Nimetin Şükrü Seri' Midir Akli Midir?
Allah'ın Vahdaniyetinden
Şüphe Edilir Mi?
Müslüman Olmak Kul Hakkını Kaldırmaz
Peygamberler Hiç Küfürde Kalmamışlar
Allah'ın Makamından Ne Kasdedildi?
Kabe'ye Niçin Allah'ın Evi Denmiştir?
Hz. İbrahim Kaç Yaşında Çocuk Sahibi Oldu?
Hz. İbrahim'in Ebeveyninin Durumu
Kur'an Tebliğ Ve İlâhî Bir Mesajdır
Bu sure 52 ayet olup, 28. ve 29. ayetleri Medine'de, diğerleri ise Mekke'de (hicretten Önce) nazil olmuştur. Bu sureye «İbrahim Suresin denmesinin nedeni 34-41. ayetlerin Hz. İbrahim (a.s) duasını içeriyor olmasıdır. Surenin kelime sayısı 861, harf sayısı 3434' dür.
îbn Merduveyh'in îbn AbbaS ile îbn Zübeyr'den rivayet ettiğine göre İbrahim Suresi Mekke'de nazil olmuştur. İkisi de zahire göre Kî cumhur-u ulema bu görüştedir surenin tamamının Mekke'de nazil olduğunu kastetmişlerdir.
En-Nuhas «Nasih»inde îbn Abbas'tan bu surenin iki ayeti müstesna Mekke'de nazil olduğunu rivayet etmiştir. Bunlar 28. ve 29. ayetlerdir. Her iki ayet te Bedir'de öldürülen müşrikler hakkında nazil olmuştur. Bunun benzerini Ebu Şeyh, Katade'den rivayet etmiştir.
Bu surede nasih-mensuh olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Cumhura göre surede mensuh ayet yoktur. Mensuh ayet bulunduğunu savunanlardan Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem, surenin 34. ayetinin son cümlesinin Nahl Suresi'nin 18. ayetiyle nes-holunduğunu söylemektedir. Ancak bu görüş tenkid edilmiştir ve doğru olan cumhurun görüşüdür.
İbrahim Suresi, Basralıların sayımına göre 50 veya 51 ayet, Kûfelilere göre 52 ayet, Medinelilere göre 54, Şamlılara göreyse 55 ayettir.
Surenin bir önceki sure ile bağlantısı çok açıktır. Çünkü Ra'd Suresi'nde Kitab'm medhi vardır ve Kitab Hz. Peygamber'i müşriklerin kendisinden istedikleri mucizelerden müstağni kılar. Bunun gibi İbrahim Suresi de Kitab'm vasfı ile başlar ve Kitab olduktan sonra, başka şeylere ihtiyaç olmadığını ima eder .Şayet «Yanında Kitab'm ilmi olan», Allah Teâlâ ise Ra'd Suresi'nin sonu ile, bu surenin başı çok kuvvetle irtibatlıdır. Yine Ra'd Suresi'nde, Kur'an'ın «Arapça bir hüküm» olarak indirildiği belirtilir ama sarahat zikredilemez. İbrahim Suresi'nde bu sarahaten zikredilmiştir. Ayrıca Ra'd Suresi'nde Allah'ın izni olmaksızın hiçbir peygamberin mucize getirmesinin mümkün olmadığı bildirilirken, İbrahim Suresi'nde peygamberlerin Allah'ın izni olmaksızın bir mucize getirme yetkilerinin olmadığını söyledikleri anlatılmaktadır. Yine Ra'd Suresi Hak ile Bâtıl hakkında misaller içerirken, İbrahim Suresi'nde de bu türden misaller verilmiştir. Bundan başka Ra'd Suresi'nde kâfirlerin hileleri sözkonusu edilirken, İbrahim Suresi'nde de, Ra'd Suresi'nde zikri geçmeyen özellikleri ele alınmaktadır.[1]
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
1- Elif, Lâm, Râ. Bu Kitab ki, onu Rab 1 erin in izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, her şeye galib (aziz), övgüye lâyık (Hamid) olan (Allah) in yoluna çıkarman için sana indirdik.
2- Allah (O zattır) ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şiddetli azaptan dolayı vay (o) kâfirler (in halin) e!
3- O kâfirler ki, dünya hayatını Ahiret'e tercih ederler, (insanları) Allah yolundan ahkoyarlar ve Onun eğriliğini isterler, tşte onlar var ya uzak bir sapıklık içindedirler.
4- Her peygamberi ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara apaçık anlatsın. Sonra Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. Güç ve hikmet sahibi ancak O'dur.
5- Andolsun ki biz Musa'yı; «Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat» diye ayetlerimizle gönderdik. Kuşkusuz bunda çokça sabreden ve çokça şükreden herkes için ayetler vardır. [2]
(1) «Elif, Lâm, Râ. Bu Kitab ki onu...» Bu Ayetin Tefsiri
«Elif, Lâm, Râ» mtibteda, «Kitab» kelimesi ise onun haberidir. «Nas» ile kastedilen ise tüm insanlardır. Yani Allah Teâlâ, Kitab'ı Hz. Muhammed'e bütün insanları karanlıklardan (zulû-mat) çıkarıp, aydınlığa (nur) kavuşturmak için indirmiştir. Kitabın satıriarmdaki, apaçık deliller ve «Bu kitab Allah katından gelmiştir» şeklinde açıkça ortaya konulan mucizeler bu işe yeterlidir. «Allah'ın izniyle olması», bunun kolaylaştırılması, onu muvaffak kılması demektir. Ya da, Allah'ın izni, O'nun emri, ilmi, iradesi demektir. «İzin» ile ilgili olarak bu anlamların hepsi kul. lanılmıştır. Ancak topluca bakıldığında, hepsinin de birbirine yakın mânâlar ihtiva ettiği görülür.
Fahruddin Razi şöyle demektedir:
«Mutezile bu ayete dayanarak, Allah Teâlâ'nın fiillerinin kullar için maslahat olan noktalarla bağlantılı olduğunu yani Allah m fiillerinden böyle bir şeyin gözetilir olduğunu söylemektedirler.»
Daha sonra Eşarilerin bunun hilâfına dair serdettikleri delilleri nakleden Razi, «Eğer Allah'ın fiillerinde, maslahatların göze-tilmediği kaidesi sabit olursa, bunu iş'ar eden her ayetin, her hadisin tevil edilmesi gerekir. Bunların tevili ayette geçen «Çıkar-man için» fiilinin üzerindeki «Lâm» harfini akıbet mânâsına almakla olur» diye ilavede bulunmaktadır.
îbn Kayyım el-Cevzi ve bazılarından «Allah'ın fiillerinde maslahat gözetilir» şeklinde rivayetler yapılmış ve bunun selefin mezhebi (görüşü) olduğu söylenilmiştir.
Kur'an'da ve hadislerde, Allah'ın fiillerinde maslahatların gözetileceğine dair binlerce delil bulunmaktadır. Tüm bunları tevile kalkışmak insaf dairesinden çıkmak demektir. Üstelik «Allah* m fiillerinde maslahat gözetilmez» kaidesi de tevile muhtaç olmayacak şekilde inşam mecbur bırakacak kuvvet ve metanette değildir.
