2- Ahid, Akid Ve Sözlere Bağlılık:
4- Sünnet De Kur'ân-I Kerim'in Kapsamı İçerisindedir:
7- Allah Dilediği Gibi Hüküm Koyandır:
1- Mü'minlerin Allah'ın Yasaklarını Çiğneyçmeyecekleri:
2- Hediyelik Kurbanların Nişanlanması,
Alâmetlendirilmesi:
4- Hediyelik Kurbanlıklar Île Gerdanlıktılar:
5- İhrama Girmek Niyetiyle Kurbanlıklara Gerdanhk Takmak:
6- Hangi Şartlarda Hediyelik Kurban Gönderilirse Gönderen
Ikram Sayılır:
7- Hediyelik Kurbanlıklara Dair Bazı Hükümler:
8- Beyt-İ Haram
Kastedip Gelenler Ve Nüzul Sebebi:
9- Âyet-i Kerimede Nesh Edilen Buyruklar İle Îlgili Görüş
Ayrılıkları:
10- Kâfirin Kendi Kanaatine Göre İbadeti:
11- İhramdan Sonra Avlanmanın Hükmü Ve Aslen Mubah Olan
Bir Şeyin Yasaklanmasından Sonraki Durumu:
1. El-Bakara 173. Âyetinde Haram Oldukları Belirtilenler:
4- Yüksek Bir Yerden Yuvarlanarak Ölenler:
6-Yırtıcı Hayvanlar Tarafından Yenilmiş Olanlar:
7- Ölmeden Önce Kesilebilenler:
8- Ikzkiye (Şefi Kesim)'İn Mahiyeti İle Anne Karnındaki
Ceninin Kesimi:
9- Tezkiye"nin Kelime Anlamları:
10- Tezkiye (Kesim)'in Yapılacağı Âletler:
12. Boyun Bölgesinde Kesimin Yeri:
13- Kesim Kaç Defada Tamamlanmalıdır:
15- Yabanileşen Evcil Hayvanların Kesimi:
16- Kesilecek Hayvana Güzel Davranmak:
17- Dikili Taşlar Üzerinde Kesilenler:
18- Fal Okları Ve Onun Hükmündeki Sair Davranışlar:
21-Ümit Kesen Kâfirler Ve Onlardan Korkmama Gereği:
24- Bu Âyetin Nüzulünden Önce Din Eksik Miydi? Ve Bundan
Önce Vefat Edenlerin Durumu:
27- Zorunluluk Halinde Bile Günaha Meyledilmez:
3- Eğitilmiş Av Hayvanlarının Avladıkları:
4- Köpek Vasıtasıyla Avlanan Hayvanın Yenilmesi Îçin
Aranan Şartlar:
5- Avlanmak İçin Kullanılan Hayvanın Eğitilmesi:
6- Avcının Dikkat Etmesi Gereken Hususlar:
8- Avcılıkta Kullanılan Hayvanın Eğitiminde Aranan
Şartlar İle Avcılıkta Kullanılacak Kuşlar:
9- Hayvanın Avcı İçin Yakalamasının Anlamı:
10- Eğitilmiş Hayvanın, Avlanılan Hayvanın Kanından
İçmesi:
11- Avın Avcı Hayvan Tarafından Yaralanmış Olması:
12- Avlanılan Hayvan Yaralanmaksızın Ölürse:
14. Gayr-i Muzlimlerin Avlanmak İçin Eğitilmiş
Köpekleriyle Avcılık Yapmak:
15- Av İçin Eğitilmiş Hayvan Avdan Yiyecek Olursa:
16- Köpek
Barındırmanın Caiz Olduğu Haller:
18- Allah'ın Adını Anarak Avlanmak:
1- Temiz Şeylerin Helâl Kılınışı Ve Dînin Üstünlüğü:
3- Kitap Ehlinin Kesim Hayvanları Dışında Kalan
Yiyecekleri:
4- Kitap Ehlinin Kesiminin Hükme Etkisi:
6- Sonradan Yahudi Ve Hıristiyan Olanların Durumu:
7- Kâfirlere Ait Kap Kaçakların Kullanılması:
8- Kitap Ehli Bizim Yiyeceklerimizi Yiyebilir:
9- İffetli Mü'min Kadınlar Ve Kitap Eklinin Kadınları:
10- Îmanı İnkâr
Etmenin (Kâfir Olmanın) Cezası:
2- "Namaza Kalkmak" İle İlgili Îîim Adamlarının
Görüşleri:
3- Abdest Alırken Yüzü Yıkamak:
5- Niyetin Takdim Ve Tehir Edilmesi:
8- Baştan Mesh Edilmesi Gereken Miktar:
9- Başa Kaç Kere Mesh Verilir:
10- Meshin Keyfiyeti ve Başlama Yeri;
11- Başını Meskedecek Yerde Yıkarsa:
12- Başta Bulunan Diğer Organların Meshi:
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adıyla
Rabbim, sen
kolaylaştır.
Allah'ın yardım ve
inayeti ile başlıyoruz:
Bu sûre, icmâ ile
Medine'de İnmiştir. Rasûlutlah (sav)'ın Hudeybiye'den dönüşünde nazil olduğu
da rivayet edilmiştir. en-Nakkâs., Ebû Seleme'den şöyle dediğini
zikretmektedir: Rasûlullalı (sav) Hudeybiye'den döndüğünde şöyle buyurdu:
"Ey Ali, üzerime Mâide sûresinin nazil olduğunu farkettin mi? Hem onun
faydası ne kadar da büyüktür!"
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu uydurma bir hadistir. Herhangi bir müslümanın buna (hadis olarak) inanması
helâl değildir. Biz ise: "Mâide sûresi faydası ne kadar büyük bir
sûredir" deriz ve bunu herhangi bir kimseden rivayet etmeyiz. Ancak,
güzel bir sözdür.
İbn Atiyye ise der ki:
Bana göre bu, Peygamber (sav)'ın sözüne benzememektedir. Bununla birlikte Hz.
Peygamberin şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir: "Mâide sûresi Allah'ın
melekûtunda el-Munkıze {kurtarıcı) diye anılır- Çünkü bu sûre, sahibini azap
meleklerinin ellerinden kurtarır," Bu sûrede Veda Haccı esnasında inen
buyruklar olduğu gibi, Mekke'nin tethedildi-ği yılda nazil olan buyruklar da
vardır ki, bu da yüce Allah'ın: "Bir kavme karşı beslediğiniz kin...
sürüklemesin" (el-Mâide, 5/2) âyetidir.
Peygamber (sav)'m
hicretinden sonra Kur'ân-ı kerimden indirilen bütün buyruklar, Medenîdir. İster
Medine'de indirilmiş olsun, isterse de herhangi bir seferde indirilmiş olsun.
Hicretten önce indirilen de Mekke'de inmiştir diye kayd edilir.
Ebû Meysere der ki:
el-Mâide sûresi son İnen buyruklardandır. O sûrede mensûh bir hüküm yoktur.
Yine bu sûrede, başka sûrelerde bulunmayan on-sekiz farz hüküm vardır ki,
bunlar şu buyruklarda ifade edilmektedir: "Boğularak, vurularak, yüksek
bir yerden yuvarlanarak, süsülerek ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenilmiş hayvanlar;
dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlananlar ve fal oklartyla kısmet
aramanız size haram kılındı." (el-Mâ-ide, 5/5); "Allah'ın size
oğrettikleriyle alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların, da sizin için
tutuverdiklerinden yiyin," {el-Mâide, 5/4); "Ehl-i kitab'ın yiyeceği
size helaldir...Sizden önce kitap verilenlerden iffetti kadınlar"
(el-Mâide, 5/5) ile "Namaza kalkacağınız zaman..." (eİ-Mâîde, 5/6)
buyruğun-da dile getirilen abdest almak; "Hırsızlık eden erkekle,
hırsızlık eden kadının..." (.el-Mâide, 5/38); "Siz, ihramda iken avı
öldürmeyin0 buyruğundan itibaren "Allak mutlak galiptir (Azizdir), intikam
sahibidir" (el-Mâide, 5/95) buyruğuna kadar Üc; "Allah bahire, saîbe,
vasîle ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır" (el-Mâide, 5/103) ve yüce
Allah'ın: "Sizden birinize Ölüm gelip çattığı zaman... aranızda
şahidlik..." (el-Mâide, 5/106) âyetlerinde hükme bağlanan buyruklardır.[1]
Derim ki: Bundan başka
ondokuzuncu bir farz daha vardır ki, bu da yüce Allah'ın: "Namaza
çağırdığınızda,,," (el-Mâide, 5/58) buyruğunda dile getirilmektedir.
Kur'ân-ı kerim'de bu sûre dışında herhangi bir yerde ezandan söz
edilmemektedir. el-Curnua sûresinde geçen ezan ise, Cuma gününe has bir
ezandır. Bu sûrede sözü edilen ezan ise bütün namazlar hakkında umumî bir
ezandır.
Peygamber
(sav)'dan Veda Haca esnasında el-Mâide sûresini okuyup şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Ey insanlar, şüphesiz ki Mâide sûresi (Kur'ândan) nazil olan
son bölümlerdendir. O bakımdan onun helâl bildirdiğini helâl belleyiniz, haram
bildirdiğini de haram belleyiniz,"
[2]
Buna yakın bir
rivayet, Hz. Aise'den de - ona mevkuten- nakledilmiş bulunmaktadır. Cubeyr b.
Nufeyr der ki: Aişe (r.anhaVın huzuruna girdim, şöyle dedi: Mâide sûresini
okuyor, (biliyor) musun? Ben, evet dedim, şöyle dedi: Mâide süresi Allah'ın
indirdiği son buyruklardandır. O bakımdan, o sûrede helâl diye bulduğunuz şeyi
helâl biliniz, lıaram diye bulduğunum şeyi de haram diye belleyiniz.
eş-Şa'bî der ki: Bu
sûreden yüce Allah'ın: "Haram olan aya hediye edilen kurbanlıklara...
saygısızlık etmeyin" {el-Mâider 5/2) buyruğundan başka nes-hedilmiş bir
buyruk yoktur Bazıları da şöyle demektedir: Bu sûrede: "Yahud sizden
olmayan diğer iki kişi (şahid) olsun" (el-Mâide, 5/106) bölümü nesli
olmuştur.[3]
1- Ey iman edenler! Ak
idleri yerine getirin. İhramda iken avlanmayı helâl saymamak şartı ile ve size
okunacak olanlar hariç olmak üzere, size dört ayaklı davarlar helâl kılındı.
Şüphesiz Allah, dilediği hükmü koyar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[4]
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler..." buyruğu ile ilgili olarak Alkame şöyle der:
Kur'ân-ı kerimde öEy iman edenler" nidası ile başlayan bütün buyruklar
Medine'de inmiştir. "Ey insanlar" nidası ile başlayan buyruklar da
Mekke'de inmiştir. Ancak bu, bu türden hitaplar hakkında çoğunlukla doğrudur.
Buna dair diğer açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/21. âyetin tefsirinde.)
geçmiş bulunmaktadır.
Bu âyet-İ kerime, söz
söyleme hakkında basiret sahibi olan herkese, fesahati ve lafızlarının
azlığına rağmen ihtiva ettiği manalarının çokluğu ile, açıkça kendisini
gösteren bir âyettir. Bu âyet-i kerime beş hüküm ihtiva etmektedir:
1) Akidleri
yerine getirme emri,
2) Dört
ayaklı davarların helâl kılınması,
3) Bundan
sonra gelenlerin istisna edilmesi
4)
Avlanılanlar hususunda, ihramlı iken avlanılanların istisna edilmesi,
5) Âyet-i
kerimenin iktizâ ettiği, ihramlı olmayan kimseler için avlanmanın mubah oluşu.
en-Nakkâg'ın
naklettiğine göre, el-Kindî'nin arkadaşları ona şöyle demişler: Ey Hakim
(bilge kişi), bize şu Kur'ân'ın benzerini yap. O, olur onun bir bölümünün
benzerini yapayım demiş ve uzun sayılabilecek bir süre kimseye görünmemiş.
Sonra ortaya çıkıp şöyle demiş: Allah'a yemin ederim buna gücüm yetmiyor,
kimse de buna güç yetiremez. Ben, mushafı açtım, karşıma Mâide süresi çıktı,
Baktım ki, ahde vefayı dile getirmekte, onu bozmayı yasaklamakta. Genel olarak
bir takım şeyleri helâl kılmakta, arkasından da ardı arkasına bazı şeyleri
İstisna etmekte, daha sonra da kendi kudret ve hikmetini bize haber
vermektedir. Bütün bunları da iki satırda ifade etmektedir. Herhangi bir kimse
bunları ancak ciltlerle itade edebilir.
[5]
Yüce Allah'ın:
"Yerine getirin anlamına gelen buyruğundaki fiilin, İle geklirtde iki söyleyişi vardır. Yüce Allah:
Allah'tan daha çok ahdîni kim yerine getirir" (et-Tevbe, 9/îl) diye buyurduğu
gibi: Ahdini yerine getiren İbrahim..." (en-Necm, 5.V37) diye
buyurmaktadır. Şair de şu beyilinde iki söyleyişi bir arada kuİ-lanmış
bulunmaktadır:
"îbn Tavk'a
gelince o, gerçekten sorumluluğunu eksiksiz yerine getirmiştir. Tıpkı Ülker
yıldızına (mehir olarak) takdim edilen yıldızları önüne katıp
sürenin, ahdine vefa
gösterdiği gibi."
"AkidLer",
bağlar demektir. Tekili bağ anlamına gelendır. Ahdi ve ipi akdettim, denildiği
gibi, "ğıl" li tasma'yı akdettim, de denilir, Akid kelimesi, hem
maddi şeyler hakkında hem de manevi şeyler hakkında kullanılır. Şair
el-Hutay'a der k):
"Onlar öyle bir
kavimdir ki, komşularına (ya da himayelerinde olanlara)
bir akid akdettikleri
takdirde, Bağlarını üst üste herbir yandan sıkı sıkıya bağlarlar."
Şanı yüce Allah,
akidleri yerine getirmeyi emr etmektedir. el-Hasen der ki: Yüce Allah, bunlarla
borçlanma akidlerini kastetmektedir. Bunlar ise, kişinin alım satım, icare,
kiralama, nikâh, boşama, müzâraa, musâlaha, temlik, muhayyer bırakma, azad
etme, tedbir (köleyi ölümünden sonrası şartıyla azad etmek) ve buna benzer
kendi üzerine yaptığı akidlerdir. Elverir ki bunlar şeriatın dışında olmasın.
Yine kişinin Allah için kendi üzerine akdettiği, (adattığı.) hac, oruç, itikâf,
kıyanı, adak ve buna benzer İslâm dininde itaat kabul edilip, kişinin
gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hususlardır. Mubah olan adağa gelince, ümmetin
icmâı ile bağlayıcı değildir. Bunu İbnü'l-Arabî söylemiştir,
Denildiğine göre
âyet-i kerime yüce Allah'ın şu buyruğu sebebiyle kitap ehli hakkında nazil
olmuştur: "Hani bir zamanlar Allah kendilerine Kitap verilenlerden onu
muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz diye
teminat almıştı." (Âl-i İmran, 3/187) îbn Cüreyc der ki: Bu kitap ehline
has bir akiddir ve bu âyet-i kerime de onlar hakkında nazil olmuştur.
Âyet-i kerimenin umumî
olduğu da söylenmiştir, doğru olan da budur. Çünkü mü'minler lafzı, kitap ehlinin
mü'minlerini de kapsamına alır. Çünkü, onlar ile Allah arasında kitaplarında
bulunan Muhammed (sav)'m durumu ile ilgili hususlardaki emaneti yerine
getireceklerine dair bir akid vardır. O bakımdan onlar, bu akdi hem yüce
Allah'ın: "Akİdteri yerine getirin" buyruğu ile, hem de başka
yerlerdeki benzeri emirlerle yerine getirmekle emr olunmuşlardır.
îbn Abbas der ki:
"Akldleri yerine getirin" buyruğu, helâl ve haram kıldığı, farz
kıldığı ve diğer hususlara dair belirlemiş olduğu sınırlar hakkında akidîeri
yerine getirin, demektir, Mücalıid ve başkaları da böyle demiştir. İbn Şihab
der ki: Ben, Rasûlullah (sav)'ın Amr b. Hazm'ı, Necranlılara gönderdiği sırada
ona yazmış olduğu mektubu okudum. Mektubun başında şu ifadeler yer almaktaydı:
"Bu, Allah'tan ve Rasulünden insanlara bir tebliğdir: "Ey iman
edenler, akidîeri yerine getirin." O, burada yüce Allah'ın: "Muhakkak
Allah, hesabı pek çabuk görendir" (el-Mâide, 5/4) buyruğuna kadar bütün
âyetleri yazdı.
ez-Zeccâc der ki:
Buyruğun anlamı şudur: Allah'ın, sizin üzerinizdeki akidlerini ve sizin
birbirinize karşı yaptığınız akidleri yerine getiriniz.
Bütün bu açıklamalar,
buradaki akidlerin umum ifade ettiği görüşüne racidir. (TJmum kapsamına
girmektedir.) Konu ile ilgili sahih olan görüş de budur. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Mü'minler şartlarını yerine getirirler"[6] Yine
şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın Kitabında bulunmayan her bir şart -İsterse
yüz şart olsun- batıldır."
[7]
Böylelikle Hz.
Peygamber, kendisine vefa gösterilip yerine getirilmesi gereken cart veya
akdin, Allah'ın Kitabına, yani Allah'ın dinine uygun olan şart ve akid olduğunu
beyan etmektedir Eğer bunlar arasında Allah'ın dinine uymayan bir şey
bulunduğu açığa çıkarsa, o red olunur. Nitekim Hz, Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Her kim, bizim şu işimizin üzerinde bulunmadığı bir amel
İşleyecek olursa, o red olunur.[8]
İbn
tslıâk şunu nakletmektedir: Kureyşlîlerden bazı kabileler -şerefi ve nesebi
dolayısıyla- Abdullah b. Cud'ân'ın evinde toplandı. Ve "Mekke'de, ister
Mekke halkından olsun, ister olmasın herhangi bir kimsenin zulme uğradığını
görecek olurlarsa, onun bu uğradığı haksızlık giderilinceye kadar o kimsenin
yanında yer alacaklarına" dair akidleştiler ve birbirleriyle ahidleştiler.
Kureyşliler, o bakımdan bu ahjdleşmeye "Htlfu'l-Fudûl* adını verdiler.
Ra-sûlullah (sav)'ın lıakkında şu sözleri söylediği ahid işte budur:
"Andolsunki ben, Abdullah b. Cud'an'ın evinde öyle bir antlaşmaya tanık
oldum ki, ona karşılık bana kırmızı tüylü develerin dahi verilmesini tercih
etmezdim- Eğer İslâm geldikten sonra da bu ahdi yerine getirmem İçin
çağırılacak olursam, şüphesiz bu çağrıyı kabul ederim."
[9]
İşte Hz. Peygamberin:
"Cahiliye döneminde yapılmış herhangi bir ahid-leşmeyi İslâm ancak
pekiştirir, sağlamlığını artırır"[10] buyruğunda
kastettiği antlaşma budur. Çünkü bu antlaşma (muhtevasıyla) şeriata uygundur.
Zira, zalimden hakkın alınmasını emr etmektedir. Zulüm ve talan üzre yapmış oldukları
fasid ahidleriyle batıl akidlerine gelince, İslâm bunları yıkmıştır. Yüce
Allah'a hamd olsun.
İbn îshak
(devamla") der ki: Velid b. Utbe, Hz. Ari'nin oğlu Hz. Hüseyin'e mali bir
konuda -Velîd'in Medine valisi olmak hasebiyle satıib olduğu otoriteye
güvenerek- haksızlıkta bulunmak istedi. Hz. Hüseyin ona şöyle dedi: Allah adına
yemin ederek söylüyorum. Ya hakkımı bana verirsin, yahut da şu kılıcımı alır
sonra da ftasûlullah (sav)'ın Mescidinde ayakta dikilir, sonra da insanları
Hılfu'l-FudûTun gereğini yerine getirmek için davet ederim.
Abdullah b, ez-Zübeyr
de dedi ki: Ben de Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, eğer beni davet
edecek olsa, mutlaka kılıcımı alır sonra da hakkını alıncayar yahut hep
birlikte Ölünceye kadar onun yanında yer alırım. Bu söz, el-Misver b.
Mahreme'ye varınca, o da aynısını söyledi. Teym oğullarından Abdurrahman b.
Osman bf Ubeydullaba ulaştı o da aynı şeyleri söyledi. Velid bunu öğrenince
Hz. Hüseyin'e hakkını verdi.
[11]
Yüce Allah'ın:
"Dört ayaklı davarlar size helâl kıhndr buyruğunda, gereken şekliyle ve
mükemmel olarak imana bağlı olan herkese hitab edilmektedir. Arapların bahire,
sâibe, vasile ve hâm gibi -ileride açıklaması gelecektir- davarlar hakkında
duydukları birtakım yasaları; hükümleri vardı. Bu âyet-i kerime, işte o hayalî
vehimleri batıla ve bozuk görüşleri ortadan kaldırmak üzere nazil olmuştur.
Dört ayaklı davarların
anlamı hususunda farklı görüşler belirtilmiştir. Behîrne, aslında dört ayaklı
her hayvanın adidir. Konuşma ve anlayış bakımından eksikliği, temyiz gücü ve
aklı bulunmaması dolayısıyla ona bu isim verilmiştir. Kapalı anlamında; müphem
bir kapı ile (kapkaranlık bir gece anlamında;.) leylim behîmun tabirleri
buradan gelmektedir. Ne şekilde üstesinden gelineceği bilinemeyen kahraman
kimseye "buhme" denilmesi de buradan gelmektedir
el-En'âm ise, deve,
inek ve koyunların ortak adıdır. Yürü meleri n-deki yumuşaklık dolayısıyla
onlara bu isim verilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Davarları da
yarattı ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu şeyler ve bir çok faydalar
vardır,,. Hem onlar, ağırlıklarınızı da yüklenirler..." (en-Nahl, 16/5-7)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: ''Davarlardan yük taşıyacak ve döşek
yapılacakları da vardır." (el-En'am, 6/142.) Yani, büyükleri de var,
küçükleri de var demektir. Daha sonra yüce Allah bunları beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Sekiz çift (yarattı)— Yoksa Allah bunu size tavsiye ettiği zaman hazır
mıydınız?" (el-En'am, 6/143-144) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Ve sizin için davarların derilerinden ge rek göç gününüzde ve gerek
ikamet ettiğiniz günde hafifçe taşıyacağınız evler ve tüylerinden"
koyunları kastediyor "ve yapağılarından" bununla da develeri
kastediyor, "ve kıllarından" bununla da keçi kılını kastediyor
"bir zamana kadar.,." (en-Nahl, 16/80) îşte bunlar "en'âm"
isminin bu üç türü ihtiva ettiğinin üç ayrı delilidir. Söz konusu bu üç tür
ise deve, inek ve koyun türüdür. Bu da İbn Abbas ve el-Hasen'in görüşüdür.
el-Herevî der ki: Eğer "en-Neam" denilecek olursa, özel olarak deve
türü kastedilmiş olur
Taberî der ki:
"Dört ayaklı davarlar" buyruğu hakkında bazıları şöyle demiştir:
Bunlardan kastedilenler ceylan, yaban öküzü, yaban eşekleri ve buna benzer
yabani hayvanlardır, Taberî'den başkası da bunu es-Süddî, er-Ra-bî\ Katade ve
ed-Dahlıâk'tan nakletmiştik Buna göre yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Size,
e]-En'âm helâl kılındı. Böylelikle cins, kendisinden daha özel anlam ifade
edilen şeye izafe edilmiş olmaktadır, İbn Atiyye der ki: Bu güzel bir
açıklamadır. Çünkü, el-En'âm (6/143'te kendilerine işaret olan) sekiz çifttir.
Bunlara eklenen sair hayvanlara ise, onlarla birlikte bulundukları için En'âm
denilir. Arslan ve azı dişli her bir yırtıcı hayvan da En'âm kapsamı dışında
kalıyor gibidir. Behimetü'l-En'âm (dört ayaklı davarlar) ise, dört ayaklılar
arasında bulunup da otlaklarda yayılan hayvanlar demektir.
Derîm ki: Bu
açıklamaya göre, tırnaklılar da bunların kapsamına girmektedir. Çünkü bu
tırnaklılar da hem otlaklıklarda yayılır, hem de yırttcı değildir. Fakat durum
bu şekilde değildir. Zira yüce Allah: "Davarları da yarattı ki, bunlardan
sizin için ısıtıcı... ve bir çok menfeatler vardır" (en-Nahl, 16/5 J diye
buyurmakta, sonra da onlara şöylece atıf yapmaktadır: "Hem binmeniz için,
hem zinet olmak üzere de atlan, katırları ve merkebleri de (yarattı)."
(en-Nahl, 16/8) Yüce Allah'ın, bunları yeniden zikredip, daha önce geçen
En'am'a atf etmesi, bunların diğer
davarlardan olmadığını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Dört ayaklı
davarlar (Behîrnetü'i-Enrâm)"ın av hayvanı olmayanlar anlamında olduğu da
söylenmiştir. Çünkü, av hayvanına belıîme değil de vahş (yabanî hayvan)
denilir. Bu ise birinci göıiişe racidir Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Dört ayaklı davarlar"dan kasıt, kesim esnasında
annesinin karınlarından çıkan ceninlerdir. Bunlar, ayrıca şer'î kesime gerek
olmaksızın yenilirler. İbn Ab bas da böyle demiştir. Ancak bu uzak bir
ihtimaldir. Çünkü yüce Allah: "Size okunacak olanlar hariç olmak
üzere" diye buyurmaktadır. Ceninler arasında istisna edilenler yoktur,
Mâlik der ki; Bir davarı kesmek, eğer ceninine canlı olarak yetişilemeyecek ve
tüyleri bitip hilkati tamamlanmış bulunuyor ise, o cenini için de bir
kesimdir. Şayet hilkati tamamlanmayıp henüz tüyleri de bitmemiş ise, canlı
olarak yetişilip kesilmediği sürece eti yenilmez. Şayet onu kesmek için hemen
davranmalarına rağmen kendiliğinden ölecek olursa, onun teiniz olduğu
söylendiği gibi, temiz olmadığı (yenilemeyeceği de) söylenmiştir. Yüce
Allah'ın izniyle ileride buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.
[12]
"Size okunacak
olanlar hariç olmak üzere." Yani» Kuranı kerimde ve Sünnet-i seniyyede
size okunacak olun "feş— size haram kılındı" (el-Mâide, 5/3) buyruğu
ile Hz. Peygamberin: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olan lıer-bir hayvan
haramdır"[13] buyruğu ve benzerlerinde
size okunanlar demektir. Eğer: Bize okunan Kitaptır, sünnet değildir denilecek
olursa, şöyle cevap veririz: Rasûlullah (savVın her bir sünneti Allah'ın
Kitabındandır.
Bunun delili ise şu
iki husustur: Birincisi, bir kişinin yanında ücretle çalışıp (yanında
çalıştığı adamın hanımı ile) zina eden kişiye dair hadis-i şerifte, Hz.
Peygamberin: "Andolsun ki, aranızda Allah'ın Kitabı gereğince hüküm
vereceğim"[14] şeklinde buyurmuş
olmasıdır. Halbuki recm, Allah'ın Kitabında nass ile zikredilmiş değildir,
İkincisi ise, Abdullah
b. Mes'ud'un hadisidir. O, şöyle demiştir; Hem Allah'ın Kitabında yer alan hem
de Rasûlullali (savcın lanetlediği kimseye ben ne diye lanet etmeyeyim...
demiştir[15] Buna dair açıklamalar
el-Haşr sûresinde (59/6-7. âyetler, 6. başlık ve devamında) gelecektir.
Bununla birlikte
"size okunacak olanlar hariç olmak üzere" buyruğu ile şu andakilerin
kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, gelecekte Rasûlullalı (sav) tarafından
size tebliğ olunacak olanlar arasında... anlamına gelme ihtimali de vardır. O
takdirde bu buyrukta, acilen yerine getirilmesi gerekli olmayan bir zamandan
sonraya beyanı ertelemenin caiz oluşuna dair delil var, demek olur.
[16]
Yüce Allah'ın:
"Avlanmayı helâl saymamak şartıyla" buyruğu, av hayvanı sizin için
ihramh iken değil de İlıramsızken helâldir. Av hayvanı olmayanlar ise her iki
durumda da helaldir. Nahivciler Okunacak olanlar hariç olmak üzere"
buyruğunun İstisna oJup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Basralılar bu, "dört ayaklı davarlar"dan istisnadır, derler.
"İhramda iken avlanmayı helâl saymamak şartı İle" ifadesinin İse,
yine ondan Ekinci bir istisna olduğunu kabul ederler. Buna göre her iki İstisna
da yüce Allah'ın: "Dört ayaklı davarlar" buyruğıındandır. Kendisinden
istisna olunan budur, ifadenin takdiri de şöyle olur: İhramh iken avlanmak
müstesna ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere,.. Yüce Allah'ın şu buyruğu
ise bumdan farklıdır: "Dediler ki, gerçekten biz, günahkâr bir kavme gön
derildik. Ancak, Lût'un ailesi bunlardan müstesnadır." (el-Hicr, 58/5?)
Nitekim ileride gelecektir.
Bunun hemen
kendisinden önce gelen istisnadan (yani, "avlanmayı helâl saymamak
şartıyla" istisnasından) istisna olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu,
(az önce) yüce Allah'ın şu buyruğuna benzer: "Gerçekten biz, günahkâr bir
kavme gönderildik..." Ancak, durum böyle olsaydı ihramh iken avlanmanın
mubah olması gerekirdi. Çünkü bu istisna yasaktan yapılmış bir istisna olurdu.
Zira yüce Allah'ın: "Size okunacak olanlar hariç olmak üzere"
buyruğu, mübahlıktan bir istisnadır, O bakımdan böyle bir görüş tutarsızdır.
Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Sizler İhramh iken avlanmayı helâl
kılmaksızın ve av hayvanları dışında size okunacak olanlar da müstesna olmak
üzere, dört ayaklı davarlar size helâl kılınmıştır.
Yine bunun anlamının
şöyle olması da mümkündür: İhramlı iken avlanmayı helâl kundaksızın, akidleri
yerine getirin, Ve sizlere si2e okunacaklar müstesna dört ayaklı davarlar
helâl kıhnmışhr-
el-Ferrâ; "size
okunacaklar hariç olmak üzere" buyruğunun tıpkı ile atıf yapıldığı gibi,
İle atıf yapmak şartıyla bedel olmak üzere ref mahallinde olmasını caiz kabul
etmektedir. Ancak Basralılar, böyle bir şeyi ya nekre olması halinde veya:
"Kavim geldi ancak Zeyd gelmedi" kabilinden nekreye yakın cins
isimlerinde caiz kabul ederler.
Yine
el-Ferrâ:Avlanmayı helâl saymamak şaru ile" buyruğunun; "Yerine
getirin" buyruğundakı zamirden hal olarak mansub olduğu görüşündedir.
el-Ahfeş der ki: Ey iman edenler, (ihramlı iken) avlanmayı helâl kabul
etmeksizin akidleri yerine getirin. Başkaları da şöyle demektedir: Bu
"size" anlamına gelen; deki (ve siz anlamına gelen) "kef ile
"mim" zamirinden haldir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sîz,
ihramlı iken avlanmayı helâl görmeksızin, size dört ayaklı davarlar helâl
kılındı.
Diğer taraftan şöyle
de denilmiştir: Helâl kılmanın insanlara raci olması da mümkündür. Yani, (ey
insanlar) ihramlı halde iken avlanmayı helâl görmeyiniz.
Bunun, yüce Allah'a
raci olması da mümkündür. Yani Ben, sizlere ihram vaktinde av hayvanı olması
müstesna, dört ayaklı davarları helâl kıldım. Nitekim, bir kimsenin: Ben, şu
işi sana Cuma günü mubah kılmaksızın helâl kıldım, demesi bu kabildendir.
Eğer, helâl kılmanın insanlara raci olduğu kabul edilecek olursa, buyruğun
anlamı; (İhramlı iken) avlanmayı sizler helâl görmeksizin,,. şeklinde olur, Bu
durumda kelimesinin sonundaki "nûn" hafifletmek maksadıyla hazf
edilmiş demek olur.
[17]
Yüce Allah'ın:
"İhramda iken" buyruğundan kasıt, hac ve umre kastı ile ihrama
ginnişkendir, Hac İçin ihrama giren kimseye; "haram" çok kişi olmaları
halinde de; "Kurum" denilir Şairin şu beyüi de bu kabildendir:
"Dedim ki ona!
Kendine dön, çünkü ben
İhrama girdim ve
bundan sonra da telbîye getireceğim"
Buna ihram deniliş
sebebi ise, ihrama giren kimsenin, kendisine kadınlarını, hoş kokuyu ve
benzeri şeyleri haram kılmasıdır. Aynı şekilde Harem'e girmek hakkında da bu
tabir kullanılır-
el-Hasen, İbrahim ve
Yahya b. Vessab kelimesini
"ra" harfini sakin olarak
okumuştur. Bu, Temimlilerin bir söyleyişidir. Onlar kelimesini
şeklinde, kelimesini ise diye söylerler. Buna benzer diğer çoğul kelimeleri de
böylece kullanırlar.
[18]
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Allah dilediği hükmü koyar" buyruğu, arap-ların
alışageldikleri hükümlere aykırı olan bu şer'İ hükümleri daha bir pekiştirmektedir.
Yani ey, araplann ahşa gelmiş olduğu şu hükümlerin nesli olduğunu işiten
Muhammed, dikkatli ol, kendine gel. Çünkü herşeye mutlak olarak sahip ve mâlik
olan "dilediği hükmü koyar." Allah (dilediği gibi) hükmeder.
"Onun hükmünü kovuşturacak yoktur." (er-Râd, 13/41) Dilediği
şekilde, dilediği şer'i hükmü dilediği gibi koyar.
[19]
2- Ey iman edeoler! Allah'ın şeâirine, haram olan aya (Beytullah'a)
hediye edilen kurbanlıklara, (boyunları) gerdanlık lı laf a ve Rab-lerinden hem
bir lütuf, hem de bir rıza arayarak Beyti haramı kastedip gelenlere saygısızlık
etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın. Sizi Mescİd-i haramdan
alıkoydular diye bir kavme karşı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya
sürüklemesin. İyilik ve takva feefe birbirinizin yardımlaş m. Günah işlemek ve
haddi aşmak üzerinde ise yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah,
cezası pek şiddetli ulandır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız:
[20]
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın şeâirine... saygısızlık etmeyin buyruğu, gerçek müzminlere bir
hitaptır. Yani, herhangi bir hususta Allah'ın sınırlarını aşmayınız.
Şeâir kelimesi,
"faile" vezninde "şaîre"nîn çoğuludur. İbn Fâris der ki: Tekil
olarak "şiâre" de denilir ve bu daha güzeldir.
Şaire ise, hediye
olarak gönderilen büyük baş (özellikle deve) demektir, tş'ârı ise, onun hediyelik
kurban olduğu bilinmesi için kan akmcaya kadar hörgücünün ya rai anma sidir.
İş'âr ise hissettirmek yoluyla bildirmek demektir. tabiri, hediyelik kurban
olduğunun bilinmesi için kurbanlığa alâmet koyması demektir. Alâmetler
anlamına gelen "meşâir" de buradan gelmektedir. Tekili de
meş'ar'dır. Meşâir, alâmetlerle şiâıl an diri İmiş yerler demektir. (Saçın)
"Şa'r" diye adlandırılması da buradan gelmektedir. Çünkü şuurun
gerçekleştiği yerde olur. Şair de buradan gelmektedir. Çünkü o, ince zekâsı sayesinde
başkasının farketmediği şeyleri farkeder. Başındaki incecik kılı dolayısıyla
(.arkaya) şaîr denilmesi de buradan gelmektedir,
Şeâir, bir görüşe
göre, Beytullalıa hediye olarak gönderilmek üzere nişanlanan, alâmet konulan
hayvanlardır. Bir diğer görüşe göre ise, bütün hac rae-nâsikidir. Bu açıklamayı
İbn Abbas yapmıştır. Mücahid der ki: Safa, Merve» hediyelik kurbanlıklar,
develer bunların hepsi şeâir'dendir. Şair der ki:
"Öldürüyorum
onları nesil be nesil; görürsün ki onlar Kendileri ile yaklaşılan kurbanlık
şeâirdir."
Müşrikler de hacceder,
umre yapar ve hediye kurbanlık gönderirlerdi. Müslümanlar onlara baskın yapmak
istediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah'ın şeSirint... saygısızlık
etmeyin" buyruğunu indirdi. Ata b. Ebi Rebah dedi ki: Allah'ın şeâiri,
Allah'ın bütün emirleri ve yasaklarıdır.
el-Hasen der ki:
Allah'ın dininin tümü Allah'ın şeâiridir Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "İşte bu (.böyledir). Kim Allah'ın şeâirini ta'zim ederse o,
kalplerin takvâsmdandır," (el-Hac, 22/32)
Derim ki: Genelliği
dolayısıyla başkasına göre kendisine öncelik tanınması gereken tercihe değer
görüş budur. Hediyelik kurbanların iş'arı (alâmet-lendirilmesi, nişanlanması)
hususunda İse ilim adamlarının farklı görüşü bulunmaktadır ki, bu da bir
sonraki başlığın konusudur.
