[ 6 ]
EN’ÂM SÛRESİ
Mushaf’taki sıralanışına göre 6,
nüzûl sırasına göre 55, uzun sûreler kısmının da 5, sûresidir. Âyetlerinin
sayısı 165 olup, Mekke’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a
aittir. Salât ve selâm O’nun Rasûlüne, ailesine, ashabına olsun. Ey Rabbimiz bizden kabul
buyur. Çünkü sen tüm duaları işiten ve her şeyi bilensin.
Kulluk kitabımızın 6. sırasında
yer almış, Mekke döneminin son zamanlarında hicrete yakın bir dönemde,
Rasulullah’ın beyanıyla bir defada nâzil olmuş, içinde pek çok konunun anlatıldığı
165 âyetlik bir sûreyle karşı karşıyayız. İnşallah bu haftadan itibaren bu
sûreyi tanımaya başlayacağız.
En’âm
kelimesi Türkçe’de nîmet anlamına gelen deve, sığır ve davar cinsinin hepsine
birden verilen bir isimdir. Sûrenin 136 ve 138. âyetlerinde geçen bu kelime
sûreye isim olarak verilmiştir.
Ayrıca bundan başka sûrenin “Sûret’ül
Hucceh” Hüccet sûresi diye bir adı daha vardır. Bu da sûrenin içinde
geçen: “En üstün hüccet (delil) Allah’ındır” meâlindeki 149.
âyetinden alınmıştır.
Az evvel de
ifade ettiğim gibi sûre bir defada ve Mekke’de nâzil olmuştur. Ayrıca İbni
Abbas Efendimizin ifadesine göre sûre Rasu-lullah Efendimize gece indirilmiştir.
Hazreti
Enes Efendimizin rivâyetine göre Allah’ın Resûlü şöyle buyurmuştur:
“Kur’an-ı
Kerîmde En’âm sûresinden başka hiçbir sûre bana bir defada nâzil olmadı. Ve
şeytanlar bu sûre için toplandıkları kadar başka hiçbir sûrede toplanmamışlardır.
Bu sûre Cibril ile beraberinde pek çok melekle indirildi. Bu sûre bana âdeta
doğu ile batı arasını kaplayan ve yüksek sesle tesbih getiren, arzı şiddetle
sarsan bir melek kafilesiyle indirildi. Sanki bir havuza su konmuş gibi bu
sûreyi getirip benim göğsüme koydular. Rabbim bu sûreyle bana ve size öyle ikramlarda
bulundu ki bundan sonra ebediyen bizi saptırmaz.”
Başka rivâyetlerden de anlıyoruz
ki Allah’ın Resûlü bu sûre kendisine nâzil olduktan sonra tekbir getirmiş ve
Allah’a hamd etmiştir.
Sûrede
Mekkî sûrelerin karakteristik özelliği olarak insanların önceki inanışlarını,
önceki dinlerini değiştirip onlara yepyeni bir din sunma yanında daha pek çok
konular anlatılmaktadır.
Sûrenin
hemen başında varlık konusu, yaratılış konusu anlatılır. Göklerin ve yerlerin,
göktekilerin ve yerdekilerin yaratılışı anlatılır. Varlığın kim tarafından ve
ne için var edildiği anlatılarak tüm bu var edilmiş yaratıklar zinciri içinde
yer alan insanın gerek kendisine karşı, gerek kendisini var eden Rabbine karşı,
gerekse kendisi gibi Allah tarafından yaratılmış diğer varlıklara karşı nasıl
bir ilişki içinde olması gerektiği anlatılır.
Yâni bu sûrede en güzel biçimde
ulûhiyet, ubûdiyet ve bu ikisi arasındaki ilişki anlatılır. Tüm delilleriyle
Rabbimiz bu sûrede kendini anlatır. Sonra Rab ve İlâh olarak kendi zâtı
karşısında insanın konumunu anlatır. Ve insanın yeryüzünde değişmeyen yasası
olarak, yeryüzünde insanlığın temel meselesi olarak insanın Allah’a kulluğunu
anlatır.
Yine sûrede
âhiret inancı ve bu konuda sapık düşünüşler anlatılır. En açık ve net bir
biçimde risâlet anlatılır. Peygamberin ve peygamberlik müessesesinin ne
olduğunu ne olmadığını delilleriyle anlatır Rabbimiz. İnsanların peygamberler
konusunda öteden beri taşıya geldikleri yanlışları düzeltir. Hz. İbrahim’den
ve Rasulullah Efendimiz-den örnekler sunar. Sonra en net ve en açık boyutlarıyla tevhidin zıd-dı olan şirk
anlatılır. Şirkin bir boyutu olarak haram ve helâlleri belirle-me konusu,
hayatı bozuk bir şekilde yorumlama ve parçalama konusu, mala bakış konusu ve
daha pek çok konu anlatılır.
Sûrenin
bütününde telkin edilen hususlar şöyle özetlenebilir. Bütün varlıkları yaratan
Allah'tır. Rızkı veren ve mülkün sahibi olan O'dur. Gerçek hükümranlık, güç ve
kudret O'nundur. O, bilinmeyen şeyleri ve sırları bilendir. Geceleri gündüze
çevirdiği gibi, gözleri ve kalpleri döndüren de Allah'tır. Bu yüzden,
insanların hayatına hükmedenin de Allahu Teâlâ olması gerekir. Yol çizmek,
hüküm koymak, helâli ve haramı belirtmek yalnız O'nun yetkisindedir. Bütün
bunlar ilâhlığın özelliklerindendir. Yine bütün bunları yaratma, rızık verme,
öldürme, diriltme, fayda veya zarar verme Allah'ın elindedir. Yerlerin ve
göklerin tek ilâhı Allah'tır.
Esmâ binti
Yezid'den şöyle dediği nakledilmiştir: "En'âm sûresi Resulullah'a indiği
zaman ben Hz. Peygamber'in devesinin yularını tutuyordum. Sûre bütünü ile indi
ve ağırlığından az kalsın Hz. Peygamber'in devesinin kemikleri kırılacak gibi
olmuştu".
Âyetlerde,
itikad bozukluğu olanlar uyarıldıktan sonra, eski hallerinde ısrar ederlerse
kötü sonuçla karşılaşacakları bildirilir: "Hak, kendilerine gelince onu
yalanladılar Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir Bizim
daha önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size
vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş,
altlarından ırmaklar akıtmıştık Fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik
ve kendilerinden sonra başka bir nesil varettik" (5-6).
Allahu
Teâla'nın gayb âlemini ve sırlar dünyasını ihâta edişi, nefis ve ömürleri
bilmesi, karada ve denizde, gece-gündüz, dünya-âhiret, ölüm ve dirim husûsunda
hükmedici ve kahredici gücü şöyle ifade edilir: "Gayb'ın anahtarları
Allah'ın katındadır Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir.
Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin Yerin karanlıklarında olan
her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır."
"Geceleyin
sizi öldürür gibi uyutan, gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur. Sonra tâyin
edilen vâdenin tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sonra dönüşünüz
yine O'nadır Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir."
"O,
kulları üzerinde kahredici güce sahiptir. Size koruyucu melekler gönderir.
Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve
hiçbir eksiklik yapmazlar" (59-61).
Bitkiler,
denizler ve karalarla ilgili düşünmeye sevkeden ayetlerde şöyle buyurulur:
"Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah 'tır. Ölüden diriyi ve diriden
ölüyü çıkarır. İşte Allah budur O halde nasıl yüz çevirirsiniz?" (95).
"Karanlığı
yarıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, güneşi ve ayı bir
hesaba göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi
bilen Allah'ın takdiridir" (96).
"Kara ve
denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan
O'dur Şüphesiz biz, bilen bir kavim için ayetleri geniş bir şekilde
açıkladık" (97).
"Gökten,
suyu indiren O'dur. Biz, o su ile her şey için gereken bitkiyi çıkardık Ondan
da yeşillik meydana getirdik" (99). Bütün bu ni-metler üzerinde düşünüp
ibret almayan ve uyarılara kulak asmayanların kıyamet günündeki sıkıntıları
şöyle ifade edilir:
"Ateşe
sürüldükleri zaman; keşke Rabbimizin ayetlerini inkâr etmeyerek, mümin olarak
yeniden dünyaya döndürülseydik, dediklerini bir görsen" (27)
"Allah'ın
huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır Kıyâmet günü
ansızın gelince, onlar günâhlarını sutlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: 'Dünyada
yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize.' Bakın yüklendikleri günah
ne kötüdür" (31).
Medine'de
indiği bildirilen ayetlerde oranın özelliklerini görmek mümkündür. Çünkü
Mekke'de inen ayetlerde inanç ve ahlâk esasları ağırlıkta iken Medine'de
inenler hüküm ağırlıklıdır. Bir yandan ibâdetler, cihad, aile ve mirasla
ilgili, diğer yandan da ceza, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası
ilişkilerle ilgili hükümler burada indi. Çünkü Medine döneminde artık bu
kuralları uygulayacak bir İslâm devleti doğmuştu.
Şu ayetlerde
Medine'de inişin izleri görülebilir: "De ki: 'Gelin size Rabbinizin haram
kıldıklarını okuyayım: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya iyilik
yapan. Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öl-dürmeyin; sizi de onları da biz
rızıklandırırız. Hayâsızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın Haklı
olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Allah, aklınızı
kullanasınız diye size bunları emretti" (151).
"Yetim,
rüşdüne erinceye kadar, onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın Ölçüyü
ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkesi gücünün yettiği ile mesul tutarız. Akrabanız
dahi olsa konuşurken adaletli olun. Ve Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah
düşünesiniz diye size bunları emretti İşte benim yolum budur; dosdoğrudur; O'na
uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi Allah'ın yolundan ayırmasın. Allah bunları
size sakınasınız diye emretti" (152-153).
Sûre şu
ayetle sona ermektedir: "Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizleri
yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün yapan
O'dur. şüphesiz ki, Rabbin azâbı sür'atli olandır O, çok affeden ve çok
merhamet edendir" (165).
İnşallah yeri geldikçe
tanıyacağız sûrede daha başka pek çok konu anlatılır. Bu kısa özetten sonra
şimdi inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım.
Sûrenin ilk
âyeti tıpkı Fâtiha’da olduğu gibi Allah’a hamd ile başlıyor:
1."Hamd
gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur.
Öyle iken inkâr edenler Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar."
Yeri
yaratan, gökleri yaratan, yerdekileri ve göktekileri yaratan, karanlıkları ve
aydınlığı yaratan, karanlıkları ve nûru yaratan Allah’tır. Öyleyse hamd da
Allah’a aittir. Övgü ve senâ Allah’a aittir. Övülmeye lâyık tek varlık Allah’tır.
Kulluk edilmeye lâyık tek varlık O’-dur. Böyle iken Allah’ı tanımayanlar
başkalarına hamd etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk
etmeye çalışıyorlar. Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya
çalışıyorlar.
Kimileri Allah’ın yarattığı
maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a denk tutuyorlar, kimileri Allah’ın
yarattığı kulları Allah makamına oturtarak Ona denk tutuyorlar, kimileri
yeryüzünde Ona arkadaşlar izafe ederek, ahbaplar izafe ederek, vekiller ve
yetkililer izafe ederek, kimileri çocuklar izafe ederek, kimileri Allah’ın
yarattığı ateşe, kimileri taşa toprağa, kimileri kadına, kimileri Allah makamına
oturttukları insanla-ra, tâğutlara tapınarak onları Allah’a denk tutmaya
çalışıyorlar. Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın
yarattığı kullardır. Hepsi de Allah’ın mülküdür.
Evet hamde
lâyık olan tüm bunları yaratandır. Tüm bu sema-vat ve arzdakileri yarattığı
için Allah hamde lâyıktır. Gökleri ve yeri yarattığı için, insanı yarattığı
için, göktekileri, yerdekileri insanın hizmetine sunduğu için Allah hamd
edilmeye lâyıktır. İşte böyle bir yaratıcı İlâh olmaya lâyıktır. İşte böyle bir
yaratıcı kulluğa lâyık olandır. Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir bağ
kuruluyor ve sonra da deniliyor ki onlar bütün bunları yaratanın Allah olduğunu
bile bile yine de Allah’a denk İlâhlar bulmaya çalışıyorlar. Allah’tan
başkalarını da hayatlarında söz sahibi kabul edip onların sözlerini de
dinlemeye, onların arzularını da gerçekleştirmeye, onların kanunlarını da
uygulamaya çalışıyorlar. Halbuki İlâh olanın, Rab olanın, kendisine kulluk
edilmesi gereken varlığın yaratıcı olması gerekir.
Hani var mı Allah’tan başka böyle
bir yaratıcı? Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var mı? Varsa böyle birileri
tamam o zaman ona da kulluk yapalım. Meselâ gökten muhtaç olduğumuz bir damla
su indirebilecek birileri varsa tamam ona da kulluk yapalım. Veya yeryüzünde bir
tek ot bitirebilecek birileri biliyorsanız tamam ona da kulluk hakkımız
olabilir. Meselâ zamana beş dakikalığına söz geçiren birileri veya ölüme
giderken ömrümüzü beş dakikalığına uzatabilecek birileri varsa tamam ona da
kulluk edelim. Onu da hamd edelim. Onun arzularını da yerine getirelim. Onun
programını da övelim, onun kitabını da hamd edelim, onun sistemini de uygulayalım.
Var mı böyle birileri? Hayır hayır, bir şeyler yaratmak şöyle dursun, Allah’a
denk tutulmaya çalışılan bu varlıkların hiçbirisi kendilerini bile yaratmamıştır.
Evet
karanlıkları ve aydınlığı yaratan Allah’tır. Dikkat ediyorsanız burada zulümat
çoğul olarak, nûr ise tekil olarak zikredilmiştir. Karanlıklar pek çoktur.
Bâtıllar sayılamayacak kadar çoktur, ama hak bir tanedir. Bir de âyetin
ifadesinden anlıyoruz ki zulümat nûrun yokluğu demektir. Bâtıl hakkın yokluğu
anlamına gelmektedir. Eğer nûr yoksa, hak yoksa, bâtıl varlığını sürdürebilecektir.
Hak varlığını ortaya koyunca tüm bâtıllar yok olup gidecektir.
Bunu, bu
karanlıkları ve nûru yaratan Allah’tır ifadesini hidâyet ve dalâleti var eden
Allah’tır. İman ve küfrü var eden Allah’tır. İlim ve cehaleti yaratan, cennet
ve cehennemi yaratan Allah’tır şeklinde anlayanlar da olmuştur.
2."O
Allah ki sizi çamurdan yaratan, sonra da size bir ecel tayin edendir. Belirli
bir ecel onun katındadır. Sonra bir de sizler şüphe edersiniz."
Önce göklerin ve yerin yaratılmasından
söz etti Rabbimiz, sonra da insanın yaratılmasından söz etti. Bundan anlıyoruz
ki arz da, sema da, arzda olanlar da, semada olanlar da, arzdaki ve semadaki
maddeler de sonradan yaratılmıştır. Materyalistlerin iddia ettiği gibi evren
kadîm değildir, madde kadîm değildir. Mecusilerin iddia ettikleri gibi karanlık
ve aydınlık da kadîm değildir. Ve yine âyetin ifadesinden anlıyoruz ki insanın
var edilişi kâinatın varlığından, göklerin ve yerin yaratılmasından, karanlık
ve aydınlığın yaratılmasından hemen sonra gelmektedir.
Evet O Allah ki sizi çamurdan yarattı.
Bununla Hz. Adem (a.s) kastedilmiş olabileceği gibi, sonraki yaratılışa konu
olan hepimizin yaratılışı da kastedilmiş olabilir. Çünkü hepimiz topraktan
besleniyor, topraktan meydana geliyoruz. İnsanın teşekkülünde rol oynayan meninin
aslı da gıdadır ve o da topraktan meydana gelmektedir. Evet Sizi topraktan
yaratmıştır O Allah, sonra da size bir ecel tayin etmiştir. Bir de O’nun
katında belli bir ecel vardır. İbni Abbas "Sonra da size bir ecel
tayin etmiştir." ifadesinin ölümü kastettiğini, "Bir de
O’nun katında belli bir ecel vardır." ifadesiyle "Ecel-i
Müsemma" ifadesiyle de âhiretin kastedildiğini söylemiştir. O’nun
katında belli bir ecel, Ecel-i Müsemma vardır âyetinin mânâsı üzerinde şunlar
söylenmiştir:
1-
Yaratılma ile ecel arasındaki süredir, denmiş.
2- Ölümden
sonra yeniden dirilme zamanına kadar geçen süredir, denmiş.
3- Her bir
insanın kendi ecelidir denmiş.
4- Bütün
dünyanın eceli ve ömrüdür denmiş.
5-Uyku
kastedilmiştir. Zira uykuda ruh kabız edilmiş olup uyanınca kişiye gerisin
geriye dönüyor.
6- İnsanın
ölüm zamanının kastedilmiş olabileceğini söylemiş-lerdir.
7- Bir de
önceki ifade edilen ecel, yâni kaza olunan ecel, geçmişlerin, vefat etmiş
ümmetlerin ecelidir, bu ikinci ecel de henüz vefat etmemiş, hayatta olanların
ecelidir ki bu henüz kaza olmamış eceldir ve bunu sadece Allah bilir.
8- Ya da birinci ecel insanların geçen
ömürlerinin miktarı, ikinci ecel ise kalan ömürlerinin miktarıdır ki bunu ancak
Allah bilir denmiştir.
9- Ya da
birincisi fertlerin ecelini ikincisi de toplumların ecelini anlatır denmiş.
"Onun
katında" sözünden anlaşılıyor ki O’ndan başka bunu kimse bilemez.
Yâni bu ecel henüz kaza edilmemiş, fiilen gördüğümüz bir durum değildir. Gaip
olan bir durumdur. Lâkin takdir edilmiş ve isimlendirilmiştir. Ama infazı daha
sonra yapılacaktır. Kıyâmet gününde olacak ve böylece açığa çıkacaktır.
3."Göklerde
ve yerde Allah odur. Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir, kazanmakta
olduklarınızı da bilir."
Göklerde
de, yerde de Allah O’dur. Göklerin de, yerin de Rab-bi O’dur. Göklerdekilerin
de, yerdekilerin de İlâhı O’dur. Göklerin, göklerdekilerin İlâhı O’dur da, yerlerin
ve yerdekilerin başka İlâhları yoktur. Göklere ve göktekilere Allah karışıyor
da, yere ve yerdekilere karışan başka İlâhlar, başka Rabler yoktur. Gökleri de,
yeri de idare eden O’dur. Göktekiler ve yerdekiler konusunda söz sahibi O’dur.
Gökler ve yer O’nun koyduğu İlâhî yasalara uymaktadır. Her ikisi de Allah’ın
emrine boyun bükmektedirler.
Sûrenin başındaki âyette anlatıldığı
gibi Allah tarafından yaratılmış olan gökler ve yer her ikisi de nasıl ki yaratıcısına
boyun bükmüşse, yine ondan sonraki âyette anlatılan ve yaratılış yönünden onlardan
farklı olmayan insan da Allah’ın kanunlarına boyun bükmeli, Allah’ın yasalarına
itaat etmelidir.
Fıtraten zaten insan Allah’ın
yasalarına boyun bükmektedir. Allah’ın yarattığı bu insan yaratılış yönünden üşümekte,
acıkmakta, uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta ve ölmektedir. Yâni insan fıtra-ten
Allah’ın koyduğu yaratılış yasalarının dışına çıkamamaktadır. İşte fıtrî hayatında
böylece Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi, günlük hayatında da Allah’ın
yasalarına boyun bükmek zorundadır.
Değilse fıtrî hayatında Allah’ın
yasalarına boyun büken bu insan, günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun
bükerse, hayatının birinde Rabbinin İlâhî yasalarına, ötekisinde de beşer
yasalarına teslim olursa, yâni iki Rabbi, iki İlâhı olursa onun, yâni onun
fıtrî hayatıyla günlük hayatı çatışma içine girerse o zaman bu ikisi arasında insan
ezilip gidecektir. Çatışan bu iki hayat arasında insan mahvolup gidecektir.
Bu
âyetlerin kendilerine indirildiği Mekke müşrikleri Allah’ın varlığını kabul
ediyorlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ediyorlardı.
Göklerin ve yerin hakimi olarak varlığını kabul ettik-leri Allah’ın yaratma,
rızık verme, mülkün sahibi olma, öldürme dirilt-me gibi sıfatlarını kabul
ediyorlardı. Ama inandıkları bu Allah’ı günlük hayatlarına karıştırmamaya
çalışıyorlardı. Hayatlarına Allah’tan başkalarının da karışacağına
inanıyorlardı. Günlük hayatlarında Allah’tan başkalarına da kulluk yapmaları gerektiğine
inanıyorlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul eden bu
insanlar hayatlarında sadece Allah’ın hâkimiyetini kabul etmiyorlar, Allah’tan
başkalarının da hâkimiyetine inanıyorlardı. İşte bu insanların alınlarına şirk
damgasını vuran da onların bu tür inanışlarıydı.
Görüyoruz
ki sûrenin başında Allah’ın bu sıfatlarıyla onların yüz yüze getirilişi,
göklerin ve yerin, göktekilerin ve yerdekilerin idare edicisinin, tüm
varlıkların hayatına karışıcı olanın, tüm varlıkların hayatına yasa koyma
hakkına sahip olan tek varlığın Allah olduğu, göklerde başka Allah, yerde
başka İlâh olmadığı, yaratıcının başka, kanun koyucunun başka olmadığı,
hâkimiyet ve teşrinin sadece Allah’a ait olduğunu anlatmak içindir.
Evet, İlâh
olanın, kendisine kulluk yapılacak olanın yaratıcı olması gerekir. Bir de İlâh
olanın bilgi sahibi olması gerekir. O Allah ki sizin hayatınızı nasıl
düzenlemeniz gerektiğini en iyi bilendir. Sizi nasıl imtihan edeceğini, size
nasıl bir din göndereceğini, size ne kadar âyet göndereceğini, sizi neyle
sorumlu tutacağını en güzel bilendir. Mutlak bilendir O. Bilgi kendisinden
olandır, bilginin kaynağıdır O. Şu anda bildiklerinizin tamamını size bildiren
Allah’tır. Sizin bildiklerinizi de bilmediklerinizi de bilen Allah’tır. O Allah
ki sizin gizlinizi de, açığınızı da bilmektedir. Sizin kazanmakta
olduklarınızı da bilir O Allah. O gizliyi de açığı da bilendir.
O’na karşı gizli kalacak hiçbir
şey yoktur. En gizlinin gizlisi diyebileceğiniz bir ortamda bile
yaptıklarınızın hepsini bilmektedir, görmektedir Allah. Her zaman ve zeminde
O’nun kontrolü ve murakabesi altındasınız.
Evet İlâh olanın böyle bilen
olması gerekir. Kendisine kulluk yapılacak varlığın böyle Alîm olması gerekir.
Kullarından kulluk isteyen varlığın, onların kulluğu konusunda mutlak bilgi
sahibi olması gerekir. Peki var mı böyle Allah’tan başka bilen birileri? Varsa
böyle yanılmaz birileri o zaman onlara da kulluk borcumuz olacaktır. Değil-se
kulluğunuz sadece Allah’a olmalıdır. Hayat programınız konusun-da sadece
Allah’ı dinlemek zorundasınız. Allah’tan başkalarının programlarına iltifat
etmemeniz gerekmektedir. Hal böyleyken:
4."Onlara ne zaman ki Rablerinin
âyetlerinden bir âyet geldi hemen ondan yüz çevirirlerdi."
Ne zaman ki
onlara gerek tenzili, yâni indirilmiş, gerekse tekvini, yâni yaratmayla
alâkalı üzerinde durulması, düşünülüp ibret alınması gereken, göndericisinin
istediği biçimde iman edilip amele dönüştürülmesi gereken bir âyet, bir alâmet,
bir işaret, bir hüküm, bir delil gelse mutlaka ondan yüz çevirirler. İraz
ederler. Yâni ona dönüp bakmazlar. Onunla gereği gibi ilgilenmezler. Onun
üzerinde düşünüp kafa yormazlar, anlamaya çalışmazlar. Çünkü onlar bu âyetleri
yalan saymaktadırlar.
Esasen onların iman yollarını
tıkayan şey iman konusunda âyetlerin azlığı, delillerin yetersizliği değil, ya
da kendilerini bu âyetlere çağıranların samimiyetlerini ortaya koyan
örnekliklerinden mahrum oluşları da değildir.
Aslında bütün sebep onların
İslâm’ı, imanı kabul isteklerinin olmayışıdır. Bunlar bu delillere karşı, bu
âyetlere karşı nötr davranıyorlar. Sanki böyle bir âyet gelmemiş gibi ilgisiz
davranıyorlar. Gerek görsel, gerek işitsel gözlerinin önünde yığınlarla
âyetlerin yanından geçiyorlar da görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Çünkü onlar
tüm kapılarını, tüm pencerelerini kapamışlar ve kendilerine hayat programı
olarak gelmiş bunca âyetlere karşı müstekbirce bir tavır sergilemektedirler.
5."Gerçek kendilerine gelince onu
yalanladılar. Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir."
Evet kendilerine gerçek haberler
gelince, bunu yalanladı lar.
Buradaki haber Rasulullah Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra
vukua gelecek şeylere işarettir. Bu âyetin indirildiği dönemde ne kâfirler, ne
de mü'minler kendilerine ne tür haberlerin geleceği konusunda bilgi sahibi
değillerdi. Yâni başlarına nelerin geleceğini, kendilerini nelerin beklediğini
hayal bile edemiyorlardı. Allah’ın Resûlü bile çok yakın bir gelecekte
kâfirlerin ne tür hezimetler tadacaklarını, mü'minlerin ne tür zaferlerle kucaklaşacaklarını
bilemiyordu.
Allah’ın Resûlü de bilmiyordu
kâfirlerin nasıl hezimetten he-zimete maruz kalacaklarını. O da bilmiyordu bu
dinin tüm dünyaya nasıl yayılacağını. Bilmiyordu tüm Arabistan’ın baştan sona
Müslüman olacağını. Bilmiyordu Allah’ın kendilerine devlet nasip edeceğini.
Bilmiyordu küfrün belinin kırılacağını. O da bilmiyordu bütün bu gelecekte
olacakları. Allah’ın kitabında verdiği bu haberleri alay konusu yapıyorlardı.
Olacak şey mi bu? Sen kim İran kim? Sen kim Bizans’a hakim olmak kim? Sen kim
Mekke’ye hakim olmak kim? diyorlardı.
Allah
buyurur ki Peygamberim! Yakında o alay ettikleri şeylerin haberi onlara
gelecektir. Yakında onlara o alaya aldıkları Kuran’ın haberlerinin tamamı
gelecektir. Ya ölümle gelecek haberler, ya dünya hayatında İslâm’ın ve
Müslümanların azîz, kendilerinin de zelil olması türündeki haberler, ya da
onların bu haberleri inkâr etmelerinden ötürü ateşe yuvarlanma haberi onlara
gelecektir.
Geldi de nitekim. Bu âyetlerin
inişinden çok kısa bir süre sonra Rabbimizin bu kitabının haberlerinin tamamı birer
birer gerçekleşti. Çok kısa bir süre içinde bu alay edenlerin tüm yurtları, tüm
imkân ve saltanatları Rasulullah’ın ve Müslümanların eline geçmiştir.
Evet onlar
kendilerine gelecek bu azapların türünü de bilmi-yorlar, zamanını da
bilmiyorlar. Bakın Rabbimiz burada bunu anlayabilmeleri için bir örnek
sunacak:
6."Onlardan önce nice nesilleri yok
ettiğimizi gör-mediler mi? Onları, sizi yerleştirmediğimiz biçimde yer-yüzüne
yerleştirmiş, gökten bol yağmur yağdırmış, altlarından da ırmaklar akıtmıştık.
Fakat onları günahlarından ötürü yok ettik ve artlarından başka bir nesil
yetiştirdik.”
Buradaki hitap Kur’an’la ilk muhatap
olan Mekkelileredir. Mekkeleriler kendilerinden önce yaşamış yalancıların
âkıbetleri üzerinde düşünmeye dâvet ediliyorlar. Üstelik onlar bu kendilerinden
öncekilerin başlarına gelenleri de çok yakından biliyorlardı. Ad’ın, Semûd’un
başına gelenleri biliyorlardı. Âd’ın Semûd’un kalıntıları kendi topraklarında
bulunuyordu. Onların harabeleri arasında gezip dolaşıyorlardı. Kuzeye ve güneye
seyahatlerinde hep bu batanların yıkıntılarıyla yüz yüze geliyorlardı. Allah
diyor ki onlar bu harabelerin ardında yatanların acı âkıbetlerini görmüyorlar
mı? Ya da şimdi sizler görmüyor musunuz harabeleri? Görmüyor musunuz
mezarlıkları? Görmüyor musunuz Rablerine isyan ederek bir hayat yaşayanların
sonlarını?
Halbuki diyor Allah biz onları
sizi yerleştirmediğimiz biçimde yeryüzüne yerleştirmiştik. Onlara gökten bol
bol yağmurlar yağdırmış, altlarından da ırmaklar akıtmıştık. Size vermediğimiz
malı mülkü, serveti samanı, gücü kuvveti, vücudu cüsseyi, boyu posu onlara
vermiştik. Onlara dünyada her türlü üstünlük sebepleri vermiştik. Ama onlar günahlara
daldılar. Rablerinin kendilerine gönderdiği hayat programından habersiz bir
hayat yaşamaya başladılar. Rablerinin elçilerine ve o elçilerin Rablerinden
kendilerine getirdiği mesajlara ilgisiz yaşamaya başladılar. Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle mücâdeleye tutuştular. Kitaba ve peygambere
rağmen kendi kendilerine hayat programı yapmaya kalkıştılar da Biz onları
yakalayıverdik ve topunu helâk ediverdik. Kendilerine azabımız geldiği zaman da
tüm bu imkânları, güçleri kuvvetleri, boyları postları, medeniyetleri,
ekonomik güçleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Onların topunu helâk ettik ve
arkalarından denemek için, imtihan etmek için başka bir nesil getirdik. Fakat
onar da öncekilerden ibret almayarak benzer tavırlar takınınca, öncekiler gibi
onları da yok ettik.
Öyleyse ey
şu anda bu Kur’an’ın muhatapları! Örneklerini sunduğumuz toplumların başlarına
gelenlerin sizin de başınıza gelmesinden sakının! Sizin onlardan farklı hiçbir
yanınız, hiçbir ruhçaniyetiniz yoktur. Allah katında sizin onlardan faklı,
onlardan üstün hiçbir yanınız yoktur. Öyleyse bilesiniz ki Allah yasalarında
kesinlikle değişme olmaz. Üstelik sizin şu anda yalanladığınız, değer vermediğiniz,
ilgilenmediğiniz, sırt döndüğünüz peygamber onlara gönderilenlerden daha Kerîmdir.
Öyleyse dikkat edin, sizin şu andaki durumlarınız onlarınkinden daha
kritiktir, daha tehlikelidir.
Âyet-i
Kerîme bir de özellikle bize şunu anlatıyor ki, kendilerine yeryüzünde imkân
verilenler, mal mülk verilenler, ekonomik güç verilenler, sosyal güç
verilenler, amirlik, müdürlük verilenler çok dikkat etsinler. Allah bu verdikleriyle
onları denemek için, imtihan etmek için onlara bunları vermiştir. Zira mülkün
sahibi Allah’tır. Kendilerine mülk verilenler ise o mülk üzerinde halifelik makamına
getirilmiş insanlardır.
Onlar acaba kendilerini vekil
bilip o mülkün gerçek sahibinin arzularını mı yerine getirecekler? O mülkü
mülk sahibinin istediği biçimde mi kullanacaklar? Yoksa mülkün gerçek sahibini
unutup, kendilerini mülkün sahibi zannedip o mülkte keyiflerince bir tasarrufta
mı bulunacaklar? Yâni bu mülkte kendilerinin vekil olduklarını unutup,
kendilerini asil zannedip, kendilerini ulûhiyet haklarına, egemenlik haklarına
sahip zannedip o mülkte gerçek mülk sahibinin tasarrufu gibi mutlak bir
tasarrufta mı bulunacaklar? İşte Allah insanları ve toplumları bu konuda
denemektedir, imtihan etmektedir.
Birinin helâkinden sonra öteki
nesilleri getirerek Allah onları imtihan etmektedir. Yoldan çıkanları Allah
kimi zaman toptan helâk ederek dünya azabıyla onları yakalar. Kimi zaman da bu
azap, bu yakalama dünyada pek çok toplumların başlarına geldiği gibi bazen
ayaklarının altlarından, bazen da tepelerinin üzerinden geliverir. Bazen başlarındaki
zalim idarecilerden, Allah’ın kendilerine musallat ettiği tâğutlardan, bazen
de ayaklarının altından, yâni ayak takımından bu azabı gönderiverir Allah.
Bazen ekonomik bir sarsıntıyla, bazen kıtlıkla, bazen geçimsizliklerle, bazen
onları fırka fırka, grup grup, hizip hizip yaparak, birinin acısını diğerine
tattırarak, yâni birbirlerinin acısını tattırarak, birinin ötekine güvenini
sarsarak, birini ötekine düşman ederek, bu azabını göndererek onları helâk
eder de onların yerine halef olarak denenmek üzere yeni yeni nesiller getirir.
Öncekilerin elinden aldığı mülkü ve imkânları bu sefer de bunların eline verir.
Bu ve
benzeri âyetler hem yeryüzünde işleyen Allah yasala rını, sünnetullahı anlatır, hem de
İslâm’ın tarihî olayları yorumlayışındaki usulü anlatır. Yeryüzünde değişmeyen
bir yasa, bir sünnetullah gereği günahları yüzünden, isyanları yüzünden insanlar
helâk edilmektedir. Hem bu vurgulanır, hem de helâk edenin başkası değil sadece
Allah olduğu vurgulanır. Ümmetlerin, toplumların yok edilişlerinde günahların
rolü çok büyüktür.
Evet, günahları sebebiyle
toplumlar için yeryüzünde kaçınılmaz olan bu helâk, bu yok oluş ya yeryüzünde
Allah tarafından çabucak gelen bir azapla gerçekleşmekte, ya da ağır ağır
etkisini gösteren fıtrî, ahlâkî çözülüşlerle kendisini göstermektedir. Roma
böyle yıkılmış, Bizans böyle yıkılmış ve şu anda da batıda böyle bir yıkılışın
sinyalleri ufukta görülmeye başlamıştır.
Evet Allah
günahları sebebiyle bu toplumları yok etmiş, sonra peşlerinden yeni nesiller
getirmiş, onlardan sonra onların yerlerine başkaları varis olmuş, öncekiler yok
olmuş kayıplara karışmış, yoklukları bile hissedilememiştir.
Ama ne yazık ki bu gerçeği
insanlar unutuverirler. Allah kendilerine yeryüzünde yerleşme imkânı verince,
yerlerini sağlamlaştırınca hemen bunu unutuverirler. Sanki kendilerini yaratan
Allah değil de kendileriymiş gibi, sanki kendilerine bu imkânları veren Allah
değil de başkalarıymış gibi Allah’a kafa tutmaya kalkıverirler. Allah’a karşı
da, Allah’ın âyetlerine karşı da müstekbirce bir tutumun içine giriverirler.
7."Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış
bir kitap indir-seydik de onlar elleriyle onu tutmuş (ona dokunmuş) olsalardı,
yine de inkâr ediciler: Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir, derlerdi."
Kâfirlerin
hakkı kabule yanaşmamalarının sebebini açıklıyor Rabbimiz. Kibir ve inat.
Kibirleri ve iğrenç inatları yüzünden onlar bu kitabı reddediyorlar. Kibirleri
ve inatları yüzünden bu kitabın âyetlerine karşı ilgisiz davranıyorlar.
Eğer Cenâb-ı Hak bu kitabı
peygamberine onların gözleriyle göremedikleri bir yolla, vahiy yoluyla değil de
elleriyle dokunabilecekleri, gözleriyle görebilecekleri bir kitap halinde indirmiş
olsaydı yine de bu gerçeği kabul etmezler, bu apaçık bir büyüdür derlerdi.
Kibirleri, inatları ve cehaletleri galebe çalar yine de iman etmezlerdi.
Bakın yine Rabbimiz Hicr
sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
"Onlara
gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar yine de: Gözlerimiz boyandı,
daha doğrusu bize büyü yapılmıştır derler."
(Hicr
14,15)
Yine Tûr
sûresinde:
"Gökten
düşen bir kütle görseler: "Üst üste yığılmış bulutlardır"
derler."
(Tûr
44)
Evet eğer
kitabı gözleriyle görseler, elleriyle dokunsalardı, bu defa da:
8."Muhammed’e
(görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek
indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırıl-mazdı."
Evet evet
bunların, bu kâfirlerin itirazları bitmiyor. Peygamber üzerine onun
peygamberliğini ispat edecek, onun gerçekten Allah’ın elçisi olduğunu bize
söyleyecek bir melek gelmeli değil miydi derler. Eğer onların istedikleri gibi
öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olurdu. Artık kendilerine göz
açacak zaman bile verilmezdi. Yâni eğer onlara bir melek gelseydi artık onlara
göz açacak kadar bile zaman verilmezdi. Çünkü onlar gerçekten bir melek
görselerdi ona dayanamazlar, onun dehşetinden o anda işleri biter, canları
çıkardı.
Bakıyoruz
bu kâfirlerin istedikleri şeyler hep öncekilerin istedikleri şeylerdir. Bu
adamlar günümüzde olduğu gibi aslında Allah’a inanan insanlardı. Göklerin ve
yerin yaratıcısı olarak Allah’a inanıyor-lardı, ama hayata karışıcı olarak
Allah’a inanmıyorlardı. Allah’ı hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı.
Allah’ın onların hayatlarına karışmak üzere gönderdiği vahyin gerçek olup
olmadığına dair delil istiyorlardı. Allah’ın hayata karışma konusunda odak
nokta seçtiği elçisinden şüphe ediyorlardı.
Halbuki onlar çocukluğundan beri
bu elçiyi tanıyorlardı. Ona Muhammedü’l Emin lakabını kendileri vermişlerdi.
Ona inanmıyorlar da yanında bir Meleğin indirilmesini istiyorlar. Halbuki
yeryüzünde insanlığın tarihinin başlangıcından beri Allah’ın değişmeyen bir yasası
vardı. melekler her zaman Allah’ın insanları yok etme, toplumları helâk etme
emrini yerine getirmek üzere inmişlerdi. Halbuki Meleğin gel-mesiyle iş bitmiş
olacaktı. Meleğin gelmesiyle defterleri dürülmüş olacaktı. Ve bundan sonra da
artık hiçbir tövbe imkânı, hiçbir mühletin gözetilmesi söz konusu olamayacaktı.
Rabbimiz diyor ki, ne oluyor?
Bunu mu istiyor bu adamlar? Şu anda Allah’ın rahmeti gereği onlara mühlet tanıdığının,
tövbe imkânı verdiğinin farkında değil mi bu adamlar? Helâklerine mi say
ediyorlar? Hiç akılları yok mu adamların? Bakın Furkân sûresinde buyurur ki
Rabbimiz:
"Melekleri görecekleri gün, o gün
günahkarlara hiçbir sevinç haberi yoktur. Ve: "Size sevinmek yasak!"
diyeceklerdir."
(Furkân
22)
Evet bunlar
bir melek gelsin istiyorlar. Tabiat üstü bir şeyler bekliyorlar iman etmek
için. Yâni iman etmekten başka seçenek bırakmayacak biçimde kendilerini
zorlayacak harikulade bir şeyler istiyorlar. Eh öyle olunca da imanın bir
kıymeti kalmıyor ki zaten. Yâni gayb, gayb olarak devam ettiği sürece imtihan
söz konusudur ve bu imtihan devam etmektedir. Ama gayb, gayb olmaktan çıkıp
apaçık görülür olduğu zaman imtihan bitmiş ve bu imtihan sonuçlarının okunduğu
âhiret başlamış olacaktır. Allah onun için melek göndermiyor. Yâni Allah
imtihan dönemi bitmeden önce sizi imtihan etmek istiyor. Öyleyse bilesiniz ki
bu sizin için bir rahmetin tecellisidir.
Evet bir
melek gelmezdi, gelemezdi. Gelseydi işiniz biterdi. Geriye kalan insan
şeklinde bir Meleğin gönderilmesiydi ki o zaman da aralarında doğup büyümüş
olan, çocukluğu, gençliği gözlerinin önünde geçmiş olan bir peygamberi
tanımakta güçlük çeken bu insanlar Meleği tanımakta daha büyük güçlük
çekecekler ve ona da inanmayacaklardı.
9."Eğer o peygamberi bir melek
kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları
kuşkuya düşürürdük."
Yâni eğer o
peygamberi bir melek olarak gönderseydik konuşmasının anlaşılması ve
kendisinden istifade edilebilmesi, kendisinin örnek alınabilmesi için onun da
bir erkek şeklinde olması icabederdi. Çünkü meleği ancak Allah bilir. Biz
meleği görmedik. Melekler yeryüzünde bizim gibi hareket etmezler. Binaenaleyh
eğer Allah bir melek gönderseydi o meleği kendi sûretinde değil yine bir erkek
sûretinde gönderirdi. Acaba tanıdıkları, bildikleri bir peygambere inanmayan,
güvenmeyen bu insanlar tanımadıkları bir erkeğe nasıl inanacaklar ve
güveneceklerdi? Kendilerine kendi içlerinden, kendi cinslerinden gelen
tanıdıkları bildikleri bir peygambere:
"Bu da
sizin gibi bir insandan başkası değildir."
(Mü'min 24)
... diyen
bu insanlar bu sefer de o meleğe şöyle deyip itiraz etmeyecekler miydi? Onu da
şu sözlerle reddetmeyecekler miydi? Biz
senin melek olduğunu nereden bileceğiz? Zira sen de bizim gibi bir insansın
demeyecekler miydi?
Bu âyet
esasen bize şunu anlatır: Bizim işimiz iman ettirmek değil sadece tebliğ etmek
ve anlatmaktır. Ötekisi bizim işimiz değil, Allah’ın işidir. Bakın İsrâ
sûresinde bu konuyu Rabbimiz şöyle anlatır:
"Şunu söyle onlara: Eğer
yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette gökten onlara peygamber
olarak bir melek gönderirdik."
(İsrâ 95)
Soruyor
Rabbimiz bu adamlara: Söyleyin bakalım! Siz bir insan mısınız? Yoksa melek
misiniz? Eğer melekseniz size melek gönderelim. Meleğe melek, insana insan
gönderilir. Değilse siz o melek gibi nasıl yaşayacaksınız? O meleği nasıl örnek
alacaksınız? Ama hoş bu adamların peygamberi örnek alma diye bir dertleri de
yoktu zaten.
İşte
gelmiş, filan yerde dünyaya gelmiş, filanca tarihte doğmuş, filanca tarihte
vefat etmiş. Babası şu, anası şu şu kadar yaşamış birisi olarak bilirler
peygamberi o kadar. Halbuki Allah kullarına konuştuklarını anlasınlar diye, onu
örnek alsınlar, ondan istifade etsinler, onda görsünler, ona sorular
sorabilsinler, ondan cevap alabilsinler diye kendi cinslerinden elçiler
göndermesi onlara rahmetinin eseridir.
"Andolsun ki içlerinden kendilerine
Allah’ın âyet-lerini okuyan, kendilerini (tüm kötülüklerden) temizleyen, kendilerine
kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gön-dermekle Allah müminlere büyük lütuflarda
bulunmuştur. Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı."
(Âl-i İmrân
164)
Bundan sonra Rabbimiz kâfirlerin bu
tutumları karşısında peygamberimizi ve onun şahsında onun yolunun yolcusu olan
bizleri şöyle teselli eder:
10."(Peygamberim!) Senden önceki
peygamberlerle de alay edilmiş, bu yüzden onlarla alay edenleri alay et-tikleri
(Azap) kuşatıvermişti."
Resûl-i
Ekrem Efendimizi teselli ediyor Rabbimiz. Peygamberim, bu adamların senden
istedikleri yeni bir şey değildir. İlk defa olan ve sadece senden istenen bir
şey değildir. Senden öncekilere de aynı şeyler söylenmiş, aynı şeyler
istenmiştir. Senden öncekiler de alaya alınmışlar ve bilesin ki kendilerini
alaya alanlar sonunda hak ettikleri cezayı bulmuşlardır. Tabii bu âyet bir
yandan Rasulullah Efendimizi teselli ederken, öbür taraftan da onu yalamaya çalışanlar
için de çok ciddi bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Sizler ey peygamber düşmanları!
Seleflerinizin başına gelenleri bekleyin! Onların âkıbetlerine hazır olun!
diyordu.
11."De
ki: "yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da yalanlayanların sonunun nasıl
olduğuna bir bakın."
²u5 De ki
anlamına gelen bu emirler sûrede sık sık tekrarlanacak görüyoruz. Bu emirler
önce Rasulullah Efendimize ve onun şahsında onun yolunun yolcusu olan biz
Müslümanlara hitaptır. Ey peygamberim, ve ey peygamber yolunun yolcuları!
Bunları, okuduğunuz bu âyetleri önce kendinize deyin! Kendinize duyurun! Bu
âyetleri önce kendi gündeminize alın, gündeminizi bu âyetlerle oluşturun,
sonra da bu âyetleri tüm yeryüzü insanlığına duyurun, tebliğ edin emrini veriyor.
Okuyanlar okudukları andan itibaren, dinleyenler de duydukları andan itibaren
bu âyetleri gündeme getirmek zorundadır. İşte sûrede sık sık tekrar edilecek
olan bu “Gul” emirleri bu kitabın Allah’tan geldiğinin beyanıdır bir, bir de bu
âyetlerin gündeme alınmasının emridir.
Allah diyor
ki yeryüzünde gezip dolaşın, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın sistemini
yalanlayanların âkıbetleri nasıl olmuş bir bakın. Âyet-i
Kerîme bizden geçmişi ibretle tahlil edip, ibretle inceleyip ondan ibret almamızı
istiyor. Bizim yaşadığımız hayat açısından ve de geleceğimiz açısından bunun
gerekli olduğunu anlatıyor. Öyleyse bizler bizden öncekilerin durumlarını
incelemek, tahlil etmek zorundayız. Peki acaba öncekilerin durumlarını
anlamanın bilmenin yolu ne? Arkadaşlar bunun birinci yolu Kur’an’dan geçer.
Öyleyse bizler bizden öncekilerin durumlarını öğrenebilmek için evvela bu
gezintimizi Kur’-an’da yapmak zorundayız. Kur’an üzerinde yapacağımız ciddi bir
gezinti geçmişi bizim gözümüzün önüne getirecek, bizi geçmişle yüz yüze, burun
buruna getirecektir.
Evet birinci seyahatimizi Kur’an
sayfaları arasında yapacağız. İkinci olarak da geçmişin sahnesi olan yeryüzünde
gezip dolaşarak Rabbimizin meşhût âyetleriyle yüz yüze gelerek, geçmişlerin
sergüzeşti hayatlarıyla karşı karşıya gelecek ve böylece geçmişi tanıma
imkânını elde etmiş olacağız. Bunu elde edince de geçmişi yargılama, geçmişten
ibret çıkarabilme imkânını da elde etmiş olacağız. Yâni geçmiştekiler niçin
helâk olmuşlar? Bunlar ne yapmışlar, nasıl davranmışlar da helâk olmuşlar?
Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu bilecek, bundan ibret alacak ve
böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye çalışacağız. İşte Rabbimiz bizden
bunu istiyor.
De ki ey
peygamberim! Ve sizler de deyin ey peygamber yolunun yolcuları! Geçmişte hakkı
yalanlayanların, dinin aleyhinde kıyam edenlerin âkıbeti ne oldu? Eyke’nin,
Ashab-ı Uhdud’un, Ashab-ı Hut’-un, kavm-i Lût’un, Sodam, Gomerin hali nice
oldu? Bizans’ın Roma’-nın hali ne oldu? Onlar hakkı yalanlamışlar, dini
reddetmişler, kendileri rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında bulunmuşlar. Ya Rabbi
her ne kadar da Sen eğitiminiz şöyle olsun demişsen de, hukukunuz böyle olsun,
ekonominiz şöyle olsun, ticaretiniz, aile hayatınız, sosyal düzeniniz, siyasal
yapılanmanız şöyle olsun diyorsan da biz böyle de yaparız diyenlerin âkıbetleri
ne oldu? Bir görün diyor Rabbimiz.
Allah öyle dediği halde demedi
diyerek yalan söyleyenler. Allah’ın dediklerini demedi diyerek, ya da Allah öyle
demediği halde, Allah öyle buyurmadığı halde Allah öyle dedi diyerek dediğini
demedi, demediğini dedi diyerek yalan söyleyenler. Allah dünyayı yarattı ve işi
bitti diyerek yalan söyleyenler. Yâni artık Allah hayata karışmıyor, Allah
hayata karışmaz diyerek yalan söyleyenler. Allah dünyanın idaresini bize
bıraktı diyerek yalan söyleyenler. İnsanlık için en ideal sistem insanların
tespit ettikleri sistemdir, Allah sistem konusunda bilgisizdir, Allah bu
konuları bilmez diyerek yalan söyleyenler. Tüm bu yalancıların âkıbetleri ne
olmuş, nasıl olmuş bir bakın diyor ki Rabbimiz. Gezin dolaşın ve onların
âkıbetlerine bir bakın, diyor. Yeryüzü bunların enkazlarıyla doludur.
Allah’ın
Resûlü Mekke ile Tebûk arasında bir mevkiden geçerken: "Burada
konaklamayın! Ve hızlı geçin! Zira burası Allah’ın gazap ettiği bir yerdir.
Sâlih (a.s)'in devesini kâfirlerin kestikleri yerdir." Buyurdular. Evet
böyle gezip dolaşırken helâk edilenlerden ibret almalıyız.
12."De ki: "Göklerde ve yerde
olanlar kimindir?" De ki Allah’ındır!" O rahmet etmeyi kendi nefsine
yaz-mıştır. Andolsun ki sizi vukuu şüphe götürmeyen kıyâmet gününde
toplayacaktır. (Ama onlar) kendilerine yazık ettiler; Çünkü onlar inanmıyorlar."
Bakın, bir
“gul” emri daha geliyor. De ki ey peygamberim! Sizler de deyin ey Müslümanlar!
Göklerde ve yerde olanlar kimindir? Göklerdeki ecram-ı semaviye, melekler, ay,
güneş, yıldızlar, gezegenler, galaksiler ve bilmediğimiz daha nice varlıklar
kimindir? Yerdekiler insanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar ağaçlar
evler villalar, köşkler, paralar, mallar, mülkler, altınlar, gümüşler kimindir?
Tabi bu
soruyu önce kendimize soracağız, sonra da karşımız-dakilere soracağız.
Soracağız ama beklemeyeceğiz karşımızdakinin cevabını. Çünkü karşımızdaki
yanılabilir, yanlış anlayabilir. Onun cevabını beklemeden biz kendimiz
diyeceğiz ki Allah’ındır. Her şey Allah’ındır. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah’ındır. Eh madem bütün kâinat Allah’ınsa o zaman siz kiminsiniz?
Bütün kâinat Onun mül-küyse, siz kimin mülküsünüz? Ya da tüm kâinat Onun emrine
boyun bükmüşken, tüm varlıklar Ona teslim olmuşken siz kime teslim oluyorsunuz?
Bütün varlıklar Allah’a kulluk ederken siz kime kulluk ediyorsunuz? Yegâne
hakim olarak Allah’ı mı tanıyorsunuz? Yoksa göklerde Allah’ın hâkimiyetini
kabul edip de yerde kabul etmeyen müşriklerden misiniz?
Mekke müşrikleri böyleydi. Onlar
göklerin hâkimiyetini Allah’a veriyorlardı, ama Onu yeryüzüne karıştırmamaya
çalışıyorlardı. Onlar yerde Allah’ın yardımcıları olduğuna inanıyorlardı. Onlar
yeryüzünde Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin tasarruf hakkının olmadığını
bir türlü kabule yanaşmıyorlardı. Hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı karıştırmayıp,
bazı bölümlerinde Onu hakim kabul ediyorlardı. Onun için bunlara müşrik
denmiştir. Peki ya günümüzde her türlü hâkimiyet haklarını Allah’tan alıp kendi
ellerinde toplamaya çalışanlara ne demek lâzım? Yâni bunların adı nedir? Varın
onu siz düşünün.
Evet
göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Herkes ve her şey ölecek ve
sonunda miras Allah’a kalacaktır. Madem ki her şey fânî, her şey yok olacak
öyleyse her şey Allah’ındır. Ve O Allah sizi gerçekleşmesinde en ufak bir şüphe
olmayan bir günde hepinizi bir araya getirecektir. Geçmişteki peygamberleri
yalanlayanlarla şimdi ki yalanlayan sizleri bir araya getirecektir. Rızası istikâmetinde
hareket edenleri ve gazabı istikâmetinde burnunun doğrusuna gidenleri bir araya
toplayacaktır Allah.
"O
Allah rahmet etmeyi nefsine yazmıştır."
Allah
rahmeti nefsine yazmıştır. Zira mülkün sahibi Odur. Bu konuda Onu kimse
zorlayamaz. Kimse Onu minnet altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle
dilemiş dünya ve âhirette mahlukâtına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır.
Rabbimizin dünya ve âhirette kullarına muamelesinin temeli işte bu rahmettir.
Buhârî ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadisi kutside:
"Benim
rahmetim gazabımı geçmiştir."
Buyurulur.
Allah kulları için rahmeti bol olandır. Kendisini inkâr edenleri bir anda yerin
dibine batıracak güçte olduğu halde yine de bu insanlara rahmeti gereği mühlet
tanıyor, dönüş imkânı veriyor.
Hz Ömer
Efendimiz anlatıyor. Rasulullah Efendimizin huzuruna bir kısım esirler
getirildi. Bir de baktık ki esirler arasında bir kadın yana döne kaybolmuş
çocuğunu arıyor. Bu kadını gösteren Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
"Şu
kadını görüyor musunuz? Onun aradığı çocuğuna duyduğu şefkat ve merhametten
çok daha fazlasıyla Allah size merhamet etmektedir. Çocuğunun kendisine
dönmesine bu kadının sevinmesinden çok daha fazlasıyla sizin Rabbinize
dönmenizden Allah sevinmektedir."
Evet rahmet İslâm’ın ana
umdesidir. Yaşadığımız bir tek saniye yoktur ki bizler Rabbimizin rahmeti
altında olmayalım. Rabbi-mizin bizim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını
bildirmesi bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında
tecelli eder. İnsanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken
kendisine Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife yapılması,
tövbe ettiği takdirde günahlarının affedilmesi, günahlarına misliyle ceza
verilirken sevaplarına on misliyle bazen daha fazlasıyla mukabele edilmesi,
günahlarının iyiliklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması evet bunların
hepsi rahmet eseridir.
Ama sakın
ha sakın Rabbinizin bu rahmeti ve merhameti sizi gevşekliğe sevk etmesin. Ümide
kapılıp Rabbinize karşı vurdumduymaz bir duruma götürmesin. Çünkü O Allah sizi
vukuu konusunda hiç şüphe olmayan bir günde, kıyâmet gününde huzurunda
toplayacaktır. O sizin topunuzu bir gün huzurunda toplayacaktır. O günde asla
şüphe yoktur.
"Kendilerine
yazık edenler inanmayanlardır."
Evet iman
etmeyenler, nefislerini ziyan edenler, kendilerini harcayanlar var ya.
Sermayelerini kötüye kullanıp suiistimal edenler, iradelerini, akıllarını,
istidat ve kabiliyetlerini suiistimal edenler var ya. Zamanlarını, imkânlarını,
fırsatlarını kötüye kullananlar var ya. İşte bunlar kendilerini
kaybetmişlerdir. Kendisini kaybeden bir insan bir şey kazanabilir mi? Bunlar
sermayelerini kaybetmiş insanlardır. Sermayeyi kaybeden birinin kâr etmesi
düşünülebilir mi? Fıtrî olarak Allah’ın kendilerine verdiği verici ve alıcı
cihazları bozulmuş insanlardır bunlar. Hâsılı bozuk para gibi kendilerini
harcamış insanlardır bunlar. Evet kaybedenler, zarara uğrayanlardır bu iman
etmeyenler. Kendilerini İlâhî rahmetten uzaklaştıranlar ve böylece kendilerine
yazık ederek vücutlarını cehenneme ipotekleyenler kaybetmişlerdir.
Şurasını
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki kâr ya da zarar dünya hesabına göre
yapılmaz. Kâr ve zarar âhiret hesabına göre yapılmalı, cennet ve cehennem hesabına
göre yapılmalıdır. Öyleyse ey Müslümanlar! Ey insanlar! Kârınızı, zararınızı
dünya hesabına göre yapmayın. Dünyada mal mülk sahibi olunca, dünyada filan ya
da falan makama gelince kazandık zannetmeyin. Çok paraya sahip olunca kazandık
zannetmeyin. Şunu kesinlikle bilin ki, kişi dünyada neye sahip olursa olsun,
hangi mülke, hangi makama, hangi saltanata sahip olursa olsun iman etmemişse
kesinlikle kaybetmiştir.
13."Gecede ve gündüzde sakin olan
her şey onundur. O işiten ve bilendir."
Daha önceki
âyette ifade edildi, göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Gecede ve
gündüzde sakin olan her şey O’nundur. Duran yürüyen, gündüz görünen, gece görünen
ne varsa her şey O’nundur. Zaman ve mekânın sahibi Allah’tır. Göklerin ve
yerlerin sahibi, suyun, ateşin, havanın oksijenin sahibi elhamdülillah ki
Allah’tır. Buna ne kadar hamd etsek azdır. Eğer bütün bunların sahibi Allah
değil de başkaları olsaydı, meselâ bunların sahibi insanlar olsaydı ne olurdu
bizim halimiz hiç düşündünüz mü? Ne yapardı bu insanlar bize? Gecede uyudun ver
parasını! Gündüzü idrak ettin öde ücretini! Güneşten ısındın, güneşten
aydınlandın çıkar parayı! Su içtin, ateşi kullandın sökül paraları! Hava
yuttun, oksijen kullandın öde faturayı! Gölgede serinledin, bulutu kullandın
çıkar parayı! Elmayı yedin, armudu ısırdın ver ücretini! Evet eğer bütün bu
nîmetler Allah’ın değil de başkalarının olsaydı işimiz bitikti.
Meselâ
bakın bir arkadaşımız basit bir hesap yapmıştı. Diyor ki eğer şu güneş
olmasaydı ve şu anda güneşten aldığımız enerjiyi bir elektrik kurumundan
parayla satın almak zorunda kalsaydık sadece bir tek dakika ısınabilmek için
elektrik kurumuna 150 milyar lira ödemek zorunda kalacaktık. Eğer elektrik
kurumu tüm dünyamızı ısıtacak bir enerjiyi üretecek güçte olsaydı.
Düşünebiliyor musunuz bir tek dakika yaşayabilmek için 150 milyar. Var mı o
kadar paranız? Elhamdülillah ki tüm bu mallar ve mülkler Rabbimizindir. Ve
Rabbimiz o kadar merhametlidir ki, o kadar cömert ki kendisini inkâr edenlere
bile bu nîmetlerini sunmaktadır. Eğer bütün bunlar insanların ellerinde olsaydı,
başkalarına zırnık bile vermezlerdi. Kimsenin kimseye faydası olmazdı. Şükürler
olsun ki Rabbimiz bu konuda herkesi eşit yaratmış, kimseye yetki vermemiş.
Evet her şey Allah’ındır. Tamam
Allah’ın anladık da; “Bu Allah’ın bizden ne haberi olacak? Bizi nereden görecek?
Bizi nasıl duyacak?” demeyin, çünkü:
"O her
şeyi işiten ve bilendir."
Ondan gizli
kalacak ne bir söz, ne de bir hareket yoktur. Hal böyleyken, göklerin ve yerin
sahibi Allah iken, beni yaratan, bana sahip olduğum her şeyimi lütfeden, beni
sayısız rızklarla perverde eden Rabbim dururken:
14."Gökleri ve yeri yaratan,
doyurulmayıp doyuran Allah’tan başka bir velî mi edinirim, de. Doğrusu ben ilk
Müslümanlardan olmakla emrolundum, de. Asla şirk koşanlardan olma!"
Evet, Allah peygamberine emrediyor ve
diyor ki: Peygamberim, de ki, ben Allah’tan başka bir velî mi bulayım kendime?
Allah’tan başka bir velî mi edineyim? Yâni ben Allah’tan başka birinin
velâyetini kabul edip onun hâkimiyetine boyun mu eğeyim? Allah’tan başka birilerini
velî kabul edip de ona kulluk mu edeyim? Boynumdaki ipin ucunu onun eline mi
vereyim? Allah’tan başka birisini velî kabul edip de irademi ona mı teslim
edeyim? Hayatıma kulluk maddesi alacak, bana hayat programı belirleyecek Allah’tan
başka kendime bir velî mi bulayın?
Yâni velim olarak, karar merciim
olarak, hayatıma yetkili sahibim olarak Allah dururken, velâyetimi Ona teslim
etmeyeyim de, Onun velâyeti altına girmeyeyim de kendime Ondan başka bir velî
mi bulacağım ben? Böyle bir velî bulayım da hayatım nasıl olsun diye sormaya
ona mı gideyim? Hukuk düzenim nasıl olsun diye, ekonomik anlayışım nasıl olsun
diye, siyasal yapılanmam nasıl olsun diye, ticaretim, işim, aşım, mesleğim
nasıl olsun diye, kılık kıyafetim, yemem içmem nasıl olsun diye, çocuklarıma
karşı eğitimim nasıl olsun diye, hanımımla münâsebetim nasıl olsun diye sormaya
ona mı gideyim? Allah’tan başka kendime bir velî mi bulayım?
Ya da hayatımda Allah’la beraber
başkalarına da karışma alanı bırakıp, hayatıma Allah’tan başkalarına da karar
verme hakkını vererek müşrik mi olayım? O Allah ki göklerin ve yerin
yaratıcısıdır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin var edicisi, göklerin ve
yerlerin tek Rabbi, tek hakimi, mutlak hakimi ve mutlak otoritesidir. O doyurandır
ama doyurulmak istemeyendir. O, doyurandır, besleyendir, rı-zık verendir, para
verendir, dükkan verendir, at, araba, apartman, arsa verendir, hava su güneş
yağmur verendir, elma, armut, portakal verendir ama, kendisi bunların
hiçbirisine muhtaç olmayandır. Yâni O doyurulmak istemeyendir. Paramıza, pulumuza,
yemeğimize, aşımı-za, atımıza, arabamıza muhtaç olmayandır.
Evet işte
velî budur. velî kişinin boynundaki kulluk ipinin ucu elinde bulunan ve onun
adına karar verme makamında olan varlık demektir. velî bir varlık adına ona danışmadan
onun adına tek taraflı karar verme makamında olan varlık demektir.
Allah
mü'minlerin velisidir. Veli; kimileri bu kelimeye farklı anlamlar
yüklemişlerse de veli, velâyet hakkına sahip olan varlık denektir. Bir varlık
adına ona danışmadan tek taraflı karar verme makamın-da olan varlığa velî
denir. Meselâ ben çocuğumun velisiyim. Onun adına ona danışmadan karar verme
makamındayım. Velisi olduğum ve adına ona sormadan karar verme makamında olan
ben ona istediğim şeyleri emreder, istediğim şeyleri yasaklarım. İstediğim
okulda okutur, istediğim kişilerle arkadaşlık kurmasını sağlar, istediğim kişilerle
ilişkisini yasaklarım. Allah da bizim velimizdir. Yâni bize sormadan bizim
adımıza tek taraflı karar alma makamındadır Rabbimiz. İstediğini emreder,
istediklerini de yasaklar.
Öyle değil
mi? Meselâ namazı emrederken bize danıştı mı Allah? Zinayı yasaklarken: Ey
kullarım! Ben bunu yasak kılacağım! Ne dersiniz? Nasıl düşünürsünüz? Fikriniz
nedir bu konuda, diye bize sordu mu Allah? Hayır, Allah bizim velimizdir,
velâyetimiz elinde olandır ve bizim adımıza aldığı kararlar konusunda bizlere
asla danışmaz.
İşte
velinin anlamı budur. Vali, vilâyet ifadeleri de buradan gelmektedir. Vali,
yâni vilâyette, velâyeti altında bulunan insanlar konusunda onlara danışmadan
karar verme makamında olan kişi demektir. Valinin anlamı budur. Ve:
"Kâfirlerin
Müslümanlar üzerine velâyet hakkı yoktur"
...âyeti de
bunu anlatır. Yâni vilâyette vali olarak, Müslümanlara sormadan onlar adına
karar verme makamına kâfirler oturtulmamalıdır. Kâfirler mü’minler adına yasa
yapacak, onlar adına karar verecek yönetici makamlara getirilmemelidir.
"Mü'minler müminleri bırakıp ta
kâfirleri velî edin-mesinler..."
(Âl-i İmrân
28)
Yâni
mü'minler müminleri bırakıp da kâfirleri velâyet makamı-na, kendileri adına
karar verme makamına oturtmasınlar. Kâfirler ka-rar verip, kâfirler kanun yapıp
Müslümanlar da kendilerinden olmayan bu kâfirlerin yaptıkları kanunları
uygulamaya kalkmasınlar. Âyetin so-nunda da eğer mü'minler bunu yaparlarsa
onların Allah katında en ufak bir değerleri kalmamış, Allah’ın yardımını da kaybetmişlerdir
bu-yurulmaktadır.
Evet veli,
vali budur. Çünkü vali karar verecek ve Müslümanlar da kendi adlarına bu valinin
verdiği kararı uygulayacaktır. Öyleyse müminlere velî olacak, vali olacak,
idareci olacak insanların mutlaka müminlerden olması emrediliyor.
Bu mânâları
unutturmak için mi? Yâni mü'minlerin başına kâfirlerin de idareci olmasını
sağlamak ve böylece müminleri köleleştirmek için mi bilmiyorum insanlar bu velî
kelimesini çok çarpıtmışlar. velî deyince bugün insanlar hiç de bunu
düşünmüyorlar. Veli, işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı bilen, eteğine
yapışılan, cennet olur-layan, cehennem sınırlayan birileri anlaşılıyor şimdi.
Hep böyle an-lattılar çünkü.
Bu anlamı
şeytana nasıl yükleyecekler bunu merak ediyorum. Yâni eğer velî deyince bunlar
anlaşılacaksa o zaman Allah bir âyet-i kerîmesinde şeytanın velî olduğunu haber
verir:
"... Muhakkak ki şeytanı inanmayanların
velisi kıldık"
(A’râf 27)
Yine aynı
sûrede:
"Onlar
Allah’ı bırakıp da şeytanı kendilerine velî edindiler."
(A’râf 30)
...buyurulmakta
ve şeytanın velî olduğu anlatılmaktadır. Eğer velî kelimesini az önceki mânâda
anlayacaksak şeytana nasıl velî diyeceğiz? Ama Allah’ın anlattığı son derece
açıktır ki şeytan kâfirlerin velisidir. Yâni şeytan onların hayatında onlara
danışmadan karar alma makamındadır. Ya da onlar şeytanı kendi hayatlarında
kendileri adına karar verme makamına oturtmuşlar. Şeytan karar vermiş onlar uygulamışlar.
Bakın bu
âyet-i kerîmenin devamında da yine tâğutların kâfirlerin velisi olduğu
anlatılıyor. Eğer velî kelimesine az evvelki anlamı yükleyecek olursak acaba
tâğutlara nasıl velî diyeceğiz? Allah tâğut-lar için velî diyor. Yâni bu
tâğutların gaybı bilen gökte uçan denizde yürüyen Allah’ın ermiş kulları
olduklarını nasıl söyleyebileceğiz? Ama veliyi Kur’an’ın ifade ettiği biçimde
velâyet anlamına anladığımız zaman bu tâğutların kâfirler adına karar verme
makamında veliler olduklarını anlamakta zorluk çekmeyeceğiz demektir. Yâni
kâfirler tâ-ğutları kendilerine velî edinmişlerdir. Bu tâğutlar velâyeti
altında olan bu kâfirler adına karar alırlar ve bu kâfirler de kendileri adına
karar alan bu tâğutların kararlarını uygularlar onların yasalarına teslim olurlar.
Demekkki
Allah peygamberine ve peygamber yolunun yolcusu olan bizlere şöyle dememizi
emretmektedir: De ki, ben Allah’tan başka birilerini kendime velî mi edineceğim?
Ki o Allah doyurandır, kendisi de doyurulmaya muhtaç olmayandır. Bakıyoruz
dünyada insan-ların velî kabul edip, aldıkları kararlara boyun büktükleri,
kanunlarını uygulamaya çalıştıkları, arzularını yerine getirmeye çalıştıkları
insan-lar kendilerine bel bağladıkları varlıkları, velâyeti altındaki kullarını,
kölelerini, vatandaşlarını doyurmak ve beslemek şöyle dursun onlardan beslenmek
durumundadırlar. Kullarını korumak şöyle dursun kullarının korumasına sığınmaktadırlar.
Kullarından aman beni koruyun! Beni yıkmak isteyenlere karşı aman beni
koruyun! diye onlardan korunma talep etmektedirler.
Öyle değil mi? Hiçbir Firavun
kullarından, metbularından vergi almadıkça ayakta duramaz. Hiçbir Firavun
kullarından destek almadıkça hayatta kalamaz. Hiçbir put kendisine
tapınanlardan kendisine bir mozole istemedikçe tapınılmaya değer görülemez. Hiçbir
sistem bağlılarından oy istemedikçe, kullarından kabul istemedikçe yaşayamaz.
Hiçbir âdet, hiçbir töre, hiçbir moda bağlılarından talep görmedikçe
yaşayamaz. Evet tüm yapay tanrılar, tüm sahte veliler hayatlarını
sürdürebilmek için hizmetçilerine, kullarına muhtaçtırlar. Kullarına ihtiyacı
olmayan, tüm kullarının kendisine muhtaç olduğu velî sadece Allah’tır. O Allah
ki kimsenin yardımına, kimsenin desteğine muhtaç değildir.
Evet, de ki
peygamberim, benim Allah’tan başka velim yoktur. Siz de deyin ey Müslümanlar,
bizim boyunlarımızdaki iplerin ucunu eline teslim edeceğimiz Allah’tan başka
velilerimiz yoktur.
Ve bir de
şunu de ki peygamberim:
"Ben Müslümanların ilki olmakla
emrolundum. Ve ben asla müşriklerden değilim."
Sûrenin
başında demiştim ya bu sûre tek tek imanı anlatır. Tek tek, “gul, gul”
buyurarak bu sûre inancı anlatır. De ki, ben Müslümanların ilki olmakla
emrolundum ve bana sakın müşriklerden olma diye emredildi. Hani Bakara sûresinde
yahudi ve hıristiyanlara:
"Ey İsrail oğulları! Elinizdeki
Tevrat’ı tasdik ederek indirdiğim Kur’an’a inanın; Onun ilk kâfirleri sizler
olmayın! Âyetlerimi az bir değere satmayın! Ve sadece benden korkun!”
(Bakara 41)
Deniyor ve
bu kitaba ilk iman edenlerin kendileri olması em-rediliyordu ya, işte bakın
burada da Rabbimiz peygamberine Müslü-manların ilki olmasını emrediyor. Tabi
peygamberimizin şahsında bize de Müslümanların ilki olmamız emrediliyor. Evet
her konuda Müslümanların ilki biz olmak zorundayız. Allah’ın emirlerinden
birisine teslim olmak söz konusu olduğu zaman, Allah’ın emirlerinden birisinin ifası
söz konusu olduğu zaman etrafımızda hiç kimse olmasa bile he-men ben diyeceğiz.
Ama bakıyoruz ki bugün bizler Allah’ın emirle-rinden birisinin ifası söz konusu
olduğu zaman deriz ki önce birileri başlasın. Önce filanlar başlasın arkasını
bir getiririz diyoruz değil mi?
Meselâ köyde hizmet yapan
birisine gardaş köyde şöyle bir hizmet başlatsan, her gün çevrendekilere bir
âyet, bir hadis anlatsan filan denince diyor ki ah benden önce bir tek kişi
bunu yapmış olsay-dı! Benden önce keşke bu konuda çığır açan birisi olsaydı,
ben de çok rahat yapardım, diyor adam.
