeple onlar için elem verici bir azap hazırlanmış olduğu kendilerine haber verilmiştir. Bir rivayete göre ise âyet münafıklar hakkında inmiştir. [377]

 

189. Muhammed Abduh'un bizim de katıldığımız yorumu şöyledir: Bu âyet­le önceki âyetler arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Sanki yüce Allah şöyle demek istemiştir: Ey müminler! Sakın üzülmeyin, zayıflık göstermeyin, sabırlı olun, kötülükten sakının, azminizi kırmayın, hakkı açıklayın, sakın onu giz­lemeyin, Allah'ın âyetlerini az bir değer karşılığında satmayın, yaptığınızla övün­meyin, yapmadığınızla övülmek istemeyin, sizi üzecek olaylara karşı Allah size yeter; O sizi, yasaklanan bu çirkin şeyleri yapmaya muhtaç kılmaz. Çünkü gökler­de ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O mülkünden istediğine dilediği kadar verir. O, her şeye kadirdir. Ehl-i kitap ve müşriklerden sizi elleriyle ve dilleriyle inciten­lere karşı size yardım etmek O'na zor gelmez. Bütün işler O'na döner; işleri hik-metiyle ve sünnetiyle (ilâhî kanunuyla) yürüten O'dur.

Âyet-i kerîme iyilik ve hayrın, Allah'ın gösterdiği doğru yolda olduğuna işaret ettiği gibi aynı zamanda Hz. Peygamber ve müminler için bir teselli ve yar­dım vaadi içermektedir. Önceki âyetlerde vasıfları anlatılan muhalifler de burada üstü kapalı bir şekilde yerilmişlerdir. Çünkü onlar, ahlâk ve amellerinde etkisi görülecek şekilde sağlam bir iman ile Allah'a iman etmemişlerdi. Eğer böyle ol­masaydı Allah'ın kitabıyla amel etmeyi bırakmaz ve dünya menfaatini ona tercih etmezlerdi. Onların bu tutumu Allah'ın vaadine güvensizlikten, tehdidinden kork­mamaktan ve O'nun kudretine ve yönetimine kesin olarak inanmamaktan ileri gel­mektedir. [378]

 

Meali

 

190. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. 191. Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru! 192. Rabbimiz! Sen kimi ateşe sokar­san hiç şüphe yok onu rezil etmiş olursun. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur. 193. Rabbimiz! Doğrusu biz 'Rabbinize inanın!' diyerek, imana çağıran bir davetçivi işitip iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi sil ve bize iyilerin ölümünü nasip et. 194. Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vaad ettiklerini ver bize; kıyamet gününde bizi rezil etme. Sen asla sözünden caymazsın." 195. Rableri onların dualanna şöyle karşılık verir: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun -ki birbirinizden meydana gel-mişsinizdir- sizden bir şey yapanın emeğini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğratılanların, savaşan­ların ve öldürülenlerin, işte onların günahlarını elbette sileceğim. And olsun ki, Allah katından bir mükâfat olarak onları içlerinden ırmaklar akan cen­netlere koyacağım. Şüphe yok ki nimetin güzelliği Allah'ın katındadır!" 196. İnkâr edenlerin (gönüllerince) diyar diyar dolaşmaları sakın seni yanıltmasın; 197. Az bir faydalanmadan sonra onların sığınakları cehennemdir. Ne kötü bir mesken! 198. Fakat rablerine karşı gelmekten sakınanlara, Allah katın­dan bir ikram olarak, içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır; orada temelli kalacaklardır. Allah katındaki mükâfat iyi kimseler için daha hayır­lıdır. 199. Ehl-i kitap'tan öyleleri vardır ki hem Allah'a hem size indirilene hem de kendilerine indirilmiş olana inanırlar, Allah'a karşı saygı duyup Al­lah'ın âyetlerim az bir pahaya değişmezler. İşte onların rableri katmda mükâfatlan vardır. Şüphesiz Allah hesap görmekte çok çabuktur. 200. Ey iman edenler! Sabredin, kararlılıkta yansın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah'a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşabilesiniz. [379]

 

Tefsiri

 

190-191. Sûrenin sona erdiğine işaret eden bu ve bundan sonraki âyetler ay­nı zamanda onun özeti mahiyetindedir. Kur'ân-ı Kerîm'in sûreleri ve konulan genellikle öğüt ve ibret İçeren âyetlerle sona ermektedir. Görüldüğü gibi burada da göklerin ve yerin yaratılışında akıl sahipleri için ibret alınması gereken şeylerin bulunduğu vurgulanmakta ve müminlerin bu ibret alınacak olaylar karşısındaki tutumları dua üslubuyla anlatılmaktadır. Bu durum sûrenin sona ermekte olduğuna bir işarettir. Müfessirlerin Bakara sûresinin bir devamı olarak değerlendirdikleri bu sûrede Kur'ân-ı Kerîm'in temel inanç konulan olan tevhid, nübüvvet ve âhİretin yanında ağırlıklı olarak Ehl-i kitaba yani yahudi ve hıristiyanlara yapılan çağrılar yer almıştır. Bu âyetlerde de aynı konular özet olarak ele alınmakta, Al­lah'ın birliği, eşsizliği, kudreti, yaratması hakkında deliller getirilmekte, böylece öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna İşaret edilmektedir. Sûrenin başlan­gıcında da böyle bir özet verilmiş, müteakip âyetlerde tartışılan ana konulara uy­gun ön sözler olarak Allah, vahiy ve öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna dair deliller getirilmişti. Burada ise aynı konulara temas veya işaret edilerek sûrenin konu ve mesaj bütünlüğü korunmuştur.

Yüce Allah'ın insana lütfettiği en büyük nimetlerden biri akıldır. Ancak İnsanın doğru yolu bulması için akıl sahibi olması yeterli değildir. Bu sebeple pey­gamberler ve kitaplar gönderilmiştir. Gözün görebilmesi için güneş ışığına ihtiyacı olduğu gibi aklın gerçeği -özellikle gayb âlemini- kavrayabilmesi için de vahyin ışığına ihtiyacı vardır. Râgıb el-İsfahanı akıl ile vahyin bu önemini şöyle ifade et­miştir: "Azîz ve celîl olan Allah'ın insanlara iki elçisi vardır; ilki bâtını elçi olan akıl, ikincisi de zahirî elçi olan peygamberdir. Öncelikle bâtını elçiyi (akıl) kullan­madan zahirî elçiden (peygamber) yararlanmak mümkün değildir; çünkü peygam­berin öğretisinin sahih olduğu akılla bilinir... Akıl olmasaydı din yaşayamazdı, din olmasaydı akıl şaşkın kalırdı. Onun için Allah Teâlâ bu ikisini 'nûr üstüne nur' buyurarak[380] birbirine bağlamıştır" [381]İşte 190 ve devamındaki âyetlerde de akılla vahyin bu uyumuna işaret edilmekte; evren üzerinde sağlıklı gözlemde bulunan insanların evrendeki muh­teşem sistemi kavrayacağı, onu yaratıp düzenleyen yüce kudreti bilip tanıyacağı, nihayet kendisini imana davet eden elçinin bu çağrısına uyarak rabbine imanım derin bir içtenlikle ikrar edeceği ve nihayet bir bakıma onunla diyalog kurarak esenlik dileklerini O'na arzedeceği bildirilmektedir.