[21]
Cumhur, bunu caiz
görmekle beraber, bu alâmetin hangi tarafta yapılacağı hususunda farklı
kanaatlere sahiptirler. Şafiî, Ahmed ve Ebû Sevr der ki: Bu işaretleme sağ
tarafında yapılır. Bu görüş İbn Ömer'den de rivayet edilmiştir. İbn Abbas'tan
sabit olan rivayete göre Peygamber (sav) devesinin hör-gücünün sağ tarafım
işaretlemiştir. Bunu Müslim ve başkaları da rivayet etmiştir.[22]
Sahih olan da budur.
Hz. Peygamber'in
hediyelik kurbanlıklarının sol taraflarını işaretlediği de rivayet edilmiştir.
Ebû Ömer b. Abdi'1-Berr der ki: Bu, kanaatimce İbn Abbas yolu ile münker bir
hadistir. Sahih olan ise, Müslim'in İbn Abbas'tan yaptığı rivayettir. İbn
Abbas'tan bundan başka sahih bir rivayet yoktur.
Bir başka kesim şöyle
demektedir: İşaretleme sol yanında olur. Bu Mâlik'in görüşüdür. Ayrıca der ki:
Sağ yanda yapılmasında da bir sakınca yoktur. Mü-cahid ise, İki yandan
hangisinde isterse işaretleyebilir. Ahmed'in iki görüşünden birisi de budur.
Ancak, Ebû Hanife bütün bunları uygun görmeyerek şöyle der: İşaretleme hayvana
bîr azaptır. Ancak, hadis Ebû Hanire'nİn bu kanaatini reddetmektedir. Aynı
şekilde bu, -önceden de geçtiği gibi- kendisi vasıtasıyla kimin mülkiyetinde
olduğu bilinmesi için yapılan işaretleme hükmündedir. Şu kadar var ki
İbnül-Arabî, Ebû Hantfe'nin bu. şekilde alâmetlendir-meyi uygun görmediğinden
dolayı, bu kanaatim reddetmekte ve tepki göstermekte aşırıya giderek şöyle
der: Sanki o, şeriatteki bu şaîrayı hiç işitmemiş gibidir. Halbuki bu, onun
ilim adamları arasındaki şöhretinden daha yaygın bir husustur.
Derim ki: Benim,
Hanefi alimlerinin kitaplannda açıkça ifade edildiğini gördüğüm Ebû Hanüe'nin
görüşüne göre alâmetlendirmenin mekruh olduğu, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in
görüşüne göre ise, mekruh da olmayıp, sünnet de olmadığı, sadece mubah olduğu
şeklindedir. Çünkü, bu şekilde bir işaretleme bir bildirme olduğundan dolayı
gelenek seviyesinde bir sünnet demektir. Bir yara açmak ve bir müsle olması
bakımından ise haram olması gerekir. O halde böyle bir iş, bir taraftan
sünneti» diğer taraftan da bid'ati kapsadığından dolayı mubah kabul
edilmiştir. Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise, böyle bir alâmetlendirme bir
müsledir ve hayvana azap verici olması bakımından da haramdır, o bakımdan
mekruhtur. Rasûlullah (sav)'ın bu işi yaptığına dair gelen rivayetler ise,
arapların hediye kurbanlık olduğu tayin edilen dışında, hertürlü malı gasb ve
talan ettikleri başlangıç dönemlerinde idi. Ve o sırada hediye kurbanlıkları
ancak böyle bir alâmetle ayırd edebiliyorlardı. Daha sonra böyle bir
gerekçenin ortadan kalkması dolayısıyla, bu şekilde alâmetlendirme de ortadan
kalkmıştır. İbn Abbas'tan da böylece rivayet edilmiştir.
Şeyh İmam Ebû Mahsur
el-Mâturidî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) nin de şöyle dediği
nakledilmektedir: Ebû Hanife'nin kendi çağında yaşayan insanların
alâmetlendirmeterini mekruh görmüş olması da muhtemeldir. Çünkü, yaranın
kangrenleşmesinden korkulacak şekilde yara açmakta mübalağa gösteriliyordu.
Rasûlullalı (sav)'ın döneminde yapıldığı şekilde haddi aşmaksızın yapılan ala
metle ndir meye gelince, bu. güzel bir şeydir. Ebû Cafer et-Tahavî bunu
böylece zikretmektedir. İşte Hanefi ilim adamlarının alâmetlendirmeye dair
varid olmuş hadis iîe ilgili olarak Ebû Hanife'nin lehine gösterdikleri
mazeret budur. Onlar, bu hadisi İşitmişler, bu lıadis onlara ulaşmış ve onlar
bu hadisin ne olduğunu bilmişler ve şöyle demişlerdir; Alâmettendir m enin
mekruh oluşu görüşüne göre ise kişi, hediyelik kurbanlıkları aiâmedendîrmekle
ihrama girmiş olmaz. Çünkü mekruh bir işi yapmak haccın menasikinden sayılmaz.
[23]
Yüce Allah'ın:
"Haram olan aya... saygısızlık etmeyin" buyruğunda geçen "haram
ay", bütün haram aylar hakkında cins. ismi ifade eden tekil bir isimdir.
Bu haram aylar, birisi tek, üçü de ardarda gelmek üzere dört aydır. Bunlara
dair açıklamalar Berae sûresinde (et-Tevbe, 9/5- âyet, 1. başlıkta) gelece
ktir-
Buyruğun anlamı şudur:
Bu haranı aylarda savaşmayı, baskın düzenlemeyi helâl kılmayın ve bu ayları
başka aylarla da değiştirmeyin. Çünkü, bu aylan değiştirmek de onları helâl
kılmak demektir. Bu İse onların yaptıkları Nesi' uygulaması idi. Yüce Allah'ın:
"Hediye edilen kurbanlıklara, (boyunları) ger-danlıkhlara da... saygısızlık
etmeyin" buyruğu da böyledir. Yani, bunlara da saldırıyı helâl görmeyin.
Âyet-i kerimenin bu bölümünde bir muzafin hazfı sözkonusudur ki, ibaresi,
takdirindedir, (Mealde: "Gerdanlıklilar" ibaresinde bu izafe de
belirtilmiştir.)
Şanı yüce Allah, genel
olarak hediye kurbanlıkları helâl görmeyi yasakladıktan sonra, gerdanlık
takılmış olanların hurmiyetlerine dikkat çekmeyi te'kid etmek ve bunun oldukça
iieri bir tecavüz olduğunu belirtmek üzere, özel-likie gerdanlıklı olan hediye
kurbanlıkları zikretmiş bulunmaktadır.
[24]
Yüce Allah'ın:
"Hediye edilen kurbanlıklara ve (boyunları) gerdanlıklılara..."
buyruğunda geçen "hediy": Beytuilalı'a hediye edilen deve, inek veya
koyun demektir. Bunun tekili; şeklinde gelir.
"Şeâir" ile
kastedilen haccın menaslkidir diyenler şunu söyler: Yüce Al-
lalı burada, hediyelik
kurbanlıkları, bunların özekliklerine dikkat çekmek üzere zikretmiştir.
"Şeâir"den
kasıt hediye kurbanlıklardır, diyenler ise şöyle demektedir: Şe-âir,
hörgücünden kan akıtmak suretiyle alâmeLlendirHmiş olandır. Hediye kurbanlık
ise, bu şekilde ona alâmet yapılmayan ve yalnızca gerdanlık takılmakla yetini
I endir.
Şöyle de denilmiştir:
Aradaki fark şudur: Şeâir, davarlar arasından gönderilen develerdir. Hediye
kurbanlık ise inek, koyun ve örtü ile hediye olarak gönderilen her şeydir.
Cumhur ise şöyle
demektedir: Hediye tabiri kendisiyle Allah'a yaklaşılmak istenen bütün
kurbanlık ve sadakalar hakkında umumi bir tabirdir. Hz. Pey-gamber'in şu
buyruğu da bu kabildendir:
Cuma günü erken
vakitte namaza gelen, bir deve hediye (kurban) etmiş gibidir... Bir yumurta
hediye (kurban.) etmiş gibidir."[25]
böylelikle o, bunlara "hedy" adını vermiş bulunmaktadır. Yumurtaya
da bu adın verilmesinin, bununla sadakayı kastetmiş olması hali dışında
açıklanacak bir tarafı yoktur. İşte ilim adamları da böyle demiştir: Bir kişi,
ben şu elbisemi hediy kıldım diyecek olursa, o elbisesini tasadduk etmesi
gerekir. Şu kadar varki, bu kelime mutlak olarak kullanıldığı takdirde deve,
inek ve koyun türünden biri hakkında ve bu birinin Hareme götürülerek orada
kesilmesi anlamında kabul edilir. Bu ise yüce Allah'ın şu buyruklarında yer
alan serî Örften alınmadır: "Eğer ahkonulursanız, o halde kolayınıza
giden kurbandan gönderin." (el-Bakara, 2/196) Bununla da koyunu kast
etmektedir. Bir başka yerde ise: "İçinizden adaletli iki kimsenin hükmü
ile öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ'beye ulaştırılacak bir hediye kurbanı
göndermektir." (el-Mâide, 5/95) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kim, hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse, kolayına gelen bir
kurban (kesmelidir). "(el-Bakara, 2/196) Bunun asgarisi ise, fukahâya göre
bir koyundur.
Mâlik der ki: Benim bu
elbisem hediye olsun diyecek olursa, onun kıymetinde hediyelik bir kurban
alır,
*el-Kalâid"e
gelince bu, insanların kendilerine bir güvenlik sağlamak üzere takındıkları
şeylerdir. O bakımdan bu buyrukta da bir muzafın hazfı sözkonusudur.
"Gerdanlıktı olanlara da. " anlamında olup daha sonra bu nesh
olmuştur.
Ibn Abbas der ki:
el-Mâide sûresinden nesh edilmiş iki âyet vardır. Bunlardan birisi
gerdanlıkhlara dair ayet-i kerimedir, diğeri ise -ileride geleceği üzere- yüce
Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet." (el-Mâ-ide,
5/49) âyet-i kerimesidir.
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah, gerdanlıklılar ile bizzat gerdanlıkların kendisini kast etmiştir.
Bu buyruğu ile O, güvenlik altında olmak amacı ile gerdanlık olarak
kullanılması için Haremdeki ağaçların kabuklarım almayı yasaklamaktadır Bu
açıklamayı, Mücahid, Ata ve Mutarrif b. eg-Şıhhîr yapmıştır. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Hediyenin gerçek
mahiyeti, karşılığında herhangi bir bedel sözkonusu edilmeksizin verilen her
şeydir. Fukalıâ ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Birisi, Allah için bir
hediye kurbanı göndereceğim diyecek olursa, o kurban bedelini Mekke'ye
göndermelidir.
Gerdanlıktılara
gelince; gerdanlık, hediyelik kurbanlıkların hörgüçleri ve boyunlarına,
bunların Allah için olduklarına dair alâmet olmak üzere asılan ayakkabı veya
başka herhangi bir şeydir. Bu, Hz, İbrahim'in bir sünnetidir. Cahİliye
döneminde olduğu gibi kalmış, İslâm, da bunu kabul edîp benimsemiştir. İnek ve
koyunlardaki sünnet budur. Aişe (r.anha) der ki: Rasûlul-lah (sav) bir
seferinde Beytullah'a bir takım koyunları hediye olarak gönderdi ve onlara
gerdanlık koydu. Bunu Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.[26]
İlim adamlarından
Şafiî, Ahmed, îshakf Ebû Sevr ve İbn Habib gibi bir topluluk bu görüşü kabul
etmekle birlikte Mâlik ve rey ashabı bunu kabul etmemişlerdir. Koyunlara gerdanhk
takmak hususuna dair bu hadis onlara ulaşmamış veya ulaşmakla birlikte bu
hadisi Hz, Aişe'den yalnızca Esved Cmün-feriden) rivayet ettiğinden dolayı onu
red etmiş de olabilirler. Ancak bu hadise uygun görüş belirtmek daha uygundur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İneklere gelince,
şayet bunların sırtlarında hörgücü andıran yükseklikleri bulunuyorsa, tıpkı
develer gibi bunlara da alâmet yapılır. Bunu İbn Ömer söylemiştir. Mâlik de bu
görüştedir. Şafiî ise; bunlara -mutlak olarak- gerdanlık takılır ve alâmet
yapılır, der. Bu konuda bir fark gözetmemişlerdir.
Said b. Gübeyr der ki:
(İneklere) gerdanlık takılır fakat alâmet yapılmaz. Bu görüş daha sahihtir.
Çünkü, ineklerin hörgücü olmaz ve bunlar develerden daha çok koyunlara
benzerler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[27]
İhram niyetiyle bir
davara gerdanlık takıp bunu Harem-i Şerife gönderenin bu suretle ihrama girmiş
olacağını ilim adamları ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü yüce Allah :
"Allah'ın şeâlrlne saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz)
avlanın diye buyurmuş ve ihramdan söz etmemiştir. Ancak, gerdanlık takmaktan
söz etmesi dolayısıyla bunun ihrama girmek gibi olduğu anlaşılmaktadır.
[28]
Hediyelik kurban
göndermekle birlikte, bunları bizzat kendisi gütmeyecek olur ise, ihıamlı
olmaz. Çünkü, Hz. Aişe yoluyla gelen hadiste şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasûlullah (sav.)'ın gönderdiği hediye kurbanlıkların gerdanlıklarını
ellerimle ben büktüm. Daha sonra Peygamber, bu gerdanlıkları kendi elleriyle
taktı. Sonra da bunları babamla birlikte gönderdi- Rasûlullah (sav)'a
hediyelik kurbanlıklar kesilinceye kadar Allah'ın kendisi için helâl kılmış
olduğu herhangi bir şey haram olmadı. Bunu Buharî rivayet etmiştir.[29]
Mâlik, Şafiî, Ahmed,
İshak ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. İbn Abbas'tan ise,
bununla ihrama girmiş olur, dediği rivayet edilmiştir. İbn Abbas dedi ki: Bir
kimse bir hediye kurbanlık gönderecek olur ise, bu hediye kurbanlık kesilinceye
kadar hacceden kimseye (ihram dolayısıyla) neler haram oluyorsa ona da haram
olur. Bunu Buharî rivayet etmiştir.[30]
İbn Ömer, Ata, Mücahid
ve Said b. Cübeyr'in görüşü budur, el-Hattabi bunu rey ashabından da
nakletmiştir. Bunlar, Cabir b. Abdullah yoluyla rivayet edilen şu hadisi delil
göstermişlerdir. Cabir dedi ki: Peygamber (sav)'ın yanında oturuyordum.
Üzerindeki gömleğini yakası tarafından yırttıktan sonra ayaklarından çıkardı.
Hazır bulunanlar Peygamber (sav)'a bakınca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Ben, göndermiş olduğum develerime şu şu yerde gerdanlık takılıp onlara
alâmet yapılmasını emrettim. Ve unutarak gömleğimi giydim. Bu gömleğimi
başımdan çıkarmamalıydım (onun için böyle yaptım)."[31]
Hz. Peygamber develerini göndermiş, kendisi de
Medine'de ikâmet etmişti. Bu hadisin senedinde ise Abdurrahman b. Ata b- Ebi
Lebibe de vardır ki, zayıf bir ravidir.
Bir koyuna gerdanlık
takip kendisi de onunla birlikte yola koyulacak olursa, Küreliler bununla
ihrama girmiş olmaz, derler. Çünkü koyuna gerdanlık takmak sünnet de değildir,
şeâirden de değildir. Zira koyuna kurdun saldırmasından, bunun sonucunda da
-develerden farklı olarak- Hareme varamamasından korkulur. Çünkü develer suya varıp
su içinceye, ağaçlardan ot-layıncaya ve sonunda Hareme varıncaya kadar terk
edilebilirler. Buharînin
Sahih'i nde ise,
mü'minlerin annesi Hz. Aİşe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, hediye
kurbanlıkların gerdanlıklarını yanımda bulunan boyanmış yünden (ihn) büktüm...[32] İhn,
boyanmış yün demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: Dağlar da atılmış
renkli yün gibi olacaktır." {.el-Karia, 101/5)
[33]
Hediyelik kurbana
gerdanlık takılır yahut alâmet yapılırsa, satılması da hibe edilmesi de caiz
değildir. Çünkü o kurbanın Beyt-i Haram'a hediye olarak gönderilmesi vacib
olmuştur. Eğer bunu gönderen vefat edecek olursa, bu hediyelik kurban ondan
miras alınmaz ve hediye olarak tayin ettiği şekilde yerine getirilir.
Udlıiye (kurban
bayramı günü kesilen kurbanlık) ise böyle değildir. Mâ-lik'e göre böyJe bîr
kurbanlık ancak kesim ile vacib olur. Söz ile onu kurban etmeyi kendisine vacip
kılmış olması hali ise müstesnadır. Kesimden önce sözlü olarak onu kesmeyi
kendisine vacib kılarak: "Ben bu koyunu kurbanlık olarak tayin
ediyorum" dese, muayyen olarak onu kurban etmesi gerekir. Buna göre eğer
bu tayin ettiği kurbanlık telef olur (kaybolur) sonra kurban kesim günlerinde
veya daha sonra onu bulacak olursa, yine onu keser ve o tayin ettiği kurbanlığı
satması caiz olmaz.
Şayet ondan başka bir
kurbanlık satın almış ise, Ahmed ve İshak'ın görüşüne göre her ikisini de
birlikte keser. Şafiî der ki: Tayin ettiği bu kurbanlık kaybolur veya
çalınacak olursa, ayrıca onun yerine birisim bedel olarak kesme mükellefiyeti
yoktur. Çünkü bedelini kesmek vadb olanlar hakkında sözkonusudur.
îbn Abbas'tan da şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Bu şekilde tayin ettiği kurbanlık kaybolursa, artık
onun tayini yerine gelmiş olur. Kurban kesmeden önce kurban bayramı günü vefat
eden kimsenin keseceği kurbanbk, hediyelik kurbandan farklı olarak diğer
malları gibi ondan miras alınır.
Ahmed ve Ebû Sevr ise:
Durum ne olursa olsun böyle bir kurbanlık kesilir, demişlerdir. el-Evzaî ise
şöyle demektedir: Böyle bir kurbanlık kesilir. Ancak, üzerinde borç bulunup da
borcu ancak bu kurbanın bedelinden öde-nebilecekse, o takdirde borcunun
ödenmesi için bu kurbanlık satılır. Şayet bu kurbanını kestikten sonra Ölürse,
mirasçıları o kurbanı ondan miras alamazlar Kendisi hayatta İken böyle bir
kurbana uygulayabileceği kurban etinden yemek ve sadaka gibi şeyleri onlar da
yaparlar Fakat, miras olmak üzere onun etini kendi aralarında pay edemezler.
Kesimden önce kurbana isabet eden kusurlar dolayısıyla o kurban sahibinin -yine
hedy kurbanından farklı olarak- bedelini kesmesi icabeder. Mâlikin
görüşlerinden bu sonuçlara varılır. Böyle bir durumda hediye kurbanı gönderen
kimsenin de onun bedelini göndereceği söylenmiş ise de birincisi daha doğrudur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[34]
Yüce Allah'ın:
buyruğundan kasıt, Beyt-i Haram'ı kastedip gelenlerdir. Arapların kastettim
anlamında; şeklindeki sözlerinden alınmıştır. el-A'meş bunu, şeklinde izafet
terkibi olarak okumuştur. Yüce Allah'ın: Avlanmayı helâl saymamak şartıyla
buyruğu gibi.
Buyruğun anlamına
gelince: Sizler, ibadet ve Allah'a yaklaşmak maksadıyla Beyti Haramı kasteden
kâfirleri engellemeyiniz.-Buna binâen şöyle denilmiştir: Bu âyet-i kerimede
yer alan müşriklere dair herhangi bir yasak, yahut gerdanlık suretiyle ona
dair saygı gösterilmesi gereken şeylere saygı göstermek veya Beytullah'ı
kastetmek ile ilgili yasakların tümü, yüce Allah'ın âye-tü's-Seyf (.kılıç
âyeti) diye bilinen şu buyruğu ile nesh olunmuştur: "Müşrikleri nerede
bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5); "Onun için bu yıllarından sonra
artık onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (et-Tevbe, 9/28) Buna göre,
hiçbir müşrike haccetme imkânı verilmez. Haram aylarda o güvenlik altında
olamaz. îsterse hediye kurbanlığı göndersin, gerdanlık taksın ve haccetmeye
kalkışsın. Bu görüş, İbn Abbas'tan rivayet edildiği gibi, ileride de
belirtileceği üzere İbn Zeyd'in de görüşüdür.
Bir kesim de şöyle
demektedir: Âyet-i kerime muhkemdir Nesh olmuş değildir, müslümanlar
hakkındadır. Şanı yüce Allah, müslümanlar arasında kendi Beytini kastedenleri
korkutmayı yasaklamaktadır. Bu yasak ise, gerek haram aylarda gerek onların
dışında kalan zamanlarda umumidir. Şu kadar var ki, ö£el olarak haram ayları
ta'zlm ve faziletlerini vurgulamak için zikretmiştir, Bu görüş ise Atâ'nın
görüşüne uygun düşmektedir. Çünkü onun görüşüne göre buyruğun anlamı (yani
Allah'ın şeâirine saygısızlık etmeyin buyruğunun anlamı) Allah'ın alâmetlerini
helâl kılmayın, demektir. Onun alâmetleri isef emirleri, yasaklan ve insanlara
bildirdiği şeyleridir. İşte bunları çiğnemeyi (saygısızlık etmeyi.) helâl
kılmayın. Bundan dolayı Ebû Mey-sere, bu âyet~i kerime muhkemdir, demiştir.
Mücalıid de der ki: Bu âyet-i kerimeden aGerdanİıklüarat)dan başka bir şey nesh
olmuş değildir. Kişi, harem bölgesindeki ağaç kabuklarından herhangi bîr şeyi
alır, boynuna takardı, bundan dolayı da kimse ona yaklaşmazdı. İşte bu hüküm
nesh olundu.
îbn Cüreyc ise der ki:
Bu âyet-i kerime, hacıların yollarının kesilmesine dair bir yasaklama
getirmektedir.
îbn Zeyd der ki:
Âyet-i kerime, Rasûlullah (sav) henüz Mekke'de iken, Mekke fethi yılı nazil
olmuştur. Müşriklerden bir gurup gelip hac ve umre yapmak istediler.
Müslümanlar, Ey Allah'ın RasûHi dediier, bunlar müşrik kimselerdir. Onlara
baskın yapmaksızın onları bırakmayacağız. Bunun üzerine Kur'ân'dan:
"Beyt-i Haram'ı kastedip gelenlere..." buyruğu nazil oldu.
Yine denildiğine göre
bu buyruğun iniş sebebi, -el-Hutam lakabh- Şureyh b. Dubay'a el-Bekrî'nin
durumudur. Rasûlullah (sav.) umre yaptığı sırada Ra-sûlullah'ın askerleri onu
yakaladı,, bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Daha sonra da -az önce
belirttiğimiz gibi- bu hüküm nesh oldu, burada sözü geçen el-Hutam, Yemamelilerin
İrtidat etmeleri sırasında da hayatta idi ve mürted olarak öldürüldü. Ona dair
rivayet edilen haberlerden birisine göre o, atlılarını Medine'nin dışında
bırakarak Peygamber (sav)'ın yanına gelerek dedi ki; Sen insanları neye
çağırıyorsun? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilah
olmadığına şahidlik etmeye, namazı kumaya ve zekâtı vermeye.ır el-Hutam: Güzel
dedi. Şu kadar var ki, benim danıştığım bir takım kumandanlarım vardır. Onlar
olmaksızın hiçbir işi kestirip atmıyorum. Belki ben de müslüman olur ve onlan
da birlikte getirebilirim. Peygamber (sav) da (onun gelişinden önce) ashabına
şöyle demişti: "Yanınıza bir şeytan dili ile konuşan bir adam
girecek." Daha sonra eİ-Hutam, Hz. Peygam-ber'in yanından çıkıp gidince,
yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: 'Andolsun kî, bir kâfir yüzüyle girdi ve
sözünde durmamayı kararlaştıran bir kişi olarak arkasını dönüp gitti. Bu adam
müslüman bir kimse değildir." Daha sonra Medine dışında otlayan,
müslümanlara ait davarların yanından geçti, onları da önlerine katıp götürdü.
Müslümanlar, onu takip edip yakalamak istedilerse de bunu başaramadılar.[35] O da
şu beyitleri söyleyerek yoluna devam etti:
"Gece onlan
İnaafaız bir gudücU ile sarıp sarmaladı
Bu ne bir deve çobam,
ne de bir koyun çobanıydı
Kasap tezgâhı üzerinde
eti parçalayan kasap da değildi
Uyuyarak geceyi
geçirdi onlar. Fakat uyumadı Hind'in oğlu
Fal okları gibi bir
delikanlı onların sıkıntılarını çekti gece boyunca
İri bacaklı ve enli
ayaklı."
Peygamber (sav) kaza
umresi için Mekke'ye çıktığında, Yemameden gelen hacıların telbiyelerini
işitince şöyle buyurdu: "İşte bu, el-Hutam ve onun arkadaşlarıdır."
Bu sırada da Medine çevresinde otlarken talan ettiği davarlara, gerdanlık
takmış ve Mekke'ye hediye olarak sürmüş idi, Ashab onu ta-kib etmek üzere yola
koyulunca, bu âyet-i kerime nazil oldu. Yani, müşrik olsalar dahi,
işaretlendirilmiş olan hayvanlara karşı saygısızlık etmeyin. Bunu İbn Abbas
rivayet etmiştir.
[36]
Âyetin muhkem olduğu
görüşüne göre yüce Allah'ın: "Allah'ın şeâlrine saygısızlık etmeyin"
buyruğu, hac menasikinin tamamlanmasını gerektirir. Bundan dolayı ilim adamları
şöyle demiştir: Kişi hacca başlayıp sonra onu ifsad edecek olur ise, bacan
bütün işlerini yapması gerekir. Haccı. ifsad olsa dahi bunlardan herhangi bir
şeyi terketmesi caiz -değ ildir. Daha sonra ikinci yıl o haccım kaza eder.
Ebu'1-Leys
es-Semerkandî der ki: Yüce Allah'ın: "Haram olan aya" buyruğu, yine
yüce Allah'ın: "Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa, siz de
onlarla topluca savaşın" (et-Tevbe, 9/36) buyruğu ile nesh olmuştur Yüce
Allah'ın: "Etediye edilen kurbanlıklara ve gerdanbkhlara" buyruğu ise
muhkemdir, nesh olmamıştır, Buna göre hediye olarak gönderdiği kurbanlıklara
gerdanlık koyan ve bununla ihrama girmeye niyet eden herkes ihrama girmiş
olur, artık onun ihrama aykırı işleri yapması caiz olmaz. Buna delil bu âyet-i
kerimedir, O halde bu hükümlerin kimi, kimine atfedilmiş bulunmaktadır.
Bunların kimi nesh olmuştur, kimi de nesh olmamıştır.
[37]
Yüce Allah'ın;
"Rablerinden hem bir lütuf, hem de bir rıza arayarak Bey-t-i Haramı
kastedip gelenlere.. buyruğu ile ilgili olarak, müfessirlerin çoğunluğu şöyle
demiştir: Bunun anlamı, ticarette lütuf ve kârı arayarak, bununla birlikte de
kendi kanaat ve umutlarına göre Allah'ın rızasını anyarak gelenlere...
şeklindedir.
Denildiğine göre,
aralarından ticaret kastıyla gelenler olduğu gibi, hacc ile -buna nail olmasa
dahi- Allah'ın rızasını arayanları da vardı. Araplar arasında ölümden sonra
amellerinin karşılığım göreceğine ve öldükten sonra di-riltileceğine inanan
kimseler de vardı. Bu gibi kimseler için cehennemde azabın bir çeşit
hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir.
İbn Atiyye der ki: Bu
âyet-i kerime, yüce Allah'ın araplann kalplerini ısındırması ve onlara karşı
nazik davranması kabUindendir. Böylelikle ruhları rahatlasın ve insanlar
arasına karışabilsinler. Hac mevsimine katılıp Kur'ân'ı dinlesinler, iman
kalplerine girsin ve onlar açısından olması gereken şekliyle (iman etmelerinin
zaruretini ortaya koyan) deliller ortaya konulsun. Bu âyet-i kerime Mekke'nin
feüıi yılı nazil olmuştur. Allah, hicretin dokuzuncu yılından sonra, Hz. Ebû
Bekir'in haccedip herkese Berae (et-Tevbe) sûresi açıkça okunup ilan
edilmesinden sonra nesh olunmuştur.
[38]
Yüce Allah'ın:
"İhramdan çıktıktan sonra (isterseniz) avlanın1* emri, herkesin icmâı ile
mübahhk bildiren bir emirdir. Daha önce ihram sebebiyle sözkonusu olan yasağı
kaldırmaktadır. Bunu> ilim adamlarının birçoğu böyle nakletmekle birlikte
bu sahih değildir. Aksine, yasaklamadan sonra varid olan "yap" emri,
aslı üzere rücu ifade eder. Bu, Kadı Ebu't-Tayyıb ve diğerlerinin görüşüdür.
Çünkü, vücubu gerektiren şey hâlâ olduğu gibi durmaktadır Bundan önceki
yasakhk ise, mani olmaya elverişli değildir. Buna delil de yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Haram olan aylar çıktı mı, artık o müşrikleri nerede
bulursanız öldürün." (et-Tevbe, 9/5) İşte buradaki "yap" emri
vücup ifade eder. Çünkü bununla kastedilen cihaddır. Mâide süresindeki bu
buyruktan ve buna benzer: "Artık namaz kılındı mı, yeryüzüne dağdın"
(el-Cuma, 62/10) buyruğu ile "İyice temizlendiler mi, o zaman,,, onlara
yaklaşın" (el-Bakara, 2/222) buyruklardan, bunların manalarına ve bu hususta
icmaa bakarak anlaşılan mübahlıktan çıkartılmıştır. Yoksa buradaki emir
sigasından alınmış değildir. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır.
[39]
Yüce Allah'ın:
"Sizi Mescld-i Haram'dan alıkoydular dîye, bîf kavme karşı beslediğiniz
kin, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin" buyruğunda-ki; "Sakın
sürüklemesin" buyruğu, sizi buna itmesin, anlamındadır. Bu açıklama îbn
Abbas ve Katade'den nakledilmiştir. Aynı zamanda el-Kisaî ve Ebu'l-Abbas'ın da
görüşü budur. Bu kelime iki mefule teaddi eder, Sana olan kinim beni bu işi
yapmaya itti, denir. Yani, beni bunu yapacak noktaya kadar götürdü. Şair de
der ki:
"Ebû Uyeyne'yi
-andalun- öyle bir yaraladın ki,
Bundan sonra bu,
Fezâre'lileri kızıp öfkelenmeye mecbur etti."
el-Ahfeş der ki: Bu,
sizi böyle bir iş yapmak zorunda bırakmasın, anlamındadır. Ebû TJbeyde ve
el-Ferrâ der ki: "Sakın sizi... sürüklemesin* buyruğu, bir kavme olan
kininiz sizi, hakkı aşıp banla gitmeye, adaleti bırakıp da zul-me yönelmeye
itmesin, size böyle bir davranış kazandırmasın demektir. Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: "Sana emanet bırakana, sen de emaneti geri ver. Fakat sana
hainlik edene sen hainlik etme."[40]
Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın su buyruğudur: "...
Onun için size kim saldırırsa, sîz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi
karşılık verin-" (el-Bakara, 2/194) Buna dair yeterli açıklamalar daha
önceden (işaret edilen âyetin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır). Filan kişi,
ehlinin cerimesidir Yani, onlara bu işi kazandırıcıdır, şeklinde de kutlanılır.
Buna göre cerime ve cari, kazanan anlamındadır. Filan kişi ciirm etti tabiri de
günah kazandı anlamındadır. Şairin şu beyiti de buradan gelmektedir;
"Bir dağın
tepesinde yiyeceğini kazanmak isteyen (kartal yavrusu) Toparladığı kemiklerinin
yağı (mn aktığını) görür."
İşte binasında aslolan
anlam budur. îbn Faris de der ki: Bu, şekillerinde kullanılır. tabiri ise
mutlaka ve kaçınılmaz manasınadır. Bu kelimenin aslı ise, kazanmak anlamına
gelen (pir)'dendir. Şair der ki;
"Bundan sonra bu
Fezarelilere kızıp öfkelenmeyi kazandırdı. Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Ey Ukl'den ve
yaptıklarından (cinayetlerinden) diğer kabilelere şikâyet eden; Öldürmelerinden
ve sıkıntı ve kederlere boğmalarından ötürü,"
Bir şeyi kesmeyi
anlatmak için de denilir. er-Rummanî Ali b. İsa der ki: Asıl olan da budur.
Çünkü bu keîime, bir şeyi başkasından kesmek dolayısı ile bir şeye itmek,
mecbur etmek anlamındadır. Kişiyi yalnızca kazanmaya ittiği için kazanmak
anlamında da kullanılır. Ayrıca hak etmek anlamında da kullanılır Çünkü bu hak
sebebiyle onun hakkında bir şey kesilip tesbît edilir. el-Halil der ki: Şüphe
yok ki, onlar için ateş vardır" (en-Nahl( 16/62) buyruğu: Andolsun ki,
onlar için azab hak olmuştur, demektir. el-Kisaî der ki: kullanışları aynı
anlamda iki kullanış olup, ikisi de kazanmak anlamım ifade etmektedir.
İbn Mes'ud,
"...sizi... sürüklemesin" anlamındaki buyruğu, "ye" harfini
-üstün yerine- ötreli olarak şeklinde okumuştur- Anlamı da yine aynı şekilde,
size... kazandırmasın, sizi sürüklemesin şeklindedir. Basralılar ise, (hemze'li
kullanılışım kabul etmedikleri için) bu kelimenin ötreli okunuşunu bilmezler.
Onlar sadece şeklinde kullanırlar.
Kin demektir. Bu
kelime, "nûn" harfi üstün ve sakin olarak da okunmuştur. Mastar
olarak; Adama kin duydum, duyanm, şeklinde kullanılır. Bütün bunlar İse,
birisine kin duymak, buğz etmek anlamındadır. Yani, onların sizleri ahkoymaları
sebebiyle bir kavme karşı duyduğunuz kin, sizi haksızlığa sürüklemesin. Size
haksızlık (m günahını) kazandırmasın. Maksat, bir kavme kargı duyduğunuz
kindir. O bakımdan mastar, mefule izafe edilmiştir. (Çünkü âyet-i kerimede
izafet şeklinde olup, kelime kelime anlamı: Bir kavmin kini... şeklindedir).
İbn Zeyd der ki:
Müslümanlar, Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı yıl Bey-tullah'ı ziyaretten
alıkonulunca, umre yapmak isteyen bir takım müşrik kimseler yakınlarından
geçti. Bunun üzerine müslümanlar: Bunların benzerleri bizi Beytullah'a
gitmekten alıkoydukları gibi, biz de bunları alıkoyalım. Bunun üzerine bu
âyet-i kerime nazil oldu.
Yani siz, bunlara
herhangi bir saldırıda bulunmayın ve onlar sizi Mescid-i Ha-ram'dan alıkoydular
diye siz de onların benzerlerini, arkadaşlarını alıkoymayın.
Şeklindeki okuyuş,
onlar sizi alıkoydukları için... anlamında olup, mefulün leh şeklindedir. Ancak
Ebû Amr ve İbn Kesir bunu, şeklinde, hemzeyi esreli olarak (şart cümlesi
halinde) okumuşlardır. Ebû TJbeyd'in tercih ettiği kıraat budur.
el-A'meş'den ise; Sizi
alıkoyarlarsa.... şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Atiyye der ki:
buradaki edat, şart edatıdır. Yani, eğer gelecekte böyle bir işin benzeri
meydana gelirse.,, demek olur. Birinci kıraat ise mana itibariyle daha bir
sağlamdır.
en-Nehhâs der ki:
Bunun şart cümlesi halindeki okunuşuna gelince, ileri gelen nahiv, hadis ve
kıyas alimleri çeşitli sebepler dolayısıyla böyle bir kıraati uygun görmezler.
Bu sebeplerden birisi şudur: Âyet-i kerime Mekke'nin fetih yıh olan sekizinci
yılda nazil olmuştur. Müşrikler ise, hicretin altıncı yılında gerçekleştirilen
Hudeybiye barışı yılında müslümanları alıkoymuşlardı. O halde bu alıkoyma,
âyetin inişinden önce olmuştur. Eğer şart edatı olarak hemze esreli okunacak
olursa, böyle bir alıkoymanın buyruğun nüzulünden sonra olmasından başka türlü
gerçekleşmiş olması düşünülemez. Nitekim: Seninle çarpışacak olursa, filana
hiçbir şey verme demek böyledir. Böyle bir şey ancak gelecekte sözkonusu olur.