Veya bir başkasına gardaş
düğününde şöyle şöyle yapsan olmaz mı? Deyince, diyor ki adam, ah benden önce
bir tek kişi bunu yapmış olsaydı! O zaman ben de çok rahat yapardım, bunu. Hep
baş-kalarından bekliyoruz. İlk defa başkaları yapsın, ilk defa başkaları başlasın,
ilk defa başkaları çıksın biz arkasından geliriz, diyoruz. Hep başkalarını
bekliyoruz. Halbuki fazilet ilk başlayandadır. Fazilet ilk başlatandadır. Hani
Rasulullah Efendimizin çığır açma hadisini biliyoruz. Allah’ın Resûlü buyurur
ki:
"Kim
dinde hayırlı bir çığır açarsa açtığı bu çığırın sevabı bu adama ait olduğu gibi
kıyâmete kadar açtığı o çığırdan gidenlerin sevaplarının bir misli kendilerinin
ki eksiltmeksizin onun defterine yazılacaktır. Kim de dinde kötü bir çığır açarsa
o açtığı çığırın vizri onun omuzuna yazılacağı gibi o çığırdan kıyâmet gününe
kadar gidenlerin günahlarını bir misli onun sırtına yazılacaktır."
Meselâ
insanların Kur’an’a yönelmesi adına, sünnetle iştigal etmeleri adına kim bir
adım atarsa, kim ilk adımı atarsa karşısındaki-lerde meydana gelecek İslâmî
değişikliklerin sevabının bir misli bu ilk adımı atana verilecektir. Öyleyse
her konuda Müslümanların ilki olmaya çalışacağız. Hayır işlerde, hayırlı
işlerde başkalarını beklemeyeceğiz. Ah benden önce bunu birileri yapsaydı! demeyeceğiz.
Onu ilk yapan biz olacağız.
Vallahi Hz. Hatice annemiz
birazcık bekleseydi, Hz. Ebu Bekir Efendimiz biraz bekleseydi. Hele birileri Müslüman
olsun da ondan sonra Müslüman olalım deselerdi kıyâmete kadar beklerlerdi de
yine Müslüman olamazlardı. Öyleyse biz de beklemeyeceğiz. Önce birileri yapsın,
önce birileri başlasın diye beklemeyeceğiz ve herkesten önce biz Müslüman
olmaya, herkesten önce o emri biz uygulamaya başlayacağız.
Ve bir de hayırlı işlerde acele
edeceğiz, kesinlikle beklemeyeceğiz. Hele şu doktoram bir bitsin! Hele şu
işimi bir bitireyim! Hele şu askerlik bir bitsin! Hele şu diplomayı bir alayım!
Hele bir evleneyim! Hele şu idare bir değişsin! Hele işler yoluna bir girsin
diye beklersek sabah-ı Haşr’e kadar bekleriz de yine o konuda fırsat bulamayız
Allah korusun.
Evet ben
Müslümanın ilki olmalıyım diyeceğiz. Yeryüzünde benden başka hiç kimse
Müslüman olmasa da, herkes bana düşman olarak kâfir olsa da ben yine de hiç
kimseyi beklemeden Müslüman olmak zorundayım.
Ya da bunun bir başka mânâsı da;
benim ilk işim Müslümanlık olmalıdır. Benim ilk işim Müslümanlık olmalı.
Müslümanlığımı ön plana almalıyım. Mesleğim ikinci, üçüncü planda olmalı.
Öğretmenliğim ikinci, üçüncü planda olmalı, talebeliğim öyle olmalı, hacılığım,
hocalığım, babalığım, evlâtlığım, zenginliğim fakirliğim, müdürlüğüm, amirliğim,
hizmetçiliğim, memurluğum ikinci üçüncü planda olmalı. Ben önce Müslümanım,
sonra öğretmenim. Önce Müslümanım, sonra tamirciyim. Önce Müslümanım, sonra babayım.
Önce Müslümanım, sonra evlâdım.
Eğer böyle
yapmaz da mesleğimizi, işimizi, aşımızı, erkekliğimizi, kadınlığımızı birinci
plana alır da Müslümanlığımızı ikinci üçüncü plana alırsak o zaman bozuk bir Müslümanlık
çıkacaktır karşımıza. Eğer Müslümanlığımızdan önce işimiz aşımızla ilgili,
mesleğimiz meşrebimizle ilgili problemleri gündeme getirecek olursak. Önce
bunları çözmeliyiz, önce bunları halletmeliyiz diyerek Müslümanlığımızı ikinci
üçüncü plana alırsak o zaman sapıklıklar başlayacaktır hayatımızda.
Meselâ eğer Müslümanlığımızdan
önce babalığımızı değerlen-direcek olursak o zaman belki evlatlarımızdan Allah’ın
istemediklerini isteyerek kendimizi putlaştıran, kendimizi tanrı yerine koyan
despot bir baba olarak ortaya çıkabiliriz. Ama biz eğer babalığımızı değerlen-dirirken
Müslüman olduğumuzu unutmazsak, Müslümanlığımız hatırımızda olursa o zaman
Allah’ın istediği biçimde bir baba olma imkânımız olacaktır. Müslümanlığınızdan
önce evlâtlığınızı gündeme getirirseniz o zaman babayı hiç takmayan despot ve
itaatsız bir evlât, ya da babanın her dediğini dinleyen, babayı Rab yerinde
gören bir evlât olabiliriz. Evlât olarak önce Müslüman olduğumuzu hatırlamaz,
hatırımızda canlı tutmaz ve babanın arzuları karşısında önce bir Müslüman
olduğumuzu unutur, yâni babanın arzularını İslâm süzgecinden geçirmeden, baba
karşısında oğulun, oğul karşısında babanın İslâm-da konumunu bilmeden babalık
ve oğulluk ortaya koyarsak elbette bu yanlış olacaktır.
Veya meselâ eğer siz
Müslümanlıktan önce siyasetçi olmayı denemeye kalkışırsanız o zaman belki
kendinizi putlaştıran, kendinizi İlâh ve Rab makamında gören, Allah’ı tanımadan
kendi egemenliğinize dayalı bir sistem getirmeye kalkışabilirsiniz. Eğer Müslümanlığımızdan
önce ticareti gündeme getirirsek, Müslümanlığımızdan önce ekonomiyi düzeltmeye
kalkışırsak çok bozuk bir mala bakış, çok bozuk bir kazanma ve harcama
anlayışı geliştirebiliriz. Ve de bunun adına İslâm da diyebiliriz.
Müslümanlığımızı birinci plana almadığımız için, her şeyden önce Müslüman olduğumuzu
gündeme getirmediğimiz için, Müslümanlığımız bu ticârî hayatımıza hakim
olmadığı için mutlaka yanlışa düşeceğiz demektir.
Ama unutmayalım ki ben Müslümanım
demek ben bu kitapla amel ediyorum, ben tüm problemlerimi bu kitaba
arzediyorum, bu kitaptan ve bu kitabın pratik uygulaması olan Rasulullah’ın
sünnetinden aldığım çözümlerle amel ediyorum demektir.
Öyleyse bunu diyebilmek için de
kitap ve sünneti tanımak zorundayız. Bu kitabı tanımadan da Müslümanlığı
yaşamaya kalkarsam o zaman bilmediğim tanımadığım bölümlerde hep hata
yapacağım demektir. Yâni demek istiyorum ki biz her şeyden önce Müslümanız
dedik mi, o zaman tüm problemlerimizde Müslümanlığı gündeme getirecek ve o problemlerin
çözümü için ilk önce İslâm’a baş vuracağız, İslâm’ı öğreneceğiz ve hata etmemeye
çalışacağız demektir. İşte İslâm budur, teslimiyet budur, Allah yardımcımız
olsun inşallah.
Değilse,
eğer böyle yapmazsam, böyle yaşamazsam:
15."Ben Rabbime karşı
gelirsem büyük günün aza-bından korkarım."
Evet ben
büyük günün azabından korkarım. Bunu söyleyen Allah’ın Resûlüdür. Ya da
peygamberinin böyle demesini istiyor Rab-bimiz. Kur’an-ı Kerîmde Rasulullah
Efendimize böyle bazı hitaplar görüyoruz. Meselâ eğer şöyle şöyle yaparsan
senin şah damarını koparırız! Veya eğer böyle böyle yaparsan dostun da yok,
yardımcın da! gibi âyetler görüyoruz. Peki Allah’ın sevgilisi peygamber bile
böyle olursa biz neyimize güveniyoruz da? Bakın Rasulullah korkuyor. Tabi öyle
yapmaz Allah’ın Resûlü de Rabbimiz yine de onu ikaz ediyordu.
Meselâ bazen bir içtihat olarak
Allah’ın Resûlü bir şeyler yapar. Meselâ Mekke müşriklerini huzuruna almış ve
onlara bir şeyler anlatabilmenin heyecanı içinde kıvranırken bir Ümmü Mektum
gelir ona şöyle şöyle davranır da Allah hemen onu uyarıverir. Ama bu konuda
mazurdur Allah’ın Resûlü. Çünkü o konuda daha önce kendisine bir uyarı
gelmemiştir. Yâni onun içtihadıydı bu. Ama uyarı geldiği andan itibaren
Rasulullah hemen Allah’ın uyarısına uyuverir.
Meselâ yine münâfıklar hakkında
istiğfar eder bir içtihat gereği Allah’ın Resûlü, veya bir münafığın namazını
kılar da peygamber hemen Allah’tan uyarı geliverir bir daha böyle yapma diye.
O bir beşer olarak bizim kendisine uyabileceğimiz, kendisini örnek alabileceğimiz,
tam bize göre bir hayat yaşıyordu. Zira biz beşeriz, biz gaflet ederiz, biz
hata ederiz. O gaflet etmez ama bir defasında Allah’ın Resûlü u-yuyup kaldılar,
kendilerinin nöbetçi olarak bıraktıkları Hz. Bilal de uyu-yup kalınca sabah
namazını geçirirler.
Peki buna
ne diyeceğiz şimdi? Allah’ın Resûlü hata etti mi diyeceğiz buna? Hayır, ama bu
şekilde namaz kazaya kalınca, kaza edileceğine dair bize bir hüküm verilecek, bize
bir ders olacaktı bu. Tıpkı Hz. Adem ağaca yaklaştı, yâni Allah onun yaklaşmasına
izin verdi ki dünya olsun. Allah buna müsaade etti ki tövbe gündeme gelsin ve
kıyâmete kadar günah işleyenlere tövbe konusunda bir hüküm vaz edilebilsin.
İşte bakın
Allah’ın Resûlü hata etmeyeceği halde: "De ki, eğer ben Rabbime isyan
edersem o büyük günün azabından korkarım!" Peki peygamber böyle korkarsa
bizim ne yapmamız lâzım? Ama unutmayalım ki korkmak için bilmek lâzım. Meselâ bıçağın
nasıl kestiğini bilmeyen kişi korkamaz. Ateşin yaktığını bilmeyen kişi korkamaz.
İlerde birilerinin pusu kurduğunu bilmeyen kişi korkamaz. cehennemi bilmeyen
kişi korkamaz. Allah’ın Resûlü biliyordu ki korkuyordu. Ben o günün
dehşetinden korkuyorum diyordu. Yâni o gün, ya da bugün Rabbim benim belâmı veriverse
ben ne yaparım! Bana kim yardım edebilir? Kim benim elimden tutabilir? Rabbime
karşı kim bana yardım edebilir diyordu. Öyleyse âyetin ifadesiyle söyleyelim,
biz de hem Allah’tan korkacağız, hem de bu korkumuzu insanlara duyuracağız,
çevremize ilân edeceğiz ki onlar da korksunlar. İşte Allah bize bunu anlatır.
16."O gün kim azaptan alıkoynursa,
o kimse şüp-hesiz ki rahmete erişmiştir. İşte bu apaçık bir kurtuluştur."
İşte en
büyük başarı budur, en büyük kurtuluş budur. Daha önceki âyette kaybedenleri
anlatmıştı Rabbimiz, burada da kazananları anlatıyor. Kaybedenler kâfirlerdi,
kazananlar da müminlerdir. Öyleyse dünyadaki başarıların hiçbirisi bunun
yanında başarı değildir. Dünyadaki kurtuluşların hiçbirisi bunun yanında
kurtuluş değildir. Çok param oldu kazandım! Filan yere müdür oldum kazandım!
Atımla kazandım, arabamla kazandım! Malımla kazandım, mülkümle kazandım!
Hayır hayır bunların hiçbirisi kazanç değildir. Gerçek kazanç cennettir. Gerçek
başarı, gerçek kurtuluş cennete girebilmektir.
Müslümanlar
bu başarıya adım adım ulaşabilmek için cennetin sahibinin razı olduğu hayatı
yaşamak için çırpınırken, beri tarafta mülk bizimdir! Saltanat bizimdir! Egemenlik
bizimdir! Bilgiyi biz dağıtıyoruz! Şifayı biz dağıtıyoruz! Rızkı biz
veriyoruz! Hayatınızı, düzeninizi biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz sağlıyoruz
diyen kâfirler Müslümanların başına üşüşecekler ve onları kendi egemenliklerine,
kendi kanunlarına, kendilerine kulluğa çağıracaklardır.
Egemenlik
bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Eğer bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz sizi
yok ederiz! Rızık bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız rızkınızı
keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi çıkarır sizi sürgün ederiz! Şifa bizdedir,
eğer bizim arzularımıza kulluk etmezseniz size türlü hastalıklar musallat
ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil
bırakırız! Size diploma ver-meyiz, sizi doktor yapmayız, size doçentlik payesi
vermeyiz! Egemen-lik bizdedir, güç kuvvet bizdedir! Eğer bize kulluk
etmezseniz dünyayı size haram ederiz! Eğer bizim hâkimiyetimizi kabul etmezseniz
sizi kodese tıkar güneşi size haram ederiz! Hayatı size zindan ederiz!
Evet tüm
sahte ilâhlar, tüm sahte melikler, Allah’ın kendilerine verdiği bu geçici
güçlerini kullanarak bir şeyler yapabileceklerini zannederler. Ama bakın,
bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bunların ellerinde gerçekten hiçbir şey
olmadığını, hiçbir güçlerinin olmadığını, bunlardan Müslümanların hiçbir zaman
korkmamaları gerektiğini şöylece anlatmaya başlayacak:
17."Allah
sana bir sıkıntı dokunduracak olursa onu ondan başkası asla gideremez. Sana bir
iyilik murat ederse başkası asla onu engelleyemez."
Evet Allah
sana bir zarar murad ederse, sana bir zarar isabet ettirecek olursa, Allah’tan
sana bir zarar gelecek olursa. Bu zararın türü, cinsi, cibilliyeti, eni boyu ne
olursa olsun. En fazla ölüm olabilir, o da sana Allah’tan gelecek olursa onu
O’ndan başka kaldıracak yoktur. Onu O’ndan başka senden def edecek yoktur.
Ne para, ne
pul, ne ana, ne baba, ne amir, ne müdür, ne arkadaş, ne efendi, ne şeyh onu
senden defedecek hiç kimse yoktur. Allah seni bir zarara düşürmeyi murad etti
mi, Allah sana bir zarar ulaştırmayı takdir buyurdu mu artık onu O’ndan başka
kaldıracak yoktur. Yine Allah sana bir hayır murad eder, senin bir hayra
ulaşmanı dilerse onu senden engelleyecek hiçbir kimse yoktur. Seni o hayırdan
mahrum edecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Zarar veren de, fayda veren de
Allah’tır. Allah’tan başka fayda ve zarar veren yoktur.
Allah’ın
Resûlünün bir hadisi şerifine dayanarak bunu şöyle ifade etmeye çalışalım
inşallah: Allah’ın Resûlü Abdullah İbni Abbas-ın omuzundan tutar ve ona şöyle buyurur:
Ey oğulcuğum! İsteyece-ğin şeyi sadece Allah’tan iste! Ağyarın kapısında
dilencilik yapma! Anam! Babam! Amirim! Müdürüm! Ağam! Patronum! Üstadım!
Şey-him! Arkadaşım! Hemşehrim! Bakanım! Dekanım! Yetişin! Beni kur-tarın deme
sakın. Sığınacağın zaman sadece Allah’a sığın. İsteyece-ğin zaman da sadece
Allah’tan iste. Çünkü kesinlikle bilesin ki bütün bir ümmet, bütün bir cihan
toplansa da elbirliğiyle sana bir menfaat sağlamaya çalışsalar Allah’ın senin lehinde
yazdığının dışında sana hiçbir menfaat sağlayamazlar.
Gel sana para verelim! Borçlarını
kapatalım! Dertlerini dağıtalım! Sana şifa bulalım! Sağlığını sıhhatini geriye
iade edelim! Tayinini memleketine çıkartalım! Sürgününü durduralım deseler
hiçbir şey yapamazlar Allah’ın yazdığının dışında.
Ya da bütün
bir dünya toplansa da sana bir zarar vermeyi isteseler bilesin ki senin
aleyhinde yazdıklarının dışında sana hiçbir zarar veremezler. Allah’ın
takdirinin dışında senin kılına bile dokunamazlar! Yâni seni okuldan atacaklar,
işine son verecekler, İslâmî düşüncenden ötürü seni hapse atacaklar, sürecekler,
öldürecekler, önünü kesecekler. Hayır hayır Allah’ın senin aleyhinde yazdıklarının
dışında sana hiçbir zarar veremezler.
Öyleyse
aman müdürüme karşı şöyle şöyle davranayım da bu okulda kalayım! Dekana karşı
şöyle şöyle davranayım da beni falan yere müdür yapsın. Müşterilerime karşı
şöyle şöyle davranayım da çok para kazanayım. Müdürüm namazdan hoşlanmıyor.
Öyleyse ben de namazı terk edivereyim de ondan gelebilecek bir zararı
defedeyim. Şurada şu tavizi vereyim de şu faydayı sağlayayım. Başımı açıvereyim
de diplomayı alayım. Sakalımı kestireyim ki işten atılmayayım. Şuralarda
görünmeyeyim ki doktorayı bitirebileyim. Yoo! Allah’ın takdiri asla değişmez.
Çünkü artık kâlemler kaldırılmış, sahifeler dürülmüştür. Yâni lehinde
yazılanlar yazılmış, aleyhinde takdir edilenler edilmiştir. Onu Allah’tan başka
değiştirecek de yoktur artık. Öyleyse in-sanlardan korkmaya, endişe etmeye,
tabasbus ve tavizler içine girmeye hiç de gerek yoktur. Evet Allah’ın
Resûlünün hadislerinden benim anladığım budur.
Bir de
efendim bizler Allah’ın sevgili kullarıyız! Bizler Müslüma-nız! Bizim eve
hastalık uğramamalı! Bizim eve polis gelmemeli! Ben Rabbime karşı görevlerimi
eksiksiz yapıyorum! Binaenaleyh benim param kaybolmamalı! Benim ticaretim zarar
etmemeli! Benim huzurum bozulmamalı! Rahatım kaçmamalı! Çoğumuz böyle
düşünüyoruz bugün değil mi? Başımıza beğenmediğimiz bir şeyler geldiği zaman:
"Yahu ben Allah’ın bu kadar kötü bir kulu muydum ki bütün bunlar be-nim
başıma geldi!" diyoruz. Halbuki iyi kötü başımıza ne gelmişse bilelim ki
bu Allah’tan geldi ve Rabbimiz bizi onunla imtihan etmek için göndermiştir.
İmtihanın şeklini, biçimini de biz ayarlamıyoruz Allah ayarlıyor. Bu konuda
asla ona itiraz etmeye ve akıl vermeye kalkışmamalıyız. Ya Rabbi beni niçin
kadın yarattın? Halbuki ben erkek olarak gelmek istiyordum dünyaya! Ya Rabbi beni
niçin böyle beş tane kız evlâdıyla imtihan ediyorsun? Halbuki ben iki tane de
erkek istiyordum! Ya Rabbi beni neden yüz milyonla imtihan ediyorsun? Halbuki
ben milyarlarla imtihan edilmek istiyordum! Ya Rabbi beni neden bir çadırla
imtihan ediyorsun? Halbuki ben bir villada imtihan olunmak istiyordum! Ya
Rabbi bu felâketleri bana niçin gönderdin? Halbuki ben rahat bir hayatla
imtihan olunmak isterdim diyerek imtihan konusunda Allah’a akıl vermeye, ona
yol göstermeye kalkışmayalım.
Evet zarar
veren de, fayda sağlayan da sadece Allah’tır. Sana Allah’tan ne gelirse gelsin,
bir acı, bir hüzün, bir sıkıntı, bir korku, bir hastalık, bir fakirlik, bir
hayır, bir lezzet, bir iyilik, bir sevinç, bir sıhhat, bir zenginlik ne gelirse
gelsin bilesin ki bunların tamamı Allah’tandır. Çünkü:
18. "O kullularının üzerinde
yegâne kahirdir. O Hakîmdir, Habîrdir."
Kahreden
O’dur, öldüren O’dur, hayat veren O’dur. Ne zararı-na karşı konabilir, ne de
hayrı engellenebilir. Zarar O’nun zararıdır, hayır O’nun hayrıdır. Fayda veren
de, zarar veren de yalnız O’dur.
Yeryüzünde
ben sizin Rabbiniz değil miyim diyen sahte Rablere, hâkimiyet bendedir diyen
İlâh taslaklarına, ben size izin vermediğim halde nasıl secde ettiniz? Ben
size müsaade etmediğim halde nasıl örtündünüz? Ben izin vermediğim halde nasıl
sakal bıraktınız? Benim haberim olmadan bunları nasıl dile getirdiniz? Halbuki
sizi ben tayin etmiştim! Sizin maaşınızı ben veriyordum! Sizler benim memurlarımdınız!
Sizler benim ülkemde yaşıyor, benim okullarımda okuyordunuz! Benim iznim
olmadan bunları nasıl gündeme getirdiniz? Benim iznim olmadan bunları yapamazsınız!
Benim iznim olmadan hiçbir şey yapamazsınız! Ben istersem açtırırım, ben istersem
kestiririm ben istersem nefes alış verişlerinizi bile kontrol ederim, sizin
üzerinizde kahir olan, kahhâr olan biziz diyen sahte tanrılara hiç inanmayın.
Kulları üzerinde Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan sadece
Allah’tır. Allah’ın izni olmadan kimse kimsenin kılına bile dokunamaz. Çünkü
kahir Allah’tır. O’nun hükmünü reddedebilecek, onun emrini geri çevirebilecek
yoktur. Kazasının önüne geçebilecek kâinatta hiçbir güç yoktur.
İşte buna
böylece inanan kişi Müslümandır. Buna inanmayan, Allah’ın yegâne Kahhâr
olduğuna inanmayan kişi asla cahiliyeye karşı duramaz. Allah’ın Kahhâr olduğuna
inanmayan ve yeryüzünde Allah’tan başka Kahhârların da bulunabileceğine inanan
kişi küfür karşısında cahiliye karşısında direnme gücü bulamaz. Buna inanmayan
kişi küfür ve şirke başkaldıramaz, inancı adına içinde bulunduğu toplumun
şirkine kesinlikle savaş açamaz. Evet Kahhâr olan sadece Allah’tır.
Ama şunu da
hiçbir zaman unutmayın ki böyle inanıyormuş gi-bi görünerek, böyle yapıyormuş
gibi görünerek de O’nu asla kandıra-mazsınız. Çünkü O Kahhâr olan Allah aynı zamanda:
...dir de.
O Hakîm ve Habîrdir de aynı zamanda. Yâni yaptığınız, düşündüğünüz her şeyden
haberdardır ve yaptıklarının tümünü
hikmetle yapandır da. Evet, Allah Hakîmdir. Yâni her şeye hikmetiyle hakim
olandır. Hâkimiyet elinde olandır ve hayata hükmedendir O. Neyi ne için yarattığını
bilendir, yarattığına nasıl bir hayat tarzı belirleyeceğini, yarattıklarının
nasıl mutlu olacaklarını, yarattıklarına nasıl bir din göndereceğini, onları
neyle sorumlu tutacağını bilendir O Allah. Ve yarattıklarının her şeyinden haberdardır
O Allah. Elhamdülillah ki bu sıfatların sahibi sadece Allah’tır. Eğer başkaları
da bu sıfatların sahibi olsaydı, başkaları da zarar vermeye, fayda sağlamaya
güç yetirseydi o zaman bizim işimiz bitikti. Güçlüler yeryüzünde güçsüzlere
asla hayat hakkı tanımazlardı. Yeryüzünde hakları olmadığı halde Allah’a ait
olan bu sıfatların kendilerinde de bulunduğunu iddia edenlere sormak lâzım. Bunlardan
bir tane insan gösterebilir misiniz ki ölümsüz olsun? Bir tek insan
gösterebilir misiniz ki ölüme çare bulmuş olsun. Başkalarına fayda ve zarar
sağlaması şöyle dursun bir tek insan gösterebilir misiniz ki kendisine
faydalar sağlayıp, kendisinden zararları def edebilmiş olsun? Var mı böyle
birileri? Eh öyleyse nasıl olur da bu adamlar hâkimiyet bizdedir, egemenlik
bizdedir, biz istersek, biz istemezsek filan diyebilirler?
Evet
Allah’ın bu sıfatlarına dayanamadı kâfirler. Allah’ın Habîr oluşuna,
kendilerinin yaptığı her şeyden haberdar oluşuna dayanamadılar da gelip
Rasulullah’a sordular. Dediler ki ey Muhammed! Bir şâhit getir bu konuda. Gerek
Rabbinin Habîr oluşuna gerekse böyle bir Habîr olan Allah’ın seni elçi olarak
bize göndermesine bir delil, bir hüccet göster dediler. Bir şâhit istediler de
Rabbimiz şöyle buyurdu:
19. "Şâhit olarak hangi şey daha
büyüktür." de. "Allah benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kur’an
bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu; Allah'la beraber
başka ilâhlar bulunduğuna siz mi şâhitlik ediyorsunuz de. "Ben şehâdet etmem"
de. "O ancak tek bir İlâhtır, doğrusu ben ortak koşmanızdan
uzağım"de.
Evet
şehâdetin en büyüğü nedir? En büyük şâhit kimdir? Allah’ın bu sıfatların
sahibi olduğuna ve senin hak peygamber olduğuna en büyük şâhit, en büyük delil
nedir? Bu konularda şehâdetin en büyüğü nedir? Hangi şahidin şehâdeti
geçerlidir? Hangi şahidin şe-hâdeti diğer şâhitlerin şehâdetlerinden üstündür?
Bu konuda hangi şahidin şehâdeti kesin bir hüküm ifade eder? O gün peygamber
öyle diyordu ve kâfirler de soruyorlardı ona, peki bunun böyle olduğuna delilin
nedir diye.
Bugün biz de aynı şeyleri
söylüyoruz. Biz de diyoruz ki Allah Kahirdir, Kahhâr dır. Biz de diyoruz ki Hz.
Muhammed (a.s) Allah’ın hak peygamberidir. Bizim izinden gideceğimiz önderimiz,
örneğimiz odur. Ondan başka örnek alacağımız yoktur. O nasıl yaşamışsa biz de
öylece yaşamak zorundayız.
Onun aile
hayatı nasılsa, onun mala bakışı nasılsa, onun gecesi gündüzü nasılsa, biz de
aynen onun gibi olmak zorundayız. Biz böyle deyince, bugünküler de bize
diyorlar ki peki deliliniz nedir bu konuda? O gün peygamber onlara, bugün de
bizler onlara diyeceğiz ki:
Allah
benimle sizin aranızda en büyük şâhittir. Evet onun peygamberliğine en büyük
şâhit Allah’tır. Allah şehâdetiyle peygamberliğe ulaşan Rasulullah tüm dünya
kendisini inkâr etse bile ne gam, o yoluna devam edecektir. Veya Allah
şâhitliğindeki bir peygambere bizler inandıktan sonra tüm dünya bizden delil
istese bile bu konuda, ne gam bizim peygamberimizin en büyük delili Allah
şehâdetidir. İşte bakın bizim eşhedü dediğimiz konu Allah’ın eşhedü dediği
konudur. Bu ne muazzam bir şereftir bizim için ki bizim şehâdet ettiğimiz konuya
Allah da şehâdet getiriyor. Âl-i İmrân sûresinde de Rabbimiz kendi kendine
şehâdet getiriyor. Burada da bakın:
Kendisinden
başka İlâh olmadığına Allah şehâdet getiriyor. Allah’ın varlığına şâhit,
Rasulullah’ın risâletine en büyük şâhit Allah dır. Bundan daha büyük bir şeref,
bundan daha büyük bir delil olur mu? Müslümanların şehâdetine Allah sahip
çıkıyor.
Evet
Rabbimiz peygamberine diyor ki, onlara şöyle söyle peygamberim: Sizce en
büyük, en inandırıcı şâhit nedir? Söyleyin ben onu getireyim.
Şimdi
Allah’a, Allah’ın Rab oluşuna, peygambere, peygamberin gerçek örnek oluşuna
nasıl şahit getirisiniz? Allah’ı ve peygamberi bilmeyenlere bu konuda nasıl
delil getirilir? İslâm’ı tanımayanlara, kulluk bilincine ermeyenlere nasıl bir
delil getirebilirsiniz?
Meselâ bakın Ankara’da bir hoca
efendiyi sorgulamak ve aramak üzere evine giderler. Arama tarama esnasında
hocanın evinde televizyonun olmadığının farkına varırlar ve sorarlar hocaya. O
da evinde televizyonun olmadığını söyler. Adamlar buna kesinlikle inanmazlar ve
hayret, nasıl yaşar bu adam bu devirde televizyonsuz derler. Evet İslâm bilincinde
olmayan bu adamlara nasıl anlatabilirsiniz bunu? Televizyonsuz da
yaşanabileceğini nasıl inandırabilirsiniz bu adamlara? Nasıl bir delil
getirebilirsiniz bu konuda? Sadece diyebileceğiniz bir tek şey var, o da:
De ki Allah
sizinle bizim aramızda şâhittir bu konuda. Meselâ deseniz ki birine soframda üç
kaptan fazla yemek bulundurmuyorum, inanmaz adam buna. Veya deseniz ki ben
soframda kesinlikle içki bu-lundurmuyorum, inanmaz buna adam. Veya meselâ bir
Alman’a deseniz ki ben sabahtan akşama kadar hiçbir şey yemeden oruç tutuyorum,
kesinlikle inanmaz buna. Adam öyle bir hayat yaşıyor ki öyle bir hayata inanmış
ki ben ona gerçek İslâmî hayatın bu olduğuna nasıl inandıracağım? Nasıl bir
delil, ne tür bir şâhit getireyim yâni onu buna inandırabilmek için? Adam
modaya karşı gelinemeyeceğine öyle bir inanmış ki, âdetlere ters düşülmemesi
gerektiğine öyle bir inanmış ki çevrenin insan hayatına etkili olduğunu öyle
bir kabullenmiş ki, şimdi ben bu adama nasıl bir delil, nasıl bir şâhit
getireyim ki çevrenin, modanın, âdetlerin, törelerin, ağanın, patronun,
yönetmenliklerin, yasaların bizim iyi bir Müslüman olmamızı
engelleyemeyeceğini ispat edeyim. De ki Allah. Eh ben de öyle diyorum. Gardaş
bu konuda Allah şâhittir. Bizim böyle yaşamamızı Allah istiyor, başkasını da bilmem!
"Ve bu
Kur’an bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahy olundu."
Demek ki bu
kitap sadece o döneme ait değildir. Demek ki bu kitabın hükümleri sadece onun
indiği dönem insanlarını kapsamaz. Sadece indiği dönem insanları için bağlayıcı
değildir bu kitap, aksine kıyâmete kadar ona ulaşan insanları da onunla uyarmak
için indirilmiştir. Onunla sizi uyarmam için, sizi cehennemden korumam ve cen-nete
kazandırmam için bu Kur’an bana vah yolunuyor. Allah’ın Resûlü kendi dönemindeki
insanlara diyordu bunu. Sizi uyarmam için. Uyardı Allah’ın Resûlü dönemindeki ashabını.
Kur’an’ı tebliğ ederek uyardı, Kur’an’ı gündeme getirerek uyardı, Kur’an’ın
nasıl pratize edileceğini bizzat hayatında göstererek uyardı. Ama sadece onları
değil bu Kur’-an kıyâmete kadar her kime ulaşırsa onları da uyarmak üzere bu kitap
bana indirildi. Evet dün onları uyarmıştı Allah’ın Resûlü şu anda da bizi
uyarıyor. Şu anda bile Allah’ın Resûlü bizi Kur’an’la uyarıyor.
Kim ki
Kur’an okuyor, bilsin ki o, Rasulullah’la karşı karşıyadır. İbni Cerir der ki;
“Bu âyetle anlaşılıyor ki kendisine Kur’an’ın ulaştığı kimse bizzat Muhammed
(a.s)'ı görmüş gibidir.” Öyleyse şu anda bizler de Rasulullah’la karşı
karşıyayız. Meselâ bir elçi hükümdarın emrini bir valiye ulaştırıyor. Bu emir o
elçinin değil hükümdarın emridir. Öyleyse ben şu anda o elçinin size ulaştırdığını
ve de elçiyi gönde-renin mesajını size ulaştırıyorum.
Tâbiînden
Muhammed Bin Kab El Kurazi der ki: "Kur’an okuyan kişi onu peygamberden
dinliyormuş gibi okusun. Zira onu şu anda sizi uyarmak üzere Allah’ın Resûlü
okumaktadır."
Gerçi kesin
biliyoruz ki Allah’ın Resûlü vefat etmiştir. Maddî planda onun etkinliği
bitmiştir. Ama yine kesin biliyoruz ki onun Risâ-leti, onun fonksiyonu, onun
misyonu, onun yolu, onun sünneti devam ediyor ve kıyâmete kadar da devam
edecektir. Öyleyse sanki şu anda Allah’ın Resûlü okuyor da biz ondan
dinliyormuşuz gibi onu dinleyecek ve okuyacağız. Ve şunu kesin bilelim ki
böyle okumadığımız, böyle dinlemediğimiz sürece de ondan istifade imkânımız
olmayacaktır.
Bu âyet
aynı zamanda bizden bize ulaşan bu kitabın âyetlerini tebliğ etmemizi de
istemektedir. Allah’ın Resûlü bir hadisi şeriflerinde:
"Allah’ın
kitabından her kime bir âyet ulaşmışsa muhakkak ki ona Allah’ın emri
ulaşmıştır. O da bir âyet de olsa Allah’ın kullarına onu ulaştırsın!"
Buyurur.
Öyleyse bize Allah’ın kitabı ulaşmıştır, Allah Resûlü vasıtasıyla, kitabı
vasıtasıyla Allah bizi uyarmıştır, biz de uyarıldığımız bu âyetlerle
başkalarını uyarmak, başkalarına da bu âyetleri ulaştırmak zorundayız.
Ancak
burada şunu da söyleyelim ki bu kitap geldiği andan itibaren kıyâmetin
kopacağı zamana kadar ki insanların tamamı bu kitaptan sorumludur. Tüm insanlık
bununla sorumlu tutulacaktır. Bu kitap kendilerine ulaşsın ulaşmasın, bu
kitabın varlığından haberdar olsun olmasın fark etmez herkes bundan sorumlu
tutulacaktır. Hambeliler bu görüştedirler. Ancak Hanefîler bu kitabın uyarısı
kendisine ulaşmamış, bu kitabın uyarısıyla karşı karşıya gelmemiş toplumlar bu
kitabın hükümlerini terk etmekten sorumlu olmayacaklardır derler. Hanefîler
Übey Bin Kâbın hadisi bunun delilidir derler. Rasulullah’ın huzuruna bir kısım esirler
getirildi. Allah’ın Resûlü onlara sordu:
"Sizler
İslâm’a dâvet edildiniz mi, buyurdu. Onlar; hayır! Bize İslâm ulaşmadı,
dediler. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü onları serbest bıraktı ve: "Kur’an
bana sizi de ulaştığı kimseleri de uyarmam için vah yolundu"
Âyetini
okudu.
"Allah’la
beraber başka ilâhlar bulunduğuna siz şâhitlik mi ediyorsunuz? Ben şehâdet
etmem, de. O ancak tek bir İlâhtır, doğrusu ben sizin ortak koşmanızdan beriyim,
de."
Yoksa
sizler Allah’tan başka ilâhlar da mı kabul ediyorsunuz? Ya da sizler Allah’la
beraber hayatınıza karışacak başka İlâhların varlığına da mı şehâdet
ediyorsunuz? Hayata, ölüme, öldürmeye, diriltmeye, rızık vermeye, yönetmeye,
kanun koymaya yetkili başka İlâhlar da vardır demeye mi çalışıyorsunuz?
Hayatınıza karışacak Allah’la beraber başka rablerin başka ilâhların varlığına
mı inanıyorsunuz? Bu hayatınız ne böyle? Kadın, para, dünya, mal, mülk, makam
mevki yoksa sizler bunlara da mı şehâdet ediyorsunuz? Hayatınızın bazı bölümlerinde
Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını dinlemeden yanasınız. Yoksa sizler hayatınızın
bazı bölümlerine karışan Allah’la beraber başka Rablerin varlığına da mı
inanıyorsunuz? "De ki, ben şâhitlik etmem!" Peygamberim! Onlar
hayatlarına karışacak başka İlâhların varlığına da şâhitlik ederlerse sen
onlarla beraber olup da onların bu bozuk düzen inanışlarına şâhitlik etme,
buyuruluyor.
Sûrenin
ilerdeki âyetlerinde gelecek Rabbimiz orada da buyuracak ki:
"Eğer
onlar şâhitlik ederlerse onlarla beraber olup sözlerini kabullenme,
âyetlerimizi yalanlayan ve âhirete inanmayanların heveslerine uyma. Onlar
Rablerine başkalarını denk tutuyorlar."
(En’âm 50)
Müşrikler
Allah’ın Resûlüne tekliflerde bulunuyorlardı. Allah’ın Resûlü kendi
inanışlarını kabullenmesi halinde onun dinine gireceklerini ileri
sürüyorlardı. Para pul teklif ediyorlar, makam mevki sunuyorlar, kadın kız
gösteriyorlar, koltuk sandalye teklif ediyorlardı. Onu zor-luyorlardı buna.
Sanki bu iki şeyin, yâni şirkle imanın cem edilmesi, küfürle imanın birlikte
yaşanması mümkünmüş gibi Allah’ın Resûlüne teklif ediyorlardı. Tıpkı günümüzde
kimilerinin hem Allah’a teslim hem de hayat programını Allah’tan başkalarından
alarak bir Müslümanlık yaşayabileceklerini zannettikleri gibi. Yâni hem
Allah’a inanıp hem de Allah’tan başkalarının kanunlarını da uygulayarak, hem Allah’a
inanıp hem de Allah’tan başkalarından da yardım dileyerek, hem Allah’a inanıp
hem de Allah’tan başkalarını da velî kabul ederek Müslüman kalabileceklerini
zannettikleri gibi.
Evet bugün
kimi insanlar da böyle inanıyorlar. Yâni hem Allah’a kulluk yapalım, hem de
Allah’tan başkalarını da razı edelim, böylece Müslüman kalırız zannediyorlar.
Halbuki bu ikisinin birlikte olması kesinlikle mümkün değildir. Kişi ya
Allah’ın kuludur, ya da başkalarının. Allah’la birlikte aynı zamanda
başkalarına da kulluğu Allah asla kabul etmemektedir.
"De ki
benim Rabbim bir tek İlâhtır ve ben sizin ortak koşmanızdan beriyim."
Ben sadece
O’na kulluk ederim. Benim Rabbim tekdir. Benim hayat programımı tespit eden
Rabbim bir tanedir. Ben O’nunla beraber program yapmada ortaklar kabul
etmiyorum. O’nunla birlikte arzularına uyacağım, rızasını kazanmaya
çalışacağım, talimatlarını yerine getireceğim başka Rabbim, başka İlâhlarım
yoktur. Hüküm O’-nundur, hâkimiyet O’nundur, yaratan O’dur hayat veren O’dur, öldüren
O’dur, rızık veren, doyuran O’dur, kanun koyan O’dur hüküm vaz eden O’dur. Ben
O’nunla beraber başkalarını da dinleyerek şirk koşmam. Ben sizin anlayışlarınızdan
beriyim.
Evet Allah’ı küstürmek adına
başkalarını razı etmek şirktir. Allah’ı küstürmek adına babamızı, anamızı,
karımızı, liderimizi, efendimizi, zevklerimizi razı etmek şirktir. Allah’ı
küstürmek adına başkalarının arzularını yerine getirmek şirktir. Allah’ı
küstürmek adına başkalarının kılık kıyafet anlayışını kabul etmek şirktir.
Allah’ı küstürmek adına başkalarının alfabesini kabul etmek, Allah’ı küstürmek
adına başkalarının hayat tarzını kabul etmek şirktir Allah korusun.
Evet
yahudiler şirk koştular, hıristiyanlar şirk koştular Allah’a. Onlar Azizlerini,
Papazlarını, Hahamlarını, Keşişlerini Allah makamına oturttular ve Allah’a
ortak bildiler bunları. Bunların dediklerini Allah buyruğu gibi kabul edip
onlara kulluk yaptılar. Ehl-i kitap böyle yaparken müşrikler de göklerin ve
yerlerin sahibi Allah’tır. Severiz sayarız o Allah’ı. Gökleri ve yerleri ona
verelim ama o Allah bizim hayatımıza karışamaz diyerek Allah’a şirk koştular.
Kendi hayatlarına Allah’tan başka karışacak Rabler bularak Allah’a şirk koştular.
Dediler ki o Allah bizim
hayatımıza karışmaz, karışamaz. Çünkü bizim pis işlerimiz var, dalavereli işlerimiz
var, basit işlerimiz, karanlık işlerimiz mafya işlerimiz var. Ekonomik
işlerimizde bizim ne yapacağımız belli olmaz, meslek hayatımızda ne yapacağımız
belli olmaz, siyasi işlerimizde nasıl dalavereler yapacağımız belli olmaz. Hukuk
işlerimizde içimizde kimi güçlüler var biz onlara garibanlardan farklı hak
tanımak zorundayız. İçimizde dokunulmazlar var, azizler var, imtiyazlılar var,
para babaları var onlara ayrıca hak tanımak zorundayız. İçimizde güçlüler var,
egemenlik sahipleri var, onlara mallarımızdan belli bir hisse ayırmak
zorundayız. İçimizde etkili yetkili kimseler var bizler zaman zaman onlara da
dua yapmak zorundayız. Dualarımıza onları da karıştırmak zorundayız. Onlara da
sığınmak, onlardan da yardım istemek zorundayız. Yâni bizim böyle pis işlerimiz
var, kirli işlerimiz var. Ya Rabbi sen yücesin, seni böyle pis işlere karıştırmak
istemiyoruz. Sen göklerinle ilgilen, diğer varlıklarınla ilgilen, yerinde dur,
bizim işimize karışma, bırak bizi kendi halimize de ne halimiz varsa görelim,
diyerek Allah’a şirk koştular.
Tıpkı şu
anda ya Rabbi tamam din göndermişsin bize, kitap göndermişsin, peygamber
göndermişsin, bize bir hayat tarzı belirlemişsin anladık da yâni eskimiş
bunlar. Onlar demode olmuş artık diyerek kitaba ve peygambere farklı bir fonksiyon
yükleyerek şirke düşen insanlar gibi.
Ya Rabbi şu
anda bizim hayatımız değişti. Bizim dünyalık işlerimizi becerecek adamlarımız
var. Hukuk işlerimizi becerecek hukukçularımız var. Eğitim işlerimizi ayarlayacak
eğitim şuramız, eğitim uzmanlarımız var. Kılık kıyafetimizi ayarlayan moda uzmanlarımız
var. İyisi mi sen bizim hayatımıza karışma diye şirk koşanlar gibi. Evet onlar
da bunlar da şirk koşmuşlar Allah’a.
"De
ki, Ben sizin şirk koştuklarınızdan da şirk koşmalarınızdan da beriyim."
Evet bu konuda teberrî şarttır.
Biz de diyeceğiz bunu. Diyeceğiz ki ey müşrikler! Bizler sizin şirklerinizden
de şirk koştuklarınızdan da, şirk âdetlerinizden de, şirk sistemlerinizden de
beriyiz. Bizim kulluk anlayışımızla sizinkilerin uzak ve yakından en ufak bir
benzer yanı yoktur, diyeceğiz ve tamamıyla müşriklerden ve onların şirk
anlayışlarından, şirk düzenlerinden, şirk unsurlarından ayrılacağız, ayrışacağız.
Yâni ben Allah’a inandım! Yetmez
bu. Allah’a inanmakla beraber Allah’tan başkalarından teberrî de şarttır. Allah’a
imanla beraber Allah’tan başkalarına itaati reddetmek de şarttır. Müslümanlar
şunu kesinlikle bilmelidirler ki onlar tamamıyla cahiliyeden ve cahiliye anlayışlarında
ayrılmadıkça onlara Allah’ın yardımı gelmeyecektir. Allah’ın va’di
gerçekleşmeyecektir. Onlar cahiliyenin karşısına dikilip açıkça onu
reddetmedikçe, onlardan ayrıldıklarını açıkça ortaya koymadıkça zafer asla
müyesser olamayacaktır. Zafer ve Allah’ın yardımı gelemediği gibi böyle hem
Allah’a inanır, hem de başkalarının rubûbiye-tine ve ulûhiyetine inanırsak bilelim
ki bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği Müslümanlık da olmayacaktır.
20. Kendilerine kitap verdiklerimiz
Muhammedi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat bunlar kendile-rine yazık
ettiler, çünkü onlar inanmazlar."
Evet
kendilerine kitap verilenler, kitap bilgisine peygamber bil-gisine sahip
olanlar Cenâb-ı Hakkın ulûhiyeti konusunda, Cenâb-ı Hakkın ortağının olmadığı
konusunda kendilerine gönderilen son elçinin peygamberliği konusunda kesin
bilgiye sahiptirler. Yâni onlar ken-di kitapları sayesinde, kendi
peygamberlerinin kendilerine ulaştırdık-ları bilgiler sayesinde kesin
biliyorlar ki İlâh bir tek İlâhtır. O’ndan başka İlâh olmadığını ve O İlâhın
gönderdiği elçinin son elçi olduğunu ve hak peygamber olduğunu oğullarını
tanıdıkları gibi tanımaktadırlar bilmektedirler.
Çünkü her
peygamber kendi toplumuna ahir zaman peygamberinin geleceğini, bu peygamberin
sıfatlarını, kendisine gönderilecek kitabın özelliklerini, ümmetinin özelliklerini
müjdelemiş, haber vermiştir. Onlar bunu oğullarını tanıdıkları gibi
bilmektedir. Bilmekteydiler bunlar ama bildikleri halde hakkı gizliyorlardı.
Mesela Abdullah İbni Selâm yahudi
âlimlerindendir. Hz. Ömer kendisine bu âyetin mânâsını sorunca der ki: Vallahi
ben onu kendi evlâtlarımdan daha kesin bilirim. Çünkü kendi çocuklarıma
gelince ne bileyim onların anası beni kandırmış olabilir deyince Hz. Ömer onun
alnından öper ve çok güzel söyledin, çünkü Allah da böyle buyuruyor der.
Yâni bizim
ehl-i kitabın, bizim hoca takımının en büyük tehlikesi buradadır. Kitaptan
nasibi olanlar, İslâm’ı, imanı, Kur’an’ı sünneti, Allah’ı, peygamberi
tanıyanlar. İlâhiyatlılar, İmâm Hatipliler, medreseliler, hatipler, vaizler,
müftüler, imâmlar, müezzinler, hocalar, hoca çocukları. Babası müftü olanlar,
ya da Allah ve peygamberi adına birazcık bilgisi olanlar. Kitap ve sünnet
adına azıcık bilgi sahibi olanlar var ya, işte onlar hakkı oğulları gibi
tanımaktadırlar. Yâni kitapsız Müslümanlık olmayacağını, peygamberi tanımadan
Müslümanlık olamayacağını avuçlarının içi gibi bilirler, ama yine de yan çiziyorlar.
Evet biz de biliyoruz hakkı. Biz
de biliyoruz peygamberin fonksiyonu. Biz de biliyoruz kitabın hayatımızdaki
fonksiyonunu. Biz de biliyoruz bunları tanımak zorunda olduğumuzu. Biz de biliyoruz
dinimizi bu ikisine bina etmemiz gerektiğini. Biz de biliyoruz bunlarsız din olmayacağını.
Ama zevklerimiz ağır basıyor, menfaatlerimiz ağır basıyor, dükkanımız ağır
basıyor, okulumuz ağır basıyor, doktoramız ağır basıyor, evimiz engel oluyor,
müşterimiz engel oluyor, yönetmenlikler ağır basıyor, çevremiz engel oluyor,
âdetler, töreler ağır basıyor.
Yâni
oğlumuzu bildiğimiz gibi bileceğiz, ama dünyamız, menfaatlerimiz dinimizi
pratikte ortaya koymamıza engel olacak. Bu çok tehlikeli bir durumdur Allah
korusun. Bunlar, bu yahudi âlimleri hakkı gizledikleri zaman kendilerinin
gazaba uğrayacaklarını da biliyorlardı. Bunu da bildikleri halde yine de
gizlemeye devam ettiler.
Bir de bu
âyetten şunu anlıyoruz ki hakkı bilmekle hakka iman etmek ayrı ayrı şeylerdir.
Hakkı bilmek hakka iman etmek demek değildir. Bakın bunlar biliyorlardı ama
iman etmiyorlardı. Bilgi ve iman pratiğe dökülmedikçe hiçbir şey ifade etmez.
Efendim işte mârifet yeterlidir, onlar bunun mârifetine ermişlerdir filan diye
birtakım zırvaların da hiçbir kıymeti yoktur.
Evet ehl-i
kitap hakkı oğulları gibi bilirler. Avuçlarının içini bildikleri gibi bilirler
ama kendilerine yazık ettiklerinden, kendilerini boşa harcadıklarından iman
etmezler onlar.
Rabbimiz bu
âyetiyle kıyâmete kadar ehl-i kitabın İslâm’a ve Müslümanlara karşı tutumlarını
arzederek ümmeti Muhammed’e bu konuda ders veriyor. Onlar bu dini çok iyi
biliyorlar. Onlar bizim dinimizin dinamizmini çok iyi biliyorlar. Onlar
kesinlikle biliyorlar ki bu din haktır.
Ve yine biliyorlar ki yeryüzünde
bu dinin mensupları yaşadıkça kesinlikle kendilerine huzur yoktur. Amerikan
savunma bakanının yeryüzünde bir tek İsmail oğullu kalmayıncaya kadar bizim
savaşımız sürecektir sözünün altında yatan da işte budur. Bu savaş din yalnız
Allah’ın oluncaya kadar sürecektir. Bunlar Müslümanlar hayatta oldukları
sürece kendilerine huzur olmayacağını bildikleri için, ayrıca kendi tutarsız ve
sapık dinleriyle bu tehlikenin karşısında duramayacaklarını bildikleri için
yıllardır bu dinin kuvvet kaynaklarını araştırmakta ve bu dini bozabilmek için
ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar. Bu kaynaklardan bu Müslümanları
nasıl uzaklaştırabiliriz? Bu insanları dinlerini öğrenmekten nasıl koparırız?
Böylece boşalan zihinlerine küfrü nasıl yerleştirebiliriz? Dertleri budur bu alçakların.
Öyleyse bizler de kendi dinimizi
kendi çocuklarımızı bildiğimizden daha iyi bilmek zorundayız. Kendi dinimizi
avucumuzun içini bildiğimizden daha yakın bilmek zorundayız, değilse Allah
korusun bu alçaklar ve tüm yeryüzü zalimleri bizi ondan koparmaya âdeta yemin
etmiş durumdadırlar, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
21. Allah’a
karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Zalimler
bunun için asla felaha ulaşamazlar."
Allah’a
yalan iftira edenden ve Allah’ın âyetlerini yalanlayan dan daha zalim kim vardır? Peki acaba
Allah’a yalan iftirada bulunmak ne demektir? Allah’a yalan iftirada bulunmak
demek Allah’ın zâtıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı yalan söylemek, sıfatları
konusunda O’nu eksik tanımak, O’nun bu eksikliğini yerdekilerle tamamlama cihetine
gitmek, O’nda olan sıfatları başkalarına vermek, başkalarının da Onun
sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir. Yâni yeryüzünde O’ndan başka
program yapıcı, kanun koyucu bir kısım Rablerin de olabileceğine inanmak ve bu
kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da yeryüzünde
etkili yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait olan
hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka
şifa dağıtıcıların da varlığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık
dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua
edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia
etmek, işte bütün bunlar Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir.
Veya
Allah’ın zâtıyla alâkalı Allah evlât edindi, Îsâ Allah’ın oğludur, Uzeyr
Allah’ın oğludur, melekler Allah’ın kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada
bulunmak. Veya Aristo’nun dediği gibi Allah hayata karışmaz, Allah dünyayı
yarattı ve işi bitti. Allah bir şey indirmemiştir, Allah bize âyet
göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla ilgilenmez şeklinde Allah’a yalan
iftirada bulunmak. Ya da hayatı ilgilendiren konularda Allah ve Resûlüne
rağmen, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya onlara binaen söylenen yalanlar
da Allah’a yalan iftiradır. Yâni Allah ve Resûlünün sözlerini başka bir şekle
getirerek söylenen yalanlar. Onların dediklerini demedi, demediklerini de dedi
şeklinde yalan iftirada bulunmak. Efendim zaten Allah da bundan yanadır, Allah
da bunu istemektedir diyerek Allah’ın istemediklerini Allah istiyormuş
pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir.
Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da laikliği önermektedir. Efendim
Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Bu
çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme,
göz çıkarma, kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler değildir bunlar. Baş örtme de
yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir
yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor
efendim! Kur’an bundan başka bir şey demiyor ki! diyerek, kimileri de bugün
Allah’ın dediklerini demedi, demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar veya
dedirtmeye çalışıyorlar Allah’a, Kur’an’a. İşte bu da Allah’a yalan iftiradır.
Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım, orada baş örtmeye dair bir
tek emir bile bulamadım diyen kişinin iftirası. Veya ben bu insanların
kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o da demokrasidir, bunun dışında başka
sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen adamın iftirası. Bütün bunlar Allah
adına beyan ve Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Ya da
yahudiler, hıristiyanlar ve müşrikler öyle bir hayat ya-şıyorlardı ki baştan
sona İslâm’dan uzak. Ama diyorlardı ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın
istediği hayattır. İşte Allah’ın razı olduğu hayat budur. Allah kullarından
böyle bir hayat ister. Bizler şu anda Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz.
Bizler Allah’ın elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın yolundayız veya bizler
Hanifleriz, yâni İbrahim’in yolundayız diyorlar ve Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı.
Halbuki yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın istediği bir hayattı, ne de bu sözünü
ettikleri peygamberlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan
iftirada bulunmaktır. Tıpkı bugün yaşadıkları hayat İslâm olmayan Müslümanların
biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri
gibi. Halbuki namazımızdan tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik
sistemlerimize, hukuk tarzımızdan kılık kıyafet biçimimize, mücâdele
metodumuzun meşruluğundan düğün dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden
soframıza kadar, çocuklarımızın eğitimine kadar bu yaşadığımız hayatta
İslâm’ın i si bile yoktur.
Evet böyle
Allah’a karşı yalan iftiralarda bulunan ve bir de Allah’ın âyetlerini
yalanlayanlardan daha zalim kim vardır? Allah’ın âyetlerini yalanlamak bir de
âyetlere rağmen onları yok farz ederek bir ha-yat yaşamak demektir. Âyetleri
yalan sayarak, yok farz ederek, varlığını görmezden gelerek, âyetleri örterek,
gündeme almayarak bir hayat yaşayan kişiden daha zalim kim vardır diyor
Rabbimiz. Böyle yapan zalimleri Allah kesinlikle hidâyete ulaştırmayacaktır. Bu
tür insan-lar kesinlikle saâdeti bulamayacaklardır, huzuru göremeyeceklerdir.
22."Bir gün hepsini
toplarız. Sonra Allah’a şirk ko-şanlara: "Hani nerede o Allah’a şirk
koştuğunuz ortak-larınız?" diyeceğiz."
Evet Rabbimiz bir gün, kıyâmet günü
bunları huzurunda toplayacak ve onlara soracak: Hani nerede ortaklarınız?
Nerede şerikleriniz, şürekanız? Nerede o dünyada hatırını kazanmaya
çalıştıklarınız? Nerede kendilerinde hâkimiyet gördükleriniz? Nerede bana ortak
koştuklarınız? Aslında ortaklarınız değilken veya bana ortak olmaya lâyık
değillerken inadına bana ortakmış gibi gördükleriniz? Nerede Rableriniz? Nerede
Rezzak’larınız? Nerede hâdi leriniz? Nerede vedûdla-rınız, şâfileriniz? Hani
nerede korktuklarınız, sığındıklarınız? Nerede kendilerine dua edip imdadınıza
çağırdıklarınız? Nerede dualarınıza ortak ettikleriniz? Nerede Benimle birlikte
yeryüzünde etkili yetkili zannettikleriniz? Nerede mabutlarınız, timsalleriniz?
Hani nerede on-lar? Çağırın da sizi kurtarsınlar onlar. Çağırın da sizi Benim
elimden kurtarsın bu ortaklarınız. Evet şirk ulûhiyetin ve rububiyyetin herhangi
bir özelliğini Allah’tan alıp başka birilerine vermektir. Bu ister o varlıklara
kulluk yapmak türünde olsun, isterse onlardan hukuk düzenleri almak türünde
olsun hiç fark etmeyecektir. Evet Allah onlara hani o ortaklarınız nerede,
buyurunca:
23."Sonra, "Rabbimiz Allah’a
andolsun ki bizler şirk koşanlar değildik"demekten başka çare bulamayacaklar."
Bakın
tüyler ürpertici bir manzara. Bu adamların belki de yiyecekleri son şey.
Vallahi ya Rabbi biz müşriklerden değildik. Vallahi ya Rabbi biz sana bir
şeyleri ortak koşmuyorduk. Evet alçaklar bir hayat yaşayacaklar, birbirleriyle
olan münâsebetlerinden tutun da eğitimlerine, hukuklarına, ticaretlerine,
selâmlaşmalarına, tatillerine, takvimlerine, kılık kıyafetlerine varıncaya
kadar hayatlarının hiçbir bölümüne Allah’ı karıştırmayacaklar. Bütün bu konularda
Allah’a itimat etmeyecekler. Allah’tan korkmayacaklar. Tevekkülde bir sürü
esbap bulacaklar. Allah’tan başkalarına sığınacaklar. Yeryüzünde Allah’tan
başka etkili yetkili varlıklar kabul edecekler. Hâkimiyeti Allah’tan alıp başkalarına
vererek şirke düşecekler. Sonra da utanmadan diyecekler ki vallahi ya Rabbi
biz sana şirk koşmuyorduk. Biz Sana şirk koşan-lardan değildik diye yalan
söyleyecekler. Yâni orada yalan söyleyecekler, çünkü henüz dilleri ve elleri
bağlanmadan son bir kere konuşma imkânı verilecek onlara. Böyle son bir yalan
söyleme imkânı verilecek onlara. Şirk koşmadıklarına dair, küfrü din olarak
kabul etmediklerine dair yemin edecekler. Âyet-i kerîmede onların verecekleri
bu cevaba "Fitne" yâni çare denmiş. Çünkü onların verdikleri bu
cevap sadece bir yalandan ibarettir. Başkaca kendilerini haklı gösterecek bir
mâzeretleri de yoktur.
Veya Kahhâr
olan, Cebbar olan, her şeyi bilen ve gören, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan
Allah huzurunda yalan ne mümkün? Öyleyse belki de bunun bir ikinci mânâsı:
Vallahi ya Rabbi meğer bizler müşrik değilmişiz diyecekler. Vallahi ya Rabbi
meğer bu bizim sana ortak koşmaya çalıştıklarımız senin yanında ortak olmaya
lâyık değillermiş diyecekler. Vallahi ya Rabbi şu bizim dünyada prensiplerimizi
kendilerinden aldıklarımız, kendilerinden korktuklarımız, kendilerini
sevdiklerimiz, kendilerine sığındıklarımız, kendilerine dua ettiklerimiz,
hidâyeti kendilerinde gördüklerimiz, rızkı kapılarında bildiklerimiz, ya da
senin sisteminin ve arzularının önüne geçirdiğimiz şeytanlarımız,
tâğutlarımız, azizlerimiz, reislerimiz ve de nefislerimiz meğer sana ortak
koşmaya lâyık değilmiş, bunu anladık diyecekler. Yâni dünyada takip ettikleri
şirk çizgisini bırakıp tek Allah’ın rubûbiyetini kabul ettiklerini burada itiraf
ediyorlar. Alçaklara bakın "Vallahi Rabbina" diyorlar.
Rabbimiz diyorlar. Şimdi mi anladınız bunu? Şimdi mi anladınız Rabbinizin Allah
olduğunu? Şimdi mi anladınız hayatınıza kanun koyma hakkına sahip olanın yalnız
Allah olduğunu? Halbuki dün başkalarını Rab kabul ediyordunuz. Dün başkalarının
programını uygulamak için çırpınıyor ve onların arzularına toz kon-durmuyordunuz.
Bakın Allah buyurur ki:
24."Bakın ki kendilerine karşı
nasıl da yalan söy-lüyorlar. Bakın ki şirk koştukları da kendilerinden nasıl da
uzaklaşıverdi."
Allah
buyuruyor ki bakın kendi vicdanlarına karşı nasıl da yalan söylediler. İnkâr
ettikleri gerçekleri açık bir biçimde gözleriyle görünce ve de taptıklarını,
itaat ettiklerini, şirk koştuklarını, şirk unsurlarını etraflarında göremeyince
nasıl da inkâr ettiler, nasıl da yalan söylediler.
25."Buna rağmen onlardan kimileri
de vardır ki seni dinlerler. Kur’an’ı anlarlar diye kalplerine örtüler kulaklarına
da ağırlık koyduk. Bir âyet görseler ona iman etmezler. Nihâyet sana geldiklerinde
de seninle çekişirler. İnkâr edenler: "Bu ancak öncekilerin masallarından
başka bir şey değildir." derler."
Onlardan kimileri de vardır ki seni
dinlerler. Dinlerler ama itaate yanaşma görülmez hayatlarında. Dinlerler ama
uygulamaya yanaşmazlar. Çünkü bu adamların kalplerine hakkı duymalarına, hakkı
anlamalarına engeller, kılıflar koyduk. Kulaklarına da sanki ısıdan izole etme
veya elektrikten yalıtma anlamına bir izole, bir tecrit bölgesi yerleştirdik.
Kulaklarına kurşun dinlerler ama anlamazlar anlayamaz-lar.
Evet
peygamberim, seni dinlemeye gelirler ama bu dinleme onlara hiçbir fayda
sağlamaz. Çünkü Allah onların Kur’an’ı anlamalarına engel olarak kalplerine
örtüler, kulaklarına da ağırlıklar koymuştur.
Bunların
durumları Bakara sûresinde şöyle anlatılıyordu:
"Küfredenlerin durumu çağırma ve
bağırmadan başka bir şey duymayan hayvanı çağıranın durumuna benzer."
(Bakara
171)
Yâni bu
insanlar çobanın nidasını, çağrısını duyan ama onun kelimelerinin anlamını
anlamaksızın onun nidasına doğru giden sığır sürüleri gibidirler. Onlara bir
şeyler anlatmak, nasihat etmek sığıra nasihat etmek gibidir.
Ya da
burada bağıran bu adamların kendileridir. Kendilerinin sesini işitmeyen,
işitse de anlamayan birilerine bağırıp çağırmaktadırlar. Adam her gün
bağırıyor; Atam! Babam! Dedem! Anam! Ecdadım! Senin yolundan gidiyoruz! Senin
izini takip ediyoruz! Senin yolundan, senin izinden ayrılmadığımızın ispatı
olarak bak şu anda huzurundayız! Huzurunu huzursuzlara bozdurmayacağız! Filan
diyorlar ya. Bağırıyorlar, çağırıyorlar ama berikisi duymuyor, işitmiyor.
Evet
birinci anlamıyla bu adamlar sözü duyarlar, çobanın sesini duyarlar, ama onun
demek istediğini anlamazlar, üzerinde düşün-mezler, anlamaya çalışmazlar
demektir. Söyleyenin sözünü anlamak için akıllarını, kalplerini, gözlerini,
kulaklarını kullanmak istemezler. Kör bir taklitten yanadır adamlar. Denilenin
sebebini, hikmetini anlamaya yanaşmazlar. Nitekim bir gün Resûl-i Ekremin okuduğu
Kur’an’ı dinlemek üzere gelen Ebu Cehil kendisiyle birlikte onu dinleyen Nâdir
bin Harise: Ey Nâdir, Muhammed ne diyor? Onun okuduklarından bir şey anladın
mı diye sorar. Resul-i Ekremin okuduğu Kur’an’ı uzun bir süre dinleyen Nâdir
der ki: Kâbe’yi inşa edene yemin ederim ki ne di-yor bilmem? Görüyorum ki o
sadece dilini oynatıyor, ama ne dediğini anlamıyorum der. Evet anlamıyorlar,
anlayamıyorlardı, çünkü Allah onların kalplerine mührünü basmıştı Bakara’da
anlatıldığı gibi. Ekin-ne, kinan kelimesinin çoğuludur ki kalplerinde kat kat
örtüler vardır onların. Ölümle tüm bu organlar nasıl misyonunu kaybediyorsa,
ölen kişi nasıl duymaz duygulanmaz ve anlamaz hale geliyorsa işte aynen onun
gibi kabiliyetlerini söndürmüş, duymamayı, anlamamayı tercih etmiş bu
insanların bu organlarını Allah iptal edivermiş manevî bir ölümle.
Bundan bir
de şunu anlıyoruz ki herhangi bir kişiden İslâm hakkında bir söz duyulduğunda
delil sormadan ona uyulmaması gerekir. Çünkü onun dediği şey yanlış olursa ona
uyan kişilerin Allah katında her hangi bir mâzeretleri olamaz.
Evet bu
adamlar seni dinlerler, Kur’an’ı dinlerler ama hiçbir şey anlamadan dinlerler.
Kur’an sünnet okurlar ama anlamadan okurlar. Anlayıp kavramaya yanaşmak istemezler.
"Nihâyet
sana geldiklerinde de seninle çekişirler. Bu kâfirler derler ki bu esatîru’l evvelindir."
Allah’ın âyetleri kendilerine
okununca derki bunlar esatîru’l evvelindir. Anlayabildiğimiz kadarıyla
Kur’an’ın değişik yerlerinde geçen bu sözü, iki mânâ ile şerh edeceğiz
1- Esatir
kelimesi, satır kelimesinin çoğuludur. Satırlarlar anlamınadır.
2- Ya da
esatir kelimesi üsturenin çoğuludur, o da üstureler, yâni mitoloji demektir.
Buna göre
bu hainlerin, bu kâfirlerin dediği, ya da bugünkü gafil Müslümanların çokça
söyledikleri bu sözün iki mânâsı vardır:
a: Bu kitap esatîru’l evvelindir. Bu
eskilerin yazdıkları satırlar, bu eski kitaplardaki sayfalardır. Bunlar çok
eski şeyler, hâlâ adam bakkal Alişandan alış veriş yapıyor demektir. Yâni
bunlar eskilerin masalları, eski kitaplar bunlar. Eski şeyler, eskimiş şeyler
bunlar. Bize göre daha çağdaş, daha biz ifadeli, daha bizim hayatımızı içeren
kitaplar olmalıdır. İşte şehrimizle, kentimizle, belediyemiz, parlamentomuzla,
atımız arabamızla, parkımız plajımızla, radyomuz televizyonumuzla ilgilenen
bize yönelik, yeni kitaplar olmalı. Yâni daha çağdaş, daha özgün, daha yeni
kitaplar olmalı diyorlar. Yeni satırlar arıyorlar adamlar. Veya efendim işte
bunlar on üç asır öncesine ait şeyler. Ya da işte imâmlar dönemine, mezhepler
dönemine ait şeyler. İmâmlar döneminde, mezhepler döneminde ayarlanmış, uyarlanmış
şeyler. İmâmlar döneminde fıkha dökülmüş şeyler demeye çalışıyorlar. Garip ama
bu alçakların dediklerini şimdi Müslümanlar söylüyor.
b: Bu,
mitoloji diyorlar, yâni efsane diyorlar. Sanki Kur’an’ın istediği hayatı
mitoloji, efsane görmeye çalışıyorlar. Müslümanlar yapıyorlar bunu. Efendim o
peygamberdi, elbette kitabı o anlayacaktı. Biz peygamber değiliz ki! Biz onun
gibi değiliz ki bu kitabı anlayabilelim! diyorlar. Efendim onlar sahâbeydi
elbette bu kitabı onlar anlarlar ve yaşarlardı diyorlar. Yâni şimdi bizler
sahâbe miyiz ki bu kitabın âyetlerini anlamak ve yaşamakla sorumlu tutulalım?
Mümkün değil arkadaş bugün bunu yapmak diyorlar. Kardeşim eğer Müslümansan,
Müslüman olduğunu iddia ediyorsan o zaman kızını böyle giydireceksin, hanımını
böyle eğiteceksin, şuradan kazanacak, şurada harcamayacaksın, denince yâni bu
devirde kesinlikle bunları yapmak mümkün değildir diyorlar. Belki o devirde,
eski zamanlarda bunları yapmak mümkündü ama bu devirde kesinlikle olmaz bu,
diyorlar. Namazsız, abdest siz olmaz diyeceksin. Çaysız bir hayat düşüneceksin.
Televizyonsuz bir hayat düşüneceksin, vallahi bu devirde imkânı yok olmaz
bunlar, diyorlar.
Allah
korusun ama dünkü namussuzların, ahlâksızların, kâfir-lerin söylediklerini
bugün Müslümanlar söylüyorlar. Kendilerine Al-lah’ın âyetleri okunduğu zaman
kendilerine Allah’ın emirleri duyurul-duğu zaman bunlar esatîru’l evvelin
diyorlar. Yâni bunlar ancak bir zamanlar insanların uyguladıkları ama bu
zamanda uygulama imkânı olmayan şeylerdir, diyorlar. Hem masal diyorlar hem de
insanları bun-dan engellemeye çalışıyorlar. Madem ki masal, öyleyse niye
korkuyorsunuz bu kadar? Mademki masal, bırakın dinlesin insanlar. Hikâye
anlatan başka insan yok mu piyasada? Hem kendilerine hem de çevrelerindeki insanlara
tesir edeceğinden korkuyorlardı.
26."Onlar
hem kendileri Kur’an’dan uzaklaşırlar hem de insanları ondan uzaklaştırırlar.
Böylece kendi kendilerini mahvederler de farkına varamazlar."
Hem
Kur’an’a masal diyorlar, hem de insanları, kölelerini, çocuklarını
menediyorlar o kitaptan. Aman duymayın, dinlemeyin diyerek insanları ondan uzaklaştırmaya
çalışıyorlar. Evet dinlemiyorlar, dinletmiyorlardı. Gürültü çıkararak
engellemeye çalışıyorlardı. El çırparak engellemeye çalışıyorlar, müzikle
engellemeye çalışıyorlardı. Bakıyoruz bugün de zalimler insanları Allah’ın
kitabından, Allah’ın dininden alıkoymak istiyorlar. Din eğitimini yasaklamaya
çalışıyorlar. Allah’ın kullarının Allah kitabını duymalarına engel olmaya
çalışıyorlar. Aman bu insanlar dinle tanışmasınlar, aman bu insanlar
Kur’an’la, kitaplarıyla tanışmasınlar diye insanlarla kitapları arasına
engeller koyuyorlar. O gün de, bugün de din düşmanlarının yaptıkları şey
budur. Bakın Rabbimiz Âl-i İmrân sûresinde bir âyet-i kerîmesinde bu hususu
şöyle anlatır:
"De
ki: "Ey kitap ehli! Allah sizin yaptıklarını gö-rüp dururken Allah’ın
âyetlerini niçin örtbas etmeye ça-lışıyorsunuz? De ki: "Ey kitap ehli!
sizler doğru olduğuna şâhitken niçin dini eğri büğrü göstermeye çalışarak
mü’-minleri dinlerinden çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah asla yaptıklarınızdan
gafil değildir." (Âl-i İmrân 98,99)
Diyor ki
Rabbimiz ey ehl-i kitap! Ey yahudi ve hıristiyanlar! Ne oluyor size? Nereden
alıyorsunuz bu gücü? Kafa çalıştırıyor, şeytanlık yapıyor ve Allah’ın
âyetlerini örtmeye, örtbas etmeye çalışıyorsunuz. Allah kullarına Allah’ın
âyetlerini duyurmamaya çalışıyorsunuz. Neden Allah’ın kullarını Allah yolundan
saptırmaya çalışıyorsunuz? Neden Allah’ın dinini eğri büğrü göstermek sûretiyle
insanları dinden uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz?
