Âl-i İmrân, 159; Kavram, 160

 

 

Ş Û R Â (İ S T İ Ş Â R E / D A N I Ş M A)

 

Şûrâ/İstişâre; Anlam ve Mâhiyeti

İstişârenin Fazileti

Kur’ân-ı Kerim’de Şûrâ/İstişâre

Rasûlullah’ın Sünnetinde İstişâre ve Konuyla İlgili Hadis-i Şerifler

İslâm'da Kadınlarla İstişâre

İstişârenin Önemi

İstihâre; İstişâreden Sonra Yapılması Gereken Duâ

İstihârenin Yozlaştırılıp Rüya Falına Dönüştürülmesi

Tefsirlerden İktibaslar

 

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ

وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ اِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

 

“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlarla istişâre et, onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri kendisine sığınanları sever.” (3/Âl-i İmrân, 159)

 

 

Şûrâ/İstişâre; Anlam ve Mâhiyeti

 

İstişâre: Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma demektir. Müşâvere, şivâr, meşvûre, meşvere(t), meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek mânâlarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 1213). İstişârenin lügat anlamı ile ıstılah (terim) mânâsı arasında yakın bir bağ vardır. Çeşitli görüşlere başvurmak sûretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının, çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "İş husûsunda onlarla müşâvere et" (3/Âl-i İmrân, 159); "Onların işleri aralarında istişâre iledir" (42/Şûrâ, 38).

İstişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir. Birinci durumda istişâre sünnettir (Nevevî, Şerhu'l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76). İdârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulunmasının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır. "İş husûsunda onlarla istişâre et” (3/Âl-i İmrân, 159) âyetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir.

Mâlikîler dinî konularda İslâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzûlarda idarecilerin istişârede bulunmalarının vâcip olduğu görüşündedirler. Hatta İbn Atiyye ve İbn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azlinin vâcip olduğunu savunmuşlardır (Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi'l-Kur'ân, Kahire 138687/1966-67, IV, 249-250; M. Tahir b. Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, Tunus 1984, IV, 148). İmam Şâfiî istişâreyi nedb'e hamletmiş, ancak daha sonraki şâfiî fukahâsı âyetin vücup ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevî, a.g.e., IV, 76). Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Cessâs (v. 370/980)'ın 42/Şûrâ, 38. âyetinin tefsirinde "istişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir" şeklindeki sözünden istişârenin vâcip olduğu görüşünü benimsediğini anlıyoruz (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'an, Beyrut, ts., V, 263; M. Tâhir b. Aşûr, a.g.e, IV, 148).

Hz. Peygamber (s.a.s.) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir'de Ebû Sufyân'ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar'la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Tâif Seferinde, İfk hâdisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzûda ashâbıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah'tan daha çok ashâbıyla/arkadaşlarıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir. Bundan dolayı İbn Teymiyye; “idâreciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir” demektedir (İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye (Mecmû'u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa'd, "Arzu'l Ehâdisi'n-Nebeviyye el-Müteallike bi'ş-Şûrâ" (eş-Şûrâ fi'l-İslâm içinde), Amman 1989, 1, 85-107). Bunun yanısıra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râşidîn istişâreye büyük önem vermişler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a.); istişâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Kâ'b, Zeyd b. Sâbit ve diğer ashab'tan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır (İbn Sa'd, et-Tabakât (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1388/1968, II, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, X, 114- 115; Müttakî el-Hindi, Kenzu'l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, V, 627; Said Ramazan el-Bûtî, "eş-Şûrâ fî Cehdi'l-Hulefâi'r-Râşidîn (eş-Şûrâ fi'l-İslâm içinde), l, 113-167).

İslâm hükümeti, 3/Âl-i İmrân, 159. âyette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli'l fıkh, Bağdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Trc. S. Tuğ), İstanbul 1980 II, 942). Bu özelliğiyle İslâm idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde İlâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin hevâ ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır (İzzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28).

İslâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık farkı gözetilmeksizin, imkân dâhilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte; bunun yanında görüşler içinde tercihe şayan olanın parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecbûriyetini içermektedir (Ma'rûf ed-Devâlibî, İslâm'da Devlet ve İktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), İstanbul 1985, s. 55). Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapitalist demokratik rejimlerdeki şekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduğu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü safdışı etmektedir. Bununla beraber İslâmî müşâvere sistemi, arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevî) hazırlık devresini gerektirmektedir (Devâlibî, a.g.e., s. 56).

Devlet başkanının istişâre edeceği heyet değişik bir kadro teşkil edebilir. Şûrâ meclisi Uhud savaşında Hz. Peygamberin müslümanlarla istişâresinde olduğu gibi bazen halkın çoğunluğu (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 351); bazen Havâzin ganimetleri meselesinde olduğu gibi istişâre ânında mevcut müslümanların tamamı; bazen Hendek muhâsarasında Gatafan'ın çekilmesi için yapılacak antlaşmalarda görüldüğü üzere Sa'd b. Muâz ve Sa'd b. Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiş kişiler (Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983, V, 367-368; Heysemî, Mecmau'z Zevâid, Beyrut 1967, VI, 130-133); bazen de Bedir esirleri konusunda olduğu gibi, müslümanların bir kısmı şûrâ meclisini oluştururlar (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, İslâm'da Ferd ve Devlet, İstanbul 1978, s. 99-100). Ancak şûrâ meclisi kimlerden oluşursa oluşsun, ortaya çıkan hükümler, İslâm'ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsizlik meydana getirmeyecektir. Zira İslâm âdil bir sistemdir.

Devlet erkânı bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarıyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzûlarda halk büyükleriyle; memleket dâvâlarında yazarlar, nâzırlar, işçi ve memur temsilcileriyle istişâre etmeleri durumunda bu prensip amacına ulaşır. istişâre yapılan kişiler hakkıyla dindar, bilgili (sahasında uzman), akıllı ve tecrübeli olmalıdır (Kurtubî, a.g.e., IV, 249-250).

İstişâre bir nevi ictihad demektir. Konusunu ise Kur'an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil eder (Şerbâsî, Yes'elûneke fi'd-dîni ve'l-Hayât, Beyrut 1980, IV, 169; M. Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, İstanbul, ts. (Üçdal), II, 766). Devlet başkanı ile şûrâ meclisi arasında anlaşmazlık çıkması halinde, ihtilâf konusunu tartışıp inceledikten sonra görüş bildirecek bilirkişilerden oluşacak hakem heyeti kurulabilir. Hz. Ömer bunu tatbik etmiştir. Şam'a giderken, yolda, orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istişâre etmiş; anlaşma olmaması üzerine ensarla görüşmüş; yine netice çıkmayınca ilk muhâcirlerden Kureyş büyükleriyle müşâvere etmiş ve onların geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüştür (Buhârî, Tıb 30; Hiyel 13; Müslim, Selâm 98, 100; Muvatta', Medine 22, 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned I/194; M. Reşid Rızâ, Tefsirü'l-Menar, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), V, 196-197; Zeydan, a.g.e., s. 103). Bu gibi durumlarda Hz. Peygamber’in çoğunluğun görüşüne uyduğu da olmuştur. Meselâ Uhud'da Medine'nin dışına çıkmanın aleyhinde olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III/351; Zeydan, a.g.e., s. 103-104). (1)

 

 

 

İstişârenin Fazileti

İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsî, ictimâî, askerî vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerîm'inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.

Hz. Peygamber (a.s.) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah (a.s.)'ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.

Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargâh yapmak istedi. Bu sırada Ashab'tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Rasûlallah! Burayı, Allah'ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu. Rasûlullah (a. s.) "Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir" dedi. O zaman sahâbî "O halde yâ Rasûlallah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sen güzel bir fikre işaret ettin" buyurdu ve bu sahâbînin dediği şekilde hareket etti.

Toplumların düştükleri hatalar, çok defa işi kendi başına yürütme sonucu olmaktadır. Bu işi kendi başına yürütme ne kadar genişlerse, hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar daralırsa hatalar da o nisbette azalır. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah'tır. Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir. Bu sûrette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek olur.

İstişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenilirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.

Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmaya niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır. Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler. Bu şekilde hareket etmekle fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar.

Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir: Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır. İkincisi, birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür.

Abbâsî yöneticilerinden Me'mun, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda şöyle demiştir: "Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şâhit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma''

Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. İşlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranma ise, çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapılan işlerden fayda yerine zarar elde edilir.

Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeye çalışılırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi sorulan kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemelidir. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldir. Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa, kendisine ümitsizlik ve güvensizlik gelir. Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez.

Kısaca belirtmek gerekirse, istişâreye yani danışmaya, Yüce Allah'ın emri, Peygamber Efendimiz’in sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da "ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar", "akıl akıldan üstündür" diyerek, istişârenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir. (2)

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Şûrâ/İstişâre

Kur’ân-ı Kerim’de “şûrâ” kelimesi ve türevleri, toplam 3 yerde geçer: 2/Bakara, 233; 3/Âl-i İmrân, 159; 42/Şûrâ, 38.

“Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği giyeceği bilinen (örf)e uygun olarak çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Kimseye güç yetireceğinin dışında (yük ve sorumluluk) teklif edilmez. Anne, çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın; mirasçı üzerinde (ki sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse ikisi için de bir güçlük yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz vereceğinizi örfe uygun olarak ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki Allah yaptıklarınızı görendir.” (2/Bakara, 233)

“Allah'tan bir rahmet dolayısıyla onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları, bağışla onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşâvere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (3/Âl-i İmrân, 159)

“(Süleyman'ın mektubunu alan Sebe'melikesi,) "Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı" dedi.

"Mektup Süleyman'dandır, rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla (başlamakta)dır."

"Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)."

“(Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam.”

“Onlar, şu cevabı verdiler: Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün.”

“Melike: Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır, dedi.” (27/Neml, 29-34)

“(Bu sevaplar, iman edip) Rablerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler (içindir).” (42/Şûrâ, 38)

 

 

 

 

Rasûlullah’ın Sünnetinde İstişâre ve Konuyla İlgili Hadis-i Şerifler

İstişârenin Önemi ve İstişâre Emri: Kur'ân-ı Kerim, beşeriyet kadar eskiliğini göstermek sadedinde Hz. Süleyman'ın mektubu üzerine, takip edilecek siyasetin tesbiti maksadıyla yakınlarını toplayan Belkıs'ın yaptığı istişâre (27/Neml 29-33; 7/A'râf, 109-112) başta olmak üzere Firavun'un Hz. Mûsâ'ya karşı alınması gerekli tedbirleri tesbit için etrafındakilerle yaptığı istişâreden, Hz. İbrâhim'in, oğlu İsmail'le ilgili olarak, onun kurban edilmesi husûsunda gördüğü rüya üzerine, çocuk İsmail'le yaptığı istişâreye (37/Sâffât, 101, 102) varıncaya kadar kaydettiği misallerden başka, iki ayrı âyette Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ve müslümanlara istişâreyi emreder. Birinci âyet, Müslümanların sosyal meselelerini aralarında yapacakları istişâre ile yürütmelerini emreder: "...İşleri, aralarında şûrâ iledir" (42/Şûrâ, 38). Bu âyetle alâkalı olarak belirtilmesi gereken bir husus şudur: Burada kaydedilen parçayı Kur'ân-ı Kerim'deki ilgili metnin bütünü içerisinde görecek olursak "istişâre emri"nin başta Allah'a iman olmak üzere, tevekkül, büyük günahlardan sakınma, namaz... gibi İslâm'ın temel prensipleri meyanında zikredildiğini görürüz. Bu durum istişârenin ehemmiyetine parmak basmayı gâye edinir: "Size verilen şey hep dünya hayatının geçici (birer) faidesidir. Allah indinde olan (sevap) ise daha hayırlıdır, daha süreklidir. (Bu sevaplar) iman edip de ancak Rablerine güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman bizzat (kusurları) örtmekte (bağışlamakta) olanlara, Rablerinin (tevhid ve ibadete aid dâvetine) icâbet edenlere, namaz(ların)ı dosdoğru kılanlara -ki bunların işleri daima aralarında müşâvere iledir-, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah'a tâat uğrunda) harcamakta bulunanlara, kendilerine tagallüb ve zulüm vaki olduğu zaman elbirlik (mazluma) yardım eyleyenlere mahsustur." (42/Şûrâ 36-38)

Diğer âyet ise, doğrudan doğruya Hz. Peygamber (s.a.s.)'e müteveccihtir: "Onlarla iş husûsunda istişâre et" (3/Âl-i İmrân, 159). Yani her hususta "en güzel örnek vermekle mükellef olan" Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sosyal meselelerin cereyanında ve amme işlerinin tedvirinde de örnek olması, bu işlerde istişâreyi müstekar bir esas yapması istenmektedir. Bizzat Rasûlullah: "Allah bana farzların ikamesini emrettiği gibi müdâretu'nnâsı da emretmiştir" (Münâvî, Abdurrauf, Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Câmii's-Sağîr, Beyrut, 1972, II/159; İbn Kesir, Tefsir, Beyrut, 1966, II/142) buyurur. Müdâretu'nnâs ise, insanlara iyi davranmak, onlarla iyi geçinmek, onlara mültefit olmak, onları kazanmak, gönül alıcı olmak gibi içtimâî kaynaşmayı sağlayacak davranışların hepsine birden şâmil olmuştur (Münâvî, a.g.e. II/215, III/205).

Konuyla İlgili Hadis-i Şerifler:

Bu konuyla ilgili olarak gelen rivâyetler, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ve ashâbının (r. anhüm) hayatlarında istişâre keyfiyetinin mühim bir düstur olarak yer etmiş bulunduğunu gösterir. Öyle ki, bu mevzûda gelen hadislere dayanarak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in etrafındakilerle istişâre etmeden bir karara varmadığı, bir icraatta bulunmadığı bile söylenebilir. Bir rivâyette şöyle der:

"Müslümanların fikrini almadan "emîr" tayin etseydim, İbnu Ümmi Abd'i tayin ederdim" (İbn Sa’d, Tabakatu’l-Kübrâ, Beyrut, 1960, 3/154; Tirmizî, Humus, hadis no: 1966, Menâkıb 380).

"Müsteşar (kendisiyle istişâre edilen kişi), güvenilen bir kimse (olmalı)dır." (Ebû Dâvud, Edeb 114; Tirmizî, Zühd 39, Edeb 57; İbn Mâce, Edeb 37)

"Biriniz (din) kardeşine danıştığı zaman, danışılan kimse ona hak ve doğru bildiğini söylesin." (İbn Mâce, Edeb 37)

“Azm, görüş sahipleriyle istişâre etmek ve onların görüşlerine uymaktır.” (İbn Kesîr, Tefsir I/420)

 

“Kim bilmeden fetvâ verirse, yapılan işin günâhı, o fetvâ verene gider. Kim müslüman kardeşine bile bile yanlış yol gösterirse, ona hiyânet etmiş olur.” (Ebû Davud, İlm 8, hadis no: 3657)

“Kişiye bildiği bir şey sorulduğu zaman onu gizlerse; Allah, Kıyâmet günü o kimseyi ateşten bir gemle (yularla) bağlar.” (Ebû Dâvud, İlm, Bâbu Kerâhiyyeti Me’i’-llm)

Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer için: “Siz bir danışmada oy birliğine varırsanız, ben size aykırı hareket etmem.” demiştir. (Ahmed bin Hanbel, 5/227)

İstihâre eden aldanmaz, istişâre eden pişman olmaz, iktisâd eden (tutumlu harcayan) yoksul olmaz.” (Taberânî, el-Câmiu’s-Sağîr, Keşfu’l-Hafâ, 2/242). Bu rivâyetin senedinde çok zayıf bir kişi vardır. Hadis zayıf olmakla birlikte, ruhu ve anlamı itibarıyla doğrudur.

Hz. Enes: "Arkadaşları ile istişârede Hz. Peygamber kadar ileri giden bir başkasını görmedim" der (Tirmizî, Cihad 34). Hz. Ömer, Peygamberimiz’in müslümanlarla alâkalı bir meselenin istişâresi için Hz. Ebû Bekir ile birçok geceler boyu başbaşa kaldıklarını bazen bu istişârelere kendisinin de katıldığını belirtir (Hakim en-Nisaburî, el-Müstedrek, Haydarabad, Deken 1335 baskısından ofset, 2, 227)

Suyûtî, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in diğer insanlardan farklı olan husûsiyetlerini belirtirken bu özelliklerden biri olarak "istişâre yapma mecbûriyeti"ni de zikreder. Bu mecbûiyeti delillendirme sadedinde Hz. Peygamber'den: "Allah bana farzları yapmamı emrettiği gibi, (istişâre yoluyla) insanları iyi idare etmemi (müdâretu'nnâs) de emretti" hadisini kaydeder. (Suyûtî, Hasâisu'l-Kübrâ, Kahire, 1967, s. 125; Kütüb-i Sitte, 16/127)

Telâkki: Hz. Peygamber (s.a.s.)'i meşverete bu kadar ehemmiyet vermeye sevkeden şey meşveretin tesiri hakkında taşıdığı inanç idi. İstişâre edenin "asla pişman olmayacağını" belirten (Heysemî, Nuruddin Mecmau'z-Zevâid, Beyrut, 1967, 2/280) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e göre: "Bir millet istişâre ettiği müddetçe zillete düşmez" (Zemahşerî, Keşşâf I/332). Bu inancı takviye eden diğer bir görüşüne göre, bir meselede ferdî görüşler yanılabilirse de cemaatin görüşü asla yanılmaz: "Allah, ümmetimi dalalet üzere birleştirmez. Allah'ın eli cemaat üzerinedir." (Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2168). Öyle ise gerek ferdî ve gerekse içtimâî meselelerde mümkün mertebe çok kimsenin görüşleri müdahele edip kaynaşmalı, müşterek nokta bulunmalı ve buna da uyulmalıdır. "Gelip geçen bütün peygamberlerin ikisi semâ ehlinden, ikisi de arz ehlinden olmak üzere istişâre edeceği dört veziri olageldiğini ve kendisinin de aynı şekilde dört vezirle takviye edildiğini" (Tirmizî, Menâkıb 44, hadis no: 3680) belirten Hz. Peygamber, sâlih (liyâkatli) bir müşâvirin ehemmiyetini belirtme sadedinde bir başka hadislerinde şöyle buyururlar: "Sizden, üzerine mes’ûliyet yüklenen bir kimse için Allah hayır murad ederse, ona "sâlih" bir vezir nasip eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur." (Nesâî, Bey’a 33). Hadisin Ebû Dâvud'daki vechinde: "Allah, bir lider (emîr) hakkında hayır murad ederse kendisine dürüst bir vezir nasib eder.. Allah onun için hayır murad etmezse kendisine kötü bir veziri musallat eder de unuttuğu şeylerde hatırlatmada, hatırladığı şeylerde de yardımda bulunmaz" (Ebû Dâvud, Harac ve’il-İmâra 4, hadis no: 2932) der.

Hz. Peygamber, istişârenin sosyal hayata getireceği huzur ve saadeti ifade için de: "Umerânız (yöneticileriniz) hayırlılarınızdan, zenginleriniz de cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişâre ile yürürse; yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır" (İbn Kesir, en-Nihâye fi’l-Fiten, Kahire, 1969, I/24; Kütüb-i Sitte, 16/127) der.

Teşvik: Problemi olan herkesin, meselesini bir bilenden sorması bizzat Kur'ân-ı Kerim tarafından: "Bilmiyorsanız bir bilenden (ehl-i zikr) sorun" (16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7) diye emredilmekten başka Hz. Peygamberimiz de "Akıllara sorun, doğru yolu bulursunuz, (bu emrime) âsi gelmeyin, pişman olursunuz!" (İbn Hacer, el-Metâlibu’l-Âliye, Kuveyt, 1973, 3/17) der. Bir tebliğinde: "Kardeşiniz, birinizden bir şey soracak olursa, ona mutlaka yol gösterin" (Ebû Dâvud, Edeb 114; Tirmizî, Zühd 39) diye emrederken, sorana verilecek bu cevabın bir vazife olduğunu da ayrıca belirtir: "Bir Müslümanın diğer bir müslüman üzerindeki haklarından biri, ondan tavsiye (nasihat) talep ettiği zaman kendisine tavsiyede (nasihatta) bulunmasıdır." (İbnu'l-Hac el-Mâlikî, el-Medhal, 1293, 4/45; Mâverdî, Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, İstanbul, 1299, s. 239-40; Kütüb-i Sitte, 16/127)

Hz. Peygamber İstişâreye Muhtaç mı? Bu soru, Hz. Peygamber hakkında kabul edilen umûmîi telâkkîler muvâcehesinde hatıra gelebilecek mühim bir sorudur. Zira, Rasûlullah'ın Kur'an'da ifadesini bulan vahiy dışındaki sözlerinde bile vahy-i gayr-i metluv denen bir nevi vahye, irşâ-ı İlâhîye mazhar olduğu, onun kendi hevasından bir şey söylemediği gerek Kur'an'da (53/Necm, 3) ve gerek hadislerde (Bak. Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensû, Mısır, 1314, 6/122) gelmiş bulunan nasslarla ifade edilmiştir. Abdullah İbnu Amr'dan gelen rivâyet "öfkeli halinde bile ağzından sadece hak kelam çıktığını" ifade ederken (Ebû Dâvud, İlim 3, hadis no: 3646), Ebû Hureyre'den gelen bir rivâyet "şakalaşmalarında da haktan başka bir şey çıkmadığını" ifade eder. Bu sonuncu rivâyet aynen şöyle: "Hz. Peygamber (s.a.s.), bir defasında: "Ben haktan bakşa bir şey söylemem" buyurdu. Orada bulunan Ashab'tan bazıları: "Ama siz, ey Allah'ın Rasûlü, bizimle şakalaşıyorsunuz" dediler. Cevaben: "(Şaka sırasında da olsa) haktan başka bir şey söylemem" buyurdu." (Ahmed bin Hanbel, II/340; Tirmizî, Birr 57)

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in her an İlâhî murâkabe altında bulunduğunu, kendisinden husûsî ictihâdına mebnî meselelerde hata varid olacak olsa bile -az sonra açıklayacağız- bu hata üzerinde ilanihaye ibka edilmeyip İlahî tashih ve uyarıya mazhar olacağına en güzel, en ikna edici misal, Bedir esirlerine yapılacak muamele ile alâkalı istişâreden sonra gelen vahiydir. Hz. Peygamber'in aldığı karar İlahî iradeye uygun gelmemesi sebebiyle müteakiben gelen vahy Hz. Peygamber (s.a.s.)'i hüngür hüngür ağlatacak kadar şiddetli bir ifade ile tenbih ve tashih etmiştir. İstişarede Hz. Ebû Bekir fidye mukabili serbest bırakılmalarını, Hz. Ömer hepsinin öldürülmelerini, Abdullah İbnu Ravaha ateşte yakılmalarını teklif etmişti. Hz. Peygamber ise, Hz. Ebû Bekr'in görüşünü muvafık bularak, fidye mukabili serbest bırakılmalarını karar altına almıştı (İbn Kesir, Tefsir, 3/346). Bu kararı şiddetle kınayan âyette şu ibare de mevcuttur: "...Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi." (8/Enfâl, 67-68)

Burada şunu belirtmemiz gerekmektedir: Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) her hususta en güzelin, en faydalının, en doğrunun örneğini vermek vazifesiyle muvazzaftır. İstişare husûsunda da bu vazifeyle muvazzaftır. Öyle ise her seferinde, her işinde mûcizeye, sarih vahye dayansaydı bu "örnek olma" vazifesi yerine gelmemiş olurdu. Öyle ise, peygamber ve elçi olmak haysiyetiyle Allah'la olan irtibatı açısından zuhur eden meselelerin hallinde insanlarla istişâreye ihtiyacı olmamakla beraber, insanlara istişârenin lüzumu, ehemmiyeti ve nasıl yapılması lazım geldiğini öğretme vazifesiyle de muvazzaf olması sebebiyle istişâreye yer vermek zorundadır. Nitekim, söylediğimiz bu hususu, te'yid eden bir rivâyet İbnu Abbas'tan gelmektedir: "Onlarla iş husûsunda istişâre et..." (3/Âl-i İmrân, 159) âyeti nâzil olduğu zaman Hz. Peygamber (s.a.s.) şunu söyledi: "(Şunu bilin ki) Allah ve Rasûlü istişâreye muhtaç değildir. Fakat, Cenâb-ı Hak, ümmetime bir rahmet olarak bunu emretmiştir" (Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, I/257). Bunu te'yid eden bir başka rivâyette: "Cebrâil'in Hz. Peygamber'e Kur'an'ı indirdiği gibi sünneti de indirdiği" belirtilir (Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 6/122)

Şu halde Hz. Peygamber, taşıdığı peygamberlik vasfının bir yönü icabı istişâreye muhtaç değilse de, diğer bir yönü, yani örnek olmak, öğretmek yönüyle de istişâre yapmakla muvazzaftır. Alimler meselenin bu yönünü tavzihte müttefiktirler. Hasan-ı Basri şöyle der: "Cenâb-ı Hak: "İş husûsunda onlarla istişâre et" diyerek mahlûkatın en kâmiline meşvereti emretti. Bu emir, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ashâbına olan ihtiyacı sebebiyle değildir. Bu emirle Cenab-ı Hak, bize meşveretin fazilet ve ehemmiyetini öğretmek ve Müslümanların meşvereti hayatlarında tatbik etmelerini sağlamak; kişinin, âlim bile olsa insanlarla meşverette bulunması gerektiğini öğretmek istemiştir." (İbn Ma’n ed-Dürrî, Temyiz, Yazma, Damat İbrahim Paşa, No: 945, 60/a)

Katâde de aynı âyeti açıklarken emrin Hz. Peygamber'in ashâbının fikirlerine olan ihtiyacından ziyade terbiyevî yönünü dile getirir: "Allah, müşâvereyi Ashab'ın Hz. Peygamber'e ülfet ve yakınlığını artırmak ve onların (içlerinden geçebilecek her çeşit mülâhazaları bertaraf ederek) nefislerini hoş kılmak için emretti" (31)

şâvere emrinin "kalplerin hoş kılınması" gayesine raci olduğu farklı alimlerce te'yid edilen bir husustur (Bak. İbn Kesir, Tefsir II/142, 143; Muhammed İbn Allan, Delîlu’l-Fâlihîn, Mısır, 1971, III/209). İlk nazarda mübhem gibi gelen bu tabirin aydınlanması maksadıyla İbn Kesir'in: "Böylece insanlar, yaptıkları işlerde daha şevkli (enşât) olurlar" izahını (İbn Kesir, Tefsir II/142) kaydedebiliriz.

İstişâreye ehemmiyet vermeyen diktatörlerin hâlet-i rûhiyesini inceleyen araştırmacılar onların son derece kuşkulu ve ürkek olduklarını, zaman zaman delilik derecesine varan ruhî bunalımlar geçirdiklerini ifade ederler.

Siyasî tarihçiler, diktatör idarelerin, bizzat diktatörlerin ölümü ile sona erdiğini ifade ederken, sosyolog ve içtimaiyatçılar da temeli istişâreye dayanan "demokratik" idare ve terbiyenin halktaki mesuliyet ve teşebbüs ruhunu artırdığını belirtirler.

Şu halde, istişârenin ehemmiyetinden bahsederken onun bu yönüne de hususen parmak basmak gerekmektedir: İstişâre idare edenle idare edilenler arasında karşılıklı sevgi, saygı, itimad ve güvenin en mühim sebeplerinden biridir. Fikri alınan kimse, onlara karşı içinden geçebilecek kuşku, endişe, suizan, korku gibi hislerden kalbini temizleyerek kendisine değer verilmiş olma düşüncesinin de iştirakiyle samimi bir hürmet ve itaat duygusuyla bağlanacak, idare eden de bilmukabele ona karşı daha ziyade merhamet ve şefkatini ziyadeleştirecektir. Eslaf alimlerimiz bu durumu "ülfetin ziyadeleşmesi", "kalplerin hoş kılınması" gibi tâbirlerle ifade etmişlerdir.

En Büyük Dâhî De İstişâreye Muhtaçtır: Hz. Peygamber (s.a.s.), "İşleri, aralarında şûrâ iledir" âyetinin âlim-câhil, idare eden-idare edilen herkese şâmil olan umûmî emrine rağmen hiç kimsenin şu veya bu mülahaza ile, kendisini istişâreden müstağni addetmemesi, mutlaka istişâreye yer vermesi gereğini ifade zımnında: "Ben vahiy gelmeyen hususlarda sizden biriniz gibiyim" der (Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1/178, 9/146) ve "Allah Teâlâ, ikisi semâ ehlinden: Cibril ve Mîkâil ve ikisi de arz ehlinden: Ebû Bekir ve Ömer olmak üzere dört vezirle beni takviye etti" diye ilâve eder. (Münâvî, Feyzu’l-Kadir, II/217)

Hz. Peygamber, müslümanları kendisiyle istişâreye teşvik etmek, bilhassa dünyevî işlerin tedviriyle alâkalı hususlarda, herkesin şahsî fikrini söylemede, kendi nübüvvet otoritesi karşısında içlerinden geçebilecek tereddüd ve çekingenlikleri kırabilmek için daha da ileri giderek: "...(Şunu bilin ki) ben de bir insanım, söylediklerimde isâbet de ederim, hata da ederim" (Heysemî, a.g.e. I/178), "...Siz dünyanızın işini benden daha iyi bilirsiniz" (a.g.e. I/179) gibi beyanlarda bulunmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisinden sonra gerek ilmî ve gerek içtimâî vaziyeti ne olursa olsun herkesin mutlaka istişâre ile hareket etmesi gereğini ifade eden bir beyânı Hz. Ali'nin bir sorusu üzerine varid olmuştur. Aslı uzun olan mezkûr rivâyette Hz. Ali, Hz. Peygamber’e sorar: "Ey Allah'ın Rasûlü, hakkında Kur'an'da âyet gelmemiş, sizin sünnetinizde de bir benzeri hükme bağlanmamış (hakkında emir veya yasak beyan edilmemiş) bir hâdise ortaya çıkarsa, ne yapmamızı irşad buyurursunuz?" Rasûlullah'ın cevabı şudur: "Onu (fukahâ) ve mü'minlerden âbid olanlar arasında istişâre edin. Fakat asla husûsî bir kimsenin re'yi ile hükme bağlamayın..." (Heysemî, a.g.e. I/180)

İbn Teymiyye, Hz. Peygamber'e Kur'an'da gelen istişâre emrine dayanarak, "Hiçbir veliyülemrin (otoritenin) kendini, istişâre etmekten müstağnî addedemeyeceğini belirttikten sonra, Kur'an'da gelen mezkûr emrin gâyeleri husûsunda âlimlerin şu tesbiti yaptıklarını kaydeder:

1- Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ashâbının kalplerini kazanması (te'lif),

2- Hz. Peygamber'den sonra bu prensibe uyulması,

3- Hakkında vahiy gelmeyen harp, cizye, vesâir her çeşit işte onların reylerini elde etmesi (İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye, s. 161) (Kütüb-i Sitte, 16/131).

