Haramlar Nasıl Olur da Bu Âyette Bildirilenlere Mahsus Olur? |
Var Olan Şeylerin İrade Edilmesi Hakkındaki Mu'tezile Görüşü |
"Onlar Allah
için, O'nun yarattığı ekinden, meyvelerden ve hayvanlardan bir
hisse ayırdılar ve kendi boş zanlarınca "şu
Allah'ın, şu da ortaklarımız (olan
putların)"
dediler. Ortaklanna ait olanlar Allah'a ulaşmaz ama, Allah'a ait
olanlar, ortaklarına gider. Onlar ne kötü hükmediyorlar!"
{Enam, 136).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
onların ba'si ve Kıyameti inkârdaki yollarının kabîh (çirkin) olduğunu
açıklayınca, bunun peşisıra akıllarının zayıflığına ve düşüncelerinin kıtlığına
cfikkat çekip, aklı başında olanları, onların sözlerine iltifat etmekten nefret
ettirmek için, onların çeşitti cahilliklerini ve sözlerinin bozukluklarını
anlatmıştır. O kâfirlerin, hurma ve buğday gibi ürünlerinden, koyun, keçi,
sığır ve deve gibi hayvanlarından, Allah için bir pay ayırıp, iddialarınca,
yani yalan olarak "Bu Allah'a aittir" demeleri, işte bu cahillikleri
cümlesindendir.
Eğer, "Herşey
Allah'ın değil midir? O halde onlara "Bu, Allah'a aittir" dediler
<Sye, niçin yalancı kabul edilmişlerdir?" denilir ise, biz deriz ki:
"Onların, bir payı Allah için, bir payı da şeytan (putlar) için
ayırmalarıdır. Yalan olan budur."
Zeccâc, bu kelamın takdirinin, "Onlar, Allah
için bir pay, ortakları olan (putlar) içinde bir başka
pay ayırdılar" şeklinde olduğuna, :te mahzuf olana, daha sonra her
ikisinin zikredilmiş olmasının delâlet ettiğini, her ikisinin zikredilmesinin,
"Şu Allah'ın, şu da ortaklarımızın" ifadesinde olduğunu söylemiştir.
Allah Teâlâ, ayette putları, o müşriklerin "ortakları" olarak
zikretmiştir. Çünkü o müşrikler, mallarından o putlar için harcayacakları bir
pay ayırıyorlardı.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Ortaklarına ait olanlar
Allah'a ulaşmaz ama, Allah'a ait olanlar,
ortaklarına
gider" buyurmuştur. Bu
ifadenin tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) İbn Abbas
(r.a) şöyle der: "Müşrikler ürünlerinden ve hayvanlarından, hem Allah
için, hem de putları için birer
hisse ayırıyorlardı. Putları için ayırdıklarını putlarına harcıyorlar; Allah
için olanı ise çocuklara ve fakirlere yediriyorlar, kendileri ondan hiç
yemiyorlardı. Sonra eğer Allah'a ayırdıkları hisseden, birşeyler putlara
ayırdıkları hisseye karışırsa, onu öylece bırakıyor ve, "Allah'ın buna
ihtiyacı yok." diyorlardı. Ama putların hissesinden birşeyler Allah'ın
hissesine ayırdıklarına karışır ise, onu oradan alıp putun hissesine katıyor ve
"O buna muhtaç" diyorlardı."
2) Hasan el-Basrî ve Süddî; "Eğer
müşriklerin, putları için ayırdıkları hisseden birşeyler yok olur veya Ölürse,
onun karşılığını, Allah'a ayırdıkları paydan alıp ona katıyorlardı, ama aynı
şeyi Allah için ayırdıkları hissede yapmıyorlardı" demişlerdir.
3) Mücahid şöyle demiştir: "Bunun manası
şudur: "Sulama yönünden, putlar için ayırdıkları taraftan Allah rızası
için ayırdıkları tarafa suyun akması halinde derhal yolu tıkar (akmayı
önlerlerdi), ama durum bunun tersine olduğunda, olduğu gibi bırakır, akışı
önleyemezlerdi.)
4) Katâde de: "Onlara kıtlık geldiğinde,
Allah için ayırdıkları paydan istifade ederler, putları için ayırdıklarını ise
tamamen yerine harcarlardı" demiştir.
5) Mukâtil: "Eğer putlara ayırdıkları hisse
büyür, neşv-ü nema bulup, Allah'a ayırdıkları neşv-ü nema bulmaz ise, putların
hissesini olduğu gibi onlara bırakırlar ve "isteseydi Allah da kendi
hissesini büyütür, geliştirirdi" derlerdi. Fakat Allah'ın hissesine
ayırdıkları ekin ve hayvanlar gelişir ve büyür, ama putlannki böyle olmaz ise,
"Putlarımız için mutlaka harcama gereklidir" derler ve Allah'ın
hissesinden alırlar ve
onu, putların
hizmetçilerine verirlerdi. İşte buyruğundan maksad,
putlara ayırdıkları ekin ve davarların gelişip
büyümesi; buyruğundan
maksad ise (yani
"Allah'ın hissesinden maksad) muhtaçlara" demektir. Zira onlar, o
kısmı (fakirlere yardım fonu tarzında) Allah için ayırıyor, "Allah
payı" diyorlardı" demiştir. Halbuki Allah için olan kısımdan,
putların payına aktarılıyor, bundan rahatsız olmuyorlardı.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
, bu hareket tarzını zemmederek,
"Onlar
ne kötü hükmediyorlar!" buyurmuştur. Alimler, bu kötülemenin keyfiyyeti
hususunda şu izahları yapmışlardır:
a) Onlar, görüp gözetme ve koruma bakımından,
putların tarafını Allah'ın tarafına tercih ediyorlardı ki, işte bu bir
beyinsizlik ve akılsızlık idi.
b) Her şeyin yaratıcısı Allah olmasına rağmen,
onlar hisselerin bir kısmini Allah'a, bir kısmını da başkasına veriyorlardı
ki, işte bu da bir akılsızlık ve beyinsizliktir.
c) 8u hüküm, onların kendilerinin uydurup icad
ettikleri bir hükümdür. Bunun doğruluğuna ne akıl, ne de şeriat şehadet etmez.
Öyleyse bu da bir beyinsizlik ve akılsızlık olur.
d) Putlara hisse ayırıp tahsiste bulunmak şayet
güzel olsaydı, p zaman her taşa ve her özlü çamura (bunlardan yapılan putlara)
hisse ayırmaları da uygun olurdu.
e) Hasılatın ve hayvanların meydana gelişinde
putların bir tesiri bulunmadığı
gibi,
onların bu ayrılan hisselerden istifade etme kudreti de yoktur. Binaenaleyh,
onlara bir hisse ayırmak, abes olmuş olur.
Bütün bu izahlarla, onların hükümlerinin çok kötü olduğu sabit olmuş olur. Bu gibi bozuk ve fasit inançları anlatmanın maksadı, İnsanların, bu mezhebe taraftar olanların akıllarının az olduğunu bilmelerini temin etmek, böylece onları insanların gözünden düşürmek ve hiç kimsenin kesinlikle onların sözlerine iltifat etmemelerini sağlamaktır. [1]
"Yine, Allah'a
ortak saydıkları (putların hizmetçileri) müşriklerden birçoğuna
-hem onları helâlce düşürmek, hem kendilerine karşı
dinlerini karmakarışık
etmek için- öz
evlatlarını öldürmesini hoş göstermiştir. Eğer Allah dileseydi
bunu yapamazlardı. Artık sen onları, uydurmakta
oldukları o yalanlarla
başbaşa bırak"
(En'âm, 137).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[2]
Bil ki bu, onların
fasit hükümleri ile bâtıl inançlarının ikinci çeşididir. Kezalik tabiri,
kısmına matuftur. Yani, "Onlar onu yaptıkları gibi, işte bu şekilde,
onların ortakları onlardan pek çoğuna çocuklarını öldürmelerini de hoş
gösterdi.." demektir. Buna göre mana, "Onların, hem Allah'a hem de
ortaklarına birer hisse ayırmaları, yarattp ihsanda bulunanı tanımamak
hususunda nasıl nihayetsiz bir cehalet ifade ediyorsa, onların kendi
çocuklarını öldürmeye yeltenmeleri de aynı şekilde cehalet ve sapıklıkta
nihayetsiz bir noktadır. İşte bu da, onların hüküm ve hallerinin, bozukluk ve
adilik bakımından birbirlerine benzediklerine dikkat çeker.
[3]
Cahiliyye Arapları,
fakirlik ve evlendirme endişesinden dolayı, kız çocuklarını diri diri toprağa
gömüyorlardı. İşte ayetten maksad budur.
Alimler,
ayette geçen şürekâ (ortaklar) tabiriyle neyin kasdedildiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mücahid şöyle demiştir: "Onların ortaklan",
onlara, kendi çocuklarını geçim sıkıntısı endişesiyle, diri diri gömmelerini
emreden, şeytanlarıdır. Şeytanlara, "ortaklar" adı verilmiştir.
Çünkü onlar, Allah'a isyan etme hussunda o şeytanlara itaat ediyorlardı.
Ayette, "onların ortakları" denildi, çünkü onlar o şeytanları ortak
ediniyorlardı. Bu, tıpkı, "Nerede boş yere (ortak olduğunu) iddia
ettiğiniz şeyler?" (En'âm, 22) ayetinde olduğu gibidir."
Kelbî de şöyle
demiştir: "Onların putlarının, hizmetçileri ve bakıcıları bulunuyordu.
Kâfirlere çocuklarını öldürmeyi hoş gösterenler de,işte bunlardır.Tıpkı
Ab-dulmuttalib'in oğlu Abdullah hakkında yemin etmesi gibi, cahiliyye döneminde
birisi kalkıyor ve şayet kendisinin şöyle şöyle... çocukları olursa, onlardan
birisini kurban edeceğine yemin ediyordu." Bu görüşe göre de, ayette
bahsedilen "ortaklar" o putların bakıcı ve hizmetçileri olmuş olur.
Mücahid'in görüşüne göre şeytanlara nasıl şürekâ (ortaklar) denilmişse, bu
görüşe göre de hizmetçilere bu isim verilmiştir.
[4]
Sadece İbn Âmir, kelimesinde, zâ harfini ötre, yâ'yı
esre olarak züyyine; kelimesinde lamı ötre,
kelimesinde dâi harfini üstün ve kelimesini
de mecrur olarak diye okumuştur. Diğer kıraat imamları
ise, zâ veya harflerini ötreli; kelimesindeki lamı üstün, kelimesindeki dalı
mecrur; kelimesini de ötreli diye okumuşlardır. İbn Amir'in
kıraatinin izahına gelince, ayetin takdiri,
"Müşriklerden pek çoğuna, ortaklarının onların (müşriklerin) çocuklarını
öldürmesi hoş gösterildi..."
şeklindedir. Ancak ne var ki bu ktraata göre muzaf ile muzâfun
ileyh olan ve mana
bakımından mef'ulün bih olanl ifadesinin arası, lafzıyla fasledilmiştir.
Halbuki bu, şiirde de hoş karşılanmamıştır:
"Ebû Mezâde'nin
genç ue kuvvetli deveye varması gibi, ben de, ktsa bir mızrak ile ona
vurdum." (Bu beyitte Zecce ile Ebî Mezade terkibinin arasına kulus
kelimesi girdirilmiştir.)
Bu, şiirde hoş
karşılanmayınca, fesahat konusunda mu'cize olan Kur'ân'da
nasıl hoş karşılanabilir? Bazı kimseler, bunun
sebebini şu şekilde açıklamıştır: îbn Amir'i, bu şekilde okumaya sevkeden
husus, onun mushaflardan birinde kelimesinin yâ ile yazılmış olduğunu görmüş
olmasıdır... Şayet o çocukların, o müşriklerin malları hususunda onların
ortakları olmasından dolayı, hema lafzını,
hem
de lafzını mecrûr olarak okumuş olsaydı, onun yukardaki şekilde okumasına ve
külfete girmesine gerek kalmazdı.[5]
Meşhur olan kıraate gelince, bu kıraatte, sadece mefûlün, failine takdim
edilmesi söz konusudur. Bunun benzeri durum (Enam, 158) ve (Bakara, 124)
âyetlerinde de
bulunur. Mefûlun öne alınmasının sebebi,
Arapların, en mühim olan, en çok ihtimam gösterdikleri şeyi en önce
zikretmeleridir. İfadede itina edilecek ve şaşılacak husus ise,onların, kendi
öz çocuklarını dahi öldürmeye cesarete yeltenmeleridir.İşte bu sebepten dolayı,
böyle bir takdir bulunmuştur.
Daha sonra "Onları helake düşürmek., için"
buyurulmuştur. Irdâ kelimesi Arapça'da, "helak etmek, yok etmek"
demektir. Nitekim bir ayette "...Sen az kaldı beni de helak
edecektin..." (Sâffât, 56) varid olmuştur. İbn Ab-bas, "O ortaktan,
onları cehennemde helak etmek, yok etmek için..." manasını vermiştir.
Buradaki lâm, "lâmu'l-âkibet" manasına hamledilmiştir. Bu tıpkı,
"Derken, Fırauun'un adamları, işin sonunda, kendileri için bir düşman ve
bir dert olsun diye onu bulup yanlanna aldılar" (Kasas, 8) ifadesi
gibidir.
"Hem kendilerine karşı dinlerini
karmakarışık etmek
için"
buyurulmuştur. Çünkü onlar, Hz. İsmail (a.s)'in dini üzere idiler. Bu uydurma
ve yanlış şeyleri getirerek onların ellerine verenler, onları o hak dinden
kaydırmak ve uzaklaştırmak istemişlerdir.
Daha
sonra, "Eğer Allah dileseydi bunu yapmazlardı"
buyurulmuştur. Alimlerimiz, "Bu ifade,
müşriklerin yaptığı her şeyin Allah'tn dilemesiyle olduğuna delâlet
ediyor" derlerken, Mutezile, "Bu; Cenâb-ı Hakk'ın mecbur etmeyi
dilemesi, manasına hamledilir" demiştir.[6] Bu
husus, defalarca anlatılmıştır.
Cenâb-ı Hak,
"Artık sen onları, uydurmakta oldukları ya-iantarta başbaşa bırak"
buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları... bırak" emri, Hak Teâlâ'nın,
"Siz dilediğinizi yapın" (Fussilet, 40) üslubu ve tarzı üzere
yapılmış bir emirdir. "Uydurmakta oldukları... şey..." ifadesi de,
onların, "çocuklarını öldürmelerini, kendilerine Allah'ın
emrettiğini" söylediklerine delâlet eder. O halde onlar, bu sözlerinde de
yalancıdırlar.
[7]
"Onlar bâtıl
zanlarıyla dediler ki: "Bu davarlarla ekinlere dokunmak yasaktır.
Onları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez. Şu
davarların da sırtları haram
edilmiştir. Birtakım
davarlar da vardır ki, üzerlerine Allah 'in ismini anmazlar
onlar. (Bütün bunları) O'na bir iftira olarak (ortaya
çıkarmışlardır).. O, bunları yapmakta oldukları İftiraları yüzünden
cezalandıracaktır"
(En'âm, 138).
Bil ki bu âyet de,
onların fasit hükümlerinin üçüncü çeşididir. Çünkü onlar davarlarını,
kısımlara ayırmışlardır.
Birinci kısım: Onlar,
"Bu davarlarla ekinlere dokunmak yasaktır" demişlerdir. Hicr
kelimesi, fi'l vezninde olup, tıpkı zibh (kesilmiş) ve tıhn (öğütülmüş)
lafızları gibi, mef'ul manasındadır. Yani "yasaklanmış" demektir. Bu kelimeyle,
müzekker-müennes, müfred ve cemi kelimeler, aynı şekilde vasfedile-bilirler.
Çünkü bu kelimenin hükmü, sıfatların değil, isimlerin hükmü gibidir. Hicr kelimesi
esasen, men etmek manasına gelir. Akıl da, kötülüklerden men ettiği için, hicr
diye adlandırılmıştır. Yine "Falanca, kâdînin
"hacr"i yani koruması altındadır" denilir. Hasan el-Basrî ve
Katâde, ha harfinin dammesiyle hucr şeklinde okumuşlardır. İbn Abbas'ın bu
kelimenin yerine, darlık manasına gelen harec kelimesini okuduğu[8]
rivayet edilmiştir. O müşrikler hasılatlarından ve davarlarından putlarına
paylar ayırdıklarında, "Onları, bizim
dilediklerimizden
başkası yiyemez" derlerdi. Onlar bu sözleriyle, kadınları değil de,
putların hizmetçileriyle erkekleri kastediyorlardı.
İkinci kısım: Onlar,
"Şu davarların da sırtlan haram
edilmiştir"
demişlerdir ki bunlar, "Behîra", "Sâibe" ve "Hâm"
gibi hayvanlardır. Bunun tefsiri Maide sûresinde geçmişti.
Üçüncü kısım: "Birtakım davarlar da
vardır ki, (keserlerken) üzerlerine Allah'ın ismini
anmazlar; onlar ancak onların üzerlerineputlannın isimlerini
anarlar..."Onların, o hayvanlar üzerinde haccetmedikleri ve onların
sırtında iken, telbiye getirmedikleri de rivayet edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O'na bir iftira atarak!..." buyurmuştur. Bu ayetteki iftiraen
kelimesi, ya mef'ulün leh, ya hâl, veyahut da te'kid için getirilmiş mef'ûlü
mutlak olduğu için mansub kılınmıştır. Çünkü onların bunu söylemeleri, bir
iftira anlamındadır. .
Daha sonra "O, bunları, yapmakta oldukları iftira yüzünden cezalandıracaktır" Duyurulmuştur ki bununla ilahî tehdit kastedilmiştir. [9]
"Bir de (şöyle)
dediler: "Şu davarların karınlarında bulunanlar (yavrular, canlı doğarsa)
sadece erkeklerimiz için (helaldir), kadınlarımıza haram kılınmıştır.Eğer o,
ölü (doğar)sa onlar bunda ortaktırlar. " (Allah) onlann böylesi
iddialarının cezasını verecektir. Şüphesiz ki O,
yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir, hakkıyla
bilendir"
(En'âm, 139).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[10]
Bu onların bozuk ve bâtıl
hükümlerinin dördüncü çeşididir. Çünkü onlar, Bahîra ve Sâibe gibi hayvanların
hayvanların ceninleri (karnındaki yavruları) hakkında şöyle diyorlardı:
"Bunlardan canlı olarak doğan, sadece bizim erkeklerimize mahsustur.
Ondan dişileri yiyemez. Cansız olarak doğanda ise, erkekler ve
dişiler müşterektir." Cenâb-ı Hak, "(Allah)
onların böylesi iddialarının cezasını verecektir" buyurmuşturk ki,
bununla ilâhî tehdid kastedilmiştir. Yine O, men etme işinin hikmetine ve
kulun müstehak olmasına göre tahakkuk ettiğini beyan için "O, yegâne
hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir" buyurmuştur.
[11]
İbnu'l-Enbarî, ayette geçen hâlisatun kelimesinin müennes
olması hakkında üç görüş zikretmiştir ki bun- lardan ikisi Ferrâ'ya. diğeri de
Kisaî'ye aittir.
a) Bu
kelimenin sonundaki, durulduğunda hâ okunan {tâ
harfi), müenneslik için değildir. Bu, sıfatta mübalağa manası ifade
eden tâ harfidir. Nitekim Araplar, raviye (çok anlatan, nakleden); allâme (çok
bilen..); nessâbe (iyi neseb alimi, nesebci); dâhiye (müthiş bir belâ) ve
tâğiye (azgın bir bela, musibet) dedikleri gibi, yine onlar "Bu, hassaten
bana özgedir. O bana aittir" de derler. Bu, Kisaî'nin görüşüdür.
b)
buyruğundaki mâ edatı "cenin" manasındadır. Bu lafız, müennes olan
cenin manasından ibaret olunca, bu, ayette de olduğu gibi, manaya göre müennes,
lafza göre de müzekker yapılması caizdir. Çünkü mâ'daki manadan dolayı, haber
olan hâlısa kelimesi müennes; lafzından dolayı da muharrem kelimesi müzekker
getirilmiştir.
c) Bu
kelimenin masdar olmasıdır. Buna göre ifadenin takdiri, şeklindedir. Bu,
Arapların, "senin bağışın, afiyetlidir"; (Yağmur,
rahmetlidir) ve (Ruhsat ve kolaylıklar, nimetli ve
faydalıdır" demeleri gibidir.
[12]
İbn Amir, fiili tâ ile, ismi ise nasb ile İbn
Kesir, fiili yâ ite, ismi ref ile, Âsım'ın ravisi
Ebu
Bekr fiili tâ ile, ismi nasb ile ve diğer kıraat imamları da, fiili yâ ile,
ismi nasb ile, şeklinde okumuşlardır.
İbn
Amir'in kıraatinin izahı şudur: tbn Amir fail, müennes-i lafzi olduğu için,
fiile te'nis alâmeti getirmiştir." İbn
Kesir'in kıraatine göre ise, meyte kelimesi
yekûn fiilinin ismi olup, bunun haberi ise
mukadderdir. Buna göre ayetin takdiri, veya şeklinde olur. Meyte kelimesi
meyyit manasında olduğu İçin, fiil müzekker getirilmiştir.
Ebu Ali de şöyle
demiştir: Failin müennesliği müennes-i hakikî olmadığı için, fiile müennesük
alâmeti gelmemiştir ve bu kıraate göre kâne maddesi, hadese ve veka'a (meydana
geldi) manasına geldiği için, habere muhtaç olmamıştır.
Asım'ın. fiilin tâ ile
tekün, ismin de nasb ile meyteten şeklindeki kıraatine gelince, bu ifadenin
takdiri, şeklindedir. Fiil, işte bu sebepten dolayı müennes kılınmıştır.
Diğer kıraat imamlarının, fiili yâ ile, ismi de nasb ite okumalarının izahına gelince bu, takdirinde olduğu içindir. Onlar, Hak Teâlâ'nın, ifadesindeki mâ'ya râci olan zamire isnâd edildiği için, fiili müzekker getirmişlerdir. Ki bu mâ da, müzekkerdir. Meyte kelimesi de, fiil mâ'ya râci olacak zamire isnad edildiği, (o onun ismi olduğu) için, mansub kılınmıştır. [13]
"İlimsizlik
yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenlerle Allah 'in kendilerine ihsan ettiği
rızkı, Allah'a iftira ederek haram sayanlar, muhakkak ki maddi ve manevî en
büyük zarara uğramıştır. Onlar şüphesiz ki sapmışlardır ve doğru
yolu da bulamamışlardır" (En'âm, 140).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[14]
Allah Teâtâ, daha önce
onların, çocuklarını öldürdük lerini ve onlara verdiği helâl rızıklan
kendilerine haram saydıklarını beyan etmişti. Daha sonra bu iki hususu
bu ayette birleştirmiş ve onların
böyle hükümlerin
kararlarına mukabil
gerekli olan şeyi beyan buyurmuştur. Bu da hüsran, sefahet, bilgisizlik,
Allah'ın verdiği rıztkları haram kılmak, Allah'a iftira etmek, sapıklık ve
hakkı bulamamadır. İşte bu yedi şeyden herbiri, zemm (kınama) için yeterli
birer sebeptir.
Bunlardan birincisi,
hüsrandır. Çünkü çocuk, Allah'ın kutuna verdiği çok büyük bir nimettir.
Binaenaleyh kul bu nimeti hiçe çıkarmaya çalışırsa büyük bir zarara uğramış
olur. Bilhassa bu nimeti hiçe çıkarma, dünyada büyük bir ta'n, ahirette de
büyük bir ceza sebebi olursa... Dünyada bunun ta'n ve zemmi şöyle olur: İnsanlar,
"Falanca, çocuğunu yedirme endişesinden ötürü, çocuğunu öldürdü"
derler. Dünyada bundan daha ağır bir kınama olmaz. Ahiretteki cezaya gelince,
bu şöyledir: Doğum sebebi ile meydana gelen akrabalık, en büyük bir sevgi
vesilesidir. Bunun yanısıra, insan o çocuğa en büyük zararı vermeye
kalkıştığında, bu, günah çeşitlerinin en büyüklerinden olur. Binaenaleyh bu, en
büyük cezaları gerektirir.
İkincisi, sefâhet
(beyinsizlik)tir. Sefahet, kınamaya sebep olan bir hafifliktir. Çünkü bu
insanın, çocuğunu Öldürmesi, fakirlik endişesinden dolayı olmuştur. Halbuki
fakirlik her ne kadar bir zarar İse de, çocuğu öldürmek daha büyük bir zarardır.
Hem sonra öldürme, peşin bir zarardır, fakirlik ise maznun (olup olmayacağı
kesin olmayan) bir husustur. Kesin olmayan bir zarardan sakınmak için, kesin ve
peşin olan büyük bir zararı üstlenmek, hiç şüphesiz bir sefahet (akılsızlık)tır.
Üçüncüsü,
bilgisizliktir. Âyetteki, "ilimsizlik yüzünden" ifadesinden murad, bu
sefahetin bilgisizlikten kaynaklandığını ve cehaletin en büyük kötülüklerden
biri olduğunu ortaya koymaktır.