İşte 190. âyet, bu sürecin başlatılabilmesi için insan aklını göklerin, yerin ve bunlarda bulunan varlıkların yaratılışını düşünmeye ve hikmetini kavramaya çağırmaktadır. Evrenin sistemini düşünmek, yukarıda arzedilen sonuçlan yanında insanı bu hayattan sonra başka bir hayatın yani âhiret hayatının da var olabileceği fikrine de götürür. İnsana verilmiş olan aklın sağlıklı kullanılması, kendisinin bir yetki ve sorumluluğunun olması gerektiğini, bu dünyada yaptıklarının ceza veya mükâfat olarak karşılığını alabileceği bir hesap gününün bulunması lazım gel­diğini düşünmeye sevkeder. Kişi böyle bir düşünce düzeyine ulaştığında sorum­luluk duygusu daha da artar ve dünyada günah işlemekten sakınır; âhirette de cehennem azabından koruması için yüce Allah'a sığınır ve O'na dua etmeye yönelir. 191. âyetin son cümlesi ve onu izleyen âyetler bu durumu açıkça göster­mektedir. [382]

Allah'ın birliğini, yüceliğini ve sonsuz kudretini kabul ettirmek için insanı gökler ve yer hakkında düşünmeye sevkeden bu âyetler, Allah'ın kitabında yazılı olan delillerini okuyup düşündükten sonra onu bir de bu uçsuz bucaksız kâinat kitabını okuyup tefekkür etmeye çağırmaktadır. Bakara sûresinin 164. âyetinde Kur'an'ın tevhid ilkesini kanıtlamak üzere daha kapsamlı olarak sekiz ayn koz­molojik delil sıralanmıştı. Burada Bakara sûresinde getirilmiş bulunan kozmik delillerin en Önemlileri sayılan, varlığın zaman ve mekân boyutları üzerinde Allah'ın kudretini göstermek üzere göklerin ve yerin yaratılışıyla gece ve gündüzün farklı otuşu özet olarak zikredilmiştir. Şüphesiz ki tabiatın kendisi, incelenip ibret almaya değer ilâhî bir mucizedir. Hayalimizle dahi kuşanmayacağımız kadar uç­suz bucaksız; genişliğe sahip olan, her birinin kendine has özellikleri bulunan ve birbirine çarpmadan uzay boşluğunda hareket eden gök cisimlerinde elbette ak­lıselim sahipleri için alınacak ibretler vardır. Bu cisimlerin yaratılışı, uzay boş-luğundaki hareketlerini sağlayan sistemi, gece ile gündüzün değişmesi, özellikle canlıların ve bitkilerin faydalan üzerine düşünen bir akıl, mutlaka bunları yaratan sonsuz bir gücün varlığını kabul eder, bu muazzam sistemin boşuna yaratıl­madığını anlar, işte o zaman bu güç karşısında aczini anlar, hayranlık ve kulluk duygusuyla eğilir; gönlünü o yüce kudrete arzederek niyazda bulunur. 191. âyette belirtildiği üzere göklerin ve yerin yaratıcısı ve sahibi olan yüce Allah'ı ayakta, oturarak, yatarak, kısaca bütün hallerinde derin bir saygıyla anar, secdeye kapa­narak Allah'ı yüceltir; böyle bir gücün emirlerine ve yasaklarına karşı geldiği tak­dirde O'nun vereceği cezaya çarpılmaktan korkar ve bu cezadan koruması için Al­lah'ın merhametine sığınır. [383]

 

192-194, Bu âyetler bir önceki âyette aklıselim sahiplerinin cehennem azabından Allah'a sığınmalarının ve kendilerini ondan koruması için dua et­melerinin nedenini açıklayıcı mahiyettedir. 192. âyette, cehenneme girenlerin zalimler olduğuna işaret edilmekte, bu sebeple âhirette hiçbir yardımcılarının bulunmayacağı ve rezil olacakları bildirilmektedir. 193. âyette "davetçi" diye ter­cüme edilen "münâdî"den maksat Hz. Peygamber veya Kur'an'dır. [384] İnsanları Allah'a iman etmeye çağırdığı için kendisine bu sıfat verilmiştir. Âyet, rezil eden cehennem azabından kurtulmanın tek çaresinin yüce Allah'a imana çağıran Hz. Peygamber'in ve Kur'an'ın davetini kabul ve ona iman etmek­te olduğunu vurgulamaktadır. Bunun farkında olan aklıselim sahibi müminler bu çağrıya uyduklarını ve hemen iman ettiklerini Allah'a yakararak ifade etmişler ve günahlarını affetmesi, kötülüklerini bağışlaması ve kendilerine iyilerin ölümünü nasip etmesi için O'na niyazda bulunmuşlardır. Âyetin son cümlesini lafza bağlı olarak "Canımızı iyilerle birlikte al" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Burada maksat, Allah katında iyi ve makbul sayılan kişilerle ortak niteliklere sahip olma dileğinde bulunma, Allah'ın kendilerini ölünceye kadar dinden dönmeden iyi bu­nal üzere yaşamayı ve ölürken de iyiler zümresinden olarak ölmeyi nasip etmesini isteme olduğu için[385] bu cümle mealinde "Bize İyilerin ölümünü nasip et" şeklinde çevrilmiştir

Ebrâr, birr masdanndan türemiş olan berr kelimesinin çoğulu olup "iyiler, doğrular, iyilik ve ihsanı bol olanlar" anlamlarında bir sıfattır. [386]

Önceki âyetlerde dünya ve âhiret mutluluğunu elde etmek için gereken sebeplere sarıldıklarını ifade eden müminler 194. âyette dualarım tamamlarken, yüce Allah'ın peygamberler vasıtasıyla verdiği sözü yerine getirmesini, ken­dilerini âhirette cehenneme sokup rezil etmemesini istemektedirler. Onların bu tutumu "Allah'ın, verdiği sözü yerine getirip getirmeyeceği konusunda şüpheye düştükleri" anlamına gelmez. Nitekim âyetin "Sen asla sözünden caymazsın" mealindeki son cümlesi de onların bu konuda herhangi bir tereddütlerinin ol­madığını gösterir. Şu halde onların âyette belirtilen tutumları, sadece kendilerinin söz verilen mükâfata liyakat kazanıp kazanmadıkları konusundaki tereddütlerini ifade eder. Bu sebeple günahlarının bağışlanması ve söz verilen mükâfata liyakat kazanmaları için yüce Allah'a dua etmektedirler.

