(14) ÎBRAHÎM   SURESİ 2

Gîriş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Meal 6

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 6

Nimetin Şükrü Seri' Midir Akli Midir?. 7

Neseb İlmi 7

Allah'ın Vahdaniyetinden   Şüphe  Edilir  Mi?. 8

Müslüman Olmak Kul Hakkını Kaldırmaz. 9

Meal 10

Dirayet Ve Rivayet Tefsirî 10

Peygamberlik Vehbîdir 10

Peygamberler Hiç Küfürde Kalmamışlar 11

Allah'ın Makamından Ne Kasdedildi?. 11

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 13

Hasrın Varlığı 14

Meal 16

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 16

Ahiret'in İlk Basamağı 17

Nankörlüğün Korkunç Netîcesî 18

İyi Dostun Yararı Vardır 19

Meal 20

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 20

Her Nimet Şükrü Gerektirir 21

Allah Şirki Affeder Mi?. 23

Tevekkülün En Büyük Mertebesi 23

Kabe'ye Niçin Allah'ın Evi Denmiştir?. 24

Hz. İbrahim Kaç Yaşında Çocuk Sahibi Oldu?. 25

Hz. İbrahim'in Ebeveyninin Durumu. 26

Meal 27

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 27

Yer Ve Göğün Değiştirilmesi 30

Kur'an Tebliğ Ve İlâhî Bir Mesajdır 31


(14) ÎBRAHÎM   SURESİ

Gîriş

 

Bu sure 52 ayet olup, 28. ve 29. ayetleri Medine'de, diğerleri ise Mekke'de (hicretten Önce) nazil olmuştur. Bu sureye «İbrahim Su­resin denmesinin nedeni 34-41. ayetlerin Hz. İbrahim (a.s) dua­sını içeriyor olmasıdır. Surenin kelime sayısı 861, harf sayısı 3434' dür.

îbn Merduveyh'in îbn AbbaS ile îbn Zübeyr'den rivayet etti­ğine göre İbrahim Suresi Mekke'de nazil olmuştur. İkisi de zahi­re göre Kî cumhur-u ulema bu görüştedir  surenin tamamının Mekke'de nazil olduğunu kastetmişlerdir.

En-Nuhas «Nasih»inde îbn Abbas'tan bu surenin iki aye­ti müstesna Mekke'de nazil olduğunu rivayet etmiştir. Bunlar 28. ve 29. ayetlerdir. Her iki ayet te Bedir'de öldürülen müşrikler hakkında nazil olmuştur. Bunun benzerini Ebu Şeyh, Katade'den rivayet etmiştir.

Bu surede nasih-mensuh olup olmadığı tartışma konusu ol­muştur. Cumhura göre surede mensuh ayet yoktur. Mensuh ayet bulunduğunu savunanlardan Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem, su­renin 34. ayetinin son cümlesinin Nahl Suresi'nin 18. ayetiyle nes-holunduğunu söylemektedir. Ancak bu görüş tenkid edilmiştir ve doğru olan cumhurun görüşüdür.

İbrahim Suresi, Basralıların sayımına göre 50 veya 51 ayet, Kûfelilere göre 52 ayet, Medinelilere göre 54, Şamlılara göreyse 55 ayettir.

Surenin bir önceki sure ile bağlantısı çok açıktır. Çünkü Ra'd Suresi'nde Kitab'm medhi vardır ve Kitab Hz. Peygamber'i müş­riklerin kendisinden istedikleri mucizelerden müstağni kılar. Bu­nun gibi İbrahim Suresi de Kitab'm vasfı ile başlar ve Kitab ol­duktan sonra, başka şeylere ihtiyaç olmadığını ima eder .Şayet «Yanında Kitab'm ilmi olan», Allah Teâlâ ise Ra'd Suresi'nin so­nu ile, bu surenin başı çok kuvvetle irtibatlıdır. Yine Ra'd Sure­si'nde, Kur'an'ın «Arapça bir hüküm» olarak indirildiği belirtilir ama sarahat zikredilemez. İbrahim Suresi'nde bu sarahaten zikre­dilmiştir. Ayrıca Ra'd Suresi'nde Allah'ın izni olmaksızın hiçbir peygamberin mucize getirmesinin mümkün olmadığı bildirilirken, İbrahim Suresi'nde peygamberlerin Allah'ın izni olmaksızın bir mucize getirme yetkilerinin olmadığını söyledikleri anlatılmakta­dır. Yine Ra'd Suresi Hak ile Bâtıl hakkında misaller içerirken, İbrahim Suresi'nde de bu türden misaller verilmiştir. Bundan başka Ra'd Suresi'nde kâfirlerin hileleri sözkonusu edilirken, İb­rahim Suresi'nde de, Ra'd Suresi'nde zikri geçmeyen özellikleri ele alınmaktadır.[1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1- Elif, Lâm, Râ. Bu Kitab ki, onu Rab 1 erin in izniyle in­sanları  karanlıklardan aydınlığa, her şeye galib  (aziz), övgüye lâyık (Hamid) olan (Allah) in yoluna çıkarman için sana indirdik.

2- Allah  (O zattır)  ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şiddetli azaptan dolayı vay (o) kâfirler (in halin) e!

3- O kâfirler ki, dünya hayatını Ahiret'e  tercih ederler, (insanları) Allah yolundan ahkoyarlar ve Onun eğriliğini isterler, tşte onlar var ya uzak bir sapıklık içindedirler.

4- Her peygamberi ancak kendi kavminin diliyle gönder­dik ki onlara apaçık anlatsın. Sonra Allah dilediğini saptırır, di­lediğini doğru yola iletir. Güç ve hikmet sahibi ancak O'dur.

5- Andolsun ki biz Musa'yı; «Kavmini karanlıklardan ay­dınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat» diye ayetle­rimizle gönderdik. Kuşkusuz bunda çokça sabreden ve çokça şük­reden herkes için ayetler vardır. [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1) «Elif, Lâm, Râ. Bu Kitab ki onu...» Bu Ayetin Tefsiri

«Elif, Lâm, Râ» mtibteda, «Kitab» kelimesi ise onun haberi­dir. «Nas» ile kastedilen ise tüm insanlardır. Yani Allah Teâlâ, Kitab'ı Hz. Muhammed'e bütün insanları karanlıklardan (zulû-mat) çıkarıp, aydınlığa (nur) kavuşturmak için indirmiştir. Ki­tabın satıriarmdaki, apaçık deliller ve «Bu kitab Allah katından gelmiştir» şeklinde açıkça ortaya konulan mucizeler bu işe yeter­lidir. «Allah'ın izniyle olması», bunun kolaylaştırılması, onu mu­vaffak kılması demektir. Ya da, Allah'ın izni, O'nun emri, ilmi, iradesi demektir. «İzin» ile ilgili olarak bu anlamların hepsi kul. lanılmıştır. Ancak topluca bakıldığında, hepsinin de birbirine ya­kın mânâlar ihtiva ettiği görülür.

Fahruddin Razi şöyle demektedir:

«Mutezile bu ayete dayanarak, Allah Teâlâ'nın fiillerinin kul­lar için maslahat olan noktalarla bağlantılı olduğunu yani Allah  m fiillerinden böyle bir şeyin gözetilir olduğunu söylemektedir­ler.»

Daha sonra Eşarilerin bunun hilâfına dair serdettikleri delil­leri nakleden Razi, «Eğer Allah'ın fiillerinde, maslahatların göze-tilmediği kaidesi sabit olursa, bunu iş'ar eden her ayetin, her hadisin tevil edilmesi gerekir. Bunların tevili ayette geçen «Çıkar-man için» fiilinin üzerindeki «Lâm» harfini akıbet mânâsına al­makla olur» diye ilavede bulunmaktadır.

îbn Kayyım el-Cevzi ve bazılarından «Allah'ın fiillerinde mas­lahat gözetilir» şeklinde rivayetler yapılmış ve bunun selefin mez­hebi (görüşü) olduğu söylenilmiştir.

Kur'an'da ve hadislerde, Allah'ın fiillerinde maslahatların gö­zetileceğine dair binlerce delil bulunmaktadır. Tüm bunları tevi­le kalkışmak insaf dairesinden çıkmak demektir. Üstelik «Allah* m fiillerinde maslahat gözetilmez» kaidesi de tevile muhtaç ol­mayacak şekilde inşam mecbur bırakacak kuvvet ve metanette değildir.

Her iki görüşün bu husustaki delilleri, Fahruddin Razi'nin ve Alusî'nin tefsirlerinde gösterilmektedir. İlgilenenler aynnt(ih bilgi edinmek için bu eserlere başvurabilirler.

Allah'ın marifeti (bilgisi)nin ancak Hz. Peygamber'den (s.a) gelen talim yoluyla elde edilebileceğini savunanlar bu ayeti delil olarak göstermişlerdir. Çünkü bu ayette Hz. Peygamber'in insan­ları dalâlet karanlıklarından çıkarıp, hidayet aydınlığına kavuş­turacağı sözkonusu edilmektedir.

Bu görüşe cevaben denildi ki; «Hz. Peygamber (s.a) bir uya­rıcıdır. Marifete gelince o ancak delilden elde edilir».

Yine aynı şekilde Mutezile ve Ehli Sünnet bu ayetle, kulların fiillerinin mahlûk olup olmadığı hususunda istidlal etmişlerdir. (Bu hususta tafsilat için bkz. Fahruddin Bazi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 313-315)

Fahruddin Razi, ayetin sonunda   «el-Asiz» lafzının,    «el-Ha-mid» lafzından önce zikredildiğini belirterek, şöyle demektedir: «Çünkü sahih olan şudur ki, Allah'ı bilmenin evveli O'nun kadir olduğunu bilmektir. Ondan sonra alim olduğunu, daha sonra da her şeyden müstağni bulunduğunu bilmektir. «El-Aziz» Kadir, «el-Hamid» ise her şeyi bilen ve her şeyden müstağni demektir. Allah'ın kadir olduğunu bilmek O'nun her şeyi bildiğini ve her şeyden müstağni olduğunu bilmekten daha Önce olduğu için, el* Aziz, el-Hamid'âen önce zikredilmiştir.

Alusî, eUHamîd lafzını Razi'den başka kimsenin bu şekilde tefsir etmediğini belirterek, ona itiraz etmiştir. [3]

El-Mevakıf'tz, Gazali'nin Esma-i Hüsna Şerhi'nûs ve bazı eserlerde «Hamid»in övülen, sena olunan zat demek olduğu bil­dirilmiştir. Yani Allah Teâlâ ezelde kendini Övmüştür ve ebedi­yette de kullarının hamdiyle Övülmektedir. El-Aziz'e gelince, ba­zıları bu lafzı «Benzeri olmayan» şeklinde tefsir etmiştir. Bu yo-ruma göre Aziz'in Hamid'den önce zikredilmesi, selbî sıfatlara verilen öncelik nedeniyledir. Nitekim «tahliye tahliyeden öncedir» kuralı vardır.

(2) «Allah (O zattır) ki, göklerde ve yerde ne varsa.,,»Bu Ayetin Tefsiri

Kıraat imamlarından Nâfi ile İbn Amr «Allah» lafzını «Ötre» ile «Allahu» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde lafız, hazfedil­miş bir mübtedanın haberidir. Yani «O Allah'tır». «Ellezi» keli­mesi «Allahu» lafzının sıfatıdır. Diğer yedi kıraatte ise «esre» ile «Allahİ» şeklinde okunmuştur. Yani lafız el-Hamid, eUAziz keli­melerinin bedelidir.

Zemahşeriye göre «Allahi» şeklinde okunduğu takdirde, bu el-Aziz, eUHamid kelimelerinin atfı beyanı olur. Çünkü bu kelime tağlib ile Özel isim olmuş kelimelerin yerine icra edilmiş ve hak olan ilaha tahsis edilmiştir. Tıpkı «en-Necm» kelimesinin Süreyya yıldızına tahsis edilmesi gibi.

(Allah lafzının bu ayetteki i'rabını, gramerdeki kurallarını görmek için Ebu Hayyan'ın el-Bahr'ul-Muhit adlı tefsirine başvu­rulabilir).

«Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur»; yani göklerin ve yerin dahilinde ve haricinde ne varsa Allah'ın mülküdür. Bazı kimseler ifadedeki «ma» edatının umumi oluşuna dayanarak kul­ların fiillerinin Allah'ın mahlûku olduğunu öne sürmüşlerdir. (Ayrıntı için bkz. Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb).

«Veyl» kelimesi «helak» anlamındadır. Rağıb el- İsfehanî'nin rivayet ettiğine göre el-Esmai; «Veyl çirkinlik anlamındadır ama bazen tehassür (hasret çekmek) için kullanılır. Veyh ise terahhum (merhamet, şevkat) anlamını ifade eder» elemiştir.

Bazılarına göre «Veyl» cehennemde bir vadidir. Ancak bu kimseler «veyl» lafzının doğrudan bu anlamda olduğunu söyle­mek istemiş değillerdir. Onların kastettikleri «Allah bu ibareyi kim için kullanmışsa, o kimse ateşte bir yere müstahak olur» an­lamındadır.

«Min azabın şedidin» ibaresi «Veyl» kelimesinin sıfatı yerin­dedir. Zahire bakılırsa «Şiddetli azap» ile Ahiret azabı kastolun-maktadır. Ancak bu, onlara dünyada dokunan bir azap da olabi­lir.

(3) «O kâfirler ki dünya hayatını Ahiret'e... Bu Ayetin Tefsiri

Yani, kâfirler dünya hayatını Ahiret hayatına tercih ederler. Çünkü «Yestehibbune» fiili, her ne kadar «Muhabbet» anlamı ta­şıyorsa da, tercih etmek, seçmek anlamında «ihtiyar»ı ifade eder.

«Allah yolundan alikoyarîar»; yani insanları Allah'ın dinin­den ve ona iman etmekten menedebilmek için çalışırlar. Çünkü «Allah'ın yolu», Allah'ın dini, O'na iman demektir.

«Onun eğriliğini isterler»; yani o yolda bir sapma, bir dolam-baçlık, bir eğrilik arıyorlar. Oysa her şeyden daha fazla eğrilik­ten uzak olan Allah'ın dinidir.

Kafirler Allah'ın yolundan alıkoymak, ifsad etmek istedik­leri kimselere, onun dolambaçlı, eğri ve engebeli bir yol olduğu­nu söylerler. Allah'ın yolunda bir eğrilik arayıp dururlar. Fakat bulamazlar.

Bazıları bu ifadeyi, «O yolun ehlini mürted kılmak suretiyle eğriltmek istiyorlar» şeklinde tefsir etmişlerse de, bu tefsir iti-bar edilebilir görülmemiştir.

(4) «Her peygamberi ancak kendi kavminin diliyle...»Bu Ayetin Tefsiri

«Kavim» kelimesi iki şekilde de yorumlanmıştır.

a) Hz. Peygamber'in soyu, sopu, aşireti,

b) Hz. Peygamber'in ümmeti. Hz. Muhammed'den (s.a) önce gönderilen peygamberler de, kendi kavimlerinin (soy ve aşiretlerinin) veya Allah'a davet et­tiklerinin dilini bilirlerdi. Bu genel kural Hz. Lût ile bozulmaz; zira o da gönderildiği kavimden bir kadınla evlenmiş, onlarla bir­likte uzun zaman oturmuş ve dillerini Öğrenmişti. Hz. Yunus'a gelince, kesinlikle o kendilerine peygamber olarak gönderilmiş bir kavimdendi. Dolayısıyla burada, çoğunluğun nazarı itibara alındığını söylemeye gerek yoktur.

Kadı Beyzavî; «Ancak kendilerinden olduğu ve kendilerine peygamber olarak gönderildiği kavmin diliyle gönderilmiştir» demektedir.

Nesefi; «Onlara deruhte ettiği vazifeyi açıklamak için ancak onların diliyle konuşan kimseler gönderilmiştir ki bu takdirde Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın» demektedir.

Böylelikle kâfirler «Bize yapılan hitabı anlayamadık» diye­mezler. Bu noktada «Hz. Muhammed tüm insanlara gönderilmiş­ti» denilebilir ve delil olarak ta, «De ki: Ey insanlar! Ben Allah' m Rasûlüyüm. Hepinize gönderildim» ayeti gösterilebilir. Hatta sadece insanlara değil, Hz. Muhammed (s.a) cinlere de gönderil­miştir. İnsanların ve cinlerin dilleri ise bir değil, çoktur. Eğer Araplar bu hususta bir mazeret öne süremiyorlarsa da diğer ka­vimler «Muhammed bizim dilimizi veya biz onun dilini bilmiyo­ruz» diyebilirler!

Bu sorulara şöyle cevap verilebilir: Hz. Peygamber'in getir­diği Kitap ya bir tek dille ya da bütün dillerle inebilirdi. Oysa bü­tün dillerle inmesine gerek yoktur; zira tercüme asim yerine ge­çer ve uzatmayı Önler. Bu bakımdan Kur'an'ın bir tek dille in­mesi gerekli olmuştur. Ayrıca Kur'an'ın Hz. Peygamber'in kav­minin diliyle inmesi, diğer milletlerin diliyle inmesinden daha evlâdır. Çünkü onlar Peygamber'e daha yakındılar. Ayrıca o dil tahrif ve tebdilden en uzak olan bir dildir.

Hazin; «Kavmi kendisini anlasın, davet ettiği hususları kav­rasın diye onların diliyle gönderildi» demekte ve devamla  Ne­sefi gibi  o da; «Hz. Muhammed sadece Araplara değil, bütün insanlara, hatta tüm ins ve cinne gönderilmiştir. Onların dilleri de ayrıdır» diye eklemektedir.

«Kavmin diliyle» denilirken kastedilen Araplardan başkası değildir. Bu bakımdan mezkûr ayet Hz.-Muhammed'in sadece Araplara gönderildiği gibi bir husus iktiza eder ki bu takdirde ri-saletin genel olmasıyla, bu mecburi görünen husus nasıl telif edi­lebilecektir?

Cevaben şöyle deriz: Hz. Peygamber Öncelikle Araplara ve onların diliyle gönderilmiştir. Çünkü insanlar da bu hususta Arap­lara tâbidir. Dolayısıyla o tüm insanlara gönderilmiştir. Zira on­lar da Araplara tabidirler. Ayrıca Hz. Peygamber, elçilerini dün­yanın çeşitli taraflarına göndermiş, o elçiler gittikleri kavimlerin dilleriyle Hz. Peygamber'in (s.a) mesajını tercüme etmişler ve onların dilleriyle kendilerini Allah'a çağırmışlardır.

Bazılarına göre, «Kavim» ile ülkesinde yaşayan insanlar kas­tedilmiş olabilir. Ülkede Araplar da vardı, başka kavimler de. Böylelikle davetin umumiliği noktasında, onların soyundan ol­mayanlar da, onlarla beraber aynı kavimden olmuş oluyorlardı.

Bazılarına göre de, Hz. Peygamber (s.a) kavminin diliyle gönderildi ve daveti de Özel olarak onlar içindi. Mesajı (Kitab'ı) da kavminin diliyle idi. Böyle olması, onların Hz. Peygamber'i anlamaları için daha uygundu ve bu hususta onların aleyhinde olmak üzere hüccet kaimdir. Onlar mesajı anladıktan ve mesaj kendilerine iletildikten sonra, onun bilgisi, onlardan çıkarak yayıldı. Arap olmayanların ihtiyacı nedeniyle tercümeler onun yeri­ne geçti ve açıklamalar yapıldı. Nitekim eğer Kitab bir dille inzal olmuşsa, milletler de farklı, lisanları ayn ayn ise, bu gayret edenlerin gayretlerini artırır. Yani onlan Kitab'm. mânâsım bil­mek, kurallarım anlamak, gizliliklerini çözmek ve kavramak, için. deki ilimleri ihata etmek, tüm ahkâm ve hadleri tedvin etmek hususunda daha fazla çalışmaya iterler.

Hz. Peygamber'in (s.a) «Kavmi» ile sadece Kureyş değil, tüm Araplar kastedilmektedir. Nitekim Ebu Şâme «el-Mürşid» de Sicistanî'den bunu nakletmiştir. Delili ise, «Kur'an yedi harf üzerine inmiştir» hadisidir.

Alusl, bunun kesinlik kazanmamış bir yorum olduğunu söy­lemektedir.

îbn Kuteybe, «Peygamber'in kavmi» ile Kureyş'in kastolun-duğunu; zira Kur'an'ın onların diliyle nazil olduğunu söylemekte­dir.

Bazılan Kur'an'ın Mudar kabilesinin diliyle nazil olduğunu; zira Hz. Ömer'in «Kur'an Mudar lûgatıyla nazil olmuştur» dedi­ğini Öne sürerler.

Bazılan da bunu  îbn Abdilberr'in rivayet ettiği gibi Araplardan yedi kabile ile yorumlamaktadırlar. Bu kabileler şun­lardır:

1) Huzeyl

2) Kinane

3) Kays

4) Dubbe

5) Teymurebbab

6) Esid b. Huzeyme

7)  Kureyş

Ebu Ubeyde, îbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: «Kureyş ve Huzaa Ka'b-% olmak üzere Kur'an, iki Ka'b'tn diliyle inmiştir», «Bu nasıl olur?» diye sorulunca, tbn Abbas cevaben dedi ki; «Çünkü ev birdir. Yani Huzaa, Kureyş'in komşusudur. Onlara KureyşHn lügati kolay geliyordu».

Sicistanî'nin yolunu takip edenler derler ki; «Kur'an'da Him-yer, Kinane, Cürhüm, Ezdi Şenve, Muzhac, Hus'an, Kaysilan, Sa dul Aşire, Kinde, Üzre, Hadramevt, Gassan, Müzeyne, Lafım, Cü­zam, Hanife, Yemame, Sebe, Selim, Amare, Tayy, Huzaa, Amam, Teym, Emmar, Eşariler, Evs, Hazreç ve Medyen lugatları üzerin­de nazil olan kısımlar vardır».

Ebubekr el-Vasıtî, Kur'an'da elli dil bulunduğunu söyler ve örnekler verir. Ancak Kur'an'da Arapçadan başka Parsça, Neb- _ tice, Habeşçe, Berberice, Süryanice, îbranice, Kıptice kelimeler de vardır.

tbn Kuteybe'nin yolunu takip edenler ise, Kureyş ten başka kabilelere nisbet edilen kelimelerin —eğer nispet doğruysa  mut­laka Kureyş diline muvafık olduğunu söylerler.

Eş-Şame'nin bazı alimlerden rivayet ettiğine göre, Kur'an ön­ce Kureyş ve onların komşusu fasih Arapların diliyle indi. Sonra her Arap kabilesine, kendi lehçeleriyle ayetlerin cari olduğu te­rimlerle Kur'an okumak mubah kılındı. Meselâ lafız ve i'rabtaki ihtilaf gibi. Hiçbiri kendi lehçesinden diğerine İntikal etmekle mükellef kılınmadı. Çünkü bu bir zorluktur. Ayrıca onlarda ken­di lûgatlarına (lehçelerine) karşı bir taassub vardı. Üstelik makşadın kolayca anlaşılması hususu da gözönünde tutuluyordu. An­cak bilindiği gibi bu tolerans (ibaha) sonraları devam etmedi. Yani îslâm dini yerleşip müslümanlar bağımsız bir hakimiyete kavuşunca, bunlar kaldırıldı.

Alusî, Hz. Peygamberdin kavmi ile Kureyş'in kastedildiğini ve bu hususta şüphe eden kimselerin bulunacaklarını sanmadığı­nı, Kureyş'ten sonra Arapların bu terimlerle insan zihnine gel­diklerini söylemektedir.

El-Bahr da ayetin nüzul sebebi olarak, Kureyşlilerin «Niçin tüm Kitaplar başka dillerle inerken, bu Kitap Arapça indi?» şeklindeki konuşmaları olduğu söylenilmektedir. Eğer bu riva­yet sahih ise, bu da umumun kastedildiğini açıkça ifade etmekte­dir.

Kur'an'ın Kureyş ve Arap dilinde nazil olması, Hz. Peygam-ber'in (s.a) sadece Araplara ve Kureyş'e peygamber olarak gön. derilmiş olmasını gerektirmez. Nitekim Yahudilerden «el4sevi-ye» adlı bir grup böyle bir iddiada bulunmaktadır. Oysa Hz. Pey-gamber'in (s.a) risaleti tüm insanlığı kapsamaktadır. Kur'an'ın Kureyş veya Arap diliyle inmesine gelince bunun hikmeti ortada­dır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) önce onlara Allah'ın emrini bil­dirdi, zemin hazırladı, İslâm devletini onların içinde kurdu, kuv­vetlendi. Sonra da Kur'an'ı tüm insanlığa ilân etti.