Her iki görüşün bu husustaki delilleri, Fahruddin Razi'nin ve Alusî'nin tefsirlerinde gösterilmektedir. İlgilenenler aynnt(ih bilgi edinmek için bu eserlere başvurabilirler.
Allah'ın marifeti (bilgisi)nin ancak Hz. Peygamber'den (s.a) gelen talim yoluyla elde edilebileceğini savunanlar bu ayeti delil olarak göstermişlerdir. Çünkü bu ayette Hz. Peygamber'in insanları dalâlet karanlıklarından çıkarıp, hidayet aydınlığına kavuşturacağı sözkonusu edilmektedir.
Bu görüşe cevaben denildi ki; «Hz. Peygamber (s.a) bir uyarıcıdır. Marifete gelince o ancak delilden elde edilir».
Yine aynı şekilde Mutezile ve Ehli Sünnet bu ayetle, kulların fiillerinin mahlûk olup olmadığı hususunda istidlal etmişlerdir. (Bu hususta tafsilat için bkz. Fahruddin Bazi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 313-315)
Fahruddin Razi, ayetin sonunda «el-Asiz» lafzının, «el-Ha-mid» lafzından önce zikredildiğini belirterek, şöyle demektedir: «Çünkü sahih olan şudur ki, Allah'ı bilmenin evveli O'nun kadir olduğunu bilmektir. Ondan sonra alim olduğunu, daha sonra da her şeyden müstağni bulunduğunu bilmektir. «El-Aziz» Kadir, «el-Hamid» ise her şeyi bilen ve her şeyden müstağni demektir. Allah'ın kadir olduğunu bilmek O'nun her şeyi bildiğini ve her şeyden müstağni olduğunu bilmekten daha Önce olduğu için, el* Aziz, el-Hamid'âen önce zikredilmiştir.
Alusî, eUHamîd lafzını Razi'den başka kimsenin bu şekilde tefsir etmediğini belirterek, ona itiraz etmiştir. [3]
El-Mevakıf'tz, Gazali'nin Esma-i Hüsna Şerhi'nûs ve bazı eserlerde «Hamid»in övülen, sena olunan zat demek olduğu bildirilmiştir. Yani Allah Teâlâ ezelde kendini Övmüştür ve ebediyette de kullarının hamdiyle Övülmektedir. El-Aziz'e gelince, bazıları bu lafzı «Benzeri olmayan» şeklinde tefsir etmiştir. Bu yo-ruma göre Aziz'in Hamid'den önce zikredilmesi, selbî sıfatlara verilen öncelik nedeniyledir. Nitekim «tahliye tahliyeden öncedir» kuralı vardır.
(2) «Allah (O zattır) ki, göklerde ve yerde ne varsa.,,»Bu Ayetin Tefsiri
Kıraat imamlarından Nâfi ile İbn Amr «Allah» lafzını «Ötre» ile «Allahu» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde lafız, hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Yani «O Allah'tır». «Ellezi» kelimesi «Allahu» lafzının sıfatıdır. Diğer yedi kıraatte ise «esre» ile «Allahİ» şeklinde okunmuştur. Yani lafız el-Hamid, eUAziz kelimelerinin bedelidir.
Zemahşeriye göre «Allahi» şeklinde okunduğu takdirde, bu el-Aziz, eUHamid kelimelerinin atfı beyanı olur. Çünkü bu kelime tağlib ile Özel isim olmuş kelimelerin yerine icra edilmiş ve hak olan ilaha tahsis edilmiştir. Tıpkı «en-Necm» kelimesinin Süreyya yıldızına tahsis edilmesi gibi.
(Allah lafzının bu ayetteki i'rabını, gramerdeki kurallarını görmek için Ebu Hayyan'ın el-Bahr'ul-Muhit adlı tefsirine başvurulabilir).
«Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur»; yani göklerin ve yerin dahilinde ve haricinde ne varsa Allah'ın mülküdür. Bazı kimseler ifadedeki «ma» edatının umumi oluşuna dayanarak kulların fiillerinin Allah'ın mahlûku olduğunu öne sürmüşlerdir. (Ayrıntı için bkz. Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb).
«Veyl» kelimesi «helak» anlamındadır. Rağıb el- İsfehanî'nin rivayet ettiğine göre el-Esmai; «Veyl çirkinlik anlamındadır ama bazen tehassür (hasret çekmek) için kullanılır. Veyh ise terahhum (merhamet, şevkat) anlamını ifade eder» elemiştir.
Bazılarına göre «Veyl» cehennemde bir vadidir. Ancak bu kimseler «veyl» lafzının doğrudan bu anlamda olduğunu söylemek istemiş değillerdir. Onların kastettikleri «Allah bu ibareyi kim için kullanmışsa, o kimse ateşte bir yere müstahak olur» anlamındadır.
«Min azabın şedidin» ibaresi «Veyl» kelimesinin sıfatı yerindedir. Zahire bakılırsa «Şiddetli azap» ile Ahiret azabı kastolun-maktadır. Ancak bu, onlara dünyada dokunan bir azap da olabilir.
(3) «O kâfirler ki dünya hayatını Ahiret'e... Bu Ayetin Tefsiri
Yani, kâfirler dünya hayatını Ahiret hayatına tercih ederler. Çünkü «Yestehibbune» fiili, her ne kadar «Muhabbet» anlamı taşıyorsa da, tercih etmek, seçmek anlamında «ihtiyar»ı ifade eder.
«Allah yolundan alikoyarîar»; yani insanları Allah'ın dininden ve ona iman etmekten menedebilmek için çalışırlar. Çünkü «Allah'ın yolu», Allah'ın dini, O'na iman demektir.
«Onun eğriliğini isterler»; yani o yolda bir sapma, bir dolam-baçlık, bir eğrilik arıyorlar. Oysa her şeyden daha fazla eğrilikten uzak olan Allah'ın dinidir.
Kafirler Allah'ın yolundan alıkoymak, ifsad etmek istedikleri kimselere, onun dolambaçlı, eğri ve engebeli bir yol olduğunu söylerler. Allah'ın yolunda bir eğrilik arayıp dururlar. Fakat bulamazlar.
Bazıları bu ifadeyi, «O yolun ehlini mürted kılmak suretiyle eğriltmek istiyorlar» şeklinde tefsir etmişlerse de, bu tefsir iti-bar edilebilir görülmemiştir.
(4) «Her peygamberi ancak kendi kavminin diliyle...»Bu Ayetin Tefsiri
«Kavim» kelimesi iki şekilde de yorumlanmıştır.
a) Hz. Peygamber'in soyu, sopu, aşireti,
b) Hz. Peygamber'in ümmeti. Hz. Muhammed'den (s.a) önce gönderilen peygamberler de, kendi kavimlerinin (soy ve aşiretlerinin) veya Allah'a davet ettiklerinin dilini bilirlerdi. Bu genel kural Hz. Lût ile bozulmaz; zira o da gönderildiği kavimden bir kadınla evlenmiş, onlarla birlikte uzun zaman oturmuş ve dillerini Öğrenmişti. Hz. Yunus'a gelince, kesinlikle o kendilerine peygamber olarak gönderilmiş bir kavimdendi. Dolayısıyla burada, çoğunluğun nazarı itibara alındığını söylemeye gerek yoktur.