Peygamberler vasıtasıyla vaad edilen mükâfattan maksat ise hem dünyanın hem de âhiretin nimetleridir. Nitekim bu sûrenin 148. âyetinde peygamberlerle birlikte Allah yolunda cihad eden müminlere hem dünyanın hem de âhiretin nimetlerinin verildiği haber verilmektedir. Ayrıca Enbiyâ sûresinin 105. âyetinde de yeryüzüne Allah'ın İyi kullarının vâris olacakları bildirilmekte, Nûr sûresini 55. âyetinde de yüce Allah, iman edip iyi amel işleyenleri yeryüzüne hâkim kılacağını vaad etmektedir. Bütün bu âyetler birlikte değerlendirildiğinde iman edip iyi işler yapanlar için yüce Allah'ın1, dünyada yükselme, yücelme, savaşta zafer, ilim ve ir­fanda ilerleme, uluslararası itibar ve benzeri maddî ve manevî her türlü nimeti, âhirette de cehennem azabından kurtuluş ve cennet nimetlerini kazanma gibi mükâfatları vaad ettiği anlaşılmaktadır. [387]

 

195. Yüce Allah, lütuf ve merhametinin enginliğini kullarına açıkça hisset­tiren bir karşılık vererek, kadın olsun erkek olsun kendisine kulluk yolunda sar-fedilecek hiçbir çabayı boşa çıkarmayacağını, kendi yolunda yürüyenlerin günah­larını bağışlayacağım ve katından bir lütuf olarak onları İçlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağını müjdelemiştir. Nitekim Bakara sûresinin 186. âyetinde de "Kullarım sana beni sorduklarında, bilsinler ki şüphesiz ben yakınım, bana dua et­tiğinde duacının dileğine karşılık veririm" buyurarak kullarının dualarını reddet­meyeceğini ve dileklerine karşılık vereceğini bildirmiştir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, "Sizden bir şey yapanın emeğini boşa çıkarmam" şeklinde tercüme et­tiğimiz cümleyi "Sizin amellerinizi ve itaatlerinizi karşılıksız bırakmayacağım, onların sevabını size vereceğim" şeklinde tefsir etmişlerdir. [388]

Kadınla erkek arasında ayırım yapılmaksızın Allah'a samimiyetle dua eden herkesin duasının kabul edileceği ve iyi amel işleyen herkese amelinin karşılığının verileceği belirtilirken "ki birbirinizden meydana gelmİşsinizdir" anlamında bîr ara cümleye yer verilmesi, kadınla erkeğin birbirinin tamamlayıcısı ve bir bütünün parçalan olduklarını, biri olmayınca diğerinin de olamayacağını ifade eder. İki cinsten her birinin diğerinde olmayan özellikleri vardır. Ancak bunlar üstünlük sebepleri değil birbirini tamamlayıcı özelliklerdir. Allah katında üstün olan O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket edendir. [389] M. Reşîd Rızâ bu konuda şunları söyler: İslâm'dan önce bütün milletlerin kadın haklarım ihlâl et­tiğini ve onları erkeklerin ihtiyaçlarını ve şehevî isteklerini karşılamak için yaratıl­mış saydığını, bazı dinlerin erkeği sırf erkek olduğu için kadından üstün tuttuğunu, bazılarının kadını dinî yükümlülüklere ehil saymadığını ve kadının ebedî bir ruhu olmadığını iddia ettiğini dikkate alan kimse İslâm'ın milletlerin inançlarında ve in­sanî ilişkilerinde meydana getirdiği ıslahatın değerini hakkıyla takdir eder ve Fransızlar'in kadın haklarını ve erkekle eşitliğini tanıma hususunda önde geldik­leri iddialarının boş olup bu konuda öncülüğün İslâm'a ait olduğunu, Fransız kanunlarını, dinî ve medenî geleneklerini inceleyen, onların hâlâ erkeği kadından üstün saydığını anlar. Evet onlar müslümanlann, kadınların eğitim öğretiminde, onların hak ve sorumluluklarının bilincine varmalarını sağlama konusunda kusur­lu olduklarını söyleyebilirler. Biz de bu konuda kusurlu olduğumuzu ve dinimizin emirlerini yerine getirmediğimizi hatta yabancılar katında dinin aleyhine bir delil olacak duruma düştüğümüzü ve (İslâm'ı değerlendirme konusunda) onların yanıl­masına sebep olduğumuzu itiraf ederiz

Rivayete göre müminlerin annesi Ümmü Seleme, "Ey Allah'ın resulü! Yüce Allah Kur'an'da (erkeklerin hicretini övüyor), kadınların hicreti hakkında hiçbir şey söylemiyor" demiş, bunun üzerine bu âyet inmiştir. [390] Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere Kur'an'da hicret ve cihadın önemi Arap dilinde erkekler için kullanılan fiil kalıplarıyla vurgulandığından hanımlar, burada vaad edilen mükâfatlarda kendilerinin payının olup olmayacağı konusunda tereddüt etmişler, Allah bu âyeti indirerek kadınların amellerin kar­şılığı konusunda erkeklerden ayrı tutulmadığını haber vermiştir. Çünkü onlar da erkeklerle beraber Allah yolunda çeşitli eziyet ve işkencelere katlanmışlar; müş­riklerin baskılan neticesinde hicret etmeye ve yurtlarından çıkmaya mecbur kal­mışlardır. Nitekim gerek Habeşistan'a gerekse Medine'ye erkeklerle birlikte müs-lüman hanımlar da hicret etmişler ve hicretin sıkıntılarına onlarla birlikte katlan­mışlardı.