Dördüncüsü, Allah'ın
helal kıldığı şeyleri haram kılmaktır. Bu da, en büyük ahmaklıktır. Çünkü kişi,
böylece kendisine lezîz ve faydalı şeyleri haram kılmaktadır. Böyle yapması
sebebi ile de, en büyük azab ve ikaba müstehak olmaktadır.
Beşincisi, Allah'a iftira etmektir. Allah Teâlâ'ya karşı
cüretkâr olmanın ve O'na iftirada bulunmanın, en büyük bir günah ve suç olduğu
malumdur.
Altıncısı gerek dinî
ve gerekse dünyevi menfaatlar hususunda, doğru olandan sapmaktır.
Yedincisi, onların
hidayete ermemiş olmalarıdır. 8u hususun ayette bahse-dilmesinin hikmeti şudur:
İnsan, bazan hakdan sapar, ancak yine de hidayete erme şansı vardır. İşte
bundan dolayı, Hak Teâlâ, onların saptıklarını ve ondan sonra hidayete
ermediklerini beyan buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ'nın, çocuklarını öldüren
ve Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılanları, en büyük bir zemmi gerektiren
şu yedi sıfat ile kınadığı sabit olur. İşte bu, en beliğ ve en güzel bir
ifadedir.
[15]
"Çardaklı ve
çardakstz bağ ve bahçeleri, tadlan çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytinleri ve
narları, birbirine hem benzer, hem benzemez bir halde yaratıp
yetiştiren O (Allah)dır. Herbiri, ürün verdiği zaman
ürününden y ey in. Devşirildiği ue toplandığı gün de hakkını verin; israf
etmeyin. Çünkü O (Allah),
israf edenleri
sevmez" (En'âm, 141).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[16]
Allah Teâlâ Kur'ân'm
temelini, tevhidi, nübüvveti ve me'âdı (ahiret inancını) izah etme ve kaza ile
kaderi bildirme esasına dayamış, bu esastan onda alabildiğine anlatıp, sözü
cennetlik ve cehennemlik kimselerin hallerini şerhetmeye vardırmış, sonra da
buradan ölümden sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr edenlerin yollarını tenkide
geçmiş; daha sonra da buna, o münkirlerin bu dört esas hususundaki tutarsız ve
bozuk inanç ve görüşlerini anlatmayı eklemiştir. Cenâb-ı Allah'ın böyle
yapmasının maksadı, o kafirlerin akıllarının kıt, havsalalarının dar olduğuna
dikkat çekip, insanları onların görüşlerine iltifat etmekten ve onların ortaya
attıkları şüphelere aldanmaktan uzaklaştırmaktır. Hak Teâlâ bütün bunları
yapınca, yine asıl maksad olan
tevhidi anlatma
hususunda delil getirmeye dönerek, ... "o
çardaktı... cennet (gibi üzüm) bağlarım yaratıp yetiştiren O
(Allah)dır" buyurmuştur.
[17]
Bil ki bu delil, bu
sûrede daha önce geçmişti. Bu da, (En'âm, 99) ayetidir. Allah Teâlâ o ayetinde
beş şeyden bahsetmiştir: 1) Ekin, 2) Hurma, 3) Üzüm bağları, 4)
Zeytin ve 5) Nar.. Tefsirini
yapmakta olduğumuz ayette ise, bu beş şeyi aynen zikretmiş, ama aynı sıraya
uymamıştır. Çünkü bu ayette önce üzüm, sonra hurma, sonra ekin, sonra zeytin,
daha sonra da narı zikretmiştir. Önceki âyette, buyurmuş, bu âyette ise (aynı
manada), "(birbirine hem benzer,
hem
benzemez...") buyurmuştur. Yine önceki ayette, "Bir meyve verdiği
zaman, bir de olgunlaştığı vakit bakın..." buyurmuş ve böylece bu
bitkilerin hallerine bakıp, bunlardan hakîm yaratıcının varlığına delil
çıkarmayı emretmiştir.Bu ayette ise, "ürün verdiği zaman ürününden yeyin,
devşirildiği ve toplandığı gün de hakkını verin" buyurup, bunlardan istifade
etmeye müsaade etmiş ve bir kısmını fakirlere vermeyi emir buyurmuştur.
Binaenaleyh bu iki âyet arasındaki fark şudur; Allah Teâlâ o ayette, o
bitkilere bakıp, Sâni-i hakîm'in varlığına istidlal etmeyi emretmiş bu ayette
ise, onlardan istifadeye müsaade etmiştir. İşte bu, Sân-i hakim'in (hakîm
yaratıcının) varlığına onlarla istidlal etme emrinin, onlardan istifade
müsaadesinden önce olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü bu şeylere bakıp istidlalde
bulunmanın neticesi, ruhî ve ebedi bir mutluluktur; onlardan istifadenin
neticesi ise, maddi ve geçici bir mutluluktur. Binaenaleyh birincisi öne
alınmaya daha layıktır. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, o bitkilere bakıp
istidlal etme emrini, onlardan istifade etme müsaadesinden önce zikretmiştir.
[18]
Âyetteki
"enşe'e" fiili "haleka" (yarattı) manasınadır. Bir şey
ortaya çıkarak, gelişip büyüdüğünde (O şey neş'et buldu) denilir. Yine Allah
bir şeyi yaratıp geliştirip büyüttüğünde denilir.
Cenâb-ı Hak buyurmuştur, üzüm çubuğu çardağa tutturulduğunda (üzümü
asmaladım) denilir.
Bunun müfredi arş,
çoğulu uruş (çardak, taht) kelimesidir. Yine müfred olarak arîş, oemî olarak
uruş şekli de kullanılır. Üzüm çubuğu
asma üzerine doğru uzanıp
yükseldiği
zaman Ciltti denilir.
[19]
Bunu iyice kavradığın
zaman, biz deriz ki: Âyetteki "O çardaklı ve çardaksız bağ oe
bahçeler" ifadesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:
1) Çardaklı ve çardaksız olanlar, üzümdür. Çünkü
üzümlerin bazısı çardaklı (aşmalı), bazısı ise çardaksız olur ve toprağın
üzerine serilir kalır.
2) Çardaklı olan, kendisi için çardak (asma)
yapılan üzüm çubuklarıdır; çar-daksız olanlar ise, kabak ve karpuz gibi
toprağın üzerine serilerek yetişen şeylerdir.
3) Çardaklı olanlar, kendisi için bir çardak (asma)
kurulan ve o çardağa tutu a'ak ve sarılarak büyümeye muhtaç olan bitkilerdir.
Bu, üzüm ve benzeri bitkiler-; - Çardakstz olan bitkiler ise, sapının gücünden
dolayı, düz durmak ve yukarı aoğru yükselmek için bir çardağa ihtiyacı olmayan,
her dik bitkidir.
4) Çardaklı bitkiler, bahçelerde ve bakımlı
arazilerde, insanların dikip itina jösterdikleri ve güze! büyümeleri için
çardak kurduktan bitkilerdir. Çardaksız bitkiler, Allah Teâlâ'nın, çöllerde ve
dağlarda yabanî olarak bitirdiği şeylerdir. Bunlar çardaksizdir.
buyruğuna gelince, İbn Abbas (r.a), bu
ayetteki "ekin"i, "kendisinden
azık (yiyecek) olarak istifade edilen bütün hububat çeşitleri"
diye tefsir etmiştir.
[20]
yani bunlardan her çeşidin, diğerinde olmayan
bir tadı verdir. "Ukul" kelimesi, yenilen herşey manasında olup,
burada bununla hurma ve ekinin meyve ve ürünü kastedilmiştir. Bu kelimenin
manası ile ilgili izah, (Bakara, 265) ayetinin tefsirinde geçmişti. Bu ayetteki
"muhtelifen" kelimesi, "hâl" olarak mansubtur, yani
"Allah o bitkileri, yemesi (tadı) farklı olarak yarattp yetiştirdi"
demektir. Halbuki, henüz o bitkilerin yenilmesi olmadan ve meyveleri
yenilmeden önce onları yaratıp bitirmiştir?..
Suna şöyle cevap
verilir: Bu, "Allah Teâlâ onları, meyveleri farklı olarak var etti"
demektir. Bunun doğru oluşu, Allah Teâlâ'nın onları daha önce, yani yenmeden
önce yaratmış olmasının doğruluğuna ters değildir. Hem sonra bu kelime, o meyveler,
bir zaman sonra yenilse bile, yine hal olarak mansub olur. Çünkü onların yenil-mesindeki
farklılık mukadderdir. Nitekim sen, "Ben, yanında yarın kendisi ile
avlanacağı bir şahin bulunan bir adama rastladım" dersin. Bu, "Yarın
o şahin ile avlanması mukadder olan bir adama rastladım" demektir.
Kur'ân'm bütün
ayetlerinde, İbn Kesir ve Nâfî, bu kelimeyi kâfin sükûnu ile "ükl"
şeklinde; diğer kıraat imamları ise, "üküt" şeklinde okumuşlardır. Bu
kelimenin sonundaki zamirin müfred olmasının sebebi ise, onu her ikisine yani
hurma ve ekine
râcî kılmayıp, sadece
birine râcî kılmakla yetinmektir. Bu, Hak Teâlâ'nın, "Onlar bir ticaret,
yahut bir oyun, eğlence gördükleri zaman, ona yönetip dağıldılar..."
{Cum'a, 11) yani "O ikisine yönelip dağıldılar.." ayetinde ve
"Allah ue Resulünü,O'nu memnun etmeleri daha doğrudur" (Tevbe, 62)
ayetinde olduğu gibidir.
Âyetteki
"birbirine hem benzer, hem benzemez bir hatde..." ifadesinin tefsiri
önceki benzer ayette (En'am, 99) geçmişti.
Daha sonra
"Herbiri ürün verdiği zaman ürününden yey/n" Duyurulmuştur. Bu ifade
ile ilgili birkaç bahis vardır:
[21]
Birinci bahis: Allah Teâlâ, bütün bunları nasıl
yarattığını anlatınca, bunları
yaratmadaki asıl
maksadın, mükelleflerin onlardan istifade etmesi olduğunu zikrederek,
"(Onlann) ürününden yeyin..." buyurmuştur. Alimler bu emrin ne ifade
ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun mübahlık ifade eden bir
emir olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da, "Bu tabirin maksadının, o
ürünlerin hakkını (zekatını, öşrünü, sadakasını) vermezden önce, ondan yemenin
mubah olduğunu belirtmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, o ürünlerde verilmesi gereken
bir hakkı vacib kılınca, fakirlerin de onda hakkı olmasından ötürü, sahibinin
ondan hakkını vermeden istifade etmesinin haram olma ihtimali doğmuştur. Hatta
ayetten anlaşılan esas mana budur ve işte bundan ötürü Cenâb-ı Allah,
sahibinin o üründen önceden yemesinin
mubah
olduğunu bildirmiş ve onda zekatın vacib oluşunu, sahibinin o malda tasarrufuna
mani olmayacağına hükmetmiştir" demişlerdir. Diğer bazı alimler ise,
"Aksine Allah Teâlâ, bu nimetlerin yaratılmasının maksadının ya yemek, ya
da tasadduk etmek olduğunu beyan etmek için, mubah olduğunu bildirmiştir"
demişlerdir.
Allah Teâlâ ayette
yeme işini, tasadduktan (zekattan) önce zikretmiştir; çünkü insanın kendisini
gözetmesi, başkalarını gözetmesinden önce gelir. Nitekim Allah Teâlâ,
"Dünyadan nasibini de unutma; Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara
sadaka-zekat vererek) ihsanda bulun"(Kasas, 77) buyurmuştur.
[22]
İkinci bahis: Bazı
alimler, ayetteki "Herbiri ürün verdiği zaman ürününden yeyin"
cümlesini delil getirerek, "Menfaatiarda aslolan, mubah ve mutlak (yani
kayıtsız-şartstz) olma halidir. Çünkü ayetteki "yeyiniz" emri, her
şeyi içine alan umumî bir ifadedir. Binaenaleyh bu ifade, "(Allah) yerde
ne varsa hepsini sizin için yarattı" (Bakara, 29) ayeti gibidir"
demişlerdir.
Yine bu ayeti
"Aslolan sadakanın (zekatın) vacib olmamasıdır" hükmüne delil
getirmek de mümkündür. Bu durumda, vacib (farz) olduğunu iddia edenler, bir
delile muhtaç olurlar.
Yine bu âyet ile,
"Bir deli, Ramazan ayında iyileşip aklı başına geldiğinde, geçen günlerin
orucunu kaza etmesinin farz olmadığı konusuna ve nafile oruç tutmaya başlayan
kimsenin o orucu bitirmesinin vacib olmadığı konusuna istidlal edilmiştir.
[23]
Üçüncü bahis:
Âyetteki, "(Onların) ürününden yeyiniz" cümlesi emir si-gasının bazan
farz ve mendûb oluşu gösterme dışında bir manaya da gelebileceğine delâlet
eder. İşte bundan dolayı bazı alimler, "Kelimelerin kullanılışında aslolan,
hakikaftır. demişlerdir. Bu sebeple emir sığasını, yasak oluşu kaldırmayı ifade
eden bir sîga kabul etmek gerekir. İşte bundan dolayı o alimler, "emrin
ifade ettiği mana, mübahlıktır" demişlerdir. Fakat biz, Arapça'da bu
sığanın, yapma (işleme) tarafını tercih etme manasına geldiğini kesin olarak
biliyoruz. Bunu mübahlık manasına hamletmek, ancak başka bir delilin bulunması
ile mümkündür.
Âyetteki
"Devşirildiği ue toplandığı gün de hakkını verin" buyruğu ile ilgili
birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Ibn
Âmir, Ebu Artır ve Âsim, hâ harfinin fethası ile kelimeyi, "hasadih
şeklinde; diğer kıraat imamları ise, ha'nın kesresiyle hısadih şeklinde
okumuşlardır. Vahidî şöyle demiştir: "Bütün dilciler hem hasad, hem hisad
hem cidâd, hem cedad {hurma devşirme zamanı); hem katâf, hem kıtâf (meyve
toplama
zamanı); hem cizaz, hem cezaz (kırılmış
-koparılmış) denilebileceğini söylerler."Si-beveyh ise, "Araplar,
birşeyin son ve nihaî zamanını muracl ettiklerinde, masdarları feâl vezninde
getirirler. Onlar bu hususta bazan da fial veznini kullanırlar" demiştir.
İkinci bahis:
"hakkını verin" buyruğunun tefsiri hususunda şu üç görüş
bulunmaktadır:
[24]
Birinci görüş: Atâ'nın
rivayetine göre İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak bununla, yağmur suyuyla sulananlarda
öşrü; dolab suyuyla sulananlarda ise, öşrün yarısını (yani yirmide birini)
murad ettiğini" söylemiştir ki, bu aynı zamanda Saîd İbnu'l-Müseyyeb,
Hasan et-Basrî, Tavus ve Dahhâk'ın görüşüdür.
[25]
Buna göre şayet onlar,
"Daneler daha başakta iken, hasad günü zekât nasıl ödenir, verilir? Hem bu
sûre Mekkî'dir; zekâtın farz olması ise Medenîdir, Medine'de olmuştur"
derlerse, biz deriz ki:
Sizin zikretmiş
olduğunuz bu detil ile, Cenâb-ı Hakk'ın, "hakkını verin" buyruğunu
zahirî manasına göre almak imkânsız olunca, pek tabiî olarak biz bu ifadeyi,
"O mala, o vakitte zekât hakkı taalluk eder" manasına hamlettik. Buna
göre mana, "Hasad gününde hakkı (öşrü, zekatı) vermeye yönelin, onu,
verilmesi mümkün olan vakitten sonraya bırakmayın!" şeklinde olur.
Sualin ikinci şıkkına
da şu şekilde cevap verilir: Biz zekâtın, Mekke'de farz olmadığını kabul
etmiyoruz. Aksine Medine'de nazil olan ayetin, zekâtı farz kıldığı hususunda
bir münakaşa yoktur. Ancak ne var ki bu, (yani zekatın Medine'de farz kılınmış
olduğunda ittifakın bulunması), onun Mekke'de farz olmasına mani değildir. Hem
bu ayetin de Medenî olduğu ileri sürülmüştür.
[26]
İkinci görüş: Bu,
malda zekâtın dışında olan başka bir hakdır. Mücahid şöyle demektedir:
"Mahsûlünü hasad ettiğinde, orada da fakirler bulunursa, onlara ondan ver
Onu harmanda savurduğunda, onu öğüttüğünde, (yine orada fakirler bulunursa)
onlara ondan ver.. Yine, o ürününü kalbura vurduğunda, onlara ondan ver. Kaç
ölçek geldiğini tesbit ettiğinde de onun zekatını ayır.."
[27]
Üçüncü görüş: Bu.
zekaı farz olmadan önceki hadisedir. Binaenaleyh, zekat farz kılınınca bu
husus neshedilmiştir. Bu da,Saîd
İbn Cübeyr'in görüşüdür.
Bunlar arasında en
doğru olan, birinci görüştür. Bunun delili ise şudur: Hak Teâlâ'nın,
"hakkını verin" emrinin zikredilip ancak ayetin mücmel olarak
kalmaması için, bu hak ancak, bu âyet nazil olmadan önce malum olursa, güzel
olur. Nitekim
Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Malda,
zekatın dışında
bir hak yoktur!"[28]
buyurmuştur. Binaenaleyh, ayette geçen "hak" ile, zekât hakkının
murad edilmesi gerekir.
[29]
Üçüncü bahis: Hak
Teâlâ'nın, şu beş çeşitten, yani üzüm, hurma, zeytin, ekin ve nardan sonra
"Deuşirildiği ue toplandığı günde, hakkını verin" cümlesini
getirmesi, bütün bunların hepsinde zekatın farz olduğuna delalet eder. Bu da,
Ebu Hanife (r.h)'nin de söylediği gibi,
meyvelerde de zekatın farz olmasını gerektirir.
Buna göre şayet onlar,
"Hasad sözü, ziraat için kullanılan bir kelimedir" derlerse, biz
deriz ki, "hasad" kelimesi Arapça'da esasen, ziraate has bir tabir
değildir. Bunun delili ise şudur: Arapça'da hasad "kesmek",
"koparmak" demektir. Binaenaleyh bu tabir, her türlü mahsule
şamildir. Hem, hasadih kelimesindeki zamirin, âyette önce zikredilenlerin en
yakınına raci olması gerekir. Bu en yakın olan ise, zeytin ve nardır.
Binaenaleyh zamirin, onlara da raci olması gerekir.
Dördüncü bahis: Ebu
Hanîfe (r.h). "Öşür, (malın) azında da, çoğunda da farzdır" derken,
alimlerin ekserisi, "O malın miktarı, beş "vesak"a[30]
ulaştığında farz olur" demiştir. Ebu Hanîfe {r.h) bu ayetle istidlal
ederek: "Hak Teâlâ'nın, "Deuşirildiği ve toplandığı günde, hakkını
verin" buyruğu o malın azında da çoğunda da bir hakkın bulunmasını iktizâ
eder. O hak, "zekat" olunca, o malın azında da, çoğunda da zekattn
farz olduğuna hükmetmek gerekir" demiştir.
[31]
"israf
etmeyin" buyruğuna gelince, bil ki "israfın ne demek olduğu hususunda
dilcilerin iki görüşü bulunmaktadır:
a) İbnu'l-A'râbî: "İsraf, senin için
çizilmiş olan sınırı geçmendir" demiştir.
b) Şemir,
"Malın şerefi, fayda elde edilmeksizin, ondan giden şeydir" demiştir.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Müfessirlerin bu hususta üç türlü izahı olmuştur:
a) İnsan, malının tamamını verir ve çoluk
çocuğuna ondan birşey bırakmazsa, israf etmiş olur. Çünkü hadis-i şerifte,
"Önce kendinden, sonra da arzu ettiğin kimselerden (vermeye)
başla..." şeklinde varid olmuştur.
Rivayet edildiğine göre, Sabit İbn Kays
İbn Şemmas, beşyüz tane hurma ağacına yönelir ve onları
keser.. Sonra da, bir günde onları dağıtarak taksim eder; onlardan evine de
hiçbir şey sokmaz... İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Devşirildiği ve
toplandığı günde, hakkım verin, israf etmeyin" yani, "hepsini
vermeyin" ayetini indirir....
b) Saîd
İbnu'l-Müseyyeb, "israf
etmeyin" ifadesine, "tasaddukta bu-lunmazlık etmeyin..."
manasını vermiştir. Bu iki görüş, "israftan murad, haddi aşmaktır"
ifadesine birleşmiş olmaktadırlar. Ancak ne var ki birinci görüşe göre israf,
vermede haddi aşmadır; ikinci görüşe göre ise vermemede haddi aşmadır.
c) Mukâtil,
bunun manasının, "Ekin ve davarlara, putları ortak kılmayın"
şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu da, haddi aşma nevinden olur. Çünkü putlar,
ekinlere ve davarlara ortak kılan, kendisi için çizilen sınırı aşmış, onu
geçmiş olur.
d) Zührî bunun manasının, "(Mallarınızı)
Allah'a isyan hususunda harcamayınız" şeklinde olduğunu söylemiştir,
e) Mücahid
de, şayet Ebu Kubeys Dağı altın olsa, kişi de Allah'a tâat yolunda onu tamamen
harcasa, bu kimse israfta bulunmuş olmaz. Ama, Allah'a isyan hususunda tek bir
dirhem dahi vermiş olsa, o kimse müsrif olur" demiştir ki, işte bu manayı,
Hatem-i Taî, kendisine, "israfta
hayır yoktur" denildiğinde o, "Hayırda israf yoktur" diyerek
kastetmiştir.. Bu, "israf" kelimesinin açıklanması ile ilgili olan
ikinci görüşe göre, israf manasındadır. Çünkü, Allah'a isyan hususunda mal
infak eden kimse, malını faydasız ve boş yere infak etmiş olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Çünkü O (Allah), israf edenleri sevmez" buyurmuştur. Bundan
maksat, israfı yasaklamaktır. Çünkü, Allah'ın sevmediği her mükellef,
cehennemliklerden olur. Bunun delili ise, "yahudilerle nas-ranîler (şöyle)
dediler: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." De ki: "Öyle
de niçin sizi günahlannız yüzünden azablandınyor?" (Maide, 18) ayetidir.
Böylece bu âyet, Allah'ın sevmediği herkesin cehennemliklerden olmadığına
delâlet eder ki bu da, bazı yönlerden, Allah'ın sevmediği kimselerin
cehennemliklerden olacağını ifade eder.
[32]
"Davarlardan yük
taşıyacak, (tüyünden) döşek yapılacak (hayvan)ları
yaratan da O'dur. Allah'ın size rızık kıldığı
şeylerden yeyin. Şeytanın izleri
ardınca
gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır. (Allah) sekiz eş
(yarattı): Koyundan
iki eş, keçiden de iki eş.. De ki: "(Allah) iki erkeği mi,
yahud iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerine
sannıp bürünen (erkek ve
dişi yavruları) mı,
(hangisini) haram etti? (Davanızda) doğru iseniz, bana ilme
dayanarak haber verin." Deveden de iki, sığırdan
da iki eş yarattı.) De ki: "(Allah) iki erkeği mi, yoksa bu iki dişinin
rahimlerine sarınıp bürünen (erkek ve
dişi
yavruları) mı, (hangisini) haram etti? Yoksa, Allah size bunu (haram
kılmayı) tavsiye ettiği zaman siz orada mı
idiniz?" İnsanları ilme dayanmadan
saptırmak için
yalanlar uydurup da, Allah'a mal edenlerden daha zalim kim
vardır? Şüphesiz ki Allah o zalimler güruhuna hidayet
etmez"
(En'âm, 142-144).
Bil ki Allah Teâlâ,
kullarına, bitkilerdeki nimetlerle in'âmda bulunduğunu zikredince, bunun
peşinden onlara hayvanlar vasıtasıyla ihsan ettiği nimetleri de zikrederek,
"Davarlardan yük taşıyacak, (tüyünden) döşek
yapılacak (hayvan)lan
yaratan da O'dur" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[33]
Bu ayetin başındaki
vâv, bu ayetin, kendisinden önce geçen,
141. ayete affedilmesini gerektirir ki, ifadenin buna göre takdirî
manası, "O, çardaklı ve çardaksız cennet gibi (üzüm) bağlarını yetiştiren
ve davarlardan da yük taşıyan, (tüyünden) döşek yapılan yaratan
zattır..." şeklinde olur. Alimler, ayette geçen hamule ve ferş
kelimelerini tefsir etmek için, pekçok söz söylemişlerdir ki, bunların hatırda
tutulup kavranılmaya en yakın olanları şu ikisidir:
a) Hamule kelimesi, yük taşıyan; ferş ise,
kesilmek için yere yatırılan veyahut da tüyünden, yününden ve kılından döşekler
için yün elde edilip kumaş dokunulan hayvanları ifade eder.
b) Hamule yük taşımaya elverişli büyük
hayvanlar; ferş ise, deve yavruları, buzağılar ve koyunlar gibi küçük olan
hayvanlardır. Çünkü bunlar, bedenlerinin küçük olmaları sebebiyle, yeryüzüne
döşenmiş döşekler gibi, yere yakın hayvanlardır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah'ın size rızık kıldığı şeylerden yeyln..." buyurmuştur.