Dünün kitap
ehli de aynı şeyi yapıyordu. Bugünün ehl-i kitapları da kendilerinin bu dinin
mensubu olduklarını söyleyen, ama dinle diyânetle en küçük bir alâkaları bulunmayan
zalimler de aman insanlar dinleriyle tanışmasınlar, kitaplarıyla buluşmasınlar
diye ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar, bütün propaganda imkânlarını
kullanıyorlar. Bakın dün de, bugün de bu insanların yaptıkları şey şudur:
1- Önce
insanların dine girmemeleri için, insanların kitaplarıyla tanışmamaları için
engeller koyuyorlar. Her taraftan kapatıyor lar o yolu. Din eğitimini
yasaklıyorlar. İnsanların kitap sünnet duyma yollarını kapatıyorlar. Böylece
insanlara dini duyurmayarak Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar. İnsanları
kitaplarından uzaklaştırmaya çalışırlar.
2- Ama buna
rağmen, bütün bu engellemelere ve aleyhte pro-pagandalara rağmen yine de
insanlar bu barikatları aşarak dine gir-meye, kitaplarıyla tanışmaya muvaffak
olmuşlarsa bu sefer de bu adamlar dinde eğrilik büğrülük meydana getirirler.
Yâni o insanların önüne öyle bozuk bir din sunarlar ki bu dinin İslâm’la uzak
ve yakından bir ilgisi yoktur. Yâni böyle hayata karışmayan, ya da hayatın bazı
bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerine karışmayan, işte sadece törenlerde
hatırlanan onun dışında hayatta hiçbir geçerliliği olmayan bir din sunarlar.
Ders kitaplarına koyarlar ve işte din budur diye insanlara bunu sunarlar.
Evet hem bu
din masaldır derler, bu kitap masaldır derler, hem de ondan ödleri kopmaktadır.
Hem kendileri ondan uzaklaşırlar, hem de insanları ondan uzaklaştırmaya
çalışırlar. Allah bunu anlatıyor.
Bir de bu
âyet Rasulullah’ın amcalarını, akrabalarını anlatır denmiş. O zaman âyetin
mânâsı şöyle olacaktır: Onlar kendileri hem Kur’an’dan uzaklaşırlar, hem de
insanları ondan yâni peygamberden uzaklaştırırlar. Yâni o Rasulullah’ın
amcaları hem insanları peygambere ilişmekten korurlar, peygamberi insanlardan
korurlar, ona sahip çıkarak, insanların ona zulmetmesinden korurlar, hem de
kendileri ona inanıp gereken alâkayı göstermiyorlardı. Yâni kendileri
Kur’an’-dan uzaklaşmakta, Kur’an’a inanmamaktadırlar şeklinde anlaşılmıştır.
Evet peygamberimizin amcaları bir yandan peygambere sahip çıkarken, öbür
yandan kendileri Kur’an’a da, peygamberlere de inanmıyorlardı.
Allah korusun, dilim varmıyor
söylemeye ama sanki âyet bizi anlatıyor. Yâni bugün bir yandan sözde Kur’an’a
sahip çıkan, diliyle Kur’ancı kesilen, her zaman ve zeminde Kur’an’ı müdafaa
ederlerken öbür yandan kendileri savundukları kitaptan habersiz bir hayat yaşayan
Müslümanlar gibi. Çok garip değil mi? Rasulullah’ın amcaları da böyleydi. Hem
peygambere sahip çıkıyorlardı, insanlara karşı onu müdafaa ediyorlardı, hem de
beri taraftan da onun getirdiği kitaptan uzak duruyorlardı. Tıpkı bugün Ebu
Talip rolü oynayarak, bazı mekânlarda imkân hazırlayarak hocaların din
anlatmalarına fırsat hazırladıkları halde, yâni evlerinde, dükkanlarında
birilerini öttürmeye devam ettikleri halde kendileri bir türlü aynı şeyi
yapmaya yanaşmayan, kendileri dükkanlarıyla, işleriyle, aşlarıyla uğraşan ve
bir türlü peygamber rolü oynamaya yanaşmayan Müslümanlar gibi. Ama:
27."Onların ateşin kenarına
getirilip durdurulduk-larında, "Ah! Keşke dünyaya tekrar döndürülseydik!
Rab-bimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve inananlardan ol-saydık!" dediklerini
bir görseydin!"
Ey
peygamberim keşke onlar ateşe sürüklendikleri zaman, ateşe sunuldukları zaman,
hiç ummadıkları bir anda cehennemle burun buruna geldikleri zaman, ateşle kucaklaştıkları
zaman onların yıkılışlarını, perişanlıklarını, zilletlerini, nedametlerini,
hasret ve rüsvalıklarını bir görseydin.
Hani
arabasına binmiş, dümdüz bir yolda yüz, yüz elli km hızla giden bir adam
düşünün. Az ilerideki bir kavşağın sonundaki köprünün uçtuğundan hiç mi hiç
haberi yok. Hızla gidiyor uçuruma doğru. Yolun sağında solunda ilerdeki
tehlikeyi bilen birileri, köprünün uçtuğunu bilen birileri el kol
işaretleriyle var güçleriyle bağırıp çağırıp ikaz ediyorlar. Dur! Gitme! Köprü
uçtu! Köprü uçtu! diyerek ikaz ederek adamı durdurmaya çalışıyorlar. Ama adam
bütün bu ikazlara aldırış etmeden, hattâ bu haberlerin ve habercilerin tümünün
yalancı olduğunu zannederek hızla ilerliyor. Kendisini ikaz eden yüzlerce
işaretlere aldırış etmeden hızla ilerliyor. Nihâyet yüz, yüz elli km hızla girdiği
kavşağın sonunda on metre kala bir uçurumla burun buruna geldiğini bir
düşünün. O andaki halet-i ruhîye sini bir düşünün.
Peygamberin,
Kur’an âyetlerinin, kâinat âyetlerinin, binlerce işaretlerin yanlış yolda
gittiğini, cehenneme doğru gittiğini, korkunç bir badireye doğru gittiğini
haber vermesine rağmen bütün bu haberlere kulak tıkayıp da burnunun doğrusuna
giderken hiç ummadığı bir anda cehennemle burun buruna gelmiş kimselerin
vaziyetlerini bir görseydin.
Bakın
diyecekler ki: Ah!! Keşke dünyaya geri döndürülseydik! O zaman Rabbimizin
âyetlerini yalanlamasaydık! Ve inananlardan olsaydık! Bakın görüyor musunuz ne
diyor adamlar? Ah keşke Rab-bimizin âyetlerini yalanlamasaydık diyorlar.
Rabbimizin âyetlerini. Alçaklar bugün onu Rab kabul etmiyorlar da ama o gün
böyle diyecekler. Hiç ilgilenmedikleri, merak edip de bir kere acaba bu âyetler
ne diyor diyerek hiç hatırını sormadıkları âyetleri yalanlamayalım diyorlar.
Ya Rabbi
bizi dünyaya geri çevir de dediğin gibi yaşayalım. Âyetlerin düsturumuz olsun.
Âyetlerin elimizden düşmesin. Salih ameller işleyelim. Rab olarak sadece Seni
tanıyalım diyecekler. Ama oradaki bu lâkırdılarının hiçbir değeri olmayacak.
Bunlar aslında dünyada iken de bu dedikleri şeylerin doğruluğunu biliyorlardı.
Bakın Neml sûresinde bu husus şöyle anlatılır:
"Gönülleri kesin olarak
doğruluğunu kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden dolayı onları
bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak."
(Neml 14)
Bundan da
anlıyoruz ki bu adamlar iman etmeyi arzuladıklarından ötürü değil de azaptan
kurtulmak için dönmek istemektedirler. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
şöyle buyuruyor:
28. Hayır! Hayır! Daha önce
gizledikleri onlara göründü. Eğer geri döndürülseler yine kendilerine yasak edilen
şeylere dönerler. Doğrusu onlar yalancıdırlar."
Hayır
hayır, bunların bu iddiaları yalandan ibarettir. Zira onlar dünyaya geri
döndürülselerdi yine aynı suçu işleyecekler. Geri döndürülseler bile yine eski
hayatlarına, yine eski şirklerine, eski küfürlerine, eski şikak ve nifaklarına
dönecekler. Yine kendilerine başka Rabler bulacaklar, yine dünyayı âhirete
tercih edecekler. Yine parayı âyetlere tercih edecekler, yine nefislerini ve
tâğutlarını Rablerine ve Rablerinin âyetlerine tercih edecekler. Küfür ve isyan
bunların vazgeçilmez huyu olmuştur. Zira ilerdeki âyetlerde gelecek Rabbimiz
buyuracak ki yaşadıkları sürece bu adamlar her gece öldürülmüşlerken, her
sabah yeni bir imkânla geri çevrilmişlerdi de hayatlarında bir değişiklik olmamıştı.
Nitekim babası anası, karısı veya yakınlarından birisi ölen kimse bu acı
hadisenin tesiriyle üç beş gün Allah’a döner, namaz kılar, biraz biraz Allah’ı
hatırlar, ama kısa bir süre sonra, o hadisenin etkisinden kurtulunca hemencecik
unutuverir değil mi?
Veya meselâ
bir vakitler İmâm Hatipte talebeyken, Kur’an kursunda hafızlığa çalışırken,
namaz kılıyordu da sonra bu iş bitince her şeyi unutuverir değil mi? Veya belâlar,
musîbetler kapısını çalınca, karısı ameliyat masasındayken, çocuğu ölüm
döşeğinde ecel teri dökerken, mahkemelik olduğunda, polis kapısına
dayandığında, alacaklıları boğazını sıktığında veya işte denizde boğulma
tehlikesiyle karşı karşıyayken bunun heyecanıyla İslâm’a sarılır, üç beş gün
Allah’ı hatırlar, ama tehlikeler geçince de yan çiziveriyor değil mi? İşte
aynen bunun gibi bu hainler yine unutacaklar. Geri döndürülseler de yine eski hayatlarına
dönecekler diyor Rabbimiz. Yâni dirilip geri çevrildikleri zaman da yine: "Hayat
ancak bu dünya hayatıdır! Bundan sonra dönüş ve hayat yoktur!"
diyecekler. Biz bir daha diriltilecek değiliz! diyecekler.
Çünkü
bunlara göre yalnız dünya vardır. Dünya hayatı ebedîdir.
29. Hayat ancak bu dünyadakinden
ibarettir, biz dirilecek de değiliz"dediler.
Evet, hayat bu hayattan ibarettir.
Hayat ancak bu dünya ha-yatıdır. Varsa da, yoksa da işte yaşadığımız bu hayat
vardır. Bunun ötesinde başka bir hayat yoktur dediler. Bizler bir daha diriltilecek
değiliz diyerek âhiret hayatını inkâr ettiler. Bazıları hem dilleriyle inkâr
ettiler, hem de hayatlarıyla inkâr ettiler. Hem sözle, hem de hayat programlarıyla
inkâr ettiler. Bazıları da dilleriyle âhireti inkâr etmemekle beraber,
dilleriyle âhireti kabul ettiklerini söylemekle beraber hayatlarıyla âhireti
inkâr ettiler. Hayat programlarıyla âhireti inkâr ettiler. Evet âhiret
hayatını inkâr etmeseler de dünya hedeftir onlar için.
Şimdi buna göre biz kendimizi,
çevremizi, en yakın akrabalarımızı bir değerlendirelim. Yirmi dört saatin
kaçta kaçını âhiret hesabına harcıyoruz? Bir günümüzün kaçta kaçını Kur’an’ın
talimine, dinin tedrisine harcıyoruz? Kaçta kaçını dinin tebliğine, emr-i bil marufa
harcıyoruz? Kaçta kaçını işimize, aşımıza, dükkanımıza, tezgahımıza, ticaretimize,
maişet teminine harcıyoruz? Öyleyse bizler Allah korusun da bugün dilimizle
âhirete inandığımızı söylüyoruz ama bilfiil hayatımızla, hayat programımızla
âhireti inkâr ediyoruz. Geleceğe ait planlarımızla, kazanma ve yığma
hırsımızla, evlerimizin yapısıyla, hayat programımızla sanki hiç ölmeyecekmiş
gibi bir program yapıyor ve âhireti inkâr ediyoruz Allah korusun.
30."Onları, Rablerinin huzuruna
çıkarıldıkları za-man bir görsen! Allah: "Bu gerçek değil mi?" der;
Onlar: "Evet Rabbimiz hakkı için gerçektir" derler. Allah da
"Öyleyse inkâr etmenizden ötürü azabı tadın." der."
Tıpkı suç
işlemiş bir kölenin efendisinin huzurunda durdurulup hesaba çekilmesi gibi
onları yaşadıkları hayatın, işledikleri suçların hesabını vermek üzere,
yaptıklarının faturasını ödemek üzere Rablerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman
bir görsen. Ve Rableri tarafından onlara: Nasıl bu dirilme işi hak değil
miymiş? Hesaba çekilme konusu hak değil miymiş? Bu dünyada inkâr edip durduğunuz
öldükten sonra dirilme işi gerçek değil miymiş? Hayatınızı hep dirilmeme
hesabına göre bina ediyordunuz. Yaşadığınız hayat programında bu dirilme yoktu
değil mi? Öldükten sonra unutulup gidecektiniz bir böcek gibi. Sümen altı
edilecek ve bir daha hesaba çekilmeyecektiniz. Yaptıklarınız yanınıza kâr
kalacaktı. Haydi söyleyin bakalım aslı yok muymuş kıyâmet gününün? Allah yalan
mı söylüyormuş? Kitap, peygamber ve mü'minler yalan mı söylüyorlarmış?
Gerçekten bu insanı eriten kahreden bir soru.
Hani Tûr
sûresinde de öyle deniyordu değil mi:
"Bu bir büyü müdür? Yoksa hâlâ
görmez misiniz? Girin oraya artık sabretseniz de sabretmeseniz de birdir. Ancak
işlediğiniz suçların karşılığını görüyorsunuz de-nilir"
(Tûr 15,16)
Hani
Bedir’de gebertilen müşriklerin cesetleri Kalib-i Bedir denen çukura
doldurulduklarında Allah’ın Resûlü de sormuştu onlara: "Ey kâfirler!
Söyleyin bakalım! Ben Rabbimin bana va’dini hak buldum! Sizler de Rabbinizin
size vaiydini (tehdidini) hak buldunuz mu?” buyuruyordu. Peki neydi Rabbimizin
peygamberine ve mü’minlere va’di? Rabbimizin peygamberine va’di zaferdi, galibiyetti,
hidâyetti, cennetti. Peki kâfirlere vaiydi neydi? Hezimetti, mağlubiyetti,
ateşti, cehennemdi. Kâfirlerin cesetlerinin üzerinde soruyordu Allah’ın Resûlü
onlara. Ben Rabbimin bana va’dini gerçek buldum, siz de size vaiydini gerçek buldunuz
mu? Nasıl yapar mıymış Allah dediklerini? diyordu. sahâbe-i kirâm soruyorlardı:
Ey Allah’ın Resûlü bunlar geberdiler, sizin sözünüzü duyarlar mı? Allah’ın Resûlü
buyurur ki; “Evet onlar aynen sizler gibi duyarlar, ama cevap veremezler.”
Bakın
burada da Rabbimiz buyurur ki: "Bu gerçek değil miymiş?"
Bu sual karşısında artık tüm gerçekleri gören bu kâfirler diyecekler ki: "Evet
Rabbimiz hakkı için gerçekmiş." diyecekler. Böylelikle dünyada
inkâr ettikleri öldükten sonra dirilme gerçeğini itiraf edecekler. Üstelik bu
itirafı yeminle de pekiştirecekler. Vallahi ya Rabbi bu iş hakmış diyecekler.
Demez komaz olsunlar. Bunu dünyada diyeceklerdi. Bunu dünyada kabul edecekler
ve hayatlarını buna göre bina edeceklerdi, geçmişler olsun. Evet itiraf edecekler
hem de yeminle, ama heyhat ki bu itirafın kendilerine hiçbir faydası olmayacak.
Çünkü zaten onu kesinlikle inkâr edemeyecekleri bir ortamda itiraf
etmektedirler. O ortamda zaten inkâra güçleri yoktur.
31. Allah’a
kavuşmayı (Allah’la karşılaşmayı) yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki
kıyâmet saati ansızın onlara geldiği zaman ağırlıklarını arkalarına yüklenip:
"Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!"
derler. Dikkat edin onların yüklendikleri şeyler ne kötüdür!"
Allah’la
karşı karşıya gelmeyi ummayanlar. Allah’a kavuşup onun sorgulamasıyla karşı
karşıya geleceklerine inanmayanlar. Dünya hayatına razı olanlar. Dünyayı tatminkâr
bulanlar. Dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini
duymayanlar. Varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır. Burada kam almaya
bakalım diyenler. Yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının kokusu bile
olmayanlar var ya, işte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa
çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret çekenler bunlardır. Eyvah! Vah! Tüh!
Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıkları-mıza! Yazıklar olsun
bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesa-bımıza! Eyvah yaptıklarımıza!
Eyvah yapmamamız gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken
yapmadıklarımıza! diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü
hasret çekecekler onlar.
Dünya ile
aldanmışlardır bunlar. Onu kendilerinin sandılar aldandılar. Onu ebedî
zannettiler aldandılar. Sanki dünyayı hiç bitmeyecek, tükenmeyecek zannettiler
aldandılar. Dünyanın içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları
aldattı, aldandılar. Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara.
Dünyada imtihan gereği içki içene de dokunmuyordu Allah, namaz kılana da dokunmuyordu,
zina edene de dokunmuyordu. Dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayanlara da
dokunmuyordu, Allah’a kulluk yapana da âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın,
tâğutların, nefislerinin kulu kölesi olanlara da dokunmuyordu. İmtihan gereği
işledikleri suçlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı.
Evet bunlar
ağırlıklarını arkalarına yüklenecekler, günahlarını sırtlarına yüklenecekler.
Hani bir söz vardır: Herkes cehennemdeki kendi ateşini dünyadan kendisi getirir
diye. İşte bunlar kendi yüklerini, kendi ateşlerini kendileri yüklenip
gelecekler. Ve diyecekler ki dünyada işlediklerimizden ötürü yazıklar olsun
bize. Dünyada kaçırdığımız fırsatlarımızdan ötürü yuh olsun bize. Eyvah! Biz
boşa geçirmişiz günlerimizi. Allah için şöyle bir düşünün. Beş yıllık ilk okul
hayatımız elli güne çok rahat sığacaktır. Yedi yıllık İmâm Hatip dönemimiz yedi
aya sığdırılacaktır. Bunlardan tutun para kazanmaya ayırdığımız zamanları,
rızık kazanmak için değil köşe dönmeye ayırdığımız zamanlarımızı, televizyonun
başında, akvaryumun kenarında öldürdüğümüz zamanları bir düşünün.
Ya da
hanımlarımızla sadece cinsi münâsebete inhisâr eden hayatımızı bir düşünün.
Böyle boşa harcadığımız bir ömre yazıklar olsun demeyecek miyiz acaba yarın?
Eh hesabımız yarın pişman olmak için mi? Yarın dövünmenin hesabını mı
yapıyoruz? Allah için bir düşünelim.
Evet Allah diyor ki yarın
yaşadıkları hayattan ötürü pişmanlık duyacaklar ve de "Onların sırtlarındaki
yükleri ne kötüdür." diyor.
Hangi yükler meselâ? Dinle
tanıştırmadığı çocuklarının vebal yükü. Kitap sünnet tanıtmadığı hanımlarının vebali.
Din duyurması gereken komşularının vebali. Hikâyelerle oyaladığı talebelerinin
vebali, dine şehâdet vebali, tebliğ ve talim vebali, Kur’an emanetinin vebali,
mal ve can emanetinin vebali, aklın vebali, gözün, kulağın vebali, bütün
sermayelerin vebali. Tüm bu veballeri yüklenecekler yarın sırtlarına. Rabbimiz
buyuruyor ki, ne kötü bir yüktür bütün bunlar? Öy-leyse aklımızı başımıza
alalım da birer birer bu yükleri şimdiden indirmeye çalışalım. İndirmeye çalışalım
da yarın bu yüklerin altında ezilmeyelim, Allah yardımcımız olsun inşallah.
Bundan
sonra diyor ki bakın Rabbimiz:
32"Dünya hayatı sadece oyun ve
eğlencedir. Âhiret yurdu ise muttakiler için daha iyidir. Hiç düşünmüyor musunuz?"
Evet dünya
sadece bir oyundan, oyalanmadan, oyuncaktan ibarettir. Evleri, barkları,
dükkanları, tezgahları, hesapları, kararları, evliliği, boşanması, sanki
çocukların evcilik oynamasına benziyor.
Rabbimiz
kitabında bu tür âyetleriyle bize dünyayı anlatıyor, dünya hayatını anlatıyor.
Dünya, dena fiilinin ismi tafdıyl müennes sığasıdır. Müennes sığasıyla
kullanılışı onun kancıkça bir hayat oluşunu anlatır. Ya da "Edna"
daha düşük, daha alçak, daha adi ve değersiz anlamlarına gelir.
Şu hadisi daha önce bir kaç defa
söylediğimi hatırlıyorum: Allah’ın Resûlü Medine sokaklarından birinde
dolaşırken kokmaya yüz tutmuş bir oğlak ölüsü görür. Ashabına dönüp: “Bu
oğlak ölüsünü kim bir dirheme benden satın almak ister?” buyurur.
Çevresindekilerden talip çıkmayınca buyurur ki: “Öyleyse kim bunu
kendisine hediye etmemi ister?” buyurunca etrafındakiler: Ey Allah’ın
Resûlü bunun dirisi bile para etmez değil ki kokmaya yüz tutmuş ölüsü deyince
Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“İşte Allah katında dünyanın
değeri bu oğlağın sizin yanınızdaki değeri gibidir. Eğer şu anda sizin kazanmak
için çırpındığınız, onsuz olmaz dediğiniz dünyanın sineğin kanadı kadar Allah
katında bir değeri olsaydı ondan kâfire bir yudum su bile vermezdi.”
Evet kâfire bolca verdiğine göre Rabbimiz,
demek ki onun hiçbir değeri yoktur.
Ve şu anda
bizler bu oğlağı paylaşma kavgası veriyoruz. Yok bacağı senin olacaktı, yok
kuyruğu benim olacaktı, yok barsağı sana gitmişti, şu anda bizler bunun
paylaşımı savaşını veriyoruz. İşte dünya budur. Halbuki Allah’ın Resûlü başka
bir hadislerinde buyuruyor ki:
"Sizin yaranızı sudan
koruduğunuz gibi Allah da sevdiği kullarını dünyadan korur."
...buyurur. Ama bakıyoruz ki
bugün mümini de kâfiri de dünyayı hedeflemiş. Mümini de kâfiri de dünyayı kucaklama
sevdasına kapılmış Allah korusun. Dünya sadece bir eğlenceden ibaret olduğu
halde, geçici bir oyundan oyalanmadan ibaret olduğu halde, ölümle bitecek ve
yarına intikal etmeyecek olduğu halde, âhiret yurdu daha güzel ve daha kalıcı
olduğu halde insanlar hep dünyayı tercih ediyorlar. Almamızda, vermemizde,
küsmemizde, barışmamızda, sevmemizde, reddetmemizde, evimizde eşyamızda hep dünyayı
tercih ediyoruz. Kızımızın dünyalık istikbalini düşünüyor ve okula
gönderiyoruz. Oğlumuzun kazanmasını hesap ediyor onu mühendisliğe yatırım yapıyoruz.
Çeyiz peşinde, ev bark peşinde, para pul peşinde koştuğumuz kadar ilim peşinde
koşamıyoruz. Bilgisayar öğrenmeye inandığımız kadar Bakara’ya inanmıyoruz.
Yahu ne olur ne olmaz yarın belki lâzım olur diyoruz.
O belki lâzım olacak ama Bakara
mutlaka lâzımdır bunu anla-yamıyoruz. Yarışımızı hep dünya adına yapıyoruz. Hep
dünyalıklar konusunda yarışıyoruz. Aman daha çok malım olsun. Aman daha çok
markım, dolarım olsun. Daha çok dükkan, daha çok arsa, daha çok şan, daha çok
şöhret, daha çok alkış, daha çok koltuk, daha çok makam, daha iyi model, daha
güzel sofra adına yarışıyoruz. Ama Allah korusun da içimizde daha iyi Müslüman
olalım, cennette daha ali makamları elde edelim, daha güzel kulluk yapalım
diye bunu dert edinen pek kalmadı gibi.
Evet âyet-i
kerîmede anlatılan dünya hayatının çok lüzumsuz, gerçek dışı, hiçbir değeri
olmayan, hiçbir ciddiyet taşımayan, hiçbir amacı olmayan boş bir hayat olduğu
anlaşılmamalıdır.
Burada
anlatılmak istenen dünya hayatının sonluluğu ve geçiciliğidir. Dünya hayatının
hedef değil vasıta oluşudur. Yâni dünya hayatının âhiret yurdu yanında çok kısa
geçici bir hayat olduğunun anlatılmasıdır. Tıpkı çok ciddi bir iş için
yolculuğa çıkan bir adamın yolculuğuna devam ederken kısa bir süre dinlenmek ve
sonra tekrar yoluna devam etmek için uğradığı bir ağacın altında dinlenme ve
oyalanma yeridir.
Bir de konumu gereği insanları aldatabilecek,
insanları yanlışa, yanılmaya götürebilecek, insanı sadece eğlenceden, oyalanma-dan
ibaretmiş zehabına götürebilecek pek çok aldatıcı görünümlerin bulunduğu bir
hayat olduğu için böyle deniyor, Allahu âlem.
Oyun;
faydalı işleri bırakıp faydasız şeylerin peşine takılmaktır. Eğlence,
"lehv" ise ciddiyeti bırakıp ciddiyetsizliğe yönelmek demektir. Dünya
hayatını temel kabul edenler, onu sonsuz zannedenler, var-sa da yoksa da işte yaşadığımız
bu hayat vardır, bunun ötesinde baş-ka bir hayat yoktur diyenler, bu inançta
olanlar oyun ve eğlenceye yö-nelen insanlardır. Ya da onların dünyada yaptıklarının
tamamı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Ya da tıpkı oyun ve eğlence gibi
bu hayat da kısa sürmektedir.
Veya insan oyun ve eğlencelere
olayların sonunu düşünmediği zamanlar dalar. Ancak olayın ciddiyeti, ya da ötesi
düşünüldüğü zaman da oyunun da, eğlencenin de tadı tuzu kalmaz. Bir de oyun ve
eğlencelerle genellikle çocuklar ve cahiller meşgul olurlar. Akıllı insanların
bu tür şeylere ayıracak zamanları yoktur. Onun için Allah diyor ki hiç
düşünmüyor musunuz? Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? Ama âhiret yurdu öyle
değildir. Âhiret yurdu böyle gelip geçici, bir anda bitiveren sonlu bir hayat
değildir.
33."Ey Muhammed! onların söylediklerinin
seni üzeceğini elbette biliyoruz; Doğrusu onlar seni yalanla-mıyorlar, fakat
zalimler Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar."
Rabbimiz peygamberinin gönlünü alıyor.
Rabbimiz bu âyetleriyle peygamberine sabır tavsiye ediyordu. Zira Rasulullah’a
yapılan iftiralar, hakaretler onu üzüyordu. Sihirbaz diyorlardı, kâhin
diyorlardı, şair diyorlardı. Kâfirlerin her türlü fiil ve kavilleri onu
üzüyordu. Halbuki peygamberliğinden önce herkes onu kabul ediyordu. Muhammedü’l
Emin diyorlar, mallarını, ırzlarını, namuslarını ona teslim ediyorlardı. İsmet
sıfatının sahibi görüyorlardı onu. Ama şimdi peygamberliği ortaya koyunca
sanki herkes onun aleyhine geçivermişti.
Şimdi de öyle değil mi ama?
Adamın elbisesine karışsanız, rengi şöyle olsaydı, deseni böyle olsaydı deseniz
hiç problem çıkmaz, dinler adam sizi. Veya adamın arabasına karışsanız, rengi
şöyle olsaydı, şurası şöyle olsaydı deseniz dinler sizi. Ama bu olmasaydı diyerek
onun varlığını reddettiğiniz anda kıyâmet kopar değil mi? Meselâ Anayasa
oylamasına gideceksin, ister ret kullan ister kabul kullan fark etmez, ama
gitmediğin zaman, bunu tümüyle reddettiğin zaman kıyâmet kopar.
Veya meselâ demokratik yolu kabul
edeceksin, demokratik yollarla çare arayacaksın, Yargıtay’a gideceksin, temyize
baş vurursun, hakkını bu yolla arar ve bulursan tebrik edilirsin. Ama tümüyle
demokrasiyi reddettiğin zaman kıyâmet kopar değil mi? İşte bir dönem Allah’ın
Resûlüne Muhammed’ül Emin diyen bu insanlar kendi hayatlarını yargılamaya
başlayınca, hayatlarını toptan reddetmeye kalkışınca kıyâmeti koparıverdiler.
Bu duruma üzülen peygamberine Rabbimiz sabır tavsiye ediyor.
Ey
peygamberim onların söylediklerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Ama üzülme
peygamberim onlar aslında seni yalanlamı yorlar. Fakat bu zalimler Allah’ın
âyetlerini yalanlıyorlar. Bunlar seni değil Benim âyetlerimi yalanlıyorlar.
Bakın İslâm’ın ve Rasulullah’ın en büyük düşmanlarından biri olan Ebu Cehil
Allah’ın Resûlüne şöyle diyordu: "Ey Muhammed! Vallahi biz sana yalancı
demiyoruz! Biz sana yalan söylüyorsun demiyoruz. Ama biz senin bize sunduğuna
yalan diyoruz" diyordu.
Yine bakın Bedir günü Allah’ın
Resûlünü ve onun mesajını yok etmeye gelen Ahnes Bin Şurayk Ebu Cehil’e gizlice
sorar: Ey Ebu Cehil şu anda ikimizi duyacak başka kimsecikler yok, o halde
bana doğru söyle. Gerçekten Muhammedi yalancı olarak mı görüyorsun? Ebu
Cehil’in cevabı şöyle oldu: Allah’a yemin ederim ki o doğru bir insandır. Ve
hayatı boyunca onun tek bir yalanına bile şâhit olmadım. Ama şu anda ben şunun
için savaşıyorum. Şimdi bizim elimizde bulunan kabilenin bayrağını taşıma
"liva"; hacılara su verme "Sıkaye"; hacıları doyurma
"Rifade"; Kâbe’nin anahtarlarını elimizde bulundurma görevleri bizim
elimizden alınıp peygamberin eline geçerse bize ne kalacak geriye? İşte ben
bunun için savaşıyorum, bunun için ona karşı çıkıyorum diyordu.
Yine Haris
Bin Amir: Vallahi ey Muhammed! Biz sana yalan söylüyorsun demiyoruz. Ancak senin
getirdiğin mesaj bizi yerimizden edecek. Senin getirdiğin âyetler bizim
makamlarımızı, konumlarımızı sarsacak diyordu. Peygamberin doğruluğunu inkâr
etmiyorlar, ama getirdiği mesajın Allah’tan geldiği konusunda şüphe
ediyorlardı. Ya da Allah’ın hayata karışmasını reddetmeye çalışıyorlardı.
Allah’ı da, peygamberi de kabul edelim, ama oldukları yerde dursunlar, bizim
hayatımıza karışmasınlar demeye çalışıyorlardı.
Allah diyor
ki: Peygamberim! Onların yalancı olarak reddettikleri sen değilsin. Onlar seni
reddetmiyorlar bizim mesajımızı reddediyorlar. Ya da seni yalanlamak, Allah’ı
yalanlamak demektir, Seni reddetmek Allah’ın âyetlerini reddetmek demektir.
Seni kabul etmek de, seni ve sünnetini dinde temel odak nokta bilmek de Allah’ı
kabul etmektir oluyor bunun bir başka mânâsı da. Seni kabul etmek kitabı kabul
etmek demektir. O halde onlar seni yalanlamıyorlar. Çünkü elçinin yalanlanması
onu gönderenin yalanlanması demektir.
Öyleyse ey peygamberim! Biz bizi
ve mesajımızı reddedenlere karşı sabreder ve onlara süre üstüne süre tanırken,
sen ne diye kay-gılanırsın? Ne diye kendini yiyip bitirecek duruma gelirsin?
buyurarak Rabbimizin elçisini teselli ettiğini görüyoruz burada.
34. Senden önce nice peygamberler yalanlandı
ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmalarına ve sıkıştırılmalara
katlandılar. Allah’ın sözlerini değiştirecek yoktur, andolsun ki peygamberlerin
haberi sana da geldi."
Evet
peygamberim yalanlanan sadece sen değilsin. Senden önce de pek çok peygamberler
yalanlanmıştır. Pek çok peygamberler de işkencelere maruz kalmışlar, bu peygamberler
kendilerine yardımımız gelene kadar sabretmişler, dayanmışlar, direnmişler,
yılmamış-lar, durmamışlar, dönmemişler, yollarına devam etmişlerdir. Öyleyse
Allah’ın sözlerini değiştirecek yoktur. Yeryüzünde Allah’ın koyduğu yasalarını
değiştirecek yoktur. Allah’ın kelimelerinde değişme olmaz. Burada Allah’ın
kelimelerinden ve bu kelimelerin değişmeyeceğinden maksat, doğruyla yanlış,
hakla bâtıl, imanla küfür, Allah yolu taraftarlarıyla şeytan yolu taraftarları
arasında süregelen savaşın kanunudur. Hakla bâtıl arasındaki çatışma
yasasıdır. Allah’ın yeryüzünde koyduğu bu yasa hiç değişmeden devam etmektedir.
Bir de bu yasaya göre hak sahibi,
iman sahibi, takva sahibi kimselerin bu konudaki sabırlarını, sadâkatlerini, dirençlerini
ve Allah’a olan tevekküllerini ve güvenlerini ispat etmeleri için uzun bir
süre imtihana tabi tutulmaları, çeşitli eleklerden geçirilmeleri gerekmektedir.
Böylece bu denemelerden, bu potalardan geçirilirken hem istenmeyen cürufları
atılacak, hem yüce hasletleri geliştirilecek, hem de en sonunda kazandıkları bu
silahlarla küfür cephesi karşısında dayanabilme ve zaferi elde edebilme
noktasına geleceklerdir. İşte bu değişmeyen bir yasadır. Her dönemde Müslümanlar
bu yasadan geçirileceklerdir.
Ve işte bu yasa gereği yardıma
ehil hale gelen Müslümanlara Allah’ın yardımı gelecektir. Ve yine bu yasaya
göre Müslümanlar hiçbir zaman kendilerine düşeni yapmadıkları sürece
kendilerine Allah’ın yardımı gelmeyecektir. Mü'minler kendilerini değiştirmedikleri
sürece Allah onları asla değiştirmeyecektir. İşte bu Allah’ın kelimelerinde değişme
olmaz ifadesinin mânâsı anlayabildiğimiz kadar budur.
Evet
kâfirler iman cephesine karşı hep savaş açacaklar, kâfirler Müslümanlardan
asla razı olmayacaklar, bu bir yasadır. Allah yolunun yolcuları bu kâfirlerin
tutumlarına karşı, yalanlamalarına karşı sabredecekler. Yâni her şeye rağmen
Allah’ın dediğini yapmaya çalışacaklar, kulluktan vazgeçmeyecekler,
yollarında, davalarında şüpheye düşmeyecekler, yılgınlık göstermeyecekler, bu
da bir yasadır. Nihâyet onlara Allah’ın yardımı gelecektir, bu da bir yasadır.
Tarih boyunca bu hep böyle olagelmiştir. Allah’ın yasalarını asla değiştirecek
yoktur. Bu yasalara uygun hareket eden kullarına Allah’ın vaâdettiği yardımı
değiştirecek yoktur.
Sâffât
sûresindeki âyet-i kerîmesinde de bu hususu şöyle anlatıyor Rabbimiz:
"Andolsun ki peygamberlerimize söz
vermişizdir: Onlar muhakkak yardım göreceklerdir. Bizim ordumuz muhakkak üstün
gelecektir."
(Sâffât
71,72,73)
Yine
Mücâdele sûresinde şöyle deniyor:
"Allah,
"Andolsun ki ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz" diye yazmıştır.
Doğrusu Allah kuvvetlidir. Güçlüdür." (Mücâdele 21)
Evet bu bir
yasadır. Yeryüzünde değişmeyen bir yasadır, öyleyse peygamberim! Sen de bu
yasa gereği sabret, diren, dayan, yılgınlık gösterme. Eğer sen sana düşeni yaparsan,
Allah da sana karşı yardımını gönderecektir, bundan en küçük bir şüphen olmasın.
Değilse:
35. Onların yüz çevirmeleri sana ağır
geliyorsa, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı,
onlara bir mûcize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı.
Sakın cahillerden olma!"
Evet
Allah’ın Resûlü zaman zaman insanlar yola gelmiyorlar diye, insanlar adam
olmuyorlar diye üzülüp ve hayıflanıyordu. cehenneme doğru giden insanlar
görüyordu çevresinde ve üzüntüsünden kendisini yiyecek duruma geliyordu.
Çareler arıyordu Allah’ın Resûlü. Acaba ne yapsam da bu insanları hidâyete
ulaştırsam? Nasıl etsem de bunları cennete kazandırsam? Nasıl bir usul, nasıl
bir metot takip etsem de bu insanların cehennem yollarına barikatlar koyabilsem
diye çırpınıyordu Allah’ın Resûlü. Bu konuda öyle haristi ki Allah’ın Resûlü,
elinde avucunda, evinde, cebinde nesi varsa hepsini harcamaya çalışıyordu.
Yapması gerekenleri yapıyordu da, acaba bundan başka ne yapsam? Bu dini
tebliğden başka, bu Allah’ın âyetlerini duyurmanın ötesinde ne yapsam acaba? diyordu.
Hani bugün
biz de deriz ya zaman zaman: Acaba ne yapsak da bu insanları İslâmlaştırsak? Ne
yapsak da bu insanları cennete götürebilsek? Bir okul mu açsak acaba? Bir
tekvando salonu mu açsak? Bir matbaa mı kursak? Bol bol yemekler ikram
edebileceğimiz, yardımlarda bulunabileceğimiz bir vakıf mı kursak acaba? Yoksa
mestlerimizi mi saklasak? Sakallarımızı mı kestirsek? Evlerimizi şöyle şöyle mi
tefriş etsek? Hanımlarımızı şöyle şöyle mi giydiriversek? Ara sıra meyhaneye mi
gidiversek? İçkilerine, fâizlerine dokunmayı mı versek acaba? gibi çoğu
İslâm’ın tecviz etmediği bazı yolları deneme-yi düşünürüz.
Hattâ bazen Allah’ın bizden diriltmemizi
istediği insanları öldürmeyi bile düşünürüz. Allah Resûlü Mekke’den
sürülürken, Taif de dövülürken bile melekleri imdadına çağırmadığı halde biz
çoğu zaman acaba melekleri, cinleri mi yardıma çağırsak? Ya da dua ediversek
de Allah bu işi hallediverse, bu iş bir anda oluverse deriz.
Rasulullah da insanları
İslâmlaştırabilmek için bazı çareler aradı. Değişik usul ve metotlar düşündü de
Allah şöyle buyurdu: Peygamberim! Vazgeç bundan! Eğer Benim sana verdiklerim
yetmiyorsa, Benim sana vahyettiğim âyetlerim yetmiyorsa haydi gücün yetiyorsa
bir delik delip yerin dibine in, yahut göğe bir merdiven dayayıp gökyüzüne çık
da Benim verdiklerimin dışında bir âyet, bir mûcize, bir metot getir onlara. Ne
büyük bir tehdit değil mi bu? Peki kime deniyordu bu? Kime yapılıyordu bu
tehdit? Allah’ın Resûlüne. Hem de Hz. Nuh (a.s) gibi çevresindekilerden, toplumundan
gördüğü eziyetlere karşılık bir defa beddua etmeyecek kadar, bir defa melekten
yardım istemeyecek kadar sabır timsali bir peygambere yapılıyordu bu tehdit.
Ne oluyor
sana ey peygamberim! Ne arıyorsun sen? Kuran yetmiyor mu sanki? Kur’an’ı Benim
onda tarif ettiğim Rabbani bir metotla insanlara tebliğ etmek yetmiyor mu?
Halbuki onların hidâyete gelmesi senin planlarına, senin programlarına bağlı değildir.
Şüphesiz ki ey peygamberim, sen dilediklerini hidâyete erdiremezsin. Senin vazifen
ölmüşleri diriltmek değildir. Sen ancak korkmadan, çekinmeden, açıkça sana
indirdiğimizi anlat ve ötesini düşünme. Eğer Allah dileseydi onların tümünü,
insanların tamamını hidâyet üzere, İslâm üzere toplardı. Ya da dileseydi Rabbin
o kâfirlerin tamamını melekler gibi, sema ve arz gibi, bitkiler ve hayvanlar gibi
doğuştan isyan edemez biçimde yaratırdı. Yâni diğer varlıklar gibi doğuştan
onların boyunlarındaki ipin ucunu eline alırdı da hiçbirisi kâfirlik
yapamazdı. Ama Rab-bin böyle dilememiş ve böyle olmamıştır.
Binaenaleyh sen onları hidâyete getireceğim
diye çeşitli yollar ve metotlar denemeye kalkışıp sakın cahillerden olma buyurarak
Rabbimiz iman etmeyenler karşısında yılgınlık göstermemesi gerektiğini,
sabırla Allah’ın kendisi için çizdiği program dahilinde görevini yerine
getirmesi gerektiğini söylüyordu.
Ey
peygamberim! Eğer bu görev mûcizelerle, harikalarla yerine getirilebilecek bir görev olsaydı
bunu Allah yapardı, senin yap-mana gerek kalmazdı. Eğer sen Rabbinin
programından razı değilsen haydi kendin daha güzel bir program yap! Gökyüzüne
çık, yere in ve yeni bir şeyler getir onlara. Ama bilesin ki sünnetullahta buna
yer yoktur. Eğer Allah bunu dileseydi baştan Müslüman yapardı onların tümünü ve
iş biterdi. O zaman ne peygamberler göndermeye, ne de kitaplar indirmeye de
gerek kalmazdı.
Evet âyet-i
kerîmenin bir başka anlamı da şöyledir: Ey peygamberim, senin buna gücün
yetmez demektir. Yâni Rabbinin programını bırakıp da yeni bir program yapmaya
senin gücün yetmez demektir. Veya bir başka anlamı da, senin onları hidâyete
ulaştırmaya gücün yetmez demektir.
Bir de tabii bu âyet peygamberin
insanların hidâyeti konusundaki tutkusunu anlatır. Yâni peygamber eğer bu insanların
hidâyeti için semadan, ya da yerin dibinden bir şey getirebilecek olsaydı, buna
imkânı olsaydı mutlaka onların iman etmeleri için onu yapardı, mutlaka onu
onlara getirirdi demektir bunun mânâsı.
"Ey
Muhammed! Rabbin dileseydi yeryüzünde bu-lunanların hepsi iman ederdi. Öyle
iken insanları iman etmeye sen mi zorlayacaksın?" (Yunus 99)
Onların
iman etmeleri senin elinde değildir. Yâni senin onlara fevkalade bir mûcize
göstermene bağlı değildir. Bu iş Allah’a aittir. Bu âyet-i kerîme Resûlü
Ekrem’in sahsında kıyâmete kadar gelecek İslâm’ı tebliğ eden peygamber yolunun
yolcusu tüm müminlere hitap etmektedir. Âyet-i kerîme İslâm tebliğcilerinin
önüne zaman ve mekânla sınırlı olmayan, kıyâmete kadar her dönemde geçerliliğini
sürdürecek bir program çizmektedir. İnsanları Allah yoluna dâvet elbette
meşakkatli ve zor bir iştir. Bu yolda en büyüklük sırasına göre üç büyük
zorluk vardır. Birincisi yalanlanma, ikincisi döneklik, üçüncüsü de dâvet eden
kişinin gönlünde herkesin bu dâvete icabet etme arzusu. İşte bu üç konuya çok
dikkat edeceğiz.
Bizi çok rahat yalanlayanlar
çıkabilecek, buna hazır olmalıyız. Bize inandığını iddia edenlerden döneklik
yapanlar olabilecek, buna da hazır olmalıyız. Bir de gönlümüzde herkesin bir an
evvel bizim dâvetimize icabet etmesini ısrarla isteme olabilecek ve bu dine
girivermeleri konusunda sabırsızlık gösterebilecek, hattâ Rabbimizin bu konuda
harikulade şeyler yaratmasını bekleyecek duruma gelebileceğiz. Din dâvetçisi
Allah’ın yardımı hususunda acele etmeden kendini Allah’a teslim etmeli ve her
şeyden evvel Allah’a güvenmelidir. Zira bilelim ki inanmayanların
inanmayışları âyetlerin yetersizliğinden, delillerin azlığından değildir. Eksik
olan onların kör, sağır ve ölü oluşlarıdır. Binaenaleyh insanlar yola
gelmiyorlar diye, insanlar İslâm’ı kabullenmiyorlar diye zorlanıp, metot değiştirilip,
İslâm’ı başka başka kılıflara sokup, değişik elbiseler içinde takdime çalışmak
Allah’ın istediği şekilde hizmet değildir.
Böyle
yaparak yığınları İslâm’a kazandıracağımızı düşünüyorsak bilelim ki
peygamberler, imâmlar kaç kişiyi yola getirdin diye hesaba çekilmeyeceklerdir.
Ölçüye uyup uymadığına, Allah’ın tarif ettiği biçimde Allah’ın kullarını hakka
dâvet edip etmediklerine göre hesaba çekileceklerdir. Unutmayalım ki nice
peygamberler vardır ki hiç insan çevirememiş, niceleri vardır ki başı
testereyle kesilmiş, niceleri var ki taşla şehid edilmiş. Ama ne gam, onlar
Allah’ın dediği gibi hareket etmişler ve kazanmışlardır.
İslâm
dâvetçileri insanları İslâm’a dâvet ederlerken beşerin günü birlik arzularına
uygun elbiseler içinde onu takdim edemezler. İslâm’ın böyle bir şeye ihtiyacı
yoktur. Hayır hayır dâvetçi dini kendi Rabbani metodunun dışında takdim edemez.
Allah nizamına insanların yanındaki sistemlerden, kulların sistemlerinden
şefaatçiler arayamaz. Devrin şartlarına ve yığınların arzularına göre o metot
arayışına giremez. Girerse peygamberi tehdit eden âyet onun karşısına da dikilir
ve hesap sorar ondan. Ne gerek var böyle şeylere? Biz hiç denedik mi ki
insanlara Allah’ın açık ve net âyetleriyle gitmeyi. Biz hiç denedik mi her gün
üç âyeti anlayıp onu açıkça inanmayanlara anlatmayı? Denedik mi ki başka
usuller arıyoruz? Hep korktuk bundan, hep kaçtık, hiç denemedik. Hep başka şeyler
anlattık, hep başka şeylerden medetler bekledik.
Biz kendimiz tanıyamadık ki
Kur’an’ı onu başkalarına tanıtabilelim. Biz kendimiz anlayamadık ki
başkalarına anlatabilelim. Biz her halde onu toprağın altına girdikten sonra
elimize alıp tanımaya çalışacağız.
Bir gün Hz.
Ömer bir Tevrat nüshası bulmuş, içinde İslâm lehine, Rasulullah lehine
deliller bulabilirim diye onu getirip heyecanla Rasulullah’ın yanında okumaya
başlar. Allah’ın Resûlü gazaplanır ve yüzünde işmizaz belirir. Ashap Ömer’e
işaret eder ve yeter ey Ömer Rasulullah’ı kırdın der. Ömer Rasulullah’ın yüzüne
bakınca büyük bir hata işlediğini anlar ve elindeki Tevrat nüshasını atarak:
Vallahi ey Allah’ın Resûlü, ben Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan,
Nebî olarak Muhammed’den, kitap olarak da yalnız Kur’andan razıyım. Vallahi
kalbim bunlardan başka birine kaymamıştır. Vallahi gönlüm bu paçavraya meyletmemiştir
diyerek Rasulullah’ın gönlünü kazandı.
Evet Rasulullah gazaplanmıştı.
Zira Kur’an kendisinden başka delile muhtaç değildir. Kur’an ve İslâm başka
şeylerin sağlamasına muhtaç değildir. İslâm’ın bizzat kendisi, Kur’an’ın bizzat
kendisi haktır ve hakkı açıklamaya yeter de artar da. Ama gelin görün ki günümüz-de
nice eserler nice meclislerde onun önüne geçirilmekte ondan önce nicelerine baş
vurulmaktadır.
Yapılacak
şey şu: Allah’ın metluv ve meşhût âyetlerini evvela kendimiz anlayacak ve
anlatacağız en güzel biçimde ve olduğu gibi onu pazarlayacağız. Vitrini canlı
tutmaya çalışacağız, pazarlamayı en güzel biçimde yapmaya çalışacağız, ama buna
rağmen mal satımlı-yorsa, rağbet görmüyorsa sabredeceğiz, gönüllerin anahtarı
elinde olan Allah’ın yardımını bekleyeceğiz. Unutmayalım ki Allah’ın yardımı ve
nusreti prensiplere bağlılığa göre gelir. Bizim azlığımız veya çokluğumuz hiç
önemli değildir. Bu dine ve bu dinin yasalarına uygunluğumuz önemlidir. Zafer ve nusret için yasalara
uymaya ve şartları yerine getirmeye çalışacağız Allah yardımcımız olsun.
36. “Ancak kulak verenler dâveti kabul ederler. Ölüleri ise
Allah diriltir, sonra ona dönerler."
Ey
Peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, şunu da hatırınızdan çıkarmayın
ki Risâlete karşı insanlar iki gruptur. Kur’an karşısında, peygamber
karşısında, İslâm karşısında iki grup insan tavrı vardır. Bunlardan birinci
grup fıtrî alıcı cihazları açık olanlar, fıtratları ölmemiş olanlar. İkinci
grup da fıtratları bozulmuş, alıcı cihazları ölmüş insanlardır. Öyleyse ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, bunu asla unutmayın. Size ancak
sözü dinleyenler, söze kulak verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler
icabet edeceklerdir. Alıcı cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal olan
kimseler ancak icabet edecektir. Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış
melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme
istidatlarını kaybetmiş ölü olanlara gelince bilesiniz ki onları ancak Allah diriltecektir.
Bu duruma gelmiş insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin
yapabilecekleri bir şey yoktur.
Şunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın ki Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah’ın
söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey
gösteremez. Allah’ın şaşırttığını kimse yola getiremez. Bunlar kabirdekiler
gibi değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış, duymayan,
duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen, hayattayken ölmüş insanlardır.
Bunlar ölülerdir ve bunları Allah’tan başka diriltecek de yoktur. Âyette
anlatılan Allah’ın bunları diriltmesini de şöyle anla-maya çalışıyoruz: Ya bunlarda
bir dirilme emaresi, bir canlılık belirtisi görürse, yâni bunlarda bir hayır görürse,
dilerse Rabbimiz dünyada diriltecektir bunları. Dilemezse âhirette huzuruna
gelinceye kadar dünyada ölü bırakacak bunları da, o zaman diriltecektir.
Bunları Allah diriltecektir
âyetinden bir de şunu anlıyoruz: Demek ki bunlardan ümit kesmemek gerekmektedir.
Demek ki her ne kadar bugün duymuyorlarsa da yarın duyabileceklerdir. Bugün ölü
olsalar da yarın belki dirilebileceklerdir. O halde biz bunlara karşı uyarı-mıza
devam edeceğiz, ümitlerimizi yitirmeyeceğiz, ya da yola gelme-diler diye
üzülüp kahrolmayacağız.
Arkadaşlar işte bu, meselenin
bize yönelik veçhesidir. Ama meselenin bir de onlara yönelik veçhesi vardır ki,
o da bu adamların ne zaman dirilecekleri, ne zaman adam olacakları bizi
ilgilendirmeyecektir. Zira bu Allah’a kalmış bir şeydir. Öyleyse bizler bu tür
insanlara karşı her şart altında görevimizi sürdürmek zorundayız. Bunun dışın-da
başka hesapların içine girmeden onlara tebliğimizi, uyarımızı devam ettirmek
zorundayız.
37. “Rabbinden peygambere bir belge
indirilseydi ya" dediler. De ki: Doğrusu Allah bir belge indirmeye kadirdir,
fakat çoğu bilmezler."
Peygambere
bir belge bir âyet indirilmesini istiyorlar. Baka-ra’da Allah buyurur ki bu
yeni değil, bu sözler yeni değildir. Yâni Hz. Ademden bu yana Müslümanlar hep
böyle değişmeyen inancı yaşı-yorlar, kâfirler de İblisin yolsuzlaşmasından bu
yana hep böyle aynı yanılgıyı devam ettiriyorlar. Yeni bir şey değildir bu.
Tarihte hep ola-gelmiş bir felsefedir.
"Ey Mûsâ Allah’ı apaçık görmedikçe
sana asla inanmayacağız! demişlerdi."
(Bakara 55)
"Bize yerden kaynaklar
fışkırtmadıkça sana inan-mayacağız! Veya senin bağların hurmalıkların olup,
ara-larından ırmaklar akıtmadıkça sana inanmayacağız! Yahut da iddia ettiğin
gibi göğü tepemize parça parça düşür-meli ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza
getirmelisin ki sana inanalım demişlerdi."
(İsrâ 90,91)
Yine
hıristiyanlar da Hz. Îsâ’ya şöyle demişlerdi:
“Havariler; Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin
bize gökten bir sofra indirebilir mi demişlerdi. Bunu becerebilir mi Rabbin
demişlerdi."
(Mâide 112)
Allah diyor
ki bunlar, bu sözler yeni değil, öncekiler de aynı şeyleri söylemişlerdi.
Bugünkü bilimsel, pozitivist, modernist kâfirler de aynı şeyleri söylüyorlar.
Görmediğimiz bir Allah’a kesinlikle inanmayız diyorlar. Laboratuvarın konusu
olmayan, gözlerimizle görüp duyularımızla algılamadığımız bir Allah’a
kesinlikle inanmayız diyorlar. Ve akıllarınca bilgiçlik ortaya koyduklarını
zannediyorlar. Halbuki asırlar boyu cahillerin dediğinden başkasını da demiyorlar.
Bunların
iman etmeyişlerinin sebebi bu konudaki delillerin azlığından değildir. Ve
bunlar esasen Peygamberin fonksiyonunu da bilemeyen zır cahillerdir. Peygamber
evrendeki yasaları değiştirmek için gelmemiştir. Bu sizin bilgisizce
kendisinden istediğiniz şeylere bir peygamberin, bir beşerin güç yetirmesi
mümkün değildir. Siz yanlış kapı çalıyorsunuz. Siz yanlış adrese müracaat
ediyorsunuz. Siz Allah’tan istenmesi gereken bir şeyi peygamberden isteme cehaletinde
bulunuyorsunuz. Buna ancak Allah güç yetirir. Bu iş ancak Allah’ın elindedir.
Peygamberin sizin gibi bir insan olarak görevi sadece Allah’tan geleni size
duyurmaktır. Sadece size doğru yolu, Allah yolunu göstermektir. Hal böyleyken
siz ondan onun gücünün yetmeyeceği şeyler isteyerek cahilliğinizi ortaya
koyuyorsunuz. Kaldı ki:
"Eğer
gerçekten âyet istiyorsanız biz kesin bir bilgiyle inanmak isteyenlere
âyetlerimizi apaçık göstermişizdir."
(Bakara 19)
Âyet mi istiyorsunuz?
Şu elinizdeki Allah’ın âyetleri yetmiyor mu size? Şu kâinatta Allah’ın
serpiştirdiği meşhût âyetler yetmiyor mu? Allah’tan âyet istiyorlar, halbuki Allah’ın
âyetlerinden habersizler. Allah’ın kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki
şu âyetlerle Allah’ın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar
aslında da yamukluk yapıyorlar. Mûsâ’nın toplumu konuşmaya şâhit oldular, bu
defa da bizzat Allah’ı görelim dediler. Bunlar da Allah’ın konuşmasına şâhit
oldular, bu defa da ne diyeceklerdi? Allah’ı bizzat görmemiz lâzım diyecekler
ve Allah da onları gebertiverecekti. Veya Allah’tan yeryüzüne bir sofra
indirmesini mi bekliyorsunuz? Allah’ın yeryüzünde sizlere sunduğu şu nîmet
sofrasını görmüyor musunuz? Elmasıyla, armuduyla, buğdayıyla, yağlısıyla,
tuzlusuyla, tatlısıyla, ekşisiyle Allah’ın size sunduğu şu sofrayı görmüyor musunuz?
Kim verdi bütün bunları size? Allah’tan beklemeniz, Allah’tan istemeniz
gereken şeyleri sizin gibi bir beşer olandan mı istiyorsunuz?
Allah
buyurur ki doğrusu Rabbiniz size farklı bir belge indirmeye, farklı âyetler
göndermeye de kadirdir ama çoğunuz bilmiyorsunuz. Allah’ın böyle sizden önceki
toplumların peygamberlerinden istedikleri gibi maddî mûcizelerden size de
göndermemesi aslında size acıdığındandır. Size merhametinden dolayı Allah bu
tür âyetler göndermemektedir. Sizlerden ve evlâtlarınızdan iman edeceklere
imkân vermek için Rabbiniz bu tür âyetlerini göndermiyor. Eğer bu tür gözle
görülen âyetler gelir de siz yine de iman etmezseniz artık defteriniz
dürülecek, ama bunu bilmiyorsunuz ve âdeta Allah’tan helâkinizi istiyorsunuz,
diyor Rabbimiz. Bundan sonraki âyette de, âyet mi istiyors-unuz? Alın size bir
âyet, eğer düşünüp ibret alacaksanız işte bir âyet diye Rabbimiz bir âyet sunacak.
38."Yerde yürüyen hayvanlar ve
kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettirler. Kitapta biz
hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rablerine toplanacaklardır."
Evet yeryüzünde gözle görülemeyecek
kadar küçük olanlarından tutun da en büyüğüne kadar her bir canlı türü,
gökyüzünde uçan her bir kuş sürüsü birer ümmettir. Denizdeki balıklar, karadaki
karıncalar her bireri bir ümmettir. Tıpkı sizin gibi tek asıldan gelen, yiyip
içen, doğup ölen birer ümmettirler. Yâni ey kâfirler, sizler de tıpkı onlar
gibi hiçbir şey anlamayan sürülersiniz. Ya da onlar nasıl Rablerinin emirlerine
boyun büküp teslim olmuşlarsa siz de Rabbinizin emirlerine teslimiyet gösterin.
Arı nasıl bal yaparak, koyun nasıl süt vererek Rabbinin emrine teslimse siz de
teslim olun.
Bu
hayvanların hepsi de sizin gibi topraktan yaratılmış, kendilerine bir hayat
programı, bir yaşam biçimi tayin edilmiş, sizin gibi rızkları, ecelleri takdir
edilmiş, hepsi de sizin gibi birbirleriyle ilişkiler içindedirler. Hepsi de
Rableriyle ilişki içindedirler. Hepsi de sizin gibi birbirleriyle toplanırlar,
tanışırlar, koklaşırlar, anlaşırlar. Hepsi de sizin gibi ürerler, çoğalırlar,
yerler, içerler, doğarlar, ölürler. Hepsi de Allah’ın kendileri adına koyduğu
hayat programını takip ederler. İşte bunlar sizin için birer ibret, birer
âyettirler. Hepsi de kitapta, Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu âlemde cereyan
eden tüm varlıkların hiçbirisi ihmal edilmemiş ki insanların muhtaç oldukları
programlar ihmal edilmiş olsun.
Biz kitapta
hiçbir şeyi eksik bırakmadık diyor Rabbimiz. Buradaki kitaptan kasıt ya Levh-i
Mahfuzdur, o zaman mânâ biz orada yazmadık, takdir etmedik hiçbir şey
bırakmadık olacaktır. Eğer buradaki kitaptan kasıt şu elimizdeki kitapsa o
zaman biz o kitapta, o Kur’-an’da insanlar için açıklanması gereken hiçbir şeyi
eksik bırakmadık demek olacaktır. İnsanın Rabbi ile alâkalı, ya da insanların
birbirleriy-le alâkalı ilişkileri düzenleme konusunda, insanın çevresindeki ümmetlerle
ilişkileri konusunda, eşyayla münâsebetlerini düzenleme konusunda ve diğer
ümmetlerin birbirleriyle ilişkilerini düzenleme konusunda her şeyi açıklamış
ve ortaya koymuşuzdur.
Âlemlerin
Rabbi olarak Allah karada olsun, denizde olsun, semada olsun varlıklarından
hiçbirisinin idaresini, yaşama biçimini, hayatlarının tanzimini, rızkını asla
ihmal etmez. Hûd sûresi bu hususu güzel anlatır:
"Yeryüzünde yaşayan bütün
canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, canlıları babalarının sulbünde
karar-laşmış ve analarının rahminde kararlaşmakta iken de bi-lir. Her şey
apaçık bir kitaptadır."
(Hûd
6)
Evet
Rabbimiz onların isimlerini, sayılarını, yerlerini, yurtlarını, yaşam
biçimlerini, rızıklarını ve ihtiyaçlarını, hayatlarını nasıl sürdürmeleri
gerektiğini, rollerini bilen ve düzenleyendir. Hiçbir varlık Onun ilminin
dışında kalamaz. Bakın en küçüğünden en büyüğüne kadar bu varlıkların beden
yapıları hayat tarzlarına ne kadar uygun düşüyor değil mi? En küçük bir sineğin
bile bakımını, beslenmesini, korunmasını, nerede olursa olsun yolunu bulmasını
Allah’tan başka kimse öğretmemiştir ona.
Ve bu
varlıkların, bu ümmetlerin tamamı sonra Rablerine toplanacaklardır. Rablerinin
huzurunda toplanacaklardır. Hayvanların toplanmaları ya onların ölümünü
anlatır. Yâni onların ölümleri toplanmalarıdır. Ya da hayvanların toplanmaları
kıyâmet günü aralarında hesaplaşmanın gerçekleşmesi adına diriltilmeleridir.
Boynuzsuzun
boynuzludan hakkını alacağı konusu hadislerde anlatılmaktadır. Hayvanlar
haklarını hayvanlardan alacaklar, hayvanlar haklarını insanlardan alacaklar. Böyle
bir toplanmadan söz ediliyor anlıyoruz.
39."Âyetlerimizi
yalanlayanlar karanlıklarda kal-mış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse
onu saptırır ve kimi dilerse onu doğru yola ulaştırır."
Âyetleri
yalan sayanlar karanlıklarda kalmış sağır ve dilsizlerdir diyor Rabbimiz.
Onların bu sağır ve dilsiz oluşları hiçbir şey duymaz oluşları ve de tat
oluşları, konuşma imkânlarının olmayışı anlamına gelmemektedir. Bunlar duyarlar
ama âyetlerimizi duymak istemezler, âyetlerimizi duymazlıktan gelirler anlamınadır.
Bunlar tıpkı Bakara sûresinde anlatılan kimseler gibidirler. Hani orada
Rabbimiz bu âyetleri yalanlayan, Allah’ın âyetlerine karşı ilgisiz kalan ve sonunda
da karanlıkta kalıveren kimseleri anlatıyordu.
"Onlar çevresini aydınlatmak için
ateş yakan kim-seye benzerler ki Allah onların ışıklarını yok edince, onları
karanlıklar içinde görmez bir halde bırakmıştır. Sağır-dırlar, dilsizdirler,
kördürler ve bu yüzden de onlar asla doğru yola dönmezler."
(Bakara
17,18)
Yâni bu
adamlar ateş yakmışlar, ama yaktıkları bu ateşe karşı kendileri ilgisiz kalınca
Allah da onların gözlerinin işini, kulaklarının işini, kalplerinin işini
bitirmiş, anlama özelliğini bitirmiş. Artık o insan hem ateş yakıyor, hem
çevresindekileri aydınlatıyor ama kendisi ondan mahrum kalıyor. Öyleyse bu,
kişinin kaybını anlatan güzel bir örnektir.
İşte meselâ
şu anda ben ateş yakıyorum ve çevremi aydınlatıyorum. Benim yaktığım bu ateşle
sizler aydınlanıyorsunuz. Ruhunuz aydınlanıyor, kalbiniz, düşünceniz aydınlanıyor.
Bir şeyler anlıyorsu-nuz, bir şeyler öğreniyorsunuz. Sizin öğrenmenize, sizin
aydınlanmanıza sebep olan bu ateşi şu anda ben tutuşturmaya çalışıyorum. Ama
yaktığım bu ateşe karşı ben kendim nötr davranırsam, kendi gayretsizliğim
sebebiyle veya kendim konusunda negatif isteğim sebebiyle bu yaktığım ateşten
kendim istifade etmek istemezsem ve bu yüzden de benim gözümün nûru alınır ve
kalbim mühürlenirse ben aynen o adam gibi olurum Allah korusun.
Ateş yakıp
yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama kendisi bu ateşten mahrum kalan
kişi. Çevresine ışık dağıtıp kendisi karanlıkta kalan kişi. Tıpkı ekmek
fabrikası kurup imal ettiği on binlerce ekmekle çevresini doyuran, ama koltuğunun
altında akşam evdekilere iki tane ekmek götürmeyen adam gibidir.
Veya başkalarına dağıttığı
ekmekten kendi ağzına götürmeyen adam gibidir. Birilerine aman namuslarınıza
iffetlerinize sahip çıkın! Aman çocuklarınızı Allah’ın istediği biçimde
Müslümanca eğitin! dediği halde, birileri onun bu beyanlarıyla, irşatlarıyla aydınlanırken
kendi hayatı tamamen bu konularda karanlık olan adam. Başkalarının çocuklarını
eğitmeye çalışırken, kendi çocuklarını eğitmeyen, kendi ailesinin namus ve
iffetine sahip çıkmayan adam. İşte münafığın durumu bunun gibidir diyor
Rabbimiz.
Demek ki
kimi insanların görüntülenen örneği buymuş. Kimi insanlar vardı hani, vahiyle
ilgisiz. Kâfirle Müslüman arasında, küfürle iman arasında gel git yapan insanın
örneğiydi bu. İşte kâfirle mü'min arasında olurmuş bu adam. Hem ateş yakarmış,
hem de kâfir gibi davranırmış. Hem başkalarına İslâm’dan söz edermiş, hem de
kendisi dediklerine karşı kör ve sağır kesilirmiş.
Bakıyoruz adama hem Kur’an anlatıyor, hem
sünnet yazıyor, hem kitap yazıyor, hem talebe yetiştiriyor, ama kendine karşı o
kadar kör ve sağır ki adam. Başkalarına duyurduklarını kendine karşı uygulama
noktasında o kadar kayıtsız, o kadar vurdumduymaz ki adam. Karısına karşı o
kadar kör ve sağır ki. Çocuklarına karşı kadar kör ve sağır ki. O kadar sağır
ve vurdum duymaz ki adam. Allah korusun sanki başkalarına duyurduğu dinle kendine
uyguladığı din tamamen farklı.
Allah kimi
dilerse onu saptırır, kimi de dilerse doğru yola ulaştırır. İşte Allah böyle
âyetlerine karşı sağır ve kör kesilen insanları asla doğru yola iletmez, Sıratı
Müstakîme ulaştırmaz. Nûr sûresinde anlatıldığı gibi böyle cehalet içinde
kalmak, küfür içinde kalmak isteyen, Allah’ın nûr olarak yollarını aydınlatmak
üzere gönderdiği âyetlerinden istifade etmek istemeyen insanlara Rabbimiz bu
tür enfüs ve afak taki âyetlerini gözlemleme fırsatı vermez.
Ya da salt maddî kazanç sağlamak
üzere veya önyargılı zihinlerle bu âyetlere yöneldikleri için hiçbir şey anlamazlar,
anlamalarına Allah imkân tanımaz.
İşte görüyoruz tüm bu enfüs ve
afak âyetlerini derinlemesine inceledikleri halde nice fizikçiler, nice
kimyacılar, nice hayvan bilimciler, nice botanikçiler, biyologlar, astronomlar,
sosyologlar, tarihçiler görüp inceledikleri bu âyetlerde Allah’ı ve onun eşsiz
gücünü görmek, anlamak şöyle dursun gördükleri her âyet onları ateizme, inkâra
ve materyalizme ve tabiata tapınmaya götürmektedir.
40."De ki, "Üzerinize
Allah’ın azabı geliverse, veya kıyâmet saati size geliverse Allah’tan
başkasına mı yal-varırsınız? Eğer sâdıksanız söyleyin bakalım."
Onlara de
ki peygamberim, anladınız mı? Her biriniz kendinizi gördünüz mü? Her biriniz
kendinizi anladınız mı? Sizin vicdanlarınız var mı? Eğer vicdanlarınız varsa,
eğer şuur sahibiyseniz öyleyse söyleyin bakalım. Yâni böyle vicdanlarınızın
derinliklerine inerek kendinizi şöyle bir yoklayın. Kendinizi bir tartın da
vicdanlarınızla, kendi kendinizle bir yüzleşin de söyleyin bakalım. Allah’ın azabı
size geliverse ve-ya kıyâmet saati başınıza patlayıverse, böyle ciddi bir
tehlike kapınızı çalıverse, azîm bir musîbet saçlarınızı yoluverse, bir tehlike
yolunuzu kesiverse, teleferik yarı yolda duruverse, karılarınız ölüm döşeğine u-zanıverse,
eviniz yanıverse, kapınıza borçlular veya polisler geliverse böyle bir durumda
siz kime yalvarırsınız? Yerde bütün kapılar yüzünüze kapandığı zaman kimin
kapısını çalarsınız? Kime sığınır, kimi yardımınıza çağırırsınız? Allah’ı mı,
yoksa Allah’tan başkalarını mı? Eğer sâdıksanız doğru söyleyin bakalım.
41.Hayır, bilâkis sadece ona
yalvarırsınız; Dilerse o Allah yalvardığınız şeyi sizden giderir, siz de ona
koştuğunuz ortakları (şeriklerinizi) unutursunuz."
Hayır
hayır, böyle ciddi bir durumla karşı karşıya kaldığınız zaman, ciddi bir
tehlike kapınızı çaldığı zaman siz sadece Allah’a yalvarırsınız. Böyle bir
durumda tüm putlarınızı, tüm şeriklerinizi, şürekanızı, yâni Allah’a ortak
koştuklarınızı, Allah yerine koyup kendilerine kulluk yapmaya çalıştıklarınızı,
kanunlarını ve arzularını gerçekleştirmek için, hatırlarını kazanmak için
çırpındıklarınızı unutuverirsiniz. Çünkü tüm tehlikeleri def edecek tüm
zararları kaldıracak yegâne güç ve kuvvet sahibi tek varlığın, tek mercinin
Allah olduğu vicdanlarınızın derinliklerinde mevcuttur. Her vicdan sahibi insan
bunu çok rahatlıkla anlayacaktır, yeter ki onun vicdanı bozulmamış olsun.
Hattâ şu anda yahudilerin
fıtratlarını silmeye çalıştığı, vicdanlarını öldürmeye çalıştığı, kendilerini
dinsizleştirebilmek için yıllardır uğraştığı batı dünyası batı insanı bile
daraldığı zaman aman Allah’ım! demektedir. Sıkıştığı zaman Aman kurtar
Allah’ım! diye dua etmektedir.
Titaniğin batışını bilirsiniz.
Yüzlerce mühendis rapor vermiş bu gemi batmaz diye. Nihâyet içinde binlerce
insanla birlikte gemi okyanusa açılmış. İçindekilerin kalbinde Allah yok,
Allah korkusu yok, çılgınca eğlenip kam almak isterlerken birden bire gemi bir
buzula çarpar ve yavaş yavaş batmaya başlar. O ana kadar Allah’ı hatırlarına bile
getirmeyen bu insanlar böyle bir tehlike ile karşı karşıya gelince hep birlikte
güverteye çıkıp Allah’a dua dua yalvarmaya başlarlar. Tüm eğlencelerini, tüm
putlarını tüm şirklerini, şeriklerini unutup Allah’a yalvarmaya başlarlar.
Batı
insanında bunu görmek mümkün olduğu gibi, yine yahu-di’nin insanlığın başına
belâ olarak doğurduğu komünizmin sarf ettiği çok büyük gayretlerle
modalaştırdığı Allahsızlık felsefesi altında yıllardır her şeylerini kaybetmiş
doğu insanı da bakıyoruz bugün daraldığı zaman Allah’a yalvarmaktadır.
Veya biliyorsunuz Mekkeli müşrikler
yığınlarla putlara tapıp dururlarken ciddi bir tehlike kapılarını çalar. Güçlü
kuvvetli bir orduyla Ebrehe ülkelerine dayanır. O ana kadar putlara tapınan,
putlardan yardımlar bekleyen bu insanlar görüyoruz ki böyle ciddi bir
tehlikeyle karşı karşıya gelince tüm putlarını unutup, Kâbe’nin örtülerine
sarılıp Allah’a yalvarmaya başlarlar. Çünkü kesinlikle biliyorlardı ki böyle ciddi
bir durumda o putlarının anlara yapabileceği bir şey yoktu. Böyle bir belâdan
kendilerini ancak Allah’ın kurtaracağını bildikleri için Al-lah’a yalvarmaya
başlıyorlar.