Şayet hemzeyi üstün okuyacak olursak, o takdirde bu geçmiş hakkında sözkonusu
olur. Buna göre, kıraatinden başka türlü caiz olmamalıdır. Aynı şekilde eğer bu
hadis sahih olarak varid olmasaydı bile, yine üstün olarak okunması gerekirdi.
Çünkü, yüce Allah'ın: "Allah'ın şeâîrine... saygısızlık etmeyin"
buyruğu, -âyetin sonuna kadar- Mekke'nin müslumanların elinde bulunduğuna delalet
etmekte vç onların ancak Beyt-i Haram'a gelenleri alıkoymaya güç yetirdikleri
bir halde iken böyle bir tutumun kendilerine yasaklandığını ortaya
koymaktadır. İşte bundan dolayı da 'in üstün okunması icabetmek-tedir. Çünkü
bu, geçmiş olan bir durumu anlatmak içindir.
Stei haddi
aşmaya" buyruğu nasb mahallindedir. Çünkü bu, me-futün biİı'tîr. Yani, bir
kavme karşı duyduğunuz kin, sakın sizleri haddi aşmaya, haksızlık yapmaya
itmesin. Ebû Hatim ile Ebû Ubeyd ise Kin kelimesindeki birinci
"nûn"un sakin okunmasını kabul etmezler. Çünkü mastar kelimeler böyle
bir durumda ancak Iıarekelrolarak gelirler. Ancak diğerleri bu konuda onlara
muhalefet etmekte ve şöyle demektedir: Bu kelime mastar değildir. Bilakis
Tembel, kızgın kelimelerinin vezninde ism-i faildir.
[41]
Yüce Allah'ın:
"İyilik ve takva üzere birbirinizle yardımlasın..." buyruğu ile
illgili olarak el-Alıfeş der ki: Bu buyrukların sözün baştarafı İle ilgisi
yoktur. Bu, bütün insanlara iyilik ve takva üzere yardımlaşmaya dair bir emirdir.
Yani, yüce Allah'ın emrettiği hususlar üzere birbirinize yardımcı olunuz ve
birbirinize bunu teşvik edinip bunlar gereğince amei ediniz. Allah'ın yasakladıklarından
da birbirinizi vazgeçiriniz ve uzak tutunuz. Bu da Peygamber (sav)'dan gelen
şu rivayete uygun düşmektedir: "Bir hayrı gösteren, onu işleyen kimse
gibidir."[42] Şerri gösteren de onu
işleyen gibidir, denilmiştir.
Diğer taraftan şöyle
denilmiştir: Birr ve takva aynı anlama gelen iki lafızdır. Farklı lafızlar ile
bu anlamı te'kid etmek ve mübalağa kastıyla tekrarlanmışlardır. Çünkü herbir
"birr (iyilik)" aynı zamanda takvadır, herbir takva da bir birrdir.
İbn Aüyye ise der ki:
Ancak bu açıklamada bir dereceye kadar müsamaha sözkonusudur. Zira, bu iki
lafzın delâletinde bilinen şu ki; birr, vacibi ve mendubu da kapsamına almakla
birlikte, takva, vacib olan şeylere riayeti ihtiva eder Bunlardan biri
ötekisinin yerine kullanılması, kelimenin anlamlarını aşmak suretiyle mümkün
olur.
el-Maverdi ise der ki:
Şanı yüce Allah, iyilik üzere yardımlaşmaya teşvikte bulunup bunu, kendisine
karşı Ukvalı olmakla birlikte zikretmektedir. Çünkü takvada yüce Allah'ın
rızası sözkonusudur. Birr (.iyilik) de ise insanların rızası sözkonusudur. Yüce
Allah'ın rızası ile insanları hoşnut etmeyi bir arada bulunduran kimse ise,
tarn anlamı ile mutlu olur, elde ettiği nimet de umumi bir nimet olur.
îbn Huveyzîmendad
aAkkâm."mda der ki: İyilik ve takva üzere yardımlaşmak çeşitli şekillerde
olur. Alim olan kimsenin, ilmi ile insanlara yardım edip onlara öğretmesi
icabeder. Zengin olan da insanlara malıyla yardımcı olur, Kahraman olan kimse
de Allah yolunda gösterdiği kahramanlıkla yardımcı olur. Ve rnüslümanlar tek
bir el gibi birbirini destekleyen kimseler olmalıdırlar. "Mü'minlerin
kanlan birbirine denktir, Onların en aşağılarda olanları dahi onların
sorumluluklarını yerine getirmeye çalışır, onlar kendilerinin dışında
kalanlara karşı tek bir el gibidirler.[43] "Haksızlık
yapandan yüz çevirmek, ona yardımcı olmayı terk edip içinde bulunduğu durumdan
da onu döndürmek İcabeder.
Daha sonra yüce Allah:
"Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yardımlaşmayla" diye
buyurarak, bize yasaklamada bulunmaktadır. (İsm : günah) işlenen suçlardan
dolayı kişiyi bulan hükümdür. "Haddi aşmak : ud-van" ise insanlara
zulmetmek demektir. Arkasından yüce Allah genel bir ita-de ile yine takvayı
emredip tehditte bulunarak: "Allah'tan korkun, şüphesiz Allah cezası pek
şiddetli olandır" diye buyurmaktadır.
[44]
3- Leş, kan, domuz
eti, Allah'tan başkası adına boğazlananlar, (henüz canlı iken yetişip)
kestikleriniz hariç olmak üzere boğularak, vurularak, yüksek bir yerden
yuvarlanarak, süsülerek (ölmüş olanlar) ve yırtıcı bir hayvan tarafından
yenmiş hayvanlar, dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazJananlar ve faloklarıyla
kısmet aramanız size haram kılındı. Bütün bunlar fisktır. Bugün kâfirler
dininizden ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün
si/iu için dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size
din olarak tslâmı beğenip seçtim. Kim son derece aç ve çaresiz kalır da günaha
meyletmeksizin (bunlardan) yemeye mecbur kalırsa, şüphesiz Allah mağfiret
edendir, merhamet edendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yirmi altı[45]
başlık halinde sunacağız:
[46]
Yüce Allah'ın:
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan-lar... size haram
kılındı" buyruğuna dair açıklamalar daha önce (el-Baka-ra sûresinde 2/173.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[47]
Yüce Allah'ın:
"Boğularak" buyruğu ile boğulmak suretiyle öldürülen hayvan kast
edilmektedir. Boğmak ise, ister bir insan tarafından bu iş yapılması suretiyle
olsun, isterse de ipine dolandığı yahut iki sopa arasında kaldığı veya buna
benzer bir sebeple aldığı nefesinin engellenmesi, tıkanması-dır. Katade'nin
naklettiğine göre, cahiliye dönemi insanları koyun ve başka hayvanları
boğularak ölmelerinden sonra da yiyiyorlardı. İbn Abbas da bunun benzerini
zikretmiştir.
[48]
Yüce Allah'ın;
"Vurularak" buyruğuna gelince, şer ölçülere uygun olarak
kesilmeksizin, ölünceye kadar kendisine bir taş atılan, yahut taş ya da sopa
ile vurulan hayvandır. Bu açıklama şekli İbn Abbas, el-Hasen, Katade, ed-Dahhâk
ve es-Süddî'den nakledilmiştir.
Onu şiddetle vurdu,
vurur, şiddetlice vurulmuş, tabirleri buradan gelmektedir. şiddetlice vurmak
demektir. ise, dövülerek oldukça ağırlaştırılmış, ölüm noktasına getirilmiş
kimse demektir. Ka-tade der ki: Cahiliyye dönemi insanı bu işi yapıyor ve
böylece öldürdüklerini de yiyorlardı.
ed-Dahhâk der ki;
Cahlliyye dönemi insanları, ilahları adına davarları öl-dürünceye kadar tahta
kütüklerle vuruyor ve sonra da onların etlerinden yiyorlardı. Bunduk yayı[49] ile
öldürülenler de bu kabildendir.
el-Ferazdak der kiı
"O, öyle bir
devedir ki, kaldırdığı ayağıyla sütten kesilmiş yavruyu
vurup öldürür. Genç
develere ise memelerinin ön uçlarmdan süt içirir."
Müslim'in Sahih'inde
Adiy b. Hâtem'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasulü ben,
tüysüz okla ava atış ediyor^e isabet ettiriyorum. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Tüysüz okla atış yapıp da okun avı deîip geçerse, ondan yiyebilirsin.
Eğer enine isabet edecek olursa, ondan yeme."[50] Bir
rivayette de: "Çünkü o, vurularak ölmüş (vakîz) bir hayvandır."
Ebû Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Bunduk (yuvarlatılmış taş ve benzeri sert cisimler), Vaş
ve tüysüz ok ile avlanmak hususunda itim adamları, önceki dönemlerde de daha
sonraki dönemlerde de farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ömer'den gelen rivayete
uygun olarak bunun, vurularak Öldürülmüş (vakîz) olduğu kanaatine sahip
olanlar -canlı iken yetişilip kesilenler müstesna-caiz kabul etmezler. Bu,
Mâlik'in, Ebû Hanife'nin ve arkadaşlarının es-Sev-rî ve Şafiî'nin de görüşüdür.
Bu hususta Şam (Suriye) alimleri onlara muhalefet etmişlerdir. el-Evzaî tüysüz
ok hususunda şöyle demiştir Avı delip geçerek öldürülmüş olsun, yahut delip
geçmeksizin öldürülmüş olsun o avı yiyebilirsin. Çünkü, Ebu'd-Derda ile Fedale
b. Ubeyd ve Abdullah b. Ömer ile Mekhul, bunda herhangi bir sakınca
görmüyorlardı. Ebû Ömer (îbn Abdi'l-Berr) der ki: Evet, el-Evzaî bunu böylece
Abdullah b. Ömer'den zikretmiştir. Fakat, Abdullah b. Ömer'in bilinen görüşü,
Mİlik'in Nafi'den, Nafi'in de İbn Ömer'den naklettiği şekildeki görüştür.
Bu hususta asıl delil
ile uygulamaya esas olup kendisine başvuran için delil teşkil eden Adiy b.
Hatim yoluyla gelen hadis-i şeriftir ki, orada şu ifadeler de yer almaktadır;
"Tüysüz okun eniyle isabet ettiği (ve öldürdüğünü ise yeme. Çünkü o,
vurularak öldürülmüştür."[51]
Yüce Alkilin:
"Yüksek bir yerden yuvarlanarak..." anlamına gelen el-mutereddiye,
yukardan aşağı doğru yuvarlanarak ölen hayvan demektir Yuvarlandığı yer ister
bir dağdan aşağı olsun, ister bir kuyuya ve benzer bir yere düşmek şeklinde
olsun, fark etmez.
Bu kelime, helak olmak
anlamına gelen'den mütefa'ile veznindedir. İster kendiliğinden düşmüş olsun,
ister başkası onu yuvarlamış olsun farket-mez. Ok, ava isabet edip de bu av
dağdan yere düşecek olursat bu av yine haram olur, Çünkü o av hayvanının okla
değil de yukardan aşağı yuvarlanmak ve aldığı sadme sonucu ölmüş olması
ihtimali vardır. "Eğer sen avını suda gömülmüş görürsen onu yeme. Çünkü,
onu su mu (boğulma sonucu) öldürdü, yoksa okun mu onunöİürnüne sebep oldu
bilemezsin" hadisi de bu kabildendir. Bunu da Muslini rivayet etmiştir.[52]
Cahiliye dönemi
insanları; yüksekçe yerlerden düşüp ölen hayvanları yer ve cahiliye dönemi,
ancak hastalık ve buna benzer bilinen bir sebep olmaksızın ölen hayvanların
meyte (leş) olduğuna inanırlardı. Bu gibi sebepler ise onlara göre tıpkı bir
kesim gibi idi. Şeriat ise, kesimi ileride açıklanacağı üzere belli bir
niteliğe hasretmiş bulunmaktadır. Bunun dışında kalan bütün şekiller, meyte
(ölü ve leş) olarak değerlendirilmiştir. Bütün bunlar ittifakla kabul olunan
muhkem hükümlerdendir.
Aynı şekilde süsülerek
öldürülen ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanılarak yenilen hayvanların
hükmü de böyledir.
[53]
"Sösülerek"
öldürülen hayvan anlamına gelen "en-Natiha" kelimesi, fail vezninde
olup meful anlamını vermektedir. Bu da bir başkası tarafından tos-lanarak veya
buna benzer bir şekilde vurularak kesilmeden önce Ölen hayvandır. Bazıları
"en-Natîha" kelimesini meful anlamında değil de ismi fail İtoslayan)
anlamında almışlardır. Çünkü, kimi zaman iki koyun (koç) birbiriyle toslaşır
ve sonunda ikisi de ölebilir.
Yüce Allah'ın
buyruğunda; şeklinde ve fail vezninde, sonunda bu "te"nin gelmemesi
gerektiği halde "tenli olarak gelmesine gelince, bilindiği gibi aynı
vezinde kullanılan: Kınalanmış bir el ve yağ sürülmüş bir sakal lafızları da
aynı vezin olmakla birlikte yuvarlak "tew zikredilme mistir. Ancak âyet-i
kerimenin bu kelimesinde yuvarlak "teinin zik-rediliş sebebi şudur: Bu
"te"nin "faîle" vezninin sonundan hazf edilmesi laf-zen
söylenmiş bir mevsufa sıfat olması halindedir.
O bakımdan; Süsülerek öldürülmüş
koyun ve öldürülmüş kadın denilir (ken bu veznin sonunda yer alan
"te" harfleri hazf edilmiştir). Eğer mevsuf zikredilmemiş ise
"te" harfi zikredilerek: Filan oğullarından olup, öldürülmüş kadım
gördüm ve bu koyunlar tarafından süsülerek öldürülmüştür, denilecek olursa,
"te" harf» zikredilir. Eğer, "te" harfi zikredilmeksin;
Filan oğullarından olup öldürülen kişiyi gördüm denilecek olursa, öldürülenin
erkek mi, kadın mı olduğu bilinmem
Bununla birlikte Ebû
Meysere bu kelimeyi; Toslanarak öldürülmüş (anlamında ve isim meful vezninde)
okumuştur.
[54]
"Yırtıcı bir
hayvan tarafından (parçalanarak) yenilmiş (ve ölmüş) hayvanlar" buyruğu
ile yüce Allah, hayvanlar arasından parçalayıcı azı dişi ve tırnağı (pençesi")
olup bunlar tarafından yakalanan (ve parçalanan) hayvanları kastetmektedir.
Aslan, kaplan, tilki, kurt, sırtlan ve buna benzer bütün bu hayvanlar yırtıcı
hayvanlardır.
"Yırtıcı
hayvanlar" anlamına gelen; kelimesi dişi ile ısırmak anlamına gelen; Yden
türemiştir. Yine bu kelime, ayıplamak ve onun hakkında ileri geri konuşmak
anlamında da kullanılır.
İlahî buyrukta hazf
edilmiş kelimeler de vardır. Anlamı şöyledir: Yani, yırtıcı hayvanların
kendisinden bir bölümünü yedikleri,.. Çünkü, hayvanın yediği zaten telef olup
gitmiştir Araplar arasından (yırtıcı hayvan anlamına gelen): adını yalnızca
arslan hakkında kullananlar da vardır.
Araplar, yırtıcı bir
hayvan bir koyunu yakalayıp, daha sonra bu yırtıcı hayvandan o koyun
kurtulacak olursa, o kovunu alır yerlerdi. Bir bölümünü yemiş olsa dahi
kalanım yerlerdi. Bunu da Katade ve başkaları söylemiştir, el-Hasen ile Ebû
Hayve, bu kelimeyi "be" harfini sakin olarak okumuşlardır. Bu da
Necid'İÜerin bir söyleyişidir. Hassan (r.a) da Ebû Lebeb'in oğlu Utbe hakkında
şöyle demiştir:
"Bu yıl ailesinin
yanına kim dönebilir Çünkü yırtıcı hayvanın yediği geri dönemea."
İbn Mes'ud âyet-i
kerimenin bu bölümünü; şeklinde okuduğu gibi, Abdullah b. Abbas; Yırtıcı
hayvardann yedikleri şeklinde okumuştur.
[55]
Yüce Allah'ın:
"(Henüz canlı iken yetişip) kestikleriniz hariç olmak üzere"
anlamındaki buyruğu, ilim adamlarının ve fakahânın cumhurunun görü-Şüne göre
muttasıl bîr istisna olmak üzere nasb mahallindedir. Bu İstisstâ, sözü geçen hayvanlar
arasından hayatta iken yetişilip kesilebilen bütün bu anılanlara racidir.
Bütün bu anılan hayvanlarda, şer'i kesim etkisini gösterir. Çünkü istisnanın
hakkı, daha önce geçen sözlerle alakalı olmasını ve -kabul edilmesi gerekli
bir delil bulunmadıkça- bu istisnanın munkatı' kabul edilmemesini gerektirir.
îbn Uyeyne, Şureyk ve
Cerir; er-Rukeyn b. er-Rabiden, o, Ebû Talha el-Esedîden şöyle dediğini rivayet
ederler: İbn Abbas'a, bir kurdun saldırısına uğrayıp, kurt tarafından karnı
yarılan, bağırsaktan dışarı çıkan, sonra da ölmeden önce yetişip kestiğim
koyunun durumu hakkında soru sordum. Bana dedi ki: Bu şekilde kestiğin koyunu
yiyebilirsin. Ancak, onun dışarı çıkmış bağırsaklarını yeme.
İslıâk b, Ralıaveyh
der ki: Koyunda sünnet olan, İbn Abbas'ın belirttiği şekildedir. Böyle bir
koyunun bağırsakları her ne kadar dışarı çıkmış olsa dahi, henüz hayattadır.
Onun kesim yeri de herhangi bir zarar görmemiştir. Kesim esnasında o hayvanın
canlı olup olmadığına bakılır. Yoksa, aynı durumdaki bir koyunun yaşayıp
yaşamadığına bakılmaz. Hasta olan koyunun da durumu böyledir Yine İslıâk der
ki: Kim buna muhalefet ederse, ashabın cumhuru İle genel olarak ilim
adamlarının uygulamalarına (sünnetine} muhalefet etmiş olur.
Derim ki: İbn Habib de
bu görüştedir. Aynı zamanda bu görüş Maliki mezhebi alimlerinden de
nakledilmiştir İbn Vehb'in görüşü ile Şafiî mezhebinin meşhur olan görüşü de
budur. el-Müzenî der ki: Ben bu hususta Şafiî'nin bir başka görüşünü de
biliyorum. Buna göre, eğer eti yenen hayvan, yırtıcı hayvanın saldırısına,
hayatının devam etmesine imkân olmayacak şekilde uğrayacak veya yuvarlanma
sonucu bu hale gelecek olursa, o hayvan yenilmez.
Aynı zamanda bu,
Medinelîlerin de görüşüdür. Mâlik'İn meşhur olan görüşü de budur.
Abdulvelıhab'ın "et-Thlkîn" adlı eserinde naklettiği görüş bu olduğu
gibi, Zeyd b. Sabit'den de rivayet edilmiştir. Zeyd b- Sabit'in bu görüşte
olduğunu Mâlik, Muvatta'mda zikretmektedir. Kadı İsmail İle Bağdatlı Maliki
mezhebi alimlerinden bir topluluk da bu görüştedir. Bu görüşe göre, âyet-i
kerimedeki bu istisna munkatı'dır. Yani, size bu anılan şeyler haram
kılınmıştır. Fakat kendi kestikleriniz bundan müstesnadır, size haram olmayan
da odur.
Jbnü'l-Arabî der ki:
Bu hususlarda Mâlik'in görüşleri farklı farklı gelmiştir. Ondan sahih bîr
şekilde kesilen hayvanlar dışındakilerin yenilmeyeceğine dair rivayet geldiği
gibi, Muvatta'daki rivayet de şöyledir: Eğer, hayvan nefes alıp vermekte iken
ve kıpırdaması esnasında o hayvanı kesecek olursa, o hayvanı yiyebilir. Bizzat
kendi eliyle yazıp ömrü boyunca her beldeden insanlara karşı okuduğu sahih
görüşü de budur. O bakımdan onun bu görüşünün kabul edilmesi, konu ile ilgili
nadir rivayetlerden daha önce gelmelidir. Birim ilim adamlarımız» hasta hayvan
hakkında mutlak olarak şunu belirtirler; Mezhebin kabul edilen görüşü, böyle
bir hayvanın, eğer onda henüz hayat kalıntısı varsa, Ölümü yaklaşmış olsa dahi
kesiminin caiz olduğudur. Olaya dikkatle ve mantıkî bir şekilde bakılacak
olursa, düşünceler her türlü şüpheden kendisini kurtaracak olursa, şunu sormak
isteriz. Hastalık dolayısıyla geride kalan bir hayat kalıntısı ile, yırtıcı bir
hayvanın saldırısı dolayısıyla kalan hayat kalıntısı arasındaki fark nedir? Bir
bilebilsem.
Ebû Ömer de der ki:
Hayatta kalması umulmayan hasta hayvan hakkında (fukaha) icmâ ile şunu
belirtirler: Böyle bîr hayvanın kesilmesi, eğer kesim esnasında henüz onda
hayat varsa ve zikrettikleri şekilde on ayağını, yahut arka ayağını, ya da
kuyruğunu hareket ettirmek veya buna benzer bir hareket ile onun hayatta olduğu
bilinecek olursa, kesilmesi onun için şer'i bir kesim (tezkiye) dir. Yine icmâ
ite şunu kabul etmişlerdir: Böyle bir hayvan» can çekişirken, hiçbir şekilde
ön ve arka ayağım hareket ettirmiyor ise, bunun için şer'i kesim sözkomısu
değildir. Yüksek yerden düşüp yuvarlanan hayvan ile, âyeti kerimede onunla
birlikte zikredilenlerin de kıyasa göre hükümlerinin böyle olması icabeder.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[56]
Yüce Allah'ın:
"Kestiklerinle" buyruğunda geçen; Kesmek mastarı, arapçada
boğazlamak, kesmek demektir. Bunu Kutrub söylemiştir, İbn Side de
"el-Mukkem" adlı eserinde şöyle demektedir: Araplar "Ceninin
kesilmesi, annesinin kesilmesidir" demektedirler. İbn Atiyye ise der ki:
Hayır, bu bîr hadistir. ise, hayvanı kesti, boğazladı, anlamındadır, Şair'in
şu sözleri de bu kabildendir:
"Onları mızraklar
ve oklar keser"
Derim ki: İbn
Atîyye'nin işaret ettiği hadisi, Dârakutnî, Ebü Said ile Ebû Hureyre'den, Ali
ve Abdullah (b. Mes'ud) dan, Peygamber {sav)'dan şöylece rivayet etmektedir
"Ceninin kesimi annesinin kesimidir."[57]
İlim ehlinin büyük bir
topluluğu da bu görüştedir. Bundan tek istisna, Ebû Hanife'den gelen şöyle
dediğine dair rivayettir: Eğer cenin, annesinin karnından ölü olarak çıkacak
olursa onu yemek helâl olmaz. Çünkü bir canın kesimi, iki can için kesim
olmaz.
Ibnü'İ-Munzir ise
şöyle demektedir: Peygamber (sav)'ın: "Ceninin kesimi annesinin
kesimidir" buyruğunda ceninin anneden ayrı olduğunun bir delili vardır. O,
(Ebû Hanife) ise şöyle der; Hamile olan bir cariye azad edilecek olursa,
ceninin azadı annesinin azadı ile gerçekleşir. Bu ise, ceninin kesiminin
annesinin kesimi ile gerçekleşmiş olmasını kabul etmesini gerektirmektedir.
Çünkü, tek bir kişinin azadının, iki kişinin azadı demek olmasını uygun gördüğüne
göre, tek bir canın kesiminin de iki canın kesimi için sözkonusu olması caiz
olur. Üstelik Peygamber ('sav)'dan gelen haber ile, ashabından gelen
rivayetler ve insanların büyük çoğunluğunun kabul ettikleri görüş, bu konuda
söz söyleyen kimselerin sözüne ihtiyaç bırakmamaktadır. İlim adanılan itinâ
ile şunu kabul etmektedirler: Cenin, annesinin karnından canlı olarak çıkacak
olursa, annesinin kesimi cenin İçin kesim olmaz. Şu kadar var ki, karnında
cenin bulunan annenin tezkiye edilmesi halinde farklı görüşleri vardır. Mâlik
ve bütün arkadaşları der ki: O ceninin kesimi, eğer hilkati tamamlanmış ve
tüyleri bitmiş ise, annesinin kesimi île gerçekleşir. Bu da ceninin Ölü olarak
çıkması yahutta hayattan eser taşıyarak çıkması halinde böyledir. Şu kadar var
ki, hareket eder halde annesinin karnından çıkması halinde kesilmesi de
müstehabtır. Şayet yetişip kesemezlerse yine yenilir. İb-nü'l-Kasım der ki: Bir
koyunu kurban ettim. Onu kesince, bu sefer yavrusu annesinin karnında hareket
etmeye başladı. Bu yavrusu annesinin karnında ölünceye kadar o koyunu
bırakmalarını emrettim. Daha sonra da onlara, emredip koyunun karnını
yardılar, yavruyu karnından çıkarttılar ve onu da kestim, onun da kanı aktı. Çocuklarıma
onu közde pişirmelerini söyledim,
Abdullah b. Kâ'b b.
Mâlik de der ki: Rasûlullah (savYın ashabı derlerdi ki: Ceninin tüyleri bitmiş
İse, onun kesimi annesinin kesimidir.
İbnü'l-Munzir der ki:
Ceninin kesimi annesinin kesimidir deyip de tüyünün bitip bitmediğinden söz
etmeyenlerden birisi de Ali b. Ebi Taİib (r.a) ile Said b. el-Müseyyeb, Şafiî,
Ahmed ve İshak'tır. Kadı Ebu'i-Velid el-Bâci der ki: Peygamber (sav)'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştin "Ceninin kesimi, annesinin kesimidir. Tüyleri bitmiş
olsun veya bitmemiş olsun"[58] Şu
kadar var ki bu, zayıf bir hadistir. Mâlikin mezhebi, konu ile ilgili
görüşlerin sahih olanıdır. İslam diyarının çeşitli bölgelerindeki Fukahâ genel
olarak bu görüştedir.
[59]
Yüce Allah'ın:
"Kestikleriniz... " anlamındaki kelimenin mastarını teşkil eden,'in
sözlükteki asıl anlamı, tamam olmak demektir. Yaşın tamam olması anlamında da
kullanılır. ise, atın bütün dişlerinin çıkıp tamamlanması üzerinden bir sene
geçmesi anlamındadır Bu da atın gücünün kemal noktasına varmasını ifade eder.
Bu fiilin mazi ve muzari şekilleri, şeklinde gelir. Araplar; Dişleri
tamamlanmış ve bunun üzerinden bir yıl geçmiş atların koşusu, yarış koşusudur,
tabirini kullanırlar. "Zekâ" kalbin (kavrayışın) keskinliğini ifade
der. Şair der ki:
"Ona karşı
(düşmanlıkla) birleştikleri vakit onu üstün kılan Onun yaşının tamamlanmış
olması (olgunluğu) ve zekâsıdır."
Zekâ, kavrayış hızı
demektir. Bunun fiilleri ise şeklinde, mastarı da-, diye gelir. ise, ateşin
alevinin kendisiyle artıp beslendiği şey demektir. Savaşı ve ateşi kızıştırdım
anlamında da: tabirleri kullanılır. Güneşin bir ismi de'dır. Çünkü, güneş de
ateş gibi yakıcı bir parlaklığa sahiptir. Sabah da güneşin ışıkları
dolayısıyla aydınlandığı için, diye anılır.
Buna göre
Kestikleriniz"in anlamı, tam anlamıyla kesimine yetişebildiğiniz,
kesimini gerçekleştirebildiğiniz demektir. Bu tabirin boğazlanan hayvan için
kullanılması ise, hoş kokulu olmak, iyi ve güzel olmak, lezzetli olmak
anlamlarından alınmadır. Mesela, Hoş koku tabiri kullanılır. Hayvanın da kanı
akıtılması suretiyle hoş ve temte kılınmış olur. Çünkü, bunun sonucunda çabucak
kurutulabihr. Muhammed b. Ali tr.anhu-ma) yoluyla gelen rivayette ise: Yerin
temizlenmesi onun ku-rumasıdır" dediği nakledilmektedir. Bununla, yerin
necasetten temizlenmesini kastetmektedir. O halde hayvanın kesimi onun için
bir temizlemedir. Ve onun, yenilmesinin mubah kılınması için bir yoldur.
(Muhammed b, Ali) necislikten sonra yerin kurumasını, yerin temizlenmesi olarak
ve orada namaz kılınmasının mubah olması olarak değerlendirmiş ve bu şekildeki
temizlenmeyi de hayvanın boğazlanmak suretiyle temizlenmesi ayarında kabul
etmiştir. Bu, (yerin bu şekilde temizleneceği) Iraklı alimlerin de görüşüdür.
Bu husus, bu şekilde olduğuna
göre, şunu da bil ki tezkiye, şer'î bir terim olarak kanın akıtılması ve
kesilen hayvanlarda şah damarlarının kopartılması, boğazlanmak suretiyle
kesilen hayvanlarda boğazlanmaları (boğazının kesilmesi) buna güç
yetirilemeyenler için de herhangi bir şekilde kanının aksilmesi) buna güç
yetirilemeyenjer için de herhangi bir şekilde kanının akmasını sağlayacak
şekilde yaralanmaları (el-Akr) demektir. Bununla beraber, bunun Allah İçin
yapılması niyetinin ve Allah adının da anılması gerekir. İleride açıklanacağı
üzere.
[60]
İlim adamları, hangi
âlet ile tezkiyenin gerçekleşeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler,
İlim adamlarının çoğunluğunun (cumhurun) kabul ettiği görüşe göre, konu ile
ilgili mutevatiren gelen rivayetlere ve değişik bölgelerin fukahasımn
görüşlerine göre, diş ve kemik dışında şah damarları kopartıp kar» akıtan
herbir şey şer'i kesim aracıdır. Kesim aracı olarak yasak kılınan diş ile
tırnak, yerlerinden kopartılmamış olanlardır. Çünkü, bunlarla kesim yapılacak
olursa, o, kesim değil boğmak ofur.
İbn Abbas da: İşte
boğmak budur, diyerek bu kanaatte olduğunu belirtmiştir. Yerlerinden
kopartılmış diş ve tırnak ise, şah damarları kopartıyor ise, lukahaya göre
bunlarla kesim caiz olur
Bazıları da durum ne
olursa olsun, ister yerlerinden kopartılmış ister kopartılmamış olsun diş,
tırnak ve kemik île kesimi mekruh görmüşlerdir. Bunu mekruh görenler arasında
İbrahim, el-Hasen ve el-Leys b. Sa'd da vardır. Bu görüş, Safirden de rivayet
edilmiştir. Bunların delili ise, Rafı' b. Hadîc yoluyla gelen hadisi şerifin
zahirinin ifadesidir. Rafi1 b. Hadîc dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, yarın bizler
düşmanla karşılaşacağız. Beraberimizde İse bıçak yoktur. -Bir rivayette: -
Peki, kamış (ve benzeri ağaç) kabuklarıyla kesebilir miyiz?"[61]
Malik'in Muvatta'ında
Nafi'den, o, Ensar'dan bir adamdan, o da Muaz b. Sa'd'dan veya Sa'd b. Muaz'dan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kâ'b b. Ma-lik'e ait bir cariye, Sevr
tepesinde Kâ'b'a ait koyunları güdüyordu. Koyunlardan birisi rahatsızlanınca
yetişip onu bir taş ile kesti. Rasûlullah (savVa bu hususta soru sorulunca
şöyle buyurdu: 'Onda bir mahzur yoktur, onu yiyebilirsiniz."[62]
Ebu Davud'un Mu san
nef in de de (Sünen'inde) şöyle denilmektedir: Mer-ve (mermer gibi beyaz ve ucu
keskinleş tiril ip sivri İLe bilen bir taş çeşidi) ile asalarımızdan yardığımız
parçalarla keselim mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Elini çabuk tut ve
kes. Kam akıtan (bir şey ile kesilip) üzerinde de Allah'ın adı anılanı ye. Diş
ile tırnak müstesna. Şimdi ben sana bunları anlatayım. Diş, bir kemiktir.
Tırnak ise Habeşlilerin bıçağıdır. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.[63]
Said b.
el-Müseyyeb'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kamış (ve benzeri sair
ağaç) kabuğu, sopa kabuğu, ince ve keskin taşlar ile kesilenler helal ve
temizdir.
Kamış (ve benzeri
ağaç) kabuğu ile hem küçük baş hayvanlar kesilebilir, hem de deve
boğazlanabilir. Sopa kabukları ile küçükbaş hayvanları kesilebilir. Çünkü bu
kabukların oldukça ince bir tarafı vardır İnce ve keskin taşlar ile de
küçükbaş hayvanları kesebilmekle birlikte deve türü hayvanların boğazlanmasına
imkân yoktur. Şu kadar var ki, develere konulan hurçlara geçirilen kenarları
sivri tahta parçalan ile deve türü hayvanlar boğazlanabilir. Çünkü bu harbe ve
benzerleri gibidir. Ancak bunlarla kesim mümkün olmaz.
[64]
İmam Mâlik ve bir
topluluk der ki: Kesim, ancak boğazın, sağ ve solundaki şah damarların kesimi
île sahih olabilir.
Şafiî ise der ki:
Boğazın ve yemek borusunun koparılması ile kesim sahih olur. Ayrıca şah
damarların kopartılmasına gerek yoktur. Çünkü yiyecek ve içecekler bunlardan
geçer. Bunlar kesildi mi de hayatta kalmak mümkün olmaz. Ölümden maksat da
budur.
Mâlik ve diğerleri
ise, ölümde etin de temizlenmesini sağlayacak şekli nazarı itibara
almışlardır. Böyle bir kesimle lıetal olan -ki o da ettir- damarların
kopartılmasıyla çıkan haram olan şeyden - ki kandır- ayrılmaktadır. Ebü
Hanife'nin görüşü de budur. Rafi' b. Hadîc yoluyla gelen hadisteki: "Kanı
akstan" İfadesi de buna delalet etmektedir.
Bağdatlılar (Bağdatlı
Mâliki mezhebi alimleri), Mâlik'ten dört şeyin kesiminin şart olduğunu
söylediğini nakletmektedirler: Boğaz, sağ ve soldaki iki damar ile yemek
borusu. Bu, Ebu Sevr'in de görüşüdür. (Mâlik'in) meşhur olan görüşü ise, daha
önce geçen görüştür, aynı zamanda o, el-Leysln de görüşüdür
Diğer taraftan
mezhebimizin alimlerinin iki damardan birisi ile boğazın kesilmesi halinde,
bunun şer'î bir kesim olup olmadığı hususunda iki farklı görüşleri vardır.
[65]
İlim adamları icma ile
şunu kabul etmişlerdir: Eğer kesim, boğazda ve gırtlağın altında yapılmış ise,
kesim tamamlanmış olur. Fakat, kesim gırtlağın üst tarafında yapılır ve gırtlak
beden tarafında kalacak olursa bu, şer'î bir kesim olur mu, olmaz mı hususunda
farklı iki görüş vardır;
Mâlik'ten bunun
yenilmeyeceğine dair rivayet gelmiştir. Aynı şekilde hayvanı boynun arka
tarafından kesip, kesilmesi gereken yerleri de tamamlayıp, kam akıtarak
gırtlağım ve iki daman kesecek olsa dahi yine yenilmez.
Şafiî: Yenilir,
demektedir.[66] Çünkü maksat hasıl
olmuştur. (Mâlik'in.) bu görüşü de belli bir asla dayanmaktadır. O da şudur:
Şer'i kesimden kasıt, her ne kadar kanın akıtılması ise de onda bir çeşit
teabbüd vardır. Hz. Peygamber, (küçükbaşların) boğazlarını kesmişs deve ve
benzerlerini de göğsün üstünde, boyun kısmından boğazlamış ve: "Şer'î
kesim ancak (deve dışındaki küçükbaşlarda) boğazda ve (devede) ise, göğsün
üstünde boyun bölgesinde yapılır"[67] diye
buyurarak kesimin yerini açıklayıp nerede yapılacağını tayin etmiş, bunun
faydasını beyan etmek üzere de; "Kam akıtan (şey) ile kesilip üzerinde de
Allah'ın adı anılarak kesilenden ye" diye buyurmuştur.[68]
Bu husus ihmal
edilecek olursa, niyet de olmazsa, herhangi bir şart ve özel bir niteliğe de
riayet edilmezse, bu kesim işinden teabbüd payı ortadan kalkmış olur, bundan
dolayı da böyle bir hayvanın eti yenilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[69]
Kesimi tamamlamadan
önce, elini kaldırsa ve derhal yine kesime devam edip kesimi tamamlayan kimse
hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
Bunun yeterli olduğu
söylendiği gibi, yeterli olmadığı da söylenmiştin Ancak birincisi daha
sahihtir. Çünkü o, önce hayvanı yaralamış, sonra da henüz hayatta iken onu
şer'î usule göre kesmiş olur.