Kadı Beyzavî; «Ancak kendilerinden olduğu ve kendilerine peygamber olarak gönderildiği kavmin diliyle gönderilmiştir» demektedir.
Nesefi; «Onlara deruhte ettiği vazifeyi açıklamak için ancak onların diliyle konuşan kimseler gönderilmiştir ki bu takdirde Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın» demektedir.
Böylelikle kâfirler «Bize yapılan hitabı anlayamadık» diyemezler. Bu noktada «Hz. Muhammed tüm insanlara gönderilmişti» denilebilir ve delil olarak ta, «De ki: Ey insanlar! Ben Allah' m Rasûlüyüm. Hepinize gönderildim» ayeti gösterilebilir. Hatta sadece insanlara değil, Hz. Muhammed (s.a) cinlere de gönderilmiştir. İnsanların ve cinlerin dilleri ise bir değil, çoktur. Eğer Araplar bu hususta bir mazeret öne süremiyorlarsa da diğer kavimler «Muhammed bizim dilimizi veya biz onun dilini bilmiyoruz» diyebilirler!
Bu sorulara şöyle cevap verilebilir: Hz. Peygamber'in getirdiği Kitap ya bir tek dille ya da bütün dillerle inebilirdi. Oysa bütün dillerle inmesine gerek yoktur; zira tercüme asim yerine geçer ve uzatmayı Önler. Bu bakımdan Kur'an'ın bir tek dille inmesi gerekli olmuştur. Ayrıca Kur'an'ın Hz. Peygamber'in kavminin diliyle inmesi, diğer milletlerin diliyle inmesinden daha evlâdır. Çünkü onlar Peygamber'e daha yakındılar. Ayrıca o dil tahrif ve tebdilden en uzak olan bir dildir.
Hazin; «Kavmi kendisini anlasın, davet ettiği hususları kavrasın diye onların diliyle gönderildi» demekte ve devamla Nesefi gibi o da; «Hz. Muhammed sadece Araplara değil, bütün insanlara, hatta tüm ins ve cinne gönderilmiştir. Onların dilleri de ayrıdır» diye eklemektedir.
«Kavmin diliyle» denilirken kastedilen Araplardan başkası değildir. Bu bakımdan mezkûr ayet Hz.-Muhammed'in sadece Araplara gönderildiği gibi bir husus iktiza eder ki bu takdirde ri-saletin genel olmasıyla, bu mecburi görünen husus nasıl telif edilebilecektir?
Cevaben şöyle deriz: Hz. Peygamber Öncelikle Araplara ve onların diliyle gönderilmiştir. Çünkü insanlar da bu hususta Araplara tâbidir. Dolayısıyla o tüm insanlara gönderilmiştir. Zira onlar da Araplara tabidirler. Ayrıca Hz. Peygamber, elçilerini dünyanın çeşitli taraflarına göndermiş, o elçiler gittikleri kavimlerin dilleriyle Hz. Peygamber'in (s.a) mesajını tercüme etmişler ve onların dilleriyle kendilerini Allah'a çağırmışlardır.
Bazılarına göre, «Kavim» ile ülkesinde yaşayan insanlar kastedilmiş olabilir. Ülkede Araplar da vardı, başka kavimler de. Böylelikle davetin umumiliği noktasında, onların soyundan olmayanlar da, onlarla beraber aynı kavimden olmuş oluyorlardı.
Bazılarına göre de, Hz. Peygamber (s.a) kavminin diliyle gönderildi ve daveti de Özel olarak onlar içindi. Mesajı (Kitab'ı) da kavminin diliyle idi. Böyle olması, onların Hz. Peygamber'i anlamaları için daha uygundu ve bu hususta onların aleyhinde olmak üzere hüccet kaimdir. Onlar mesajı anladıktan ve mesaj kendilerine iletildikten sonra, onun bilgisi, onlardan çıkarak yayıldı. Arap olmayanların ihtiyacı nedeniyle tercümeler onun yerine geçti ve açıklamalar yapıldı. Nitekim eğer Kitab bir dille inzal olmuşsa, milletler de farklı, lisanları ayn ayn ise, bu gayret edenlerin gayretlerini artırır. Yani onlan Kitab'm. mânâsım bilmek, kurallarım anlamak, gizliliklerini çözmek ve kavramak, için. deki ilimleri ihata etmek, tüm ahkâm ve hadleri tedvin etmek hususunda daha fazla çalışmaya iterler.
Hz. Peygamber'in (s.a) «Kavmi» ile sadece Kureyş değil, tüm Araplar kastedilmektedir. Nitekim Ebu Şâme «el-Mürşid» de Sicistanî'den bunu nakletmiştir. Delili ise, «Kur'an yedi harf üzerine inmiştir» hadisidir.
Alusl, bunun kesinlik kazanmamış bir yorum olduğunu söylemektedir.
îbn Kuteybe, «Peygamber'in kavmi» ile Kureyş'in kastolun-duğunu; zira Kur'an'ın onların diliyle nazil olduğunu söylemektedir.
Bazılan Kur'an'ın Mudar kabilesinin diliyle nazil olduğunu; zira Hz. Ömer'in «Kur'an Mudar lûgatıyla nazil olmuştur» dediğini Öne sürerler.
Bazılan da bunu îbn Abdilberr'in rivayet ettiği gibi Araplardan yedi kabile ile yorumlamaktadırlar. Bu kabileler şunlardır:
1) Huzeyl
2) Kinane
3) Kays
4) Dubbe
5) Teymurebbab
6) Esid b. Huzeyme
7) Kureyş
Ebu Ubeyde, îbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: «Kureyş ve Huzaa Ka'b-% olmak üzere Kur'an, iki Ka'b'tn diliyle inmiştir», «Bu nasıl olur?» diye sorulunca, tbn Abbas cevaben dedi ki; «Çünkü ev birdir. Yani Huzaa, Kureyş'in komşusudur. Onlara KureyşHn lügati kolay geliyordu».
Sicistanî'nin yolunu takip edenler derler ki; «Kur'an'da Him-yer, Kinane, Cürhüm, Ezdi Şenve, Muzhac, Hus'an, Kaysilan, Sa dul Aşire, Kinde, Üzre, Hadramevt, Gassan, Müzeyne, Lafım, Cüzam, Hanife, Yemame, Sebe, Selim, Amare, Tayy, Huzaa, Amam, Teym, Emmar, Eşariler, Evs, Hazreç ve Medyen lugatları üzerinde nazil olan kısımlar vardır».
Ebubekr el-Vasıtî, Kur'an'da elli dil bulunduğunu söyler ve örnekler verir. Ancak Kur'an'da Arapçadan başka Parsça, Neb- _ tice, Habeşçe, Berberice, Süryanice, îbranice, Kıptice kelimeler de vardır.
tbn Kuteybe'nin yolunu takip edenler ise, Kureyş ten başka kabilelere nisbet edilen kelimelerin —eğer nispet doğruysa mutlaka Kureyş diline muvafık olduğunu söylerler.