Savaşlara gelince, müslüman hanımlar bu cihada da -uygun şekillerdekatılarak sevabından paylarını alırlar. Nitekim Hz, Peygamber zamanında ve son­rasında bazı hanımların savaşa katılarak hastalara bakma, yaralıları tedavi etme, askerlere su verme vb. hizmetler gördükleri, hatta gerektiğinde düşmanla yiğitçe vuruştukları bilinmektedir. Uhud Savaşı'nda Medine'de kalıp savunma savaşı yapmayı teklif edenler savaşta hanımlardan ve çocuklardan da yararlanmayı düşünmüşlerdi; Resûlullah da bu grubun içindeydi[391] Unutmamak gerekir ki müslüman askerleri tedavi edip sağlığına kavuşturmak düşman askerlerini öldürmek veya etkisiz hale getir­mek için savaşmak kadar değerli olduğu gibi, bilfiil savaşacak askerleri yetiştir­mek ve onlara manevî destek sağlamak da savaştaki başarının önemli bir par­çasıdır. Allah, erkek olsun kadın olsun, kendi yolunda cihada katılanların günah­larını affedeceğini ve onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarak ödüllen­direceğini vaad etmiştir. Bu ödül insanların hayal edemeyeceği kadar güzel ve değerlidir. Hz. Peygamber de Allah yolunda şehit olanların, kul haklan hariç bütün günahlarının affedileceğini haber vermektedir. [392]

 

196-198. Her ne kadar söze Hz. Peygamber'e hitap eden bir ifade ite başlan -mışsa da asıl muhatap ümmetidir. Râzî'nin kaydettiğine göre bazı müminler tica­retle uğraşan Mekke müşriklerinin nimetler içerisinde yaşadıklarını görünce, "Al­lah'ın düşmanları refah içinde yaşıyorlar, biz ise açlıktan ve takatsizlikten ölüyo­ruz" demişler, bunun üzerine bu âyetler inmiştir. Bunların zengin yahudilere im-renenler hakkında indiği de söylenmiştir. [393]  196. Âyet, Hz. Peygamber'in şahsında müminleri teselli etmekte ve kâfirlerin yeryüzünde nimetler içerisinde dolaşmalarına aldanmamalarını tavsiye etmektedir. Çünkü onlara verilen nimetler ne kadar çok olursa olsun geçici olup yok olmaya mahkûmdur; bu sebeple Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim 197. âyette kâfirlere verilen nimetlerin az bir dünya metaı olduğu ifade edilmiş, daha sonra da varacakları yerin cehennem ol­duğu bildirilerek dünya metaının kâfirler için cehennem azabına sebep olduğuna işaret edilmiştir. 178. âyette de "Onlara verdiğimiz fırsat ancak günahlarını arttır­maya yarıyor" buyurulmuştur. Oysa 198. âyette ifade buyuruldıtğu gibi rablerine karşı içtenlikle kulluk eden müminlere âhirette sürekli olarak İçinde yaşayacakla­rı cennet nimetleri verilecektir. Şüphesiz ki bu lütuf dünyada kâfirlere geçici ola­rak verilen nimetlerden çok daha iyidir.

198. âyette geçen nüzul kelimesi "misafiri ağırlamak için ona ikram edilen yiyecek, içecek vb. ikram" anlamına gelir. Yüce Allah müminlere değer verdiği için onlara vereceği nimete bu ismi vermiştir. Nitekim Fussılet sûresinin 31-32. ayetlerinde şöyle buyurmuştur: "Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dos-tunuzuz. Orada, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan Allah'tan bir ikram olarak sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi el­de edeceksiniz"[394]

 

199.  Hadis kaynaklarında bildirildiğine göre Hz. Peygamber'e iman etmiş olan Habeş Necâşîsi Ashame vefat ettiği zaman Hz. Peygamber onun öldüğünü sahabeye haber vermiş ve "Habeşistan'daki bir kardeşiniz öldü, onun için namaz kılm" buyurarak namazgaha çıkmış, ashabı saf haline getirip Necâşî için (gıyabî) cenaze namazı kıldırmıştır. [395] Bu olayı istismar etmek İsteyen münafıklar, "Habeşistan'da ölen bir hıristiyanın namazını kılıyor!" demiş­ler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. [396] Âyetin iniş sebebi bu olay olmakla berabeT hükmü geneldir. Ehl-i kitap'tan olup da Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an'a ve ondan önceki peygamberlere indirilen kitap­lara iman edenler ve Allah'a içtenlikle saygı duyup O'nun âyetlerini dünya men­faati ile değiştirmeyenler cennete gireceklerdir. Onların Allah katında mükâfatları vardır. [397]

 

200.  Sözlükte sabır "acıya katlanmak, zorluklara ve sıkıntılara göğüs ger­mek" demektir (bilgi için bk. Bakara 2/45). Aynı kökten gelen ve mealinde "karar­lılıkta yarışın" diye çevrilen fiilinin masdan olan müsâbere ise "kişinin kendisiy­le başkası arasında meydana gelen olumsuzluklara katlanması[398] kendisine karşı direnen kimseye (düşmana) daha fazla mukavemet etmesi" an­lamına gelir[399]

Sözlükte "düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak" anlamına gelen ribât, terim olarak "Allah yolundan ayrılmamak, düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulunmak" anlamına gelmektedir. Aslında ribât "düşmanın ansızın saldırmasını önlemek için atı bağlayıp hazır tutmak" anlamına gelen "rabtü'1-hayl" ifadesinden alınmıştır. Daha sonra ister süvari ister piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye "nöbetçi, nöbet bekleyen" anlamında, bu kelimenin türevi olan murâbıt adı verilmiştir. Murâbıt "bir müddet beklemek için sınıra giden kimse" demek olup terim olarak silâh altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bek­leyen asker için kullanılı.. [400]

Al-i İmrân sûresinin özellikle baş taraflarında tevhîd, nübüvvet ve âhiret gibi dinin esaslarını oluşturan itikadî konularda açıklamalar yapılmış, daha sonra hac, cihad ve benzeri amelî konulara değinilip kulların bunları yerine getirmekle yükümlü olduklarını bildirilmiş, son âyetinde de bu görevlerin yerine getirilebilmesi için kulların yapmaları gerekenler üzerinde durulmuştur. Çünkü bu görevler kulun ya sadece kendisiyle ilgilidir veya kendisiyle başkaları arasında gerçekleş­mektedir. Yüce Allah kulun sadece kendisini ilgilendiren yükümlülükler için kula sabırlı olmasını tavsiye ederken; kendisiyle başkaları arasında gerçekleşecek olan­lar için de müsâbereyi yani kararlılıkla direnmeyi emretmektedir. Meselâ düşmana karşı cihad ederken ondan daha fazla direnmesini ve ona galip gelmesini istemek­tedir. Düşmanın ansızın saldırıp müsliimanlan gafil avlamasını ve onları imha et­mesini önlemek için de sınır boylarında nöbet tutmaları ve düşmana karşı daima dikkatli olmaları uyarısında bulunmaktadır. Hz. Peygamber de birçok hadiste müminlerin düşmanlarına karşı uyanık olmalarını, sınırda bekleyerek düşman sal­dırılarım önlemelerini emretmiş, bunu yapanların Allah katında büyük mükâfata ereceklerini ve cehennem ateşinden kurtulacaklarını haber vermiştir. [401]