Bazı müfessirlere göre, «Kavmini» lafzmdaki «hu» zamiri Hz. Peygamber'e racidir. Çünkü ayetin siyakından böyle anlaşıl­maktadır. Nitekim İbn TTbeyy, Süfyan-ı Sevri'den şöyle rivayet et­mektedir: «Diğer peygamberlere gelen vahiyler de Arapça iniyor­du. Sonra her peygamber onu kavminin diline tercüme etmiştir». Bu yoruma göre ayetin anlamı şöyle olmaktadır: «Biz her pey­gamberi ancak Muhammed'in kavminin diliyle gönderdik». Far kat bu zayıf bir rivayettir.

Bazıları da her kitabın Arapça indiğini, ancak Cebrail'in on­ları peygamberlere tercüme ettiğini, iddia etmişlerdir ki bu riva­yet Kelbi'ye nispet edilmiştir. Oysa Kelbi zayıf bir ravidir. Kel-bi'nin bu rivayetiyle ilgili olarak; «Eğer bu caiz ise, tercümeden sonra peygamberlerin yaptığı ancak açıklama olur. Böyle olun­ca da hedef gözden kaçmış olur. Çünkü «Lehum»daki zamir fce-sinlikle «Kavm»e racidir. Onlara tercüme ile açıklama yapılmış olur» denilmektedir. Zemahşeri ise tefsirinde, bu haberin sahih olmadığını zira «Leftum»daki zamirin kavme raci olması duru­munda mânânın şöyle olacağını söyler: «Allah Tevrat'ı Arapça in­dirdi ki Araplara açıklasın». Bu mânânın fasid olduğu ortada dır.

Bazı kimseler bu ayetle, dillerin tevkifi değil, istilahî olduk­larına delil getirmişlerdir. Çünkü tevkif ancak peygamberlerin gönderilmesiyle olur. Oysa ayet, peygamberlerin gönderilmesinin ancak kavimlerinin diliyle olduğuna delâlet etmektedir. Bu da, dillerin peygamberlerin gönderilmesinden önce meydana gelme­lerini iktiza eder. Böyle olunca da o dillerin tevkifi olarak mey­dana gelmeleri memnu, ıstılah! olarak meydana gelmeleri ise va­cip olur.

«Allah dilediğini saptırtr, dilediğini doğru yola iletir»; yani saptıracağı kimsede dalâleti yaratır; zira onda dalâlete gitmeyi gerektiren sebepler vardır. Dilediğine de hidayet verir; yani onda hidayeti  yaratır, ona lütfeder.

(5) «Andolsun ki biz Musa'yı; Kavmini  karanlıklardan..»Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet bir önceki ayetin açıklamasıdır, çünkü daha ön­ceki ayette, her peygamberin kendi kavminin diliyle gönderildiği bildirilirken bu ayette- o peygamberlerden birini ele almak su­retiyle mesele tafsil edilmektedir.

«Âyatina» (ayetlerimiz) ile kastedilen, Allah Teftlâ'nın Hz. Musa'nın eliyle izhar ettiği dokuz ayet (mucize) dir.

Bazı müfessirler bu ayetler ile Tevrat'ın ayetlerinin de kas­tedilmiş olabileceğini söylemişlerdir. Hz. Musa'ya kavmini (îs-railoğullan'nı) küfür ve cehaletten ibaret olan karanlıklardan çı­karması emredilmiştir. Çünkü onlar küfür ve cehalet içinde kıv­ranmaktaydılar. Bu nedenle Hz. Musa'ya «Ey Musa! Bize onların Hakları (mabudlanj gibi ilâhlar kıl» demişlerdi.

«Nur» ile kastedilen Allah'a iman, tevhid ve diğer ilâhî emir­lerdir. Yani onlan küfür ve cehaletten çıkarıp, imana, tevhide ge­tir.

Bazıları «Onlan noksanlıktan çıkar, kemâle erdir» diye mâ­nâ vermişlerdir. Yani zulmet, karanlık ve eksiklik, nur ise aydın­lık ve kemaldir.

«Eyyam» (günler) kelimesi Allah'ın nimet ve meşakkatlan-dır. Bu görüş İbn Abbas'a aittir. Taberi de bu görüşü tercih et­miştir. Çünkü uygun olanı budur. Kısaca ayetin mânâsı şöyle an­laşılır: «Onları terğib ve teşvik etmek, onlara va'd ve tehditleri belirtmek suretiyle onları karanlıklardan çıkar, aydınlığa, imana ulaştır.»

Mukatil ve îbn Zeyd'den gelen rivayete göre, «AÜah'ın Gün­leri» ile Allah Teâlâ'nın diğer ümmetlerin başına getirdiği felâ­ketler kastedilmektedir. «Eyyam'ul-Arab» ifadesi bu anlamdadır. Çünkü Araplar Hz. Peygamber'irî (s.a) risaleti öncesi sürekli sa­vaş içindeydiler. Talan yaparlardı. Meselâ Zikar, Ficar, Kıdde ve diğer savaşlar gibi. Araplar «Eyyam» kelimesini olaylar, vakıalar anlamında kullanırlar. Nitekim Şii müfessirlerden Tabersî, «Ey­yamsın olaylar anlamına geldiğim Amr b. Gülsüm'ün şiiriyle is­pata çalışır.

Neseî, îmam Ahmed. Beyhaki, KaT> yoluyla Hz. Peygamber' İn (s.a) buradaki «Eyyam» kelimesini «Allah'ın nimetleri» şeklin­de tefsir ettiğini rivayet ederler. îbn Munzir tarafından nakledi­len rivayette îbn Abbas'ın ve Mücahid'in de aynı şekilde bu keli­meyi tefsir ettikleri belirtilmektedir. Ebu Hayyan Amr'ın şiirini bu hususta şahid (delil) olarak arzeder.

«FizaUke» ile kastedilen, Allah'ın felâket ve musibetlerle ha­tırlatmada bulunduğuna işaret vardır. O olaylarda çokça sabre­den ve çokça şükreden herkes için mucizeler, birçok delil ve ib­retler vardır. O deliller Allah'ın birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetine delâlet eder.

«Sabbar», musibetlere çokça sabreden kimse demektir. «Şe* kür» ise nimetlerine karşılık Allah'a çokça şükreden kimse de­mektir.

Bazı müfessirlere göre «Sabbar ve Şekûr» müminlerdir. Ya­ni her mümin için bu hatırlamada Allah'ın birliğine, yüceliğine ve ilmine dair deliller vardır. Mümin demek yerine«Sa&bar» ve «Şekûr» denmesi her müminin iç âleminde çokça sabreden ve şükreden olması gerektiğine işaret eder. Denildiği gibi, ayetten maksat sabrın ve şükrün kemâline veya imana lâyık olan kimse­nin bundan ibret alır olmasıdır. Çünkü kendisinden Öncekilere gelen nimet ve felâketleri hatırlayan, sabır ve şükrün, imanın sonucunu gören bir kimse, hiçbir zaman bu durumdan ayrılamaz hâle gelir» Ayet çokça sabredeni ve çokça şükredeni, onlar gerçek mânâda ayetlerden istifade ettiği için tahsis etmiştir. Sabrın şü­kürden önce zikredilmesinin anlamı şudur: Sabır her sevinçli işin anahtarıdır ve sabır insanı şükre götürür.

Ragıb el-İsfehanî, şükrün nimeti tasavvur ve belirtmek (or­taya çıkarmak) olduğunu söylemiştir. Şükrün üç kısmı vardır: Kalbin, dilin ve azaların şükrü. Ragıb el- İsfehani'nin dediği gibi, Allah Teâlâ'nın şükrünü mutlak mânâda eda etmek çok zordur. Bu bakımdan Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in dışında Allah Teâlâ hiç­bir sevgili kulunu şükründen dolayı övmemiştir. [4]

 

Meal

 

6- (Hatırlat o zamanı)  ki Musa kavmine;  «Allah'ın üze­rinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O sizi işkencenin en kötü­süne süren ve oğullarınızı kesip, kadınlarınızı sağ bırakan Fira-vun'un aile efradından kurtarmıştı. İşte bunda (size anlatılanlar­da) Rabbinizden size büyük bir imtihan  vardı» demişti.

7- (Hatırlayın ki)  Rabbiniz size;  «Eğer şükrederseniz el­bette size  (nimetimi)  artıracağım ve nankörlük yaparsanız hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir» demişti.

8- Ve Musa; «Siz ve yeryüzünde olanlar hep inkâra sap­mış olsanız bile  (Allah için bir eksiklik sözkonıısıı olmaz. Çün­kü) Allah Gani ve Hamîd'dir» dedi.

9- Sizden öncekilerin; Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilemez. Peygamberleri kendilerine beyyinat  (mucizeler) getirdi de onlar ellerini   (Peygamberlerinin)  ağızlarına koyarak; «Biz, sizin kendisiyle gönderilmiş  olduğunuz şeyi inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden kuşkulu bir şüphe içindeyiz» dediler.

10-  Peygamberleri (şöyle) dedi: «Göklerin ve yerin yaratı­cısı olan Allah hakkında şüphe (niz) mi var? Oysa O, günahları­nızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar bırakmak için, sizi çağırıyor.» Onlar; «Siz de bizim gibi birer be­şerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalanınızın tapmış ol­duğundan döndürmek istiyorsunuz. Madem öyle bize apaçık bir delil getirin» dediler. [5]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(6) «(Hatırlat o zamanı) ki Musa kavmine^,.» Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet bize Mısır'ın yerlileri olan Firavun efradının (Âlu Firavn), îsraüoğulları'ndan doğup-dünyaya gelen erkek çocukla­rını kesip, kız çocuklarına ilişmediklerini göstermektedir. Maksat­ları (daha önce geçtiği gibi) Piravun'un görmüş olduğu acıklı rü­yanın tahakkukuna mâni olmak ve nüfus bakımından sürekli ço­ğalan İsraüoğıülan'nı azaltıp, ezilmeye mahkûm etmekti.

Kadı Beyzavi'ye göre, bu ayette geçen «Asap» kelimesi Bakara ve A'raf Suresi'nde sözkonusu edilenden farklıdır. Çünkü her iki surede de bahsi geçen «Azap» kelimesi kesmek, öldürmek azabın dışında zikredilmiştir. Bunlar Allah Teâlâ'nın kudret vermesi ve onları hemen muaheze etmemesiyle meydana geldiğinden, «Büyük bir belâ-imtihan» olarak nitelendirilmiştir.

«Sue'l-Azdb» lâfzındaki «Sue» kelimesi, Se'e-yesuu'nvm. maş­tandır. Burada kötü azap ile ya onun cinsi, ya onların köle edinil­meleri, ya da en kötü işlerde çalıştırılıp, hiç nazarı itibara alınma­maları kastedilmiş olmalıdır.

(7) «{Hatırlayın ki) Rabbiniz size...»Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki ifadeler Hz. Musa'nın kavmine söylediklerinin bir parçasıdır. Adeta Hz. Musa onlara şöyle söylemiştir: «Allah Teâ-lâ'nın size verdiği nimeti hatırlayın ve yine hatırlayın ki Allah Te-âlâ size; «Eğer şükrederseniz nimetimi daha artırırım» demişti.»

Şükür, iman ve salih amelle olur. Yani; «Eğer iman edip sa­lih amellerde bulunursanız, nimetinize nimet katarım. Yok eğer nankörlük yaparsanız ve iman etmez, salih amellerde bulunmaz­sanız, iyi bilin ki azabım çok şiddetlidir.»

Zahire göre, «artman bu dünyadadır. Bazıları ise, «ar£ma»nın hem bu dünyada hem de Ahiret'te olduğunu söylemişlerdir. Bu yo­rum uzak bir ihtimal sayılmaz.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre; «Eğer siz beni birler, bana itaat ederseniz, sevabınızı artırırım» demektir.

Ayetin mânâsı, Hasan Basri ile Süfyan'us-Sevri'den gelen riva­yete göreyse; «Eğer nimetlerimin şükrünü eda ederseniz, taatini  zi artırırım» demektir.

Bu yorumlar ayetin zahiri anlamından uzaktır. Nitekim Fan-ruddin Razi tefsirinde (Mefatih'ul-Gayb); «Şükrün hakikati nimet verenin nimetini ikrarla birlikte onu tazim etmektir» demiştir. [6]

 

Nimetin Şükrü Seri' Midir Akli Midir?

 

Ehl-i Sünnet'e göre bu ayetle nimet verene şer'an şükretmek vaciptir. Mutezile'ye göreyse nimeti verene şükretmek aklen va­ciptir. Çünkü onlara göre, husn-kubh aklîdir. Bu hususta Ehl-i SÜnnet'in Mutezile'ye yönelik tenkidleri kelâm eserlerinde görü­lebilir.

(8) «Ve Musa; Siz ve yeryüzünde olanlar hep...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani bütün varlıklar veya insanlar küfre kayşalar, onların Al­lah'a hiçbir zararı dokunmaz. Ancak kâfir olanın zararı kendisine-tür. Allah tüm mahlûkatın şükründen müstağnidir, onlara muh­taç değildir ve zengindir.

«Allah hamiddir»; yani Allah hamdı zatına vacib kılmıştır. Çünkü hamdı vacip kılan birçok nimetleri vardır. Melekler, hatta kâinatın her zerresi O'na hamdeder.

Görüldüğü gibi Hz. Musa onlara önce açıkça Allah'ın nimet­lerini hatırlatmış, sonra da onun zımnında kendilerine dokunacak zararları belirtmiştir. İkinci kez onlara şükürden ötürü nimetin artmasını, küfürden (nankörlükten) dolayı da azabın hak oluşu­nu beyan etmiş, onları nankörlüklerinin sonuçlarından sakındır-mıştır. Üçüncü olarak nankörlüğün hasletlerini kendilerinde gör­düğünden, onlara diğer kavimlerin başından geçen felâketleri ha­tırlatmaya başlamıştır.

(9) «Sizden Öncekilerin; Nuh, Ad ve Sentud...»Bu Ayetin Tefsiri

«Ve Ad» kelimesi «Kavm» kelimesi üzerine atıftır. «Semud» da aynı şekilde «Kaum»in Üzerine atıftır. Yani Nuh kavmi. Ad kav­mi ve Semud kavmi.

«Onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi?»; Yani on­lardan sonraki kavimlerin haberleri.

«Onları Allah'tan başkası bilemez». Buradaki istisna cümle­si, bu kavimlerin çok olduğunu ifade etmektedir. Yani o kadar çokturlar ki adetlerim saymak mümkün değildir.

Yani onların haberleri size gelmedi mi ki siz bunlardan ibret alınıyorsunuz? Oysa muhakkak onlarda ibretler vardır.

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamberin de­desi Adnan ile dedesi Hz. İsmail arasında bilinmeyen otuz nesil (kuşak) vardır. [7]

 

Neseb İlmi

 

îbn Mesud'dan gelen bir rivayete göre, o bu ayeti okuduğun­da, «Neseb sayanlar yalan söylemektedirler» demiştir. Yani onlar neseb ilmini biliyoruz diye iddia ediyorlar. Oysa Allah Teâlâ, bu ilmin kullardan uzak olduğunu beyan etmiştir.

Bu rivayetler iki yorumdan ilkini, daha açık bir şekilde tas­dik etmektedirler.

«El-BeyyİTiat» ile kastedilen açık mucizelerdir. Her peygam­ber ümmetine hak yolu açıklıyor ve onları karanlıklardan aydın­lığa çıkarmak için yol gösteriyorlardı. Onlar elleriyle peygamber­lerin ağızlarına ve. ağızlarından çıkan sözlere işaretle, «îddia etti' ğiniz peygamberliği inkâr ediyoruz» dediler. Yani, «Peygamberli­ğinizin doğruluğuna delâlet eden mucizeleri inkâr ediyoruz». Bu­rada kastedilen mucizelerin inkârı değil, o mucizelerin delâlet et­tiği peygamberliğin inkarıdır. Şöyle de anlaşılabilir. Peygamberle­rin getirdikleri ile kitapları ve şeriatları kastedildiğinden, onla­rın inkâr ettikleri kitaplar ve şeriatlardır. Kısaca, onlar peygam­berlere verdikleri cevabın bundan ibaret olduğunu söylemekle, nübüvveti tasdik hususunda onları ümitsizliğe düşürmüş oldu­lar.

Bazılarına göre, onlar ellerini kendi ağızlarının üstüne koy­makla, peygamberlere kendilerinden ümidi kesmelerine (vazgeç­melerine) ve kendileriyle konuşmamalarına imada bulunmuşlar­dır. Adeta peygamberlere şöyle demek istemişlerdi: «Susun! Faz­la konuşmanın size bir yararı yoktur. Çünkü biz inkârımızda ıs­rarlıyız ve bundan da ayrılmayacağız!» Bu takdirde cümledeki iki çoğul zamir de kâfirlere racidir ve diğer kelimelerde hakiki ma­nâları üzerine kalmaktadır.

îbn Mesud'dan rivayet edildiğine göre, bu ayetten maksat şu­dur: «Onlar peygamberleri görmekten, konuşmalarını dinlemek­ten nefret ettikleri için, öfkelerini bastırmak için ellerini ısırır-lardı», (İbn Münzir, Tabarani, Hâkim).

Bu yoruma göre de, iki zamir kâfirlere raci olmaktadır. El ve ağız kelimeleri yine hakiki mânâları üzerine kalmaktadır. Ancak «İtelemek», «Geri çevirmek» mânâları «Isırmak»taxı kinayedir.

Bazıları ifadeyi «ellerini» yani «vâz-u na&ihatlarınt ağızlarına tıktılar» şeklinde mânâlandırmışlardır. Yani onlar tebliği kabul etmemişlerdir.

Bazılarına göre, «eydi» (eller) kelimesi «nimetler» demektir. Birinci zamir peygamberlere, ikinci zamir kâfirlere raci olmakta­dır. Bu takdirde ayetin mânası şöyledir: «Kafirler peygamberle­rin getirmiş oldukları nimetleri ağızlarıyla (mesnetsiz bir şekil­de) yalanladılar».

«Biz, sizin kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyi inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden kuşkulu bir şüphe içinde, yiz»; yani bizi çağırdığınız iman ve tevhid hususunda büyük bir şüphe içindeyiz ve o şüphe bizi korkunç bir kuşkunun içine dü­şürmektedir.

Bazı müfessirler, ilk cümleyle (inkâr ettik) ikinci cümle (şüp" he içindeyiz) arasında bir zıtlık olduğunu söylemişlerdir. Ceva­ben şöyle deriz: «Şüphe» ile kastedilen tevhid ve iman hususun­daki büyük bir şüphedir. Daha önce sözkonusu edilen peygamber­lerin gönderilmekte olduğu «şey» ise, nübüvvetin doğruluğuna de­lâlet eden mucizeleri veya kitab ve şeriatları olduğundan, müna-farat (zıtlık) ortadan kalkar.

Bazılarına göre, eğer küfür ile şüphenin bağlandığı nokta bir veya aynıysa, yani ikisi de peygamberlere karşı çıkanların halini belirtiyorsa, o zaman «Ve inna» lâfzının başındaki «Ve» (vav), «Ev» (veya) mânasını ifade eder. Yani biz, ya kesinlikle sizin ge­tirdiğiniz inkâr eder ve kâfir oluruz ya da böyle yapmadığınız tak­dirde en az o hususta şüphe içindeyizdir. İster inkâr edelim, is­ter şüphede olalım, her iki halde de sizi tasdik etme imkanımız or­tadan kalkar.

Bazıları, «küfür imansızlıktır (tasdik edilmesi gereken bir şe­yi tasdik etmemektir). Bu anlamdaki bir küfür ise, şüphenin zıddı değildir» dediler. [8]

 

Allah'ın Vahdaniyetinden Şüphe Edilir Mi?

 

(10) «{Peygamberleri şöyle) dedi: Göklerin ve yerin...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu cümle bir istinaf i cümledir ve mukadder bir sorunun ceva­bıdır. Yani onlar peygamberlere yukarıdaki gibi cevap verdikle­rinde, peygamberler kendilerine nasıl cevap vermişlerdir diye ade­ta sorulmuş, «peygamberler de onlara bu sözleri söylemişlerdir» diye cevap verilmiştir. Yani peygamberler, kâfirlerin o akılsızca sarfettikleri sözler karşısında hayrete düşmüşler ve onların bu davranışlarını reddederek: «Allah hakkında şüpheniz mi var?» de­mişlerdir. Böylelikle sadece şüpheyi değil, vehmedilmesini bile or­tadan kaldırmış oldular. Yani âdeta, «Allah'ın vahdaniyetinde şüp­he edilir mi?» demişlerdir. Bu sözleri, peygamber olarak gönde­rildikleri kavmin ateist (dehri) olmadığım gösterir. Onlar sadece müşrikti. Dolayısıyla şirk koşmakla birlikte, Allah'ın varlığına ina­nıyorlardı.

Bazıları ifadeyi, «Allah'ın şanında şüpheniz mi var?» şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu takdirde ifade hem Allah'ın varlığım hem de vahdaniyetini içerir. Çünkü onların içinde dehriler de, müşrik­ler de bulunmuş olmaktadır. îfade; «Sizler Allah'ın varlığı husu­sunda korkunç bir şüphe içinde misiniz?» yerine, «Allah hakkında şüphe mi?» şeklinde Allah Teâlâ'nın celaliyetini ortaktan tenzih ve onların akılsızlığını tescil amacıyla gelmiştir. Yani şanı yüce olan Allah'ın varlığı, vahdaniyeti, O'na imanın gerekliliği haklan-da bir şüpheniz mi var? Oysa bu gerçek, her şeyden daha açık bir şekilde ortadadır.

Peygamberlerin en büyük maksatları, insanları iman ve teh­irde davet olduğundan dolayı, mucizelerin getirilmesi de bunun vesilesi olduğu için peygamberler onların, «Biz sizin getirdiğinizi inkâr ediyoruz» şeklindeki sözlerine cevap vermediler. Sadece en yüce hedef olan iman ve tevhide parmak basarak, geçtiler.

«Fâtır» yaratıcı, var eden demektir. Yani sizin şüphe ettiği­niz noktayı gözler önüne sermek için, en yüce bir nizam üzerinde gökleri, yerleri ve içinde bulunanları yoktan var edendir. Sizler O'nun varlığında, birliğinde nasıl şüphe edebilirsiniz?

Bu ayette delilin tamüğına işaret vardır. Hz. Zeynelabidin'in oğlu Zeyd bu kelimeyi «Fâtıfas-Semavati» şeklinde «Mensub» okumuştur. Böylelikle bunu mukadder bir fiile mef'ul kılmıştır. Yani, «Gökler ve yerin yaratıcısını Överim».

Allah Teâlâ, onların şüphe ettikleri noktaların var olduğuna dair delillere işaret ettikten sonra, rahmet ve kereminin büyük­lüğüne değinmiştir. Peygamberler; «Bizi görevlendirmekle Attah sizleri imana davet ediyor, Biz bunu kendiliğimizden yapmıyoruz. Davet ediyor ki, bu imandan dolayı Allah sizi affetsin» demişler­dir. Davet edilen husus imandır ve bağışlanma onun üzerine teret­tüp eder. Davet edilen hususun bağışlanma olması da mümkündür. Çünkü ihtisas ve inteha mânâları sözkonusudur. Yani, «Allah sizi mağfiret için mağfirete davet ediyor, başka bir hedef için değil».

«Liyağfire» lâfzının başındaki lâm harfinin «ilâ» mânâsında olduğunu söylemek kaide ve kuralları az bilmekten neş'et etmiş­tir. Gerçek şu ki, gayeler kastedilen hedeflerdir ve hem imtihanın mânâsını hem de fazlalığı ifade etmektedirler. [9]

 

Müslüman Olmak Kul Hakkını Kaldırmaz

 

«Günahlarınızdan bir kısmını» ifadesi, Allah Teâla'nm günah­ların bir kısmını İslâmiyet'le kaldırdığına, mezalim ve kul hakla­rını kaldırmadığına delâlet eder. Bu yorum İslâmiyet'in Allah'ın haklarının tamamını kaldıracağını diğerlerine ise dokunmayaca­ğını bildiren görüşe binaendir. Ancak Hz. Peygamber'in, «Muhak­kak ki İslâm kendinden Öncekileri siler» hadisinin açıklamasında muhaddislerin görüşleri şudur: «İslâm, zulm ve kul haklan da da­hil, kendisinden öncekileri siler». Bu yorum şu ayetle de destek­lenmektedir: «Allah günahlarınızı affedecektir». Bu takdirde «Gü-nahlarımz-dan-» lâfzındaki amin» harf-i çeri zâiddir. Nitekim Ebu Ubeyde ve Ahfeş, bu ayetteki «min» harf-i çerinin zâid olduğunu söylemişlerdir. Yani «Günahlarınızdan» değil,

(Günahlarınızı».