[70]
Halinden razı
olunanlar dışındakilerin kesim yapmamaları müstehabtır. Bununla birlikte,
müslüman veya kitap ehlinden otmak şartıyla kesmeye gücü yetip, bunu sünnete
uygun veçhile gerçekleştirebilen, baliğ olsun olmasın, erkek veya dişi herkesin
kesimi caizdir. Müslümanm kesimi, kitap ehline mensup kişinin kesiminden daha
faziletlidir. Ancak, nüsûk (ibadet için kesilen kurbanlık ve benzeri) ise,
sadece müslüman kesebilir. Nüsûk olan bîr hayvanı (kurbanlığı), kitap ehlinden
birisinin kesmesi hususunda Farklı görüşler vardır. Mezheb (imiz) den
anlaşılana göre bu, caiz değildir. Fakat, Eşheb bunu caiz kabul etmektedir.
[71]
Aslen evcil olup da
yabanileşen bir hayvanın kesimi, ancak evcil hayvan gibi kesilirse caiz olur.
Bu, İmam Mâlik'in, mezhebine mensup fukahânın, Rabia ve el-Leys b. Sa'd'ın
görüşüne göre böyledir.
Kuyuya düşen bir
hayvanın durumu da budur. Ancak boğazında veya göğsünden yukarı boğazlama
yerinde kesim sünnetine uygun olarak kesilirse yenilmesi helal olur.
Bu iki meselede,
Medineli kimi ilim adamı ile bunların dışında kalanlar muhalefet etmişlerdir.
Ancak, konu ile ilgili olarak Rafi' b. Hadîc'in hadisi vardır ki, daha önceden
geçmiş bulunmaktadır Hz. Peygamber'in: "Tırnak da Ha-beşlilerin
bıçağıdır" diye buyurduktan sonra hadisin devamı şöyledir: Biz, baskın
sonucu bir takım deve ve koyunları ele geçirdik. Onlardan bir deve kaçıp
kurtuldu. Adamın birisi de ona bir ok attı ve onun kaçışını önledi,
"Rasû-lullah (sav) şöyle buyurdu: "Şüphesiz bu develerin, tıpkı
yabani hayvanlar gibi yabanileşmeleri ve ürküp kaçışmaları vardır. Bunlardan
herhangi birisi eğer elinizden kurtulacak olursa, ona böylece yapınız. -Bir
rivayette de:- Onu yiyiniz" diye buyurmuştur.
[72]
Ebu Hanife ve Şafiî de
bu görüştedir. Şafiî der ki: Peygamber (sav)1 in böyle bir davranışı tavsiye
etmesi, bunun bir kesim olduğunun delilidir. Şaftı ayrıca, Ebu Dâvud ile
Tirmizî'nin Ebu'l-Uşera'dan, Onun, babasından yaptığı
şu rivayeti de delil
göstermektedir. Babası dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, kesim ancak boğaz ve göğsün
üstünde ve boyun bölgesinde olur değil mi? diye sordu, Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Sen, o hayvanın baldırında dahi yara açacak olursan, bu bile
sana yeter" Yezid b. Harun dedi ki: Bu hadis sahih bir hadistir. Ahmed b.
Hanbel'i bile hayrete düşürmüş ve o bunu Ebu Dâ-vud'dan rivayet etmiş, huzuruna
giren hadis hafızlarına da bunu yazmasını işaret etmiştir. Ebu Dâvud der ki:
Böyle bir şey ancak, yukarıdan aşağıya düşen ile> ürküp kaçan (yabanileşen) hayvan hakkında uygundur.[73]
İbn Habib ise bu
hadisi, aşağıya doğru düşüp yuvarlanan ve ancak kesim yeri dışında ona
yaralayıcı darbe vurulmak suretiyle kesilebilen hayvanlar hakkındadır, diye
yorumlamıştır. Bu ise, Mâlik'ten ve arkadaşlarından tek başına naklettiği bir
görüştür.
Ebu Ömer der ki:
Şafiî'nin görüşü ilim ehlinin abasında daha bir yaygın ve güçlüdür. Yabani
hayvan ne şekilde yenilebilir hale geliyor ise, böyle bir hayvanın da o
şekilde yenilebileceğini belirtmiştir. Buna gerekçe ise, Rafı1 b. Ha-dîc'in
rivayet ettiği hadistir. Aynı zamanda buf İbn Abbas ve İbn Mes'ud'un da
görüşüdür. Kıyas bakımından {bu görüşün doğruluğuna) gelince: Yabani hayvana
güç yetirilecek olursa, o da ancak evcil hayvanın helâl olabileceği şekilde
kesilmesi halinde helâl olur. Çünkü bu yabani hayvan, (.evcil hayvanın kesimi
gibi") kesilebilecek hale gelmiştir. Buna göre kıyasen, evcil bîr hayvan
yabanileşecek, yahut kendisim koruma ve kollama bakımından ya-banileşmiş gibi
bir hale gelecek olur ise, yabani hayvanın helâl olduğu kesim şekli ile helâl
olması gerekir.[74]
Derim ki: İlim
adamlarımız, Raf i' b, Hadic'in hadisi ile ilgili olarak şu sözleriyle cevap
vermektedirler: Peygamber (sav)'ın böyle bir fiile müsaade etmesi, onun
hayvanın kaçışını önlemesiyle ilgilidir. Onun kesim şekliyle ilgili değildir.
Hadisin muktezası da budur, zahiri de bunu ifade eder. Çünkü hadiste:
"Böylece onun kaçışını önledi" denilmekte, okun o hayvanı öldürdüğü
ifade edilmemektedir. Aynı şekilde, bu gibi hayvanlara çoğu hallerde şer'î
usule uygun olarak kesime güç yetirilebilir. Dolayısıyla bunların nadir olanına
riayet edilmez. Bu gibi şeyler av hususunda geçerlidir. Hadis-i şerifteki
ifade, atılan okun o hayvanın kaçışını önlediği açıkça ifade edilmiştir. Bu
hayvan, engellendikten sonra artık sert usule göre kesilebilir hale gelmiş
olur. Dolayısıyla ancak, kesim ya da boğazlama ile helâl olur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır. Ebu'l-Uşerâ yoluyla gelen hadise gelince, Tirmizî onun hakkında
şöyle demiştir: Bu, garip bir hadîstir. Biz bunu ancak Hammad b. Seleme yoluyla
biliyoruz. Ebu'l-Uşerâ'mn babası yoluyla bundan başka rivayet ettiği bir
hadisini de bilmiyoruz Ebu'l-Uşerâ'nın adının ne olduğu hususunda (ilim
adamları) ihtilaf etmişlerdir. Kimisi adının Usame b, Kıhtım'dır derken,
kimisi de adı, Yesar b. Berz -Belz de denilir- olduğunu söylemektedir.
Başkaları da adının Utarid olduğu ve dedesine nisbet edildiğim söylemişlerdir.[75]
O halde bu, senedinde
meçhul bir ravî bulunan bir hadistir ve bu hadis delil olmaya elverişli
değildir, Yezİd b. Harun'un dediği gibi, hadisin sahih olduğu kabul edilse dahi
yine bu hadiste delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü hadisin muktezasi, kesime
güç yetirilen ve yetirilmeyen hayvanların tümü hakkında ve hangi organda
olursa olsun şer'î kesimin caiz olmasını gerektirmektedir. Bu hadisin, kesime
güç yetirilenler ile ilgili olduğunu kimse söyleyemez. Hadisin zahiri kati
olarak murad edilmiş-değildir. Ebu Dâvud ile İbn Habib'in bunu te'villeri ise
ittifakla kabul edilmiş değildir. O halde bu hadiste delil olacak bir taraf
yoktur Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Ömer (İbn
Abdi'l-Berr) der ki: Malik'in delili de şudur: Fukaha icma ile şunu kabul eden
Eğer, evcil olan bir hayvan kaçıp ürkmüyoı ise ancak, kesimine güç
yetirilebilen gibi kesilmelidir. Bundan sonra ise (ilim adamları) ihtilaf
etmişlerdir. O halde onlar ittifak etmedikleri sürece bu hayvanın kesimi de
asıl kesimi neyse Öyle olur. Ancak bu hususta delil olacak bir taraf yoktur.
Çünkü, ilim adamları, kesimine güç yetirilenin durumu hakkında icma
etmiglerdir. Burada mevzubahis olan ise, kesimine güç yetirilemeyen (ürküp
kaçmış, yaban i leş miş) hayvandır.
[76]
Peygamber (sav)'ın şu
buyruğu, konunun tamamlayıcı bir unsurudur: "Muhakkak Allah, ihsanı
(iyilik ve güzelliği) herşeye yazmıştır. O bakımdan, öldürdüğünüz zaman
öldürmenizi güze Ueş tir iniz. Kestiğiniz zaman kesiminizi güzelleştiriniz.
Sizden (kesim yapacak) herhangi bir kimse bıçağını iyice bilesin ve keseceği
hayvanı rahatlatsın." Bu hadîsi Müslim, Şeddad b. Evs'den rivayet etmiştir
Şeddad dedi ki: İki husus vardır ki, ben bunları Ra-sûlullah (sav)'dan
belledim. Rasûlullah şöyle buyurdu: Muhakkak Allah, ihsanı her şeye
yazdı..." deyip hadisi zikretti.
[77]
İlim adamlarımız der
ki: Dört ayaklı davarları kesimde ihsan, onlara güzel ve yumuşak davranmaktır.
Hayvanı şiddetle yere yıkmamalıdır. Bir yerden bîr yere çekerek
sürüklememelidir. Bıçağını bilemeli ve Allah'a yakınlaşmak ile Allah'ın adıyla
onu mubah kılmak niyetini taşımalı, hayvanı kıbleye döndürmeli ve işini
çabucak bitirmeli, iki şalı damarını ve gırtlağını kes-meli, hayvanı rahatlatıp
soğuyuncaya kadar terk etmeli. Allah'ın bu lütfunu itiraf edip bu nimetine
şükretmelidir. Allah dilemiş olsaydı emrimize verdiği bu hayvanlan bize
musallat kılabileceğini, yine bize mubah kıldığı bu hayvanları dilemiş olsaydı
bunları bize haram kılabileceğini düşünerek Onun lütfunu itiraf edip nimetine
şükretmelidir. Rabia dedi ki: Yine bir hayvanı, bir diğerinin gözü Önünde
kesmemek de kesimi güzel yapmanın kapsamına girer. Mâlik'den bunun caiz olduğu
nakledilmiş ise de birincisi daha uygundur.
Öldürmenin güzel
yapılmasına gelince; bu, gerek hayvan kesiminde, gerek kısasta, gerek hadlerin
uygulanmasında ve gerekse diğer hallerde. Hepsinde umumi bir buyruktur. Ebu
Dâvud, İbn Abbas ile Ebu Hureyre'den şöyle dediklerini rivayet etmektedir:
Rasûlullah (sav) şeytan kesimini, yasakladı. İbn İsa hadisinde şunu da eklemektedir:
"Şeytan kesimit boğazlanırken derisi kesilip şah damarları koparılmaksızın
ölünceye kadar böylece terk edilendir.[78]
Yüce Allah'ın:
"Dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlananlar..." buyruğu ile
îgili olarak İbn Faris şöyle demektedir: af... Dikili taşlar," dikine
kondurulup, kendisine ibadet olunan ve kesilen hayvanların kanlarının üzerine
boşaltıldığı bir taştır.
Buna aynı zamanda da
denilir ise, kuyunun ağzı etrafında
destek olmak üzere dikilen taşlardır. Yukarı doğru yükselen toz bulutuna da
denilir. 'ın (dikili taşlar anlamında) çoğul olduğu, tekilinin ise şeklinde
olduğu ve bu bakımdan Eşek, eşekler kelimesine benzediği de söylenmiştir.
Bununla birlikte âyet-i kerimede geçen şeklinin tekil olup, çoğulunun ise
şeklinde geldiği de söylenmiştir. Bu dikili taşlar üçyüz altmış tane idî.
Bu kelimeyi Talha,
"sad" harfini sakin olarak; diye okumuştur. İbn Ömer'den ise bu
kelimeyi, "nun" harfini üstün, "sad* harfini de sakin olarak;
diye okuduğu da rivayet edilmiştir. el-Cahderî ise bu kelimeyi isim şeklinde
Dağ ve deve kelimeleri gibi tekil bir isim olarak okumuştur. Çoğulu ise
şeklinde; Develer, dağlar şeklinde gelir.
Mücahid der ki: Dikili
taşlar, Mekke etrafında üzerlerinde hayvan kestikleri taşlardı, İbn Cüreyc der
ki: Araplar Mekke'de davarlarını keser "ve kanlarını evin ön tarafına
doğru sıçratırlar di. Eti parçalar ve bu taşlar üzerine bırakırlardı. İslam
gelince müslümanlar Peygamber (sav)'a şöyle dediler: Bu gibi davranışlarla
Beyti ta'zim etmeye biz daha bir layıkız. Peygamber (sav) bunu sanki mekruh
görmedi. Bunun üzerine yüce Allah da: "Onların (kurban ların) etleri ve
kanlan Allah'a ulaşmaz..." (el-Hac, 22/37) buyruğunu indirdiği gibi:
"Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar..." buyruğu da na2il oldu.
Yani: Eğer bunlarda niyyet, o dikili taşlan ta'zim ise... Yoksa o taşlar üzerinde
kesmek caiz değildir, anlamında değildir. el-A'şâ der ki:
"Sakin aen o
dikili taştan olana asla ibadet ötme!
Afiyette olmak için
sen yalnız Rabbin olan Allah'a ibadet et."
Âyet-i kerimedeki
Üzerinde edatının "lâm" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani,
dikili taşlar için boğazlananlar... anlamında olur. Kutrub dedi ki: İbn Zeyd
dedi ki: Dikili taşlar üzerine kesilenler ile Allah'tan başkasının adı
anılarak kesilenler aynı şeylerdir. İbn Atiyye der ki: Dikili taşlar üzerinde
kesilenler, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenlerin bir bölümüdür.
Fakat, Allah'tan başkasının adına kesilenler, tür olarak zikredildikten sonra
özellikle bunların anılması ise, bu işin şöhret bulmuş olması, kesildikleri yerin
şerefi ve insanların böyle bir işi ta"zim etmeleridir.
[79]
Yüce Allah'ın:
"Fal o ki arıyla kısmet aramanız..." buyruğu da kendisinden önceki
buyruklara atfedilmiştir, ref mahallindedir. Yani, size bu şekilde kısmet
aramanız da haram kılınmıştır.
Fal okları (el-Eziâm)
denilen şeyler ise, kumar için kullanılan Özel oklardır. Bunun tekili (pJjj
pAi) şeklinde gelir. Şair der ki:
"Fal okları gibi
bir delikanlı onların sıkıntılarını çekti gece boyunca."
Bir diğeri de bunu
çoğul olarak kullanarak şöyle demiştir;
"Eğer Cezimeliler
ileri gelenlerini öldürecek olursa Onların kadınları fal oklarını vururlar
(çekerler)."
Muhammed b. Cerir'in
naklettiğine göre, İbn Veki' kendilerine babasından, o, Şureyk'ten, o, Ebu
Husayn'den o, Said b. Cübeyrden naklederek dedi ki: Fal okları (el-Ezlam),
açtıkları beyaz çakıl taşlan idi. Muhammed b. Cerir dedi kî: Bize Süfyan b.
Veki' dedi ki: Bunlar satranç diye bilinen taşlardır.
Lebid'in:
"Ayakları toprak
üzerinden kayardı."
Şeklindeki ifadelerine
gelince; bu şiiri açıklayanlar der ki: Lebid burada, ezlâm ite yaban öküzünün
tırnaklarını kastetmektedir.
Arapların Ezlâm'ı ise
üç türlü idi:
Bunlardan bir tür,
herkesin kendisi adına edindiği üç oktu. Bunlardan birincisinin üzeride yap,
ikincisinin üzerinde yapma yazılı idL Üçüncüsünde ise hiçbir yazı yoktu, O bu
oklarını beraberinde taşıdığı bir torbaya koyardı, Herhangi bir işi yapmak
istedi mi, elini torbaya daldırır -ki, oklar birbirine benzerlerdi- bu
oklardan birisi çıktı mır çıkan oka göre o işi yapar veya yapmazdı. Şayet
üzerinde hiçbir yazı bulunmayan oku çekecek olursa, tekrar okunu çekerdi. İşte
Peygamber (sav) ile Hz, Ebu Bekir hicret ettikleri sırada onları takibe
koyulan Süraka b. Mâlik b. Cu'şum'un çektiği fal okları bunlardır.
Bu fiile
"istiksûm: kısmet aramak" denilmesinin sebebi, bu fal oklarını çekmek
suretiyle rızık ve istedikleri kısmeti aramak istemelerinden dolayıdır. Nitekim
yağmur dilemek için yapılan duaya "istiskâ" denildiği gibi. Yüce
Al-İah'ınlıaram kıldığı bu İşin bir benzeri de müneccimlerin ("yıldız
falcılarının) söyledikleri: Şu yıldızın doğuşu dolayısıyla çıkma, fakat şu
yıldızın doğuşu dolayısıyla çtk demeleri de bu kabildendir. Nitekim yüce Allah;
"Vfe hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez" (Lukmân, 31/34)
diye buyurmuştur. İleride buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle
yeterince gelecektir.
İkinci tür ise,
Kabe'nin İçinde Hubel'in yanında bulunan yedi tane ok idi. Bunların üzerinde
insanlar arasında meydana gelen çeşitli olaylar yazılı idi.
Bu okun lıer birisi
üzerinde bir yazı vardı. Bunlardan birisi üzerinde diyet ile ilgili hususlarda
"diyet1' yazılı idi. Bir diğerinde "sizdendir", bir başkasında
"sizden başkalarmdandır", bir diğerinde ise "ne sizin İranızda
nesebi vardır, ne de antlaşması vardır" anlamında (mulsak) ifadesi yazılı
idi. Diğerlerinde ise sulara dair hükümler ve başka şeyler yazılı bulunurdu.
İşte Abdulmutta-lib'in çocukları arasında çektiği kur'a bü kabildendi. O,
çocukları on kişi oldukları takdirde birisini kesmeyi adamıştı. Buna dair
meşhur haberi İbn İs-hâk zikretmiştir Yine bu yedi ok, aynı şekilde Kabe'de
Hubel'in yanında olduğu şekilde her bir arap kâhini ve hakimi yanında da
bulunurdu.
Üçüncü türe gelince,
sayıları on tane olan kumar oklarıydı. Bunlardan yedisinin üzerinde çizgiler
bulunurdu. Üç tanesi ise boştu. Bu oklan kumar oynamak, oyalanmak ve oyun
olsun diye çekerlerdi. Aralarında aklı başında olanlar, kışın soğukların
arttığı ve iş yapıp meslek icra etme imkânı bulunmadığı zamanlarda yoksul ve
hiçbir şey bulamayanlarına (bu yolla) yemek yedirme maksadını güderlerdi.
Mücahid der ki; Ezlâm
denilen şey Farslann ve Bizanslıların kumar oynadıkları zarlardır. Süfyan ile
Vekî ise, Ezlâm'dan kasıt satrançtır derler. Bütün bunlarla kısmet aramanın
hepsi, açıklamış olduğumuz gibi, kısmet ve pay arayışıdır. Bu da malın batıl
yollarla yeniliş şekillerindendir ve haramdır. İster güvercin, ister zar, ister
satranç, İsterse de bu oyunların dışında herhangi bir oyun ile oynanan her
türlü kumar, yine Ezlâm hükmünde bir kısmet aramadır ve hepsi haramdır. Ve
bunlar da bir çeşit kâhinliğe soyunmak ve gaybı bilmek iddiasına kalkışmaya
benzer.
İbn Huveyzimendâd der
ki: İşte bundan dolayıdır ki, bizim mezheb alimlerimiz, müneccimlerin (yıldız
falcılarının) beraberlerinde bulunan oklar île bunlara benzer fal açtıktan
parçalar ile, yollarda yaptıkları işleri yasaklamışlardır.
el-Kiya et-Taberî de
der ki: Allah'ın gaybı ilgilendiren hususlarla alakalı olarak bunları
yasaklaşıyının sebebi, hiçbir kimsenin yarın kendisine ne isabet edeceğini
bilememesidir. Bu fal oklarının gaybî şeyleri öğretmekte herhangi bir etkisi
olamaz. Ancak cahillerden kimisi, köleler arasından azad edilecek kimseyi
tesbit etmek üzere kur'a çekmek hususunda Şafiî'nin kanaatinin reddedileceği
sonucunu çıkartmıştır. Halbuki bu cahil kişi bilmez kif Şafiî'nin söylediği,
konu ile ilgili sahih haberlere bina edilmiştir. Ve bu, yasak kılınmış bulunan
ve bundan dolayı da itiraz olunan fal oklarıyla kısmet arama şekillerinden
değildir. Çünkü köle azad etmek şer'î bir hükümdür. Şeriatın davayı ve
düşmanlıklan sona erdirmek, yahut uygun gördüğü herhangi bir maslahat
dolayısıyla azad edilme hükmünü tesbit etmek için kur'a'nın çıkışını bir alamet
olarak tesbit etmesi caizdir. Böyle bir şey ise herhangi bir kimsenin kalkıp:
Şunu yapacak olursan, yahut şunu diyecek olursan bu, gelecekte şu işlerden
herhangi bir işe seni götürür demesine eşit olamaz. Fal oklarının çıkışının,
meydana gelecek herhangi bir iş için bilgi sebebi kabul edilmesi caiz değildir.
Ancak, kur'a'nın, kafi olarak kimin azad edileceğini tesbit edilişine dair bir
alâmet olarak kabul edilmesi caizdir. Böylelikle her iki husus arasındaki fark
açıkça ortaya çıkmaktadır.
[80]
İyiye yormak istemek
bu kabilden değildir. Nitekim Peygamber (sav) Ey Raşid ve Ey Necih (ey1 doğru
yolda olan, ey başarılı olan gibi) isimleri işitmekten hoşlanırdı. Bunu
Tirmizî rivayet etmiş olupf sahih ve garib bir lıadis-tirj demiştir.[81] Hz.
Peygamberin bu şekilde hayra yorulacak şeylerden hoşlanması m n sebebi ise,
hayra yormakla insan nefsiüin rahatlaması, İhtiyacın karşılanıp arzulanan şeyin
elde edileceği müjdesi ile sevinmesi dolayısıyla-dır. Bunun sonucunda kişi,
yüce Allah'tan gelecekler hakkında güzel zan besler. Yüce Allah da (kudsî
hadiste): "Ben, kulumun benim hakkımda zannettiği gibi tecelli
ederim"[82]diye buyurmuştur. Diğer
taraftan Hz. Peygamber, herhangi bir şeyi uğursuz saymaktan hoşlanmazdı. Çünkü
bu, müşriklerin uygulamaları arasında idi. Ve ayrıca kötüye yormak, yüce Allah
hakkında kötü zan beslemeye sebeptir.
el-Hattabi der ki:
İyiye yormak ile uğursuz saymak arasındaki fark şudur: İyiye yormak, yüce Allah
On takdiri) hakkında güzel zan beslemek kabilin-dendir. Uğursuz saymak ise,
O'ndan başka herhangi bir şeye tevekkül edip güvenmek kabil indendir. el-Esmaî
der ki: Ben, İbn Avn'a tefe'ül (iyiye yor-mak)'ın mahiyeti hakkında soru
sordum, o da bana şöyle dedi: İyiye yormak, kişinin hasta iken ey salim,
(.sağlıklı) diye bir söz işitmesi, yahut da kaybettiği bir şeyi ararken ey
vacid (ey aradığını bulan) dîye seslenildiğini işitme-sidir. İşte Tirmizî'nin
rivayet ettiği hadisin anlamı da budur. Müslim'in Sahi-h'lnde Ebu Hureyre'den
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Uğursuzluğa kapılmak diye bir şey yoktur. Bunun en hayırlısı
ise te'l (tefe'ül) hayra yormaktır." Ey Allah'ın Rasûlü fe'l dediğin şey
nedir, diye sorulunca, o da şöyle dedi: "Sizden herhangi birinizin işittiği
güzel sözdür."
[83]
İleride yüce Allah'ın
izniyle bu şekilde uğursuz saymanın anlamına dair açıklamalar gelecektir.
Ebu'd-Derdâ (r.a)'dan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: îlim ilim öğrenmekle elde edilir Hilim
(tahammülkârlık) ise, kişinin kendisini tahammülkârlığa zorlamasıyla elde
edilir. Kim hayrı arayıp bulmak isterse, araştınrsa o hayır ona verilir. Kim
serden sakınmak isterse, o kötülükten korunur Fakat üç kişi vardır ki3 bunlar
yüksek derecelere asla ulaşamazlar: Kâhinlik yapmaya kalkışan, fal oklarıyla
kısmet arayan, yahut da uğursuz sayarak başladığı bir yolculuğundan geri dönen.
[84]
Yüce Allah'ın:
"Bütün bunlar Aşktır'' buyruğu ile, fal oklanyla kısmet aramaya işaret
edilmektedir. Fısk ise, doğru yoldarrçıkış anlamındadır. Buna dair açıklamalar
daha önceden (el-Bakara, 2/27- ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Burada işaretin, sözü
geçen bütün bu haram kılınan şeyleri helâl kabul etmeye raci olduğu da
söylenmiştir. (Meal buna göre yapılmıştır). Bunların her-birisi bir fısktır.
helâl sınırından çıkıp haram sınırına bir geçiştir Bu haramlardan uzak durmak,
akidleri yerine getirmek kapsamı içerisinde yer alır. Çünkü yüce Allah
(sûrenin baş tarafında): "Akidleri yerine getirin" diye buyurmuştur.
[85]
Yüce Allah'ın:
"Bugün kâfirler dininizden ümidterini kestiler" yani, sizin tekrar
kâfirler olarak dinlerine gerisin geri döneceğinizden yana ümitlerini
kestiler.
ed-Dahhâk der ki: Bu
âyet-i kerime Mekke'nin fethedildiği sırada nazil olmuştur. Rasûkillah (sav)
hicretin dokuzuncu yılı, Ramazanın bitimine sekiz gün kala Mekke'yi fethetmiş
ve Mekke'ye girdikten sonra Rasûhıllah (sav)'ın münadisi şöyle seslenmişti:
"Şunu bilin kî, Lâilahe ilallah diyen güvenlik altındadır. Silahını
bırakan güvenlik altındadır, kapısını kapatan güvenlik altı naadır."
Ümitlerini
kestiler" ifadesi, iki türlü kullanılabilir. Birincisi; şeklinde,
ikincisi; şeklinde gelir. Bu açıklamayı en-Nadr b. Şumeyl yapmıştır.
"Artık onlardan
korkmayın. Benden korkun." Yani, onlardan değil de asıl Benden korkun,
Çünkü sizi zafere erdirmeye güç yetiren gerçekten Benim.
[86]
Yüce Allah'ın:
"Bugün sizin İçin dininizi kemale erdlrdiiu" buyruğu ile şuna işaret
edilmekledir: Peygamber (sav) Mekke'de bulunduğu sırada, yalnızca namaz
farizası vardı.
Medine'ye hicret
ettikten sonra yüce Allah, Hz. Peygamber haccedene kadar helâl ve harama dair
hükümlerini indirdi. Hz. Peygamber haccedip din kemale erince, şu: "Bugün
sizin İçin dininizi kemale erdirelim" âyetini -ileride açıklayacağımız
üzre- indirdi. Hadis imamları Târik b. Şihab (ez-Züh-rî)"den şöyle
dediğini rivayet ederler: Yahudilerden bir adam, Ömer (r.a)'ın yanına gelerek
şöyle dedi; Ey müminlerin emiri, Kitabınızda okuduğunuz bir ayeti kerime
vardır, eğer o âyet biz yahudiler topluluğu üzerine indirilmiş olsaydı, o
âyetin indiği günü bayram edinirdik- Hz, Ömer: Bu hangi âyettir diye sorunca,
yahu d i: "Bugün sizin İçin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve size din olarak Eslamı beğenip seçtim" ayetidir.
Hz, Ömer şöyle dedi: Şüphe yok ki ben, bu âyeui kerimenin indirildiği günü de,
indirildiği yeri de çok iyi biliyorum. Bu âyet-i kerime Rasû-luüalı (savVa Cuma
günü Arefe'de nazil olmuştur. Müslim'in lafzı bu şekildedir,[87]
Nesaîde ise "Cuma akşamı" ifadesi vardır.[88]
Bu âyeti kerimenin
Hacc-ı Ekber günü nazil olup» Rasûlullah (sav)'ın bu âyeti okuduğu, bunun
üzerine de Hz. Ömer'in ağladığı rivayet edilmiştir. Rasûlullah (sav) ona:
"Ne diye ağlıyorsun?" diye sorunca, Hz. Ömer şu cevabı verdi: Beni
ağlatan şu ki biz, dinimiz bakımından bir artış içerisinde bulunuyorduk. Bu
dîn artık kemale erdiğine göre, ne kadar kemal bulmuş bir şey varsa mutlaka
eksilmeye koyulur (işte bunun için ağlıyorum). Bunun üzerine Peygamber (sav)
ona: "Doğru söyledin"
[89]
dedi.
Mücahid bu âyet-i
kerimenin, Mekke'nin fethedildiği günü nazil olduğunu rivayet etmektedir.
Derim ki: Birinci
görüş daha sahihtir. Bu âyet-i kerime, Cuma günü nazil olmuştur. Nazil olduğu
gün ise, Rasûlullah (sav) Arefe'de, el-Adbâ diye anılan devesi üzerinde
bulunuyor ikent hicretin onuncu yılında, Veda Haccında Arefe günü ikindiden
sonra nazil olmuştur. Bu buyruk nazil olduğu sırada, buyruğun ağırlığından
dolayı devenin bacakları neredeyse çatlayacaktı. O bakımdan dayanamayıp çöktü.
Teum: gün"
tabiri, günün bir parçası hakkında da kullanılabilir. Nitekim ayın bir bölümü
hakkında da ay tabirinin kullanıldığı gibi. Biz, şu işi şu şu ayda» şu şu
senede yaptık, denilir. Bilindiği gibi yapılan o iş, ayın ya da senenin tümünü
kapsamaz. Bu da gerek arapların dilinde, gerek arap olmayanların dilinde bu
şekilde kullanılır.
Din: Bizim için teşri
buyurduğu şer'î hükümler ile, bizim için öngördüğü yasalardır. Bu şer'î
hükümler bölüm bölüm nazil olmuştur. Bundan en son nazil olan da bu âyet-i
kerimedir. Bundan sonra hüküm ifade eden bir buyruk nazil olmamıştır.
Bu görüş, îbn Abbas ve
es-Süddî'ye aittir. Cumhur ise der ki: Bundan kasıt, farz, helâl ve harama
dair hükümlerin büyük çoğunluğudur. Derler ki: Bundan sonra Kur'ân'ın pek çok
bölümü nazil olmuştur, ayrıca Rİba âyeti de nazil olduğu gibi, Kelâle âyeti ve
buna benzer daha başka âyetler de inmiştir. Bu âyetin nüzulü sırasında kemale
eren dinin büyük bir bölümü ile hacca dair hususlardır. Zira, bu senede
mü'minlerle birlikte herhangi bir müşrik Beytullah'ı tavaf etmediği gibi,
çıplak bir kimse de Beytullah'ı tavaf etmedi. Ve bütün insanlar da Arefe'de
vakfe yaptı.
"Bugün »izin için
dininizi kemale erdirdim" buyruğunun düşmanlarınızı helak ettim, dininizi
diğer bütün dinlere üstün kıldım, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir kimseye
düşmanına karşı yardım olunup, düşmanının za-ran önlenecek olursa
"istediğimiz bizim için tamamlanmış oldu" der.
[90]
Üzerinizdeki nimetimi
tamamladım." Şer'î hükümleri, ahkâmı tamamlamakla size vadettiğim şekilde
İslâm dinini üstün kılmakla bunu gerçekleştirdim, demektir. Zira, Ben daha
önce sizlere: "Tâ ki, size olan nimetimi tamamlayayım..."
(el-Bakara, 2/150) diye buyurmuştum. Bu ise, güvenlik içerisinde huzur ile
Mekke'ye girmek ve buna benzer bu Hanif dinin ihtiva ettiği yüce AUah'ın
rahmeti ile cennete girmeye kadar diğer bütün hususları kapsamaktadır.
[91]
Birisi şöyle diyebilir:
Yüce Allah'ın: "Bugün sizin için dininizi kemale er-dirdim" buyruğu,
dinin bir zamanlar kâmil olmadığının delilidir. Bu ise, daha Önce vefat eden
Muhacir, Ensar, Bedir ve Hudeybiye'de bulunmuş, Rasû-lullah (sav)'a her iti
bey"ati de yapmış, Allah için canlarını feda etmiş kimselerin karşı
kargıya kaldıkları büyük ve türlü mihnetlere rağmen, eksik bir din üzere
ölmelerini; Rasûlullah (sav)'ın da bu durumda İnsanları eksik bir dine davet
etmesini gerektirir. Bilindiği gibi eksiklik de bir kusurdur. Allah'ın dini ise
dosdoğru bir dindir. Nitekim yüce Allah: "Dosdoğru bir dine..."
(el-En'âm, 6/161.) diye buyurmaktadır.
Böyle bir şüpheye şu
şekilde cevap verilebilir: Neye dayanarak her bir eksikliğin bir kusur
olduğunu söylüyorsunuz? Buna dair deliliniz nedir? Ayrıca şunlar da söylenir:
Ayın eksik olması bir kusur mudur? Yolcunun namazının eksik olması o namaz
için bir kusur mudur? Yüce Allah'ın: "Uzun ömürlü birisinin ömrünün
uzatılması da ömrünün eksiltilmedi de ancak bir kitaptadır" (Fâtır, 35/11)
buyruğunda işaret ettiği şekilde, dilediği ömrün eksikliği o ömür için bir
kusur mudur? Alışılmıştan daha eksik olan ay hali günleri, hamilelik
günlerinin eksik oluşu, hırsızlık, yangın veya sel baskını dolayısıyla
sahibini fakir bırakmadığı takdirde malın eksikliği, acaba bir kusur mudur? O
bakımdan senin, yüce Allah'ın ilminde t>ulunan dinin geri kalan bölümlerinin
bildirilmesinden önce sert hükümler açısından dinin bölümlerindeki eksikliğe
karşı gösterdiğin bu tepkir aslında böyle bir tepkiyi gerektiren herhangi bir
kusur veya olumsuz bir yönden dolayı değildir. Yüce Allah'ın: "Bugün
sîzin için dininizi kemale erdirdim[92] buyruğunun
anlamı ile ilgili olarak senin olumsuz gördüğün şey, iki şekilde açıklanabilir:
Birincisi şudur: Ben,
bu dini, benim kaza ve kaderim gereğince, nezdim-de belirlediğim en ileri
noktaya kadar ulaştırmış oldum, anlamı kastedilmiş olabilir. Bu ise, bundan
önceki durumunun ayıplanacak bir eksiklik olmasını gerektirmez. Aksine o
takdirde mukeyyed bir eksiklikle nitelendirilebilir ve buna şöyle denilebilir:
Bu din, o zamanki haliyle yüce Allah nezdinde, kendisine ekleyeceği ve
katacağını bildiği şeylere nisbetle eksikti. Nitekim yüce Allah'ın yüzyıl
yaşatacağı bir kimseye, Allah onun ömrünü tamamlasın denilir. Ancak bundan,
yaşı altmış olduğu sırada ömrünün bir kusur ve bir tutarsızlık anlamında eksik
olmasını gerektirmez. Peygamber (sav) şöyle buyururdu: "Allah, her kimi
altmış yıl yaşatır ise, artık ömür bakımından onun ileri süreceği bir mazereti
kalmamış olur." Ama bu durumdaki kimsenin, mukayyed olmak şartıyla
eksiklik ile nitelendirilmesi ve şöyle denilmesi mümkün olur; Aitmiş yaşında
iken, yüce Allah'ın bilgisine göre, o kişiyi ulaştıracağı ve yaşatacağı
ömürden daha eksik idi. Şanı yüce Allah, öğlen, ikindi ve yatsı namazlarını
(farzlarını) dört rekate ulaştırmıştır. Eğer dört rekâte çıkardıktan sonra:
Allah bunları tamamladı denilecek olursa bu, doğru bir ifade olur. Ancak, bu
namazlar ikişer rekât iken, kusur ve bir ayıp olacak şekilde eksik idiler,
demeyi gerektirmez, Ancak, yüce Allah'ın daha sonra bunlara ekleyeceği ve İlave
edeceği sayıya göre eksik idiler denilecek olursa, o takdirde bu doğru bir
ifade olur, İşte, yüce Allah'ın bu dini ezelî ilminde ulaştıracağım takdir ettiği
son noktaya vardırıncaya kadar peyder pey ger'î hükümlerini indirmesi de
böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bir
başka açıklama şekli de şöyledir Yüce Allah: "Bugün sizin İçin dininizi
kemale erdirdim" buyruğu ile şunu kastetmiş olabilir: O, dinin rükünlerinden
başka herhangi bir rüknün kalmamış olduğu, hacca da onları muvaffak kıldı ve
haccettiler. Böylelikle bütün rükünlerini eda ve farzlarını yerine getirmek
suretiyle dini onlar için tamamlamış ve bütünlemig oldu, Hz. Peygamber de:
"İslam beş esas üzerine bina edilmiştir..."