Eş-Şame'nin bazı alimlerden rivayet ettiğine göre, Kur'an önce Kureyş ve onların komşusu fasih Arapların diliyle indi. Sonra her Arap kabilesine, kendi lehçeleriyle ayetlerin cari olduğu terimlerle Kur'an okumak mubah kılındı. Meselâ lafız ve i'rabtaki ihtilaf gibi. Hiçbiri kendi lehçesinden diğerine İntikal etmekle mükellef kılınmadı. Çünkü bu bir zorluktur. Ayrıca onlarda kendi lûgatlarına (lehçelerine) karşı bir taassub vardı. Üstelik makşadın kolayca anlaşılması hususu da gözönünde tutuluyordu. Ancak bilindiği gibi bu tolerans (ibaha) sonraları devam etmedi. Yani îslâm dini yerleşip müslümanlar bağımsız bir hakimiyete kavuşunca, bunlar kaldırıldı.
Alusî, Hz. Peygamberdin kavmi ile Kureyş'in kastedildiğini ve bu hususta şüphe eden kimselerin bulunacaklarını sanmadığını, Kureyş'ten sonra Arapların bu terimlerle insan zihnine geldiklerini söylemektedir.
El-Bahr da ayetin nüzul sebebi olarak, Kureyşlilerin «Niçin tüm Kitaplar başka dillerle inerken, bu Kitap Arapça indi?» şeklindeki konuşmaları olduğu söylenilmektedir. Eğer bu rivayet sahih ise, bu da umumun kastedildiğini açıkça ifade etmektedir.
Kur'an'ın Kureyş ve Arap dilinde nazil olması, Hz. Peygam-ber'in (s.a) sadece Araplara ve Kureyş'e peygamber olarak gön. derilmiş olmasını gerektirmez. Nitekim Yahudilerden «el4sevi-ye» adlı bir grup böyle bir iddiada bulunmaktadır. Oysa Hz. Pey-gamber'in (s.a) risaleti tüm insanlığı kapsamaktadır. Kur'an'ın Kureyş veya Arap diliyle inmesine gelince bunun hikmeti ortadadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) önce onlara Allah'ın emrini bildirdi, zemin hazırladı, İslâm devletini onların içinde kurdu, kuvvetlendi. Sonra da Kur'an'ı tüm insanlığa ilân etti.
Bazı müfessirlere göre, «Kavmini» lafzmdaki «hu» zamiri Hz. Peygamber'e racidir. Çünkü ayetin siyakından böyle anlaşılmaktadır. Nitekim İbn TTbeyy, Süfyan-ı Sevri'den şöyle rivayet etmektedir: «Diğer peygamberlere gelen vahiyler de Arapça iniyordu. Sonra her peygamber onu kavminin diline tercüme etmiştir». Bu yoruma göre ayetin anlamı şöyle olmaktadır: «Biz her peygamberi ancak Muhammed'in kavminin diliyle gönderdik». Far kat bu zayıf bir rivayettir.
Bazıları da her kitabın Arapça indiğini, ancak Cebrail'in onları peygamberlere tercüme ettiğini, iddia etmişlerdir ki bu rivayet Kelbi'ye nispet edilmiştir. Oysa Kelbi zayıf bir ravidir. Kel-bi'nin bu rivayetiyle ilgili olarak; «Eğer bu caiz ise, tercümeden sonra peygamberlerin yaptığı ancak açıklama olur. Böyle olunca da hedef gözden kaçmış olur. Çünkü «Lehum»daki zamir fce-sinlikle «Kavm»e racidir. Onlara tercüme ile açıklama yapılmış olur» denilmektedir. Zemahşeri ise tefsirinde, bu haberin sahih olmadığını zira «Leftum»daki zamirin kavme raci olması durumunda mânânın şöyle olacağını söyler: «Allah Tevrat'ı Arapça indirdi ki Araplara açıklasın». Bu mânânın fasid olduğu ortada dır.
Bazı kimseler bu ayetle, dillerin tevkifi değil, istilahî olduklarına delil getirmişlerdir. Çünkü tevkif ancak peygamberlerin gönderilmesiyle olur. Oysa ayet, peygamberlerin gönderilmesinin ancak kavimlerinin diliyle olduğuna delâlet etmektedir. Bu da, dillerin peygamberlerin gönderilmesinden önce meydana gelmelerini iktiza eder. Böyle olunca da o dillerin tevkifi olarak meydana gelmeleri memnu, ıstılah! olarak meydana gelmeleri ise vacip olur.
«Allah dilediğini saptırtr, dilediğini doğru yola iletir»; yani saptıracağı kimsede dalâleti yaratır; zira onda dalâlete gitmeyi gerektiren sebepler vardır. Dilediğine de hidayet verir; yani onda hidayeti yaratır, ona lütfeder.
(5) «Andolsun ki biz Musa'yı; Kavmini karanlıklardan..»Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet bir önceki ayetin açıklamasıdır, çünkü daha önceki ayette, her peygamberin kendi kavminin diliyle gönderildiği bildirilirken bu ayette- o peygamberlerden birini ele almak suretiyle mesele tafsil edilmektedir.
«Âyatina» (ayetlerimiz) ile kastedilen, Allah Teftlâ'nın Hz. Musa'nın eliyle izhar ettiği dokuz ayet (mucize) dir.
Bazı müfessirler bu ayetler ile Tevrat'ın ayetlerinin de kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir. Hz. Musa'ya kavmini (îs-railoğullan'nı) küfür ve cehaletten ibaret olan karanlıklardan çıkarması emredilmiştir. Çünkü onlar küfür ve cehalet içinde kıvranmaktaydılar. Bu nedenle Hz. Musa'ya «Ey Musa! Bize onların Hakları (mabudlanj gibi ilâhlar kıl» demişlerdi.
«Nur» ile kastedilen Allah'a iman, tevhid ve diğer ilâhî emirlerdir. Yani onlan küfür ve cehaletten çıkarıp, imana, tevhide getir.
Bazıları «Onlan noksanlıktan çıkar, kemâle erdir» diye mânâ vermişlerdir. Yani zulmet, karanlık ve eksiklik, nur ise aydınlık ve kemaldir.
«Eyyam» (günler) kelimesi Allah'ın nimet ve meşakkatlan-dır. Bu görüş İbn Abbas'a aittir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü uygun olanı budur. Kısaca ayetin mânâsı şöyle anlaşılır: «Onları terğib ve teşvik etmek, onlara va'd ve tehditleri belirtmek suretiyle onları karanlıklardan çıkar, aydınlığa, imana ulaştır.»
Mukatil ve îbn Zeyd'den gelen rivayete göre, «AÜah'ın Günleri» ile Allah Teâlâ'nın diğer ümmetlerin başına getirdiği felâketler kastedilmektedir. «Eyyam'ul-Arab» ifadesi bu anlamdadır. Çünkü Araplar Hz. Peygamber'irî (s.a) risaleti öncesi sürekli savaş içindeydiler. Talan yaparlardı. Meselâ Zikar, Ficar, Kıdde ve diğer savaşlar gibi. Araplar «Eyyam» kelimesini olaylar, vakıalar anlamında kullanırlar. Nitekim Şii müfessirlerden Tabersî, «Eyyamsın olaylar anlamına geldiğim Amr b. Gülsüm'ün şiiriyle ispata çalışır.