Zeccac, ayetteki «min» in «Beyan», bazıları da «bedel» için olduğunu söylemişlerdir. Yani Allah günahlarınızın bedeli karşılı­ğında sizi affetmek için sizi çağırmaktadır. Bu yorum Vahidi'ye nisbet edilmiştir.

«Min» in bâziyet (kısım) mânâsını ifade etmekle birlikte, «Kül» (bütün) mânâsım ifade etmesi de mümkündür. Pahruddin Razî, «nün» harf-i çerinin hiçbir zaman «bedel» için gelmediğini söyleyerek, yukarıdaki görüşü reddetmektedir. Ebu Hayyan ise «Min» in baziyet mânâsı ifade ettiğini, ba'z ile de İslâm'dan ön­ceki günah ve hataların kastedildiğini öne sürmüştür. Böylece ayet ile hadis tearuza düşmemiştir. Ayet geçmişin affedileceğini va'de-derken, geleceğin affedüeceğini va'detmemektedir. Gelecek hak­kında sükutla geçilmektedir. Ayet ve hadiste olduğu gibi, mesele Allah'ın dilemesine bırakılmaktadır.

El-Esamm'a göre, «min» baziyet mânâsı ifade eder. Yani, «İman ettiğinizde Allah büyük günahlarınızı affeder. Küçüklerine gelince, onların affa ihtiyacı yoktur. Çünkü onlar zaten affolun-muştur».

Tayyibî de bu görüşü benimsemiş ve şunları eklemiştir: «Bu makamın gereği budur. Çünkü, çağrı umumidir. «Peygamberleri şöyle dedi: Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah hakkında şüphe, (niz) mi var? O günahlarınızı affetmek için sizi çağırıyor» buyu-rulmuştur. Yani adeta şöyle denmektedir: «Ey şüphede olanlar! Şirk ve günahlanyla mülevves bulunanlar! Muhakkak ki Allah sizi iman ve tevhide davet ediyor Jd sizi günahlarınızın pisliğinden te­mizlesin».

Durum böyle olunca, burada Allah'a mahsus hakların affolu­nacağım söylemek gereksizdir. Oysa başka bir ayetle; «Onlar kü­fürden (inkârdan) vazgeçerlerse, Allah da daha önce geçeni on­lar için affeder» buyurulmuştur. Burada «ma» edatı kullanılmak­tadır. «Ma» edatı şartlı bir cümlede gelirse umumiyet ifade eder. Kâfirin teşvik anındaki yeri de genişliktir, kabz değil. Kâfirler müslüman olduklarında Allah onları şirk ve benzeri şeylerden te­mizlesin anlamındadır. Küçük günahlarından değil. Nitekim şu rivayet bu yorumu destelemektedir:

«Mekkelilerin; «Muhammed'in iddiasına göre, müşrikler, Al­lah'ın haram kıldığı canı öldürenler affolunmaz. O zaman biz na­sıl affolunacağız? Çünkü hicret etmedik, putlara tapıyorduk ve Allah'ın haram kıldığı canları da Öldürdük» demeleri üzerine: «De ki! Ey nefisleri hakkında aşın giden kullarınt!..» Ayeti nazil olmuştur.

Ayrıca Vahşi kıssası da meşhurdur. El-Kadı, bu yorumu ten-kid ederek şöyle demiştir:

«El-Esamm burada uzak bir tevile gitmiştir. Çünkü kâfirlerin küçük günahları, büyük günahları gibi affolunmaz. Küçük günah­ların affolunması, sadece tevhid ehline mahsustur. Çünkü onların sevapları günahlarından çok olur. Asla sevaba malik olmayan 1&-fire gelince, onun günahlarından hiçbir şey küçük olmaz, hiçbir şey de affedilmez. Burada daha değişik bir yorum vardır: Kâfir tevbe halinde imana geldiğinde bazı günahlarını unutur. Ancak hatırladığı ve kendisinden hakkında tevbe sadır olan günahları affolunur».

Şayet El-Esamm, El-Kadı*nın bu yorumunu görseydi, muhak­kak ki onun bu iddiasını karşılıksız bırakmazdı. Çünkü mezkur yorum, pek isabetli değildir.

Zemahşeri, kâfirler hakkındaki tedkikin, «Günahlarınızdan» tabirinin müminler için de «Günahlarınız» tabirini gerektireceğini söylemektedir. Bu iki hitap, aralarındaki ayrılık noktasını göste­rir ki iki grup da Allah'ın va'di hususunda eşit olmasın.

«Sizi muayyen bir vakte kadar bırakmak için»; yani Allah'ın belirtmiş olduğu ve ömrünüze nihayet vereceği zamana kadar iman ettiğiniz takdirde sizi geciktirmek, kökünüzü kazıyıcı azabı size göndermemek için.

İtan Atabas, bu ayetin yorumunda: «Dünya lezzetleriyle ve hoş şeylerle ölüme kadar sizi faydalandırsın diye çağrılıyorsunuz» de­mektedir. Bu görüş ecelin teaddüdünü gerektirmez. Bu hususta Mutezile yanılmıştır.

«Onlar»; yani peygamberlere karşı gelenler şöyle dediler: «Siz de bizim gibi bir beşersiniz. Sizi peygamberliğe ehil kılacak bir larvadan uzaklaştırmak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin»; yani durum bizim söylediğimiz gibi değilse ve siz­ler gerçekten Allah tarafından gönderlimiş kimselerseniz, iddia et­tiğiniz gibi, bunun doğruluğuna dair delilinizi getirin. Ki biz desı taptığımız puttan bırakalım. Ya da faziletinize, üstünlüğünüze ve­ya şu mertebeye vardığınızı gösteren delilleri getirin.

İbn Atiyye şöyle demektedir: «Kâfirler bir beşerden peygam­ber gönderilmesini uzak bir ihtimal saydılar. Bu yüzden böyle bir şeyin varlığını ancak delille kabul edebileceklerini söylediler.

Bazıları da bunun muhal olduğunu bildikleri için ve onlan aciz bırakmak maksadıyla delil istediler. Yani «sizin peygamber olarak gönderilmeniz muhaldir. Aksi takdirde açık deliller geti­rin». Böylelikle bu delilleri getiremeyeceklerini söylemek istediler. || Ancak bu yorum ayetin zahirine ters düşmektedir. Çünkü bu istek peygamberleri kendilerine açık mucizeler getirdikten sonra öne sürülmüştür. Onlar bundan sonra inad ve tartışmaya sapmışlar­dır.» [10]

 

Meal

 

11- Peygamberleri onlara:  «Biz de sizin gibi bir beşerden başkası değiliz. Fakat Allah kullarından dilediğine lütfeder. Al­lah'ın izni olmadan bizim size delil getirmemize imkân yoktur. Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler» dediler.

12- «Bizi yollarımıza ilettiği halde ne diye Allah'a dayanıp güvenmeyelim? Andolsun bize verdiğiniz eziyete katlanacağız. Te­vekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler!»

13- Kâfir olanlar peygamberlerine; «Muhakkak sizi ya yur­dumuzdan çıkaracağız ya da bizim dinimize döneceksiniz» dedi­ler. Rabbleri de onlara; «Zalimleri mutlaka helak edeceğiz» diye vahyetti.

14- «Ve  onlardan sonra sizi mutlaka o yere yerleştirece­ğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden korkan kim­seler içindir.»

15- (Her iki taraf da AII ah'd an)  fetih  (yardım)  istediler. (Fakat) her inatçı zorba hüsrana uğradı.

16- Bunun ardından da cehennem vardır. Orada ona irin­li sudan içirilir.

17- Yutmaya  çalışacak   ama  boğazından  geçiremeyecektir ve ona her taraftan ölüm gelecek, oysa o yine ölçmeyecek. Ar­kasından da daha şiddetli bir azap (gelecektir).

18- Bablerini inkâr edenlerin misali tıpkı şöyledir:  «Onla­rın amelleri fırtınalı bir günde, rüzgârın şiddetle saçıp savurdu­ğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. İş­te bu uzak sapıklığın ta kendisidir».[11]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsirî

 

(11)   «Peygamberleri onlara: Biz de sizin gibi...» Bu Ayetin Tefsiri[12]

 

Peygamberlik Vehbîdir

 

Bu ayet, peygamberliğin kesbî değil vehbî olduğunu ortaya koymaktadır. Peygamberliğin bazı insanlara verilmesi, Allah'ın di­lemesiyle olmuştur.

Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı; «Biz meleklerden de­ğiliz. Aksine sizler gibi birer beşeriz. Fakat Allah dilediğine fazl-ı kemalatım verir, peygamberliğin nirengi noktasını teşkil eden is­tidatları ihsan eder» şeklindedir. Bu yorum İslâm hukemasından bazı kimselerin şu sözlerine bina edilmiş gibidir: «İnsanın ruh ve bedeninde küllî ve kudsî birtakım özellikler olmasaydı, peygam­berlik vasfının insanda husule gelmesi aklen memnu olurdu».

Peygamberlerin bu ayette ruhi ve bedenî faziletlerini zikret­memeleri tevazu göstermeleri nedeniyledir. Gerçek şu ki, her ne kadar peygamberlerde birtakım tercihe şayan meziyetler var idiy­se de, «insanın ruh ve bedeninde küllî ve kudsî birtakım özellikler olmasaydı, peygamberlik vasfının insanda husule gelmesi aklen memnu olurdu» demek pek yerinde değildir.

uSultan» kelimesi hüccet, delil anlamındadır. Yani sebepler­den bir sebep demektir.

«Müminler ancak Allah'a tevekkül etsinler»;   yani başkasın değil. Kafirlerin inad ve düşmanlığına karşı müminler yalnız Al- lah'a güvensinler. Peygamberler burada tüm müminleri zikret-

i mekle tevekkülü gerektiren şeyin iman olduğuna işaret etmişler­ dir. Yine onlar müminler derken ilk sırada kendilerini kastetmiş- lerdir. Nitekim gelecek ayet bunu açıkça belirtmektedir.

 (12)   «Bizi yollarımıza ilettiği halde, ne diye...»Bu Ayetin Tefsiri

 «Lenasbirenne» lâfzının başındaki «lâm» harfi mukadder bir 1 kasemin (yeminin) cevabıdır. Yani, Allah'a yemin ederiz ki bize verdiğiniz eziyete katlanacağız. Bu eziyet ve zulmünüz inatçıhğınızdan ve bizden mucizeler istemiş olmanızdan kaynaklanmakt dır.

 «El-Mutevekküun» ile müminler kastedilmektedir. Allah  Teâlâ'nın bu tabiri, müminler için kullanmasının nedeni, onların ğ bu sıfatla mevsuf olmalarındandır. Yani tevekkül edenler, yalnız İ Allah'a tevekkül etsinler. Bu ayetle ilgili olarak Ebu Zer'den gelen İ bir hadis vardır: «Pireler sana eziyet ettiğinde bir bardak su al,  üzerine yedi kez bu ayeti oku, sonra «eğer müminseniz şerrinizi  bizden uzak tutun, eziyetinizi bizden uzaklaştırın» de. Sonra o su- yu yatağının etrafına dök. Sen onların şerrinden emin olarak uyur- sun». Alusî: «Bu hadisin sahih olup olmadığına vakıf değinin. Bu- nu tecrübe de etmedim. Çünkü hamdolsun pirelerin benden her- hangi bir istekleri yoktur» demekte ve bu tür hadislerin şahinliği

hususunda şüphelerin olduğunu söylemektedir.

(13-14) «Kâfir olanlar peygamberlerine: Muhakkak sizi..,» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Kâfir olanlar» ile inkârda ileri giden kimseler kastedilmek­tedir. Yani kâfir kavimler arasında aşırı gidenler. Meselâ Hz. Şu-ayb'ın kavmi gibi. Bü yüzden sadece «dediler» tabiri kullanılma­mış, «Kâfir olanlar dediler» denilmiştir. «Kâfir olanlar» ile o ka­vimler içinde sözü geçen ehli hal ve'1-akd'in kastedilmesi ve sade­ce «Dediler» tabirinin kullanılmamasının nedeninin de bu olması, mümkündür. [13]

 

Peygamberler Hiç Küfürde Kalmamışlar

 

«Teuddune» fiili «avd» kökünden gelir ve bir halden başka bir hale intikal etme anlamı taşır. Böylelikle ayetin zahirinden, pey­gamberlerin daha Önce küfür dini içinde bulundukları, sonra ay­rıldıkları vehmi ortadan kaldırılmış olmaktadır.

Bazı müfessirlere göre «Avd» (Dönüş) ile onlardan dillerini tutmaları, kendilerinden iman etmelerini istememeleri kastolun-maktadır.

Bazılarına göre de, bu kullanım asıl anlamı üzeredir; yani in­sanın zihnine ilk gelen mana üzeredir. Fakat hitap peygamberler ile o peygamberlere iman eden kavimlerinedir. İman eden kavim' ler Önce şirk üzereydiler. Bu balamdan cemaatin durumu gözönü-ne ahnarak bu söz söylenmiştir.

Bazılarına göre de ayette «tağlib» sözkonusu değildir. Hitap peygamberleredir. Peygamberlerin şirkte oldukları vehmine ge­lince, bu onların iddialarına göredir. Bu ayet tıpkı Piravun'un Hz. Musa'ya «Kâfirlerden olduğun halde böyle yaptın» demesi kabi-lindendir.

Peygamberlere denilenler denildikten sonra, Allah Teâlâ on­lara şöyle vahyetti: «Andolsun, zalimleri helak edeceğiz»; yani   Kimde doruğa çıkan o müşrikleri, bu sözleri söyleyen o kafirleri helak edeceğiz. Onları helak ettikten sonra da sizleri o yere (on­ların yurduna) yerleştireceğiz.

Allah Teâlâ burada müşriklerin yeminine karşılık yemin et­mektedir. Ayetin zahirine göre, Allah'ın üzerine yemin ettiği hu­sus, onların «Muhakkak sizi yurdumuzdan çıkaracağız» demele­rinin karşılığıdır. Bu, onların peygamberlere karşı aldıkları tav­rın ne denli şenaat taşıdığım ortaya seren bir ayettir. Onlar pey­gamberleri yurtlarından çıkarmak istediklerinde Allah Teâlâ bu­nun cezası olarak onları dünya yurdundan çıkardı ve topraklarını da zulüm gören o peygamberlere ve mü'minlere nasip etti. Bir ha­diste; «Kim komşusuna eziyet ederse, Allah onun evini o komşuya miras olarak verir» diye Duyurulmuştur.

«Zalike» zalimlerin helakine ve muhataplarının onların yur­duna yerleştirilmesine işaret etmektedir. [14]

 

Allah'ın Makamından Ne Kasdedildi?

 

«Allah'ın makamı» ile kastedilen, kulların Kıyamet Günü'nde hesap için durdukları yerdir. Nitekim Zeccac, bu görüştedir. «Ma­kam» kelimesi ism-i mekândır. Allah'a raci olan bir zamire izafe edilmesinin nedeni, Allah'ın huzurunda böyle olduğundan dolayı­dır.

Perra, «Makam» kelimesinin mimli masdar olduğunu ve faile nispet edildiğini söylemektedir. Yani; «Buf benim amellerini hıfz, durumunu murakabe ederek, üzerine kaim olmamdan korkan kimse içindir».

Bazılarına göre ifade: «Benim adalet ve sevap üzerinde kaim olmamdan korkan kimse içindir» şeklinde anlaşılmalıdır.

Bazılarına göre burada, «Makam» kelimesi zaiddir. Çünkü korku Allah'tandır. Yani, «Bu, benden korkan kimse içindir.»

«Vaid» kelimesi azapla tehdit demektir.

(15) «(Her iki taraf da Allah'dan) fetih (yardım) istediler...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani her iki grup (Peygamberler ve kâfirler) galip gelmek için Allah'ın yardımını istedi.

«İsteftehu» fiilinin hüküm anlamındaki «fetehat» kökünden gelmesi mümkündür. Yani onlar Allah'ı hâkim kılarak, O'nun ara­larında hükmetmesini istediler. Nitekim başka bir ayette; «Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hükmet» diye buyurulmuş-tur.

Katade'den gelen bir rivayete göre fiilin zamiri peygamberle­re racîdir ve daha önce geçen «Evham fiilinin üzerine atıftır. İbn Abbas ve Mücahid'den gelen, «Festeftehu» şeklindeki kıraat, bu ih­timali kuvvetlendirmektedir.

îbn Zeyd'e göre, zamir kafirlere racidir ve bu fiil daha önce geçen «Kâlellezine» üzerine atıftır. Yani kâfirler böyle dediler ve Allah'tan da yardım istediler. Tıpkı Kureyş'in dediği gibi; «Eğer Muhammed'in dediği hak ise gökten üzerimize taş yağdır». Sanki onların peygamberi yalanlamaları ve eziyetleri şiddetlendiğinde, kendilerine acilen azap gelmediği için kendilerine söylenenin bâtıl olduğunu sandılar. Ve peygamberlerle alay etmek için yardım is­tediler.

Bazı müfessirlere göre, zamir hem peygamberlere hem de on­ları yalanlayanlara racidir. Çünkü peygamberler de, onlar da Allah'tan hak üzerinde olanlara yardım, bâtıl Üzerinde olanlara azap etmesi için dua ediyorlardı.

«Cebbar» lafzı diktatörlerin sıfatıdır. Eksikliklerini büyük makamlar iddia etmek suretiyle tamamlamak isteyenlerdir. Bu kelime insanlar hakkında ancak zan ve yermek anlamında kullanı­lır.

«Anid» kelimesi hakka karşı inad edip, kendisinde olanı bü­yüten kimse demektir,

«îsteftehu» fiilindeki zamir hem peygamberlere hem de kâ­firlere raci ise, o takdirde ayet şöyle anlaşılır: «İki grup da, Allah' tan yardım istedi. Fakat Allah peygamberlere yardım etti ve asî, inatçı olan kimseleri de hüsrana uğrattı».

(16) «(Bunun) ardından da cehennem...» Bu Ayetin Tefsiri

«Vera'» kelimesi «bir kimsenin önünde» demektir. Yani cehen­nemin bu inatçının önünde olmasının mânası cehennemin onu gö­zetlemesi, onun cehennemin kenarında durması ve oraya atılacağı demektir.

Bazılarına göre de «Vera'» ile hayatın ardı, arkası kastedilmiş­tir. Yani bu hayattan sonra cehennem vardır ve ölür ölmez oraya yuvarlanacaklardır.

«Vera'» kelimesinin bu iki anlama da gelmesinin nedeni, lâf­zın her iki zıt anlamı da muhtevi olmasındandır. Bu iddiayı öne süren Ebu Uboyde ile El-Ezherî'ye göre «Vera'» müşterek anlamlı lâfızlardandır.

Bir gruba göre, manevî müşterekleri olan bu kelime genel bir husus için kullanılmak maksadıyla konulmuş Olup, hem önü hem de arkayı ifade etmektedir. Bu lâfız bazen mecazi olarak «zaman» anlamında da kullanılır.

«Sedid» kelimesi, Mücahid, Katade ve Dahhak'a göre, cehen­nem ehlinin cesedlerinden akan irin anlamına gelir.

Muhammed b. Ka*b ve Rebia'ya göre, «Sedid», cehennemde­ki zina etmiş kadın ve erkeklerin-uzuvlarından akan irin demek­tir.

Zemahşeri'ye göre «Sedid», «ma» (su) kelimesinin atfı beya­nıdır. Allah Teâlâ önce «ma» (su) kelimesini mübhem (hangi tür su olduğunu belirtmeden) getirmiş, sonra o suyun irin olduğunu beyan etmiştir ki dinleyenler dehşete kapılsın.

(17) «Yutmaya çalışacak ama boğazından...» Bu Ayetin Tefsiri

Ebu'l-Beka'ya göre «Yetecerrau'hu» fiili daha önce geçen«ma» nin sıfatı veya halidir. Ya da mukadder bir sorunun cevabıdır. Sanki, irinli su içirildikten sonra onun basma ne geleceği sorul-muşcasma, cevaben ona, «susuzluğun ve sıcaklığın dehşetinden do­layı irinli suyun içilmesi teklif edilir» denilmiştir. O da neredeyse yutamayacak dereceye gelir, irin boğazına takılır. Çektiklerini çektikten sonra, bir yudum daha alır ve böylece susuzluk ile sı­caklık arasındaki azabı uzayıp gider,

«Yusiguhu» karnına göndermesi anlammadır. Ayetin mânâsı ise, o irini içmeden önce, karnına gönderemeyecek duruma geli­yor (boğazından geçiremiyor) şeklindedir.

Ebu Umame kanalıyla rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygam­ber (s.a) bu ayeti okuduktan sonra şöyle demiştir: «İrin, cehen­nemdeki her inatçı zorbaya yaklaştırılır. O bundan tiksinti duyar. Ona yaklaşünldıkça yüzünü yakar, başındaki perçemi düşer. Onu içtiğinde ise barsakları paramparça olur. Öyle ki arkasından dö­külür.» (İmam Ahmed, Neseî, Tirmizi, Hakim) Nitekim Allah Te­âlâ başka bir ayette; «Onlara Hamim olan sudan içirilir ve bar­sakları paramparça olur. Eğer onlar su isterlerse, onlara mehil gibi bir su yardım olarak verilir.» buyurmaktadır.

«Ona her taraftan ölüm gelecek»; yani ölümün şiddetlerinden meydana gelen sebepleri ve azabın çeşitleri ona hücum edecek, her yandan bu sıkıntılar kendisini saracaktır. İbn Abbas böyle ri­vayet etmiştir.

İbrahim et-Teymi'ye göre, onun cesedinden olan her yerden, hatta tüylerinin etrafından da ölüm gelecektir. Bu yorumun bir benzeri, Meyimin b. Mihran ile Muhammed b. Ka'b'dan da rivayet edilmiştir. Bu takdirde azalara «mekan» (yer) denilmesi mecazi­dir. Ayetin zahirine bakılırsa bu Ahiret'te cereyan etmektedir.

Ahfeş'e göre burada, dünyada kâfirlere isabet eden belâlar kastedilmektedir. Allah Teâlâ onların şiddetinden ötürü «ölüm» lafzını kullanmıştır. Ancak bu yorum uzak bir ihtimaldir. Çünkü kâfirlerin cehennemdeki hallerini tasvir için bu ayetler serdedil-miştir. O gerçek mânâda ölmüş de değildir. Yani anlaşılan o ki, sebeplerin gelişinden ölsün de rahata kavuşsun ister, ama o öl­mez. «Arkasından da daha şiddetli bir azap»; yani o her zaman daha şiddetli, daha katı ve öncekinden daha dehşetli bir azapla karşılaşır.

(18) «Rablerini inkâr edenlerin misali, tıpkı...» Bu Ayetin Tefsiri

«Meselu» kelimesi mübtedadır. Haberi ise hazf edilmiştir. Veya «A'malehum» ile başlayan cümle onun haberidir.

«Remad», bilinen gubar (toz, kül) demektir. İbn İsa'ya göre «remad», gubarın öğütülmesi gibi ateşte öğütülmüş bir cisimdir.

«Onların amelleri»; yani iyilikler sınıfına dahil olan davranış­ları: Sıla-i rahim, köle azad etmek, esirin fidyesini vermek, misa­firperverlik, yardıma ihtiyacı olanların yardımına koşmak v.b.

Bazılarına göre, onların amelleriyle ibadetten sayılan ve put­lar için yaptıkları fiiller kastedilmektedir. Bazıları ise, mânânın daha genel olduğunu söylemişlerdir.

«Asif» (şiddetli rüzgâr) kelimesi, mecazen «gün» anlamında­ki «Yevm» kelimesinin sıfatı olmuştur. El-Herevi'ye göre ifade şöyledir: «Rüzgârı şiddetli olan bir günde».

«Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler»; yani dünyada işledikleri amelin hiçbir yararını Kıyamet Günü'nde göremezler. Sevap ve azabın hafifletilmesi hususunda o amellerin bir faydası dokunmaz.

Bu genel mânâ, Hz. Aişe'den gelen bir hadisle teyid edilmek­tedir:

Hz. Aişe:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Cahüîye döneminde İbn Cüd'an sıla-i rahim yapar, fakirleri doyururdu. Acaba bu kendisine bir yarar sağlayacak mıdır? diye sordu.

Hz. Peygamber (s.a):

— Hayır! Bir yarar sağlamaz. Çünkü o; «Yarabbi ceza günün­de hatalarımı affeyle» demedi, diye buyurdu.

«Mimma kesebu»n\xn «Alâ şey'in»den önce zikredilmesi ve fa­kat Bakara Suresi'nde tam tersinin yapılması, her birinin kendi konumlarının önemi gereğincedir. Biraz   basireti   olan bunu an-      j| lar.

Temsilin özetle anlatmak istediği şudur: Onların amelleri, Al­lah marifeti, Allah'a iman ve O'nun rızası için olmadığından rüz­gârlar tarafından saçıp savrulan toza benzetilmiştir. İşte bu uzak sapıklığın ta kendisidir.

Allah, kâfirlerin amellerini fırtınalı bir günde rüzgârın şid­detle saçıp savurduğu küle benzetmektedir. Onların amelleri ne § kadar iyi ve çok olursa olsun sonuç itibarıyla Ahiret'te kendile­rine bir yarar sağlamayacaktır. Çünkü Allah insanları önce ken­disine ve gönderdiği peygamberlere iman etmekle mükellef tut­muş, sevab ve mükafatı buna göre vereceğini bildirmiştir. Bu ba­kımdan, imanı olmayanlar yaptıkları iyi işlerin karşılığını dünya­da iken alırlar. Ahiret'te ise, onlara verüecek hiçbir şey yoktur. [15]

 

Meal

 

19- Allah'ın gökleri ve yeri hak île   yarattığını   görmedin mi?  (Allah)  dilerse sizi oradan silip kaldırır, yepyeni bir halk getirir.

20- Bu Allah için hiç de güç bir iş değildir.

21- Onlann hepsi Allah (in huzurunda)  toplandılar.  Müs-taz'aflar  (zayıf bırakılanlar), o büyüklük taslayanlara;  «Biz si­zin  takipçilerinizdik.  Şimdi  sizler Allah'ın  azabından  herhangi bir şeyi bizden uzaklaştırabilir misiniz?» dediler. Onlar; «(Ne ede­lim?) Allah bizi hidayete erdii şeydi biz de sizi doğru yola iletir­dik. Şimdi sızlansak da sabretsek te birdir. Çünkü bizim için ka-çıp-sığınacak bir yer yoktur» dediler.

22- İş bitirilince şeytan:  «Allah size gerçek olanı va'detti. ;'     Ben  de size va'dettîm ama ben sözümden döndüm.  Zaten  be­nim sizin üzerinizde bir gücüm yoktu. Sadece sizi  (nankörlüğe) çağırdım, siz de çağnma hemen koştunuz. O halde benî kına­mayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben sizi kurtarabilirim,  ne

de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz ki ben daha önce de beni Allah'a ortak koşmanızı reddetmiş idim. Muhakkak ki zalimler için acıklı bir azap vardır» dedi.

23- İman edip salih ameller işleyenler,  Rablerinin  izniyle içinde  ebedi kalacakları ve  altından  ırmaklar akan  cennetlere sokulacaklardır. Onların orada  (birbirlerine)  tahiyye   (dirlik te­menni) leri «selâm»dır.            ,       t

24- Görmedin mi ki Allah nasıl bîr misal getirdi? Güzel bir söz, kökü (toprakta) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gi­bidir. [16]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(19-20) «Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Hitap, Hz. Peygamberdedir. Fakat kastedilen ümmetidir. Bazı müfessirlere göreyse hitap, kâfir olan kimseleredir, çünkü ayet­te, «Dilerse sizi oradan silip kaldırır» denilmektedir.

«Görmedin mi?» ifadesiyle kastedilen kalbi bir görmedir. «Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını...» cümlesi de «Görme­din mi» fiilinin iki mefulu (nesnesi) yerine kaim olmuştur. Yani bilmezmisin ki, Allah bunları hak ile, hikmetle ve sıhhatli bir şe­kilde yaratmıştır.

«(Allah) dilerse sizi oradan silip-kaldtrır»; yani ey İnsanlar ve­ya ey kâfirler! Dilerse Allah sizi yok eder. îlk yorum bir gruptan, ikinci yorum ise tbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

«Yepyeni bir halk getirir»; yani getirilecek olan halk (Cum­hura göre) Ademoğullan'nın cinsindendir. Bazıları Ademoğullan' nın cinsinden de başka bir cinsten de olabileceğini söylemişlerdir.

Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığını ifade ettikten sonra bu cümleyi delil yolunu göstermek için getirmiştir. Çünkü yer ile gök­ler gibi büyük varlıkları yaratmaya kadir olan zat, muhatapları­nı helak etmeye ve başka mahlûklarını onların yerine geçirmeye de kadirdir. Zemahşeri'nin «Keşşaf» adlı tefsirinde ifade ettiği gi­bi bu ayet, onların sapıklıkta çok derinlere gittiklerini ve inkâr-daki günahlarının çok büyük olduğunu göstermektedir. Çünkü Al­lah Teâlâ'nın açık kudretine delâlet eden ayetler gayet belirgin ve ortadadır. O alâmetlere bakarak Allah'a iman etmek aklın bir ge­reğidir. [17]

 

Hasrın Varlığı

 

(21) «Onların hepsi AUah(ın huzurunda) toplandılar...»

Bu Ayetin Tefsiri

Mezkûr ayet,  Kıyamet Günü'nde  insanların mutlaka hesaba çekileceğini gözler önüne- sermektedir. Hesapla birlikte Önderle ve arkalarından gidenler arasında cereyan edecek münakaşaların (biiznülah) olacağına da işaret etmektedir.

Onlar Kıyamet Günü'nde  Allah'ın  huzurunda toplanacaklar­dır. Ancak bu toplanma muhakak vuku bulacağından geçmiş zaman kipiyle «toplandılar» denilmiştir Çünkü vaki olacağı kesin olan bir şey adeta olmuş gibidir. Yani zaman mefhumu (Allah'a nispetle) ortadan kalkar. Onların Allah'ın huzurunda toplanmaları 3.     İle kastedilen, kabirlerinden hesap için kaldırılıp gönderilmeleri­midir.

îbn Atiyye'ye göre, onların Allah'ın huzurunda toplanmaları­nın anlamı, geniş bir arazide bulunmalarıdır. Çünkü Kıyamet'in meydanı (Arasat'ı) çok geniştir.

Zeyd b. Ali «Berazu» fiilini, «Burrizu» şeklînde (meçhul) oku­muştur. Bu takdirde Allah Teâlâ'nın onları kabirlerinden hesap için çıkardığı anlaşılır.

«Ez-Zuafu», «Zaif»in cem'idir. Bu zayıflardan (zayıf bırakılan­lardan) maksat, görüşleri zayıf olan, başkalarına tabi olan kimse­lerdir. «Büyüklük taslayanlar» ise onların Önderleri, onları sapı­tan liderleridir.

«Biz sizin takipçiterinizdik. Şimdi sîzler Allah'ın azabından herhangi bir şeyi bizden uzaklaştırabilir misiniz?» sözünü onları kınamak için söylemişlerdi. Çünkü onların kendilerini azaptan kur­taramayacaklarını biliyorlardı. Yani bizler dünyada iken sizin için­de bulunduğunuz sapıklıkta size tabi olmuştuk. Acaba bugün biz­den Allah'ın azabını savabilir misiniz?

Büyüklük taslayanlar, müstaz'afların kınamalarına cevap ver­mek ve onların başına getirdiklerinden dolayı özür dilemek mak­sadıyla; «Eğer Allah bizi imana îletseydi, biz de size yol göstere­bilirdik. Fakat biz yoldan saptık, sizleri de saptırdık» derler. Ya­ni kendimiz için seçtiğimiz akibeti, sizler için de seçtik.

Zemahşeri, «Keşşaf» adlı tefsirinde; «Onlar sapıklıkları ve saptırdıkları hakkında günahı Allah'a yüklemekle yalan söyledi­ler» demektedir. Dolayısıyla bu ayet Kıyamet Günü'nde bile kâ­firlerin yalan söyleyebileceklerine delâlet etmektedir. Nitekim Al­lah Teâlâ başka bir ayette münafıkların hallerini beyan ederken şöyle buyurmaktadır: «Allah anların hepsini haşre gönderdiği bir günde, size yemin ettikleri gibi Allah'a da yemin ederler ve sanır­lar ki bir şey üzeredirler». Ancak Zemahşeri'nin Mutezile mezhe­bindeki hocaları, Kıyamet ehlinden yalanın sadır olabileceğini mümkün görmemektedirler. Zemahşeri'nin bu yorumu kabul edil­memektedir.

Bazılarına göre ifade şöyle anlaşılmalıdır: Eğer Allah bizi ikinci kez dünyaya dönmeye hidayet ederse, ifsad ettiklerimizi İs­lah, sizi de hidayet ederiz.» Ancak bu yorum zayıftır.

Ebu Müslim ve El-Ceyani'ye göre mânâ şöyledir: «Eğer Allah bizi azaptan kurtuluş yoluna, nimet ve sevaba iletirse, biz de sizi buna ileteceğiz». Yani biz kurtulursak sizi de kurtarırız. Fakat ne bizim için, ne de sizin için böyle bir ümit sözkonusu değildir. İs­ter sızlanalım, isterse sabredelim farketmez.

Bu sözün büyüklenenlerin de, her iki grubun da sözü olması muhtemeldir. Bu sözün her iki gruba da ait olduğunu Ka'b b. Ma-lik'in Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet ettiği şu hadis teyid et­mektedir: «Cehennem ehli birbirlerine; «Gelin sabredelim» derler ve yarım asırlık bir zaman sabrederler. Bakarlar ki bu sabır hiç­bir fayda vermiyor. Bu sefer, «gelin sızlanalım» derler ve başlar­lar yarım asır ağlamaya. Bunun da bir yarar sağlamadığım gö­rünce, işte ayetteki sözleri söylerler». (îbn Ebi Hatim, Tabarani, îbn Merduveyh)

Bazıları da bu muhaverenin (karşılıklı tartışmanın) müstaz' aflar ile müstekbirler arasında cehennemde olduğu görüşündedir­ler. Onlar, ayet ve hadislerin zahirine meyletmişlerdir.

«Mehis» kelimesi kaçış yeri, saklanma yeri demektir. Yani Nebid ve Mesif kelimeleri gibi ism-i mekândır. Ya da Me'ıb ve Meşib kelimeleri gibi mimli masdardır. Yani; «Bize, saklanıp da Allah'ın azabından kurtulacağımız bir yer yoktur» veya «O azaptan bizim için kurtulmak sözkonusu bile değildir.»

(22)  «İş bitirilince şeytan: Allah size...»

Bu Ayetin Tefsiri

Ayette sözkonusu edilen «şeytan», her iki grubu da dalâlete götüren îblis'tir.

 bitirilince»; yani Allah tarafından hesap görülünce, cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girince, İblis cin ve in­sanlardan cehennemi dolduranların arasından kalkarak şöyle hay­kırır: «Allah size gerçek olanı va'detti. Ben de size va'dettim, ama ben sözümden döndüm».

îbn Cerir, Hasan Basri'den, Kıyamet Günü'nde tblis'in ateş­ten bir minber üzerine çıkarak şu hutbeyi irad ettiğini rivayet et­mektedir: (Allah size gerçek olanı va'detti...»

MukatÜ'den gelen bir rivayete göre kafirler ateşte İblis'in et­rafını sararak, onu kınarlar. O da ateşten bir minber üzerine çı­karak bu sözleri söyler.

Bazı rivayetlerde, îblis'in bu sözleri cehennemde değil, Ara­sat'ta haşr yerinde söylediği bildirilmiştir.

Ukbe b. Amr kanalıyla Hz. Peygamberden rivayet olunduğuna göre, kâfirler Peygamberin müminlere şefaat ettiğini gördüklerin­de, îblis'e gelirler ve; «Müminler kendilerine şefaatçi buldular. Kalk sen de bizim için şefaatçi ol. Çünkü bizi idîâl ve ifsad eden sensin» derler. Bunun üzerine İblis ayağa kalkar. (Oturduğu yer­den etrafa öyle bir pis koku saçılır ki, hiç kimse hiçbir devirde böyle bir koku duymamıştır). Sonra «Allah size gerçek olanı va'­detti» hutbesini irad eder. (Tabarani, İbn'ul-Mübarek, îbn Cerir, İbn Asakir). Bu hadisin senedinde zayıflık vardır.

«Sultan» kelimesi tasallut, hüccet ve delil manâlarına gelir. Yani İblis şöyle der: «Benim doğruluğuma dair bir delil (sultan) olmadığı halde sizi bir çağırmamla hemen bana uydunuz. Kendi isteğinizle dalâleti seçtiniz. Suç benim değil, sizindir. Beni değil, bilâkis kendi kendinizi kınayın. Siz istidatsızımızdan neş'et eden seçişinizle bana icabet ettiniz. Oysa benim elimde hüccet ve delil yoktur. Sadece meseleyi size süslü püslü gösterdim, birtakım vesveseler verdim size.   Ama Rabbiniz ayetlerle, delillerle sizi hakka davet ettiği halde, O'na tabi olmadınız».

İblis bu sözleriyle, kendisine yöneltüen kınamayı temeliyle ortadan kaldırmak istiyor değildir. Aksine onu kınayanların, ken­di nefislerini daha fazla kınamaları gerektiğini vurgulamaktadır.

Zemahşeri, «Keşşaf»ta,, bu ayetin insanın saadet ve şekaveti bizzat seçtiğine, kendisine saadet veya şekavetten birinin gelmesi-ne bizzat kendisinin neden olduğuna ve Allah'ın sadece imkân ta­nıdığına, şeytanın ise, şekaveti süslü gösterdiğine delâlet ettiğini söylemektedir.

Zemahşeri, sözlerine şöyle devam etmektedir:

«Şayet mesele, cebri iddia edenlerin dediği gibi olsaydı, Şeytan şöyle diyecekti: «Ne beni, ne de kendinizi kınayın! Çünkü Allah hakkınızda küfre hükmetmiş ve sizi küfre icbar etmiştir». Oysa Şeytan'ın Kur'an'da hikâye edilen sözü bâtıl değildir. Eğer bâtıl olsaydı Allah Teâlâ, bunu açıklar, onu inkâr etmenin gerekliliğini ortaya koyardı. Aynca o gün bâtıl konuşmanın da bir yaran ol­maz. Görmüyor musunuz ki Şeytan bile içinde zerre kadar şüphe olmayan doğruyu nasıl düe getirmiştir: «Allah size gerçek olanı va'detti. Ben de size va'dettim ama ben sözümden döndüm».

Bazıları bu ayetin itikadi meselelerde taklidin bâtıl olduğunu ortaya koyduğunu söylemektedirler.

«Müsrifi» kurtarıcı anlamına gelir. Yani Şeytan onlara «Ben sizi, içinde bulunduğunuz azaptan kurtarıcı değilim» demiştir. Çünkü bu kelime sesi uzatmak anlamındaki «Sarah» kökünden (Esraha-Yusrihu) gelmektedir. Hemzesi selb içindir. Sökücü, sıyırıcı, atıcı anlamlarına gelir. Âdeta yardım isteyenin feryadını, yardıma koşan silip-atmaktadır.

«Kuşkusuz ki ben daha önce de beni Allah'a ortak koşmanızı reddetmiş idim»; yani dünyada iken beni Allah'a ortak koşmanızı Haşr gününde cehenneme girdikten sonra reddettim.

«Muhakkak ki zalimler için acıklı bir azap vardım cümlesi, muhtemelen tblis'in sözünün tamamlayıcısıdır. Yine bu sözü Kı­yamet Günü'nde cehennemi idare eden meleklerin söylemeleri de muhtemeldir.

Bazı müfesirlere göre bu, Allah tarafından başlatılmış bir sö­zün başlangıcıdır. Bu iddiayı Hasan Basri ile Amr b. Ubeyd'in 23. ayetin başındaki «Udhile» fülini «Edfıalu» şeklinde okumaları takviye etmektedir.

(23)   «İman edip, salih amel işleyenler, Rablerinin...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «Udhile» fiilinin «Edhalu» şeklinde okunma­sı durumunda bu, yukarıdaki görüşe delil olur. Yok eğer «Udhile» şeklinde okunursa, o zaman müminleri cennete sokanlar melek­ler olur. Adeta Allah Teâlâ, «Onların hepsi Allah'ın huzurunda toplandılar» cümlesiyle her iki grubun (müminler ve kâfirler) zik-redilişinden sonra, orada kafirlerin hallerinden bir kesit sunmuş, şimdi de müminlerin varacağı yeri belirtmiş olmaktadır. Yani mü­minlerin Rablerinin izniyle, emriyle, tevfikiyle, hidayetiyle gire­cekleri cenneti!..

«Onların orada (birbirlerine) dirlik temennileri «selâm»dtrn; yani melekler Rablerinin izniyle onlara dirlik temennisinde bulunacaklardır. «Selâm», her türlü kötülükten, zahmet, meşakkat, kusur ve afetlerden kurtulmak demektir ki müminler dünyada da Ahiret'te de birbirleriyle karşılaştıklarında böyle bir dua ile mu­kabelede bulunurlar. Cennette iken melekler onlara, onlar da bir­birlerine böyle dua ederler.

(24) «Görmedin mi ki Allah nasıl bir misal...» Bu Ayetin Tefsiri

Burada hitap Hz. Peygamberedir. Bazı müfessirlere göreyse hitap, hitaba elverişli olan herkesedir. Allah Teâlâ'nın bir misal vermesi, açıklaması, onu yapması ve yerine uygun şekilde onu kul­lanması demektir.

«Kelime Tayyibe» ile «ŞecereH Tayyibe» ifadeleri hakkında müfessirler aşağıdaki gibi değişik görüşler öne sürmüşlerdir:

1- Beyhaki ile bazı müfessirlerin İbn Abbas'tan rivayet et­tiklerine göre, «Kelime-i Tayyibe», «Eşheduen lâ ilâheillallah» (Şe-hadet ederim ki: Allah'tan başka ilâh yoktur) demektir.

2- El-Esamm'dan gelen   rivayete göre,   «Kelime-i Tayyibe», Kur'an'dır.

3- İbn Bahr'a göre İslâm davetidir.

4- Teşbih ve tenzihtir.

5- Mutlak mânâda Allah'ı övmektir.

6- Her güzel sözdür.

7- Bütün taatlerdir.

8- Müminin kendisidir.

Konuyla ilgili bu rivayetler gelmiştir. Tabari ile îbn Ebi Ha­tim son görüşü İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Ancak bu aye­tin zahiri ile çelişmektedir. Çünkü müminin kendisi için «Kelimen lâfzı sadece Hz. îsa için kullanılmıştır.

Burada müşebbehunbih olan «Şecer-i Tayyibe» ile kastedilen, müfessirlerin çoğuna göre hurma ağacıdır. Bu görüş, İbn Abbas, îbn Mesud, Mücahid, İkrime, Dahhak ve İbn Zeyd'den nakledil­miştir.

Şuayb b. Hebheb'ten şöyle rivayet edilmiştir: «Biz Hz. Pey-gamber'in (s,a) ashabından Enes'in yanında otururken, ona bir tabak dolusu hurma getirdiler. Enes Ebu'l-Aliye'ye; «Ey Eba'l-AlU ye, ye! Bu Allah'ın kitabında belirtmiş olduğu tayyib ağaçtandır» dedi.» (Abdurrezzak, Tirmizi).

Enes'ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber'e «Busr» de­nilen hurmadan bir kap dolusu (veya bir salkım) getirildiğinde, mezkûr ayeti okuduktan sonra, «îste bu ağaç hurmadır» diye bu­yurdu. (Tirmizi, Nesei, İbn Hibban, Hâkim. Bu hadis için Tirmizi (yukarıdaki) mevkuf hadisten daha sahih olduğunu söylerken, Hâkim de bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir).

İbn Merduveyh'in îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre bu ağaç, hindistan cevizi ağacıdır.

Taberi ile İbn Ebi Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, «Bu cennetten bir ağaçtır». Bazıları güzel meyva veren hur­ma, incir, üzüm, nar gibi ağaçların kastedildiğini söylemişlerdir.

«Şehadet» kelimesini bu sıfatlara sahip olan ağaca benzetme­nin nedeni şudur: Şehadet kelimesinin aslı ve menşei imandır. İman da müminlerin kalbine yerleşmiştir. İmandan çıkan dallar ve onun üzerine bina edilen salih amellerle temiz fiiller göklere yükselip giderler. Bunların üzerine terettüp eden Allah'ın sevap ve rızası da bu ağacın meyvasıdır. Bu meyva her an olmaktadır.

Seleften bunu hurma ağacı ile yorumlayanlar, «Hin» kelime­sinin ne kadarhk bir zaman olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Beyhaki'nin Said b. Müseyyeb'ten rivayet ettiğine göre «Hin» iki aydır. Çünkü hurma ağaç üzerinde iki ay durabilir. Taberi'nin Mü-cahid'den rivayet ettiğine göre, bir senedir. Daha farklı görüşler de vardır. Sırf İbn Abbas'tan gelen görüşler bile değişiktir. Ancak en meşhur rivayete göre, o bunu altı ay olarak yorumlamıştır. Çünkü hurmanın meyva vermesiyle meyvanın yenilecek duruma gelmesi arasında altı aylık bir süre vardır.

İbn Abbas, kardeşiyle «bir hin» kadar konuşmayacağına ye­min eden kimseye, «Eğer altı aydan önce konuşursan keffaret vermen gerekir» diye fetva vermiştir. Hanefiler de bu görüştedir.

İnsanların öğüt almaları için Allah Teâlâ misaller vermekte­dir. Çünkü darb-ı mesellerde alınacak öğütler vardır. Bu, akli mâ­nâları beş duyu ile görülen suretlerle tasvir etmektir. Böylece his ile hayal arasındaki münakaşa kalkmış olmaktadır. [18]

 

Meal

 

25- (O ağaç)   Rabbinin  izniyle her zaman yemişlerini ve­rir. Allah hatırlayıp Öğüt almaları için insanlara böyle misaller getirir.

26- Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış (o yüz­den de) ayakta durmaya imkânı olmayan kötü bir ağaç gibidir.

27- Allah iman edenleri dünya hayatında da, Ahiret haya­tında da değişmeyen sözle sağlam ve kararlı kılar. Allah zalimleri saptırır ve Allah dilediğini yapar.

28- Allah'ın nimetini nankörlüğe çevirenleri ve kavimlerini de helak yurduna konduranları görmedin mi?

29- (O helak yurdu)  cehennemdir. Ona yaslanırlar. O ne kötü bir karargâhtır.

30- (Kâfirler) Allah yolundan (insanları) saptırmak için O'na ortaklar koştular. De ki: «(İstediğiniz gibi) yaşayın. Mu­hakkak ki dönüşünüz ateşedir».

31- İman  eden kullanma söyle:  Kendisinde ne alışverişin

ne de dostluğun bulunduğu gün gelmezden Önce, namazlannı dosdoğru kılsınlar ve kendilerine verdiğimiz nzıklardan gizli-açık harcasınlar.

32- Allah;   Gökleri ve  yeri  yaratan, gökten   suyu   indirip onunla rızık olarak size meyvalar çıkaran, izniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize veren ve nehirleri sîze müsah-har kılan zattır.

33- Âdetleri üzere seyreden Güneş ve Ay'ı size âmâde kilan, geceyi ve gündüzü de emrinize veren yine Allah'tır. [19]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(25-26) «(O ağaç) Rabbinin izniyle her saman...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Yirmi altıncı ayette geçmekte olan «Habis» (kötü) kelimesiy­le kastedilen «Küfr» veya «küfre çağrı» veya «yalan» ya da «Allah'­ın rızasına, uygun olmayan her sete» dür.

«Habis (kötü) ağaç» ile Hanzele ağacı kastedilmektedir. Bu merfu olarak Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet edilmiştir.