[93] diye
buyurmuştur. Bundan önce ise şehadet kelimesini getirmişler, namaz kılmışlar,
zekât vermişler, oruç tutmuşlar, cihad etmişler, umre yapmışlardı, ama henüz
haccetmemişler di. İşte o gün Peygamber (sav) ile birlikte haccedince şanı yüce
Allah, onlar Arefe akşamı vakfe yerinde iken: "Bugün sizin için dininizi
kemale erdirdi m, üzerinizdeki nimetimi tamamladım..." buyruğunu indirdi.
Bununla da dinini onlar için vaz edişini tamamlamış olduğunu kastetmektedir.
İşte bunda, Allah'a yapılan bütün itaatlerin bir din, iman ve İslâm olduğuna
dair açık delil vardır.
[94]
Yüce Allah'ım "Ve
size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim" buyruğu, Ben size, din olarak
sizin için ondan razı olduğumu bildirdim, anlamındadır. Şanı yüce Allah, her
zaman için din olarak bizim İslâm'a bağlanmamıza razıdır. Yoksa bu buyruğu
zahirine göre yorumluyarak, razı oluşunun yalnızca o gün için tahsis
edilmesinin bir faydası olmaz.
Din olarak"
kelimesi, temyiz olarak nasb edilmiştir. İkinci meful olarak nasbedilmtş olduğu
da kabul edilebilir.
Buyruğun anlamının
şöyle olduğu da söylenmiştir Eğer, sizler Benim sizin için şeriat olarak
belirlemiş olduğum dine uyacak olursanız, sizden razı olurum. "Ve size din
olarak İstâmı beğenip seçtim" buyruğu ile şunu kastetmiş olması ihtimali
de vardır: Bugün üzerinde bulunduğunuz dininiz İslâm'ı bütün kemati ile, ondan
hiçbir şeyi nesh etmeksizin ve ebediyyen kalıcı olmak üzere
[95] beğenip
seçtim. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bu âyeti kerimede sö2ü
geçen İslâm» yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah nezdindeki din İslâmdır"
(Âli İmran, 3/19) buyruğunda sözü geçen İslamın aynısıdır Yine, Hz. Cebrail'in
Peygamber (sav)'a sorduğu soruyu açıklayan da budur. Bu İslâm ise iman, ameller
ve diğer imanın çeşitli şubeleridir.
[96]
"Kim son derece
aç ve çaresiz kalır da..." buyruğu, her kimin içinde bulunduğu zorunluluk
hali, meyleden ve bu âyet-i kerimede haram kılınmış diğer şeylerden yemeye
mecbur bırakılırsa.,, demektir. Âyet-i kerimede geçen Son derece aç"
kelimesi, açlık ve insanın kamının boş olması demektir. ise, karnın
zayıflaması ve içe çekilmesi anlamındadır.
Erkek için; seklinde,
kadın için de; şeklinde kullanılır. Ayağının iç tarafı fazlaca çukur glanı
nitelemek için de; denilir. Bu kelime açlık hakkında çokça kullanılır.
Şair Ahşâ der ki:
"Siz kış vakti
karınlarınız dolu olarak geceleri geçirirsiniz
Komşu hanımlarınız ise
aç ve karınlan içeri geçmiş olarak geceyi geçirirler."
Yani, açlıktan dolayı
karınlan zayıflamış, içeri geçmiş olarak geceyi geçirirler. Şair Nâbiğa da
zayıflığı bakımından karnının içeri çekilmiş olması hakkında şöyle demektedir:
"Karnı ise boğum
boğumdur; bununla birlikte içeri geçmiş ve yumuşaktır. Boynuna gelince,
bükülemeyen sert meme üzerinde yükselmektedir.'
Hadis-i şerifte de:
Karınları içe geçmiş sırtları nın yükü bakımından ise hafiftirler..."[97]
kelimesi, karnı içeri geçmiş demek olan; 'ın
çoğuludur ki, zayıf demektir. Hz. Peygamber bu hadis-i şerifinde, bu kimselerin
insanların mallarına tenezzül etmeyen tok gözlü kimseler olduklarını haber verinektedir...
Yine: Kuşlar, sabahleyin karınlan boş olarak yuvalarından çıkar giderler,
akşamleyin ise karınları tok ve doymuş olarak geri dönerler"[98]
hadisinde de ("karınlan boş" anlamındaki) bu kelime aynı kökten
gelmektedir.
bir kumaş çeşididir.
el-Esmaî der ki: Bunlar, çeşitli işaretleri bulunan ipek veya yünden yapılmış
elbiselerdir. Siyah renkli olurlar. Eskiden İnsanların giydikleri elbiseler
arasında bunlar da vardı.
Zorunluluk halinin
anlamı ve hükmü ile ilgili açıklamalar daha önce el-Ba-kara sûresinde
(2/172-173. âyetin tefsirinde, 21, 22. başlıklar ve devamında) geçmiş
bulunmaktadır.
[99]
Yüce Allah'ın:
"Günaha meyletmeksizin..."buyruğu? harama meyletmeksizin
anlamındadır. Bu da: "Saldırmamak ve haddi aşmamak..." (el-Ba-kara,
2/173.) anlamındadır. Bunun anlamı ise, (daha önceden işaret edilen âyet-i
kerimenin bölümü açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır, âyeti kerimede geçen;
Meyletmek demektir, Günah ise, haram anlamındadır.
Ömer (r.a)'ın -Ramazan
günü insanların oruçlarını açmasından sonra güneşin görünmesi üzerine-
söylediği: "Biz bu hususta bir günaha meyletmedik" sözü de bu
kabildendir. Biz, bilerek ve kasti olarak bu işi yapmaya yönelmedik,
anlamındadır. Meyletme İşini yapan herkese de; denilir. Âyet-i kerimede geçen
ve "meyleden" anlamına gelen
kelimesini en-Nehaî, Yahya b, Vessâb ve es-Sülemi, elipsiz olarak diye okumuşlardır. Mana itibariyle bu şekil
daha beliğdir. Zira, ay-nül fiilin (fiil kökünün ikinci harfinin ki, burada
"nun" harfidir), şeddeli okunuşu mananın daha mübalağalı, daha ileri
derecede olmasını, hükmünün de daha bir sağlamlığını gerektirir, (âyeti
kerimedeki kipi ile) tefâul vezni ise, sadece bîr şeyin taklid edilmesi ve ona
yaklaşılması anlamını ifade eder. Nitekim Dal eğildi denilecek olursa, dalın
eğilmek suretiyle yakınlaşmış olduğunu ifade eder Buna karşılık; denilecek
olursa, eğilme hükmünün fiilen sabit olduğu anlatılmış olur.
Aynı şekilde Adam
kendisini korumaya çalıştı ile Korudu kipleri de böyle olduğu gibi, Akıllı
olmaya çalıştı ile Hilen akıllandı kipleri de böyledir. Buna göre buyruğun
anlamı şöyle olur: Maksadında bir masiyet İşleme kastını gütmeksizîn... Bu
şekildeki açıklama,
Katade ve Şafiî'ye
aittir.
"Şüphesiz Allah,
mağfiret edendir, merhamet edendir." Yani Allah böyle birisini bağışlar,
ona merhamet buyurur. Burada "Ona" anlamına gelen W hazf edilmiştir.
Sibeveyh de (bu kabilden bazfe örnek olmak üzere) şöyle bir
beyit nakletmektedir:
"Um el-Hiyâr,
artık iddia eder oldu
Aleyhime bir günah
işlediğimi. Halbuki ben onu büsbütün işlemedim."
Şair burada, fiilin
sonunda Onu işlemedim" anlamını verecek şekilde "o" zamirini
hazf etmiş bulunmaktadır Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[100]
4- Senden, kendilerine
neyin helâl kılındığını soruyorlar. De kb "Size bütün İyi ve temiz şeyler
helâl kılındı. Allah'ın size öğrettik-lerî ile alıştırıp Öğrettiğiniz avcı
hayvanların avları da. Artık onların steİn için tutu verdik ler inden yeyin.
Üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'tan korkun. Muhakkak Allah hesabı pek
çabuk görendir."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onsekiz başlık[101]
halinde sunacağız:
[102]
"Senden...
soruyorlar" âyeti kerimesi Adiy b. Hatim, Zeyd b. Muhelhilîn -ki o, Rasûlullah
(sav)ın kendisine "Zeydü'1-Hayr" adını vermiş olduğu
"Zeydü'l-Hayfdır- Peygamber (sav)'a şunu sormaları üzerine nazil olmuştur:
Ey Allah'ın Rasûlü,
biz, köpeklerle ve şahinlerle avcılık yapan bir topluluğuz. Köpekler ise inek,
eşek ve ceylanları yakalamakla birlikte bunlardan kimisini yetişip
kesebiliyoruz, kimisini de köpekler öldürmekte ve biz bunlan yetişip
kesemiyoruz. Allah; meyteyi (leşi) haram kılmış bulunmaktadır. Bizim için helâl
olan nelerdir?. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.[103]
"...Kendilerine
neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki; Size bütün iyi ve temiz şeyler
belftl kılındı" buyruğunda yer alan; Ne" edatı, müb-teda olarak ref
mahal Ündedir. Haberi ise; "Kendilerine neyin helâl kılındığını... * buyruğudur.
Buradaki ise fazladan gelmiştir Bu, anlamında da kabul edilebilir O takdirde
haber: "De ki: e bütün iyi ve temiz Şeyler helâl kılındı" buyruğudur
İyi ve temiz şeyler anlamındaki "et-Tay-yibât" helâl olan şeyler
demektir. Haram olan her şey ise Tayyıb (iyi ve temiz) olamaz. Tayyıb'ın
tanımı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: O, yeyip içenin lezzetini aldığı
ve bu hususta dünyada da ahirette de kendisine zarar vermeyen herşeydir.
Tayyibâftan kastın kesilen hayvanlar olduğu da söylenmiştir. Çünkü, şer'î
kesim ile bu hayvanlar temizlenmiş olur.
[104]
"Alıştırıp
öğrettiğini...." anlamındaki; buyruğu "alıştırıp öğrettiğiniz avcı
hayvanların avlan da" anlamındadır. Buna göre ifadede hazfedilmiş
(avladıkları anlamını veren bir) kelime vardır. Bunun takdiri mutlaka gereklidir.
Eğer bu takdir olmasaydı, helâl olup olmadıkları hakkında sorulan sorunun,
"alıştırıp öğretilen avcı hayvanları" kapsaması gerekirdi. Oysa bu,
kimsenin kabul ettiği bir görüş değildir.
Diğer taraftan yırtıcı
hayvanların etini mubah kabul eden kimseler de bu yırtıcı hayvanların
mübahlığının eğitilmiş olması şartına bağlı olarak tahsis etmemektedir, ileride
bu gibi hayvanların yenilmesi ile igili olarak ilim adamlarının görüşleri yüce Allah'ın
izniyle el-En'âm suresinde (6/145- âyetin tefsirinde) gelecektir,
Kur'ân ahkâmına dair
eser yazmış bazı kimseler, âyet-i kerimenin ifade ettiği mübahhğın, bizim
eğitmiş olduğumuz avcı hayvanları kapsamına aldığına delil teşkil ettiğini de
zikretmektedir. Bu, hem köpeği, hem de diğer yırtıcı ve avlayıa kuşları
kapsamaktadır. Bu da diğer yollarla onlardan yararlanmanın mubah olmasını
gerektirir. Köpeğin ve diğer avlayıcı hayvanların satışının caiz olmasına, -bîr
delil ile tahsis edilen müstesna- diğer çeşitli menfaat şekilleriyle onlardan
yararlanmanın da caiz oluşuna delalet etmektedir. Sözü geçen istisna da
"cevârilı" diye anılan ve avlayıa olan köpek ve diğer yırtıcı
kuşların yenilmesini ihtiva eder. Adiy b. Hatim'in özel isim verdiği beş tane
köpeği vardı. Alıştırmış olduğu bu av köpeklerinin adlan İse, Selheb, GaJ-lâb,
Muhtelifi ve Mütenâis idi. es-Süheylî der kit Beşincisinin adı hususunda şüphe
etmekteyim. Bunun adının Ahtab mı, yoksa Vessab mı olduğu hususunda
mütereddidim.
[105]
Ümmet, eğer köpek
siyah renkli olmayıp, müslüman tarafından eğitilmiş, ava salındığı zaman giden,
çağırıldığı zaman gelen, avı ele geçirmesinden sonra uzaklaşması istenince
uzaklaşan, avını yaralamak yahut da dişini ona geçirmekle birlikte yakaladığı
avdan yemeyen bir köpek ile müslüman avlanacak ve o avcı köpeği salması
esnasında Allah'ın adını anacak olursa, böyle bir köpeğin avının sahih olup
yenileceğini hilafsız olarak İcma ile kabul etmiştir.
Bu şartlardan birisi
bulunmayacak olursa, görüş ayrılıkları sözkonusu olur. Şayet avlanmada
kullanılan sırtlan ve benzeri köpek dışında bir hayvan, yahut da doğan, şahin
ve benzeri kuşlar olursa, ümmetin cumhuru eğitilmelerinden sbnra avladıkları
bütün avların yenileceği görüşündedir. Böyle bir avlayıcı hayvan, (âyet-i
kerimede nitelendirilen şekliyle) cârin (yani kâsib, kazama) dır. Çünkü, bir
kimse bir şey kazanacak olursa, aynı kökten gelen: tabirleri kullanılır. (Organ
anlamına gelen) el-Câriha da buradan gelmektedir. Çünkü, onun vasıtası ile
birşeyîeı kazanılır. "( Kötülüklerin kazanılması" tabiri de buradan
gelmektedir.
Şair el-A'şâ der ki:
"(Benim
hicvettiğim kimsenin sözleri) boşa gider, hederdir. (Buna karşılık benim
hicvim) oldukça etki
bırakan bir dağlamayı andırır.
(Onların hicivleri
benimkine denk almadığı için) hiciv İle Mt şeyler kazanana
kendi işlediklerini
hatırlatır."
Âyet-i kerimede
de:" Gündüzün de ne kazandığınızı bilir.,." (eî-En'âm, 6/60) diye
buyurulmaktadır. Bir başka yerde de:
Yoksa kötülükleri
kazananlar...mı sanırlar?" (el-Câsiye, 45/21.) diye buyurulmaktadır.
[106]
Yüce Allah'ın:
"Alıştırıp öğrettiğiniz" buyruğunun anlamı: Alıştırıp Öğreten
kimseler demektir. Eğiten ve tedip eden kimse anlamındadır. Bunun: Tıpkı,
köpeklerin alıştınldığı gibi, avlanmak hususunda ısrar edenler olarak anlamında
olduğu da söylenmiştir. er-Rummânî der ki: Her iki anlamın da kastedilmesi
ihtimali vardır.
Alıştırıp
öğrettiğiniz' kelimesinde, kelimenin kökü, (köpek anlamına gelen kelb'den
geldiği için) yalnızca köpeklerin avladıklarının mubah olduklarına dair delil
yoktur. Çünkü bu kelime, "mü'minler" demesi gibidir Her ne kadar;
yalnızca köpeklerin avladıkları mubahtır, diyenler buna yapışmış iseler de yine
onların görüşlerine delil olacak bir taraf yoktur. İbnü'l-Münzir'in
naklettiğine göre, İbn Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Doğan ve
benzeri avcılıkta kullanılan kuşların yakala di klanna gelince; bunların
yakaladıklarını ölmeden önce yetişecek ve kesebilecek olursan onu kes, onu
yemek senin için helâldir. Aksi takdirde ondan yeme. İb-nü'1-Münzİr der ki: Ebu
Cafer'e doğan kuşu ile avlanmanın helâl olup olmadığı soruldu o, hayır yetişip
de onu kesmen müstesna diye cevap verdi.
ed-Dahhâk ile
es-Süddî: "Allah'ın size öğrettikleri ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı
hayvanların avları da" buyruğunun, köpekler hakkında hususi olduğunu
söylemişlerdir. Eğer köpek, simsiyah ise, Hasan (el-Basrî), Katade ve en-Nehaî
onunla avlanmaya mekruh görmüşlerdir. Ahmed ise der ki: Köpeğin simsiyah
olması halinde avcılıkta kullanılmasına ruhsat veren kimse olduğunu
bilmiyorum. İshâk b. Rahaveylı de bu görüştedir.
Medine ile Kûfe'deki
ilim ehlinin geneli ise, eğitilmiş herbir köpek ile avlanmanın caiz olduğu
görüşündedirler. Siyah köpekle avlanmayı uygun görmeyenler, buna gerekçe
olarak Hz. Peygamber'in: "Siyah köpek bir şeytandır" hadisi
dolayısıyla bu görüşe varmışlardır. Bu hadisi, Müslim rivayet etmiştir.
[107]
Cumhur
ise, âyetin umum ifade ettiğini delil gösterdiği gibi, doğan kuşu İle
aylanmanın caiz oluşu hususunda da âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak
zikredilenleri ve Tirmizî'nin Adiy b. Hatim'den rivayet ettiği şu hadisi delil
gösterirler. Adiy b. Hatim dedi ki: Rasûlullah (sav)'a doğan kuşu ile avlanma
hususunda soru sordum, şöyle buyurdu: "Senin için yakaladığından yiyebilirsin."
[108]
Hadisin isnadında
Mücalid vardır. Ve bu hadis ancak Mücalid yoluyla bilinmektedir. Mücalid zayıf
bir ravidîr.[109]
Ayrıca konu ile ilgili
manayı da delil göstermişlerdir. O da şudur: Avcılıkta köpekten beklenen
herbîr şey, mesela parstan da beklenir. Bu konuda (hükme) etkileyici bir
özelliği bulunmayan hususlar dışında aralarında hiçbir fark yoktur. İşte,
asılda bulunan manaya yapılan kıyas da budur. Kılıcın kamaya, cariyenin de
köleye kıyas edilmesi gibi. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
[110]
Bu husus anlaşıldığına
göre, şunu bilmelisin ki, avalanacak kimsenin hayvanını gönderdiğinde, hayvanın
şerl kesimini ve onu yemenin mubah oluşunu kastetmesi gerekmektedir. Bu
hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sav) söyle buyurmuştur:
"Köpeğini salarken tavının üzerine) Allah'ın adını andığın takdirde (o
avdan) yiyebilirsin."[111] Bu
ise, hem niyet etmeyi hem de Allah'ın adını anmayı (Bismillah demeyi)
gerektirmektedir. Bununla birlikte eğer hoşça vakit geçirmeyi kastedecek
olursan, Mâlik bu avdan yemeyi mekruh kabul etmekle birlikte İbn Abdülhakem
bunu caiz görmüştür. el-Leys'in şu sözünün zahirinden anlaşılan da odur:
"Ben, bundan daha çok -ki» avlanmayı kastediyor- batıla benzeyen bir hak
görmüş değilim."
Şayet hayvanı şer'î
usule göre kesmek niyetini taşımaksızın bu işi yapacak olursa, o takdirde (o
avladığı hayvan eti) haram olur. Çünkü bu, herhangi bir menfeat sağlamaksızm
bir hayvanı telef etmek ve fesat yapmak kabilinden-dir. Rasûlullalı (sav) ise,
yeme kastı dışında hayvanın öldürülmesini yasaklamıştır. İHm adamlarının
cumhuru ise, hayvanı salması esnasında sözlü olarak Allah'ın adını anmanın
(Besmele çekmenin) mutlaka gerekli olduğu görüşündedir. Çünkü Hz. Peygamber:
"Allah'ın adım andığın takdirde* diye buyurmuştur. Eğer herhangi bir
şekilde besmele çekilmezse, o takdirde av-tamlan hayvan yenilemez. Zahirî
mezhebi mensupları ile hadis ehlinden bir topluluğun görüşü budur. Bizim mezheb
alimlerinden -ve onlann dışında- bir topluluğun görüşüne göre ise, kasti olarak
besmeleyi terk etmesi halinde müs-lümanın avladığı ve kestiği hayvanın
yenilmesinin caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Onlar, bu hususta besmele çekme
emrinin mendupluk ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Mâlik ise, meşhur olan
görüşüne göre, besmele çekmeyi kasten terketmek ile yanıtarak terketmek
arasında fark olduğu kanaatindedir ve şöyle demektedir: Besmele çekmek kasten
terkedilecek olursa yenilmez, yarularak terkedilirse yenilir. İslam aleminin
değişik bölgelerindeki fukahanın görüşü de budur. Şafiî'nin iki görüşünden
birisi de budur. Bu mesele, yüce Allah'ın izniyle el-En'âm sûresinde (6/121.
âyetin tefsirinde) gelecektir.
Diğer taraftan köpeğin
salınması esnasında, dizgininin avcının elinde bulunup, avcının eliyle
gönderilmesi de kaçınılmazdır. Avcı onu serbest bırakacak, avın üzerine
gitmesi için onu kışkırtacak ve köpek de onun üzerine gidecektir. Yahut da
avlayıcı hayvan, avı görmekle birlikte, yerinde hareketsiz durmalı, avcının
kışkırtması ile olmaksızın yerinden hareket etmemelidir. Bu ise, avlayıcı
hayvanın dizginlerinin avcının elinde bulunup» onu avın üzerine salarak
serbest bırakması durumuna benzemektedir. Konu ile ilgili iki görüşten birisine
göre bu böyledir.
Şayet
avlayıcı hayvan avcının göndermesi ve kışkırtması sözkonusu olmaksızın
kendiliğinden gidecek olursa cumhura, Mâlik'e, Şafiî'ye, Ebu Sevr'e ve rey
ashabına göre avı caiz değildir, yenilmesi de helâl olmaz. Çünkü, böyle bir
durumda avcı hayvan salınmaksızın kendisi için avlamış ve kendi adına
yakalamış olur. Bu hususta avcının herhangi bir katkısı da yoktur. Dolayısıyla
o avlayıcı hayvanın gönderilmesi avcıya nisbet edilemez. Çünkü Hz, Peygamberin:
"Eğitilmiş köpeğini saldığın takdirde."
[112] ifadesi buna uymamaktadır. Ata b. Ebi Rebah
ile el-Evzaî ise, avlanmak kastı ile onu dışarı çıkartmış olması halinde,
hayvanın avladığının yenileceğini söylemişlerdir.
[113]
Cumhur, "alıştırıp
öğrettiğiniz" anlamına gelen; kelimesini "ayn ve lâm" harfini
üstün olarak okumuşlardır. İbn Abbas, ve Muhammed b. el-Hanefıyye ise, bu
kelimeyi "ayn" harfini ötreli, "lâm" harfini de esreli okumuşlardır.
Yani: Avlayıcı hayvanlar ile onlarla avlanmaya dair size Allah tarafından
öğretilenler ile.,, demek olur.
el-Cevârfli:
Kazananlar, kazamcılar anlamındadır. İnsan azalarına bu adın veriliş sebebi
ise, bunların (iyilik ya da kötülük.) kazanmaları ve tasarrufta buIlınmaları
dolayısıyla dır. Bunlara bü adın veriliş sebebinin, bunların (yaralamak
anlamına gelen cerhten geldiği nazarı itibara alınarak) yaralayıp kan akıtmaları
olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu kelime, yaralamak anlamına gelen
(el-Cirâh)'dan gelmiş olması gerekir ki, bu zayıf bir görüştür. Dil bilginleri
de bundan farklı bir kanaate sahiptirler. Ayrıca İbnü'l-Münzir bu görü-şü bir
gurup kimseden de nakletmiştir
"Alıştırıcdar"
kelimesini cumhur, "kef" harfini üstün, "lam" harfini de
şeddeli olarak okumuşlardır, "el-Mukellib" ise, köpek eğiticisi ve onları
avlanmaya alıştıran kimse demektir. Köpekten başkasını eğitenlere de aynı
şekilde "Mükellib" denilir. Çünkü o da eğittiği o hayvanı nihayet
köpeğe benzetmektedir. Bunu kimi dil bilginleri nakletmistir. Avcının kendisine
de "Mükellib" denilin Buna göre, âyet-i kerimedeki bu kelimenin
anlamı "avla-yıalar olarak" şeklinde olur. Mükellib'in, köpeklerin
sahibi anlamına geldiği de söylenmiştir.
el-Hasen ise bu
kelimeyi, "keP harfini sakin, "lâm" harfini de şeddesiz olarak
diye okumuştur. Bunun anlamı ise, köpeklere sahip olanlar şeklindedir. Nitekim,
davarları çoğalan kimse hakkında; denildiği gibi, köpekleri çok olan kimse
hakkında da; denilir. el-Esmaî ise (Nâbiğa'ya ait) şu beyiti nakletmektedir:
Her bir delikanlının
davarları çoğalır, büyük servet sabibi olsa dahi Mutlaka onu ölüm dünyadan
çekip alacaktır,"[114]
Allah'ın size
öğrettikleri ile alıştırıp öğrettiğiniz. buyruğundaki zamirin müennes olarak
gelmesinin sebebi "el-Cevârih" kelimesinin lafzına riâyet etmek
içindir. Çünkü bu da "cârilıa* kelimesinin çoğuludur.
Öğretmek hususunda şu
iki şartın arandığında ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur: Avcı
hayvana emir verildiği vakit emre riâyet etmeli (gönderildiğinde gitmeli) ve
geri çağırılması halinde de geri gelmelidir.
Köpeklerle onların
hükmünde bulunan diğer vahşi ve yırtıcı hayvanlarda bu iki şartın arandığında
görüş ayrılığı olmamakla birlikte, avcılıkta kullanılan kuşlar hususunda ise
görüş ayrılığı vardır. Meşhur olan, cumhurun kuşlarda da bunları şart
gördüğüdür îbn Habibın naklettiğine göre, kuşlarda çağırıldığında geri
gelmeleri şart değildir. Çünkü, çoğunlukla bu, kuşlarda mümkün olmaz. O
bakımdan, kuşlara emir verildiğinde itaat etmeleri yeterlidir.
Rabia der ki;
Çağrıldığı vakit, çağrıya uyan hayvanlar, eğitilmiş avcı hayvandır. Çünkü,
hayvanların çoğu, tabiatı dolayısı ile gönderildiği vakit gider.
Şafiî ile ilim
adamlarının çoğunluğu (cumhur), eğitilmiş olmakta avcı hayvanın sahibi adına
yakalamasını da şart koşmuşlardır. Ancak, kendisinden nakledilen meşhur
görüşünde Mâlik bu şartı öngörmemiştir Şafiî der ki: Öğretilmiş olan avcı
hayvan, sahibi tarafından gönderildiği vakit giden, geri dönmesi için
çağırdığı vakit sahibine geri dönen, avı sahibi adına yakalayan ve ondan bir
şey yemeyendir. Avcı hayvan bunu defalarca tekrarladığı takdirde ve bu işi
bilen ehil kimseler, artık bu hayvan eğitilmiş oldu diyecek olurlarsa, o
taktirde o hayvan eğitilip öğretilmiş hayvan olur.
Yine Şafiî'lerle
Kulelilerden nakledildiğine göre, sahndığı vakit giden, avı yakaladığı vakit
ona dokunmayan ve bunu ardı ardına defalarca yapan hayvanın üçüncü defa bu
şekilde av yakalaması halinde avı yenilir.
İlim adamlarından,
bunu üç defa yaparsa dördüncüsünde avladığı yenilir diyenler de vardır. Yine
aralarında; Bunu, bir defa yapacak olursa, o hayvan alıştırılıp öğretilmiş olur
ve ikincisinde de o hayvanın avladığı yenilir, diyenler de vardır.
[115]
Yüce Allah'ın;
"Artık onların sizin İçin tutuverdiklerindeu yiyin" buyruğu, sizin
adınıza yakaladıklarından ve ilişmediklerinden yiyin demektir.
İlim adamları, bu
buyruğun te'vili (anlamı) hususunda farklı görüşlere sahiptirler,
İbn Abbas, Ebu
Hureyre, Nehaî, Katade, İbn Cübeyr, Ata b. Ebi Rebah, îk-rime, Şafiî, Ahmed,
İshak, Ebu Sevr, en-Numan (Ebu Hanife) ve mezhebine mensup ilim adamları derler
ki: Buyruk, ondan yemeyecek olursa, anlamındadır Eğer avdan yiyecek olursa,
geri kalanı yenilmez. Çünkü bu durumda o, Kendisi için yakalamış, sahibi adına
yakalamamış olur. Ebu Hanife ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre pars da
köpek gibidir. Şu kadar var ki, kuşlarda bunu şart konmamışlardır. Aksine
kuşların yediklerinden arta kalan yenilir.
Sa'd b. Ebi Vakkas,
Abdullah b. Ömer, Selman-ı Farisî ve yine Ebu Hurey-re ise şöyle demektedirler:
Bu, ondan yemiş olsa dahi anlamındadır. Eğer avcı hayvan, -köpek, pars ya da
kuş olsun- avdan yiyecek olursa, avın geri kalanı -geriye bir parçacık kalmış
olsa dahi- yenilir. Bu, Mâlikin ve mezhebint mensup bütün ilim adamlarının da
görüşüdür. Aynı zamanda bu, Şafiî'nin ikinci görüşüdür. Kıyas da bunu
gerektirir.
Konu ile ilgili olarak
zikrettiğimiz bu anlamlarda iki tane hadis vardır. Birincisi, Adîy b. Hatim'in
rivayet ettiği, alıştırılmış köpeğe dair hadiste geçen şu ifadelerdir:
"Eğer (avdan) yiyecek olursa, sen (kalanı) yeme. Çünkü bu durumda o
kendisi İçin avlamış olur." Hadisi Müslim rivayet etmiştir.[116]
İkincisi ise, Ebu
Salebe el-Huşeni yoluyla gelen hadistir. Ebu Salebe dedi ki: Rasûlullah (sav)
köpek avı hakkında şöyle buyurdu: "Köpeğini salarken üzerine Allah'ın
adını andığın takdirde sen (o avdan) ye. Köpeğin ondan yemiş olsa dahi. Sağ
elinin sana kazandırdığından ye." Bunu, Ebu Dâ-vud rivayet etmiştir.[117] Bu,
Adiy'den de rivayet edilmiş ise de sahih değildir. Adiy'den gelen sahih
rivayet, Müslim'in rivayet ettiği hadistir.
Konu ile ilgili iki
rivayet arasında tearuz olduğundan dolayı, bizim mez-heb alimlerimizden ve
onların dışında olanlardan kimisi, bu iki hadisin arasını bulma yoluna
gitmiştir. O bakımdan, yasaklamayı ihtiva eden hadisi, tenzihi kerahete ve
veralı davranmaya, bunu mubah kılan hadisi de cevaza ait olarak kabul etmiş ve
şöyle demişlerdir: Adiy zengin birisi idi. O bakımdan Peygamber (sav) ona
veralı ha ket etmek suretiyle yememesi şeklinde fetva verirken, muhtaç bir
kimse olan Ebû Sa'lebe'ye yemesi hususunda cevazı belirterek fetva vermiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Bu te'vilin
doğruluğuna hz. Peygamber'in Adiy hadisinde kullandığı şu ifade de delâlet
etmektedir: "Çünkü gerçekten ben, o takdirde (o avcı hayvanın) kendisi
adına yakalamış olacağından korkarım." İşte bizim ilim adamlarımızın
tevili budur. Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) "el-İstizkâr" adlı eserinde
der ki: Adiy yoluyla gelen bu hadis ile Ebu Sa'lebe hadisi tearuz halindedir,
Zahir görülen o ki, Ebu Sa'lebe hadisinin onu nesli ettiğidir. Çünkü Hz.
Pey-gambere: Ey Allah'ın Rasûlü> ondan yemiş olsa dahi diye sorup, Hz.
Peygamber'in: "Ondan yemiş olsa dahi" demesi bunu göstermektedir.
Derim ki; Ancak bu,
nesh iddiası su götürür. Çünkü bunun tarihini bilemiyoruz. Bu durumda iki
hadisin telifi ise, -hadislerin varid oldukları tarih bilinmediği sürece- daha
uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allahur.
Şafiî mezhebinin
alimlerine gelince, onlar da şöyle demektedir: Eğer avlanılan hayvandan
köpeğin yemesi, aşın açlığı dolayısı ile ise, o av hayvanı yenilir, aksi
takdirde yenilmez. Çünkü o takdirde bu, onun kötü eğitilmesinin bir
neticesidir. Seleften bir topluluğun da bu hususta ayırım gözettiğine dair
rivayetler vardır. Buna göre köpek ile parsın avlayıp kendisinden yediklerinin
yenilmeyeceğini, buna karşılık doğan'ın kendisinden yediği avın yenilmesinin
caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş en-Nehaî, es-Sevrî, rey ashabı ve Hammad
b. Süleyman'ın görüşüdür. İbn Abbas'tan da nakledilmiştir. Bunlar derler ki:
Çünkü köpek ile parsın dövülmesi ve bundan dolayı azarlanmaları mümkündür.
Kuşa böyle bir uygulamanın imkânı yoktur. Kuşun öğretilmiş olmasının sınırı ise
çağırıldığında geri gelmesi, salındıgında da gitmesidir. Kuşun eğitiminde
bundan daha ilerisine imkân yoktur, onu vurmak ise ona eziyettir.
[118]
İlim adamlarının
cumhuruna göre, eğitilmiş hayvan av hayvanının kanından içecek olursa avı
yenilir. Ata der ki: Kam içmek, av hayvanını yemek değildir. Bununla birlikte
eş-Şa'bî ile Süfyan-ı Sevrî böyle bir av hayvanım yemeyi mekruh görmüşlerdir.
Ancak avın mubah oluş sebebinin eğitilmiş av hayvanının avı yaralayıp kanını
akıtması olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu yaralamanın muhakkak
olarak gerçekleştiğinden emin olunması, bunda herhangi bir şüphenin olmaması
gerekir. Şüphe bulunması halinde ise av hayvanının yenilmesi caiz olmaz. Bunu,
ayrı bir başlıkta ele alalım:
[119]
Avcı, kendi köpeği ile
beraber bir başka köpeği de bulacak olur ise diğer köpeğin bir başka avcı
tarafından gönderilmemiş olduğu kabul edilir. Bu ikinci köpeğin kendi tabiatı
gereği ve kendiliğinden gönderildiği varsayılır Bu hususta görüş ayrılığı
yoktur. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Eğer ona (avlanmasına)
ondan başka köpekler de karışmış ise ondan yeme -bir başka rivayette de şöyle
denilmektedir-: Çünkü sen, ancak kendi köpeğin için besmele çektin, ondan başkası
için besmele çekmedin."[120]
Şayet
bir başka avcı, ikinci köpeği göndermiş ve her iki köpek de o av hayvanını
ortaklaşa avlamış ise, iki avcının da avlanılan o hayvanda ortak olması
hakkıdır. İki köpekten birisi o av hayvanını öldürücü bir şekilde yaralamış,
daha sonra ikincisi gelmiş ise, o avr onu Öldürücü şekilde yaralayan eğitilmiş
hayvanın sahibine aittir. Aynı şekilde kendisine bir ok atılarak dağdan aşağı
yuvarlanan yahut bir suya gömülen hayvan da yenilmez. Çünkü Peygamber (sav)
Adiy b. Hatim'e şöyle demiştir: "Ve eğer okunu atacak olursan, Allah'ın
adını an (arak at). (Avın) bir gün gözünden kaybolup avında kendi okunun
izinden başka bir şey bulamayacak olursan Cavını) yiyebilirsin. Şayet onu suya
gömülmüş bulacak olursan ondan yeme. Çünkü sen o hayvanı suyun mu, kendi
okunun mu öldürdüğünü bilemezsin."
[121] Bu
da, açık bir nasstır.
[122]
Av hayvanı köpeklerin
ağızlarında fakat yara almaksızın ölecek olursa yenilmez. Çünkü boğularak
ölmüş olur. Bu da kör bir bıçakla kesilip boğazı kesilmeden önce kesim
esnasında çektiği izdıraptan ölmüş gibi olur.
Şayet yırtıcı
hayvanlardan o av hayvanını kurtarıp kesme imkânı bulmakla birlikte av hayvanı
ölünceye kadar bu işi yapmazsa o hayvan yenilmez. Ve hayvanı kesmek hususunda
kusurlu hareket etmiş ulur. Çünkü bu durumda hayvan kesilecek bir hale gelmiş
idi. Kesilebilen hayvanın İslâmi kesimi ise kesUemeyeninkinden farklıdır.
Şayet o hayvanı
avlayıcı hayvanlardan kurtardıktan sonra bıçağını çıkarmadan önce ölürse veya
beraberinde bulunan bıçağını eline ahr (takat kesmeden) ölürse o hayvanın
yenilmesi caiz olur. Bıçak beraberinde bulunmamakla birlikte bıçağı aramayıp
başka bir şeyle oyalanacak olursa o hayvan yenilmez.
Şafiî der ki: Avlayıcı
hayvanlann yakalayıp herhangi bir şekilde yaralamadığı av hayvanı hakkmda iki
görüş vardır. Birincisine göre, yaralanmadığı sürece o hayvan yenilemez. Çünkü
yüce Allah: "Avcı hayvanların..." diyeHju-yurmaktadır. Bu da
İbnü'l-Kasım'ın görüşüdür. Diğeri ise bu hayvanın yenilmesinin helâl
olduğudur. Bu da Eşheb'in görüşüdür. Eşheb der ki: Eğer av hayvanı köpeğin
çarpmasından ötürü ölürse yenilir.