Neseî, îmam Ahmed. Beyhaki, KaT> yoluyla Hz. Peygamber' İn (s.a) buradaki «Eyyam» kelimesini «Allah'ın nimetleri» şeklinde tefsir ettiğini rivayet ederler. îbn Munzir tarafından nakledilen rivayette îbn Abbas'ın ve Mücahid'in de aynı şekilde bu kelimeyi tefsir ettikleri belirtilmektedir. Ebu Hayyan Amr'ın şiirini bu hususta şahid (delil) olarak arzeder.
«FizaUke» ile kastedilen, Allah'ın felâket ve musibetlerle hatırlatmada bulunduğuna işaret vardır. O olaylarda çokça sabreden ve çokça şükreden herkes için mucizeler, birçok delil ve ibretler vardır. O deliller Allah'ın birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetine delâlet eder.
«Sabbar», musibetlere çokça sabreden kimse demektir. «Şe* kür» ise nimetlerine karşılık Allah'a çokça şükreden kimse demektir.
Bazı müfessirlere göre «Sabbar ve Şekûr» müminlerdir. Yani her mümin için bu hatırlamada Allah'ın birliğine, yüceliğine ve ilmine dair deliller vardır. Mümin demek yerine«Sa&bar» ve «Şekûr» denmesi her müminin iç âleminde çokça sabreden ve şükreden olması gerektiğine işaret eder. Denildiği gibi, ayetten maksat sabrın ve şükrün kemâline veya imana lâyık olan kimsenin bundan ibret alır olmasıdır. Çünkü kendisinden Öncekilere gelen nimet ve felâketleri hatırlayan, sabır ve şükrün, imanın sonucunu gören bir kimse, hiçbir zaman bu durumdan ayrılamaz hâle gelir» Ayet çokça sabredeni ve çokça şükredeni, onlar gerçek mânâda ayetlerden istifade ettiği için tahsis etmiştir. Sabrın şükürden önce zikredilmesinin anlamı şudur: Sabır her sevinçli işin anahtarıdır ve sabır insanı şükre götürür.
Ragıb el-İsfehanî, şükrün nimeti tasavvur ve belirtmek (ortaya çıkarmak) olduğunu söylemiştir. Şükrün üç kısmı vardır: Kalbin, dilin ve azaların şükrü. Ragıb el- İsfehani'nin dediği gibi, Allah Teâlâ'nın şükrünü mutlak mânâda eda etmek çok zordur. Bu bakımdan Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in dışında Allah Teâlâ hiçbir sevgili kulunu şükründen dolayı övmemiştir. [4]
6- (Hatırlat o zamanı) ki Musa kavmine; «Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O sizi işkencenin en kötüsüne süren ve oğullarınızı kesip, kadınlarınızı sağ bırakan Fira-vun'un aile efradından kurtarmıştı. İşte bunda (size anlatılanlarda) Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı» demişti.
7- (Hatırlayın ki) Rabbiniz size; «Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artıracağım ve nankörlük yaparsanız hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir» demişti.
8- Ve Musa; «Siz ve yeryüzünde olanlar hep inkâra sapmış olsanız bile (Allah için bir eksiklik sözkonıısıı olmaz. Çünkü) Allah Gani ve Hamîd'dir» dedi.
9- Sizden öncekilerin; Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilemez. Peygamberleri kendilerine beyyinat (mucizeler) getirdi de onlar ellerini (Peygamberlerinin) ağızlarına koyarak; «Biz, sizin kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyi inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden kuşkulu bir şüphe içindeyiz» dediler.
10- Peygamberleri (şöyle) dedi: «Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah hakkında şüphe (niz) mi var? Oysa O, günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar bırakmak için, sizi çağırıyor.» Onlar; «Siz de bizim gibi birer beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalanınızın tapmış olduğundan döndürmek istiyorsunuz. Madem öyle bize apaçık bir delil getirin» dediler. [5]
(6) «(Hatırlat o zamanı) ki Musa kavmine^,.» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet bize Mısır'ın yerlileri olan Firavun efradının (Âlu Firavn), îsraüoğulları'ndan doğup-dünyaya gelen erkek çocuklarını kesip, kız çocuklarına ilişmediklerini göstermektedir. Maksatları (daha önce geçtiği gibi) Piravun'un görmüş olduğu acıklı rüyanın tahakkukuna mâni olmak ve nüfus bakımından sürekli çoğalan İsraüoğıülan'nı azaltıp, ezilmeye mahkûm etmekti.
Kadı Beyzavi'ye göre, bu ayette geçen «Asap» kelimesi Bakara ve A'raf Suresi'nde sözkonusu edilenden farklıdır. Çünkü her iki surede de bahsi geçen «Azap» kelimesi kesmek, öldürmek azabın dışında zikredilmiştir. Bunlar Allah Teâlâ'nın kudret vermesi ve onları hemen muaheze etmemesiyle meydana geldiğinden, «Büyük bir belâ-imtihan» olarak nitelendirilmiştir.
«Sue'l-Azdb» lâfzındaki «Sue» kelimesi, Se'e-yesuu'nvm. maştandır. Burada kötü azap ile ya onun cinsi, ya onların köle edinilmeleri, ya da en kötü işlerde çalıştırılıp, hiç nazarı itibara alınmamaları kastedilmiş olmalıdır.
(7) «{Hatırlayın ki) Rabbiniz size...»Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki ifadeler Hz. Musa'nın kavmine söylediklerinin bir parçasıdır. Adeta Hz. Musa onlara şöyle söylemiştir: «Allah Teâ-lâ'nın size verdiği nimeti hatırlayın ve yine hatırlayın ki Allah Te-âlâ size; «Eğer şükrederseniz nimetimi daha artırırım» demişti.»
Şükür, iman ve salih amelle olur. Yani; «Eğer iman edip salih amellerde bulunursanız, nimetinize nimet katarım. Yok eğer nankörlük yaparsanız ve iman etmez, salih amellerde bulunmazsanız, iyi bilin ki azabım çok şiddetlidir.»
Zahire göre, «artman bu dünyadadır. Bazıları ise, «ar£ma»nın hem bu dünyada hem de Ahiret'te olduğunu söylemişlerdir. Bu yorum uzak bir ihtimal sayılmaz.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre; «Eğer siz beni birler, bana itaat ederseniz, sevabınızı artırırım» demektir.
Ayetin mânâsı, Hasan Basri ile Süfyan'us-Sevri'den gelen rivayete göreyse; «Eğer nimetlerimin şükrünü eda ederseniz, taatini zi artırırım» demektir.
Bu yorumlar ayetin zahiri anlamından uzaktır. Nitekim Fan-ruddin Razi tefsirinde (Mefatih'ul-Gayb); «Şükrün hakikati nimet verenin nimetini ikrarla birlikte onu tazim etmektir» demiştir. [6]
Ehl-i Sünnet'e göre bu ayetle nimet verene şer'an şükretmek vaciptir. Mutezile'ye göreyse nimeti verene şükretmek aklen vaciptir. Çünkü onlara göre, husn-kubh aklîdir. Bu hususta Ehl-i SÜnnet'in Mutezile'ye yönelik tenkidleri kelâm eserlerinde görülebilir.
(8) «Ve Musa; Siz ve yeryüzünde olanlar hep...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani bütün varlıklar veya insanlar küfre kayşalar, onların Allah'a hiçbir zararı dokunmaz. Ancak kâfir olanın zararı kendisine-tür. Allah tüm mahlûkatın şükründen müstağnidir, onlara muhtaç değildir ve zengindir.