Ashâb ve İstişâre: Ashâb, Hz. Peygamber'den aldığı derse uyarak istişâreye gerekli ehemmiyeti vermiştir. Hz. Ebû Bekr Kur'an-ı Kerim'in kitap haline konmasından (Tirmizî, Tefsir, (Tevbe Sûresi), hadis no: 3102), zekât vermemek için isyan eden bedevîlerle savaşa (Buhârî, Zekât 1) kadar bütün devlet işlerinde istişâreye yer verdiği gibi, sağa sola tâyin ettiği komutanlara bile istişâre ile hareket etmeleri husûsunda ta'mimler yollamıştır (Heysemî, a.g.e. 5/319).

Bu hususta Hz. Ömer'in işgal ettiği mevki daha dikkat çekicidir. Hz. Peygamber'in kabr-i şerifleri ile minber arasında "meclisu'l-muhâcirîn"in yer aldığını; Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman İbnu Avf'ın burada devamlı üye oldukları, zuhur eden her meseleyi onlara vazederek onlarla istişâre ettiği (Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, Haleb 1978, 13/624), sorulan suallere sünnete uygun cevabı bulmak için istişârelere başvurduğu (Bak. Şâfiî, Risâle, Mısır, 1940, s. 427; Müslim, es-Sahîh, Selâm 98) rivâyetlerde belirtilir. Hicrî takvimin konmasıyla sonuçlanan tarih vazıyla ilgili istişâre bunların mühimlerinden biridir (Taberî, Tarih, Beyrut, tarihsiz, 4/188). Onun, istişâre meclisine gençleri de alıp, fikirlerini rahatça söylemeleri husûsunda teşviklerde bulunduğu da rivâyetlerde gelmiştir. Hatta onun, askerî komutanların yanına müşâvirler tayin ettiği de bilinmektedir (Heysemî, a.g.e. 5/319).

Hz. Peygamber'in Müşâvirleri: Hz. Peygamber, istişâreye son derece ehemmiyet verdiğini belirttikten sonra, şahsî hayatındaki tatbikatı göstermek bakımından, fiilen istişârede bulunduğu bazı şahsiyetleri belirtmede fayda var. Hemen kaydedelim ki, bu hususta ilk akla gelen kimseler Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'dir. İbn Abbas onları Hz. Peygamber’in "iki havârîsi ve iki veziri" olarak tavsif eder (İbn Kesir, Tefsir, 3/143). Rasûlullah'ın devlet işlerinin yürütülmesinde bu iki zâta ne kadar önem verdiğini: "Ebû Bekr ve Ömer benim nazarımda, bir baş için göz ve kulak mesabesindedir" (Münâvî, Fevyzu’l-Kadîr, I/189) hadisinden anlayabiliriz. Hz. Peygamber bu kulak ve göz gibi kıymetli tuttuğu müşâvirlerin görüşlerini ne kadar üstün tuttuğunu, "Ebû Bekr ve Ömer istişâre sırasında bir meselede ittifak edip birleştilermi asla itiraz etmem" (Heysemî, a.g.e. 9/53) sözüyle ifade eder. Hz. Peygamber'in "İkinizle beni takviye eden Allah'a hamd olsun" (Usdü’l-Ğâbe, 6/10) dediği de rivâyetler arasında gelmiştir.

Gerçekten de bu iki müsteşar son derece nafiz görüşlü kimselerdir. Onların bu husustaki liyâkatlerini ifâde eden rivâyetler çoktur. Hz. Ömer için oğlu Abdullah: "Ömer'in birşey için: "Zannederim bu şöyle olmalıdır" deyip de onun zannettiği şekilde hâsıl olmadığı vâki değildir" (Buhârî, Menâkıb 35) der. Yine Abdullah İbn Ömer'in ifadesiyle ortaya çıkan bir meselede herkes bir görüş beyan ederken Hz. Ömer bir başka görüş beyan edecek olsa meseleyle alâkalı olarak gelen âyet her seferinde Hz. Ömer'i te'yid etmiştir (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire, 1959, II/51). Nitekim bu durumlarda on beş kadarında Hz. Ömer'den "şöyle olsaydı" diye vâki olan temennîyi tâkiben, temennîsine muvâfık âyetler gelmiştir. Tesettür, münâfıklara kılınan cenâze namazı, Bedir esirlerine uygulanacak muâmele ile alâkalı vahiyler bunlardandır. Hz. Ömer'e vahy-i İlahî'nin muvâfakatı olarak bilinen bu hadisler (Bak. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, II/51; Heysemî, a.g.e. 9/67-69) onun ne kadar nâfiz, basîret ve ne kadar berrak bir fıtrat-ı selîme sahibi olduğunun ve Hz. Peygamber'in: "Benden sonra bir peygamber gelseydi bu Ömer olurdu" (Tirmizî, Menâkıb 48) veya "Allah, hakkı Ömer'in lisanına ve kalbine koymuştur" (Tirmizî, Menâkıb 45) iltifatlarının ne kadar doğru olduğunun en güzel delilleridir.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in bu husustaki kapasitesini dile getiren rivâyetler de çoktur. Onların burada zikrinden sarf-ı nazar ederek, onun görüşlerindeki isâbetlilik derecesini ifade eden Hz. Peygamber'in şu hadisini kayıtla yetiniyoruz: "Allah, Ebû Bekir'in (kararlarında) hata yapmasından, semâsının fevkinde rahatsız olur." (Heysemî, a.g.e. 9/46).

Hz. Peygamber'in bu iki zat dışında başka müşâvirleri de olmuştur. Az sonra belirtileceği üzere, istişâre edilecek mesele kimi veya kimleri alâkadar ediyorsa, kadın-erkek, yaşlı-genç, hattâ mü'min-münâfık ve müşrik ayırımı yapmadan fikirlerine başvurmuş, lüzumuna inandığı ve fayda mülâhaza ettiği herkesle istişârede bulunmuştur.

Bununla beraber, umûmiyetle gerek Ensar ve gerekse Muhâcirûn'un temsilcileri durumunda olan büyükler, onun sıkça mürâcaat edip istişâre yaptığı kimseleri teşkil etmekte idi. Bu meyanda Hz. Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahu anhümâ)'den sonra bilhassa Hz. Osman, Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Üseyd İbn Hudayr, Sa'd İbn Muaz ve Sa'd İbn Ubâde, Muaz İbn Cebel vs. sıkça istişâre ettiği kimseler arasında zikredilebilir (Bak. Heysemî, a.g.e. I/178).

Münâfık ve Müşriklerle İstişâre: Burada husûsen zikre şâyân iki isim Abdullah İbn Ubey İbni Selül ve Abbas İbn Abdilmuttalib'tir. Bunlardan birincisi Medine'deki münâfıkların başı olarak birçok ıstıraplara sebep olduğu halde Hz. Peygamber (s.a.s.) zaman zaman kendisiyle istişâre etmiştir. Bu meyanda Uhud Savaşı'nın nerede yapılacağı husûsunda icrâ edilen istişâredeki tutumu ve neticeleri mühimdir (İbn Hişam, Sîret, Mısır, 1955, 3-4, 63).

İbn Abbas'a gelince, Hz. Peygamber Mekke' de iken, onunla henüz müşrik olmasına rağmen, "isâbetli rey ve kuvvetli zekâ sahibi" olması sebebiyle, hicret gibi en gizli, en kritik bir meselede bile istişâre ederek fikrini almıştır (Bak. İbnu’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, Kahire, 1970, III/165; İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, Haydarabad, Deken 1378 baskısından ofset, 5/123; Taberî, a.g.e. 2/239)

İstişare Konuları: Hz. Peygamber'in ashâbıyla yaptığı istişâreler gözönüne alınınca bunların çok çeşitli sahalara girdikleri görülür. Çoğunlukla harp ve askerlikle alâkalı iseler de sadece bunlara münhasır değildir. Nitekim namaz vakitlerini duyurma şekli ile alâkalı olan istişâre, dinî olduğu gibi, ifk (Hz. Âişe'ye iftira) meselesinde yapılan istişâre de tamamen dünyevî ve hatta hususi bir meselenin müşâveresi gibi gözükmektedir. Misallerden gelen bu tenevvü (çeşitli sahalarla ilgili olma) sebebiyle İslâm alimleri, istişâreye arzedilmesi gereken meseleler husûsunda farklı iddialarda bulunurlar. "Bir kısmı harb ve düşmanla alâkalı meselelerde gerekli derken, diğer bir kısmı dünya ve din işlerinde lüzumlu, bir başka grup da, insanları ahkâmın sebepleri ve içtihadın yapılış tarzı hususlarında uyarmak için dinî meselelerde yapılmalıdır" demişlerdir (Bak. Suyûtî, Rasâıisu’l-Kübrâ, 3/258).

İstişare Dışı Konular: Dinî mevzûların bile istişâre şümûlüne girdiği söylenirken, vahyin gelmediği hususlara giren dinî meselelerin kastedildiğini belirtmek gerek. Nitekim Ashâb, Hz. Peygamber'in teklifleri geldikçe: "Bu vahiyse diyeceğimiz yok, ama şahsî re'yiniz ise kanaatimiz şudur... Şöyle yapılırsa daha iyi olur... Biz bunu kabul edemeyiz.." şeklinde konuşmuşlardır. Şu halde vahiyle tavzih ve tesbit edilen meselelerde vahye ters düşen kanaatler ileri sürmek, münakaşa yapmaya kalkmak mü'minlik edebine aykırıdır, bu hususlarda tam bir teslimiyet gerekmektedir.

Hz. Peygamber Allah'a, âhirete, kadere iman gibi imana müteallik meselelerde münâkaşa ve hatta mübâhaseyi yasaklamıştır (Buhârî, Bed’u’l-Halk 11; Müslim, İman 212-217). Kısmen mevzûmuzun dışına çıkan bu bahse bir örnek kaydedip geçeceğiz: Hz. Ali'nin rivâyetine göre, bir gece kendilerine uğrayan Hz. Peygamber: "Namaz kılmıyor musunuz?" diye sorunca Hz. Ali: "Ey Allah'ın Rasûlü, bizim nefislerimiz Allah'ın kudret elindedir. O, bizim (namaza) kalkmamızı dilerse bizi kaldırır (biz de namaz kılarız)" cevabını verir. Hz. Peygamber kaderle alâkalı bu meselede münâkaşaya girmektense cevap bile vermeden geri döner, gider. Ancak, giderken kendi kendine şu âyeti telaffuz ettiğini Hz. Ali işitir: "İnsanın en çok yaptığı iş tartışmadır" (18/Kehf, 54) (Buhârî, İ’tisâm 18)

İstişârenin Mekanizması: İslâm'ın istişâreye verdiği önemi belirttikten sonra, İslâmî istişârenin safhalarıyla alâkalı birkaç mühim noktayı açıklayabiliriz:

1- Müşâvirin Durumu: İstişârede en mühim hususlardan biri budur.

Sünnette kimlerle istişâre edilebileceği husûsunda gerek kavlî ve gerekse fiilî hadisler, örnekler bolca varid olmuştur. Buna göre:

a. Liyâkat: Müsteşar, fikri alınacak hususta akıl, tecrübe ve bilgi yönleriyle liyâkatli olmalıdır. Hadiste: "Âkil (akıllı) olandan fikir alın ki, doğruyu bulasınız..." (İbn Hacer, el-Metâlibu’l-Âliye, 3/17; Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. 3/409), "İşini bilmen, akıllı kişiye danışıp sonra da ona uymandır" (Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, 3/110) denir. Âlimler, kendini beğenen, tecrübesiz gençle, aklına araz gelmiş yaşlılardan fikir almamayı tavsiye ederler (İbnu’l-Hac, a.g.e. 4/46).

Liyâkatlı ve tecrübeli kimse, güvenilebilir olduğu takdirde müşrik bile olsa fikrine başvurulabileceği husûsunda yukarıda zikri geçen Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile henüz o müslüman olmazdan önce yapmış bulunduğu istişâre delil olarak gösterilebilir.

Ahlâk kitaplarında kaydedilen: "Müsteşarın fikren gam ve kederden sâlim olması" şartını da liyâkatle alâkalı bir husus olarak değerlendirebiliriz (A.g.e. 4/46).

b. Mûtemed Olmak: Fikrine başvurulacak kimsenin liyâkattan başka mûtemed olması aranmalıdır. Hz. Peygamberimiz mükerrer olarak: "Müsteşar güvenilir olmalıdır" (İbn Mâce, Edeb 37, hadis no: 3745-3746; Tirmizî, Zühd 39, Edeb 57) der. Bir başka hadiste: "Müsteşar dürüst olmalıdır, bir kimseye bir şey danışılırsa kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyi tavsiye etmelidir" (Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. III/409; Heysemî, a.g.e. 8/96) buyurur, böyle hareket etmeyenin davranışını da "...kardeşine ihânet etmiştir" diyerek ihânet gibi ağır bir suçla suçlayarak kınar (Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. III/411). Hz. Peygamber, istişârede dürüstlükten ayrılanları kınayan hadislerden birinde de şöyle buyurur: "Kişi kendisinden fikir danışanlar hakkında hayırhah olduğu müddetçe görüşlerinde isâbetli olmaya devam eder. Ancak, danışanı ne zaman aldatmaya kalkarsa Allah da onun fikirlerindeki sıhhati (isâbetliliği) kaldırır." (A.g.e. III/409)

Dürüstlük Başta Gelir: "Hz. Peygamber, yukarıda kaydettiğimiz bazı hadislerde fikir danışana cevap vermenin bir vecibe olduğunu beyan etmekle beraber, kanaat beyan ederken dürüstlüğün şart olduğunu bilhassa tebarüz ettirir. Mürâcaat edenle müsteşar arasında mevcut hasmane düşünceler, menfi hisler sebebiyle dürüst olmayacaksa sükut etmesi, konuşmaması gereklidir: “Müsteşar güvenilir olmalıdır, sorulana dilerse cevap verir, dilerse sükût eder (cevap vermez).” (Heysemî, a.g.e. 8/97). “Ancak, cevap verecekse yapılacak iş kendisi için yapılıyormuşcasına (doğru) cevap versin.” (Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. III/410). Şu halde mesela Mâverdî gibi bazı âlimler: "Bir kimseye dost veya düşman kim (istişâre için) mürâcaat ederse etsin, fikrini gizlemede hiçbir özür yoktur" sözünü (Mâverdî, a.g.e. s. 240) bu hadisin ruhsatıyla ihtiyatla karşılamak gerekir.

Sorulara doğru cevap vermek husûsunda delil olarak, normal durumda kişi hakkında medar-ı bahs edilmesi gıybet sayılabilecek bir açıklamayı, mürâcaat ve sual üzerine yapılmış bulduğumuz şu hadisi gösterebiliriz. Hz. Peygamber, evlenmek niyetiyle Ebû Cehm ve Muâviye hakkında kendisine fikir danışan Fâtıma Bintu Kays'a şu enteresan cevabı verir: "Ebû Cehm sopasını omuzunda taşır (yani dayak atıcıdır). Muâviye'ye gelince, o da fakir ve malsızdır, sen Üsame İbnu Zeyd ile evlen." (Müslim, Talâk 36; Tirmizî, Nikâh 38; Nesâî, Nikâh 22)

c. Müslüman ve Dindar Olmak: Bazı hadisler, istişâre edilecek kimsenin Müslüman ve mütedeyyin olmasını şart koşar: "Kim bir işe girişmek ister de o hususta Müslüman biri ile müşâvere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar" (Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e. III/409).

Ahlâk kitaplarına "müttakî, mütedeyyin olmak" şeklinde girmiş olan bu şartın, kezâ "nasih/öğüt veren ve muhib/dost, sevgi sahibi olmak", "sorulan hususta müsteşarın menfaati olmamak" gibi kaydedilen diğer şartlarda da olduğu üzere, esas gâyesi yukarıda kaydettiğimiz "güvenilir olmak" şartını gerçekleştirmeye râcîdir (Bak. Abdullah Şevket İbn Muhammed Hamdi, Ahlâk-ı Dinî, İstanbul, 1328, s. 282; İbnu’l-Hacc, a.g.e. 4/46)

d. İlgili Olmak: Bu vasıf liyâkat maddesinde mütâlea edilebilirse de, ayrıca ele alınmasında fayda vardır. Aslında ilgi, liyâkattan oldukça farklı bir husustur. Hz. Peygamber 'in bir kısım sünnetini, hatıra gelebilecek bazı sualleri böylece daha rahat açıklığa kavuşturabileceğiz. Nitekim Uhud Seferi sırasıda, savaş şehrin içinde mi, yoksa dışında mı olmalı? diye müzâkere yapılırken münâfık Abdullah İbn Übey İbn Selül'ün fikrinin alınması bu mesele ile olan alâkası sebebiyledir. Zira, üç yüz civarında bir grubun lideri durumunda idi.

Bu konuyla ilgili olarak, kadınla istişâre meselesi de mevzûbahs edilebilir. Zaman zaman, bir kısım kitaplarda mutlak bir ifade ile "kadınla istişâre etmeyin" (Bak. İbnu’l-Hacc, a.g.e. 4/46) şeklindeki tavsiyenin sünnete uymadığını söyleyebiliriz. Zira en azından kadını ilgilendiren meselelerde onunla istişâre edilmesi husûsunda Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'den çok net "emirler" varid olmuştur: "Kendilerini ilgilendiren hususta kadınlarla istişâre edin" (Üsdü’l-Ğâbe, 4/15) "Kızları husûsunda kadınlarla istişâre edin." (Ebû Dâvud, Nikâh 24) "Bakire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşâvere etmelidir" (Ebû Dâvud, Nikâh 24, 26) "Dul kadın, kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır..." (Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64) gibi.

Evlenme gibi şahsını alâkadar eden bir mevzûda fikrinin alınması ve ona uyulması kesinlikle ifade edilir ve hatta "kızın arzusunun hilâfına yapılan nikâhın bizzat Rasûlullah tarafından iptal edilmesi" (Buhârî, İkrâh 4) vak'asına dayanan "cumhur" bu çeşit nikâhın bâtıl olduğuna hükmeder (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî 15/351, Azimâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, Medine 1968, 6/119 ve devamı).

Şüphesiz bir erkek, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde "istişâre etmekle" kayıtlı değildir. Bu hususu te'yid eden bir rivâyette: "Hz. Peygamber kadınlarla da istişâre eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi" (İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, Mısır, 1963 (ofset), I/27 denmektedir. Bunun aksini ifade eden rivâyete rastlamadık. Tirmizî'de "kızıl rüzgâr"la alâkalı hadiste geçen "kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder" cümlesinde kınanan husus, kadınla yapılan istişâre değil, annenin ihmal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste "...babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir" (Tirmizî, Fiten 38) denilmektedir.

Kadınla istişâre meselesindeki tereddüdü izâle edecek iki örneği Hz. Ömer'den kaydedebiliriz. Birincisi, bilinen bir vak'adır. Hz. Ömer bir cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mihir için bir sınırlama getirerek mübâlağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman cemaatte bulunan bir kadının, bizzat Kur'an'dan okuduğu âyetle bu kararın yanlışlığını hatırlatması üzerine Hz. Ömer: "Bir kadın isâbet, bir erkek hata etti. Bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti" diyerek kendi iddiasından rücu edip kadının görüşüne uyar (Bak. Bâkıllânî, et-Tehmîd, Beyrut 1957, s. 199).

İkinci misalimiz mevzûmuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir gece teftişinde Hz. Ömer, kocası cihad için askere gitmiş olan bir kadının "bekârlıktan yakındığını" işitince, kızı Hafsa'ya (ve kadınlardan tecrübeli olanlara) (A.g.e. s. 198) mürâcaat ederek: "Kızım, (söyle bakalım) bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir?" diye sorar ve onun verdiği cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak sınırlar. (Said İbn Mansur, Sünen, Malegaon, 1967, II/186; Bâkıllânî, a.g.e. s. 198; Bak. İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, s. 326-327)

Şu halde, kadını ilgilendiren şahsî, ailevî meselelerde fikri alınacağı gibi, ihtisasına giren meselelerde de fikri alınabilecektir. Zaten liyâkat ve ilgisi olmayan hususlarda erkek de olsa kendisiyle istişâre tavsiye edilmemiştir. Öyle ise, "kadınla istişâre etmeyin" mealindeki mutlak tavsiyeler menşeini sünnetten almazlar, bazı ciddi kitaplarda (92) tasrih edildiği üzere "hükema" sözüdür. Ne var ki, dinî kitaplarımıza girmiş bulunan -darb-ı mesel, israiliyat, etibba ve hükema sözü nevinden- her şey, halk tarafından zamanla dinin kendisi zannedilerek, hadisle, Kur'an'la iltibas edilmiştir.

2. İstişârenin Şekli: İslâmî istişârede müşâvirlerin durumunu belirttikten sonra istişârenin cereyan tarzına da temas etmek isteriz. Burada karşımıza farklı şekiller çıkmaktadır:

a. Doğrudan Re'ye Mürâcaat: Karara bağlanacak bir mesele zuhur edince salâhiyetli veya ilgili kimselere başvurarak fikirlerinin alınması demektir. Bunun misali Hz. Peygamber'in hayatında çoktur. Bedir'de harbe karar vermek (İbn Sa’d, a.g.e. II/14), Bedir Harbi'nden sonra da elde edilen esir ve ganimetler mevzûunda takip edilecek tutum için (Tirmizî, Cihad 34), Hendek Harbi'nin hazırlık şekli için (İbn Sa’d, a.g.e. II/66) yapılan istişâreler umûmiyetle bilinen örneklerdir.

Hz. Peygamber, bu durumda beyan edilen görüşlerden en uygununu seçerdi.

b. Liyâkatlinin Müdâhalesi: Bazı durumlarda Hz. Peygamber'in şahsî mürâcaatı varid olmadan, ortaya çıkmış mesele ile alâkalı olarak hariçten müdâhale vakaları olmuştur. Bu müdâhaleler "liyâkatli ağız"dan geldiği veya "mâkul" bulunduğu takdirde daima hüsn-ü kabul görmüştür. Bununla alâkalı örnekler de çoktur. Bu ikna edici örnekler Hubab İbnu'l-Münzir ile alâkalı olanlarıdır. Bedir Savaşı'na karar verildikten sonra Hz. Peygamber ordunun savaş vaziyeti alacağı yeri tayin ederek yerleşme emrini vermişti ki, Hubab huzura çıkarak harp mevziini seçme işini vahyin irşadı ile değil de kendi re'yi ile yaptı ise buranın uygun olmadığını Hz. Peygamber'e söyledi. Hz. Peygamber de: "Hayır, vahiy değil, kendi reyimle seçmiştim" der. Hubab'ın fikrine uygun olarak yeniden yerleşim yapılır (İbnu Sa'd II/15; Hâkim, a.g.e., III/427; Vâkıdî, Meğâzî Oxford, 1966, I/53) Aynı Hubab'ın gerek Hayber (Vâkıdî, a.g.e. II/645), gerek Tâif (Vâkıdî, a.g.e. II/325-326) seferleri sırasında, gerekse Benû Nadr ve Benû Kureyza gazvelerinde (Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, III/257-258) Hz. Peygamber tarafından, her seferinde kabul edilen benzer tekliflerine rastlıyoruz.

Fetih günü Mekke'nin haramiyetini ilân eden Hz. Peygamber'in bu meyanda "otlarını yolmanın da harama dahil olduğunu" söylemesi üzerine amcası Abbas tarafından izhir denen ve günlük hayatta muhtaç olunan bir otun bu yasaktan hâriç tutulması için yapılan talebin kabul edilmesi (Buhârî, Cenâiz 76; Müslim, Hacc 445-448) şarap yapılan (Buhârî, Eşribe 8), eşek eti pişirilen kapların kırılması için verdiği emre "kırılmayıp yıkandıktan sonra kullanılması" (Buhârî, Meğâzî 38) için yapılan teklifin kabul edilmesi gibi örnekler Hz. Peygamber'in çok farklı konularda muhâtaplarını dinleyip görüşlerini değerlendirdiğini gösterir.

c. Yersiz Teklif: Şunu da belirtelim ki, münhasıran dini alâkadar eden meselelerde vaki olan telkin ve tavsiyeleri Hz. Peygamber ciddiye almamıştır. Nitekim O'nun kadın-erkek, yaşlı-genç herkese, her hususta düşünce ve kanaatlerini serbestçe söyleme husûsundaki cesâret verdiren müsâmahakâr davranışı sebebiyle, bazı kimselerin, zaman zaman "yersiz" ve "densiz" diyebileceğimiz davranışları ve teklifleri de olmuştur. Bunlardan biri, bir yolculuk sırasında vâki olur: Akşam vakti girince Hz. Peygamber (s.a.s.) orucunu açmak için su ister. Bunun üzerine muhâtabı emri hemen yerine getireceği yerde: "Biraz daha bekleyin, ortalık kararsın" karşılığında bulunur. Hz. Peygamber (s.a.s.), her seferinde aynı şekilde mukabelede bulunan muhâtabının -ki Bilâl-i Habeşî'dir- (Ebû Dâvud, Savm 19, hadis no: 2352) mütâleasını nazar-ı dikkate almaksızın emrini üç defa tekrar ederek orucunu açtıktan sonra, iftar vaktiyle alâkalı açıklamada bulunur (Buhârî, Savm 44).

İkinci bir misal, hac menâsikinin tâlimi sırasında meydana gelir. Peygamberimiz (s.a.s.) hacc esnasında Zilhicce'nin dördüncü (veya beşinci) günü beraberinde kurbanlıklarını getirmeyenlere, ihramdan çıkmalarını emretmişti. Sahâbîler, "ihramdan çıkmak için vaktin henüz gelmediğine" hükmederek bu emri tatbik etmek istemiyorlardı (Müslim, Hacc 111, 144). Rasûlullah bu tutum karşısında o kadar öfkelenmişti ki, Hz. Âişe'nin yanına döndüğü zaman öfkesi hâlâ yüzünden okunuyordu" (Müslim, Hacc 130, Heysemî, a.g.e. III/233)

Gerek iftar vakti, gerek ihramdan çıkma günü gibi, tamamen dinî hususlarda, dünyada Hz. Peygamer'den başka kim daha liyâkatlı ve selahiyetli olabilirdi ki, bu çeşitten itiraz ve teklifleri ciddiye alsın?

d. Saygısız Müdâhale: Her ne kadar normal istişâre çerçevesinde mütalaa edilmesi zor da olsa, istişâre mevzûu ele alındığı zaman temas edilmesinde fayda mülahaza edilecek bir husus da Hz. Peygamber'in "saygısızca" diye tavsif edeceğimiz bazı itiraz ve müdâhaleler karşısındaki tutumudur. Zira insanlar arasında bir kısım ölçüsüz ve saygısız davranışlara sapan kimseler her zaman mevcuttur. Bunlar karşısında Hz. Peygamber (s.a.s.)'in davranışını ibret almamız için bilmekte fayda vardır. Kısaca "sabır" ve "müsâmaha" olarak tavsif edeceğimiz bu sünneti sergileyen bir iki misal kaydedeceğiz:

Birinci misalimiz, Abdullah İbnu Zi'l-Huvaysira denen bir Temimlinin davranışıdır. Hz. Peygamber Huneyn'de elde edilen ganimeti (veya Hz. Ali'nin Yemen'den (Nesâî, Zekât 78) göndermiş bulunduğu sadaka malını (İbn Hacer, bu farklılıktan hareketle, aynı itirazcının iki ayrı yerde olay çıkardığına hükmeder -Fethu’l-Bârî 15/321-322-) dağıtırken ortaya atılarak: "Ey Muhammed! Allah' tan kork, âdil ol, bu taksim Allah'ın rızâsı aranmayan bir taksim oldu" der. Bu söze fena halde öfkelenen Hz. Peygamber (s.a.s.) ona şu cevabı verir: "Eğer ben de âsî/isyankâr isem, kim O'na mutî/itaatkâr olabilir? Yer, gök ve insanlar içerisinden Allah, beni seçip itimat eder de, siz etmez misiniz?" Hz. Peygamber'in son derece üzüldüğünü gören ashabdan bazıları bu saygısızı şiddetli bir şekilde cezalandırmak, hatta öldürmek için izin isterlerse de Rasûlullah (s.a.s.): "Ben müşriklerin ‘Muhammed arkadaşlarını öldürüyor’ demelerini istemem" diyerek hiçbirisine müsâade etmez (Buhârî, Enbiyâ 6, 26, İstitâbe 7; Ahmed bin Hanbel, Müsned III/353, 354, 355; Müslim, Zekât 142).