Hz. Peygamber bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı beklemeyi mecazi anlamda "nöbet bekleme" olarak isimlendirdiği için[402]bazı müfessirler buradaki ribâtı bu anlamda yorumlamışlar­dır. Ancak İbn Aşûr, Hz. Peygamber'in ifadesinin bir benzetme olduğunu, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı kılmak için vaktinin gelmesini beklemeyi sınır boylarında nöbet beklemeye benzettiğini ifade etmektedir Bunun­la birlikte namaz ibadetinin kişiyi kötülüklerden koruyucu özelliğe sahip bulun­duğu düşünüldüğünde âyetin hakikat olarak her iki anlamı da kucaklayacak mahiyette olduğu kabul edilebilir. Çünkü nöbetlerin biri vatanı düşmandan, diğeri ise nefsi kötü davranışlardan korumaya yöneliktir. Nitekim âyetin, aynı zamanda sûrenin son cümlesinde kurtuluşa ermek için takvanın yani Allah'tan korkmanın emredilmiş olması, âyetin her iki anlamı da içerdiğine işaret eder. Bunların biri yapılıp diğeri yapılmadığı takdirde takva gerçekleşmiş olmaz dolayısıyla kurtuluş da olmaz.

Muhammed Abduh buradaki takva emri ile İlgili olarak özetle şöyle der: Takva senin, Allah'ın gazabından ve azabından kendini korumandır. Bu da ancak Allah'ı tanımak, O'nu razı edecek ve O'nu kızdıracak şeyleri bilmekle mümkün olur. Bunları bilmek ise Allah'ın kitabını anlamaya, Peygamberi'nin sünnetini ve bu ümmetin "selef-i sâlihîn" denilen geçmişlerinin hayatını bilmeye ve onları ör­nek almaya bağlıdır. Kim hakkı ve ehlini korumak, davetini yaymak uğrunda sab­reder, engellere karşı direnir, tehlikelere karşı uyanık olup gerekeni yapar ve Al­lah'ın emrine saygısızlıktan sakınırsa, diğer işlerinde de bu prensipleri göz önünde bulundurursa kendisini kurtuluşa ve Allah katındaki mutluluğu elde etmeye hazırlamış olur. [403]

Kaynaklarda, Hz. Peygamber'in gece teheccüd namazına kalktığında Âl-i tmrân sûresinin son on âyetini okuduğu kaydedilmektedir. [404]



[1] bk. İbn Atıyye, 1,452

[2] Nahl 16/25

[3] Râzî, VIII, 90-91

[4] IH, 332

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/443-444.

[5] Taberî, m, 310; İbn Atıyye, 1,452-453; Râzî, VIII, 92-93

[6] VIII, 93

[7] III, 333

[8] VIII, 91-92

[9] Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz, et-Tevrat ve'l-İnciî ve 'l-Kur'âtı fi sûrat'i Aî'i İmrân, s. 76-77

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/444-445.

[10] meselâ bk. Taberî, 111,311-312; Kurtubî, IV, 111

[11] Râzî, VIII, 95

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/445-446.

[12] İbn Atıyye, 1,454

[13] VIII, 96

[14] VIII, 96-97

[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/446-447.

[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/447

[17] El, 285

[18] VIII, 102, "ümmî" kelimesinin anlamı için bk. A'râf 7/157-158

[19] Taberî, 111,318-319; Nîsâbûrî, m, 230

[20] İbn Mâce, "Menâsik", 84; Ebû Dâ-vûd, "Menâsik", 54; İbn Atıyye, 1,458

[21] İbn Atıyye, 1,458

[22] Râzî, VIII, 101

[23] IV, 18

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/448-449.

[24] Nîsâbûrî, III, 232; "ahid" ve "Allah'a verilen söz"ün anlamları ve önemi hakkında bk. Bakara 2/27, 40; "takva" hakkında bk. Bakara 2/197; A'râf 7/26; "yemin" hakkında bk. Bakara 2/224, 225; Mâide 5/89

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/449-450.

[25] VIII, 106-107

[26] meselâ bk. İbn Atıyye, I, 459-460

[27] İbn Atıyye, 1,460; Zemahşerî, 1,197

[28] IV, 120

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/450.

[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/451.

[30] bu yol­lar hakkında bk. Âl-i İmrân 3/ 3-4; özellikle "tahrif hakkında bk. Bakara 2/75

[31] Nisa 4/46

[32] Râzî, VIII, 108

[33] Râzî, VIII, 108

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/451-453.

[34] meselâ Enbiyâ 21/25-29

[35] Tevrat'tan ve İnciller'den bazı ifadeler için bk. 64. âyetin tefsiri

[36] VIII, 122

[37] İbn Atıyye, 1,461

[38] Muhammed Esed, 1,105

[39] hikmet" hakkın­da bk. Bakara 2/269

[40] bk. En'ârn 6/57, 62; Yûsuf 12/40, 67; Kasas 28/70, 88

[41] bk. Nisa 4/58

[42] peygamber ve peygamberlik hakkında bk. Bakara 2/61; A'râf 7/158

[43] III, 297

[44] Reşîd Rızâ, III, 346

[45] III, 296

[46] Râzî, VIII, 111-112; İbn Atıyye, I, 462

[47] Ömer Faruk Harman, "Rabbâniyyûn", İFAVAm., III, 570

[48] bk. Mâide 5/ 44,63

[49] Reşîd Rızâ, III, 349; İslâm'ın anlamlan için ayrı­ca bk. 3/19

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/453-456.

[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/456-457.

[51] Taberî, III, 331-332; İbn Atıyye, 1,463-464; Râzî, VIII, 114-116

[52] Zemahşerî, 1,198

[53] İbn Atıyye, 1,463-464

[54] Râzî, VIII, 119-120

[55] Râzî, VIII, 120

[56] Râzî, VIII, 119; "hikmet" hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269

[57] Râzî, VIII, 119

[58] VIII, 119

[59] bk. Bakara 2/286; A'râf 7/157

[60] bk. A'râf 7/172

[61] İbn Atıyye, 1,466-467; Râzî, VIII, 120

[62] Zemahşerî, 1,199

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/457-459.

[63] Râzî, VIII, 121

[64] bk. A'râf 7/172

[65] İbn Atıyye, 1,466-467; Râzî, VIII, 122-123; Nîsâbûrî, III, 241

[66] III, 342-343

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/459-460.