«Allah hamiddir»; yani Allah hamdı zatına vacib kılmıştır. Çünkü hamdı vacip kılan birçok nimetleri vardır. Melekler, hatta kâinatın her zerresi O'na hamdeder.
Görüldüğü gibi Hz. Musa onlara önce açıkça Allah'ın nimetlerini hatırlatmış, sonra da onun zımnında kendilerine dokunacak zararları belirtmiştir. İkinci kez onlara şükürden ötürü nimetin artmasını, küfürden (nankörlükten) dolayı da azabın hak oluşunu beyan etmiş, onları nankörlüklerinin sonuçlarından sakındır-mıştır. Üçüncü olarak nankörlüğün hasletlerini kendilerinde gördüğünden, onlara diğer kavimlerin başından geçen felâketleri hatırlatmaya başlamıştır.
(9) «Sizden Öncekilerin; Nuh, Ad ve Sentud...»Bu Ayetin Tefsiri
«Ve Ad» kelimesi «Kavm» kelimesi üzerine atıftır. «Semud» da aynı şekilde «Kaum»in Üzerine atıftır. Yani Nuh kavmi. Ad kavmi ve Semud kavmi.
«Onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi?»; Yani onlardan sonraki kavimlerin haberleri.
«Onları Allah'tan başkası bilemez». Buradaki istisna cümlesi, bu kavimlerin çok olduğunu ifade etmektedir. Yani o kadar çokturlar ki adetlerim saymak mümkün değildir.
Yani onların haberleri size gelmedi mi ki siz bunlardan ibret alınıyorsunuz? Oysa muhakkak onlarda ibretler vardır.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamberin dedesi Adnan ile dedesi Hz. İsmail arasında bilinmeyen otuz nesil (kuşak) vardır. [7]
îbn Mesud'dan gelen bir rivayete göre, o bu ayeti okuduğunda, «Neseb sayanlar yalan söylemektedirler» demiştir. Yani onlar neseb ilmini biliyoruz diye iddia ediyorlar. Oysa Allah Teâlâ, bu ilmin kullardan uzak olduğunu beyan etmiştir.
Bu rivayetler iki yorumdan ilkini, daha açık bir şekilde tasdik etmektedirler.
«El-BeyyİTiat» ile kastedilen açık mucizelerdir. Her peygamber ümmetine hak yolu açıklıyor ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için yol gösteriyorlardı. Onlar elleriyle peygamberlerin ağızlarına ve. ağızlarından çıkan sözlere işaretle, «îddia etti' ğiniz peygamberliği inkâr ediyoruz» dediler. Yani, «Peygamberliğinizin doğruluğuna delâlet eden mucizeleri inkâr ediyoruz». Burada kastedilen mucizelerin inkârı değil, o mucizelerin delâlet ettiği peygamberliğin inkarıdır. Şöyle de anlaşılabilir. Peygamberlerin getirdikleri ile kitapları ve şeriatları kastedildiğinden, onların inkâr ettikleri kitaplar ve şeriatlardır. Kısaca, onlar peygamberlere verdikleri cevabın bundan ibaret olduğunu söylemekle, nübüvveti tasdik hususunda onları ümitsizliğe düşürmüş oldular.
Bazılarına göre, onlar ellerini kendi ağızlarının üstüne koymakla, peygamberlere kendilerinden ümidi kesmelerine (vazgeçmelerine) ve kendileriyle konuşmamalarına imada bulunmuşlardır. Adeta peygamberlere şöyle demek istemişlerdi: «Susun! Fazla konuşmanın size bir yararı yoktur. Çünkü biz inkârımızda ısrarlıyız ve bundan da ayrılmayacağız!» Bu takdirde cümledeki iki çoğul zamir de kâfirlere racidir ve diğer kelimelerde hakiki manâları üzerine kalmaktadır.
îbn Mesud'dan rivayet edildiğine göre, bu ayetten maksat şudur: «Onlar peygamberleri görmekten, konuşmalarını dinlemekten nefret ettikleri için, öfkelerini bastırmak için ellerini ısırır-lardı», (İbn Münzir, Tabarani, Hâkim).
Bu yoruma göre de, iki zamir kâfirlere raci olmaktadır. El ve ağız kelimeleri yine hakiki mânâları üzerine kalmaktadır. Ancak «İtelemek», «Geri çevirmek» mânâları «Isırmak»taxı kinayedir.
Bazıları ifadeyi «ellerini» yani «vâz-u na&ihatlarınt ağızlarına tıktılar» şeklinde mânâlandırmışlardır. Yani onlar tebliği kabul etmemişlerdir.
Bazılarına göre, «eydi» (eller) kelimesi «nimetler» demektir. Birinci zamir peygamberlere, ikinci zamir kâfirlere raci olmaktadır. Bu takdirde ayetin mânası şöyledir: «Kafirler peygamberlerin getirmiş oldukları nimetleri ağızlarıyla (mesnetsiz bir şekilde) yalanladılar».
«Biz, sizin kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyi inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden kuşkulu bir şüphe içinde, yiz»; yani bizi çağırdığınız iman ve tevhid hususunda büyük bir şüphe içindeyiz ve o şüphe bizi korkunç bir kuşkunun içine düşürmektedir.
Bazı müfessirler, ilk cümleyle (inkâr ettik) ikinci cümle (şüp" he içindeyiz) arasında bir zıtlık olduğunu söylemişlerdir. Cevaben şöyle deriz: «Şüphe» ile kastedilen tevhid ve iman hususundaki büyük bir şüphedir. Daha önce sözkonusu edilen peygamberlerin gönderilmekte olduğu «şey» ise, nübüvvetin doğruluğuna delâlet eden mucizeleri veya kitab ve şeriatları olduğundan, müna-farat (zıtlık) ortadan kalkar.
Bazılarına göre, eğer küfür ile şüphenin bağlandığı nokta bir veya aynıysa, yani ikisi de peygamberlere karşı çıkanların halini belirtiyorsa, o zaman «Ve inna» lâfzının başındaki «Ve» (vav), «Ev» (veya) mânasını ifade eder. Yani biz, ya kesinlikle sizin getirdiğiniz inkâr eder ve kâfir oluruz ya da böyle yapmadığınız takdirde en az o hususta şüphe içindeyizdir. İster inkâr edelim, ister şüphede olalım, her iki halde de sizi tasdik etme imkanımız ortadan kalkar.
Bazıları, «küfür imansızlıktır (tasdik edilmesi gereken bir şeyi tasdik etmemektir). Bu anlamdaki bir küfür ise, şüphenin zıddı değildir» dediler. [8]
(10) «{Peygamberleri şöyle) dedi: Göklerin ve yerin...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu cümle bir istinaf i cümledir ve mukadder bir sorunun cevabıdır. Yani onlar peygamberlere yukarıdaki gibi cevap verdiklerinde, peygamberler kendilerine nasıl cevap vermişlerdir diye adeta sorulmuş, «peygamberler de onlara bu sözleri söylemişlerdir» diye cevap verilmiştir. Yani peygamberler, kâfirlerin o akılsızca sarfettikleri sözler karşısında hayrete düşmüşler ve onların bu davranışlarını reddederek: «Allah hakkında şüpheniz mi var?» demişlerdir. Böylelikle sadece şüpheyi değil, vehmedilmesini bile ortadan kaldırmış oldular. Yani âdeta, «Allah'ın vahdaniyetinde şüphe edilir mi?» demişlerdir. Bu sözleri, peygamber olarak gönderildikleri kavmin ateist (dehri) olmadığım gösterir. Onlar sadece müşrikti. Dolayısıyla şirk koşmakla birlikte, Allah'ın varlığına inanıyorlardı.