Evet o müddet içinde tüm
şirklerinizi unutup Allah’a dua etmeye başlıyorsunuz. Dehşet ve tehlike
fıtratınızı ortaya koyuyor. Firavun bile denizde boğulurken Allah’a yalvarıyordu.
Demek ki Allah’ın insana verdiği bu fıtratı silecek, bu fıtrat mührünü kazıyacak
hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bu durum zaman zaman gafletle ve cehaletle gölgelenmiş
olsa bile ciddi bir tehlike anında ortaya çıkıveriyor görüyoruz.
Demek ki
iman asıldır, fıtrat asıldır, tevhid asıldır, küfür ve şirk kabuktur. Küfür ve
şirk izâfîdir, sonradan arız olmuştur. Böyle ciddi bir tehlike anında kabuk
dökülüveriyor ve asıl olan iman, asıl olan tevhid açığa çıkıveriyor. Ciddi bir
tehlike anında insanların tüm pislikleri gidiyor ve Allah dua etmeye
yöneliyorlar. Birilerinin yanında totodan bahseden adam, yanına bir hoca geldi
mi çok rahat dinden diyânetten bahsetmeye başlayıveriyor.
Rabbimiz bu
âyetiyle tüm insanlığı vicdanlarıyla hesaplaşmaya çağırıyor. Söyleyin bakalım,
sizler ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığınız zaman Allah’a yalvarıyorsunuz
da tehlike bitince niye o Allah’a yan çizmeye kalkışıyorsunuz? Niye o Allah’a
kulluk yapmıyorsunuz? Niye o Allah’ın sizin hayatınıza karışmasına karşı
geliyorsunuz? Niye hayat programlarınızı Allah’a danışmıyorsunuz, diyor.
Dikkat
ederseniz Rabbimiz önce kâfirlere çevrelerindeki binlerce kuşlar, hayvanlar
gibi âyetleri sundu, bu âyetler üzerinde düşünmelerini ve ibret almalarını
emretti, şimdi burada da kendi enfüs-lerindeki bir âyete dikkatlerini çekmek ve
onları düşünmeye sevk et-mek istedi. Ama ey kâfirler siz bilirsiniz. Nasıl
isterseniz öylece yaşayın. Lâkin şunu da unutmayın:
42,43."Şüphesiz
ki senden önce ümmetlere peygamberler göndermiştik. Onları yalvarsınlar diye
darlık ve sıkıntılara sokmuştuk. Hiç değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman
yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da
yaptıklarını onlara güzel gösterdi."
Evet önceki
toplumlara da peygamberler gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu
peygamberlere değer vermediler. Bu peygamberler ve onların kendilerine
getirdiği mesajlarla ilgilenmediler. Hayat programlarını Allah’tan ve Allah’ın
elçilerinden almaya yanaşmadılar. Allah’ı da, Allah’ın elçilerini de
hayatlarına karıştırmamaya çalıştılar. Allah hayata karışmaz dediler. Allah
âyet göndermez dediler. Allah elçi göndermez dediler. Onlar Allah’ı ve
elçilerini küfrettiler de onlara merhametimizden dolayı akılları başlarına
gelsin de bize dönmeyi anlasınlar diye Biz onları fakirlik, kıtlık, açlık,
geçim darlığı, hastalıklar, çeşitli afetler ve zaruretlerle yakalayıverdik.
Onları türlü türlü sıkıntılara sokuverdik ki kabukları yırtılsın da tevhid açığa
çıksın diye. Küfürden şirkten vazgeçsinler de iman etsinler diye. Sığınacak
kapıları kalmasın da bize sığınsınlar diye. Yalvaracak, başvuracak, dövecek
kapıları kalmasın da bize yalvarıp yakarsınlar diye. Ama şeytan onlara
amellerini süslü gösterdi de, hayrı şer, şerri hayır gösterdi de, iyiliği
kötülük, kötülüğü iyilik gösterdi de onlar adam olma, uyanma istidatlarını
kaybettiler.
Evet
aslında biraz önce zikrettiğim o imtihanlar, o belâlar ve musîbetler onlarda sığınma, kulluk
ve kurtuluş hissini, Allah’a yalvarıp yakarma hissini uyandıracak ilâhî
uyarılardı.
Bakın
Rabbimiz Araf sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
"Andolsun ki, biz de Firavun
ailesini, ders alsınlar diye yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık."
(A’râf 130)
Ama bilelim
ki bunların İlâhî uyarıcılığı devamlı değildir. Onun içindir ki böyle bir
durumla karşı karşıya gelen kişi hemen onu bir nîmet bilmeli ve süratli bir
şekilde uyanıp tövbe ve yalvarışlarla Allah’a yönelmeli ve durumunu
düzeltmesini bilmelidir. Zira bu durum kısa bir süre sonra kaldırılıverir. Ya da esasen kısa bir süre
sonra bu uyarının tesiri gittikçe azalır ve nihâyet o sınırlı müddet bitiverir.
Yâni o sıkıntının uyarıcı özelliği kayboluverir. Bir alışkanlık ve tabii bir
hal oluverir. Yâni kısa bir dönem sonra bu belâların, bu sıkıntıların terbiye
edici hiçbir tesiri kalmaz.
Evet Allah
dönsünler diye, tövbe etsinler diye, kendilerine gelsinler de Allah’a
yalvarsınlar diye onlara belâlar, sıkıntılar gönderdi. Hiç değilse böyle bir
durumdalarken bari yalvarıp yakarmalı değiller miydi? Ama gelin görün ki
bunların taşlaşmış kalplerini bu belâlar ve musîbetler bile Allah döndüremedi.
Kalpleri taş gibi kaskatı kesildi de amellerini şeytan kendilerine süslü
gösterdi. Ya da şeytan onlara bu gelenleri farklı biçimde yorumlattı. Meselâ Âd
kavmi, Hud kavmi, Lût kavmi, Eyke’liler Allah’ın kendilerine ibret alsınlar
diye gönderdiği bu belâları tabiat kanunları olarak yorumladılar.
Veya işte bunlar olağan şeylerdir.
Daha önceki toplumlara da böyle şeyler gönderilmiştir dediler. Tıpkı şu anda
bizim toplumun bu depremleri, bu felâketleri farklı yönde yorumlayıp onlardan
ibret almaya yanaşmadıkları gibi. Şeytan ibret almalarını engelledi,
amellerini, yaptıklarını onlara süslü gösterdi. Hayatlarından, durumlarından,
amellerinden razı oldular. Ne var bizim hayatımızda? İşte kulluk budur dediler.
İşte İslâm budur dediler. İşte şu anda bizler Allah’ın bizden istediği hayatın
içindeyiz dediler. Bizler Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz! dediler.
44."Onlar
ne zaman ki kendilerine hatırlatılanları unuttular, biz de onlara her şeyin
kapısını açıverdik. Onlar kendilerine verilenlerle sevinip coşmaya başlayınca
da ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler."
Evet Allah
önce birbiri ardından uyarıcılar gönderir, belâlar ve musîbetler gönderir, fırsatlar
yaratır, tembihlerde bulunur. Eğer onlar kendilerine gelen bu uyarılara aldırış
etmezler ve tüm bu şiddetler onların kalplerini yumuşatmazsa, o sıkıntılardan
ibret alıp Rablerine dönmezlerse o zaman da Allah onlara her şeyin kapılarını
açıverir. Allah diyor ki onlara her şeyin kapılarını açıveririz. Öyle bir bolluk,
öyle bir refah, öyle bir hürriyet veririz ki tüm engelleri, tüm sıkıntıları
kaldırıveririz. Paralar, mallar, mülkler, servetler, altınlar, gümüşler, atlar,
arabalar, marklar, dolarlar her taraftan üzerlerine rızıklar, nîmetler yağmaya
başlayıverir. Ne arzu ederlerse önerinde, ne ararlarsa bulabilecek, ne
isteseler yapabilecek hale gelirler. Hastalık, dert, sıkıntı, açlık, fakirlik
hiçbir dertleri, hiçbir sıkıntıları kalmayıverir.
İşleri açılır, ev alırlar, dükkan
alırlar, şansları yaver gider, milletvekili olurlar, bakan olurlar, dekan olurlar,
YÖK başkanı olurlar, dünya nîmetleri adına Cenâb-ı Hak bütün kapıları açıverir.
Ferahlanır ne oldum delisi olurlar, bütün bunları kendilerinin yaptığını iddia
ederek takdiri unutuverirler.
Bu da ayrı
bir imtihan. Bolluk da ayrı bir imtihandır. Adam seyyar satıcı olarak başlar,
üç tekerlekliyle işe başlar, sonunda Vehbi Koç oluverir, Sakıp Sabancı
oluverir. Cenâb-ı Haktan hayırlısını istemek zorundayız. Çünkü verir Allah
verir ama bazen bu verdikleriyle kendisini unutturuverir. Çünkü bu da ayrı bir
imtihandır, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Açılan her kapı
verilen her imkân eğer bize Allah’ı unutturuyorsa, o zaman çok korkmak
zorundayız. Hani Kur’an’da anlatılan bağ sahiplerini bahçe sahiplerini çok iyi
biliyoruz.
Şunu hiçbir
zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız: Şiddet ve sıkıntılarla yapılan imtihan ayrı
bollukla yapılan imtihan ayrıdır. Bu bollukla yapılan imtihan ötekisinden çok
daha tehlikeli, çok daha zor bir imtihandır. Rabbimizin darlıkla sıkıntıyla
yaptığı imtihan insanın kalbini yumuşatıp insanı Allah’a çevirmesi açısından
onu başarmak belki kolaydır, ama bu bollukla yaptığı imtihan insanların
şımarıklılığını, müs tekbirliğini artırdığı için, insanı eyvallah sız hale
getirdiği için bunu başarmak gerçekten çok zordur. Birinde sabır diğerinde
şükür gerekir. Sıkıntıya sabır, bolluk karşısında da verilen nîmetler cinsinden
şükür ister Allah.
Müslim’deki
bir hadislerinde Allah’ın Resûlü:
"Mü'minin
işlerine şaşılır diyor. Zira mü'mi-nin bütün işleri hayırdır. Bu hayır
müminden başkası için yoktur. Başına musîbet cinsinden bir şeyler gelir, ona
sabreder mükafat kazanır, yine kendisine nîmet cinsiden bir şeyler gelir onun
için de Rabbine şükreder yine mükafat kazanır." Buyurur.
Ama yine
bakın İbni Cerir’in rivâyetinde Allah’ın Resûlü başka bir hadislerinde de şöyle
buyurur:
"Allah’ın,
bir kulunun isyanına rağmen ona onun sevdiği dünya nîmetlerinden bolca
verdiğini görürseniz biliniz ki bu onu cehenneme yaklaştırmak içindir."
Evet onlara
her şeyin kapılarını açıveririz de hiçbir kayıt hiçbir kaygı duymaz olurlar.
Her türlü nîmetlerin, refahın, bolluğun içine gömülürler. Bütün bu nîmetleri
kendilerine lütfedene şükretmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeden, kalpleri
nîmet vereni anmadan, nîmet vericiden korkmadan sanki her şey kendilerininmiş
gibi keyif çatmaya, gel keyfim gel demeye başlarlar. Zevklere dalarlar, şehvetlerinin
peşinde solucanlar gibi kıvranmaya başlarlar. Sanki tüm bu nîmetler
kendilerininmiş gibi, sanki ölüm gelmeyecekmiş gibi, sanki âhiret, hesap,
kitap yokmuş gibi coşarlar, taşarlar da:
"Kendilerine verilenlerle sevinip
coşmaya başla-yınca da ansızın onları yakalayıveririz de iblis gibi olu-verirler."
Hafazanallah
tüm ümitlerini yitirmiş, ümitsizlik ve mahrumiyet içinde donakalırlar. Sonsuz
bir acı, onulmaz bir hasret içine gömülüverirler. İşte Nuh kavmi, işte Hud kavmi,
işte Lût kavmi, işte Sâlih (a.s) in toplumu, işte Roma, işte Firavunlar, işte
Nemrutlar ve işte Amerika, Almanya, Fransa. Allah her şeyin kapılarını
açıvermiş ve işlerini bitirmiş bunların.
Cenâb-ı Hak
her ne kadar da Rasulullah’ın zuhurundan sonra böyle önceki toplumlar gibi
toptan helâk etmiyorsa da görüyoruz ki bugün bu toplumlar ruhî azaplar, ruhsal
hastalıklar, psikolojik huzursuzluklar, ailevi yıkımlar, cinsel sapıklıklar,
AİDS gibi sari mikroplarla bunların işini bitirmektedir.
45. “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd
olsun ki zulmeden toplumun böylece kökü kesildi."
Elhamdülillah
ki Allah böylece zulmeden zalimlerin kökünü kesiverdi. Allah önce onları
darlıklara, sıkıntılara soktu, belki Allah’ı hatırlarlar, belki Rablerine karşı
boyun bükerler, belki Rablerine karşı yumuşayıp yalvarırlar diye. Belki bütün
bu sıkıntılar ve belâlar karşısında sığınacak bir kucak aramaya koyulurlar,
belki böylece Rablerinin kitabından habersiz yaşadıkları hayattan vazgeçerler
de Rablerinin kitabına baş vururlar, Rablerinin elçisiyle diyaloga geçerler
diye. Ama tam tersi oldu. Kalpleri katılaştı. Yalvarıp yakaracakları yerde daha
bir azgınlaştılar. Daha bir şımardılar. Şeytan da yaptıklarını onlara süslü gösterdi.
Kötü amellerin insanları oldukları halde kendilerini beğeniverdiler.
Kendilerine hatırlatılanları unutunca da, ya demin ifade ettiğimiz uyarıları
unutunca, ya da kendilerine gönderilen vahyi unutunca da Allah onların
defterlerini dürüverdi elhamdülillah. Demek ki zalimlerin helâkinden sonra Allah’a
hamd etmek vaciptir. Ulemâ bu âyetten bunu çıkarmışlardır.
Burada
belki hatırınıza bir soru gelmiştir. İyi de hani bu bâtıllar niye yıkılıp
gitmemişler? Neden hâlâ bu zalimler ayaktadırlar derseniz, o zaman şu genel
yasayı söylemek zorunda kalacağım: İslâm’da genel bir kaide var. Bâtıl yok edilirken
mutlaka onun yerine bir hak kaim eder Allah. Tamam tüm bâtılların, tüm
zalimlerin yok edilmesini istiyoruz ama, hani hak nerede? Şu anda hakkı temsil
eden Müslümanlar uyuşuk olduğu için, hakkı temsil edecek bir noktada olmadıkları
için bâtıllar varlıklarını sürdürüyorlar diyoruz Allahu âlem.
²
46."De ki, ne dersiniz? Allah
sizin işitmenizi, göz-lerinizi alıverse, kalplerinizi de mühürleyiverse
Allah’tan başka hangi ilâh onu size geri getirebilir? Âyetlerimizi nasıl türlü
türlü açıkladığımıza bir baksana, sonra da onlar yüz çeviriyorlar."
Söyleyin bakalım diyor Rabbimiz.
Reyiniz nedir bu konuda? Ne dersiniz? Nasıl düşünürsünüz? Allah sizin kulaklarınızı
sağır ediverse, gözlerinizin görme özelliğini alıverse, görmez ve işitmez oluverseniz.
Bir de kalplerinize de öyle bir mühür vursa, kalplerinizi iptal etse ki hiçbir
şey anlamaz, duymaz, duygulanmaz hale getiriverse sizi. Bunları veren
Allah’tır, almaya da kadirdir. Bakın çevremizde bunlardan mahrum bırakılmış
yığınlarla insan var, itiraz edebiliyorlar mı? Bunları Rabbiniz sizden alıverse
ne yaparsınız? Meselâ delirseniz, aklınız kalmasa, hanımlarınızı, çocuklarınızı
tanıyamaz hale gelseniz. Yataklara bağlanıp tımarhanelere prangalansanız
aklınızı size kim iade edebilir? Kim sizi eski halinize getirebilir? Doktorlar
öyle diyorlar: Biz elimizden gelen her şeyi yaptık, bunun ötesinde yapabileceğimiz
bir şey kalmadı.
Allah
aklınızı, gözünüzü, kulağınızı alıverse, bütün bunları size geri getirip iade
edecek Allah’tan başka ilâhlarınız, rableriniz var mı? Bırakın gözünüzü
kulağınızı size iade etmeyi, ağaran saçlarınızın ağarmasını durdurabilecek,
ömrünüzün bir dakikasını bile size iade edebilecek başka birileri var mı? İşte
bakın âyetlerimizi böylece açık-lıyoruz, tefsir ediyoruz, âyetleri evirip
çevirip sizin Allah’tan başka Rabbinizin olmadığını anlatıyoruz. Ama bakın ki
buna rağmen onlar nasıl da yüz çeviriyorlar.
47."De ki, Allah’ın azabı size
ansızın veya açıkça geliverse, zalimlerden başkası mı helâk olur? Bana
bil-dirin."
Allah’ın
azabının ansızın gelmesi, insanların haberleri, hazırlıkları yokken gelmesi,
hiç beklemedikleri bir anda gelmesi anlamına gelmektedir. Allah diyor ki
söyleyin bakalım böyle hiç beklemediğiniz bir anda, hiç ummadığınız biçimde
Allah’ın azabı size geliverse kim helâk olur zalimlerden başka? Ama fark etmez
ister ansızın onlar gaflet içinde habersizken gelsin, isterse açıktan açığa
böyle bir haberi bekleşip dururlarken, bağrışıp çağrışırlarken gelsin fark
etmez onları bu azaptan kurtaracak hiçbir güç ve kuvvet yoktur. İşte her gün okuyor,
her gün duyuyoruz. Filan yerde hızı bilmem kaç kilometreyi bulan bir rüzgar
yüzlerce evi altüst ediveriyor. Yüzlerce insanı yüzüstü bırakıveriyor. Hadi
bakalım A.B.D. nin, Japonya’nın, Avrupa’nın teknolojisi engellesin bunu. Haydi
önüne geçsinler bakalım bu tür helâklerin. Bu felâketler ansızın yâni haberleri
yokken, isterse açıktan açığa gelsin. Yâni ellerindeki aletlerle böyle bir
felâketin gelmesini 24 saat önce haber alsalar, ilân etseler bile ne
değiştirebilecekler de? Ya da ansızın bir depremle sallanıverseler ne değiştirebilecekler
de? Evet böyle bir azapla helâk olacak olanlar ancak zalimlerdir. Zalimler helâk
olacaklardır, ya da zalimlerden başkası asla helâk olacak değildir.
Böyle bir
durumda helâk olacak olanlar ancak zalimlerdir. Zalimlerden başkası için helâk
sözü caiz değildir. Ölmek işi herkes içindir, ama helâk işi sadece zalim
kâfirler içindir. İşte Mûsâ, işte Firavun, işte İbrahim, işte Nemrut, işte
Harun işte Karun, işte Belâm, işte Hâ-mân. Peki hepsi de helâk oldular mı?
Asla. Kur’an bize anlatıyor ki Allah’ın istediği biçimde yaşayıp ölümü öylece bulanlar
kurtuldu, geri kalanlar ise helâk olmuştur.
Meselâ şu
anda Konya’da bulunanlar bir depremle bir anda toprağın altına gidiverse, ama
benim ağzımda Kur’an sizin kulaklarınızda Kur’an olarak toprağın altına
inerken, birileri de ağızlarında başka şeyler olduğu halde toprağım altına
inecekler. Birileri vefat ederek Rabbinin emrine teslim olurken öbürleri de
helâkle karşı karşıya geleceklerdir. Nerede ve nasıl ölürlerse ölsünler
kâfirler ve zalimler için helâk söz konusu iken mü'minler için asla korku
yoktur. Sûrenin ileriki bölümlerinde gelecek Rabbimiz buyuracak ki:
"İnanan
ve imanlarına zulmü karıştırmayanlar işte onlara emniyet ve güven vardır ve
onlar doğru yoldadırlar. (En’âm 82)
Evet
mü'minler için helâk yoktur, emniyet vardır, güven vardır. Bundan sonraki
âyet-i kerîmesinde de Rabbimiz bakın o hususu şöyle anlatıyor:
48,49."Peygamberleri
ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim iman eder ve nefsini ıslah
ederse onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Âyetlerimizi inkâr
edenler yoldan çıkmalarından ötürü azap dokunacaktır."
Burada
Rabbimiz peygamberlik misyonunu anlatıyor. İlerdeki âyetlerde bu konu genişçe
anlatılacak. Âyet-i Kerîmede peygamberin vazgeçilmez iki görevinden söz ediliyor.
Biri müjdelemek, öbürü de korkutmak. Peygamber iman konusunda bunu ortaya kor
ve işi biter. İnsanları Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın rahmeti ve
cennetle müjdeleyip cehennemle uyardıktan sonra onun görevi biter. Artık bundan
sonra insanların bu misyonu kabul ya da reddetmeleri ve bunun sonunda da
onların bu tavırlarına karşı İlâhî iradenin takdir buyurduğu karşılık gündeme
gelecektir. Onun bu misyonuna karşı kim iman eder ve ıslah olursa, yâni iman
eder ve bu imanını amele dönüştürürse, imanının gereğini yaparsa onun için
herhangi bir korku yoktur ve o mahzun da olmayacaktır. Onun için cehenneme
gitme korkusu olmadığı gibi cenneti kaybetme üzüntüsü de olmayacaktır. Ya da
onun için gelecek konusunda korku yoktur, ama geçmişi konusunda da üzüntü
yoktur onun için. Yâni geçmişte yaptığı şeyler konusunda mağfiret, gelecek için
de ecir ve sevap söz konusudur onun için.
50."De
ki: Size Allah’ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; Size,
ben meleğim de demiyorum, ben ancak bana vahy olunana uyuyorum." De ki:
“Görenle görmeyen bir midir? Düşünüyor musunuz?"
Önceki
âyete ilâve olarak peygamberler ve peygamberlerin konumuyla alâkalı,
peygamberlik makamıyla alâkalı bozuk düzen düşünceleri reddeden, peygamberle
alâkalı sapık inanışları reddeden bir âyetle karşı karşıyayız. Hz. Adem’den bu
yana yüz binlerce peygamber gelip geçmiş. Bu peygamberlerle karşı karşıya
gelen yığınlarla akılsız insanlar tarih boyunca peygamberlerin insan üstü,
tabiat üstü varlıklar olduğunu iddia etmişler, onlardan çeşitli harikalar
beklemişler ve onlarla alâkalı birtakım yanlış itikatlar besleye gelmişlerdir.
Kur’an’ın değişik yerlerinde görüyoruz. Peygamberlerden kendileri için bir dağı
altın yapmasını istiyorlar, yerden kendileri için hazineler çıkarmasını, gökten
bir sofra indirmesini gaybı bilmesini, istemişler.
Hz Adem’den beri bakıyoruz hep
aynı teklifler ileri sürülmüş. Ey Peygamber! Sen bizim gibi bir beşersin! Tıpkı
kaybolan şeyleri bulmasını, hastayı iyileştirmesini, hamilenin erkek mi, yoksa
dişi mi doğuracağını bilmesini, haber vermesini bizim gibi yiyip içiyor, bizim
gibi çarşı pazarda dolaşıyor, bizim gibi hasta oluyor, bizim gibi baba oluyor,
koca oluyorsun. Bizden farklı altınların, mücevherlerin, Markların Dolarların,
bağların bahçelerin yoktur. Askerlerin, orduların, yardımcıların, muhafızların
da yoktur. Bu durumda bizler kesinlikle sana inanmayız. Bizim sana inanmamız
için bizden farklı olman lâzım. Bize harikalar göstermen lâzım. Acıkmaman,
susamaman, hasta olmaman, evlenmemen, koca olmaman, baba olmaman lâzım. Zaman
za-man borç alan, geçimini temin için pazara çıkan birisi olmaman lâzım
diyorlardı.
Hz. Nuh’a öyle demişlerdi: Ey Nuh! şu anda
bizler seni inkar edip dururken bize bir azap gelivermeliydi. Haklılığını ispat
için bizi bir anda yok etmeliydin. Hani böyle bir gücün olmadığına göre biz de
asla sana inanmayız diyorlardı. Allah’ın Resûlüne de aynı şeyleri
söylü-yorlardı. Ey Muhammed! Eğer sen doğru söylüyorsan, yâni sen ger-çekten
Allah’ın elçisiysen, haydi bize Kusay’ı diriltip geri getir bakalım. Eğer
Kusay’ı diriltir, o da senin Peygamberliğini tasdik ederse belki o zaman sana
iman ederiz, diyorlardı. Yahut bize farklı bir âyet getir, bi-ze Allah’ı bir
göster, en azından bu Rabbinin sesini duyalım veya en azından sana vahiy
getiren Meleğe bir dokunalım diyorlardı. Bugün bakıyoruz günümüz akılsızları da
aynı şeyleri söylüyorlar, aynı şeyleri düşünüyorlar. Meselâ eğer birisi Allah
yolundaysa, peygamber misyo-nu üstlenmiş, peygamber yolunun yolcusu olamaya
çalışıyorsa, efendim işte onun işleri iyi gitmeli, onun başına belâlar
gelmemeli, onun polisle derdi olmamalı, onun ticaretine kesat gelmemeli, onun
yakın-ları ölmemeli, ona eziyet dilmemeli, o hapse girmemeli ve o sürekli
melekler tarafından korunmalıdır. O daima emniyet içinde bulunan biri olarak
düşünülmektedir. Değilse bütün bunlar başına geliyorsa o iyi bir adam değildir,
salih bir kul değildir.
Halbuki Peygamberlerin
hayatlarını biliyoruz. sahâbenin başına gelenleri biliyoruz. Onlar eziyetlerin
en büyüğüne maruz kalmışlar. Şu sayılanların en büyükleri onların başlarına
gelmiş. Aç kalmışlar, dövülmüşler, eziyet çekmişler, sürgün edilmişler, zindana
atılmışlar, ateşe atılmışlar, testere ile bellerinden biçilmişler. E canım
onlar peygamberdi, onlar sahabeydi deyip geçiyoruz bunları. Mekke’de
Peygamberimizle karşı karşıya gelen bu insanlar böyle diyorlardı, böyle
düşünüyorlardı. Kafalarında bir peygamber imajı vardı. Bu imajın dışında bir
peygamber düşünemiyorlardı. Kendisinden olmayacak şeyler bekliyorlar,
kendisinden yapamayacağı şeyler istiyorlar, gaybı bilmesini, gayptan haber
vermesini, kendisini aşan tabiat üstü mûcizeler göstermesini, olmazı
oldurmasını istiyorlardı. Allah’la Peygamberi karıştırıyorlardı. Allah’tan
istenmesi gereken şeyleri bir beşerden istiyor-lardı. Allah’ın sıfatlarını
peygamberle karıştırıyorlardı. İşte bütün bu bozuk inanışları düzeltmek için
Rabbimiz burada peygamberin konumunu belirleyerek buyurur ki: Peygamberim! De
ki onlara: Size Allah’ın hazineleri elimdedir demiyorum! Ben gaybı da
bilmiyorum! Size bir melek olduğumu da iddia etmiyorum! Ben ancak bana
Rabbimden vahy olunana uyuyorum! Ben bana vahy olunanın dışında hiçbir şey bilmem,
bilemem. Ben bunun dışında hiçbir şey yapmam, yapamam! Evet işte peygamberin
fonksiyonu, işte peygamberin konumu budur. Hazineler; peygamberlik için hazine
gerekmez. Hazine, mal mülk, servet saman, saltanat peygamberlik için gerekmez.
Bu tür şeyler belki sulta için, sultanlık için gereklidir. Ama bunu anlayamayanlar,
sultanlıkla peygamberliği karıştıran kimi akılsızlar diyorlardı ki yahu Ebu
Cehil dururken, Ebu Süfyan dururken ne oluyor da bu iş Muham-med’e verilmiş
diyorlardı.
Evet
peygamberlik için hazine, mal mülk, saltanat nasıl gereksizse, aynı şekilde
gaybı bilmek de gerekmez. Çünkü bu gaybı bilme işi Allâmu’l Ğuyub olan Allah’ın
işidir. Allah’ın sıfatlarıyla peygamberin konumu kesinlikle karıştırılmamalıdır.
Bir beşer olarak peygamber kesinlikle Allah makamına oturtulmamalıdır. Allah
diyor işte peygamber gaybı bilmez, bilemez. E efendim Allah bildirirse. E bildirmediğini
söy-lüyor işte. Zorlayarak Allah’a akıl vermenin, Allah’a yol göstermeye
çalışmanın da anlamı yoktur. Allah böyle diyor, ama bakıyoruz bugün eteğine
yapışılan, kendilerine sığınılan, kendileri aracılığıyla dua edilen, meclislerde
sürekli kendilerinden bahsedilen muhterem zâtlar hep gaybı bilmesiyle
övünülüyor, gaybi vasıfları anlatılıyor bu zâtların. Halbuki bu âyetler ışığında
şunu kesinlikle ifade edelim ki bu vasıfları taşıdığına inandığımız kişilerde
görmek istediklerimiz hep Allah’ın vasıflarıdır. Yoksa bu mübarek zâtları Allah
yerine mi koymaya çalışıyoruz? Yoksa bu zâtların Allah sıfatlarına sahip
olduklarını mı iddia etmeye çalışıyoruz? Demin anlatmaya çalıştım, geçmiştekilerin
peygamberlerle alâkalı, peygamberlerin sıfatlarıyla alâkalı düştükleri yanlışa
bugün de insanların düştüklerine şahit oluyoruz.
Peygamber
gaybı bilmediği gibi o bir melek de değildir. Kâfirler hatırlarsanız sûrenin
başında bir melek de istemişlerdi ondan da Allah bunu reddetmişti. Bakın burada
Rabbimiz bu hususu bir daha zikrediyor. Kur’an’ın bir üslûbu, bir anlatım
metodudur bu. Anlatır bir konuyu Rabbimiz, bir daha anlatır. Öyleyse biz de
böyle yapalım. Bu konuyu anlattım demeyin bir daha anlatın, tekrar anlatın,
tekrar anlatın.
Ben ancak
bana vahy olunana uyuyorum. Ben bütün bunları kendi kafamdan uydurmuş değilim.
Bütün bunları kendi işkembemden çıkarmış değilim. İşte böylece bana vahy
olundu, ben de buna uymak zorundayım. İşte peygamberin misyonu da budur, konumu
da budur, görevi de budur. Peygamber bir insandır, bir beşerdir ve Allah’ın yeryüzünde
bir görevlisidir. Başka bir ifadeyle peygamber Ce-nâb-ı Hakkın yeryüzünde
konuşan kısmıdır. Cenâb-ı Hakkın kelâm sıfatının tecellisidir yâni. O
olmasaydı kesinlikle biz Rabbimizin vahyine dayanamazdık.
De ki
görenle görmeyen bir olur mu? De ki vahye tabi olan peygamberle, vahiyden
mahrum olan diğer insanlar bir olur mu? Hadiselere vahyin gözlüğüyle bakabilen
birisiyle vahiyden mahrum olan bir olur mu? Hiç peygamberi böylece Allah’ın
tanıttığı biçimde tanıyan birisiyle, onu böyle tanımayan, onu insan üstü bir
varlık olarak tanımaya çalışan bir olur mu? Allah dışındaki varlıkları
Allah’ın tanıttığı gibi tanıyanla, onları Allah yerine koymaya çalışanlar,
onlara Allah’ın sıfatlarını vermeye çalışanlar, onları Allah makamına oturtmaya
çalışanlar bir olur mu? Eğer aklımız varsa, eğer hadiselere vahiy gözlüğüyle
bakabilecek birazcık izanımız varsa o zaman gören olalım da Peygamberin ve
diğer insanların insan olduklarını, beşer olduklarını bilelim. Hıristiyanlar
gibi Peygamberi putlaştırıp, Allah’a ait olan sıfatları onlara verip onları
Allah yerine koymayalım inşallah.
51,52"Rablerinin
huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan
başka ne bir dost, ne bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah’tan korkarlar.
Sırf Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri huzurundan
kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu
değildirler. Onları huzurundan kovduğun takdirde zalimlerden olursun."
İslâm’ın
ilk maya tuttuğu Mekke toplumunda Rasulullah’ın çevresinde onun dâvetine kucak
açanlar toplumun en gariban insanlarıydı. Mekke’nin ileri gelen zenginleri,
kendini beğenmiş müs tekbirleri, toplumun kalburüstü insanları Resûlü Ekremin
yanına geldikleri zaman bu gariban insanlarla onun meclisinde birlikte yan yana
oturmak şöyle dursun tükürüklerini bile bu adamlara reva görmüyorlardı.
Rasulullah’ın yanına geldiklerinde Bilal gibi, Habbab Bin Eret gibi, Ammar Bin
Yasir gibi, Süheybi Rumi gibi garibanları, kendi ifadeleriyle baldırı
çıplakları orada, onun yanında gördükleri zaman kahroluyorlar, mahvoluyorlar
ve: Ey Muhammed! Eğer bizim senin yanına gelmemizi istiyorsan kov bu adamları.
Bu baldırı çıplaklar senin meclisinde bulundukları sürece kesinlikle biz senin
yanına gelmeyiz, gelemeyiz. Biz bu adamlarla birlikte asla oturamayız,
diyorlardı.
Kendilerini aziz, onları zelil
görüyorlardı. Biz aziz bunlarsa zelil diyorlardı. Malda, makamda, elbisede,
servette, samanda izzet görüyorlardı. Bunlara sahip olanlar aziz, bunlardan
mahrum olanlar da zelildir diyorlardı. Ey Muhammed! Kavminden bunlara mı razı
oldun? Bu kadar insanın içinden bunları mı seçip beğendin? Yâni sence aramızda
Allah’ın nîmet verip üstün kıldıkları bunlar mıdır yâni? Biz bunlara mı tabi
olacağız? Bunlara mı uyacağız? Senden bu anlayışından vazgeçip bize bu
adamlardan ayrı bir meclis yapmanı istiyoruz. Dışarıdan gelen Arap elçilerinin
bizleri bu düşük insanların yanında görmelerini istemiyoruz, buna tahammül
edemiyoruz diyorlardı. Biz senin yanından ayrıldıktan sonra onları yanına
alabilirsin. Biz çıktıktan sonra istediğin kadar onlarla otur, ama biz varken
onları çıkar diyorlardı.
Bunların
İslâm’a girmeleri konusunda çok haris davranan,
bunların cehenneme gitmelerine vicdanı asla dayanmayan Allah’ın Resûlü
peki bunu bir düşüneyim buyurunca hemen arkasından bu âyet-i kerime geliyordu.
Bakın Allah diyor ki; peygamberim, sen bırak başkalarını da Rablerinden
korkanları, Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları, bu dünyadaki
imtihanları bitip de tüm yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna
gideceklerini ve huzurda toplanacaklarını bilen ve buna inananları ve hayatlarını
bu imana bina etmeye çalışanları Kuran’la uyar. Âhirette kendilerini kurtaracak
Allah’tan başka bir velileri, Allah’tan başka hayatlarına kulluk maddesi alacak
bir velileri, Allah’tan başka bir kurtarıcıları, bir dostları ve şefaatçileri
yoktur onların. Babalarının, dedelerinin, şeyhlerinin, liderlerinin,
mürşidlerinin, hattâ peygamberlerinin bile kendilerini kurtaramayacağına
inananları uyar peygamberim.
Zira uyarıdan nasibini alacak
olanlar da bunlardır. Söz dinleyecek olanlar da bunlardır. Sakın buna inanmayanları
inananlara tercih etme! Allah’a iman edip sırf Allah’ın rızasını kazanmak
derdiyle sabah akşam Rablerine dua eden ve bu davanın temel taşları, yâni bu
davanın bereketi durumunda olan bu garibanları sakın berikilerin hatırına huzurundan
kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne de onlar senin
hesabından sorumludur. Senin hesabın sana, onların hesabı da kendilerine
aittir. Yâni bu gariban Müslüman-ların gariban olmaları, ya da onların fakir
olmaları Benim Rableri olarak onlara takdir ettiğim rızkın neticesidir. Bu
Benim takdirimdir, senin bununla bir ilgin alâkan yoktur.
Sonra bu gibi şeylerin, fakir
fukara olmak gibi ölçülerin iman yönünden hiçbir değeri yoktur. Yâni ne
zenginler daha iyi Müslüman-dır, ne de fakir olanlar daha az Müslümandır. Bunun
imanla bir ilgisi yoktur. Öyleyse ey peygamberim sakın bu insanlar fakirdir
diye huzurundan kovmaya ve ötekileri bunlara tercih etmeye kalkışma.
Resûl-i
Ekremin hayatında bir Abese hadisesi var. Allah’ın Resûlü kâfirlere, Mekke’de
büyük kabul edilenlere, bu müdürdür, bu reistir, bu liderdir, bu kalburüstü,
bu elit tabakadır denenlere İslâm’ı anlatma çabası içindeyken Ama bir sahâbe,
Abdullah İbni Ümmü Mek-tum çıkagelir ve Allah’ın Resûlünden İslâm talebinde,
iman talebinde bulunur. Allah’ın Resûlü onu bırakarak berikilere anlatmaya devam
eder. Ümmü Mektum ısrar eder. Allah’ın Resûlü onun bu ısrarını mü-nâsebetsizlik
kabul eder, zira beriki reis konumunda olan kimselerin İslâm’a girmelerini
istemektedir ve onlara tebliğine özen göstermek-tedir. Âdeta onları kazanabilmek
için bütün gücüyle çırpınmaktadır.
Rasulullah’ın bir mâzereti vardı
bu konuda. Ümmü Mektum Rasulullah’ın akrabasıydı, binaenaleyh başka zaman da
anlatabilirdi ona. Bir ikinci mâzereti de Abdullah Müslümandı, o anda ölseydi
cennete gidecekti, ama berikiler kâfirdi, o anda ölselerdi, onlar cehenne-me
gideceklerdi. Onun için Allah’ın Resûlü felâketin ciddiyetine binaen berikilere
yöneliyordu. Lâkin Abdullah Ümmü Mektum âmâydı, zor gelmişti oraya kadar. Düşe
kalka gelmişti, samimi olarak gelmişti, amel etmek üzere gelmişti, işkenceye
adaylığını koyarak gelmişti.
Ama
berikiler ona karşılık şartlı gelmişti. Bizim bu dine ihtiyacımız yoktur
diyerek gelmişlerdi. Müstekbirce, müstağnîce gelmişlerdi. Onun yanında
berikilere yönelmek cahilî değer yargısından kaynaklanıyordu. Bunlar müdürdür,
bunlar amirdir, bunlar elit tabakadır diyerek, bunlar iman ederse İslâm güç
bulacaktır diyerek bunlara yönelmek cahilî bir anlayıştı. İşte o anda Rabbimiz
Abese sûresini gönderivermişti. Rasulullah donakalmış, Ümmü Mektum donakalmış,
kâfirler hepsi şaşırıp kalmışlardı. Allah o anda, o ortamda âyetlerini gönderivermiş
ve peygamberini düşmanlarının gözü önünde uyarıvermişti. Bir daha bunu yapma
peygamberim! buyuruvermişti.
Öyleyse
Müslümanlar hüküm verirken cahiliyeden, cahilî değer yargılarından
etkilenmelidir. Bu konuda her zaman Vahiy önde ol-malıdır. Kim iyi, kim kötü?
Kim büyük, kim küçük? Kim önce, kim sonra? Kim bereketli kim bereketsiz? Bunu
vahiy belirlemelidir. Bunu kendi kendimize belirlemeye kalkışmamalıyız.
Müslüman ne kadar da fakir olursa olsun, ne kadar da sosyal yönden zayıf olursa
olsun, her zaman kâfire tercih edilmelidir.
Yâni yirmi
dört saatimizin herhangi bir bölümünde bizden İslâm isteyen bir talep olursa
bunu derhal yerine getirmek zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Ya da insanlardan
böyle bir talep olmadığı halde kendiliğinden bir fırsat oluşmuşsa yine hemen
onu yerine getirmek zorunda olduğumuzu da unutmamalıyız. Yâni karşımızdaki
insanların, hanımlarımızın, çocuklarımızın, komşularımızın illa da dilleriyle
bizden İslâm’ı sormalarını, istemelerini beklememeliyiz. Halleriyle, vaziyetleriyle
sorduklarının ve istediklerinin hemen farkına vararak onlara onların muhtaç
oldukları İslâm’ı hemen anlatmaya başlayıverelim. Ne biliyorsunuz belki şu ana
kadar çocuklarımız hal diliyle bize Meramı sordular, bize hükümet meydanını
sordular da bilmediğimiz için bilemediğimiz için biz onlara bunu anlatamadık.
Yâni Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı, En’âm’ı
demek istedim.
Evet,
garibanları etrafımızdan kovmamalıyız. Zira Rabbimiz buyurur ki onların
hesabından siz sorumlu değilsiniz. Onlar da sizin hesabınızdan sorumlu
değildir. Yâni yok ya! Bunun niyeti öğrenmek değil! Bunun niyeti dalga geçmek!
Bunun niyeti beni oyalamak, demeyelim. Allah diyor ki: Sana ne bundan? Seni ne
ilgilendirir bu? Onun hesabı senden sorulmayacak, senin hesabın da ondan sorulmayacak.
Ne bilirsin? Belki samimi olarak dinleyip amel edecektir o.
Allah
peygamberine diyordu ki sakın o garibanları yanından kovma! Eğer bunlar
garibandır diye onları yanından kovarsan o za-man sen zalimlerden olursun!
Bakın Kehf sûresinde de aynı şeyler söyleniyordu Allah’ın Resûlüne:
"Peygamberim!
Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek ona yalvaranlarla beraber sen de
sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden
ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz işinde aşırı giderek kendi
hevâsına uyan kimseye uyma."
(Kehf 28)
Görüyor
musunuz Rabbimizin uyarısını? Bu uyarının gelişin-den sonra Allah’ın Resûlü çok
korkmuştur. Hattâ sahâbe-i kirâmın ifadelerinden anlıyoruz ki bu âyetin gelişinden
sonra Allah’ın Resûlü biz kendisinin yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan
ayrılamıyordu, diyorlar. Kılıçlarına kendi kılıçları, paralarına kendi
paraları, evlerine kendi evleri bakabilme özellikleri onları öyle bir kardeş
yapmıştı ki aralarında ne sosyal sınıf farkları, ne de üstünlük alçaklık anlayışları
kalmıştır. Hepsi yıkılıp gitmiştir.
Bu
âyetlerden anlıyoruz ki tebliğ edeceğimiz insanların sırala-masını biz kendi
kendimize yapmayacağız. Karşımızdaki insanları şu şekilde gruplamamız güzel
olacaktır. Karşımızdaki insan ya Müslümanlığının farkında olmayan birisidir,
ona İslâm’ı ulaştıralım belki bizim uyarımız ona fayda verecek ve adam olacaktır.
Ya da mü’mindir, bizim anlatmamız sonucunda hayatına biraz daha çekidüzen verecektir.
Öyleyse biz neticeyi düşünmeyeceğiz. Çünkü bakın Allah âyet-i kerimesinde belki
diyor. Belki yola gelirler, belki adam olurlar.
Öyleyse inzar edeceğiz, ama
kovmayacağız. Uyaracağız ama azarlamayacağız. İnzarımız onları kovma ve azarlama
mânâsına gel-meyecek, aksine onlara acıma mânâsına gelecektir. İnsanların her
zaman bize ulaşabilmeleri için imkân hazırlayacağız. İnsanlardan uzaklaşıp,
fildişi kulelerimize çekilmeyeceğiz. Allah korusun da bugün kimi hocaların
evine insanlar gündüz saat ondan önce, gece de saat ondan sonra
girememektedirler. Neden? efendim zât-ı alîleri istirahat buyuracaklarmış. Bu
gerçekten çok ayıp bir şeydir. Allah’ın Resûlünü az evvel anlattım, onun
hayatında böyle bir şey kesinlikle yoktur. İnsanlar her an ona ulaşma imkânına
sahiptiler. Gerçekten mü'minlerin ihtiyaçları varsa gelebilmeliler,
girebilmeliler, bulabilmeliler bizi. Allah hepimizin yardımcısı olsun inşallah.
53."Biz
onlardan kimini kimi ile, "Allah aramızdan bunlara mı lütfunu lâyık
gördü?" desinler diye işte böyle imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha
iyi bilen değil midir?"
İşte gördük
fakir ve gariban insanları küçük görerek, Allah bunları mı seçti içimizden?
Bunlara mı nîmet verdi Allah diyerek alay ederek imtihan edilmişlerdir. Ama
Allah şükredenleri daha iyi bilir. Öyleyse biz de onlar gibi davranarak
Allah’ın fakir kullarına böyle davranarak imtihanı kaybedenlerden olmayalım
inşallah.
54."Âyetlerimize
inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: "Selâm olsun size!
Rabbiniz Rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük
işleyip de arkasından tövbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O,
bağışlayan ve esirgeyendir."
Burada Rabbimiz Resûl-i Ekremin dâvetine
ilk önce koşan, İslâm davasına gönül veren garibanların gönüllerini almayı
murad ediyor. Şu cahiliyenin değer yargılarıyla, şirk âdetleriyle kendilerini
üstün görüp çirkin ifadeleriyle üzdüğü gariban Müslümanların kendi katında
değerli olduklarını ortaya koyuyor. Bu ifadeler bir yandan kendilerini üstün gören
müstekbirlere bir tehdit unsuru oluştururken, öbür taraftan da bu garibanlara
şu mesajı veriyordu. Ey benim katımda değerli kullarım! Sakın sizler bu değersizlerin
lakırdılarından üzülmeyin! Siz yolunuza devam edin, it ürür kervan yürür
diyordu.
Bakın
Rabbimiz peygamberinin de onların gönüllerini almasını istiyor ve diyor ki: Ey
peygamberim! Bu benim âyetlerime inanan kullarım sana geldikleri zaman onlara:
"Selâm olsun size de!" Ya onlara sen selâm ver yahut da onların
selâmlarına karşılık vererek onlara ikramda bulun. Benim onlar hakkında
hoşnutluğumu ve rahmetimi müjdele onlara. Allah onlar için rahmeti üzerine
yazmıştır. Allah onlar için rahmetini kendi üzerine vacip kılmıştır. Allah
onlara rahmetini kesin olarak vaâdetmiştir. Peygamberim sen bütün bunları
müjdeleyerek onların gönüllerini al diyor Rabbimiz. Çünkü toplumda zenginlerin,
makam sahiplerinin, mansıp sahiplerinin üstün tutulması ve garibanların, fakirlerinse
alçak tutulması cahiliye âdetidir ve İslâm’ın kesinlikle reddettiği bir anlayıştır.
Bakıyoruz bugün kimileri
zenginler için fakirleri, müstekbirler için müs’taz’afları, makam mansıp
sahipleri için sıradan Müslümanları fedâ etmektedirler. Hep yüksek tabakadan
insanlarla düşüp kalkmaya çalışıyorlar. Allah korusun bu nifak alâmetidir ve İslâm’ın
kesinlikle reddettiği bir anlayıştır.
Sizden her kim ki bir bilgisizlik, bir
cehalet sonucu bir kötülük yapar, bir günah işleyecek olur da hemen arkasından
tövbe eder ve durumunu düzeltirse, cehaletle günaha gittiği bir anda hemen
kıblesini değiştirir ve Allah dönerse bilesiniz ki ben böyle yapanlar hakkında
rahmeti kendi üzerime yazdım buyuruyor Rabbimiz. Evet mü'-min bir günahı ancak
bir bilgisizlik sonucu, bir gaflet sonucu işleye-bilir. Yâni ya onun isyan
olduğunu bilmeyerek, ya işleyeceği o isyanın sonucunda, o günahın sonucunda
başına gelecekleri bir an unuttu-ğundan dolayı günah işler, ya da isyanı taate
tercih ederek bir isyan-da bulunabilir ki bu da ayrı bir cehalettir. İşte bu durumda
hemen ken-dine gelir gelmez tövbe eden, günahtan vazgeçen, yönünü, kıblesini
değiştiren ve bir daha bu duruma düşmeme konusunda kesin kararlı olan
mü’minleri affedeceğini bildiriyor, Rabbimiz.
55."Suçluların yolu belli olsun
diye böylece âyetleri uzun uzun açıklarız."
Rabbimiz
buyuruyor ki, âyetlerimizi açık açık ortaya koyuyoruz ki mücrimlerin yolu belli
olsun. Kâfirlerin, mücrimlerin yolları belli olsun da inatlarından vazgeçip
hakkı kabule yanaşmayanlar suçlu olduklarını anlasınlar. Mü'minlerin yolunu
da, iman yolunu da, mücrimlerin yolunu da, yâni küfür yolunu da açıklıyoruz ki
inanan bilerek, bir delile, bir esasa dayanarak inansın, küfreden de bilerek
bir esasa dayanarak küfretsin.
Allah
böylece mü'minlerin yoluyla mücrimlerin yollarını birbirinden ayırıyor. Kur’an
sadece hakkı, yâni mü'minlerin yolunu ortaya koymakla kalmaz aynı zamanda
mücrimlerin, kâfirlerin yollarını da ortaya koymuştur. Böylece Rabbimiz
mü'minlerin yoluyla kâfirlerin yolunu birbirinden ayırmıştır. Bu iki yolu
birbirinden ayırır ki hak ve bâtıl iyi tanınsın. Müminlerin mümeyyiz vasıfları
onların yolları üzerine dikilmeli, mücrimlerin mümeyyiz vasıfları da onların
kendi yollarının üzerine dikilmeli ki her iki taraf da kendilerini ve kendi
yollarını bilmeliler. Bu sayede mü'minler kimlerin mü'min kimlerin de kâfir
olduklarını açıkça bilmelidirler. Karışıklığa sebep olacak bir durum olmamalıdır.
Bugün en büyük güçlük işte
buradadır. Bugün en büyük problem müminle mücrimin karışması, yolların karışması,
işaretlerin karış-ması, isimlerin ve sıfatların birbirine girmesidir. İslâm
düşmanları bunu çok iyi bildiklerinden meseleyi daima karıştırmadan yana olmakta-dırlar.
Onlar safların ayrışmasından her zaman tedirgin olmuşlardır. Çünkü böylece
kendileri tanınacak ve de mü'minler kendi yollarını öğrenme imkânı bulacaktır.
Bir de
zaten hakkın ortaya konabilmesi, hakkın anlaşılabilmesi için bâtılın da ortaya
konması zarûrîdir. Mü'minlerin bâtıldan ve mücrimlerin yolundan sakınabilmeleri
için hak ve bâtılın kesin çizgilerle, belirgin renklerle birbirlerinden
ayrılmaları ve seçilmeleri gerekmektedir. İşte onun içindir ki Rabbimiz sadece
mü'minlerin yolunu, yâni hak-kı açıklamakla kalmaz aynı zamanda kâfirlerin yolunu
yâni bâtılı da açıklamıştır.
56."De ki: "Allah’tan başka
yalvardıklarınıza kul-luk etmekten men olundum." "Sizin heveslerinize
uymayacağım. Yoksa sapıtmış, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum"
de."
Rasulullah’a ve onun şahsında bütün
mü’minlere, peygamber yolunun yolcularına şöyle demeleri emrediliyor. Bu bir bakıma
Ra-sulullah ve mü'minler için strateji belirleme veya konum tespitiydi.
De ki, ben
sizin Allah yanında, ama ondan ayrı olarak çağırdığınız, dua ettiğiniz, dâvet
ettiğiniz, ibâdet ettiğiniz şeylerin tümünden nehiy olundum. Allah berisinde
sizin dua edip durduğunuz, imdadınıza çağırıp durduğunuz, kendilerine kulluk
yapıp durduğunuz şeylere dua etmekten, onlara kulluk etmekten men olundum. İşte
peygam-berin geliş gâyelerinden en büyüğü, ya da peygamberin temel görevi budur.
Sadece Allah’a ibâdet ve başkalarından sakındırma. Sadece Allah’ı yardıma
çağırma ve başkalarına dua etmeme. Tevhide teşvik etme ve şirkten uzaklaştırma.
İşte peygamberin geliş gâyesi budur. Sadece Allah’a kulluk ederim, Allah’ın
dışında başkalarına itaat etmem. Sadece Allah’ı dinlerim ve başkalarının dediği
yere gitmem.
Şirkin
unsurlarından birisi de bildiğimiz gibi Allah’tan başka birilerini Allah
yerine koyarak Allah’tan istenmesi gereken şeyleri onlardan istemek, onlara
dua etmek, onlardan yardım dilemek ve beklemektir. Bu ya Allah’la beraber
istemek biçiminde olur, yâni hem Allah’tan hem başkalarından yardım istemek
biçiminde olur, hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına dua etmek biçiminde
olur, ya da Allah’ı unutarak yalnız başkalarından istemek biçiminde olur. Bunun
her ikisi de şirktir. Ama Cenâb-ı Hak isteyeceğimiz şeyleri birilerinin elinde
yaratıyorsa o zaman bu sebeplere tevessül caiz oluyor. Meselâ sabır ve namazla
Allah’tan yardım dilemek gibi. Sebeplere sarılırken, esbaba tevessül ederken de
asla bu sebepleri Allah yerine koymamaya dikkat edeceğiz.
57."De ki: "Ben
Rabbimden bir belgeye dayanmak-tayım, halbuki siz onu yalanladınız; sizin
acele istediğiniz şey de benim elimde değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O,
hükmedenlerin en iyisi olarak gerçeği anlatır."
Ben
Rabbimden bir Beyyine üzereyim. Beyyine Kur’an’dır. Ey insanlar! Ben Rabbimden
bana gönderilmiş vahiy üzereyim. Ben kitap üzereyim. Benim hareket noktam
vahiydir. Benim istinatgahım Kur’-andır. Ben size ne diyorsam, neyi emrediyor,
neden nehiy ediyorsam, ne yapıyor ne yapmıyorsam bilesiniz ki bu kitaba
dayanıyorum. Bunun dışında dayanacak bir şey de bilmiyorum. Eğer biz de
insanlara bunu diyebileceksek o zaman biz de vahyi bilmek zorundayız. Ben
kitaba dayanıyorum, benim istinatgahım, benim hareket noktam Vahiydir
diyeceksek, o zaman biz de vahyi tanımak zorundayız. Aksi takdirde bugün pek
çoğunun biz kitaba dayanıyoruz iddiasında bulunup da kitaptan habersiz bir
hayat yaşadıkları gibi yapmaya kalkışırsak bunu demeye hiçbir zaman hakkımız
yoktur.
Evet
peygamberinin ve peygamber yolunun yolcularının böyle demelerini istiyor,
Rabbimiz. Ben kitaba dayanıyorum, kitaptan bir delille hareket ediyorum.
58."De ki: Sizin acele
istediğiniz şey benim elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş
olurdu."Allah zul-medenleri en iyi bilendir."
Sizin acele istediğiniz azap da benim
elimde değildir. Eğer sizin acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı çoktan
sizin işinizi bitirmiş olurdum. Burada Rabbimiz risâlete ulûhiyeti ayırıveriyor.
Rab-bimiz kendisiyle peygamberini ayırıyor. Peygamber sizin gibi bir beşerdir,
binaenaleyh peygamberi Allah makamında görmeye ve Allah-tan istemeniz gereken
bir şeyi sakın peygamberden istemeye kalkışmayın diyor.
Hani az evvel insanların
insanları yardıma çağırdıkları, insanların insanlara dua ettikleri insanların
insanlardan bir şeyler istedikleri anlatılmıştı ve bunun bir şirk olduğu ortaya
konmuştu ya bakın burada da Rabbimiz peygamberden bile bir şey istenmemesi
gerektiğini anlatıyor. Bunun için de peygamberine diyor ki, peygamberim! Sen
onlara de ki: Sizin acele tarafından istediğiniz azap benim elimde değildir.
Ben ilâh değilim, ben sizin gibi bir beşerim. Ben ancak bir elçiyim. Sizin
istediğiniz azabı göndermeye benim gücüm yetmez, bu benim işim değil, onu ancak
Allah gönderir. Eğer benim buna gücüm yetsey-di o zaman benimle sizin aranızdaki
işi hemen bitirirdim, sizin defterinizi dürerdim.
Evet, bir peygamber bile böyle derken
adam diyor ki eğer bizim efendi elinin tersiyle bir iterse onların işi bitiverir.
Onun gazabına uğrayanın, onun gözünden ve gönlünden düşenin parçası bile bulunmaz.
Garip şeyler bunlar. İşte görüyoruz birilerini yok etmeye, birilerine azap
göndermeye Allah’ın peygamberinin bile gücü yetmiyor.
59."Gaybın
anahtarları onun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı
bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık
kitaptadır ancak O bilir."
Evet gaybın
anahtarları Allah katındadır. Gaybın anahtarlarını Allah eline almıştır. Allah
onu kimseye vermemiş, kimseyi ona muttali kılmamış, kimseye gaybını ezdirip
bozdurmamıştır. Gayb konusu her şeyiyle, kendisiyle, odasıyla, kapısıyla ve
anahtarlarıyla Allah’a aittir ve Allah’ın elindedir. Onu ancak o bilir. gayba
muttali olmak, gayb o-dasının içine girmek şöyle dursun kapısının anahtarına
bile hiç kimse sahip olamaz. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun hikmeti:
a: Gayb
İslâm’ın bir cüzü’dür.
b: Gayb
bilginin konusu değil imanın konusudur. Zira insana çok az bir ilim
verilmiştir. Rabbimiz dünyayı ve kâinatı
yaratırken bir kısım kanunlar koymuştur. Koyduğu bu kanunların bir kısmını
anlayarak onlardan istifade edebilmesi için insana sınırlı bir idrak ve ilim gücü
vermiştir. Ama gayb yine gayb olarak kalacaktır. Allah’a iman da gaybîdir. Her
ne kadar Allah’ın fiillerinin eserlerini görüyorsak da kendisini asla
göremeyiz. Ama gayben, gıyaben Allah’a iman ediyoruz. Onun için bu iman bir
değer ifade etmektedir.
60: "Geceleyin sizi öldüren (uyutan),
gündüzün yaptıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz doluncaya kadar
gündüzleri sizi tekrar kaldıran (diriltip uyandıran) O’dur. Sonra en son
dönüşünüz onadır. Sonra yaptıklarınızın tümünü size haber verecektir."
Evet, her gece Allah bizi öldürüyor ve
ecelimizin dolacağı güne kadar da her sabah bizi bir daha kaldırıyor. Gece bizi
öldürmüşken Rabbimiz sabahleyin yeni bir fırsatla, yepyeni bir imkânla bizi
bir daha kaldırıyor. Sebep ne? Belki bugün aklını başına alır diye, belki bugün
Allah’a kulluğa döner diye, belki bugün fırsatı değerlendirir diye. Ve belki de
yarın kıyâmet gününde Rabbimize karşı bir itiraz hakkımız kalmasın, bir
mâzeretimiz olmasın diye böyle yapıyor. Yarın insanlar diyecekler ki, ya Rabbi!
Aklım başımda değilmiş, anlayamamışım, fırsatı kaçırmışım, ne olur beni iki
saatliğine dünyaya bir daha gönder. Bak nasıl sana kulluk yapacağım! Senin
kitabını nasıl elimden düşür-meyeceğim! Senin peygamberini nasıl takıp
edeceğim! Seni nasıl yegâne Rabbim bilip senin benim için belirlediğin hayat
programını uygulayacağım! Senden başkalarını hayatımdan nasıl reddedeceğim! Ne
olur fazla değil, iki saat ya Rabbi dedikleri zaman Rabbimiz buyuracak ki, yahu
ben seni iki saatliğine değil, bir ömür boyu her gece öl-dürmüş ve her sabah
yeni bir fırsatla tekrar diriltmiştim, sen bu kadar süre içinde bir şey
yapmadın, şimdi iki saat içinde ne yapacaksın demek için, insanların böyle bir
itiraz haklarının kalmaması için her gece öldürüyor ama her sabah bir daha
diriltiyor, Rabbimiz.
Öyleyse
kesinlikle unutmayalım ki her sabah bizim için bir geriye dönüştür. Her yeni
başlayan gün bizim için bir fırsattır. Bu fırsatları boşuna harcayıp da yarın
Rabbimizin huzurunda böyle kötü bir duruma düşmemeye gayret edelim inşallah.
Allah’ın
Resûlü uyumak için her yatağına girişinde bu ahdini yenilemeyi ihmal etmezdi.
Yatağının üzerinde dizleri üzeri oturur, Fâtiha, İhlâs, Muavezeteyn’i
okuduktan sonra mübarek elleriyle vücudunun değebilecek her yerini mesheder ve
şöyle derdi: Ya Rabbi! Şu biraz sonra yatacağım ölüm uykusundan beni sabaha
canlı çıkarırsan, ölümümden sonra sabahleyin beni tekrar diriltirsen sana söz
veriyorum yarınım bugünümden hayırlı olacaktır. Sana söz veriyorum ahd ü
mîsâkıma uygun yaşayacak, senden başkasına kulluk etmeyeceğim. Yine ancak seni
Rab bilecek, yine senin kitabını hayat programı bilecek, yine senin kıblene
yönelecek, yine senin çektiğin yere gidecek, sadece seni razı edecek ve senden
başkalarının arzularını gerçekleştirmeyeceğim.
İfadeye dikkat ediyor musunuz? Ya
Rabbi şu biraz sonra yatacağım ölüm uykusundan beni sabaha canlı çıkarırsan
diyor Allah’ın Resûlü. Beni sabaha tekrar diriltirsen. Bizim için garanti değil
mi? Yâni yarın tekrar kalkacağımız bizim için garanti değil mi? Hiç düşün-müyoruz
değil mi bunu? Hattâ bizim için beş ay sonrası bile garanti. Hayat
programlarımıza bakılırsa, bir yıl sonrası için verdiğimiz sözlerimize,
çeklerimize, senetlerimize, ideallerimize, hedeflerimize bakılırsa on yıl
sonramız bile garanti. Biz hiç ölmeyeceğiz zaten. Ama bakın Allah’ın Resûlü
diyor ki sabaha canlı çıkarırsan. Öyle ya belki çıkmayabiliriz sabaha. Belki bu
yatışımız son yatışımız olabilir. Belki aldığımız o nefesler son nefesimiz
olabilir, belki yorganımız kefenimiz olabilir, ama bunu hiç düşünmeye
yanaşmıyoruz. Siz bilirsiniz, isterseniz bunu aklınızın ucundan bile
geçirmeyin, ama alçaklar yarın öyle diyecekler. Ya Rabbi ne olur bizi geri
çevir! Yarın diyeceklerini bugün deselerdi olmaz mıydı? Ama aldanıyor insanlar,
aldanıyoruz. Dünyanın konumu bizi aldatıyor, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi,
sanki ebedî yaşayacakmışız gibi plan program yapmaya çalışıyoruz, Allah korusun.
Bakın bu
âyetin tefsiri konusunda en güzel bir tavrı Hz. Ömer Efendimizin hayatında
görüyoruz. Hz. Ömer Efendimiz hayatının son dönemlerinde Medine’de kendisi için
bir mezar kazdırır. Bazen bazen gidip o mezara yatıverir sonra da şöyle derdi:
Ey Ömer! Farz et ki şu anda öldün! Ecelin geldi ve ruhunu teslim ettin! Bir
anda hesap kitap için Rabbin ile karşı karşıya geldin ve amellerin ortaya döküldü.
Rab-bin baktı, amellerine ve beğenilmedi. Bunlar mı bana lâyık olarak
yaptıkların ey Ömer! diye Rabbin bir paçavra gibi onları yüzüne çaldı. Tıraşın
önüne indi ve gördün ki pabuç pahalı, gördün ve anladın ki işin bitik. Gördün
ki rezil ve perişan oldun. Rüsva bir vaziyette Rabbine bakacak yüzün kalmamış
olarak yine de onun rahmetine sığınarak ona dedin ki: Allah’ım! Aklım başımda
değilmiş, fırsatları kaçırmışım, ne olur bana merhamet buyur ve beni dünyaya
bir daha geri çevir dedin. Mümkün değil ama farz et ki Rabbin sana merhamet
buyurup geri çevirdi der ve o anda ayağa kalkar ve farz et ki şu anda geri
çevrildin, hadi bakalım ne yapacaksın görelim seni diyerek hayata yeniden başlardı.
Hadi bakalım bugün ne yapacaksın görelim seni derdi.
Ne güzel bir anlayış değil mi?
Şimdi biz de bugün şu saatte geri çevrilmiş olarak hadi bakalım ne yapacaksın diyelim
kendimize ve Rabbimiz için şu anda ne yapabileceksek yapmaya çalışalım. Her gün
bizler de bu ahitlerimizi yenilemeye çalışalım. Yarın perişan bir vaziyete
düşeceğimize, yarın ya Rabbi bizi geri döndür diyeceğimize, bugün
döndürüldüğümüzün farkına varalım. Bugün aklımızı başımıza alalım. Zira yarın
bir daha geri dönüş imkânlarımız da olmayacaktır bunu asla unutmayalım inşallah.
1,62- "O kulları üzerine
yegâne kahir (kahredici, güç yetirici) olandır. Size koruyucular gönderir.
Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun canını
alırlar. Onlar bu işte kusur etmezler. Sonra da gerçek mevlâları olan Allah’a
döndürülürler. Haberiniz olsun hüküm yalnızca O’nundur. Ve O, hesap görenlerin
en süratli olanıdır."
Allah
kulları üzerine yegâne Kahhâr dır, yegâne güç yetirendir, yegâne hakim olandır.
Bu konuyu sûrenin 18. âyetinde uzun uzun anlatmaya çalıştım. Ancak şu kadarını
söyleyelim ki Allah’ı Kahhâr bilmeyenlerin hayatında pek çok Kahhâr lar olacaktır.
Allah’a ait olan bu sıfatı Allah’tan başkaları üzerinde görmeye çalışan
insanlar için, kendilerini Kahhâr göstermeye çalışan bir kısım insanlar Kahhâr
pozları oynamaya başlayacaktır. Halbuki insanlar bu sıfatı sadece Rablerine
verip, sadece Allah’ı Kahhâr bilip, onları Kahhâr görmeseler, onlara değer
vermeseler onlar cücelikleri içinde kahrolup gideceklerdi.
Ama heyhat ki insanlar onları
Kahhâr görmeye başlayınca, onlar da kendilerini bir şey zannederek insanlar üzerinde
Rableşiver-mektedirler. Biz insanlar üzerinde Kahhârız! Biz asarız! Biz
keseriz! Biz istedik mi açtırırız başörtülerinizi! Biz istedik mi kestiririz
sakallarınızı! Biz istedik mi atarız namaz kılanları! Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? Biz sizin üzerinize kahir, Kahhâr değil miyiz? Ben izin vermeden nasıl
iman ettiniz? Ben müsaade etmeden nasıl secde edersiniz? Ben izin vermeden
nasıl örtünürsünüz? Ben izin vermeden bunları nasıl konuşabilirsiniz? Halbuki
sizler benim kullarımsınız! Sizleri ben okuttum! Sizler benim mekteplerimde okudunuz!
Sizin maaşlarınızı ben ödüyorum! Sizin hayatınız bizim elimizdedir! Nefes alışverişinizi
bile kontrol ediyoruz! Eğer biz müsaade etmesek adım bile atamazsınız diyenleri
kendileri üzerinde Kahhâr bilenlerin üzerinde bunlar da Kah-hâr konuma
geleceklerdir.
Sadece
Allah’a ait olan bu sıfatı insanlar
üzerinde de görme-ye başladılar mı onların üzerlerinde Kahhârlar çoğalacaktır
ve zavallı insanlar onları da razı etmek için çırpınacaklardır. Bugün maalesef
insanlardan pek çoğu bu sıfatı Allah’tan başkaları üzerinde de görü-yorlar.
İnsanlar böyle gördükleri için pek çokları da onlar üzerinde Kahhâr olduklarını
iddia ediyorlar. Ama bakın Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’yı kendisini insanlar
üzerinde Kahhâr makamında görmeye çalışan Firavun karşısında görüyoruz.
Firavun Hz. Mûsâ’ya işte seni asarım, keserim, zindana atarım, maaşını keserim,
güneşini engellerim diye tehditler savurmaya başlayınca, Allah’ın elçisi bakın
şöyle diyor.
Hz. Mûsâ öyle bir peygamber ki
sarayda, hem de bu Firavunun sarayında büyümüş, maddî imkânlar içinde, müreffeh
bir hayat içinde yetişmiş, ama bunu terk edip gitmiş. Medyen’de yedi yıl çobanlık
yapmış, aç kalmaya da susuz kalmaya da, ışıksız, yolsuz, asfaltsız, vasıtasız,
elektriksiz, telefonsuz, teypsiz, dolmuşsuz, vasıtasız kalmaya da alışmış bir
peygamber. Firavunun asarım, keserim aç bırakırım, susuz bırakırım şeklindeki
tehditleri karşısında bakın aynen şöyle diyordu: Vallahi ey Firavun, senin
tehditlerin bana vız gelir. Ben çölden, Meyden’den geliyorum. Arkamda upuzun
bir çöl bırakıp geliyorum ben. Ben bu saydıklarının hiçbirisinin olmadığı bir
ortamdan geliyorum. Açlığa, susuzluğa dünden alışmışım, sıkıntıların meşakkatlerin
Âlâsını yaşamışım ben. Senin bana yapabilecek hiçbir şeyin yoktur diyordu.
Bunu diyebilen birisine ne
yapabilecekti de Firavun? Hz. Mûsâ sarayda maddî şartlar altında, müreffeh bir
hayat içinde yetişmiştir, ama bunu terk etmiş Medyen’e gitmiş, orada çobanlık
yapmış, aç kal-maya susuz kalmaya alışmış bir peygamber vardı karşısında.
Biz de bu
hayata bir alışabilsek inanın hiç kimsenin yapabileceği bir şey kalmayacaktır.
Ama şimdi şu anda öyle miyiz? Meselâ yarın bir tehditte bulunsalar ki bizim
dediklerimizi yapmazsanız, bizi hayatınızda Kahhâr bilip bizim kanunlarımıza
itaat etmezseniz televizyon vergilerinizi ayda on milyona çıkarıyoruz! deseler
pilimiz biter değil mi? Niye? Eh televizyonsuz bir hayata nasıl dayanabileceğiz
değil mi? İyisi mi biz bunları Kahhâr bilelim ve dediklerini aynen uygulayalım
diyoruz. Ya da eğer dediklerimize uymazsanız benzin fiyat-larını şu kadara
çıkardık deseler ne yaparız? Veya meselâ otobüs seferlerini kaldırıyoruz
deseler işimiz biter değil mi? Çünkü bizler araba-sız bir hayata alışmadık.
Telefonlarınızı iptal ediyoruz deseler mahvoluruz değil mi? Lokantalarınızı,
fırınlarınızı kapatıyoruz deseler işimiz biter.
Çünkü böyle bir hayata alışmadık
bizler. Yarın tüm elektriklerinizi kesiyoruz deseler, sizi aç bırakıyoruz deseler,
sizi hapse atacağız deseler işimiz biter değil mi? Çünkü bu köleliğin dışında
da bir hayatın varlığından haberimiz yoktur bizim. Böyle bir hayatın varlığına
bir inanabilsek o zaman tıpkı Hz. Mûsâ gibi bizi bunlarla tehdit eden ve kendilerini
Kahhâr bilmeye zorlayan tüm Firavunların tehditlerinin gözümüzde beş paralık
bir değeri kalmayacak. İşte biz kendi kendimizi bazı şeylerin kölesi yapıyoruz
sonra da insanların bizim üzerimizde Rableşmelerine, kahhâr konuma gelmelerine
zemin hazırlıyoruz.
Hayır
hayır, inanmayın bu alçakların söylediklerine. Kulları üzerinde Kahhâr olan
sadece Allah’tır. Mahlukâtı üzerinde yegâne hâkimiyet sahibi olan O’dur. Tüm vücudumuzda,
tüm hayatımızda, tüm hareket ve eylemlerimizde O’nun yasaları hakimdir. Hayatımız,
varlığımız varlığımızı sürdürmemiz, yememiz içmemiz, üşümemiz, acıkmamız,
yatmamız, uyumamız, oturmamız kalkmamız, kalbimizin çalışması, kanımızın
hareket etmesi hep O’nun yasası gereğidir. İnsan her şeyiyle Allah’ın
hâkimiyeti altındadır. İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyetine mahkumdur. Alıp
verdiği nefesler bile O’nun kontrolü, izni ve hâkimiyetine tabidir. Her şey
O’nun gücü ve tasarrufu altında-dır. Her şey O’na boyun eğmiştir.