[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/460-461.

[68] bk. Râ-zî, Vffl, 124

[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/461.

[70] bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "bğy" md

[71] krş. Râzî, VIII, 126; Reşîd Rızâ, III, 358-361; bu konuda ayrıca bk. Hucurât 49/14,17

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/461.

[72] Râzî, VIII, 128

[73] meselâ Râ­zî, VIII, 128

[74] meselâ bk. İbn Atıyye, 1,468; Zemahşerî, I, 200; Râzî, VIII, 126-127

[75] Reşîd Rızâ, III, 362

[76] hidayet" hakkında bk. Bakara 2/2; "irtidâd" ve "mürted" hakkında bk. Baka­ra 2/217

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/462-463.

[77] meselâ bk. İbn Atıyye, 1,468-469; Râzî, VIII, 129; Reşîd Rızâ, III, 365

[78] Râzî, VIII, 129

[79] meselâ Buhârî, "Fezâil", 12; Tirmi-zî, "Tefsir", 3,12

[80] Kasımı, IV, 882-883

[81] Tirmîzî, "el-Birr ve's-sıla",48; Bu­hârî "Edeb", 44,45; Ebû Dâvûd, "Cihad", 50

[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/463.

[83] krş. İbn Aüyye, 1,469; Râzî, VIII, 128-129

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/463.

[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/463-464.

[85] Zemahşerî, 1,200; Râzî, VE1,130-131

[86] Taberî, III, 342

[87] bk. Nisa 4/18

[88] İbn Atıyye, 1,469-471; Zemahşerî, 1,201; Râzî, VIII, 131-132; Kurtubî, IV, 130-131; Reşîd Rızâ, III, 366-369; tövbe konu­sunda bk. Nisa 4/17-18; Furkan 25/70-71

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/464-465.

[89] İbn Atıyye, 1,470-471; Râzî, VIII, 131-133; Âlûsî, III 351-356; Reşîd Rızâ, III, 370

[90] Muhammed Esed, 1,107

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/465-

[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/466.

[92] bk. Bakara 2/177

[93] V, 37

[94] krş. Bakara 2/177; Mâide 5/2; İnfitâr 82/13-14

[95] bk. Ali Toksan, "Bir", DİA, VI, 205

[96] Elmalılı, II, 1146; birr hakkında bil­gi için aynca bk. Bakara 2/177

[97] Bııhârî, "Zekât", 44

[98] Buharı, "Şürût", 19

[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/466-467.

[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/467-468.

[101] İsrail ve tsrâiloğullan hakkında bilgi için bk. Bakara 2/40

[102] Elmaltlı, II, 1148

[103] meselâ bk. Nisa 4/160; En'âm 6/146

[104] Şevkânî, 1,401-402

[105] Reşîd Rızâ, IV, 3

[106] bk. En 'ânı 6/146

[107] bk. Levililer, 3/17; Tesniye, 14/7 vd

[108] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/468-469.

[109] hanîf ke­limesinin anlamı için bk. Bakara 2/135

[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/469-470.

[111] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/470.

[112] Kabe hakkında bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/125-127

[113] Taberî, IV, 9; Ehnalılı, II, 1148

[114] Şev-kant, 1,403; Fuat Günel, "Mekke-i Mükerreme", İFAV Ans., III, 169

[115] IV, 12

[116] Fuat Günel, a.g.m., a.g.e., III, 172

[117] Feth 48/24

[118] Tin 95/3

[119] Kasas 28/57; An-kebût 29/67

[120] Şûra 42/7 diğer İsimleri için bk. İbn Kesîr, II, 64; Yakut, Muıcemii'l-büldân,V, 182

[121] I. Krallar, 6/1, 37

[122] I. Krallar,8/29-30

[123] bk. Bakara 2/127

[124] Buharı, "Fazlü's-salât fî Mescidi Mekke", 1,6

[125] Nesâî. "Hac", 4; İbn Mâce, "Menâsik", 3

[126] Râzî, VIII, 148

[127] bk. Bakara 2/126; İbrahim 14/37; Kasas 28/57

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/470-472.

[128] Kurtubî, IV, 139; Reşîd Rızâ, IV, 7 vd.

[129] Râzî, IV, 48; Elmalılı, 1,493

[130] İbn Kesîr, II, 65; bilgi için aynca bk. Bakara 2/125

[131] krş. Kasas 28/57; Ankebût 29/67; Kureyş 106/4

[132] Müslim, "Hac", 445-448

[133] Mâide 5/97; Tevbe 9/36. Mekke Haremi ve hükümleri hakkında bilgi için bk. Salim Öğüt, "Harem", Dİ A, XVI, 127-132

[134] bk. Müslim, "Hac", 412

[135] Elmalılı, II, 1149

[136] hac hakkında bilgi için bk. Bakara 2/196-203

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/472-474.

[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/475.

[138] Taberî, IV, 23; Elma-1111,11,1149

[139] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/475-476.

[140] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/476.

[141] Râgıb el-îsfahâ-nî, el-Müfredât, "vky" md.; Cürcânî, et-Ta'rîfât, "Takva" md.

[142] Hâkim, Müstedrek, II, 294; takva hakkında daha geniş bilgi için bk. Bakara 197

[143] Tegâbün 64/16

[144] Hâkim, Müstedrek, II, 294; takva hakkında daha geniş bilgi için bk. Bakara 197

[145] Hucurât 49/13

[146] Câsiye 45/19

[147] Âl-İ İmrân 3/76

[148] Bakara 2/194

[149] Sâd 38/

[150] Ra'd 13/35; Nebe' 78/31-36; takva hak­kında bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/197; A'râf, 7/26

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/476-477.

[151] Müsned, İÜ, 14,17; İbn Kesîr, II, 73

[152] bk. Bakara 2/214; Âl-i İmrân 3/52

[153] Hûd 1 l/i 18

[154] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/477-

[155] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/478.

[156] bilgi için bk. Bakara 2/128, 213

[157] ELmalılı, II, 1155

[158] hayır ve şer hakkında daha geniş bilgi için bk. Bakara 2/215

[159] Tevbe 9/67

[160] Bakara 2/263

[161] meselâ bk. Buhârî, "Mezâlim", 22; Müslim, "Libâs", 114, "îmân", 78; Ebû DâvÛd, "Edeb", 12, "Melâhim", 17; Tirmizî, "Fiten", 9,11; Nesâî, "İman", 17.