[123]
Uz.
Peygamberin (11. başlıkta geçen) hadis-i şerifteki: "Şayet onu bir gün
süreyle kaybeder ve onda kendi okunun izinden başka bir yara izi bul-muyacak
olursan (ondan) yiyebilirsin" buyruğu ile buna yakın ifadelerin yer
aldığı, Ebu Sa'lebe yoluyla gelen ve Ebu Dâvud tarafından: "Üçgün sonra dahi
olsa -kokmamış olması şartıyla- onu yiyebilirsin,"
[124] fazlalığıyla
yer alan hadis-i şerife, Hz. Peygamberin: " Gözünün önünde seni ri bir
şekilde (av hayvanın veya av aletinle} öldürdüğünü ye. Fakat, gözünün önünden
kaybolduktan sonra ölenden yeme"
[125] hadisi arasında bir tearuz bulunmaktadır.
[126]
(Bundan dolayı) gölden
kaybolan av hayvanının yenilmesi ile ilgili olarak Uirh adamları üç farklı
görüş ortaya atmışlardır:
1) Avın
ölümüne sebep teşkil eden ister ok, ister köpek olsun yenilir.
2) Gözden
kaybolması halinde hiçbir şey yenilmez. Çünkü Hz. Peygamber: "Gözünün
önünde ve süratlice öldürdüğünü ye, gözünden kaybolup da öleni yeme" diye
buyurmuştur. Yenilmeyiş sebebi ise, okun dışında başka birtakım haşerelerin
avın ölümünde katkısı bulunmuş olması korkusudur.
3) Ok île
köpek avı arasında fark gözetenler. Bunların görüşlerine göre, ok ile öldürülen
yenilir, köpek tarafından öldürülen ise yenilmez.
Bünun izahı şöyle
yapılabilir: Ok, belli bir cihetten av hayvanının ölümüne sebep teşkil eder.
Ve bu konuda içinden çıkılamayacak bir durum olmaz. Köpek gibi av hayvanları
ise, değişik yerlerden av hayvanının Ölümüne sebep teşkil etmiş olabilirler. O
bakımdan nasıl öldüğü hususu içinden çıkılamayabilir. Bu üç görüş de bizim
(mezhebimizin) ilim adanılan tarafından ileri sürülmüş görüşlerdir.
Mâlik, Muvatta'ın
dışındaki eserlerde şöyle demektedir Av ölür, daha sonra onu ölü olarak eline
geçirdiğinde doğanın, köpeğin ya da okun onun öldürücü bir tarafına İsabeti
sözkonusu değilse ondan yiyemez.
Ebu Ömer (b.
Abdi'l-Berr) der ki: İşte bu da bize şunu göstermektedir. Eğer avlama aracı
avın öldürücü yerlerine isabet edecek olursa, ona (Mâlik'e) göre üzerinden bir
gece^geçmiş olsa dahi helâldir ve onu yiyebilir. Şu kadar var ki, üzerinden
gece geçmişse ondan yemeyi mekruh kabul etmektedir. Çünkü İbn Abbas'tan:
"Eğer gözünden bir gece kaybolacak olursa (onu) yeme" dediği rivayeti
gelmiştir. Buna yakın bir rivayet de es-Sevrî'den gelmiştir. O şöyle
demektedir: Eğer av hayvanı bir gün kaybolacak (görülmeyecek) olursa ben onu
yemeyi mekruh kabul ederim.
Şafiî der ki: Kıyasa
göre, onun nerede öldüğünü göremeyecek olursa, o av hayvanını yiyemez.
Evzaî der ki: Ertesi
günü o av hayvanım ölmüş ve okunu av hayvanında saplı bulur, yahut köpeğinin
onda açtığı yara izini görürse ondan yiyebilir
Eşheb, Abdulmelik ve
Esbağ da buna yakın görüş belirterek şöyle derler:
Eğer
avlanılanın öldürücü yerleri isabet almışsa, üzerinden bir gece geçmiş olsa
dahi avlanılan hayvanin yenilmesi caiz olur. Hadis-i şerifteki "kokuşmadığı
sürece" ifadesi ise, bir ta'lîl'dir. Çünkü, hayvan kokuşacak olursa, senin
tabiatın kaldırmadığı pis şeyler arasına katılmış olur. Bundan dolayı da onu
yemek tiksinti verir (veya mekruh olur); bununla birlikte ondan yiyecek olursa
caizdir. Nitekim Peygamber (sav) kokuşmuş (bozulmuş) bir yağlı sulu yemeği,
(kokuşmuş olmasına rağmen.) yemiştir.
[127]
Şöyle de denilmiştir
Bu (kerahiyet hükmü) yiyenin zarar görmesinden korktuğu şeyler ile maluldür.
Bu, ta'lile göre eğer zarar görme korkusu muhakkak ise onu yemek haram olur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[128]
Bu kabilden olmak
üzere ilim adanılan, eğitilmiş olması halinde yahudi ve lııristiyanın köpeği
ile avlanmanın hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptirler, Hasan-ı Basrî bunu
mekruh görmüştür.
Mecusî tarafından
eğitilmiş köpek, doğan ve şahin ile avlanmayı ise Ca-bir b. Abdullah, el-Hasen,
Ata, Mücahid, en-Nehaî> es-Sevrîve îshak mekruh görmüşlerdir. Mâlik, Şafiî
ve Ebu Hanife ise, avcının müslüman olması halinde bunlara ait köpeklerle
avlanmayı caiz görmüş ve: Bu (eğitilmiş avcı hayvanlar) böyle birisine ait
bıçak gibidir.
Şayet avcı kitap
ehlinden ise, ümmetin cumhuru -Mâlik müstesna- avının yenilmesini caiz olduğunu
kabul ederler. Mâlik ise, kitap ehline mensup kimsenin avı ile kestiği hayvan
arasında fark gözetmiş ve şu âyet-i kerimeyi okuyarak: "Ey İman edenler,
Allah ... avdan ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir şeyle sizi
muhakkak deneyecektir" (el-Maide, 5/94) âyetini delil gösterip şöyle
demiştir; Yüce Allah burada yalıudilerden de hıristiyanlar-dan da söz
etmemektedir.
İbn Vehb ile Eşheb ise
şöyle derlen Yahudi ile lııristiyanın avı, tıpkı kestiği hayvan gibi helâldir.
Muhammed'in Kitab'inda ise, Sabiinin avının da kesiminin de caiz olmayacağı
belirtilmektedir. Sabiiler, yahudilerle hıristiyan-lar arasında bir topluluk
olup muayyen bir dinleri yoktur.
Şayet avcı mecusî ise,
Mâlik, Şafiî, Ebu Hanife ve bunların arkadaşları ile bütün insanların büyük
çoğunluğu avımn yenilmesini kabul etmemişlerdir. Ebu Sevr ise bu hususta iki
görüş vardır demektedir: Bir görüş bütün bunların görüşü gibidir. Diğeri ise,
mecusiler kitap ehîindendir ve onların avları (nın yenilmesi) caizdir
şeklindedir.
Sarhoş bir kimse
avlanır yahut hayvan kesecek olursa, onun avı da kestiği de yenilmez. Çünkü,
şer'î kesimin (zekât, tezkiye) maksada (niyete) ihtiyacı vardır. Sarhoş
kimsenin ise maksat güderek bir iş yapması sözkonusu
değildir.
[129]
Nahivcîler, yüce
Allah'ın: *Slzİn İçin tutuverdîMeriüden" buyruğundaki; ...den edatının durumu hakkında farklı
görüşlere sahiptirler. el-Alıfeş, bu da yüce Allah'ın: u Onun meyvesinden
yiyiniz" (el-En'âm, 6/141) buyruğundaki gibi fazladan gelmiştir, der
Basrahlar ise onun bu hususta hatalı olduğunu belirtirler ve bu edatın olumlu
cümlede fazladan gelmeyeceğini, ancak nefy (olumsuz) ve soru cümlelerinde
fazladan gelebileceğini belirtirler. Şanı yüce Allah'ın:
"Meyvesinden" buyruğu ile "Günahlarınızdan bir kısıntını
bağışlar" (.el-Bakara, 2/271) ve: "Günahlarınızdan bazısını
bağışlasın..." (el-Ahkâf, 46/3D buyruklarında bu edat tab'îz (kismîlik)
bildirmek içindir Buna karşılık el-Ahfeş şöyle cevap vermektedir: Yüce Allah,
kimi yerde bu edatı zikretraeksizin: "Günahlarınızı bağışlar..."
(es-Sâf, 61/12) diye buyurmaktadır. İşte bu da olumlu cümlede bu edatın
fazladan gelebileceğine bîr delildir. el-Ahfeş'e şu şekilde cevap
verilmektedir: Buradaki bu edat, tab'îz içindir. Çünkü avlanılan hayvandan
helâl olan yalnızca ettir. Kan ve diğer pislikler bunun dışındadır.
Derim ki: Yemek
hususunda asıl maksat ve alışılmış şey bu değildir kif bununla onun dedikleri
çürütülebilsin. Bununla birlikte; Tutuverdik-lerinden" buyruğu ile
eğitilmiş hayvanların geriye bıraktıklarından... anlamının kastedilmiş olması
da muhtemeldir. Bu açıklama: Eğer köpek avlanılan hayvandan yiyecek olursa
bunun zararı olmaz diyenlerin görüşüne uygun bir açıklamadır. İşte bu ihtimal
sebebiyle ilim adamları -az önce de geçtiği üzere- eğitilmiş av hayvanlarının
avdan yemesi halinde avlanılan o hayvanın yenilmesinin caiz olup olmadığı
hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
[130]
Âyet-i kerime,
avlanmak kastıyla köpek edinmenin ve köpek barındırmanın caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Bu husus, sünnette sabit olduğu gibi, sünnet buna ekin ve davar
için köpek barındırma hallerini de ilave etmiştir. İslamin ilk dönemlerinde
köpeklerin öldürülmesi emredilmişti. Öyleki, çölden gelen bir kadıncağızın
arkasından takılıp gelen köpek dahi öldürülürdü. Müslim, İbn Ömer'den Peygamber
(sav)'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Her kim, av yahut davar
köpeği dışında bir köpek barındıracak olursa» her gün onun ecrinden iki kırat
ekşitir."
[131]
Yine Ebu Hureyreden şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Davar, av veya ekin köpeği
dışında her kim köpek edinecek olursa, hergün onun ecrinden bir kırat
eksilir."
[132]
ez-Zührî der ki: İbn
Ömer'e, Ebu Hureyre'nin dediğinden sözedilince şöyle dedi: AUah Ebu Hureyre'ye
rahmet buyursun. O da ekin sahibi bir kimse idi.
[133]
Böylelikle sünnet
bizim dediğimize delalet etmiş olur. Hz. Peygamber, sözü geçen bu faydalardan
herhangi birisi sözkonusu olmaksızın köpek barındıranın ecrinin eksileceğini
belirtmiştir. Bu ise, köpeğin müslümanları korkutmasından, havlamasıyla onları
şaşırtmasından dolayı olabilir.
Nitekim, Basrah
şairlerden birisi, Ammar'ın yanına misafir olarak konaklamıştı. Köpeklerinin
havladığını işitmiş ve bunun üzerine şöyle demişti:
"Biz, Aram ar'a
konuk olduk. O da köpeklerini kışkırttı üzerimize Az kalsın iki evi arası ada
(onlar tarafından) yenilip bitirilecektik Arkadaşlarıma gizlice dedim ki:
Bugün{ün eziyeti) mi daha uzun, yoksa kıyamet günü mü?"
Köpek barındırmanın
yasaklanış sebebi, meleklerin eve girmelerine engel olmaları, yahut -Şafiî'nin
görüşüne göre- necis olmaları veya fayda sağlamayan herhangi bir şeyi edinmeye
dair yasağın kapsamına girmesi dolayısıyla da olabilir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
İki rivayetten
birisinde "iki kırat" denilirken, diğerinde "bir kırat"
denilmektedir Bundan dolayı buyruğun, biri diğerinden daha fazla eziyet verici
iki tür köpek hakkında olması muhtemeldir. Hz. Peygamberin öldürülmesini emrettiği
ve öldürülmelerini yasaklaması esnasında istisna edilenlerin arasına sokmadığı
siyah köpek gibi. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İki noktalı
(benekli) simsiyah köpeği öldürmeye bakınız. Çünkü o bir şeytandır."[134] Bu
hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Bu farklılığın,
köpeğin beslendiği yerlerin farklı olması dolayısıyla olması da muhtemeldir
Mesela» Mekke veya Medine'de köpek barındıranın ecrinden iki kırat, başka
yerlerde barındıranın ecrinden bir kırat eksilmesi de mümkündür. Doğrusunu en
iyi bilen Ailahtır.
Barındırılması mubah
olan köpeklere gelince, böyle bir köpeği barındıranın ecrinden -at ve kedi
beslemek gibi- bir şey eksilmez. Böyle bir köpeğin alım ve satımı da caiz olur.
Hatta Sahnûn şöyle demektedir: Böyle bir köpeğin satış bedeli ile hac dahi
edebilir. Mâlik'e göre barındırılması mubah olan davar köpeği davarlarla birlikte
gidip gelen köpektir. Evde hırsızlara karşı davarları koruyan köpek değildir.
Ekin köpeği ise, gece ve gündüz vahşi hayvanlara karşı ekini koruyan köpektir.
Hırsızlara karşı koruyan değil. Mâlik'in dışındaki ilim adamları ise, şehirden
u£ak yerlerde (badiyede.) davar, ekin ve ev hırsızlarına karşı köpek edinmeyi
caiz kabul etmişlerdir.[135]
Bu âyet-i kerimede
bilgili olanın, cahilin sahip olmadığı üstünlük ve fazilete sahip olduğuna bir
delil vardır. Çünkü köpek eğitilip öğretildiği takdirde diğer köpeklere daha
üstün olur. Buna göre ilim öğrenen insanın diğer insanlara üstünlüğü öncelikle
sözkonusudur. Özellikle de bildikleriyle amel edecek olursa. Nitekim bu, Ali b.
Ebi Talib (r.a)'ın dediği rivayet edilen şu sözünü andırmaktadır: "Her
şeyin bir kıymeti vardır Kişinin kıymeti ise, onun güze) bir şekilde yaptığı
(.ihsan ettiği) dir.
[136]
Yüce Allah'ın:
"Üzerine Allah'ın adını ama" buyruğu, besmele çekme emrini ihtiva
etmektedir. Bu besmelenin eğitilmiş hayvanı avın üzerine gönderme esnasında
çekileceği söylenmiştir. Böylelikle besmele çekmek hususunda avlanmak ile
hayvan kesme arasında bir uygunluk bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar,
et-En'âm suresinde (6/121. âyetin tefsirinde) gelecektir.
Burada besmele
çekmekten kastın yerken besmele çekmek olduğu da söylenmiştir, ifadeden daha
açıkça anlaşılan budur.
Müslim'in
Sahihinde Peygamber (sav)'ın Ömerb, Ebt Seleme'ye şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "Ey çocuk, Allah'ın adını an, sağ elinle ye ve önünden
ye"
[137] Hz. Huzeyfe yoluyla
gelen hadiste de Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Şüphe yok ki şeytan, üzerinde Allah'ın adının anıhnaması sebebiyle yemeği
kendisine helâl kabul eder "
[138]
Eğer yemeğin basında
besmele çekmeyi unutacak olursa, sonrasında besmele çeksin. Nesaî, Umeyye b.
Mahşîden -ki, Rasûlullah (savVın ashabından-dı- Rasûlullah (sav)'ın, besmele
çekmeksizin yemek yiyen birisini gördüğünü, son lokmaya gelince: Başında da
sonunda da bismillah dediğini, bunun üzerine de Rasûlullah (say)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Şeytan onunla yemeye devam edip durdu. Fakat besmele
çekince yediklerini kustu."
[139]
Yüce Allah:
"Ve Allah'tan korkun" buyruğu ile, genel olarak Allah'tan korkmayı
(takvayı) emretmektedir. Bu emrin yakın işareti ise, bu âyeti kerimenin ihtiva
ettiği emirler ile ilgilidir. Hesabın çabucak görülmesi ise, yüce Allah'ın
bilgisinin herşeyi kuşatmış olması ve her şeyi sayısıyla tek tek bilmiş olması
bakımındandır. O bakımdan O'nun, hesab edenlerin yaptığı gibi herhangi bir
şekilde saymaya ve basamaklara ayırmaya kalkışmasına ihtiyacı yoktur. İşte
bundan dolayı (bir başka yerde) şöyle buyurmaktadır; "Hesab ediciler
olarak Biz yeteriz," (el-Enbiya, 21/47)
Şanı yüce Allah, bütün
mahlukatın hesabını bir defada görecektir. Bunun ktyarnet günü ile tehdit
anlamına gelmesi ihtimali de vardır. Şöyle buyurmuş gibidir: Şüphesiz, Allah'ın
sizi hesaba çekeceği gün pek çabuk gelecektir. Çünkü kıyamet günü pek
yakındır.
Hesap ile amellerin
karşılığının verilmesini kastetmiş olması da muhtemeldir. Adeta, dünya
hayatında Allah'tan korkmadıklan takdirde çok çabuk ve pek yakında bir karşılık
görmeyi (cezalandırmayı) hatırlatarak tehditte bulunmuş gibidir.
[140]
5- Rngün size iyi ve
teiniz olan şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size
helâldir. Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'm in kadınlardan İffetli
olanlar ile, sizden önce kitap verilenlerden iffetli kadınlar -iffetinizi
korumanız, zina etmemeniz, gizli dost edinmemeniz ve mehirlerini vermeniz
şartıyla- size helaldir. Kim İmanı İnkâr ederse, ameli boşa gitmiş olur. Ve o,
âhirette en çok zarara uğrayanlardandır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:
[141]
Yüce Allah'ın:
"Bugün size iyi ve temiz olan şeyler helâl kthndr buyruğu, yani:
"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim" ve "Bugün size iyi
ve teiniz olan şeyler helâl kılındı" takdirindedir. Burada
"bugün" lafzı, te'kid olmak üzere tekrar edilmiştir. Yani,
kendilerine dair soru sorduğunuz iyi ve temiz peyler size helâl kılınmış
bulunmaktadır. İyi ve temiz şeyler, esasen bu âyet-i kerimenin nüzulünden önce
müslümanlara mubah kılınmıştı. Bu da on-lann Sorularına bir cevaptı. Çünkü:
Bize helâl kılman şeyler nelerdir diye sormuşlardı.
Âyette geçen:
Bugün" ile Muhammed (sav)'ın çağına işaret edildiği de söylenmiştir.
Nitekim, bunlar filanın günleridir, denilmektedir. Yani, işte bu vakitler
sizin üstün geldiğiniz ve İslâmın yayıldığı zamanlardır. İşte ben, bununla
dininizi kemale erdirdim ve sizin için iyi ve temiz olan şeyleri helâl kıldım.
Âyet-i kerimede,
geçen: "İyi ve temiz şeyler: et'tayyibat" den bundan önce de söz
edilmiş idi.
[142]
Yüce Allah'ın:
'"Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği de sîze helâldir"
buyruğu, mübteda ve
haberdir.
Yiyecek (et-Ta'âm),
yenecek şeylerin adıdır, Kesilenler de bunlar arasındadır. Te'vil ilmînde ehil
bir çok kimsenin görüşüne göre, burada bununla özel olarak kesilen hayvanlar
kastedilmektedir. Onların yiyeceklerinden bize haram kılananlar ise bu hususta
vaıid olmuş hitabın genel kapsamı içerisine girmemektedir. İbn Abbas der ki:
Yüce Allah: "Üzerinde Allah'ın adı anılmamış olan şeylerden yemeyiniz"
(el-En'âm, 6/121) diye buyurduktan sonra: "Kendilerine kitap verilenlerin
yiyeceği size helâldir" buyruğu ile bundan istisnada bulunmuştur. Bununla
da yahudi ve hıristiyamn kestiğini kastetmektedir. Her ne kadar hıristiyan,
kesim esnasında: Mesih adına, Yahudi de: Uzeyr adına diyorsa da bu böyledir.
Çünkü, onlar esas itibari ile benimsedikleri dine göre kesmektedirler. Ata der
ki: Mesih adına dese dahi hı-ristîyanın kestiğini ye. Çünkü yüce Allah onların
neler söylediklerini bildiği halde kestiklerini mubah kılmıştır, el-Kasım b.
Muhaymere ise şöyle demektedir; Hıristiyan kimse, Sercis -onlara ait bir
kilisenin adıdır- adına, diyecek olsa dahi onun kestiğini ye. Aynı zamanda bu,
ez-Zührî, Rabia, Şa'bî ve Mek-hul'ün de görüşüdür. Ashab-ı kiramdan Ebu'd-Derdâ
ve Ubade b, es-Samit'ten de bu görüş rivayet edilmiştir.
Bir kesim de şöyle
demektedir: Sen, kitap ehline mensub kimsenin, yüce Allah'tan başkasının adına
kestiğini işitecek olursan, sakın ondan yeme. Aslıab-ı kiramdan Ali, Aişe ve
İbn Ömer bu görüştedir. Bur Tavus ve el-Ha-sen'in de görüşüdür. Onlar, yüce
Allah'ın.: "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o,
elbetteki birfısktır" (el-En'âm, 6/121) buyruğuna dayanarak bu
görüştedirler. Mâlik ise, bunu haram kılmaksızın: Ben bunu (bundan yemeyi)
mekruh görüyorum, demekle yetinmiştir
Derim ki: Kitap
ehlinden olanın kestiğini yemenin caiz olduğunun ittifakla kabul edildiğini
nakleden, sonra da bunu hayvanı keserken besmele çekmenin şart olmadığına delil
göstererek şöyle diyen el-Kiyâ et-Taberî'nin şu sözleri gerçekten hayrete
değer: "Şüphe yok ki, bunlar kestikleri hayvanlar üzerinde ancak Mesih ve
Uzeyr gibi gerçek anlamda mabud olmayan ilah edindikleri kimselerin adını
anarlar. Şayet gerçek manada ilah olan Allah'ın adım anacak olsalar dahi
onların bu amslan, ibadet suretiyle olmaz. Bir başka şekilde olabilir. İbadet
suretiyle olmaksızın Allah'ın adını şart koşmak ise, aklen kavranılabilecek bir
şey değildir. Kâfirin, Allah'ın adını anması ile anmaması ise -kendisinden
ibadet kastı tasavvur olunamayacak olursa- aynı seviyededir.
Diğer taraftan
hıristiyan, ancak Mesih adım anarak keser. Yüce Allah da mutlak olarak
(kayıtsız ve şartsız bir şekilde) onların kestiklerinin helâl olduğuna hüküm
vermiştir. İşte bunda, besmele çekmenin -ŞafiTnin de dediği gibi- asla şart
olmadığına dair bir delil vardır"
Bu hususta ilim
adamlarına ait değişik görüşler, yüce Allah'ın izniyle el-En'âm sûresinde
(6/121. âyetin tefsirinde) gelecektir.
[143]
Meyve ve buğday gibi
ayrıca bir çabayı gerektirmeyen yiyecekler kabilinden olup, şer'î kesime gerek
duymayan (kitap ehlinin) yiyeceklerinin yenilmesinin caiz olduğu hususunda
ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira, herhangi bir kimsenin
bunları mülk edinmesinin bunlara bir zararı olmaz. Bir çaba sonucu elde edilen
yiyecekler ise iKi türlüdür. Birincisi din ile bir ilgisi bulunmayan ve bir
yapını çabası sonucu ortaya çıkan, undan yapılan ekmek, yağ çıkarmak ve
benzeri şeylerdir. Eğer, zımmiye ait bu gibi yiyeceklerden uzak durulursa, bu
sadece tiksinti duyulduğu için uzak kalınacak türden kabul edilir. İkincisini
ise, din ve niyeti gerektiren sözünü ettiğimiz şer'î tezkiye.
Kıyas, onların
kestiklerinin caiz olmamasını gerektirir. -Nitekim bizim, onların Allah
tarafından kabul edilebilecek bir namazları ve bir ibadetleri olmaz dememiz de
böyledir.- Ancak, yüce Allah, onların kestikleri hayvanlar hususunda bu ümmete
ruhsat vermiş ve -böylelikle daha önce îbn Abbas'ın görüşünü nakledilirken de
belirtildiği üzere- nass ile de bunu kıyasın kapsamı dışına çıkarmıştır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[144]
Kitap ehlinin şer'î
usule uygun kesimleri, kendileri için haram kılınmış olan şeylerde etkili olur
mu, olmaz mı hususunda ilim adamlarının farklı iki görüşü vardır. Cumhur,
kendileri için helal olanda da olmayanda da kesilen hayvanın tümünde bu
kesimin etkili olacağını kabul etmektedir Çünkü, şer'î usule uygun bir şekilde
kesilmiştir.
Bir gurup ilim ehli
ise şöyle demektedir. Onların kestiklerinden bize helal olan, yalnızca onlar
için helal olandır. Çünkü, onlar için helal olmayan şeylerde onların şer1î
usule uygun kesimlerinin etkisi olmaz. O bakımdan bu kanaate sahip olan ilim
adamları, kitap ehlinin kestiklerinden diğerleri sırtına yapışık olan ile safi
yağların yenilmesini caiz kabul etmezler. Âyet-i kerimedeki "yiyecek
(et-Taam)B lafzını, kesilen hayvanın bir bölümü hakkında münhasır olarak kabul
etmişlerdir.
Birinci kesim ise bu
lafzı (bizim için) yenilebilen bütün şeyler hakkında umumu üzere kabul
etmiştir. Bu görüş ayrılığı Maliki mezhebinde sözkonu-sudur. Ebu Ömer (b.
Abcü'l-Berr) der ki: Malik, yahudîlerin iç yağlan ile kestikleri develeri
yemeyi mekruh görmektedir, ÎHm adamlarının çoğunlulğu ise bunda herhangi bir
sakınca görmemektedirler. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle, En'âm
sûresinde (6/146. ayetin tefsirinde) gelecektir.
Mâlik, -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- müslümanın kestiği bulunurken onların kestiklerini yemeyi
mekruh kabul ederdi. Aynı şekilde onlara (kitap ehline) kestiklerini
satacakları pazarlarının olmasını da mekruh görmüştür. Bu görüş onun, -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- bir tenezzühüdür (Şüphelerden dahi uzak durmak isteme
eğilimidir).[145]
Mecusîlerin
kestiklerine gelince, ilim adanılan -istisnalar hariç- onların kestiklerinin
yenilmeyeceğini ve onların kadınları ile evlenilemeyeceğini icma ile kabul
etmişlerdir Çünkü ilim adamlannca meşhur kabul edilen görüşe göre mecusîler
kitap ehli olan kimseler değildir. Bununla birlikte kestiklerinden olmadığı ve
şerl kesime gerek bırakmadığı sürece, müşrikler ve puta ta-pıcılar gibi kitabı
olmayanların yiyeceklerini yemekte mahzur yoktur. Bundan tek istisna ise,
ölmüş hayvanın (oğlakların) bağırsaklarından alınan maya ile yapılan peynirdir.
Çocuğun babası mecusı,
annesi kitap ehli ise, Mâlike göre çocuk babasının hükmünü alır. Mâlik'ten
başkalarının görüşüne göre ise, eğer ebeveyninden sadece birisinin kestiği
yenmeyen kimselerden ise, kestiği yenilmez.
[146]
Tağliboğullan
hıristiyanları ile, sonradan yalıudi ve hıristiyanhğa girmiş herkesin
kestiklerine gelince, Ali (r.a) arap oldukları için Ta ğliboğull arının kestiklerini
yemeyi yasaklıyor ve: Bunlar hıristiyanlık adına şarap içmekten başıma birşeye
sahiplenmemislerdir, diyordu. Bu ayru zamanda Şafiî'nin de görüşüdür. Buna
göre, aralarından gerçekten lııristiyan olan kimselerin kestiklerini yemeyi
yasaklamıyor demektir.
Ümmetin cumhuru ise,
şöyle demektedir: İster Tağliboğullarından olsun, ister başkalarından olsun,
her hıristlyanın kestiği helaldir. Yahudi de böyledir. İbn Abbas ise, yüce
Allah'ın: "İçinizden kim onları veli edinirse muhakkak o da
onlardandır" (el-Maîde, 5/51) ayetini delil göstermekte (ve şöyle
demekte)dir: Şayet ı'ağliboğu Har inin hırı stiyanlı klan, yalnızca onları veli
edindiklerinden ibaret olsaydı dahi, yine de onların kestikleri yenilirdi.
[147]
Altın, gümüş yahut
domuz derisinden yapılmış olmadıktan sürece bütün kâfirlere ait her türlü
kapkacakda yemek de, içmek de, yemek pişirmek de yıkanılıp kaynatıldıktan sonra
bir mahzur yoktur. Çünkü, kâfirler necasetlerden sakınmazlar ve meyteleri
yerler. Bu gibi kapkacaklarda pişirdikleri takdirde bu kapkacaklar necis olur.
Hatta bu necasetler, topraktan yapılmış tencerelerin bazı bölümlerine dahi
sirayet edebilir. İşte bundan sonra bu gibi kapkacaklarda yemek pişirilecek
olursa, onlarda ikinci defa olarak pişirilen yiyeceklere bu necaset
parçacıklarının karışması tehlikesi onaya çıkar O halde vera'h hareket etmek
bunlardan uzak durmayı gerektirir. İbn Abbas'tan da şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Eğer kap, bakır veya demirdense yıkanılır Şayet çömlek türünden ise,
ona su konularak kaynatılır, sonra da yıka-mhr. (Tabi bu, böyle bir kaba
ihtiyaç duyulacak olursa böyledir). Mâlik de bu görüştedir.
Yemek pişirmekten
başka bir maksat için kullandıkları kaplara gelince, bunları yıkamaksızın
kullanmakta bir beis yoktur. Çünkü, Dârakutnî'm'n Hz. Ömer'den rivayetine göre
o, hıristiyan bir erkeğin evinden hıristiyan bir kadına ait (tahta veya fil
dişinden yapılmış) bir kabdan abdest almıştır.[148] Sahih
olan da budur ve buna dair yeterli açıklamalar eİ~Fûrkan suresinde (25/48.
ayet, 5- başlıkta) gelecektir.
Müslim'in Sahih'inde
de Ebu Sa'lebe el-Huşenî yoluyla gelen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir:
Rasulullah (.savVa vardım ve dedim ki: Ey Allahın RasuLü, bizler, kitap
ehlinden bir kavmin topraklarında bulunuyoruz. Onların kapkacaklarında yeriz,
Yine bizim topraklarımız av topraklarıdır. (Kimi zaman) yayımla avlanırım, kimi
zaman da eğitilmiş köpeğimle avlanırım. Eğitilmemiş köpeğimle avlandığım da
olur. Şimdi sen bana, bunlardan bizlere neyin helal olduğunu bildir. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Sizin kitap ehlinden bir topluluğun
topraklarında bulunuşunuza dair söz ettiğine gelince, onların kaplanndan yemek
yiyebilirsiniz. Eğer kaplarından başkalarını bulabilirseniz, onlara ait
kaplarda yemeyiniz. Şayet başkalarını bulamayacak olursanız. Onların kaplarını
önce yıkayınız, sonra da o kaplarda yemek yiyebilirsiniz..."[149]
Sonra da hadisin geri kalan bölümünü nakletti.
[150]
Yüce Allah'ın:
"Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir" buyruğu onların, şeriatimizin
tafsili hükümleri ile de muhatap olduklarına bîr delildir. Yani onlar, bizden
et satın alacak olurlarsa, o eti yemek onlara helâl olduğu gibi, karşılığında
onlardan alman bedel de bizim İçin helâldir.
[151]
Yüce Allah'ın: 'Mü'min
kadınlardan iffetli olanlar ile, sizden Önce kitap verilenlerden iffetli
kadınlar... buyruğunun anlamına dair açıklamalar, daha önce gerek el-Bakara
sûresinde (2/221. ayetin 1, başlığında ve devamında) gerekse en-Nisa sûresinde
(.4/24. ayet 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.
îbn Abbastan yüce
Allah'ın: "Sizden önce kitap verilenlerden iffetli
kadınlar" buyruğu
ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu buyruk, dar-ı harpteki
kitap ehli kadınlar hakkında değil, antlaşmalı olan kitap ehli kadınları
hakkındadır O takdirde bu buyruk has olur.
Başkaları ise şöyle
demektedir: Âyeti kerimenin umumi oluşu dolayısıyla, kadın ister zımmi olsun,
ister harbi olsun nikâhlauması caizdir, İbn Ab~ bas'tan da şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "İffetli kadınlar (el-Muhsanat)" iffetli ve akılh
kadınlar demektir. eş-Şa'bî der ki: Bundan kasıt, kadının iffetini koruması ve
zina etmemesi, cünupluktan da yıkanmasıdır. eş-Şa'bî de bu kelimeyi
"sad" harfini esreli olarak; (oii^»Jij) diye okumuştur. el-Kisaî de
böyle okumuştur.
Mücahid der ki:
"İffetli kadınlardan kasıt, hür olan kadınlardır. Ebu Ubeyd der ki: O, bu
görüşü ile kitap ehlinden olan cariyeleri nikahlamanın helâl olmadığı
kanaatini ifade etmektedir. Çünkü, yüce Allah'ın: "0 halde, sahip olduğunuz
mü'min cariyelerinizden,." (en-Nisa, 4/25) buyruğu bunu gerektirmektedir.
İşte, ileri gelen ilim adamlarının görüsü de budur.
[152]
Yüce Allah: "Kim
imanı inkâr ederse" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denmiştir: Yüce
Allah: "Sizden önce kitap verilenlerden iffetli kadınlar" diye
buyurunca, kitap ehline mensup kadınlar dediler ki: Eğer yüce Allah bizim
dinimizden razı olmamış olsaydı, bizimle evlenmeyi size mubah kılmazdı. Bunun
üzerine: "Kim İmanı inkâr ederse...1 Yani, Muhammed'e indirilenlere kâfir
olursa... buyruğu nazil oldu. "Amelî boşa gitmiş olur". İbn
es-Semey-ka; "Boşa gitti kelimesini, şeklinde "be" harfini üstün
olarak okumuştur.
Yine şöyle
denilmiştir: Yerine getirilmesi gereken bir takım farz ve hükümler sözkonusu
edilince, bu sefer bunlara muhalefete dair tehdit sozkonusu
edildi. Çünkü,
böylelikle bunlara riayet etmemeye dair yasak daha bir pekiştin lmektedir. İbn
Abbas ve Mücahidden buyruğun anlamının şöyle olduğu rivayet edilmiştir: Kim
Allah'ı inkâr ederse.,, el-Hasen b. el-Fadl der ki: Eğer bu rivayet sahih iseT
bunun anlamı: Kim imanın Rabbini inkâr ederse şeklinde olur.
eş-Şeyh Ebu'l-Hasen
el-Eşarî der ki: Haşviye ve es-Salimiye'ye hüafen Allah'a "iman"
adını vermek caiz değildir. Çünkü iman, dan mastardır. Bunun ismi faili de
"mü3min"dir. İmanf tasdikin kendisidir. Tasdik ise ancak söz ile
olur. Şam yüce Allah'ın ise söz olması düşünülemez.
[153]
6- Ey iman edenler,
namaza kalkacağınız kaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın.
Başlarınıza mesti edin. Her iki topuğunuza kadar ayaklarını/ı da (yıkayın).
Eğer cünup İseniz yıkanıp temizleniniz. Şayet hasta veya yolculukta iseniz
yahut İçinizden biri ayak yolundan gelirse ya da kadınlara yaklaşmış da su
bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin. Bununla yüzlerinize ve
ellerinize sürün. Allah, size güçlük çıkarmak istemez. Ama, sizi iyice
temizlemeyi ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Tâ ki, şük rede siniz.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı otuz iki başlık halinde sunacağız:
[154]
el-Kuşeyrî ile İbn
Atiyye, bu âyet-i kerimenin el-Mureysî gazvesinde gerdanlığım kaybeden Uz.
Aişe hakkında nazil olduğunu nakletmektedirler. Bu âyet-i kerime aynı zamanda
abdest ayetidir.
tbn Atiyye der ki:
Abdest daha önce onlar tarafından bilinen ve uygulanan birşey olduğundan
dolayı, ayeti kerime bu hususta adeta onların abdes-te dair bu buyruğu tilavet
etmelerinden başkaca bir şeylerini artırmamış gibidir. Bununla birlikte
teyemmüm ile ilgili ruhsatı ve böyle bir faydayı da onlara vermiş olmaktadır.
Bizler ise, en-Nisa sûresinde yer alan âyet-i kerimede (4/43- ayet, 20.
başlıkta) bundan farklı bir husus zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Bu âyet-i kerimenin
muhtevası, yüce Allah'ın (baştaraflarda) emretmiş olduğu akidlere ve şer'î
hükümlere tamamtyle bağlı kalmak ile sözünü ettiği nimetin tamamlanması kapsamı
içerisindedir. Çünkü böyle bir ruhsat da nimetin tamamlanması arasında yer
alır.[155]
İlim
adamları, yüce Allah'ın: "Namaza kalkacağınız zaman" buyruğu ile
hangi mananın kastedildiği hususunda farkh görüşler belirtmişlerdir. Bir kesim
şöyle demektedir; Bu, -namaz kılmak isteyen kişi İster abdestli olsun, ister
abdestsiz olsun-, her namaz kılmak isteme hali hakkında umumi bir lafızdır. O
bakımdan namaz kılmak isteyen herkesin abdest alması gerekmektedir. Nitekim
Hz, Ali de böyle yapar ve bu âyet-i kerimeyi okurdu. Bunu, Ebu Mulıammed
ed-Dârimı, Müsned'inde zikretmiştir.