Ve O Kahhâr olan, mutlak güç ve
kuvvet sahibi olan Allah sizin üzerinize koruyucular göndermektedir. Sizlerin
yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amelleri tespit etsinler diye,
sizi görüp gözetsinler, sizin amellerini yazıp muhafaza etsinler diye ve de
sizleri korusunlar diye meleklerini göndermektedir. Ra’d sûresinde de bu ko-nu
şöyle anlatılır:
"Onların her birini önünden ve
arkasından izleyen melekler vardır. O’nu Allah’ın emriyle korurlar."
(Ra’d 11)
Bunlar hadisin
beyanıyla “Hafaza” melekleridir ki kulları onlara gelebilecek kötülüklerden
muhafaza ederler. Bir de kirâmen kâtibin melekleri vardır. İnsan yaşadığı sürece
ne yapmışsa, ne söylemişse, ne yapmayı ve ne söylemeyi niyet edip içinden
geçirmişse tamamını yazıp kaydetmekle görevli meleklerdir bunlar. Gaf sûresi de
bunu anlatır:
"İnsan
hiçbir söz söylemez ki yanı başında onu zapteden bir melek bulunmasın." (Gâff 18)
"Muhakkak ki üzerinizde koruyucu
melekler vardır. Şerefli yazıcılar her yaptığınızı bilmektedirler."
(İnfitâr
10,12)
İşte bütün
bunlar Allah’ın sizin üzerinizde hâkimiyetini, Kahhâr oluşunu, sizi kendi
halinize bırakmayıp sürekli sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza
karıştığını ve sizin her anınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek
saniye bile kendi başına değildir. Onun her hareketini kontrol eden, her
nefesini sayan Melekler vardır yanında. Zaten İslâm’daki melek inancının odak
noktası da budur işte. Yâni öyle bir Allah’a inanacağız ki melekleri
vasıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde olan bir Allah’tır O.
Değilse böyle kimilerinin iddia
ettikleri gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen
ve ne haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah değil. Evet
böyle bir Allah’a inanacağız. Değilse nasıl yaşarsanız yaşayın beni
ilgilendirmez! Hukukunuz, ticaretiniz, kılık kıyafetiniz, eğitiminiz, siyasal
yapılanmanız, kazanmanız harcamanız nasıl bilirseniz öyle yapın beni ilgilen-dirmez.
Benden bu kadar. Ben dünyanızı ve sizi yarattım, bundan sonra dilediğiniz gibi
bir hayat yaşayın. Dilediğiniz gibi giyinin, so-yunun. Dilediğiniz gibi bir hukuk yapın. Dilediğiniz gibi hukuk yapın.
Dilediğiniz gibi bir dünya yaşayın diyen bir Allah değil.
Melekleri olan ve bu melekleri vasıtasıyla
yeryüzünde aranızdan seçtiği kullarına vahiy gönderen bununla bizi sorumu
tutan, ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl bir hayat programı takip
edeceğimizi bize ulaştıran bir Allah’a iman edeceğiz. İşte İslâm’daki melek
inancının önemi buradadır. İnanacağız ki yaptığımız ettiğimiz her şey melekler
tarafından azılıp tespit edilmektedir. Yaptığımız her şeyden yarın mutlak
hesaba çekileceğiz.
Evet, Allah
sizin üzerinize meleklerini gönderir. Nihâyet sizden birine ölüm gelip çattığı
zaman onu tarafımızdan elçilerimiz öldürürler, emrimizle onun ruhunu alırlar.
Kimse buna itiraz edemez. Kimse buna karşı gelemez. Sonunda hepiniz Rabbinizin
sizin adınıza takdir ettiği bu ölüm yasasına boyun eğmek zorundasınız.
Hayatınız da Allah’ın elindedir, ölümünüz de. Dünyaya gelişiniz, erkek kadın oluşunuz,
beyaz esmer oluşunuz, boylu bodur oluşunuz, dünyaya geliş zamanınız, hayatta
kalış süreniz nasıl sizin elinizde değilse, hayata veda edişiniz de sizin
elinizde değildir. Vaktiniz geldi, miadınız doldu mu melekler sizi öldürür.
Ve bizim
elçilerimiz asla kusur etmezler. Hangi konuda? Ne sizi belâlardan koruma
konusunda, ne sizin amellerinizi tespit etme konusunda, ne sizi kontrol etme
konusunda, ne sizin ölüm zamanınızı unutup ihmal etme konusunda zerre kadar
kusur etmezler. Rabbiniz onlara ne emretmişse, nasıl emretmişse aynen onu uygularlar.
Ne kendileri geç kalırlar, ne de ölen kişiyi geç bırakırlar.
Sonra
sizden ölenler gerçek Mevlâları olan, gerçek velileri olan Allah’a
döndürülürler. Dünyada gerçek velileri olan ve velâyeti altındaki kulları adına
aldığı kulluk maddelerini, kulluk programlarını unutup kendilerine sahte
veliler bulan ve bu velilerin kendileri adına belirledikleri hayat
programlarını uygulamaya çalışan insanları Allah’ın melekleri gerçek velileri
olan ve yeryüzünde kullarına hayat programı belirleme yetkisine kendisinden
başka hiç kimsenin sahip olmadığı Rablerinin huzuruna götürürler. Bu insanlar
bu Allah’ı unutup da başkalarının kanunlarını uygulamaya çalışan insanlar
gerçek velilerinin Allah olduğunu iki kere anlarlar. Bir, ölüp giderlerken o
sahte velilerin, o yapay tanrıların ve tanrıçaların kendilerine hiçbir
faydalarının olmadığını görerek anlarlar bir, bir de Rablerinin huzuruna vardıkları
zaman anlarlar bunu. Tüm bu sahte velilerin ellerinde hiçbir şeyin olmadığını
ve kendisi gibi aciz birer kul olduklarını anlarlar.
Dikkat edin
hüküm O’nundur, hâkimiyet sadece O’na aittir, hükmü O verecek ve hesaba çekecek
olan O’dur ve O hesabı en seri olandır. Evet hâkimiyet elinde olan O’dur ve tüm
insanları hesaba çekecek olan O’dur. Öyleyse ey Allah’ın kulları! Madem ki
yarın yaşadığınız hayatın hesabını ona vereceksiniz, sizi yaratan, sizi
yeryüzünde yaşatan, sizin şu anda istifade ettiğiniz tüm nîmetleri size bahşeden,
sonra dilediği bir zaman diliminde sizi öldürecek olan gerçek veliniz dururken
O’nu bırakıp da nasıl kendinize yeni yeni veliler bulmaya ve onların
kanunlarını uygulamaya kalkışıyorsunuz? Buna nerden cesaret buluyorsunuz? Sizi
hesaba çekmeyecek olan, sizin hayatınızda en ufak bir hakları bulunmayan ve
tıpkı sizler gibi Allah’ın yasalarına teslim olmak zorunda olan bu yapay
tanrıların programlarını uygulamaya sizi iten sebep nedir ki sonunda sizler
gerçek velinizin ceza ya da mü-kafatına döndürüleceksiniz. Bundan hiç kimse
kurtulamayacaktır. Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz kullarını vicdanlarıyla yüz
yüze getirerek kendi kendileriyle hesaplaşmaya dâvet etmektedir.
63,64- "De ki: "Kara ve
denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır? Eğer bundan bizi kurtarırsan şükre-denlerden
olacağız diye Ona gizli gizli yalvarır yakarır-sınız. De ki: "Allah sizi
ondan ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da O’na şirk koşarsınız."
Yâni böyle
karanın ve denizin karanlıklarında kaldığınız zaman, yolunuzu yitirdiğiniz
zaman, bir çıkmazla karşı karşıya kalıp eliniz böğrünüzde ne yapacağınızı
şaşırdığınız zaman, ciddi bir tehlikeyle burun buruna gelip ondan kurtuluş
ümitleriniz inkisâra uğradığı zaman ne yaparsınız? Kime yalvarıp yakarırsınız?
Kime yönelir ve kimi imdadınıza çağırırsınız? Denizde boğulma tehlikesiyle
karşı karşıya gelip can havliyle dalgalarla boğuşmaya başladığınız zaman ya da
karada hanımınız hasta hanede ecel teri dökmeye başladığı bir hengamede veya
borçlularınız kapınıza gelip dayandıkları zaman, mahkemede hakim karşısında ecel
teri dökmeye başladığınız zaman, içinden çıkamayacağınız ciddi bir dertle karşı
karşıya geldiğiniz gizli ve açık olarak ya da korku ve ümit içinde kime
yalvarır, kime dua edersiniz? Yemin olsun ki o bizi bu sıkıntıdan kurtarırsa
muhakkak biz şükredenlerden olacağız diye kime müracaat edersiniz?
Allah’a dua edersiniz değil mi?
Yâni böyle bir durumda sizi kurtaracak tek varlığın Allah olduğunu, Allah’tan
başka hiç kimsenin yapabileceği bir şeyin olmadığını, Rabbinizden başka hiçbir
gücün sizin imdadınıza yetişemeyeceğini siz de biliyor ve itiraf ediyorsunuz.
Vicdanlarınız buna şahitlik ediyor. Size yardım edebilecek, sizin tüm sıkıntılarınızı
yok edecek, sizin kaderinizi belirleyen varlığın sadece Allah olduğunu biliyor
ve böyle durumlarda sadece Rabbinize dua ediyorsunuz.
Evet sizi ondan ve her türlü
tehlikeden, her türlü kederden, her türlü sıkıntıdan kurtaran Allah’tır. Allah
sizi bu tehlikeden kurtarıp sahil-i selâmete çıkardığı zaman da hemen O’na yan
çizmeye ve O’na şirk koşmaya başlıyorsunuz. Darda kaldığınız zaman size rızık
gönderen Rabbinizi unutup kendinize O’ndan başka Rezzaklar bulmaya ve onların
arzularını gerçekleştirmeye kalkıyorsunuz. Bu ikinci üçüncü derecede
Rezzaklarınızın gazabına maruz kalmamak için, tayininizin çıkarılmaması,
maaşınızın kesilmemesi için onların arzularıyla Rab-binizin arzuları çatıştığı
zaman, Rabbinizin hatırını ayaklarınızın altına alma pahasına onların hatırını
başınıza taç yapmaya kalkışıyorsunuz. Sizi koruyan Rabbinizi unutup kendinize
yeryüzünde yeni yeni Rabler bulup onların koyduğu kanunları uygulamaya
kalkışıyorsunuz. Allah’tan başka sığınacak varlıklar bulup onlara sığınmaya, onlara
dua edip yardımınıza çağırmaya kalkışıyorsunuz. Darda kalınca gerçek Rabbinizi
hatırlıyor, tehlike geçince de başka Rabler bulup onlara itaat etmeye kalkışıyorsunuz.
Çok ciddi
bir tehlike anında ister mü'min olsun ister kâfir her-kes Allah’a
yalvarmaktadır. Bundan anlıyoruz ki tüm insanlarda fıtrat tevhidtir, öz cevher
tevhidtir, şirk ise sonradan ona arız olmuş bir kabuktur.
İşte böyle çok ciddi bir tehlike
anında insan fıtratı açığa çıkmaktadır. Fıtratın üzerini örtmüş olan kabuk o
anda dökülüveriyor ve insanın fıtratı açığa çıkıveriyor.
"Sizi karada ve denizde yürüten
Allah’tır. Bulun-duğunuz gemi içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken;
Yolcular neşelenirler. Ama bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların
sardığını, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise; Allah’ın dinine
sarılarak: "Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan andolsun ki sana
şükredenlerden olacağız" diye ona yalvarırlar."
(Yunus 22)
Meselâ
bakın bâtılı kâfirler Titanik diye bir gemiye binerler ve Okyanusa açılırlar.
Yüzlerce mühendisin rapor vererek bu gemi bat-maz dedikleri geminin içinde her
türlü günahları işleyerek kam alma-ya çalıştıkları bir sırada gemi bir buzula
çarpar ve yavaş yavaş batmaya başlar. Birkaç saat öncesine kadar Allah’ı hiç
hatırlarına getir-meyen bu insanların tümünün güverteye çıkarak Allah’a dua
ettiklerini görüyoruz. Çünkü böyle bir durumda kendilerine Allah’tan başka
yardım edecek hiç kimse yoktur. O anda kabuk mahiyetinde bulunan şirkin yok
olup fıtratlarının, mayalarındaki tevhidin açığa çıktığını görü-yoruz. Yine meselâ Mekkeli müşriklerin Ebrehe
güçlü kuvvetli ordusuyla kapılarına dayandığı zaman, Kâbe’nin içindeki tüm
putlarını unutup Kâbe’nin örtülerine sarılıp: "Ey bu beytin Rabbi! Bizi
böyle bir durumda ancak sen koruyabilirsin! Bu putlarımızın bize bugün yapabilecekleri
bir şey yoktur diye dua ettiklerini biliyoruz. Bir tehlike anın-da
fıtratlarındaki öz cevherin, tevhidin açığa çıktığını görüyoruz. Ama tehlike
geçtikten sonra da bu insanların kendilerini kurtaran Rablerini unutup yine
eski şirklerine, eski küfürlerine dönüverdiklerini görüyoruz.
Bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz buyuracak ki e bir tehlikeyi atlattık diye tüm
tehlikeler atlatılmış değil ki. Yeryüzünde sıkıntı sadece o anda yaşadığınız
sıkıntı değil ki. Ya şöyle yaparsa Allah o za-man ne yapacaksınız diyerek büyük
bir tehlikeden, büyük bir azaptan söz etmeye başlayacak:
65-"De ki: "Üstünüzden ve
altınızdan size azap göndermeye, sizi fırka fırka yapıp birinizin acısını diğerine
tattırmaya kadir olan odur." Anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl yerli
yerince açıkladığımıza bir baksana."
Eğer bu
nankörlüklerinize devam ederseniz, sıkıntılı anları-nızda Rabbinizi hatırlar
ama sıkıntıdan kurtulup sahil-i selâmete çık-tıktan sonra da başka Rabler
bularak Rabbinize yan çizmeye, Rab-binizin kitabına karşı, peygamberine karşı
ilgisiz bir tavır sergilemeye ve Allah’ın sizden istediği hayatı bırakıp
başkalarının hayat program-larını uygulamaya devam ederseniz bilesiniz ki Allah
sizin üstünüz-den ve altınızdan azap göndermeye ve böylece sizden intikam almaya
kadir olandır.
Başınızın
üzerinden ve ayaklarınızın altından size azap gön-dererek sizi cezalandırmaya
ve sizden intikam almaya kadirdir O Allah.
Üstünüzden,
semadan yıldırımlar göndererek, taşlar yağdırarak, tufan göndererek,
altınızdan, ayaklarınızın altından zelzele, deprem, toprağın yarılıp
üstündekileri içine alması gibi birtakım azaplar göndererek sizden intikam alandır
o Allah. Veya düşmanlarınızla aranızda savaş kıvılcımlarını tutuşturuvererek
silah depolarını, uçakları ve füzeleri harekete geçirerek üstünüzden
milyonlarca ton bomba yağdırarak içine gömülüp, rahata meyledip Rabbinizi unuttuğunuz
evlerinizi kan gölüne çevirerek sizden intikamını alır o Allah. Veya altınızdan
göndereceği bir depremle tüm evlerinizi, tüm kentlerinizi, tüm yerleşim
birimlerinizi yerle bir ediverir ve böylece sizden intikamını alır o Allah.
Veya sizin
idarecilerinizi bozuverir, bir kısım zalim, fâsık ve fa-cir kimseleri başınıza
baş yapar, onları sizin başınıza musallat eder, onların zulüm ve baskıları
altında sizleri ezerek üstünüzden azap gönderir Allah. Hizmetçilerinizi
bozarak, onları size itaatten çıkarıp isyan içine düşürerek, böylece size
altınızdan azap gönderir. Veya meselâ toplumun ayak takımı denen zümreyi, başı
bozuk anarşistlerini baştan çıkarıp terör, isyan ve kıtal gibi eylemlerin peşine
takarak sizin mal ve can güvenliğinizi bozarak altınızdan size azap gönderir
Allah. Veya önceki toplumlara yaptığı gibi üstünüzden ve altınızdan azap
göndererek sizden intikam alır. Meselâ yeryüzünde cinsel ahlâksızlığı doruklaştıran
Lût kavmine yaptığı gibi üstünüzden taş yağdırmaya ve sizin topunuzu yok etmeye
kadirdir Allah.
Veya yeryüzünde tâğutlaşan,
kendisini Allah yerinde gören, Allah kanunlarını beğenmeyip onun yerine kendi kanunlarını
ikame etmeye kalkışan Firavunu suda boğduğu gibi sizin de böyle altınızdan sular
göndermek sûretiyle sizden intikam almaya güç yetirendir Allah. Veya
yağmurların kesilmesi şeklinde, bereketin kaldırılması biçiminde üstünüzden,
toprağın kuraklaşıp sizi açlık ve kıtlığın sarıvermesi biçiminde altınızdan
azap göndermeye kadirdir Allah.
Yahut da
size şia elbisesi giydirerek, sizi parça parça, grup grup, hizip hizip, parti
parti yapar da sizi birbirlerinize düşman ederek birinizin acısını diğerine
tattırarak Allah sizden intikamını alıverir. Şia; böyle her biri bir emire, bir
lidere, bir reise bağlı fırkalar, gruplar ve partiler anlamına gelmektedir.
Evet eğer sizler Rabbinizin kitabını uygulamaktan vazgeçer, onun elçisinin
getirdiği hayat programını bırakıp başka Rablerin, başka İlâhların hayat programlarını
uygulamaya kalkışır ve böylece Rabbinize karşı isyan bayrağını çekerseniz, işte
Allah da sizden böylece intikamını alacaktır. Sizi grup grup, parti parti,
parça parça parçalar da aranıza husumetler, düşmanlıklar atar ve birinizin
acısını diğerine tattırarak sizden intikamını alıverir.
Şu anda
İslâm dünyası bunu yaşamaktadır. Grup grup olmuş, hizip hizip parçalanmış
Müslümanlar aralarındaki ufak tefek ayrılıkları temelde itikadî ayrılıklarmış
gibi görerek birbirlerinin defterini dürme-ye, birbirlerini tekfir etmeye
çalışmaktadırlar. Müslümanlar birbirlerin-den çektiklerini hiçbir zaman
düşmanlarından, kâfirlerden çekmemek-tedirler. Müslümanlar ne zaman Allah’ın dininden
uzaklaşmışlar, ne zaman Allah’ın kitabını arkalarına atarak onun yerine
başkalarının ka-nunlarını uygulamaya başlamışlar, ne zaman Allah’ın elçisine
karşı ilgisiz bir tavır takınmışlar, ne zaman Rablerinin kendileri için gönderdi-ği
kanunları terk edip aralarından çıkardıkları bir kısım beşerî kanun-ları uygulamaya
başlamışlarsa bu azabı hep tatmışlar, bu belâyı hep enselerinde görmüşlerdir.
Parça parça olma, birbirine düşman olma ve birbirlerinin acısını tatma azabını
her zaman yaşamışlardır. Ve şu anda da Müslümanlar kâfirlerden, düşmanlarından
değil birbirlerinden çekmektedirler. Ama bunun sebebi yine kendileridir. Yâni
bu cezayı kendileri hak etmektedirler. Aralarında Allah’ın sitemini uygulamaktan
vazgeçip kendi yanlarından çıkardıkları kanunları ve sistemleri uygulamaya
başlayarak insan kanunlarından yana, demokrasiden yana ol-dukları için bunlar
başlarına gelmektedir.
Elbette
Allah sistemini terk edip de demokrasiyi tercih eden insanlar böyle parça
parça olacaklardır. Bu onların tercih ettikleri sistemin kaçınılmaz bir
gereğidir. İnsanların insanlara kulluğu demek olan, insanlardan bir bölümünün
idare eden öbür bölümünün de idare edilen ya da bir bölümünün kanun koyan,
öteki bölümün de bu kanunlara uyan, bir başka deyişle insanların bir bölümünün
Rab, öteki bölü-münün de onlara kul köle oldukları demokratik sistemlerde
güçlüler, iktidardakiler sürekli zayıfları ezmekte ve onları sürekli kendi
görüşlerini kabule zorlamaktadırlar. Çünkü İslâm düzeninde, İslâm toplumunda
olduğu gibi hepsinin ortaklaşa kabul ettikleri, hepsinin birlikte baş vurdukları
tek bir ölçü yoktur hayatlarında. Tüm kullarını aynı ölçüde ve aynı değerde
kabul eden yaratıcı bir Rab tarafından konulmuş ve toplumda herkesin iman edip
uymak zorunda olduğu değiş-mez kurallar yoktur onların hayatlarında. Yâni toplumda
herkesin emrine boyun eğeceği, herkesin arzularına teslim olacağı bir İlâhları
yoktur onların. Aksine çok çeşitli İlâhları çok fazla Rableri vardır onların.
Hâkimiyetin, ulûhiyetin ve teşri
hakkının kendilerinde olduğunu iddia eden bu sahte ilâhlar, bu yapay tanrılar
ve tanrıçalar insanları bölük bölük bölmüşler ve her bir bölüğü kendi peşlerine
takmışlar birbirleriyle savaştırmaktadırlar. İşte böylece bölük bölük olan
Müslümanlar birbirlerini yemekle meşguller. Onlar birbirlerini yemekle meşgul
olunca da düzen yaşama imkânı buluyor ve böylece bir oyun devam edip gidiyor.
Evet bu tür demokratik toplumlarda insanlar bölük bölüktür. Kimileri rab
kimileri kul, kimileri kanun koyucu kimileri bunlara itaat edici, kimileri
idare edici, kimileri idare edilen, böyle Rabler ve kullar haline gelmişlerdir.
İşte böyle hepsi insan oldukları
halde, hepsi de kul oldukları halde, hepsi de birbirlerinden farksız aciz varlıklar
oldukları halde kimilerinin Rab kimilerinin kul konumunda olmaları toplumda
fertlerin birbirlerine karşı kin, nefret, düşmanlık ve haset duyguları devam edip
gitmektedir. Bir grup diğerine hükmetmekte, bir grup diğerini ezmekte ve bir
grup sürekli diğer bir grubun acısını tatmakta, biri diğeri yüzünden azap
çekmektedir. İşte Allah sizi böyle hizip hizip, parça parça yapar da birinizin
acısını diğerine tattırır ve böylece sizden intikam alır. Ama unutmayalım ki
insanlar bu duruma ken-dileri düşmektedirler. Allah’ın sistemini terk eden,
Allah’ın kitabını arkasına atan, Allah’ın kanunlarını değil de başkalarının
kanunlarını uygulayarak onlara kulluk yapmaya çalışan bir toplumunun hayatında
bu durum kaçınılmazdır. Allah işte böylece onları parça parça yapacak ve
birinin eliyle ötekisinden intikam alacaktır.
Nitekim
İbni Mâce de Allah’ın Resûlünün şöyle buyurduğu rivâyet edilir: Allah’ın
Resûlü bir Mescide girdi ve orada namaz kıldı. Uzunca kıldığı namazından sonra
uzunca dua etti ve duasından sonra da şöyle buyurdu:
"Rabbimden
üç şey istedim, bunlardan ikisini Rab-bim bana verdi ama diğerini vermedi.
Ümmetimin suda boğularak helâk etmemesini istedim bu dileğimi kabul bu-yurdu.
Ümmetimi kıtlıkla helâk etmemesini diledim onu da kabul buyurdu. Onların parça
parça olup birinin acısının diğerlerine tattırılmamasını diledim, fakat Rabbim
bunu kabul etmedi. Ama en kolayı da budur"
Sonra da ilâve ederek:
"Ve
ben ümmetim adına sadece dalâlete düşürücü yönetici ve önderlerden korkarım.
Onlar yüzünden ümmetimin arasına bir kere kılıç girdi mi artık kıyâmet gününe
kadar bir daha kaldırılmaz."
(İbni Mâce,
fiten 91)
Buna göre
bu ümmetin top yekun suda boğulması, topyekun kıtlıkla helâk edilmeleri
olmayacaktır, ama bu ümmet gruplara ayrılacak ve birinin acısını diğerleri tadacaktır.
Hadisin başka rivâyetlerinde:
"Rabbimden
bizden olmayan bir düşman grubunu bize musallat kılarak onları bize muzaffer
etmemesini diledim, Rabbin bu dileğimi de kabul buyurdu."
İlâvesi
vardır. Ancak anlıyoruz ki bu ümmet toptan bu şekillerde helâk edilmeyecektir.
Değilse bu ümmet içinde suda boğulanlar da olacaktır, kıtlıkla helâk edilenler
de olacaktır. En doğrusunu şüphesiz Allah bilir.
66-"Ey peygamberim! Gerçekten
senin milletin Kur’an’ı yalanladı. De ki: "Cezanızı ben verecek değilim.
Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır ki siz yakında onu bileceksiniz."
Rabbinin
sana hak olarak, haklı olarak, hakkı gündeme getir-mek ve hakkı ikame etmek
üzere, yeryüzünde yolların en güzelini, en doğrusunu ortaya koymak üzere indirdiği
kitabını senin toplumun yalanladılar. Sen onların bu yalanlamalarına karşı
onlara de ki: Ben sizin üzerinize bir vekil değilim! Benim görevim sağırlara
duyurmak, körlere göstermek, ölüleri diriltmek, kalplere hükmetmek, insanları
bir bakışıyla hidâyete ulaştırmak, size görmediklerinizi göstermek sûretiyle
zorla sizin kalplerinize imanı sokmak değildir. Yâni sizin bu sizi yaratan ve
sizin Rabbiniz olan Allah’a karşı, Rabbinizin kitabına ve size gönderdiği hayat
programına karşı takındığınız bu bozuk düzen tavırlarınızdan ötürü size sizin
hakkettiğiniz azabı göndermek de benim elimde olan bir şey değildir. Onu
göndermek Allah’ın işidir. Bunu ancak Rabbim yapar.
Sakın beni Allah’la
karıştırmayın. Beni Allah makamında görüp ondan beklenmesi gereken şeyleri
benden beklemeye kalkışmayın. Benim vazifem sadece Rabbimin bana vahyettiği bu
kitapla sizi uyarmak ve size bu kitabın sunduğu hakkı, imanı, kulluğu ve hidâyeti
size göstermek hak ve bâtıl yolları size beyan etmektir. Ve ben bu görevi-mi
yaptım. Sizi Allah’ın âyetleriyle uyardım. Artık bundan sonrası Rabbime aittir.
Rabbim dilerse işlediğiniz suçlardan ötürü üzerinize azap göndererek işinizi
bitirir dilerse bu işi âhirete tehir buyurur. Bu beni ilgilendirmez. Ben sizin
üzerinize vekil değilim. Ben sizin için bir koruyucu değilim. Yâni ben size ne
onun azabını getirebilirim ne de böyle bir azap geldiği zaman Rabbimin azabından
sizi kurtarabilirim. Çünkü ben de sizin gibi bir kulum. Ben bir beşerim. Benim
sizden farkım Allah beni elçi seçti ve sizin hayatınıza karışıp hayat programı
gönderme konusunda beni odak nokta yaptı, hepsi bu kadar.
Şimdi inkar
ede durun bakalım bu haberi. Yalanlaya durun bakalım bu kitabı. Ama şunu
unutmayın ki her haberin bir gerçekleşme zamanı vardır. Kur’an’ın dünya ve
âhiretle ilgili verdiği her bir haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Her
haber verilen şeyin kararlaştırıldığı bir zamanı vardır. Size haber verilen bu
azabın da muhakkak gerçekleştirileceği bir zamanı vardır. Ama onu ben değil
Rabbim bilmektedir deyiver onlara denmektedir. Bundan sonra işte böyle birilerine
hakkı duyurduktan sonra, kitabı duyurduktan sonra eğer onlar duyurduğunuz bu
kitabı ve bu kitabın haber verdiği hak bir hayatı reddedip yalan saymaya
kalkacak olurlarsa o zaman onlardan ayrılmak zorundasınız buyurarak müminlere
yol göstermeye başlayacak Rabbimiz.
68,69: “Âyetlerimizi çekişmeye
dalanları görünce, başka bir zırvaya dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Eğer
şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle birlikte
oturma. Sakınan kimselere onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur. Fakat
bir hatırlat-madır; belki sakınırlar."
Bu âyetiyle
Rabbimiz mü’minlerle mü'min olmayanların saflarını ayırmayı murad ediyor.
Safların kesin hatlarla ayrılmasını istiyor Rabbimiz. Aralarındaki bütün
bağların koptuğunu ve mü'minlerin onlardan ayrılmaları gerektiğini anlatıyor.
Mü’minlere zalimlerin meclis-lerinde oturulmaması gerektiği haber veriliyor.
Nisâ sûresinde de ben-zer konu anlatılmaktadır. Belki de oradaki âyet bu âyetin
tefsiridir denmiş:
"O size kitapta "Allah’ın
âyetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğiniz zaman (onlar)
başka bir söze geçinceye kadar onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de aynen
onlar gibi olursunuz diye indirdi. Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin
hepsini cehennemde toplayacaktır."
(Nisâ 140)
Birileri
oturmuş bir yerlerde Allah’ın sistemini, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini
inkar ediyorlar. Allah’ın âyetlerini yalanlıyorlar. Allah’ın âyetleriyle
istihza ediyorlar. Allah’ın âyetleriyle dalga geçiyorlar. Allah’ın âyetlerini
eğlencelerine, lehviyyatlarına, lağviyyatlarına malzeme ediyorlar. Ya da
Allah’ın âyetlerini tevil ediyorlar, Allah’ın âyetlerine Allah’ın yüklemediği
anlamları yüklemek sûretiyle âyetleri alay konusu yapmaya çalışıyorlar.
Allah’ın demediklerini dedi, dediklerini de demedi biçiminde âyetleri öteye
beriye sündürmeye ve kendi suçlarına kılıflar bulmaya çalışıyorlar. Okuyorlar
âyetleri ama kendi fikirlerine delil arıyorlar, kendi anlayışlarına yol
arıyorlar.
Meselâ adamlar okuyorlar
âyetleri: Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada parti anlatılıyor.
Burada bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada
doktor olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim
kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada
bunlar anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni anlatıyor, bizi anlatıyor, ama kesinlikle
hak olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye kendi düzenlerine uyguluyorlar.
Kendi halılıklarına yorumluyorlar.
İşte böyle
Allah’ın kitabıyla Allah’ın âyetleriyle dalga geçildiğini, alaya alındığını,
istihza edildiğini, inkar edildiğini, yalanlandığını gördüğünüz zaman bu
zalimlerin meclislerinde asla oturmayın. Böyle bir durumda Müslüman derhal
müdahale etmelidir. Ya sözü âyetlerin alayı konusundan başka bir noktaya
çekmeli, eğer buna gücü yetmiyorsa da derhal o meclisi terk etmelidir. Bu
protestoyu çok açık bir şe-kilde yapmalıdır. Yâni onların meclislerinden kalkıp
giderken: Efendim çok önemli bir işim çıktı! Kusura bakmayın, kalkmak
zorundayım! Tuvalet ihtiyacım var! gibi bir mâzeret ileri sürerek değil, açıkça
ve mertçe burada Allah’ın âyetleriyle alay ediliyor! Burada Allah’ın diniyle
istihza ediliyor! Allah’ın gazap ettiği bir cemaatın içinde benim oturmam
kesinlikle mümkün değildir diyerek kalkıp gitmek gerekmektedir.
Eğer bir Müslüman böyle Allah’ın
diniyle, Allah’ın âyetleriyle alay edilen bir mecliste onlarla beraber oturmaya
devam edecek olursa, hezimetin ilk basamağına adımını atmış olacaktır. Eğer Müslü-manlar
olarak bizler böyle kimselerin meclislerinde oturmaya devam edecek olursak o zaman
zımnen de olsa onların bu alaylarını, bu dalga geçmelerini sükut ederek kabul
etmiş olacağımızdan, yahut da bizim onların yanında oturmamız sonucunda zımnen
de olsa onlar bu suçlarının bizim de kabul ettiğimiz sonucunu çıkararak kendi
suçlarına kılıf bulmaya kalkarlarsa Allah korusun o zaman Nisâ’daki âyet
geçerli olacaktır.
"Siz de aynen onlar gibi
olursunuz. Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplaya-caktır."
(Nisâ 140)
Âyeti bizim hakkımızda geçerli
olacaktır. O zaman bizler kimliksiz, şahsiyetsiz kimseler durumuna düşeceğiz
demektir.
Allah’ın
diniyle Allah’ın âyetleriyle alay edilen meclislerde oturan bazı zavallı
kimseler kendilerini güya sabırlı, müsamahakâr kimseler olarak kabul ederler.
Böylece siyaset yaptıklarını, fikir hürriyetin-den yana olduklarını iddia
ederler. Halbuki Allah eğer onlarla oturma-ya devam ederseniz o zaman siz de
onlardan olursunuz buyurmak-tadır. Halbuki Allah’ın dinini, Allah’ın
âyetlerini müdafaa imanın ta kendisidir. Kişideki imanın sosyal hayatta tezahürünü
anlatırken bir hadislerinde Allah’ın Resûlünün şöyle buyurduğunu biliyoruz:
"İmanı
en kuvvetli olan mü'min gördüğü bir kötülüğü elle düzeltir, imanı biraz zayıf
olan onu dille değiştirmeye çalışır. Ama bazı mü'minler de vardır ki bunların
imanları ancak onları o kötülük mahallinden uzaklaştırabilir. Ama kişi bunu da
yapamıyorsa o zaman hardal tanesi kadar onun imandan nasibi kalmamıştır."
Müslümanın
esas vazifesi bulunduğu yer ve makam neresi olursa olsun orada Allah’ın
hâkimiyetini gerçekleştirmektir. Gücünün yettiği her zaman ve zeminde Allah’ın
otoritesini gerçekleştirmek zorundadır, ondan beklenen budur. Kalkıp gitmek
ise gücünün bittiği noktadadır. Meselâ diyelim ki evinizde çocuğunuz İslâm’la,
Allah’ın âyetleriyle alay edecek ve siz hemen kalkıp gideceksiniz, olmaz böyle
şey. Veya hanımınız, akrabalarınız, talebeleriniz, arkadaşlarınız Allah’ın
âyetleriyle alay edecek ve siz çaresiz kalkıp gideceksiniz. Olmaz böyle şey.
Veya meselâ müşteriniz İslâm’la alay edecek siz de sırf ona mal satabilmek için
sabırla onu dinlemek zorunda kalacaksınız, olmaz böyle şey. Mü'min gücünün
yettiği yerde derhal müdahale edecek ve Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini
müdafaa adına elinden gelen her şeyi yapmaya çalışacaktır.
Dikkat
ederseniz âyet-i kerimede iki "Havz" dan yâni iki dalmadan
bahsediliyor. Bunlardan birincisi Allah’ın âyetleriyle alaya dalma, âyetleri
lehviyyatlarına malzeme yapma, vahyi inkar ve istihza konusu yapmaya dalmadır.
Bir diğer "Havz", bir diğer dalma da âyetlerle alaya dalma değil de
başka boş şeylere, yâni lüzumsuz zırvalara dalmadır. Meselâ Mercedes almaktan
Ford satmaya kadar attan, avrattan, fiyattan, murattan, marktan, dolardan,
Amerika’dan, Etiyopya’dan, Çin’den, Maçin’den, Mançurya’dan bahse dalmadır.
İşten, aştan, karıdan, kızdan, devlet kurmadan, devlet yıkmadan bahse dalmadır.
Şâ-yet oturduğunuz yerdeki insanlar Allah’ın âyetleriyle alaya dalmayı bırakır
da böyle öteki zırvalara dalmışlarsa bu durumda eğer orada oturmak
zorundaysanız oturabilirsiniz diyor Rabbimiz.
Şöyle bir
muhasebe yapın. Son bir hafta içinde kimlerle oturdunuz? Kimlerle beraber
oldunuz? Kimleri dinlediniz? Ve neler konuşuldu oturduğunuz meclislerde? Ve siz
kaç meclise hakim olabildiniz? Kaç mecliste insanların dalmalarına engel olup
orada Allah’ın hâkimiyetini kurabildiniz? Haç yerde münâfıklar durumuna
düştünüz? Kaç meclisi protesto edip kalkıp gittiniz? Eğer Müslüman isek ve bu
âyetler bizim inandığımız bir kitabın âyetleriyse bunun hesabını yapmak
zorundayız.
Ama bazı
meclisler var ki oturduğumuz, bulunduğumuz onları biz kendimiz seçmiyoruz
seçemiyoruz. Meselâ kodese tıkılmışsak ve beraberimizdeki insanlar Allah’ın diniyle
alay ediyorlar ama bizim onları engelleme ve oradan uzaklaşma imkânımız da
yoksa bu başkadır. Veya meselâ Ankara’ya gitmem gerekiyor. Falan otobüs
şirketiyle mi? Yoksa filanların şirketiyle mi? Bunlardan hangisini tercih edeceğim?
Bunların tamamının İslâmî duyarlılıkları bellidir. Yol boyunca birçok İslâm
dışı tavırlarına şahit oluyorum. Namaz vakitlerinde durmuyorlar hiçbirisi. Yol
boyunca müzikle başımı şişiriyorlar hepsi. Aynı za-manda bu yolculuk esnasında
oturduğum koltuğu paylaştığım kişiyi de ben seçmiyorum. Tesadüfen birisi gelip
yanıma oturuyor ve çarşaf gibi elindeki dinime küfreden mikrop gazeteyi açıyor.
Ne yapabilirsiniz? Diyelim ki ikaz ettiniz, ama dinlemedi. Nasıl kalkıp
gideceksiniz yanından? Nasıl boykot edeceksiniz onu? Tamam Rasulullah’ın
Mekke’den Medine’ye giderken onun yol kılavuzu da bir müşrikti ama
Rasulullah’ın yolculuğu Allah’ın emriyle meşru bir yolculuktu. Düşünüyorum da
acaba bizim tüm yolculuklarımız böyle meşru yolculuklar mı? Yâni acaba bizim
tüm yolculuklarımız Rasulullah’ınki gibi İslâmî midir? Bunu tam olarak
bilemiyorum. Eğer bu sorunun cevabını müspet olarak verebilseydik belki işimiz
biraz daha kolaylaşacak ve yolculuklarımızı Rasulullah’ınkine kıyaslama
imkânımız olabilecekti.
Bir de
bizler bu iş için neyin İslâmî neyin İslâm dışı olduğunu bilmek zorundayız.
Meselâ diyelim ki insanlar bir meclise oturmuşlar, orada bir şeyler
konuşuyorlar. Biz de gelip o meclise oturduk. Şimdi neyin İslâmî, neyin İslâm dışı
olduğunu bilmek zorundayız ki orada bir tavır belirleme imkânımız olsun. O
halde bizler İslâm’ı bilmek zorundayız. Bizler Allah’ın âyetlerini tanımak zorundayız
ki orada âyetlerin lehine mi konuşuluyor, yoksa aksine mi konuşuluyor bu konuda
bir karar verebilelim. Evet âyetin devamında buyurur ki Rabbimiz:
Eğer şeytan
size unutturursa hatırlar hatırlamaz hemen onların yanından ayrılmalısınız.
Yâni eğer şeytan sizi meşgul ederse, şeytan size bu yasağı unutturursa, onlarla
birlikte oturma yasağını size unutturursa ya da onlarla beraber olmama emrini
size unutturursa o zaman hatırlar hatırlamaz hemen kalkın diyor Rabbimiz. Âyetin
bu bölümü hitabın tüm mü’minlere olduğu göstermektedir. Sonra da di-yor ki
Rabbimiz: Muttakilere onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur. Yâni onların
cinsiyetleri, milliyetleri bir olsa da aralarında herhangi bir mesuliyet
yoktur. Zira Allah’ın nizamında kavmiyetin bir değeri yoktur. Zalimlerin
günahlarından mü’minlere bir sorumluluk yoktur, ancak muttakilere bir
hatırlatma gerekir, belki de onlar bu hatırlatma sonucunda adam olurlar. Yâni
onların bu işlediği suçlardan ötürü muttakilere bir sorumluluk yoktur. Onlar
ayrı bir gruptur mü'minler ayrı gruptur. Onlar ne suç işlerse işlesinler
mü'minler onların işledikleri günahlardan asla sorumlu tutulmayacaklardır.
Ancak mü’minlere bir hatırlatma, bir uyarma görevi vardır. Yâni takva
sahiplerinin görevi Allah’ın âyetleriyle sapıklıklara dalan bu insanların
yanlarından kalkmak sûretiyle bu tavırlarıyla onlara bu yaptıklarının bâtıl
olduğunu, bu halleriyle Allah’ın gazabını celp ettiklerini hatırlatmak ve öğüt
vermek düşmektedir. Muttakîlerin kendilerine karşı aldıkları bu tavırları sonucu,
yanlarından ayrılıp gitmeleri sonucu onları üzdük diye belki anlayıp bu işten
vazgeçerler diyor, Rabbimiz.
Tabii bu
âyetlerin Mekke’de geldiğini ve Müslümanların henüz kendileri gibi Müslüman
olmamış babalarını, analarını, arkadaşlarını, hısım akrabalarını terk
etmelerinin, onların yanından kalkıp gitmelerinin ne kadar zor bir şey
olduğunu düşünmek zorundayız. Düşünün nereye gidecekti bu Müslüman? O ev
babasının eviydi ve o evin içinde henüz iman etmemiş babası, anası, kavmi
gardaşı Allah’ın âyetleriyle alay ediyordu. Onun için burada sadece onlardan
kalkıp gitmeleri isteniyor.
Allah’ın âyetleriyle alay
edenlerle henüz savaşma emrinin gelmediği bir dönem için bunu düşünmek zorundayız.
Onun içindir ki âyetin bu son bölümünü şöyle anlamaya çalışanlar da olmuştur:
O mü'minler bu tür insanların yanından kalkıp gitsinler. Ama bunu beceremeyip
gidecek yerleri olmadığı için onlarla otursalar dahi onların hesaplarından
muttakilere bir sorumluluk yoktur şeklinde anlayanlar da olmuştur bu âyeti.
Peki acaba Nisâ’daki âyet ne olacak o zaman? Çünkü orada eğer mü'minler onlarla
beraber oturmaya devam edecek olurlarsa o zaman onlar da aynen onlar gibi
olurlar buyuruyordu Rabbimiz diye bir soru sorulacak olursa deriz ki; Nisâ'daki
âyet bu âyetten daha sonra Medine’de nâzil olmuştur. Mekke’de önceki bu âyet
geçerliydi, Medine’de ve şu anda bizim için de Nisâdaki bu âyet geçerlidir, bu
sonraki âyetle o önceki âyetin hükmü nesih olmuştur diyoruz Allahu âlem.
70: "Dinlerini oyun ve eğlence
edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir
kim-senin kazandığı şey yüzünden kendisini helâke atmamasını, kendisi için
Allah’tan başka bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur’an ile hatırlat.
O azaptan kurtulmak için bütün varını fedâ etse kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları
şeyler yüzünden helâke uğratılmışlardır. Onlar için inkar ettiklerinden dolayı
kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır."
Evet,
dinlerini oyun ve eğlence edinen, dinlerini oyun ve oyuncak tutan, dünya
hayatına verdikleri değeri dinlerine vermeyen, dünya hayatını dinlerine tercih
eden, dünyayı hedef bilip, dünyayı kıble edinip bütün plan ve programlarını
dünyayı kazanma adına yapan, bu yüzden de dinleriyle ilgilenme imkânı
bulamayan, kitaplarıyla tanışma imkânı bulamayan, peygamberleriyle tanışma
imkânı bulamayan kimseleri bırakıver sen peygamberim. Dünyayı alıp da âhireti
unutanları, dinlerini dünyalarına alet edenleri, dinlerini dünyalarına
yamayanları, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme olarak kullananları sen bırakıver
peygamberim. Çünkü dünya hayatı aldatmıştır onları. Dünya ile aldanmıştır
onlar.
Nasıl bir aldanma? Onu
kendilerinin zannediyorlar. Onu ebedî zannediyorlar. Bugün, bu güneş hiç
bitmeyecek, ölüm hiç gelmeye-cek zannediyorlar. Dünyanın içindekilere
meylederek aldanıyorlar. Dünyanın konumu ve kuralları aldatıyor onları. Konumu
gereği dünyada hiç kimseye dokunmuyor Allah ya, işte böyle işledikleri suçlar
yüzünden kendilerine dokunulmayınca dünyada Allah’ı atlattık zannediyorlar ve
aldanıyorlar. Ya da belki en belirgini dünyanın düzenine, dünyanın yönetimine
Allah’ı karıştırmayarak aldanıyorlar. Dünya onları oyalıyor, dünya onların
gözünde çok büyük değer ifade ediyor da onlar dinlerini önemsemiyorlar. Sen onları
bırakıver peygamberim.
Bunlar dinlerini
oyun ve eğlence yerine koyuyorlar. Öyle bir dinleri var ki bu adamların,
kendilerine uyguladıkları dinleri farklı başkalarına anlattıkları din
farklıdır. Ya da böyle salonlarda, konferanslarda konuşulan ama bir türlü
hayatlarında görülmeyen bir dinleri vardır onların. Tartışılan fakat amel
edilmeyen bir din. Konuşulan ama hayata aktarılmayan bir din. Vicdanlarda
hapsedilen ama sosyal hayata egemen olmayan bir din. Kendilerinin
Müslümanlığını ispat söz konusu olduğu zaman ağızlarına aldıkları ama hukukları,
mirasları, eğitimleri, siyasal ve ekonomik yapılanmaları, meslekleri, kazanmaları,
harcamaları söz konusu olduğu zaman ağza alınmayan bir din. Camiye karışan, ama
sosyal hayata karışmayan bir din. Evet dinlerini bu hale getiren, onu oyun ve eğlence
haline getiren kimseleri bırakıver sen peygamberim.
Yahut da
dünya hayatı kendilerini aldatıp meşgul ettiği için dinlerinin gerçek
kaynaklarıyla tanışamadıkları için, Kur’an ve sünnet-ten habersiz kaldıkları
için kendilerine lehv ve lâibi din kabul etmiş, oyun ve eğlenceyi din zannetmiş
insanları sen bırakıver peygamberim. İnsanlar eğer kendi indi mütalaalarını,
hocadan hacıdan, anadan, babadan duyduklarını, radyodan, televizyondan duyduklarını,
takvim yaprağından okuduklarını, toplumdan ve piyasadan devşirdiklerini
kendilerine din kabul ediyorlar ve bununla amel etmeye çalışıyorlarsa
lehviyyatı ve lağviyyatı kendilerine din kabul etmişler demektir Allah korusun.
Yâni oyun ve eğlenceyi kendilerine din kabul etmişler demektir.
Çünkü din kişinin hayat
programının tümüdür. Din kişinin kendisiyle, Rabbiyle ve insanlarla
münâsebetlerinin tümünü düzenleyen kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. Tüm
bunları düzenlemek için neye ve kime müracaat ediyorsa kişi onun dininde
demektir. İşte böyle dünya kendilerini aldatıp köleleştirdiği için, dünya peşinde
koşarken dinlerinin temel kaynakları olan kitap ve sünnetle tanışma imkânı bulamayan
dinleriyle yakından tanışma zahmetinde bulunmayan ve böylece oradan buradan
devşirdiklerini kendilerine din kabul eden ve böylece oyunu ve oyuncağı din
zanneden kimseleri sen bırakıver pey-gamberim.
Ya da
sadece boş zamanlarında dinle ilgilenenlerdir bunlar. Bugün ne? Cuma. Bu ay
ne? Ramazan. Bu gece ne? Miraç kandili. Bu üç aylar, bu kırkıncı gecesi gibi
hatırlarına geldikçe dinle ilgilenirler. Boş zamanlarında dinle ilgilenirler.
Ama onların bazı programları vardır ki onları kimse bozamaz. O programlarına
kimse müdahale edemez. Meselâ saat üçte haydi falan yere din anlatmaya gidelim,
falan kimseye hadis anlatmaya veya falan yerde tefsir dinlemeye gidelim
dediğiniz zaman, ya iyi de şu anda işim var, dükkanda hiç kimse yok, müşterilerin
cıvıl, cıvıl oynaştığı şu anda nasıl bırakıp gide-rim? Veya şu anda okulda
dersim başlayacak, bürom yalnız kalacak. Adamın bu programlarını kesinlikle
bozmak mümkün değildir. Bütün bu programlarından arta kalan zamanda dinle
ilgilenecek adam.
Hayatını başka Rabler o kadar
doldurmuş ki o Rablerin gaflet edip dolduramadığı bölümde ancak dinle ilgilenecek
adam. Hafta da bir kere işte gelip âyet dinleyecek, hadis dinleyecek hepsi o kadar.
Hani adamın işi bitince şöyle bir kordon boyunda volta atması veya boşalınca
zaferde şöyle bir gezinti yapması gibi. İşte böyle evdi, arabaydı, kooperatifti,
dükkandı, müşteriydi, fabrikaydı, parktı, plajdı, piyasaydı, kazançtı,
paraydı, puldu bunlarla uğraşırken dinleriyle ilgilen-me zamanı bulamayan
kimseleri kiminiz olursa olsun bırakıverin, ey Müslümanlar.
Dünyaya ve
dünyalık işlere o kadar önem verirler ki dinleriyle ilgilenecek vakitleri
kalmamıştır. Tanıdığım bir gardaşın dükkanına gittim geçenlerde. Dedim ki
gardaş gel seninle biraz Bakara okuyalım. Kendin için çoluk çocuğun için çok
iyi olur dedim. Dedi ki vallahi hocam şu anda olmaz. Şu anda işim o kadar
yoğun ki vallahi başımı kaşıyacak vaktim yok dedi. Birkaç hafta sonra çarşıda
rastladım ona. Dedim ki hayrola nereye gidiyorsun? Dedi ki bilgisayar kursuna
gidiyorum, ne olur ne olmaz belki yarın lâzım olur diye öğrenmek istedim.
Dedim ki ya eğer bu kadar vaktin olduğunu bilseydim mutlaka seninle Bakara okumaya
başlardım. Çünkü bilgisayar belki lâzım olacak ama vallahi Bakara sana mutlaka
lâzımdır. Hem dünyan için lâzımdır hem de âhiretin için lâzımdır. Hem kendin
için lâzımdır hem de çoluk çocu-ğun için lâzımdır. Evet Bakara öğrenmeye zaman
bulamayan adamlar bilgisayar öğrenmeye vakit bulabiliyorlar. Ona verdikleri ciddiyeti
dinlerine vermiyor bu insanlar, ne garip değil mi? Hani Tirmizi’de Allah’ın
Resûlü iki aç kurttan söz ediyordu:
"Bir
koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o koyun sürüsüne verdiği
zarar kişideki mal ve şeref hırsının onun dinine verdiği zarardan daha fazla
değildir."
(Tirmizi
terc. 4/196)
Diyordu
Allah’ın Resûlü. Yâni iki aç kurt düşünün. Önüne gelen her şeyi parçalayacak
kadar, hattâ kendi hemcinslerine bile saldıracak kadar açlıktan gözü dönmüş
iki aç kurt düşünün. Bu iki kurt bir koyun sürüsüne saldıracaklar, bu sürünün
ne hale geleceğini bir düşünün. İşte bir kişide bulunan iki sıfatı Allah’ın
Resûlü bu iki aç kurda benzetiyor. Bunlardan birisi dünya hırsı, ikincisi de
makam ve şeref hırsı. Adam tüm hayatını bu iki şeye hasretmiş. Aman malım
olsun, aman insanlar nezdinde şerefim olsun diye çırpınmaktadır. İşte bir tarafta
iki aç kurt, diğer tarafta kendisinde bu iki özellik bulunan bir insan. Mal
hırsı, dünya hırsı ve insanların kendisini takdir etmesini isteme arzusu,
şerefinin artmasını isteme arzusu içinde kıvranan bir insan. İnsanda bulunan
bu iki arzu iki aç kurda bedeldir diyor Allah’ın Resûlü.
Adamda öyle bir mal kazanma hırsı
var ki bugününü, yarınını, dününü, gecesini gündüzünü, tüm zaman ve mesaisini
buna hasretmiş, buna vakfetmiş. Kendisini öyle bir vakfetmiş ki dünyaya öyle
bir satılmış ki, ya da dünya onun boynuna öyle bir ğıl geçirmiş ki durup
düşünecek, ilim öğrenecek, kitabını, dinini tanıyacak, çocuklarının dini hayatıyla
ilgilenecek, komşularının İslâmî dertleriyle ilgilenecek bir tek saniyesi bile
kalmamış. Yine bu adamda öyle bir makam, koltuk, şeref şöhret hırsı var ki
insanlar beni konuşsunlar, insanlar beni takdir etsinler diye yapamayacağı şey
yoktur. Yapıştığı koltuğu terk etmemek için fedâ edemeyeceği hiçbir şey yoktur.
Şimdi böyle bir adamın dininin ne hale geleceğini varın siz düşünün. İki aç
kurdun koyun sürüsüne vereceği zarar bu adamın dinine vereceği zarardan daha büyük
değildir diyor Allah’ın Resûlü.
Deplasman maçına gitme
heyecanıyla kıvranan bir adam aynı heyecanla camiye gitme derdiyle
kıvranmıyorsa bu adamın dininin ne hale geldiğini siz düşünün. Ev ev, kapı kapı
dolaşıp tencere reklamı yapan, ama aynı heyecanla Allah’ın dininin reklamını
yapmaya yanaşmayan insanların, varsa şâyet dinlerinin ne hale geldiğini siz düşünün.
Elbiselerine gösterdikleri titizliği, arabalarına gösterdikleri hassasiyeti,
akvaryumlarına ayırdıkları zamanı, misafirlerine ikram konusunda, ya da
kendileri misafirken ev sahibinden bekledikleri titizliği dinlerine göstermeyen
insanların dinlerinin ne hale geldiğini siz düşünün. Cebindeki parayı kasasına
aktarabilmek için sabahtan akşama kadar müşterilerinin önünde iki büklüm olan
insanlar Rablerinin huzurunda ona aynı şeyi yapmaktan kaçınıyorlar veya işte
bir iki dakikaya sığdırmaya çalışıyorlarsa bunların dinlerinin ne hale geldiğini
varın siz düşünün.
Çocuğunun böbreği rahatsızlanınca
soluğu Ankara’da hattâ Avrupa’da alan adam eğer aynı heyecanla çocuklarının
inanç dünyasında meydana gelen rahatsızlıklar karşısında çocuklarını Allah’la
tanıştırma, peygamberle tanıştırma çabası içine girmiyorsa bu adamın dininin
ne hale geldiğini siz düşünün. Geçenlerde bir arkadaş çocuğunu ameliyat ettirdi.
Çocuğun durumu nasıl diye sordum. Hocam de-di, çok şükür çocuk kurtuldu. Hattâ
bir de bunun için kurban kesmeyi düşünüyorum. Ben dedim ki hayır kardeşim
senin çocuk kurtulmadı. Onun bedenini kurtardın ama ruhunu kurtaramadın dedim.
Vücudunu kurtardın ama ruhu ve dini ölü o çocuğun dedim.
İki aç
kurdun koyunları parça parça ettiği gibi insandaki bu iki arzunun onun dinini
parça parça perişan ettiğini görüyoruz. Adam diyor ki arkadaş kesinlikle ben
ütüsüz pantolonla dışarıya çıkamam. Falan arabaya binemem! Bu benin şerefime
yakışmaz! Ben böyle bir ev-de oturamamam! Bu benim kılası mı sarsar! Ben bunu
misafirlerime ikram edemem! Zira bu benim şerefimi lekeler. Çevrenin boynuna
taktığı yafta düşüverecek de el âlemin gözünde itibarım sarsılacak diye aklı
başından gitmektedir adamın.
İşte böyle
dinlerinin temel kaynağı olan kitaplarına gereken değeri vermeyen,
peygamberlerine gereken saygıyı göstermeyen, dinlerinin ana kaidesi olan iman,
ibâdet, itikat ve ahlâkî hükümleri tüm hareketlerinde ölçü olarak almayan,
zekâttan bahsederken önemsemeyen, zinadan, hacdan, namustan iffetten söz
ederken bunları hiç de önemsemeyen, bunlar bir dönem yaşanmış ama şimdi modası
geçmiş şeylerdir. Veya işte bu hususlar toprağa bağlı tarım ekonomisinde
yaşayan cemiyet tiplerinde görülen şeylerdir. İffetten tesettürden bahsederken
tüm bunlar kadın hukukunu ihlâldir diyen, günlük hayatı Allah’ın prensiplerine
bırakmayan kimseleri bırakıverin, ey Müslümanlar.
Bunlar
dinlerini asla ciddiye almazlar. Namazla televizyon tartılır da bunlar
nazarında televizyon ağır gelir. Yahu namaz geçiyor! Şu televizyonu kapasana!
dendiği zaman hiç aldırış etmezler. Ya şu müziği dinleme! Beynine ve belleğine
zulmediyorsun dendiği zaman hiç aldırış etmezler. Yahu böyle konuşma, karın boş
oluyor dendiği zaman hiç önemsemezler. Yahu bu namaz olmadı, hızlı kıldın,
yanlış okudun, yanlış yaptın dendiği zaman hiç önemsemezler. Yahu bu malı müşteriye
övme, Allah Resûlü bunu menediyor dediğiniz zaman hiç aldırış etmezler. Fazla yalan
söylüyorsun bu senin için azap sebebidir dendiği zaman hiç aldırış etmezler.
Hâsılı dinlerinin hükümlerine hiç önem vermezler.
Evet sen işte böylelerini bırakıver
peygamberim. Bu onları bırakıver sözü onlardan ayrıl, onlarla beraber olma,
onlara din ulaştır-ma, onları uyarma anlamına değildir tabii. Nisâ sûresinde
buyurul-duğu gibi:
"Onlardan
yüz çevir, ama onlara öğüt ver, kendi dünyalarını ilgilendirecek konularda
tesirli söz söyle."
(Nisâ 63)
Âyetinde
olduğu gibi onlardan yüz çevrilecek, onları dinde arkadaş kabul etmeyeceğiz,
dinimizi onlara danışmayacağız, onları dinde örnek almayacağız ama onları uyarmaktan,
onlara din duyurmaktan da vazgeçmeyeceğiz. Bakın burada da âyetin devamında buyurur
ki Rabbimiz:
"Hiçbir
kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helâke atmamasını, kendisi için
Allah’tan başka bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur’an ile hatırlat.
O azaptan kurtulmak için bütün varını fedâ etse kendisinden alınmaz. Onlar
kazandıkları şeyler yüzünden helâke uğratılmışlardır. Onlar için inkar
ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır."
Evet bu tür
insanları bu konularla uyaracağız. Bütün insanları Kur’an’la uyaracak ve
diyeceğiz ki aman ha topladıklarınız yüzünden kendinizi helâke sürüklemeyin.
Topladıklarınız, aman bunsuz olmaz diye peşine takıldığınız şeyler yarın sizin
helâkinize ve cehenneme yuvarlanmanıza sebep olacaksa gelin onların peşinde
koşturacağız diye dininizi oyun ve oyuncak haline getirmeyin. Çünkü yarın yaşadığınız
hayatın hesabını vermek üzere Rabbinizin huzuruna çıktığınızda sizin için sizi
Allah’ın elinden kurtaracak Allah’tan başka ne bir dost, ne bir yardımcı, ne de
şefaatçi yoktur. Yuvarlanacağınız o cehen-nemden kurtulabilmek için bütün
varınızı yokunuzu, bütün topladıklarınızı fedâ etseniz de, fidye olarak
verseniz de bu fidye sizden kabul edilmeyecek. Ve unutmayın ki insanlar bu
dünyada kazandıkları şeyler yüzünden helâke maruz kalacaklardır. Onlar için
inkar ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
Hamim;
madenin eriyiği, ya da cehennemliklerin bir havuzda toplanmış göz yaşlarıdır
denmiş. İşte böyle insanlara sunulacak içecek budur Allah korusun.
71,72 "Biz Allah’ı bırakıp da bize
herhangi bir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru
yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim? Tıpkı arkadaşları, bize gel,
diye çağırdıkları halde yer yüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların baştan
çıkararak uçuruma çektikleri ahmak kimse gibi i olalım?" De ki: "Allah’ın
gösterdiği yol yegâne doğru yoldur. Bize âlemlerin Rabbine teslim olmak
emrolundu."
Evet biz
Allah’ı bırakıp ta bize ne fayda ne zarar vermeye güç yetiremeyen acizlere mi
dua edelim? Dua dua edileni büyük tanımak, onu büyüklük mevkiine oturtmak, O’nun
bizim hayatımızda gücünü, kuvvetini, etkinliğini kabul etmek demektir. Biz
daraldığımız bunaldığımız bir anda birisine dua ediyor ve ondan bir şeyler
bekliyorsak, onu imdadımıza çağırıyorsak onu bu işe muktedir kabul ediyoruz demektir.
O’nun bu sebepler âleminde müessir olduğunu kabul ediyoruz demektir. Bizler
kâinatta her çağıranın çağrısına icabet edecek, her dua edenin imdadına
yetişebilecek bir tek varlık biliyoruz O da Allah’tır. Her dua edeni duyan,
her duyduğuna icabet edip imdadına yetişen Rabbimiz dururken, O’nu bırakıp da
yeryüzünde çağıranın çağırmasını duymayan, duyamayan, duysa bile onun imdadına
yetişme gücüne sahip olmayan, ne bize, ne de kendilerine hiçbir menfaat ve
zarar sağlama imkânına sahip olmayan bizim gibi aciz varlıklara mı dua edelim?
Daraldığımız zaman, bunaldığımız zaman, aman yetişin ey efendim! Yetiş ey filan
ey falan! diye bizim gibi aciz varlıkları mı imdadımıza çağıralım?
Ki bu varlıklar kendilerine dua
edip yardıma çağırdığımız zaman bize hiçbir fayda sağlama imkânına sahip olmadıkları
gibi, kendilerini terk ettiğimiz, kendilerini reddettiğimiz zaman da bize hiç
bir zarar vermeyeceklerdir. Şimdi biz bu tür acizlere dua ederek böylece Allah
bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geriye şirke
mi dönelim? Allah bize doğru yolu gösterdikten sonra Allah’tan başkalarını
imdadımıza çağırarak müşriklerden mi olalım?
Tıpkı,
“Bize gel! Bize gel! Kurtulursun” diye arkadaşları kendi-sini hak yola çağırıp
dururken, kendisini hidâyete çağıran çağırıcılar varken, onu İslâm’a dâvet eden
pek çok uyarıcı varken, tevhidi anlatan bu kadar âyet varken, hakkı duyuran bu
kadar hadis varken onların çağrısını duymayarak, âyet ve hadislere bakmayarak
yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşan, şeytanların şaşırtıp yoldan çıkardığı kimse
gibi mi olalım?
Burada
anlatılan Hz. Ebu Bekir’in oğludur denmiş. Babası ve arkadaşları kendisini
İslâm’a çağırdığı halde bunları duymayan ve şeytan yoluna tabi olup bir türlü
İslâm’ı kabule yanaşmayan Abdur-rahmân anlatılıyor burada demişler. Dün oydu
belki, ama kıyâmete kadar kendisini hakka çağıran çağırıcılara rağmen onların
çağrısına kulak vermeyerek şeytanların dâvetine icabet eden herkes anlatılıyor
burada. Sonra da deniyor ki hidâyet Allah’ın hidâyetidir. Yâni Allah onu
hidâyete ulaştırmadıkça hiç kimse onu hidâyete ulaştıramaz. Hiç-bir çağırıcı
onun hidâyetine sebep olamaz. Aksi de böyledir tabii.
"Allah kimi hidâyete erdirmişse
artık onu saptıracak yoktur. Allah Azîz ve intikam sahibidir."
(Zümer 37)
Bir başka
anlayışla bu tür şaşkın insanları kendi yollarına çağıran pek ok çağırıcı
vardır. Ehl-i Kitap çağırıyor:
"Yahudi ve hıristiyanlar diyorlar
ki yahudi ve hıristiyan olunuz kurtulursunuz."
(Bakara
135)
1400 sene
önce Medine’deki yahudi ve hıristiyanlar diyordu ki yahudi ve hıristiyan
olursanız kurtulursunuz. Bugünkü yahudi ve hıristiyanlar da diyorlar ki yahudi
ve hıristiyan olursanız kurtulursunuz. Günümüzde yahudi ve hıristiyanlık
dünyası diyor ki: Bakın işte sizin ekonominiz bozuktur, ticaretiniz bozuk,
eğitiminiz iflas etmiş durumda, siyasal yapınız bozuk, aile düzeniniz bozuk.
Her şeyiniz tefessüh etmiş durumdadır. Tabii önce kendileri bir bozdular
hainler, kendi düzenlerini önce bir bozdular, sonra bizimkini de bozdular,
bizi böyle bir boşlukta bıraktılar, sonra da diyorlar ki bu durumdan kurtulmak
için yahudi ve hıristiyan olmak zorundasınız, başa çareniz yoktur diyorlar. Ya
yahudi olacaksınız, yahut da hıristiyan olacaksınız başka çareniz yoktur
diyorlar. Eğer yahudi veya hıristiyan olursanız tüm bu bozuk düzen hayatınız
düzelecek diyorlar.
Önce
kendileri bir bozdular, yâni kendileri önce İslâm’dan uzaklaştılar, yahudi ve
hıristiyan oldular. Sonra bize yöneldiler, bizi de bozdular, bizi de İslâm’dan
uzaklaştırdılar. Bizi de aynen kendileri gibi yaptılar hainler. Hemen hemen her
şeyimizi bozdular, her şeyimizi felç ettiler. Yâni önce bizi sap gibi ortada
bıraktılar, sonra da şimdi diyorlar ki:
Bakın her
şeyiniz bozuldu, hukukunuz, aile düzeniniz, eğitiminiz, sanayiiniz her şeyiniz
iflas etti. Şu anda çıkmazdasınız. Başka çareniz yok bu durumdan kurtulabilmek
için yahudi veya hıristiyan olmak zorundasınız. Bizim gibi olmak zorundasınız.
Aslında
alçaklar bizi olduğumuzdan çok fazla bozuk göste-riyorlar. Kendilerinin işleri
yolunda da bizler çok kötü durumdaymışız gibi gösteriyorlar. Mübalağa
yapıyorlar, halbuki İslâm dünyası onlar kadar bozulmadı elhamdülillah. Onların
hayatı bizden çok daha bozuk aslında. Tüm hayatları bozuk. Aile hayatları
kalmamış, sosyal hayatları bozuk, insani ilişkileri bozuk, ahlâkları bozuk,
her şeyleri bozuk. Kokuşmayan bir tek şeyleri kalmamış, ama şimdi tam yol
ayırımına geldiğimiz bir dönemde kendileri gibi bizi de bozup da sap gibi ortada
bıraktıkları bir dönemde diyorlar ki: Eğer yahudi ve ya hıristiyan olursanız
her şeyiniz düzelecek, başka da çareniz yoktur diyorlar. Ortak pazara gireceksiniz
başka çareniz yoktur. A.E.T’ye üye olacaksınız, İ.M.F’nin denetimine gireceksiniz,
gümrük birliğine gireceksiniz, her şeyinizi değiştireceksiniz, her şeyinizle
bize teslim olacaksınız başka çareniz yoktur diyorlar.
E bunu
denedik biz. Bu dediğinizi yıllardır denedik biz. Yıllardır her şeyimizi
değiştirdik bunlar hatırına. Yazımızı değiştirdik, hukukumuzu değiştirdik,
cumamızı, tatilimizi değiştirdik, tarihimizi, kültürümü-zü değiştirdik, âdetlerimizi,
kılık kıyafetimizi değiştirdik, kanunlarımızı değiştirdik, her şeyimizi
değiştirdik bunlar hatırına. Ama bakıyoruz ki düzelmek, iyiye gitmek şöyle
dursun battıkça battık, gömüldükçe gömüldük.
Öyleyse
şimdi de sıra bizdedir. Artık söz söyleme sırası bize gelmiştir. Ümmet aklını
başına aldı elhamdülillah. Biz de onlara diyeceğiz ki yok yok, yok artık sizi
dinlemeyeceğiz. Artık sizin dediklerini-ze kulak vermeyeceğiz. Artık sizin
akıntınıza, sizin kıblenize gitmeye-ceğiz. Sizi kıble edinmeyeceğiz. Sizin
yörüngenize girip, sizin gittiğiniz yere gitmeyeceğiz. Sizi dinleyip, sizin
gibi pisliğe batmayacağız. Hayır hayır, biz bizi hakka ve doğru yola çağıran
kitabımızı ve peygambe-rimizin çağrısını dinleyeceğiz.
Günümüzde
insanları kendi yollarına ehl-i kitap çağırıyor, basın yayın çağırıyor,
şeytanlar ve şeytanların uşakları olan herkes ve her şey insanları Allah
yolundan başka yollara çağırıyor. Şeytan ve dostları kendi yollarına çağırıyorlar.
Kendi anlayışlarına, kendi hayat tarzlarına, kendi kılık kıyafet anlayışlarına,
kendi ekonomik anlayışlarına, kendi siyasal görüşlerine, kendi hukuklarına,
kendi eğitimlerine, hâsılı herkes kendi dinine kulluğa çağırıyor.
Ama bilelim
ki bu çağırıcıların çağrısı ancak şaşkın şaşkın yeryüzünde dolaşan insanlar
üzerinde etkili olacaktır. Allah’ından, Rab-binden, Rabbinin kendi hayatını düzenlemek
üzere gönderdiği kitabından ve Onun elçisinin hayatından habersiz yaşayan kimseler
üzerinde ancak etkili olacaklardır bu çağırıcılar. Değilse yolunu bulmuş,
dinini tanımış, kitabıyla tanışmış, peygamberiyle buluşmuş insanlar üzerinde
kesinlikle etkili olamayacaktır bunlar. Bütün bu haktan başka, İslâm’dan başka
yollara çağıran çağırıcılara de ki peygamberim:
"De ki: Hidâyet Allah’ın hidâyetidir.
Yol Allah’ın yoludur. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emro-lunduk."
Artık hak
bellidir, hidâyet bellidir, yol bellidir ve gerçek yol, gerçek hidâyet
Allah’ın hidâyetidir. Doğrusu İslâm yoludur, doğrusu Allah yoludur, başkalarına
ihtiyacımız yoktur. E peki bizim birtakım problemlerimiz var. Bizim birtakım
sıkıntılarımız var, yeryüzünde yalnız ya-şayamayız. Biz birilerine muhtacız.
Ekonomik, siyasi, askeri problem-lerimiz var. Bizim yol göstermeye ihtiyacımız
var, bizim bir hidâyete ihtiyacımız var. E şu andaki yahudiler ve
hıristiyanlar da dünyanın en büyük dev güçleridir. Ülkelerinin problemlerini
halletmişler, sanayile-rini kurmuşlar, teknolojilerini geliştirip insanlarını
mutlu etmişler. Hikaye bunlar aslında. E biz ne yapalım? Kime gidelim? Kime
müracaat edelim? dersek bakın Müslümanlara diyor ki Rabbimiz:
Hidâyet
istiyorsanız, hidâyet Allah’ın hidâyeti yol Allah’ın yoludur. Probleminiz
varsa Allah’a havale edin! Allah’a yalvarın! Allah’a yakarın! Allah’ın
âyetlerinin tarif ettiği bir hayata yöneliverdiniz mi bakacaksınız ki tüm problemleriniz
kendiliğinden çözülmüştür. Tüm problemleriniz ama. Ekonomik, siyasi, içtimaî,
askeri, eğitim, hukuk seçim geçim tüm dertleriniz bitecektir. Çünkü o zaman siz
yenilmez ve yanılmaz olan Allah’la berabersiniz demektir.
Evet, yol
Allah’ın yoludur, hidâyet Allah’ın hidâyetidir, sitem Allah’ın sistemidir ve
biz:
"Bizler
âlemlerin Rabbine teslim olmakla emro-lunduk."
Bizler
âlemlerin Rabbine teslim olmakla, Müslüman olmakla emrolunduk. âlemlerin
Rabbine Müslüman olmakla emrolunduk. O âlemlerin içinde çok küçük bir dünyada
ve o küçük dünyanın çok küçük bir şehrinde, ve o şehrin de çok küçük bir
odasının içinde kendisinin ilâh olduğunu, rab olduğunu ve insanlar üzerine
kanun koyma ve egemenlik haklarına sahip olduğunu iddia eden ölümlü ve aciz bir
varlığa teslim olup ona dua etmekle değil, âlemlerin Rabbine teslim olmakla
emrolunduk biz. İrademizi böyle bir varlığa teslim etmekle emrolunduk.
Müslümanın anlamı da budur zaten.
Müslüman iradesini Allah’a teslim eden, Onun seçimini kendisi için seçim kabul
eden, oylamasını Allah’tan yana, Allah’ın kanunlarından yana, Allah’ın arzularından
yana kullanan kişidir. Hayatını Allah adına yaşamaya karar verip Allah’ın
kendisi için tespit ettiği hayat programından razı olan kişiye Müslüman denir.