Bir başka vak'a, Hz. Zübeyr ile Medineli arasında çıkan su ihtilâfının halli sırasında meydana gelir. Hz. Peygamber ihtilâfı: "Ey Zübeyr (madem su, komşuna senin tarlandan geçiyor) tarlanı önce sen sula, sonra da suyu komşuna sal" diye hükme bağlamıştı. Karardan memnun olmayan Medineli: "Ya Rasûlallah sen kararı Zübeyr lehine verdin, çünkü o senin halaoğlundur" diye itiraz eder (Buhârî, Tefsir 86). Hz. Peygamber'i yüzü renklenecek kadar öfkelendiren bu ölçüsüz itiraz üzerine gelen bir vahiy, bu çeşitten zuhur edecek durumları şiddetle kınar: "Onlar senin hükümlerini içlerinden gelen hoşlukla, tam bir teslimiyetle karşılamadıkları müddetçe mü'min değillerdir" (4/Nisâ, 65)

Kezâ, zinâ suçunu işleyen kadınların cezâlandırılabilmesi için dört şâhit getirilmesini emreden âyetin (4/Nisâ, 15) nüzûlü vesilesiyle vâki bir sual üzerine Hz. Peygamber'in, karısı ile yabancı bir erkek yakalayan kimsenin zânîleri öldüremeyeceğini, dört şâhitle mahkemeye mürâcaat edebileceğini beyan etmesi üzerine, Sa'd İbn Ubâde' nin: "Ey Allah'ın Rasûlü, hüküm böyle mi? (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/238) Yani ben karımla bir yabancıyı yakalayıp da dört şâhit bulup gelinceye kadar dokunmayacağım ha?!" sorusuna Hz. Peygamber: "Evet hüküm böyledir" demesi üzerine Sa'd itiraz ederek: "Hayır, seni hak ile gönderen Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun, böyle birini görürsem hemen kılıcımla kellesini uçururum" der. Hz. Peygamber, İlâhî hükme karşı gelmeyi ifade eden bu ânî feverâna karşı: "Ey Ensar, ey Medineliler! Efendiniz Sa'd'ın ne dediğini işitiyorsunuz. Evet Sa'd kıskançtır, ben ondan daha kıskancım, Allah ise benden daha kıskançtır" (Heysemî, a.g.e. 4/328) cevabını verir. Cemaatten Sa'd'ın kıskançlığını te'yid eden bazı konuşmalardan sonra olacak, biraz yatışan Sa'd özür dileyerek şöyle der: "Ey Allah'ın Rasûlü, bu (söylediğiniz) haktır ve Rab Teâlâ'nın indinden gelmiştir. Fakat ben (ilk defa duyunca işte böyle bir) tuhaf oldum" der (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî 11/232).

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in büyük bir sabır ve müsâmaha ile karşıladığı feveranlar zaman zaman Hz. Ömer'den gelmiştir. Bunlar meyanında, bilhassa Hudeybiye Sulhü üzerine vaki olan itiraz kayda değdiği için az sonra etraflıca temas edeceğiz.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sert, haşin ve bazan rencide edici çıkışlara sabır, sükût, mülâyemet ve mümkün mertebe güler yüzle mukabele edişi, etrafındaki insanların dağılmalarını önlemeye raci idi. Bu davranışın O'nun başarısındaki büyük rolünü bizzat Kur'an-ı Kerim te'yid etmektedir. Nitekim yukarıda kısmî olarak kaydetmiş olduğumuz Hz. Peygamber'e müşâvere etmeyi emreden âyet şöyle der: "O vakit sen Allah'tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla (Allah'tan da) günahlarının affını iste, iş husûsunda onlarla müşâvere et" (3/Âl-i İmrân, 159).

Dilimizdeki "insanın yere bakanı ile suyun duru akanından kork" sözü de, Hz. Peygamber'in sert ve hatta saygısızca itirazlara cesaret veren müsâmahalı davranışındaki hikmet ve maslahatı anlamaya yardımcı olabilir. İnsanlar muhâlefetlerini ifade edemezlerse bir kısım gizli telakkilerin gelişmesinden ve beklenmedik zamanlarda tehlikeli patlamalar halinde ortaya çıkmasından korkulmalıdır.

3- Kararın Alınması: İstişârenin mühim bir safhası, müzakere edilen mevzû üzerine değişik görüşler serdedildikten sonra kararın alınması safhasıdır. Hz. Peygamber'in sünnetinde bunun çeşitli şekillerde yapıldığı görülür:

a- Ekseriyetin Re'yi: Uhud Harbi için yapılan istişârede karar böyle alınmıştır. Başta Hz. Peygamber (s.a.s.) olmak üzere yaşlılar düşmanın şehir içinde karşılanması fikrinde idiler. Ancak, çoğunluğu teşkil eden gençler bunu tezlil edici bularak erkekçe meydanda savaşmayı istiyorlar ve bunda ısrar ediyorlardı. Hz. Peygamber: "Öyleyse siz bilirsiniz" diyerek kabul etti (Heysemî, a.g.e. 6/107).

b- Görüşlerden birinin tercih edilip seçilmesi: "Bazı durumlarda Hz. Peygamber, beyan edilen görüşlerden birini oylamaya başvurmadan, şahsen tercih etmiştir: Bedir esirlerine yapılacak muamelede öyle olmuştur.

c- Kararı Tehir Etmek: Ortaya atılan görüşlerden hiçbirini kabul etmeksizin, durumun tavzihini zamana bırakma şekli de olmuştur. Namaz vaktini duyurmak için benimsenecek vasıta mevzûunda bu tarz uygulanmıştır. Sahabelerden bazısı çan çalmayı, bazısı ateş yakmayı, bazısı da boru öttürmeyi teklif ediyordu. Hz. Peygamber hiçbirini uygun bulmayarak kararı tehir etti. Ertesi gün Abdullah İbnu Zeyd'in rüyada ezberlemiş olduğu bugünkü ezan şekli benimsendi (Müslim, Salât 1; İbn Mâce, Ezan 1; Beyhakî, es-Sünenu’l-Kebîr, Haydarabad 1344, I/421).

d- İcbârî Karar: Hz. Peygamber'in hayatında, az da olsa müşâvirlere rağmen re'sen alınmış olan karara da rastlanır. Bunun en iyi misali Hudeybiye Anlaşması'dır. İstikbale mâtuf stratejik hedef ve gayelerini, zâhirî ve peşin görüntüsü sebebiyle anlamayarak "tezlil edici" bulan "Ashâb-ı Rasûl"ün hemen hemen tamamı (Vâkıdî, a.g.e. II/607) sulhtan memnun değildir. Öyle bir anlaşma yapmaktansa erkekçe savaşmak istiyorlardı, bu sulh ise zilleti kabullenmek gibi bir şeydi. Hz. Peygamber anlaşmanın mündemiç bulunduğu maslahat ve mes'ut neticeleri o anda açıklamayı mahzurlu telâkki ettiğinden olacak, bu sulhla alâkalı iknâ edici konuşma yapmaktansa, bu hususta sükûtu tercih edip, daha önce gerçekleşen vaadleri hatırlatarak bunda da hayır olduğu husûsunda etrafındakileri iknâya çalışıyordu (A.g.e., II/609).

Özetle, Hz. Peygamber Hudeybiye'de peygamberlik otoritesine dayanarak itirazları susturdu ve bu anlaşmayı kabul ettirdi. Hz. Ömer'le, Hz. Peygamber arasında geçen konuşma hem ashabtaki memnuniyetsizliğin, hem de Hz. Peygamber'in ısrarındaki kararlılığın derecesini kavramak için kayda değer:

"Ey Allah'ın Rasûlü biz hak üzere, onlar da bâtıl üzere değiller mi?

"Şüphesiz öyle."

"Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil mi?"

"Şüphesiz öyle."

"Öyleyse niye dinimizde bu zilleti kabulleniyoruz? Allah bizimle onlar arasında (savaşla belirlenecek) hükmünü vermezden önce geri mi döneceğiz? (Olmaz böyle şey)!"

"Ey Hattab'ın oğlu, ben Allah'ın elçisiyim (ve O'nun emrine muhâlif de değilim) (A.g.e., II/609) ve Allah da ebediyyen bizi terketmeyecektir."

Hz. Ömer bundan sonra Hz. Ebû Bekr'in yanına giderek Hz. Peygamber'e söylediklerini ona da tekrar eder. Hz. Ebû Bekr de: "(Onun emrine uy, zira şehâdet ederim ki) O, Allah'ın Rasûlüdür ve Allah O'nu ebediyyen terketmeyecektir" cevabını verir. Arkadan Fetih sûresi iner, Hz. Peygamber sûreyi baştan sona Hz. Ömer'e okur. Hz. Ömer, "Yani bu bir fetih mi?" diyerek hâlâ devam eden üzüntü ve endişesini dile getirir (Buhârî, Fardu’l-Humus 36; Vâkıdî, a.g.e., II/608).

Isrardaki hatasını bilâhare anlayarak keffâreti için yıl orucu tutup, köleler âzad edecek olan Hz. Ömer başta olmak üzere, Hz. Ebû Bekir ve diğer pekçok sahâbî ittifakla Hudeybiye Sulhü'nün "İslâm'ın en büyük zaferi olduğunu" ifade edeceklerdir (Vâkıdî, a.g.e., II/607, -610).

Hülâsa, istişâre sonunda kararın alınmasında yegâne prensip, bugünkü Batı parlamenter sisteminde cârî olan parmak usûlü (demokrasi) değildir. Son söz; nazar-ı âmm, bilgi ve vukufiyeti başkalarına nazaran daha geniş olan esas mes'ul kişinindir, yani Hz. Peygamber'indir.

4- Şahsî Kanaatında Direnmemek: Sünnette gelen mühim müşâvere örnekleri tetkik edilirse Hz. Peygamber'in müzâkereye sunduğu meselelerde şahsî kanaatlerinin benimsenmesi için, Hudeybiye Sulhü hariç, çok ısrar etmediği görülür. Bedir'de seçmiş olduğu ilk savaş mevziini, Hubab'dan gelen teklif üzerine terkettiği gibi, Uhud Savaşı'nın Medine'nin içinde yapılması istikametindeki kanaatine rağmen gençlerin çoğunlukla "şehrin dışında" olmasını istemeleri üzerine de dışarı çıkmayı kabul etmiştir.

Bir başka iknâ edici misal Hendek Savaşı sırasında, imza safhasında bozulan bir anlaşmadır. Hz. Peygamber savaşın uzaması ve şehirde sıkıntının artması üzerine düşman cepheyi dağıtmak düşüncesiyle, bazı bedevi gruplarla cepheyi terketmeleri mukabilinde Medine hurma mahsulünden belli bir yüzdenin kendilerine verilmesi esasına dayanan bir anlaşma yapmak üzereydi. Mutabakat hasıl olan anlaşmaya Medineli liderlerin: "Ey Allah'ın Rasûlü, bu, itaat etmemiz gereken bir vahiy değil de şahsî re'yin ise hayır... Onlar şimdiye kadar bizim hurmalarımızdan da parayla satın alarak veya ikramımız olarak yediler, bu ise bir zillettir. Allah seninle bize hidâyet verdi, şerefimizi artırdı bunu kabul etmeyiz..." derler. Bunun üzerine Hz. Peygamer "Bu İlâhî bir emir değildir, şahsî fikrimdir, size arzettim" diyerek fikrinden vazgeçer ve mutâbakat, imza safhasında bozulur. Râvîler, Hz. Peygamber'in bu itiraz karşısında üzüntü değil "memnuniyet" izhar ettiğini kaydederler (Heysemî, a.g.e., 6/132; Üsdü’l-Ğâbe, II/357).

Hz. Peygamber, fitne alâmetleri meyanında "Rey sahibinin kendi reyini beğenmesi"ni de zikretmek sûretiyle (İbn Mâce, Fiten 21) istişâre meselesinde önemli bir prensibe dikkat çekmiş oluyor.

5- Müşâvirleri Gücendirmemek: İstişâre mevzûunda mühim bir husus da farklı ve bazan da birbirine zıd fikirlerin ortaya atılması sırasında liderin alacağı tavırdır. Zira fikirlerden birinin kabulü, diğerlerinin reddi demek olacağından buradaki farklı bir kabul veya red şekli, reddedilen fikir mensuplarını gücendirip yersiz bir muhâlefete sevkedebilir.

Bu endişeyi Hz. Peygamber'in hayatında bâriz bir şekilde görmekteyiz. Nitekim, Bedir esirlerine yapılacak muamele husûsunda cereyan eden istişâre sırasında müşâvirlerden gelen farklı görüşleri teker teker dinlendikten sonra, bunlardan sadece Ebû Bekir'in görüşünü muvâfık bulsa da diğerlerine de iltifat eder: "Ey Ebû Bekr senin misâlin Hz. İbrâhim'e benziyor. O, Allah'a kavmi hakkında şöyle demişti: "Rabbim bana uyanlar bendendir, uymayanlara gelince, sen af ve mağfiret edicisin" (14/İbrâhim, 36). "Ey Ömer senin de misâlin Hz. Nuh gibidir. O, kavmi için şöyle demişti: "Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden tek canlı bırakma" (71/Nûh, 26). Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Ebû Bekir'i Hz İsa'ya (5/Mâide, 115), Hz. Ömer'i Hz. Mûsâ'ya (10/Yûnus, 88) benzetmeye devam ederek onların fikirlerine muvâfık gelen âyetleri okur ve her ikisini de fikirleri sebebiyle doğrular, takdir eder (Taberî, a.g.e., II/295; İbn Kesir, Tefsir, III/346).

Burada kaydı gereken bir durum Hz. Ömer'le alâkalı olarak rivâyet edilmektedir. O da, istişâre sırasında herkesin re'yini serbestçe söylemesi, rahatça münâkaşa edilmesi, ileri sürülen fikirlerdeki farklılıklar sebebiyle müşâvirlerin birbirine gücenmemesi gereğidir. Said İbnu'l-Müseyyeb der ki: "Ömer İbnu'l-Hattab ve Osman İbn Affân aralarındaki bir mesele için öyle bir nizâya girerlerdi ki, onları seyreden birisi: ‘Artık bunlar bir daha biraraya gelmezler’ derdi. Ancak, en güzel ve en tatlı bir şekilde ayrılırlardı" (Alâuddin Aliyyu’l-Muttakî, a.g.e., 10/186-187).

6- Tatbikat Sırasında Azim: İstişârede karar alındıktan sonra tatbikat sırasında tereddüde yer vermemek İslâmî istişârenin mühim bir vasfıdır. Bunun üzerine hassasiyetle ve ısrarla durulur. Karar safhasından sonra tereddüd ve çekingenlik kesin bir dille reddedilir. Bizzat Kur'ân-ı Kerim'de istişârenin emredildiği âyette istişârenin bu vasfı da belirtilir. Âyet şöyle: "...İş husûsunda onlarla müşâvere et. Bir kere de azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah, kendine güvenip dayananları sever" (3/Âl-i İmrân, 159)

Uhud Harbi için gençlerin reyine uyularak şehir dışına çıkmaya karar verilip hazırlığa başlandıktan sonra bazı yaşlıların uyarısı sonucu gençler fikirlerinden caymışlardı, düşmanla şehir içinde karşılaşmayı kabullenmişlerdi. Zırhını giymiş bulunan Hz. Peygamber'e yeni gelişme intikal ettirilince, bu tereddüdü: "Bir peygamber giydiği zırhı savaşmadan çıkarmaz. Emrettiğim hususlara iyi bakın ve onlara uyun... Sabrettiğiniz takdirde zafer sizindir" diyerek reddeder (Vâkıdî, a.g.e., I/214)

Burada şu noktanın da belirtilmesinde fayda var: İstişâre edilerek bir fikir benimsendikten sonra onun başarı veya başarısızlığına terettüp edecek sorumluluk sadece bu fikri teklif edene düşmez. Sorumluluk ortaktır. Nitekim Uhud Savaşı başarısızlıkla sona erince, Hz. Peygamber'in "harbi şehrin dışında yapalım" diyen gençlere herhangi bir ayıplamada bulunduğunu görmüyoruz.

 

 

Batı Demokrasisi

Demokrasinin Tenkidi: İslâm'daki şûrâ ile Batı demokrasisini birbirine iltibas edenlere, içine düştükleri yanlışlığı göstermek için, demokrasiye bizzat Batılılar tarafından yöneltilen bazı tenkidleri hatırlatmada fayda umuyoruz.

René Guénon, Modern Dünyanın Bunalımı (La Crise du Monde Moderne) adlı eserinin altıncı bölümünde insanların Batı'da, birkısım telkin ve sahte fikirlerle teshir edilip aldatıldığını belirttikten sonra en ziyade laf kalabalığına getirilerek kitleleri aldatma vesilesi yapılan "demokrasi"ye sözü getirerek hülasaten şunları söyler:

"Eğer "demokrasi", halkın kendi kendini idaresi şeklinde tarif edilirse, ortada gerçek bir imkânsızlık, fiiliyatta basit bir varlığı dahi görülmeyen bir şey kabul edilmiş olmaktadır. Bu şey sadece bizim zamanımızda değil, başka hiçbir devirde de vaki olmamıştır. Kelimeler bizi aldatmamalıdır. Esasen aynı adamların hem idare eden, hem de idare edilen kimseler olacağını kabul etmek aklen mütenakız bir düşünce olur. Zira Aristo mantığına göre, aynı bir varlık aynı zaman ve şartlarda bilfiil ve bilkuvve halinde olamaz. Halkın kendi kendini idare ettiğine dair boş hayalin kafalarda yer etmesi içindir ki "halk oyu" mefhumu icad edilmiştir. Bu icada göre, kanunu yapan şeyin ekseriyetin efkarı oduğu farzedilmektedir. Fakat burada gözden kaçan husus, efkâr-ı umumiyenin çok basit ve kolay bir şekilde yönlendirildiği ve şekillendirildiğidir. Her zaman, uygun telkinlerle önceden tesbit edilen şu veya bu istikamete onun tevcihi mümkündür. Biz şimdi efkar-ı umumiye tekvin etmek (kamuoyu oluşturmak) tabirini kim uydurdu bilemiyoruz, fakat bu, tam bir gerçeği ifade ediyor. Ancak şûrâsı da muhakkak ki, görünürdeki idareciler efkar-ı umumiyeyi tekvin etmek için lüzumlu olan vasıtalara her zaman sahip değiller."

Herhangi bir meselede fikrini beyan etmeye çağrılan halk içerisinden ezici çoğunluğu meseleyi anlamayacak kimselerin teşkil ettiğini, anlayanların sayıca çok az kaldıklarını ve binaenaleyh o meselenin kanunlaşmasında anlamayanların, liyâkatsizlerin rol oynadığını böylece kanunların meseleye vakıf olmayan kimselerce çıkarıldığını belirten Guénon: "Kanunu, ekseriyetin yapması gerektiği" fikrinin eşyanın tabiatı icabı fiiliyatta tamamen nazariyatta kalıp hiçbir tatbikî duruma tekabül etmemekten başka, temelden hatalı olduğunu söyler ve şöyle devam eder: "Bu fikrin en zahir kusuru az yukarda belirttiğimiz husustur, yani "ekseriyetin re'yi liyâkatsizliğin ifadesidir ve bu da haddizatında zeka noksanlığından veya sırf cehaletten ileri gelir. Bu hususun daha iyi anlaşılması için "kitle psikolojisi" ile alâkalı bazı tesbitlerden istimdad edebiliriz: umumiyetle bilinen bir duruma göre, "bir kalabalık içerisinde nihai efkar, kalabalığı teşkil eden fertler tarafından ileri sürülen fikirlerden, vasat seviyede olanlara göre bile değil, en aşağı seviyede olan fikirlere göre teşekkül etmektedir."

Guénon devamla, modern hükümetlerin ısrarla üzerinde durup, kendi meşruiyetlerinin yegâne kaynağı kabul ettikleri bu "en büyük çoğunluğun kanunu" prensibinin mahiyetçe ne olduğunu belirtmeye geçer ve şöyle der: "Bu sadece ve sadece maddenin ve ezici kuvvetin kanunudur. Öyle bir kanun ki, onu esas alarak ağırlığıyla sürüklenen bir kitle, güzergâhında rastladığı her şeyi ezer geçer. İşte bu noktadadır ki "demokratik" telakki ile "materyalist" telakki arasındaki telâki (ittisal, birleşme) noktası ortaya çıkar. Bu telâkiyi hal-i hazır zihniyete samimiyetle bağlayan şey de bu husustur. Bir başka ifadeyle bu, normal, tabii nizamın alt üst edilmesidir. Zira bu, çokluğun, çokluğu sebebiyle üstünlüğünü ilan etmektir, işte böylesi bir üstünlük sadece ve sadece madde dünyasında mevcuttur. Tersine, manevî âlemde, daha umumi olarak cihanşümul nizamda ise hiyerarşinin zirvesini birlik ve vahdet tutar. Zira vahdet, bütün çokluğun kendisinden çıktığı aslî prensiptir. Fakat, bu prensip bir kere inkâr edildi veya nazardan kaçtı mı artık geriye , kendini bizzat maddeye rabteden kesret-i mahz (sırf çokluk) kalır" (Guénon, La Crise du Monde Moderne, pp 118-128).

Aslî vasfı azınlığı çoğunluğa, keyfiyeti kemmiyete ve binnetice havassı avâma (yani seçkin zümreyi halk tabakasına) kurban etmek (A.g.e., p. 123) olarak vasıflandırılan demokrasinin eşyanın tabiatına zıd olan ve "hiçbir devirde fiilî hayatta tatbikat bulamamış bir vehim ve hayal" ithamını yenmesine sebep olan yapısı sebebiyledir ki, bugün, her şeye rağmen demokrasiye hararetle taraftar olanlar tarafından belirtilen bir başka endişe mevzûbahs olmuştur:

Teknokrasi: Zâhirde demokrasi olsa bile fiiliyatta meselelere ve icraata yön veren, hâkim olan o meselelerden anlayan -ve halkın temsilcisi olmaksızın iş yapan- mütehassıs şahıslardır, teknik ekiptir. Demokrasinin bu noktadaki zaafı şöyle ifade edilmiştir: "(İcraatta bir bakanlık müdürü, bugün, astığı astık kestiği kestik, mesuliyetsiz bir müstebittir, milleti temsil eden bir meb'ustan hatta bizzat bakandan çok daha güçlüdür. Zira bu, siyasî dalgalanmalarla onlar gibi değişmez. Ve bu, üstelik teknik bir maharete de sahiptir ve öbürlerinin çoğu zaman mahrum bulundukları siyasî cambazlıklara da alışmıştır. Demokrasi bu durumda Teknokrasi girdabında batma tehlikesiyle başbaşadır" (Cuvillier, Manuelle du Sociologie, II/645).

Diğer bazı bilim adamları, devrimizde teknolojinin, "ânî karar verme"ye daha da ehemmiyet kazandırdığını, bu işte, acemi temsilcilerden ziyade, "mütehassıs teknisyenler"in mahâret ve selâhiyet sahibi olduğunu belirterek, en ziyade demokrat bilinen Amerika Birleşik Devletleri'nde bile parlamenterlerin, fiilen ortadan kaldırılmamakla birlikte, sessizce hükümsüz hale getirildiklerini ifade ederler (Parkinson, L’Evolotion de la pensee Politique, Paris, 1964, II/305)

Halk iradesinin gerçek manada hakimiyetine mani olan başka "baskı grupları" da vardır. Bunlardan birkısmı gizlidir, birkısmı açık. Açık olanlara ticarî, iktisadî teşekküller, meslekî cemiyetler (barolar, sendikalar, işverenler, emekliler ve benzeri cemiyetleri gibi) hususi menfaat gurupları misal olarak zikredilebilir. Bunlar "çoğu kere hükümete baskın çıkarlar" ve "kanun yapıcının irâdesini kırarlar" (Cuvillier, a.g.e., II/645).

Hemen belirtelim ki, burada gâyemiz demokrasi hakkında lehte veya aleyhte bir kısım nazariyeleri açıklamak değildir. Ancak, Batı'nın uzun asırlar boyunca çetin mücadelelerle elde ettiği ve zamanımızın en müstebit idarelerini bile "demokratik" vasfına hararetle sahip çıkmaya sevkedecek kadar fevkalâde bir revaç ve teshir gücü kazanmış bulunan demokratik idarelere rağmen Batılı cemiyetlerde bunu da reddedici anarşist görüşlerin çıkış sebebini belirtmeye çalışıyoruz.

Demokrasinin bütün güç ve haşmetiyle ehemmiyetinin avamdan havassa her tabakaya mensup kimseler nazarında muhafaza etmeye devam ettiği Türkiyemizde Batı dünyasında demokrasiyi de reddedip, bundan daha iyidir diye anarşiyi talep eden insanların ve hem de feylesofların varlığını anlamak bu çeşitten izahlar olmaksızın zordur. Üstelik, hal-i hazır Batılı sistemlerin en iyisi olarak benimsediğimiz ve elimizden gittiği takdirde hâsıl olan boşluğu hangi felaketin dolduracağını kestiremeyeceğimiz demokrasimizin müessir şekilde muhafaza edilmesi de onun kusurlarını bilmemizi gerektiriyor.

Demokrasinin Sonu Anarşidir: Yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir: Siyasî tarih araştırıcıları, demokrasinin en eski yurdu sayılan kadim Yunanistan'dan zamanımıza kadar cereyan eden hadiseleri değerlendirince -her seferinde muttarıd ve kesin olmamakla beraber- umumiyet itibariyle demokratik idarelerin peşini anarşinin takip ettiğini, anarşinin yerini kan ve diktatör idarelere bıraktığını müşahede etmişlerdir.

Bazan da demokrasinin sosyalizme (ki anarşizm ile kardeş sayılacak kadar benzerlikler arzettiğini daha önce belirttik), komünizme zemin hazırladığı ifade edilir (Parkinson, L’Evolotion de la pensee Politique, Paris, 1964, II/60). Meselâ Hitler, kendisine has kaba üslubuyla şöyle der: "...Günümüz Avrupasında tatbik edilen şekliyle demokrasi, Marksizmin öncüsüdür. Birinci olmaksızın ikincinin gelmesi aklın alacağı şey değildir. Demokrasi, beynelmilel Marksizm ve basının mikroplarının gelişip yayılabildiği yegâne uygun ortamdır. Demokrasi, parlamenterizmi getirmek sûretiyle yaratıcı ateşi söndüren necâset ve alevden bir piç hâsıl etmiştir." (A.g.e., II/240)

Evet, genel görüş bu noktada düğümlenmektedir: "Anarşi (demokrasinin icabı olan) liberalizmin tabiatına bağlı tezadların bir ürünüdür, birbirine benzese de aralarında ayrılıklar bulunan birçok doktrinlerden doğmuştur" (Arvon, Henri: l’Anarchisme, P.U.F., Paris, 7. edt, Paris 1977, p. 65). Burada kastedilen farklı doktrinlerin eskiye aksülamel olarak ileri sürülen ve içtimâî hayatın muhtelif ihtiyaçlarını kapatan içtimâî müesseselerle alâkalı görüşler olduğunu hatırlatmaya lüzum yok kanaatindeyiz.

İslâm'da Kanun Koyma Mekanizması: Demokrasi ile şûrâyı ayıran temel noktalardan biri bunlara tanınan yetkinin çerçevesinde kendini gösterir: Demokrasi. Guénon'un da açıkladığı üzere, çoğunluk adına iddiasıyla, hakim (teknotrat) zümrenin -bu zümre üzerinde hakimiyet kurmuş görünürgörünmez baskı güçlerinin tesiriyle- her çeşit kanunu yapma oyunudur. Şu veya bu kanunu yapamaz diye bir sınır yoktur. İslâm'da ise kanun koyma işi iktidarda olanlara tanınan bir hak değildir. Bu, farklı bir mekanizmadır. Şöyle ki:

1- Temel hakların korunmasına yönelik bir kısım kanunlar var ki, bunlar Kur'an ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) tarafından tesbit edilmiştir; hiçbir devirde, hiçbir kimse tarafından kaldırılamaz, değiştirilemez, azaltılamaz, çoğaltılamaz. Zina, hırsızlık, katl, şarap içme, irtidad gibi ağır cürümlerin cezası böyledir. Bunlara hudud denir. Devlet bunları tatbikatla vazifelidir. Bunların tatbiki karşısında kimse kimseyi ittiham edemez. Şeriatın kestiği parmak acımaz sözü buradan gelir.

2- Yeni meseleler için kanun yapma işi, dindarlık ve ilmî yeterlilik gibi bir kısım zor şartları nefsinde cemeden kimselere aittir. Kanun yapacak kişide bulunması gereken zaruri sıfatlar arasında "iktidarda olmak", "resmî vazifeli olmak" gibi sıfatlar yoktur.

3- Otoriteye itaat keyfiyeti sınırlıdır. Allah'ın emirlerine isyanı emreden âmire itaat yoktur.

4- Dinin ferde tanıdığı tabiî hakları ortadan kaldırıcı kanun yapılamaz. Böylesi bir icraat var ise, bu meşrû olamaz, keyfîdir, zulümdür.

5- Din, ferde tanınmış olan tabii haklara uymayan, şahsî zararlara sebep olan zalimane icraatlar karşısında -ammeyi zarardîde edecek fitnelere sebep olmamak için- sabretmeyi tavsiye ederse de icraatcıyı zâlim ilân eder. İktidarda olana hiçbir sûrette kanunsuz icraatta bulunma selahiyeti tanımaz.

6- Sultan (iktidar sahibi, otorite) kanun önünde diğer fertler gibidir. Hiçbir hususi haktan istifade edemez. Mesela bugün milletvekillerine tanınan teşriî ma'suniyet (dokunulmazlık) İslâmî sistemde yoktur.

7- İslâm, teşriat (kanun koyma) sistemiyle idare edilenleri, idare edenlere karşı koruduğu gibi, diğer bir kısım teşriatıyla da başka zümreleri korumuştur. Şöyle ki:

a) Zekâtı farz etmek, faizi haram kılmak, sadaka ve diğer hayır işlerine, sadaka-i câriyeye teşvik gibi emirleriyle fakirleri zenginlere karşı korumuştur.

b) Çocukların temyiz yaşına kadar terbiyesini anaya vermek, büluğ yaşına kadar:

1) Nafakasını temin etmek.

2) Terbiye ve bir meslek öğrenimi dahil olan talimini vermek gibi vazifeleri veliye, velisi yok ise devlete -kaçınılması mümkün olmayan- bir vazife, bir vecibe yapmak.