O, bu hitapla "Size helâl kıldığı şeylerden yeyiniz..." manasını
kastetmiştir. Mu'tezile şöyle demektedir: "Attan Teâlâ rızıklardan yemeyi
emretmiş, haram yemeyi yasaklamıştır. Bu (iki husus) haramın rızık olmayacağı,
(rızkın mutlaka helâl olması gerektiği) neticesini verir."
Daha sonra,
"Şeytanın izleri ardınca gitmeyin"
buyurulmuştur. Yani, "cahiliyyedekilerin yaptığı gibi,
kendiliğinizden, bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılmak gibi
hususlarda, şeytana uymayın..." demektir.
Hutuvât kelimesi hutve
kelimesinin çoğulu olup,'buna göre hatve, "iki ayak arasındaki mesafe,
yani adım" anlamına gelir. Zeccâc
şöyle demektedir: ifadesindeki hutuvât kelimesinin okunuşunda, şu üç
şekil bulunmaktadır: Ti
harfinin dammesi ile
tı'nın fethasıyla ve tı'nın sükûnuyla...
Bu
ifadenin manası ise,
"şeytanın yollan..." demektir. Yani, "Şeytanın, sizin (insanlar)
için süslediği, allayıp pulladığı o yollara tâbi olmayın, sülük
etmeyin..." demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "çünkü o, sizin apaçık bir
düşmanınızdır"
buyurmuştur. Yani, "Düşmanlığı tartışılmaz ve apaçık olan...." demektir.
O, Âdem'i cennetten çıkaran ve "onun zûrriyetini, birazı müstesna olmak
üzere, behemehal kendime bendederim." (İsra, 62) diyendir.
[34]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah) sekiz çift (yarattı)" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili
iki bahis vardır:
Birinci bahis:
Semâniyete lafzının mansub oluşu hakkında, şu iki izah yapılmıştır:
a) Ferrâ,
"Bu kelime, daha önceki ifadesinden bedel olduğu için mansub
kılınmıştır" demiştir.
b) Kelamın takdirinin, "(Allah'ın size
vermiş olduğu rtzıklardan), sekiz çift olarak yeyiniz..." şeklinde
olmasıdır.
İkinci bahis: Bir, tek
başına olduğu zaman buna "tek", yani "eş" denir. Onunla beraber,
cinsinden bir başkası da bulunduğu zaman, bunlara "zevc(çift)"
denilir. Böyle otuşa çift denilmesinin delili, Hak
Teâlâ'nın, '(O, iki çifti, erkek ue dişiyi yarattı)" (Necm, 46) ve
"(Allah) sekiz çift (yarattı)" ayetleridir. Sonra Cenâb-ı Hak, bu sekiz
çifti, koyundan iki çift , keçiden iki çift, deveden iki çift ve sığırdan iki
çift diye tefsir etmiştir...
Daha sonra,
"koyundan iki çift" buyurulmuştur. Yani erkek ve dişi koyunu
kastetmiştir. Da'n kelimesi, yünü olan davar, yani koyun anlamına gelir. Zeccâc
bu kelimenin, tıpkı (erkek tacir, dişi tacir) kelimeleri gibi,
kelimelerinin çoğulu olduğunu ve bu kelimenin, dadın
fethası ve kesresi ile, şeklinde de çoğul yapıldığını söylemiştir.
Âyetteki,
"keçiden de iki çift" kelimesi, ayn harfinin fethasıyla şeklinde de
okunmuştur. Mâ'z kelimesi, kılı olan davar olup, keçi demektir.
Bu kelimenin tekili
mâiz olup, çoğulu mi'zâ kelimesidir. Bu kelimenin, aynın fethasıyla ma'az
şeklinde okunması halinde, yine mâiz kelimesinin çoğulu olur. Mesala, hadem
-âdim (hizmetçi-hizmetçiler), taleb-tâlib (talebe-talebeler), heres-hâris
(bekçi-bekçiler) kelimeleri gibi... Bu kelimenin aynın sükûnuyla ma'z şeklinde
okunması hande de, yine mâiz kelimesinin çoğulu olur. Bu da, sahb-sâhib
(arkadaş-arkadaşlar) tecr-tâcir {tacir-tacirler) ve rekb-râkib
(binitli-binitliler) kelimeleri gibidir. Âyetteki is-neyn "iki"
kelimesinin mansub oluşuna gelince; ayetin takdiri, "Allah sekiz çift
yarattı. Koyundan iki, keçiden.de iki çifti yarattı..." şeklinde olduğu içindir.
Âyetteki, cümlesindeki
ifadesi, lafzı ile mansub kılınmıştır. İstifhamda, ondan sonraki fiili amel
etmiştir; onda ondan önceki şeyler amel edemezler.
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Cahiliyye müşrikleri, davar, sığırlar ve develerin b*r
kısmını kendilerine haram kılıyorlardı. Bundan dolayı Hak Teâlâ bu ayette,
koy-un keçi, deve ve sığırları
zikretmek suretiyle onların görüşlerinin bâtıllığını
göstermeye delil getirmiş ve bu dört çeşit hayvanın
herbirinin erkek-dişi çiftinden bahsetmiştir. Daha sonra ise şöyle buyurmuştur:
"Eğer bu hayvanların erkekleri haram ise, erkeklerinin hepsinin haram
olması gerekir. Yok eğer bunların dişi olanları haram ise, bütün dişilerinin
haram olması gerekir."
[35]
buyruğunun manası
şöyledir: "Eğer, bu iki
dişinin rahimlerinde
bulunan yavrular haram ise, bütün yavruların haram olması gerekir. Çünkü
rahimlerde hem erkek, hem de dişi yavrular bulunur." İşte müfessirlerin bu
ayete yaptıkları izah budur. 8u izah bence, cidden uzak bir manadır. Çünkü
birisi şöyle diyebilir: Farzet ki bu dört çeşit, yani koyun, keçi, deve ve
sığır, erkek ve dişi olanlarına hasredilmiş olsun.. Ancak, müşriklerin haram olduğuna
hükmettikleri hayvanların, haram oluş illetinin, erkek veya dişi olmaya hasredilmiş
olması gerekmez. Aksine o hayvanları haram saymalarının sebebi, onları
"bahîre", "sâibe", "vasîle", "hâm" veya
benzeri birşey saymalarıdır. Nitekim biz, "Ai-lah Teâlâ bazı hayvanların,
yenilmek için kesilmesini haram kılmıştır" dediğimizde, "Bu
hayvanlar, eğer erkek oldukları için haram kılınmış iseler, o zaman her erkek
hayvanın haram kılınmış olması gerekir. Yok eğer dişi oldukları için haram
kılınmış iseler, o zaman da her dişi hayvanın haram olması gerekir"
denilir. Bizim sözümüze karşı, böyle söylenilemiyeceğine göre, müfessirlerin,
bu âyet-i kerimenin izahı sadedinde söyledikleri söz de buna benzer. Aklı
başında olan insanın, Allah'ın kelamını tefsir ederken, doğru izahlar yapması
gerekir. Kelamullah'ı yanlış izahlarla tefsir etmek, caiz değildir.
Binaenaleyh burada
bana göre şu iki husus doğruya daha yakındır:
a) Bu âyet, o kâfirlerin görüşlerinin
yanlışlığını göstermek için gelmemiş, aksine İstifham-ı inkârı üslubu ile
gelmiştir ve "sizler, herhangi bir peygamberin nübüvvetini kabul etmiyor,
Şâri'in (Allah'ın) şeriatını tanımıyorsunuz. O halde nasıl, "şu helâldir,
şu haramdır" diyebiliyorsunuz?" manasındadır.
b) O
müşriklerin, "bahîre", "sâibe", vasîle" ve
"hâm" ile ilgili hükümleri develere hastır. İşte bundan ötürü,
Cenâb-ı Hak, "en'ânVın, sayıları o dört çeşit hayvandan ibaret olduğunu
beyan etmiş ve "Binaenaleyh develerle ilgili bu hükümleri, "en'ârrfın
diğer üç çeşidi olan koyun, keçi ve sığırlar hakkında söylemediğinize göre, bu
hükümleri sadece develere nasıl verebiliyorsunuz?" demek istemiştir. İşte
bence, âyet ile ilgili yapılması gereken izah budur. Allah Teâlâ, ne
kastettiğini daha iyi bilir.
Daha sonraki,
"Yoksa, Allah size bunu (haram kılmayı) tausiye ue emrettiği zaman siz
orada mı idiniz?" buyruğundan maksad şudur: "Siz, hiçbir peygambere
inanmamış olduğunuz halde, Aflah bunu haram kılarken orada mı idiniz?" Bu
âyetten elde edilecek netice şudur: Sizler, peygamberlerden hiçbirinin
nübüvvetini kabul etmezken, daha nasıl oluyor da, çeşitli -«ıâı-haram
hükümlerini verebiliyorsunuz?"
Allah Teâlâ bunu da
beyan edince, "İnsanları, ilme dayanmadan, saptırmak için yalanlar uydurup
da. Allah'a mal edenlerden daha zalim kim
vardır?" buyurmuştur. İbn Abbas (a.s). "Allah Teâlâ, bu buyruğu ile,
Amr b. Lühey'i kastetmiştir. Çünkü Hz. ismail (a.s)'in şeriatını bozup
değiştiren budur" demiştir. Fakat doğruya daha yakın olan, bu tabirin bu
işi yapan herkes hakkında söz konusu olmasıdır. Çünkü ayeton hem lafzı
umûmîdir, hem de bu hükmü gerektiren illet umûmîdir. Binaenaleyh, ayetin
hükmünü, belli bir şahsa has kabul etmek (tahsis etmek), delilsiz bir davadır.
Muhakkik alimler şöyle
demişlerdir: "Helal olan bir şeyi haram kılma hususunda, bir yalan
uydurup, bunu Allah'a mal edenlerin (yani Allah bunu haram kıldı diyen
«.r-tsenin) böylesi şiddetli bir va'îde müstehak olduğu sabit olunca, tevhid,
marifetullah, sıfatullah, nübüvvet, melekler ve âhiret meselelerinde, bir yalan
uydurup, bunu Allah'a isnad edenlerin hakedecekleri cezalar, daha şiddetli ve
daha güç olur."
Kâdî ise: "Bu,
dinden saptırmanın Allah'a yakışmayan kötü birşey olduğuna eder. Çünkü Allah Teâlâ, helâli haram
kılmaktan ibaret olan bir saptırmayı
kınadığına
göre, bundan daha önemli olan saptırma,
öncelikle inanmalıdır" demiştir.
Buna şöyle cevap
verilir: "Biz insanlarca kınanan her şeyin, Allah katında da lum olması
gerekmez. Baksana, erkek ile kadını biraraya getirip, onlara şehve-ib getirmek
ve onlara günah işleme imkanları vermek, bize göre mezmum ola-ama Allah'a göre
mezmûm değildir. İşte bu meselede de böyledir."
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Şüphesiz ki Allah, o zalimler
güruhuna
hidayet etmez" buyurmuştur. Kâdî şöyle demiştir: "Allah, onları
ifaatına ve hidayete erenlere has olan hidayet fazlalığına iletmez."
(Ehl-i alimlerimiz ise, "Bu ifade ile Allah Teâlâ, o müşriklere hidayet
etmeyeceğini, onları küfür karanlıklarından, iman nuruna çıkarmıyacağını haber
vermektedir" demişlerdir.
Bu iki görüşten birini
diğerine tercih hususunda söylenecek söz malumdur[36]
"De ki:
"Bana uahyolunanlar arastada, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde, haram
ediimiş bir şey görmüyorum: Ancak meyte, dökülen-akan kan, domuz
eti, ki bu şüphesiz bir murdardır oe Allah 'tan
başkasının adı anılarak
boğazlanmış bir fısk
olması müstesna... (Bunlar haramdır). Bununla beraber
kim, (başkasının hakkına) tecavüz etmemek ve (zaruret
miktarını) aşmamak
şartıyla, (bunlardan
yemeye) mecbur kalırsa (ve yerse), bil ki Rabbin gafur ve
rahimdir. Biz, yahudilere, bütün tırnaktı hayvanları
haram kıldık. Onlara sığır
ve koyunun iç
yağlarını da haram kıldık. Bu hayvanlann sırtlarına ve
bağırsaklarına yapışmış olan, yahud kemiklerine
karışmış olan (yağlar)
müstesna.. Bu
(haramlığı), onlara zulümlerine karşılık bir ceza olarak verdik.
Biz elbette sadıklarız. Eğer onlar seni yalanlarlarsa
de ki: "Rabbiniz geniş bir
rahmet
sahibidir. O'nun satvet ve kudreti, günahkârlar güruhundan savuşturulamaz"
(En'âm, 145-147).
Bil ki Allah Teâlâ,
cahiliyyedeki insanların bazı yiyecekleri helâl veya haram kılmaları
hususundaki metod ve yolların bozuk olduğunu beyan edince, bundan sonra, bu
konuda en doğru açıklamayı getirerek, .. "De ki:
"Bana
vahyolunanlar arasında.....bir şey görmüyorum" buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[37]
İbn Kesir ve Hamza, fiili tâ ile, ismi de mansub
olarak şeklinde okumuşlardır. Bu ifade, "...O
şeyin bizzat kendisinin, veya o cüssenin,
bedenin ölü
olması durumu müstesna..." manasındadır.
İbn Amir de, fiili tâ ile, ismi merfû olarak, şeklinde okumuştur ki bu
da, "Bir ölü hayvanın bulunması, mevcut olması hali müstesna..."
ma-nasındadır. Diğer kıraat imamları ise, fiili yâ ile, ismi de mansub olarak
şeklinde okumuşlardır ki bu da, "yenilen o şeyin "meyte"
olması"; veyahut da, "Bulunan o şeyin meyte olması müstesna..."
manasındadır.
[38]
Cenâb-ı Hak, bir şeyi
haram veya helâl kılmanın, an cak vahiy yoluyla tesbit edileceğini beyan etmek
üzere
"Bana
vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin
yiyeceği
içinde, haram edilmiş bir şey görmüyorum
(...)" buyurmuştur.
Yani, "Onu yiyene..." demektir. Atlah bu, "onu yiyeni..."
tabirini, bundan maksadın helâl ve haram olanların, yenilen şeyler cümlesinden
olduğunu beyan etmek için zikretmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, şu dört şeyi zikretmiştir:
a) Meyte,
b) Akan kan,
c) Domuz eti; çünkü bu, bir pisliktir;
d) Fısk.. Bu
da, Allah'tan başkası adına kesilen şeyi ifade etmektedir.. O halde, ayetteki,
"De ki: "Bana uahyolunaniar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği
içinde, sayılmış olan
şu dört şey
müstesna, haram edilmiş
bir şey görmüyorum (...)" ifadesi, sadece bu dört şeyin haram
kılınmış olduğunu beyan etme hususunu tam ve mükemmel bir biçimde anlatmaktır.
Bu böyledir, zira,
haram ve helak olan şeyleri öğrenmenin yolunun, ancak vahiy olduğu; Allah
katından olan vahyin de, sadece Hz. Muhammed'e geldiği ve Allah Teâtâ'nın da
O'na, "Şu dört şey müstesna, bana vahyedilenler arasında haram kılınmış
olan hiçbir şey, göremiyorum "demesini emrettiği sabit olunca, bu sadece
şu dört şeyin haram kılındığını beyan etme hususunda tam ve mükemmel bir
açıklama olmuş olur.
Bil ki bu sûre
Mekkîdir; böylece Cenâb-ı Hak, bu Mekkî surede, haram kılınanların bu dört şey
olduğunu beyan etmiş, sonra da bunu Nahl suresinde, "O,
size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan
başkası için kesilmiş olanı haram kıldı. (Kim) muzdar kalırsa, (kimseye)
saldırmamak ve haddi geçmemek şartıyla (yiyebilir). Çünkü Allah gafur ve
rahimdir"'(Nahi, 105) ayetiyte tekid etmiştir.
Bu ayetteki innemâ
"ancak" demek olup, edat-ı hasr'dır. O halde bizim için, ha ram
kılınanların bu dört şeye hasredildiğine delâlet eden iki Mekkf âyet bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde de, -ki bu sûre Medenîdir,- haram kılman şeylerin
sadece bu dört şey olduğunu beyan ederek, "O, size ölüyü, kanı, domuz etini,
bir de Allah'tan başkası için kesileni kat'î olarak haram kıldı" (Bakara,
173) buyurmuştur.
Bu ayetteki innemâ
hasr ifade eder. O halde Medenî olan bu âyet, Mekkî olan Nahl 105. ayetine
mutabıktır. Çünkü, bu ayetlerde bulunan İnnemâ kelimesi hasr ifade eder. O
halde Medenî ayetin başında bulunan innemâ kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın Mekkî
olan, "De ki: Şu, şu, şu müstesna, bana uahyolunanlar arasında, haram
edilmiş bir şey görmüyorum" buyruğuna denk ve mutabıktır. Sonra, Cenâb-ı
Hak, Maide sûresinde, "okunacak olanlar hariç olmak şartıyla, davarların
etleri) size helâl edildi" (Maide, 1) buyurmuştur. Müfessirler,
"okunacak olanlar hariç olmak şartıyla" ifadesiyle murad edilenin,
bu surede biraz sonra zikredilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ö/ü, kan, domuz eti,
Allah'tan başkası adına boğazlanan, -(henüz canı üzerinde iken yetişip)
kestikleriniz müstesna olmak üzere- boğulmuş, vurulmuş, yukardan yuvarlanmış,
susulmuş, canavar parçalamış olup da ölenler... üzerinize haram
edilmiştir" (Maide, 3) ayeti olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bütün
bunlar (bu ayette sayılan diğer şeyler), "mey-te"nin kısımlarıdırlar.
Bu müşrikler, bunların da helal olduğuna hükmettikleri için, Cenâb-ı Hak
bunları yeniden zikretmiştir. Böylece şeriatın, başından sonuna kadar, işte bu
hükme ve bu hasr ifadesine dayanmış olduğu sabit olmuş olur.
[39]
İmdi şayet birisi: "Bu hasrı benimsemeniz ve
ileri sürmenizden dolayı, sizin necis ve pis olan şeyleri, içkiyi helal addetmiş
olmanız; yine Allah Teâlâ'nın, haram olduklarına hükmetmesine rağmen, sizin
boğulmuş, dövülerek öldürülmüş yukardan yuvarlanmış olan ve süsülerek
öldürülmüş olan hayvanları da helâl saymış olmanız neticesi ortaya
çıkar.." derse, biz deriz ki:
"Biz şu hususlardan
dolayı, bunu söylemiş olmayız:
a) Allah bu
ayette, "domuz eti, ki bu şüphesiz bir murdardır" buyurmuştur ki bu,
"Allah, domuz bir necis ve murdar, pislik olduğu için, onun etini haram
kıldı" manasındadır. işte bu ifade, pis olmanın, onu yemenin haram
olmasının sebebi olmasını gerektirir. Binaenaleyh, her necis, pis olanın
yenilmesinin haram olması gerekir. Bu, ayette zikredilmiş olunca, bu soru
kendiliğinden sakıt olur.
b) Cenâb-ı Hak, bir başka ayette, "onlara,... murdar şeyleri de haram
kılıyor" (A'râf. 157) buyurmuştur. Bu da, her
necis olanın haram kılınmış olmasını gerektirir. Necis olan şeyler, aynı
zamanda pistirler.. Binaenaleyh, necis olan şeylerin de haram kılınmış
olduklarına hükmetmek gerekir.
c) İslâm
ümmeti, necis olan şeylerin alınmasının, yenilmesinin haram olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Farzet ki biz, Hz. Muhammed'in dininde, necis şeyler
hususunda, mütevatir olan nakillerin delaletiyle, bu surenin tahsis gördüğünü
kabul ettik. Binaenaleyh, buna göre bu surenin, necis şeyler dışında, gerek
Mekkî gerekse Medenî ayetlerdeki umumî ifadelere tutunularak, aslına uygun
olarak kalmış olması gerekir. İşte bu, haram ve helât kılınmış olan yiyecekler
hususunda iyice yerleşmiş olan mükemmel bir kaidedir..
İçkiye gelince, buna
cevaben deriz ki: İçki de necistir. Dolayısıyla o, "rics" (pislik,
murdar)'dan olmuş olur. Böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın, "bir murdardır"
ifadesiyle, "ve onlara, murdar şeyleri de haram kılıyor" ifadesinin
hükmüne girmiş oluyor. Hem içkinin, gerek Hz. Muhammed'in dininde haram
kılındığına dair mütevatir nakil ile, hem de Cenâb-ı Hakk'ın, "bundan
kaçının..."(Maide, 90) ve "Günahları ise faydalarından daha
büyüktür" (Bakara, 219) buyruklarıyla tahsis edilmiş olduğu sabittir.
Tahsis edilen umûmî ifade, tahsis edildiği yerin dışında bir hüccettir,
delildir. Binaenaleyh, bu âyet, tahsis mahallinin dışında da hüccet ve delil
olmaya devam eder.
Soru soranın,
"sizin boğulmuş, dövülerek öldürülmüş, yukardan yuvarlanmış olan ve
süsülerek öldürülmüş olan hayvanları da hetal saymış olmanız neticesi ortaya
çıkar" şeklindeki sorusuna cevaben de şunları söyleyebiliriz:
a) Bunların hepsi, "meyte"dirler.
Binaenaleyh bunlar da, bu ayetin hükmüne dahil olmuş olurlar.
b) Biz bu ayetin umumiliğini, o ayetle tahsis
ediyoruz.
c)
Biz şöyle diyebiliriz: Bunlar eğer
"meyte" ise, bu ayetin hükmüne dahil olurlar. Yok, eğer
"meyte" değillerse, biz bu ayeti o ayetle tahsis ederiz..
[40]
İmdi şayet birisi,
"Haram kılınan yiyecekler, bu ayette bahsedilenlerden daha çoktur. O
halde, bu nasıl izah edilebilir?" derse, alimler buna da şu şekillerde
cevap vermişlerdir:
a) Bu ayetin manası, "Cahiliyye
insanlarının, bahîra, sâibe vs. şeyler gibi haram kılmış oldukları şeylerden
ancak bu ayette zikredilen şeylerin haram olduğunu görüyorum..."
şeklindedir.
b) Bundan murad şudur: "Bu âyet nazil
olduğunda, bu ayette zikredilenlerden başka hiçbir şey haram kılınmamıştı....
Bundan sonra, diğer şeyler haram kılınmıştır."
c) Farzet ki bu lafız, genel bir lafızdır. Ancak
ne var ki, Kur'ân'ın umumî ifadesini haber-i vahid ile tahsis etmek caizdir.
İşte biz de, bu umum olan ifadeyi âhad haberlerle tahsis ediyoruz.
d) Bu ayetin muktezâsı, bizi şunu söylemeye
götürür: "Hz. Peygamber, Kur'ân'da, bunlardan başka haram kılınmış olan
şey bulamamıştır... Ama, Cenâb-ı Hakk'ın, bu dört şeyin dışında kalanları, Hz.
Peygamber'in lisanında (sünnetinde) haram kılmış olması caizdir." Bir
kimse, bu cevapların zayıf olduğunu ileri sürerek şöyle diyebilir:
Birinci cevap şu
bakımlardan zayıftır...
1) Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Bana
vahyofunanlar arasında, haram edilmiş bir şey görmüyorum" ifadesinden muradın, cahiliyye insanlarının bahîra,
sâibe vs. şeyler kabilinden haram kılmış oldukları şeyler olması caiz değildir.
Çünkü âyetten murad edilen bu olsaydı, o zaman "meyte", "akan
kan", "domuz eti" ve "putlar adına kesilenler", bu
ayetin hükmüne dahil olmazlardı. Eğer bu sayılan şeyler, Hak
Teâlâ'nın, buyruğunun
hükmüne dahil olmamış olsaydı, o zaman bunların istisna tutulması güzel ve
yerinde .olmazdı. Biz, bu şeylerin, o ifadeden istisna edildiklerini görünce, o
ifadeden muradın, onların ileri sürmüş oldukları şey olmadığını anlamış olduk.
2) Allah
Teâlâ, o müşriklerin, o şeyleri (bahîra, vs...) haram kılmaları konusundaki
görüşlerinin yanlış olduğuna hükmetmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu ayette,
haram kılınanları bu dört şeye tahsis etmiştir. Cahiliyye insanlarının haram
kıldığı o şeyleri helal kılmak, onların dışındaki şeyleri helal kılmaya mani
değildir. Binaenaleyh, bu ayeti umûm manası üzere bırakmak gerekir. Çünkü bu
ayeti tahsis etmek, delilsiz olarak, onun umumîliği ile amel etmeyi bırakmayı
gerektirir.
3) Allah
Teâlâ Bakara suresinde, (Bakara, 173) buyurmuş ve bu dört
şeyden bahsetmiştir. Halbuki innema kelimesi, hasr
ifade eder. Cahiliyye insanlarının, bahîra, sâibe, vs. gibi şeyleri haram
kıldıklarını ifade eden sözleri ise, bu âyetten önce zikredilmemiştir.