Birini çarşıya gönderiyorsunuz ve bana bir kâlem alıp gel, sen ne alırsan al
ben ondan razıyım! diyorsunuz ya, işte aynen bunun gibi, ya Rabbi benim ilmim
kıttır, ben menfaatimi, hayrımı, şerrimi senin kadar bilemem. Sen benim için
seç! Senin benim adıma seçtiğin hayat programından ben razıyım! Ben tümüyle
irademi sana teslim etmişim diyen kişiye Müslüman denir. İşte irademizi kendisine
teslim ettiğimiz âlemlerin Rabbi olan Allah’ımız da bizim için seçtiklerini
peygamberi vasıtasıyla bize gönderdiği bu kitabında bildirmiştir.
İşte Allah’ın kitabına teslim
olan ve onun istediği bir hayatı yaşayan kişiye Müslüman denir. Ben Allah’tan
başkalarına asla irademi teslim etmem. Meselâ ben içinizden Mustafa’ya kesinlikle
irademi teslim edip onun benim adıma aldığı kararlara gözü kapalı uymam. Neden?
Çünkü o da benim gibi aciz, yaratılmış ve ölümlü bir varlıktır. Gün gelir aciz
kalabilir, gün gelir benim problemlerimi çözemez, gün gelir ölüverir. Zaafları
vardır Mustafa’nın, birilerinin tesiri altında kalabilir. Ama Allah öyle
değildir. Allah mutlak güç ve kuvvet sahibi, her an benim problemlerimi
çözecek, çağırdığım zaman telefonsuz, telgrafsız, aracısız her an beni
işitebilen ve bana icabet edebilendir. Onun için bizler ona teslim olmakla
emrolunduk.
Bu öyle bir
teslimiyet ki hayatın her alanını içine alan bir teslimiyettir. Biraz ilerde
Hz. İbrahim’i tanıyacağız. Burada da teslimiyeti İbrahim’le tanıyalım. Bakın
Bakara sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"Hani ona Rabbi (benim emrime)
teslim ol, buyur-muş; o da âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti."
(Bakara
131)
Rabbi
İbrahim (as)'a dedi ki Ey İbrahim teslim ol! Müslüman ol! İbrahim (a.s)dedi ki:
Ben Müslüman oldum. Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum. Ben kendimi, içimi
dışımı, irademi, boynumdaki ipin ucunu âlemlerin Rabbine teslim ettim. Benim
ondan başka bağlanaca-ğım, ondan başka kendimi teslim edeceğim kimsem yoktur!
diyordu. Zira Müslüman olmayan, Allah’a teslim olmayan kişi mutlaka bir
başkasına teslim olmuş demektir. Çünkü insan mutlaka boynunda bir iple dünyaya
gelmektedir. Yâni kulluğa müsait yaratılmaktadır ve mutlaka bir şeylere kulluk
yapacaktır. Boynundaki doğuştan getirdiği kulluk ipini mutlaka birilerine
teslim edecektir. Ama nefsine, ama şeytana, ama topluma, ama tâğutlara, ama
âdetlere, törelere, ama modaya, ama ağasına patronuna bir şeylere kulluk
yapacaktır.
Rabbine teslim olmaktan kaçanlar
Rabbin kullarına, Rabbin yaratıklarına teslim olmak zorundadırlar. Başka çaresi
yok o mutlaka birilerine kulluk yapmak zorundadır. İşte görüyoruz yağmurdan
kaçarken insanlar doluya tutulmuşlardır. Allah’a kulluktan kaçan bu insanlardan
kimileri toplumun kulu, kimileri modanın kulu, kimileri âdetlerin, törelerin
kulu, kimileri toplumun kulu olmuşlar ve bunları razı edebilmek için bir ömür
boyu çırpınıp durmaktadırlar.
Evet teslim
ol dedi Rabbi Hz. İbrahim’e, o da âlemlerin Rabbi-ne teslim oldum dedi. Bu
teslimiyet kişinin ruhuyla, bedeniyle, içiyle dışıyla, gecesiyle gündüzüyle,
ailesiyle, toplumuyla, her şeyiyle bir teslimiyetti. Ruhu O’nun emrinde
olmalıydı, içi ve dışı O’nun emrinde olmalıydı. Gecesinde ve gündüzünde söz
sahibi O olmalıydı. Bedeninde O söz sahibi olmalıydı. Malı O’nun emrinde
olmalıydı, çocukları konusunda O’nun sözü geçmeliydi, hanımı konusunda O’nun
dediklerini dinlemeliydi. Teslimiyet budur işte.
Öyle bir
teslimiyetti ki bu, ateşe atılırken bile Rabbinden başka birine teslim olmayıp
güvenmemeliydi. Rabbinden başka sığınacak bir kucak aramamalıydı. Oğlunu kurban
emrini alsa bile Rabbinden, yine O’na teslim olmalıydı. Rabbi ondan hanımını
kucağında küçücük çoğuyla beraber susuz, yiyeceksiz çorak bir arazide terk
etmesini istese bile, başkalarına değil Rabbinin emrine teslim olması gerekiyordu.
Ve öylece yapmıştı, İbrahim (as). Öyle bir teslimiyet ki onun teslimiyeti
hanımına da etkili oluyordu. Ondan bu teslimiyeti gören hanımı da onun gibi
Allah’a teslim oluyordu. Var git ya İbrahim! Değil mi ki bu emri sana veren
Rabbimizdir! O halde bizi hiç düşünme! O Rab beni ve oğlumu koruyacaktır diyordu.
Evet İbrahim’in teslimiyeti hanımını da teslim olmaya götürüyordu. Onun bu
teslimiyeti oğlu İsmail’e de tesir ediyordu. Babasının Allah’a bu teslimiyetini
gören İsmail de tıpkı onun gibi ona ve Allah’a teslimiyet gösteriyordu. İbrahim
Rabbinin emrini yerine getirmek için kesmek üzere onu yere yatırınca: Babacığım
emrolunduğun şeyi çekinmeden yarine getir, inşallah beni sana ve Allah’ın
emirlerine teslim olanlardan bulacaksın diyordu. İbrahim’in teslimiyetini gören
oğlu da aynen onun gibi Allah’a teslim oluyordu.
Öyleyse
hanımlarından kendilerine teslimiyet isteyen insanlar, hanımlarından Allah’a
teslimiyet isteyen insanlar buna çok dikkat etmek zorundasınız. Şunu hiçbir
zaman unutmayın ki, siz Rabbinize ne kadar teslim iseniz, siz Rabbinizin
emirlerine ne kadar teslimseniz bilesiniz ki hanımlarınız da size o kadar
teslim olacaklardır. Bilesiniz ki hanımlarınız da Allah’ın emirlerine o kadar
teslim olacaklardır. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Ey çocuklarından kendilerine ve
Allah’a teslimiyet isteyen insanlar şunu kesinlikle bilmelidirler ki kendileri
Allah’a ne kadar teslimlerse onlar da o kadar teslim olacaklardır. Kendileri
Allah’ın emirlerine teslim olmayanların hanımlarından, çocuklarından ve çevrelerinden
itaat ve teslimiyet istemeye hakları yoktur. Evet bizler işte böylece âlemlerin
Rabbine teslim olmakla emrolunduk ve:
"Bize: "Namazı dosdoğru
kılın, Allah’a karşı gel-mekten sakının" diye emredildi. Toplanacağınız
yer O’-nun huzurudur."
Evet bu
teslimiyetin biçimi de böyle olacakmış. Sadece O’na kulluk yapacak, namazı
ikame ederek bedenimizde O’nu söz sahibi kabul edecek ve O’nun koruması altına
girecek, sadece O’nu velî kabul edecek, O’nun adına bir hayat yaşayacak ve
hayatımızın her anında O’nu dinleyecek bir teslimiyetle emrolunduk. Çünkü:
73-
"Gökleri ve yeri yerli yerince yaratan O’ dur. Bir şeye "Ol"
dediği an hemen oluverir. Onu sözü hukuktur. "Sura üfürüldüğü günde mülk
ancak Onundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, hikmet sahibi, her şeyden haberdar
olandır."
O Allah
gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Hak olarak yaratmıştır. Gökleri ve yeri
eğlence olsun diye, fantezi olsun diye yaratma-mıştır, insanın imtihanı için
yaratmıştır onları. Ve Allah insandan, insan için yarattığı bu göklerin de
yerin de hesabını soracaktır. Burada göklerin ve yerin hak olarak yaratıldığı
anlatılırken başka yerlerde de göklerin ve yerin bâtıl yere yaratılmadığını anlatan
âyetler de vardır.
"Rabbimiz
sen bunları bâtıl yere yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi ateş azabından
koru." (Âl-i İmrân
191)
"Ben
gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım."
(Enbiyâ 16)
"Siz zannediyor musunuz ki sizi
boş yere yarattık ve bize hiç döndürülmeyeceksiniz?"
(Mü'minûn
115)
Bu
âyetlerden anlıyoruz ki kâinatta ne varsa hepsi hak üzerine yâni sağlam
temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle yaratılmış-tır. Yaratılan her
şey üzerinde belli bir kanun işlemektedir. Tüm kâinatta hak esastır. Her şey
hak üzerine bina edilmiştir. Bâtıl ise ârızî ve geçicidir. Ya da burada
göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğunu, hak olduğu anlatılmaktadır.
Öyleyse kâinatta ne varsa onların tümünü Allah yarattığı için hepsinin üzerinde
söz sahibi, hak sahibi, hukuk sahibi, hâkimiyet ve hüküm sahibi sadece
Allah’tır. Allah’tan başka bu varlıklar üzerinde hâkimiyet ve otorite sahibi
yoktur. O bir şeye ol dediği zaman hemen oluverir. O’nun sözü haktır. O’nun sözü
hukuktur. O’nun sözü mutlak dinlenen sözdür. Veya burada Allah tarafından
yaratılmış olan göklerin ve yerin hakka ve hakikate delâleti anlatılmaktadır.
Yaratıcıları Allah olan bu gökler ve yerler hak olan Allah’ın varlığına ve
gücüne delildir bunlar. Eser müessirin varlığına delildir deniyor. Ve sura
üfürüldüğü günde mülk ancak Onundur. O gizliyi ve açığı bilendir. O hikmet
sahibi, her şeyden haberdar olandır. Çünkü kıyâmet günü ikame edilecek hayatı
ve yıkılacak bugünkü düzeni en iyi bilen Allah’tır. Yâni dünyada, semavat ve
arzda şu anda kurduğu düzeni ve yarın bunların yok oluşuyla kurulacak düzeni
bilen ve kararlaştıran Allah’tır. Ve işte bunların hepsini bilen Allah,
bilgisi ve hikmetiyle icra etmektedir. Sura üfürüldüğü gün mülk ancak Allah’ındır.
Kuran-ı Kerimde üç surdan söz edilir:
1-
Birincisi "Nefha-i Feza" dır. Korku nefha sı, korkudan insanların
yüreklerinin hoplayacağı ve herkesin donup kalacağı nefha dır. Kur’an-ı Kerimde
bu birinci suru anlatan âyetler pek çoktur:
"Onlar hiçbir gecikmesi olmayan
bir sayhadan baş-kasını beklemiyorlar."
(Sa’d 15)
"Ey
insanlar! Rabbinizden sakının; Doğrusu kıyâmet gününün sarsıntısı çok büyük
bir şeydir. Kıyâmeti gören her emzikli kadın emzirdiğini atar, her hamile çocuğunu
düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, oysa onlar sarhoş değildirler. Fakat
bu sadece Allah’ın azabının çetin olmasındandır."
(Hac 1,2)
"O gün bir sarsıntı sarsar.
Peşinden bir diğeri gelir. O gün kalpler korkuyla titrer ve insanların gözleri
önüne düşer." (Nâziât 6,7,8)
Bu âyetlere
birinci surun üflemesini anlatır. Birinci sur üfürülünce her şey ve herkes
korkudan donup kalacak. Hattâ ekmeği ağzına götürürken adam eli ağzına yakın mesafede
donup kalacaktır diyor Allah’ın Resûlü. Birinci surla her şey donakalacak ve
sonra arkasından ikinci sur üfürülecek.
2- İkinci
surun adı da "Nefha-i sa’ika" dır. Bununla da her şey ve herkes
ölecektir. Evet İkinci surun üfürülmesi için Rabbimiz İsrafil’e emredecek.
"Sura üflenince Allah’ın diledikleri
müstesna göklerde ve yerde olanlar hepsi düşüp ölürler. Sonra sura bir daha üflenince
hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar."
(Zümer 68)
3- Evet
üçüncü sur da "Nefha-i kıyam li Rabbil âlemin" dir. Yâni hesap
kitap günü tüm varlıkların Rablerinin huzurunda dirilip toplanacakları nefha
dır. Bu sur üfürülünce bir de bakarsın ki insanlar mantar bitiyormuş gibi kabirlerinden
kalkmış değiştirilmiş bir arzın üzerindedirler.
"O gün yer başka bir yer, gökler de başka göklere tebdil olunacaktır."
(İbrahim
48)
Bundan
sonra En’âm sûresinin bu bölümünde Rabbimiz atamız İbrahim’i ve onun babasıyla
ve kavmiyle mücâdelesini anlatacak. İbrahim (a.s) ülül’azîm peygamberlerden
Rasulullah’ın ceddi, ceddi Resul olan bir peygamberdir. Hz. İbrahim’den Hz. Adem
ve Hz. Nuh’-tan sonra ülül’azîm bir peygamber olarak bahsedilir Kuranda. İbrahim
(a.s)'ı anlatabilmek gerçekten zordur. Hz. İbrahim’i anlayabilmek ve
anlatabilmek için Kur’an’ın bütününe hakim olmak gerekir. Ancak biz sadece bu
bölümde anlatıldığı kadarıyla Hz. İbrahim’i ve onun mücâdelesini anlamaya
çalışacağız. Değilse Kuranın pek çok yerinde Rab-bimiz dinini bize İbrahim
(a.s)'la anlatmaktadır.
Kur’an’a ve
Rasulullah’a dikkat ediyoruz Allah’ın Resûlü kendini anlattığı, kendinden söz
ettiği her yerde babası, atası olarak Hz. İbrahim’den de söz eder. Ya da kendisini
hep atasıyla birlik anlatır. İslâm dinine bakıyoruz bu dinin direği olan
namazda Allah’ın Resûlü sürekli İbrahim’le birlikte anılmaktadır. Sanki
İslâm’ın binası, tuğlaları, direği hep onunla örülmüş. Allah’ın Resûlü kıldığı
her namazında kendine ve atasına salât eder. Biz de ederiz tabii.
(Allahümme salli alâ Muhammedi’n
ve alâ ali Muhammedi’n kema sallayte alâ İbrahiyme ve alâ ali İbrahim inneke
hamîdün Mecîd)
Demek ki
Allah’ın Resûlü namazında, duasında, mesaisinin tümünde Hz. İbrahim’le
beraberdir. Din olarak insanlığa sunulan İslâ-m’a baktığımız zaman onun
babamız Hz. İbrahim’in dininin devamı o-larak sunulduğunu görüyoruz. Kur’an-ı
Kerimde Hz. İbrahim’in pek özelliğinin varlığını görüyoruz. Bize sunulan
dinimizin şekli, biçimi veya özelliği konusunda Kur’an onu bize Hz. İbrahim’le
tanıtır. Bir başka deyişle biz dini anlayabilmek için ona müracaat ederiz veya
etmek zorundayız. Hz. İbrahim’i tanımadan bu dinin anlaşılması mümkün değil-dir.
İslâm, teslim, teslimiyet konusu, Hanif olma konusu, halisân lillah olma
konusu, ümmet olma konusu, tevhid ve şirk konusu, millet konusu ve daha pek
çok konu Hz. İbrahim’le anlatılır.
Bütün bunların yanında Kur’an-ı
Kerimde üç yerde üsve-i ha-sene ifadesinin geçtiğini, bunlardan birisinde
Rasulullah’ın bize üsve olarak anlatıldığını, birisinde öteki peygamberlerin
üsve olarak anlatılırken, bir tanesinde de tek başına İbrahim (a.s) in bize örnek
olarak anlatıldığını görüyoruz.
O halde
bizler Rabbimizin rızasını ve cenneti kazanmak istiyorsak Hz. İbrahim’i
tanımaya ve onu üsve olarak kabul edip onun gibi olmaya, onun gibi yaşamaya
mecburuz. İman konusunda, İslâm konusunda, teslimiyet konusunda, ihsan
konusunda onu örnek alma-ya mecburuz.
İşte En’âm
sûresinde onun tevhidi anlayışını kabule hazır hale gelen kimse karşısında Hz.
İbrahim’i bulmaktadır. Kur’an-ı Kerimin şu özelliğini görüyoruz: Rabbimizin
kitabında namazdan, oruçtan, içkiden bahsederken birden bire o konuyu kesip
sanki o konuyla hiç mi hiç ilgisi olmayan bir konuya geçiverdiğini görüyoruz.
Meselâ Bakara sûresinde nikâhtan, talaktan, izdivaçtan bahsederken birden bire
konuyu keserek: (Hafizu ales salavati vessalat il vusta) buyurarak namaz
konusuna geçiverdiğini görürüz. Peki acaba önceden anlatılan o konularla bu
namazın ne ilgisi var diyesi geliyor insanın. Bu konuların anlatıldığı o
bölümde birden bire sözü namaza getirirken Rabbimiz sanki; “Dikkat edin ha!
Bütün bu anlattığım konuların tanzimi için, bunların icrası için, sizler namaza
muhtaçsınız! Namazınız yoksa bunları icra etmeniz de mümkün olmayacaktır!
Namazsız bunları asla yapamazsınız! Namazsız böyle bir hayatı yaşamanız mümkün
değil! Onun için namaza dikkat edin!” buyuruyor.
İşte aynen bunun gibi burada da
başka konulardan söz ederken birden bire İbrahim’e geçişte de böyle bir münâsebet
var. Allah’ın yegâne velî oluşundan bahsedildi, onun velâyetine karşı çıkıp
yeryüzünde başka veliler bularak, onların korumaları altına girmeye çalışan
insanlardan söz edildi, doğru yolu bulduktan sonra şeytanın çağrısına uyarak bu
yoldan uzaklaşan insanlardan söz edildi, sonra da doğru yol ancak Allah’ın
yoludur, âlemlerin Rabbine teslim olarak namazı kılın ve muttaki olun,
hayatınızı tamamen Allah için yaşayın denildi. Çevrenizde sizi Allah yolundan alıkoymak
isteyen güçlerin tümüyle Allah adına ve Allah’a dayanarak ciddi bir mücâdele
sergileyin denildi. “Nasıl ya Rabbi? Kim gibi ya Rabbi?” demeye hazırlanırken,
bu konuda kendimize bir örnek ararken hemen Rabbimiz işte tıpkı atanız İbrahim
gibi buyurarak bize burada bir örnek sunacak. Hz. İbrahim’in babası ve kavmiyle
olan mücâdelesini anlatacak.
74-"Hatırlayın, İbrahim, babası
Âzer’e: "Şu putları ilâh mı edindin? Doğrusu ben seni ve milletini açık
bir sapıklık içinde görüyorum" demişti."
Burada Hz. İbrahim’in hitabı
babasınadır, ama Şuarâ sûresin-de kavmiyle birlikte babasına seslendiğini
görüyoruz:
"Hani
İbrahim babasına ve kavmine: "Neye ibâdet ediyorsunuz? demişti."
(Sâffât 85)
İbrahim
(a.s)’in gerek babasıyla gerek kavmiyle mücâdelesinde genel bir dâvet metodu
izlediğini görüyoruz. Yâni kavminin karşısında ve tüm kavimler karşısında, tüm
toplumlar karşısında kıyâmete kadar uygulanabilecek bir dâvet metodu görüyoruz
İbrahim (a.s) in hayatında. Yâni kıyâmete kadar her toplum insanının her
topluma uygulayabileceği bir din dâvet modelidir onun modeli. Meselâ ölmüş
salih kişilerin putlaştırıldığı bir toplumda Hz. Nuh ve Hz. Nuh’un dâvet modeli
bizim için örnektir de aynı zamanda Hz. İbrahim’in dâvet modeli de bizim için
gereklidir o toplumda. Veya dünyayı kıble edinmiş, dünyayı cennetleştirme
cinnetine kapılmış, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya adına plan program yapmaya
çalışan bir toplumda bize Hud (a.s) un dâvet modeli örnektir de, ama bununla
beraber Hz. İbrahim’i de örnek almak zorundayız.
Veya meselâ cinsel ahlâksızlığı
doruklaştıran bir topluma karşı Hz. Lût (a.s) bize örnektir de, aynı zaman da
Hz. İbrahim de örnektir. Hangi örnek peygamberin toplumuna benzer özellikler
taşıyan bir toplum içinde bulunursak bulunalım o peygamberin örnekliliği bizim
için söz konusu olduğu gibi aynı zamanda İbrahim (a.s) in örnekliliği de söz
konusudur diyoruz. İşte burada da İbrahim (a.s) in örnekliliğiyle karşı
karşıyayız.
Babasına
dedi ki, Âzer kim? İbrahim (a.s)’in babası
mı? Yok-sa onun amcası mı? Bu tartışmadan kaçınacağız. Âzer onun baba-sıdır
veya amcasıdır demem benim dinim açısından bir eksiklik değil-dir. Bir konunun
bilinmemesi benim dinim açısından bir eksiklik değil-se, illa da onu bilmem
gerekmez. Burada anlatılan onun, Hz. İbrahi-m’in yakınlarıyla kavgasıdır.
Yakınlarıyla ve kavmiyle münâsebetinin beyanıdır, bize lâzım olan da işte
budur. Çok münakaşa edilmiş, yok babasıydı, yok amcasıydı, yok bu babasının
lakabıydı. Buna hiç de gerek yoktur. Yine biliyoruz ki bir peygamberin
babasının kâfir olması peygamberin şerefine her hangi bir nakısa
getirmeyecektir. Dolayısıyla bizim peygamberimizin de babası ve anasının iman
etmeden gidişi ona bir nakısa getirmeyecektir. İşte efendim onun babası ve anasının
öldükten sonra yeniden dirilmeleri ve iman etmeleri gibi şeylerin anlatılması
biraz zorlama gibi oluyor. Peygamberse işte İbrahim (a.s) da peygamberdi. Onun
babası da babadır ve işte görüyoruz ki Kur’-an’ın tesciliyle onun da kâfir
olduğunu ve artık onun hakkında da oğlu İbrahim’in istiğfarının caiz olmadığını
görüyoruz.
İşte Hz.
İbrahim babasına ve kavmine dedi ki: Şuarâ’daki âyetle söyleyelim önce: "Neye
tapınıyorsunuz?" Ya da neye kulluk ediyorsunuz? Nelere kulluk ediniyorsunuz?
Kulluk kişinin boynundaki ipin ucunu birilerine vermesi anlamına geliyordu.
Herkesin boynunda, boğazında doğuştan getirdiği bir kulluk ipi vardı ve bu ipin
ucu kimin elindeyse kişi ona kulluk ediyordu. Ama bazen bir iple yetinmeyen kimi
insanlar herkesi memnun etmek için onlarca, yüzlerce, takabildikleri kadar
boğazına ipler takıyor ve her birini de birilerinin eline veriyordu. Kimisini
hanımın eline, kimisini anasının eline, devleti de istemişe kimisini devletinin
eline, ağaya, patrona, modaya, çevre-ye, âdetlere, törelere, topluma ve
herkese veriyordu. Bakın burada da böyle Allah’ı tanımanın yanında, Allah’ı bilmenin
ve O’na iman etme-nin yanında Allah’tan başkalarına da kul köle olmuş bir
toplumdan söz ediliyor. Hz. İbrahim’in toplumu Allah’a inanmakla beraber Allah’-tan
başkalarına da kulluk etmeye çalışan müşrik bir toplumdu.
Buradaki
âyetle de babası Âzer’e şöyle diyordu:
"Baba!
Şu putları ve benzeri şeyleri ilâh mı edindin?"
Şu putları
kendi üzerinizde otorite kabul ettiniz öyle mi? Allah berisindeki şu varlıkları
kendi hayatınızda söz sahibi kabul ettiniz öyle mi? Hâkimiyeti siz onlara
verdiniz öyle mi? Bu halinizle ben sizi çok açık bir sapıklık içinde görüyorum.
Esnam, sanem Arapların da kullandıkları putlardır. Kütük şeklinde, kalas
şeklinde ya da bir kaya parçası şeklinde veya bir başka biçimde yapılmış,
yontulmuş çok yüce bilinen bir varlığın yeryüzünde sembol edilen şekilleriydi
bunlar. Yâni hürmet edilen, saygı duyulan, önünde eğilinen yüce varlıkların
yerdeki sembolleriydi bu putlar. Meselâ bu insanlar için güneş çok yüce tapınılmaya
değer bir varlıktı ve yeryüzünde bu güneşin temsilcisi olarak kendi elleriyle
yaptıkları sembollerini tapınılmaya lâyık görüyorlar ve bunlara tapınıyorlardı.
Aslında taptıkları ve tapınılmaya
lâyık gördükleri bu putlar o varlıkların bizzat kendileri değil de onların
temsil ettikleri şeylerdi. Yâni aslında tapınılmaya lâyık görülen bu put değil
de güneştir de onlar bu güneşin yeryüzündeki temsilcisi olan putlara tapınıyorlardı.
Put budur zaten. Şirki somutlaştırıp onu görünür, duyulur ve hissedilir hale
getiren unsura put denir. Diğer bir ifadeyle şirkin elle tutulur gözle görülür
boyutuna put denir.
Putun
oluşumunu sağlayan sebepler pek çoktur. Tarihin her devrinde insanların
genelinde Allah inancı hep var olmuştur. Her dönemde madde ötesi, üstün güç ve
kudret sahibi, yaratıcı olan Allah inancının var olduğunu ve insanların bu
yaratıcıya iman ettiklerini biliyoruz. Ama aynı zamanda bu insanların
genelinde şöyle bir kanaat söz konusu idi. Allah vardır, yaratıcıdır, tüm
kâinatı O yaratmıştır, kendilerini de O yaratmıştır, O yücedir, Âlî’dir, ama bu
yüce varlıkla insanların doğrudan doğruya irtibat kurmaları mümkün değildir.
Onun içindir ki bu yüce varlıkla insanların irtibatlarını sağlayacak aracılara
ihtiyaç vardır. İşte bu durumda bazı aracıların bulunması kaçınılmazdır. Bu
aracılar da put ismi verilen bir kısım varlıklarla somutlaşır.
Az evvel de ifade ettiğimiz gibi
tapınılanlar aslında bu putların kendileri değil onların temsil ettikleri
şeylerdir. Yâni bu putların bizzat kendi görüntülerinden ziyâde temsil
ettikleri ve ifade ettikleri anlam önemlidir. Bu itibarla tabiatta hiçbir
varlığa sırf kendisi için tapınıldığı görülmemiştir.
Kur’an-ı
Kerime baktığımız zaman şunu görürüz: İnsanlar ma-hiyetini anlayamadıkları,
içyüzünü tam değerlendirip kavrayamadıkları bazı şeylerin tehlikesinden korkmaları
sebebiyle veya bazı varlıklara aşırı sevgileri sebebiyle ya da bazı varlıkları
kendileri için Allah katında şefaatçi kabul etmeleri sebebiyle onları
putlaştırmışlardır. Yâni kendilerini Allah’a yaklaştıracakları ümidiyle veya
bazı varlıklara aşırı sevgileri sebebiyle onlara tapınma, onlara saygı duyma ve
onları kutsallaştırma süreci içine girmişlerdir. Meselâ Nisâ sûresinde 117. Âyetinde
anlatıldığına göre insanların aşırı tutkuları sebebiyle dişileri putlaştırdıklarını
görüyoruz:
"Onlar Allah’ı bırakıp birtakım
dişi tanrıçalara ta-parlar... "
(Nisâ 117)
Yine Bakara sûresinin 165. âyetinde
ifade edildiği gibi çok sevdikleri varlıkları Allah’a ortak koşarak onlara kulluk
etmeye çalışırlar.
"İnsanlardan kimileri de vardır ki Allah’a nidler (Allah’a
eşler, ortaklar) kabul ediyorlar. Ve onları Allah sever gibi severler."
(Bakara
165)
Allah’ın
ortakları vardır diyorlar. Evet bütün bunlar Allah’ın yarattığı varlıklardır,
ama işte bu konuda bize yetkiler vermiştir. Kendisinin işleri çok yoğun
olduğundan dolayı bizim işlerimizi, siyasal işlerimizi, ekonomik işlerimizi,
beşerî işlerimizi, sosyal işlerimizi bize bırakmıştır. İşte biz de bu
işlerimizi kendi tanrılarımıza döndüreceğiz diyerek Allahu Teâlâya ortaklar
bulmaya çalışıyorlar.
Tamam
göklerin, yerin yaratıcısı olarak, yağmurun yağdırıcısı olarak, rüzgarların
sahibi olarak Allah’ı kabul ediyoruz ama, Allah işte böyle büyük işlerin
yanında böyle ufak tefek işlere vakti olmayan olduğu için bu işler bize bırakılmıştır
diyorlar. Ve diyorlar ki Ya Rabbi, bizim ilim adamlarımız var, ilmi işlerimizi
biz onlarla halledeceğiz, Senin de bilgin vardır ama, neyse işte devir
değişti, şimdi bizim bilim adamlarımız bu işleri daha iyi hallediyorlar. Ya
Rabbi tamam sen de şifa verensin, ama gerçekten asrımızda bizim hekimlerimiz
çok ilerlediler, şifa tanrılarımız var, hayat tanrılarımız var ve gerçekten bu
işi çok iyi hallediyorlar, anında işe müdahale ediyorlar, beceremediklerini de
zaten birtakım sebeplere bağlıyorlar, artık Sen bu işe karışma diyorlar. Ya
Rabbi Sen Mâlikü’l Mülksün biliyoruz, ama şu anda bizim geçici mâliklerimiz
var, liderlerimiz var, ekonomistlerimiz var, bunlar gerçekten bu işi iyi biliyorlar.
Neyi iyi biliyorlar? İşte
mallarımızı, mülklerimizi başkaları-
na peşkeş çekmeyi bunlar gâyet iyi beceriyorlar. Bundan dolayı bu işi de
bırak Sen. Karışma bu pis işlere. Bırak bizi biz keyfimize göre hareket
edelim. Bizim deneyimli hukukçularımız var artık, biz hukuk konusunda Âd
dönemini, Medyen dönemini, Firavunlar dönemini geri getirdik ve bu hukuk
konusunda da artık bu işin zirvesine vardık. Artık Senin kitabına da,
peygamberine de ihtiyacımız kalmadı. Zaten yıllar önce kitabının hükmü de
bitmiştir. Şimdi yeni kitaplar edindik. Bizim hukuk tanrılarımız da bu işi
hallediyor diyerek Allah’a nidler, ortaklar bulmaya çalışan insanlar vardır.
Allahu
Teâlâya nidler, ortaklar buluyorlar ve onları Allah severmiş gibi seviyorlar.
Hem de öyle seviyorlar ki sanki Allah sever gibi severler. Onların emirlerine,
yasaklarına itaat ederler de Allah’a isyan ederler. Bu şeriklerinin arzularını
Allah’ın arzularına tercih ederler.
Bunların
bir kısmı bu şirki açıktan yaparlar. Tıpkı Firavunlara, Nemrutlara insanların
bir dönem yaptıkları gibi onlara ilâh ve mabûd ismi vermekten çekinmezler.
Onlara açıktan açığa “Rabbimiz! Tanrımız!” demekten çekinmezler. Onları güç
kuvvet sahibi, nîmet sahibi bilirler. Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri
bunlardan beklerler. Allah’a sığınmaları gereken yerde bunlara sığınırlar.
Allah’ı çağırmaları gereken yerde bunları yardıma çağırıp, bunlara dua ederler.
Allah’ın rızasını kazanıyorlarmış gibi bunların rızalarını kazanmaya çalışırlar.
Bilhassa oyun ve eğlence
tanrılarında bunu çok net görmek mümkündür. Adam bir futbolcuyu kalbinin ta derinliklerinde
yaşıyor. Bir artisti, ya da bir şarkıcıyı, ya da bir sanatçıyı kalbinin ta derinliklerinde
saklıyor. Bir siyasi liderini, bir efendisini, bir hacısını, hocasını kalbinin
en derinliklerinde saklıyor adam..
Veya işte
Allah’ın varlıklarla birleşme teorisi de veya vahdeti vücutçuluk adıyla
bilinen varlıkların Allah’tan kopma, parçalanma anlayışı da insanları bu
varlıkları Allah sever gibi sevme küfrüne götürecektir. Zaten Hz. Îsâ’ya Allah’tı,
Allah’ın oğluydu denmesi Mısırdan, Roma’dan, Hint’ten, Yunan’dan gelen bu
birleşme (Vahdet-i Vücut) teorisinin bir tesiridir.
Allah bu konuda
ne diyor hiç önemli değil, yeter ki efendisi gücenmesin. Allah önemli değil,
önemli olan yeter ki lideri razı olsun. Yeter ki futbolcu üzülmesin. Yeter ki artist
hanım mahzun olmasın. Yeter ki şarkıcı kız sıkıntı içine düşmesin. Yeter ki
hoca efendiyi, hacı efendiyi, şeyh efendiyi üzmeyeyim. Gerisi önemli değil,
Allahu Tealâ zaten Ğafururrahîmdir, O gücenmez diyorlar. Öyle bir seviyor, öyle
bir bağlanıyor ki adam hakikaten:
Sanki Allah
sever gibi seviyorlar. Modaya ters düşmektense bin defa Allah’a ters düşmeye
razı olacak kadar seviyorlar. Meselâ toprak, sancak, bayrak, vatan, millet, lider,
önder gibi nidler sanki Allah sever gibi seviliyor. Allah’a yapılması
gerekenler bunlar adına yapılmaya çalışılıyor. Mü'minler Allah adına, Allah
uğrunda ölmeyi göze alırken kimi insanlar bunlar adına da ölebilmektedirler.
Hattâ bunlardan kimileri Allah’tan daha fazla sevilmektedir. Meselâ Allah’ın
emirlerine zıt emirler veren, arzuları, kanunları Allah’ın arzularıyla çatışan
liderlere itaat eden kimselerin bu amelleri liderlerini Allah’tan daha çok
sevdiklerinin ispatıdır. Adam kendisi gibi aciz, kendisi gibi ölümlü, kendisi
gibi güçsüz ve kuvvetsiz olan bir adamın kanunlarının, koymuş olduğu
kurallarının insanlar üzerinde hakim olması adına malını veriyor, canını
veriyor.
Evet aşırı
şekilde sevdikleri hürmet ettikleri varlıkları putlaştırmış insanlar. Bazen da
yaratıcı olarak Allah’a inanmakla birlikte bu yüce varlıkla direk irtibat
imkânlarının olamayacağına inandıkları için bir kısım varlıkları aracılar
yaparak onlara da kulluk yapmışlardır.
"Allah’ı bırakıp da onun berisinde veliler edinenler:
"Bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." derler...."
(Zümer 3)
İşte
saymaya çalıştığım bu sapık anlayışlar sonucunda yeryüzünde pek çok varlık
putlaştırılmıştır. Aşırı sevgilerinden ötürü peygamberler ve salih kişiler
zamanla putlaştırılmış, bunların temsil ettikleri davaları değil de bizzat kendi
şahısları yüceltilmiştir. Yine toplumlarda ölmüş insanları ve ataları
putlaştırma yaygın hale gelmiş. Peygamberlerin kendilerine sunduğu tevhid
karşısında insanlar atalarını ve o atalarının yaşadıkları hareket tarzlarını,
atalarının yaşadıkları hayat modellerini, geleneklerini putlaştırmışlar. Biz
atalarımızı bu yolda bulduk, binaenaleyh sen ne yaparsan yap, ey peygamber kesin-likle
bizi âdetlerimizden, bizi atalarımızın yolundan ayıramazsın diye-rek
atalarının anlayışlarını putlaştırmışlar.
Veya kimi insanlar vatanı
putlaştırmışlar. Vatan için her şeyi fedâ etme esasından hareketle o vatan
üzerindeki sosyal yapıyı, siyasal sistemi putlaştırmışlardır. Hattâ o sistemin
niteliği ne olursa olsun, Allah’ın rızasına uygun olsun olmasın buna
bakmaksızın vatan hatırına onu destekleme ve ona sahip çıkma biçiminde vatanı
putlaştırmışlar. Veya kimi insanlar toplumlarında Allah’ın hükümlerini ilga
eden, Allah’ın hükümlerini geçersiz kabul edip kendi hükümlerini Allah
hükümlerinin yerine ikame eden veya Allah hükümlerinin zıddına hükümler veren
kurum ve şahısların hükümlerini kabul ederek bunları putlaştırmışlardır.
Veya işte millet putlaştırılmış,
ırk putlaştırılmış, renk putlaştırılmış, belli bir siyasal görüş
putlaştırılmış, belli bir ekonomik görüş putlaştırılmış, belli liderler
putlaştırılmış, moda ve sanat gibi somut putlar çoğalıp günümüzde eski nesnel
putların yerini almıştır. Bu saydığımız unsurlar insanların hayatında
putlaşınca, insanların gözlerinde bunlar sembolleşince artık insanlar bunlar uğrunda
mallarını ve canlarını, ahlâk ve namuslarını fedâ etmeleri istendiği zaman
çekinmeden her şeylerini fedâ ederler.
Evet put
her zaman taştan ve tunçtan olmayabilir. Bir sistem, bir ideoloji, bir hayat
tarzı, bir sembol de bazen putlaşabilir insanların hayatlarında. Yâni putun
üslendiği rol önemlidir. Bazen idareci, topluma hükmetmek isteyen azınlık bir
grup topluma hükmedebilmek için, toplum içinde menfaatlerinin artması ve devamı
için putlar ihdas ederler. Topluma hükmetmeleri ve menfaatlerinin devamını bu
putlara borçlu olduklarından putları ve putçuluğu bütün güçleriyle desteklerler
ve putçuluğun devamı için her türlü desteği ve tedbiri alırlar. Bir yandan
toplum fertlerini aldatabilmek için toplumun inandığı Allah’ın yüceliğini
vurgulayarak bu yüce varlığın insan gibi aşağı bir varlıkla ilgilenmesinin,
onun hayatına karışıp emirler ve nehiylerde bulunmasının, onun hayatına
program yapmasının imkânsızlığından bahsederek Allah’la insanlar arasında
aracı olarak bir kısım varlıkların bulunmasının zarûrî olduğunu söylerler.
Bir yandan da toplum adına kendi
elleriyle diktikleri bu putların arkasına saklanarak insanların kendilerine kulluğunu
sağlarlar. Bu putlar sayesinde yığınları kendilerine kul köle edinirler ve
onların mallarını, mülklerini sömürürler. Bu putlar sayesinde toplum üzerinde
kendi egemenliklerini kurarlar. Aslında kendi isteklerini, kendi arzularını sanki
putun isteğiymiş gibi halka yansıtırlar. Toplumda bu putların ve putçuluğun
yıkılıp yerine tevhid akidesinin, gerçek
Allah inancının, gerçek Allah’a kulluk anlayışının yerleşmesini asla istemezler.
Çünkü o zaman herkes Allah’ın kulu olunca kendilerinin egemenlikleri ve
menfaatleri son bulacaktır. Nitekim tarih boyunca tevhidi getiren her peygamberin
karşısına ilk çıkanlar ve peygamberin yolunu engellemeye çalışanlar da
toplumun bu ileri gelen azınlık tabakası olmuştur. Tarih boyunca bu hep böyle
olmuştur. Zira bunların karşı çıkışları putlara inandıklarından, putlara saygı
duyduklarından değil, onlar sayesinde topluma hükmetme ve toplumun kanını emme
imkânını kolayca elde ettiklerinden dolayıdır.
Evet işte
putun ve putçuluğun mahiyeti ve tarihi budur. Hz. İbrahim’in babası ve kavmi
Allah’ı tanımak ve Allah’a inanmakla birlikte hayatlarında putların da egemenliğini
kabul etmiş bir toplumdu. Put-larla sarmaş dolaş yaşayan bir toplumdu. Güneşe,
aya ve yıldızlara tapınan bir toplumdu. Bu varlıkların yeryüzünde sembolleri
yapılıyor ve bunlara tapılıyordu. Özel put evleri, özel put yapım merkezleri
vardı.
Hz İbrahim
babasına diyor ki: "Allah berisinde bir kısım putları ilâhlar mı edindin?"
Belki mübâlağa filan diyeceksiniz ama, böyle açık, net putçuların yanında Allah’a
inandığını söyleyen, namaz kılan, oruç tutan insanların arasında bile ben bugün
bu tür vasıfları toplumda görüyorum. Adam kimi eşyaların karşısında, kimi tavırların
karşısında, kimi sanatçıların, kimi sanatların karşısında, kimi liderlerin
karşısında, kimi beliğ ve fasih konuşmaların karşısında boynunu bükmüş ve
teslim olmak zorunda kaldıklarını görüyorum. Yâni adamların çaresizlikten
kıvrandıklarını görüyorum. Adam çaresizlikten ne yapacağını bilmez bir
vaziyette kıvranıyor. Sanki çaresiz onu almak zorunda. Çaresiz onu dinlemek
zorunda. Onu seyretmek zorun-da, onunla beraber olmak zorunda, onu evine
götürmek zorunda, onunla iç içe olmak zorunda, onu bağrına basmak zorunda. Ve
de itiraz da edemiyor. Karşı da gelemiyor ona. Boyun büküyor ve teslim oluyor.
Sanki dünün putçularının yaptıkları gibi bugün bizim piyasayı bu anlamda nice boyun
bükücüler ve kendilerine boyun bükülenler kaplamış.
Meselâ şu anda aslında
hayatımızda kullanım alanı olmayan nice eşyalar yine de alıcı bulabiliyorlarsa
bunların insan hayatında putlaştığının dışında bir izahının olmadığını
düşünüyorum. Ya da rahat ve huzur kaynağı olmayan ya da insanların
birbirleriyle beraberliklerini engelleyen, insanların ayrılmalarını gündeme
getiren kimi eşyalar, aileleri parçalayan kimi eşyalar veya insanların ölümüne
dâvetiye çıkaran, insanları mahveden kimi eşyalar yine de toplumda alıcı
bulabiliyor, insanlar bunlara teslim olup boyun büküyorlarsa bunların
insanların hayatında putlaşmamış olduklarını söylemek gerçekten zordur.
Veya meselâ
şu anda bizim toplumda toplum diye bir put vardır. Karşı gelemezsiniz, itiraz
edemezsiniz. Diyorlar ki toplum her şey-dir. Topluma karşı gelinmez, toplumun
dediklerinden dışarı çıkılmaz. Sizler ondan geldiniz yine ona döneceksiniz.
Bakın Allah’ın sıfatları sanki topluma verilmiş. Allah’a yapılması gerekenler
sanki topluma isteniyor. Öyle değil mi? Topluma karşı gelemezsin, onu ret edemez-sin.
Onun insanlar üzerinde kahhâr bir etkisi vardır. O ne derse, o nasıl isterse
öyle yapacaksın. Toplumun istediklerini gözardı edemez-sin diyorlar ve sonra
şöyle demeye başlıyorlar: Efendim işte bu kendisine karşı gelinmez olan toplum
diyor ki: Şöyle giyineceksin! Şöyle yaşayacaksın! Şöyle kazanacak, böyle harcayacaksın!
Şunu şöyle yapacak, bunu böyle yapacaksın! Düğünde şunları, şunları alacaksın!
Tamam artık alınacaktır o başka çaresi yoktur.
Peki kim dedi bunu? Kim istiyor
bunu? Toplum böyle diyor efendim. Toplum istiyor bunu. Soruyoruz bu defa böyle
diyenlere: Peki o zaman toplum ne? Kim o? Kim bu toplum, toplum dedikleri? İşte
sen, ben, bizim oğlan. Aslında yok öyle birisi. Birileri diyor bunu da, yok o
birileri ortada. Onu diyenler kayıp da onu topluma dedirtiyorlar. Yâni ayağa
basan yok, ayağına basılan yok birileri onun kavgasını veriyorlar.
Hani
öyle bir fıkra var ya. Bir adam yolda giderken istemeden, kasıtsız olarak
birinin ayağına basıvermiş. Ayağına basılan cıngar çıkarıp bağırıp çağırmaya
başlamış. Berikisi son derece üzgün, mah-cup özürler diler. Kusura bakma
arkadaş, bilerek olmadı, istemeyerek oldu, filan dedikçe, ötekisi; olmaz
arkadaş, dikkat edecektin, basma-yacaktın, bu yaptığın insanlık değil diye
üzerine varınca, laf kalabalıklaşınca insanlar da kalabalıklaşır. Oradakilerden
birisi araya girmiş ve demiş ki; yahu nedir sizin derdiniz? Adam anlatmaya
başlar, yâni gerçekten bilmeden istemeyerek, bu arkadaşın ayağına basmışım,
özür diledim ama anlamadı adam. Derken bu üçüncü şahıs dönmüş ayağına basılan
adama; arkadaş, olur böyle şeyler, adam hata etmiş, et-me, eyleme, insandır,
sen de yapabilirsin. Derken o ayağına basılan bu üçüncü şahsa dönmüş ve
başlamış ona çatmaya; Olur mu kardeşim, ne demek? Bu
adam insan değil mi? Gözü kör mü? Kulağı sağır mı? Aklı yok mu? Filan diye çıkışmaya
başlayınca, derken o birinci, ayağa basan şahıs, bakmış ki zaten kendisine laf
düşmüyor, yoluna devam etmiş. İkinci ve üçüncü şahış kavgayı sürdürürken, bir
dör-düncü adam devreye girmiş; ne oluyor yahu? Nedir bu kavganız? Ya-hu demiş
üçüncü, bu adamın ayağına birisi basmış, bir insanlık görevi olarak bu işin
olabileceğini anlatmaya çalıştım, adam anlamadı. Dör-düncü adam diyor ki, yahu
be kardeşim, sana ne? Niye burnunu so-kuyorsun el âlemin işine? Seni ne
ilgilendirir bu iş? Filan deyince, bu defa beriki, olur mu yahu? İnsanlık öldü
mü? İki kişi arasına girmeye-lim mi? Filan diye onunla tartışmaya başlayınca, o
ikinci, ayağına ba-sılan da bakmış ki kendisine laf düşmüyor, o da yoluna devam
etmiş. Ayağa basan da yok, basılan da yok. Berikilerin tartışması mahkeme-ye
intikal etmiş. Hakim dosyaları incelemiş ve demiş ki; oğlum, alın sanıkları
içeriye. Almışlar. Hakim; ayağa basan! Kalk bakalım ayağa! Ses yok. Ayağa
basılan! Sen kalk! O da yok. Peki siz nesiniz? Demiş hakim. Efendim, biz filan
demeye başlayınca; çıkın ulan! demiş. Siz-den başka işim yok mu benim? Yâni kim
dedi? Kim yaptı? Belli değil.
Böylece toplumun, toplum putunun
arkasına saklanıp satmak istediklerini satabilme imkânı buluyor adamlar. Veya
toplum putunun arkasında kendi âdetlerini, kendi anlayışlarını yaygınlaştırmaya
çalışıyorlar.
Evet bu
mânâda put Allah yerine insan hayatına karışma mev-kisine konulan her şeydir.
Bazen böyle toplumdur, bazen yerine göre bazen babadır, anadır, kavimdir,
gardaştır, bazen eşyadır, bazen mo-dadır, bazen örftür, âdettir. İşte tüm
bunlar Allah yerine geçiyor ve ha-yatımızda yaptırım gücü elde ediyorlarsa
putlaşmışlar demektir, Allah korusun.
"Siz
bu putları ilâhlar edindiniz öyle mi?"
Halbuki
bunları siz dikmiştiniz, bunları siz yapmıştınız. Bu hukuku siz yapmıştınız,
bu parlamentoyu siz kurmuştunuz, bu kanunları siz yapmıştınız. Yâni kendi ellerinizle
yaptığınız kendi ellerinizle diktiğiniz şeyleri ilâh kabul ettiniz öyle mi?
Allah’ı bırakıp da bunlara kulluk ediyorsunuz veya Allah’la beraber bunları da
dinliyorsunuz öyle mi? Hayatınızın bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıyor, öteki
bölümlerinde de bunları dinliyorsunuz öyle mi? Ey babam ve ey toplumum!
"Ben
sizi çok açık bir sapıklık içinde görüyorum."
75- "Böylece biz İbrahim’e
göklerin ve yerin mele-kûtunu (Hükümranlığını) gösteriyorduk ki o kesin
ina-nanlardan olsun."
Yâni biz
İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu, mülkiyetini, hâkimiyetini
gösteriyorduk ki o yakînen iman edenlerden olsun. Yâni göklerde ve yerde ne
varsa onların tamamının bizim hâkimiyetimiz, bizim emrimiz ve otoritemiz
altında olduğunu ona gösteriyorduk ki, o bütün bunların ne anlama geldiğini ve
niçin kim tarafından var edildiklerini bilsin de bu konuda tam iman edenlerden
olsun, şüphesi kal-masın, kalbi yatışsın, mutmain olsun, şeksiz şüphesiz iman edenler-den
olsun diye.
76,77,78:"Üzerine gece bastırınca,
bir yıldız gördü. Dedi ki: "Rabbim budur.” Yıldız batınca da: “Ben
batan-ları sevmem" dedi. Ayı doğarken gördü. "Rabbim budur"
dedi. O da batınca: "Kasem ederim ki, Eğer Rabbim bana doğru yolu
göstermeseydi elbette sapıklığa düşen toplu-luktan olurdum." Güneşi
doğarken görünce: "Rabbim budur! Bu hepsinden büyük" dedi. O da
batınca dedi ki: "Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuklarınızdan beriyim."
Burada
sanki İbrahim (a.s) in söyledikleri Kur’an’ın ortaya koyduğu tevhid anlayışına
ters düşer gibi bir manzara arzetmektedir. Böyle Kur’an’ın tümüne, Kur’an’ın
bütününe ters düşen bir mânâ ortaya koyan bir âyet gördüğümüz zaman düşünmek
zorunda kalırız. Meselâ aynı sûrenin üçüncü âyetinde böyle bir terslik görür
gibi oluyoruz.
"O Allah hem göklerde hem
yerdedir. Ve sizin açı-ğınızı da gizlinizi de bilmektedir."
(En’âm 3)
Sanki ilk
bakışta Allah kendisine bir mekân izafe eder gibi görünüyor. Zâhirî mânâ
budur. Fakat biz meseleye Kur’an’ın bütünlüğü ve onun pratiği ve açıklayıcısı
olarak sünnet anlayışı içinde bakacak olursak bu mânâ üzerinde düşünmek zorunda
kalacağız. Öyleyse bu âyetin anlaşılmasında başka şeylere bakmak zorunda
kalacağız demektir. Kur’an Kur’an’ı, sünnet Kur’an’ı tefsir ettiğine göre;
Kur’an’ın başka yerlerine ve de sünnete müracaat edeceğiz. Bu düğümü halletmek
için Zuhruf sûresinin 48. âyetine bakıyoruz, orada Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"O
gökte de yerde de ilâh olandır, O hakim ve Alîm olandır."
(Zuhruf 84)
İşte Zuhruf
sûresinin bu âyeti meseleyi hallediveriyor. Demek ki Rabbimiz gökte de, yerde
de ilâh olarak vardır. Gökte de yerde de sözü dinlenecek yegâne ilâh olarak
vardır. Değilse bu Rabbimize bir mekân izafesi değildir. O zamandan ve mekândan
münezzehtir.
Burada da
Hz. İbrahim’in bu ifadelerini anlayabilmek için Kur’-an’ın başka bölümlerine
bakmak zorunda kalacağız. Kur’an bütün-lüğü içinde meseleye bakıp peygamber
olarak Hz. İbrahim’in kendi-sinden sadır olan bu sözleri, bu âyetleri bir
bütün olarak anlamaya, düşünmeye çalışınca şöyle bir durum karşımıza çıkıyor:
Âlemlerin yaratıcısı olarak Allah’ı tanıyan, Allah’a iman eden ama çeşitli
putları da, ayı güneşi ve yıldızları da İlâh olarak ona ortak koşan bir toplum
içinde Rabbimiz Hz. İbrahim’e önce göklerin ve yerin melekûtunu anla-tıyor.
Mülkiyet konusunu anlatıyor ona Rabbimiz. Yâni tüm bu mülkün kime ait
olduğunu? Kimin yarattığını ve ne için yarattığını? Onlar üzerinde kimin hakim
olduğunu? Hâkimiyetin ve Rububiyyetin kime ait ol-duğunu? Kâinatın Rabbi ve
İlâhının kim olduğunu ona anlatıyor. Ta ki o bütün bunları bilsin de yakînen Allah’a
inansın, içinde herhangi bir şüphe kalmasın diye. Sonra Rabbinden bunu öğrenen
Hz. İbrahim’in de dönerek toplumuna bu Allah’ın kendisine öğrettiği konuyu
onların anlayabilecekleri bir dille kendilerine anlattığını anlıyoruz.
Allah’ın
daha önce kendisine öğrettiği göklerin âyetlerinden bir yıldız gördü Hz.
İbrahim. Yıldıza tapınan ve onu kendilerine İlâh edinen kavmine dönüp dedi ki:
"Bu
Rabbim ha?"
Şimdi ben
bunu Rab bileceğim ha? Şimdi ben hayat programımı bundan alacağım ha? Siz bu
yıldızı Rab kabul ediyor ve ben de ona ibâdet edeceğim öyle mi? Ben hayatımı
buna danışacağım öyle mi? Benim hayatıma kulluk programı alan bu mu diyorsunuz?
Arapça’da düz bir cümleyi sonunu uzatarak ve soru şeklinde okursanız o soru cümlesi
olmuştur. Şimdi benim Rabbim bu yıldız ha? Ben bunu Rab bileceğim öyle mi?
diyor ve onların gözünde o yıldızın Rab olamayacağını anlatmaya çalışıyordu.
Bu, tartışmada bir ikna yöntemidir. Bunun bir örneğini de yine Hz. İbrahim’in
ağzından daha önce kırdığı putun karşısında:
“İbrahim: "Belki onu şu büyükleri
yapmıştır, konu-şabiliyorlarsa onlara sorun" dedi.”
(Enbiyâ 63)
Derken
görüyoruz. Bu söz de aynen bunun gibiydi. Hz. İbrahim orada da bu sözü
söylerken o putun konuşmayacağını, konuşamayacağını pek alabiliyordu. Ama bunu
bile bile yine de muhataplarına bunu anlatabilmek, onların akıllarını
erdirebilmek için böyle diyordu. Burada da muhataplarının akıllarını
erdirebilmek için böyle diyordu. Rabbim bu ha?
"Sonra o yıldız batınca da:
"Ben böyle batanları sevmem" dedi."
Evet bakın
bu yıldız batıp gitti. Ben batanları sevmem! Batıp gidenler, yok olup gidenler
kesinlikle Rab olamazlar. Batanlar, kendi kendilerine duramayanlar bir batırana
mahkumdurlar o halde böyle batıp gidenler kesinlikle Rab olamazlar. Batanları
sevmeyen elbette ayı da sevmez, güneşi de sevmez. Çünkü onlar da batmaktadır.
Ve çocukluğundan beri Hz. İbrahim onların doğup battıklarını görmekte ve
bilmektedir.
Kimileri bu
ulül’ azîm peygamberin, işte bilmeden bir süre yıldıza tapındığını, aya
tapındığını, güneşe tapındığını, yâni şirke düştüğünü sonradan Allah’ı
bulduğunu, bildiğini filan demeye çalışmışlar ki bu gerçekten çok bozuk bir anlayıştır.
Bakın burada diyor ki İbrahim (a.s) ben batanları sevmem ve onları Rab kabul
etmem. Peki İbrahim (a.s) yıldızın battığını ilk defa o gün mü öğrenmiş? Yıldızın
battığını ilk defa o gün mü fark etmiş? Yâni gariptir sanki o güne kadar
İbrahim (a.s) bir mağarada yaşamış, hiç dünya yüzü görmemiş, hiç yıldız gör-memiş,
işte bir anda nasıl salındıysa mağaradan salınmış ve gökyü-zünde bir yıldız
görmüş ve onu Rab zannetmiş, bu benim Rabbimdir demiş. Sonra birkaç saat içinde
bu yıldız da batıp gidince yo! olmadı bu battı, ben batanları sevmem, ben
batanları Rab kabul etmem demiş. Gerçekten çok garip bir şey. Sonra doğarken
bir ay görmüş ve tamam işte bu benim Rabbimdir demiş. Bir süre de bu aya ibâdet
ettikten sonra onun da battığını görmüş ve ondan da vazgeçmiş. Ya az evvel yıldız
batınca ben batanları sevmem, ben batanları asla Rab kabul etmem diyen birisi
onun da batacağını, çocukluğundan beri battığını bile bile bir başka batacak
olana bu benim Rabbimdir der mi hiç? Hem de bakın arkasından da diyor ki:
"Kasem ederim ki eğer Rabbim bana
doğru yolu daha önce göstermeseydi elbette ben de sizin gibi sapıklığa düşenlerden
olurdum" dedi.
Yâni daha
önce Rabbim bana göklerine ve yerin melekûtunu göstermeseydi, bana bu ayın bu
yıldızların ne olduklarını, kimin ol-duklarını anlatıp bildirmeseydi ben de
sizin gibi sapıklardan olurdum. Gelin siz bunu diyen bir peygamberin bir süre
aya, güneşe yıldızlara tapındığını söyleyin. Olacak şey değildir bu.
Bakın
burada iki Rab var. Burada iki Rab kelimesi geçiyor. Bunlardan birisi yıldız,
ay ve güneş için kullanılan "Haza Rabbi" ifadesindeki
Rab kelimesi, ötekisi de bu bölümde kendisine daha önce ayın yıldızın ve
güneşin mahiyetlerini, mülkiyetlerini bildirip kendisine hidâyet eden bir Rab.
Demek ki bu sözleri söylerken İbrahim (a.s) kendisine hidâyet eden Rabbin
farkında ve bilincindedir. Yâni Allah’ın varlığından habersiz değildir o anda.
Eğer bu ikinci kendisine hidâyet edici olarak bahsettiği Rab ay, yıldız, yahut
güneşse onları neden sevmediğini söylesin? Öyleyse kendisine hidâyet ettiği
için hamd ettiği Rab onlar değildir ve İbrahim (a.s)O Rabbi bilmekte ve Ona
iman etmektedir. Sonra âyetin ifade buyurduğu şekilde güneş olayı geliyor.
İbrahim (a.s) in toplumu aya, güneşe ve yıldızlara tapıyordu da onun için bu
örneği seçmiştir diyoruz.
Sonra bunun
üçünün de arka arkaya gerçekleşmesi de mümkün değildir. Sanki insanlar bir
meydana toplanmışlar Hz. İbrahim de onların yanında. Önce bir yıldız çıkıyor
bir süre münakaşa onun üzerine devam ederken nihâyet yıldız batıyor, arkasında
ay çıkıyor bir süre de onun üzerinde duruluyor, sonra güneş doğuyor onun üzerinde
söz ediliyor. Ve o insan topluluğu da hep orada bekliyor. Yâni insan düşününce
bunun mümkün olmadığını anlıyor. Çünkü bunların hepsinin devri öyle birkaç saat
içinde olması mümkün değildir. En azından o kalabalığın hem yıldızı, hem ayı,
hem de güneşi görebilmeleri için bir yirmi dört saat orada beklemeleri gerekir
ki bu da mümkün değildir. Öyleyse bu Kur’an’ın ve İbrahim (a.s) ın bir anlatım
modelidir, diyoruz Allahu âlem.
Peki acaba
bize ne anlatıyor bu âyetler? Bu âyetlerle biz ne anlayacağız yâni? Hz.
İbrahim yıldızlara, aya ve güneşe tapınan toplumunun karşısında, onların
gözlerinin önünde elindeki nübüvvet kılıcıyla, ya da daha önce putları kırdığı
Risâlet ilmi ve imanıyla şimdi de ayı doğruyor, güneşi parçalıyor ve yıldızları
yerlerinden söküp kömür-ler gibi ayaklar altına seriyordu. Yâni kişiyi Allah’tan
ayıran her şey, kişi ile Allah arasına giren, kişinin Allah’ı dinleyip sadece
ona kulluk yapmasına engel olan her şey yıldızlar kadar parlak, ay kadar göz ka-maştırıcı
veya rif'at sahibi, yücelik sahibi olsa da, güneş kadar bedahet sahibi veya nîmet
göndermede güneş kadar cömertlik sahibi olsa da onlara gönül kaptırmamamız
gerektiğini anlatıyor bize.
Yâni Allah dışında birileri
aslında Allah’ın olan nîmetleri bize ulaştırmada güneş kadar cömert olsalar
bile yine de onlara gönül kaptırmayıp Allah’a gönül vermemiz gerektiği
anlatılıyor. Bize rızık ulaştıran ağalarımız patronlarımız, bizi beslediklerini
iddia eden babalarımız analarımız, bize ilim ulaştırdıklarını iddia eden
âlimlerimiz, hocalarımız, şeyhlerimiz, üstatlarımız, bize şifa ulaştırdıklarını
iddia eden doktorlarımız aslında Allah’ın olan bu nîmetleri bize ulaştıran
herkimse onlar bize bu nîmetleri ulaştırma konusunda güneş kadar cömert olsalar
bile yine de onlara kulluk yapmayıp, onları gözümüzde büyütmeyip nîmetin esas
vericisi olan Allah’a gönlümüzü kaptırmamız gerektiği anlatılıyor. Öyle değil
mi? Aslında güneşin de bize intikal ettirdiği ışık ve ısı kendisinden değildir.
Allah’ın kendisine verdiği bu nîmeti güneş bize ulaştırmaktadır. Öyleyse
güneşin sahibi dururken, güneşin yaratıcısı dururken güneşe gönül kaptıran kişiye
ne demek lâzım?
Veya sizin
idarecileriniz, sizi koruduklarını, sizi yönettiklerini si-zi düşündüklerini
iddia edenler yıldızlar kadar parlak, ay kadar yüce makam sahibi olsalar bile
onları kesinlikle Rab bilmeyin, onların ka-nunlarını Allah kanunlarının önüne
geçirmeyin. Onların da sizin gibi Allah tarafından yaratılmış, doğan ve batan
birer fânî varlıklar olduklarını unutmayın. Zira her doğanı bir doğduran ve her
batanı da bir batıran vardır. Doğmaları da, batmaları da kendi ellerinde
olmayan bu aciz varlıklar nerden Rab olacaklar? Nerden size kanun koyma hakkına
sahip olacaklar?
Bakın
burada çok hoş bir anlatım var. Çok güzel bir üçlü anlatım var. Aslında bu üç
kademeli anlatım, önce yıldız, sonra ay ve daha sonra da güneş anlatılıyor. Bu
anlatım sırasından da anlıyoruz ki bu varlıklar aslında birbirlerinin yokluğuna
muhtaçtırlar. Yâni bunlardan her birinin varlığı bir diğerinin yokluğuna
bağlıdır. Bu yıldızlar, bu ay, bu güneş o kadar aciz varlıklardır ki bunların
varlıkları diğerinin yokluğuna mahkumdur. Biri yok olmalı ki öbürü var olabilsin.
Biri batmalı ki öbürü doğabilsin. Yâni güneş batmalı ki ay doğabilsin. Ya da
ay yok olmalı ki yıldızlar görünebilsin. Birisi yok olmalı ki öbürü hayat
bulabilsin, ortaya çıkabilsin.
Şimdi şu anda bizim ülkemizde
insanların İlâh bildikleri, kanun yapma yetkisinin, egemenlik hakkının, hâkimiyetin
kendilerinde olduklarına inandıkları yapay İlâhlar da öyle değil mi? Biri
oturur koltuğa bu toplumun İlâhı olarak, bir süre İlâhlık pozları oynar sonra o
gider başka biri gelir. Yâni başka bir İlâhın gelmesi de öncekinin o koltuktan
yüzüp gitmesine bağlı. Biri batar, biri çıkar. Halbuki ben batanları sevmem!
Ben batanları kesinlikle Rab bilmem diyordu Hz. İbrahim. Sizler seviyor
musunuz, sevmiyor musunuz? Allah makamında kanun koyma yetkisini bunlara
vererek bunları Rabler kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz varın kendiniz
düşünün. Tüm insanlar, tüm aciz varlıklar böyledir. Biri babadır ötekisi oğuldur.
Biri ölür gider, diğeri onun yerine baba olur. Hepsi fânîdir bunların. Hiçbirisi
de Rab olmaya ve emirleri dinlenmeye lâyık değildir, bunu anlayın diyor
Rabbimiz, atamız İbrahim’in diliyle.
Evet
yıldızlar, ay ve güneş bunlar Allah’ın âyetleridir. Ve şu anda bizler her an bu
âyetlerle yüz yüzeyiz. Bunlar her an bizim gözümüzün önünde doğup
batmaktadırlar. Peki acaba biz bu âyetlere ne kadar yakınız? Bu âyetler üzerinde
ne kadar düşünüyoruz? Halbuki bu âyetler sürekli bizim elimizden tutup
Rabbimize götürecek âyetlerdir. Bunları sürekli gündemde tutmak zorundayız.
Aman bu âyetleri sürekli gündeme getirelim. Aman bu âyetleri hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamaya çalışalım. Çünkü bu toplumun en büyük kâfirliklerinden birisi de,
kâfirlik âyetleri örtme anlamında kullanılan bir kelimeydi bunu daha önceki âyetler
demişti.
Bu toplum o kadar Allah’ın
âyetlerini örtüyor ki, o kadar Allah’ın âyetlerini örtbas etmeye, kamufle
etmeye çalışıyor ki. Yâni atın-dan, arabasından, bilgisayarından, buzdolabından,
çamaşır makine-sinden, evinden eşyasından, dükkanından, tezgahından hiç mi hiç
kurtulup da bu âyetlerle beraber olamıyor.
Yâni bu
insanların elektriğe hamd ettikleri kadar, elektriği gündeme getirdikleri
kadar Allah’ın eşsiz bir âyeti olan güneşi gündeme getirmediklerine şahit
oluyoruz. Kullandığı bilgisayar aletine değer verdiği kadar Allah’ın gece ve
gündüz âyetlerine, ay, yıldız ve güneş âyetlerine, Allah’ın akıl âyetine değer
vermediklerini görüyoruz.
Atına
arabasına değer verdiği kadar bu atı ve arabayı hareket ettiren Allahu
Teâlâ’nın o âyetini hiç gündeme getirmediklerine şahit oluyoruz. İşte bunun
içindir ki Allah’ın bu âyetlerini ısrarla gündeme getirmeliyiz. Nasıl, biz kendimiz
yaratabilir miydik böyle âyetleri? Gücümüz yeter miydi buna? Bakın gökyüzüne,
bakın güneşe, aya, yıldızlara, direkler de yok, hiçbir şey de yok. Bakın yeryüzüne
ne kadar da güzel yaymış Allah. Üzerinde dağları da var, ovaları da var, yaylaları
da var. İşte bu mükemmel âyetler Allah’ın âyetleridir.
Sizin için,
insanlar için, akıl sahipleri için Allah’ın yarattığı âyetler vardır. Güneş,
ay, yıldızlar, gece ve gündüz, semavat ve arz insan gücünün, insan
egemenliğinin, insan krallarının, insan meliklerinin ulaşamadığı âyetlerdir
bunlar. Haydi her şeyin hakimi biziz diyenler, egemenlik hakkı bizdedir
diyenler, söz sahibi olarak kendilerini görenler müdahale etsinler geceye,
müdahale etsinler gündüze, söz geçirsinler güneşe, aya ve yıldızlara. Söz
geçirsinler geceye ve gündü-ze. Bazen geceyi, bazen gündüzü uzatsınlar
bakalım. Yapabilirler mi bunu? Geceyi ya da gündüzü bir saniye bile
oynatabilirler mi? Gece-ye ve gündüze söz geçirebilirler mi? İşte bu sürekli
gözümüzün önünde bulundurmamız gereken âyetlerdir.
Bundan
sonra, onların bu yanlışlarını ve şirklerinin mantıksızlığını onlara
anlattıktan sonra kendisini ortaya koyarak Buyurur ki Hz. İbrahim:
79:"Ben yüzümü tamamen gökleri ve
yeri var edene çevirdim. Ve ben asla
Allah’a ortak koşanlardan deği-lim."
Ben size
Rabbimin bana anlattıklarını anlattım ve artık benim sizinle ve sizin bu sapık
inanışlarınızla bir ilgim alâkam kalmamıştır. Vazifemi yapmış olarak yüzümü gökleri
ve yeri yaratan, sizin şu anda kendilerine kulluk yapmaya çalıştığınız
varlıkların tümünün yaratıcısı ve hükmedicisi olan Allah’a çevirdim. Ve sizinle
benim aramda O’nun hükmünü bekliyorum. Benim size karşı yapabilecek başka
hiçbir şeyim yoktur. Ben asla Allah’a ortak koşanlardan değilim.
Eğer ölümde
söz sahibi Allah ama düğünde söz sahibi toplumsa bu tümüyle Allah’ı inkar
değildir. Eğer namaz konusunda söz sahibi Allah, ama hukukta söz sahibi
başkalarıysa. Veya eğer oruç konusunda söz sahibi Allah, ama eğitimde, siyasal
yapılanmada, ekonomik düzenlemelerde söz sahibi başkalarıysa bu tümüyle Allah’ı
inkar değildir ama şirktir bu.
Yâni düğünde toplumun hakim oluşu
ya da hukukta Allah’tan başka birilerinin hakim oluşu veya hayatın bazı
birimlerinde Allah’tan başkalarının söz sahibi oluşu o başkalarının Allah
oluşu mânâsına gelmemektedir. Ancak Allah’ın bir sıfatı bölünüp, parçalanıp bir
başkalarına verilmesidir ki işte bu şirktir.
İnsanlar zannediyorlarsa ki şu şu
konularda Allah hayatımızda söz sahibi değildir. Bu konularda toplum, şu konularda
moda, şu konularda devlet, şu konularda çevre söz sahibidir diye düşünmeye ve
kabul etmeye başladınız mı, artık hayatınızda şirk başlamış demektir.
Meselâ bir kızcağız gerdek
gecesinde namaz kılmamalıdır. Veya bu kızcağız zifaf öncesi mutlaka berbere gitmelidir.
Üzerine mutlaka şöyle açık bir gelinlik giymelidir vs vs diyorlar. Biz bu denenleri
aynen uygulayan bir kızcağıza desek ki: Bak kardeşim, toplum böyle istiyor, ama
Allah da şöyle istiyor. Şimdi söyle bakalım, sen hangisinden yanasın? Hangisini
tercih ediyorsun? Şimdi Allah’ın kendisinden istediklerini öğrenen bu kızcağız
diyorsa ki hayır ben Rabbi-min istediklerinden yanayım. Ben Rabbimin istediklerinin
doğruluğuna inanıyorum. O zaman bu kızcağıza bu yaptıklarından ötürü müşrik değil
günahkar diyeceğiz. Çünkü o önceden Rabbinin istediklerini bil-mediği için
böyle yapmıştır.
Ama bu kızcağız önceden Rabbinin kendisinden istediklerini
bile bile toplumun istediklerini uygulamaya kalkışmışsa o zaman da bu haliyle o
müşriktir diyoruz. Zira bile bile toplumu Allah’a ortak koşmuştur bu kızcağız.
Kâfir ise tümüyle Allah’ı yok farz eden ve Allah’a inanmayan kişidir. Ona göre
yoktur öyle bir şey. İnsanlar onu icat etmişler ve tabu olarak hayata dikmişler.
Bakın
burada anlatıldığına göre Hz. İbrahim’in karşısındaki toplumu da kâfir değil.
Zaman zaman Allah’ı kabul ediyorlar. Yâni Allah’ı bilmeyen tanımayan insanlar
değildi bunlar. Eğer Hz. İbrahim’in karşısındaki bu toplum Allah’ı bilmeyen bir
toplum olsaydı o zaman biz âyetteki metoda kimilerinin ısrarla demeye
çalıştıkları gibi Allah’ı bulma metodu derdik. Halbuki buna Allah’ı buluş demek
bâtıldır. Yâni İbrahim (a.s) böyle deneme yanılma ile sonunda Allah’ı bulmuştur
de-mek baştan bâtıldır. Sanki o toplumda Allah bilinmiyordu da Hz. İbra-him o
topluma işte yıldızdan, aydan, güneşten hareketle Allah’ı bulmalarını tavsiye
etti. Bu çok yanlış bir yaklaşımdır. Bu yol Allah’ı buluş yolu değil, Allah’ı
bildiriş yoludur. Daha önceden Allah tarafından ken-disine bildirilen,
kendisine vahyedilerek yol gösterilen bir peygamberin kesin inandığı bir
konuyu toplumuna bildirmesinin yoludur.