3) Kezâ büluğ devresinden önce işlediği suçlar sebebiyle cezaî ehliyet tanımak.

4) Te'dib için dövmelerde gerek ebeveyne ve gerekse muallim ve diğer büyüklere üçten fazla vurma hakkı tanımamak gibi teşriatıyla çocukları korumuştur.

c) Kur'an-ı Kerim'in "anne ve babanızdan biri yanınızda ihtiyarlığa ererse onlara "öf" bile demeyin" âyetinde ifadesini bulan çeşitli teşriatıyla, "ihtiyarlarımıza hürmet etmeyen bizden değildir" gibi prensipleriyle yaşlıları korur.

d) Tarihte ilk defa çok evlenmeyi tahdid ve "biri tavsiye" etmek, kadınlara -bir iki hususi durum dışında- erkeklere tanınan hak ve vazifeleri aynen tanımak, miras, mülkiyet, boşanma gibi haklar tanımak, şahıslarına karşı işlenen suçların cezasını erkeklere karşı işlenen suçların cezasıyla bir tutmak ve hatta "cennet anaların ayağı altındadır", "sizin en hayırlınız eşine karşı en iyi davranandır" gibi teşriatıyla kadınları korur.

e) İlme yaptığı mükerrer teşvikleri, tefekkür ve düşünceye verdiği ehemmiyetle ilmi, ilim adamını korumuştur. Kur'an-ı Kerim kalemi, satırı, okumayı övmekten başka, "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" der. Hz. Peygamber alimle cahilin arasındaki farkı yıldızla güneş arasındaki , peygamberle peygamber olmayan bir kimse arasındaki farka benzetir. "İlim talep edenin geçtiği yere melekler kanatlarını gerer", "Bir saatlik tefekkür bin senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır" der. Keza "Alim verdiği hükümde isabet ederse iki sevab kazanır, yanılırsa bir sevab kazanır. Zira hüküm vermek bir ibadettir, hüküm verme sevabını alır; yanılma (iradî olmadığı için) günaha sebep olmaz" diyerek hep ilme teşvik eder ve ilim adamını korur.

Şimdi sorabilir miyiz: Acaba hangi zümrenin "İslâm dini bizi ezmiştir" demeye hakkı vardır? Dinî kanunlar tarafından Batılı manada ezildiğini söyleyen bir zümre, bir kişi çıkabilir mi?

Ancak şu da bir gerçektir: Müslüman cemiyetlerde de ezenler ezilenler olmuştur. Fakat bu durumu din tahsin edip hoş karşılamaz, bilakis takbih eder, reddeder. Zalimane iş yapan hiçbir kimse, zulmünü meşrulaştıracak bir fetvayı dinde bulamaz. Din hiçbir zümreye hususi imtiyaz tanımaz. Zulmeden kimse sultan bile olsa dinin bir hükmünü terketmiş olmaksızın yani günahkâr psikolojisine düşmeden herhangi bir zulme tevessül edemez.

Şu halde devlet reisinden aile reisine; çobandan evdeki hizmetçiye kadar bütün icraatçılar, dindar oldukları nisbette, kendi sorumlulukları dairesinde zulümden, haksızlıktan uzak olacaklardır. Bu sebeple İslâm tarihinde hakiki manada dindar fakat zalim ve müstebit sultan örneğine rastlanmaz. Dindar fakat hodfüruş, mağrur, benlik sahibi, raiyyetine karşı zalim bir tek örnek bulmak mümkün değildir.

Bu söz, "İslâm tarihinde kötü idareciler gelmemiştir" mânâsına alınmamalıdır. Öyle olsaydı medeniyet gerilemez, Müslümanlar bu hallere düşmezlerdi. Hatta dindarların dindar olmayanlara karşı sayıca azınlıkta olduklarını söyleyebiliriz.

Batı'da ise durum bunun tersidir. Orada din namına her zümre ezilmiştir. Çocuklar hususi himaye edici kanunlardan istifade etmedikleri gibi, 19. asrın sonlarına kadar büyüklerle bir muamele görmüşler ve ezilmişlerdir. Söz gelimi bir çocuğun işlediği suçun cezası idam gerektiriyorsa idam edilmiştir. Kadınlar yakın zamana kadar mülkiyet hakkına sahip olmadıkları gibi, asırlarca onlarda ruh var mı yok mu münakaşası yapılmıştır. Kilise "Allah namına icraatta bulunmak" selahiyetine dayanarak; asiller, kontlar ve krallar kanunlardan aldıkları hususi imtiyazlara dayanarak insanları ezmişlerdir. Bütün bu durumlar orada birbirine düşman kadın-erkek, devletvatandaş, kilisesivil, patron-işçi vs. ikiliklerini varedegelmiştir. Bu meyanda, bütün insanlar kilisenin benimsediği bazı peşin hükümleri olduğu gibi benimsemeye, aklı kullanmamaya zorlandığı için, en ziyade ezilenler düşünen kafalar olmuş, ilim adamları olmuştur. Bu ezici durumlara karşı, ilk önce düşünen kafalardan gelmek ve kiliseye karşı olmak üzere muhalefet ve mücadeleler başlamış, kilisedevlet ayırımı (laiklik), insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları gibi bir kısım haklar elde edilmiştir.

Bütün bu mücâdelelerin Batı şartları içerisinde belli bir haklılığı vardır, yapılması lazım olan şeyler yapılmıştır. Hatta, temelde isyan ve eskiye aksülamel yattığı için zaman zaman ifratlara kaçılmış olsa bile bu mücadeleleri Batı şartları içerisinde haklı görmemek mümkün değildir.

Hürriyet Telakkisi: Batı demokrasisi ile İslâmî şûrâyı ayıran temel noktalardan biri hürriyet telakkisinde yatar. Demokraside, fert her çeşit içtimâî değerlerin kaynağıdır. İslâm'da ise, "hakk"ın ve değerlerin, hayırşer hükümlerinin kaynağı vahy-i İlahîdir. Kur'an ve peygamber diye de ifade edilir. Ancak, peygamberin de vahiyle konuştuğu kabul edilir. Dolayısıyla bu meselede esas, şu âyettir: "Allah ve Peygamberi bir meselede hüküm beyan ettikleri vakit, gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min olan bir kadın (ona aykırı olacak) işlerde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah ve Rasûlü'ne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır" (33/Ahzâb, 36).

Öyle ise demokrasideki hürriyet anlayışı İslâm'da abdiyete yerini bırakır. Bir başka deyişle, biri insanî, ferdî dışında her çeşit değerleri reddederek, ferdi bütün değerlendirmelerin yegâne selahiyetlisi yaparak insanın kıymet ve hürmetini bu değer koyma hürriyetinde ararken, İslâmiyet bu selahiyeti sadece Allah'a verir, insan için en mümtaz kıymeti onun kulluk vasfında, yani Allah'ın koyduğu nizama uyma derecesinde arar.

Esâsen mü'min, İlâhî nizama samimiyetle inanan, Müslüman da, o nizama "teslim olan, uyan" demektir. Ferdiyetci, hümanist bir espri ile kişinin kendi düşüncelerini tebcil etmesi, kendi kanaatlerine göre iyikötü, hayırşer hükümleri getirmesi Kur'ân-ı Kerim ifadesiyle kişinin hevasını ilahlaştırmasıdır: "(Ey Muhammed) hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir?" (45/Câsiye, 23).

Âyette geçen "bilgisi olduğu halde" tabiri husûsiyetle üzerinde durulması gereken bir noktaya dikkat çekmektedir: Hevasını tanrılaştıranlar, sıradan kimseler değil, "bilgisi olan" (entellektüel) kimselerdir, bu davranış o canibten gelecektir. Yine âyette, böylesi sapıkların irşadının çok zor olacağına işaret edilmektedir.

Bir diğer âyette, hevaya uymak, yani dinî ölçülere ters düşen ölçüler, değerler koymak bir başka ifade ile yukarıda açıkladığımız muhtevada bir ferdiyetçilik, sapıklıkların en büyüğü ilan edilir: "(Ey Muhammed)... Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevasına uyanlardan daha sapık kim vardır?..." (28/Kasas, 50).

Burada geçen "Allah'tan bir yol gösterici" ifadesini kabaca "dinî metod" olarak anlayabiliriz. Zira, ihtiyaç halinde, -izahı burada uzun kaçacak olan- belli şart ve kayıtlar tahtında ilim adamları da hüküm koyabilir, o taktirde bu hüküm de dinî olur. Dinin tesbit ettiği "metodoloji"ye uymadan konan hükümler "hevâ"dır, sapıklıktır.

Peygamberler de Hür Değildir: İslâm'a göre, sadece sıradan bir insanın değil, rehberlik vazifesi ile görevli olan peygamberlerin de aslî vasıfları kulluktur. En büyük insan kabul edilen Hz. Peygamber (s.a.s.) bile herşeyden önce "kul"dur. Bizzat kelime-i şehadete dahil edilmiş olan O'nun "kul olmak" vasfı "elçi olmak" vasfından önde gelir (abduhû ve Rasûlühû). Hatta Hz. Peygamber, bu ifadedeki sırayı ters çeviren bir mübtedîye müdâhele ederek: "Hayır öyle değil, ben peygamber olmazdan önce kul oldum" der ve bu sıranın tesadüfî olmayıp, kasıtlı, düşünceli olduğunu ifade eder (Babanzâde Ahmed Nâim, Tercid-i Sarih Tercümesi, D.İ.B. Y. Ankara, 1957, II/880 (Dipnotta).

Elçilik vasfı dışında o da diğer insanlar gibi bir insandır. İnsanlara dinî tebliğde bulunurken Allah'tan aldığını bildirir, artırmaz, eksiltmez, kendi hevasından hiçbir şey söylemez, o her söylediğinde vahye dayanır, İlahî irşada istinad eder, İlahî iradeye uymayan hiçbir hükümde, değerlendirmede bulunmaz (5/Mâide, 67; 53/Necm, 3). Nitekim Hz. Peygamber müşriklerden ve yahûdilerden gelen birkısım sualleri ânında cevaplamamış, vahiy beklemiştir.

İslâm dininin Peygamberi, İlâhî tasvib olmaksızın, kendi hevasına göre dinî hüküm koyma selahiyetine sahip olmazsa, onun dışında kalan kimselerin böyle bir selahiyete sahip olmayacağı açıktır. Dolayısıyla hiçbir kimse, mesela ibadetlerin zaman, miktar, şekil ve tarzlarını değiştiremeyeceği gibi, insanlar arasındaki mülkiyet hakkını, insanların mal, can, ırz dokunulmazlığını (dinin belirttiği şartlar tahtında olmaksızın) kaldıramaz. Sözgelimi âyet-i kerimede "Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki geçim rızıklarını aralarında biz böldük. Bir kısmını derecelerle diğerinin üstüne çıkardık ki, bir kısmı bir kısmını tutup çalıştırsın" (43/Zuhruf, 32) denmiş iken, çıkıp içtimâî sınıfları kaldırmaya kalkmak, olmayacak bir şeyi talepten öte, tanrılığını ilan etmek olur.

Hürriyet Alanı: Hakkullah denen, münhasıran ibadetlere taalluk eden meselelerde, kul haklarına taalluk eden, ammeyi ve içtimâî münasebetleri alâkadar eden meseleler dışındaki dünyevî hayatı ilgilendiren ve dinin tahdid getirmediği meselelerde kul elbette ki serbesttir. Hz. Peygamber bunu: "Siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz" diyerek ifade etmiştir. Bizzat Kur'an'daki "aklınız yok mu?", "hiç düşünmez misiniz?", "tefekkür edin" gibi pek çok âyetlerle mü'minler ilmî keşiflere, tabiatın ve eşyanın sırlarını çözmeye teşvik edilirler.

Şu halde dinin koyduğu tahdidler ibadat, değer hükümleri ve beşerî haklarla alâkalıdır. Bunlar dışında kalan ilmî keşifler, medenî ilerlemeler, teknik icadlar tahdidin dışındadır ve bu sahalarda yeniliklere, araştırmalara fazlaca teşvikler yapılmıştır. Nitekim dinî emirlere hakkıyla uyulan devirlerde Müslümanlar ilim, teknik ve medeniyette fevkalâde ilerlemeler kaydettiler, keşiflerde, icadlarda bulundular. Bütün dünyanın hayran kaldığı İslâm medeniyeti, bu medenîleştirici ruhun tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Zamanımızdaki Batılı araştırıcıların ifadesiyle bugünkü Garp medeniyeti de İslâm medeniyetinin bir eseri olarak vücuda gelmiştir.

Sınırlamanın Gâyesi: Dinî sınırlamaların bir gâyesi, fıtratında hayvanlarda olduğu şekilde bir kısım tahdidler bulunmayan insanlığı, ifrat ve tefritten koruyarak medeniyetin ilerlemesine en uygun bir vasatta tutmayı gaye edinmektir. Nitekim beşerî münasebetlerle alâkalı değerlendirmeler insanlara bırakılınca insanlar adedince farklı ve birbirine zıd değerlendirmeler ortaya çıkmış ve beşerî huzur yok olmuştur. Aslında insanlık değerlerden boşaltılmış olmuyor, atılanların yerine yenileri, beşerî olanları konuyor. Sol kendine göre yeni değerler ikame edebilmek için eskiye hücum etmiştir.

İslâm'ın ahkâm koyma işinde insanlara selahiyet tanımayışının mühim bir sebebi, üzerinde ısrarla durulması gereken bir gayeye matuftur. Bu gaye de insanların, insanlar tarafından sömürülmesini, en azından, idare edilenlerin, idare edenler tarafından sömürüldükleri husûsunda, birçok içtimâî anarşilerin kaynağı olabilecek bir duyguyu "sömürülme kompleksi"ni önlemektir.

Batıdaki ihtilallerin, isyanların temelinde bu duygunun yattığını geçmiş bahislerde gördük. Batılı, her devirde idare edenler tarafından sömürüldüğüne inanmış, bu duygunun altında ezilmiş, onun sevkiyle idare edenlere karşı isyanlar etmiştir.

Sömürüden kurtulma yolunda kilise hakimiyeti, feodalite, krallık, demokrasi hepsini birer birer denemiş, hepsine isyan etmiş ve görmüştür ki, Batı'da iktidarı ele geçirenler kanunları kendi menfaatleri doğrultusunda yapmaktadırlar.

Bu Batılı tecrübe, Batı insanını "idarenin, otoritenin, hiyerarşinin olduğu yerde kaçınılmaz şekilde sömürme var, insanların şahsiyetini ezme var" müşahedesine götürmüş ve "her çeşit otoriteyi reddetme" noktasına, devlet, kilise, mektep, aile, baba, büyük gibi hiyerarşi ve otorite odaklarının tamamını ortadan kaldırma düşüncesine getirmiştir.

"Tabiat boşluğu sevmez" kanununca, nizamsız bir medenî hayat olamayacağına göre, Batının bu son talebi ya Batı'yı tamamen batıracak veya asırlardır aradığı manayı tabiatında taşıyan İslâm'a gelmesine sebep olacaktır. Zira "gerçek İslâm insanın insan tarafından sömürülmesi" değil, "insanların hepsinin yaratıcısı olan Allah tarafından hepsine eşit şekilde tatbik edilmesi için konan ahkâm" manasını taşımaktadır. (3)

 

 

 

İslâm'da Kadınlarla İstişâre

"İslâm'da istişâre" mevzûu açıldığı vakit her seferinde, mevzû üzerine gelen suallerden biri "kadınla istişâre" meselesidir, bunun da sebebi muhtemelen, bu mesele hakkında verilen ana fikrin, dinleyenler tarafından çoğunlukla bilinen ve bir bakıma umumi kültür halini almış bazı mevcut malumata ters düşmesidir. Umumiyetle şu soruyla karşılaşırız: "Kadınlarla istişâre edin, fakat onların sözüne uymayın" diye sahih bir hadis var mı? Bu konuda esas nedir? Kadınlarla istişârenin hükmü nedir?"

Hemen kaydedelim ki, kadınla istişâreyi mutlak bir ifade ile reddetmek hem Kur'an ve hem de sünnette gelmiş bulunan bir kısım muhkem naslara aykırıdır. Açıklayalım.

1- Kur'an'a Göre: Kur'ân-ı Kerim'de, kadınla istişâreyi ne sarahaten ne de zımnen men eden bir âyet vardır. Aksine bazı meselelerde kadınla istişâre emredildiği gibi, muhtelif istişâre örnekleri de vardır.

a- Çocuğun süt emme müddeti Kur'an-ı Kerim tarafından iki yıl olarak tesbit edildikten sonra, aynı âyetin devamında, anne ile baba, aralarında istişâre ederek, daha önce de sütten kesebilecekleri belirtilir: "Ana-baba aralarında istişâre ederek ve anlaşarak (daha önce) sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur" (2/Bakara, 233).

b- Boşanan kadın ve erkekle ilgili olarak gelen bir âyette, yine çocuğun emzirilmesi meselesinde bu işi bizzat annenin varılacak mutabakatla, ücretle yapabileceği belirtilir: "Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin, aranızda uygun ber şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın emzirebilir" (65/Talâk, 6).

c- Kadınla istişâre bahsini münakaşa eden âlimler tarafından da delil olarak zikredilen, daha ikna edici bir diğer Kur'anî delil Hz. Mûsâ'nın çoban olarak tutulması için Hz. Şuayb Peygamber'e, kızı tarafından yapılan teklifi içeren âyettir: "İki kadından biri: ‘Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır’ dedi" (28/Kasas, 26). Hz. Şuayb, kızı tarafından yapılan bu teklifi kabul eder ve Hz. Mûsâ çoban olarak tutulur.

d- Kur'an-ı Kerim'de verilen çeşitli istişâre örneklerinden biri Sebe Melikesi (Belkıs) ile alâkalı, Belkıs, Hz. Süleyman'dan tehdidkâr bir mektup alır. Bunun üzerine, askerî komutanlarının da hazır bulunduğu bir mecliste müzakere açar ve fikirlerini sorar: "Ey ileri gelenler! Ben Süleyman'dan mühim bir mektup aldım. Bismillahirrahmanirrahim diye başlıyor ve "Sakın bana asi olmayın, teslim olarak bana gelin" diyor. Ey ileri gelenler! Vermem gereken emir husûsunda bana fikrinizi söyleyin. Siz benim yanımda hazır bulunmadıkça bir iş hakkında kesin bir hüküm vermedim" (27/Neml, 30-32)

İstişâre adabı yönünden mühim bir örnek olan bu sahnenin devamını kaydetmede fayda var. Meclisteki komutanlar şu cevabı verirler: "Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, (siyasetten fazla anlamayız) emir senindir, sen emretmene bak!" Hanım lider kararını verir: "Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri vakit orasını tahrib edip bozarlar, şerefli ahalisini de zelil kılarlar. (Süleyman'ın askerlerinin de) yapacakları budur. Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım" (27/Neml 33-35).

2- Sünnete Göre: Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in sünnetinde de durum Kur'andakine yakındır. Zira Rasûlullah da bir kısım meselelerde kadınlarla istişâreyi mükerrer hadislerinde emretmiştir. Ayrıca birçok kereler kadınlara da başvurup, görüşlerini aldığı ve onlarla amel ettiği de Ashab tarafından rivâyet edilmiştir. Ama ne var ki, kadınlarla istişâreyi yasaklayan birkısım zayıf rivâyetler de vârid olmuştur. Nitekim, konuya girerken kaydettiğimiz soruda zikredilen muhtevâ, böyle bir rivâyetin tercümesidir. "Kadınlarla istişâre edin, fakat onlara muhalefet edin." (Aslında, bu rivâyete ciddî hadis kitaplarında rastlanmaz.)

Münâvî tarafından "muteber bir aslının olmadığı" belirtilen bu rivâyeti (Münâvî, Feyzu'l-Kadir 4/263) genişçe tahlile tabi tutan Sehâvî, el-Makaasıdu'l-Hasene'de şu bilgileri kaydeder: "Ben bu sözün Hz. Peygamber'e nisbet edildiğine hiçbir yerde rastlamadım. el-Askerî, Hz. Ömer'e nisbet edilen, bu söze yakın şu rivâyeti kaydeder: "Kadınlara muhâlefet edin. Zira onlara muhâlefette bereket vardır." İbn Lâl, içinde çok zayıf râvîden başka inkıtânın (yani kopukluğun) da yer aldığı bir senedle -ki aynı senedle hadisi ed-Deylemî de rivâyet etmiştir- şu rivâyeti kaydeder: "Enes'in rivâyetine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç kimse istişâresiz bir iş yapmasın. Şâyet kendisine fikir verecek birisini bulamazsa, bir kadınla istişâre etsin, ama ona muhâlefet etsin. Zira kadına muhâlefette bereket vardır." (Sahâvî, el-Makaasıdu'l-Hasene, s. 248-249)

Bu mevzûda kitaplarda rastlanan ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'e nisbet edilen diğer bir rivâyet de Hz. Aişe ve Zeyd İbnu Sabit'ten gelmektedir: "Kadınlara itaat pişmanlıktır." Ne var ki, alimler bunun da "sahih" değil, "zayıf" (ve bazısı da mevzû) olduğunu belirtirler (Keşfu'l-Hafâ, II/3; Geniş bilgi için, bak. Münâvî, a.g.e., 4/262-63).

Ancak, aynı mânâyı ifade eden, zayıf da olsa başka rivâyetler de gösterilebilir (Üsdü'l-Gâbe 2, 205; 6, 275, Suyûti, el-Leali'de -II/174-: "Kadınlara itaat ettiği zaman erkekler helâk olmuştur" rivâyetini de kaydeder. Suyûtî bu rivâyeti, Taberânî ve Hâkim'in tahric ettiğini, Hâkim'in hadise "sahih" hükmünü verdiğini belirttikten sonra şahsî kanaatini belirtmez ve bahsi "Allahu a'lem -doğruyu Allah bilir- sözüyle kapar.).

Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: "Hadis ilminin umumi prensiplerinden birine göre, zayıf hadisle de amel edilebildikten başka, bir mevzûda birkaç tane zayıf hadis var ise, bunlar birbirlerini kuvvetlendirir ve ayrıca "sahih bir asla" dayandıklarını gösterir. Şu halde, bu meselede aynı prensip mûteber olamaz mı?"

Cevap: Evvelâ, zayıf hadisle amel edilebilir, bu doğrudur. Ancak, zayıf bir hadisle amel edebilmek için, zayıf hadisin âyete veya sahih hadise muhalefet etmemesi, bir bakşa ifade ile, o mevzûda zayıf hadisten başka "nass"ın bulunması lâzımdır. Yukarıda görüldüğü üzere, "Kadınla istişâre etmeyin" ifadesi değil sahih hadislere, bizzat Kur'an'a aykırıdır.

İkinci olarak; Bu mevzûdaki zayıfların birbirini destekleyip kuvvetlenmeleri ve bir "sahih asl"a delalet etmeleri meselesine gelince, sözkonusu rivâyetlerin ifade ettiği manayı "mutlak" değil "mukayyed" olarak alırsak cevap müsbet olabilir. "Kadınlarla istişâre edin ve fakat muhalefet edin" veya "kadınlara itaat pişmanlıktır", "kadınların re'yi ile amel kalbi ifsad eder" gibi rivâyetler söylendiği şekilde yani mutlak olarak alınınca, "hiçbir meselede, hiçbir sûrette, hiçbir kadınla istişâre etmeyin" mânâsı çıkar. Halbuki en azından bazı meselelerde istişârenin bizzat Kur'an-ı Kerim'de emredildiğini gördük. Sünnette gelen deliller ise daha çoktur.

Sünnette Nazarî Beyan: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hayatında kadınlarla istişâre örnekleri eksik değildir. Burada da, örneklere geçmeden önce, istişâreyi mutlak bir tarzda nehyeden ifadeleri cerh ve reddedici mahiyette olan bazı rivâyetleri kaydedeceğz. Bunlar bazı meselelerde "kadınlarla istişâre etmeyi" emretmektedir:

"Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişâre edin." (Üsdü'l-Ğâbe, 4/15)

"Kızları husûsunda kadınlarla istişâre edin." (Ebû Dâvud, Nikâh 24)

"Bâkire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşâvere etmelidir." (Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25)

"Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikahlanmamalı." (Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64)

Görüldüğü üzere, özellikle evlenme gibi şahsî bir meselede fikrinin alınması ve ona uyulması, tekrarla, ısrarla talep edilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen birkısım nikahları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir (Buhârî, İkrâh 4). Rasûlullah'ın bu çeşit tatbikatını esas alan cumhur, kızın rızası hilafına yapılan nikah akitlerinin batıl olacağına hükmetmiştir (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî 15/351; Azimâbâdî, Avnu'l-Mabud 6/119).

Bir erkek şüphesiz, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde "istişâre etmek"le kayıtlı ve me'mur değildir. Bu hususu te'yid eden bir rivâyette "Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınlarla bile istişâre eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi" denmektedir (İbn Kuteybe, Uyûnu'l-Ahbâr 1/27). Bunun aksini ifade eden, yani kadınlarla istişâre edip de beyan edilenin aksini yaptığını tespit eden rivâyete rastlamadık. Tirmizî'de "kızıl rüzgâr"la alâkalı hadiste geçen "kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder" cümlesinde kılınan husus, kadınla yapılan istişâre değil, annenin ihmal ve istiskal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste, "... babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir" denmektedir (Tirmizî, Fiten 38).

Sünnette Fiilî Örnekler: Kadınla istişâre husûsunda nazari beyanlardan başka, fiilî örnekler de mevcuttur:

1- İlk örnek olarak, nübüvvetin bidâyetlerine ait bir vak'ayı zikredebiliriz. Rasûlullah (s.a.s.) henüz peygamberliği husûsunda bilgi ve yakin sahibi değilken, o safhaya hazırlayıcı mahiyette geçirmekte olduğu İlahî terbiye icabı, sık sık birkısım harika durumlara mazhar oluyor ve bunlardan ciddi şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra, gördüklerini ve hissettiği korkuyu muhterem zevceleri Hatice-i Tahire validemize açtılar. Vâlidemiz (radıyallahu anhâ), Rasûlullah (s.a.s.)'ı şöyle teselli etti: "Korkma, Allah seni asla mahcup etmez. Zira sen akraba hukukunu gözetir, muhtaçlara yardım, fakirlere iyilik, misafirlere de ikram edersin..." (Buhârî, Bed'ü'l-Vahy 1)

2- Değişik bir örnek "ifk (iftira)" hâdisesiyle alâkalıdır. Âyet-i kerime ile iç yüzü ortaya konan ve kitaplarımızda teferruatıyla açıklanan ifk yani Hz. Âişe vâlidemize (radıyallahu anhâ) münâfıklarca yapılan iftira hâdisesi üzerine Rasûlullah (s.a.s.) zevce-i tâhireleri hakkında geniş bir tahkikat açmıştı. Bu tahkikat sırasında, sadece Hz. Ali gibi ileri gelenlerin değil, Berire -ki Hz.Aişe'nin cariyesi idi- gibi cariye bir kadının da fikrine mürâcaat etmişti. (Buhârî, Şehâdât 16)

3- Üçüncü örnek, diğerlerinden hem daha meşhur, hem de mühim bir istişâre hâdisesidir. Kadınla istişâre meselesini ele alan alimler, istişârenin caiz olduğunu söylerken, delil olarak bunu kaydeder. Rasûlullah (s.a.s.)'ın Hudeybiye Sulhü sırasında zevcesi Ümmü Seleme'nin tavsiyelerine uymasıyla ilgili vak'a. Kısaca özetleyelim:

Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar, başlarında Rasûlullah (s.a.s.) olduğu halde, umre yapmak kastıyla Mekke'ye müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekkeli müşrikler, ziyarete müsaade etmezler. Fakat Müslümanlarla aralarında Hudeybiye sulh anlaşması yapılır. Anlaşma tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber yanındakilere: "Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı traş edin" emrini verir. Ne var ki Ka'be'yi tavaf için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevasından memnun olmadığı için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek gibi diğer menasiki de yapmaktan imtina ederler.

Rasûlullah emri üç kere tekrarlar.. Ashab yine de şaşkın şaşkın bakınmakla mukabelede bulunurlar. Rasûlullah son derece öfkeli halde, çadırına, zevce-i pakleri Ümmü Seleme validemizin (radıyallahu anhâ) yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer:

"Neyin var ya Rasûlallah?"

"Hayret ey Ümmü Seleme! Ben insanlara ısrarla ‘Kurbanlarınızı kesin, traş olun, ihramdan çıkın!’ diye emrettim, hiç kimse bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri halde sadece yüzüme bakıyorlar."

"Ya Rasûlullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlaka sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir."

Bu tavsiye üzerine Rasûlullah (s.a.s.) gider ve kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme validemizin (r. anhâ) dediği gibi, Rasûlullah'ı gören Ashab-ı Güzin de teker teker kalkıp kurbanlarını keserler (Vâkidî II/613).

İmâmu'l-Harameyn, bu hâdiseyi yorumlarken: "Beyan ettiği fikirde isabet etmiş Ümmü Seleme'den başka kadın bilinmiyor" demiş ise de, kendisi yukarıda zikri geçen Hz. Şuayb'ın kızı örnek gösterilerek tenkid edilmiştir (Keşfu'l-Hafâ 2, 3).

Ashab'tan Örnek: Kadınla istişâre meselesindeki ıtlakı kaldırıp, tereddüdü izale edecek birkaç örneği de Ashab'tan kaydedelim:

1- Birincisi, umumiyetle bilinen bir vak'adır. Hz. Ömer, bir cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mehir için, bir tahdid getirerek, mübalağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman, cemaatte bulunan bir kadın âyet okuyarak: "Ey Ömer, Allah "Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük altun vermiş olsanız bile, ondan bir şey almayın..." (4/Nisâ, 20) diyerek sınırlamazken, sen nasıl sınır koyarsın?" diye müdâhale eder. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.): "Bir kadın isabet, bir erkek hata etti, bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti" diyerek kendi iddiasından rücu edip kadının görüşüne uyar (Bak. Bâkillânî, et-Temhîd s. 199).