Bazıları ifadeyi, «Allah'ın şanında şüpheniz mi var?» şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu takdirde ifade hem Allah'ın varlığım hem de vahdaniyetini içerir. Çünkü onların içinde dehriler de, müşrikler de bulunmuş olmaktadır. îfade; «Sizler Allah'ın varlığı hususunda korkunç bir şüphe içinde misiniz?» yerine, «Allah hakkında şüphe mi?» şeklinde Allah Teâlâ'nın celaliyetini ortaktan tenzih ve onların akılsızlığını tescil amacıyla gelmiştir. Yani şanı yüce olan Allah'ın varlığı, vahdaniyeti, O'na imanın gerekliliği haklan-da bir şüpheniz mi var? Oysa bu gerçek, her şeyden daha açık bir şekilde ortadadır.
Peygamberlerin en büyük maksatları, insanları iman ve tehirde davet olduğundan dolayı, mucizelerin getirilmesi de bunun vesilesi olduğu için peygamberler onların, «Biz sizin getirdiğinizi inkâr ediyoruz» şeklindeki sözlerine cevap vermediler. Sadece en yüce hedef olan iman ve tevhide parmak basarak, geçtiler.
«Fâtır» yaratıcı, var eden demektir. Yani sizin şüphe ettiğiniz noktayı gözler önüne sermek için, en yüce bir nizam üzerinde gökleri, yerleri ve içinde bulunanları yoktan var edendir. Sizler O'nun varlığında, birliğinde nasıl şüphe edebilirsiniz?
Bu ayette delilin tamüğına işaret vardır. Hz. Zeynelabidin'in oğlu Zeyd bu kelimeyi «Fâtıfas-Semavati» şeklinde «Mensub» okumuştur. Böylelikle bunu mukadder bir fiile mef'ul kılmıştır. Yani, «Gökler ve yerin yaratıcısını Överim».
Allah Teâlâ, onların şüphe ettikleri noktaların var olduğuna dair delillere işaret ettikten sonra, rahmet ve kereminin büyüklüğüne değinmiştir. Peygamberler; «Bizi görevlendirmekle Attah sizleri imana davet ediyor, Biz bunu kendiliğimizden yapmıyoruz. Davet ediyor ki, bu imandan dolayı Allah sizi affetsin» demişlerdir. Davet edilen husus imandır ve bağışlanma onun üzerine terettüp eder. Davet edilen hususun bağışlanma olması da mümkündür. Çünkü ihtisas ve inteha mânâları sözkonusudur. Yani, «Allah sizi mağfiret için mağfirete davet ediyor, başka bir hedef için değil».
«Liyağfire» lâfzının başındaki lâm harfinin «ilâ» mânâsında olduğunu söylemek kaide ve kuralları az bilmekten neş'et etmiştir. Gerçek şu ki, gayeler kastedilen hedeflerdir ve hem imtihanın mânâsını hem de fazlalığı ifade etmektedirler. [9]
«Günahlarınızdan bir
kısmını» ifadesi, Allah Teâla'nm günahların bir kısmını İslâmiyet'le
kaldırdığına, mezalim ve kul haklarını kaldırmadığına delâlet eder. Bu yorum
İslâmiyet'in Allah'ın haklarının tamamını kaldıracağını diğerlerine ise
dokunmayacağını bildiren görüşe binaendir. Ancak Hz. Peygamber'in, «Muhakkak
ki İslâm kendinden Öncekileri siler» hadisinin açıklamasında muhaddislerin
görüşleri şudur: «İslâm, zulm ve kul haklan da dahil, kendisinden öncekileri
siler». Bu yorum şu ayetle de desteklenmektedir: «Allah günahlarınızı
affedecektir». Bu takdirde «Gü-nahlarımz-dan-» lâfzındaki amin» harf-i çeri
zâiddir. Nitekim Ebu Ubeyde ve Ahfeş, bu ayetteki «min» harf-i çerinin zâid
olduğunu söylemişlerdir. Yani «Günahlarınızdan» değil,
(Günahlarınızı».
Zeccac, ayetteki «min» in «Beyan», bazıları da «bedel» için olduğunu söylemişlerdir. Yani Allah günahlarınızın bedeli karşılığında sizi affetmek için sizi çağırmaktadır. Bu yorum Vahidi'ye nisbet edilmiştir.
«Min» in bâziyet (kısım) mânâsını ifade etmekle birlikte, «Kül» (bütün) mânâsım ifade etmesi de mümkündür. Pahruddin Razî, «nün» harf-i çerinin hiçbir zaman «bedel» için gelmediğini söyleyerek, yukarıdaki görüşü reddetmektedir. Ebu Hayyan ise «Min» in baziyet mânâsı ifade ettiğini, ba'z ile de İslâm'dan önceki günah ve hataların kastedildiğini öne sürmüştür. Böylece ayet ile hadis tearuza düşmemiştir. Ayet geçmişin affedileceğini va'de-derken, geleceğin affedüeceğini va'detmemektedir. Gelecek hakkında sükutla geçilmektedir. Ayet ve hadiste olduğu gibi, mesele Allah'ın dilemesine bırakılmaktadır.
El-Esamm'a göre, «min» baziyet mânâsı ifade eder. Yani, «İman ettiğinizde Allah büyük günahlarınızı affeder. Küçüklerine gelince, onların affa ihtiyacı yoktur. Çünkü onlar zaten affolun-muştur».
Tayyibî de bu görüşü benimsemiş ve şunları eklemiştir: «Bu makamın gereği budur. Çünkü, çağrı umumidir. «Peygamberleri şöyle dedi: Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah hakkında şüphe, (niz) mi var? O günahlarınızı affetmek için sizi çağırıyor» buyu-rulmuştur. Yani adeta şöyle denmektedir: «Ey şüphede olanlar! Şirk ve günahlanyla mülevves bulunanlar! Muhakkak ki Allah sizi iman ve tevhide davet ediyor Jd sizi günahlarınızın pisliğinden temizlesin».
Durum böyle olunca, burada Allah'a mahsus hakların affolunacağım söylemek gereksizdir. Oysa başka bir ayetle; «Onlar küfürden (inkârdan) vazgeçerlerse, Allah da daha önce geçeni onlar için affeder» buyurulmuştur. Burada «ma» edatı kullanılmaktadır. «Ma» edatı şartlı bir cümlede gelirse umumiyet ifade eder. Kâfirin teşvik anındaki yeri de genişliktir, kabz değil. Kâfirler müslüman olduklarında Allah onları şirk ve benzeri şeylerden temizlesin anlamındadır. Küçük günahlarından değil. Nitekim şu rivayet bu yorumu destelemektedir:
«Mekkelilerin; «Muhammed'in iddiasına göre, müşrikler, Allah'ın haram kıldığı canı öldürenler affolunmaz. O zaman biz nasıl affolunacağız? Çünkü hicret etmedik, putlara tapıyorduk ve Allah'ın haram kıldığı canları da Öldürdük» demeleri üzerine: «De ki! Ey nefisleri hakkında aşın giden kullarınt!..» Ayeti nazil olmuştur.