[162]Enbiyâ 21/105

[163] Ebû Dâvûd, "Melâhim", 17

[164] Tevbe 9/122

[165] Müslim, "îmân", 78; Tirmizî, "Fiten", 11

[166] Buhârî, "Bed'ü'1-halk", 10; Müslim, "Zühd", 51; geniş bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, "Emir bi'1-ma'rûf nehiy ani'l-münker", öM, XI, 138-141

[167] bk. Fussilet 41/34

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/478-481.

[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/481

[169] benzeri ifadeler için bk. Kıyâme 74/22-25; Abe­se 80/38-42

[170] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/482.

[171] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/482.

[172] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/483.

[173] bilgi için bk. Bakara 2/128, 213

[174] Müsned, IV, 408, V, 383; İbn Kesîr, II, 77-86

[175] Kur'ân-ı Kerîm'de Ehl-i kitaba nispetle kullanılan iman kavramının açıklaması İçin bk. Bakara 2/62

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/483-484.

[176] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/484.

[177] Vm, 185

[178] F. Buhl, "Kudüs", t A, VI, 953

[179] Mevlânâ Şiblî, İslâm Tarihi, VII, 152

[180] Ki-tâb-ı Mukaddes'te yahudİlere yöneltilen tehdit ve eleştirilere örnek için bk. Baka­ra 2/65-66,74

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/484-485.

[181] İbn Âşûr, IV, 58

[182] Kurtubî, IV, 175; Elmalılı, II, 1160

[183] II, 1160

[184] bk. Zilzâl 99/7-8

[185] Mâide 5/18

[186] Bakara 2/111

[187] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/485-486.

[188] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/486-487.

[189] bk. Sebe' 34/35

[190] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/487.

[191] Şevkânî, 1,416-417

[192] Şevkânî, 1,416-417

[193] Mevdûdî, 1,253

[194] VIII, 195

[195] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/487-488.

[196] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/488-489.

[197] Şevkânî, 1,4İS

[198] Hucurât 49/10

[199] Nisa 4/144; Mâ-ide 5/51

[200] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/489-490.

[201] Âlûsî, IV, 39

[202] Mümtehine 60/8

[203] bk. Mümtehine 60/9

[204] gayri miislimlerin dost edinilmemesi hususunda bilgi için ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/28

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/490-491.

[205] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/491.

[206] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/492.

[207] Buhârî/'İ'tisâm", 28; Müsned,m,35l

[208] Buhârî, "Cihâd", 164; İbn Kesîr, II, 91

[209] Buharı, "Megâzî", 21; Müslim, "Cihâd", 104

[210] Uhud Savaşı hakkında bilgi için bk. İbn Hişâm, es-Sîretü 'n-nebeviyye, III, 64 vd.; İbnKesîr,n, 90-91

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/492-494.

[211] Bedir Savaşı hak­kında bilgi için bk. Enfâl 8/5-19

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/494-495.

[212] İbn Kesîr, II, 93

[213] bk. Enfâl 8/9

[214] Elmahlı, II, 1171

[215] bk. Müs­lim, "Cihâd", 58; İbn Atıyye, I, 503

[216] melekler hakkında bilgi için bk. Bakara 2/30

[217] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/495.

[218] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/495-496.

[219] Megâzî", 21

[220] bk. Bakara 2/272; Ra'd 13/40; Kasas 28/56

[221] IV, 80

[222] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/496.

[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/497.

[224] Rûm 30/39

[225] Şevkânî, I, 423-424

[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/497-499.

[227] IV, 89; cennet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/25

[228] Âlûsî, IV, 58

[229] Elmahlı,II, 1177

[230] Elmalılı, E, 1177

[231] Şevkânî, I, 424425

[232] bk. Ebû Dâvûd, "Edeb", 2-3; Müsned, III, 440

[233] Buhârî, "Edeb", 76,102; Müslim, "Birr", 107, 108

[234] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/499-501.

[235] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/501.

[236] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/502.

[237] bk. Muhammed Hamîdullah, "Sünnet", M, XI, 242

[238] Atızâb 33/38

[239] İsrâ 17/77

[240] bk. Ömer Özsoy, Sünnetullah, özellik­le s. 135

[241] Ateş, II, 113

[242] Reşîd Rızâ, IV, 139

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/502-504.

[243] Fussilet 41/15

[244] IV, 98

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/504.

[245] bk. Sâffât 37/171-173; Mücâdele 58/21

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/504.

[246] şehitlik hakkında bk. Bakara 2/154

[247] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/504-505.

[248] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/505-506.

[249] Elmalılı, II, 1189

[250] Müslim, "Cihâd", 20

[251] el-Muvatta', "Cihâd", 27,40

[252] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/506-507.

[253] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/508.

[254] Reşîd Rızâ, IV, 160

[255] Hasan İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, 1,152

[256] Elmalılı, II, 1194

[257] İbn Kesir, II, 109

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/508-509.

[258] krş. A'râf 7/34; Hicir 15/5; Müminûn 23/43; Münâfıkun 63/11

[259] Buhârî, "Bed'ü'1-vahy", 1

[260] ay­rıca bk. Bakara 2/200-201; İsrâ 17/18-19; Şûra 42/20

[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/509-510.

[262] II, 1197; rabbânî hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/79-80

[263] IV, 116

[264] Buhârî, "Menâkıbü'l-ensâr", 29

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/510-511.

[265] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/511

[266] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/512.

[267] Ebû Hayyân, IH, 77

[268] Âl-İ İmrân 3/160

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/512-513.

[269] Buhârî, "Teyemmüm", 1

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/513-514.

[270] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/514.

[271] Buhârî, "Megâzî, 20, "Tefsir", 3/10

[272] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/514-515.

[273] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/515.

[274] Buhârî, "Tefsir", 3/11; "Megâzî", 20

[275] bk.Enfâl 8/11

[276] Taberî, IV, 142-143; Kurtubî, IV, 242

[277] Şevkâ-nî,I,436

[278] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/516-418.

[279] Râzî, IX, 51

[280] M. Reşîd Rızâ, IV, 191

[281] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/418-419.

[282] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/519-520.

[283] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/520.

[284] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/520-521.

[285] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/521.

[286] Enbiyâ 21/107

[287] Kalem 68/4

[288] I, 533

[289] İbn Âşûr, IV, 145

[290] Şûra 42/38

[291] bk. İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, II, 69; Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, I, 4M

[292] Ateş, VIII, 205

[293] şûra hakkında bilgi için bk. Elmalılı, II, 1213-1216; Yâkub Muhammed el-Mîlcî, Mehdeü'ş-şûrâ fı'l-İslâm; Alî Bar-dakoğlu, "ŞmîrjFAVAns., IV, 213-214

[294] meselâ bk. Al-İ İmrân 3/122; Mâide 5/11, 23; Tevbe 9/51; Yûnus 10/84

[295] Tevbe 9/129

[296] Âl-i İmrân 3/173

[297] Necm 53/39

[298] Müsned, 1,52

[299] Tir-mizî, "Kıyamet", 60

[300] bilgi için bk. Ah­met Saim Kılavuz - Mustafa Çağrıcı, "Tevekkül", İFAVAns., IV, 355-356

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/521-525.