2- Şu kaydedeceğimiz misal mevzûmuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir gece teftişinde, Hz. Ömer (r.a.), kocası cihada gitmiş olan bir kadının "bekârlıktan" yakındığını işitince, kızı Hafsa vâlidemize (ve kadınlardan tecrübeli olanlara (Said İbn Mansur, Sünen II/186; Bâkillânî, a.g.e. s. 198; İbrahim Canan, Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, s. 526-527) mürâcaat ederek: "Kızım (söyle bakayım), bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir?" diye sorar ve aldığı cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak tahdid eder/sınırlar (İsâbe 4, 341).

3- el-İsâbe'de İbnu Hacer'in kaydettiği bir rivâyet, istişâreye son derece ehemmiyet veren Hz. Ömer (r.a.)'in, zaman zaman, akıl ve faziletce üstün, okuma yazma bilen bir kadın olan Şifa Bintu Abdillah'a da mürâcaat ettiğini ve hatta onun re'yini başkalarının reyine tercih edip, uyduğunu belirtir (Üsdü'l-Ğâbe, 7/233).

4- Hâlid İbn Velid de, bazı meselelerde, kızkardeşi Fâtıma Bintu'l-Velid ile istişâre etmiştir (İbn Kesir (v. 774), el-Bâisu'l-Hasis, Beyrut, 1951, s. 183)

5- En mühim örneklerden biri, Abdurrahman İbnu Avf'ın Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den sonra halife tesbitindeki tutumudur. Hz. Osman'ı belirlerken üç gün herkesten fikrini sormuş bu meyanda kadınların da görüşünü almayı ihmal etmemiştir. İslâm'da kadınların rey hakkı meselesine en mükni örnektir (Said İbn Mansur, Sünen II/186; Bâkillânî, a.g.e. s. 198; İbrahim Canan, Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, s. 526-527).

Meselemizi rivâyetler açısından hülasa etmek gerekirse, kadınla istişâreyi kesinlikle yasaklayan muhkem bir nass mevcut değildir. Üstelik cevazına delalet eden rivâyetler çoktur. Kur'anî örneklerden başka, bizzat Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in ve bir kısım meşhur sahabilerin hayatlarında, kadınla istişârenin fiilî örnekleri vardır. Aleyhte gelen zayıf hadislerin sahih bir asla delalet edebilme ihtimaline karşı da "Yasağı mutlak değil, mukayyed olarak anlamak gerekmektedir" deriz.

Bu Meselede Temel Prensip: Kadınla istişâre meselesini, istişâre adabı üzerine, alimlerin sünnete dayanarak tesbit ettiği umumi prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden olarak, müşâvirin "liyâkat"ı üzerinde ısrarla, ittifakla durulmuştur. Öyle ise istişâre etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi ve tecrübesiyle alâkalı değilse elbette ona mürâcaat fayda değil, zarar getirebilir. Nitekim Münavi, "Kadınlara itaat pişmanlıktır" rivâyetini -zayıf olduğuna dikkat çekmekle beraber- "erkeklere ait işlerde" diye kayıtlar (Feyzu'l-Kadir 4, 262).

Liyâkat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü, ihtisas, tecrübe ve alâka gibi mürâcaatı meşru ve gerekli kılan bir vasfı taşımadıkça, sırf "erkek olduğu için" erkeğe mürâcaat hiçbir alim tarafından tavsiye edilmemiştir. Yukarıda kaydedilen misallerde, Hz. Şuayb'ın kızının, o meselede bilgi ve dirâyet sahibi olduğunu gösteren rivâyetleri müfessirler kaydederler (İbn Kesir 5/273).

Şu halde liyâkatli olan herkes, kadın veya erkek, istişâreye layıktır. Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil liyâkattır.

Haklı Cihet: Şûrâsı da bir gerçek ki, kadınlar, fıtrî durumları icabı, çoğunlukla, erkeklere nazaran daha hissî, daha acelecidirler. Binnetice, görüşlerinde objektivite ve hasbilik ihtimali daha zayıftır. Bu sebeple, onlarla istişâre mevzûunda daha bir ihtiyatlı hareket etmek gerekir. Nitekim, beşerin tarihî tecrübesi, kadınların nüfuz ve hakimiyet kurduğu sarayların, çeşitli entrikalarla kaynayarak "devletleri ve saltanatları fesada götürdüğünü" tesbit etmiştir (Feyzu'l-Kadîr, 4/263).

Öyleyse, kadınlarla istişâreyi yasaklayan rivâyet, bu beşerî tecrübenin, hadis formuna dökülmüş, öfkeli ve mübalağalı bir ifadesi olabilir, mutlak bir hakikat değil. Hadis olduğuna hükmedenler de mefhumunu kayıtlayarak almaya mecburdurlar, ıtlakı üzere değil. Doğruyu Allah bilir (4)

 

 

 

İstişârenin Önemi

Yaratılış itibariyle (fizikî ve ruhî açıdan) birbirlerine bağımlı olan insanlar, cemiyet halinde yaşamak durumundadırlar. Hz. Âdem (a.s.)'den itibaren her cemiyette mutlaka bir otorite (iktidar) ve o otoriteye bağlı kitleler vardır. İnsanlığın ilerlemesini veya düşüşünü belirleyen faktörlerin başında; siyasî iktidarların, kendilerine itaat eden insanları yönlendirmeleri gelir. Bir misâl verelim: Tren; sürücüsünün istediği yönde hareket eder. Raylar döşenmiştir. Yolcular ona tâbidir. Eğer başka bir yöne gitmek istiyorlarsa ya treni, ya sürücüyü değiştirmek mecburiyetindedirler. Bu misalden de anlaşılacağı üzere insan medeniyetinin yönünü, siyasî iktidar ve kudret sahipleri belirler. Elbette bütün toplumlarda hem iktidar, hem muhalefet cephesi vardır. Ancak iktidar sahipleri; bütün kaynakları kontrol ettikleri için, insanların düşüncelerini ve davranışlarını bile şekillendirebilirler. Sosyal mücadele içerisinde insanların birbirleriyle müşâveresi ve ortak hareketleri daima gündemdedir. Dolayısıyla şûrâ veya müşâvere İslâmî birer kavram değil, sosyal mücadelelerde daima mürâcaat edilen bir usûldür. Sadece müslümanlar değil, kâfirler de birbirleriyle müşâvere etmek ihtiyacını hissederler. Bazı çevreler "Efendim!.. Şûrâ gibi bir İslâmî kavramı harcamayalım. Bizim şûrâ üyesi olacak ehliyetimiz yoktur" derken, meseleye vâkıf olmadıklarını ortaya koymaktadırlar. Şimdi önce "şûrâ nedir?" sualine cevap arayalım. Daha sonra Kur'ân-ı Kerîm'de kıssalar yoluyla verilen müşâvere örneklerini gözden geçirelim.

Arap lisanında işaret masdarı "ilâ" ile kullanıldığı zaman "el veya göz yahud da kaş ile imâ etmek" anlamına gelir. Aynı kelime "alâ" ile kullanıldığında ise "emretmek ve re'y vermek" mânâsını ifade eder. Bu anlamda müşâvere işaret almak demektir. Müşâvere, şivar, meşveret, meşûrâ, meşvûra; aynı kökten türemiş kelimeler olup "danışıp işaret almak, rey almak ve bir mesele hakkındaki görüşünü sormak" mânâsınadır. Toplanıp meşveret eden cemaate şûrâ denilir (Geniş bilgi için bkz. Dr. Âbidin Sönmez, Şûrâ ve Rasûlullah'ın Müşâveresi, İst. 1984, İnkılâb Yay., sh.17-19).

Meşûrâ kelimesi ise teknik istişâre mânâsınadır. Gelişi güzel herhangi bir kimsenin fikrine mürâcaat etmeyip bizzat istişâreye ehil olan kimseleri seçmek ve ihtisasa hürmet etmek önemlidir. Herhangi bir problemle karşılaşan kimse; o problemini çözecek eğitim düzeyine sahip ve tecrübeli şahıslara öncelik verir. Herhangi bir suç isnadıyla mahkemeye verilen kimse, o sahada mâhir bir avukat bulmaya gayret sarfeder. Meselesini onunla istişâre eder. İşte bu füle meşûrâ (teknik istişâre) denilir. Herhangi bir hastalığa tutulan kimse için de aynı usûl geçerlidir. Mutlaka hastalığı konusunda ihtisas yapmış bir doktoru tercih eder. Sosyal mücadelelerde de durum farklı değildir. Allahû Teâla (c.c.) ihtisas sahibi kimselerden faydalanmanın şeklini anlatmak üzere; Sebe Kraliçesi Belkıs'ın, çevresindeki ileri gelenlerle (mele topluluğu) nasıl müşâvere ettiğini haber vermiştir. Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'den. bu olayı birlikte okuyalım: "(Süleyman, Hüdhüd kuşuna hitaben) Dedi ki; `Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Şu mektubu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan ayrıl ve onların verecekleri cevabı bekle. (Sebe Kraliçesi) Dedi ki; `Ey Mele (ileri gelenler topluluğu), bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O muhakkak Süleyman'dandır ve şöyle (demekte)dir: Rahman ve rahim olanın (Allah'ın) adıyle.. Bana karşı baş kaldırmayın.

Allah'a teslimiyet göstererek bana gelin! (Kraliçe) şöyle devam etti: `Ey Mele!.. bana bu meselede akıl (rey) veriniz. Sizin şâhid olmadığınız hiçbir emirde (umumla ilgili meselelerde tek başıma) karar vermem. (Onlar-mele topluğu- düşünüp, şöyle) Dediler: `Biz güç ve kuvvet sahipleri, çetin savaş erbabıyız. Emir sana aittir. Bize ne emredeceksen emret! (Kraliçe) Dedi ki: `Şüphesiz ki hükümdarlar bir memlekete girdiklerinde orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de, (elçiler) ne ile dönecekler bakayım. Bunun üzerine vaktâki (o gönderilen heyet) Süleyman'a geldi. (Süleyman) Dedi ki: `Siz bana mal ile mi yardım ediyorsunuz? İşte Allah'ın bana verdiği (ni'metler ki onlar) size verdiğinden daha çok hayırlıdır. Belki siz hediyenizle böbürlenirsiniz. Dön onlara!.. Andolsun önüne geçemiyecekleri ordularla gelir, onları hor ve hakir oldukları halde, oradan (memleketlerinden) çıkarırım. (Sonra Süleyman) Dedi ki: `Ey Mele!.. (İleri gelenler topluluğu) onun tahtını kendileri (Allah'a) teslimiyet göstererek gelmelerinden evvel, hanginiz bana getirir? Cinnilerden bir ifrit: `Sen makamından kalkmadan ben onu (tahtını) sana getiririm. Buna da muktedir ve eminim dedi. Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan (zât, Asaf b. Berhiya): `Onu sana gözün kendine dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel getiririm. Vaktaki (Süleyman) tahtı yanında durur bir halde gördü: `Bu, dedi, Rabbimizin fazl-u lûtfûndandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, beni imtihan ettiği içindir. Kim şükrederse kendi faidesinedir. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbim (onun şükründen) tamamen müstağnidir. (Hem o) Hakkı ile kerem sahibidir." (27/Neml, 27-40)

Dikkat edilirse Sebe Kraliçesi'nin çevresinde bir müşâvere heyeti (mele topluluğu) vardır. Güneşe secde eden bu topluluk, siyasî ve sosyal problemlerini "şûrâ yoluyla" çözme gayretindedirler. Âyette geçen "mele", toplumun seçkin ve mümtaz kesimini ifade içindir. Hz. Süleyman (as)'ın çevresinde de bir "müşâvere heyeti" vardır. Dolayısıyla herhangi bir toplumu ilgilendiren meselelerin müşâvere yoluyla çözülmesi faydalı bir usûldür. İman veya küfürle bir ilgisi yoktur. Nitekim Fir'avn'un; Hz. Musa (sa)'ya karşı mücadele verirken, çevresindekilerle sık sık müşâvere ettiği sabittir. Fir'avn'un çevresindeki ileri gelenler (mele topluluğu), Hz. Musa (as)'m öldürülmesini, değişik sosyal sebeplerle kabul etmezler. Fir'avn onları ikna etmek için şunları söyler: "Fir'avn: ‘Bırakın beni (izin verin), dedi, Mûsâ'yı öldüreyim. (Varsın o) Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum." (40/Mü'min, 26)

Câhiliyye döneminde mekke müşrikleri, karşılaştıkları bütün problemleri, müşâvere yoluyla çözüyorlardı. Dar'un Nedve'de şûrâ meclisini yöneten şahıs Yezid b. Zema b. Esved idi. Kureyş'in yönetiminde ona verilen görev, şûrâyı faal hale getirmektir. Nitekim Allame Zemahşerî, "İş husûsunda onlarla müşâvere et"(Âl-i İmrân sûresi:l59) meâlindeki âyeti tefsir ederken, bu hususa geniş yer vermiştir. Kelime-i şehadet getirerek "tevhid mücadelesine" katılan Kureyş'lilerin, daha önceden müşâvere usûlünü bildikleri üzerinde özellikle durmuştur. (Geniş bilgi için bkz. Dr. Âbidin Sönmez, a.g.e., sh. 26)

Şurası muhakkaktır ki; gerek aileyi, gerek toplumu ilgilendiren konularda müşâvere etmek nassla sabittir. İslâm dini, müşâverenin alanını tayin ve tesbit etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de: "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. (Bu) emmeyi tam yaptırmak isteyenler içindir. O (annelerin) ma'ruf şekilde yiyeceği ve giyeceği (nafakası), çocuk kendisinden olan babaya aittir. Kimse güç yetiremeyeceği bir şeyle mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de çocuğun babası, o çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibisidir. Eğer (anne ve baba) aralarında anlaşarak ve müşâvere ederek, çocuğu memeden kesmeyi arzu ederlerse, ikisine de günah yoktur." (2/Bakara, 233) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu âyetin, talak âyetinden sonra gelmesini dikkate alarak, meseleyi izah etmişlerdir. Boşanan erkek ve kadının; çocuklarıyla ilgili hususlarda müşâvere etmeleri ve birbirlerini zarara sokmamaları esastır. Fahrüddin-i Râzi, bu âyetin tefsirinde; "Bu en doğru olan görüştür. Buna göre, bu sınırlama (tam ikiyıl) dan maksat, karı-koca emzirme müddetinde anlaşmazlığa düştüklerinde, onların bu anlaşmazlıklarını sona erdirmektir (...) Buna göre şâyet baba, iki yıl dolmadan çocuğunu sütten kesmeyi ister, annesi de razı olmazsa, babanın isteğine itibar edilmez. Aksi durumda da böyledir. Ancak müşâvere eder ve anlaşırlârsa, mesele yoktur" demiştir. Dikkat edilirse; aile içerisindeki bir meselede, tarafların müşâvere etmeleri teşvik edilmiştir.

Bilindiği gibi; Kur'ân-ı Kerîm'deki sûrelerden birisinin ismi, Şûrâ sûresi'dir. Mü'minler arasındaki velâyetin tabiî sonucu olarak müşâvere daima gündemde kalmıştır. Hatta işlerini müşâvere yoluyla çözmek, mü'minlerın vasfı olarak zikredilmiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Size verilen şey, hep bu dünya hayatının geçici birer faidesidir. Allah'ın katında olan ise daha hayırlıdr, daha süreklidir. (Bunlar) iman edip de, ancak Allah'a güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman derhal (kusurları) örtmekte olanlara, Rabblerinin (tevhide ve ibadete dair) dâvetine icabet edenlere, namazlarını dosdoğru kılanlara; ki bunların işleri aralarında müşâvere iledir, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (İslâm için) harcamakta bulunanlara, kendilerine tegallüp ve zulüm vâki olduğu zaman, hep birlikte mazlûma yardım edenlere mahsustur." (42/Şûrâ, 36-39) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirlerin cumhuru, bu âyet-i kerimenin Mekke'de inzal buyurulduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla İslâmî bir devletin; henüz gündemde olmadığı bir zaman, ki bunların işleri aralarında müşâvere iledir denilerek, mü'minler övülmüştür. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sav): "Biliniz ki Allah ve Rasûlü müşâvereden muhakkak mustağnîdirler. Fakat Allahû Teâla (cc) müşâvereyi benim ümmetime bir rahmet kıldı.Mü'minlerden her kim istişâre ederse doğrudan mahrum olmaz. Her kim müşâvereyi terkederse hatadan kurtulamaz." (Şihâdübdin Ebû's-Senâ Mahmud b. Abdullah el Alûsi, Rûhu'l-Meâni fi Tefsiri'l-Kur'ân, Kahire 1301, c. I, sh. 706) buyurmuştur.

Şurası unutulmamalıdır ki; mü'minler birbirinin velileridir ve meselerini istişâre ederler. Gerek devlet, gerek cemaat planında; mü'minlerin işlerini üzerine alan kimse (emîr), kaba ve katı yürekli olmamak durumundadır. Ayrıca müşâvere usûlüne riâyet etmek mecburiyetindedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben "(O vakit) Sen Allah'tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara mülâyemetle (yumuşak, merhametli) davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah'dan da) günahlarının affolmasını iste. İş husûsunda onlarla istişâre et!.. Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendine güvenip, dayananları sever." (3/Âl-i İmrân, 159) hükmü beyan buyurulmuştur.

Dikkat edilirse; Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'e iş husûsunda onlarla istişâre etmesi emir sigasıyla bildirilmiştir. Tefsir-i Taberi'de: "Buradaki istişâreden maksadı Resûl-i Ekrem (sav)'in sahabesinin reyine kıymet verdiğinin anlaşılması ve İslâmî mücadelede onlardan yardım istediğinin bilinmesidir" hükmü yer almaktadır. İbn-i Murdeveyh'in Hz. Ali (rha)'dan rivâyet ettiğine göre; Peygamberimize (sav) bu âyette geçen azm'in mânâsı sorulmuş, bunun üzerine şu şekilde izah etmiştir: Azm'den maksad; rey sahipleriyle istişâre etmek ve onların görüşlerine uymaktır." (İbn Kesir, Tefsirû'l-Kur'ân'il-Azim, Beyrut 1969, I/420). Dolayısıyla "Müşâvere heyetinin vardığı sonuç, mü'minlerin emirini bağlayıcıdır" diyen fûkaha, bu hadise dayanmıştır. İmam-ı Kurtubî; istişâre husûsundaki nassları izah ettikten sonra; "istişâreyi terkederek zorbalığa meyleden imamın azledilmesi gerektiğini" beyan etmektedir. Müftâbih (tercih edilen ve kendisiyle fetvâ verilen) kavil budur (Imam Kurtubî, el-Camü li Ahkâmi'I-Kur'ân, Kahire 1967, IV/249 vd).

Mü'minler herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; önce o mesele ile ilgili kat'i nass bulunup bulunmadığını araştırmak mecburiyetindedirler. Eğer kat'i nass mevcut ise, işittik ve itaat ettik demeleri farzdır. Eğer kat'i nass mevcut değil ise, ilim ve takva sahibi kardeşleriyle müşâvere etmeleri gerekir. Zira Hz. Said b. Müseyyeb (ra)'dan rivâyet edildiğine göre; Hz. Ali (ra)'nın "Kat'i nass bulunnıayan meselelerde nasıl hareket edeceklerine" dair suali üzerine Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mü'minlerden ilim ve takva sahibi olanları toplayıp istişâre ediniz. Bir kişinin reyine göre hükmetmeyiniz." (İbn-i Abdi'I-Berr, Câmiû'I-Beyani'l-İlm, Kahire 1349, II/59; Ayrıca el-Alûsî, a.g.e., VII/530; Sîret Ansiklopedisi, İst. 1988, İnkılâb Yay., I/384) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla hakkında kat'i nass bulunmayan meselelerde; ilim, ihtisas ve takva sahibi mü'minlerle mütavere etmek ve şûrâ yoluyla meseleleri çözmek bir vecibedir. (5)

 

 

 

 

İstihâre; İstişâreden Sonra Yapılması Gereken Duâ

 

İstihâre: Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp duâ etmek.

Bir iş yapılmak istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâma önemli işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu. Câbir (r.a)'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s) bütün işlerinde, Kur'an'dan sûre öğretir gibi istihâreyi de öğreterek şöyle derdi: "Sizden biriniz bir işe niyetlendiği zaman farzın dışında iki rekât namaz kılsın ve şöyle desin:

اَللَّهُمَّ إِنّي أَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ، وَأسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ، وَأَسْأَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ؛ فَإِنَّكَ تَقْدِرُ ولاَََ أَقْدِرُ، وَتَعْلمُ وََلاَ أَعْلَمُ، وَأَنْتَ عََّلاَمُ الْغُيُوبِ. اَللَّهمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذَالاَ‘مْرَ خَيْرٌ لِي في دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ

أَمْرِي، أَو قَالَ عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلهِ فَاقْدُرْهُ لِى ويَسِّرهُ لي، ثُمَّ باركْ لي فيهِ، وإن كُنْتَ تَعْلمُ أنَّ هَذَالاَ‘مْرَ

شَرٌّ لِي فِي دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أمْرِي، أَوْ قَالَ: عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلِهِ، فَاصْرِفْهُ عَنِّي عَنْهُ، وَاقْدُرْ لِي

ثُمَّ رَضِّنِي بِهِ كَانَ، الْخَيْرَ حَيثُ

"Allâhümme estehîruke bi ilmike ve estakdiruke bi kudretike ve es'elüke min fadlike'l-azîm. Fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta'lemu ve lâ a'lemu ve ente allâmu'l ğuyûb. Allâhümme in künte ta'lemu enne hâze'l-emre hayrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî. Fekdurhu lî ve yessirhu lî summe bârik lî fîhi. Ve in künte ta'lemu enne hâze'l-emre şerrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî f'asrifhu annî va'srifhu annî anhu ve'kdur lî el-hayra haysü kâne. Sümme raddınî bihî" (Buhârî, Teheccüd 25, Deavât 49, Tevhid 10; Tirmizî, Vitr 18; İbn Mâce, Akâme 188; Ahmed bin Hanbel, III/344).

İstihâre duâsının anlamı: "Allah'ım yapmayı düşündüğüm su işin işlenmesinden yahut terkinden hangisinin hayırlı olduğunu bana ilminle kolaylaştır. Kudretinle senden güç istiyorum. Senin büyük fazlından ihsan buyurmanı dilerim. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen şeyi çok iyi bilensin, Allah'ım. Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırla hoşnut buyur"

Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, Rasulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Âdem oğlunun Allah'tan hayır dilemesi (istihâresi) saâdetindendir. Allah'ın hükmüne râzı olması da saâdetindendir. Allah'tan hayır istemeyi terk etmesi ise onun bedbaht olmasındandır. Allah'ın hükmüne râzı olmaması da, Âdemoğlunun bedbahtlığındandır" (Ahmed bin Hanbel, I/167; Tirmizî, Kader 15).

İstihâreden önce veya sonra, gerekli istişâreler yapılır ve o iş hakkında karar verilir Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "İş konusunda onlarla istişâre yap. İstişâreden sonra o işi yapmaya tam olarak karar verince, artık Allah'a dayan ve güven" (3/Al-i İmrân, 159). İstihâre hadisi İbn Mes'ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Bekir, Ebû Saîd, el-Hudrî, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik gibi büyük sahâbîlerden nakledilmiş, bu rivâyetleri senetleriyle birlikte, Buhârî, şârihi Aynî, "Umdetu'l-Kâri" adlı şerhinde tek tek zikredilmiştir. Rivâyetler arasında bazı metin farklılıkları vardır.

Enes b. Mâlik'ten gelen rivâyet istihâreyi teşvik eder. Bu hadîs şöyledir: "İstihâre yapan kimse hüsrâna uğramaz, istihâre eden pişman olmaz, iktisatlı davranan kimse de muhtaç duruma düşmez." (S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, Ankara 1985, IV/135).

İstihâre namazında nelerin okunacağı hadisle sâbit değilse de, birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra Kâfirun, ikinci rekâtta ise, İhlâs sûrelerinin okunması güzel görülmüştür. Nevevî bunu müstehap görür. İmam Gazzalî de bu sûrelerin okunması gereğinden İhyâ'da söz etmiştir. İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'i bir ay süreyle izledim, sabah namazının sünnetinde, Kâfirun ve İhlâs sûrelerini okurlardı. Gazzâlî'nin bu gibi hadislerden mülhem olarak, istihâre namazında da benzer kıraati uyun gördüğü söylenebilir.

İstihâre namazından sonra, istihâre duâsı okunur ve istenilen şeye niyet edilerek, Kıbleye dönülmek suretiyle yatılır. Böylece istihâreye üç veya yedi geceye kadar devam edilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in bazı duâları üç defa tekrar ettiği, hatta Enes bin Malik'e istihâreyi yediye kadar tekrar etmeyi telkin buyurduğu nakledilir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV/142, 143).

İstihâre, iyiliği veya kötülüğü kestirilemeyen bir iş hakkında sözkonusu olur. Hayırlı ve sevaplı olduğu kesin olarak bilinen bir konuda istihâreye gerek kalmaz. İstihâre namazı, kerâhat vakitleri dışında her zaman kılınabilir. Çünkü hadiste vakit belirtilmemiştir. (6)

Sözlükte “hayırlı olanı isteme” anlamına gelen istihâre, terim olarak “bir iş veya davranışta Allah katında hayırlı olanı, kılınan nâfile bir namaz ve duâ ile talep etme” mânâsında kullanılır. “Hayr” kelimesi ve çeşitli türevleri Kur’an’da 196 yerde geçmekle birlikte aynı kökten türeyen “istihâre” yer almaz. Ancak, insanın şer zannettiği bir şeyin hayır olabileceğini (24/Nûr, 11), bir şey hayırlı olduğu halde ondan hoşlanmayabileceğini, şer olduğu halde onu sevebileceğini (2/Bakara, 216), Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olup dilediğini yaratarak seçtiğini (28/Kasas, 68), her türlü hayrın O’nun elinde bulunduğunu, her şeye gücünün yettiğini (3/Âl-i İmrân, 26), bir işe girişirken başkalarına danışmak (istişâre etmek) ve karar verince de Allah’a güvenip dayanmak gerektiğini, böyle yapanlara Allah’ın yeteceğini (3/Âl-i İmrân, 159; 65/Talâk, 3) ifâde eden âyetler İslâm’da istihârenin dayandığı temel çerçeveyi oluşturur. Âlimlerin sünnet veya müstehap saydıkları istihârenin meşrûiyeti Câbir bin Abdullah’tan rivâyet edilen şu hadise dayandırılmaktadır: “Rasûlullah, Kur’an’dan bir sûre öğretir gibi işlerimizin tamamında bize istihâreyi öğretiyor ve şöyle diyordu: “Biriniz bir şey yapmaya niyet edince farz dışında iki rekât namaz kılsın ve arkasından şu duâyı yapsın...” Hz. Peygamber sözüne devamla, “istihâreyi yapan kişi bu sırada işini de söylesin” dedi. (Ahmed bin Hanbel, Müsned III/, 344; Buhârî, Deavât 49, Tevhid 10; İbn Mâce, İkame 188)

İstihâre duâsının, bu niyetle kılınacak iki rekât nâfile namazdan sonra okunmasının en uygun usûl olacağı konusunda dört mezhep görüş birliği içindedir. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine göre herhangi bir namazdan sonra da sözkonusu duânın okunması câizdir. Hanbelîler’in dışında kalan üç mezhebe göre istihâre namazını kılmak mümkün değilse, sadece duâ ile yetinilebilir. İstihâre namazı kerâhet vakitleri hâriç her zaman kılınabilir. Bütün mezheplere göre istihâre namazının en fazîletlisi, iki rekât olarak kılınanıdır.

İstihâre duâsının, namazdan hemen sonra ve kıbleye dönülerek okunması, ellerin kaldırılması ve duâ âdâbına riâyet edilmesi, duânın kabul olma ihtimalini arttıran güzel davranışlar olarak telakki edilmiştir. Kişinin olumlu veya olumsuz bir karara varamaması halinde Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî âlimleri, Enes bin Mâlik’ten gelen bir rivâyete dayanarak (Münâvî, I/450) istihârenin yediye kadar tekrarlanabileceğini söylemişlerdir. Şâfiî ve Mâlikî âlimleri, Hz. Peygamber’in bir rahatsızlık sebebiyle başkasını “okuyarak” tedâviye izin vermesi ve bu vesîleyle söylediği, “Kardeşine faydalı olmaya gücü yeten bunu yapsın.” (Ahmed bin Hanbel, III/302, 334, 382, 393; Müslim, Selâm, 61-63) sözünden hareketle; başkası adına istihâre yapmanın câiz olduğunu ileri sürerken Mâlikî fakîhi Hattâb bu uygulamanın bir dayanağını bulamadığını belirtmiştir.

İstihâre, kişinin gerekli bütün çabayı sarfedip araştırma ve istişârelerini tamamladıktan sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için Allah’a duâ etme, kulluk şuurunu canlı tutma ve ortaya çıkacak sonuca rızâ göstererek ruh sağlığını koruma gibi çok amaçlı metafizik bir olaydır. Bu sebeple de iyi veya kötü olduğu açık şekilde bilinen bir şeyi yapıp yapmama konusunda değil, gerek dünyevî gerek uhrevî bakımdan kişi hakkında hayırlı olup olmayacağı kestirilemeyen işlerde sözkonusu olabilir. Dinen iyi ve hayırlı olduğu bilinen işlerin zamanı, şekli vb. hususunda da istihâre yapılabilir. İnsan, geleceği bilemediğinden bir şeyi ilk bakışta iyi zannetse de onun sonucundan emin olamaz. Bu sebeple bir iş yapacağı ve ileriye yönelik önemli bir karar vereceği zaman istihâre yoluyla her şeyi bilen Allah’ın kılavuzluğuna ve yönlendirmesine başvurması, O’ndan yardım istemesi, kişinin davranışlarındaki sorumluluğunu kaldırmamakla birlikte, onda bir güven hissi doğuracağı ve takdire rızâ göstermesini sağlayacağından önem taşımaktadır. Dolayısıyla istihârenin dinî öğretideki kader, tevekkül ve sabır anlayışıyla yakın ilgisi bulunur.