Binaenaleyh, ileri sürülmüş olan bu açıklama da düşer.
Onların, "Bu âyet
nazil olduğu zaman, sadece bu dört şey haram kılınmıştı" şeklindeki ikinci
cevaplarına gelince, bunada şu şekillerde cevap verebiliriz:
a) Hak
Teâlâ'nın Bakara süresindeki, "O, size ölüyü, kant, domuz etini, bir de
Allah 'tan başkası için kesileni kati olarak haram kıldı..." (Bakara, 173}
ayeti, din iyice yerleştikten sonra Medine döneminde inmiş bir ayettir. Halbuki innema kelimesi hasr ifade eder,
Böylece bu iki âyet, Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatında, baştan sona kadar
sabit olan hükmün, haram kılınanların sadece bu şeylere hasredilmiş olduğuna
delâlet eder.
b) Bu iki ayetin muktezastna göre, haram
kılınanların sadece bu dört şeye hasredildiği sabit olunca, bu, onların dışında
kalanların helal olduğunu itiraf etmek, kabullenmek olur. O halde beşinci bir
şeyin helal kılındığına hükmetmek, nesh otur. Halbuki şeriatın aslının,
"Aslolan, neshin bulunmamasıdır" düsturuna dayandığında şüphe yoktur.
Çünkü, "nâsihln ortaya çıkma ihtimali, "hükmün, olduğu üzere kalma",
ihtimaline denk ve müsavi olsaydı, "O, her ne kadar sabit idiyse de, ancak
ne var ki o, zail oldu, mensûh oldu..." denilmesi ihtimali olduğu için,
herhangi bir hükmü isbat hususunda hiçbir nassa tutunulamazdı. Herkes,
"aslolan, nesh bulunmaması" ve neshi kabul edip, ona taraftar olanın
da delile muhtaç olduğu hususunda ittifak edince, biz bu sorunun yanlışlığını
anlamış oluruz.
Onların,
"Kur'ân'ın umumîliğini, haber-i vahidle tahsis ediyoruz" şeklindeki
üçüncü cevaplarına gelince, biz deriz ki bu, bir tahsis değil, aksine açık ve
sarih bir
neshdir. Zira Cenâb-ı
Hakk'ın, "De ki: "Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin
yiyeceği içinde, haram edilmiş birşey görmüyorum..."ifadesi, sadece bu
dört şeyin haram kılındığı hususunda çok net ve açık bir ifadedir. Yine,
Cenâb-ı Hakk'ın Bakara 173. ayeti de, haram kılınanların, bu dört şeye
hasredildiği hususunda sarîh bir ifadedir. Çünkü innema kelimesi hasr ifade
eder. O halde, durumun böyle olmadığını söylemek, bu iki ayetin muktezasına
göre şeriatın başında Mekke'de; sonunda da Medine'de sabit olan hükmü görmemek
ve bir kenara itmek olur... Üstelik haber-i vahidle Kur'ân'ı neshetmek de caiz
değildir.
Onların dördüncü
cevapları da zayıftır. Zira ifadesi, bu vahiy ister Kur'ân, isterse Kur'ân'dan
başka bir şey olsun, vahiy olan her şeyi içine alır. Hem Cenâb-ı Hakk'ın,
Bakara süresindeki (Bakara, 173) ifadesi böyle bir ihtimali ortadan kaldırır.
Binaenaleyh,
yapmış olduğumuz bu izahlarla, bu sözün
ve bu mezhebin kuvveti ve doğruluğu ortaya çıkmış olur ki, bu söz de Malik İbn
Enes (r.h)'in vermiş olduğu hükümdür.
Zayıf olan sorulardan
birisi de şudur: Pekçok fukaha, bu ayetin umumiliğini, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Arapların habis, pis gördüğü her şey haramdır" hadisiyle
tahsis etmiş olmalarıdır... Halbuki Arapların pis kabul ettiği şeylerin mazbut
ve muayyen olmadığı, bilinen bir husustur. Binaenaleyh. Arapların efendisi,
hatta alemlerin seyyidi, Arapları keler yerken görünce "Tabiatım ondan
hoşlanmıyor" buyurmuştur. Amma, bu pis addetme, kelerin haram
kılınmasının sebebi olamaz. Diğer Araplara gelince, onlardan bir kısmı, hiçbir
şeyi pis kabul etmezler.. Yine onlar, bazı şeyler hususunda anlaşmazlığa
düşmüşlerdir. Mesela onların bir kısmı o şeyleri pis kabul ederken, diğerleri
onu güzel ve hoş kabul etmişlerdir. Böylece, bu pis sayma, addetme işinin betti
bir kaide ve düstura göre yapılmadığını, aksine şahısların ve onların
durumlarının farklılığına
göre değiştiğini
anlamış olmaktayız. O halde, kesin olan bir nassı, kendisinin belli bir kaidesi
ve belli bir kuralı olmayan bir şey ile neshetmek nasıl caiz olabilir?
[41]
Bil ki biz, bu dört
şeyle ilgili meseleleri, Bakara sûresin
de
enine boyuna açıklamşıtık. Dolayısıyla tekrar etmenin bir faydası yok. Bu dört
şeyden birincisi, meytedir.
Bu, Hz. Peygamber'in,
"Bize,
iki meyte, balık ve çekirge helal
kıtındı" hadisiyle tahsis edilmiştir. İkincisi, akan kandır. Sefh
kelimesi, dökmek, akıtmak, dökülmek, akmak anlamlarına gelir. Nitekim, kan
aktığı zaman, denilir. Ebû Ubeyd, Küseyyir'in şu beytini nakletmiştir:
"Ondan kalan
hatıralar karşısında, gözyaşım yavaş yavaş akarken, ben "Allah'ın selamı
üzerine olsun, ey sevgili!" dedim; gözyaşlanm boşandıkça
boşanıyor..."
İbn Abbas şöyle der:
"Cenab-ı Hak bu tabirle canlı oldukları halde, "en'âm" (davar,
deve, sığır)dan çıkan ile, kesilirken onların can damarlarından çıkan (kanı)
kastetmiştir.." Bu takdire göre bu tabire kendilerinden kan akmadığı için
ciğer ile dalak ve ete karışmış olan kan dahil değildir.. Zira bu kan, akıcı
değildir...
Ebu Miclez'e, içinde
(akmayan) kan bulunan, et ile; kendisinde kanın kırmızılığı görülen çömleğin
(tencerenin) hükmü sorulduğnuda o, "mahzuru yok; çünkü Allah, sadece akan
kanı yasaklamıştır" demiştir. Üçüncüsü, domuz etidir.
Çünkü
bu bir pisliktir. Dördüncüsü "ve Allah'tan başkasının
adına kesilen birfısk olmasını müstesna..."
buyruğudur. Burası, ifadesine atıftır. Cenâb-ı Hak, "Allah'tan başkasının
adı anılarak boğazlanmış olanları", fıska iyice batmış olduğu için,
"fısk" diye adlandırmıştır. Nitekim bir kimse
cömertlikte ve mertlikte zirveye çıktığında,
"Falanca, mahza (sırf)
cömertliktir,
keremdir" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "üzerlerine Allah'ın ismi
anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki bir fısktır..." {En'âm,
121) buyruğu da böyledir.
"Bununla beraber
kim
(başkasının hakkına) tecavüz etmemek ve
(zaruret miktarını) aşmamak şartıyla, (bunlardan yemeye) mecbur katırsa (ve
yerse), bil ki Rabbin gafur ve rahimdir" buyruğuna gelince, bu, Allah bu
dört şeyin haram olduğunu beyan buyu-runca, zaruret halinde (mecbur olma)
durumunda, bu haramlığın kalkacağını... beyan etmiştir" demektir. Biz bu
âyeti, Bakara sûresinde 173. âyeti tefsir ederken iyice açıklamıştık.
Cenâb-ı Hakk'ın, bunun
peşinden "bil ki Rabbin gafur ve rahimdir" buyurması, bu hususta bir
ruhsatın bulunduğunu gösterir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, yahudilere, bu dört şeyin dışında başka şeyleri de haram kıldığını
beyan buyurmuştur ki bunlar da iki çeşittir:
a) Allah
Teâlâ, o yahudüere bütün tırnaklı hayvanları yasaklamıştır. Bu hususta da
birkaç bahis vardır:
Birinci bahis:
Vahidî şöyle demektedir: "Âyette geçen zufur kelimesinin çeşitli
kullanılışları bulunmaktadır:
1)
Fâ harfinin dammesi ile zufur şeklinde kullanılmasıdır
ki, bu kullanılışlardan en iyisidir...
2)
Fâ harfinin sükûnu ile zufr şeklinde
kullanılması... ,
3)
Zı harfinin kesresi ve fâ harfinin sükûnu ile, zıfr
şeklinde kullanılması ki bu, Hasan
el-Basrî'nin kıraatidir. Yine zı ve fâ harflerinin kesresi ile, zifir
şeklinde bir başka kullanış daha vardır ki bu, Ebu's-Sımâl'in
kullanışıdır."
Vahidî şunu da
söylemiştir: "Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın yahudifere haram kılmış olduğu bu
tırnaklı hayvanların neler olduğu hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet edildiğine göre bu sadece devedir. Yine İbn Abbas (r.a)'dan
gelen bir başka rivayete göre, bunlar, deve* ve devekuşudur. Bu, aynı zamanda
Mücahid'in görüşüdür. Abdullah b. Müslim, bunun, pençeli her kuş ve toynaklı
(tırnaklı) her hayvan olduğunu söylemiş ve daha sonra, "Diğer müfessirler
de böyle söylemiştir" diyerek, şöyle devam etmiştir: "Âyet-i kerimede
toynak, mecazi olarak zufur (tırnak) diye ifade edilmiştir."
Ben derim ki:
"Âyetteki "zufur" kelimesini, toynaklı hayvanlar manasına hamletmek,
şu iki bakımdan uzak bir ihtimaldir:
a) Toynaklı hayvanlar, nerede ise hiç
"zufur" {tırnaklı hayvanlar) diye adlandırılmazlar.
b) Eğer durum böyle olsaydı, o zaman Allah
Teâlâ'nın, onlara toynaklı her hayvanı haram kılmış olması gerekirdi. Halbuki
bu böyle değildir. Çünkü âyet, toynaklı olan davarların ve sığırların onlara
mubah olduğunu göstermektedir." Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyette geçen
"zufur" kelimesini, pençeli ve çıynaklı hayvanlar manasına almak
gerekir. Çünkü çıynak, av hayvanlarının aletidir, pençe ise yırtıcı hayvanların
avlanma aletleridir. Bu durumda ifadeye, her türlü yırtıcı hayvanlar, köpekler,
kediler ve avlanmada kullanılan kuşlar girer.
Çünkü bu sıfat, bütün bu hayvan cinslerini içine alır.
Bu sabit olunca, yine
deriz ki: "Âyetteki, "Biz, yahudüere, bütün tırnaklı hayvanları haram
kıldık"cümlesi bu haramhğın, şu iki bakımdan yahudilere has olduğunu
gösterir:
a) Âyetteki, "Biz, yahudilere şunu şunu....
haram kıldık..." ifadesi Arapça'da hasr (sadece yahudilere...) manasına
gelir.
b) Eğer bu haramlık, herkes için sözkonusu
olsaydı, o zaman âyetteki. "Biz, yahudilere şunu şunu... haram
kıldık" ifadesinin bir manası kalmazdı. Dolayısıyla yırtıcı hayvanlar ile
pençeli kuşların haramlıc'nın, sadece yahudiler için olduğu kesin-leşir. Bu
sebeple, bunların m üsl uman I ara haram kılınmamış olması gerekir. Böylece bu
âyet, o hayvanların müslümanlara helâl olduğuna delâlet eder. İşte bu noktada
biz deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.s)'in her azıdişli yırtıcı hayvan ile her
pençeli kuşu haram kıldığına dair rivayet zayıftır. Çünkü bu, Kur'ân-ı Kerim'in
hilafına olan bir haber-i vahiddir. Binaenaleyh bunun sahih olmaması gerekir.
Bu takdire göre bu meselede İmam
Malik'in görüşü kuvvet kazanır.
c) Allah
Teâla'nın sadece yahudilere haram kıldığı ikinci çeşit, "Onlara sığır ve
koyun iç yağlarını da haram kıldık..." ayetinin bildirdiği şeylerdir. Hak
Teâlâ, yahudilere sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldığını beyan
etmektedir.
Bu ayetle ilgili iki
görüş vardır:
a) Allah
Teâlâ, bu haramhktan şu üç şeyi istisna etmiştir:
1) "Bu hayvanların sırtlarına yapışmış
olan..." İbn Abbas (r.a), bu
ifadenin, "O hayvanların sırtlarına yapışmış yağlar müstesna... Çünkü
onları haram kılmadım" manasında olduğunu;Katâde ise, "O hayvanların
iç taraflarından (karınlarından) sırtlarına ve böğürlerine tutunmuş olan yağlar
müstesna..." manasında olduğunu" söylemiştir.
Ben derim ki: "Bu
hayvanların sırtlarına ve böğürlerine tutunmuş olan yağlar yoktur. Ama hayvanın
bu yerlerinde, kırmızı etle içice ve kat kat olan yağ tabakaları vardır. Bu
durumda, istisna edilen kırmızı sırt ve böğür etleriyle içice olan yağlardır.
Bu takdire göre, bir kimse "İç yağı yemiyeceğim" diye yemin etse, bu
yağ ile iç içe ve kat kat olan etleri yemekle, yeminini bozmuş olması gerekir.
2) "veya bağırsaklara (yapışmış olan
yağlar)..." Vahidi, ayetteki bu
kelimenin, ince ve kalın bağırsak manasına geldiğini, bunun müfredinin hâviye
ve heviyye olduğunu söylemiştir. İbnü'l-Arâbî,
bu kelimenin müfredinin heviyye ve haviye olup, bunun koyunun karnındaki
işkembe manasına geldiğini söylemiştir. İbnu's-Sikkît ise, bu kelimenin raviye (cem'i revâyâ) (su
kırbası) kelimesi gibi haviye (cem'i hevâyâ) şeklinde olduğunu söylemiştir.
Bunu iyice kavrayınca, bil ki bundan murad, "kalın ve ince bağırsakların
yüzeyine sarılan yağlar, haram değildir" manasıdır.
3) "Yahut
(o hayvanların) kemiklerine karışmış olan (yağlar...)" Bütün müfessirlerin görüşüne göre,
kastedilen, uyluk kemiklerinin yağlarıdır. İbn
Cüreyc, buna "böğürlerde,
kellede, gözlerde ve kulaklarda bulunan bütün yağlar" manası vermiş ve
şöyle demiştir: "Bunlar, kemiklere karışmış olan yağlardır. Dolayısıyla bu
yağlar, yahudilere helâl kılınmıştı." Bu istisnalara göre, Cenâb-t Hakk'ın
yahudilere haram kılmış olduğu iç yağları, karın ve böbrek yağlarıdır.
b) Âyetteki,
"veya bağırsaklara (yapışmış
olan yağlar)..," ifadesi, müstesnaya değil, müstesna minh
üzerine atfedilmiştir. Buna göre manası, "O yahudilere sığır ve koyunun
iç yağları veya bağırsaklara (yapışmış olan yağlar) veya kemiklere karışmış
olan yağlar haram kılınmıştır. Ancak bu hayvanların sırtlarına yapışmış olan
yağlar müstesna... Çünkü bu yağlar haram kılınmamıştı" şeklindedir. Bu
görüşte olanlar daha sonra şöyle demişlerdir: Âyetteki bu kelimelerin başındaki
ev (veya) edatı,
tıpkı, "Onlardan hiçbir günahkâr veya
(ev)
hiçbir nanköre boyun eğme...."(İnsan, 24) ayetindeki "veya"
gibidir. Dolayısıyla bu ayetin manası şöyledir: "Onların hiçbirine itaat
edilmeyip, hepsine karşı konulmalıdır. O halde ister buna, ister şuna (hepsine)
isyan et." İşte burada da ayetin manası: "Bizonlara şunu şunu haram
kıldık"şeklindedir.
Cenâb-ı Atlan daha
sonra "Bu (haramtığı), onlara
zulümlerine
karşılık bir ceza olarak verdik" buyurmuştur. Bu, "Biz, bu haramlığı,
haddi aşmalarına bir ceza olarak, onlara has kıldık. Onların haddi aşmaları da,
peygamberlerini öldürmeleri, faiz almaları ve bâtıl yollarla insanların
mallarını alıp yemeleridir. Bu ayetin bir benzen de, "Yahudilerden bir
zulüm sebebiyle biz, evvelce kendilerine helâl kılınan temiz ve güzel şeyleri
üzerlerine haram ettik" (Nisa, 160) ayetidir.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Biz, elbette sâdıklarız" buyurmuştur.
Bu, "Ontarın
haddi aştıklarını ve bu haramlığın, haddi aştıkları için onlara has kılındığını
haber verişimizde doğruyuz" demektir.
Kâdî şöyle demiştir:
"Haram kılma işinin, onlardan sâdır olan bir suça ceza olması caiz
değildir. Çünkü mükellefiyet, mükâfaat vesilesi olsun diye verilir. Sevab
vesilesi olarak bunu yapmak da, bir ihsan (iyiliktir). Dolayısıyla,
mükellefiyetin, daha önce işlenen bir suçun karşılığı şeklinde olması caiz
değildir."
Kâdî'nin bu görüşüne
şöyle cevap verilir: Birşeyden istifade etmekten menetmek, daha fazla mükâfaat
sağlamak için olabileceği gibi, önceden işlenen bir suçtan ötürü de olabilir.
Bunlardan hiçbiri uzak bir ihtimal değildir.
Cenâb-ı Allah, daha
sonra "Eğer onlar seni yalanlarlarsa, yani nübüvvet ve risalet iddianda ve
tebliğ ettiğin hükümlerde seni yalanlarlarsa, "De ki: "Rabbiniz geniş
bir rahmet sahibidir". Bundan dolayı sizin cezanızı hemen vermez ve
"O'nun satveti ve kudreti,"yani vakti geldiği zaman azabı,
"günahkârlargrubundan" yani, söylediğin
şeylerde seni yalanlayanlardan savuşturulamaz" buyurmuştur. En
doğrusunu Allah bilir.
[42]
"Müşrikler
diyecekler ki: "Eğer Allah diteseydi, ne biz, ne atalanmız şirk koşmazdık,
hiç bir şeyi haram da kılmazdık." Onlardan öncekiler de, işte böyle
yalanladılar da nihayet bizim azabımızı tattılar. De ki: "Yanınızda
herhangi bir ilim varsa, hemen onu bize çıkarın. Siz bir zandan başka (bir
şeye) uymuyorsunuz ve siz düpedüz yalan söylüyorsunuz. De: "O halde tam ve
kâmil hüccet ancak Allah 'indir. İşte eğer O dileseydi, hepinizi birden
muhakkak
ki hidayete kavuştururdu" (En'âm,
148-149).
Bil ki Allah Teâlâ,
cahiliyye halkının Allah'ın dini hususunda delilsiz ve hüccetsiz olarak hüküm vermeye
yöneldiklerini nakledince, onların yeltendikleri ve yaptıkları her türlü küfür
hususunda ileri sürdükleri bahanelerini şöyle nakletmiştir:" Şayet Allah,
bizden küfrümüzün sudur etmesini dilemiş olmasaydı, bizi bu küfürden men
ederdi. O bizi bundan men etmediğine göre, O'nun bu küfrü dileyip istediği
sabit olmuş olur. Şu halde, Allah bunu isteyince, bizim o küfrü bırakmamız
imkânsız olur. O halde biz, bu hususta mazuruz."
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır.
[43]
Bil ki Mutezile, bu ayetin, var olan hadiselerin irade
edilmesi meselesinde şu yedi bakımdan kendi görüşlerine delâlet ettiğini iddia
etmişlerdir: 1) Allah Teâlâ,
kâfirlerden, açıkça Cebriyye'nin görüşünü nakletmiştir. Bu da onların,
"Eğer Allah, bizim
müşrik olmamamızı
dilemiş olsaydı, biz müşrik olmazdık!" şeklindeki sözleridir. Cenâb-ı Hak
bu sözü, onlardan zemmetmek ve kötülemek sadedinde nakletmiştir. Dolayısiyle
bu, Cebriyye mezhebinin, mezmum ve bâtıl olması gerekir.
2) Allah
Teâlâ ayette kezzebe "yalanladı..." buyurmuştur. Bu ifade, şeddeli ve
şeddesiz olarak okunmaktadır. Şeddesiz okunmasına gelince bu, o kâfirlerin, bu
sözlerinde mutlaka yalancı oldukları hususunda sarîh bir ifadedir. İşte bu da,
bu meselede, Cebriyye'nin söyledikleri şeyin yalan olduğunu gösterir...
Bu kelimeyi şeddeli
okuma tarzına gelince, bunu, "kâfirler, mezheb sahiplerini (Cebriyye'yi)
tekzib etmiş olmaları sebebiyle bu zemm ve kınamaya müstehak olmuşlardır"
manasına hamletmek mümkün değildir. Zira ayeti bu manaya alırsak bu mana, bu
ifadeyi şeddesiz okuma halinde delâlet etmiş olduğu manaya zıd olmuş olur. Bu
durumda da, iki kıraatten biri diğerine ztd olmuş olur. Bu da, Kelâmullah'a,
Kur'ân-ı Kerim'e bir tenakuzun dahil olmuş olmasını gerektirir. Bu bâtıl
olunca, bunu, "Bundan murad, "Eskiden herhangi bir peygamberi
yalanlayan herkes, o peygamberi işte bu yolla tekzib edip yalanlamıştır. Çünkü
onların hepsi de, her şeyin Allah'ın dilemesiyle olduğunu söylemişler ve:
"Üzerinde bulunduğum bu küfür, ancak Allah'ın dilemesiyle meydana
gelmiştir. O, beni bundan men etmemiştir" demişlerdir...." manasına
hamletmek gerekir. İşte bu, önceki ve sonraki kâfirlerin, gerek peygamberleri
tekzîb etmeleri ve gerekse, o peygamberlerin davetlerini reddetmeleri
hususunda belirli ve muayyen bir yoldur. Usuldür. Dolayısiyle ayeti bu manaya
hamlettiğimizde bu kelimeyi şeddeli okumak, şeddesiz okumanın manasını te'kid
etmiş olur ve her iki kıraat de Cebriyye'nin görüşünün iptal edilmesi
gerektiğin delâlet etmiş olur.
3) Hak
Teâlâ'nın, "nihayet bizim azabımızı tattılar" buyruğu
da bu ayetin bizim (Mu'tezile) görüşümüze delâlet
ettiğini gösterir. İşte bu âyet, o kâfirlerin, böylesi bir görüşe taraftar
olmaları sebebiyle, ilahî bir vaîde müstehak olduklarına delâlet eder.
4) "De ki: "Yanınızda herhangi bir
ilim varsa, hemen onu bize çıkarın" ayetidir. Bu ayetin başındaki hel
edatının istifhâm-ı inkarî manasını taşıdığında şüphe yoktur. Bu, bu görüşü
savunanların, bu hususta bir ilim ve hüccetleri olmadığına delâlet eder ki bu
da, bu mezhebin fasid olduğunu gösterir. Çünkü hak olan her şeyi söylemek ve o
şekilde hükmetmek, ilim olur.
5) Cenâb-ı
Hak diğer ayetlerinde, mesela, (Necm.
28)
buyurmuştur. Burada da, "Siz bir zandan başka (bir şeye)
uymuyorsunuz..." demiştir.
6)
Hak Teâiâ'nın, " Ve siz, yalan
söyleyenlerden başka kimseler değilsiniz" buyruğudur. Hars yalanın en
çirkin şeklidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kahrolsun o koyu yalancılar"
(Zariyat, 10) buyurmuştur.
[44]
7) Allah
Teâlâ'nın, "De: "O halde tam ue kâmil hüccet
ancak Allah'ındır..." buyruğudur. Bunu şu şekilde
ifade edebiliriz: O kâfirler, "Meydana gelen her şey, Allah'ın
dilemesiyle olmuştur. Allah, bu küfrün bizden sâdtr olmasını dileyince, bizim
onu terketmemiz nasıl mümkün olur? Biz onu bırakmaktan aciz olunca, O, bize onu
terketmemizi nasıl emreder? Allah'ın dilemesinin hilâfına olarak bizim herhangi
bir fiiiı yapmamız, bizim kudretimiz dahilinde midir?" diyerek, nebilerin
ve resullerin davetini reddetme hususunda istidlalde bulunmuşlardır. İşte,
peygamberlere karşı kâfirlerin hücceti budur. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Hak
da, "De; "O halde tam ue kâmil hüccet ancak, Allah'ındır..."
buyurmuştur. Bu tam ve kâmil hüccet oluş da, şu iki yöndendir;
a) "Allah Teâlâ size, kâmil bir akıl, tam
bir anlayış, duyan bir kulak, gören bir göz vermiş, sizi hayra ve şerre
muktedir kılmış, her türlü özür ve engellen tamamiy-le sizden gidermiştir.