Zeccac'a göre bu sarımsaktır. Bazı müfessirler «Her tarafın­da diken bulunan bir ağaç», bazıları su üzerindeki yeşil örtü, ba­zıları mantar, kimileri meyvası hoş olmayan bir ağaç olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette bunun, yeryüzün­de yaratılmamış bir ağaç olduğu belirtilmektedir. İbn Atiyye; «Aye­tin zahirine bakılırsa, Allah Teâlâ belli olmayan ama bütün bu özellikleri kapsayan bir ağacı örnek vermiştir» demektedir. İbn Abbas'tan gelen başka bir rivayette, «kötü ağaç» kâfirlerle, «güzel ağaç» da müminlerle yorumlanmıştır.

Cafenlerin Ebu Cafer'den (İmam Bakır) rivayet ettiklerine göre, «kötü ağaç», Beni Ümeyye (Emeviler), «güzel ağaç» ise Ehl-i beyt (Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve Hz. Hasan ile Hz. Hü-şeyin) dir. Ancak   bu rivayetin mesnedi olmadığı gibi, Ehl-i Sün-net'ten gelen bazı rivayetler bu yorumu şüpheli kılmaktadır.

îbn Merduveyh'in Adiy b. Hatem'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a); «Allak kullarım alt-üst etti. O'nun kullarının en hayırlısı Araplardır. Arapları da alt-Üst etti. Onların en hayırlısı Kureyş'tir. îşte Allah Teâlû'mn kitabında «güzel ağaç» diye buyur­duğu Kureyş'tir» demiştir.

Bilindiği üzere, Beni Ümeyye de Kureyş'e mensup bir kabile­dir. Ehl-i Sünnet ile Şia'nın bu husustaki rivayetleri gayet rakik ve karmaşıktır. Beni Ümeyye'nin müstehak olduğu cezayı haketme-lerine neden olan durumu taraftarlarına da, muhaliflerine de giz­li değildir.

Müfessirlerin çoğunun rivayet ettiğine göre, sözkonusu «kötü ağaç», Hanzele'dir. Hanzele ise aslında ağaç olmayıp, ağaca ben­zemesinden dolayı kendisine ağaç denmiştir.

Said Havva, tefsirinde şöyle "bir hadis nakletmektedir: «İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: «Biz Hz. Pey-gamber'in (s.a) yanında iken, Hz. Peygamber; «Müslüman kimse­ye benzeyen, yaprakları yaz-kış dökülmeyen ve Rabbinin izniyle her an meyva veren ağacın hangisi olduğunu biliyor musunuz?» diye sordu. (îbn Ömer diyor ki): İçimden bunun hurma ağacı ol­duğu geçti. Fakat Ebubekir ile Ömer'in konuşmadıklarını görün­ce, konuşmanın doğru olmadığını düşünerek bunu söylemekten vazgeçtim. O sırada Hz. Peygamber (s.a) bunun hurma ağacı ol­duğunu söyledi. Daha sonra Hz. Peygamber'in huzurundan ayrı­lınca babama (Hz. Ömer'e); «Ey baba! AUah'a yemin ederim, o ağacın hurma olduğu kalbime gelmişti» dedim. Babam da «O hal­de niçin söylemedin!» diye sorunca, «Sizin sustuğunuzu görünce konuşmaktan çekindim, bir şey söylemekten kaçındım» diye cevap verdim. O da;   «Eğer sen onu söylemiş olsaydın, o benim ya­nımda şu şu şeylerden daha sevimli olurdu» dedi. (Buharî)  [20]

Bu ayet hakkında bazıları şöyle demektedirler:

«Allah Teâlâ imanı ağaca benzetmiştir. Çünkü ağacın şu üç Önemli özelliği vardır:

1) Yere kök salmış damarlar,

2) Sarsıl­maz bir temel,

3) Yüksek dallar. İşte iman da kalpte yerleşen ma­rifet, dille ikrar, azalarla amel gibi üç hususla mevcut olur. Allah Teâlâ ikinci misalde ağacı yine üç özelliğiyle zikretmiştir:

1) Ha­bis olması. (Ağacın meyvasımn kokusu, tadı veya şeklinin kötü ol­ması). Böyle bir ağacm mutlaka adının belirtilmesi gerekmez. Çünkü bu özellikteki ağaçların hepsi aynı kapsam içine girer.

2) Yere iyice kök salmaması,

3) Ayakta (kaim) durmaması. îşte bu­na benzetilen söz ile kastedilen Allah'ı bilmemek, O'na ortak koş­maktır. Çünkü bu afetlerin ve korkuların ilk temeli şekavetlerin temelidir. Onun hiçbir delil ve kuvveti yoktur».

(27) «Allah iman edenleri dünya hayatında da, Ahiret...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ müminleri, onların kalbinde sabit olan sözle (ya­ni Kelime-i Şahadet ile) sabit ve kararlı kılar. Allah bu sözle onla­rı, kendileri dünyada oldukça sabit kılar. Müminlerin başına ne gelirse gelsin, onlar bu kelimeden ayrılmazlar. Nitekim «Uhdud»& (ateş çukurlarına) atılan müminler de bu kelimeden ayrılmamış­lardır. Yine Bilâl Habeşi, Süheyb-i Rum! ve benzeri sahabeler de başlarından geçen onca musibete rağmen dinlerini terketmemiş-lerdir. [21]

 

Ahiret'in İlk Basamağı

 

nAhiret hayatında da»; yani ölümden sonraki kabir hayatında da. Çünkü kabir Ahiret'in konaklarından ilkidir. Orada müminler­den dünyadaki inançları sorulduğunda tereddüt etmeksizin, yalpa­lamadan inançlarını haykırırlar ve o dehşet verici manzaralar on­ları korkutmaz.

îbn Ebi Şeybe, Bera' b. Azib'ten onun bu ayet hakkında şun­ları söylediğini nakletmektedir:

«Bu sözle dünya hayatında müminlerin sabit kılınmaları şu­dur. Kabirde iki melek kişiye geldiklerinde;

  Rabbin kimdir? Diye sorarlar. O da,

  Rabbim Allah'tır! der. Onlar,

  Dinin hangisidir? Diye sorarlar. O,

  Dinim İslâm'dır! Der. Onlar,

  Peygamber'in kimdir? Diye sorarlar. O,

  Peygamberim Hz. Muhammed'dir! der.»

Bu rivayete göre Ahiret ile Kıyamet Günü kastedilmiştir.

Tabaranî ile İbn Merduveyh'in, Ebu Said'den rivayet ettikle­rine göre Ahiret ile kabir hayatı kastedilmiştir. Buna göre dünya hayatı, bedenen yaşanan hayattır. Ondan sonrası ise Ahiret hayatı­dır. Cumhur-u ulema bu görüştedir ve Taberî de bu görüşü tercih etmiştir.

Bazı müfessirlere. göre, dünyada sabit kılınma, fetih ve düşman karşısında alınan zaferlerdir. Ahiret'te sabit kılınma> cennet ve sevaptır.

«Allah salimleri sapttrtr»; yani Allah zalimlerde haktan sap­mayı yaratır. Tagut onların irade ve tercihlerine göredir ki bu ira­de ve ihtiyar onların kötü iradelerinden çıkmaktadır.

«Zalimler» ile kastedilen kâfirlerdir. Çünkü «Zalimler» mü­minlerin karşıtı olarak zikredilmektedir. Kâfirlere «küfür»den sonra «zulüm» vasfının yakıştınlması ya bir şeyi asıl yerinin dı­şına koymaları ya da kendilerine zulmetmeleri nedeniyledir. Zira onlar fıtratlarını bozmuşlar ve dalâlet ehline uyarak apaçık delil­leri görmezlikten gelmişlerdir. Bu yüzden de zalim olmuşlardır. Onların sapkınlığı, dünyada (imtihan yerinde) sebat göstermeme­leridir. Dünyada iken sapmışlardır. Ahiret'te ise daha da dalâlet içinde olacaklardır.

tbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Beyhakî'nin îbn Abbas'tan riva­yet ettiklerine göre, kâfir bir kimseye ölüm geldiğinde, melekler onun yanına varırlar, yüzüne ve sırtına vururlar. Kabre girdiğin­de oturturlar ve sorarlar! «Rabbin kimdir!». O hiçbir cevap vere-mez. (Çünkü Allah ona her şeyi unutturmuştur). Yine ona; «Pey-gamber'in kimdir?» denildiğinde, o hiçbir cevap veremez. İşte aye­tin mânâsı budur.

«Allah dilediğini yapar» cümlenin zahirine bakılırsa, «Kul için en uygununu yapmak Allah'a vaciptir» diyen Mutezile'nin bu gö­rüşü reddedilmektedir. [22]

 

Nankörlüğün Korkunç Netîcesî

 

(28)  «Allah'ın nimetini nankörlüğe çevirenleri ve...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu hayret verici hitap (soru), Hz. Peygamber'e (&a).ya da kafirlerin sapkınlıklarından hayrete düşen herkesedir.

Yani; «Allah'ın nimetini küfür ile değiştirenlere bakmıyor mu­sun?.. Onlar O'nun nimetine şükretmediler ve büyük bir nankör lükle O'na karşı çıktılar».

Bu sapkınlığı işleyenler (nimeti küfr ile değiştirenler) Mekkelilerdir. Çünkü Allah onlan Harem'ine yerleştirmiş, Kabe'nin fe bekçisi kılmış ve Hz. Muhammed'i peygamber olarak göndermek  onlan şereflendirmiştir. Ancak onların üzerlerine düşen şük- |ç retmek iken, nankörlük etmişlerdir. Allah Teâlâ Mekkelilere ge­nişlik ve nimet vermiştir. Kışın Yemen'e yazın Şam'a kervanlar düzenlerlerdi. Fakat bunca nimete nankörlükle karşılık verdiler. Allah Teâlâ da onlara yedi sene kıtlığı musallat etti. Onların canı­nı (müslümanlann vasıtasıyla) aldı, Bedir'de esir düşürdü. Böyle­ce nimetin karşılığı olan küfür kendileri için oluştu ve boyunların­da bir zincir olarak kaldı.

Hz. Ali'den rivayet olunduğuna göre, Allah'ın nimetini nan­körlük ile değiştirenler, Kureyş'ten iki fâcir kabiledir. Birisi Benî Ümeyye, diğeriyse Benî Muğire'dir. Allah Teâlâ, Beni Muğire'nin önünü Bedir Günü'nde kesmiş, Beni Ümeyye'ye ise bir zamana kadar mühlet verilmiştir. (Hâkim, îbn Cerir et-Taberi). Elbette bu onların müslüman olmalarından önceki durumlarıdır. Müslüman olanlar hangi kabileden olurlarsa olsunlar —İslâm kendisinden öncekini ortadan kaldırdığı için  tertemizdirler, (Buharî «Tarih» inde, İbn*ul-MÜnzir ve diğerleri Hz. Ömer'den bunun bir benzeri rivayeti nakletmişlerdir).

Bazı rivayetlerde bunların Kureyş kâfirleri olduğu belirtilmiş­tir, îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bunlar Cebele b. îhyem ile beraberinde gidip Rumlara iltihak eden Hıristiyan Araplardır. (îbn Ebi Hatim). îbn Abbas burada ayetin Cebele hakkında na­zil olduğunu söylemek istemiş değildir. Çünkü onların iltihakı Hz. Ömer'in hilafeti döneminde vuku bulmuştur. Yani bu ayet Kıya-met'e kadar gelecek insanlardan Cebele gibi davranan kimselere mahsustur.

«EUBevâr» kelimesi «helak» anlamındadır. Bâre - Yeburu'dan gelme masdardır. Rağıb el-îsfehani'nin de dediği gibi, aslında «çokça tembel» demektir. Nitekim çokça tembellik fesada sirayet eder.

(29) «(O helak yurdu) cehennemdir. Ona...» Bu Ayetin Tefsiri

«Cehennem» lâfzı daha önceki ayette geçen «Dâr» kelimesi­nin atf-ı beyanıdır. «Yeslevne» fiili ise, ateşin sıcaklığım haber vermek meyanında «Onun sıkıntısını çekerler» demektir.

«O ne kötü bir karargâhtır»; yani o cehennem ne kötü bir ka­rargâhtır ya da orada durmaları ne kötüdür!

(30) «(Kâfirler) Allah yolundan (insanları) şapitrmak...» Bu Ayetin Tefsiri

«Endâd» kelimesi «Nid»in çoğuludur ve isimlendirmede veyaibadetle Allah'a ortak koşulan O'nun benzerleri, denkleri, eşleri anlamındadır. Kâfirler bunu (Allah'a eş koşmayı), kendilerini ta­kip eden kavimlerini Allah'ın nurundan (Tevhid'den) saptırmak için yapmaktadırlar.

(31) «İman eden kullanma söyle; Kendisinde ne...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ, kâfirleri tehdit ve onların geçici lezzetlere dal­dıklarına işaret ettikten sonra, Rasûlüne bedenî ve malî ibadetin halis kullarına tavsiye edilmesini emir buyurdu.

«Kendilerine verdiğimiz nzifdardan gizli - açık harcasınlar»; yani infak ettikleriyle böbürlenmesinler. Çünkü harcadıkları şey­ler bizim kendilerine verdiklerimizdendir. Onların böbürlenmeye, minnet etmeye hakları yoktur. Minnet ancak bize aittir.

«Namaz» ile kastedilen farz ve nafile namazlardır. Îbn Abbas' tan gelen rivayete göre, namazdan kastedilen farz namazlar, in-faktan kastedilen ise farz olan zekâttır.

Ancak zekât hicretin 2. yılında, sadaka-i fıtırdan sonra farz kılınmıştır. Bu sure ise cumhura göre, tamamen hicretten önce Mekke'de nazil olmuştur.

«Gizli infak» ile sadakalar, «Açık infak» ile de farz zekâtlar kastedilmiştir. Zekâtın açık verilmesi, gören kimselerin teşvik edilmesi gayesine matuftur. [23]

 

İyi Dostun Yararı Vardır                                    

 

«HîlcU» kelimesi «Halihin çoğuludur. Bu kelime bazen «EhiU la», bazen de «Ehille» şeklinde gelir. Yani, o gün yarar verecek bir dost bulunamaz.

Bu ayetteki hüküm, «Müttakiler müstesna o gün "bazısı bazı­sına düşmandır» ayetindeki hükme ters düşmez. Çünkü tefsire ko­nu olan ayette, dostların muttaki olsun olmasın hiçbir yarar ve­remeyecekleri hükmü sözkonusu edilmektedir. Bu ayette ise mut-takilerin birbirlerine yarar vereceklerine değinilmektedir. Bu iki ayet şöyle telif edilmiştir: Fıtri temayül ve nefsin rağbeti nedeniyle bir dostluk yoktur. Fakat Allah yolunda, muttaküerin arasındaki husus fıtri temayül ve nefsin rağbeti nedeniyledir. Bununla bera­ber ispattan olan istisna, olumsuzluğu gerektirmez. Gerektireceği söylenirse, düşmanlığın nefyedilmesinclen dostluk lâzım gelmez. Orada «Alışveriş» ve «Dostluk» olmaması ile onlardan bir yararın elde edilmemesi kastedilmektedir. Ancak Allah rızası için infak edilmiş olandan bir yarar elde edilebilir. Bu ayet aynı zamanda Allah Teâlâ'nın .rızası için infakı teşvik etmektedir. Sanki şöyle de­nilmek istenmiştir: înfak edenlerin harcadıklarından yarar sağla­dıkları gün gelmezden önce, infak etsinler. O gün de cimriler için pişmanlık hiçbir fayda vermez!

(32)  «Allah; Gökleri ve yeri yaratan, gökten...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah Teâlâ nimetlerine karşı nankörlük yapanların halini be­yan ettikten ve müminlere nimete karşı şükretmek üzere ibadet vazifelerini yerine getirme emrini verdikten sonra, bütün insan­lara şükretmeyi ve taati gerektiren büyük nimetleri bildirmey başlamıştır. Bunun nedeni müminleri teşvik, kâfirleri kınamak­tır.

Bu ayet, Allah Teâlâ'nın varlığına, kudretinin sonsuzluğuna, il­minin kemaline dair gelen ayetlerden birisidir.

Ayette kullanılan «Gök» anlamıdaki «Sema» kelimesi «bulut» karşılığında kullanılmıştır. Çünkü su gökten değil buluttan iner. Sudan maksat ise yağmurdur. Buluta «gök» denmesi yüksek olu­şu nedeniyledir.

Muhaddislerin çoğuna göre, gökten maksat yağmurun başla­dığı belli bir yörüngedir. Yağmur oradan bulutlara, bulutlardan m    da yere gelir. Ayetteki «nzk» ise insanın yararlandığı yiyecek ve giyeceklerin hepsidir.

«İzniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi»; yani gemileri yapma sanatını ve onları kullanmayı size ver­di. Kalbinize attığı ilhamla bunu becerdiniz.

Bazılarına göre ifade; «Suya batırmamak suretiyle onu size müsahhar JctlmtşUr» anlamındadır.

«Nehirleri de size müsahhar kıldı»; zira onlardan içer, baraj­lar yaparak ekinlerinizi, bahçelerinizi sularsınız. Nehirler ile kas­tedilenin, akıp giden büyük yataklar olması durumunda mânâ böyle anlaşılır. Ancak nehirler ile sadece su yatağı kastediliyorsa,  onun tashir edilmesi, onlar için kolaylaştırılması demektir ki ora­da su akıp gitsin.

Bu ayet aynı zamanda sulardan istifade edilmesini teşvik etmektedir. Yani baraj ve benzeri yapıları yapıp insanlığın istifade­sine arzetmeyi teşvik etmektedir.

(33) «Âdetleri üzere seyreden Güneş ve Ay'ı...» Bu Ayetin Tefsiri

«Daibeyni» kelimesi Güneş ve Ay'ın hareketlerinde daimi ol-duklan ve Dünya'nın sonuna kadar bir saniye bile hareketlerini değiştirmedikleri anlamına gelir. Yani Güneş ve Ay Dünya'nın so­nuna kadar bir saniye bile durmadan deveran edeceklerdir.

îbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh'in tbn Abbas'tan rivayet ettikleri­ne göre, Güneş Sakiye menzilindedir. Gündüzleri kendi yörünge­sinde göklerde seyretmekte, battığı zaman ise doğudan doğup or­taya çıkıncaya kadar yeraltındaki yörüngesinde seyretmektedir. Aynı şekilde Ay da böyledir. Ay ile Güneş'in batışlarından sonra yeraltında seyrettikleri şeklindeki görüş Hasan Basri'den de riva­yet edilmiştir.

Alusi, bu görüşleri naklettikten sonra, akl-ı selimin de mese­lenin böyle olduğuna şahitlik ettiğini ve nakilcilerin başka görüş­leri de bulunduğunu söylemiştir.

Ayetin zahirinden Güneş ve Ay'ın kendi yörüngelerinde hare­ket ettiklerinin ispatı vardır. Felsefeciler Ay ve Güneş için iki ha­reket tesbit etmektedirler. İlki günlük harekettir, doğudan başlar, batıya doğru uzanıp gider. Ay ve Güneş burada kendilerine tah-did edilen yörüngelerinde zorunlu olarak hareket ederler. İkinci­si ise, burçların arka arkaya gelmesiyle görülen harekettir. Batı­dan doğruya doğru kendi yörüngelerinde hareket ederler. Zati bir harekettir . Onlar Güneş ve Ay için yörüngenin kalınlığında olan hareketi tesbit etmiyorlar. Çünkü yörünge gayet katıdır. Parçalan­ma kabul etmez. Muhiddin Arabi «Fütuhat» adlı eserinde, balığın sudaki hareketi gibi bir hareketi Ay ve Güneş'in hareketine ben­zetiyor. Yörünge ona göre su ve hava gibidir.

Bazı nakilcilere göre Ay, Güneş ve yıldızlar nurdan ya­pılmış zincirlere bağlı bulunuyorlar. Meleklerin elindedirler. Melekler onları Allah'ın dilediği yere çekip götürüyorlar. Felekler ise onlara göre hareketsizdirler. Şeyh'i-Ekber'e göre de böyledir. Ancak tüm bu görüşler izafi (tahmini) bir mahiyet taşımaktadır­lar. Burada hasmın açmış olduğu bir deliği kapatmaya uygun hiç­bir görüş yoktur. Zamanla bu ayetin yorumu daha güzel bir şe­kilde, keşfedilerek ortaya çıkmaktadır. Güneş kendi ekseni etra­fında döner. Ay'ın ise iki dönüşü vardır. Biri gece ile gündüzün, diğeri de mevsimlerin meydana gelişini sağlayan dönüştür. Bu hu­sus ile ilgili ayrıntıları yeni (çağdaş) çalışmalardan elde etmek mümkündür.

«Daibeyni» süreklilik ifade eden «Deib»ten gelmektedir. Bu iki yıldızın tashiri ise eğer, onları nurlu kılması, onlara bağlı olan şeyleri ıslah etmeleri demektir. Şeyh Şehabeddin Sühreverdi (Ha-leb'te idam edilmiştir), «el-Meşarih veUMutarifıat» adlı kitabında şöyle der:

«Güneş ve Ay'ın tesiri, bütün semavi tesirlerden daha belir­gindir. Güneş'in tesiri ise Ay'ınkinden daha açıktır. Güneş'in ışık vermesinden sonraki en açık tesiri ısıtmadır. Eğer bu ısıtma ol­masaydı ne kevn, ne fesat istilahlan, ne de gündüz ve gece olmaz­dı. Mevsimler ve canlılar da olmazdı.»

Alusı tüm bunları naklettikten sonra, Güneş ve Ay'ın Allah'ın izniyle tesirde bulunduklarının belirtilmesi halinde bu tür nakille­rin bir zararının olmayacağını söylemektedir.  [24]

«Gece ve gündüz de sizin emrinize verilmiştir»; yani sizin uy­kunuz ve geçiminiz için onlar birbirlerini takip ederler.

Bazı muhakkikler dört kez kullanılan «teshir» kelimesine «tasrif» (evirip çevirme) olarak mânâ vermişlerdir.

Ebu Hayyan kelâmcılardan nâkille şöyle demektedir:

«Gece ve gündüzün musahhar kılınması mecazidir. Çünkü ge­ce ve gündüz arazdırlar. Arazlarda ise tashir olamaz.»

Ancak Ebu Hayyan'ın bu naklinde kusur vardır. Allah Teâlâ tüm bu nimetleri müstakil bir cümlede zikretmiştir. Ki durumla­rının azametine dikkatleri çekmiş olsun. Allah Teâlâ yücelikleri bilinsin diye şükrü gerektiren her nimete işaret etmiştir. [25]

 

Meal

 

34- O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah'ın ni­met (ler) ini sayacak olsanız sayamazsınız. Kuşkusuz ki insan çok zalim, çok nankördür!

35- (Zikret o zamanı) ki İbrahim şöyle demişti: «Rabbim! Bu şehri   (Mekke'yi)  emniyetli kıl. Beni ve oğullarımı  putlara tapmaktan uzak tut».

36- «Ey Rabbim! Onlar (putlar) insanlardan birçoğunu sap­tadılar. Artık kim bana uyarsa bendendir. Kim de bana karşı gelirse, kuşkusuz ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet eden­sin».

37- «Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Haram'ının    (korunan   evinin) yanında, ekinsiz bir vadiye yer­leştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (bunu yap­tım). Artık sen de insanlardan bir kısmının  gönüllerini onlara meyleder kıl ve  ürünlerden onlara nzık ver. Umulur ki  (bu ni­metlere) şükrederler».

38- «Rabbimiz!   Kuşkusuz ki sen bizim gizleyeceğimizi  de, açıklayacağımızı  da  bilirsin.  Çünkü  yerde  de  gökte  de  hiçbir şey Allah'a gizii kalmaz».

39- «İhtiyarlığıma rağmen bana İsmail ve İshak'ı bağışla­yan Allah'a hanıdolsun! Kuşkusuz ki Rabbim duayı işitendir».

40- «Ey  Rabbim!   Beni  ve  zürriyetimden  gelecek  olanları namazı  devamlı  kılanlardan eyle.  Rabbimiz!   Duamı kabul  bu­yur».

41- «Rabbimiz!  Hesap olunacağı gün,  beni, anamı-babamı ve müminleri bağışla».

42- Allah'ı sakın zalimlerin yaptıklarından gafil sanma! O, sadece onları gözlerin şaşkınlıktan dışarı fırlayacağı bir güne er­teliyor. [26]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(34) «O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, sorup istediğiniz her şeyin bir kısmım sizlere verdi. Hikmet ve maslahata uygun olan dilemesinin gerekli kıldığı, is­tediği kısmı size verdi.