Hz. Peygamber’in tavsiyesi doğrultusunda istihâre eskiden beri İslâm dünyasında âdet olmuş ve önemli önemsiz birçok hususta günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Kumandanlar sefere çıkmadan, sultanlar veliahtlarını belirlemeden önce istihâre yapar ve bunun sonucuna genellikle uyarlardı. Evlilik öncesinde ve çocukların isimlerinin konması esnâsında da istihâre yapmak âdet olmuştur. Ayrıca birtakım tartışmalı dinî meselelerde fetvâ verirken bazı âlimler ulaştıkları sonucu istihâreyle destekleme yoluna gitmişlerdir (meselâ bk. İbnü’s-Salâh, Fetâvâ ve Mesâilü İbni’s-Salâh, I/293, 396; II/434, 484, 485, 507). (7)

 

 

 

İstihârenin Yozlaştırılıp Rüya Falına Dönüştürülmesi

İstihâre; aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir. İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.

İnsanların, yapmak istedikleri bir işin kendileri hakkında iyi veya kötü sonuçlar doğuracağını anlamak için fal vb. uygulamalara çok eskiden beri başvurdukları bilinmektedir. Nitekim câhiliyye Arapları bir işe başlamadan önce, üzerine “evet” veya “hayır” yazılı “ezlâm” denilen fal oklarıyla karar verirlerdi. Kur’ân-ı Kerim “şeytan işi” olarak nitelendirdiği bu uygulamayı yasaklamış (5/Mâide, 3, 90), peygamberler dâhil hiç kimsenin gaybı ve dolayısıyla bir işin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemeyeceğini, Allah’ın dilemesi dışında kendisine fayda ve zarar verecek bir güce sahip bulunamayacağını bildirmiştir (7/A’râf, 188).

Enes bin Mâlik’ten nakledilen istihâre hadisinin devamında Rasûl-i Ekrem, “Sonra kalbine ilk doğan duyguya/düşünceye bak, ona uygun davranman hayırlı olur” demiştir (Münâvî, I/450). Buna göre istihârenin sonucunda insanın içine farahlık, genişlik ve iç huzuru gelirse o işi yapması; sıkıntı, huzursuzluk ve darlık hali doğarsa yapmaması daha hayırlı görülmüştür.

İbnü’l-Hâc el-Abderî, hadislerde ifâde edildiği şekliyle meşrû istihârenin bundan ibâret olduğunu, ayrıca bir işâret almak amacıyla kişinin veya bir başkasının onun adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi davranışlara başvurmasının bid’at olduğunu belirtir (el-Medhal, IV/37-38). İbnü’l-Hâc ayrıca, istihâre ile birlikte istişâre etmesinin de sünnete uygun bulunduğunu söyleyerek kişinin her ikisini de ihmal etmemesi gerektiğini kaydeder (a.g.e., IV/40). Bazı kaynaklarda rüyada beyaz veya yeşil görülmesinin o işin hayırlı olduğuna, siyah veya kırmızı görülmesinin şer olduğuna delâlet ettiğine dair nakledilen görüşler (İbn Âbidîn, II/27) şahsî tecrübelere dayanmakta, dolayısıyla dinî bir mâhiyeti bulunmamaktadır (Semîr Karanî Muhammed Rızk, s. 42-43).

Zâlim yöneticileri halkın gözünde temize çıkarmak için onların istihâreye çok önem verdiği hakkında şâyialar yayılır, dolayısıyla halkın şer zannettiği nice yanlış uygulamanın aslında hayır olduğu, halk anlamasa da yöneticilerin bir bildiklerinin ve dayandıkları gerekçenin olduğu belirtilir. Böylece halkın zâlim yöneticilere tepki duyması önlenmeye çalışılır. Şâir Accâc, Haccâc’ı överken; onun istihâre etmeden hiçbir iş yapmadığını söyler (Divan, rakam 12, 83; Arâcîzu’l-Arab, s. 120). Abdullah ibn Tâhir, Irak’a vali tayin edildiği zaman babası ona, idârî kararlarını verirken istihâre etmesini tavsiye etmiştir (Tayfûr, Kitâbu Bağdâd, s. 49). Ancak, yöneticilerin, tüm işlerini istihâre ile yaptıkları hakkındaki rivâyetlerin çoğu uydurmadır.

 

 

 

 

Tefsirlerden İktibaslar

“Rablerine icabet edenler, dosdoğru namazı kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler.” (42/Şûrâ, 38)

Mevdûdî der ki: Şûrâ; müminlerin en iyi özelliklerinden kabul edilir. Öyle ki bu husus Al-i İmran: 159'da "emir" şeklinde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, İslâm toplumunda istişâre önemli bir yer işgal eder. İslâm toplumunda istişâre yapmaksızın işleri yürütmeye çalışmak sadece cahillik değil, Allah'ın nizamına karşı gelmektir de.

İslâm istişâreye niçin önem vermiştir? Bu soru üç temel nedene dayalı olarak cevaplandırılabilir:

a) Şâyet bir mesele iki ya da ikiden fazla kimseyi ilgilendiriyorsa ve buna rağmen sözkonusu mesele hakkında bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla ortak yapılan bu işte hiç kimsenin kendi keyfine göre karar vermeye hakkı yoktur. İşte bu nedenden ötürü âdil bir sonuca varabilmek için, konuyla ilgili tüm şahıslarla istişârede bulunmak gerekir. Yine bir mesele karara bağlanacaksa ve karardan çok büyük bir kitle etkileneceği için istişâre mümkün değilse, o insanların seçtikleri ve güvendikleri kimselerle istişâre yapılmalı ve sonra mesele karara bağlanmalıdır.

b) Şâyet bir kimse, ortak çalışmalarda sorunu kendi başına ve kendine göre halletmeye çalışıyorsa, bilinmelidir ki onun böyle davranmasının ardındaki neden, ya kendi çıkarlarıdır, ya da o şahıs kendisini herkesten üstün görerek başkalarını aşağılamaktadır. Oysa, ahlâk bakımından bu iki tavır da kötüdür ve bir mü'min bu iki çirkin özellikten beridir. Mü'min kişi, başkalarının hakkını meşrû olmayan bir yolla ele geçirerek haksızlık yapmaz. Yine bir mü'min, kendini beğenmiş bir halde kendisinin her şeyi herkesten daha iyi bildiği zannına kapılmaz.

c) Bir iş, şâyet başkalarının hak ve çıkarları ile ilgili ise o iş hakkında karar vermek çok büyük bir sorumluluğu müdrik olmayı gerektirir. Kalbinde Allah korkusu olan bir kimse, bu yükü yalnız başına taşımayı katiyetle istemez. Aksi bir davranış, yani, böylesine bir sorumsuzluk ancak, kalbinde Allah korkusu olmayan ve âhirette vereceği hesaba aldırmayan kimseler tarafından yapılır. Allah'tan korkan ve âhiret hesabına iman eden insanlar, kat'î surette herkesi ilgilendiren meseleler hakkında, kendi başlarına karar vermek istemezler. Onlar söz konusu meseleyle ilgili olan kimselerle veya onların seçtiği ve ilgilendiği temsilcilerle istişâre eder ve tarafsız bir şekilde karara varırlar. Sonuçta verilen kararda herhangi bir yanlışlık dahi sözkonusu olsa, bir tek kişi sorumlu olmaz.

Bu üç hususa dikkat edecek olursak şâyet, istişârenin İslâm'ın ahlâkî yapısının temel taşı olduğunu ve ondan (istişâreden) kaçınmanın İslâm'ın tahammül edemeyeceği derecede bir ahlâksızlık olduğunu müşâhede ederiz. İslâm, büyük veya küçük her işte istişâre ile karara varmayı emreder. Öyle ki, evdeki işlerin bile evin beyi ile hanımı arasındaki istişârenin sonucunda karara bağlanmış olmasını ister. Hatta çocukların yaşı büyükse istişâreye katılımının sağlanması gerekir.

Ayrıca köy, kasaba vs. hakkında bir karar alınacaksa âkil ve bâliğ olan herkes ile istişâre yapılmalıdır. Şâyet bir toplumu idare etmek için bir yönetici seçilecekse, o yönetici toplumun tüm bireylerinin onayıyla seçilmelidir. Toplumun güvenini kazanmış olan ehl-i rey toplumun işlerini yürütmeli, ancak bu güveni kaybettiklerinde ise istifa etmelidirler. Zorla toplumun başına musallat olmamalıdırlar. Mü'minlerden toplumun onayını cebir, hile ve rüşvet ile etkilemeye çalışıp, kendini seçtiren veya yönetimde kalmaya çalışan bir kimse kötü niyetlidir ve sadece kendi çıkarı için böyle davranmaktadır. Bu kimseler "Onların işleri aralarında istişâre iledir" âyetine zahiren uyduklarını göstermeye çalışırlar, fakat aslında bu İlâhî beyana uymazlar. Onlar hem Allah'ı hem de halkı aldatmaya çalışırlar. Ancak halk onların bu sahtekârlıklarını anlamayacak kadar ahmak değildir. Ve Allah'ı da zaten hiç kimsenin aldatmaya gücü yetmez.

"Onların işleri aralarında istişâre iledir" âyeti beş temel düsturu tazammun eder:

a) Karara bağlanacak bir meseleyle ilgili olan ve karardan etkilenecek herkes mesele hakkında aydınlatılmalıdır. Ayrıca meseleyle ilgili kendi düşüncelerini söyleyebilmeleri için her türlü hak istisnâsız onlara verilmelidir. Bunun yanısıra alınacak kararları açıkça eleştirebilmeli, protesto edebilmeli ve kararlara itiraz edebilme hakkına sahip olmalıdırlar. Tüm bu haklarını kullanmalarına rağmen, gidişat hakkında olumlu bir değişiklik gözlenmemişse, yöneticileri değiştirebilmelidirler. Toplumun özgürlüğünü ellerinden almak ve onlara danışmadan onların işlerini yürütmek açıkça o topluma hiyânet etmektir. Böylesine bir tavır içerisinde halkı idare etmeye yeltenenler, sözkonusu âyeti çiğnemiş olurlar.

b) Toplumsal sorumluluk alacak olan kimseler, halkın onayıyla seçilmelidirler. Halk onları hiçbir korku duymadan, hiçbir baskıya maruz kalmadan ve serbestçe seçilebilirken, seçilme durumunda olanlar da gayri meşru metodlara (Örneğin, rüşvet, hile, tehdit vs.) başvurmamalıdırlar. Çünkü bu tür yöntemlerle halktan alınan onay, onay değildir. Bu şekilde toplumun başına geçen kimse, o toplumun gerçek lideri değildir. Gerçek lider, halkın kendisini sevdiği ve onu özgür iradesiyle seçtiği kişidir.

c) Toplumun başındaki liderin şûrâ heyeti, o toplumun güven duyduğu kimselerden oluşmalıdır. Halkın onayını para, tehdit, yalan ve hile gibi yollarla elde etmiş olan kimseler aslında halkın güvenini hak etmiş değillerdir.

d) İstişâre esnâsında şûrâ heyetine mensup temsilciler, tercihlerini iman, ilim ve samimiyet çerçevesi dahilinde kullanmalıdırlar. Tercihlerini özgürce yapabilmeleri için baskı, rüşvet ve grup çıkarlarından etkilenmeden, kendi inandıkları ve bildikleri doğrultuda hareket etmelidirler. Şâyet onlar tercihlerini bu şekilde kullanmayacak olurlarsa, mezkur âyeti ihlâl etmiş olurlar.

e) Ehl-i rey, yani, "şûrâ" mensupları, bir konuda ittifak ile ve çoğunlukla karar alırlarsa, o karar itirazsız kabul edilmelidir. Çünkü, her şahıs veya grup kendi bildiğini okursa, istişârenin bir anlamı olmaz. Nitekim Allah, sadece "Onların işleri aralarında istişâre iledir", demekle kalmamış ve "Yapacağın işler hakkında onlarla istişâre et" diye emretmiştir. Bu, "Onlara sadece danışın" demek değildi, aksine "Onlarla istişâre ettikten sonra, ittifak ve çoğunlukla alınan karara uyun" demektir.

Bu bağlamda, istişâre yoluyla karar alma yetkisinin sınırsız olmadığı iyice bilinmelidir. Çünkü, üzerinde istişâre edilmesi sözkonusu olan saha dinin kaideleriyle sınırlanmıştır. Ana prensip şu şekilde belirlenmiştir: "Şâyet bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasûlü'ne döndürün" veya "Aranızda anlaşmazlıklar hakkında karar vermek sadece Allah'a aittir." Bu ana prensip dolayısıyla müslümanlar, ancak naslardan çıkarılan yorum ve düşünceler ile, kendisiyle amel edilen kurallar hakkında istişârede bulunabilirler. Yoksa hiç kimse Allah ve Rasulü'nün açık açık bildirdiği bir husus üzerinde istişârede bulunmaya yetkili değildir. Mevdûdi, Tefhimu'l-Kur'an)

Şimdi ey Muhammed! Şu ilâhî nimete özellikle şükretmelidir ki, Allah katından büyük bir rahmet ile yaratılmış olduğun güzel ahlak gereğince sen onlara yumuşak, nazik bulundun, azarlamayı hak ettikleri halde kusurlarını yüzlerine vurup da sert muamele etmedin. Yoksa sen huysuz, katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz etrafından darmadağın olurlar, seni bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına toplanmazlardı. Bu ise en büyük bir felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik haklarıyla ilgili kusurlarını affet, ve Allah haklarını Allah affettiğinden, onlar için istiğfar et ve işde onlarla istişâre et. Yani vahy gelmeyip rey ve ictihada dayanan, savaş gibi, genel işlere ilişkin durumlarda onların oyunu al ki emir, iyiliği emir olsun. Müşâvereden sonra karar verip azmettiğin zaman da Allah'a dayan ve itimad et, icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever. (3/Âl-i İmrân, 159)

Elmalılı der ki: "Müşâvere", şivar, meşvüre, meşvere, meşure, danışıp işaret almak, yani rey (oy) almak demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de "şûrâ" denilir ki, bu da esas itibarıyla öbürleri gibi masdardır. Arap dilinde "işaret" diye ile sılalandığı (kullanıldığı) zaman, dilimizde meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile îmâ (işaret etme) mânâsına geldiği gibi, diye ile sılalandığı zaman da emretmek, oy vermek mânâsına gelir. Müşâvere işte bu mânâda işaret almak içindir. İştikak (türeme) bakımından iş bu müşâvere ve işaret, arı kovanından bal almak mânâsından veya satılık hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak mânâsından alınmıştır.

"Afv" ve "istiğfar" emirlerinden olan "İşte onlarla istişâre et." buyurulmasında dikkati çeken bir takım nükteler ve hikmetler vardır:

1- Peygamber'in onlarla müşâveresi, şanlarının yüksekliğini ve payelerinin terfiini (yükseltilmesini) gerektirir. Bu da onların sevgilerinin artmasına sebep olur. Müşâvereye tenezzül edilmemesi ise bir çeşit hakareti içerir ki, bundan da kötü huy ve huysuzluk meydana gelir. Bunun sonucu ise, "etrafından dağılırlardı" sözüyle açıklanmıştır. Bu açıdan Peygamber'e ait müşâvere, bir kalp hatırı almayı içerir.

2- (3/Âl-i imran, 79, 104, 110) emirleri işaretince Muhammed (s.a.s.)’ın gönderilmesi bütün insanlar için uyulacak, örnek alınacak bir ümmet teşkilini hedef aldığından, Hz. Muhammed'in ashabının en yüksek bir siyasî terbiye kazanması Allah'ın isteği idi. Böyle bir terbiye ise "Allah tarafından bir rahmet ile" âyetinin delaletince sıf ilâhî rahmet olan Hz. Muhammed'in müşâvere mektebinde alınabilirdi. Hz. Muhammed'in terbiye ve talim görmüş ashabı, başkalarını terbiye edebilecek şekilde yetişecekler, sonra da "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" nebevî hadisi mânâsınca, Allah'ın emriyle nice toplumlar ve Allah'a layıkıyla kulluk etmeye çalışanlar yetiştireceklerdi. Buna ise her şeyden önce pek büyük bir cömertlik ve nezaketi içeren bir ahlakî kemal ve rabbânî irfan gerekli idi ki; işte esası, ilâhî bir vergi ve meyveleri ve inkişafları beşere ait çalışma, kazanma olan bu ahlâkın başlangıcı teşekkür hitabıyla ve gelişmeleri iyiliksever emriyle gösterildikten sonra, o irfan (anlayış)ın öğretim ve temrin (alıştırmas)i için de buyurulmuştur. Bu bakımdan da Peygamber'in müşâveresi bir terbiye sırrını ve uyma hikmetini içine alır.

3- Esasen Peygamber'imiz, Uhud olayının başlangıcında müşâvere etmişti. Peygamber'imiz, Medine'den çıkılmaması tarafına meylettiği halde, onlar çıkılması reyinde bulunmuşlardı. Çıkılınca da olanlar oldu. Şu halde bundan sonra Peygamber onlarla müşâvereyi terk ederse, o müşâvereden dolayı kalbinde bir üzüntü bulunduğuna delalet ederdi. Bunun için, bu olaydan sonra müşâvere emri açıkça belirtilmiştir ki, Peygamber'in kalbinde bu olaydan böyle bir eser bulunmadığı ve müşâvere husûsunda üzüntü caiz olmayıp, tam bir emniyet ile hareket edilmesi gerektiği ve iyi niyetle vaki olan ictihadî reyden dolayı, sonunda hata ortaya çıksa bile, başında mesuliyet olmayacağı anlaşılmış olsun.

4- Münâfıkların başı Abdullah b. Übeyy müşâvereye sokulmuş olduğu halde, müşâvere ahlâkını tanımıyarak ve tahakküm fikrine kapılarak en müşkül (zor, kritik) bir zamanda işe karışma ve müdahele hırsıyla, "Bize işten bir hisse var mı?", "Bize bu işten birşey olsaydı..." dediklerinden dolayı, cevabından sonra buyurulmasında; hem İslâm siyasetinin tehakküm ve istibdad fikrinden uzak bir iyiliksever ruh ve ahlâka dayandığını, hem de bu iyilikseverliğin, tevhid esasına ve ihlas fikrine aykırı açık veya gizli bir şirk ve işrak (Allah'a ortak koşmay)a varan bir işe katılma durumunda olmamasının gereğini ayrıca bir hatırlatmadır. Şu halde "onları işe ortak et" buyurulmayıp da buyurulması, münafıklara bir reddi ve müşâverenin metnindeki emir birliğini bozmaya değil, düşünme ve açıklamaya yönelmiş olması gerektiğini de içerir ve âyetin başında sonunda yüksek hükmüyle bütün işlerin Allah'a döndürülmesi de bu tevhid noktasını bildirir. Bundan ise şu neticeyi alırız ki, İslâm şûrâsı (danışma kurulu)nın görevi, yalnız kendi arzu ve isteklerini ifade eden reylerini göstermek değil, olaylarda Allah'ın kullarının genel çıkarları açısından hakkı araştırmakla o konuda aklî ve naklî delillerden amel edilir olması gereken Allah'ın hükmünü tayin etmektir. Bu şekildedir ki ortaya çıkacak olan irade, tatbikte hiçbir kıymeti olmayan yalnız beşerî istekler değil, vaki'de gerçekleşecek olan ilâhî iradeyi temsil ve ona uyarak faydalı bir şekilde hüküm icra edebilir. Burada insan iradesinin hiç hükmü yok denemez. Fakat ilmin iradeye tabi olmasıyla, iradenin ilme tabi olması arasında büyük bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir. Şu halde şûrâ, her şeyden önce, ilmî bir fikir ile hakkı araştırmak ve ilâhî iradenin tecellilerine uymak ve cüz'î iradelerini, kendi temennilerini ortaya çıkarmaya değil, Hakk'ın hükmünü açıklamak ve tayine sarf etmek gerekir. Yoksa ortada müşâvere değil, çeşitli iradelerin çekişme ve mücâdelesi cereyan eder ve bu münakaşa, hak ve hayır fikri ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe çeşitli fırkaların çarpışması, batması gerekli olur.

Bu müşâvere emrinin vücub (farz)mu, yoksa nedb (mendub)mi ifade ettiği hakkında âlimlerin ihtilâfı vardır. İmam Şafiî hazretleri mendub olduğunu kabul etmişse de, zahir olan farzdır. Fakat tefsircilerin ve bilginlerin ittifakı vardır ki, Allah katından vahy inmiş olan hususlarda Peygamber'in ümmeti ile müşâvere etmesi caiz değildi. Çünkü nass karşısında rey ve kıyas batıldır; mevrid-i nass (nassın geldiği yer)de ictihada mesağ (izin, ruhsat) olmadığı malumdur. Nass olmayan hususlara gelince, her şeyde müşâvere caiz midir, değil midir? Birçok bilginler ve tefsirciler işbu emrinin, harbe mahsus olduğu fikrindedir. Çünkü vahiy bulunan hususlarda müşâvere caiz olmadığı kesinlikle bilindiğinden deki "el-Emru" kelimesinin "elif-lâm"ının istiğrak (genelleme) için olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla ahd için olduğu ortaya çıkar. Bu âyette geçmiş olan bilinen emir ise, harp ve düşmanla karşı karşıya gelmektir. Şu halde emirin de buna tahsis edilmesi olması gerekir. Fakat diğer âlimler ise, el-emr'in âmm (genel) olduğu ve ancak nass (kesin dini delil)'ın geldiği hususlara tahsis edilmiş ve buna göre geri kalanlarda genel bir şekilde hüccet (delil) olarak kalmış olduğu fikrindedir. Gerçekte emri, harbe mahsus olmadığı gibi, buradaki de öyle olması gerekir. Delillerin gelmesinden sonra ihtilâf edenler ve Allah'ın kitabına iman etmeyenler aleyhinde gelen âyetlerin, nassın geldiği yerde ictihadın caiz olmadığını gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında ictihad, Allah'ın emri karşısında rey ve kıyas ile isyan eden mel'ûn (lanetlenmiş) İblis'in hali olduğu malumdur. Şu halde meselenin ruhu, vahye mazhar olan Rasûlullah'ın din içinde ictihadla da görevli olup olmadığı meselesidir. Peygamber için ictihadı caiz görmeyenler, müşâverenin harp işi gibi sırf dünya ile ilgili olan hususlara ait olduğuna inanmışlardır. Halbuki Usul İlmi'nde sahih olan şudur ki,Rasûlullah vahyi bekler ve vahy gelmeyen hususlarda rey ve ictihadıyla amel ederdi. Ve bu ictihadda başlangıçta hata da düşünülebilir, ancak hata olursa vahy ile düzeltilir, devam etmezdi. Peygamber'in ictihadının, diğer ictihadlardan farkı bu idi. Yoksa Cenab-ı Allah "İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi." (4/Nisâ, 83) diye müctehid âlimleri öğmüş ve "Ey akıl sahipleri ibret alın." (59/Haşr, 2) diye basiret kullanmak ile istibar (ibret alma) ve kıyası da emretmişken, basiret sahiplerinin efendisi olan, akıl ve zekâsı herkesin üstünde bulunan Rasûlullah'ın bu naslardan hariç olamayacağı açıktır. Şu halde Rasûlullah, vahy inmeyince ictihadla görevliydi. İctihad ise mübahase (karşılıklı konuşma) ve münazara (ilmî tartışma) ile kuvvet bulacağı için, vahyin gelmesinin dışında müşâvere ile de görevli olmuştur. Rivâyet edilmiştir ki işbu indiği zaman Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Biliniz ki, Allah ve Rasûlü müşâvereden herhalde müstağnidirler ve fakat Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişâre ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz." Diğer bir hadis-i şerifte de: "Müşâvere eden bir toplum, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur" buyurulmuştur.

Bütün bunlardan anlaşılır ki, burada Peygamber'e hitap olarak gelen “ve şâvirhüm (onlarla müşâvere et)” emri, yukarda açıklandığı üzere, bir çok faydaları içermekle beraber, bunun sebebi ve asıl hikmeti, ümmetini öğretim ve terbiyesi için gelmiş olmasıdır. Şu halde Peygamber için müşâvere mendub da olsa, ümmet için vacibtir. Nitekim diğer bir âyette "İşleri, aralarında danışma iledir." (42/Şûrâ, 38) buyurulmuştur. (Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, 3/159)

“Ve onlar ki Rableri için davete uymakta ve namazı dürüst kılmaktadırlar. Allah iman ve itaat için Peygamber tarafından yapılan davete Ashab-ı Kiram'ın bey'atları ve uymaları gibi bey'at ve dinin direği olan namazı kılmakla cemaat ve toplumu sağlam tutanların İşleri de aralarında Şûrâ'dır. İşleri, buyrukları zorbalıkla değil, aralarında danışıkla, görüşlerine başvurma iledir. (42/Şûrâ, 38).

Yine Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki: Kendi işlerine kendileri sahiptir, başkalarının elinde esir değil, aralarında dayanışmasız, toplumsuz, darmadağınık ayrı da değil, toplanıp sözü bir etmesini bilirler. Birbirlerinin görüşlerine başvurmalarının şekli de görüş ileri sürmek yeteneği olan, toplumun görüşlerini temsil edebilecek ictihad sahibi "hall ü akd" erbabının (meseleleri düşünüp çözüme bağlayacak kimselerin) toplanıp müzakere etmesiyledir. Rasûlullah (s.a.s.) "İş husûsunda onlarla müşâvere et." (3/Âl-i İmran, 159) âyetinin mânâsı uyarınca, savaşla ilgili meselelerde müşâvere ederdi. Ondan sonra da ashab gerek onda gerek hükümlere dair meselelerde müşâvere ettiler. Hz. Peygamber'in vefatı üzerine halife seçimi, ehli riddetle (dinden dönenlerle) savaş, dedenin mirastan pay alması, şarap içenlere vurulacak "had cezasının" sayısı ve Irak'ta fetholunan arazilerin ahkamı vs. gibi meseleler hep bu kabildendir. Şüphe yok ki hükümlere dair müşâvere, hakkında kesinlik ifade eden bir nass bilinmeyip az çok ictihada elverişli olan veya tatbikatı çalışmaya bağlı hususlardadır. Şûrâ müzakereleri (görüşmeleri) icmâ meselelerinin aslını teşkil eder. İslâm tarihinde ve fıkıh usulünde (metodoloji) malesef bu "Şûrâ" düsturu sahabe devrinden sonra Kur'ân'ın verdiği bu önem ile uyumlu bir biçimde geliştirilememiştir. Şûrâ aslında "Fütyâ" gibi "büşra" ölçüsünde masdar olup "teşavür" yani birbirinin görüşünü almak demektir. Kelimenin aslı arıdan bal almak mânâsı ile ilgilidir. "Zû şûrâ" (Şûrâ sahibi) mânâsına da gelir. Nitekim bu mânâ ile şûrâ heyetine de denilir. Ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak da ederler. Belli ki bu infak şûrâ ile verilen kararın yerine getirilmesi için gereken masrafı temin mânâsını anlatmaktadır.

O münasebetle bu da gereğine göre şûrâ ile halledilmesi gerekir. Şu âyet de bunu hissettirir: “Ve onlar ki kendilerine ‘bağy’ isabet ettiği, yani haklarına saldırı olduğu zaman yine kendileri yardımlaşır, öclerini alırlar. Haklarını savunur, haksızlığa boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler, aşırı gitmeyerek adaletle öclerini alırlar.” Bunun için başka bir milletin himayesine sığınmazlar, kendi toplum ve milletlerinin bağımsızlığı, izzet ve yardımı, birliği ile zalim ve azgının hakkından gelirler. Görülüyor ki burada bağy "onlar" zamiri ile çoğula gönderilmiştir. Bu ise bağyin herkesle ilgili olduğunu ifade eder. Bundan dolayı bazıları bunu yalnız dışardan gelen saldırıya özel zannetmişler de bir müşrik bir müslümana saldırdığı takdirde intikamını alanın övgüsüyle tefsir etmişlerdir. Fakat gerek Allah hakkı olsun, gerek kul hakkı olsun mutlak hakkın korunması Allah hakkı, yani Hukuk-i amme (kamu hakkı)den olduğu ve dolayısıyla her mümin kişinin haklarının toplumun taahhüdü altında bulunması açısından ona karşı saldırı âmmenin (toplumun) hakkına saldırı demek olduğundan gerek dıştan ve gerek içten genel ve özel olarak yapılan saldırının savuşturulması ve cezanın verilmesi toplumun görevi yani en azından farz-ı kifâyedir. İçten olanlarda mahkemelerin adaletini temin, dıştan olanda da siyasi tedbirlerle bu yardımın yapılması ve yapılabilmesi bir milletin yüksekliğini ve yaşama hakkını gösteren en yüce faziletlerdendir. Onun için diğer tefsir bilginleri demişlerdir ki: "İleri giden her azgına karşı öc alma övülmüştür." İbnü Cerir et-Taberî tefsirinde der ki: "Bu ikinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü Cenab-ı Allah, bir mânâyı tahsis buyurmamış, azgınlık edenden hakkı ile öcünü alan her galibi övmüştür. Buna karşı birisi şöyle diyebilir: İntikamda övülecek ne var? Denilir ki zâlime hak ettiği ve layık olduğu cezayı vermekte onu hak yoluna doğrultmak, bunda ise en büyük övgü vardır."