[156] Bunun bir benze ri îkrime'den de rivayet
edilmiştir. İbn Sîrin de der ki: Halîfeler her namaz için ayrıca abdest
alırlardı.
Derim ki; Bu
açıklamalara göre âyet-i kerime muhkemdir, bunda herhangi bir nesli sözkonusu
değildir.
Bir kesim de der ki:
Bu hitap Peygamber (sav)'a hastır. el-Ğasîl diye bilinen Abdullah b. Hanzala
b. Ebi Âmir der ki: Peygamber (sav) her namaz için abdest almakla emrolundu.
Bu, kendisine ağır geldi. Sonra (her namazdan önce) misvak kullanması emr
olundu ve hades hali müstesna abdest alma yükümlülüğü kaldırıldı. Alkame b.
el-Feğvâ babasından -ki, o ashab-ı kiramdandi ve Rasulullah (sav)'a Tebuk'a
giderken kılavuzluk yapmıştı- şöyle dediğini nakletmektedir: Bu âyet-i kerime
Rasulullah (savVa ruhsat bildirmek üzere indirilmiştir. Çünkü, Hz. Peygamber
abdestsiz hiçbir iş yapmazdı. Kimse ile konuşmaz, kimsenin selamını almaz ve
buna benzer hiçbir işi abdestsiz yapmazdı. Yüce Allah bu âyet-i kerime ile Ona,
abdestin diğer ameller bir yana yalnızca namaza kalkmak için sözkonusu olduğunu
bildirdi.
[157]
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: Âyet-i kerime ile kastedilen fazileti elde etmek üzere her
namaz için abdest almaktır. Bunlar, buradaki emri mendupluğa hamletmişlerdir.
Aralarında İbn Ömer'in de bulunduğu birçok sahabe-i kiram bu fazileti ele
geçirmek arzusuyla her bir namaz için abdest alırlardı. Peygamber (sav) da
Mekke'yi fethettiği gün -ümmetine (bir abdest-le birden çok farzı kılmanın
mümkün olduğunu) beyan etmek arzusuyla, beş vakit namazı tek bir abdestle
kıldığı güne kadar bu şekilde hareket ederdi.
Derim ki, bu görüşün
zahirine göre neshedici hükmün varid oluşundan önce her bir namaz için abdest
almak vacip değil de müstehab idi. Ancak, durum böyle değildir. Çünkü, emir
varid olduğu takdirde vücubu gerektirir. Özellikle ashab-ı kiram nezdinde bu
böyledir. Çünkü onların yaşayışlarından bildiğimiz ve öğrendiğimiz budur.
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: Önceleri herbir namaz için abdest almak farzdı. Daha sonra
bu, Mekke fethedildiği gün nesli olundu. Ancak bu, Enes yoluyla rivayet edilen
şu hadis dolayısıyla yanlıştır. Enes der ki: Peygamber (sav) her bir namaz
için abdest alırdı. Onun ümmeti ise, böyle değildi.
[158] Bu
hadis ileride gelecektir. Yine Süveyd b, en-Nu'manın hadisi dolayısıyla da bu
farzın nesh olduğu görüşünün yanlış olması gerekmektedir Süveyd b. en-Nu!man'ın
rivayetine göre, Peygamber (sav) (Hayber yakınlarında bir yer olan) es-Sahbâ
denilen yerde iken aynı abdestle ikindi ve akşam namazlarını kıldı. Bu Hayber
gazvesinde olmuştu.[159]
Hayber gazvesi ise hicretin altıncı yılındadır. Yedinci yılında olduğu da
söylenmiştir. Mekke'nin fethi ise sekizinci yılında olmuştur. Bu da Mâlikin
Muvatta'ında rivayet ettiği sahih bir hadistir. Buharı ve Müslim de bunu
rivayet etmiştir. Böylelikle bu iki hadis-i şerifle Mekke'nin fethinden önce
herbir namaz için abdest almanın farz olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Denilse ki: Müslim,
Bureyde b. el-Husayb, Rasulullah (savVın her bir namaz için abdest aldığını
rivayet etmektedir. Mekke fethedildiği gün ise, bütün (bîr günün) namazlarını
tek bir abdestle kıldı ve mestlerine mesh etti. Ömer (r.a) dedi ki: Bugün daha
önce yapmamış olduğun birşeyi yaptın? Uz. Peygamber: "Ben bunu kasten
yaptım Ey Ömer" diye buyurdu .[160]
Peki, niye Hz. Ömer ona böyle bir soru sordu ve durumu öğrenmek istedi?
Böyle diyene şu
şekilde cevap verilir: Hz. Ömer ona Hayber'de (ikindi ve akşamı tek abdestle
kıldığı) namazından itibaren edindiği adete muhalefeti dolayısıyla bu soruyu sormuştur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Tirmizî de Enes'den
rivayet ettiğine göre; Peygamber (.sav), abdestli olsun olmasın her namaz için
abdest alırdı. Humeyd der ki: Enes'e sordum: Peki ya siz nasıl yapıyordunuz?
Enes dedi ki: Bizler ise, bir tek abdest alırdık. (Tir-mizî) dedi ki: Bu, Hasen
sahih bir hadistir)-
[161]Yine
Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Abdest üstüne
abdest bir nurdur."
[162]
Peygamber (sav) buna
göre herbir namaz için yeni bîr abdest alırdı. Küçük abdestini bozarken, bir
kişi kendisine selam verdiği halde teyemmüm edinceye kadar selamını almadı.
Teyemmümden sonra selamını aldı ver 'Ben yüce Allah'ı abdestli olmaksızın
zikretmekten hoşlanmadım" diye buyurdu. Bunu da Dârakutnî rivayet
etmiştir.[163] es-Süddî ile Zeyd b.
Eşlem der ki: "Namaza kalkacağınız zaman" âyeti, yataklarınızdan,
yani uykudan uyanıp kalktığınız zaman, anlamındadır. Bu tevile göre âyetin
maksadı, bütün hades hallerini zikretmektir. Özellikle de hakkında bizatihi
hades midir değil midir diye ihtilaf edilen uyku zikredilmiş olmaktadır. Bu
açıklamaya göre âyet-i kerimede bir takdim ve tehir vardır ve ifadenin takdiri
şöyledir: Ey iman edenler, uykudan uyanıp namaz için kalkacağınız vakit, yahut
sizden herhangi bir kimse ayak yolundan gelirse, ya da kadınlara yaklaşmış
-yani bundan kasıt küçük temas olan dokunmaktır- iseniz... yıkayınız.
Böylelikle küçük
hadesli olanın hükümleri tamamlanmış olmaktadır. Daha sonra da: "Eğer
cünup isenfc yıkanıp temizleniniz" diye buyurdu ki bu, bir başka hades
türünün hükmünü ifade etmektedir. Bundan sonra ise her iki (küçük ve büyük)
hades türü için de: "Şayet hasta veya yolculukta iseniz ve su
bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin" diye buyuru
lmuştur.
Mâlik'in -Allah'ın
rahmeti Ü2erine olsun- arkadaşlarından Muhammed b. Mesleme ve başkaları da
âyet-i kerimenin bu te'vilini benimsemişler ve bu doğrultuda görüşlerini ifade
etmişlerdir.
İlim ehlinin çoğunluğu
ise şöyle demektedir: Âyetin manası: Sizler hades-li olduğunuz halde namaza
kalkacağınız zaman... Buna göre ise âyet-i kerimede herhangi bir takdim ve
tehir yoktur. Aksine, âyet-i kerimede yüce Allah'ın: "Temizleniniz"
buyruğuna kadar su bulanın hükmü ifade edilmekte ve "abdesısiz olduğunuz
halde" ifadesinin kapsamına da küçük temas da girmektedir. Bundan sonra
da yüce Allah'ın: "Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz" buyruğu
da her iki hades türü ile ilgili olup su bulamayan kimsenin hükmü
zikredilmektedir. Bu durumda da "kadınlara dokunmak" (yaklaşmak)
cima demek olur. O bakımdan tıpkı su bulan kimse nasıl zikredîlnıiş-se, su
bulamayan cünubun da zikredilmesi kaçınılmazdır. Bu ise, Şafiî'nin ve
diğerlerinin te'vili (açıklaması) dır. Sa'd b. Ebi Vakkas, İbn Abbas, Ebu Mur
sa el-Eş'arî ve bunların dışında birçok sahabinin görüşleri de bu doğrultuda
gelmiştir.
Derim ki: Bu iki
tevil, âyet-i kerime hakkında söylenenlerin en güzelidir. Doğrusunu en iyi
bilen Allahtır.
"Kalkacağınız
zaman" (namaz) kılmak istediğiniz zaman, demektir. Nitekim yüce Allah:
"Kurban okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (en-Nahl,
16/98) buyruğunda, Kur'ân okumak istediğinde... demektir. Çünkü namaza kalkış
halinde abdest almaya imkân yoktur.
[164]
"Yüzlerinizi
yıkayın..." buyruğunda yüce Allah dört organ zikretmektedir. Birisi yüzdür.
Bunu yıkamak farzdır. Eller de aynı şekilde. Başın farzı ise ittifakla
meshedilmesidir. Ayaklarda ise ileride geleceği üzere ihtilaf edilmiştir.
Âyet-i kerimede bunların dışında herhangi bir organdan söz edilmemektedir. Bu
ise, bunların dışında kalanların bir takım âdab ve sünnetler olduğunun
delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Yüzün yıkanması
esnasında suyun yüze götürülerek elin de yüz üzerinde gezdirilmesi
kaçınılmazdır. Bize göre yıkamanın gerçek mahiyeti budur. Biz, bu hususu
en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 13. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz. Bizden
başkaları ise şöyle demektedir: Abdest alanın yapması gereken şey, sadece suyu
akıtmaktır. Eliyle ovalamak mükellefiyeti yoktur. Şüphe yok ki kişi, kendisini
suya daldırsa ve beraberinde yüz ya da ellerini de daldırıp ovalamayacak olsa,
onun hakkında yüz ve ellerini yıkadı denilir. Bilindiği gibi bu hususta ancak
o iş için verilen ismin hasıl olmasına itibar edilir. Bu hasıl olursa
yeterlidir.
Sözlükte vech (yüz);
muvaceheden alınmadır, Vech, bir takım azaları kapsayan eni ve boyu olan bir
organdır. Onun uzunlamasına sının, alnın üst tarafının başlangıcı olup,
çenelerin sonuna kadar devam eder. Enine sının ise iki kulak arasıdır Bu husus,
tüysüz kimse hakkında böyledir. Sakallı kimse ise, eğer çeneleri sakalla kaplı
bulunuyor ise, sakalı ya seyrektir, yahut sıktır. Şayet sakalı seyrek olup
alttan teni görünüyor ise, suyun tene ulaştırılması kaçınılmazdır. Şayet sık
ise, bu sefer farz -tıpkı başta bulunan saçta olduğu gibi- sakala intikal
etmiş olur (yani sakalın yıkanması gerekir).
Diğer taraftan sakalın
çeneden arta kalan ve aşağı doğru sarkan bölümü ile ilgili olarak Sulınûn,
İbnü'I-Kasım'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Malik'e: Sen ilim ehlinden
herhangi bir kimsenin sakal yüzdendir, o bakımdan onun üzerinden su geçilmesi
gerekir, diyen bir kimse işittin mi şeklinde sorulurken, şövle dediğini
dinledim: Evet, abdest esnasında sakalın hilal-lendirilmesi insanlarım
yapmaları gereken bir iş değildir, dedikten sonra da bunu yapanı ayıpladı.
Yine İbnü't-Kasım,
Mâlikten şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alan kişi, içine suyu
sokmaksızın sakalının dış tarafını hareket ettirir. Devamla: Sakal tıpkı ayak
parmakları gibidir, der.
İbn Abdillıakem der
ki: Sakalın hilallendirilmesi, abdest alırken de guslederken de vaciptir.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Peygamber (sav)'dan, -hepsi de zayıf olan- çeşitli
yollardan abdest alırken sakalını hilallediği rivayet edilmiştir, İbn
Huveyzimendâd da rukahâ, abdest esnasında sakalın hilali endi ölmesinin va-cib
olmadığı üzerinde ittifak ettiklerini nakletmektedir. Bundan tek istisna, Said
b. Cübeyr'den rivayet edilen şu sözüdür: Kişi ne diye sakallan.bitmeden önce
sakalını (bittiği yeri) yıkıyor da, bu sakalı bitti mi orayı yakamıyor? Ve
tüysüz kimse ne diye çenesini yıkıyor da sakah olan kimse yıkamıyor?
Tahavî der ki:
Teyemmümde vacib olan yüzde tüyün bitiminden önce te^ nin mesh edilmesidir.
Ancak tüyün bitiminden sonra bu, onların (fukahanın) hepsine göre de sakıt olur
Abdestte de durum böyledir.
Ebu Ömer der ki: Kim
sakalın tümünün yıkanmasını vacib kabul ederse, sakalı da yüz gibi kabul etmiş
olur. Çünkü vech (yüz) muvaceheden alınmıştır. Yüce Allah ise, sakallı ite
sakalsız kimse arasında herhangi bir tahsise gitmeksizin mutlak bir emir ile yüzün
(vechin) yıkanmasını emretmiş bulunmaktadır. O halde Kur'an'ın zahirine göre
sakalın yıkanması vacib olur. Çünkü sakal, (yüzde) tenin bedelidir.
Derim
ki: İbnül-Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve ben de bu görüşteyim, demiştir.
Çünkü, Peygamber (sav) sakalını yıkardı. Bunu, Tirmizî ve başkaları rivayet
etmiştir. Böylelikle Hz. Peygamber, fiili ile muhtemel olan bir şeyi tayin
etmiş olmaktadır, Îbnü'l-Munzir de îshâk'dan kasten sakalını hilal-lendirmeyi
terk edenin tekrar bunu iade edeceğini belirttiğini nakletmektedir. Tirmizî de
Osman b. Aftan (ra)'den rivayet ettiğine göre, sakalını hilal-Jendirirdi.
Tirmizî dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir.
[165]
Ebu Ömer der ki:
Sakalın sarkan bölümünü yıkamayı vacib kabul etmeyen, yıkanması emrolunan asıl
yerin ten olduğu görüşündedir. Dolayısıyla ona göre, tenin üstünde zahir olanın
yıkanması vacib olmaktadır. Sakalın sarkan bölümünün altında ise, yıkanması
icabeden herhangi bir yer yoktur. Dolayısıyla, sakalın (tenin üstünde kalan
bölümünün) yıkanması ondan bedel olmaktadır.
Yine fukahâ, favoriler
ile kulak arasındaki bölümün yıkanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
İbn Vehb, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Sakal, saçının gerisinde
kalan (ve tüy bitmeyen) çeneye kadar gelen bölüm yüzden değildir. Ebu Ömer ise
der ki: Ben, İbn Vehb'in Mâlik'ten rivayet ettiği görüşü çeşitli bölgelerde
yaşayan fukahâdan herhangi bir kimsenin söylediğini bilmiyorum.
Ebu Hanife ve
arkadaşları ise derler ki; Favoriler ile kulak arasında saç bitmeyen bölüm
yüzdendir ve yıkanması vacibtir Şafiî ve Ahmed de buna yakın görüş
belirtmişlerdir. Saç bitmeyen bu bölümü yıkamanın müstehab olduğu da
söylenmiştir İbnü'l-Arabî der ki; Bence sahih olan, o bölümü, sakalı olan
kimse için değil de tüyü bitmemiş kimsenin yıkamasının gerektiğidir.
Derim ki: Kadı
Abdülvehhab'ın tercihi de budur. Konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi ise,
bu bölüm hakkında muvacehe adının verilip verilmeyeceğinden kaynaklanmaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İşte bu ihtimal dolayısıyla da yine fukahâ
arasında yüzün yıkanma emrinin burnun ve ağzın iç tarafını kapsayıp kapsamadığı
hususunda görüş aynhğı vardır. Ahmed b. Hanbel, İshâk ve onlardan başkaları,
abdestte de gusulde de bunun vacib olduğunu kabul ederler. Şu kadar var ki,
Ahmed şöyle demektedir: Ab-dest alırken, burnuna su çekmeyi (istinşak) terkeden
kimse, daha sonra bunu iade eder. Fakat mazmazayı (ağzına su verip
çalkalamayı) terkeden kimse bunu iade etmez. Genel olarak fukahâ ise şöyle
demektedir: İkisi de abdestte de gusulde de birer sünnettir. Çünkü emir, ancak
zahiri kapsar, batını (gizli ve görünmeyen bölümü kapsamaz). Araplar ise,
ancak muvaceher
kapsamına giren şeyler
hakkında veclı tabirini kullanırlar. Diğer taraftan yüce Allah bunları
Kitabında zikretmiş değildir. Müslümanlar da bunları vacib görmediler ve herkes
bu hususta da ittifak etmemiştir. Farz olan bir hüküm ise ancak bu yollardan
birisi ile sabit olur. Bu kabilden açıklamalar daha önce en-Nisa sûresinde
(4/43. ayet, 17. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Gözlere gelince, herkes icma
ile gözlerin iç tararının yıkanmasının gerekmediğini kabul etmiştir. Şu kadar
var ki, Abdullah b. Ömer'den, gözlerine hafifçe su serptiği rivayet
edilmiştir. Bunları yıkamanın sakıt oluş sebebi ise, bundan dolayı rahatsızlanmak
ihtimali ile bu işin zor oluşudur. İbnü'l-Arabî der ki: Bundan dolayı, Abdullah
b. Ömer görmez olduktan sonra, gözlerini yıkardı. Zira bundan dolayı rahatsız
olmazdı.
Yüz ile ilgili bu
hüküm Ger) böylece anlaşıldığına göre, herhangi bir sınırlama sözkonusu
olmaksızın, yüz ile birlikte baştan bir bölümün yıkanması kaçınılmazdır.
Nitekim başın tümünün mesh edîîmesi ile birlikte belli bir miktar tayini
sözkonusu olmaksızın yüzün de küçük bir bölümünün mesh edilmesinin vacib
olduğunu kabul eden görüş de buna benzemektedir. Bu hüküm ise, usul-u fıkıhta
bir kaideyi teşkil eden: "Kendisi olmaksızın vacibin tamam olmadığı bir
şey tıpkı onun gibi vacibtir" kaidesine dayanmaktadır. Doğrusunu en iyi
bilen Allahtır.
[166]
İlim adamlarının
cumhuru, abdestte niyetin mutlaka gerekli olduğu görüşündedir Çünkü Hz.
Peygamber: "Ameller ancak niyetler iledir" diye buyurmuştur.[167]
Buharî der ki: Böylelikle iman, abdest, namaz, zekât, hac, oruç ve diğer ahkâm
da bunun (hadisin) kapsamına girmektedir. Yüce Allah da: "De ki: Herkes
kendi tabiatına göre hareket eder" (el-îsra, 17/84) diye buyurmaktadır
kiT bu da niyetine göre hareket eder, demektir. Peygamber (sav) de: %,.
Fetihten sonra hicret yoktur.) Fakat, cihad ve niyet vardır" diye buyurmuştur.[168]
Safîlerden pek çok
kişi ise niyete gerek yoktur, demektedir. Bu, Hanefî-lerin de görüşüdür. Derler
ki: Niyet, ancak bizatihi maksat olarak gözetilen ve başkalarına sebep teşkil
etmeyen farzlarda vacibtir. Bir diğer fiilin sahih olması için şart olan
amellere gelince, o fiili emreden buyruk ile birlikte bir başka delalet
olmadığı sürece, bizzat emrin kendisi ile o işte niyet İcabetmez. Taharet ise
şarttır Üzerinde namazın farz olmadığı bir kimseye taharet farzı da vacib
değildir. Ay hali ve lohusa olan kadın gibi.
Bizim (mezhebimize
mensup) ilim adamlarımız ile, kimi Şafıîler ise, yüce Allah'ın: "Namaza
kalkacağınız zaman yüklerinizi... yıkayın" buyruğunu delil
göstermişlerdir. Yıkama fiili vacib olduğuna göre, o Fiilin sahih olabilmesi
için niyet de şart olur. Çünkü yüce Allah tarafından farz kılmak, Allah'ın
emrettiği işin yapılmasını icabettirir. Buna göre bizler: Bunun için niyet vacib
değildir diyecek olursak, yüce Allah'ın emrettiğini yapmak için bir maksat
taşımanın onun için vacib olmadığını söylemiş oluruz. Bilindiği gibi serinlemek
veya herhangi bir maksat için gusleden bir kimse, o vacibi eda etme maksadını
gözetmiş değildir. Hadiste de abdestin (küçük günahlar için) keffaret teşkil
ettiği sahih olarak sabit olmuştur. Eğer abdest, niyetsiz olarak sahih olur
denilecek olursa, günahlara keffaret olmaz. Diğer taraftan yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Halbuki onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar
ve hanifler olarak ibadet etmelerinden... başkasıyla emr olunmadılar." (el-Beyyine,
98/5)
[169]
İbnü'l-Arabî der ki:
Kimi ilim adamımız şöyle demektedir: Bir kimse gusletmek niyetiyle nehre
gitmek üzere çıkarsa bu onun için yeterli olur. Şayet yolda iken niyeti
kaybolacak (hatırından gidecek olursa) -ve eğer hamama gitmek için de yola
çıkar, yolda da niyeti kaybolacak olursa- niyeti batıl olur. Kadı Ebu Bekr b
el-Arabî -Allah ondan razı olsun- der ki: Sıradan müftü geçinen kimseler, buna
dayanarak şöyle demişlerdir: Namaz için niyet, bu konudaki her iki görüşe göre
de uygun düşebilir. Ayrıca onlar, bu hususta zan ile yakin arasında herhangi
bir fark gözetemeyenlerden bir nass da irad etmişler ve bunun şöyle dediğini
nakletmiş 1 erdir: Namazda niyetin tekbirden önce olması caizdir. Müftü ve müctehid
olmak isteyip de Allah'ın başarı ihsan etmediği ve doğruya iletmediği böyle
bir topluluğun Allah yardımcıları olsun, onların yaptıklarını herkes görüp de
ibret alsın. Şunu bilin ki, -Allah'ın rahmeti üzerinize olsun- abdestte niyetin
vacib olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Bu hususta
Mâlik'in görüşü de farklı farklı gelmiştir. Bu konuda ittifak sözkonusu
olmadığından dolayı, bazı yerlerde niyetin öne alınmasında müsamaha
gösterilmiştir. Namaz hususunda ise, imamlardan herhangi bir kimsenin görüş
ayrılığı yoktur. Ve namaz,' bizzat maksat olarak gözetilen aslî bir ibadettir.
Üzerinde ittifak edilmiş maksat olarak gözetilen aslî bir husus, nasıl hakkında
görüş ayrılığı bulunan ve asıl olmayıp tabi olan fer'î bir hususa hamledilerek
aynı hükme tabi kabul edilebilir? Bu, aşırı ahmaklıktan başka bir şey olabilir
mi? Oruca gelince, şeriat, oruç hakkında başlama vakti, gafil olunan (uykuda
bulunulabîieri) bir zaman olduğundan dolayı, niyetin başlama vaktinden öne
alınmasını kabul etmekle bu husustaki zorluğu gidermiş olmaktadır.
[170]
Yüce Allah'ın: Ve
dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" buyruğu ile ilgili olarak,
dirseklerin yıkanacak sınırlar içerisinde olup olmadığı hususunda İnsanlar
farklı görüşlere sahiptirler. Kimileri, evet dahildir demektedir. Çünkü:... e,
a kadar" edatından sonra gelen, eğer kendisinden öncekinin türünden ise
kapsamına girer. Bunu.Jîibeveyh ve başkalan söylemiştir. Bu husustaki
açıklamalar, geniş bir şekilde açıklanmış olarak, el-Ba-kara sûresinde (2/187.
ayet 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Dirseklerin yıkamanın kapsamına
girmediği de söylenmiştir Bu husustaki her iki rivayet de Mâlik'ten rivayet
edilmiştir. İkincisi, Eşheb'e ait bir rivayettir. İlim adam-lannın çoğunluğu
ise birinci rivayeti kabul etmiştir, sahih olan da budur. Çünkü, Dârakutnî'nin
Hz, Cabir'den rivayetine göre, Peygamber (sav) abdest aldığında, suyu
dirsekleri üzerinde gezdirirdi.[171]
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: "Ol) ,,,a kadar", "birlikte : beraber" anlamındadır.
Nitekim, Arapların: Küçük deve sürüsü küçük deve sürüsüne katılırsa, büyük bir
sürü olur" demesine benzer. Yani, küçük sürü, küçük sürü ile beraber...
demektir.
Ancak, daha önce
en-Nisa sûresinde (4/2. âyet, 4, başlıkta) açıkladığımız gibi, buna gerek
yoktur. Çünkü, araplara göre "el" tabiri ile parmak uçlarından kola
kadar olan bölüm kastedilir. Yine "ayak" ile, parmaklardan baldı-nn
dibine kadar olan bölüm kastedilin O halde, dirsekler de "el" isminin
kapsamı içerisine girmektedir. O bakımdan, şayet buyruğun anlamı
"dirseklere-le beraber" şeklinde olsaydı, ayrıca bunun ifade ettiği
bir mana olmazdı. Burada yüce Allah;... a kadar" diye buyurduğuna göre,
yıkamanın sınırı olarak dirsekler tesbit edilmiş olmakta ve böylelikle
dirseklerden tırnaklara kadar olan bölümün yıkanması gerektiği
anlaşılmaktadır. Bu, doğru ve yerinde bir sözdür, hem lügat hem de anlam
itibari ile usule uygundur.
Îbnül-Arabî der ki: Bu
meselenin kesişme noktasını, kadı Ebu Muhammed'den başka kimse anlamadı. O, şöyle
demiştir: "Dirseklere kadar" buyruğu ellerden yıkanmaksızın
bırakılacak sının ifade etmektedir. Yoksa, onların yıkanacak olan sınırını
değil İşte bundan dolayı dirsekler yıkamanın kapsamına girer.
Derim ki: Sözlükte el
ve ayak kelimeleri» bizim dediğimiz yerleri de kapsadığından dolayı, Ebu
Hureyre abdest alırken, ellerini yıkarken koltuk altlarına kadar ve ayaklarını
yıkarken de bacaklannı da yıkar ve şöyle derdi: Ben» dostum Uav)'i:
"Mü'minin (.kıyametle) süsü, abdestin ulaştığı yere kadar ulaşır"
derken dinledim.
[172]
Kadı İyad ise der ki:
Fakat insanlar, bundan farklı bir husus üzerinde ic-ma etmişler ve abdestin
sınırlarını aşmaması gerektiğini kabul etmişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber:
"Kim bundan fazlasını yaparsa, haddi aşmış ve zulmetmiş olur"[173] diye
buyurmuştur.
Ondan başkaları ise
şöyle demiştir: Bu şekildeki bir uygulama, onun (Ebu Hureyre'nin) bir mezhebi
(görüşü) îdi ve bu onun tek başına kabul ettiği görüşlerden birisidir. Diğer
taraftan o, bu uygulamayı Peygamber (sav)'den nakletmeyip, bunu Hz.
Peygamberin: "Sizler abdest dolayısıyla yüzleri, elleri ve ayaklan
nurlandmlacak olan kimselersiniz"[174]
hadisi ile kendisinin de zikrettiği gibi: "Kıyamet gününde mü'minin
süsü... ulaşır" hadisinden istinbat etmiştir.
[175]
Yüce Allah'ın:
"Başlarınıza mesh edin" buyruğuna gelince, en-Nisa sûresinde (4/43-
ayet, 43. başlıkta^ meshin müşterek bîr lafız olduğuna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır. "Baş" İse, insanların zorunlu olarak bildiği ve yüzün
de bir bölümünü teşkil ettiği organın tümünden ibarettir. Yüce Allah, abdestte
onu zikredip yüzün ise muayyen olarak yıkanacağım belirttiğine göre, başın
geri kalan bölümü de mesh için kalmaktadır.
Eğer (yüzün)
yıkanacağını sözkonusu etmemiş olsaydı, başın tamamını mesh etmek gerekirdi.
Başın üzerinde saç bulunan bölümü de, göz, burun ve ağzın bulunduğu (yüz)
bölümü de (mesh edilecekti).
Mâlik, başın meshinin
vücubu hususunda bizim zikrettiğimiz bu noktaya da işaret etmiştir. Kendisine,
abdest alırken başının bir bölümünü mesh etmeyi terkeden kimse hakkında soru
sorulunca, o şu cevabı vermiştir: Ne dersin, eğer yüzünün bir bölümünü
yıkamayı terketmiş olsaydı, bu o kimse için yeterli olur muydu?
İşte, bizim zikretmiş
olduğumuz bu husus ile, kulakların baştan sayıldıkları ve onların da başın
hükmünü aldıkları açıkça ortaya çıkmaktadır. Ve bu şu sözü söyleyen Zührî'nin
kanaatine muhaliftir: Kulaklar yüzdendir ve yüzle beraber yıkanırlar. Yine şu
sözleri söyleyen Şabî'nin kanaatine de muhaliftir; Kulakların karşıdan görünen
bölümleri yüzdendir, arkalan ise baştandır. Aynı zamanda bu, el-Hasen ve
İshâk'tn da görüşüdür, bunu İbn Ebi Hu-reyre de Şafiî'den nakletmiştir. İleride
(el-Hasen ve İshâkın) bu husustaki delilleri gelecektir.
Başa, baş (Re's)
denilmesinin sebebi, yüksekliği ve onda saçın bitmesi do-layısıyladır. Dağ başı
(Ra'sü'l-Cebel) da burdan gelmektedir. Bizim "baş, bir takım organların
tümünün adıdır" dememizin sebebi ise, Şairin şu beyiti (nde dile getirdiği
anlam) dolayısıyladın
"Onlar başımı
yüklenip götürdüklerinde -ki, başta benim çoğunluğum vardır-Kavuşma yeri
geçilip sonra da beni götürsekr..."
[176]
Baştan meshedilecek
miktarın tayini hususunda ilim adamlarının onbir ayrı görüşü vardır. Bunların
üçü Ebu Hanifeye, ikisi Şafiî'ye, altısı da bizim (mezhebimize mensub) ilim
adamlarımıza aittir. Bunlardan sahih olan ise yalnızca bir tanedir. O da
belirttiğimiz gerekçeler dolayısıyla genelinin meshedil-mesinin vacib olduğudur
İlim adamları icma ile başını tamamen meslı edenin güzel bir iş yaptığını ve
yapması gerekeni de ifa etmiş olacağını kabul etmişlerdir.
"Başlarınıza"
buyruğunun başındaki "be" harfi zaiddir Teblz (kısmilik bildirmek)
için değildir. Manası; Başlarınızı mesnediniz şeklindedir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu harfin burada gelmesi, yüce Allah'ın:
Yüzlerinizi...
meshediniz" (en-Nisa, 4/43) buyruğunda teyemmüm ile ilgili olarak yer
alması gibidir. Eğer, bu harfin ifade ettiği anlam, kısmîlik olsaydı, burada
da bu kısmîlik anlamını ifade etmesi gerekirdi. Ve bu(rada) kısmîlik ifade
etmediği kesindir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu harfin gelmesi, güzel bir mana ifade etmek içindir. O da şudur: Sözlükte
yıkamak, kendisiyle yıkanılan bir şeyi de gerektirir. Meshetmek ise, sözlükte
kendisiyle mesh olunan bir şeyi gerektirmez. Buna göre, eğer ("be"
harfi olmaksızın): "Başlarınıza mesh ediniz" demiş olsaydı, el ile
(eli) herhangi bir şey ile ıslatmaksızın başın üzerinde gezdirmek yeterli
olacaktı. Bu harfin burada gelmesi, kendisiyle mesh olunacak şeyi İfade etmek
içindir, o da sudur. Sanki; Ve su ile başlarınıza mesh edin buyurul-muş
gibidir. Bu da lügatte, iki şekilde açıklanabilecek fasih bir söyleyiştir Ya
Sibeveyhln naklettiği şu beyit gibi kalb yoluyla bir söyleyiştin
"Dudakları ak bir
güvercinin, tüylerinin yanlarını andırmaktadır. Diş etlerini iae sanki sürme
tozuna sürmüş gibidir.*"
Sürme tozu ile mesh
olunan, diş etleri olmakla birlikte (şair burada) bunu kalb ederek
söylemiştir.
Yahut da bu buyruk,
fiilde ortaklık ve nisbetinde eşitlik olmak üzere "be" ile
kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi;
"Onlar, geceleyin
(kötülük yapmak için) yürürken salınan kirpileri
andırırlar ki,
kötülükleri Necran'a kadar ulaşmıştır; hatta Hecer'e.
"Be"
harfinin anlamı ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri bunlardır.
Şafiî ise şöyle
demektedir: Yüce Allah'ın: Başlarınıza mesh edin" buyruğunun, başın bir
bölümü ile başın tamamını mesh ediniz anlamlarına gelme ihtimali vardır. Sünnet
de bunun bir bölümünü mesh etmenin yeterli olduğuna delalet etmiştir. Çünkü
Peygamber (sav) başının üst tarafım mesh etmiştir. Bir başka yerde de şöyle
demektedir: Denilse ki, teyemmüm ile ilgili olarak yüce Allah:
"Yüzlerinizi mesnedin" diye buyurmaktadır. Peki, teyemmümde yüzün
bir bölümünü meshetmek yeterii olur mu? Böyle diyene şu şekilde cevap verilir:
Teyemmümde yüzün mesh edilmesi, yüzün yıkanmasından bedeldir, O bakımdan yüzün
yıkanması gereken yerlerinin tamamının mesh edilmesi kaçınılmaz bir şeydir.
Başın meshedilme-si ise (bedel değıD bir asıldır. İşte aralarındaki fark budur.
Bizim ilim adamlarımız
İse, hadis ile ilgili olarak şu sözleriyle cevap vermişlerdir: Peygamber (sav)
bir mazeret dolayısıyla bunu yapmış olabilir. Özellikle onun bu uygulaması,
sefer esnasında olmuştur. Sefer ise, birtakım mazeretlerin bulunması muhtemel
olan bir haldir. Acele ve kısadan kestirip atma zamanıdır. Birtakım
meşakkatler ve tehlikeler dolayısıyla bir çok farizalar hazfedilir. Diğer
taraftan Hz. Peygamber, sarığının üzerine meshetmedik-çe, başının üst tarafına
rneshetmekle yetinmemiştir. Bunu da Müslim, Muği-re b. Şu'be yoluyla rivayet
ettiği hadiste zikretmektedir.[177] Eğer
başın tamamını meshetmek vacib olmasaydı, sangının üzerine ayrıca rnesh
etmezdi.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
[178]
îlim adamlarının
cumhuruna göre, tam ve kapsamlı tek bir defa mesh etmek yeterli olur. Şafiî
ise der ki: Abdest alan kişi, başını üç defa mesh eder. Enes ile Said b. Cübeyr
ve Ata'dan böylece rivayet edilmiştir. İbn Sîrin ise, başını iki defa mesh
ederdi. Ebu Dâvud der ki: Hz. Osman yoluyla gelen bütün sahih hadisler, başın
bir defa meshedileceğine delalet etmektedir, Çünkü onlar, abdestin (diğer
organların yıkanmasının) üç defa tekrarlanacağından söz etmekle birlikte, bu
rivayetlerde: "Ve başına mesnetti" demekte ve herhangi bir sayı da
zikretmemektedirler.
[179]
Başının meshedilmeye
nereden başlanacağı hususunda (fukahâ) farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der
ki: Başının ön tarafından meshetmeye başlar, sonra da ellerini başının arka
tarafına doğru götürür, daha sonra ön tarafına tekrar geri getirir. Tıpkı,
Müslim'in rivayet ettiği, Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste olduğu gibi.[180]
Şafiî ve İbn Hanbel de
bu görüştedir. el-Hasen b. Hayy ise şöyle derdi: Mu-avviz b, Afra'nm kızı
er-Rubeyyi'in rivayet ettiği hadise göre de başının arka tarafından başlar.
Ancak bu, lafızlannda ihtilaf bulunan bir hadistir ve bütün yollarıyla
Abdullah b. Muhammed b. Akil'den gelmektedir. Hadis alimlerine göre ise,
kuvvetli bir hafız (belleyip) değildir. Bu hadisi, Ebu Dâvud, Bişr b.
el-Mufaddal'dan, o, Abdullah'tan, o, er-Rubeyyî yoluyla rivayet etmiştir. İbn
Adan da ondan (Abdullah b. Muhammed b. Akil'den) o da er-Rubey-yi'den şunu
rivayet etmektedir: Rasulullalı (sav) bizim yanımızda, abdest aldı. Başının
tümünü, saçın bütün bitim yerlerinden itibaren dört bir yanından mesh etti.