İbn Abbas, Dahhak, Hasan Basri, Muhammed b. Ali, Cafer b. Muhammed, Amr b. Kaid, Katade, Selâm, Yakub ve Nafi bir ri­vayetlerinde «Min külli» ibaresini tenvinli olarak «Min Küllin» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde ayetin anlamı; «Muhtaç oldu­ğunuz her şeyi ve lisan-ı hal ile istediğinizi size verdi» şeklinde olur.

«Allah'ın nimetinden»; yani Allah'ın size nimet olarak verdik­lerinden.

«Sayamazsınız»; yani o nimetleri saymaya gücünüz yetmez, îcmalen dahi sayamazsınız; zira o nimetler sonsuzdur.

«Tuhsu» fiili taşla saymak anlamına gelen «iftsaadan alınma­dır Çünkü Araplar bizim parmaklarla saymaya güvendiğimiz gibi, taşla saymaya güveniyorlardı. «İhsa» kelimesi mutlak sayı anla­mında da kullamlmıştır. Bu münasebetle îbn Habib'in sözlerini hatırlatmakta yarar var:

«Gerçek şu ki, Allah'ın hakkı kulların taşıyamayacaklarından ve güç yetiremeyeceklerinden çok daha ağırdır. Yani Allah'ın ni­metleri kulların sayamayacakları kadar çoktur». «Fakat siz tevbe edici olduğunuz halde sabahlayın, tevbe edici olduğunuz halde ak­şamlayın.» [27]

 

Her Nimet Şükrü Gerektirir

 

İnsan kendisine verilen her nimete karşı, Allah'a hamdetmek zorundadır. Hamd da bir nimet olduğu için, ikinci bir hamdı, o da üçüncü bir hamdı, o da dördüncü, beşinci hamdlan gerektirir ve böylece zincirleme halinde sonsuza dek gider. Nitekim îmam Şafü, «Hamd, o Allah'a mahsustur ki, O'nun nimetlerinden biri­sinin şükrü ancak yeni bir nimetle eda edilebilir. O yeni nimet de eda edenin boynuna ikinci bir şükrün gereğini yükler ve böylece müteselsil olarak devam edip gider» demiştir. Gerçekten şükür de Allah'ın nimetlerinden birisidir. O başka bir şükrü, o da başka bir şükrü gerektirir ki böylece zincirleme gider.

Burada Ebussuud Efendi'nin «İrşad'ul-Akl'is-Selim» adlı tef­sirinden bir iki örnek vermekle yetinelim:

«Eğer gerçeğe vakıf olmak istiyorsan, sırrı öğrenmek isteğin­de isen, şunu iyi bil ki, insan mümkün olan hakikatinin mukteza-siyle varlık ve varlığa tabî olan yüce melekeleri haketmiş değildir. Öyle ki şayet onunla ilahî inayet arasındaki bağ kopanhrsa, onun için bir istikrar sözkonusu olamaz ve o boşluğun derinliklerine, helak olmanın dibine doğru gider. Ancak insanın üzerine Allah Teâlâ taralından her zaman feyizler akmaktadır. Zatıyla, vücuduy­la, ruhanî, nefsanî ve cismanî sıfatlarıyla bağlı bulunan feyizlerin çeşitlerinden, sayılamayacak kadar, Allah'tan başka kimsenin bile­meyeceği kadar feyizler akmaktadır. Yani insanoğlu başlangıçta varlığa (var olmaya) müstehak olmadığı gibi, varlığının devam etmesine de müstehak değildir. Bu, hayatın ilk noktası olan ilahî kudretten akıp gelmektedir. İnsanın aslı, yokluğun her tarafını ihata etmedikçe, ilk varlığı tasavvur edilemeyeceği gibi, üzerine sonradan gelen yokluğun tüm taraflarını kapatmadıkça, süreklilik nedeniyle tahakkuk ettikten sonra varlık üzerine kalması da ta­savvur edilemez. Çünkü süreklilik, Vacib'ul-Vücud'un vasıflann-dandır».[28]

Bazıları da Ebussuud Efendi'ye yakın bir şekilde ayeti şöyle yorumlamaktadırlar:

«Varlık bir nimettir. Bu nimetlerin varlığı, Allah'ın varlığı ile anlaşılabilir. Yani nimetlerin varlığı neye bağlı ise, o da bir nimet olur. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın bütün anlardaki varlığı bir ni­mettir. Dolayısıyla nimetleri de sayılamayacak kadar çoktur».

tbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, Allah Teâlâ cehen­nem ehline nimet etmiştir. Eğer ateşten daha şiddetli bir azap ile onlara azap etmek isteseydi bunu yapardı, (tbn Ebi Dünya, Bey-haki).

Kısaca nimetler aslında sonsuz değillerdir. Ancak insanoğ­lu onu sayamaz. Zaten ayetin zahiri de buna delâlet eder. însan Allah'ın nimetlerinin sonsuzluğuna vakıf olmaktan ve O'nun şük­ründen acizdir. Ebu Derda ne güzel söylemiştir: «Allah'ın nimet­lerini sadece O'nun yiyeceklerinde ve içeceklerinde gören kimse­nin ümî azdır ve azabı da hazır olmuş demektir».

Beyhaki «Şuab'utrîman» da Süleyman et-Teymi'den şöyle riva­yet etmiştir: «Allah kaderiyle kullarına nimet vermiş ve bunlann kaderiyle şûkretmeyi kendilerine vacip kılmıştır».

Süfyan b. Uyeyne'den gelen rivayete göre Allah'ın en üstün ni­meti, insanlara «La İlahe İllallah» lâfzının anlamını öğretmesi-dir.

îbn Ebi DUnya'nın ve bazı muhaddislerin Ebu Eyyub el-Ku-reyşi'den rivayet ettiklerine göre, Hz. Davud; «Ey Rabbim! Be­nim üzerimdeki en JcUçük nimetinin ne olduğunu haber verir mi­sin?» der. Allah Teâlâ da; «Ey Davud» der: «Bir nefes al!» Hz. Da-vud nefes alınca, AUah Teâlâ «İşte bu benim sana verdiğim en kü­çük nimettim diye buyurur.

Yaygın olduğuna göre, istenilen nimetlerin ilki varlık (hayat) tır. Çünkü hayat her kemâlin madenidir. Tıpkı yokluğun her ek­sikliğin madeni olduğu gibi.

«Zalûm» kelimesi nimetlerin tümüne karşı şükrü ihmal ede­cek şekilde ona zulmeden kimse demektir. Nimetleri yerli yerine sarfetmeyen veya şükrü terketmekle nefsini mahrum bırakan kim­se anlamına da gelebilir.

«Keffar» kelimesi çok nankör, çok inkâr eden kimse anlamı­na gelir. Bazıları, «Şiddet halinden çokça şikayetçidir, şikayet eder ve yırtınır. Fakat sıhhate ve servete kavuştuktan sonra o ni­metlere karşı çokça nankördür» demişlerdir. Adeta ayetin anla­mı şöyle olmaktadır: «Eğer insandan zulüm sadır olursa, Allah Ga-fur'dur. Yok eğer insanlardan nankörlük sadır olursa Allah Rahim' dir. Çünkü Allah insanın aciz ve zavallı olduğunu bilendir.»

Sahavi'nin Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiği­ne göre, bu ayet Nahl Suresi'ndeki ayetle nesh edilmiştir. Ancak Sahavi'nin bu nakline tefsir alimleri iltifat etmemiş, bu görüşü zayıf bulmuşlardır.

(35) «(Zikret o zamanı) ki İbrahim şöyle demişti...»Bu Ayetin Tefsiri

«Beled» ile Mekke şehri kastedilmektedir. Mekke'nin emin ol­ması, emniyetli bir yer olması demektir. Çünkü şehrin kendisi emin olmaz. Emin olmak, gerçekte şehirdekilerin emniyette olma­sıdır.

Bu ayetle Bakara Suresi'ndeki (126) «Rabbim bu şehri emni­yet içinde bir şehir eyle» ifadesi arasındaki fark, Hz. İbrahim'in korkudan mütevellit bu duayı yapmasıdır. O Allah'a Mekke'yi kor­kunun tam tersi olan emniyetle değiştirmesi için dua etmişti: Ya­ni Hz. îbrahim adeta «Rabbim! Bu Mekke korkulu bir beldedir. Onu emin bir şehir eyle» diye dua etmiştir.

«EUKeşf» sahibinin dediği gibi bu ayet ile Hz. İbrahim'in kıs­sasını içeren diğer ayetler ihtiras yolu üzerinde varid olmuşlar­dır. İman ve amelden ötürü teşvik edilen şükrü dile getirmekte­dirler.

Ebussuud Efendi'ye göre bu ayet ile kastedilen, Hz. Peygam-ber'in (s.a) hayretini mucip olan geçmiş hükmün tekididir. Bu da, kavmin cürümlerinin başka bir fennin açıklanmasıyla yapılmasıdır. Çünkü onlar genel nimetleri inkâr ettikten sonra, özel olanları da inkâr etmişlerdir. Ataları İbrahim'e isyan etmişlerdir. Oysa Hz. îbrahim onları Mekke'ye, namaz kılmaları ve putlara tapmamala­rı için yerleştirmiş, nimetlere şükretmeleri için bunu yapmıştı. Mekke'yi emniyetli bir belde kılmasını Allah'tan istemiş, onlara ürünlerden nzıklar vermek suretiyle, insanların kalplerini onla­ra meylettirmeyi dilemişti. Allah Teâlâ da onun duasını kabul ede­rek, Mekke'yi emin bir bölge kıldı. Mekke'ye her bölgenin ürün­lerinden geliyordu. Ne var ki onlar tüm bu nimetleri inkâr ettiler.

Emin, korunmuş bir belde yerine bir felâket yurdu istediler. Al­lah'a ortak koşarak, o korkunç suçlan İşlediler.

«Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut»; yani beni ve oğullarımı tevhid üzerinde sabit ve devamlı kıl. Ayetten kastedilen bu değilse eğer, bilinmelidir ki peygamberler küfür ve şirkten ma­sumdurlar. O halde bu dua nasıl doğru olabilir? îmam Razi buna itiraz ederek, şöyle demektedir: «Hz. İbrahim'in malûmu idi ki, Allah peygamberleri masum ve tevhid üzerinde sabit kılmıştır. O halde ikinci kez böyle bir tesbitin istenmesindeki yarar nedir?» Devamla İmam Razî, kendince doğru görüşün şu olduğunu söy­lemektedir:

«Hz. İbrahim her ne kadar Allah Teâlâ'nın kendisini putlara tapmaktan masum kıldığını biliyor idiyse de, bunu nefsini kır­mak, ihtiyacmı belirtmek, daima Allah'ın fazlına muhtaç ol­duğunu ortaya koymak için yapmıştı.

Sufilere göre şirk; müşriklerinki gibi zahiri ve kalbin vasıta­lara, zahiri sebeplere bağlanması olan batini şirk olmak üzere ikiye ayrılır. Saf tevhid inancı ise, Allah'tan başka her şeyden (masiva) kesilmek demektir. İşte kastedilen muhtemelen şirkten bu tür bir masumiyettir».

Fahruddin Razi'nin bu son söylediklerine şöyle itiraz edilmiş­tir:

«Allah'tan başkasına nazar, müşriklerin dediği anlamda bir şirk değil, sadece onun bir benzeridir. Bu, Sufîlere göre de böyle­dir. Nitekim bir Sufî şair şöyle der: «Eğer senin dışında bir başka­sı hakkında kalbimde bir istek doğarsa  bu sehven de olsa ben kendimin imdadına hükmederim». Sanmam ki onlar böyle bir is­teği peygamberler için caiz görsünler.

Fahruddin Razi madem ki görüşünü Sufîlerin ifade ettiği ku­rala dayamaktadır, o halde kendisine, peygamberler bundan ma­sum olduğuna göre, masum olmayı dilemelerinin ne anlamı oldu­ğu sorulabilir.

Doğrusu, peygamberlerin masum olmalarının kendilerinde bulunan tabii bir durumdan 'olmayıp, Allah'ın onları üstün kılma-sındandır. Bu yüzden onların ismet talebinde bulunmaları gayet makûldür».

Bazı rivayetlerde Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'ya, «Ey Musa! Be­nim melerimden, sıratı geçinceye kadar emin olma» dediği kayde­dilmiştir.

Bilindiği Üzere Hz. Peygamber'in (s.a) diliyle cennetle müjde­lenmiş birçok sahabî vardır. Onlar sürekli Allah'tan cenneti isti­yorlardı. Oysa kesinlikle Allah'ın kendilerine cenneti verdiğine dair müjde almışlardı. Belki de onların istekleri, Hz. Musa'ya söylenen sözün gereğidir.

«Beniyye» kelimesi Hz. İbrahim'in (a.s) sulbünden gelen kim­selere işaret etmektedir. Mesele böyle anlaşıldıktan sonra; «Allah onun duasını kabul etmemiştir. Çünkü Kureyşliler putlara tapı­yorlardı ve onun soyundandırlar» şeklindeki itiraza mahal kalmaz.

Bu hususte baslarının vermiş oldukları cevaplan zikredelim:

1- Allah bu duayı, dua anında yaşayanlar için kabul etmiş-

2- Allah bu duayı, Hz. İbrahim'in sulbünden olanların bazılan için kabul etmiş, bazıları için de etmemiştir. Bu bakımdan Hz. İbrahim'in mertebesinde bir eksiklik sözkonusu değildir.

Süfyan b. Uyeyne'ye göre «Oğullarımı» tabiri ile bütün zürri-yeti kastedilmiştir. Yine ona göre, İsmailoğullan'nın hiçbiri put­lara tapmamıştır. Herkesin bir taşı vardı. Onu diker ve «Bu taş Kabe taşıdır» diyerek onun etrafında dönerlerdi. Bu taşa «Etra­fında çokça dönülen» anlamında «Tevvaf» denilirdi. Mücahid de «oğullarımı» ifadesini aynı anlamda ele almıştır. Ona göre de Hz. İbrahim'in evlâtlarından hiçbiri puta tapmamıştır. Ancak bazıları Vesen'e tapınışlardır. Sanem (Put) ile Vesen arasındaki fark, bi­rinin tasvir edilmiş olup, diğerinin edilmemiş olmasıdır.

Alusî, «Keşke b'ğrenebilseydim» diyor: «Bu iki büyük müfes-sîri, Kureyş'in putlara tapmasını kınayan Kur'an'ın şimşeklerin­den gafil kılan nedir?»

Aynı şekilde İmam Razi de Mücahid'in yorumunu naklettik­ten sonra bu görüşün kuvvetli olmadığını söylemektedir. Çünkü Hz. İbrahim'in mertebesinde bir eksiklik sözkonusu değildir, başka her türlü varlığa tapınmaktan sakınmayı dilemiştir. Bu nok­tada Sanem ile Vesen arasında fark yoktur. Aynı delillerle Süfyan b. Uyeyne'nin benzer görüşüne de itiraz edilebilir. Bu noktadan hareketle «îbn Uyeyne'nin zikrettiğinde kaçtığına hücum etmek vardır. Çünkü onların yaptığı, sonuçta Allah'tan başkasına ibadet­tir» denilmiştir.

İmam Razi'nin; «Arkadaşlarımızdan bazıları bu ayetle küfür­den uzaklaştırma, îmana yaklaştırma işinin ancak Allah'a ait ol­duğuna hükmetmişlerdir. Çünkü Hz. ibrahim burada Allah'tan, putlardan uzaklaştırılmayı istemiştir ve bu da lütuflar üzerine hamledilmişim* şeklindeki sözünde nazar vardır.

(36) «Ey Rabbim! Onlar (Putlar) insanlardan...» Bu Ayetin Tefsiri

Görüldüğü gibi bu ayette saptırma putlara nispet edilmiştir. Oysa putlar akılsız ve cansız birer cemadattır. Onlar bu halde in­sanları nasıl saptırabilirler? Ancak bu isnad mecazidir. Gerçekte saptıran Allah Teâlâ'dır.

Hz. İbrahim'in bu sözleri daha önceki duasının illetini teşkil etmektedir. Bu ayetin başında da Allah'a yakarması zikredilmiş­tir. Bunun nedeni duasında ne kadar ısrarlı olduğunun belirtilme-sidir.

«Artık kim bana uyarsa bendendir»; yani çağırmakta olduğum tevhid ve İslâm dininde bana tâbi olan bendendir.

«Kim de bana karşı gelirse, kuşkusuz ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin»; yani onu affetmeye, ona merhamet etme­ye gücü yetensin.

Bazılarına göre ayette «Hazf» vardır, yani kim de bana karşı ge­lirse onun aleyhinde beddua etmem. Çünkü sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. [29]

 

Allah Şirki Affeder Mi?

 

Ayetin delâlet ettiğine göre Allah'ın şirki affetmesi de müm­kündür. İmam Nevevi'nin yorumuna göre burada bir işkal de söz­konusu değildir. Çünkü şirkin affedilmesi bizden Önceki şeriat­larda mümkündü. Ancak bizim şeriatimizde yasaklanmıştır.

Şirkin hiçbir surette affedilmeyeceği görüşünde olanlar fark­lı bakış açılan ortaya koymuşlardır. Süddi'ye nispet edilen gö­rüşe göre «Kuşkusuz ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin» lâfzı, tevbeden sonra Allah'ın böyle olduğuna delâlet eder.

Bazılarına göre de, buradaki «isyan» sözü, şirkin dışındaki günahlardır. Ancak bunlar muadelatın iktiza ettiğinden gafil kal­mışlardır. Çünkü «Tebiani», «Tevhidde ve İslâm şeriatında bana tabi olan» anlamına gelir. «Asani» de şirk gibi tevhidin zıddıdır. Bu yorum Mukatü'den rivayet edilmiştir. Yine Mukatil'den gelen bir rivayete göre ibarenin anlamı şöyledir: «Küfürde ısrar etmek suretiyle kim bana karşı gelirse sen onu affetmeye, ona merhamet etmeye, onu İslâm'a, sevaba iletmeye kadirsin».

Bazılarına göreyse ifadenin anlamı şöyledir: «Çağırdığım tev-hid dininde kim bana tabi olmaz, şirk üzerinde ısrar ederse, mu­hakkak ki sen onun hatasını kapatmaya, azabı tattırmakstzın, ona merhamet etmeye kadirsin».

Bazıları sözün zahiri anlamı üzere olduğunu söylemişlerdir. Hz. îbrahim, «Allah şirki affetmez» kaidesini bilmeden önce bu duayı yapmıştır. Bu da onun için bir eksiklik değildir. Çünkü şir­kin affedilmesi aklen mümkün görünmektedir. Nitekim usûl il­minde bu böylece geçmiştir. Ancak nakli delil buna mani olmuş­tur. Fakat Hz. İbrahim'in bir anda tüm nakli delilleri bilmesi ge­rekmez.

Fahruddin Razi bu yorumların çoğunu kabul etmemekte ve «Bu kelâm Hz. İbrahim'den tevbeden önce büyük günah işleyenle­rin cezası iskat etmek şefaati yoluyla sadır olmuştur» demekte­dir. Bu delil peygamberimiz için de geçerlidir. Zira ayetten anla­şılan, onun  ya  küçük günahlardan  ya da  tevbeden önce  veya sonra büyük günahlardan olduğudur. Birincisi de ikincisi de bâtıl­dır. Çünkü «Kim bana isyan ederse» tabiri mutlaktır. Onu tahsis etmek, gerekçe olmaksızın zahirden ayrılmak demektir. Ayrıca tevbeden sonra büyük ve küçük günahların affedilmesi hasma gö­re vaciptir. Buna lâfzı hamletmek mümkün değildir. Böylece bu ayetten tevbeden önce büyük günah işleyenlerin şefaatinin kaste. dildiği sabit olmuştur.

Bu Hz. İbrahim'den sabit olduğunda, Hz. Muhammed için de sabit olur. Çünkü Allah Teâlâ; «İbrahim'in şeriatına tabi ol» de­mektedir. [30]

 

Tevekkülün En Büyük Mertebesi

 

(37) «Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını...»Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başında «Rabbimiz» şeklindeki nida tekrar edilmiştir; Zira bu duanın kabulünde rağbet ve Allah'a iltica vardır. Burada «cem'i zamiri» getirilmesinin nedeni, daha önce hem Hz. İbra­him'in kendisinin hem de çocuklarının zikrinin geçmesidir. Onun zürriyetini Mekke'ye yerleştiren Hz. İsmail ve onun soyundan ge­lenlerdir. Bu yerleştirme işi Hz. İbrahim ile ailesi arasında cere­yan eden olaylardan sonra gerçekleşmiştir. Şöyle ki, Hz. İsmail'in annesi Hacer, Kıptilerden bir cariyeydi. Kuması olan Sare'nin ca­riyesi. Sare onu Hz. İbrahim'e hipe etti. Sâre, Hacer'in Hz. İs­mail'i doğurmasından sonra onu kıskanmaya başladı. Onunla bir­likte oturmaya kesinlikle karşı çıktı. Bunun üzerine Hz. îbrahim, Hacer ile oğlunu Mekke'ye götürdü, onları Kabe'nin yanına, zem­zemin üzerinde bulunan bir ağacın altına bıraktı. Bu da, mescidin Üstünde bir yerdeydi. O zaman Mekke'de hiç kimse bulunmadığı gibi, su da yoktu. Hz. İbrahim içinde hurma bulunan bir dağar­cıkla, bir su kırbasını bırakarak geri döndü. Hacer de onun ar­kasına takılarak; «Ey İbrahim! Nereye gidiyorsun? İçinde ne in­san ne de bir şey bulunmayan bu vadide bizi terk mi ediyorsun?» dedi. Hacer bu sözleri birkaç kez tekrarladığı halde, Hz. İbrahim (a.s) dönüp ona bakmıyordu bile. Bunun üzerine Hacer, «Sana böyle yapmam Allah mı emretti?» diye sordu. Hz. İbrahim«eue£» diye cevap verince, Hacer «Böyle olduktan sonra Allah bizi zayi etmez» diyerek geri döndü. Hz. İbrahim Seniyye'ye varıncaya ka­dar yürüdü. Bu noktadan sonra, artık Hacer Hz. İbrahim'i göre­mez olmuştu. Oradan dönerek yüzünü Kabe'ye çevirdi. Kabe'nin yeri bir tepecik gibi yüksekti. Sonra (ayette geçen) dua­ları yaptı ve ellerini kaldırdı. Hacer çocuğuna süt emzir­meye kendisi de kırbadaki suyu içmeye başladı. Su bitinceye kadar bu şekilde yaşadılar. Daha sonra kendisi de, oğlu da susadı. Oğluna baktığında onu dudaklarını emer gördü. Çocuğun yüzü­nü görmemek için onun yanında yürüyordu. Safa tepesinin en yakın dağ olduğunu görünce, üzerine çıkarak yüzünü vadiye doğru çevirdi. Bir insan görebilirmiyim diye bakmıyordu. Fakat kimse yoktu. Geriye döndü. Vadiye gelince entarisinin eteğini kal­dırdı. Sonra yorgun yorgun yürüdü, vadiyi geçinceye kadar koş­maya başladı. Merveye ulaştı. Merve tepesine çıktı. Yine belki bi­rini görürüm umuduyla etrafına bakındı. Fakat yine kimseyi gö­remedi. Bu gidip gelmeler yedi kez sürdü. İşte hacıların Safa ile Merve arasında yedi kez sa'y etmesi bu olayı hatırlatmak ve can­landırmak içindir. Sonunda Hacer Merve'ye çıktığında bir ses duy­du. Nefesini tutarak kulak verdi ve yine o sesi duydu. Kendi ken­dine, «Eğer senin katında bir kurtarıcı varsa, ben bir ses işitiyo­rum» dedi. Bir baktı ki zemzemin yanında bir melek duruyordu. Melek topuğu ile yere vurdu ve yerden su fışkırdı. Akan sulan durdurmak için havuzlar yapıyordu. Hacer su kabını elleriyle dol­duruyor, su içiyor ve çocuğunu emziriyordu. Melek ona; «Zayi ol­maktan korkma. Çünkü burada Allah'ın evi vardır. Bu çocuk ile babası o evi (Beyt'i) yeniden bina edeceklerdir. Allah ehlini zayi etmez» dedi. Sonra Hacer ve Hz. İsmail'in yanından Cürhüm ka­bilesine mensup bir kabile geçti. Su arayan bir kuş kümesi oldu­ğunu görünce, kendi kendilerine, kuşların ancak su bulunan yer­lere konduklarını ve buralarda bir yerde su bulunabileceğini dü­şündüler. Böylece adamlarını gönderdiler ve suyu gördüler. Adam­lar kervana haber verdi. Onlar da suya kavuşmak için geldiklerin­de, suyun yanında Hacer'i gördüler. Ona; «Bizi suyunda ortak eyle, biz de seni hayvanlarımızın sütünde ortak ederiz» dediler. Hacer de bu teklifi kabul etti. Hz. İsmail (a.s) ergenlik çağına vardığında onu, kendilerinden bir kız ile evlendirdiler. (Bu olayın ayrıntıları siyer kitaplarında vardır. Dileyenler oralardan okuya­bilirler).