Kısacası bu sıfat yukarda "Bana aranızda adalet yapmam emrolundu." (42/Şûrâ, 15) diye beyan buyurulan adalet emrinin tatbiki açısından son derece önemli olan yüksek bir ahlâkın, kuvvetli bir toplumsal ruhun ortaya çıkmasını ifade etmektedir ki bunu karşıtı olan "Onlar gazablandıkları zaman bağışlarlar." (42/Şûrâ, 37) nitelemesi ile birlikte düşünmek, gerek kasırların (yalnız, ancak, sadece ifadelerinin) mânâsını düşünmek ve gerek önemini takdir etmek için daha faydalı olur. Yani af da ederler, intikam da alırlar. Fakat her ikisini de kendi bağımsızlıklarıyla yaparlar, ne bağışlamalarında ne intikamlarında başka bir millet ve cemaatin etkisine mahkum olmazlar. (Elmalılı, 42/Şûrâ, 38 Âyetinin Tefsiri)

Seyyid Kutub diyor ki: Bu bölümde yüce peygamberlik gerçeği eksenine sıkı sıkıya bağlı birçok temel gerçeği ve aynı zamanda kısa ifadelerin içerdiği büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde toplanması, ruhların etrafında birleşmesi için hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve güzel tabiatın da somutlaşan ilahi rahmeti görürüz. Aynı zamanda, İslâmî toplum hayatının dayandığı temelin şûrâ olduğunu ve bunun sonucunun dış görünüşü bakımından acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz. Şûrâ ilkesinin yanında, verilen kararın büyük bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve yürütülmesi ilkesini görürüz. Şûrâ ve uygulamanın yanında, tasavvur, hareket ve düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yeraldığını görürüz. Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede O'na döneceğine vakıf oluruz. Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka hiçbir etken gücün bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda; ihanet, hile ve ihtirastan sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin, ölçülerin, kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna uyanlar ile O'nun hışmına uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz gibi... Bölüm, bu ümmete peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı iyiliğin yüceliğini göstermekle son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında, ganimetler gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.

Evet bütün bu hususlar şu az sayıdaki âyette toplanmıştır: "Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla. Kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."

Âyetlerin akışı burada Rasûlullah'a ve O'nun şahsında da Medine'den çıkmak için başta öne atılan, sonra safları karışan ve böylece savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını tevcih etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve Rasûlullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında zayıflık göstermişti. Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş, O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde çağırır halde bırakıp, buna rağmen hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi. Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için onlara yönelmekte ve çevresinde kalplerin toplandığı Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan Allah'ın rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte ve bu davranış sonucu kalbinde yereden kırgınlığı da gidermektedir. Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları affetmeye, onlar için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi onlarla müşâvere yapmaya çağırmaktadır.

"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı."

Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve son derece yumuşak kılmıştır. Şâyet kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü insanlar sürekli; şefkatli üstün bir gözetime, güler yüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, kendilerine veren; ancak onlardan birşey beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat, hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar. İşte Rasûlullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi şahsı için onlara kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir sıkıntı hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine, elinde ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi. Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran sevgi duygularıyla dolmasın.

Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni yerleştirmek için hatırlatmaktadır.

İstişâre Etmek: "...Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."

"Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al." Yüce Allah şu kesin âyetle İslâm toplumunun yöneticisi Hz. Muhammed (s.a.s.) de olsa, yönetimde "şûrâ" ilkesini getirmiş oluyor. Bu âyet, müslüman ümmet için "şûrâ"nın temel bir ilke olduğu ve İslâm düzeninin bundan başka bir ilkeye dayanmadığı konusunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin olduğunu vurgulamaktadır. "şûrâ"nın şekline ve gerçekleşme yöntemlerine gelince; bunlar, ümmetin durumu ve hayat şartlarına uygun olarak değişebilirler. Çünkü "şûrâ" gerçeğinin -göstermelik değil- uygulandığı her yöntem İslâm'dandır.

Bu hüküm, "Şûrâ" ilkesinin görünürde acı ve tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan sonra gelmektedir. Açık sonuçlarından biri de, müslüman saflarda bozulmanın ve görüş ayrılıklarının baş göstermesiydi. Müslümanların bazıları Medine'de kalıp düşmanın saldırmasını beklemeyi ve sokak başlarında onlarla savaşmayı öngörüyordu. Başka bir topluluk da cesaret gösterip düşmanı karşılamaya çıkma görüşündeydi. Bu görüş ayrılığının sonunda, safta bozulma baş göstermişti. Çünkü düşman kapıya dayanmışken Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte biriyle geri dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve korkunç bir bozulmaydı: Ayrıca uygulanan taktik; görünüş itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir taktik değildi. Nitekim bu taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi eskiden beri uygulanan Medine'yi içerden savunma taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha sonra meydana gelen Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini uygulamış ve fiilen Medine'de beklemişlerdi. Uhud'da başlarına gelenden ders alarak "Hendek" kazıp, düşmanı karşılamaya çıkmamışlardı.

Kuşkusuz Rasûlullah, Medine'nin dışına çıkmakla, müslüman safları bekleyen tehlikeli sonuçtan habersiz değildi. Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık bir rüya görmüş ve bu yüzden Medine'de kalma taraftarı idi. Ailesinden birinin, arkadaşlarından bir kaçının öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam bir zırha yormuştu. Kuşkusuz "şûrâ" sonucu kararlaştırılan görüşü benimsemeyebilirdi. Ancak, gerisindeki acıları, zararları ve kurbanları gördüğü halde bu "şûrâ"daki görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir kitlenin eğitilmesi ve bir ümmetin terbiye edilmesi geçici zararlardan daha önemlidir.

En sakıncalı şartlarda meydana getirdiği bölünme ve savaş sonunda çekilen bunca acıları doğurması karşısında; Nebevî komuta, savaştan sonra "şûrâ" ilkesini tümden atma yetkisine sahipti yine kuşkusuz. Ancak İslâm, bir ümmet oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa önderlik yapmaya hazırlıyordu. Ve yüce Allah, toplumları eğitmek ve onlara gerçek önderliği hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûrâ"ya başvurması olduğunu benimsetiyordu. Bunu sağlamak için sorumluluk taşımaya alıştırmak ve (ne kadar büyük, sonuç bakımından ne kadar acı da olsa) hatalarını düzeltmelerini öğretmek, görüş ve uygulamasının sorumluluğunu taşımasını bilmelerini sağlamak için hata da işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış ve sorumluluğunun bilincine vardırılacak bir ümmetin inşası söz konusu olunca, zararlar önemsenmez. Halâ bir ümmet vesâyet altındaki bir çocuk gibi hayatını sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve zararlar ona bir şey kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması ona birtakım maddi kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak kaybedecektir. Gelişimi ve eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki dayanıklılığı bakımından kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin- ayakkabısını yıpratmaması için yürümekten alıkonulan çocuk gibi...

İslâm bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu önderlik makamına hazırlıyordu. Bu nedenle, olgunlaşıp pratik hayattaki davranışlarının üzerinden vesâyetin kaldırılması için Rasûlullah'ın hayatındaki pratik uygulama ile eğitilmeleri gerekiyordu. Şâyet olgun bir önderliğin varlığı "şûrâ"ya engel teşkil etseydi, her yandan düşmanlar ve tehlikelerle kuşatılmış ve henüz yeni olgunlaşmakta olan İslâm ümmeti için çok önemli bir sonucu getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli durumlarda buna başvurulmazdı. Ve yine pratik ve fiilen ümmetin oluşmasına engel olsaydı, bunca tehlikeli bulunan bir işte önderlik kurumu Şûrâ'dan bağımsız davranabilseydi ve olgun bir önderliğin varlığı en tehlikeli işlerde "şûrâ"nın yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) varlığı müslüman ümmeti o gün "şûrâ" hakkından yoksun kalmasına neden olabilirdi. Özellikle, müslüman ümmetin oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde ve beraberinde getirdiği bunca acıdan sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz. Muhammed'e, (salât ve selâm üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve bunca olumsuz şartın varlığı bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü yüce Allah, sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki bölünme ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse versin ve tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile "şûrâ" ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri, pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun bilincinde ve farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle bir ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.

"Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al." Beraberinde büyük tehlikeler getirse de bu ilkenin her koşulda yerleşmesi gerekir. Uygulanışı sırasında meydana gelen tehlike son derece büyük olsa da, müslüman ümmetin hayatında yer etmesi ve uygulanışı Uhud'daki gibi düşman kapıdayken safta bölünmeye sebep olsa da, müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya ilişkin korkunç mazeretlerin geçersiz kılınması için... Çünkü doğru yoldaki ümmetin varlığı bu ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin varlığı da yolda karşılaşılan diğer tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.

Üstelik İslâm düzeninin gerçek görüntüsü, âyetin sonunu getirmeden tamamlanmış olmuyor. Âyete baktığımızda görüşler arasında tercih yapmak, bazısını uygulamadan alıkoymanın "şûrâ" ilkesinin yerine gelmesi için yeterli olmadığını görürüz. Sonuçta Allah'a güvenip dayanmaktan alıkoymamalıdır insanı.

"Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever." "şûrâ"nın görevi, en isabetli görüşü ortaya çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden birini seçmektir. İş bu noktaya varınca "şûrâ"nın rolü biter artık "uygulama" fonksiyonu devreye girer. Allah'a güvenip dayanarak kararlaştırılan görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla uygulama işi, Allah'ın çizdiği kadere ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren Allah'ın iradesine bağlar.

Rasûlullah, Rabbanî ve Nebevî zırhını giyerken, ümmete "şûrâ"yı yani görüş bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük işlerde bile uygulama sorumluluğunu taşımayı öğretiyordu. "şûrâ"dan sonra hareket etme, Allah'a güvenip dayandıktan sonra (sonunu ve varacağı yeri bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine teslim etmekten ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu. Böylece çıkış emri uygulandı. Rasûlullah eve girdi, nereye gittiğini, kendisini ve beraberindeki arkadaşlarını bekleyen acıları ve kurbanları çok iyi bildiği halde zırhını ve silahlarını kuşandı. Ardından Medine'nin dışına çıkmaya taraftar olanlar, Rasûlullah'ı istemediği bir şeye zorladıklarına ilişkin endişeleri ve tereddütleri ile düşmanı karşılamak veya Medine'de beklemek konusunda dilediği gibi davranması husûsunda Rasûlullah'ı serbest bırakmaları... Evet böyle bir fırsatın doğması bile O'nun kararından döndürmeye yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek istiyordu. "şûrâ" dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun kaderine teslim olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek dersini de vermek istiyordu. Onlara "şûrâ"nın bir zamanının olduğunu, bundan sonra tereddüte, görüş tercih etmeye ve görüşleri yeni baştan değerlendirmeye yer olmadığını öğretmek istiyordu. Çünkü bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve bitmez tükenmez kararsızlığın belirtisidir. Oysa yapılacak iş, görüş bildirip "şûrâ"ya başvurmaktır. Allah'a güvenip dayandıktan sonra azim ve kararlılık göstermektir. Allah da bunu seviyor: "...Allah kendisine dayananları sever..."

Allah'ın ve O'nun taraftarlarının sevdiği dostluk, müminlerin özenle koruması gereken dostluktur. Hatta bu, müminlerin ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip dayanmak, her işi sonuçta O'na döndürmek İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta beliren son denge çizgisidir. Bu, her işin Allah'a döneceğine ve Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin büyük gerçekle birlikte hareket etmektir. Kuşkusuz, bu "Uhud"dan çıkarılan büyük derslerden biridir. Herhangi bir çağda yaşayan özel bir nesil için değil tüm müslüman nesiller için bir tecrübe birikimidir.

Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi ve sağlam temelleri üzerinde yükselmesi için sûrenin akışı, zafer ve bozgun konusunda etkin gücün Allah'ın gücü olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini, yenilgi konusunda O'ndan korkulacağını, yönelişin O'na olacağını, hazırlık yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan sonra O'na güvenilip dayanılacağını bildirerek sürmektedir (3/Âl-i İmrân, 159).

İşte burada, bu âyetlerde müslüman kitlenin ayırıcı ve karekteristik özellikleri dile getiriliyor. Bu âyetler, Medine'de bir müslüman devlet kurulmadan önce Mekke'de inmiş olmalarına rağmen müslüman kitlenin niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Onların işleri aralarında danışma (istişâre) iledir." Bu da gösteriyor ki, şûrâ ilkesi müslümanların hayatında devletin siyasal düzeni olmaktan çok daha köklü bir yere sahiptir. Şûrâ bütün cemaatin temel karekteridir. Bu cemaat olarak sorunlarını bu ilke doğrultusunda çözüme bağlarlar. Sonra cemaat olmanın doğal sonucu olarak cemaatten devlete geçilir. Yine müslüman cemaatin niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Bir zulme veya saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar."

Oysa hicretten sonra savaş izni verilene kadar Mekke'de müslümanlara verilen emir, sabretmeleri, saldırıya saldırı ile karşılık vermemeleri şeklindeydi. Ama Medine'ye hicret edildikten sonra onlara şöyle denmişti: "Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter." (22/Hacc, 39)

Müslüman cemaatin karekteristik özellikleri gündeme getirildiği bir sırada, Mekke'de inen bu âyetlerde bu tür bir nitelikten sözedilmesi gösteriyor ki, zulüm ve saldırılara karşı yardımlaşma, müslümanların değişmez ve temel bir sıfatıdır, bundan önce verilen savaşmaktan kaçınmaya ve haksızlıklar karşısında sabretmeye ilişkin direktif, belli şartlarda başvurulan istisnai bir kuraldır. Dolayısiyle, konu müslüman cemaatin temel nitelikleri olduğu için, âyetler Mekke'de inmiş olmasına ve henüz saldırılara topyekün dayanışma ile karşı koyma izni verilmemiş olmasına rağmen bu değişmez ve temel nitelikte burada gündeme getiriliyor.

İnsanlığa önderlik yapmak ve onları cahiliyenin karanlığından İslâmın aydınlığına çıkarmak üzere seçilen müslüman cemaatin ayırıcı ve karekteristik özelliklerinin, henüz önderliği fiilen ele almadığı bir sırada ve Mekke'de inen bir surede gündeme getirilmesi üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir meseledir. Çünkü bunlar en başta bulunmaları ve cemaat içinde fiilen gerçekleşmesi gereken niteliklerdir. Cemaatin fiili önderliğe elverişli olabilmesi için bu durum kaçınılmazdır. İşte bunun için üzerinde düşünülmesi gerekir. Nedir bu nitelikler? Gerçek mahiyetleri nedir? Bütün insanlık hayatında bu niteliklerin önemi nedir?

Bu nitelikler; iman, Allah'a güvenip dayanmak, büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan sakınmak, kızınca bağışlamak, Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermek, namaz kılmak, her meselede şûrâ ailesini uygulamak, yüce Allah'ın verdiği rızıklardan Allah uğrunda mali harcamada bulunmak, elbirliği ederek zulme karşı çıkmak, bağışlamak, kendi hayatını ve çevresini düzeltmek ve her türlü zorluğa göğüs gererek sabretmektir.

Bu niteliklerin gerçek mahiyeti nedir ve ne ölçüde önemlidirler? Kur'an'ın kendi ahenkli akışı içinde bu nitelikleri sunarken bu konuya açıklık getirmemiz yerinde olacaktır.

Kur'an-ı Kerim, insanları geçici ve kalıcı değerlerin gerçek mahiyetini öğrenebilecekleri değişmez ilahi bir ölçü ile karşı karşıya getiriyor. Böylece meselenin ruhlarında karmaşık bir hal alıp ölçülerinin, diğer yargılarının karışmasına engel oluyor. Bu amaçla müslüman cemaatin niteliklerini saymaya başlamadan önce bu ölçüyü hatırlatıyor: "Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır."

Kuşkusuz şu yeryüzünde çekici ve göz kamaştırıcı nimetler, süsler vardır. Çeşitli rızıklar, evlatlar, şehevi duygular, zevkler, makam ve iktidar da bunlardandır. Öte yandan yüce Allah'ın yeryüzünde kullarına bir lütuf olarak, karşılıksız bir bağış olarak bahşettiği nimetler vardır. Bunlar şu dünya hayatında insanın günahkârlığı veya itaatkârlığı ile bağlantılı değildirler. Gerçi bu nimetler, itaatkârın elinde -az da olsa- bereketlendirilir, isyankârın elinde bulunanlar ise -çok da olsa- bereketi giderilir.

Fakat bunların hiçbiri kalıcı ve değişmez değer değildir. Bunlar dünyanın geçim kaynaklarıdır. Kullanım süreleri belirlenmiştir. İnsanı yüceltmez ve küçültmez. Bu nimetler kendi başlarına yüce Allah'ın katında bir ihsanın saygınlığına veya aşağılanmışlığına kanıt oluşturamaz. Yine yüce Allah'ın hoşnutluğunun veya öfkesinin belirtisi sayılamaz. Bunlar sadece geçim kaynaklarıdır. “Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır." Özü itibariyle daha iyidir.” Süresi bakımından daha kalıcıdır. Çünkü dünya hayatının geçim kaynakları Allah'ın katındaki nimetlerle karşılaştırıldıklarında çok basit ve önemsiz kalırlar. Allah'ın sürekli kullarının üzerine akıttığı sonsuz lütfu ile karşılaştırıldığında sınırlı oldukları ortaya çıkar. Dünyanın geçim kaynaklarının günleri sayılıdır. Bir ferd en fazla ömrünün sonu kadar bunlardan yararlanabilir. Bütün insanlık ta öyle. Onların da bu dünya nimetlerinden yararlanmaları bütün insanlığın yaşama süresi ile sınırlıdır. Bu ise, yüce Allah'ın günleri ile karşılaştırıldığında bir göz açıp kapama anı veya bundan da az bir süre kadardır.

Bu gerçek bu şekilde açıklandıktan sonra, yüce Allah'ın kendilerine daha iyi ve daha kalıcı nimetler hazırladığı mü'minlerin niteliklerinin açıklanmasına geçiliyor.

Önce iman sıfatından sözediliyor: "İnanıp Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır." İnsanın değeri şûrâdan gelir: O, ilk ve temel gerçeğe ilişkin bir bilgidir. İman olmadan insanın içinde, varlık alemine ilişkin doğru bir bilgi yeredemez. Çünkü varlık aleminin gerçek mahiyetini kavramak ve bunun yüce Allah'ın sanatı olduğunu algılamak ancak Allah'a iman yolu ile mümkün olabilir. İnsan bu gerçeği kavradıktan sonra evren ile iletişim kurabilir. Çünkü insan bu durumda evrenin özünü bildiği gibi, ona egemen olan kanunları da bilir. Bu yüzden insanın hareketleri ile şu büyük varlık aleminin hareketleri arasında bir ahenk oluşur. Bu durumda insan evrensel yasalar sisteminden sapmaz. Kendi hareketleri ile evrenin hareketleri arasındaki bu ahenkten dolayı mutlu olur. Varlık alemi ile birlikte itaat ederek, kayıtsız şartsız teslimiyet duygusu ile, barış içinde varlıklar aleminin yaratıcısına doğru yolalır. Bu nitelik her insan için gereklidir. Ancak, varlıklar aleminin yaratıcısına doğru insanlığa yol göstericilik yapacak önder bir cemaat için çok daha gereklidir, elzemdir.

İmanın değeri bir de şûrâdan gelir: İman insan ruhunu yatıştırır. İnsanın, yolunu güven içinde izlemesini sağlar. Onu şaşkınlıktan, çekingenlikten, korku ve karamsarlıktan kurtarır. Bu nitelikler, şu gezegendeki yolculuğu esnasında her insan için gereklidir. Ama yol gösteren ve insanlığa bu yolculuğunda önderlik yapan bir lider için çok daha gereklidir.

Arzu ve ihtiraslardan, kinden, nefretten, kişisel çıkardan ve ganimetler elde etme duygusundan soyutlanmak açısından iman büyük değere sahiptir. Bu durumda kalp şahsının ötesinde bir hedefe bağlanır; bu meselenin kendisiyle bir ilgisinin bulunmadığını, bunun Allah'ın dinine davet olduğunu ve kendisinin bir ücret karşılığı Allah adına çalıştığını anlar. Bu bilinç önderlik görevini omuzlamış biri için zorunludur. Hareketten ayrılıp kendisine baş kaldıran bir grubun bu eylemi karşısında veya davet görevini yerine getirirken çeşitli baskılarla, eziyetlerle karşı karşıya kaldığında ümitsizliğe kapılması, kitleler çağrısına koştuğu veya kendisine boyun eğdikleri zaman da gurura kapılmaması için bu anlayış kaçınılmazdır. Çünkü o, sadece belli bir ücret karşılığında çalışan bir işçidir.

İlk müslüman kitle bütün içtenliğiyle iman etmişti. Bu iman ruhları, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde şaşırtıcı bir etki bırakmıştı. O sıralar insanlık aleminde iman tablosu solmuş, tanınmayacak hale gelmişti. İmanın insanların ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerindeki etkisi kaybolmuştu. İslâm geldiği zaman canlı, etkin ve aktif bir iman tablosu meydana getirdi. Bu sayede mü'min kitle omuzlarına yüklenen önderlik görevini yerine getirmeye elverişli hale geldi.

Üstad Ebû'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı eserinde bu imana ilişkin olarak şöyle der: "En büyük düğüm -şirk ve küfür düğümü- çözüldü. Bunun sonucu diğer tüm düğümler çözüldüler. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun müşriklerle en öncelikli konuda cihada girişti ve İslâmın öngördüğü her emir ve yasak için teker teker cihad yapmaya gerek duymadı. En öncelikli mesele etrafında girişilen çarpışmada İslâm cahiliyeyi yenilgiye uğrattı. Artık her çarpışmada zafer İslâmındı. Bundan sonra müşrikler kalpleri ile, organları ile, ruhları ile topyekün barış ve esenlik dini İslâma girdiler. Doğru yolu açık seçik gördükten sonra Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı çıkmadılar. Onun verdiği bir karara karşı içlerinde bir hoşnutsuzluk, bir burukluk kalmamıştı. Zaten onun serbest veya yasak olarak öngördüğü bir şeyde onların seçme hakkı yoktu." "Gitgide içlerinde şeytanın vesveselerine yer kalmadı. Hatta kendi şahıslarını ilgilendiren duygular da içlerinde barınamaz oldu. Başkalarından uzaklaştıkları gibi kendi kendilerinden, çıkarlarından, kişisel endişelerinden uzaklaştılar. Daha dünyadayken ahiret adamı oldular. Bu günden yarını yaşadılar. Bir musibet karşısında paniğe kapılmadılar, feryadı basmadılar. Nimet de şımartmadı onları. Fakirlikten dolayı ezilmediler. Zenginlik azgınlaştırmadı onları. Ticaret onları oyalamadı. Güçlü bir konuma gelince başkalarını küçümsemediler. Yeryüzünde büyüklenmek, bozgunculuk yapmak düşüncesinde değildiler. İnsanlar için ideal ölçüler oldular. Kendileri, anne-babaları ve akrabaları aleyhinde de olsa Allah için şahitlikte bulunarak adalet ilkesinin somut örnekleri oldular. Tüm yeryüzü ayaklarının altına serilmişti. İnsanlığın sığınağı, dünyanın koruyucuları ve Allah'ın dininin davetçileri olmuşlardı."

Üstad en-Nedvi, gerçek imanın insanın ahlâki yapısı ile eğilimleri üzerindeki etkilerinden sözederken şöyle der: "Gerek Araplar gerek Arap olmayanlar, kısacası tüm insanlık cahiliye hayatı yaşıyordu. Kendilerinin yararlanması için yaratılan, kendi irade ve yönlendirmelerine boyun eğen her şeye secde ediyorlardı. Taptıkları bu yaratıklar kendilerine itaat edeni ödüllendiremez, karşı çıkanı da cezalandıramazdı: Herhangi bir şeyin serbestliğini veya yasaklığını belirleyemezdi. Din, hayatlarında etkisi bulunmayan yüzeysel bir kurumdu. Ruhları, vicdanları ve kalpleri üzerinde bir yaptırım gücü, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde bir etkinliği yoktu. Yüce Allah'a, işini tamamlamış, herşeyden eletek çekmiş, bazı insanlara Rablık kisvesini giydirmek için hakkından feragat etmiş bir yaratıcı, bir usta gibi inanıyorlardı. Kontrolü ellerine geçirmişlerdi. Örgütlü bir hükümetin diğer yetkilerinin yanısıra memleketin yönetimini, işlerinin yürütülmesini, gelir kaynaklarının dağılımını kendi arzularına göre düzenlemek üzere üstlenmişlerdi. Allah'a inanmaları tarihsel bir bilgiden öteye geçmiyordu. Allah'a inanmaları, gökleri ve yeri onun yarattığını kabul etmeleri, bir tarih talebesinin; şu eski sarayı kim yaratmıştır? sorusuna karşılık, ondan korkmaksızın, ona boyun eğmeksizin bir eski kralın adını söylemesinden farksızdı. Dinleri Allah korkusundan, ona dua etmekten uzaktı. Allah' hakkında onu sevmelerini sağlayacak olumlu birşey bilmiyorlardı. Allah hakkındaki bilgileri, anlaşılmaz, kapalı, kısa ve sembolikti.

Bu yüzden içlerinde Allah'a karşı sevgi ve ürperme duygusu uyanmazdı..." "...Araplar ve müslüman olan diğer toplumlar Allah hakkındaki bu yanlış,karmaşık ve ölü anlayıştan kurtulup derin, açık ve canlı bir anlayışa sahip oldular. Bu anlayış ruh, vicdan, kalp ve organlar üzerinde etkindi. Etkileri ahlâki ve toplumsal yapıya yansımıştı. Hayat ve hayatla ilgili her şeyde bu aktif anlayışın etkinliğini görmek mümkündü. En güzel isimlere sahip ve en ideal örneği veren Allah'a inanıyorlardı. Alemlerin Rabb'i, Rahman-Rahim, din gününün sahibi, mülk sahibi, eksikliklerden uzak (el-Kuddüs), esenlik veren (es-Selam), güven veren (el-Mü'min), herşeyi kontrolü altına alan (el-Muheymin), üstün iradeli olan (el-Aziz), caydırıcı güce sahip bulunan (el-Cebbar), herşeyden büyük olan (el-Mütekebbir), herşeyi yaratan (el-Halık), herşeyi var eden (el-Bari), varlıklara şekil veren (el-Musavvir), her yaptığını bir hikmete göre yapan (el-Hakim), bağışlayan (el-Gafur), seven (el-Vedûd), şefkat gösteren (el-Rauf), acıyan (er-Rahim), yaratan ve yarattığını yönlendiren, her şeyin mülkiyetini elinde bulunduran, koruyan ama kimsenin korumasına muhtaç olmayan... Ve bunun gibi Kur'an'da yeralan sıfatlara sahip bulunan, cennetle ödüllendiren, ateşle cezalandıran, dilediğinin rızkını bollaştıran, dilediğininkini de azaltan, göklerde ve yerde gizli şeyleri bilen, gözlerin hain bakışlarını ve göğüslerin içinde saklı bulunan duyguları bilen ve bunun gibi onun gücünü ve yaptıklarını ifade eden Kur'an âyetlerinin işaret ettiği niteliklere sahip bulunan Allah'a inanıyorlardı... Bu geniş boyutlu, derin etkili ve anlaşılır iman ile kişiliklerinde insanı dehşete düşüren bir devrim gerçekleşmişti. Herhangi birisi Allah'a inanıp Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik ettiği zaman hayatı altüst oluyordu. İman bütün organlarına nüfuz ediyordu, bütün damarlarına akıyor, bütün duygularına yansıyordu. Bedeninde can ve kan yerine geçiyordu. Cahiliyenin tüm mikroplarını, kalıntılarını yok ediyordu. İman kalbini ve aklını bürüyordu. Ondan bambaşka bir insan meydana getiriyordu. Bu duruma gelen insan iman, kararlılık, sabır ve cesaretin parlak örneklerini sergilerdi. Aklı, felsefeyi ve ahlak tarihini şaşkın bırakan olağanüstü davranış ve ahlak örneklerini ortaya koyardı. Bu olağanüstülükler sonsuza kadar, şaşkınlık ve dehşet konusu olmaya devam edeceklerdir. İlim, tam ve derin bir insan dışında bu olağanüstülükleri yorumlamaktan, bunlara bir açıklama getirmekten acizdir."

"İman bir ahlak ve ruhsal eğitim okulu gibiydi. Kişiye sağlam irade, güçlü bir ruh yapısı, otokontrol, kişisel arzu ve eğilimlerden uzaklaşmak gibi üstün meziyetler kazandırıyordu. Bu eğitimden geçen kişi ahlâk tarihinin ve psikolojinin tanıdığı, ahlâki çöküntüden ve insanlığın düştüğü aşağılık durumdan kurtulan en ideal örnekti. Hiçbir gözün göremediği, kanun elinin uzanamadığı bir sırada insanın içindeki hayvansal dürtüler azgınlaşıp insanın ayağı kaydığı zaman bu iman nefse ağır eleştiriler yöneltir, onu sürekli kınar, vicdanı yakan bir kamçıya dönüşürdü. İşlediği suçu sürekli düşünmesini sağlardı. Artık kişi kanun önünde suçunu itiraf etmedikçe rahat etmezdi. Kendini ağır bir cezaya kendi eliyle teslim ederdi. Allah'ın azabından ve ahiret cezasından kurtulmak için, isteyerek, derin bir içtenlikle bu cezaya katlanırdı."

"...Bu iman, insanlık onurunun ve iffetinin güvenilir bekçisiydi. Sürükleyici arzular ve eğilimler karşısında baş kaldıran nefsini, hiç kimsenin kendisini görmediği bir yerde kontrol ederdi. Hiç kimseden korkmasının sözkonusu olmadığı yerlerde nefsini frenler, ihtiraslarına engel olurdu. Nitekim İslâm fetihleri tarihinde, ganimetlere el sürmemek, emanetleri layık olana vermek, içtenlikle Allah için çalışıp her şeyden vazgeçmek gibi insanlık tarihinin bir örneğini gösteremediği göz kamaştırıcı olaylar yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz bu imanın kökleşmesinin, Allah'ın gözetimini ve onun her zaman ve her yerde herşeyi bildiğini düşünmenin sonucuydu."