Binaenaleyh, isterseniz hayırları yapmaya, isterseniz günah ve münker olan şeyleri
işlemeye yönelebilirsiniz. Bu kudret ve imkânın mevcudiyeti kesin olarak
bilinmektedir. Mania ve engellerin bulunmadığı, ortadan kaldırıldığı da zaruri
olarak bilinen bir husustur. Durum böyle olunca da, sizin iman ve taatte bulunmaktan
aciz olduğunuzu iddia etmeniz, bâtıl bir dava olur. İşte bu anlattıklarımız
ile, sizin Allah'ın aleyhine bir hüccetinizin bulunmadığı; aksine, sizin
aleyhinize olarak, Allah'ın tam ve mükemmel bir hüccetinin bulunduğu sabit
olur..."
b) Sizler, "Şayet bizim fiillerimiz,
Allah'ın dilemesinin hilafına olsaydı, o zaman biz, Allah'a galib gelmiş, ona
hükmetmiş ve O'nun meşîetinin hilâfına fiiller yapmış olurduk. Bu ise Allah'ın,
âciz ve zayıf olmasını gerektirir,. Bu ise, O'nun ulûhiyyetini zedeler"
diyorsunuz... Cenâb-ı Hak da buna, "Acziyyet ve zayıflık ancak, ben onları
zoraki ve mecburî olarak iman etmeye ve taatte bulunmaya sevkedemediğim zaman
söz konusu olur. Halbuki ben buna kadirim..." diyerek cevap vermiştir.
İşte, Allah'ın buna kadir oluşu da, O'nun, "Eğer O düeseydi, hepinizi
birden muhakkak ki hidâyete kavuştururdu" buyruğu ile murad edilmiştir...
"Ancak ne var ki ben (Allah) sizi, zoraki ve mecburi olarak iman etmeye
ve taatte bulunmaya sevketmiyorum. Çünkü bu, tekliften beklenen hikmeti iptal
eder..." Böylece, işte bu izahla, onların, "Biz, Allah'ın dilemesinin
hilâfına bir iş yapsaydık, bundan, Allah Teâlâ'nın aciz ve zayıf olduğu
neticesi çıkardı..." şekilndeki sözlerinin
bâtıl bir söz olduğu
sabit olmuş olur. Mu'tezile'nin bu ayete tutunması hususunda söylenebilecek
sözlerin tamamı bundan ibarettir.
[45]
Bu konuda, itimada
şayan cevap, bizim şöyle dememizdir: "Biz, bu surenin başından sonuna
kadar, bizim görüş ve mezhebimizin doğruluğuna delâlet ettiğini beyan ettik.
Onların {Mu'tezile'nin), bu suredeki her âyet hakkında yapmış oldukları tefsir
ve tevilleri naklettik ve yapmış oldukları açıklamalara, kesin olan aklî delillerle
de desteklenmiş, açık ve çok kuvvetli cevaplar verdik...
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, şayet bu ayetten maksat, sizin ileri sürdüğünüz şey olsaydı, o
zaman Allah'ın kitabında çok açık bir çelişki bulunmuş olurdu ki, bu da
Kur'ân-t Kerim hakkında en büyük ta'n ve tenkide sebebiyet vermiş olurdu...
Bunun böyle olduğu da
sabit olunca biz deriz ki: Allah Teâlâ, kâfirlerin, "Allah dileseydi,
biz... eş koşmazdık..."dediklerini nakletmiş, sonra da bunun peşinden,
"Onlardan öncekilerde, işte böyle yalanladılar..." badesini
getirmiştir. İşte bu da, kâfirlerin, "Her şey Allah'ın dilemesi ve takdiri
ile olunca, teklif abes ve anlamsız olur; bu yüzden de peygamberlerin davaları
bâtıl, onların nübüvvet ve hsaletleri geçersiz olur" dediklerine delâlet
eder... .
Daha sonra Allah,
nübüvvet müessesesini iptal etmek hususunda bu yola tutunmanın bâtıl olduğunu
beyan etmiştir. Bu böyledir, zira O, istediğini yapan, dilediğine hüküm veren
ve yaptığı şeylerde, hiç kimsenin kendisine itiraz hakkı bulunmayan bir
ilahtır. O halde O, kâfirin küfrünü dilemiştir. Buna rağmen de, o kâfire
peygamberler göndermiş ve ona (bunlar vasıtasıyla) iman etmesini emretmiştir.
Emrin, iradenin hilafına meydana gelmesi imkânsızdır. Netice olarak diyebiliriz
ki: Allahu Teâlâ, o kâfirlerin, nübüvvet müessesesini iptal etme hususunda
kendisinin meşîetine tutunduklarını nakletmiş, sonra da bu tutunmanın fasit ve
bâtıl olduğunu beyan buyurmuştur. Zira. her şeyde Allah'ın meşîetinin söz
konusu olmasından, peygamberlerin davetlerinin reddolunması gerekmez. İşte
sadece bu yolla dahi bu istidlal tamamiyle sakıt olmuş olur. İşte sizin (Mu'tezile),
takbih ve ayıplama hususunda zikretmiş olduğunuz bütün izahlar, sizin,
peygamberlerin davetini reddetme hususunda Allah'ın meşîetinin mevcudiyetine
sarılmanızla alâkalıdır. Binaenaleyh bundan hasıl olan netice, sizin
istidlalinizin de bâtıl olması ve bu hususta, Allah'ın meşîetinin söz konusu
olduğunu ileri sürmenin bâtıl olduğuna delâlet eden bir delilin kesinlikle
bulunmadığı şeklinde olur.
Buna göre şayet o
Mu'tezile, "Bu mazeret (karşı tarafın, ehl-i sünnetin istidlali), Hak
Teâlâ'nın, ifadesindeki kezzebe kelimesini şeddeli olarak kezzebe (yalanladı)
okuduğumuz zaman ancak yerinde ve doğru olur. Ama biz onu şeddesiz olarak
okuduğumuzda, bu istidlal tamamiyle sakıt olur..." derse, biz deriz ki bu
hususta da şu iki izah yapılabilir:
a) Biz bu kıraatin doğruluğunu kabul etmiyoruz.
Bunun delili şudur: Biz bu surenin başından sonuna kadar, biz ehl-i sünnetin
görüşünün doğruluğuna delâlet ettiğini beyan etmiştik. Binaenaleyh, şayet bu
âyet, onların görüşlerinin doğruluğuna delâlet edecek olsa, (o zaman bu
suredeki ayetler arasında) bir tenakuz bulunmuş olur ve Kur'an kelamullah
olmaktan çıkardı. Bu tenakuz, bizim bu şeddesiz okuyuşu kabul etmemizle
savuşturulduğuna göre, bunu yapmak, {yani şeddesiz kıraati be-nimsememek)
gerekir...
b) Biz bu kıraatin doğru olduğunu kabul etsek
bile, ancak "kâfirler, "kullarının bütün fiillerinde Allah'ın
iradesinin bulunmasından peygamberlerin nübüvvetinin sakıt olması ve onların
davetlerinin bâtıl olması gerekir" şeklindeki sözlerinde yalan söylüyorlar"
manasına hamlederiz. Bu manaya hamlettiğimiz zaman, Mutezile için, bu ayete
tutunma imkânı kalmaz. Bize, bu kuvvetli sorumluluktan sıyrılıp çıkmak için
yardım eden Allah'a hamdolsun. Şu rivayet de bizim bu görüşümüzü
destekler: İbn Abbas
(r.a), gözü kör olduktan sonra, "Kaderin olmadığını söyleyenler
hakkında ne dersin?* dendiğinde, o, "Eğer evde onlardan birisi varsa, evi
onun başına yıkarım. O kimse hiç, "Şüphesiz ki biz, herşeyi bir takdir ile
yarattık" (Kamer, 49) ve "Hakikat ölüleri biz diriltiriz
biz...(İnsanların) önden gönderdikleri şeyleri oe (bıraktıktan) eserleri biz
yazarız" (Yasin, 12) ayetlerini okumuyor mu?" dedi ve şöyle devam
etti: "Allah ilk defa kalemi yarattı, sonra ona "Kaderi yaz"
dedi ve o da Kıyamete kadar olacak herşeyi yazdı." Hz. Peygamber
(s.a.s) de, "Kaderi inkâr eden müslümanlar, bu
ümmetin mecusileridir"[46]
buyurmuştur.
[47]
Sibeveyh, zahir ismi,
fiildeki merfu muttasıl zamir üzerine atfetmenin, nahiv bakımından nahoş
olduğunu ve (Ben kalktım ve Zeyd)
denilemiyeceğini, çünkü ma'tufun aleyhin asıl, ma'tûfun ise onun
fer'i olduğunu ve zamirin zayıf, zahir ismin ise
kuvvetli olduğunu, kuvvetli olanı, zayıf olanın fer'i kılmanın caiz
olmayacağını iddia etmiştir.
Bunu iyice anladığında
biz deriz ki: "Eğer cümle müsbet (olumlu) ise, zamiri te'kîd etmek ve (Ben
ve Zeyd kalktık) demek gerekir. Eğer cümle
menfi
(olumsuz) ise, (Ne ben kalktım ne de Zeyd) dersin." Bunun böyle olduğu
sabit olunca deriz ki: "Cenâb-ı Allah,
"Eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk, ne de
babalarımız" buyurmuş ve
ifadesini (müşrik olmazdık)
ifadesindeki nâ (biz) zamiri üzerine atfetmiştir. Fakat araya lâ edatı girdiği
için, bu atıf güzel ve yerinde olmuştur, el-İsfehânî, "el-Câmî" adlı
eserinde şöyle demiştir: "Atıf güzel olsun ve kuvvetlinin zayıfa
atfedilmesi gibi bir mahzur ortadan kalksın diye, atıf harfinin, zamiri te'kid
eden kelimeden sonra getirilmesi vacibtir. Bu gaye ancak, dediğimizde
gerçekleşebilir. Böylece lâ edatı,[48] atıf
harfinden önce gelmiş olurdu. Ama burada atıf harfi, lâ kelimesinden önce
gelmiştir. Binaenaleyh o mahzur, burada da söz konusudur." Buna şöyle
cevap verilir: "Lâ" edatı, ayetteki âbâunâ (babalarımız) ifadesinin
başına gelince, bu, burada bir fiilin takdir edilmesini gerektirir. Çünkü nefyi,
babaların bizzat kendilerine irca etmek imkânsızdır. Aksine bu olumsuzluğu
onlara değil, onlardan sâdır olan bir fiile vermek gerekir. Onlardan
sudur eden fiil ise,
müşrik olmalarıdır. Binaenaleyh buna göre ayetin takdiri, "Ne biz müşrik
olurduk ve ne de babalarımız müşrik olurlardı" şeklinde olur. Takdirin
böyle olması halinde problem kalmaz.
[49]
Alimlerimiz,
"Herşey Allah'ın dilemesi iledir" şeklindeki
görüşlerine, "Eğer O dileseydi, hepinizi birden
mu- hakkak ki hidayete kavuştururdu" ayetini delil getirmişlerdir.
Arapçada lev kelimesi, başka birşey bulun-
madığı için, o şeyin
olmadığını ifade eder. Dolayısıyla
bu
âyet, Allah Teâlâ'nın hem onları hidayet etmeyi dilemediğine, hem de hidayet etmediğine
delâlet eder.
Bu meselenin aklî
delil ile izahı şöyledir: Kâfirin kâfir olabilme kudreti, eğer iman etmesine de
elverişli olan bir kudret değil ise, Allah Teâlâ onu iman etmeye kadir kılmamış
demektir. Eğer Allah onun iman etmesini dilemiş olsaydı, bu imanı, o kul buna
kadir olmadığı halde istemiş olurdu. Bu ise imkânsızdır. İmkânsızı dilemek de
imkânsızdır. Eğer o kâfirin kâfir olabilme kudreti, iman edebilmesine de
elverişli bir kudret ise, o zaman mümkin olan bu kudretin iki tarafından
birinin üstünlüğü, tercih ettirici bir sebebe bağlı olmuş olur. İşte bu noktada
biz eğer, "O sebebi yaratan Allah Teâlâ'dır" dersek, kulun kadir
olmasının yanısıra, bu tercih ettirici sebep de bulunmuş olur. Binaenaleyh
kulun kudreti ile sebebin toplamı, o fiilin yapılmasını gerektirir. Bu fiil
(yani iman tarafı) ondan sâdır olmadığına göre, buna dair sebebin bulunmadığını
da anlamış oluruz. Sebep bulunmayınca, o kişiden imanın sâdır olması imkânsız
olur. İmanın ondan sâdtr olması imkânsız olunca, Allah Teâlâ'nın o kâfirin
imanını dilemesi imkânsız olur. Çünkü Allah'ın imkânsız olanı dilemesi,
imkânsız ve muhaldir. Böylece Kur'ân'm zahirinin, Allah Teâlâ'nın, kâfirin
imanını dilememiş olduğuna delâlet ettiği sabit olur. izah ettiğimiz bu aklî
delil de buna delâlet etmektedir. O halde, Mutezile'nin görüşü her bakımdan
bâtıl olmuş olur.
Mu'tezile'nin,
"Bu âyet, Cenâb-ı Allah'ın, zoraki ve mecburî olarak iman ettirmeyi
dilemesi manasınadır" şeklindeki sözlerine gelince; buna karşı deriz ki:
Bu mana, ancak, ayeti zahirine hamletmenin imkansızlığı aklî delil ile sabit
olduğu zaman makbul olabilir. Ama gerçek olanın, ayetin- zahirinin delâlet
ettiği mana olduğuna dair aklî delil bulunduğu zaman, nasıl olur da bu anlayışa
gidilebilir? Hem sonra biz diyoruz ki: Sizin bu deliliniz birkaç yönden
bâtıldır:
a) Bu sözde mutlaka bir takdir yapmak gerekir.
Bunun için biz diyoruz ki: "Âyetin takdiri, "Eğer Allah hidayet
etmeyi dileseydi, size hidayet ederdi" şeklindedir. Siz ise, ayetin
takdirinin (manasının), "Eğer Allah zorla ve cebren hidayet etmeyi
dilemiş olsaydı, size hidayet ederdi" şeklinde olduğunu söylüyorsunuz.
Sizin yaptığınız takdir (yani ayetin manasına müdahaleniz) daha fazladır.
Binaenaleyh bizim verdiğimiz mana, sizinkinden üstün olmuş olur.
b) Allah
Teâlâ, kâfirin ihtiyarî olarak (kendi iradesiyle) iman etmesini istemektedir.
Halbuki zorla ve cebren olan iman, ihtiyarî imandan farklıdır. Bu takdire göre,
Allah Teâlâ'nın, irade ettiği (dilediği) şeyi elde edemediğini söylemek
gerekir. Çünkü O'nun dilediği, kulun ihtiyarî imanıdır ve O, sizin dediğinize
göre, bunu elde edememiştir. Buna göre, Allah Teâlâ'nın -hâşâ-âciz olduğunu
söylemek gerekir.
c) Bu söz, ihtiyarî olarak meydana gelen iman ile zorla ve cebren meydana gelen iman arasında bir farkın bulunmasına dayanır. İhtiyarî iman, ancak kesin bir dâî (sebeb) ve gerekli bir irade bulunduğu zaman olur. Çünkü fiilin dayandığı sebep, kendisine fiilin dayanması ya vacib olan, ya da vacib olmayan bir şekilde olur. Eğer bu vacib ise, zarurî bir sebep olmuş olur. Bu durumda da, bu sebep ile, mecbur bırakan o sebep arasında bir fark kalmaz. Eğer fiilin bu sebebe dayanması vacib değil ise, bu durumda fiilin bu sebepten çok sonra sâdır olması mümkün olur. O halde, bu fiili, bazan o sebepten sonra olarak bazan da sonra olmayarak düşünebiliriz. Dolayısiyle, bu iki vakti birbirinden ayırmak, mutlaka, ilave bir müreccihten dolayı olmalıdır. Halbuki bundan önce meydana gelen, tam sebebe dayanmamaktadır. Sadece biz, onun bu şekilde olduğunu farzettik. Binaenaleyh bu bir hulftür. Sonra bu ilave müreccih eklendiğinde, eğer fiilin meydana gelmesi vacib olursa, bununla zarurî olan arasında bir fark kalmaz. Eğer fiilin meydana gelmesi vacib olmazsa, o zaman bu zaid bir kayda (ilave bir müreccihe) muhtaç olur. Bu durumda da, teselsül meydana gelir ki bu imkânsızdır. Böylece de Mu'tezile'nin "ihtiyarî" diye ileri sürdükleri dâî (sebep) ile, zarurî olan dâî arasında, her ne kadar zahiren düşünülen bir fark olduğu sabit olsa da, iyice incelendiğinde, bunun da bir neticesi olmadığı sabit olmuş olur. [50]
"De ki:
"Haydi, "Muhakkak Allah bunu haram etti" diye şahidlik edecek
şahidlerinizi getirin." Eğer onlar (yalan yere) şahidlik ederlerse, sen
onlarla
beraber şahidlik etme. Âyetlerimizi yalan
sayanlann ue ahirete
inanmayanlann
keyiflerine uyma. (Nasıl uyarsın ki) onlar başkalannı
Rablerine denk tutmaktadırlar"
(En'âm, 150).
Bil ki Allah Teâlâ
kâfirlerin bütün hüccetlerini boşa çıkarınca, onların görüşlerine şahidlik
edecek hiçbir şahid bulunmadığını beyan etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[51]
Âyetteki, j£ (haydi)
kelimesi, birşeye çağırmayı ve davet etmeyi ifade eden bir kelimedir. Buna göre
bu, "Haydi, şahidlerinizi çağırın!" demektir. Bu kelimeyle ilgili şu
iki açıklama yapılmıştır:
a) Bunun müfredi, tesniyesi, cem'î, müzekkeri ve
müennesi aynıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "De ki: "Haydi şahidlerinizi
getirin" ve "Kardeşlerine "Haydi bize gelin"
diyenler..." (Ahzab, 18) buyurmuştur.
b)
Bu kelimenin tesniyesi; cem'i, müfred
müennesi, bunun tesniyesi ve cemî müennesi şeklindedir. Fasîh olan, birinci
görüştür.
[52]
Bu kelimenin aslının
ne olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Halil ve
Sîbeveyh, "Bunun aslı, hâ harflidir. Sonuna lümme kelimesi eklenmiştir.
Dolayısiyle bu kelime, {Yaklaş, toplan) manasınadır. Arapçada, "falancanın
grubu var" manasında, denilir. Daha sonra bu iki kelime,tek bir kelime
olmuştur. Bunun başına hâ harfini getirmemizin faydası, emrolunanın
merhametini celbetme ve onun emrolunduğu şeye yönelmesini
temin etme manası vardır. Fakat bu kelime çok
kullanıldığı için, dile kolay gelsin diye li daki elif, hazfedilmiştir. Nitekim
bu (sınamadım); (görmedim) ve (olmadın) demen gibidir" demişlerdir. Ferrâ
ise, bu kelimenin aslının, ve şeklinde olduğunu, Arapların hel ile istifham
(soru) manası, ümme ile de "kasdet, yönel" manası kastettiklerini ve
bunun takdirinin, şeklinde olduğunu; bu istifhamdan maksadın ise, o kimsenin
yönelmesini emretmek olduğunu ve sanki senin (kasdet, yönel!) demiş olduğunu
söylemiştir. Bu hususta yapılmış olan
başka
bir izah da şudur: Bunun aslının, Arapların yani "Sen yemek yemek istiyor
musun?" deyiminin olmasıdır. Daha sonraysa, bu ifade her şey hakkında
kullandır olmuştur. Nitekim, kelimesi hususî bir manaya mahsus iken, daha sonra
umumî bir manada kullanılır olmuştur.
[53]
Allah Teâlâ,
kâfirlerin haram kıldıkları şeyin haramlı-' gına dair şahidleri olmadığını ortaya kıymak için,
kâfirlerin şahidleri getirmesi işine dikkat çekmiştir. Buna göre helümme,
"şahidierinizi hazırlayın" manasındadır.
Daha sonra Allah Teâlâ
onların yalancı olduklarına dikkat çekmek için, "Eğer onlar şahidllk
ederlerse, sen onlarla beraber şahidlik
etme"
buyurmuş ve onlardan böyle bir şahidlik sâdır olursa, bunun, nevalarına uymalarından
dolayı meydana geldiğini açıklamıştır. Bundan dolayı peygamberine, onların
keyiflerine uymamasını emretmiştir. Ahirete imân etmediklerini, ba'si ve haşri
inkâr ettiklerini bildirerek, onları iyice kınamış ve Rablerine eş koştuklarını
belirterek, iyice tenkid etmiştir. Allah en iyi bilendir.
[54]
"De ki:
"Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını ben okuyayım: Ona hiçbir
şeyi ortak koşmayın ue anaya babaya iyitik edin. Fakirlik (endişesiyle)
çocuklannızı Öldürmeyin, sizi nzıklandıran da, onları
nzıklandıran da biziz.
Kötülüklerin açığına
da gizlisine de yaklaşmayın. Allah 'in muhterem kıldığı cana
haksız yere kıymayın.
İşte, aklınızı başınıza alasınız diye, Allah bunlan size
emretti" (En'âm, 151).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerin, "Allah bize şunu şunu haram etti..." şeklindeki
sözlerinin bozukluğunu beyan edince, bunun peşisıra, onlara haram kıldığı
şeylerin neler olduğunu açıkladı. Bunlar, işte bu âyet-i kerimede sayılan
şeylerdir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:
[55]
Keşşaf Sahibi
şöyle demiştir: (gel, haydi) husûs manada bir kelime iken, umûmî manada
kullanılir hale gelen kelimelerden olmuştur, Bunun astı, yukarıda bulunan
birisinin, aşağıda bulunan birisine, (yukarı gel) demesine dayanır. Daha sonra
bu kelime çok kullanılarak, herşey hakkında kullanılan umûmî bir kelime
olmuştur." Âyetteki, buyruğunun başındaki mâ, mahallen mansubtur. Bunu
neyin nasbettiği hususunda şu iki izah yapılmıştır:
1)
Bu, (Ben okuyayım) fiili İle nasbedilmiştir,
(Yani bu fiilin mefulüdür). Buna göre takdir şöyledir:
2)
Bu, harreme (haram kıldı) fiili ile
nasbediimiş olup, kelamın takdiri: şeklindedir.
[56]
İmdi eğer,
"Âyetteki, "O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik
edin..." kısmı, "Rabbinizin size neleri haram kıldığı..."
ifadesinde mücmel bırakılan hususu, adeta tafsil ve tefsir etmektedir. Bu
olamaz, çünkü şirki bırakmak ve ebeveyne iyilik etmek, haram değil,
vacibtır?" denilir ise, buna birkaç yönden cevap verilir:
a) Âyette
bahsedilen haram kılmadan murad, Allah Teâlâ'nın bu işlere belli bir harîm
(yasaklık) vermiş olmasıdır. Bu da o işi, mazbut ve belli bir şekilde açıklamak
suretiyle olur. Buna göre âyetteki, "Rabbinizin size nelere haram
ktldığtnı ben okuyayım" ifadesi, "Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine belli
bir yasak bölge çizmek suretiyle tam ve mükemmel bir şekilde açıkladığı şeyleri
size okuyayım" manasında olur. Âyetin bu manada olması halinde, soru
kendiliğinden kalkar.
b) Söz, ayetteki "Rabbinizin haram kıldığı
şeyleri okuyayım" kısmında tamamlanmıştır. Allah Teâlâ yeni bir söze
başlıyarak tıpkı (Aley-kümüs'selâm" (size selam) denildiği gibi,
"size düşen, O'na
hiçbirşeyi ortak
koşmamantzdır" buyurmuştur.
Yahut cümle, "Rabbinizin size
neleri haram kıldığını ben okuyayım" kısmında tamamlanmış, daha sonra
tekrar başlanarak, manasında..... "O'na
hiçbirşeyi ortak koşmayastnız diye..."denilmiştir. Buna göre
ayetin manası, "Siz, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayasınız diye,
Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım" şeklindedir.
c) Âyetteki ifadesindeki en edatı, ey (yani)
manasına gelen en-i
mütessire'dir. Buna
göre ayetin takdiri, "Rabbinizin size neleri haram kıldığını ben
okuyayım. Yani haram kılınan bu şey, O'na hiçbirşeyi ortak koşmamanızdır"
şeklinde olur. Buna göre eğer: "Âyetteki,
"Ve anaya babaya iyüik edin" ifadesi,
"O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayın" ifadesi üzerine atfedilmiştir. Binaenaleyh
"ve anaya-babaya iyilik edin" sözünün de, "Rabbinizin size
neleri haram kıldığını ben okuyayım" kısmını açıklıyor olması gerekir ve bundan
dolayı ana-babaya iyilik etmenin haram kılınan şeylerden olması icab eder, bu
ise bâtıldır?" denilir ise, buna karşı deriz ki: "Ana-babaya iyilik
etmeyi, iyi davranmayı Allah Teâlâ vacib ktlınca, onlara kötü davranmayı haram
kılmış olmaktadır.