«Ekinsiz vadi» ile kastedilen Mekke havalisidir. Çünkü orası ziraate elverişli topraklara malik değildi.

«Muharrem» kelimesi «Beyinin sıfatıdır. Beyt'in haram kılın­mış olması ise, oraya sığman herkesin her kötülükten güvende ol­masıdır. Nitekim müfessirler, «Beyt'in muharrem olması demek Allah'ın oraya saldınlmasını ve oraya karşı gevşeklik gösterilmesi­ni haram kılması anlamındadır» demişlerdir. Mekke kadim dö­nemlerden beri hürmeti çiğnenmeyen ve diktatörlerin her çağda saldırmaktan çekindikleri bir bölgeydi. Tufandan korunduğu için de böyle denmiş olması mümkündür. Nitekim «Atik» (Beyt-i Atik) ismini alması da bundandır.

Bazılarına göre Beyt'in muharrem olmasının nedeni, hacıla­rın orayı ziyaret ederken daha önce kendilerine helâl olan birta­kım şeyleri haram kılmalarıdır. [31]

 

Kabe'ye Niçin Allah'ın Evi Denmiştir?

 

Hz. İbrahim, buraya «Beyi» demiştir. Çünkü o daha önce bir evdi. Kabe, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'den önce bina edilmiştir. Bazıları ise gelecek itibarıyla böyle dendiğini öne sürmüşlerdir. Yani orası gelecekte ev olacaktır.

«Min'en-Nas» ibaresindeki amin», «baziyet» ifade eder. Yani insanların bazılarının kalbini onlara karşı sevgi ile doldur, meylet, tir.

Denildiğine göre, Hz. İbrahim eğer açıkça «İnsanların kalbi» anlamında «Ef'idefen-Nas» demiş olsaydı, Rumlar, İranlılar, yani yeryüzünde bulunan bütün insanlar Kabe'ye giderek orada topla­nacaklardı ve birlikte ibadet edeceklerdi.

îbn Cübeyr'den gelen bir rivayete göre, eğer Hz. İbrahim mez­kûr lâfzı kullansaydı, Yahudiler de, Hıristiyanlar da Kabe'yi ziya­ret edeceklerdi.

Bu rivayetlere şu şekilde itiraz edilmiştir:

«Bunlar makam itibarıyla münasip değillerdir. Çünkü Hz. İb­rahim burada; «Mekke'de oturmaları için bazı insanların kalbini meylettir» diye dua etmişti, onların Beyt'i tavaf etmeleri için de­ğil. Eğer bu şekilde dua etseydi, «İleyhİm» yerine «İleyfıi» demesi gerekirdi.

Bazı kimselere göre «Efide» kelimesi, bir topluluk, insanlar­dan bir kitle anlamındadır. Bu Kureyş lehçesinde böyledir. îbn Bahr da bu görüştedir. «Tehvi» kelimesine gelince, bu kelime «heva» kökünden gelmektedir ve süratle İniş anlamındadır.

«Ürünlerden onlara nztk ver»; yani burada iskân ettiğim zürriyetime veya onlar ile birlikte onlara meyledip   gelenlere   nzık ver.

«Namazı dosdoğru kılmaları için» ifadesiyle sadece müminle­rin kastedildiği anlaşıldığından rızkın sadece müminlere verilmesi istendiği ileri sürülmüştür.

«Ürünler» ile onların çeşitleri kastedilmektedir. Yani onlara yakın memleketler ver ki oralarda ürünler yetişiyor olsun veya uzak memleketlerden onlara rızıklar getir. Her iki durum da ger­çekleşmiştir. Öyle ki Mekke'de taze meyvalar, değişik cinsler de­ğişik zamanlarda bulunabiliyordu. Yaz meyvalan ile bahar ve güz meyvalannı aynı anda bulmak mümkündü.

Bu noktada, rivayet tefsiri yoluyla birçok haber nakledilmiş­tir. Üç örnek verelim:

1- tbn Cerir ile İbn Ebi Hatim, Muhammed b. Müslim et-Taifi'den şöyle rivayet etmektedirler: Taif aslında Filistin'de bir yerin adıdır.   Hz. İbrahim mezkûr duayı yaptıktan sonra,   Allah orayı kaldırdı ve bugünkü yerine koydu ki bu da harem için rızk olsun.

2- Başka bir rivayete göre, Cebrail Taif'i aldı, getirdi ve ye­di defa Kabe'nin   etrafında döndürerek  bugünkü  yerine getirip koydu. Ona Taif isminin verilmesinin nedeni budur. (Bu rivaye­tin bir benzeri İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir).

3- İbn Ebi Hatim'in Zühri'den rivayet ettiğine göre, Allah Teâlâ Şam diyarının kasabalarından birisini kaldırıp Taif denilen yere koymuştur. Bu Hz. İbrahim'in duası nedeniyle vuku bulmuş­tur.

Alusi tüm bunları naklettikten sonra şöyle demektedir:

« Zahire göre Hz. İbrahim'in maksadı, bu duasıyla Filistin'de bulunan münbit bir araziyi veya Şam'daki kasabalardan birini Mekke çevresine getirmesini Allah Teâlâ'dan istemek değildi. Onun maksadı, Allah'ın onları Ürünlerden ışıklandırmasından iba­rettir. Sözü edilen bu yerlerin nakledilmesi değildi. Burada anla­tılanların hikmetine bakılmalıdır. Ben bu tür rivayetlerin doğru­luğundan kuşkuluyum. Ancak inkâr da etmiyorum. Sadece Allah'a sığınıyorum. Çünkü O, dilediğini yapar, dilediğine hükmeder.»  [32]

(38) «Rabbimiz! Kuşkusuz ki sen bizim...» Bu Ayetin Tefsiri

«Gizlenen ve açığa vurulan» ile kastedilen gizli veya açık ihti­yaçlardır.

İbn Ebi Hatim'in, İbrahim en-Nehai'den rivayet ettiğine göre, Hz. İbrahim burada şöyle demek istemiştir: «Kalbimizde İsmail ve annesinin sevgisinden gizlediğimizi ve Sâra'ya «onlan sevmi­yoruz» şeklinde açığa vurduğumuzu bilirsin».

Bazılarına göre de ifade şöyledir: «Aramıza ayrılık girdiğin­den dolayı, gizlediğimiz üzüntüyü de, açığa vurduğumuz ağlama ve duayı da bilirsin».

Bazıları şöyle demiştir: «Ayrılıktan gelen üzüntüden gizlediği­mizi ve Hacer ile aramızdaki konuşmayı —ki veda ettiğimizde ol­muştu  bilirsin».

Ayetin başındaki «Rabbimiz» şeklindeki nidanın tekrar edil­mesi, yakarış ve yalvarışın son derecede olduğuna işaret içindir.

«Gizlediğim ve açığa vurduğum» demedi de, «Gizlediğimiz ve açığa vurduğumuz» dedi. Çünkü Allah Teâlâ sadece onun değil, herkesin gizlediğini de açığa vurduğunu da bilmektedir.

Hz. İbrahim'in sözünün anlamı kısaca, bu ihtiyaçları izhar, bunların başını ve tamamlayıcılarını belirtmektir. Yani: «Sana malûm değildir diye söylüyor değilim. Ancak ubudiyetinin izharı için, azametinden korktuğum, izzetine boyun eğdiğim, senin ka-tındakine muhtaç olduğumu arzettiğim, senin nimetlerine ulaşma­yı hemen istediğim içindir, tüm bu dualarım!»

Bazılarına göre ayetin yorumu şöyledir: «Sen bizim halimizi, II

meümizden bize karşı daha  merhametüsindir.   Senden istemeye hacet yoktur. Ancak kulluğumuzu izhar etmek için sana yalvarıyor, sana dua ediyoruz».

Gerçekten de durumun açıkta olması, istemenin yerine geçer. Kuralı da vardır. Yerde, ve göklerde bulunan hiçbir şey Allah'a gizli değildir. Çünkü Allah Teâlâ'nın ilmi zatîdir. Bu yüzden bir malûmun diğer bir malûmdan daha değişik olması sözkonusu de­ğildir. Şayet «Arz»ösn. süfli, «Semandan ulvi yön kastediliyorsa bu mümkündür. [33]

 

Hz. İbrahim Kaç Yaşında Çocuk Sahibi Oldu?

 

(39) «İhtiyarlığıma rağmen bana İsmail ve İshak'ı...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani yaşım ilerlediği, çocuktan ümitsiz olduğum halde, bana îsmail ve İshak'ı bağışlayan Allah'a hamdolsun!

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. İsmail doğduğu za­man Hz. İbrahim 90 yaşındaydı. Hz. İshak dünyaya geldiği zaman ise 112 yaşındaydı. Başka bir rivayette, Hz. İbrahim'in Hz. İsmail' in doğumunda 64, Hz. İshak'ın doğumunda 70 yaşında olduğu be­lirtilir.

îbn Cübeyr'den gelen bir rivayete göre Allah Teâlâ Hz. İbra­him'i ancak 117 yaşından sonra çocuk sahibi yapmıştır.

Semi' kelimesi, duayı kabul eden demektir. Nitekim namazda söylenen «Semiallahu limen hamiden» cümlesindeki Semi' fiili «Kabul etmek» anlamınadır.

Büyük alimlerden bazılarına göre, bu cümle Allah'ın duayı kabul ettiği şeklindeki sıfatını taşıdığından dolayı, hamd ve şük­rün tamamlayıcısı olmakla birlikte, zeyl şeklinde bahsedilen bağış­lamanın (hibenin) nedeni olarak getirilmiştir.

(40)  «Ey Rabbim! Beni ve zürriyetimden...»Bu Ayetin Tefsiri

Hz. İbrahim (a.s) bu duayla namaza devamı kastetmektedir. Duanın, Hz. İbrahim'in zürriyetini de kapsamasına rağmen, onun zamiri birleştirmesi, yani «Beni de» demesi onun bu hususta ken­disine uyulan bir kimse olduğuna işaret eder. Zürriyetleri ise ona tabidirler.

«Min zürriyeti» ibaresindeki «min» harf-i çeri baziyet ifade eder. Yani zürriyetimden bazılarını. Hz. İbrahim'in bu duayı zürriyetinden bir kısmına tahsis etmesinin nedeni, Allah Teâlâ'nın ona zürriyetinden bir kısmının namazı ikame edenlerden olmaya­caklarını bildirmiş olmasıdır. Onlar kafir veyahut da namaz kıl­mayan müminlerdir.

Ayetin sonunda gelen «Dua», bazı müfessirlere göre ibadet an­lamında kullanılmıştır. Yani, «benim ibadetimi kabul et» anla­mındadır. Ancak bu kelime eğer ibadet anlamında kullanılmış ol­saydı «Dua» yerine «Duana» denmesi gerekirdi. îbn Kesir, Ebu Amr, Hamza ve Hudeyr Hafis'ten rivayet ederek «Duaî» şeklinde okumuşlardır. [34]

 

Hz. İbrahim'in Ebeveyninin Durumu

 

(41) «Rabbîmiz! Hesap olunacağı gün...»

Bu Ayetin Tefsiri

Yani, benden sadır olmuş ve benim günah olarak gördüğüm kusurlarımı anamı - babamı affet! Hasan Basri'den gelen rivayete göre, Hz, İbrahim'in annesi mümindi. Bu bakımdan onun için af talebinde bulunmakta her­hangi bir beis olmamıştır. Ana - babasına af talebinde bulunması­na gelince, bazılarına göre Hz. İbrahim bu duayı babasının «Al­lah'ın düşmanı» olduğu bildirilmezden önce yapmıştır. Çünkü Al­lah Teâlâ burada, Hz. İbrahim'in değişik zamanlarda yapmış ol­duğu duaları bildirmektedir.

Bazılarına göre, Hz. İbrahim İslâmiyet ve tevbe şartını niyet etmiştir. Yani, «Eğer anam - babam tevbe eder, İslâm'ı kabul eder­lerse onları affeyle». Hazin, bu yorumu kabul etmektedir.

Bazıları, «Babası» ile kastedilenin «Hz. Nuh», bazıları da «Hz. Ademnöir derler. «Annesi» üe kastedilen ise «Hz. Hawa»Ğa. Hz. İbrahim'in anne ve babasının kâfir olduğunu söyleyenler bu yo­rumu kabul etmişlerdir.

Şia mezhebine göre, Hz. İbrahim'in anne . babası mümindi­ler. Bu yüzden onlara dua etmiştir. Kâfir olduğuna inananlar ise, «ebU kelimesiyle kastedilenin Hz. İbrahim'in babası olmayıp, ya amcası ya da anne tarafından dedesi olduğunu söylemişlerdir.

Hz. İbrahim'in anne ve babasının mümin olduğuna dair de­lil olarak ta bu ayeti getirmişlerdir. Böylece ayet hakkındaki di­ğer yorumlan kabul etmemişlerdir. Onların iddialarına göre, bu dua Hz. İbrahim'in ihtiyarladığı bir dönemde, Hz. İsmail ile Hz. tshak'm kendisine bağışlanmasından sonra yapılmıştır. Ö zaman da kendisine kâfir ve Allah'ın düşmanı olan babası Azer'in bu özel­likleri gösterilmişti.

Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan, Ebu Cafer, Zeyd, Zühri ve İbrahim en-Nehaî «Valideyye» lâfzım «Veltvelediyye» şeklinde okumuş­lardır. Bu kıraate göre burada kastedilenler, Hz. İsmail ile Hz. İshak'tır. Ancak İmam Asım, bu kıraati «Münker» saymaktadır. İbarenin Ubeyy mushafında, «Veli ebeveyye», bazılarında ise «Veli zürriyeti» şeklinde olduğu söylenir. Yahya b. Muammir'den gelen bir kıraate göre, «Veli-vuldiyye» okunmuştur. Bu kıraate göre «Ve-led»\n çoğul ihtimali belirmektedir. Böylece Hz. İbrahim zürri-yetine dua etmiş olmaktadır.

«Müminler»den maksat ise Hz. İbrahim'in zürriyetinden gel­sin ya da gelmesin tüm insanlardır. Yani Hz. İbrahim tüm insan­lara dua etmektedir. Bu noktadan hareketle Şa*bi, tbn Ebi Ha-tim'in kendisinden naklettiği rivayette şöyle demektedir: «Hz. Nuh ite Hz. İbrahim'in mümin erkekler ve mümin kadınlara dua etmeîerindeki nasibimin beni sevindirdiği kadar, bütün kırmızı de­velerin benim olması, beni o kadar sevindirmezdi».

Hz. İbrahim, bütün müminlerin mağfiret duasına dahil oldu­ğuna işaret etmek için, «Ey Rabbim» yerine, «Ey Babbimiz» diye­rek çoğul zamiri kullanmıştır.

«Hesap olunacağı gün»; yani hesabın tesbit ve tahakkuk et­tirileceği gün. Tesbit ve tahakkuk konusunda «kıyam»m kullanıl­ması mecaz itibanyladır. Nitekim «Harb kaim oldu», «Pazar kaim oldu» sözleriyle «tahakkuk oldu» mânâsı kastedilir. Hesabın «ka­im» olmasına gelince, bununla kastedilen hesap ehlinin kaim ol­masıdır. Yani; «Hesap ehlinin kaim olduğu günde, bana, ana - ba­bama ve bütün müminlere gufran nasip eyleh

(42) «AUah'ı sakın gafillerin yaptıklarından...» Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki hitap, Hz. Peygamber'edir. İnsanın zihnine gelen ilk anlam da budur zaten. Yahut bu hitap Allah'ın gafil olabileceğini vehmeden herkesedir. Şayet hitap Hz. Peygamber'e (s.a) ise, bu nehiyden maksat, peygamberin üzerinde bulunduğu halde devam etmesidir. Çünkü o, «Allah'tan gaflet sadır olmaz» kanaatindedir ve bu kanaatinin devam etmesi gerekir. Nitekim başka ayetlerde «Sakın Allah ile birlikte başka bir mabudu çağırma» veya «sakın müşriklerden olma» denilmektedir. Yani; «Üzerinde bulunduğun inançta devam et, ısrarlı ol». Bu ifade, tıpkı «Ey iman edenler! îman edin!» ifadesindeki gibi mecazidir. Ayetten anlaşılan, Allah Teâlâ'yı zalimlerin yaptıklarından gafil sanmaktan sakınmanın ge­rektiğidir. Çünkü O, öyle bir mertebedir ki O'ndan böyle bir zan-nın vaki olması mümkün değildir. Hz. Peygamber dahi bundan menedilmiştir. Bu ayette tehdidin de irade edüdiğine imkân vardır. Yani mânâ şöyledir: «Şaton Allah'ın lütuf ve keremiyle onla­rın cezalandırılmasını terkedeceğini sanmayın, aksine Allah on­ları (az veya çok) mutlaka cezalandıracaktır».

Bu ayetin bir istiare (sembolik anlatım) olması da muhtemel­dir. Yani, «Allah'ın onlara yaptıklarından gafil biri gibi muamele edeceğini sanma. Allah kontrol eden ve en küçük bir şey hakkın­da dahi hesap soran zat gibi muamele edecektir».

Sözü edilen «salimler» ile özellikle Mekkeliler kastedilmiş ola­bilir. Çünkü Allah daha önce onların kötülüklerim saymıştı. Ya da kastedilen tüm zalimlerdir ve Mekkelilei1 de onların en uç Ör­nekleri mesabesindedir. Genel olarak bu ayet, Hz. Peygamber için bir teselli, zalimler için bir tehdit olarak kabul edilmiştir.

«Erteliyor»; yani onlar dünya lezzetleriyle oyalanmakta­dırlar. Çünkü kendilerine mühlet verilmiş, hemen ceza uy­gulanmamıştır. Bu o korkunç güne ertelenmiştir ki o günde mah­şer halkının gözleri yerinden oynar. Yani gözleri hiç kıpırdamak-sızın Öylece kalakalırlar. Bunun nedeni gördüklerinin dehşetidir.

Bu cümle istinaîi bir cümledir ve daha Önce geçmiş bulunan nehyin nedenidir. Yani, niçin Allah'ı zalimlerin yaptıklarından gafil sanmayacaksın? Çünkü azabın geciktirilmesi, gözlerin dona­kaldığı bir günde tatbik edilmesi içindir.

Ertelenen husus, onların azapları olduğu halde, «Zalimleri er­teliyor» denilmesinin nedeni, bu felâketin korkunçluğunu, duru­mun dehşet verici olduğunu açıklamak içindir. Ayrıca bunun onla­rın köklerini tamamen kesecek bir azap olduğunu da belirtmek­tir. Şayet sadece «Ancak onların azabını erteliyor» denilmiş olsay­dı, bu mânâlar anlaşılmayacaktı! [35]

 

Meal

 

43- Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri kendilerine dönmez. Kalpleri ise bomboştur.

44- İnsanları azabın kendilerine geleceği günden korkut ki zalimler: «Ey Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bizi ertele de, senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım» diyecekler. (Onlara)  «Daha Önce sizin için bir zeval olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?» (diye o gün cevap verilecektir).

45- Siz kendilerine zulmedenlerin   yurtlarında   oturmuştu­nuz. Onlara ne yaptığımız size apaçık belli olmuştu ve size bir­çok misaller de vermiştik.

46- Onlar tuzaklarım kurdular. Oysa onların tuzakları dağ­lan yerinden oynatacak derecede olsa dahi, onların tuzakları Al­lah'ın kalındaydı.                                         

47- Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden .sakın cayaca­ğını sanma. Kuşkusuz ki Allah Aziz'dir ve intikam sahibidir!

48- (Zikret o günü)   ki o gün yer başka yerle, gökler  de (başka göklerle) değiştirilir. (İnsanlar) bir ve kahredici olan Al­lah'ın huzurunda dururlar.

49- O gün suçluları bağlanıp   kelepçelenmiş görürsün!

50- (Mücrimlerin)   gömlekleri   katrandandır.   Yüzlerini de ateş bürümektedir.

51- Allah herkese kazandiğıyla ceza vermek için, bu azabı onlara tatbik eder. Kuşkusuz ki Allah hesabı çabuk görendir!

52- Bu  (Kur'an)  insanlara bir tebliğdir. Tehlikelere karşı uyanlsınlar, Allah'ın ancak bir tek mabud olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp, öğüt alsınlar diye  (bu bildiri nazil olmuştur). [36]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(43) «Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri...» Bu Ayetin Tefsiri

«Muhti'inen kelimesi, çağıran bir kimseye doğru süratle koşan kimseler elemektir. El-Bahr'da; «çağıran kimseye zillet ve mes­kenet içinde icabet edenler»   demek olduğu söylenilmektedir. Af-feş'e göre; «Dinlemek için yönelenler», Mücahid'e göre; «Gözlerini i     kırpmadan sürekli koşan kimseler», Ahmed b. Yahya'ya göreyse, I     «Zillet içinde, huşu halinde gözünü kaldırmaksızın bakan kimse-tenidir.

«Muknî» kelimesi, tbn Abbas'ın yorumuna göre «Başını kaldı­ran kimse» anlamına gelmektedir. Baza müfessirlere göreyse, ke-Jj     lime bunun tam karşıtı olan «Başım eğen kimse» anlamına gel-jf     inektedir. Aslında bu kelime, «ezdad» denilen İki zıt mânâya gelen kelime grubundandır. Müberrid'e göre, bu kelime lügat bakımın­dan, başım eğmekten çok, başını kaldırmak anlamına gelir. Bu gözlerin halleri üzerinde açık kalmasından kinayedir. Yani dehşet ve şiddetten Ötürü gözler donakalırlar.

«Heva», kalplerin akıldan, anlamaktan hâli olmaları anlamın-|     dadır. Yani onların kalpleri, hayret ve dehşetin şiddetinden ötü­rü akıl ve idrakten boşalmıştır. Ne yapacaklarım bilemezler. Bu yüzden bu kelime, korkaklar ve ahmaklar için, «kuvvet ve basireti yoktur» şeklinde kullanılır, tbn Ctireyc, kalplerinin hayırdan bo­şaldığını söylemektedir.

tbn Cübeyr'den rivayet olunduğuna göre, Heva onların içle-lerinde ta boğazlarına kadar dolaşmakta, istikrar edeceği bir yer bulamamaktadır. (îbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Münzir)

(44) «İnsanları azabın kendilerine geleceği günden korkut...» Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki hitap Hz. Feygamber'edir. Allah Teâlâ, onlarm aza­bının niçin ertelendiğini belirttikten sonra, Hz. Peygamber'e on­ları uyarmasını emretmiştir.

«İnsanları» tabiriyle kastedilen kâfirlerdir. Daha önce onlar hakkında «Zalimler» tabiri kullanılmıştı.

«Enzim (korkut) lâfzı «imar» kökünden gelir ve kâfirler için kullanıldığı gibi, başkaları için de kullanılabilir. Nitekim başka bir ayette «Sen ancak zikre tâbi olanı uyarabilirsin (korkutabilir­sin)» şeklinde, «inzar» müminlere atfen de kullanılmıştır.

«Onlara azabın geleceği gün»; akılların selbolunduğu, insan­ların dehşete düştüğü belirli bir gün, Kıyamet Günü'dür.

Bazı müfessirlere göre, bu onlarm sekeratla azap görüp de öldükleri gündür. Yani meleklerin «size müjde yoktur» sözlerine muhatap oldukları veya acele gelen azapla helak oldukları gün­dür.

«Zalimler derler ki» lâfzı yerine, Allah Teâlâ «onlar derler ki» dememekle, onların duçar oldukları felâketlerin sebebinin zulüm olduğunu iş'ar buyurmuştur.