Değilse böyle haşa kendisi
şüphede olan birinin başkalarına yol göstermesi mümkün olmayacaktır. Onlar
zaten Allah’ı biliyorlardı da onun Rab oluşunu, hakim oluşunu, hâkimiyet kendi
elinde oluşunu, insanların hayatına karışıcı oluşunu, insanların hayat
programını vaz edici oluşunu bilmiyorlar ve kabul etmiyorlardı.
İşte bakın
bundan sonraki bölümde kavmiyle hüccetleşmesinden sonra kendisinden son derece
emin olarak Allah’ın peygamberinin onlara şöyle dediğini görüyoruz:
80,81"Beni
doğru yola ulaştırdığı halde Allah hakkında benimle mücâdele mi etmek
istiyorsunuz? Ben sizin ona ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum ancak Rab-bimin
dilediği şey hariç. Rabbimiz ilmiyle her şeyi kuşat-mıştır. Hiç düşünmez
misiniz? Hakkında hiçbir delil indirmediği halde sizler Allah’a ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuklarınızdan mı korka-cağım? Eğer
bilirseniz söyleyin, bu iki topluluktan hangi-si güven içinde olmaya daha
lâyıktır?"
Evet ne
kadar hoş söylüyor değil mi atamız? Nasıl da bizim için söylüyor, nasıl da bize
lâyık söylüyor değil mi? Söyleyin bana ey müşrikler! Allah size bir ruhsat
vermediği halde sizler Allah’a şirk koş-maktan korkmuyorsunuz, bir kısım
varlıkları ve sizin gibi insanları hayatınızda söz sahibi kabul ederek Allah’a
ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, Allah’a inanan ve sadece ona kulluk etmeye
çalışan birisi olarak bu tavrımı açık açık ortaya koymaktan ben mi korkayım?
Sizler göklerin ve yerin sahibine karşı gelmekten korkmuyorsunuz da arkamda o
güç olduğu halde ben mi korkayım? Bugün bu insanlar modayı razı edeceğiz diye Allah’tan
korkmuyorlar da biz onların modasından mı korkacağız? Birileri putlarını razı
edebilmek için her suçu işlerlerken ve de Allah’tan korkmazlarken, biz Allah
bizimle beraber-ken onların putlarından mı korkacağız? Birileri kendi
sistemlerini Allah sistemi yerine ikame etmeye çalışarak Allah’ı karşılarına
alırlarken Allah’tan korkmuyorlar da biz Allah sistemini hakim kılma yolunda mücâdele
verirken ve uğrunda çırpındığımız Allah bizim safımızdayken biz mi korkacağız?
Hz. Ali Efendimiz der ki:
"Ölüm
bana gelecekse neye korkayım? Gelmeyecekse neye korkayım?"
Eğer kâfir
ve müşriklere karşı tavır alma konusunda atamız ve her konuda örneğimiz Hz.
İbrahim (a.s) bilinir ve örnek alınırsa mü'-min kesinlikle Allah’ın dışında
hiçbir şeyden korkmayacaktır. O halde bunun yolu sürekli Kur’an eğitiminde
olmaya bağlıdır. Kur’an’da Rab-bimizin bize tanıttığı tavırları tanımak ve
onları kendimize örnek almaya çalışmak zorundayız bunun başka bir çaresi de yoktur
yâni.
Bakın diyor
ki atamız:
"Bilginiz,
aklınız, fikriniz ferasetiniz varsa haydi söyleyin bakalım hangi grup daha
emniyettedir?"
Hangi grup
emniyeti garanti etmiştir? Allah’a birilerini şirk koşarak isyan içinde
olanlar mı emniyettedir? Yoksa Allah’a Allah C.C. istediği şekilde kulluk
yaparak O’nun hatırını kazananlar mı? Söyleyin bakalım eman, emniyet
mü'minlerin mi yoksa müşriklerin mi? Hangi grup emn ü emana daha lâyıktır?
Hangi grup kurtulmaya, hangi grup da azap edilmeye lâyıktır? Yalnız Allah’a
kulluk edenler mi kurtuluşa, başarıya erişecekler, yoksa Allah’a isyan içinde
Allah’tan başkalarına kulluk eden kimseler mi? Yalnız Allah’a kulluk edenler mi
cennete ve rahmete erecek, yoksa Allah’ı bırakıp da Allah’tan başka tanrı ve
tanrıçalara kulluk etmeye çalışanlar mı erecekler? Bakın sorduğu bu sorunun
cevabını yine İbrahim (a.s) kendisi veriyor:
82. İşte güven, onlara, inanıp imanlarına
haksızlık karıştırmayanlaradır. Onlar doğru yoldadırlar.
Evet işte
Allah katında emn ü emâna, güvene, selâmete, emniyete ve kurtuluşa lâyık
olanlar bunlardır.
Kimlermiş
bunlar? Allah’a Allah’tan gelenlere Allah’ın istediği biçimde iman eden ve bu
imanlarına da asla zulmü karıştırmayanlar. Evet emn ü eman içinde olmanın,
güvenliğe ve başarıya ulaşmanın yolu işte buradan geçmektedir. Kişi iman edecek
Allah’ın istediği biçimde ve bu imanına zulmü karıştırmayacak. Bu âyet nâzil
olduğu zaman gerçekten sahâbe-i kirâm efendilerimize çok ağır geldi. Âyetin
ağırlığı karşısında sahâbe-i kirâm efendilerimiz çok korktular, çok üzüldüler
ve ne yapacaklarını şaşırmış bir vaziyette Rasulullah Efendimize geldiler.
Dediler ki ey Allah’ın Resûlü! Hangi birimiz zulmetmez? Hangi birimiz zulümden
uzaktır? Hangi birimiz nefsine zulmetmez? Rabbimiz de âyetinde böyle buyurunca
bizim halimiz nice olur? Biz ne yapar ne ederiz? Biz o zaman hepten kaybettik
mi diyerek korkularını, endişelerini dile getirince Allah’ın Resûlü onlara
şöyle buyurdu: Hayır hayır! Bu iş sizin anladığınız gibi değildir! Siz Lokman
sûresini okumuyor musunuz? Orada Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Lokman oğluna öğüt vererek: “Ey
oğulcuğum! Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür” demişti.”
(Lokman 13)
Evet zulüm
şirktir. En büyük zulüm şirktir ve burada anlatılan zulüm de şirktir. Âyet-i
Kerimede anlatılan imana zulmü karıştırmaktan maksat, imana şirki
karıştırmaktır. Evet imanlarına şirki karıştırmayanlar, imanlarına şirki bulaştırmayanlar,
şirke düşmeden, şirke bulaşmadan iman edenler işte emniyete kavuşanlar, emn ü
emân içinde olanlar bunlardır. İşte korkudan emin olarak cennete ulaşacak olanlar
bunlardır. Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman edenler ve hiçbir zaman şirke
düşmeden bir hayat yaşayanlar emniyette olanlardır.
Değilse
kendilerine, bedenlerine, azalarına, çevresindeki insanlara, kardeşlerine
zulmetmek, eziyet etmek, hakkını yemek mânâ-sına bir zulüm değildir burada
kastedilen zulüm. Eğer öyle olsaydı hiçbirimizin bu tür zulümlerden kaçınmamız
mümkün değildir Allah korusun.
En büyük
zulüm küfürdür, en büyük zulüm şirktir. En büyük zulüm kişinin kendisini
kulluk ortamından uzakta tutmasıdır. En büyük zulüm kişinin kendisini
yaratıcısına kulluk ortamından uzaklaştırmasıdır. En büyük zulüm kişinin
yaratıcısına başkalarını ortak kılmasıdır. En büyük zulüm kişinin
yaratıcısının sıfatlarını O’ndan başkalarına vermesidir. En büyük zulüm bir
kimseyi Allah yarattığı halde, sahip ol-duğu her şeyini Allah verdiği halde, o
kimse Allah’ı bırakıp da Allah’-tan başkalarına kulluk yaparak küfre ve şirke
düşmesidir. Kendisini yaratanı bırakıp da ya kendi hevâsını ya da dışında
birilerini putlaştırıp onları Allah makamına oturtup onların emir ve
yasaklarına göre bir hayat yaşamasıdır.
Öyle değil
mi? Allah onu yoktan var edecek, ona şekil verecek, onu adam edecek, ona rızık
verecek sonra da bu adam kalkıp Allah’tan başkalarının arzularını gerçekleştirmeye
ve onları kendisinden razı etmeye çalışacak, işte bu zulümlerin en büyüğüdür.
83. “Bu, İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz
hücceti-mizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu Rab-bin Hakîm'dir,
bilendir.”
Evet işte
bunlar bizim İbrahim’e verdiğimiz delillerdir ki onu kavmine karşı
kullanıyordu. Bu delilleri kavmine karşı kullansın diye, toplumunu onlarla
uyarsın diye bu delilleri kendisine verdik diyor Rab-bimiz. Ve biz şüphesiz ki
dilediğimizin derecelerini yükseltiriz. Bir İbrahim böyle müşrik bir toplum
içinde put yapıcısı ve put satıcısı bir ba-badan, putları ve krallarını
tanrılaştırmış bir toplumun içinden Allah böyle birini çıkarıyor. Onu peygamber
yapıyor, ona kendi bilgisinden lütfediyor ve işte böylece kıyâmete kadar onun
mesajına süreklilik kazandırıyor. Şu anda bile bize onun mesajı sunuluyor.
İbrahim (a.s) ölümsüzlüğe eriştiriliyor.
İşte böyle
aya, güneşe, yıldızlara, putlara,
krallara, yeryüzü tanrılarına tapınılan müşrik bir toplum içinden böyle
bir peygamber çıkarıyor ve onun derecelerini yükseltiyor. Allah’ın elçisi her
dönem elçilerinin yaptığı gibi toplumunu Allah’a kulluğa çağırıyor. Putları ve
yeryüzü tanrılarını bırakıp sadece Allah’ı dinlemeye çağırıyor. Allah’-tan
aldığı mesajı Allah kullarına ulaştırıyor. Ve diyor ki benim Rabbim Alîmdir,
her şeyi bilendir, benim Rabbim Hakîmdir, hikmet sahibidir ve hayata hakim olandır,
diyor.
84,86.
Ona İshak'ı, Yakub’u bağışladık, her birini doğru yola eriştirdik. Daha önce
Nuh'u ve soyundan Dâvûd'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Mûsâ'yı ve
Harun'u ki işlerini iyi yapanlara
böylece karşılık veririz, Zekeriya'yı, Yahya'yı, Îsâ'yı ve İlyas'ı ki hepsi
iyilerdendir İsmail'i, Elyesa'ı, Yunus'u, Lût'u ki hepsini dünyalara üstün
kıldık doğru yola eriştirdik.
Allah diyor ki biz de ona İshak’ı
ve Yakub’u lütfettik. İbrahim (a.s) in iki hanımı vardı ve bu iki hanımından
Rabbimiz ona iki oğul lütfetmişti. Hanımlarından birisi Sara annemiz, ötekisi
de Hacer validemizdi. Her iki annemizden de birer oğul verdi Allah ona. İbrahim
(a.s) in Sara annemizden olan oğlunun adı İshak (a.s), Hacer annemizden
dünyaya gelen oğlunun ismi de İsmail (a.s)’dır. Yakub (a.s) da İbrahim (a.s) in
oğlu İshak (a.s) ın oğludur. İshak (a.s) bugünkü Kudüs civarlarında Beyti
Makdis bölgesinde, Filistin’de yerleşip peygamberliğini sürdürürken, öteki
oğlu İsmail (a.s)da Mekke’ye, hicaz bölgesine yerleşti. İshak (a.s) ın oğlu,
İbrahim (a.s) in torunu Yakub (a.s) da yine babasının peygamberlikle
görevlendirildiği Filistin bölgesinde peygamberliğini sürdürürken, oğlu Yusuf
(a.s) sebebiyle Mısır’a hicret edip ömrünün son dönemlerini orada geçirdi.
Allah bu
mübarek elçilerini zikrettikten sonra buyurur ki biz onlardan her birine
hidâyet ettik, onların her birine hidâyet verdik, her birini insanlara hidâyet
ulaştıran elçi yaptık, peygamber yaptık diyor, Rabbimiz.
Nuh’a da
daha önce hidâyet verdik. Evet burada zikri geçen Nuh (a.s)da Hz. İbrahim’den,
onun çocuklarından ve torunlarından zaman olarak çok önce yaşamış bir peygamberdir.
Rabbimiz onu Nuh sûresinde ve Kur’an’ın değişik yerlerinde anlatır. Kur’an’ın
bize haber verdiğine göre Nuh (a.s) gerçekten çok uzun ömürlü bir peygamber.
Bildiğimiz kadarıyla onun risâlet süresi peygamberlik süresi 950 yıldır. Onun
görevlendirildiği toplum da içlerindeki salih kişileri putlaştırıp onlara
tapınan bir toplumdur. İçlerindeki salih kişilere kulluk eden, onların izlerini
takip etmeye çalışan bir toplum.
Nuh sûresinde de size anlattığım
gibi Nuh (a.s) dokuz yüz elli sene didinir, çalışır. Gece anlatır, gündüz
anlatır, kışın anlatır, yazın anlatır, gizli anlatır, aleni anlatır ama onun
anlatmaları onların firarlarını kamçılar. O anlattıkça onlar kaçarlar. Nihâyet
onların adam olmayacaklarını Rabbinin bildirmesi sonucu anlayan Hz. Nuh (a.s)
işi Allah’a havale eder. Allah da adam olmayan bu toplumla Hz. Nuh’un ve ona
iman eden bir avuç Müslümanın arasını bir suyla ayırıverir. Peygambere ve onun
getirdiği mesaja inanmamakta direnen zalimler o suda boğulup giderken, Hz. Nuh
ve beraberindeki bir avuç insan da Allah’ın izniyle ebedî kurtuluşa ererler.
Onun
zürriyetinden de, yâni ya İbrahim (a.s) in soyundan ya-hut da Nuh (a.s) un
soyundan da Dâvûd’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Mûsâ’yı ve Harun’u peygamber
olarak görevlendirdik. Onlara da risâlet verdik der Rabbimiz. Ve yine der ki
işte biz muhsinleri, Allah’ı görüyormuşçasına Allah’a kulluk edenleri, ya da
yaptıklarını Allah kontrolünde yapma şuuruna erenleri, yâni yaptıklarını
Allah’a lâyık yapmaya çalışanları, hayatlarını Allah için yaşamaya çalışanları
böylece mükafatlandırırız.
Burada
zikri geçen Allah elçilerini birkaç cümleyle de olsa tanımaya çalışırsak:
Dâvûd (a.s) İshak (a.s) ın oğullarından ve Mûsâ (a.s) dan çok sonraki
dönemlerde görevlendirilmiş bir peygamber olup Bakara’da anlatıldığına göre de
dünyanın en büyük en güçlü ordusu olan Calut’un ordusunu mağlup eden Talut’un
ordusu içinde bir çocuk olup, elindeki sapan taşıyla Allah’ın düşmanı Calut’u
geberten gençtir. Allah ona risâlet ve hâkimiyet vermiş, iktidar vermiştir.
Sa’d sûresinde Rabbimizin bize haber verdiğine göre Rabbimiz Hz. Dâvûd’a yeryüzünde
halifelik lütfeder. Döneminde insanlar arasında adaletle hükmeden bir devlet
reisi olarak Dâvûd (as')ı görüyoruz. Böylece Allah’ın kendisine lütfettiği bu
hâkimiyet, bu iktidar sayesinde İsrail oğulları, peygamber çocukları olan
Müslümanlar yeryüzünde onun döneminde ilk devletlerini ve hâkimiyetlerini elde
etmiş olurlar. Onun oğlu Süleyman (a.s) da aynı devletin halifesi ve
peygamberi olarak devam eder. Bu iki peygamber dönemlerinde İsrail oğulları
yeryüzünde en üstün dönemlerini yaşarlar. Süleyman (as)'a yeryüzünde hiçbir
melike, hiçbir devlet başkanına nasip edilmeyen, hiçbir otoriteye verilmeyen
güç, saltanat ve otorite verilir. Kuşları, kurtları, hayvanları, cinleri,
rüzgarları Allah onun emrine teslim eder. Hepsi onun emrine teslimdir.
Âyet-i
Kerimede Eyyub (a.s)'ı da zikreder Rabbimiz. Eyyub (a.s) Kur’an’da Rabbimizin
bize haber verdiğine göre önceden çok zengin, çok fazla mal mülk sahibiyken
Rabbimizin kendisini tuttuğu bir imtihan sonucu tüm servetini malını mülkünü ve
de sıhhatini kaybeder. Allah onu bir hastalıkla da imtihan eder. Her şeyini
kaybeden Allah elçisi Allah’ın bu durumda kullarından beklediği sabrı gerçekleştirir
ve Allah’ın rıza ve rıdvanına kavuşur.
Burada zikri geçen Yusuf (a.s)ise İshak
(a.s) ın oğlu Yakub (a.s) un on iki oğlundan biridir. Yusuf sûresi onun
hayatını anlatır uzun uzun. Yusuf (a.s)önce kardeş ihanetine uğrar. Sonra
Mısır’da satılır. Sonra şehrin azizinin evine girer. Orada bir kadınla denenir
ve sonunda Allah’tan korkusu ve iffeti onu zindana gönderir. En sonunda Allah
onu başardığı bu imtihanların ödülü olarak Mısır’a sultan yapar. Zaten senaryo
da buydu ve hemen arkasından babası Yakub (a.s)ve oğulları gelip Mısır’a
yerleşirler. Böylece Mısır’da İsrail oğullarının, Ya-kub oğullarını tarihi
başlar. Uzun bir süre Mısıra peygamber çocukları İsrail oğulları egemen olurlar.
Mısır’a egemen olan bu Peygamber çocuklarının egemenliği süresince Mısır
tarihinin en mutlu ve en âdil dönemini yaşar. Ve nihâyet Firavun oğullarının
Mısır’da egemenliği ellerine geçirip bu peygamber çocuklarını köleleştirmesi
ve daha sonra Mûsâ (a.s)'ın gelip onların kurtarması bunlar Kur’anda uzun uzun
anlatılır.
Yine bu
âyet-i kerimede zikri geçen Zekeriya, Yahya ve İl as ki hepsi de Allah’ın kutlu
elçileridirler. Hepsi de Allah’ın salih kullarıdırlar. Zekeriya (a.s)yaşlı ve
ihtiyar haline ulaşmışken, saçları ağarmış ve kemikleri de gevşemişken
Allah’tan dinini, yolunu devam ettirecek mirasına sahip çıkacak bir veli, bir
evlât ister. Allah o yaşlı halindeyken ve de karısı da kısırken âdeta ölüden
diriyi çıkarırcasına ona bir oğul nasip eder. Bu oğulun adı da Yahya’dır. Daha
önce yeryüzünde hiç kimseye verilmemiş bir isim. Yahya ve babası Zekeriya
(a.s)'lar dönemlerinde azgın ve müşrik Roma’yla mücâdelelerini sürdürürlerken
önce oğul Yahya, sonra da baba Zekeriya (a.s) her ikisi de şehâ-det şerbetini
içerler.
İlyas da
İsrail oğullarına Allah’ın rahmet olarak gönderdiği el-çilerinden birisidir.
Ve nihâyet İsmail Yunus ve Lût (a.s)'lar ki bunların hepsi de Allah’ın kutsal
peygamberleridirler. Allah’ın üstün kıldığı elçileridirler. Her birisi de
dönemlerinde Allah kullarını Allah’a kulluğa çağırmış, Allah’ın kendilerinden
istediği hayatı yaşamış ve Rablerinin rızalarını kazanmış olarak bu dünyaya
veda etmiş kimselerdir salava-tullali aleyhim ecmaîn.
87.
Babalarından, soylarından, kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve doğru yola
eriştirdik.
Evet onların gerek babalarından,
gerekse soylarından, evlâtlarından, gerek usullerinden, gerekse fürularından
peygamberler seçip onları doğru yola ulaştırdık. Bunlar işte Kur’an’da
isimleri, hayatları bize anlatılan peygamberler ve de Kur’an’da isimleri, hayatları
bize zikredilmemiş pek çok peygamber göndermiştir Rabbimiz, bunların babalarından,
evlâtlarından.
88.
Bu, Allah'ın kullarından dilediğini eriştirdiği yoldur. Puta taparlarsa
amelleri boşa çıkar.
Evet bu insanların isteklerine
bağlı olarak gerçekleşen bir olay değildir. Onların peygamber olarak seçilip görevlendirilmeleri
âlemlerin Rabbine aittir. Bu konuda bizim Allah’ı şartlandırmaya veya bu konuda
Allah’a akıl verip Ona yok göstermeye hakkımız yoktur. Yâni ya Rabbi, bu
peygamberlik görevini neden falanlara
vermedin? Veya niye beni de peygamber yapmadın? demeye, Allah’a itirazda
bulunma-ya hiçbir zaman hakkımız ve salahiyetimiz yoktur. Allah o rahmetini
kime vereceğini en iyi bilendir.
Çünkü Allah’ın içimizden
birilerini peygamber seçip, bizi seçmemesi kulluk açısından pek fazla bir şey
değiştirmemektedir. Eğer bizler Rabbimizin bizim adımıza seçtiği
peygamberlerine inanır, onlara uyar ve onların örnekliğinde Allah’ın istediği
bir hayatı yaşarsak unutmayalım ki onların ulaştığı ecir ve mükafatların
aynısını bize de müjdelemektedir. Eğer şu anda bizler Allah’ın bizim adımıza
seçtiği o elçilerin getirdikleri mesaja kulak verir, onların misyonlarına sahip
çıkar, o mesaj istikâmetinde bir hayat yaşarsak bizlerin de onların gittikleri
cennetlere gideceğimizi Rabbimiz bize de müjdelemektedir bu kitapta. Onlar
gibi, onların yaşadığı gibi yaşadığımız takdirde onların ulaştıkları makamlara
bizim de ulaşacağımızı ve cennette onların makamlarını paylaşacağımızı anlatmaktadır.
Öyleyse niye biz peygamber olamadık? Allah bizi niye elçi seçmedi diye
hayıflanmanın hiç de anlamı yoktur.
Kaldı ki yeryüzünde onlar kadar,
Allah’ın o kutlu elçileri kadar Allah’a ciddi kulluk yapan başka birisini de
görmek mümkün değildir. Yeryüzünde Allah’ın elçileri kadar insanlardan gelen
yalanlamalara, alaylara, inkarlara belâ ve musîbetlere sabreden, dayanan başka
birini göstermek mümkün değildir. Yeryüzünde Allah’a en mükemmel kulluğu
yapanlar onlardır. İnsanların en salihleri, en mükemmelleri ve en muttakileri
onlardır. Rabbimiz yeryüzünde onara en yüce değeri vermiş ama bakın Allah o
şerefli kullarına zaman zaman şu tehdidi de yapmıştır.
Eğer onlar yeryüzünde Allah’ın
seçtiği örnek kullar olarak Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu, Allah’ın
kendilerinden istediği teslimiyeti gerçekleştirmemiş olsalardı. Yâni eğer
birazcık bu konuda gevşeklik göstermiş olsalardı. Azıcık da olsa kendilerini
Rablerine kulluk ortamından uzaklaştırıp şirke düşüverselerdi. Hayatlarında azıcık
da olsa Allah’ı ikinci plana atıverselerdi. Ya kendi hevâlarını, kendi
arzularını ve heveslerini, yahut da Allah’tan başka birilerini İlâh kabul edip
onların arzularını gerçekleştirmeye meylediverselerdi. tâğutları, liderleri, önderleri
toplumu, çevreyi, âdetleri, ayı, güneşi, yıldızları tanrı kabul edip, onlar
kaynaklı bir hayata azıcık meylediverselerdi veya bir lahza onların hatırlarını
Allah hatırına tercih ediverselerdi, Allah yanında onlara da hayata karışma,
yâni onlara da ulûhiyet ve rubû-biyet hakkı tanıyıverselerdi, yeryüzünde onlara
da birazcık egemenlik hakkı tanıyıverselerdi kesinlikle bilelim ki Allah
onların tüm amellerini boşa çıkarır ve onların şah damarını koparıverirdi.
Kur’an-ı Kerime baktığımız zaman bu konuda gerçekten çok ciddi tehdit âyetlerini
gör-memiz mümkündür. Meselâ bakın Şûra sûresinde Rabbimiz peygamberi hakkında
şöyle buyurur:
“Yoksa ey Muhammed! Senin için Allah'a karşı
yalan yere iftira etti mi derler? Allah dilerse senin kalbini mühürler, bâtılı
da yok eder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir.”
(Şûrâ 24)
Yoksa
onlar, o müşrikler peygamber yalan uydu mu diyorlar? Yoksa onlar peygamberin
kendi kendine yalan uydurup kendi uydurduğu bu sözleri Allah’a izafe ederek
ona karşı yalan iftira ettiğini mi iddia ediyorlar? Yâni onlar Allah bir şey
indirmemiştir. Allah zaten bir şey indirmez. Allah hayata karışmaz. Allah bizim
hayatımıza karışmaz. Allah bize vahiy gönderip bizden bir şeyler istemez.
Allah bu dünyayı yaratmış, bizleri yaratmış ve sonra da bizi kendi halimize bırakmıştır.
Bildiğiniz gibi, keyfinize göre yaşayın demiştir. Hal böyleyken Allah bize bir
şey indirmemişken ey Muhammed, bunu sen kendin uyduruyor ve utanmadan bir de bunları
bana Allah vahyediyor diyerek kendi yalanlarını Allah’a izafe etmeye kalkarak
Allah’a iftira ediyorsun mu diyorlar bu adamlar? Seni yalancılıkla ve Allah’a
iftira etmekle mi suçluyorlar peygamberim?
Eğer gerçekten bu
kâfirlerin iddia ettikleri gibi sen böyle bir konuda Allah’a yalan iftirada
bulunmuş olsaydın mutlaka senin o kalbini mühürler, dilini koparır, beynini
damgalar ve bu Kur’an’ı sana unuttururduk. Onu senin kalbinden söküp alırdık.
Senin vahiy kaynağını kesip kuruturduk. Tehdidi görüyor musunuz? Peki kime
yapılıyordu bu? Allah’ın yeryüzünde en çok sevdiği kuluna ve peygamberine. Peygambere
bile böyle bir tehdit söz konusuysa Allah’a yalan uyduranların vay haline.
Allah demediği halde Allah böyle diyor demek sûretiyle, ya da dediklerini
demedi biçiminde gizlemek sûretiyle Allah’a yalan iftirada bulunanların vay
haline.
Allah’ın
dediklerini demedi, demediklerini de dedi şeklinde Allah’a yalan iftirada
bulunmak. Efendim zaten Allah da bundan yanadır. Allah da bunu istemektedir
diyerek Allah’ın istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara
sunmak Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir. Efendim Allah da demokrasiden
yanadır. İslâm da laikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad
yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle
böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle
Kur’an’a yakışan şeyler değildir bunlar. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden
çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir
ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan
başka bir şey demiyor ki! diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini
demedi, demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar veya dedirtmeye çalışıyorlar
Allah’a, Kur’an’a. İşte bu da Allah’a yalan iftiradır.
Efendim ben
Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım, orada baş örtmeye dair bir tek emir
bile bulamadım diyen kişinin iftirası. Veya ben bu insanların kurtuluşu için
bir tek yol biliyorum, o da demok-rasidir, bunun dışında başka sıhhatli bir
çıkış yolu bilmiyorum diyen adamın iftirası. Bütün bunlar Allah adına beyan ve
Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Ya
da yahudi ve hıristiyanlar, müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona
İslâm’dan uzak, ama diyorlardı ki işte bu yaşadığımız ha-yat Allah’ın istediği
hayattır. İşte Allah’ın razı olduğu hayat budur. Allah kullarından böyle bir
hayat ister. Bizler şu anda Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler
Allah’ın elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’-nın yolundayız veya bizler
Hanifleriz, yâni İbrahim’in yolundayız diyor-lar ve Allah’a yalan iftirada
bulunuyorlardı. Halbuki yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın istediği bir hayattı,
ne de bu sözünü ettikleri peygam-berlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte bu da
Allah’a yalan iftirada bulun-maktır.
Tıpkı bugün
yaşadıkları hayat İslâm olmayan Müslümanların biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu
yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri gibi. Halbuki
namazımızdan tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik
sistemlerimize, hukuk tarzımızdan kılık kıyafet biçimimize, mücâdele
metodumuzun meşruluğundan düğün dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden
soframıza kadar, çocuklarımızın eğitimine kadar yaşadığımız hayat bellidir. Kitap
ve sünnetin, vahyin ortaya koyduğu İslâm’la ne kadar ilgisi var, ne kadar yok
bu bellidir.
Evet
Kur’an’daki Allah’ın dediklerinin pek çoğunu insanlar de-ğiştirmişler ve
böylece Allah’a karşı yalan iftirada bulunmuşlar. Meselâ Kur’an’daki zikir
kavramı değiştirilmiş, takva kavramı değiştirilmiş, kıraat kavramı, ihsan
kavramı, dua kavramı, lânet kavramı, şehid kavra-mı, velî kavramı, zikir
kavramı, iman kavramı, kabul ve ret kavramları, cennet ve cehennem kavramları,
hattâ namaz kavramı bile değişti-rilmiş. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar
unutulmuş ve farklı farklı anlamlar verilmiş. Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
kelimelerini tahrif etmişler, dediklerine sanki demedi, demediklerine de sanki
dedi diyerek iftiralarda bulunmuşlardır. Yâni şu yahudi ve hıristiyanlar veya
bugünün ehl-i kitabı olan Müslümanlar, kitabı bilenler eğer kitapla yaşa-ıyorlarsa
her halde bu noktaya düşmüş olacaklardır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni eğer
adamın hem kitaptan haberi var, hem de kitaptan habersiz, kitabın içeriğinden
habersiz ve kitaba ilgisiz bir hayat yaşıyorsa elbette kelâmı vaz olunduğu
mânânın ötesine berisine taşıracak, uzatacak, sündürecek ve elbette
yapabildiğince tahrifat yapmak zorunda kalacaktır.
Yâni
Allah ondan, o âyetten ne kastederse etsin, o kendi kastını, kendi anlayışını
o kelâma yüklemeye çalışacak ve aynen yahudi’-nin yaptığını yapacaktır. Bugünün
insanlarından kim bu konuya ör-nekse onların hepsi buna girmektedir.
Aklediyor, mânâyı anlıyor, ama düzenini bozmasın diye döndürüp dolaştırıp farklı
mânâya çekebilece-ği bir yol arıyor.
Meselâ adamlar
okuyorlar âyetleri: Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada parti
anlatılıyor, burada bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak,
burada doktor olmak anlatılıyor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada
bizim kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor.
Burada bunlar anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni, bizi, anlatıyor ama, kesinlikle
hak olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye, ayetleri hep kendi düzenlerine,
kendi haklılıklarına yorumluyorlar, uyguluyorlar.
Ama
bakın Allah diyor ki, ey peygamberim, bunu sen yapsaydın senin işini
bitirirdik, senin dilini koparır, beynini mühürler ve bu Kur’an’ı senin
kalbinden söküp alırdık. Görüyor musunuz tehdidi? Kime yapılıyordu bu tehdit.
Yeryüzünün en şerefli insanına. Demek k, bu konuda peygamber bile olsa gözünün
yaşına bakılmıyor. Kur’an-ı Kerimde bunun gibi peygamberlerle alâkalı pek çok
tehdit âyetleri görmekteyiz.
89. Kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiklerimiz
işte bunlardır. Kâfirler onları inkar ederlerse, inkar etmeyecek bir milleti
onlara vekil kılarız.
Evet Rabbimiz bu elçilerine
kitap, hüküm, hikmet ve nübüvvet vermiştir. Rabbimiz elçilerine onunla
hayatlarını düzenlesinler ve toplumlarına onu ulaştırsınlar diye kitap vermiş
ve bir de onu, o kitabı anlama, o kitabın âyetlerini kavrama ve hayatta
uygulama bilgisi dediği-miz hikmet vermiştir onlara. Hüküm vermiş toplumlarına
karşı hâkimi-yet vermiştir.
Hikmet;
kitabı anlamak o kitabın âyetlerini yaşanan hayatın hadiselerine intibak
ettirebilme, sosyal olayları o kitabın âyetleriyle yorumlama, kitabın
âyetleriyle problemleri çözümleme ve hayata düzen verme bilgisidir. İşte
Rabbimiz elçilerine bu bilgiyi de vermiştir.
Rabbimiz
elçilerini kitap bilgisiyle, hikmet ve risâlet bilgisiyle donatarak insanlığa
haberci kılmıştır onları. İnsanlığın hayatına karış-ma konusunda onları odak
nokta seçmiştir. Allah’ın elçileri Rablerin-den aldıkları bu kitapları ve
suhufları toplumlarına okudular, anlattılar, uyguladılar, pratikte gösterdiler
ve toplumlarına örnek oldular. Vahiy nedir? Kitap nedir? Vahiy ve kitap ne için
vardır? Allah kullarından na-sıl bir kulluk ister? Tüm bunları toplumlarının
gözleri önünde pratikte gösterdiler ve toplumları için en büyük rahmet kapıları
oldular.
Eğer bu insanlar onları inkar
ederler ve Allah’ın kendilerine merhametinin gereği olarak açtığı bu rahmet
kapılarından istifade etmek istemezlerse, bilesiniz ki onları inkâr etmeyecek,
onların kıymetlerini bilecek bir milleti onlara vekil kılarız. Kim Allah’ın bu
elçilerini küfreder Allah’ın bu hayatları son derece açık ne net elçilerini
örter, örtbas etmeye çalışır ve toplumda bu elçilerin pratik hayatlarını, sünnetlerini
gündeme getirmemeye, gizlemeye ve toplumun gözünden saklamaya çalışırsa, biz
kâfir olmayan bir milleti onlara musallat ederiz de onları o vekillerimiz
vasıtasıyla yok ederiz, onlar eliyle onların defterlerini düreriz.
Evet peygamberleri ve
peygamberlerin yollarını örtmek isteyenleri yeryüzünden sileriz de onların
yerine onların yerine peygamberlere bağlı bir kavim bir toplum getiririz.
Dünyayı ve dünyanın hâki-miyetini onların eline veririz diyor Rabbimiz.
Evet
Kur’an’ın en büyük müjdelerinden birisidir bu müjde ki daraldığımız,
bunaldığımız zaman Rabbimiz onu bizim karşımıza çıkarıveriyor. Meselâ birisine
anlatıyoruz, çırpınıyoruz, didiniyoruz ama adam anlamıyor. Sıkıldığımız,
bunaldığımız, ümit inkisârına uğradığımız bir anda Rabbimizin verdiği bu müjde
bizim imdadımıza yetişiyor, bu müjdeyle serinliyor ve bizi anlamak istemeyen
adama diyoruz ki ne yaparsan yap! Nasıl inkar edersen et! Şunu biz biliyoruz,
sen de kesinlikle bilesin ki, sen anlamasan da, sen kabullenmesen de senin
oğullarından, senin kızlarından, senin yakınlarından birilerini Allah bu davaya
vekil kılacak ve onlar bu mesajı anlayacaklardır.
Evet
Rabbimiz diyor ki burada, ey peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları!
Şu anda sizin çevrenizdeki bu kitabın muhatapları, bu mesajın muhatapları bu
mesajı anlamasalar, anlamak istemeseler de, kitabı ve sünneti değersiz görseler
ve bu mesajı örtmek için ciddi bir çaba sergileseler de üzülmeyin. Yakında
onun kıymetini anlayacak ve bütün güçleriyle ona sarılacak bir vekil toplum
getireceğiz. Siz bunu kafanıza takmayın ve ısrarla onu insanlara duyurmaya
devam edin buyuruyor. Siz anlatın, babası dinlemezse oğlu dinleyecektir. Anası
ilgilenmezse kayın pederi anlayacaktır. Biri dinle-mek istemezse öteki dinleyecektir.
Siz bunu dert edinmeden anlatmaya bakın diyor.
90.
İşte bunlar Allah'ın doğru yola eriştirdikleridir, onların yoluna uy,
"Sizden buna karşılık bir ücret istemem, bu sadece herkes için bir hatırlatmadır"
de.
Evet bu peygamberler Allah’ın
kendilerine hidâyet ettiği ve aynı zamanda Allah’ın izniyle insanları hidâyete ulaştıran,
insanları küfür ve şirk bataklıklarından, isyan ve itaatsizlik badirelerinden,
karanlık-lardan nûra, hidâyete ve aydınlığa çıkaran kimselerdir. İnsanlara yol
gösteren mihmandarlardır onlar. İnsanları dünyada en doğruya, en güzele, en
mutlu ve mesut bir hayata, âhirette de ebedî kurtuluş ve cennete çağıran
kimselerdir.
İşte
Allah’ın elçilerin varlık sebebi budur. Onlar Allah tarafından yeryüzüne
açılmış Allah’ın rahmet kapılarıdır. Öyleyse ey peygamberim! Sen onların yoluna
uy! Sen onların hidâyetlerine tabi ol! Ve sizler de ey peygamber yolunun
yolcuları! Sizler de tıpkı peygamberiniz gibi bu hidâyet rehberlerinin
yollarına uyun! Onların parlak izlerine tabi olun. Adım adım onları takip
edin.
İşte En'âm
sûresinin bu bölümünde Rabbimizin bu hidâyet rehberlerini zikretmesinin,
gündeme almasının sebebi de işte budur. Bu kadar peygamberi lâf olsun diye
göndermedi Allah. Lâf olsun diye burada zikretmedi onları. Onlara uyulsun diye,
onlar örnek alınsın diye, onlara tabi olunsun diye, onların hayatları adım adım
takip edilsin ve sonunda insanlar onların ulaştıkları makamlara ulaşsınlar
diye anlattı.
İşte
peygamber budur. Peygamber kişinin hayatında örnek aldığı ve izinden gittiği
kimsedir. Evet biliyoruz ki peygamber dinde temeldir ve kişinin örneğidir.
Peygamber bizim hayatımızda âmir ve nâ-hiydir. Peygamberin bizim hayatımızda
evet veya hayır deme, emret-me ve yasaklama yetkisi vardır, hakkı vardır.
Zaten peygamberin pey-gamber oluşunun hikmeti de buradadır.
Bakın çocukluğumuzdan bu yana
bize bir peygamber öğrettiler. İşte Sıdk sahibi, ismet sahibi, emanet, fetanet
ve tebliğ sıfatlarının sahibi bir peygamber anlattılar. Bu sıfatlar onun
kendisiyle ilgili yönüdür. Bunları zaten kabul etmek zorundayım ve kabul etmişim
ben. Yâni peygamberin doğru sözlü olduğunu, doğru söylediğini, günahsız
olduğunu, emin olduğunu, zeki olduğunu, kendisine gelen âyetleri gizlemeden
eksiksiz olarak insanlara tebliğ ettiğini kabul ettim ve inandım ben. Ama
bilelim ki sadece bunu kabullenivermem benim birini peygamber olarak
kabullenmen mânâsına gelmeyecektir. Benim birini peygamber kabul etmem demek
bunları kabullenmekle beraber, onu bu sıfatların sahibi bilmek ve inanmakla
beraber aynı zamanda onun benim hayatımda âmir ve nâhiy oluşunu da kabul etmem
demektir. Eğer ben peygamberi bu sıfatların sahibi olarak kabul eder, ama onu
hayatımda âmir ve nâhiy olarak kabul etmezsem, yâni hayatımda emredici ve nehy
edici biri olarak bilmezsem onu peygamber olarak kabul etmiş sayılmayacağım
demektir. Zira peygamberin peygamber olarak kabul edilmesi demek onun hayata
hakim olması demektir. Benim hayatımda bir şey kabul edilecekse, bir şey
reddedilecekse, evet veya hayır denecekse, bu olmalı, bu olmamalı, bu yapılmalı,
bu yapılmamalı denecekse bunu o demelidir ve ben yapmalıyım. Yâni benim birini
peygamber kabul etmem demek her şeyimle adım adım onu takip etmem demektir.
İzinden gitmem demektir. Her şeyimle kendisine benzemem ve kendisine her konuda
teslim olmam demektir. Değilse işte bir zamanlar böyle bir peygamber yaşamış,
adı şuymuş, babası şuymuş, doğum tarihi şuymuş, şurada doğmuş, şurada vefat
etmiş. Bunları bilmek değildir peygambere iman.
İşte bakın
burada, âyet-i kerîmede Rabbimiz üstelik bunu bize de demiyor da peygamberi Hz.
muhammed (a.s)’a diyor. Ey peygam-berim! İşte senden önce yaşamış ve hayatlarını
bu kitapta sana anlattığım peygamberlerim hidâyet rehberleridir. Öyleyse sen de
onlara uy, onlara tabi ol diyor. Elbette anlıyoruz ki ona denen aynı zamanda onun
şahsında onun yolunun yolcuları olarak bize de denmektedir. Bunlar, bu
peygamberler Allah tarafından seçilmiş, Allah tarafından eğitilmiş ve hayatları
da yine Allah tarafından yasallaştırılıp onaylanmış olarak bize örnek olarak
sunulmuş kimselerdir. İşte bizim için en mükemmel örnekler en mükemmel imâmlar
bunlardır. Hayatlarında kesinlikle falso olmayan ve bizim kendilerini örnek
alıp hayatlarını yaşadığımız zaman, kendilerini taklit ettiğimiz zaman
kesinlikle hata etmeyeceğimiz mükemmel örnekler. Hayatları Allah tarafından kesinlikle
onaylanmış insanlar.
Öyleyse biz kendimiz için onları
örnek bilmek zorunda oldu-ğumuz gibi, insanları da Allah’ın bu örnek insanlarına
çağırmak zo-rundayız. Gelin ey insanlar, yeryüzünde en güzel örnekler
bunlardır. Gelin yeryüzünün en emin, en güvenilir örneklerine benzeyelim. Gelin
onları örnek alalım demek zorundayız.
Ama biz
onları bırakıp da birbirimizi ya da içimizden birilerini örnek aldığımız
zaman, Allah’ın onaylamadığı bir hayat bizim için örnek olamaz. Bundan
dolayıdır ki toplumun kendilerini örnek kabul ettikleri, önder kabul ettikleri
insanlar, hacılar, hocalar, mürşidler, şeyhler daima kendilerine bir görev
olarak şunu çok iyi bilmeliler: İnsanlara gelin peygamberlerle beraber olalım.
Gelin hayatları Allah tarafından onaylanmış elçilere benzeyelim. Gelin kitabın
dediği gibi olalım. Gelin sünnetin dediği gibi yaşayalım demeliyiz. Kesinlikle
insanları kendimize veya kendimiz gibilere çağırmayalım. Gelin bizim gibi
olun. Gelin bizim gibi yaşayın. Bizi örnek alın. Biz nasıl yaşıyorsak siz de
öyle yaşayın demeyelim.
Eğer insanlar bizi örnek alır, bizim gibi
olmaya çalışırlarsa biz-de çakılır kalırlar ve bizi aşamazlar, ancak bizim
kadar olabilirler. Daha öteye geçemez bu insanlar. Biz de hiçbir zaman mükemmel
değiliz. Hiçbir zaman eksiksiz değiliz. Bizim hayatımız Allah tarafından o-naylanmış
değildir.
Öyleyse
bize düşen Allah’ın elçileri gibi olmak ve zinhar Allah kullarını Allah’ın
elçileri gibi olmaya çağırmaktır, bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız. Ne olursak olalım, kendimiz de dahil hiç bir insanın peygamber
yerine ikame edilmesi kesinlikle mümkün değildir. Tüm irşatçıların görevi
budur. Peygamber örneğini bende görün! Peygamberi benim şahsımda tanıyın! Ben
gibi olun! Biz gibi olun! Bizi taklit edin! diyerek insanları saptırmaya çalışan
kimselerin kim olurlarsa olsunlar pek çok peygamber modeli ortaya çıkarmaları
suçu-nu, böylece bu ümmeti parça parça etme suçunu üslendiklerini de asla
unutmamalıyız. O zaman gerçek örneği bulamayan çeşitli örnek-lere çakılıp kalan
bu ümmet şu anda acı acı seyrettiğimiz gibi birbir-lerini yemekten,
birbirlerini reddetmekten de kurtulamayacaklardır.
Buna
karşılık sizden bir ücret de istemiyorum ve bu kitap, bu mesaj bütün âlemler
için bir zikradır, bir tezkiradır. Size yaptığım bu iş adına sizden bir ecir,
bir ücret istemiyorum. Ben Allah’ın âyetlerini size tebliğ etmeme, Rabbimin
emirlerini size duyurmama, Rabbimin istediği kulluğu örneklemeye karşılık
sizden her hangi bir ücret istemiyorum. Yaptığım bu hizmet karşılığında sizden
bana bir şeyler vermenizi istemiyorum. Bana, şahsıma mallar mülkler vermenizi,
saraylar köşkler ikram etmenizi, beni atlarınıza develerinize bindirmenizi,
bana ballar baklavalar ikram etmenizi, beni sırtınızda taşımanızı, elimi
ayağımı öpmenizi, bana çaylar, kahveler ikram etmenizi istemiyorum. Yaptığım bu
görev karşılığında bana minnet duymanızı, bana bir teşekkür bile etmenizi istemiyorum.
Sizden bana yapmanız gereken hiçbir şey istemiyorum.
Şûrâ
sûresinin 23. âyetinde ifade edildiğine göre sadece kurbama meveddet istiyorum
dediği anlatılır Resûlü ekremin.
Evet
Allah’ın Resûlü kurbaya meveddet istiyor. Bugün biz de bundan şunu anlıyoruz.
Peygamber (a.s) in vazifesi de mü'min olarak bizlerin vazifesi de tebliğ ettiğimiz,
din duyurduğumuz kimselerden hiçbir şey istememektir. Eğer birileriyle ilişkimiz
sadece din alışverişine dayanıyorsa onlardan hiçbir şey almamalıyız.
Yâni birilerine
âyet ve hadis anlatıyorsak, birilerine din duyuruyorsak ve din duyurduğumuz,
tebliğ ettiğimiz bu insanlarla herhangi bir yakınlığımız, arkadaşlığımız veya
akrabalığımız yoksa kesinlikle onlara yaptığımız bu tebliğin karşılığında
hiçbir şey almamalıyız. Hiçbir ikram, hediye kabul etmemeliyiz. Eğer karşımızdaki
sadece kendisine din duyurduğumuz için bize bir şeyler ikram ediyorsa bu
kesinlikle rüşvettir ve bundan ısrarla kaçınmak zorundayız.
Ama onlarla bunun
ötesinde herhangi bir akrabalığımız varsa o zaman onların hediyelerini ve
ikramlarını kabul edebiliriz. Bunda bir sakınca yoktur. Anlaşılmadı mı? Bir
daha söyleyeyim: Birileriyle ilişkimiz sadece din alışverişiyse, yâni bunun
dışında onlarla hiçbir arkadaşlık veya akrabalık ilişkimiz yoksa ve de ikram
eden kişi sadece biz kendisine din duyurduğumuz için ikramda bulunuyorsa onu
kesinlikle kabul etmemeliyiz. Ama böyle değil de ikram eden kişi eğer biz
kendisine din duyurduğumuz için değil de Müslümanlık ölçüsüyle ikram ediyorsa
veya bir adam düşünün ki sıradan herkese bir şeyler ikram ediyorken bize de
ikramda bulunmuşsa bu ikramı kabulde herhangi bir mahzur yoktur.
Bir
de karşımızdaki ihtiyaç olan bir şeyi ikram ediyorsa onu da kabulde bir mahzur
yoktur. Zira ihtiyaç olan şeyin ikram edilmesi tebliğcinin insan makamına
indirgenmesidir. Yâni açsak yemek ikram edilmesi, susuzsak su ikram edilmesi,
odunumuz yok-sa odun ikram edilmesi gibi. Ama ihtiyacı yokken para ikram edilmesi
veya ihtiyacı yokken halı ikram edilmesi caiz değildir.
Sizden
bir şey istemiyorum, çünkü bu benim size sunduğum Kur’an, bu size sunduğum
mesaj tüm âlemler için bir zikradır. Öyle değil mi ama? On dört asır öncesine
gidiyoruz. Başlarında başlar başı olduğu halde bir avuç Müslüman Müslümanlık
savaşı veriyor. Allah’ın Resûlü Rabbinden kendisine gelmiş hidâyet hediyesini
insanlara anlatabilmek için kendisini parçalarcasına yırtınıyor, çabalıyor.
Onunla beraber onun davasına gönül vermiş bir avuç Müslüman perişan bir
durumda. Bazen yiyecek bulamıyor, bazen bulduklarını yiyecek takatleri
kalmamış, bulduklarını Müslüman kardeşlerine ulaştıramıyorlar, Kur’an okumaları,
namaz kılmaları açıktan ezan okumaları bile bazen mümkün olmuyor. Bir kısmı
birazcık rahat bir nefes alabilmek için Habeşistan’a hicret etmiş. O günün
Mekke’si, o günün Roma’sı o günün Bizans’ı ve tüm dünyası bu garibanları yutmak
için ağzını açmış. Acaba mı ki diye gittiği Taif Allah Resûlünün yüzüne
kapanmış. Tek hamisi Ebu Talip hayata gözlerini kapamış. Tutunabilecek tek dalları
kal-mamış. Müşteriler çekilmiş, müdür sizinle irtibatı kesmiş, toplum sizi
dışlamış, tâğutlar soruşturmalarını kovuşturmalarını başlatmış, mahkemeler
aleyhinizde davaları çoğaltmış, timsahlar peşinize takılmış, aileniz hattâ
karınız kızınız bile davanıza köstek olmak için ayak bağı olmak için sizden yüz
çevirmiş. İşte böyle bir durumda karşınıza tutunacak bir dal, bir âyet çıkıyor.
Kulum hiç
korkma! Hiç üzülme! Hiç mükedder olma! Bu inandığın, bu yolunda olduğun, bu
bayraklaştırdığın dava öyle ulvi, öyle yüce bir dava ki sadece Kureyş’e değil,
sadece Mekke’ye değil, sadece Bizans’a ve Roma’ya değil, sadece Osmanlıya Selçukluya
değil, sadece Türkiye’ye, Konya’ya değil tüm âlemlere bir zikradır bu dava. Tüm
dünyaya zikradır bu kitap. Unutma ki bu kitap Benim kitabımdır. Bu dava Benim
davamdır. Bu davanın arkasında Ben varım. Sen hiç üzülme, bu dini, bu davayı
insanlara Ben duyuracağım. Bu kitabı insanların gönüllerine Ben yerleştireceğim.
İşte âyet-i kerîmesinde Rab-bimiz bu yolun yolcularına bu müjdeyi veriyordu.
Öyleyse bir Müslüman olarak, bu davaya gönül vermiş bir Allah eri olarak ben babam
da yol vermese, ailem de dinlemese, çevrem de alaya alsa, tâğutlar ve onların
kanunları da beni kuşatsa, çevrem de beni kıskaca alsa ne gam âyetle anlıyorum
ki ben Rabbimin safındayım. Ben Rabbimle aynı saftayım. Rabbime dayanmış biri
olarak, melekle teyit edilmiş biri olarak kimden ve neden korkacağım da ben?
Çevremdekiler, çağımdakiler anlamak, dinlemek istemediler diye niye üzüleceğim
ben? Buradakiler anlamak istemedilerse oradakiler anlayacaktır. Bugünküler
dinlemek istemedilerse bile yarınkiler dinleyeceklerdir. Çünkü unutmayalım ki bu
kitap, bu mesaj sadece burası ile sınırlı değildir. Sadece Konya ile, sadece
Türkiye ile sınırlı değildir. Sadece bugünle sınırlı değildir. Tüm âlemlere,
tüm zamanlara yönelik bir kitaptır, bir mesajdır.
91. "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir"
demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: "Mûsâ'nın insanlara
nûr ve yol gösterici olarak getirdiği Kitabı kim indirdi? ki siz onu kâğıtlara
yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz,
size onunla öğretilmiştir." "Allah" de, sonra onları daldıkları
sapıklıkta bırak, oynasınlar.
Gerçekten bu insanlar Allah’ı hakkıyla tanıyamadılar.
Allah’ı hakkıyla tanıyamıyorlar. Gerçekten bu insanlar Allah’ın zâtını, sıfatlarını,
rubûbiyetini, ulûhiyyetini, azametini, kibriyasını ve rahmetini tanıyamadıkları
gibi, Onun kitabını, âyetlerini, peygamberlerini de hakkıy-la tanıyamadılar,
tanıyamıyorlar. Allah’ın kitap göndermesindeki, peygamber görevlendirmesindeki
hikmetini, yeryüzünü yaratmasındaki gâyesini, insanları var etmesindeki
muradını tanıyamadıklarını, bilemediklerini anlatıyor Rabbimiz. Tanıyamadılar
Rablerini de dediler ki:
Allah yeryüzünde hiçbir insana bir şey
indirmemiştir. Allah yeryüzünde hiçbir kimseyi elçi seçip ona vahiy göndermemiştir.
Allah vahiy göndermez dediler. Allah hayata karışmaz dediler. Allah bizim işlerimize
karışmaz dediler. Allah bizim hukukumuzu bilmez dediler. Allah kılık kıyafetten
anlamaz dediler. Allah ekonomik düzenlemeleri, Allah siyasal yapılanmaları
bilmez dediler. Bu işleri düzenleyecek bizim başka tanrılarımız var, bizim
yeryüzü tanrılarımız var dediler. Allah bizim hayatımıza karışmaz, biz dilediğimiz
gibi yaşarız dediler.
Tabi
Mekkeli cahil müşrikler bu kanaate varırken de sordular akıl hocalarına.
Medineli akıl hocaları olan, Allah konusunda, din konusunda, kitap konusunda,
peygamber konusunda kendilerinden ilerde gördükleri, kitap bilgisi konusunda,
peygamber bilgisi konusunda tecrübeli gördükleri Medineli yahudi bilginlerine,
yahudi Hahamlarına sordular. Tarihin eski çağlarından beri Allah’ın
kendilerine pek çok peygamberler gönderdiği, pek çok kitaplar gönderdiği
yahudilere sordular. O hainler de dediler ki hayır, Allah kesinlikle ne
peygamber seçer, ne de kitap gönderir deyiverdiler. Allah’ın bu son elçisi
kendilerinden çıkmadı diye, bu son kitap kendilerine gelmedi diye kıskançlıklarından,
gayızlarından, kinlerinden bu yahudiler böyle deyiverdiler. Allah yeryüzünde
hiç kimseye vayih göndermez deyiverdiler.
Böylece bu alçaklar kendilerini
de, kendi yollarını da, kendi dinlerini de, kendi kitaplarını da
reddediverdiler. Tüm kendi inanç manzumelerini ve tarihlerini de
reddediverdiler. Kendi bindikleri dallarını da kesip atıverdiler. Veya daha
önce Mûsâ (a.s)'a indirilen Tevrat’ı da Îsâ (a.s)'a indirilen İncili de reddediverdiler.
Sırf son elçi Hz. muhammed (a.s)'a gönderilen kitabı diskalifiye edebilmek ve
kendilerini bu son kitaba iman etmeme konusunda sorumluluktan kurtarabilmek
için için söylüyorlardı bunu. Ama bunu söylerken de kendi kendilerini de
reddettiklerinin farkında değillerdi hainler. Böyle diyen bu kâfirlere karşı
bakın şimdi soruyor Rabbimiz:
Peygamberim sor onlara bakalım. O
hainler Allah bir şey indirmedi diyorlar, sor bakalım onlara: Madem ki Allah
hayata karışmaz, madem ki Allah elçi göndermez, vahiy göndermez. O zaman söylesenize
Mûsâ (as)'ın insanlara nûr ve yol gösterici olarak getirdiği Tevrat’ı kim
indirmiş? Madem Allah bir şey indirmez, Allah kitap göndermez, Allah peygamber
göndermez, Allah hayata karışmaz diyorsunuz. Peki o zaman Mûsâ’ya gönderilen,
kendi kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı kim indirmiş? Allah bir şey
indirmez derken peki Tevrat’ı kimin indirdiğini söyleyeceksiniz? Dün
peygamberine bunu sormasını istemişti Rabbimiz, bugün biz de soracağız bunu
onlara. Söyleyin bakalım ey kâfirler! Söyleyin bakalım ey Allah hayata
karışmaz diyerek küfrün daniskasını gerçekleştiren kâfirler. Ey bizim de kitabımız
var diyenler. Ey bizim de peygamberimiz var diye övünenler. Bir yandan bizim de
kitabımız var, bizim de peygamberimiz var diye gururlanıp o kitap ve o
peygamberle uzaktan ve yakından en küçük
bir ilginiz kalmadığı halde kendi kendinizi avutmaya devam ettiğiniz o kitabı,
o Tevrat’ı kim indirmiş ki:
Onu, O
Tevrat’ı, O Allah’ın nûr olarak, Furkân olarak indirdiği Tevrat’ı kırtaslara
döktünüz, kâğıtlara yazdınız ve bir kısmını gizleyip, bir kısmını insanlara
gösterdiniz. Yanlış söyledim, çoğunu gizleyip bir kısmını insanlara gösterirsiniz.
Halbuki sizler ve atalarınız bilmediklerinizi onunla öğrenmiştiniz. Bir
zamanlar onunla yol bulmuş, bilmediklerinizi onunla öğrenmiş, o kitap
sayesinde yeryüzünün en üstün ve en güçlü toplumu olmuştunuz.
Evet kitabı
sayfa, sayfa yaptınız. Parça parça yaptınız da çoğunu gizleyip bir kısmını
açıkladınız. Ya da onu sadırlardan, göğüslerden satırlara döktünüz.
Kalplerinizden çıkarıp onu kâğıtlara hasrettiniz. Güzel yazım türleri
geliştirdiniz, ama onunla amel etmeyi bir kenara aldınız. Kitabın işini
bitirdiniz. O kitabın işini bitirirler de başka kitap göndermez mi Allah? Onlar
gönderdiği kitabına böyle davrandılar diye bir daha kitap göndermeyecek miydi
Rabbimiz? Elbette onlar böyle yaptılar diye yeryüzünü vahiysiz ve kitapsız bırakacak
değildi Rabbimiz.
92. Bu indirdiğimiz, kendilerinden öncekileri doğrulayan
Mekkelileri ve etrafındakileri uyaran mübarek Kitaptır. Âhirete inananlar buna
inanırlar, namazlarına da devam ederler.
Ve işte bir kitap daha. İşte
kitap. Onu indirdik mübarek olarak, bereket olarak, bereket kaynağı olarak.
Kitabın geldiği kaynak bereket kaynağı olduğu gibi, kitabın kendisi de bereket
kaynağıdır. Kitabın kendisi bizzat bereket kaynağı olduğu gibi bu kitap muhataplarını
bereketlendirir. Yâni bu kitap, bu kitaba iman edip onunla hareket edenlerin
hayatlarını da bereketlendirir. Bu kitap kendisiyle hareket eden, hareket
noktasını bu kitaba göre ayarlayan mü'minlerin gecelerini, gündüzlerini,
hayatlarını, ömürlerini amellerini, düşüncelerini ve tüm eylemlerini
bereketlendiren ve ölümsüzlüğe ulaştıran bir kitaptır. Bu kitabın bir başka özelliği de:
Oluşudur.
Yâni önündekileri tasdik edici bir kitaptır bu kitap. Ya da önündekileri,
kendisinden önceki kitapları Tevrat’ı, Zebur’u, İncil’i tasdik eden bir
kitaptır bu kitap.
Biliyoruz
ki kitaplar ve peygamberler aynı kaynaktan geldiği için birbirini asla
nakzetmezler. Aksine bütün Kitaplar ve tüm peygam-berler birbirini destekler.
Hz. Îsâ da bakın şöyle demişti:
"Hani Meryem oğlu Îsâ: Ey
İsrail oğulları ben size Allah’ın peygamberiyim. Benden önceki Tevrat’ı tasdik edici ve
benden sonra gelecek Ahmet isimli bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim. demişti." (Saf 6)
Yâni ben
yeni, garip, türedi birisi değilim! Size duymadığınız, bilmediğiniz bir din de
getirmiş değilim! Bu dini daha önce Mûsâ da getirmişti! O halde ben, benden
önceki Tevrat’ı yalanlamaya değil, tasdik etmeye geldim! Bunun mânâsı şudur:
1- Benden
önce Tevrat’ta benim geleceğime dair verilen müjde işte şimdi gerçekleşiyor.
Tevrat’taki kayıtları ispatlamak için Rabbim beni size gönderdi.
2- Bunun bir ikinci mânâsı da: Ben, Allah’ın
Resûlü olan Ah-med’in geleceğine dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere
dünyaya geldim! Bakın şimdi ben de onun geleceğini size müjdeliyor ve haber
veriyorum demektir bunun mânâsı.
Yâni bu âyet
açıkça Resûlü Ekrem’in bizzat adı da verilerek Hz. Îsâ’nın ağzıyla dünyaya
geleceğine dair müjdeyi ihtiva etmektedir.
Bakara’da
da öyle deniyor bakın:
"Sizin
yanınızda olanı tasdikçi olarak"
Bundan şunu
anlayamayız: Tasdik edici Kur’andır, tasdik ettikleri de Tevrat, Zebur ve
İncil’dir. Ama bu tasdiki şöyle anlayamayız: Yâni Kur’an-ı Kerîm kendisi önüne
sürülen her şeyi tasdikçi değildir. Hani şimdi kimi muhtarların fonksiyonu sırf
budur değil mi? Götürürsünüz imzalar, başka itiraz hakkı yoktur.
Kur’an
böyle değildir. Ya ne? Hani Kur’an’ların üzerinde "Mushafları tetkik
cemiyeti imzalamıştır" diye mühür, imza filan var ya, sanki öyle. O imza
olmadan bu Kur’an olmazsa sanki bu da öyle. Kur’an diye arzedileni bu tasdik
edecek o zaman bu Kur’an olacak. Tevrat diye, İncil diye, Allah’ın gönderdiği
kitaptır diye önüne sunulan-ları tasdik etme ve reddetme yetkisine sahiptir bu
kitap. Allah’ın rıza-sına uygun ameldir diye, Allah’ın razı olduğu sistemdir
diye önüne su-nulanları tasdik ve ret hakkına sahiptir bu kitap. Allah’ın emrettiği
eğitim sitemi budur diye, Allah’ın razı olduğu kıyafet budur diye, Allah’ın
istediği kazanma harcama budur diye önüne tasdik için sunulan şeyi tasdik etmek
veya reddetmek makamındadır Kur’an.
Kur’an’ın böyle bir dinamizmi var
yâni. Yâni arzedersiniz kita-ba, şöyle bir düğün modeli, şöyle bir kazanç
modeli, şöyle bir terbiye modeli, böyle bir çocuk eğitimi modeli veya şöyle
bir tapınma modeli veya böyle bir ulviyet, kutsiyet modeli, böyle bir zikir
modeli, böyle bir takva modeli. Bunu Kur’an’a arzedersiniz, ey Kur’an! Ey yüce
Kur’an! Biz düşündük, taşındık bunu münasip gördük! Biz bunu Tevrat’tan aldık!
İncil’den bulduk! Allah demişti bunu! Mûsâ demişti! Îsâ demişti bunu!
Filanların falanların hatırı içindi! Valla hiç ırgalamaz yâni onu ta-biri caizse.
Bakar ona bu kitap, eğer doğru görürse, tasdik ederse, tamamdır, doğrudur, münasiptir
derse, tamam o doğrudur. Yok eğer tasdik etmezse, doğru bulmazsa işi bitmiştir
onun diyoruz. Artık onun iyiliği, doğruluğu konusunda tüm dünya birleşmiş olsa
da boştur.
Değilse
Kur’an, Tevrat ve İncil’i hep tasdik edici, tasdik etmek zorunda olucu değildir
yâni. Eğer Kur’an Tevrat ve İncil’in orijinalini tasdik edecekse hani yok ki
zaten bunların orijinalleri ortada. Bunların orijinalleri Kur’an’ın gelişinden
kıyâmete kadar ki dönemde tasdik edilmiş değildir. Zaten Kur’an Tevrat ve
İncil’de insanlara sunulacak mesajın orijinalini insanlara sunmuş bir kitaptır.
Onlardaki doğruların tamamı Kur’an’la sunulmuştur. Bu yüzden onların
orijinallerini aramaya, bulmaya da gerek kalmamıştır, diyoruz.
Önündekini,
yanınızdakini tasdikçi olarak indirdiğimiz bu kitaba inanın! Ey ehl-i kitap,
sizler sizden başkalarının yanında olmayan bir bilgiye, bir kitap bilgisine,
bir vahiy bilgisine sahipken sakın bu kitaba inanmazlık yapmayın! Sakın bu son
kitabı reddetmeye kalkışmayın. Ya da bu mesajın yeryüzündeki insanların
hayatını düzenleme konusunda en doğru yol olduğunu bile bile, bu bilgiye
sahipken onu ilk inkar edenler sizler olmayın!
Halbuki bu
kitap kendi yanlarındakini kabul ediyor ve reddet-miyordu. İşte Rabbimiz
bundan dolayı elinizdekini tasdik edici ve ondaki bozulmuşları düzeltici,
eksikleri tamamlayıcı ve kıyâmete kadar değişmeyecek bir özelliğe sahip
kılınmış olan Kur’an-ı Kerîmi kabul edin! Ona inanın, diyordu. Ona iman edin,
diyordu hem bize, hem de ehl-i kitaba. Sonra da bu kitabın geliş amacını
şöylece anlatıyor Rab-bimiz :
Bu kitabın geliş amacı da
şehirlerin anası olan Ümmü’l Kura olan Mekkelileri ve etrafındakileri uyarmak
içindir. Evet demek ki bu kitap indirildiği şehir olan, şehirlerin anası olan,
anakent olan Mek-ke’yi, Mekkelileri uyarmak ve dalga dalga tüm şehirleri, tüm
kentleri, tüm dünya insanlığını uyarmaktır. Öyleyse bizler tüm yeryüzünde duymadık
bir tek insan kalmayacak biçimde insanlara bu kitabı ulaştırmakla mükellefiz.
Bu kitabın âyetlerini, bu kitabın uyarısını tüm dün-ya insanlığına ulaştırmak
zorundayız. Öyle ki yeryüzünün en uzak noktalarına götürmeliyiz ki benim bundan
haberim yoktu diyebilecek bir tek insan bile kalmamalıdır. Heyhat ki biz bunun
mesajını babaları-mıza, analarımıza, hanımlarımıza bile duyuramadık, değil ki
dünyanın en uzak noktalarına ulaştırabilelim. O zaman sorumluluğumuzun
sını-rını siz düşünün.
Ama bu kitaba ancak âhirete inananlar
ve namazlarını muhafaza edenler iman ederler. Bu kitabın sorumluluğunu ancak
âhiret sancısı çeken, âhirette Rablerine verecekleri hesabın derdiyle tir tir
titreyenler ve bir de namazlarını muhafaza edenler anlarlar. Namazı
muhafazanın mânâsını beş altı hafta önce Mearic’te anlatmaya çalışmıştım, onun
için burada üzerinde durmuyoruz.
93.
Allah'a karşı yalan uyduran veya kendisinden bir şey vahyedilmemişken
"Bana vahy olundu", "Allah'ın indirdiği gibi ben de
indireceğim" diyenlerden daha zalim kim olabilir? Bu zalimleri can
çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, "Canlarınızı verin, bugün
Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, O’nun âyetlerine büyüklük taslamanızdan
ötürü alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız" derken bir görsen!
Allah’a yalan iftirada bulunandan
daha zalim kim vardır? Al-lah’a yalan iftirada bulunmak konusunda sûrenin daha
önceki bölümlerinde epey bir şeyler demeye çalışmıştık. Bana göre Allah şöyle
olmalıdır! Bana göre Allah böyle buyurmalıdır! Bana göre Allah’ın dini
böyledir! Bana göre Allah’ın kitabı böyle olmalıdır. Allah’ın kitabı da böyle buyurmaktadır.
Allah da demokrasiden yanadır. Din de bu tür bir kıyafetten yanadır. Bana göre
Allah hayata karışmamalıdır. Bana göre kılık kıyafetin bu kadarını da Allah istememektedir
diyerek Al-lah’a iftirada bulunanlardan daha zalim kim vardır?
Allah’tan
habersiz oldukları halde Allah hakkında konuşanlar. Dinden habersiz oldukları
halde din konusunda konuşanlar. Kur’an-dan habersiz oldukları halde Kur’an
hakkında konuşanlar. Peygam-beri tanımadıkları halde peygamber hakkında fikir
yürütenler, ahkâm kesenler. Kendi fikirlerini, kendi görüşlerini ve hevâlarını
Kur’an’la peygamberle ve dinle özdeşleştirmeye çalışanlar. Allah öyle olmadığı
halde Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye çalışanlar. Böyle olmalısın ya
Rabbi! Biz senin böyle olmanı istiyoruz! Sen bizim istediğimiz gibi olmak
zorundasın diyerek Allah’ı yönlendirmeye çalışanlar. Demediğini dedi, dediğini
de demedi diyerek zorla kitaba kendi hevâlarını söyletmeye çalışanlar.
Peygamber de böyleydi, peygamber de bizim düşüncemizin üyesiydi diyerek
peygamberi şartlandırmaya çalışanlardan daha zalim kim vardır?
Bir de:
Allah
kendisine bir şey indirmediği halde, Allah kendisine vah-yetmediği halde, Allah
kendisine hiçbir bilgi vermediği ve kendisine kitap da göndermediği halde bana
böylece vahy olundu diyerek Allah’a iftira eden kimseden daha zalim kim vardır?
Adamın zulmünün boyutuna ve büyüklüğüne bakın ki Allah kendisine hiçbir bilgi,
hiçbir vahiy indirmediği halde Allah bana vahyediyor ki bu böyledir diyerek
kendi sahtekârlıklarını Allah’a izafe etmeye çalışıyor. Bundan daha zalim kimse
olur mu? Halbuki Allah sadece elçilerine vahyeder. Allah peygamberlerinden
başkalarına asla vahiy göndermez.
Evet adam
kendisini peygamber olmadığı halde ve de Allah kendisine hiçbir vahiyde
bulunmadığı halde nasıl oluyor da adam ken-di düşüncesini, kendi hevâsını
vahiyle özdeşleştirmeye çalışıyor? Ya da dinden, kitaptan ve peygamberden
hiçbir nasibi olmadığı halde ba-na vahy olunuyor, bu konuları ben de bilirim
demeye çalışıyor?
Dikkat
ederseniz âyet-i kerîmenin bu bölümünde Allah bana vahyediyor diyerek kendi
hevâsını, kendi fikirlerini Allah’a izafe ederek böylece Allah’a iftira eden
ve Allah kullarını aldatmaya çalışan kimseden söz ediliyor. Burada böyle derken
bakın bundan sonra da bu adamın şöyle dediği anlatılır:
Allah’ın indirdiği gibi ben de indiririm.
Allah’ın indirdiği gibi ben-de bir şeyler indireceğim. Allah’ın indirdiği gibi
ben de vahiy indirebi-lirim. Vahiy indirmeye benim de gücüm yeter. Din
koymaya, hüküm koymaya, kanun vaz etmeye benim de gücüm yeter. Ben de din belirleyebilirim.
Ben de yasa belirleyebilirim. Ben de hayat programı yapabilirim. Ben de Allah
kadar bu insanların nasıl yaşamaları gerektiğini, nasıl bir siyasal yapı,
nasıl bir ekonomik yapı, nasıl bir eğitim sistemi uygulamaları gerektiğini,
nasıl bir hukuk takip etmeleri gerektiğini bilirim diyen kimseden daha zalim
kim vardır? Evet ben de Allah kadar bunları bilirim diyerek Allah’ın hayat
programını diskalifiye ederek kendi hevâlarını Allah kullarına dayatan ve
Allah kullarını Allah’a kulluktan koparıp kendi hevâlarının kulu kölesi edinen
ve bu haliyle de Allah’la yarış içinde olan kimseden daha zalim kim vardır
diyor, Rab-bimiz.
Dikkat
ediyor musunuz? Adamlar sanki Allah’la yarış içindeler. Dediklerinde ne kadar
tutarsız olduğunu görüyoruz âyet-i kerîmede. Bazen daraldıkları zaman Allah
bize de vahyediyor, bizim dediklerimiz de Allah’ın arzularına uygundur, Allah
da bunu istiyor diyerek hevâ-larını Allah’a izafe etmeye çalışıyorlar. Bazen
kendilerinin peygamber olduklarını iddia ederek söylediklerinin kendilerine
Allah tarafından vahyedildiğini iddia ederek peygamberlik pozları oynuyorlar.