[57]
Cenâb-ı Hak bu ayette,
beş şeyi vacib (farz) kılmıştır: Birincisi; "O'na hiçbirşeyi ortak
koşmayın" buyruğunun anlattığı
husustur. Bil ki Allah Teâlâ, müşriklerin fırkalarını (çeşitlerini) bu surede
en güzel şekilde açıklamıştır. Bu böyledir. Çünkü
müşriklerden bir kısmı, putları Allah'ın ortakları
kabul ediyorlar. Bu gruba, Hz. İbrahim (a.s)'den naklen, şu âyet ile işaret
edilmiştir: "Bir zaman İbrahim, babası Âzer'e, "Sen putları tanrı mı
ediniyorsun? Doğrusu ben, seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde
görüyorum" demişti" (En1âm, 74).
Müşriklerden ikinci
kısım yıldızlara tapanlardır ki, bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, İbrahim (a.s)'in "Ben böyle sönüp batanları
sevmem" (En'âm, 76) sözü ile görüşlerini
iptal ettiğini bildirdiği kimselerdir.
Müşriklerin üçüncü
taifesi de Cenâb-t Hakk'ın,"Cin/eri O (Allah'a) ortak yaptılar"
(En'âm, 100) diye bahsettiği kimselerdir. Bunlar, Yezdan ve Ehrimen'in iki ilah
olduğunu söyleyen (mecûsî)lerdir.
Dördüncü müşrik
taifesi ise, "Allah Teâlâ'nın oğulları ve kızları olduğunu" söyleyen
kimselerdir.
Cenâb-ı Allah, işte bu
müşrik taife ve fırkalarının inançlarının bozukluğuna dair pek çok deliller
getirmiştir. Allah, bu grupların görüşlerinin bozuk olduğunu delillerle
açıklayınca, burada da, "O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın"
buyurmuştur.
[58]
İkincisi, "Anaya
babaya iyilik edin" buyruğunun anlattığı
husustur. Cenâb-ı Hak, bu ayette ikinci olarak, bu mükellefiyeti
zikretmiştir. Çünkü insan üzerindeki nimet çeşitlerinin en büyüğü Allah'ın
nimetidir. Bunun peşinden ana-babanın verdiği nimetler gelir. Çünkü insanın var
olmasındaki hakiki müessir Allah Teâlâ'dır. Zahirde ise anne ve babadır. Hem
sonra ana-babanın insan üzerindeki nimeti de gerçekten büyüktür. Bu nimet
terbiye, şefkat, küçük iken insanı yok olmaktan ve helakten koruma ve benzeri
iyiliklerdir.
[59]
Üçüncüsü:
"Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de onları da
rızıklandıran biziz" buyruğunun anlattığı husustur. Buna göre Cenâb-ı
Allah, ana-baba haklarına riayetten sonra, çocukların haklarına riayeti vacib
kılmıştır. Âyetteki, "Fakirlikten çocuk-lannızı öldürmeyin" buyruğu,
"Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin" demektir. Cenâb-ı
Allah, buradaki "korku" kelimesini, "Evlatlarınızı fakirlik
korkusuyla öldürmeyin"(Isra. 31) ayetinde açıkça zikretmiştir. Bundan
maksad, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi yasaklamaktır. Çünkü
Arapların bir kısmı cahiliyye döneminde, fakirlik korkusuyla, bazıları da
kıskançlıktan dolayı olmak üzere kız çocuklarını diri diri toprağa
gömüyorlardı. Fakat fakirlik korkusu, daha umûmî olan bir sebep idi. Allah
Teâfâ bu sebebin yanlışlığını, "Sîzi de onları da nztklandıran biziz"
buyurarak beyan etmiştir. Çünkü babanın ve çocuğunun rızkının kefili Allah
Teâlâ olduğuna göre, aynı şekilde ana-babaya da doğan canın hayatta kalması
için gayret etmek ve onun rızkı hususunda Allah'a tevekkül etmeleri gerekir.
İşte çocuğun durumu hakkındaki söz böyledir.
Şemlr şöyle demiştir:
hem lazım, hem de müteaddi bir fiildir. Arapçada, insan fakir düştüğü zaman,
{Adam fakir düştü); "Artık o, fakirdir" denilir. Bu fiilin,
"lazım" olarak kullanılışıdır. Yine, bozup yok ettiği zaman,
"Zaman onun
yanında olan şeyi mahvetti" denilir. Buna göre, imlak kelimesi, fesad
anlamına gelir."
[60]
Dördüncüsü:
"Kötülüklerin açığına
da gizlisine de
yaklaşmayın..." buyruğunun anlattığı husustur. İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Cahiliyye Arapları, alenî olarak zina yapmaktan çekiniyorlar,
ama bunu gizlice yapıyorlardı. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ ister gizli,
ister açık olsun, hertürlü zinayı yasaklamıştır. Evlâ olan, bu nehyi, belli bir
çeşid günaha tahsis etmemektir. Bilakis bu nehiy (yasak), gizli-açık bütün
çirkin ve kötü işlerde (günahlarda) umûmî olarak söz konusudur. Çünkü lafız
umûmîdir. Bu nehyi gerektiren mana ki bu o fiilin çirkin olmasıdır, bu mana da
umûmîdir. Lafız ve mana umûmî olduğu halde, burada bir tahsise gitmek, delilin
hilafına yapılmış bir iştir.
Âyetteki,
"Açığına da gizlisine de..."tabirinde bir incelik vardır. O da şudur:
Bir kimse zahirde bir.günahtan kaçınıp, gizli hallerde ondan kaçınmadığı zaman,
bu, onun bu günahtan kaçınmasının Allah'a kulluk ve taattan dolayı olmayıp, insanların
kınamasından korktuğu için olduğuna delalet etmektedir. Bu davranış yanlıştır.
Çünkü insana, insanların kınaması Allah'ın ikabından daha tesirli oluyor ise,
böyle bir kimsenin küfre düşmesinden korkulur. Ama hem aşikâr, hem gizli, her türlü günahı terkeden kimsenin
durumu ise, onun bu günahları ancak Allah Teâlâ'nın emrine saygı, azabından
korku ve kulluğunu arzulama sebebiyle terket-tiğini gösterir.
[61]
Beşincisi: "Bir
hak İte olmadıkça,
Allah'ın muhterem
kıldığı cana haksız yere kıymayın" buyruğunun anlattığı husustur. Bil ki
bu da, günahlara dahildir. Ama Cenâb-i Allah, şu iki faydadan ötürü bunu
müstakil olarak zikretmiştir:
a) Bir şeyi
müstakil olarak zikretmek, onun önemine ve büyüklüğüne delâlet etmektedir. Nitekim, (Bakara, 98) ayetinde
de
böyledir.Meleklere Cibril ve Mikail de
Dahil Olduğu Halde, Önemlerine Dikkat Çekmek
b) Allah
Teâlâ, "cana kıyma"dan istisna yapmak istemiştir. Halbuki böyle bir
istisna, her gühahta yapılamaz. Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: Âyetteki
"Bir hak ile olmadıkça..." kaydı. "Muhterem kılınmış olan bir
canı, bazan ondan sâdır olan bir günah sebebi ile öldürmek bir hak ve yerinde
bir iş olur" manasındadır. Yine şu hadis-i şerif de, bu manaya uygundur:
"Şu üç şeyden birisi olmadıkça
müslüman
bir kimsenin kanı helal değildir: 1)
İmandan sonra kâfir olma, 2)
Evlendikten sonra zina yapma, 3)
Haksız yere bir kimseyi öldürme...[62]
Kur'ân-ı Kerim, bunlara ilave dördüncü bir sebebe işaret etmektedir. Bu da,
"Allah ve Resulüne harb açanların, yeryüzünde fesatçılığa koşanların
cezası, ancak öldürülmeleri, veya asılmalandır..."(Maide, 33) ayetidir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Asi olan bir insanın öldürülmesinin haramlığıdır.
Bunun helal oluşu ancak ayrı bir delil ile sabit olur. Sonra Cenâb-ı Hak, bu
beş kısmın (farzın) hallerini beyan edince, bunun peşinden kalbin bunları
kabul etmesini kolaylaştıran şu tabiri getirerek, "... İşte O (Allah),
bunları emretti" buyurmuştur. Bu ifadede bir re'fet ve incelik
bulunmaktadır. Bütün bunlar ise, mükellef bu hükümleri daha kolay kabul etsin
içindir. Sonra Hak
Teâlâ, bunun peşinden buyurmuştur. Yani, "Bu teklif ve emirlerin, dinî ve
dünyevî faydalarını düşünüp akledesiniz diye..." demektir.
[63]
"Yetimin malına,
o rüşdüne erinceye kadar, en güzel olan şekilden başka bir suretle yaklaşmayın.
Ölçüyü ve tartıyı adaletle, tastamam yapın. Biz bir kimseye gücünün yettiğinden
başkasını yüklemeyiz. Hakkında söz söylediğiniz kimse, akrabanız dahi olsa,
(doğru söyleyin), Allah'a verdiğiniz ahdi tutun. İyice düşünüp tutastnız diye,
Allah size bunları emretti" (En-âm, 152).
Bil ki Atlah Teâlâ,
bir önceki ayette beş çeşit mükellefiyet zikretmiştir. Bunlar, üzerlerinde
tefekkür ve içtihada gerek olmayan açık ve net şeylerdir. Allah Teâlâ daha
sonra, bu ayette bir diğer dört tane mükellefiyet zikretmiştir. Bunlar da, aklı
başında olan bir kimsenin, miktarını ve ölçüsünü bilebilmek için düşünmeye ve
icti-hadda bulunmaya ihtiyaç duyduğu kapalı hususlardır:
[64]
Birincisi: Bu ayette zikredilen mükellefiyetlerden
birisi, "Yetimin matına, o rüşdüne erinceye kadar, en
güzel olan şekilden
başka bir suretle yaklaşmayın" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki
Cenâb-ı Allah, Bakara suresinde, "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki:
"Onları yaradı oe iyi bir hale getirmek hayırlıdır" {Bakara, 220)
buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Bu malı arttırma, onunla kâr ve kazanç
temin etme ve onun kıymet ve değerini arttırmanın çeşitli yollarını gözetme
hususundaki sa'y-ü gayret göstermek müstesna, yetimin malına
yaklaşmayınız!..." Sonra, bu mala velayet ve bekçilik yapan kimse eğer
fakir ve muhtaç bir kimse ise, o maldan, (dinen belirlenen miktara göre)
alması; eğer zengin ise, bundan kaçınması, (almaması) daha münasip olur... Buna
göre "En güzel olan şekilden başka bir surette..." buyruğunun
manası, "Kim zengin ise kaçınsın; kim de fakir İse, örfe göre
yesin..." (Nisa, 6) ayetinin manası gibi olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğunun manası, "O kimse, rüşdüne erinceye kadar, onun malını
koruyunuz.. O, rüşdüne erdiğinde ise, ona malını veriniz..." şeklindedir.
Âyette geçen eşüdd
kelimesinin tefsirine gelince Leys şöyle demektedir: "Eşüdd kelimesi
kişinin, hikmet ve marifete ulaşmış olduğu (rüşd) zamanıdır." Ferrâ,
"eşüdd" kelimesinin müfredinin, kıyasen şedd olduğunu söylemiştir ki,
ben bu kelimenin müfredi olduğunu duymadım... Ebu'l-Heysem, eşüdd kelimesinin
müfredinin şidde olduğunu; nitekim en'um (nimetler, ihsanlar) kelimesinin
müfredinin de ni'me kelimesi olduğunu söylemiştr. sŞiddet", kuvvet ve
celâdet; "şedîd" ise, kuvvetli ve güçlü olan adam, demektir...
Alimler bu ayette
geçen "rüşde erme" işini, kendisinden bir rüşdün, (ehliyetin)
görülmesi şartıyla, "ihtilam olma" diye tefsir etmişlerdir. Ki biz bu
konuda, Nisa suresinin baş kısmında, iyiden iyiye açıklamada bulunmuştuk.
[65]
İkincisi: Hak
Teâlâ'nın, "Ölçüyü ue tartıyı adaletle, tastamam yapın..."
buyruğudur.
Bil ki her şey, tam
kemale erdiğinde vâfidir, yani tam ve mükemmeldir. Nitekim, "Tam bir dirhem"
ve "Tam bir ölçek" denilir. Yine, birisine
hakkını tastamam verdiğinde, denilir. Bir kimse, eksik
koymayıp
tam doğru ölçtüğünde de, "Ölçüyü tam
yaptı" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın
ve'l-mîzan
tabirine gelince; bu, "tartı terazi vb. ile tartmayı... ifade edip,
bi'l-kıst ifadesi ise "cimrilik yapmaksızın, noksanlaştırmadan,
adaletle..." demektir...
Şayet, "ölçüyü ve
tartıyı tastamam yapmak, adaletin bizzat kendisidir, o halde
bunu tekrarlamanın
faydası ve manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Allah, verene,
"Hak sahibine hakkını eksiksiz vermeyi"; alacaklıya da, "hakkını
alırken, fazlasını istemeksizin hakkını almasın*" emretmiştir.
Bil ki, insan bu işin
gerçek manada yerine getirilmesinin gerekli olduğunu; bunun ise adaleti temin
bakımından çok zor bir şey olduğunu düşünebileceğinden, Allah Teâlâ bu tür
zorluğu ortadan kaldıran şeyi böyle bir zannın peşinden getirerek,
"Biz bir kimseye, gücünün yettiğinden başkasını
yüklemeyiz.." buyurmuştur. Yani, ölçüyü ve
tartıyı tastamam ifa etmede vacib ve gerekli olan husus, işte onların yerine
getirilmelerinde mümkün olan bu miktardır. Ama, onları hakikî manada tahakkuk
ettirebilmek ise, bu vacib değildir demektir.
Kâdî şöyle demektedir:
Zorlaştırılan husus kulun kudreti dahilinde olduğu halde, Cenâb-ı Hak mükellefe
böyle bir kolaylaştırmada bulununca, O'nun, kâfir kulunun kudreti dahilinde
olmadığı halde, ona imant teklif etmesi nasıl düşünülebilir? {Hatta ehl-i
sünnet), "Allah, kâfirde küfrü yaratır; ondan onu irade eder; ona onu
hükmeder; onda, küfrü gerektiren kudreti ve sebebi yaratır; sonra da onu
küfürden nehyeder..." demektedir. Halbuki Allah Teâlâ, kuluna, gerçek
manada ölçü ve tartıyı tastamam yerine getirme olan bu kadar şiddet ve zorluğu
teklif etmeyi uygun bulmayınca, O'nun bu gibi zorluğu ve şiddeti (iman etme),
kuluna zorlaştırması nasıl tecviz edilebilir (düşünülebilir)?"
Bil ki biz, Kâdî'ye ve
onun hocalarına, bu gibi yerlerde, "ilim" ve "dâî" meselesiyle
karşı çıkıyoruz. Ve bu durumda da söz sona erer ve Mutezite'nin öne sürdüğü
görüşlerin de tadı tuzu, güzelliği kalmaz.
[66]
Üçüncüsü, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hakkında
söz söylediğiniz
vakit, akrabanız kimse dahi olsa (doğru söyleyin)" buyruğudur. Bil ki bu
da, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinde emanetini yerine getirilmesini vacib kıldığı,
gizli, açık olmayan şeylerdendir. Müfessirler bu kelimeyi sadece şehadeti,
emr-i marufu ve nehy-i münkeri yerine getirme manasına hamletmişterdir. Kâdî
ise
durumun böyle olmadığını, "aksine
buna, söz ile ilgili olan her şeyin dahil olduğunu ve dolayısıyla da buna,
kişinin, dine davet etme ve bu hususta, manaları birbirine yakın, alışılmış
mûtâd lafızlar ilave etmekten ve haşviyyattan, boş sözlerden uzak olarak delili
zikretmek suretiyle, delilleri izah etme hususundaki sözleri; fazla sıkıntı
verip ürkütmeksizin, gerekli olandan da noksanlaştırmaksızın tam adafet üzere
ve dengeli olarak yapılan emr-i maruf ve nehy-i münker; bir ilave ve
noksanlaştırmada bulunmaksızın, kişinin nakletmiş olduğu rivayetler ile ki,
insanların mesajlarını yerine ulaştırmak da bu cümledendir; çünkü bunu da,
herhangi bir ilavede ve noksanlaştırmada bulunmaksızın yerine ulaştırmak
vacibtir. Yine hakimin sözlü olarak vermiş olduğu hüküm de... buna
dahildir" demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, burada yakın ile uzak olanın eşit tutulmasının gerekli olduğunu; zira
bundan maksadın, Allah'ın rızasını talep etmek olduğunu ve dolayısıyla da
bunun, yakınlık veya uzaklığa göre değişmeyeceğini beyan buyurmuştur....
Dördüncüsü de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "ve Allah'a verdiğiniz
ahdi
tutun" buyruğudur. Bu da, gizli işler cümlesindendir. Çünkü kişi kendi
kendine yemin eder de, böylece onun yemini gizli olur. Haliyle, onun yeminini
bozduğu, ya da onu sürdürdüğü hususu da gizli kalır. Cenâb-ı Hak bu kısımları
anlatınca, te (Allah) size, İyice düşünüp tutastnız diye bunları emir ve
tavsiye etti"buyurmuştur.
Buna göre şayet,
"Hak Teâlâ'nın, önceki ayetin sonunu, "İşte O, aklınızı başınıza
alasınız diye, bunları emir ve tavsiye etti" (En'am. 15i) buyruğu ite ve
bu ayetin sonunu da, "İşte (Allah) size, İyice düşünüp tutasınız diye
bunları emir ve tavsiye etti" buyurarak bitirmiş olmasının sebebi
nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Önceki ayette zikredilen beş teklif, açık ve net olan hususlardır. Binaenaleyh, onları akledip anlamak gerekir. Bu ayette itidal ve denge üzere bulunabilsin diye, üzerinde mutlaka tefekkür edilmesi, içtihad ve gayret gösterilmesi gerekli olan kapalı (çok gizli) hususlardır. İşte bu sebepten dolayı da Cenab-ı Hak, "İyice düşünesinizdiye..." buyurmuştur. Hamza, Kisâî ve Âsım'ın ravisi Hafs, Kur'ân'ın her yerinde şeddesiz olarak tezekkerûn; diğer kıraat imamları ise, zaVın şeddesiyle tezzekkerûn şeklinde okumuşlardır ki, bu iki okuyuş şekli de aynı manadadır. [67]
İşte benim dosdoğru
yolum. O halde ona uyun... (Başka aykırı) yollara tâbi olmayın ki sizi O'nun
yolundan ayırmasın... İşte o, (kötülükten) sakınasınız diye Allah, size bunları
emretti" (En'âm, 153).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[68]
İbn Âmir,
elifin fethası, nun'un da sükûnuyla enne; Hamza ve Kisaî ise elifin
kesresi ve nûnun da şed-
desiyle inne diye
okumuşlardır. İbn Amir'in kıraatine
göre bu kelimenin aslı, ennehû şeklindedir. Buradaki
hüve zamiri, şa'n ve
söz, (kıssa) zamiridir. Buna göre enne edatı, hafifletilerek en şeklini alır.
Nitekim şairel-A'şâ da,
"Hind kılıçlan
gibi (bıçkın) delikanlılar içinde.... Onlar, bilirler ki yalınayak kalan da,
ayakkabı giyen de, işin sonunda yok olacaktır, demiştir ki, burada, manasınadır. Bu ifadeyi şeddeli ve kesre ile
inne şeklinde okumaya
gelince; bunun
takdiri, "Allah'ın haram kıldığını okuyayım ve yine; bunun, benim yolum
olduğunu okuyayım..." şeklindedir ki, buradaki etlü (okuyayım...) kelimesi
"Ben diyeyim, söyleyeyim; ekûlü manasındadır. Bu ifadenin, müste'nef bir
söz olarak meksûr okunduğu da ileri sürülmüştür.
Bunun, enne şeklinde
okunmasına gelince; Ferrâ, "Bu cümlenin başında enne ile başlayan kısım
etlü fiilinin mef'ulü olduğu için meftun okunur. İstersen, bu
cümlenin mahallini mecrûr da kabul edebilirsin. Buna
göre kelamın takdiri: şeklindedir" demiştir. Ebu Ali ise şöyle demektedir:
"Bu ayeti enne şeklinde meftun okuma da kaideye uygundur. Nitekim Sîbeveyh
bu ifadeyi, Hak Teâlâ'nın buyruğu ile
irtibatlandırmıştır. Buna göre bu ifadenin
takdiri,
"Bu benim, dosdoğru yolum olduğu için ona uyunuz!" şeklindedir. Bu,
Cenâb-t Hakk'ın, "Muhakkak,
bu
sizin ümmetiniz tek bir ümmettir" (Mü'minun, 52) ayeti gibidir.
Sîbeveyh, bu ayetin takdirinin,
şeklinde olduğunu ve Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hakikatte
mescidler Allah ın dır. Öyleyse Allah ile birlikte hiçbir şeye tapmağın"
{Cin, 18) ayetinin takdirinin ise, şeklinde olduğunu söylemiştir..."
[69]
İbn Âmir hariç, bütün kurra, kelimesinin, yâ
harfinin sukûnuyla okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. İbn Âmir ise, yâ
harfini fethahyarak
şeklinde okumuştur. İbn Kesir ve Ibn Amir bu kelimeyi
sîn ile; Hamza
sâd ile zâ harfleri
arası bir ses ile; diğer kıraat imamları ise, halis ve katıksız bir sâd
harfiyle okumuşlardır ki, hepsi de aynı anlamda olan kullanışlardır.
Keşşaf sahibi
şöyle demektedir: A'meş, bu kelimeyi şeklinde
okumuştur. Bu ifade Abdullah İbn Mes'ud'un mushafında "Bu sizin, Rabbinizin yoludur"
şeklinde; Ubeyy'in mushafında ise, "Bu, senin Rabbinin yoludur..."
şeklinde geçmektedir.
[70]
Cenâb-ı Hak, bundan
önceki iki ayette emir buyurduğu şeyleri ayrıntılı biçimde açıklayınca, bundan sonraki ifadeyi, hem önce geçen
hükümlerin, hem de şeriatın diğer hükümlerinin girmesini iktiza eden bir
mücmellikle zikrederek, "İşte benim dosdoğru
yolum" buyurmuştur. Böylece buna, Hz. Peygamber'in İslâm dini hakkında
yapmış olduğu her türlü açıklama dahil olur. Binaenaleyh bu kuvvetli bir usûl
ve sağlam, dosdoğru bir yoldur. O halde sizler, o kitabın mücmeline de
mufassalına da uyunuz; ondan yüz çevirmeyiniz.. Eğer yüz çevirirseniz,
sapıklıklara düşersiniz. İbn Mes'ud'un rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.s),
bir çizgi çizerek, "Bu, doğru olan yoldur" dedi. Sonra da, o çizginin
sağına ve soluna birtakım çizgiler çizerek, "Bu da, birtakım yoiiardır
ki, her yolun üzerinde o yola çağıran bir şeytan bulunmaktadır., " dedi.
Sonra da, işbu: "Şüphesiz ki bu benim, dosdoğru yolumdur" ayetini
okudu. İbn Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bunlar,
kendisinden önceki hiçbir kitabın neshedemediği muhkem ayetlerdir. Kim o
ayetlerle amel ederse, cennete; kim de, onlarla amel etmeyi bırakırsa,
cehenneme girer!"
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "İşte (kötülükten) sakmasınız diye, Allah size bunları emretti"
buyurmuştur.
[71]
Bu âyet, gerçeğin
(hakkın) tek olduğuna delalet eder.
Bundan,
"Her tek olan gerçektir" neticesi çıkmaz. Binaenaleyh gerçek tek
olunca, onun dışındaki her şey
bâtıl olur. Hakkın
dışında olan şeyler, pek çoktur. Binaenaleyh her çok olanın, bâtıl
olduğuna hükmetmek gerekir. Ancak yukarıdaki
kaziyyedeki (hükümdeki) düsturdan
hareketle,
her bâtılın çok olması neticesi çıkmaz.
[72]
"Ayrıca biz
Musa'ya (hükümleri) iyi tatbik edenlere karşı (nimetimizi) tamamlamak, her
şeyi iyice açıklamak ue bir hidayet, bir rahmet olmak üzere, o kitabı
(Tevrat'ı) verdik. Ta ki onlar, Rablerine kauusacaktanna iman
etsinler" (En'âm,
154).
Bil ki bu ayetteki
"Ayrıca biz verdik" ifadesi ile ilgili birkaç izah vardır:
1) Bunun manası şöyledir: "Yine haramları
ve diğer hükümleri saydıktan sonra, Musa'ya o kitabı verdiğimi size haber
veriyorum." Allah Teâlâ burada bu verme işinin sonra olduğunu göstermek
için değil, bir haberin öbüründen sonra olduğunu
göstermek için
"sonra11 kelimesini getirmiştir. Bunun bir benzeri de, "Andotsun sizi
yarattık, sonra size suret verdik. Sonra da meleklere, "Adem'e secde
edin" dedik" (A'raf, 11) ayetidir.