Cübbai ile Ebu Müslim'e göre ibarenin anlamı, «onlardan zul­meden kâfirler dediler ki» şeklindedir.

Bazı müfessirlere göreyse, şirk ve peygamberleri yalanlama yoluyla zulmeden herkes buradaki genellemeye dahildir.

«Bizi ertele»; yani bizden azabı (veya azabımızı) ertele. Dan-hak ve Mücahid'e göre, onlar dünyaya geri gönderilmelerini ve bir zamana kadar kendilerine mühlet verilmesini istemişlerdir.

Bazı müfessirlere göreyse, onlar azabın kaldırılmasını ve tek­lif haline dönüştürülmesini kısa bir süre için istediler ki o süre içinde Allah'ı razı edecek amellerde bulunabilsinler.

«Senin davetine uyalım»; yani sana ve tevhide çağıran kimse­ye uyalım veya peygamberlerinin diliyle bizi çağırdığına uyalım. Bu cümle, zalimlerin Kıyamet Günü'nde peygamberlerin peygam­berliklerini kabul edeceklerini iş'ar etmektedir.

«Peygamberlere tâbi olahm»; yani onların getirdiklerine tâbi olalım ye kusurlarımızı telafi etmeye çalışalım.

Burada «Peygamberler» tabiri kullanılmıştır. Bu, ya bütün peygamberlerin tevhid üzere ittifak ettikleri, ya Hz. Muhammedi reddetmenin tüm peygamberleri reddetmek demek olacağı ya da burada sözkonusu edilenin sadece Hz. Muhammed'i yalanlayanlar olmayıp, tarih boyunca peygamberlere karşı gelen ümmetler ol­duğu şeklindeki bir anlamı ihsas eder. Bu takdirde, her ümmetin tevhid ve peygamberlerine tâbi olmayı va'dettikleri anlaşılır.

«Daha Önce sizin için bir zeval olmadığına dair yemin etme' mis miydiniz?» cümlesi onları kınamak ve susturmak içindir. Yani dünyada size süre tanınmadı mı ve siz de o zaman çılgınlık ya­parak, hamakat ve cehaletinizi sergileyerek dillerinizle bu sözü söylemediniz mi? Elbette lisan-ı hâl ile bunu söylediniz. Çünkü fi­illeriniz buna delâlet etmektedir. Yıkılmaz saraylar ve kâşaneler inşa etmiştiniz, uzun emeller besliyordunuz. Kendi kendinize hiç­bir zaman «Biz bu halimizle şiddetlere doğru gideceğiz» demedi­niz.

Bazı rivayetlerde de varid olduğu gibi, ateş ehline verilecek ce­vaplardan birisi de budur. Beyhaki'nin Muhammed b. Kat> el-Ku-razi'den rivayet ettiğine göre, cehennemliklere beş çağrı yapılacak­tır. Allah Teâlâ, onların dördüne cevap verir. Onlara beşinci çağrı yapıldıktan sonra, onlar artık ebediyyen konuşamazlar. Şöyle ki, onlar;

«Rabbimiz bizi iki kes Öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahla­rımızı itiraf ettik. Şimdi şu ateşten çıkmak için bize Mr yol var mı? derler» (Mümin: 11)

Allah Teâlâ da şöyle cevap verir:

«Bu duruma düşmenizin sebebi şudur. Tek Allah'a çağırıldığı­nızda inkâr ettiniz. O'na ortak koşulunca inanırsınız. Artık hüküm o yüce ve büyük olan Allah'ındır.» (Mümin: 12)

Bu sefer onlar şöyle bir istekte bulunurlar:

«Ey Rabbvmiz! Gördük, duyduk. Bizi döndür ki iyi İşler yapa­lım. Artık kesin olarak inandık». (Secde: 12)

Allah Teâlâ şöyle cevap verir:

«Şimdi, bu gününüzle karşılaşmayı unutmanızın cezasını tadm! Şimdi biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınızdan ötürü ebedi azabı tadın.» (Secde: 14)

Onlar sonra şu istekte bulunurlar:

«Rabbimiz! Bizi (buradan) çıkar. (Önce) yaptığımızdan baş­kasını yapalım.» (Fatır: 37)

Cevaben Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Nasihat alacak olanın, nasihat alacağı kadar bir süre sizi ya­şatmadık mı? Size uyarıcı da geldi. Fakat siz inanmadınız. O hal­de (azabı) tadın. Zalimlerin yardımcısı yoktur». (Fatır: 37)

Onlar şöyle derer:

«Rabbimiz bizi yakın bir süreye kadar ertele de, senin daveti­ne uyalım ve peygamberlere tâbi ofato»~{îbrahim: 44)

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Daha önce sizin için bir zeval olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?» (İbrahim: 44)

Onlar da sonra şöyle der:

«Rabbimiz bahtsızlığımız bizi yendi. Biz sapık bir topluluk ol­duk. Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer bir daha yaptığımız kötü işlere dönersek, demek Td artık biz zalimleriz». (Müminun: 106/107)

Cevaben Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Sinin orada! Benimle konuşmayın». (Müminun: 108)

Kâfirler bu hitaptan sonra artık hiç konuşamazlar. Onlardan feryad ve figandan başka bir ses çıkmaz. İşte o zaman onların ümidi tamamen kesilir. Bazıları diğerinin yüzüne havlayıp durur. Cehennem onların üzerine kapanır.

Ya Rabbi! Senin gazabından yine sana sığınırız. Senin azabın­dan sana iltica ederiz. Bizi salih amel işlemeye bugünümüzde de, yarınımızda da muvaffak kıl. Emir elimizden çıkmazdan önce, se­ni razı edecek amellerle sana yaklaşmak istiyoruz. Bizi bundan mahrum etme!

(45)  «Siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında...» Bu Ayetin Tefsiri

«Kendilerine zulmedenler» ile kastedilen, bazı müdekkiklerin de ifade ettiği gibi ya helak olmuş tüm ümmetlerdir veya o üm­metlerin ilkleri olan Nuh ve Hud kavimleridir. Bu hitap daha son­ra gelecek olanların hali nazar-ı itibara alınarak yapılmıştır.

«Size birçok misaller de vermiştik»; yani size bu misalleri Kur'an'da ve peygamberlerin diliyle açıkladık. Daha Öncekilerin yaptıklarını ve onların başlarına gelenlerin mahiyetini belirtmek suretiyle ibret alın, yaptıklarınızı onların yaptıklarıyla, size veri­lenlerle onlara verilenleri mukayese edin, acil azabın hululünden, gelecek azaba intikal edin, içinde bulunduğunuz küfür ve isyandan kaçının diye bu misalleri sizlere açıkladık.

«Emsal» kelimesi «Mesel»in çoğuludur ve «benzetme» anla­mındadır. Yani, sizlere onların küfür ve azaptaki durumlarını bil­dirdik.

(46) «Onlar tuzaklarım kurdular. Oysa...»Bu Ayetin Tefsiri

«Onların tuzakları Allah'ın batındaydı»; yani onların tuzakla­rının cezası Allah'ın katındadır. Veyahut onların tuzakları Allah'­ın katında yazılıdır. Bu, Allah'ın bilgisi dahilindedir. Yani onların tuzakları sonuçta Allah'ın iznine, dilemesine bağlıdır. O izin ver­medikçe hiçbir hile, tuzak sonuç vermez. Ya da, Allah'ın onların başına getireceği ceza (ki tuzak şeklinde ifade edilmiştir) kendi katındadır ve onlara tatbik edecektir. Onların tuzakları şiddet ve metanette dağlan yerinden oynatacak derecede olmasına rağmen, Allah'ın iznine bağlı olduğundan, O izin vermedikçe hiçbir şey ol­maz.

Hasan Basri ve bir gruptan gelen rivayete göre, «İn kâne» lâfzının başındaki «İn» olumsuzluk belirtir. «Litezûle»nin başında­ki «lâm» harfi ise lâm-i cuhuddur. «Kâne» ise nakıs değil, tam fiil olarak kullanılmıştır. «Dağlar» ile kastedilen Allah'ın ayetleri, şe-riatleri ve peygamberler eliyle vuku bulan dağlar gibi kuvvetli mu­cizelerdir. Allah Teâlâ onların hilesini tahkir etmektedir. O hile İle ayetler ve nübüvvet sökülüp atılamaz.

«Kdne»nin nakıs olması, haberinin ise mahzuf veya kendisin­den sonra gelen fiil olması da mümkün görülmüştür. Bu kanaat, îbn Mesud'dan gelen şu rivayetle teyid edilmiştir. îbn Mesud «İn kâne» yerine «Vema kâne» olarak okumuştur. Bu takdirde mânâ «olmadı» anlamını kazanır.

«Dağlar»xn Kur'an'ın emirlerinden kinaye olması mümkün de­ğildir. Çünkü helak olan tuzak sahipleridir. Onları ıslaha çalışan­lar, yani peygamberin muhatapları değil. Bazıları «tuzak kurdufar» cümlesindeki zamirin Hz. Peygamber'in (s.a) muhataplarına, inzar edilenlere raci olduğunu söylemişlerdir. «Tuzaklart» ile kas­tedilenin, «Hani sana tuzak kurmaya yeltenmişlerdi» ayetindeki peygamberlere karşı tatbik edilen hilelerin çeşitlerinden olduğu söylenilmiştir. Bu takdirde «Gerçekten tuzak kurdular» cümlesi mukadder bir kavlin hali olur. (Ayrıntı için Alusi'nin, Razi'nin ve Ebu Hayyan'ın tefsirlerine başvurulabilir).

«Onların tuzakları» ifadesiyle onların şirkleri de kastedilebi-lir. Nitekim îbn Cerir îbn Abbas'tan böyle rivayet etmiştir. Bu takdirde «Dağlar» lafzı gerçek anlamıyla anlaşılır.

Ebu Hayyan, tefsirinde şöyle demektedir:

«Ayetten zahir olarak anlaşılan şudur: Dağların yerlerinden kaldırılması, Kureyş'in hileleri için ortaya konan bir darb-i me­seldir. Dağlar kaymazlar. Onların hilelerini yermek hususunda ila­hî bir mübalağadır bu.

Meselâ bir rivayet nakledilir. Güya kocası tarafından itham edilen bir kadın yemin ettiği için bir dağ yerinden kayar. Kim o dağın üzerine yemin etse, derhal ölürdü. Kocası onu yemin etmek üzere o dağa götürdü. O da kendini binekten yere atmak suretiyle hile yaptı. Kadın daha önce itham edildiği kimseye, binekten ken­disini atacağı yerde bulunmasını istemişti. Kadın kendini yere at­tıktan sonra, kocasıyla o kimse onu tekrar bineğe bindirdiler. Ka­dın dağın üzerinde «ikinizden başka kimsenin bana eli dokunma-mtştır» diye yemin etti ve sağlam olarak dağdan indi. Sabah oldu­ğunda da dağ yerinden kaydı. Bu kadın Adnan kabilesinden idi.»

Müdekkik alimler bu tarzdaki rivayetlerin aslı-astan olmadı­ğını söylemektedir.

Nemrud b. Guş b. Kenan veya Buhtunnasr hakkında da rivayet edilen bir kıssa vardır. Bunlar güya nasr denilen kuşların üze­rine tahtırevan yaparak, göğe yükselmişlerdir.

Bazıları da, «Dağfar» ile İslâm ve Kur'an'ın, «Mekr/Tuzak» ile de onların oradaki ihtilaflarının (yani sihirdir, şiirdir, yalandır şeklindeki sözlerinin) kastedildiğini söylemişlerdir.

Ancak bu yorumlar Kur'an'm zahirinden uzak yorumlardır. Hele nasr kuşları hakkındaki kıssa Kur'an'm ruhundan çok uzak­tır. Nitekim Kadı Beyzavi, bu tür yorumlarda tehlikenin pek bü­yük olduğunu, akıllı bir kimsenin bu tür yorumlara itibar etmeye­ceğini, bu hususta güvenilir, sahih bir hadisin varid olmadığını ve ayeti de böyle yorumlamaya gerek bulunmadığını söylemektedir.

(47) «Allah'ın peygamberine verdiği sözden...» Bu Ayetin Tefsiri

«Allah'ın peygamberine verdiği söz», «Muhakkak biz peygam­berlerimize yardım ederiz» ve «Ben ve benim gibi peygamberlerin geleceğini Allah yazdı» şeklindeki sözlerdir ki bunlar Kur'an'da geçmektedir. Yine Allah Teâlâ, başka bir ayette, «Allah va'dine muhalefet etmez» diye buyurmaktadır. Allah Teâlâ'mn herhangi bir kimseye verdiği va'dden dönmeyeceği sabit olunca, peygamber­lerine vermiş olduğu va'dden döneceği hiç düşünülebilir mi? Çün­kü bu hitap Hz. Peygamber'edir. Yani, «Ey Muhammedi Ben pey­gamberlerime yardım edeceğim, kelimemi yayacağım, katımda hak din olan İslâm'ı galip getireceğim» gibi va'dlerimde, «Allah va'di­ne muhalefet eder mi?» diye bir zanna kapılma! Çünkü O, pey­gamberine ve dostlarına yardımcı ve düşmanlarını helak edici­dir.

Hitap Hz. Peygamber'edir ve fakat kastedilen müminlerdir. Bu ayet Hz. Muhammed'e ve müminlere ilahi bir teselli ve teminattır. Şöyle ki: Allah peygamberlere verdiği sözden caymamıştır. O halde peygamberimize ve onun ümmetine verdiği sözden de cay­mayacak ye mutlaka onu yerine getirecektir. Çünkü O'nun va'dini yerine getirmesine hiçbir engel yoktur. Herkesten güçlüdür ve is­tediği anda intikam alacak kuvvete sahiptir. [37]

 

Yer Ve Göğün Değiştirilmesi

 

(48) «{Zikret o günü) ki o gün yer başka yerle...»Bu Ayetin Tefsiri

Tebdil ve değiştirme bazen zatta olur. Nitekim Allah Teâlâ bir ayetinde, «O derilerden başka derileri onlara giydiririz» buyur­muştur. Değişme bazen sıfatta olur. Nitekim «Halkayı yüzük yap-Um» denir. Yani değişen zatı değil sıfatıdır. Bir ayette, «Allah on­ların seyyiatlarını hasenelere tebdil ediyor» buyurulmuştur. Yani sıfatlarını tebdil etmektedir.

Buradaki tebdilin zatta mı, sıfatta mı olduğu konusunda ayet bunlardan biri için kesinlik ifade etmez ve sonuçta iki ihtimal vardır. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, «yer ve göklerin teb­dili» ile kastedilen onlarda fazlalık ve eksiklik olmamasıdır. Kı­yamet Günü'nde yerin tüm tepeleri, dağlan, vadileri, ağaçları ve içinde bulunan her şey buna girer. Tıpkı deri gibi uzar, dümdüz bir hale gelir. Onda ne bir engebe, ne de bir tepe bulamazsın. Gök­lerin tebdili de güneşinin, ayının ve yıldızlarının gitmesidir. Yani ne yer ne de gök bugünkü durumunda kalır.

Îbn'ul-Enbari'ye göre, göklerin tebdiliyle kastedilen, Allah Te-âlâ'nın onları dürmesidir. Bir defa eritilmiş kurşun gibi yapar, bir defa da çiçek gibi yapar.

Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre, yer gümüşe, gök te altına dönüşür. (İbn Ebi Dünya, îbn Cerir)

Mücahid'den rivayet olunduğuna göre, yer ve gök .altın gibi olur. îşte tebdilin anlamı budur. (İbn'ül-Münzir).

tbn Mesud şöyle demiştir: «Yer başka beyaz bir yerle değiş­tirilir. Sanki bu yeni yer bir altın külçesidir. Orada herhangi ha­ram bir kan akıtılmamış ve orada bir hata, bir isyan ve günah işlenmemiştir».

îmam'a göre, yerin tebdilinden maksat onun cehennem, gök­lerin tebdilinden maksat da onun cennet olmasıdır.

Bu görüş hiç te uzak bir ihtimal değildir.

Cennet Üe cehennemin şu anda yaratılmış bulundukları söy­lenerek İmam'a itiraz edilmiştir. İmam tarafından bu itiraz ise şöyle cevaplandırılmıştır: Cehennem ve cennetin şu anda madde­si yaratılmıştır, şekilleri o zaman halledilecektir. Şu anda bir kıs­mı mahlûk da olabilir. Kıyamet'te yer ve gök o kısımlarını teşkil edeceklerdir.

Bazı rivayetlerde îmam'ı destekleyen mânâlar varid olmuş­tur. Ubey b. Kaş'tan rivayet olunduğuna göre, «Gökler cennete dönüşür, denizin yeri ateşe, yer küresi de başka bir küreye tebdil olunur». (İbn Cerir, İbn Kbi Hatim).

tbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, «Kıyamet Günü'nde yer, ateş olur». (îbn Cerir).

Yerin tebdili hakkında başka rivayetler de vardır. Meselâ, îbn Cübeyr'den rivayet olunduğuna göre «Yer beyaz bir ekmek ile değiştirilin Mümin iki ayağının altından, ondan alır ve yer» (îbn Ce-rir).

Bunun benzeri bir rivayet Muhammed b. KaT) el-Kurezi'den nakledilmiştir. Beyhaki de İkrime'den aynı rivayeti nakletmiştir.

Ebu Eyyub'un azatlısı Eflah'tan rivayet olunduğuna göre, ba­zı Yahudiler Hz. Peygamber'e (s.a) arzın ne ile değiştirileceğini sorduklarında, Hz. Peygamber (s.a) «Bir ekmekle» diye cevap ve­rir. Yahudi; «Babam sana feda olsun, o dermekedir» der. Hz. Pey­gamber tebessüm ederek; «Allah Yahudiyi Öldürsün! Dermekenin ne olduğunu biliyor musunuz? O ekmeğin ufaltümıştdır, özüdür» diye buyurur. (îbn Merduveyh)

Bazı müfessirlere göre tebdil yeryüzünde olur. Her grup için kendi durumlarına uygun bir tadilat yapılır. Müminlerden bir grup ekmek üzerinde olur ve Ondan yerler. Kâfirlerden bir grup ise ateş üzerinde* olurlar. Arzın herhangi bir şeyle değiştirilmesi onun yoktan var edilmesinden daha güç değüdir.

Bazılarına göre önce yerin sıfatı, sonra da zatı değişir. Yani burada iki değişme sözkonusudur. İkinci değişme, yer üzerinde işlenenleri Allah huzurunda açıkladıktan sonra vuku bulur. Yer ve gökte çeşitli şekillerde, çeşitli tebdilatin olmasında bir engel sözkonusu değildir. Nitekim Hz. Aişe'den gelen bir hadiste, «Ye­rin değiştirilmesi gününde, insanlar köprü üzerindedir» buyurul-muştur. (Müslim)

Sevban'dan rivayet olunduğuna göre, bir Yahudi Hz. Peygam­ber'e, «yer başka bir yerle değiştirileceği zaman insanlar nerede bulunacaktır'!» diye sorduğunda Hz. Peygamber (s.a) ceva­ben; «Köprünün yanındaki karanlıkta» diye buyurur. (Müslim)

Muhtemelen buradaki tebdil ile özel bir değişme kastedilmek­tedir. En doğrusunu Allah bilir.

Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygam­ber (s.a) şöyle buyurur.

«Kıyamet Günü'nde yer bir tek ekmek olur. Allah Teâlâ, onu elden ele evirip çevirir. Tıpkı herhangi birinizin sofrasındaki ek­meği evirip çevirmesi gibi. Allah Teâlâ bunu cennet ehline ziya­fet olarak yapar. (Buhari, Müslim). Yani Allah Teâlâ, yeri bir ke­te haline getirir ve bu da cennet ehli için ziyafet yemeği olur. Allah her şeye kadirdir».

(49-51) «O gün suçlular bağlanıp kelepçelenmiş...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani suçlular birbirlerine bağlanmış olarak getirilir. Zincirlere ve bukağılara vurulmuşlardır.

İbn Abbas, her kâfirin Kıyamet Günü'nde bir cin şeytanı ile bağlanacağını söylemiştir.

Ebu Zeyd'e göre, elleri ve ayaklan boyunlarına bağlanır. İbn Kuteybe'ye göre bir kâfir, diğerine bağlanır.

«Esfâd», zincir ve bukağılar, «Katıran» ise bilinen katran, zift demektir. Uyuz hayvanların yaralarını gidermek için sürülen maddenin adıdır Katran. Onların iç gömlekleri katrandandır. Çün­kü katran ateşin derilerde daha gür bir şekilde yanmasına vesile olur. Allah Teâlâ onları şiddetle yakmak isterse, buna kadirdir. Fakat maksat onların bildiği bir şeyle onlan korkutmaktır.

İklime ile Yakub, ibareyi «Katrınanın» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde, «Kotra eritilmiş bakır, «An» da ısısı gitmiş, eri­tilmiş bakır demektir. Eritilmiş ve ısısı gitmiş bakırdan onlara iç gömlek giydirilir.

Beyzavi'ye göre onlara katrandan gömlek giydirilmesinin an­lamı, bedenlerinin gömlek gibi katranla sıvanması demektir ki, katranın yakıcılığı, renginin vahşeti, pis kokusu ve ateşin bedene yayılması hızla vuku bulsun .Ateş onların yüzlerini kaplar ve yüz­leri de yanmaya başlar. Bunun nedeni her mücrimin yaptığıyla cezalandırılmasına, işlediğinin karşılığını görmesine matuftur. Her ne kadar burada itaat eden kimseler sözkonusu edilmemişse de, Allah Teâlâ'nın mücrimlerin suçları sebebiyle ceza ve durum­larım beyan etmesinden, müminlerin de itaatleri nedeniyle sevap alacakları anlaşılmaktadır. [38]

 

Kur'an Tebliğ Ve İlâhî Bir Mesajdır

 

 (52) «Bu (Kur'an) insanlara bir tebliğdir...» Bu Ayetin Tefsiri

«Hazâ» (Bu) lafzı, Kur'an'a veya bu sureye ya da Kur'an'daki azamet ve uyanlara işaret etmektedir.

«Belağ» kelimesi masdardır ve tebliğ anlamına gelir. Yani bu Kur'an'da insanlar için tebliğ ve vaz-u nasihat vardır. Kur'an in­sanlar tehlikelere karşı uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek mabud olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünsünler diye bir belağ (tebliğ) olmuştur.

Allah Teâlâ bü ayette tebliğin üç yararını beyan etmektedir. Kitapların indirilmesindeki hikmet ve gaye şu üç yaran temin eder:

1) Peygamberlerin insanlan tekmil etmeleri için ki «Bunun­la uyartlsınlar» ifadesiyle bu hususa işaret edilmektedir.

2) Onlar nazari kuvvelerini kullansınlar. O kuvvenin kemali Allah'ın marifetine bağlıdır. Bu hususa «Bilsinler»   ifadesiyle işa­ret olunmuştur.

3) Takva elbisesine bürünmekten ibaret olan ameli kuvveyi İslah etmek isteği ki bu hususa da «Düşünüp öğüt alsınlar» ifade­siyle işaret olunmuştur.

«Akil sahipleri» ile kastedilen, vehmin şaibelerinden arınmış kimselerdir. Bu ayetin Hz. Ebubekir hakkında nazil olduğunu bil­diren yorum, bu tesbitle çatışmaz.

Surenin sonu ile başı birbirine uygundur. Çünkü başta; «Elif, Lam, Râ. Bu Kur'an Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, Aziz - Hamid olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz Kitab'tır» denilmiştir.

(Burada 13. cüz son bulmuştur. Hicr Suresi'yle birlikte 14. cüz başlamaktadır). [39]

— İBRAHİM SÜRESİ'NÎN SONU —

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/59-60.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/62.

[3] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 13, sh: 183

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/63-76.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/78.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/79-80.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/80-82.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/82-84.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/84-86.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/86-89.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/91.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/92.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/92-94.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/94-95.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/95-101.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/103.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/104-105.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/105-113.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/115.

[20] Said Havva, el-Esas fi't-Tefsir, cilt: 5, sh: 2803

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/116-118.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/119-120.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/121-123.

[24] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 13 sh: 225

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/124-128.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/130.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/131-132.

[28] Ebussuud Efendi, İrşad'ul-Akl'is-Selim, cilt: 5, sta: 347

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/132-139.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/139-141.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/141-143.

[32] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 13, sh: 240

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/144-147.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/147-149.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/149-152.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/154.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/155-164.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/164-168.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/168-169.