[301] Muhanımed 47/7

[302] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/525.

[303] İbn Atıyye, 1,534; Reşîd Rızâ, IV, 215

[304] bk. Ahzâb 33/21

[305] Müsned, IV, 229

[306] Müsned, V, 424

[307] bilgi için bk. İbn Mâce, "Cİhâd", 34; Taberî, IV, 158-161

[308] bilgi için bk. Ferhat Koca, "Gulûl", DİA, XIV, 190-192

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/526-527.

[309] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/527-528.

[310] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/528-529.

[311] bk. Enbiyâ 21/107; Ahzâb 33/40; Sebe' 34/28

[312] resul hakkın­da bilgi için bk. Bakara 2/61; özellikle bk. A'râf 7/157

[313] Cum'a 62/2

[314] hikmet için bk. Bakara 2/269

[315] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/529-530.

[316] Buharı, "Megâzî" 26

[317] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/530-531.

[318] Müsned, 111,351; Buhârî, "İ'tisâm", 28

[319] Elmalılı, II, 1228

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/531-532.

[320] Elmalılı, II, 1228

[321] Âl-i İmrân 3/185; Ankebût 29/57

[322] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/532

[323] bilgi İçin bk. Bakara 2/154

[324] IV, 166

[325] II, 1231

[326] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/532-533.

[327] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/533-534.

[328] bk. İbn Atıyye, 1,542; Reşîd Rızâ, IV, 138; Elmalılı, II, 1231

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/534.

[329] Buhârî, "Tefsir", 3/13; İbn Kesîr, II, 146-147

[330] bk. Zemahşerî, I, 230-231; Elmaldı, II, 1232

[331] bk. Ateş, II, 144

[332] bk, Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İmâm-ı Âz.am Ebû Hanîfe'nin îtikadî Görüşleri, s. 117

[333] VI, 4410

[334] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/534-536.

[335] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/536.

[336] şeytan hakkında bk. Nisa 4/117-121; En'âm 6/112

[337] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/536-5367.

[338] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/537

[339] krş. Kehf 18/6; Şuarâ 26/3

[340] Nahl 16/82

[341] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/538.

[342] II, 1235

[343] IV, 185

[344] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/538-539.

[345] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/539.

[346] bk. Âl-i İmrân 3/44; Hûd 11/49; Yûsuf 12/102; En'âm 6/50; A'râf 7/188

[347] En'âm 6/59

[348] gayb âlemi hakkında bilgi için bk. Bakara 2/3

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/539-540.

[349] Reşîd Rızâ, IV, 257

[350] Ebû Dâvûd, "Cihâd", 22; Müsned, II, 302, 320

[351] Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, Beyrut 1978, s. 221-222

[352] Buhârî, "Tefsir", 3/14; cimrilik hakkında ayrıca bk. Nisa 4/37

[353] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/540-542.

[354] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/542.

[355] bilgi için bk. Şevkânî, 1,452,454; Elmahh, II, 1238; Ateş, II, 151

[356] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/542-543.

[357] bk. Mâide 5/27; Hac 22/28-34, 67; Kevser 108/2

[358] Levililer, 1,7 vd.; Tesniye, 15/16; I. Krallar, 18/38

[359] Râzî, IX, 121

[360] İbn Âşûr, IV, 186

[361] Taberî, IV, 197

[362] krş. Zemahşerî, 1,234; I. Kırallar, 18/36-38

[363] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/543-544.

[364] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/544.

[365] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/545.

[366] Elmalılı.II, 1244

[367] II, 1244 vd

[368] II, 155; nefis hakkında bilgi için bk. Nisa 4/1

[369] Buharı, "Cihâd", 73; "dünya hayatının geçici menfaatleri" konusun­da ayrıca bk. ÂI-i İmrân 3/14

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/545-547.

[370] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/547-548.

[371] bilgi için bk. Bakara 2/40*42; Âl-i İmrân 3/81

[372] meselâ bk. Bakara 2/63,64, 84,85, 100-101; Nisa 4/155; Mâide 5/70

[373] meselâ bk. Çıkış, 16/13-30; Sayılar, 15/32-36,12-50

[374] bk. Reşîd Rızâ, IV, 279

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/548-549.

[375] Buhârî, "Tefsir", 3/16

[376] Buhârî, "Tefsir", 3/16

[377] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/549-550.

[378] bk. M. Reşîd Rızâ, IV, 395 vd

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/550.

[379] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/551-552.

[380] Nûr 24/35

[381] ez-Zerîa ilâ mekârimi'ş-şerîa, s. 207

[382] Kur'an'da akıl, lüb, fuâd, kalb vb. kavramların anlamlan ve genel olarak düşünmenin önemi hakkında bk. A'râf, 7/179

[383] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/552-554.

[384] Şevkânî, I, 458

[385] İbn Âşûr, IV, 200

[386] birr" hakkında bil­gi İçin bk. Bakara 2/177; Âl-i İmrân 3/92

[387] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/554-555.

[388] Râzî, IX, 150

[389] Hucurât 49/13

[390] Tirmizî, "Tefsir", 5; İbn Kesir, I, 165

[391] bk. Buhârî, "Cihâd", 62-68; Müslim, "Cihâd", 134-137

[392] İbn Kesîr, II, 166; "sevap" hakkın­da bilgi için bk. Âl-ı İmrân 3/145

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/555-557.

[393] IX, 152

[394] ebrâr" hakkında bilgi için bk. Bakara 2/177

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/557-558.

[395] Müslim, "Cenâiz", 21/62-67

[396] İbn Kesîr, II, 169

[397] ayrıca bk. Bakara 2/41,79,174; Mâide 5/69, 83-85

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/558.

[398] Râzî, IX, 155

[399] İbn Âşûr, IV, 208

[400] Elmalılı, II, 1265

[401] bk. Buhârî, "Cihâd",73; Müslim, "İmâre", 163; İbnKesîrJI, 17M77; Kurtubî, VI, 324-326; silâh gücü bakımından hazırlıklı olmanın önemi için bk. Enfâl 8/60

[402] Müslim, "Taharet", 41; Tir-mizî, "Taharet", 39

[403] Reşîd Rızâ, IV, 319

[404] Buhârî, "Tefsir", 3/18-20; İbnKesîr,!!, 162-163

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:I/558-5560.