"Bu imana sahip olmadan önce, hareket, ahlaki yapı, davranış biçimi, alıp verme, siyaset ve toplum açısından tam bir keşmekeşlik içindeydiler. Hiçbir otoriteye boyun eğmez, hiçbir düzen tanımazlardı. Hizaya girmeyen serserilerdi. Canları ne isterse onu yaparlardı. Körükörüne hareket eder, ne yaptıklarını bilmeden koyu karanlıkta yol alırlardı. Ama şimdi iman ve kulluk dairesine girmiş dışına çıkmıyorlardı. Her şeyin mülkiyetinin, herşey üzerindeki hakimiyetin, serbest ve yasak belirleme yetkisinin Allah'a ait olduğunu kabul ediyorlardı. Kendilerinin uyruk, kul ve kayıtsız şartsız itaâtla yükümlü olduklarını itiraf ediyorlardı. Yol göstericiliği bırakmış eksiksiz bir şekilde Allah'ın hükmüne teslim olmuşlardı. Omuzlarındaki ağırlıkları atmış, kişisel arzularından ve benliklerinden soyutlanmışlardı. Yüce Allah'ın isteği ve hoşgörüsü dışında hayatta hiçbir mala, cana ve yetkiye sahip bulunmayan kullar olmuşlardı. Allah'ın izni olmadan savaşmaz, O'nun izni olmadan barış yapamazlardı. Allah'ın izni olmadıkça ne birinden hoşnut olabilirlerdi, ne de kızabilirlerdi. Yine hiç kimseye birşey veremez veya verilen birşeyi alıkoyamazlardı. Onun izni ve buyruğu olmadıkça hiç kimseyle ilişki kurmaz, yahut ilişkileri kesemezlerdi."

İşte, İslâm inanç sistemi ile insanlığa önderlik yapmak üzere seçilen cemaatin niteliklerini gündeme getiren âyetin işaret ettiği iman budur. Bu imanın bir gereği de Allah'a dayanıp güvenmektir. Ancak Kur'an-ı Kerim bu niteliği ayrı olarak ele alıyor ve altını çizerek belirginleştiriyor:"Rabb'lerine güvenirler."

Cümlenin kuruluşunda özne ile yüklemin yer değiştirmiş olması onların sadece Rabb'lerine dayanıp güvendiklerini ifade ediyor, başkasına değil. Tek Allah`a iman etmek sırf ona dayanıp güvenmeyi gerektiriyor. İşte tevhidin, yani Allah'ın Rab ve İlah olarak birliği düşüncesinin ilk ve temel görüntüsü. Çünkü mü'min Allah a ve O'nun sıfatlarına inanır. Varlıklar aleminde O'nun iradesi dışında hareket eden bir canlının olmadığından kuşku duymaz. Yine O'nun izni olmadan hiçbir şeyin olmayacağına kesinlikle inanır. Bu yüzden sırf O'na dayanıp güvenir. Bir şey yaparken veya bir şeyden vazgeçerken O'ndan başkasına yönelmez.

Bu bilinç herkes için zorunludur. Bir insanın başını dik tutması, Allah'tan başkasının önünde başını eğmemesi, Allah'tan başka hiç kimseden herhangi bir şey beklemeden, korkmadan kendinden emin bir kalbe sahip olması için bu anlayış kaçınılmazdır. O zaman sıkıntıdan dolayı yüreği hoplamaz, bolluktan dolayı şımarmaz, normal durumunu sürdürür. Varlık ve yokluk onu etkilemez. Şu da varki bu bilinç, yol göstericilik sorumluluğunu yüklenen önderler için çok daha gereklidir.

"Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar." Büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan kalbi arındırmak, temiz davranışlar sergilemek gerçek imanın sonuçlarından biridir. Yine doğru bir önderliğin vazgeçilmez gereğidir. Bir insan büyük günahlara ve kötülüklere yeltenirken, onlardan kaçınmazken kalpteki iman berraklığını ve saflığını koruyamaz. İmanın berraklığından soyutlanmış, içindeki iman aydınlığı kötülükler ve günahlar tarafından bastırılmış bir kalp önderliğe elverişli değildir.

İman, mü'min kitlenin gönlünde son derece ince bir duyarlılığa ulaşmıştı. Nitekim az önceki alıntılarda imanın ulaştığı bu duyarlılık düzeyine işaret edilmişti. İşte bu ilk müslüman kitle bu özelliğiyle insanlığa önderlik etme sorumluluğunu üstlenmeyi hakketmişti. Ama bu önderliğin ne bundan önce, ne de bundan sonra bir benzeri bir daha görülmedi. Ve bu ideal toplum, arzu ve "Onların işleri aralarında danışma iledir." ifadesi, onların her meselelerini aralarında danışarak çözüme bağladıklarını belirtiyor. Böylece tüm hayatlarını şûrâ boyası ile boyuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bu âyet, bir İslâm devleti kurulmadan önce Mekke'de inmiştir. Şu halde bu nitelik müslümanların hayatında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile her durumda müslüman cemaatin temel bir niteliğidir, karekteristik özelliğidir.

Gerçekte İslâmda devlet, cemaatin ve onun kendine özgü niteliklerinin doğal sonucundan başka birşey değildir. Cemaat devleti özünde barındırır ve İslâm hayat sistemini yürürlüğe koymak, onu fert ve toplum hayatına egemen kılmak üzere devletin fonksiyonunu yerine getirir. Bu yüzden şûrâ ilkesi cemaat içinde ilk dönemlerde yürürlüğe girmiş ve bu ilke devlet ve devlet işlerini yürütmekten daha geniş ve daha kapsamlı olarak algılanmıştı. Şûrâ İslâmi hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlığa önderlik etmek üzere seçilen cemaatin ayırıcı özelliğidir, önderlik görevinin en gerekli, en kaçınılmaz niteliğidir.

Şûrâ ilkesinin uygulanış biçimi ise, demir kalıplara dökülmüş değildir. Bu yüzden şûrâ ilkesinin uygulanış biçimi, bu temel özelliğin İslâm cemaatinin hayatında yürürlüğe konulmak üzere her toplumun ve çağın koşullarına bırakılmıştır. İslâm düzeni tamamen donuk kalıplardan oluşmaz ve tümü de tartışılmaz doğmalardan ibaret değildir. İslâm düzeni herşeyden önce iman gerçeğinin kalbe yerleşmesinden kaynaklanan bir ruhtur. Müslümanın bilinç ve davranışı bu gerçekle şekillenir. Geri planda bulunan iman gerçeğini gözönünde bulundurmadan İslâm yönetim biçimi üzerine yapılan araştırmalar sonuçsuz kalır. Hiç kuşkusuz bu, İslâm inanç sistemine inanma gerçeğini bilmeyenlerin ilk bakışta sandıkları gibi rastgele söylenmiş, dayanaksız bir söz değildir. Çünkü bu inanç sistemi -onun öngördüğü yönetim biçimine bakmadan önce, katışıksız itikadi temelleri ile- psikolojik ve aklî gerçekler içerir. Bunlar özleri itibariyle insanın ruhsal ve bedensel yapısı içinde aktif ve etkin bir varlık gösterirler; insanlık hayatında belli kapılanmaların; yönetim biçimi ve rejimlerin oluşmasına, ortaya çıkmasına ön ayak olurlar. Bundan sonra gelen âyetler uygulamalara ve yönetim biçimlerine işaret ediyorlar. Ama sadece düzenleme amacı ile, yeniden oluşturma, meydana getirme amacı ile değil... İslâmi herhangi bir yönetim biçiminin oluşması için, bundan önce müslümanların olması gereklidir. Aktif ve etkin bir iman kaçınılmazdır. Aksi taktirde hiçbir yönetim biçimi ihtiyaca cevap vermez, İslâmi olarak nitelendirilebilecek bir düzen kurulamaz.

Gerçek müslümanlar varolduğu ve iman gerçeği kalplerinde yerettiği zaman İslâm düzeni ortaya çıkar. O zaman müslümanların yaşadıkları çevreye ve ortama uygun İslâm düzeninin bir şekli yürürlüğe konur ve İslâm ilkeleri eksiksiz olarak ve en iyi bir şekilde uygulanır: "Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar."

Bu da aynı şekilde henüz hicretin ikinci yılında miktarı ve şartları belirlenen zekat yükümlülüğünden önce gelmiş bulunan bir hükümdür. Ne varki genel anlamda Allah'ın verdiği rızıktan hayır amaçlı harcamada bulunmak İslâm cemaatine yöneltilen ilk direktiflerden biridir. Daha doğrusu bu direktif İslâm cemaatinin doğuşu ile birlikte gündeme gelmiştir.

Allah'ın dinine davet için maddi harcamada bulunmak kaçınılmazdır. Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk sevgisini yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek zorunludur. İmanın ifade ettiği anlamın bütünüyle gerçekleşmesi için bütün bunlar gereklidir. Ayrıca bunlar cemaat hayatı için de gereklidirler. Çünkü Allah'ın dinine davet etmek bir savaştır, bir mücadeledir. Bu savaşı, savaşın yaralarını ve sonuçlarını paylaşmak, birlikte üstlenmek bir zorunluluktur. Bu dayanışma ve paylaşma bazan hiç kimsenin kişisel malından söz edilmeyecek şekilde kapsamlı olur. Nitekim muhacirlerin Mekke'den hicret edip Medineli kardeşlerinin yanına konuk oldukları zaman böyle olmuştu. Olağanüstü şartlar ortadan kalkıp durum normale dönünce zekat vermeye ilişkin sürekli prensipler belirlenmişti.

Durum her ne olursa olsun genel anlamda mali harcamada bulunmak, sözü edilen nitelikleri ile insanlığa önderlik yapması için seçilen mü'min cemaatin belirgin özelliklerinden biridir. (Seyyid Kutub, Fi Zılâli'l Kur'an)

“Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın; eğer kaba ve katı kalpli olsaydın elbette etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için bağışlanma dile. İş husûsunda onlarla istişâre et. Azmettiğin zaman da, artık Allah’a tevekkül et. Elbette Allah tevekkül edenleri sever...” (3/Âl-i İmrân, 159)

Ey Muhammed! Allah’ın rahmeti sebebiyle sen Uhud savaşından kaçanlara yumuşak davrandın, onları azarlamadın; eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, kırıcı sözlerle onurlarını rencide etseydin elbette onlar da etrafından dağılırlar ve sapıklığa düşerlerdi. Artık onların Allah hakkı dışında, sana karşı işledikleri hatalarını affet, görmezlikten gel ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Hakkında vahiy bulunmayan önemli işlerde takva sahibi mü’minlerle istişâre et. İstişâre sonucunda senin ve ümmetin için faydalı olacağını zannetiğin bir şeye karar verdiğin zaman da, artık Allah’a tevekkül et, O’na dayan, O’na güven ve işini yap, bir takım vesveselere kapılma, azimli ve kararlı ol. Elbette Allah tüm tedbirleri aldıktan sonra kendisine tevekkül edenleri, gönülden bağlananları, kaza ve kaderine teslim olanları sever. İstişâre sonucu mü’minlerin menfaatine uygun kararların çıkmasına yardım eder. İstişâre sonucu çıkan görüş Kur’an ve sahih sünnete aykırı ise bu görüşün İslâm’da hiçbir değeri yoktur, reddedilir.

 

 

 

 

 

"Kime ilme müstenid olmayan bir fetva verilmişse, bunun günahı ona fetva verene aittir. Kim, bir kardeşine, gerçeğin başka olduğunu bile bile, farklı bir irşadda bulunursa ona ihanet etmiş olur." (Ebû Davud, İlm 8, hadis no: 3657)

 

ıklama: Hadiste iki temel meseleye temas edilmektedir:

1- Birinci meseleye göre, fetva ile amel eden mukallide sorumluluk yoktur. Hatta fetva hatalı bile olsa bundan mukallid sorumlu değildir. Bu hatalı fetvanın sorumluluğu fetvayı verene aittir. Ancak fetva vereni sorumlu kılan husus, verdiği fetvayı cahilâne vermesidir, ilme dayandırmamış olmasıdır. Aliyyu'l-Kâri, hadisi şöyle açıklar: "Dendi ki: "Malum olduğu üzere, her cahil, bir mesele çıkınca alime sorar. Alim de ona fetva verir. Eğer alim batıl bir cevap verir, soran da onun batıl olduğunu bilmeden onunla amel ederse, işte bunun günahı müftü yani o fetvayı veren kimse üzerinedir, şâyet içtihadında kusur etti ise."

Alimler fetva veren kimsenin, fetvaya ehliyetsiz olmak, fetva için gereken itinayı göstermemek sebebiyle hata yapmış olmak gibi sebeplerle sorumlu düşeceğini belirtirler. Aksi takdirde, içtihad ve fetvaya ehil bir kimsenin, ehliyet sahasında, hakkı bulma husûsunda elinden gelen gayret ve titizliği göstererek verdiği fetvada hakkı bulamayarak, hataya düşse bile sorumluluğunun olmayacağını, günaha girmeyeceğini belirtirler. Bu husus, yani içtihaddaki hatasından dolayı müçtehidin sorumlu ve günahkâr olmayacağı hususu bizzat Rasûlullah tarafından ifade buyrulmuştur. "Hakim içtihad edip hüküm verince isabet ederse iki ücret alır. (Biri içtihad, biri de isabet ücreti). Hükmünde hata ederse tek ücret alır (hüküm verme ücreti)." Şâyet hakim verdiği hükümdeki hata sebebiyle sorumlu olsaydı hakimlik, müftülük, müçtehidlik gibi meslekler olmazdı. Çünkü, beşerî hüküm, binde bir gibi pek zayıf da olsa, daima hata ihtimali taşır. Gelişen içtimâî hayat insanları daima içtihad yapmaya, yeni hükümler vermeye mecbur etmektedir. Dinimizin yüceliklerinden biri de şüphesiz müçtehidi hatasından dolayı mes'ul etmemiş olmasıdır. Ama unutmayalım, bu ruhsat ehliyet sahiplerinedir. İçtihad ve hükme liyâkatı olmayanlar verdikleri hükümdeki hatadan sorumludurlar. Hatta dinimiz, böylelerini sadece hatadan değil, hüküm vermekten sorumlu tutmuştur, hükmünde isabet etmiş olsa bile. Çünkü isabeti tesadüfen olmuştur.

Burada şunu da belirtmekte fayda var: Hatalı fetvadan onunla amel edene sorumluluk yoktur, sorumluluk fetvayı verene aittir derken, fetvayı verenin ehliyetli olmasına bağlıdır. Kişi meselesini ehil olmayan, sorumluluk duygusu bulunmayan kimseden sorarsa, sorumluluktan kurtulamayacağı aşikârdır. Dinimiz doktorun tababetle ilgili tavsiyesine uymayı esas almıştır, ama nasihatine uyulacak doktorun hem Müslüman, hem de hazık yani mesleğinde ehliyetli olmasını şart koşmuştur. Hal böyle iken günümüzde, faiz, sigorta gibi bir kısım meşkuk meselelerde, Müslümanlar her sakallıyı dedesi sanan çocuklar gibi her ilahiyatçıyı fetvacı sanarak fetva istemektedirler. Böylesi ciddi bir ihtisas ve takva isteyen meselelerde rastgele kimsenin vereceği fetva ile amel, mukallidi mes'uliyetten kurtarmaz. Şüpheli şeylerde tevakkuf, ihtiyata uygun olan, dinin tavsiye ettiği temel prensiplerden biridir. Rasûlullah şüpheli şeylerden kaçınmamızı tavsiye buyurmuştur.

2- Hadiste ifade edilen ikinci ana fikre göre kişinin kardeşini bile bile yanlışa sevketmesi ona ihanettir. Bir Müslüman, din kardeşi, herhangi bir hususu danıştığı, sorduğu takdirde, gerçek kanaatini söylemelidir. Bu, istişârenin gereğidir. Doğru, faydalı bildiğinin dışında birşey söylemesi ihanettir. Müteakip hadiste görüleceği üzere, müsteşarın mü'temen olması gerekir. Hadiste "Bizi aldatan bizden değildir" buyrulduğuna göre, bu tehdide masadak olmamak isteyenin, istişârenin hakkını vermesi gerekir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/122-124).

 

"Müsteşar mü'temendir." (Tirmizî, Edeb 57, hadis no: 2823, 2824, Zühd 39, h. no: 2370; Ebû Dâvud, Edeb 123, h. no: 5128; İbn Mâce, Edeb 37, h. no: 3745)

ıklama: İstişâre, kelime olarak işaret kökünden gelir, İstif'al babındandır, işaret istemek manasına gelir. Müsteşir, işaret isteyen demektir, müsteşar da kendisinden işaret istenen kimse demektir. İşareti burada fikir, nasihat olarak anlarsak, istişârenin bir fikir danışma, nasihat isteme ameliyesi olduğunu anlarız.

Rasûlullah (aleyissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, medenî hayatın vazgeçilmesi imkansız bir ihtiyacı olan fikir alışverişinin adabını belirtmektedir: Fikrine başvurulacak kimse (müsteşar), itimad edilen kimse olmalıdır. Bir başka ifade ile müsteşar ihanet etmemeli, sorulan hususta, kendine göre, gerçek ve doğru ve maslahat ne ise onu söylemelidir. Soru sahibinin maslahatı nede ise onu gizleyerek ihanette bulunmamalıdır. Hadis bir bakıma istişâre yapacak kimseye de şöyle hitap etmektedir: "Meseleni, güven vermeyen, gerçeği olduğu gibi söyleyeceğinden emin olmadığın kimseye açıp onunla istişâre etme, müsteşarın mü'temen yani itimada şayan olmalıdır." (İrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları)

"Ademoğlunun saadet (sebepleri)nden biri de Allah Teâlâ'nın hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekavet (sebepleri)nden biri de Allah Teâlâ'ya istihareyi terketmesidir. Keza şekavet (sebepleri)nden bir diğeri de Allah'ın hükmettiğine razı olmamasıdır." (Tirmizî, Kader 15, hadis no: 2152)

 

ıklama:

1- Hadisin Tirmizi'deki aslında "...Allah'ın "kendisi için" hükmettiğine rıza göstermesidir" şeklinde "kendisi için" ziyadesi vardır. Böyle olunca mâna: "Ademoğlunun Allah'a istiharede bulunup, sonra da istiharede, hakkında hükmedilene razı olması ademoğlunun saadetindendir" şeklinde daha muvafık düşer.

İstihare, hayır talep etmek demektir. Ancak burada, yapılacak bir iş için, hayırlı olup olmadığı husûsunda Cenab-ı Hak'tan bir işaret talep etmektir. Daha önce açıkladığımız üzere bunun belli bir adabı vardır. Rasûlullah istiharede bulunmaya ehemmiyet verip buna teşvik etmiştir:

2- Hadiste Allah'ın kazasına rıza, saadet alâmeti olarak değerlendirilmiştir. Tîbî bunu iki sebebe bağlar.

"Biri: Kazaya rıza kişiyi ibadet için boş bırakır. Zîra kişi, kazaya razı olmazsa, gam içinde kalır ve kalbi cereyan eden hadiselerle devamlı meşgul olur: "Bu niye oldu, o niye olmadı" der durur.

Diğeri: Kazaya razı olan kimse, kazaya razı olmayan kimseye Allah'tan gelecek gazaptan kurtulur. Kulun rızasızlığı, Allah'ın kendine takdirinden başka bir şeyi zikrederek: "Şöyle olsaydı, bu daha iyi, daha uygun olacaktı" der. Halbuki o işin iyi veya kötü olduğu kendisine tebeyyün etmiş değildir." Tîbî açıklamasına şöyle devam eder: "Eğer dersen ki: "(Ademoğlunun saadetinin Allah'ın kazasına rızada olduğunu söyledikten sonra buna mukabil olarak da): "Ademoğlunun şekaveti Allah'tan istihareyi terketmesidir" demiştir. Bu iksinin arasında mütekabillik nerededir?" Cevaben deriz ki: İstiharede dahi tevekkül ve tevfiz var. Kişi istihareye uydu mu işini tamamiyle Allah'a tefviz etmiş olmaktadır. (Şu halde bunun terki, kazaya rızanın terki demektir.)" (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/22-23)

İSTİHARE NAMAZI

UMUMÎ AÇIKLAMA:

İstihâre, "hayır" veya "hıyare" aslından gelir. Hayır taleb etmek demektir. Daha doğrusu, iki şeyden birine muhtaç olana onların hayırlısını taleb etmek mânâsına gelir. Resûlullah (s.a.s.), bir iş yapmaya karar verenlere istiharede bulunmayı tavsiye etmiştir. Bu muayyen âdâba uyarak rüyada o işin hayırlı olup olmayacağı husûsunda Allah'tan bir işaret taleb etmek ve bu işarete göre hareket etmektir.

İstihârede bulunmaya teşvik eden, ehemmiyetini haber veren birçok hadis vârid olmuştur. Bazıları zayıf ise de başta Buharî olmak üzere pek çok muteber hadis kitaplarında yer alacak sıhhatte olanları da mevcuttur. Bazıları şöyledir: Allah'a istihâre, kişinin saadet vesilelerinden biridir." "İstihâre eden zarara düşmez." اَResûlullah bir iş yapacağı zaman şöyle dua ederdi: "Allahım, bana hayır ver ve benim için hayırlı olanı seç." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/398)

Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.s.) bize, Kur'an'dan bir sûre öğrettiği gibi her işte istiharede bulunmamızı öğretirdi. Derdi ki: "Biriniz bir işi yapmaya arzu duyduğu zaman, farzlar dışında iki rek'at namaz kılsın, sonra şu duayı okusun: "Allahım, senden hayır taleb ediyorum, zira sen bilirsin. Senden hayrı yapmaya kudret taleb ediyorum, zira sen vermeye kadirsin, Rabbim yüce fazlını da taleb ediyorum. Sen her şeye kadirsin, ben âcizim. Sen bilirsin, ben câhilim. Sen gayıbları bilirsin.

Allahım, eğer biliyorsan ki bu işi bana dinim, hayatım ve sonum için -veya hal-i hazırda ve ileride demişti- hayırlıdır, bunu bana takdir et ve yapmamı kolay kıl. Sonra da onu hakkımda mübarek kıl. Eğer bu işin, bana dinim, hayatım ve âkıbetim için -veya hal-i hazırda ve ileride dedi- zararlıdır; onu benden çevir, beni de ondan çevir. Hayır ne ise bana onu takdir et, sonra da bana onu sevdir!"

Hz. Câbir dedi ki: "Bu duadan sonra yapacağı işi zikrederdi." (Buhârî, Da'avât: 48; Teheccüd: 25, Tevhîd: 10; Ebû Dâvud, Salât: 366, (1538); Tirmizî, Salât: 394, (480); Nesâî, Nikâh: 27, (6, 80, 81); İbnu Mâce, İkâmet: 188, (1383); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/399)

ıklama: Bu hadis, Resûlullah (s.a.s.)'ın istihâreye günlük hayatta ne kadar fazla yer verdiğini ifade etmektedir. Öyle ki Kur'an'dan sure öğrettiği ciddiyette istihâre öğretmekte, "her işte" yani büyük-küçük, basit-mühim, yolculuk, evlenmek, ticâret vs. gibi her çeşit işte başvurulmasını tavsiye etmektedir.

Burada Kur'an öğretimi ile istihâre öğretimi arasında bir benzetme mevzûu bahistir. Bu iki öğretim arasındaki benzerliğin mahiyeti -teknik tâbiriyle vechü't teşbih- nedir? Yeterince açık değildir. Her ne kadar "ciddiyet" diye kısmen kayıtlamış -isek de bu, hadisin ilk nazarda anlaşılması içindir. Hadîsin aslında bu kayıt yoktur. Âlimler, bu hususta muhtelif tahminlerde bulunmuşlardır. Şöyle ki;

Bazıları: "Bütün işlerde istihâreye olan umumî ihtiyaçtır, tıpkı namazda Kur'an'a olan umumî ihtiyaç gibi..." demiştir.

Bazıları der ki: "Burada murad, teşehhüdle ilgili olarak İbnu Mes'ud hadisinde vâki olan alış tarzıdır: Resûlullah (s.a.s.), elim ellerinin arasında olduğu halde bana teşehhüdü öğretti, veya Tahâvî'nin rivâyetinde: "Teşehhüdü Resûlullah'ın ağzından kelime kelime alırım" veya Teberânî'nin rivâyetinde: "...harf harf aldım" denir.

İbn Ebî Cemre: "Aradaki benzetme, istihâne duasının harf ve kelimelerinin yerli yerinde ezberlenmesi, ondan ziyade ve noksanın uzak tutulması, onun öğrenilmesi ve ona devam edilmesidir" der.

"Bu, ona gösterilecek ihtimam, bereketinin tahakkuku ve onun için izhar edilecek ihtiramdır" diyen de olmuştur.

"Her ikisinin de vahiy yoluyla bilinmiş olmaları cihetinden, aralarındaki benzerlik mevzûbahis olabilir" de denmiştir.

İbn Ebî Cemre'nin de belirttiği üzere "her iş" tâbirinden mübah olan işleri anlayacağız. Çünkü farz, vacib, haram ve mekruh işler için "yapayım mı, yapmıyayım mı?" diye bir tereddüte, istihareye gerek yoktur. Mü'min farz ve vacibleri yapmakla mükellef olduğu gibi, haram ve mekruhlardan da kaçmakla mükelleftir. Dahası, müstehab olan, Resûlullah'ın sünnetinde mevcut olan bir fiilin yapılması için de istihâreye başvurulmaz, İslâmî edebe aykırıdır. İstihâre, mübah işlerde olur. Bir de müstehab işlerden ikisi teâruz edecek olursa veya iş müstehab olmakla beraber yapılması muhayyerse birini tercih için veya yapmaya karar vermek, başlama zamanını tesbit için istihâre gerekli olabilir. Sözgelimi umreye gitmek isteyen kimse bu yıl mı gitsin gelecek yıl mı? Şu ayda mı bu ayda mı? gibi...

3- Burada kaydı gereken bir husûs, hadiste geçen "biriniz... arzu ettiği zaman" ibaresiyle ilgilidir. Tercümede arzu etmek olarak çevirdiğimiz yapılacak iş husûsunda akla düşen ilk arzudur. Bu arzunun yapılmasına kadar zihinde geçen bir kısım ruhî-aklî safhalar, mertebeler vardır: İbnu Hacer bunları şöyle sıralar: Önce himmet gelir, bunu lümme, bunu da hatre tâkib eder. Sonra niyet, sonra irâde, sonra da, azimet gelir. Bunlardan ilk üç safhaya sorumluluk olmaz, ama son üçe (niyet, irade ve azimet) sorumluluk terettüp eder.

4- Hadiste ".. . zira sen bilirsin" diye tercüme ettiğimiz tabirini, "ilmin sebebiyle" diye de anlamanın mümkün olduğu belirtilmiştir. Bu takdirde mâna şöyle olur: "Allahım, senden iki işten hayırlısına gönlümü açmanı taleb ediyorum; zira sen, büyük-küçük bütün işlerin mâhiyetini, ne olduğunu, ne olacağını bilirsin, işlerin en hayırlısını senden başka kimse bilemez."

5- Bazı âlimler, istihare namazını akşam ve sabahın sünnetleriyle kıyaslıyarak, birinci rek'atte Kâfirûn, ikinci rek'atte de İhlâs suresinin okunmasını uygun görürler. Namazın sonunda da sadedinde olduğumuz hadiste geçen dua okunur. Şunu da kaydedelim ki, Nevevî gibi bir kısım âlimler, istihare namazında Kâfirun ve İhlas surelerinin okunmasına "müstahab" derken, el-Irâkî: "Bu meseleye temas eden hadislerin hiçbirinde istihare namazında hangi surelerin okunacağına dair bir kayda rastlamadım" demiştir.

Sonra abdestli olarak kıbleye yönelerek yatar. Rüyada beyaz veya yeşil görmesi, niyetindeki şeyi yapmasının hayırlı olacağına; siyah veya kırmızı görmesi de hayır değil şer getireceğine delâlet eder.

Yapılacak iş husûsunda taleb edilen işâreti alamayan kimsenin, aynı iş için istihâre namazını yedi kere tekrar etmesi gerektiğini İbnu's-Sünnî'nin Hz. Enes'ten kaydettiği merfû' bir rivâyet göstermektedir: إذَ هَمَمْتَ بِاَمْرٍ فَاسْتَخِرْ رَبَّكَ فيهِ سَبْعَ مَرَّاتٍ ثُمَّ انْظُرْ إلى الّذِي يَسْبَقُ إلى قَلْبِكَ فَإنَّ الْخَيْرَ فِيهِ" Bir iş için istihâre edince yedi kere tekrarla. Sonra kalbine ilk gelen hususa dikkat et, zira hayır ondadır." Bu hadis rivâyetinin zayıf olduğu belirtilmiştir.

6- "Farzlar dışında" tabiri, farz namazların arkasından istihâre duası'nın okunmasıyla, istihâre sünnetinin yerine gelmeyeceğini gösterir. Bu iki rek'at namaz müstakillen kılınmalıdır. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/399-401)

 

İnsanlar üç çeşittir: Tam adam, yarım adam ve hiçbir şeye yaramayan adam. Aklı ve görüşü olup bunlara göre hareket etmekle beraber, istişâre de eden kimse, tam adamdır. Sadece kendi aklı ve görüşü ile hareket edip istişâre etmeyen, yarım adamdır. Aklı ve görüşü olmadığı halde, istişâre de etmeyen, hiçbir şeye yaramayan değersiz adamdır.” (Katâde)

 

Mefâil Hızlı, Saffet Köse, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 230-231

A.g.e., s. 231-232

İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: c. 16, s. 124-158

İ. Canan, A.g.e. c. 16, s. 158-166

Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y. s. 306-312

Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 215

TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 333-334

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Şûrâ ve Rasûlullah’ın Müşâveresi, Âbidin Sönmez, İnkılâb Y.

İstişâre, Ümit Şimşek, Nesil Basım Yayın

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 230-232

Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 517-523

Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Yayınları: c. 16, s. 124-166

Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 552-555

Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 95-97

Elmalılı Tefsirinde Kur'ânî Terimler ve Deyimler, M. Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 241-242

Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 306-312

İstihâre:

10. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 23, s.

11. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 215

12. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 509-512