2) Önceki ayetlerde zikredilen dokuz
mükellefiyet, şeriatlar değişse bile değişmeyen, ilk teklif edilişinden
Kıyamete kadar devam etmeleri vacib olan hükümlerdir. Ama tevbenin meşru
kılındığı şeriatlara gelince bunlar,
işte bu dokuz mükellefiyetten sonra olmuşlardır. Buna göre ayetin takdiri,
"Allah Teâlâ o dokuz mükellefiyeti zikredince, "Ey Ademoğulları, işte
O Allah'ın size, önceden de şimdi de emrettiği şeyler bunlardır" demiş,
sonra da "Musa'ya kitabı verdik" buyurmuştur" şeklindedir.
3) Âyette
takdiri şöyle olan bir hazif vardır:
"Sonra de ki, ey
Muhammed, "Biz (Allah) Musa'ya... o kitabı verdik." Bunun takdiri de
şöyledir: "Sana vahyolunanı oku ve sonra da onlara, Musa'ya verdiğimiz
şeyin haberini bildir."
Cenâb-ı Hakk'ın,
"İyi tatbik edenlere karşı, tamamlamak için" buyruğu ite ilgili
olarak şu izahlar yapılmıştır:
1) Bunun
manası, "iyi tatbik edenlere, yani muhsin ve salih olan herkese karşı,
ikramımızı ve nimetimizi tamamlamak için..." şeklindedir. Bunun böyle
olduğunun delili, Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'un, bu ayeti "Muhsin olanlara..."
şeklinde okumuş olmasıdır.
2) Bundan murad, "Tebliği ve taatı güzel
yapan ve emrolduğu her şeyi hakkıyla yerine getiren kulumuza, nimetimizi ve
ikramımızı tamamlamak için” manasıdır.
3) Bu,
"Musa'nın ilim ve şeriatı bildirmek suretiyle iyifik yaptığı kimselere,
nimetimizi tamamlamak için..." manasındadır. Binaenaleyh ayetteki
"ahsene" (iyi yaptı) ifadesi, birisi ilmini tamamlamak için, ilmine
yeni bilgiler kattığı ve bilgisini geliştirdiği zaman, onun için kullanılan '.
{O şeyi güzel yaptı) deyimindedir.
Bu ifadeyi Yahya b.
Ya'mer, şeklinde, yani, takdirinde (O en iyi olan kimseye) manasında okumuştur.
Bu kıraate göre mübteda olan hüve hazf edilmiştir. Bu (Bakara, 26) ayetindeki
kelimeyi, şeklinde ref ile
okuyanın kıraati
gibidir. Buna göre ayetin takdiri: "Dini bakımdan en iyi, en beğenilir
kimseye karşı, tamamlamak için..." şeklinde olur. Yahut da bundan murad,
"Musa'ya kitabı tam olarak, yani, kitapların, olması gereken en güzel bir
şekilde tam ve mükemmel olarak verdik" manasıdır. Bu Tevrat'ı O'na
(Musa'ya) en güzel bir şekilde verdik" demektir ki, Kelbî'nin şu sözü de
bu manayadır: "Cenâb-ı Hak, O'na Tevrat'ı en güzel bir kitab olarak
verdi." Daha sonra Cenâb-ı Aliah, Tevrat'ta bulunan dinî nimetleri beyan
buyurmuştur. Bu da ayetteki, .
"ve her şeyi
iyice açıklamayı ona verdik" ifadesinin anlattığı husustur. Bu ifade ile,
dinî hükümler kastedilmiştir. Dolayısiyle buna, nesholunanlar hariç, bizim peygamberimizin
nübüvvetinin, dininin, şeriatının ve diğer delilleri ile hükümlerinin
Tevrat'ta açıklanması da girer. İşte bundan dolayı
Allah Teâlâ. "Bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere..."buyurmuştur.
"Hidayet", bilinen birşey olup, delâlet (yol gösterme) manasınadır.
Rahmet ise nimet manasınadır. Allah Teâlâ.
"Tâ
ki onlar Rablerine kavuşacaklarına iman etsinler" yani, "Onlar
Rablerine kavuşacaklarına iman etsinler diye, bunu verdik" buyurmuştur.
Bu kavuşmadan murad
ise, Allah Teâlâ'nın onlara vaadettiği sevab veya ikâba kavuşmalarıdır.
[73]
"İşte bu (Kur'ân)
da indirdiğimiz kuttu bir kitaptır. Artık buna tâbi olun ve (kötülükten)
kaçının. Ta ki rahmete nail olasınız. (O kitabı indirmemiz), "Bizden evvel
kitap yalnız iki taifeye indirildi, biz ise onları okuduklarından
habersizdik" dememeniz için, yahud "Bize de kitab indirilseydi
muhakkak
onlardan daha doğru yolda olurduk"
dememeniz içindir, İşte size de
Rabbinizden
apaçık bir delil, bir hidayet, bir rahmet gelmiştir. Artık Allah 'in
ayetlerini yalan
sayandan, oniardan yüz çevirenden daha zalim kimdir? Biz
ayetlerimizden yüz çevirenleri bu sebeple, yaman
birazab ile
cezalandıracağız..."
(En'âm, 155-157).
Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın
bu âyette geçen "Kitab" kelimesinden maksadının, Kur'ân olduğu
hususunda şüphe yoktur. Bunu, "kutlu" (mübarek) diye vasfetmenin
faydası ise, diğer iki kitab (Tevrat ve İncil) gibi kendisinden sonra gelecek
bir kitap, neshe maruz bir kitap olmadığını ifade etmek içindir. Yahut da
bununla, o kitabın hayrının ve faydasının çok olduğu murad edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Artık buna tâbi otun" buyurmuştur ki, bunun ne demek olduğu
açıktır.
Sonra "ve
(kötülükten) kaçının. Ta ki rahmete nail olasınız"buyurmuştur. Yani,
"Merhamet olunmanız için..." demektir.
Bu ifade hakkında şu
üç açıklama yapılmıştır:
a)
"İlahi rahmeti umabilmeniz için, kitaba muhalefet etmekten
sakınınız."
b) "Merhamet olunmanız için
sakınınız"; yani, "Takvanızdan maksad, Allah'ın rahmeti olsun."
c) Takvanıza
bir mükâfaat olarak merhamet olunmanız için, kaçının..."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(O
kitabı indirmemiz), "Bizden evoei
kitabyalnız iki taifeye indirildi..." dememeniz içindir" buyurmuştur.
Birinci bahis: Bu
hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Kisaî ve Ferrâ, ayetin takdirinin,
"Onu, ... dememeniz için indirdik" şeklinde olduğunu, daha sonra da,
hem harfi cenin, hem de olumsuzluk edatının hazfedildiğini ve bunun "Allah
size
şaşırmayastnız diye,
açıklıyor" (Nisa, 176) ayetiyle, yine 'sizi sarsmasın diye yere kazıklar
(gibi olan dağlan) çaktı..." (Lokman, 10) ayeti gibi olduğunu
söylemişlerdir.
b) Basralıların görüşü olup, buna göre ayetin
manası ve takdiri,
"Biz onu, ...
demeniz hoş görülmediği için indirdik" şeklindedir. Basralılar, lâ
edatının takdir edilmesini uygun görmezler. Zira onlara göre, "Sana ikram
etmemem için..." manasında olmak üzere, denilmesi caiz değildir. Biz bu
meselenin aslını Nisa sûresinin sonunda (Âyet, 176) anlatmıştık.
c) Ferrâ,
"en" edatının, kendinden önceki "kaçının" emrine
taalluk etmesini ve mananın, "Kitab ancak, bizden evvel yalnız iki taifeye
indirilmiştir" demekten kaçının" şeklinde olmasının caiz olduğunu
söylemiştir.
İkinci bahis:
"Dememeniz içindir..." buyruğu, Mekkelilere hitabtır. Buna göre mana,
"(Biz o kitabı), Mekkeliler, kitab (yani, Tevrat ve İncil), yalnız bizden
önceki iki taifeye, (yani yahudi ve hristiyanlara) indirildi demeleri hoş
görülmediği için indirdik" şeklinde olur.
"biz ise, onların
okuduklarından habersizdik ..." buyruğunun başındaki in, inne'ntn
hafifletilmiş şeklidir. kelimesinin başındaki lam muhaffefe ile nâfiyeyt
birbirinden ayıran lamdır. İfadenin aslı ise, dır. Bu ifadelerden murad ise,
Mekkelilerin, Kıyamet gününde, "Tevrat ve İncil, bizden önceki iki taifeye
indirilmiştir. Biz onlarda ne var ne yok bilmiyorduk"dememeleri için, Hz.
Muhammed'e Kur'ân'ı indirmek suretiyle onların aleyhine delil getirmektir.
Böylece Cenâb-ı Hak, onlara Kur'ân'ı indirmek suretiyle, onların (bu husustaki)
mazeretlerini ortadan kaldırmıştır. "Biz ise, onların okuduklanndan
katiyyen habersizdik" buyruğu, "Biz onun (onların) ne olduğunu
bilmiyorduk; zira, onların kitapları bizim dilimizde değildi..."
manasındadır.
HakTeâlâ'nın “Yahut, "Bize
de kitab indirilseydi muhakkak onlardan daha doğru yolda olurduk"
dememeniz içindir" buyruğu, "Sizler, {yani Mekkeliler), böyle
söyleyip de bu şekilde istidlalde bulunmamanız için..." manasında olmak
üzere, bundan önceki cümleyi tefsir eder, açıklar...
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların bu şekilde getirecekleri hücceti geçersiz kıldığını beyan etmek
üzere: “İşte size de Rabbinizden
apaçık
bir delil gelmiştir" buyurmuştur. Burada bahsedilen "beyyine",
Kur'ân ile Hz. Peygamber'in getirdiği şeyler, açıklamalardır.
Daha sonra "bir
hidayet, bir rahmet..."Duyurulmuştur.
Buna göre şayet,
"Beyyine" ve "hüdâ" kelimeleri aynı manalardadır. O halde
bunları tekrarlamanın hikmeti ve faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Kur'ân-ı Kerim, naklen
bilinen hususlarda bir beyyine; naklen ve aklen bilinen hususlarda ise, bir
hidayettir. Bu iki kelimenin fayda ve manaları farklı farklı olunca, böyle bir
atıf yerinde ve güzel olmuştur. Biz "Rahmefin manasının, "dinî
bakımdan bir nimet" olduğunu daha önce beyan etmiştik.
Daha sonraki "Artık Allah 'in ayetlerini
yalan sayandan, onlardan yüz çevirenden daha zalim
kimdir?" buyruğundan maksad, Allah'ın ayetlerini yalanlayanla, o
ayetlerden yüz çeviren, insanları ondan uzaklaştıran kimsenin küfrünün çok
büyük olduğunu bildirmektir. Çünkü birincisi sapıklık ve dalâl, ikincisi ise,
Hak'tan men etmek ve saptırmaktır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,
"Biz ayetlerimizden yüz çevirenleri
bu sebepte, yaman bir azab ile cezalandıracağız... " buyurmuştur. Bu
tıpkı, "kâfir olup da, Allah'ın yolundan men edenler (yok mu?) Biz onlann
(çektikleri) azabın üstünde, (dünyada) çıkaragel-dikleri fesadlara mukabil),
bir azab daha katıp arttırdık"(Nahi, 88) ayeti gibidir.
[74]
"Onlar (inanmak
için) kendilerine ille (azab yapacak) meleklerin gelmesini, yahut (bizzat)
Rabbinin gelmesini ueya Rabbinin ayetlerinden birinin gelmesini mi bekliyorlar?
Rabbinin ayetlerinden biri geldiği gün, daha evvelden iman etmiş veya imanında
bir hayır kazanmış olmayan hiç bir kimseye (o günkü) imanı asla faide vermez...
De ki: "Bekleyin! Biz de bekliyoruz!"
(En'âm, 158).
Hamza ve Kfsaî, hem
burada, hem de Nahl suresinde ye'tiyehum; diğer kıraat imamları ise tâ harfiyle
te'tiyehüm şeklinde okumuşlardır.
Bil ki Cenâb-ı Hak,
mazeretleri bertaraf etmek ve her türlü bahane ve mazereti ortadan kaldırmak
için kitab indirdiğini; onların kesinlikle de iman etmeyeceklerini beyan edip,
onlartn imana girmelerinden ümitsiz olmayı gerektiren birtakım halleri
de açıklayınca, "Onlar kendilerine ille (azab
yapacak) meleklerin gelmesini... mi bekliyorlar?" buyurmuştur.
Bu ayetin bir benzeri
ayet de, Bakara suresindeki (Bakara,
210) ayetidir. Buna göre kelimesinin
manası,
"bekliyorlar..." demektir. Bu ayetin
başındaki hel istifham edatının manası
da olumsuzluktur. Buna
göre ayetin takdirî manası, "Onlar, sana ancak şu üç şeyden birisi
geldiği zaman iman ederler.
a)
Meleklerin gelişi;
b) Rabbi Zü'l-Celâl'in gelişi;
c) Yahud da, Rab tarafından kesin ve kahir
ayetlerin gelmesidir.
İmdi şayet,"
"Yahut (bizzat) Rabbinin gelmesini..."ifadesi, O'nun
gelip gidebildiğine delalet etmez mi?" denilirse
biz deriz ki: Buna şu bakımlardan cevap verilebilir:
a) Bu, kâfir
durumunda olan o insanlardan yapılmış bir nakildir. Kâfirin inancı ise bir
delil olamaz.
b) Bu mecazî
bir ifadedir. Bunun bir benzeri de, "Allah onların binalarına geldi
(yıktı)" (Nahi, 26) ve "Allah'a eza edenler..." (Ahzâb, 57)
ayetleridir.
c) Allah
Teâlâ'ntn gelip gtimesine dair kati deliller getirmek imkansızdır. Bu
görüşlerin doğruya en yakın olanı, Hz. İbrahim (a.s)'in yıldızlara tapanları reddederken
söylemiş olduğu, "Ben böyle sönüp batanları (tanrı diye) seumem"
(En'âm, 76) şeklindeki ifadedir.
İmdi. eğer,
"Âyetteki, buyruğunun, O'nun kudretinin eserlerinden herhangi bir eseri
Allah hakkında kabul etme manasında olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu
takdirde bu "veya Rabbinin
âyetlerinden birinin gelmesini..." ayetinin
aynısı olmuş olur. Binaenaleyh o ilahî buyruktan maksad, "Rabbin
gelmesi" manası olduğunu söylemek gerekir" denilir ise, biz deriz ki:
Bu konuda güvenilir cevap şudur: "Bu, kâfirlerin görüşünü nakletmektir.
Bundan dolayı, bir hüccet olmaz. Yine bu ifadeden muradın, "Rabbinin bir
azab getirmesi" veya "Rabbinin ayetlerinden bazılarının gelmesi, yani
kesin ve kahir mu'cizelerin gelmesi" manası olduğu da söylenmiştir.
[75]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Rabbinin ayetlerinden biri
geldiği gün, daha evvelden iman etmemiş veya İmanında bir hayır kazanmış
olmayan hiç bir kimseye (o günkü) imanı asla faide vermez" buyurmuştur.
Alimler bahsedilen ayetlerden muradın "Kıyamet alametleri" olduğu
hususunda icma etmişlerdir. El-Berâ b. Âzfb (r.a)'den rivayet edildiğine göre o
şöyle demiştir: "Biz Kıyamet meselesi üzerinde konuşuyorduk. Derken
yanımıza birden Allah'ın Resulü (s.a.s) geldi ve dedi ki: "Neyi müzakere
ediyorsunuz?" "Kıyameti müzakere ediyoruz" dedik. Bunun üzerine
o şöyle dedi:
"Kıyamet, siz
önce şu on şeyi
görmedikçe kopmayacaktır:
1) Duhan
(duman),
2) Dâbbetü'l-arz,
3) Doğuda
bir yerin batması,
4) Batıda
bir yerin batması,
5) Arabistan
yarımadasında bir yerin batması,
6) DeccalÇın
çıkması),
7) Güneşin,
battığı yerden doğması,
8) Ye'cüc ve Me'cüc'ün (çıkması),
9) Isa
(a.s)'mn yeryüzüne inmesi ve
10) Aden'den
bir ateşin çıkması..." Âyetteki, "Daha evvelden iman et-memiş"
ifadesi, "Hiçbir kimse" ifadesinin
birinci sıfatı; "veya imanında bir hayır kazanmamış
olan..." ifadesi de onun ikinci
sıfatı olup, birinci sıfata atfedil mistir. Buna göre ifadenin manası şöyle
olur: "Kıyametin alâmetleri ortaya çıktığı zaman, teklif ortadan kalkar.
Bundan önce iman etmemiş olan ve imanı hususunda bir hayır işlememiş olan bir
kimseye artık bundan sonraki imanı fayda vermez."
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Deki: "Bekleyin! biz de bekliyoruz!" buyurmuştur ki bu,
bir va'îd ve tehdid ifadesidir.
[76]
"Dinlerini parça
parça edip fırka (olanlar yok mu?) Sen hiçbir şekilde onlardan değilsin.
Onların işi, ancak Allah'a kalmıştır. Sonra O, yapmakta oldukları şeyleri
onlara haber verecektir" (En'âm, 159).
Hamza ve Kisâî,
ferrekû fiilini, elifti olarak fârekû (terkettiler) şeklinde; diğer
kıraat imamları ise, ferrekû şeklinde okumuşlardır. Aslında iki kıraatin manası
da birdir, Çünkü, "bir kısmını kabul etti, bir kısmını inkâr etti"
manasında olmak üzere, "dinini parça parça etmiş" olan kimse,
aslında onu terketmiş demektir. Âyet hakkında birkaç görüş bulunmaktadır:
[77]
Birinci görüş:
Burada bahsedilen dinler İslâm'ın dışındaki inançlar ve dinlerdir.
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bu
ayetle müşrikleri kastetmiştir. Çünkü onların bir kısmı meleklere tapmakta ve
meleklerin Allah'ın ktzları olduğunu iddia etmekteydiler. Bir kısmı ise
putlara tapmakta ve "işte bunlar, Allah yanında bizim
şefaatçilerimiz" demekteydiler. Âyetteki "Dinlerini parça parça
edenler oe ayrı ayrı fırkalar meydana getirenler"
ifadesinin manası, "sapıklıkta fırka fırka, grup grup olanlar..."
şeklindedir."
Mücahid ve Katâde ise
şöyle demişlerdir: "Bu ayette bahsoiunanfar yahudi ve hıristiyanlardır.
Çünkü Hıristiyanlar birçok fırkaya ayrılmışlar ve birbirlerini tekfir
etmişlerdir. Keza yahudiler de böyledir. Onlar aynı kitabın bağlılarıdır. Aynt
zamanda yahudiler hristiyanları da tekfir etmişlerdir.
[78]
İkinci görüş: Bu
ifadeden murad, "Kitabın bir kısmını alıp inandılar, bir kısmını
terkettiler" manasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Yoksa siz kitabın bir
kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz" (Bakara, 85)
ve "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olanlar, bir de Allah
ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler, "Kimine inanırız, kimini
inkâr ederiz" diyen kimseler (yok mu?)..." (Nisa, 150) buyurmuştur.
Üçüncü görüş: Mücâhid
şöyle demiştir: "Dinlerini parça parça yapanlar, Muhammed ümmetindendir.
Bunlar bidâtcılar ve şüphe ehli kimselerdir." Bil ki bu ayetten murad,
müslümanlann sözünün özünün bir olmasına ve din hususunda fırkalara aynimayarak
bid'atlar çıkarmamalarına bir teşviktir.
Âyetteki "Sen
hiçbir şekilde onlardan değilsin" ifadesi hakkında iki görüş vardır:
1) Bunun manası, "Sen onlardan, onlar da
senden uzaktırlar" şeklindedir. Bunun izahı şöyledir: Sen onların
sözlerinden ve görüşlerinden uzaksın. Bu bâtıl ve yanlış görüşlerinden dolayı
gereken ceza, sadece onlara hasredilmiş olup, onlardan başkasında carî
olamaz...
2) "Sen onlarda, (şu anda) hiçbir biçimde
savaş halinde değilsin..." demektir. Süddî şöyle demiştir: "Alimler,
"Hz. Peygamber, onlarla savaşmakla (henüz) em-redilmemişti... Onlarla
savaşmakla emredilince, bu neshedildi..." demişlerdir..." Bu izah,
son derece uzak ihtimaldir. Çünkü mana, "O vakit, sen onlarla, hiçbir
şekilde savaş durumunda değildin" şeklindedir. Binaenaleyh, başka bir
vakitte savaş ile ilgili emrin varid olması, neshi icab ettirmez...
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, “Onların işi, ancak Allah'a
kalmıştır" buyurmuştur. Yani, "onlara zaman
tanımak, mühlet vermek ve onların kökünü kazıyıp helak etmek gibi konularda,
onların işleri ancak Allah'a aittir" demektir.
Daha sonra, “Sonra O, yapmakta oldukları şeyleri onlara haber verecektir" buyurmuştur. Bu ifade ile de, ilahî tehdit ve vaîd kastedilmiştir. [79]
"Kim bir iyilik
yaparsa, ona bunun on katı verilir. Kim de bir kötülük yaparsa, o sadece
misliyle cezalandırılır. Onlar asla haksızlığa uğratılmazlar" (En'âm,
160).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[80]
Bazı alimler, bu
ayette geçen "hasene"nin, "Lâ ilahe
illallah!" sözü olduğunu; "seyyie"nin
ise, şirk manasına geldiğini söylemişlerdir ki, bu uzak bir ihtimaldir.
Dolayısiyle bu ifadenin, ya lafza tutunarak veyahut
da bunun kendisine uygun bir vasfa göre getirilmiş bir
hüküm olup, hükmün bu vasıfla muallel olmasını
gerektirdiğinden bunun umûmî manaya hamlediimesi gerekir. Binaenaleyh illet
umûmî olduğu için, hükmün de umûmî olması gerekir.
[81]
Vahidî (r.h) şöyle demiştir: buyruğundaki aşr
kelimesinin sonundaki, durulduğunda (ha)
olabilen tâ harfi hazfedilmiştir. Halbuki emsal kelimesi (misil) kelimesinin
çoğuludur; "misil" ise, müzekkerdir. Çünkü bu ifade ile, "Onun
misli olan on iyilik hasene, sevab" manası kastedilmiştir. Daha sonraysa,
hasenat kelimesi hazfedilmiş, onun sıfatı olan emsaliha kelimesi, hasenat
kelimesinin yerine geçmiştir. Arapça'da, mevsûflar çoğu kez
hazfedilirler..."
Bu görüşü, ayetin bu
ifadesini, ref ve tenvîn ile şeklindeki okuyanların kıraati de
desteklemektedir.
[82]
Biz ehl-i sünnete
göre, "sevab" (mükâfaat), gerçekte
Allah'ın bir lütfudur. Böyle olması halinde, ayette herhangi bir
problem söz konusu
değildir. Ama,
Mu'tezile'ye gelince; onlar, "Sevab (mükâfaat),
hak edilen menfaat; lütuf ise, hak edilmeyen menfaattir..." diyerek,
mükâfaat ile lütfü birbirinden ayırmışlardır. Sonra onlar, kendi mezheblerinin
tafsilatında ihtilaf ederek, bazıları "ayette geçen on mislinin
verilmesinin, ilâhî bir lütuf; sevab (mükâfaat)ın ise, bundan başka bir şey olduğunu"
söylemiştir ki, bu Cübbaî'nin görüşüdür. O, şöyle demiştir: "Şayet bu
"birr", sevab (mükâfaat) (geriye kalan) "dokuz" da bir
lütuf olsaydı, o zaman, sevabın lütuftan aşağı ve az olması gerekirdi. Halbuki
bu caiz değildir. Zira lütufta bulunmanın aded ve kıymet bakımından sevaba
denk olması caiz olsaydı, o zaman kesinlikle yükümlü tutmanın bir manası
kalmazdı; böylece de teklif abes ve çirkin bir şey olmuş olurdu. Bu bâtıl
olunca, biz mükâtaatın. miktar, değer, şeref bakımından, lütuftan daha üstün
olması gerektiğini anlamış oluruz..."
Diğerleri de şöyle
demiştir: "Bu "on"[83] dan
birinin sevab, geriye kalan dokuz kısmın lütuf olması; ve fakat bu
"birr"in, geriye kalan dokuzdan durum ve kıymet bakımından daha
üstün, daha yüce ve daha büyük olması da uzak bir ihtimal değildir."
[84]
Bazıları, "Bunu
"on" sayısıyla takdir etmekten murad, bu sayıyı sınırlamak değildir.
Aksine bununla, mutlak
manada kat kat vermek
manası kastedilmiştir. Bu, bir
kimsenin, "Bana
bir iyilikte bulunursan, ben seni onun "on" katıyla
mükâfatatlandırırım.,." demesi gibidir" demişlerdir. Yine, tehdit
ifadelerinde de, "Bana "bir" söylersen, sana "on"
söylerim!..." denilir; halbuki bu sözlerle bir sınırlama ve tahdit
kastedilmez. İşte burada da böyledir. Bunu "tahdit etmek" manasına
almanın mümkin olmadğına dair delil, Cenâb-ı Hakk'ın, "Mallarını Allah yolunda
harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz "dane"
bulunan birtek tohumun hali gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat
verir..." (Bakara, 26i) âyetidir.
[85]
Daha sonra Cenâb-ı
hak, "Kim de bir
kötülük yaparsa o, bu
miktardan başkasıyla cezalandırılmaz" buyurmuştur. Yani o, kötülüğe denk
ve onun tam mukabili olan cezalarla cezalandırılır" demektir.