Ancak, saçın üzerinde bulunduğu halini değiştirmedi.
Bu nitelikte bir
abdest alma şekli, İbn Ömer'den de rivayet edilmiş olup, bunda başının arka
tarafından meshe başladığı da belirtilmektedir.[181]
Bu hususta en sahih
rivayet, Abdullah b. Zeyd'in rivayetidir. Başın bir bölümünün meshini caiz
kabul eden herkes, başın meshedilecek bölümünün ön tarafı olduğu görüşündedir.
İbrahim ile eş-Şa'bî'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir Başının hangi
tarafını meshedersen bu senin için yeterli olur. İbn Ömer ise, başın sadece
tepe (bıngıldak) bölümünü meshetmekle yetinmiştir.
Her iki elle bir arada
mesh etmenin müstalısen olduğu hususu üzerinde de tek bir elle meshin de yeterli
olduğu üzerinde de icma vardır.
Bununla birlikte başın
meslıedilmeşini gördüğü bölümünü mesh edinceye kadar tek bir parmakla mesheden
kimse hakkında ise farklı görüşler vardır. Meşhur olan kanaate göre bunun
yeterli olduğudur. Bu, Süfyan es-Sev-ri'nin görüşüdür. Süfyan der kî: Başım tek
bir parmak ile mesh edecek olursa, bu dahi onun için yeterlidir. Bunun yeterli
olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bu, mesh sünnetinin dışına bir çıkıştır, sanki
bir oyun gibidir. Ancak, böyle bir şey hastalık zarureti dolayısıyla yapılacak
olursa, bunun yeterli geleceği hususunda ihtilaf olmamalıdır.
Ebu Hanife, Ebu Yûsuf
ve Muhammed derler ki: Üç parmaktan daha az parmakla başın meshedilmesi yeterli
değildir.
Birinci defa
meshetmenin Kur'ân nassı ile farz olduğu icma ile kabul edilmekle birlikte;
ellerin başın saçları üzerinde geri getirilmesinin, farz mı, sünnet mi, olduğu
hususunda görüş ayrılığı vardır. Cumhur, bunun sünnet olduğu görüşündedir, farz
olduğu da söylenmiştir.[182]
Abdest alan bir
kimsenin, başını meshedecek yerde yıkaması, (hususu ile ilgili olarak)
Îbnü'l-Arabi şöyle demektedir: Bunun, o kimse için yeterli olacağı hususunda
görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Ancak, İmam Fahru'l-İslâm eş-Şâşi, bize
ders verdiğinde kendi mezheb alimlerinden Ebu'l-Abbas b. el-Kâss'ın bunun
yeterli olmayacağını söylediğini bize haber verdi. Ancak bu, yüce Allah'ın şu
buyruklarında yermiş olduğu ve şeriatı iptal eden zahire tabi olmak kabilinden
fasid Dâvudî (Zahiriye) mezhebinden bir aşırılıktan başka birşey değildir;
"Onlar, ancak dünya hayatının zahir kısmını bilirler" (er-Rûm, 30/7);
'Yahut sözün zahirine göremi. " (er-Ra'd, 13/33) Yoksa, bu şekilde başını
yıkayan bir kimse, emr olunduğu şeyi fazlasıyla yapmış olmaktadır.
Denilse ki; Bu,
kendisi ile ibadet olunan lafzın kapsamı dışına çıkmış bir fazlalıktır O zaman
şöyle deriz: Ancak, fiilin mahalline ulaştırılması hususunda ifade ettiği
anlamın dışına çıkmamıştır. Aynı şekilde bir kimse, önce başını meslıetse,
sonra da başını tıraş edecek olsa, meshini iade etmekle mükellef değildir.
[183]
Mâlik, Ahmed, es-evrît
Ebu Hanife ve diğerlerine göre, kulaklar başın kapsamı içerisindedirler.
Ancak, bunlar için ayrıca su almak hususunda farklı görüşleri vardır. Mâlik ve
Ahmed der ki: Başını mesh ettiği sudan ayrı olarak kulakları için yeni bir su
alır. İbn Ömer'in yaptığı gibi. Şafiî de suyun yenilenmesi hususunda böyle
demiştir. Ayrıca der kir Kulakların meshedilmesi, başlı başına bir sünnettir.
Kulaklar, yüzden de değildir, baştan da değildir. Çünkü, ilim adamları, hacc
sırasında kulaklar üzerinde bulunan saçı kestir-miyeceğini ittifakla kabul
etmişlerdir. Ebu Sevrin bu husustaki görüşü Şa-fiî'ninki gibidir.
es-Sevrî ile Ebu
Hanife der ki: Kulaklar, baş ile birlikte mesh olunurlar. Seleften bir
topluluktan, ashab ve tabiinden bu görüşün bir benzeri de rivayet edilmiştir.
Dâvud (ez-Zalürî) der ki: Kulaklarını meshedecek olursa, iyi bir şeydir,
Meshetmezse de birşey gerekmez. Çünkü kulaklar Kur'an-ı Kerimde zikredilmiş
değillerdir. Ona şöyle denilir: -Önceden de açıkladığımız gibi- baş, zaten
onları İhtiva etmektedir.
Aynça, Nesaîh Ebu
Dâvud ve diğerlerinin kitaplarında sahih hadislerde Peygamber (sav)'ın
kulaklarının dış taraflarını da İç taraflarım da mesUettiğini, parmaklarını
kulaklarının deliklerine soktuğunu göstermektedir.[184]
Kulakların Kur'ân-ı Kerimde zikredilmemiş olması, onların mesh edilmesinin,
yüz ve ellerin yıkanması gibi bir farz olmadıklarına delalet etmektedir. Mesh
edilmeleri ise sünnet ile sabit olmuştur.
İlim ehli, abdest alan
bir kimsenin kulaklarını meshetmeyi terketmesini mekruh görürler ve böyle bir
şeyi yapan bir kimsenin Peygamber (sav)'ın sünnetlerinden birisini terkettiği
görüşündedirler. Bununla birlikte -İshâk dışında- kulaklarına meslıi iadeyi de
vacib görmezler. İshâk ise der ki: Eğer kulaklarını meshetmeyi terkedecek
olursa, (bu abdesti) onun için yeterli olmaz. Ahmed der ki: Kasten kulaklarını
meshetmeyi terkedecek olursa (abdestini) tekrar iade etmesini müstehab görürüm.
Mâlikin
arkadaşlarından Ali b. Ziyad'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kim
kasti olarak abdeşt yahut namaz sünnetlerinden birisini terkedecek olursa iade
eder. Ancak fukahâya göre bu, zayıf bir görüştür. Böyle bir görüşü, geçmiş
alimlerden (seleften) söyleyen bir kimse olmadığı gibi, bunun kıyas bakımından
(aklî açıdan) kabul edilecek bir tarafı da yoktur. Durum böyle olsaydı, farz
ve vacib olan bir şey diğerinden ayırt edilemezdi-
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
Kulakların yüzden
olduğunu kabul edenler, Peygamber (sav)'ın secde ettiği esnada söylediği sabit
olan şu duasını delil gösterirler:
Yüzüm, kendisini
yaratan, ona suret veren, ona işitmek için kulaklar ve görmek için gözler
bahşedene secde ediyor."[185]
Görüldüğü gibi burada Hz. Peygamber, işitmeyi yüze izafe etmiştir. Böylelikle
onların da yüzün hükmünü almaları gerektiği sabit olmaktadır.
Ebu Davud'un Musannef
inde (Sünen'inde) Hz. Osman yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir:
Böylelikle o, kulakların iç ve dış tarafını bir defa mesh etti, sonra
ayaklarını yıkadı, sonra şöyle dedi; Abdest hakkında soru soranlar nerede? İşte
ben, Rasulutlah (sav)"ı bu şekilde abdest alırken gördüm.[186]
Kulaklarının dış
taraflarım yüz ile birlikte yıkar; iç taraflarını da baş ile birlikte
mesheder, diyenler de yüce Allah'ın yüzü yıkamayı, başı da mesh etmeyi
emrettiğini delil gösterirler. Buna göre, kulaklardan sana karşı görünenin
yıkanması gerekir, çünkü o yüzdendir, sana karşı görünmeyenin de meshedilmesi
icabeder Çünkü o baştandır.
Ancak, Peygamber
(sav)'ın Hz. Ali, Hz. Osman, îbn Abbas, er-Rubeyyi' ve diğerleri yoluyla
rivayet edilen hadislerde kulaklannın iç ve dış taraflannı meshettiğini
belirten rivayetler bunu reddetmektedir.
Kulaklar baştandır,
diyenler de Peygamber (sav)'ın es-Sunabihî yoluyla gelen hadisteki şu sözünü
delil gösterirler; "Başını mesh ettiği takdirde günahlar başından -hatta
kulaklarından çıkıncaya kadar- çıkar." Bu hadisi de Mâlik rivayet
etmiştir.[187]
Yüce Allah'ın:
Ayaklarınızı da buyruğunu Nafi', İbn Âmir ve el-Kisaî "lâm" harfini
nasb ile; şeklinde okumuşlardır. el-Velid b. Müslim de Nafi'den bunu: şeklinde
"lâm" harfini ötreli olarak okuduğunu rivayet etmektedir. Bu aynı
zamanda el-Hasen ve el-A'meş Süleyman'ın da kıraatidir. İbn Kesir, Bbu Amr ve
Hamza ise, bu kelimeyi "lâm" harfini es-reli olarak; şeklinde
okumuşlardır. İşte aslıab ve tabiin de bu kıraatteki farklılığa göre farklı
görüşlere sahiptirler. Bu. kelimenin "lâm" harfini üstün okuyan,
bunda âmilin Yıkayın" buyruğu olduğunu kabul etmiş ve ayaklar hakkında
farz olan şeyin mesh değil de yıkamak olduğunu belirtmişlerdir.
Cumhurun ve ilim
adamlarının büyük çoğunluğunun görüşü budur. Peygamber (sav)'ın uygulamasından
sabit olan da budur. Birden çok hadis-i şerifte, onun söylediğinden de anlaşılması
gereken budur. Nitekim Hz. Peygamber, topuklarını yıkamadıkları belli olan
abdest almış bir topluluğu görünce, sesini çıkarabildiği kadar: "Ateşten
çekeceklerinden dolayı topukların vay haline! Abdestinizi iyice alınız"
diye yüksek sesle bağırmıştır.[188]
Diğer taraftan yüce Allah, ayaklann sınırlarını da tıpkı ellerde:
"Dirseklere kadar" diye bu-yurduğu gibi, ayaklar hakkında da:
"Her iki topuğunuza kadar" diyerek belirtmiştir. İşte bu, onların
yıkanmalarının vacib olduğuna bir delildir.
Bu kelimenin
"lâm" harfini esreli okuyan kimse ise, bundaki âmili "başlarınıza"
kelimesinin başında gelen "be" harfi kabul etmiştir İbnü't-Arabî der
ki: İlim adamları ayaklann yıkanmasınsn vücubunu ittifakla kabul etmişlerdir.
Ben, müslümanların takilılerinden Taberî ile onların dışında Rafızilerden başka
bunu reddeden kimse bilmiyorum. Taberî de delil olarak bu "lâm" harfinin
esreli kıraatine yapışmıştır.
Derim ki: İbn
Abbas'tan ise: Abdest, iki yıkama ve iki meshdir dediği rivayet edilmiştir.
Yine el-Haccâc'ın, Ehvâzda hutbe irad edip abdesti söz konusu ederken şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayınız. Başlarınıza
mesnediniz. Ayaklarınızı da (yıkayınız"). Çünkü Âdemoğlunun ayaklarından
daha çok kirlenme ihtimali yüksek herhangi bir uzvu yoktur. O bakımdan
ayaklarınızın iç tarafını, üstlerini ve topuklarım yıkayınız. Enes b. Mâlik
bunu işitince şöyle dedi: Allah doğru söylemiştir. Hac-cac ise yalan
söylemiştir. Yüce Allah ise: Başlarınıza mcshcdin. Ayaklarınızı da (mesh
edin)" diye buyurmuştur Bu olayı rivayet eden der ki: (Enes b. Mâlik)
ayaklarını mesh ettiğinde onları ıslatırdı. Yine Enes'den şöyle dediği rivayet
edilmiştir; Kur'ân mesh ile nazil olmuş, sünnet ise yıkamayı emretmekle varid
olmuştur.
İkrime de ayaklarını
mesh eder ve şöyle dermiş: Ayaklar hakkında yıkama söz konusu değildir. Onlar
hakkında mesh nazil olmuştur. Âmir eş-Şa'bî de der ki: Cibril meshi
indirmiştir. Nitekim teyemmümde de yıkanması emr edilmiş organların mesh
edilmesi istenmekte, mesh edilmesi emredilmiş olanlar ise
bağışlanmaktadıivKatade de der ki: Allah, iki tane yıkama ve iki tane rneshi
farz kılmıştır.
İbn Cerir et-Taberî,
ayaklar hakkında farz olanın, yıkamak ile mesh etmekten birisi arasında
muhayyerlik olduğu görüşündedir. Ve bu husustaki iki kıraati iki ayn rivayet
gibi değerlendirmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu hususta söylenenlerin en
güzellerinden birisi de şudur: Hem mesh hem de yıkamak bi-rarada vacibtir.
"Ayaklarınız" anlamına gelen kelimenin "lâm" harftni
esre-li okuyanların kıraatine göre mesh vacibtir, onu üstün okuyanların kıraatine
göre ise yıkamak vacibtir Bu iki kıraat ise iki ayrı âyet durumundadır.
îbn Atiyye der ki:
"Lâm" harfini esreli okuyanlardan kimisi, ayaklar hakkında mesh
etmenin onları yıkamak anlamında olduğu görüşündedir.
Derim ki: Sahih olan
da budur. Çünkü imeslıtI lafzı müşterek bir lafızdır. Hem "mesh"
anlamında kullanılır, hem de "yıkamak" anlamında kullanılır,
el-Herevî der ki: Bize el-Ezherî haber verdi. Bize, Ebu Bekr b. Muhammed b.
Osman b. Said ed-Dârî haber verdi. Ebu Bekr, Ebu Hatîm'den, o, Ebu Zeyd
el-Ensarî'den şöyle dediğini nakletti: Arapçada mesh, hem yıkamak, hem de
meshetmek anlamına gelir. İşte bundan dolayı, abdest alıp da azalarını yıkayan
kimse hakkında; "Temessüh etti" denilir. Yine yüce Allah seni
günahlarından arındırsın ve yıkayıp temizlesin anlamında "mesh"
kelimesi kullanılarak; denilir.
Araplardan nakil
yoluyla meshin yıkamak anlamına geldiği de sabit olduğuna göre, buradaki
"lâm" harfinin esreli okunuşu ile kast edilen yıkamaktır, diyenlerin
görüşleri tercihe değer olur, ağırlık kazanır. Bu tercih ise, mesh ve yıkama
ihtimaline gelmeyen nasb kıraati sebebiyle ve yıkamayı tesbit eden hadislerin
çokluğu ile, hadis imamlarının rivayet ettiği, sayılamayacak kadar
[1] es-Suyıiiî, ed-Durru'1-Men.sûr, III, 4.
[2] Benzer muhtevadaki bazı riv;ıyetlcı için bk. es-Suyuti,
ed-Burru'l-Mensur, III, 3-4. (3)eL-Hâkim,ei-İtfitaedrcfe, Il5 311; el-Beyhakî,
esünenü'l-Kübrâ, II, 278.
[3] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/7-8.
[4] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/9.
[5] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/9.
[6] Buharı, İcârc 14; Ebü Dâvûd, Akdiye 12; Jlrtnizî,
Ahkâm 17; îbn M&ce, Ahkâm 23.
[7] Buhârî, MUMKbl. 2, 3, ?,Şurûc 17; TVuatj Talâk 31;
Müsned, VI, 183.
[8] Buhârî, İ'risSm 20, Buyu' ĞO,Sulh 5;Müslim, Akdiye 17,
18; Ebû Dâvûd, Sünne 5; İbn Mâce, Mukaddime 2; Müsned, VI, 146.
[9] İbn Sa'd, Tabakat, 1, 129.
[10] Müslim, Feda ikı's-Siihabe 206; Ebû Dâvdd> Peru iz
17; Tirmizi, Siyer 29", Dârtmi,Siyer
80; 1, 190, 317.
[11] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/10-12.
[12] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/12-14.
[13] Buhûrî, Sayd 29; Müslim, Snyd 15; Nesait Sayrt 28; tbn
Mâcs, Sayd 13; Muvatta, Sayd 13. 14; Müsnedt IV, 194. Ayrıca bk. Buhûrl, Tıb
57; Müslim, Snyd 12, 13, H, 16; Ebû Dâvûd, Sünne 5, Er'ııne 32; Tirmizl, Sayd %
BCune, 6 Siyer 11; Müsned, I, 147, II, HB, IV, 193- 194.
[14] Buhâri,.Sulh 5, Şurfıt 9, Eynwn 3, Hııdûd 30, 34, 38,
46. Ahkâm 39, Ahâd 1-, Müslim, Hııdûd 25; Ebû Dâvûd, Hudnd 24; îbn Mâce, Hudûd
7; Dârimî, Hııdûd 12; Muvatta, Hudîid 6; Müsned, IV, 115, İlâ. Hadisin
muhtevası özerle şudur: Birisinin yanında çnlışan bir kişi, ynnında çahştığj
iiHuımn karısı ile zina eder. Bilen birilerine Uirallar hükıınin ne olması
gerektiğini sorarlar. Kendilerine verilen cevnbı Allah Rasulü'ne nkl;ınrl:ır.
Hz. Peygamber: "Aranızda Allah'ın Kitabı gereğince hüküm vereceğiırT
buyurup bek5r olan isçinin sopa cezası île, evli okın kadının ise recm ile cezalandırılacağına
hükmeder.
[15] Buhürt, Tefsir 59, sûre 4, LîbnS &2; 84, 85- 87;
Müslim, Libâs 120; Ebû Dâvûd, Terec-cul 5; Tirmizl, Edeb 33, Nesal, Zinet 24,
26, 71; İbn Mâce, Nikâh 52... Hadis daha önce, en-NisJ, 4/119: 7 ve 8.
başlıktardn geçmişti. Abdullalı b. Mes ııtl, "S;ıçına saç ekleyen,
ekleten" ve benzer işleri yapanlara Allah'ın KJtabmdn lanet edildiğini
söyleyince, bir banım Allah'ın Kıtab'ındu böyle bii $ey bıılııındığını söyteyîp
itiniz eder. Ona el-Haşr, 59/47, âyetini okuyarak cevap verir.
[16] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/14-15.
[17] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/15-16.
[18] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/16-17.
[19] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/17.
[20] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/17.
[21] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/18.
[22] Müslim, Hacc 205; Ebû Dâvûd, Menasİk 14; Nesai,
Menâsik 64; Dârimî, Mermsik 68; Müsned, 1, 216, 254, 280, 339, 344, 347, 372.
[23] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/19-20.
[24] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/20.
[25] Yakın manada: Buharı, Cunıua 4; Müslim, Curmın 10; Ebü
Dûvûd, T:ih5re 127ı Tirmizî, Cumua 6; Nesâî, Cıtınua 14; Muvatta, Cumun 1;
Müsned, 11, 460.
[26] Buhârî, Hacc 110; Müslim, Hacc 367, İbn Mâce, Menâsik
95; Müsned, VI, 42.
[27] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/20-22.
[28] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/22-23.
[29] Bukârî, Hacc 109; Müslim, Uacc y$9-, yakın lafızlarla-
Müslim, Hacc 362, 364, 366; Ebû Dâvûd, Menâsik 16; Nesaî, Menâsik 66, 68;
Müsned, VI, 78.
[30] Buharı, Hîicc 109.
[31] Müsned, 111,400.
[32] Buhârİ, Hııcc İli; Ebû Dâvûd, Mentisik 16; Nesat> Menâsik
66.
[33] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/23-24.
[34] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/24-25.
[35] Es-Suyuti, ed-Durru’l-Mensur, III,9-10.
[36] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/25-27.
[37] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/27.
[38] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/27-28.
[39] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/28.
[40] Ebu Davud, Buyu 79; Tirmizi, Buyu 38; Dariml, Buyu 57.
[41] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/28-31.
[42] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, löö; 311, 137.
[43] Ebû Davûd, Cillâd 147, Diyât 11; Nesat, Kasâıne 10,
lî; îbn Mâce, DLyât 31; Müsned, 1, 119, 122; II, 180, 192, 211, 215.
[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/31-32.
[45] Görüleceği üzere başlıklar yirminin değil, yirmi
yedidir.
[46] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/32-33.
[47] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/33.
[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/33.
[49] İçi boş boru şeklinde oiup içinden yuvarlatılmış taş
ve benzeri şeyler atılan boru. Tüfeğe el-Bundukıyye denilmesi de burndnn
gelmekledir. Bk. et-Mu'cemu'i-Vasît, Bende-ka maddesi.
[50] Müslim, Sîiyd 1; Ebû Dâvud, Edâhî, 22; Nsso'k Snyd 21;
Müsned, IV, 377; diğer t: Müslim, Sayd 3; Nçsai, Sayd 25; Müsned, IV, 380.
[51] İbn Abdil-Berr, İstizkâr, XV, 261-266.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/33-34.
[52] Müslim, Sayd 6 ve 7. hadislerde birbürini tamamlayan
aynı hususa dair iki cüınle halinde; Ebû Dâvûd, Edâhı 22 (kısmen); Nesaî, Sayd
18.
[53] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/35.
[54] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/35-36.
[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/36.
[56] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/37-38.
[57] Ebû Davûd, Edâhî V-, Tirmizl, Sayd 10; îbn Afâce,
Zebfflh 15; Dâriml, Edâhî 17; III, 31, 39, 45, 53; Dârakutnî, IV, 274, 275.
[58] Dârakutnt, IV, 271, <Ebu't-Tayyib'in hadis ile
ilgili talikinde, râvileri arasında çeşidi bakanlardan tenkid edilmiş nmter
ûlduğıı belirtilmektedir); Beyim kî, Sünen, IX, 563. Ayrıca bk: el-Hakim,
al-Mü&tsdrek, IV, 114; el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâid, lvf 35.
[59] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/38-39.
[60] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/40-41.
[61] Müslim, Ednbi 22; Tirmizî, Sayd 18; Naat, DiiJıâya 21;
İbn Mâce, Zebâih 5.
[62] Muvatta, Zebâih 4.
[63] Müslim, Edühi 20; Ebû B&uûd, Edâhi 15. Kesim aleti
ile ügiti diğer bazı rivayetler için bk.: Buharı, Zebâilı 18, 19, 36; Müdim,
Edâhi 20 v.d
[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/41-42.
[65] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/42.
[66] Boynun arka tarafından kesim yapılırken, kesine
stlraüe yapılıp bıçak kes ün yerine geldiğinde hayvanın canlılığının devsin
etmesi şarttır. Hanefîlere göre damarlar kesîlince-ye kadar; Şafiî vç
Hanbelîlere göre boğaz vç yemek borusu kesilinceye kadar hayvanın canlılığı
sürmelidir. Bu dununda kesilen bu hayvanın eti yenilebilir. Aksi takdirde
yenilmez. (Dr. ez-Zuhaylî, el-Ftkku'iîsl&ml, 111, 657)
[67] Buhârî, ZebSih 24 dbn Abbas'ın sözü okırnk); EbüDâvûd,
Edalıi 15: Tirmizl, Sayd 13; 'Nesaî, Dahâyâ 25; İbn Mâce, Zebaîh 9; Dâriml,
Edfıhi 120 ve Müsned, IV, 334de Ebu'l-Uşerâ'nm babasının: "Ey Allah'ın
Rasûlii, Şer'î kesim ancak..., olur, değil mi?" dt-ye.sorınasi üzerine;
Hz. Peyamber: "Baldırına dahi (mızrak, harbe v.s.) bfitırsan senin için
yeterli olur" diye cevap vermiş ve zorunlu halde hayvanın şer'î kesiminin
nasıl olacağını bildirmiştir. Peygamberin, soruya red mahiyetinde cevap
vermemiş olması, takriri bir sünnet dun.nnunctodjr. Merlunn Kunnbî'nin işaret ettiği
gibi; bu ifadeler Hz, Peygamberin sözleri değil; Ebıt'l-üşerâ'um babnsmın
sözleri olarak geçmektedir- Hadis biraz sonra gelecektir.
[68] Onuncu başlıkta: "Elini çabuk tut ve kes,."
diye başlayım hadisin bir bölümü olarak geçti. Kaynakları için oraya bukdabilir
[69] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/43.
[70] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/43-44.
[71] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/44.
[72] İşaret edilen bıı hadisin bazı bölümleri onuncu
taşlıkta geçti Kaynakhn için oraya bakılabilir.
[73] Onikinci başlıkta geçti. İlgili notu bakılabilir.
[74] İbn Abdî'1-Berr, el-istizkâr, XV, 272.
[75] Tirmizî, Sayd 13.
[76] İbn Abdi'l-Berr, el-lsüzkâr XV, 272
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/44-46.
[77] Müslim, Sayd 57; Ebû Dâvûd, Edâhî 11; Tirmizl, Diyât
14; Nesaî, Dalu3ya 22, 26, 27;İbn Mace, Zebaih 3; Darimi, Edâhi 10; Müsned, IV, 123, 124, 125.
[78] Ebû Dâvûd, Dahaya 16. Ayrıca bk. Müsned, I, 289.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/46-47.
[79] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/47-48.
[80] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/48-51.
[81] Tirmizî, Siyer 47.
[82] Buhârl, Tevhid 15; Müslim, Tevbç 1, Zikir 2, 19; Timizi,
Zühd 51, Deavât 132; İbn Mfae. Edeb 58; Dârimî, Rikaak 22; Müsmd, II, 251, 413
[83] Buhârî, Tıb 43, 44, 54; Müslim, Seklin 110-112; Ebü
Dâv&d, Tıb 24; Müsned, II, 266, 267, 406, 453, 524.
[84] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/51-52.
[85] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/52.
[86] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/52.
[87] Buhârî, îman 33, Tefsir % sûre 2, rtteiın, bölüm
başında; Müslim, Tefsir 3-5; Tirmi-zl, Tefsir 5, sûre 1,2ı Nesaî, İman 18^
Müsned, I, 39.
[88] Nesai, Men3sik 194; Müsned, I, 28.
[89] Sııyıuî, ed-Durru'l-Mensûr, III, 18.
[90] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/53-54.
[91] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/54.
[92] el-Hakim, el-Müstedrefı,
II, 427-428
[93] Buhârt, İman 2, Tefsir 2. sûre 30; Müslim, İınnn
19-22; Tirmizt, İman 3; Nesal, îimn 13; Müsned, il, 93, 120, 143.
[94] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/54-56.
[95] "Ebediyyen" kelimesi, Arapça baskıyı tahkik
edenin İlgili noiıı isabetli görülerek "âyet" kelimesinin yerine
tercümeye alınmıştır.
[96] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/56-57.
[97] İbnu'l-Esir, tn-Nikâye, II, 80.
[98] Tirmizt, Zdhd 33; îbnMâce, Zühd 14; Müsned, I, 30, 52.
[99] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/57-58.
[100] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/58-59.
[101] Görüleceği üzere başlıklar "ondokıızdur.
[102] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/59.
[103] el-Vâhidî, Esbaba NüzÛti'lKıtr'ân, S, 194; Suyûtî,
ed-Durru't-Mensur, III, 2Î-22.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/59-60.
[104] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/60.
[105] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/60-61.
[106] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/61-62.
[107] Müslim, Snlât 265; Ebû Dâvûd, Sal.1t 109; Tirmizl,
Salât 136; Ne&aî, Kıble 7; ibnMâ-ce, Ikıiınttu's-Salflt 38; Müsned, V, 149,
151, 160; VI, 157» 280.
[108] Tlrmizi, Sayd 3.
[109] Bk. İbn Hacer, Tehzlbu't-Tehzlb, Xv 36 v.d.
[110] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/62-63.
[111] Buharî, Zebâib 2, 7, Tevhîd 13; Müslim, Sayd 1-3: Ebû
Davûd, Edahi 22; Tirtnizi, Snyd 1, â; Nesai, Sayd 1, 3. 7, 8, İS, 21; İbn Mâce,
Snyd 3.
[112] Buhûrt, Vudfi 33; Müslim, Ssıyd 1; Nesat, Sayd 3;
Müsned, IV, 377.
[113] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/63-64.
[114] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/64-65.
[115] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/65-66.
[116] Buhârl, Zebâih 2, 7. 10; Mü&lim, Sayd 2, 3; EbÛ
Dâvud, Edâhî 22; Tirmizî, Sayd 6; Nesal, Sayd 1, 7; îbnMâce, Sayd 3; Müsned,
IV, 257.
[117] EbÛ Dâvud, Edâhi 23; Müsnçd, TV, 195.
[118] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/66-68.
[119] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/68.
[120] Buhârî, Zebnih 7, 8, 10; Müslim, Snyd 2. 4, 5;
Ne&aî, Sîiyd 2, 6, 7; İbn Mâee, Sayd 3; Mü&ned, IV, 257, 258, 379, 380.
[121] Müslim, Sayd 6,7; Nesaî, Sayd 18; Mtisned, IV, 379.
[122] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/68-69.
[123] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/69.
[124] Müslim, Sayd 10, 11; Ebû Dâvud, Ed5hî 24; Müsned, IV,
194.
[125] Heysemî, Mecmau'z-Zçvâid, IV, 30, 1Ö2.
[126] Burada bu hadisin garip lafızlarım açıklayan bir kaç
satır, tercümeye dere edildiğinden, ayrıca tercümeleri gereksiz görülmüştür.
[127] Bk. Buh&rî, Buyfl 14, Relin 1, Meğrizî 29;
Tirmİzî, BuyıV 7- Müsned, III, 133, 180...
[128] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/69-71.
[129] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/71-72.
[130] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/72.
[131] Buhârî, Zebâih 6; Müslim, Müsâknat 51, 52, 54-56, 59;
Tirmizlt Sayd 17; Nesat, Sayd 12, 13; Dârimt. Sayd % Muvatta, îsii'zân 13;
M&sned, II, 4, 8, 37, Al, 55, 60, 113, 147.
[132] Buhârl, Hars 3, Bed'u'1-Halk 17; Müslim, Miîsakaat 53.
57, 58, 60; EbÛ Davud, Edâhi 22; Tirmizî, Sayd 17; Nesal, Snyd 14; İbn Mâce,
Sayd 2; Müsned, II, 267, 345; II, 79'da bu manada ve İbn Ömer'den.
[133] Müsnedy II, 4'de: İbn Ömer'in az önce kaydedilen
hadisi rivayet etmesi üzerine, ona: "Ebıı Hureyre, bir de ekin köpeği
diyor? denilince; İbrt Ömer: Ebû Hureyre'nin ner-den ekini olsun ki?"
dedi; şeklindedir. Müslim, Mns3kanı.46'da ise: "Ebii Hureyre'nin ekini
vardır" diye cevap verdiği kaydedilmektedir.
[134] Müslim, Müsakaat 47; Müsned, III, 333; Ayrıcı bk:
EbûDÛud, Edahi 21; Tirmizl, S:ıyd
16; Nesaî, Sayd 10; İbn&fâce, Sayd 2; Dânnıî, Snyd 3; Musned, III,
333, IV, 85, V, 54, 56, 57, 158.
[135] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/72-74.
[136] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/74.
[137] Buhâri, Et'iıne 2; Müslim, Eşribe 107-109; Ebû Dâvûd,
Et'ime 19; Tirmizt, Et'iıne 47; îbn Mâce> Et'ime 8; Mûsned, IV, 26.
[138] Müslim, Eşribe 102; JS&tf Pâüüd, Etime 15; Müsned,
V, 383, 398.
[139] Ebü Dâvûd, Et'iıne 15; /tfesaî'de tesbit edemedik.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/74-75.
[140] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/75.
[141] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/76.
[142] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/76.
[143] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/77-78.
[144] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/78.
[145] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/78-79.
[146] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/79.
[147] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/79.
[148] Dâmkutnî, 1,32.
[149] Buhârî, Zebâitı 4, 10, 14- Müslim, Scıyd B; Bbû Dâvûd,
Et'ime 45; TLrmizî, Sayd 1> Et'ime 7, Siyer 11; /&n Mâcs, Sayd 3;
Dârimî, Siyer 56; Müsned, H, 184, IV, 193, 194, 195.
[150] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/80.
[151] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/80-81.
[152] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/81.
[153] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/81-82.
[154] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/82-83.
[155] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/83.
[156] Darimi, Vudu’ 3.
[157] Bu manada ve dahn kısa olarak: Ebû Dâvûd, Tahâre 65;
Darimî, Tahâre 3; Mü&ned, V, 225.
[158] Ebü Dâvûd, Tahâre 65; Tirmizî, Tahâre, 44; Nesaî,
Tîihâre 101; îbn Mâcz, Tahâre 72.
[159] Buhârl, VudCı' 51; Muvatta, Tahâre 20, Müslim'de
bulamadık.
[160] Müslim, Tahâre 86; Ebû Dâvûd, Tahâre 65; Tirmût,
Tahâre 45; Nesaî, Tahâre 101; Müs-ned, V, 350, 358.
[161] Az öncç bu hadise ve kaynaklarına işaret edilmiştir.
[162] Şevkânî, ei-Feoâidu'l Mecmua, s. ll'de belirtildiğine
göre; eMrâkî, Tahrîcu Ehadisi'l- İhya'da: "Bu hadisi bir kaynakta tesbit
edemedim" demiştir.
[163] EbÛDâvÛd, Tahâre 8; İbnMâee, Tahare 27; Müsned, V, ÜG;
Darakutnl, 1,121,123,177f 197.
[164] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/83-86.
[165] Tirmizl, Talıâre 23; İbnMâce, Tabire 50; Dârimi,
Vudft1 33
[166] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/86-89.
[167] Bukara Bect'u Vahy 1, İman 41, Nikah 5, Talak 11
v.s.,.; Müslim, İmare 155; Bbû Dû-vûd, Talâk 11; Tirmizi FedSilıVI-Cihâd 16;
Nesaî, TalıSre 59, Talâk 24, Eymân 19; îbn Mûce, £uhd 26; Müsnedt I, 25, 43.
[168] Buhârl, İman 41. "...Fakat cihad ve niyet
vardır" hadisi ayrıca şuralarda yer almaktadır: Buh&rt, İman 41, Sayd
10, Cihâd 1, 27, 194, Cizye 22, Menâkıbul-Ensâr 45 Meğâ-zi 53; Müslim, îinâre
85, 86; Eb& Dâvûd, Cihâd 2; Timizi, Siyer 32; Nesaî, Bey'at 15; Dâriml,
Siyer 69; Müstted, I, 226, 266..., III, 32, 401, V, 187, VI, 137.
[169] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/89-90.
[170] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/90-91.
[171] Dârakutnî, 1, 83.
[172] Müslim, TahSre 40; Neaaî, Tah3re 110; Müsned, II, 232,
371.
[173] Nesal, Tahâre 105; îbn Mâce, Talıâre 48.
[174] Müslim, Tahâre 34'de bu lafızla; yakın manalarda:
Bıthârî, Vudû1 3; Mü$lim, 35-39; Tirmizl, Cuıoua 74; Mesaî, Tahâre 110; İbn
Mâee, Tahâre 6 v.s.
[175] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/91-92.
[176] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/92-93.
[177] Müslim, Tahâre 81; Miisned, IV, 244, 248, 250, 251
[178] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/93-95.
[179] EbâDâvud Tahâre 51, hadis no: 108.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/95.
[180] Buhârî, Vııdû' 39, 42, 46; Müslim, Tahrire 18;
Tlrmizİ, Tahâre 24; Nesaî, Tahâre Sİ; Müs-ned, IV, 39.
[181] Ebâ Dâvûd, Taiıâre 51, 128 ve 129 no'ltı hadisler-,
ayrıca bk. Tlrmizi, Tahâre 25, 26; İbn Mâca, Tahâre 52.
[182] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/95-96.
[183] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/96-97.
[184] Ebû Dâvûd, Tahflre 51; uyrıca bk. Nesat, Tahâre 84,
85.
[185] Müslim, Salatul-Müsafirin 201; Ebu Dâvûd, Salât 119;
Tirmizl, Cumua 55, Deavüt 33; Nesaî, Tatbik 67-70; îbn Mâce, Îkameıu's-Sîilât
70.
[186] Ebû Dâvûd, Tiihâre 51; Hadis kaynaklarında pekçok
yerde geçen bu hadisin geçtiği yerler için bk. el-Mu'eemut Mufehres li
Elfîîzi't-Hadisi'n-Nebevt, VI, 236.
[187] Nesaî, Tnlıâre 85; An Mâce, Tahâre, â; Muvatta; Tahâre
30, 31.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/97-99.
[188] Bıı hadisin kaynaklardaki yerlerinin hazıkın: Buharı,
Ilın 3, Vudû 27; Müslim, Tahâre 25-30; Ebû Dâvûd, Tahâre 46; Tirmİzî, Tah3re
31; Nesaî, Tahâre 89; İbn Mâce, Tahâre 55; Muvatta', Tahdre 5; Müsned II,
193..., IH, 316..