Bazen kendilerini tanrı makamında görerek, insanlara kendilerini tanrı olarak
lanse ederek, O’nun bildiği kadar biz de biliriz! O’nun vahyettiği gibi biz de
vahyedebiliriz! diyorlar. Bazen tanrılık pozları oynuyorlar, ba-zen de
peygamberliğe soyunuyorlar. Garip bir şey. Bazen biz de tan-rıyız demeye
çalışıyorlar ve kendi peygamberlerini seçip onlara va-hiylerini gönderiyorlar.
Seçiyorlar valilerini, seçiyorlar hakimlerini, se-çiyorlar müdürlerini
amirlerini ve onlara vahiylerini gönderiyorlar, bun-ları aynen istediğimiz gibi
uygulayın diye.
İnsanların, toplumların bu vahiylere,
bu talimatlara uymala- rını ve
kendilerine kul köle olmalarını emrediyorlar. İşte gönderiyorlar vahiylerini ve
uygulattırıyorlar. Bu halleriyle bunlar bu ülkede çok açık ve net bir biçimde
tanrı pozları oynamaya devam ediyorlar. Gönderiyorlar emirlerini, indiriyorlar
vahiylerini ve duyurun bunları kullarımı-za! Uygulayın! Uygulattırın bunları
diyorlar. Bu tanrıların peygamber-leri de tanrılarından gelen bu talimatları
aynen duyurmaya ve uygula-maya çalışıyorlar. Zavallı insanlar da Rablerinden
gelenleri terk ederek bu tanrılarının ve bu tanrıların peygamberlerinin
vahiylerini uygulamaya çalışıyor. Ve Rablerine kulluktan çıkma pahasına bu tanrıla-rına
sadâkat gösterisinde bulunuyorlar.
Evet bu sahte tanrılar bu
memlekette maalesef çok rahat kendilerine peygamberler de bulabiliyorlar,
kullar da bulabiliyorlar. Kendilerine çok rahat vahiylerini uygulattırabilecek
peygamberler de bulabiliyorlar, vahiylerini gönül rahatlığıyla uygulayacak
mükellefler de bu-labiliyorlar. Sonra da gerek peygamberlerini, gerekse
mükelleflerini kullukta tutabilmek için, isyan etmesinler diye Allah’ın kullarına
yaptığı gibi onlara dereceler de veriyorlar. Sen bakansın, sen dekansın, sen
profesörsün, sen doçentsin, sen müdürsün, sen genel müdürsün diye dereceler de
veriyorlar. Böylece kullarının
kulluklarını sağlama alma-ya çalışıyorlar.
Ayrıca bu
yapay tanrılar tıpkı Allah’ın kullarına yaptığı gibi cennetler ve cehennemler
de vaadediyorlar. Kendi vahiylerini kabul edip uygulayanlara cennetler,
reddedip uygulamayanlara da cehennemler vaadediyorlar. Kendilerini Allah
makamında görüyorlar. Biz tanrıyız! Biz ilâhız! Mülk bizimdir! Saltanat
bizimdir! Egemenlik bizimdir! Bilgiyi biz dağıtıyoruz! Şifayı biz dağıtıyoruz!
Rızkı biz veriyoruz! Hayatınızı düzeninizi biz sağlıyoruz! İstikbalinizi biz
sağlıyoruz! diyerek insanları kendi egemenliklerine, kendi kanunlarına
kendilerine kulluğa çağırmaktadırlar.
Egemenlik
bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Eğer bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz sizi
yok ederiz! Rızık bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız rızkınızı
keseriz! Maaşınızı keser, tayininizi çıkarır sizi sürgün ederiz! Şifa bizdedir,
eğer bizim arzularımıza kulluk etmezseniz size türlü hastalıklar musallat
ederiz. İlim bizdedir, eğer bizim dediklerimizi yapmazsanız sizi cahil
bırakırız! Size diploma ver-meyiz, sizi doktor yapmayız, size doçentlik payesi
vermeyiz! Egemen-lik bizdedir, güç kuvvet bizdedir! Eğer bize kulluk
etmezseniz dünyayı size haram ederiz! Eğer bizim hâkimiyetimizi kabul etmezseniz
sizi kodese tıkar güneşi size haram ederiz! Hayatı size zindan ederiz!
Evet tüm
sahte ilâhlar, tüm sahte melikler, sahte egemenler Allah’ın kendilerine
verdiği bu geçici güçlerini kullanarak bir şeyler yapabileceklerini
zannederler.
Nasıl
oluyor da bu kendilerini bile yaratmaktan aciz olan, ağaran saçlarının
ağarmasına bile engel olamayan, ölümlerine bile çare bulamayan bu aciz
varlıklar Allahlık iddiasında bulunabiliyorlar? Nasıl oluyor da Allah’ın
vahyettiği gibi biz de vahyederiz. Nasıl oluyor da biz Allah’ınkinden daha
güzelini ortaya koyabiliriz demeye çalışıyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar
peygamberlik iddiasında bulunabiliyorlar? Nasıl oluyor da Allah kendilerine
hiçbir şey indirmediği halde Allah bize de vahyediyor, bizim dediklerimiz de
Allah’ın dediklerinin aynısıdır, bizim kanunlarımız da Allah kanunlarının
aynıdır diyebiliyorlar? Bu cesareti bu adamlar nereden Alabiliyorlar? Ya da işin
en garip tarafı şu Müslüman olduklarını iddia eden yığınlar nasıl oluyor da
kendilerini yaratan, şu anda ellerinde olan her şeylerini kendilerine lütfeden
gerçek Rablerinin gönderdiklerini bir tarafa bırakarak bunların kulu kölesi
olabiliyorlar? Nasıl oluyor da gerçek Rablerinin kitabını bir kenara bırakıp bu
sahte tanrıların talimatlarını uygulayabiliyorlar? Bunu anlamak gerçekten
mümkün değildir.
Söylemeye
dilim varmıyor ama galiba her iki taraf da bu durumdan memnun gibi. Tanrılar
da memnun kullar da memnun. Bir de işin anlaşılmaz yönü bu sahte İlâhlara, bu
yapay tanrılara kulluk yapan kimseler kendilerinin Müslüman olduklarını da
iddia edebilmek-tedirler. Halbuki peygamberlerin hiçbirisi Allah’tan
başkalarırına kulluğa çağırmamıştır. Tüm peygamberler tevhid inancında icma etmişler-dir.
Tüm peygamberlerin tarihlerini hayatlarını incelediğimiz zaman onların
hayatlarında tek İlâh Allah’tır. Tüm peygamberler insanlığı La İlâhe illallah
temel esasına çağırmışlardır. Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak,
hayata hakim olan İlâh yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak,
hayat programı program kabul edilecek varlık yoktur esasına çağırmışlardır.
Zaten tarih
boyunca en büyük problem işte burada çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük problem
sadece Allah’a kulluk etmek sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hakim olarak
sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse Allah’a da ibâdet konusunda
hiç problem çıkmamıştır. Yâni ilâhlardan bir İlâh olarak Allah’a da kulluğu herkes
kabul etmiştir. Öteki İlâhlar yanında Allah’a da kulluğa kimse ses
çıkarmamıştır. Yâni göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı
olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren,
yaratan, yaşatan bir İlâh olarak herkes Onu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu
Allah kendisinden başka İlâh olmayandır, ama bu Allah hayata karışan ve
kendisinden başka hayata karışıcı olmayandır. Ama bu Allah insanların kulluk
programlarını belirleyendir ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır. Ama
bu Allah boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin
çektiği yere gidilmesi gerekendir.
Yâni bu Allah kendisinden başka
Rab, Melik, İlâh olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır.
Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri bu Allah’ı
insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. İlâh olarak Allah’ı
kabul edelim ama tek İlâh olarak asla kabul etmeyiz diyorlar. İlâhlardan birisi
olarak O’nu da dinleyelim, İlâhlardan birisi olarak O’na da kulluk yapalım, ama
tek İlâh olarak sadece O’na kulluğa hayır diyorlar.
Çünkü bizim hayatımıza karışacak
başka ilâhlarımız da var. Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka rablerimiz de
var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, şifa
tanrılarımız, siyasal tanrılarımız da var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak
Allah’ı da dinleyelim ama, öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız diyorlar.
Aslında bu iddiaların altında Allah’tan Allah’a kulluktan kurtulup kendi
keyiflerince bildikleri gibi bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır. Ya da
şöyle ifade edelim: Bunlar Allah’a kulluktan kurtulup kendi kendilerine, kendi
hevâ ve heveslerine tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz
ve sınırsızca bir hayat yaşamak istiyorlar.
Çünkü bakıyoruz bu adamlar
Allah’tan başka kendilerinin İlâhları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de
kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini
bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi
seçeriz, değilse sizi seçmeyiz diyebildikleri için seçiyorlar. Bizden şunları,
şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına almayacaksınız!
Bizden na-maz gibi, zekât gibi, tesettür gibi ağır sorumluluklar istemeyeceksiniz!
İçki gibi, kumar gibi, fâiz gibi, zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri
bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir hayat sağlayacaksınız!
Biz ne istersek, nasıl bir hayattan razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bize
bizim istediğimiz kanunları çıkarır, bizim istediğimiz hayatı hazırlarsanız,
Rab olarak İlâh olarak biz de sizleri seçeriz diyebildikleri için onları
seçiyorlar. Onları yönlendirebileceklerini şartlandırabileceklerini bildikleri
için onları seçiyorlar.
Tabi Allah’a bunu diyemeyecekleri
için, Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için, Allah’ı Rab kabul
edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına, kafalarına göre ayarlamak ve düzenlemek
istedikleri için, yâni kendi kendilerine tapınmak istedikleri için, şehvetlerine
tapınmak istedikleri için hayatlarından Allah’ı diskalifiye etmek istiyorlar.
Tamam İlâhlardan bir İlâh olarak Allah’ı da dinleyelim. Meselâ hayatımızın
ibâdet bölümünde O’nu dinleyelim, ama öteki bölümlerinde biraz nefes alabilmek
için Allah’tan başkalarını da dinleyelim diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı
parçalamak ve hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, ama öteki bölümlerinde başkalarını
dinlemek şirktir. Halbuki tev-hid kişinin hayatının tümünde Allah’a teslim
olmasıdır.
Evet bugün
Müslümanlar sadece Allah’a kulluktan bıkıp usandıkları için kendilerine başka
Rabler bulmaya çalışıyorlar. Başka Rablerin vahiylerine razı oluyorlar ve kendilerini
onlara kulluk ortamlarına düşürüyorlar. Yâni bu durumda kendilerini zalim ve
fâsık konumuna indiriyorlar. Bakın bu konuyu Rabbimiz Zuhruf sûresinde çok net
anlatır:
“Firavun,
milletini küçümsedi ama, onlar kendisine yine de itaat ettiler. Doğrusu onlar
yoldan çıkmış bir milletti.
(Zuhruf 54)
Allah’a karşı Allah’ın elçisine
karşı Firavun tanrılık tasladı. Ben de tanrıyım dedi. Ben de bilirim dedi.
Allah hayatı bilirse ben de bilirim! Allah’ın gücü varsa benim de gücüm var
tavrına girdi. Allah’a ve Allah’ın elçisine karşı takındığı bu tavırlarıyla
Firavun kavmini, toplumunu, halkını, çevresindekileri küçümsedi ve onların
düşüncelerine, inanışlarına ve değer yargılarına ipotekler koydu. Siz de böyle
inanacaksınız! Siz de böyle benim gibi düşüneceksiniz diyerek onları kendisi
gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorlayarak, kendi anlayışını zorla onlara
empoze ederek onları küçümsedi. Sizler beni dinlemek zorundasınız. Benim
dediklerimin dışına çıkmamak zorundası-nız. Sizin nasıl düşüneceğinizi, nasıl
inanacağınızı ben bilirim! Nasıl giyineceğinizi ben belirlerim! Nasıl
yaşayacağınızı ben bilirim! Siz bil-mezsiniz! Siz anlamazsınız diyerek kavmini
küçümsedi. Onları aptal yerine koydu.
Şimdi de öyle değil mi ama? Sizler
anlamazsınız! Sizler bil-mezsiniz! Sizler bizi dinlemek zorundasınız! Eğer
okulu bitirmek is-tiyorsanız, eğer diploma almak istiyorsanız, eğer dükkan
açmak isti-yorsanız, eğer bakan olmak, dekan olmak istiyorsanız, müdür olmak,
doçent olmak istiyorsanız, sanayici olmak istiyorsanız benim dediğimi yapacak
ve benim sözümden çıkmayacaksınız. Şöyle şöyle davranmadan, şunları, şunları
yapmadan, bunları yapamazsınız diyerek şu anda bu Müslümanlarla alay eden, tüm
vatandaşlarla alay eden, onların her tür özgürlüklerine ipotekler koyanlar da
aynı şeyi yapmıyorlar mı? Ama Allah diyor ki bakın:
Onlar, o
Firavunun kavmi, onun çevresindekiler buna rağmen o Firavuna itaat ettiler ses
çıkarmadılar ona boyun köstüler de fâsık-lardan oldular diyor. Ya da onlar aslında
fâsıktılar da, Firavuna itaat ederek fâsıklıklarını ortaya koydular. Gönüllü
teslim oldular ona. Za-ten zalimin yanı başında ona koltuk değnekliği yapan
mazlum olmasa zalim asla ayakta duramaz. Zalimin varlığı mazlumun varlığına
bağ-lıdır. Zalimin hayatını sürdüren mazlumun varlığıdır. Mazlum, mazlum olarak
var olmasa, mazlum, mazlum olarak yaşamaya son verse tüm Firavunların ve
zalimlerin işi bitecektir.
Evet ey
Müslümanlar! Bilesiniz ki bugün sizleri de tahkir edecekler. Sizleri de küçük
görecekler. Makamınız yok diye, mevkiiniz yok diye, paranız pulunuz yok diye,
dünyanın kulu kölesi olmadınız diye sizi de aşağılayacaklar. Kendi değer
yargılarıyla, makamlarıyla mevkileriyle, paraları ve pullarıyla sizin
üzerinizde de saltanat kurmak isteyenler olacak. Sakın ola ki bu adamların bu tavırlarına
boyun bük-meyin. Mü’min seniz en üstün sizsiniz bunu asla unutmayın. İzzet ve
şeref bu dünyalık şeylerde değil imandadır. İzzet ve şeref iman edip salih
ameller işleyenlerdedir. Bakın Beyyine sûresi bunu çok hoş anlatır:
“Fakat, inanıp salih ameller
işleyenler, işte onlar da, yaratıkların en iyileridirler.”
(Beyyine 7)
İman edip
salih ameller işleyenlerin varlıkların en hayırlısı olduğunu anlatan Rabbimiz
iman ve salih amelden yoksun olanların da yaratıkların en şerlileri olduğunu
anlatır.
Evet Allah’a inanmayanlar salih
ameller işlemeyenler ne kadar da ekonomik güçleri olursa olsun mahlukâtın en
şerlisidir onlar. Bunu asla hatırınızdan çıkarmayın. İtibarın Allah’a
teslimiyet olduğunu unutmayın. Eğer sizler de onların değer yargılarını kabullenir,
onların üstün olduklarını, şerefli olduklarını kabul eder ve onlara boyun bükerseniz
siz de fâsıklardan olursunuz. O zaman da onlar sizin üzerinizde büyürler,
sizin üzerinizde Rableşirler. Siz fâsıklaşır ve onları Kahhâr makamında görmeye
başlarsanız onlar da sizin üzerinizde kahr u galebelerini artırırlar. Bakın
ifade aynen öyledir:
Onlar fâsıktılar, onlar bozuktular.
Buna göre diyoruz ki eğer bizde birtakım fısk özellikleri birtakım bozulmalar
gerçekleşirse o zaman Firavunların bu gövde gösterileri bizim üzerimizde de
etkili olmaya başlayacaktır. O zaman bizde onlara itaat etmek ve boyun bük-mek
zorunda kalacağız. O zaman tıpkı Firavununun toplumu gibi hayatımızda Allah’a
yer vermekle beraber onlara da yer vererek müşrik duruma düşmek zorunda
kalacağız. Ama biz bizdeki bozuklukları, bizdeki fıskları ortadan kaldırma
çabası içine girersek, o zaman elbette Rabbimiz bize hidâyet edecek ve bizi
Firavunlara kul köle olmaktan kurtaracaktır. Unutmayalım ki bunun yolu Allah’ı
tanımaya ve sadece ona kul köle olmaya yönelmeye bağlıdır. Şunu kesin olarak
bilelim ki sadece Allah’a kul köle olmaktan kaçanlar mutlaka pek çok tâğutun
kulu kölesi olmak zorunda kalacaktır. Tek bir Rabbin önünde eğilmeyenler pek
çok efendinin önünde eğilmek zorunda kalacaklardır. Allah yardımcımız olsun.
Rabbimiz bu tanrılık iddiasında bulunan sahte tanrıların hiçbirisinin tanrı
olamayacağını, bunların hiçbirisinin ilâhlığa lâyık varlıklar olmadığını
âyetin sonunda şöyle anlatıyor:
Ölüm
anında, sekaratü’l mevt anında, Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu ömürleri
tamamlanıp da şarampole yuvarlanma vakitleri geldiği zaman bu sahte tanrıların
hallerini bir görsen. Güçleri kalmamış, takatleri kesilmiş, gözleri bulanmış
ve Rabbinin görevli melekleri de onlara şöyle bağırmaktadırlar: Haydi çıkarın
canlarınızı! Canına tükürülesi alçaklar! Verin artık şu canlarınızı! Bugüne
kadar Rab-biniz onu size emanet vermişti! Artık şimdi onu teslim almanın zamanı
geldi! Teslim edin o canlarınızı alçaklar! Siz ne tanrısınız ne de elçi! Sizler
tanrılık pozları, elçilik rolleri oynayan birer sahtekardan başkası değilsiniz!
Haydi verin şu canlarınızı da geberin bakalım! Ebedî ce-henneminize yuvarlanın
bakalım! Tadın bakalım o reddettiğiniz Rab-binizin azabını! Bitti artık sizin
tanrılıklarınız! Bitti artık sizin sahte pey-gamberlikleriniz! Tüm
saltanatlarınız, tüm güçleriniz ve tüm sahtekâr-lıklarınız bitti artık diyerek
onların canlarını almaya meleklerimiz gel-diği zaman onların vaziyetlerini bir
görseydiniz diyor Rabbimiz.
Evet, bu
dünyada Allah’ı tanımayanlar, ona onun istediği gibi kul olmaktan kaçarak kendi
heva ve hevesleri istikametinde, yahut da kendileri gibi âcizlerin heva ve hevesleri
istikametinde bir hayat yaşayanar meleklerin bu teditleri altınca can
verecekler ve doğruca ateşe yuvarlanacaklar. Rabbim bizleri böyle bir âkıbetten
korusun.
94.
Onlara: "Andolsun ki, siz ilk defa yarattığımız gibi sizi verdiklerimizi
ardınızda bırakarak bize birer birer gel-diniz; içinizde Allah'ın ortakları
olduğunu sandığınız şefaatçilerinizi beraber görmüyoruz. Andolsun ki aranızda-ki
bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlar-dır" denecek.
Evet daha
önce dünyaya ilk geldiğiniz zaman nasıl yalnızsanız şu anda da bize yalnız
geliyorsunuz. Dünyaya geldiğiniz günü bir düşünün. Yalnızdınız,
yapayalnızdınız. Gücünüz yoktu, kuvvetiniz yoktu, imkânınız yoktu, saltanatınız
yoktu, paranız yoktu, pulunuz yoktu, bilginiz yoktu, çevreniz krediniz
makamınız mansıbınız hiçbir şeyiniz yoktu. Aciz, güçsüz, kuvvetsiz bir bebek olarak
dünyaya gelmiştiniz. Bütün bu imkânları size veren Rabbinizi unuttunuz da Ona
karşı tanrılık iddiasına kalkıştınız. Zannettiniz ki bütün bunları kendiniz
kazandınız? Zannettiniz ki hayatın sahibi sizlersiniz. Zannettiniz ki hayatın
sahibi kendinizsiniz. Zannettiniz ki size hiç ölüm gelmeyecek ve hesaba çekilmeyeceksiniz.
Hayır hayır! Aldandınız, hayatın
da, ölümün de sahibi Allah’tı. Bakın şimdi hayatınızı, gençliğinizi,
güzelliğinizi, gücünüzü, saltanatınızı, çevrenizi, paranızı pulunuzu iktidarınızı
arkanızda bırakıyorsunuz. Hani nerede mallarınız? Nerede koltuklarınız? Nerede
saltanatınız? Nerede tanrılığınız? Nerede peygamberliğiniz? Hani nerede vahiyleriniz?
Nerede kullarınız? Nerede size alkış tutan ve sizin kanunlarınıza itaat eden
gönüllü kullarınız? Nerede sizin o gönderdiğiniz va-hiylerinizi halka uygulama
kavgası veren gönüllü peygamberleriniz? Nerede güvendikleriniz dayandıklarınız?
Nerede size sadâkat yemini yapan yardakçılarınız? Hani niye terk etti onlar sizi?
Hani şu sizin şefaatçilerinizi da göremiyoruz? Niye gelmiyorlar sizi bu
durumdan kurtarmaya? Hani koltuklarının altına girerek sizi kurtaracaklarına
inandığınız için kendilerinden talimatlar alarak uygulamaya çalıştığınız
ağabeyleriniz nerede? Hani karşılarında sığınma talebinde bulunduk-larınız?
Kendilerine dua edip imdadınıza çağırdıklarınız nerede? Onları da göremiyoruz.
Tabi bu
yeryüzünde tanrılık iddiasında bulunanlara böyle dendiği gibi, bu tanrılara
kulluk yapmaya çalışan kullara da aynısı denecektir. Hani ey Rablerini,
Rablerinin kitaplarını, Rablerinin elçilerini, Rablerinin yasalarını bırakıp da
sahte tanrıların kulu kölesi olmaya çalışanlar! Hani sizlerin zum ettikleriniz?
Hani Allah berisinde İlâh kabul edip de kendilerine kulluk ettikleriniz
nerede? Hani önder, lider, kurtarıcı zannettikleriniz? Hani yetkili
bildikleriniz? Hani yasa koyucu bil-dikleriniz? Sizi size Rabbinizin takdir buyurduğu
bu ölüm yasasından kurtaracak birileri var mı? Sizinle birlikte kabre girecek
ve orada size yardım edecek birileri var mı? Mallarınız, aileleriniz,
çocuklarınız, sev-dikleriniz içinde kabre girebilecek var mı? O sahte tanrılardan
bunu becerecek var mı? Ya Rabbi bunu bana bırak! O benim kulumdu diyebilecek
birileri var mı? Hayır hayır, tüm bağlar koptu, tüm protokoller kesildi, tüm
ilişkiler kesildi, dünyadaki imtihan hayatı bitti ve artık yepyeni bir hayat başladı.
Onların
hiçbirisinin ilâh olamayacağını, yeryüzünde yasa belirleyemeyeceğini, aciz ve
çaresiz kullar olduklarını anlatan Rabbimiz bundan sonraki âyetinde de kendi
gücünü, kuvvetini ortaya koyarak gerçek Rabbin ve İlâhın kendisi olduğunu
şöylece anlatmaya başlıyor. Hem de çevremizde, en yakınımızda olup biten, her
an yüz yüze olduğumuz hadiselerle kendi Rabliğini anlatıyor Rabbimiz:
95. Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz
Allah'tır; ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz
çevirirsiniz?
Bakın ey Allah’ın kulları! Sizin
Rabbiniz çok güçlüdür. Sizin hayat programınızı belirleyen Rabbiniz her şeye
güç yetirendir. Eğer çevrenizdeki âyetlerine bakarsanız bunu çok rahat anlayacaksınız.
İşte o
âyetlerden birisi. Allah taneyi, çekirdeği, tohumu yaran, çatlatan ve ondan
hayat fışkırtandır. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır O Allah. Sizin
toprağa attığınız ölü bir tohum, ölü bir çekirdek Rabbinizin emri ve izniyle
ölülüğünü kaybediyor ve ondan diri çıkarılıyor. Bu olay gerçekten üzerinde
düşünülmezse çok önemsiz bir olay gibi değil mi? Ama Rabbimizin bu âyeti
üzerinde uzun uzun düşündüğümüz ve kafa yorduğumuz zaman anlarız ki ne kadar
büyük bir hadise. Söyleyin bakalım Allah’tan başka bu küçücük çekirdekten, hem
de ölü bir çekirdekten böyle hayat fışkırtan başka birileri var mı? Allah’tan
başka hayat konusunda söz sahibi birileri var mı? Böyle küçücük bir tohumun,
küçücük ölü bir çekirdeğin içine koskoca bir ağacı sığdıran başka birileri var
mı? Böyle ölüden dirilik ve canlılık çıkaracak başka birileri var mı? Küçücük
bir spermanın içine koskoca bir insan yerleştirebilecek Allah’tan başka birileri
var mı? Bir tek ölü çekirdeğin içine tonlarla meyveyi yerleştirebilecek
birileri var mı? Bunu düşününce insan gerçekten bunun çok büyük bir âyet
olduğunu ve Allah’tan başka bunu beceren hiç kimsenin olmadığını ve bunu beceren
Allah’ın gerçek Rab ve İlâh olduğunu anlayabilecektir.
Vakıa
sûresinde Rabbimiz bu hususu güzel anlatır:
Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler
sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz? Dilesek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar
kalırsınız da şöyle dersiniz: "Doğrusu borç altına girdik, hattâ yoksun
kaldık”
Evet Rabbimiz soruyor. Söyleyin
bakalım, ektiklerinizi yerden siz mi bitiriyorsunuz? Söyleyin bakalım toprağın
altına attığınız tohum hakkında ne dersiniz? Onu çıkaran, onu bitiren, onu
canlı hale getiren siz misiniz? Onu toprağın altına atmaktan başka ne gibi bir
müdahaleniz var sizin? Ne yapabiliyorsunuz bunun dışında? Onu bitiren Biz
değil miyiz? Dilesek biz onu çerçöp haline getiririz de sizler de üzüntüden ne
yapacağınızı bilmez bir vaziyette şaşırıp kalırsınız. Apışıp kalır da sonunda
şöyle demekten kurtulamazsınız: Ey vah! Yaptıklarımız masrafların tamamı boşa
gitti! Bir sürü borç altına girdik! Mahvolduk diyerek avuç ovalamaktan başka
hiçbir şey yapamazsınız.
Yine bakın
Fussilet sûresinde yağdırdığı yağmurlarla ölü toprağı canlandırıp onda hayat
meydana getirdiğini de Rabbimiz şöyle anlatır:
"Senin yeryüzünü boynu bükük,
kupkuru görmen de Allah’ın kudretinin delillerindendir. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz
zaman titreşir ve kabarır. Şüphesiz ki ona hayat veren Allah mutlaka ölüleri de
diriltir. Doğrusu onun her şeye gücü yeter."
(Fussilet 36)
Evet
yeryüzünü böyle boynu bükük, zelûl görmeniz de Allah’ın âyetlerindendir,
Allah’ın kudret delillerindendir. Yeryüzü tıpkı bir koyun gibi, bir deve gibi
uysal kılınmıştır. Size boyun eğdirilmiştir. Sizler şu anda onun omuzlarında
gezip dolaşıyor, onun bitirdiklerinden yiyip içiyorsunuz. Ama bilesiniz ki o
yeryüzünün zelûl oluşu, yeryüzünün uy-sal oluşu, sizin arzularınıza boyun büküp
âmâde oluşu kendiliğinden değildir, sizden de değildir, onu bu hale getiren
sizin Rabbinizdir. Onu sizin emrinize âmâde kılan Rabbinizdir. Eğer şu anda o
yeryüzü, o arz, o toprak size itaat ediyorsa bu Bizin ona çizdiğimiz,
belirlediğimiz program gereğidir. Yeryüzü de Bizim kendisine belirlediğimiz yörünge
gereği Bize kulluk yapmaktadır. Eğer öyle olmayıp da yeryüzü kendi keyfine göre
hareket etseydi sizin çoktan defterinizi dürmüştü.
Bu ifade
bir yandan yeryüzünde toprağın da huşu içinde Allah’a teslim olup, Allah’a
boyun büküp kulluk yaptığını, Allah’ın kendisi için belirlediği hayat
programını icra ettiğini anlatırken, diğer taraftan Rablerine secde ederek
yüzlerini, alınlarını toprağa sürmeyi zillet kabul eden müstekbirlerin,
kibirlilerin de sonunda o toprağa düşeceklerini, o toprağa yuvarlanacaklarını
anlatıyor.
Bakın
buyurur ki Rabbimiz: Görürsün ki toprak kupkurudur. Hiçbir hayat emaresi
yoktur. Meselâ bir çöl düşünün veya bir buzul düşünün veya işte birkaç metre
don bir yer düşünün. Ama Biz rahmetimizle o kupkuru toprağa gökten suyu
indirdiğimiz zaman o toprağın titrediğini, kabardığını, canlanıp hayat için
harekete geçtiğini görürsün. Şüphe yok ki ona hayat veren, onu böylece ölü
iken dirilten Allah, elbette ölüleri de işte böylece diriltir. İndirdiği
yağmurla ölü topra-ğı dirilten Allah, aynen bunun gibi indirdiği vahiyle de
ölü kalpleri diril-tir. İndirdiği vahiyle Rabbimiz ölülerden diriler çıkarır,
kâfirlerden mü'-minler oluşturur. Ya da öldükten sonra kıyâmet günü insanları,
sizleri öylece diriltip yeniden hayat verecektir. Şüphesiz ki O her şeye kadirdir.
Yâni iradesini her neye tevcih buyurmuşsa o anında vücuda geliverir.
Evet
Rabbimiz gökten rahmet indirip o kupkuru toprağı nemlendirip harekete
geçirmeseydi ya da toprağa atılan o ölü tohumu nemlendirip çimlendirmeseydi
hangi güç ve kuvvetinizle bu işi gerçekleştirebilirdiniz? Allah’tan başka bu
işi yapabilecek birileri var mı?
İşte böyle
ölüden diriyi çıkaran Allah’tır. Az evvel anlatılan çekirdek örneğinde olduğu
gibi ölüden diriyi çıkarır Allah. Veya ölü bir insandan diriyi çıkarır, diri
bir insandan da ölüyü çıkarır. Kâfirden mü’-mini müminden de kâfiri çıkarır.
Kâfir Kur’an’ın ifadesiyle ölüdür. Allah’tan, Allah’ın rahmetinden, kitaptan,
peygamberden ve bunlar vasıtasıyla Allah’ın yeryüzünde açtığı rahmet kapılarından
istifade edemeyen kişi ölüdür. Kalbi çoraktır, kaskatıdır onun. Tıpkı yağmurdan,
rahmetten mahrum olan bir toprağın ölülüğü gibi. İşte böyle bir ölüyü mü'min
yaparak ondan diriyi çıkardığı gibi, diriden de bir kâfir çıkarabilir Allah.
Veya vahiyle tanışamamış bir toplum da ölüdür. Böyle bir toplumu sahâbe toplumu
gibi vahiyle tanıştırarak bu ölülerden melekleri bile geride bırakacak diriler
çıkarır Allah.
Çünkü vahiy rahmettir, peygamber
rahmettir. Veya meselâ Nuh (as)'ın iman etmeyen oğlu gibi. İşte böyle diri ve
mü'min bir babadan ölü bir oğul çıkardığı gibi Hz. İbrahim’in babası gibi ölü
bir kâfirden de diri bir İbrahim çıkarabilir Allah. Ya da Zekeriya (a.s) gibi
yüz yaşını aşkın birinden üstelik de kısır bir hanımdan Yahya gibi bir diri çıkarır
Allah.
Veya işte bir zamanlar yok iken
var edilen bir mevcudat. Ölüyken, yok iken, yeryüzünde hayat sahnesinde var
edilen tüm mevcu-dat. Yoktu varlık, yoktu insanlar, yoktu semalar, yoktu arz,
yoktu güneş, yoktu ay, yoktu yıldızlar da yokları var etti Rabbimiz. Kupkuru
topraktan Adem’i yaratan Odur. Kupkuru topraktan varlıklara hayat veren Odur.
Var olanları da sonunda öldürerek
diriden de ölüyü çıkarıyor Rabbimiz. Canlı, cıvıl cıvıl hayat dolu bir insan
sonunda ölüyor. Hayat bitiyor. Dipdiri bir güneş batıyor. Yem yeşil bir tabiat
ölüm döşeğine yatıyor. Dipdiri hayat fışkıran bir yıldız üful edip gidiyor. Dip
diri bir gençlik bitiyor. Ve nihâyet bir gün gelecek ki tüm hayat bitecek.
Evet işte
bu Allah, işte böyle çekirdeği, tohumu çatlatıp ondan hayat fışkırtan, ölüden
diriyi, diriden de ölüyü çıkaran Allah sizin Rab-binizdir. İşte Rab olmaya
lâyık olan, hayat programı belirlemeye lâyık, kullarının hayatına kanun koymaya
yetkili varlık, tek yetkili varlık Allah’tır. Yâni sizin boyunlarınızdaki
kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisini dinlemeniz gereken Rabbiniz O’dur.
Hal böyleyken na-sıl da döndürülüyorsunuz? Allah’ı bildiğiniz halde, yaratıcı
olarak, yarattıklarının hayatlarını sürdürücü olarak, tüm varlıklarının rızkını
verici olarak Allah’ı tanıdığınız, bildiğiniz halde nasıl oluyor da Onu hayatınızda
diskalifiye edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da böyle bir Allah’a kulluk dururken
başkalarına kulluk edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da böyle bir Allah’ın
kitabını, böyle bir Allah’ın yasalarını bir kenara atarak başkalarının
yasalarını uygulamaya kalkışıyorsunuz? Buna nasıl cüret edebiliyorsunuz?
Mantığı nedir bunun?
Tüm dünya birleşse kupkuru bir
çekirdekten bir ağaç çıkarabilir mi? Tüm dünya birleşse ölü ve kupkuru bir
çöle hayat verebilir mi? Tüm dünya birleşse ayı, güneşi, yıldızları
yaratabilir, yahut yok edebilir mi? İşte bütün bunları yaratan Allah’tır ve
sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak, hayat programı uygulanacak yegâne varlık
Odur. Böyle bir Rabbiniz varken, ey insanlar neden başka Rabler bulmaya ve boyunlarınızdaki
ipin ucunu onlara vermeye çalışıyorsunuz? Niçin dönüyor ve döndürülüyorsunuz?
Kime dönüyor, kimden ne bekliyorsunuz? Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını
sallamaya çalışıyorsunuz? Bir düşünün, diyor Rabbimiz.
Rubûbiyet
ve ulûhiyetinin delillerini anlatmaya devam ediyor Rabbimiz.
96.
“Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır.
Bu güçlü olanın, bilenin nizamıdır.”
Evet gece, gündüz, ay güneş hepsi
de Allah’ın âyetleridir. Hepsinde de ölçülü bir yasa koymuştur Rableri. Bunların
hiçbirisi tesadüfi değildir. Hiçbirisi oyun ve eğlence olarak var edilmiş değildir.
Bunların hepsi Allah’ın koyduğu yasalara boyun büküp teslim olmuşken, siz
kimin yasalarına boyun büküp teslim oluyorsunuz?
Bakmıyor
musunuz? Görmüyor musunuz? Gözlerinizin önün-de her gün geceden söküp sıyırarak
sabahı yaratan O’dur. Sabahı geceden söküp çıkaran Allah’tır. Rab ve İlâh
olmaya, kullarının hayat doğramını belirlemeye, kulları üzerinde egemen olmaya
lâyık olan Allah görüyorsunuz ki geceden sıyırarak, soyutlayarak sabahınızı
çıkarıyor. Toprağın altından toprağı yararak tohumu filizlendirdiği gibi. Ölüden
diriyi, diriden ölüyü çıkardığı gibi gecenin karanlıkları arasından aydınlığı
söküp çıkarıyor. Eğer Rabbiniz sizin için bunu yapmasaydı kim yapabilirdi bunu?
Kim kovabilirdi geceyi ve kim getirebilirdi gündüzü? Kimin gücü yetebilirdi
buna? Yeryüzü tanrıları becerebilirler miydi bunu? Yeryüzünde tanrılığa soyunanlar,
yeryüzünde egemenlik hakkı bizdedir diyenler, bizim hayatımıza Allah karışmaz
diyenler, hayatı biz biliriz, hayatı biz düzenleriz diyerek kendi yasalarını
Allah yasalarının önüne geçirmeye çalışanlar üzerinde acaba bu insanların
gerçekten yığınlar üzerinde egemenlik hakları var mıdır, yok mudur? Bu konuda
beş dakikalığına bir düşünelim. Allah için bir düşünelim.
Acaba bu yeryüzü tanrıları
Allah’ın bu âyetlerine ne kadar müdahale edebiliyorlar? Güneşe, aya, geceye,
gündüze ne kadar etkililer? Güçleri, kuvvetleri, etkileri nedir bu insanların?
Acaba şu anda güneşe söz geçirebiliyorlar mı? Meselâ mesaimiz henüz bitmedi
diye beş dakikalığına güneşi durdurabiliyorlar mı? Veya bir beş dakikalığına
geceyi uzatabiliyorlar mı? Hani bunu becerebilen birileri varsa onlara da
minnet duyup onlara da kulluk yapalım. Eğer bunu becerebilen birileri varsa
tamam onların yasalarını da uygulayalım, onları Rab bilelim, onları da İlâh
bilip onların çektikleri yere de gidelim. Var mı böyle Rab olmaya, İlâh olmaya
lâyık birileri? Yoksa nasıl oluyor da bu adamlar yeryüzünde insanlara karşı
Ulûhiyet iddiasında bulunabiliyorlar? Nasıl oluyor da egemenlik bizdedir,
hâkimiyet bizdedir demeye çalışıyorlar? Nasıl oluyor da yeryüzü tanrılığına
soyunuyorlar bu adamlar? Nasıl oluyor da Allah’ı hayata karıştırmamaya
çalışıyor bu adamlar?
İşte bakın hayatımızın en temel
unsurlarına karıştığını söylüyor Allah. İşte hayatımızın en temel unsurları
değil mi bunlar? Tohum, çekirdek, hayat, ölüm, gece, gündüz, yağmur, su,
rüzgar, ay, güneş ve yıldızlar. Ve sûrenin ilerdeki âyetlerinde anlatılacak
hayatımızın her bir bölümüne Rabbimizin karıştığını, müdahale ettiğini
göreceğiz. Bunlar neye karışabiliyorlar? Bize neyi sağlayabiliyorlar ki yeryüzünde
egemenlik iddiasında bulunabiliyorlar? İşte hava, işte su, işte oksijen, işte
güneş. Kim var ediyor bütün bunları? Bunlarsız nasıl hayat olur yeryüzünde?
Günlük hayatımızın en küçük birimlerine bile söz geçiren, hükmeden Allah’tır.
Dış dünyamızda bu böyle olduğu gibi, iç dün-yamızda da böyledir. Kalbimizin
çalışmasından tutun da midemizin fonksiyonlarına varıncaya kadar söz
geçiremeyen bu insanlar nasıl oluyor da Allah yanında Rablik sevdasına kalkışabiliyorlar?
Bu gücü, bu yetkiyi nereden ve kimden alıyorlar?
Bakın Kasas
sûresinde buyurur ki Rabbimiz:
“Ey Muhammed! De ki: "Söyler
misiniz? Eğer Al-lah geceyi üzerinize kıyâmete kadar uzatsaydı, Allah'tan
başka hangi İlâh size bir ışık getirebilir? Dinlemez mi-siniz? "De ki:
"Söyleyin: Eğer Allah gündüzü üzerinize kıyâmete kadar uzatsaydı,
Allah'tan başka hangi İlâh, içinde istirahat edeceğiniz geceyi size
getirebilir? Görmez misiniz? "
(Kasas 71,72)
Evet geceyi
ve gündüzü kıyâmete kadar uzatıverseydi, geceyi gündüzle kovmayıp, gündüzü de
geceyle boğmasaydı Rabbiniz ne yapardınız? Kim yardım edebilirdi size bu
konuda? Allah’tan başka tanrılarınız var mı ? bir düşünsenize.
Geceyi de
Allah sizin için sükûnet kılmıştır. İstirahat edesiniz diye, dinlenesiniz ve
onda sükûnet bulasınız diye geceyi Allah sükûnet mahalli kılmıştır. Gündüz
güneş ışınlarının sizin bedenleriniz üzerinde meydana getirdiği yorgunluklarını,
yaşadığınız hayatın stres ve bunalımlarını atıp da ruhunuzu, kalbinizi ve
bedenlerinizi dinlendiresiniz diye Allah sizin için geceyi sükûnet sebebi kılmıştır.
Geceyi tıpkı bir örtü gibi örtüvermiştir sizin üzerinize. Gece ve uyku
nîmetiyle tüm sıkıntılarınızı, tüm yorgunluklarınızı giderivermiş Rabbiniz.
Ayı ve güneşi de bir hüsbân olarak,
belli bir hesaba, belli bir ölçüye binaen yaratmıştır Allah. Ayın yaratılışı
da, güneşin yaratılışı da öyle tesadüfi değil, belli bir hesapla olmuştur.
Allah bu ikisini semamızın simasına asılmış birer takvim yapmıştır. Ayların,
yılların, günlerin, mevsimlerin hesabını bunlarla yapıyoruz, bunlarla
biliyoruz. Bunları bu fonksiyonlarıyla da bizim hizmetimize sunmuştur Rabbi-miz.
İşte bütün bunlar tesadüfi değil, belli bir takdir, belli bir hesapla
olmaktadır. Bütün bunlar her şeyi bilen, her şeye güç yetiren Azîz ve Alîm olan
Allah’ın takdiridir. İşte sizin kendisine kulluk yapmanız gereken, yasalarını
uygulamanız gereken, sadece kendisini dinlemeniz gereken Rabbiniz böyle Azîz,
böyle güçlü, böyle yenilmez, karşı ge-linmez, böyle Alîm, böyle tüm yasaları
bilen ve kâinatta her şey kendi bilgisinden kaynaklanan bir Allah’tır.
Sizin böyle Azîz ve Alîm bir
Rabbiniz varken siz kimlere teslim olmaya çalışıyorsunuz? Siz kimleri velî kabul
edip onların kanunlarına kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Böyle Azîz ve Alîm bir
Rabbiniz varken. Ki O tohumu çatlatırken de bu bilgiyle yapıyor. Geceye ve gündüze yasa korken de bu bilgiyle
yapıyor. Hal böyleyken, nasıl oluyor da sizin hayatınıza da bu bilgiyle yasa
koyan bir Rabbiniz varken sizler başkalarının yasalarına teslim oluyorsunuz?
Nasıl oluyor da bilginin kaynağı olan, bilgi kendisinden olan, mutlak bilen
bir Rabbinizin bilgisini, vahyini bir kenara bırakıyor da başkalarının
bilgilerini bilgi zannediyorsunuz? Azîz ve Alîm olmayan, izzet ve ilim sahibi
olmayan bu insanları nasıl Rab kabul edip onların arzu ve istekleri doğrultusunda
bir hayat yaşamaya razı oluyorsunuz?
Rabbimiz
kendi gücünü, kudretini anlatmaya devam ediyor bakın:
97.
O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında yol bu-lasınız diye sizin için
var edendir. Bilen millet için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
Evet bakın yine çok yakın çevremizden
bir âyet daha anlatıyor Rabbimiz. Semamızın simasını süsleyen o yıldızları da
karanın ve de-nizin karanlıklarında yol bulasınız diye, uçsuz bucaksız çöllerde
ve Okyanuslarda yönünüzü tayin edesiniz diye yaratmıştır Rabbiniz. Sizlerin
karanlıklar içinde yolunuzu şaşırıp bocalamanızı istemediği için bu yıldızları
yaratıvermiştir Allah.
Kur’an-ı
Kerîmde Rabbimiz yıldızların üç fonksiyonundan söz eder. Ya da İbni Abbas
Efendimizin de ifadesine göre yıldızlar hakkın-da şu üç sözün dışında söz söylemek
ve yorumda bulunmak caiz değildir.
1- Gökyüzünün, semanın süsüdür
bunlar. Bunu Mülk sûresin-de şöyle anlatır Rabbimiz:
"Andolsun ki, yakın göğü
kandillerle donattık, on-larla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara
çıl-gın alev azabını hazırladık."
(Mülk 5)
Dünya
semâsını kandillerle donattık, diyor Rabbimiz. Dünya semâsı, dünyanın semâsı.
Dünya, denâet demektir. Alçak, alçaklık anlamına gelir. Öyleyse şöyle
diyebiliriz: Alçak semâ, yani dünyaya yakın olan semâ veya dünyadan sezilen, dünyadan
fark edilen, dünyadan anlaşılan semâ mânâsına dünyanın semâsı. Bunun ikisi de
mümkündür. "Semae'd-dünya" ifadesiyle, üzerindeki yıldız ve geze-genleri vasıtasız olarak
görebildiğimiz gökyüzü kast olunmaktadır. O-nun ötesi ancak araçlar yardımı ile
görülebilirken daha ötesi araçların yardımıyla dahi görülemez.
İşte bu
dünya semâsını, dünyaya en yakın olan, dünyadan hissedilebilen, görülebilen
semâyı misbahlarla, kandillerle süsledik, donattık, diyor Rabbimiz. Bu yediden
biri de anlaşılabilir. Yani yedi se-mâdan biri olan dünyaya en yakın olanını
yıldızlarla donatıp süsledik. Yıldızlarla donatılan bu semâ birinci semâdır,
onun üstünde geri kalan semâvât vardır, onun üstünde kürsî vardır, onun üstünde
arş vardır ki artık bunlar bizim ulaşabileceğimizin ötesidir. Çünkü artık zaman
da, mekân da bitmiştir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan
için rakamların yan yana gel-mesi sayı değildir. Yani sayılar sonsuz değildir.
Meselâ bir desek ve yanına iki sıfır koysak yüz olur. Üç sıfır koysak bin olur.
Ama bir raka-mının yanına yüz tane, iki yüz tane sıfır koysak, dünyayı on defa
dola-şacak kadar sıfır koyduk mu rakam değildir o artık. Ona rakam den-mez, şekil
denir. Sayı benim bildiğim okunabilen noktada biter. Yani ne kadarını
okuyabiliyorum işte o noktada biter. İşte mekân da böyledir. Mekân da bizim
düşüncemizin, düşünebileceğimizin ötesine çıktı mı, bitmiştir artık. Orada
mekân bitmiştir. Ne o? Neliğini bilmem ki! Bilmemiz gerekir mi? Allah en iyisini
bilir ama gerekmez. Düşünmemiz, kavramamız, anlamamız, Allah’a teslim olmamız
için bir nişane bilmemiz gerekir bu işi. Zira gökyüzü Allah’ın âyetlerinden bir
âyettir.
Rabbimiz
buyuruyor ki, biz semâyı misbahlarla, kandillerle süsledik. Buradaki
misbahlardan kasıt yıldızlar ve gök cisimleridir. Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz
yıldızların üç fonksiyonundan söz eder. Ya da İbni Abbas efendimizin de
ifadesine göre yıldızlar hakkında şu üç sözün dışında söz söylemek ve yorumda
bulunmak caiz değildir.
1- Gökyüzünün, semânın süsüdür
bunlar. İşte Mülk sûresinin bu âyeti bunu anlatır:
“Andolsun
ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık
ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.”
(Mülk 5)
Demek ki bu
yıldızların bir görevi, gökyüzünün süsü ve ziyneti olmaktır.
2- Bir de
yine aynı âyetin devamında ifade edildiğine göre, Al-lah, bu yıldızları
şeytanlar için bir atma, bir recm konusu yapmıştır. Bu yıldızların ikinci
görevleri de şeytanlar için rucûm olmalarıdır. Cin sûresinde de ifade edildiği
gibi, şeytanlar Rasûlullah'ın risâletinden sonra artık gökyüzünde dinleme
yerine gidip dinleyemez olmuşlardır. Al-lah semânın haberlerini dinlemek ve o
haberleri yerdekilere yetiştirerek insanların imanlarını bozmak isteyen şeytanlara
karşı semânın haberlerini korumak ve onlara ateş azabını tattırmak için bir
atma ko-nusu yapmıştır. Şeytanlar artık anladılar ki ne zaman dinleme makamına
gelseler, ne zaman melekleri dinlemek için fırsat kollasalar, ken-dilerini bekleyen
bir bekçi, bir şihap kendilerini bir ateş, kıvılcım gibi sarıyordu hemen ve işlerini
bitiriyordu. Yani bekçiler vardı, dinletmi-yordu onları.
3- En’âm
sûresinde anlatıldığı gibi, Rabbimiz, onları karanın ve denizin karanlıklarında
yol bulalım diye kılavuz olarak yaratmıştır.
“O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında
yol bulasınız diye sizin için var edendir. Bilen millet için âyetleri uzun uzadıya
açıkladık.”
(En’âm 97)
Rabbimiz, çok yakın çevremizden
bir âyet olarak semâmızın simâsını süsleyen o yıldızları, karanın ve denizin
karanlıklarında yol bulalım, uçsuz bucaksız çöllerde ve okyanuslarda yönümüzü
tayin edebilelim diye yaratmıştır. Bizlerin karanlıklar içinde yolumuzu şaşırıp
bocalamanızı istemediği için bu yıldızları yaratmıştır.
Ya da Allah
onları bizim hidâyetimiz, bizim yol bulmamız için yaratmıştır. Rabbimizin bu ve
benzeri âyetlerine bakarak imana ulaşalım, yakîni elde edelim, Rabbimizin
büyüklüğünü, kudretini anlayalım da, O’na O’nun istediği biçimde iman edelim.
Rabbimizin rubûbi-yetini ve ulûhiyetini anlayalım da, sadece kendisine kulluk
edelim diye yaratılmıştır bunlar. İşte yıldızlarla alakalı bildiğimiz,
bileceğimiz bunlardır. Bunun dışında bileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Yıldızlar, şeytanlara atma konusuymuş.
Şeklini bilmiyoruz. Ya-ni acaba yıldızdan bir parça mı atılıyor? Yoksa yıldızın
kendisi mi atılıyor? Bunu bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz, şeytanlar semâdan duydukları
bu kırıntı haberleri artık yeryüzüne getiremez olmuşlar. Peki önceden
gökyüzünden alınan bu haberler yeryüzüne geliyordu da, onlar hâlâ devam ediyor
olamaz mı? Rasûlullah Efendimiz bu konu-da şöyle buyurur: “Cinler aldıkları
habere kendilerinden beş yüz de yalan katar ve öylece insanlara ulaştırırlar.”
Evet demek
ki bu yıldızların bir görevi gökyüzünün süsü ve ziynetidir bunlar. Kullarımın
bedii zevklerini okşasınlar, onların gözlerine hitap etsinler diye yaratmıştır
Rabbimiz bir.
2- Bir de
yine aynı âyetin devamında ifade edildiğine göre bu yıldızları şeytanlar için
bir atma, bir Recm konusu yaptık diyor Allah. Evet bu yıldızların ikinci
görevleri de şeytanlar için rücûm olmalarıdır. Şeytanlar Rasulullah’ın
Risâletinden sonra artık gökyüzünde dinleme yerlerine gidip dinleyemez
olmuşlardır. Allah semanın haberlerini dinlemek ve o haberleri yerdekilere
yetiştirerek insanların imanlarını boz-mak isteyen şeytanlara karşı semanın
haberlerini korumak ve onlara ateş azabını tattırmak için bir atma konusu
yapmıştır. Şeytanlar artık anladılar ki ne zaman dinleme makamına gelseler, ne
zaman melekleri dinlemek için fırsat kollasalar kendilerini bekleyen bir bekçi,
bir şi-hap, bir ateş, bir kıvılcım gibi kendilerini sarıveriyordu da hemen işlerini
bitiriyordu. Yâni bekçiler vardı ve bu bekçiler semayı, Levh-i Mahfuz’u
dinletmiyordu onlara. O bilgilere ulaşmalarına müsaade etmi-yordu Rabbimiz.
3- Üçüncüsü
de işte bu âyet-i kerîme de anlatıldığı gibi Rab-bimiz karanın ve denizin
karanlıklarında yol bulalım diye kılavuz olarak yaratmıştır yıldızları.
Ya da bizim
hidâyetimiz için, bizim yol bulmamız için yaratmıştır Allah onları. Rabbimizin
bu ve benzeri âyetlerine bakarak imânâ ulaşalım, yakînı elde edelim, Rabbimizin
büyüklüğünü, kudretini anlayalım da Ona Onun istediği biçimde imanı elde
edelim diye yaratmıştır Allah onları. Rabbimizin rubûbiyetini ve ulûhiyyetini
anlayalım da sadece kendisine kulluk edelim diye yaratmıştır. İşte yıldızlarla alâkalı
bildiğimiz, bileceğimiz bunlardır. Bunun dışında bileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Sonra da
diyor ki Rabbimiz:
İşte Biz
âyetlerimizi böylece tafsilatlı olarak, ya da fâsılalı, fâsılalı anlatıyoruz
ki bize anlatılmadı, bize duyurulmadı, bize gösterilmedi, biz anlayamadık, biz
akıl erdiremedik, bizim bunlardan haberimiz yoktu demeyesiniz diye ayrıntılı
bir şekilde anlatıyoruz size. Ama anlayan bir kavme. Bu âyetler üzerinde akıl
yorarak bunlarla yol bulmak isteyen bir kavme anlatıyoruz bunları. Değilse anlamayan
insan-lar için bunlar hiçbir mânâ ifade etmeyecektir diyor Rabbimiz. Evet
görüyor musunuz? Âyetlerini böylece tafsilatlı olarak açıklıyor Rab-bimiz.
Gökyüzü âyet, yeryüzü âyet, yıldızlar âyet, güneş âyet, denizler bulutlar âyet,
insanlar âyettir ve bütün bu âyetlerini kulluk adına Ona yol bulalım diye bize
anlatıyor, tanıtıyor Rabbimiz.
Buraya
kadar kendi rubûbiyet ve ulûhiyetine delil olarak bizim dışımızdan, dış
dünyamızdan âyetler sundu rabbimiz. Bizi dış dünyamızla yüz yüze getirdi ve
dış dünyamızda kendisinin egemenliğini anlattı. Dış dünyamızın tamamında
kendisinin söz sahibi olduğunu, kendisinden başka söz sahibi olmadığını ortaya
koydu. Bundan sonraki âyetlerinde de Rabbimiz bizim iç dünyamıza, enfüsümüze
yöneliyor. Bu defa da bizi bizle tanıştıracak, bizi bizim içimizdeki
âyetleriyle tanıştıracak ve rubûbiyetine buradan deliller getirecek. Bakalım
neler anlatacak, onu inşallah gelecek haftaki dersimizde tanımaya çalışacağız.
Velhamdü lillahi Rabbil âlemin.
98. O, sizi bir tek
nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta
olarak yaratandır. Anlayan millet için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
Rabbimiz bu bölümde ilk
yaratılışa dikkat çekiyor. İlk yaratılışımız tek bir nefisten. Allah bizi,
hepimizi ilkimiz olan Hz. Ademden yaratmıştır. Ve bir de yarattığı her bir insan
için onun hayatını sürdürebi-leceği, yerleşip karar kılabileceği bir müstakar,
bir yer, bir yurt, bir mekân ve zaman kılmıştır. Yaratılmış her canlının
hayatında Allah tarafından tayin ve takdir edilmiş bir zaman, bir de mekân
boyutu vardır. İşte yaratıcı olan Rabbimiz her insanın hayatında bu zaman
mekânın çatıştığı noktada kullarından kendisine kulluk istemektedir.
Evet âyetin
bize anlattığına göre her birerimiz için bir müstakar kılmıştır Rabbimiz.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu müstakar ana rahmidir. Müstakar babaların
sulbüdür. Müstakar insanın yaşadığı yeryüzüdür. Veya yeryüzünde, insanın
yaşadığı hayatta zamandır, mekândır. Allah herkes için karar yerleri, istikrar
makamları kılmıştır. Doğan her insan yeryüzünde belli bir zaman diliminde,
belli mekânlarda yaşadıktan sonra imtihan dönemini doldurmakta ve daha sonra
istikrar makamı olarak kabre intikal eder, oradan haşır neşir, oradan mahşer,
sonra hesap kitap, sonra sırat, sonra cennet ya da cehennem istikrar yerleri
olarak belirlenecektir.
İşte bütün
bunları anlayan, fıkheden, Allah’ın bu âyetleri üzerinde düşünen, akıl yoran
ve bu âyetlerle yol bulmak, hayatlarını düzenlemek isteyen, günlük programlarını
bu âyetlerle ayarlamak isteyen bir topluluk için açık açık anlatıyoruz diyor
Rabbimiz.
99. O, gökten su
indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden, birbirine
benzeyen ve benzemeyen yığın, yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan
salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine,
olgunlaşmalarına bir bakın. Bunlarda, inananlar için şüphesiz, deliller
vardır.
Evet Allah gökten suyu da
indirendir. Gökten indirdiği suyla yeryüzünde insanların muhtaç oldukları tüm
nebatatları yaratan, her şeyin nebatını çıkaran, bitiren Allah’tır. Yeryüzünde
hayatın kaynağı olan suyu indiren Odur. Bu suyla yaşadığımız hayatın en tabii
unsurlarını yaratan Allah’tır. Yem yeşil hayatı, yem yeşil bitkileri, yem
yeşil otları bitiren Allah’tır.
O
bitkilerden birbirine benzeyen, benzemeyen, terkip edilmiş, üst üste istif
edilmiş buğdayları, salkım, salkım üzümleri ve hurmaları ve hububatları
çıkarmıştır Allah. Hurma tomurcuklarından da istifade edesiniz diye, iştahla yiyesiniz
diye salkımlar var ettik. Yeryüzünde her cinsten bağlar, bahçeler var ettik.
Zeytinler, narlar çıkardık ki onlar baktığınız zaman birbirine benzeyen ve benzemeyen
özellik taşımaktadırlar. Şöyle Rabbinizin gökten indirdiği hayat kaynağı suyla
bitirdiği meyvelere, bitkilere bir göz atın, bir düşünün onlar üzerinde.
Bunlara ne kadar muhtaçsınız değil mi? Bunlarsız yaşayamazsınız değil mi?
Hayatınızın devamı bunların varlığına bağlı değil mi? Şu insanların yaptıkları
ve gururla insanlığa takdim ettikleri bu teknolojik şeylerin hiçbirisi bunların
yerini tutup karın doyurmuyor değil mi? Acaba bunlardan bir tanesini siz
kendiniz yaratabilir misiniz? Veya sizlerin şu anda güçlü gördükleriniz,
hâkimiyeti kendilerine verip yasalarına tabi olduklarınız yapabilirler mi,
yaratabilirler mi bunlardan bir tanesini? Güçleri yeter mi buna onların?
Bir de meselenin bir başka
boyutuna dikkatlerinizi çekerek şöyle sorayım: Acaba sizlerin şu anda bedava
yiyip içtiğiniz tüm bu nîmetler Allah’tan değil de insanlardan olsaydı, tüm bu
nîmetlerin sahibi insanlar olsaydı, acaba bu kadar rahat bu nîmetlerden istifade
imkânı bulabilir miydiniz? Onları bu kadar rahat alabilir miydiniz insanların
ellerinden? Eğer bu dünya, bu nîmetler insanların elinde olsaydı, insanların
mülkünde olsaydı bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilirler miydi? Şu
gökyüzü, şu semamızın simasını süsleyen yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini
aydınlatan hilal, şu bize her saniye ısı ve ışık gönderen güneş, şu her an
teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular, meyveler,
üzümler, hurmalar bir insanın ya da insanların elinde olsaydı onu ondan bu
kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. O
zaman kimin ek-meğini yiyip, kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin
nîmetlerin-den istifade edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.
Demek ki
bizi yaratan ama yarattığı gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk
etmeyen ve hayatımızın devamı için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir
Rab'le karşı karşıyayız. Hayat, ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın
devamı. Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz.
Onlar yeni meyveye durdukları zaman bir
bakın onlara, bir de meyveleri olgunlaştığı zaman bakın onlara. Bir koruk
vaziyetindeyken bakın onlara, bir de olgunlaştıkları zaman bakın. Bu meyvelerin
o haliyle bu hali ne kadar da farklı değil mi? Korukken, hamken onların
tatları, kokuları, renkleri başka, olgunlaştıkları zaman ne kadar başkadır?
Tüm bunları düşünmeyen, tüm bunların kim tarafından ve ne için var edildiği
üzerinde ciddi ciddi kafa yormaya yanaşmayan insana insan demek mümkün müdür?
siz söyleyin. Şu kupkuru üzüm çubuğunun içini şeker usaresiyle dolduran
kimdir? Şu gördüğümüz her bir ağacın her bir dalında bir çok fabrika kurup
yediğimiz ayrı ayrı renklerde, ayrı ayrı tatlarda bu meyveleri yaratan kimdir?
Bütün bunları düşünen, anlayan bir kavim için, bir toplum için Biz bu
âyetlerimizi açıklıyoruz, anlatıyoruz diyor Rabbimiz. Ama tüm bunları kendi güçlerine,
kendi becerilerine, ya da işte kör tabiat güçlerine veren kimseler için bu
âyetler hiçbir mânâ ifade etmeyecektir.
Geçen hafta
okuduğumuz âyetlerle birlikte bu âyetleri şöyle bir gözden geçirirsek tüm bu
âyetler grubunda Rabbimiz bizden üç şey istemektedir anlıyoruz. 1- Rabbimizin
yarattığı bu âyetleri önce bilece-ğiz, tanıyacağız, bu âyetlerle hususî
ilgilenip onları algılamaya çalışacağız. 2- Sonra bildiğimiz, araştırdığımız bu
âyetler üzerinde uzun u-zun düşünüp kafa yoracak, bu âyetleri anlamaya çalışacağız.
3- Sonra da bu âyetlere iman edeceğiz ve bu iman bizde itici bir güç haline
gelecektir. Yâni bu âyetler bizi bu âyetlerin sahibine karşı saygılı olmaya,
O’na teşekkür etmeye, yâni O’na kulluk yapmaya götürecek. Böylece sonunda bu
âyetler bizi kendisine kul olunması gereken makamı bilmeye ve O’nun emirlerine
teslim olmaya götürecektir. Ama maalesef ve maatteessüf hal böyleyken, Allah
böyle bir Allah iken, tüm bu nîmetleri bize veren Rabbimiz Allah iken bakın insanların
çoğu nasıl davranıyorlarmış:
100.
Cinleri O yaratmışken kâfirler Allah'a ortak koştu-lar. Körü körüne O’ na
oğullar ve kızlar uydurdular. Hâşâ O onların vasıflandırmalarından yücedir
Evet Allah böyleyken, kâfirler yeryüzünde O’nun
rubûbiyeti konusunda, ulûhiyeti konusunda, hayata karışması konusunda, egemenliği
konusunda tuttular da cinleri Allah’a ortak koştular. Hal buki bu cinleri
yaratan da Allah’tı. Cinleri Allah’a ortak koştular. Cinler Rab tır dediler,
cinler İlâhtır dediler ve yaratıcıyı bırakıp yaratıklara kulluk etmeye kalkıştılar.
Her vadinin, her bölgenin, her sektörün bir cini’nin olduğuna inandılar ve
dediler ki bu cinler İlâhtır, bu cinler Raptırlar, bu cinler hayatımızın o bölümlerinde
söz sahibidirler. Bu cinler hukuku daha iyi bilir dediler. Bu cinler ekonomiyi
daha iyi bilir dediler. Bu cinler kılık kıyafetten daha iyi anlar dediler. Bu
cinler gayba hakimdir dediler. Cinleri hayatlarında egemen
Halbuki bu cinlerin bildikleri
hiçbir şey yoktu. Halbuki bu cinler kendilerini bile yaratmaktan aciz varlıklardı.
Onları da Allah yaratmıştı.
Sonra bu kâfirler körü körüne bilgisizce Allah’a oğullar
ve kızlar izafe ettiler. Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. Îsâ Allah’ın oğludur
dediler. Melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Fe sübhanallah! Nasıl
diyebilirler bunu Allah’a? Halbuki göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi O’nundur.
Hepsi O’nun kuludur, hepsi O’na boyun büküp itaat etmektedir. Oğullar O’-nundur,
babalar O’nundur, analar O’nundur, kızlar O’nundur, gökler O’nundur, yerler
O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar O’nundur her şey O’nundur. Her şey Allah’ın
kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken, tüm yaratıklar O’nun kulu iken bunlardan
birini veya bir kaçını kendisine oğul edinmesine ne gerek var da?
Tevbe
sûresinin 30. Âyetinde anlatıldığına göre yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur
dediler, hıristiyanlar da Îsâ Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de melekler
Allah’ın kızlarıdır dediler. Bunlar bu yaratıkların sıfatları konusunda hataya
düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatlarını vermeye kalktılar. Bunları kutsamaya
kalkıştılar. Olduğundan farklı bir konuma getirdiler bu zâtları. Bunların
yaptıkları işlerin başkaları tarafından asla yapılamayacağını, başkalarının
yaptıklarını da bu zâtların yapmayacaklarını iddia ettiler. Diğer varlıklardan
ayırdılar bu zâtları. Bu zâtların diğer varlıklardan daha fazla Allah’a yakın
olduklarını, ya da Allah’ın bu zâtlarla daha fazla ilgilendiğini iddia ettiler.
Kur’an söze Allah’ı bu tür noksan sıfatlardan
tenzih ederek başlıyor.
Fe sübhanallah! O bu tür ilişkilerden
uzaktır. Zira bu tür şeyler Allah’a eksiklik ve ihtiyaç izafesidir. Halbuki Allah’ın
varlıklarıyla ilişkisi birbirinden farklı değildir. Yâni Cenâb-ı Hakkın
varlıklarından bazısına daha yakın, bazısına daha uzak olduğu asla düşünülemez.
Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken, neden bir çocuğa ihtiyaç duysun
da? Zira eninde sonunda o da Allah’ın kulu değil mi yâni?
Aslında
bunların derdi şuydu: Üzeyr Allah’ın oğludur, Îsâ Allah’ın oğludur derken bu
adamlar esasen Allah’a karşı torpilli varlıklar bularak işledikleri suçlara
kılıflar aramaya çalışıyorlardı. Allah’a veliahtlar bulmaya çalışıyorlardı ki
böylece Allah’a yaklaşabilme, ona torpil yaptırabilme imkânları olsundu. Öyle
ya, bir insana çocuğundan daha yakın birisi olmayacağına göre, ya da adam çocuğunun
hatırından çıkamayacağına göre, bunlar da sanki Allah’ı insan gibi, kendisine
çocuğu vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden ötürü torpil
yaptırma derdiyle bu herzelere yöneliyorlardı.
Bu
halleriyle Nasıl cennete girecekler de bunlar? Hem birilerini Allah yerine
koysunlar. Hem Allah’ın yeryüzünde temsilcileri var desinler. Hem Allah’ın
yetkilerini Allah’tan başkalarına vermeye çalış-sınlar. Allah’ın yetkilerini
hacılara, hocalara, hükümdarlara, meliklere, meleklere vermeye çalışsınlar,
yeryüzü tanrılarına vermeye çalışsınlar. Hem de ondan sonra da cennet
beklesinler. Olmaz bu. Cennete ancak Allah’ı Allahça tanıyanlar Allah’a Allahça
inananlar gidecektir. Cennete ancak Allahu Teâlâ yı kendisini nasıl tanıtmışsa
öylece tanıyanlar, öylece O’na inananlar gideceklerdir. Allahu Tealâ yı
Allah’ın burada kendisini tanıttığı gibi tanımayanların ve O’na O’nun istediği
gibi kul olmayanların cennete girme hakları yoktur.
Tesbihin
mânâsı da budur zaten. Sübhanallah demenin mâ-nâsı budur. Tesbih Allah’ı
Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini
Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlat-mışsa, hangi sıfatlarla muttasıf
olarak bildirmişse işte öylece Allah’a inanmak tesbihtir. Öyle bir Allah’a
inanacağız ki O mükemmeldir. O’n-da zaaf yoktur. O’nda unutma yoktur. O’nda
hata yoktur. O’nda cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece Allah’ın istediği
biçimde iman tesbih demektir. O’nu mükemmel tanırken, tüm noksan sıfatlardan da
tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da sübhanallah! diyeceğiz.
Burada pek
çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı kitabında
kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan, O’nu O’nda olanlarla tanımadan veya
O’nda olmayanları O’nda bilerek her dakika yüz bin de sübhanallah desek bunun
hiçbir faydası yoktur. Bunu bir daha söyleyelim. Allah kitabını nasıl
tanıtmışsa, Allah peygamberini nasıl tanıtmışsa, Allah hukukunu nasıl tanıtmışsa,
Allah ekonomiyi nasıl tanıtmışsa Allah’ın tanıttığı gibi Allah’ı ve Allah’ın tanıttığı
gibi tanıttıklarını bileceğiz, sonra da bunları bildikçe sübhanal-lah
diyeceğiz. Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanal-lah! Ya Rabbi sen ne
mükerremsin! diyeceğiz.
Yoksa
bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın Allah’ı
göklerde ve yerde tek Rezzâk kabul etmeyip
yerde Ondan başka Rezzâkların da varlığına inanan bir kişinin günde yüz bin
defa da ya Rezzâk diye tesbih etmesinin hiçbir değeri yoktur. Evet rızık
konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip, Allah’ı tek Rezzâk kabul etmeyip yerde
kabul ettiği ikinci üçüncü derecedeki rezzaklarının korkusundan ötürü Allah’ın
kendisinden istediği bir kısım görevleri yapmaktan çekinen kişinin günde yüz
bin defa da ya Rezzak demesinin hiçbir kıymeti yoktur.
Veya ilimde Allah’a tam olarak
güvenmeyip, Allah’ı mutlak Alîm bilmeyip yerde O’nun bu konudaki eksikliğini
tamamlamak üzere birtakım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın günde
milyon kere ya alîm demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Rubûbiyet de Allah’a güvenmeyip
yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan,
bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir
insan günde milyon kere de ya Rab diye zikretse de boştur bu. Şifa konusunda Allah’a
güvenmeyip, Allah’ı tek Şâfi bilmeyip yerde bir kısım şifa dağıtıcılar arayan
kişinin ya Şâfi diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede diriltmede, ruh
vermede Allah’a güvenmeyen birinin ya Muhyî, ya Mümîd diyerek zikretmesi boştur.
Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda,
mansıpta arayan birinin ya Azîz demesi boştur. Mağfirette, afta, tövbede
Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin ya
Tevvâb demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede murakabe etmede
Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin
ya Hafız demesi ya Müheymin demesi boştur.
Öyleyse
Allah’ı Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da sübhanallah
diyeceğiz. İşte böyle bildiğimiz tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu
yoktur, hanımı yoktur, yeryüzünde temsilcileri yoktur, yeryüzünde yetkilileri
yoktur, kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.
"Hükmünde mülkünde ortağa da ihtiyacı
yoktur O’-nun."
(Kehf 26)
Bakara
sûresinde de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Bilâkis göklerde ve yerde ne
varsa hepsi onundur. Her şey ona boyun büküp teslim olmuştur."
(Bakara 117)
Göklerdekiler ve yerdekilerin
hepsi O’nundur. Hepsi O’nun kuludur, hepsi O’na boyun büküp itaat etmektedir.
Oğullar O’nundur, babalar O’nundur, analar O’nundur, kızlar O’nundur, gökler
O’nundur, yerler O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar O’nundur, herşey
O’nun-dur. Herşey Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken, tüm yaratıklar
onun kulu iken bunlardan birine veya birkaçına yetki vermesine ne gerek var
da? Melekler,cinler, insanlar hepsi O’nun kullarıdır. Hiçbir varlık O’nun
ulûhiyetine ve rubûbiyetine ortaklık iddia edemez. Eğer göklerde ve yerde
Allah’tan başka melikler, söz sahipleri varsa o zaman onların sınırlarına
girdiğimiz zaman onlara da kulluk yapalım. Öyle değil mi? Farz edin ki bir yere
girdik. Soralım, burası kimin diye. Veya gökyüzüne çıktığımız zaman burası
kimin diyelim, varsa Allah’-tan başka bir sahip ona da kulluk yapalım. Yahut
zamana beş dakikalığına söz geçirebilen birisi varsa ona da kulluk edelim.
Meselâ güneşe beş dakikalığına sahip olabilen birisi varsa, o beş dakikalığına
biz de ona kulluk edelim. Diyelim ki ey bu beş dakikayı bize veren tanrılar
tanrısı! Kulluk sizin hakkınızdır! Ubûdiyet sizin hakkınızdır! diyelim. Var mı
böyle yeryüzünde birileri? Yoksa, o zaman hiçbir kimseyi ru-bûbiyet makamına geçirmeye
hakkımız yoktur.