Ebu Zerr,
Hz. Peygamber(s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İyilik(in karşılığı) on
misli veya daha fazladır; kötülük(ün karşılığı) ise, birdir ya da afvolunmadır.
O halde, birleri onlarına galip gelen kimselere yazıklar olsun..."[86]
Yine Hz. Peygamoer
(s.a.s),
"Allah
şöyle buyurur: "Kulum bir iyiliğe niyet eder de onu yapamazsa, ona bir
iyilik yazın!... Eğer
onu yaparsa, (mükâfaatı) onun "on" mislidir. Kulum eğer bir kötülüğe
niyet eder de (onu yapmazsa), onu yazmayın; ama, onu yaparsa, onun (cezası),
tek bir seyyiedir...)[87]
buyurmuştur.
Ayetteki "Onlar
haksızlığa uğratıln,azlar" ifadesi, "Onların tâatlannın sevabı
eksiltilmez; günahlarının ikâbı da arttırılmaz..." manasındadır...
Âyetle ilgili birkaç
sual bulunmaktadır:
[88]
Birinci sual: Bir
saatlik inkâr, nasıl ebedî ve son derece şiddetli bir ikabı gerektirir?
Cevap: Kâfir, eğer
ebedî olarak yaşasa, ebedî olarak bu inanç üzere katma azmindedir. Binaenaleyh
bu azim ebedî olduğuna göre, bu, günahkâr müslümamn aksine, ebedî bir ikâb ile
cezalandırılır. Çünkü günahkâr müslüman, her zaman, kendisini bu günahtan
kurtarma azmindedir; bundan dolayı da, muhakkak ki onun azabı ebedî değil,
sınırlı olur.
[89]
İkinci sual: Tek bir
köleyi azad etmek Zıhar keffâretinde olduğu gibi, bazan altmış günlük oruca,
bazan da birkaç günlük oruca bedel sayılmıştır. Bu da bir eşitliğin nazar-ı
dikkate alınmadığına delalet eder?
Cevap: Eşitlik ancak, şeriatın hüküm koyması ile
olur.
Üçüncü sual: Bir kimse
bir insanın başını, kafatası kemiği görünecek şekilde iki yerden yaralasa, buna
karşı iki "erş"{ceza) gerekir. Ama yaralarken bu iki yerin arasında
yaralanmamış bir yer bırakmasa, ona tek bir ceza gerekir. Halbuki bu durumda
suçun nisbeti artmış, ceza ise azalmıştır. Binaenaleyh bunda da bir eşitlik
nazar-ı dikkate alınmamıştır.
Cevap: Bu şeriatın te'abbudî ve tahakküm? meselelerindendir.[90]
Dördüncü sual: İnsanın
her uzvunun ekseri kısmının işe yaramaz hale getirilmesine karşılık, tam bir
diyet ceza ödemek gerekir. Eğer birisi sonra onu öldürüp, bütün uzuvlarını
böylece işe yaramaz hale getirdiği zaman da, yine tek bir diyet gerekir. Bu
da, bir eşitliğin gözetildiğini söylemeyi imkânsız kılar.
Cevap: Bu da, şeriatın tahakküm? meselelerindendir
Allah en iyi bilendir.
[91]
"De ki: Şüphe yok
ki Rabbim beni doğru yola, dimdik ayakta duran dine, Allah'ı tek tanıyan
İbrahim'in dinine iletmiştir.O (İbrahim), (hiçbirzaman) müşriklerden biri
olmamıştır" (En'âm, 161).
Bil ki Allah Teâlâ,
peygamberine tevhidin ve Allah'ın eşi, benzeri, ortağı olduğunu söyleyenlere
karşı reddin çeşitli delillerini öğretip, tevhidi anlatıp, Allah'ın eşi,
benzeri, ortağı olduğunu söyleyenleri reddedince ve tevhidi kabul edip de kaza
ile kadere inanmayanlara karşı delilleri iyice izah ederek, bâtıt inançları
hususunda cahiliyye insanlarına reddiyede bulununca, o peygamberine (a.s),
sözünü, "Ben, Rabbimin dosdoğru bîr yola ilettiği kimseyim" diyerek
noktalamasını emretmiştir. İşte bu ifade, hidayetin ancak Allah sayesinde
olduğuna delalet eder.
Âyette geçen
"Din" kelimesi şu iki sebepten ötürü mansub kılınmıştır:
a) Âyetteki "sırat" kelimesinin
mahallinden bedel olduğu için. Çünkü bu ifade, "O (Allah) beni, Sırat-ı
Müstakim'e iletti" takdirindedir. Nitekim
Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde
"(Bu), Seni sırat-ı Müstakim'e ilettiği içindir" (Fetih, 2)
buyurmuştur.
b) Bu sözün takdiri, "dine sarılın" şeklinde olabilir.
Keşşaf sahibine göre, ayetteki kıyemen
kelimesinin aslı şöyledir: "Kayyûm" kelimesi kâme (kalktı) fiilinden
feyyil "vezninde bir isimdir. Nitekim "Seyyid" kelimesi de, aynı
şekilde, sâde (idare etti, efendi oldu) fiilinden gelmiştir. Kayyûm kelimesi,
"kâim" kelimesinden daha beliğ (mübalağalıdır. Küfeliier bu
kelimeyi, kâfin kesresi ve şeddesiz ya ile, kıyem şeklinde okumuşlardır.
Zeccâc ayetteki kıyemen kelimesinin
tıpkı sığerun, kiberun, htvelun, şıbe'un kelimeleri gibi, kıyam manasında bir
masdar olduğunu söylemiştir. Buna göre ayetteki kelime ' "Kıymetli bir
din" manasındadır. Dini böyle
tavsif etmek, kıymetini iyice belirtmek içindir. Cenab-ı Hak,
Hanif İbrahim'in milleti" buyurmuştur. Binaenaleyh "millet" kelimesi,
"dinen
kıyemen" ifadesinden bedeldir,
"hanîf" kelimesi de, İbrahim'in "hafi olduğu için
mansubtur. Buna göre
mana, "Rabbim beni, hidayet etti ve Hanîflik vasfına sahib
olan İbrahim'in dinini bana tanıttı" şeklinde
olur. Cenâb-ı Allah daha sonra, Hz. İbrahim'i "O, (hiçbirzaman)
müşriklerden biri olmadı" diye anlatmıştır. Bundan murad, müşriklerin
İddialarını reddir.
[92]
"De kî:
"Şüphesiz benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da, memâtım da, hiçbir
ortağı olmayan alemlerin Rabbi Allah'a aittir. Ben böylece emrolundum. Ben
müslümanlann ilkiyim" . (En'âm,
162-163).
Bil ki Allah Teâlâ,
Peygamberine dosdoğru olan din-i hakkı öğretip tanıttığı gibi, o dini nasıl
yerine getirip eda edeceğini de öğretmiştir. Binaenaleyh ayetteki, "De ki:
şüphesiz benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da, mematım da, alemlerin
Rabbi Allah'a aittir" buyruğu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o dini, ihlâs ile
edâ ettiğine delâlet eder. Allah Teâlâ bu hususu, "Hiçbir ortağı olmayan.,.
ifadesi ile de te'kîd etmiştir. İşte bu
ifade de, ibadetlerin rastgele ifâ edilmelerinin yeterli olmadığına, aksine
tam bir ihlâs ile yerine getirilmelerinin gerekli olduğunu gösterir. Bu âyet,
namazın sıhhatinin şartının, ihlas ile birlikte edâ edilmesi olduğuna delâlet
eden en güçlü delillerden birisidir.
[93]
Âyetteki nüsükî
kelimesine gelince nüsük kelimesinin, "kesilen hayvanın (kurbanın)
kendisi" manasında olduğu söylenmiştir. Nitekim, "Kim şöyle yaparsa,
ona bir nüsük, yani akıtacağı bir kan (kurban) cezası gerekir" denilir.
Cenâb-ı Allah bu
kelime ile
"salât"ı (namazı) birlikte zikretmiştir. Bu tıpkı, "Rabbin
için namaz kıt ve kurban kes" (Kevser, 2)
ayetinde olduğu gibidir. Sa'leb, İbnü'l-A'rabî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Nüsük, hâlis dökme gümüş manasınadır. Her eritilip dökülmüş madenin, bir
kalıbı vardır. İbadet edene de "nâsik"
denir. Çünkü o kendisini, günah kirlerinden arındırmış ve posasından
ayırdedilmiş dökme gibi, kendisini halis bir hale getirmiştir. Bu izaha göre
"nüsük", Allah'a yaklaşmaya vesile olan herşeydir. Fakat örfte
genellikle bu kelime, kesilen kurban manasında kullanılmıştır.
Âyetteki,
"hayatım da, memattm da..."ifadesi, "ölümüm de hayatım da
Allah'a aittir" manasındadır.
Bil ki Cenâb-ı Allah,
"De ki: "Şüphesiz benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da,
mematım da, alemlerin Rabbi Allah'ındır" buyurmuş ve böylece
bütün bunların Allah'a ait olduğunu bildirmiştir.
Halbuki hayat ve ölümün, "Allah'a :aat için yapılan" manasında, Allah
için olan şeyler değildirler. Çünkü bu imkânsızdır. Aksine onların Allah'ın
olmalarının manası, Allah'ın yaratması ile meydana
gelmiş olmalarıdır. Namaz ve ibadetlerin (kurbanların)
Allah için olmaları da, Daların Allah tarafından yaratılmaları manasmdadır.
İşte bu da, kulun bütün taat-larının Allah tarafından yaratılmış olduğunu
gösteren en kuvvetli delillerden birisidir.
Nâfî, mehyâye kelimesindeki son ya harfini sakin olarak mehyây şeklinde inerken; memâtî kelimesini yâ'ntn nasbi ile memâtiye şeklinde okumuştur. Halbuki «ehyaye kelimesinde son ya'yı sakin okumak şaız olup, kullanılmayan bir şekildir, burada, ne düz yazıda, ne de şiirde karşılaşılmayan bir tarzda, iki sakini bir-irme vardır. Bazıları bu şekilde kullanılışın, bazı Arapların lehçesi olduğunu söylemişlerdir. Netice olarak diyebiliriz ki: Allah Teâlâ peygamberine, namazının, tedetlerinin, hayatının ve ölümünün, velhasıl herşeyinin Allah'ın yaratması, takdiri, ve hükmü ile olduğunu açıklamasını emretmiş, sonra da Allah'ın mahlûkat mda bir eşi ve benzeri bulunmadığını açıkça belirtmiştir. Buna göre ayetin takdiri"Sonra o peygamber, "Bana, sadece bu, yani tevhid emredildi" der. Yine o pegamber,”Ben müslümanların ilkiyim, yani, Allah'ın kaza ve kaderine teslim olanların ilkiyim" der. Peygamberin, bütün müslümanlann ilki olmadığı malumdur. Binaenaleyh onun, kendi zamanındaki müslümaniann ilki olması gerekir. [94]
"De ki: "O,
herşeyin Rabbi iken, ben Attah'dan başka bir Rab mi arayacağım? Herkesin
kazanacağı kendisinden başkasına aid değildir. Günahkâr hiçbir nefs diğerinin
(günah) yükünü taşımaz. Nihayet dönüşünüz ancak Rabbinizedir. Artık O, ihtilâfa
düşmüş olduğunuz şeyleri size tek
tek
bildirecektir" (En'âm, 164).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e sırf tevhidi emredince, ki bu, o peygamberin, "Şüphesiz
benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da, memâtım da, hiçbir ortağı
olmayan, alemlerin Rabbi Allah'ındır" (En'âm. 162-163) demesidir. Bundan
sonra o peygambere bu tevhidin doğruluğuna dair delil olabilecek şeyleri
anlatmasını emretmiştir. Bu hususu şu iki şekilde açıklayabiliriz:
[95]
a) Müşrikler
dört çeşittir; çünkü putperestler, Allah'a ortak koşmuşlardır. Yıldızperestfer
de, Allah'a ortak koşmuşlardır. Yezdan ve Ehrimen'in de ilah olduğunu söyleyenler,
ki bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın kendileri hakkında, "Cinleri O'na ortak
saydılar" (En'âm, 100) buyurduğu
kimselerdir, bunlar da Allah'a ortak koşmuşlardır. Yine Mesih'in Allah'ın oğlu;
meleklerin de Allah'ın kızları olduğunu söyleyenler de, Allah'a ortak
koşmuşlardır. İşte bunlar, müşriklerin çeşitli gruplarıdır ki bunların hepsi
de, Allah'ın, her şeyin yaratıcısı olduğunu kabul ederler. Bu böyledir, zira
putperestler, göklerin, yerin ve alemde mevcut olan her şeyin yaratıcısının
Allah (c.c.) olduğunu itiraf ederler. {Bu demektir ki), puttan ve taptıkları
heykellerin hepsini yaratan da O'dur.
Yıldızperestlere
gelince; onlar da Allah'ın o yıldızlan yaratıp var ettiğini kabul ederler.
Yezdan ve Ehrimen diye iki ilahın bulunduğunu söyleyenler de şeytanın
"muhdes" (sonradan yaratılmış) olduğunu; onun yaratıcısı ve var
edeninin ise, Allah Teâlâ olduğunu kabul ederler.
Mesih'in, Allah'ın
oğlu, meleklerin de Allah'ın ki2i olduğunu kabul edenler de, Allah'ın her şeyin
yaratıcısı olduğunu itiraf ederler. Böylece anlattıklarımızla, bütün müşrik
grupların, o ortak koşulan şeyleri yaratanın Allah Teâlâ olduğu hususunda ittifak
edip mutabık oldukları ortaya çıkar.
[96]
Bunu iyice kavradığın
zaman, bil ki Allah Teâlâ Peygamberine,
"Ey Muhammed,"De ki: Ben Allah'tan başka bir Rab mi
arayacağım?"
demiştir. Şu kadar
var ki, Allah'tan başkasını rab edinenler de, her şeyin yaratıcısının Allah
olduğunu kabul ederler. Hiç, "merbub" (yaratılıp, bakılıp büyütülen)i
rabbe şerik kılmak, kulunu efendisine ortak kılmak, mahluk olanı Hâlık olana
şerîk
tutmak akla sığar mı?
Durum böyle olunca, bu delil ile Allah'tan başkasını rab edinmenin fasit bir
söz ve batıl bir itikad olduğu sabit olmuş olur.
b) Mevcut
olan, ya zâtı gereği vacibtir, veyahut da zâtı gereği mümkin varlıktır. Zâtı
gereği vacib olanın tek olduğu sabittir. Böylece de, O'nun dışında katanların,
zatı gereği mümkin varlıklar olduğu sabit olmuş olur. Yine, zatı gereği mümkin
olanın, ancak zâtı gereği vacib olanın var etmesiyle var olup meydana geldiği
de sabittir. Durum böyle olunca da, Allah Teâlâ'nın, her şeyin rabbi olduğu ortaya
çıkmış olur.
[97]
Bu da sabit olunca biz
deriz ki, yaratılıp bakılıp, büyütüleni (merbûbu) rabbe şerik kılmanın; mahluk
olanı, Halik olana ortak tutmanın caiz olmayacağına akıl da açıkça şehâdet
eder. İşte "De ki: "O, her şeyin rabbi iken, ben Allah'tan başka bir
rab mi arayacağım?" buyruğundan kastedilendir... Sonra Cenâb-ı Hak, bu kesin
delil ile tevhidini bu şekilde ortaya koyunca, onların küfür ve şirklerinden
herhangi bir zemm ve ikabm, bu tevhide yönelemiyeceğini beyan ederek,
"Herkesin kazanacağı kendisinden başkasına ait değildir" buyurmuştur
ki bu, "suç işleyenin günahı, başkasına değil, ancak kendisine
aittir..." demektir.
Sonra "Günahkâr
hiçbir nefs diğerinin (günah)
yükünü taşımaz"
buyurulmuştur. Yani, "Hiçbir günahkâr kişi, diğer bir günahkârın günahıyla
sorgulanmaz.." demektir...
Sonra Cenâb-ı Hak, o
müşriklerin, Allah'tan başka hiçbir hakim ve amirin bulunmayacağı bir yere
döneceklerini beyan ederek, "Nihayet dönüşünüz ancak Rabbinizedir. Artık
O, size ihtilâfa düşmüş olduğunuz şeyleri tek tek bildirecektir"
buyurmuştur.
[98]
"O sizi
yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde sizi imtihana çekmek için
kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkarandır. Şüphe yok ki Rabbinin, cezası
pek çabuk olandır ve muhakkak ki O, gafur ve rahimdir"
(En'âm, 165).
Bil ki, "Sizi, yeryüzünün halifeleri
yaptı..." buyruğu hakkında şu izahlar yapılmıştır:
a) Allah, onları yeryüzünün halifeleri
yapmıştır. Zira, Hz. Muhammed (s.a.s). peygamberlerin sonuncusudur. O halde
O'nun ümmeti, diğer ümmetlerin halefidir.
b) Allah onları, birbirine halef yapmıştır.
c) Onlar, Allah'ın yeryüzünde oraya sahip olan
ve orada tasarrufta bulunan halifeleridir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kiminizi derecelerle
kiminizin
üstüne çıkardı..." buyurdu. Yani, "şeref, akıl, mal, makam, rızık,
vs. gibi hususlarda..." demektir. Böylesi bir farklılık göstermek,
Allah'ın aciz, cahil ve cimri oluşundan dolayı değildir. Çünkü O, böylesi
sıfatlardan yüce ve münezzehtir. Bu ancak, bir imtihan ve sınama için böyle
olmuştur ki "Size verdiği şeylerde sizi İmtihana çekmek için..."
buyruğu ile bu kastedilmiştir. Biz, hakikî manada, denemek ve imtihan etmenin
Allah için muhal olduğunu söylemiştik, ancak bu kavramdan, "insanları
yükümlü kılmak" kasdedilmektedir. Şer'î tabiriyle teklif denilen bu
yükümlü kılma işi, biz insanların, başkasını sınama ve imtihan etme kasdıyla
yaptığımız işe benzer. İşte bu benzerlikten dolayı, Allah Teâlâ'nın bu işlemine
"teklif" adı verilmiştir. Sonra mükellef, teklif olunduğu hususlarda
ya kusurlu olur veyahut da onu tastamam yapar.. Eğer birinci durum söz konusu
ise, onun
hissesi korkutma ve
sakındırma olur ki, işte bu "Şüphe yok ki
Rabbin, cezası pek çabuk olandır" ayetiyle ifade edilen husustur.
Her gelecek, yakın olduğu için, ayetteki ceza, hızlılık sıfatıyla
vasıflanmıştır. Eğer ikinci durum yani mükellefin taatlan tam tamına yapması
sözkonusu olursa o zaman da bu kimsenin payı onu teşrif ve isteklendirme,
terğib olur ki, bu da, "ve muhakkak ki O, gafur ve rahimdir"
buyruğunun ifade ettiği husustur. Yani, "Cenâb-ı Hak, dünyada iken fazlı,
keremi ve rahmetinin perdeleriyle günahları ve kusurları örter ve bağışlar.
Ahtrette de, o kimsenin üzerine çeşitli nimetlerini, adeta akıtıp dökmesiyle
bunu yapar..." demektir. Bu söz, mazeretleri ve inzarları, terğib ve
terhibleri açıklama hususunda, hiçbir ilavede bulunulamayacak bir dereceye
ulaşmıştır... İşte bu, En'âm suresinin tefsiri hususunda söylenen sön sözdür.
Hamd, Melik ve Allâm olan Allah'a aittir.
[99]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/200-203
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/203
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/203
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/204
[5] (26) Ve li külli cevadin kebve. Her küheylanın bir
sürçmesi olur. Değerli müfessirimiz Fahruddin Râzî de, İbn Amir kıraati
hakkındaki bu mülahazasını, aynen Zemahşerî'den almıştır. Keşke adını, verip mes'uliyetten
büyük ölçüde kurtulsaydı!. İnsanın inanası gelmiyor. Büyük ihtimal tercümeye
esas aldığımız matbu müshada, bir noksanlık vardır, (esas nüshamız, Tahran,
Daru'l-Kutubi'l-llmiyye neşri 32 cüz halinde. Bu kısım 1294 tarihli istanbul
tab'ından da aynen böyledir, c. 4, s. 230). Zemahşerî'nin, i'tikadı tehlikeye
atabilecek bu cüretkârlığına birçok müfessir cevap yazmıştır. Bunlardan sadece
Âlusî*nin Tefsiri'ne bakılması kâfidir. Bir ara der ki: O zannediyor ki bu yedi
kıraat ihtiyarî olup, her bir kıraat imamı içtihatla birini seçmiş, nakle
dayanmam ıştır. Nitekim bazı cahiller böyle zannetmişlerdir. Bu zanla; ibn Amir'in
de burada hatalı tercihte bulunup, yanlışını düzeltme lütfunu (!) esirgememiş.
Asıl aşikâr hata bu zan olup Allah korusun, -insanı küfre götürmesinden
korkulur. Zira Kıraatler mücmel ve mufassal olarak, hepsi Hz. Resululiah
(s.as)'dan mütevatir tarzda menkul olup, onlardan herhangi birinde hata bulmak
Resuluüah'ın, hatta ve hatta (haşa) Cenâb-ı Allah'ın yanlışını (!) çıkarmaya
girişmek demektir." Alı^i daha sonra, İbn Amîr Kıraatinin nahivden
delillerini göstermesini müteakip der ki: "Faraza, İbn Amîr kıraati
kaideye uymasa dahi, nakli sahih olduğuna göre kabulü gerekirdi. Nitekim,
kaideye aykırı olmak (dilde) makbul sayılan öyle şeyler vardır ki, onlar
rivayetin sıhhati itibariyle bu kıraatten kat kat aşağıdadır. Hz. Ali'nin,
Suyutî'nin naklettiği şu sözü ne güzeldir! "Bakıyorum ki nahiv ile meşgul
olanlar, Kur'ân'daki bir lafız hakkında "meçhul bir beyt" bulunca
seviniyorlar. Onların akıllarına şaşarım ki, Kur'an'ın o şiir beytine uyması
durumunda, onu Kur'an'a delil sayıyorlar. Halbuki, onun Kur'ânda bulunmasını
başlıbaşına bir delil saysalardı. daha yerinde bir iş yapmış olurlardı"
(Ruhu'l-Meanî, u. 8, s. 33-34). Alusfnin, adını vermeyip tefsirde mutlak imam
kaDul ederek "imam der ki..." diye, devamlı olarak gözü önünde
bulundurduğu F. Razî"nin Tefsir'inde yazdığını görüp de sükût etmiş
olacağını pek zannetmiyorum. Ya görmemiştir, yahut (Ra2î'nin lehine bir ihtimal
olarak) nüsha farkı sözkonusudur. Alusfdeki nüshada bu kısım yoktur. Gerçekten
İmam Razî tefsirinde Hz. Ali'den menkul bu sözü alıp, candan katılırken mezkûr
sözleri karalayacağı düşünülemez (ç).
[6] Maksadlan şudur: "Şayet Allah, onların
iradelerini hiçe sayarak, zorla hükmünü yürütseydi onlar bunu
yapamazlardı" demektir. "Ama Allah bunu dilemiş değildir" (ç).
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/204-206
[8] Tefsir kabilinden olarak (ç).
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/206-207
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/208
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/208
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/208-209
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/209
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/210
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/210-211
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/211
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 10/212
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/212
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/213
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/213
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/213-214
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/214-215
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/215
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/215-216
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/216
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/216
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/216
[28] İbn Mâce. Zekât, 3 (1/570).
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/216-217
[30] Kufelilere göre200 kg.lık bir ölçek (Altı sâ.').
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/217
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/217-218
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/219
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/219-220
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/220-222
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/222-223
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/224
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/225
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/225-226
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/226-227
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/227-230
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/230-234
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/234
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/235-236
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/236-237
[46] Benzeri hd; İbn Mace, Mukkadime, 10(1/35); Ebu Davud,
Sünnet, 17 (4/222)
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/237-238
[48] Metinde böyledir. Fakat zannımızca la yerine mahnu
olması gerekirdi (ç).
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/238-239
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/239-240
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/241
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/241
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/241-242
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/242
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/243
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/243
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/243-244
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/244-245
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/245
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/245-246
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/246
[62] Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25-26 (3/1302-1303).246-247
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/246-247
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/247-248
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/248
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/248-249
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/249-250
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/251
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/251-252
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 10/252
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/252
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/253
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/253-255
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/255-257
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/258-259
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/259-260
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/260
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/260-261
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/261
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/262
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/262
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/262
[83] Metinde tis'a
(dokuz) şeklindeydi (ç).
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/262-263
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/263
[86] Müsned, 5/148, 155.
[87] Müslim, İman. 203-207 (1/117-118); Buhârî. Rikâk, 31.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/263-264
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/264
[90] Allah Teâlâ'nın, kullarını imtihan gayesiyle, sebep
bildirmeksizin bazı işleri yapmamızı isteyip hükmünü yürütmesi (ç).
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/264
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/265-266
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/266
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/266-267
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/267
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/267
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 10/268-269
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/269
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/269-270