Ayrıca Vahşi kıssası da meşhurdur. El-Kadı, bu yorumu ten-kid ederek şöyle demiştir:
«El-Esamm burada uzak bir tevile gitmiştir. Çünkü kâfirlerin küçük günahları, büyük günahları gibi affolunmaz. Küçük günahların affolunması, sadece tevhid ehline mahsustur. Çünkü onların sevapları günahlarından çok olur. Asla sevaba malik olmayan 1&-fire gelince, onun günahlarından hiçbir şey küçük olmaz, hiçbir şey de affedilmez. Burada daha değişik bir yorum vardır: Kâfir tevbe halinde imana geldiğinde bazı günahlarını unutur. Ancak hatırladığı ve kendisinden hakkında tevbe sadır olan günahları affolunur».
Şayet El-Esamm, El-Kadı*nın bu yorumunu görseydi, muhakkak ki onun bu iddiasını karşılıksız bırakmazdı. Çünkü mezkur yorum, pek isabetli değildir.
Zemahşeri, kâfirler hakkındaki tedkikin, «Günahlarınızdan» tabirinin müminler için de «Günahlarınız» tabirini gerektireceğini söylemektedir. Bu iki hitap, aralarındaki ayrılık noktasını gösterir ki iki grup da Allah'ın va'di hususunda eşit olmasın.
«Sizi muayyen bir vakte kadar bırakmak için»; yani Allah'ın belirtmiş olduğu ve ömrünüze nihayet vereceği zamana kadar iman ettiğiniz takdirde sizi geciktirmek, kökünüzü kazıyıcı azabı size göndermemek için.
İtan Atabas, bu ayetin yorumunda: «Dünya lezzetleriyle ve hoş şeylerle ölüme kadar sizi faydalandırsın diye çağrılıyorsunuz» demektedir. Bu görüş ecelin teaddüdünü gerektirmez. Bu hususta Mutezile yanılmıştır.
«Onlar»; yani peygamberlere karşı gelenler şöyle dediler: «Siz de bizim gibi bir beşersiniz. Sizi peygamberliğe ehil kılacak bir larvadan uzaklaştırmak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin»; yani durum bizim söylediğimiz gibi değilse ve sizler gerçekten Allah tarafından gönderlimiş kimselerseniz, iddia ettiğiniz gibi, bunun doğruluğuna dair delilinizi getirin. Ki biz desı taptığımız puttan bırakalım. Ya da faziletinize, üstünlüğünüze veya şu mertebeye vardığınızı gösteren delilleri getirin.
İbn Atiyye şöyle demektedir: «Kâfirler bir beşerden peygamber gönderilmesini uzak bir ihtimal saydılar. Bu yüzden böyle bir şeyin varlığını ancak delille kabul edebileceklerini söylediler.
Bazıları da bunun muhal olduğunu bildikleri için ve onlan aciz bırakmak maksadıyla delil istediler. Yani «sizin peygamber olarak gönderilmeniz muhaldir. Aksi takdirde açık deliller getirin». Böylelikle bu delilleri getiremeyeceklerini söylemek istediler. || Ancak bu yorum ayetin zahirine ters düşmektedir. Çünkü bu istek peygamberleri kendilerine açık mucizeler getirdikten sonra öne sürülmüştür. Onlar bundan sonra inad ve tartışmaya sapmışlardır.» [10]
11- Peygamberleri onlara: «Biz de sizin gibi bir beşerden başkası değiliz. Fakat Allah kullarından dilediğine lütfeder. Allah'ın izni olmadan bizim size delil getirmemize imkân yoktur. Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler» dediler.
12- «Bizi yollarımıza ilettiği halde ne diye Allah'a dayanıp güvenmeyelim? Andolsun bize verdiğiniz eziyete katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler!»
13- Kâfir olanlar peygamberlerine; «Muhakkak sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da bizim dinimize döneceksiniz» dediler. Rabbleri de onlara; «Zalimleri mutlaka helak edeceğiz» diye vahyetti.
14- «Ve onlardan sonra sizi mutlaka o yere yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden korkan kimseler içindir.»
15- (Her iki taraf da AII ah'd an) fetih (yardım) istediler. (Fakat) her inatçı zorba hüsrana uğradı.
16- Bunun ardından da cehennem vardır. Orada ona irinli sudan içirilir.
17- Yutmaya çalışacak ama boğazından geçiremeyecektir ve ona her taraftan ölüm gelecek, oysa o yine ölçmeyecek. Arkasından da daha şiddetli bir azap (gelecektir).
18- Bablerini inkâr edenlerin misali tıpkı şöyledir: «Onların amelleri fırtınalı bir günde, rüzgârın şiddetle saçıp savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu uzak sapıklığın ta kendisidir».[11]
(11) «Peygamberleri onlara: Biz de sizin gibi...» Bu Ayetin Tefsiri[12]
Bu ayet, peygamberliğin kesbî değil vehbî olduğunu ortaya koymaktadır. Peygamberliğin bazı insanlara verilmesi, Allah'ın dilemesiyle olmuştur.
Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı; «Biz meleklerden değiliz. Aksine sizler gibi birer beşeriz. Fakat Allah dilediğine fazl-ı kemalatım verir, peygamberliğin nirengi noktasını teşkil eden istidatları ihsan eder» şeklindedir. Bu yorum İslâm hukemasından bazı kimselerin şu sözlerine bina edilmiş gibidir: «İnsanın ruh ve bedeninde küllî ve kudsî birtakım özellikler olmasaydı, peygamberlik vasfının insanda husule gelmesi aklen memnu olurdu».
Peygamberlerin bu ayette ruhi ve bedenî faziletlerini zikretmemeleri tevazu göstermeleri nedeniyledir. Gerçek şu ki, her ne kadar peygamberlerde birtakım tercihe şayan meziyetler var idiyse de, «insanın ruh ve bedeninde küllî ve kudsî birtakım özellikler olmasaydı, peygamberlik vasfının insanda husule gelmesi aklen memnu olurdu» demek pek yerinde değildir.
uSultan» kelimesi hüccet, delil anlamındadır. Yani sebeplerden bir sebep demektir.
«Müminler ancak Allah'a tevekkül etsinler»; yani başkasın değil. Kafirlerin inad ve düşmanlığına karşı müminler yalnız Al- lah'a güvensinler. Peygamberler burada tüm müminleri zikret-
i mekle tevekkülü gerektiren şeyin iman olduğuna işaret etmişler dir. Yine onlar müminler derken ilk sırada kendilerini kastetmiş- lerdir. Nitekim gelecek ayet bunu açıkça belirtmektedir.
(12) «Bizi yollarımıza ilettiği halde, ne diye...»Bu Ayetin Tefsiri
«Lenasbirenne» lâfzının başındaki «lâm» harfi mukadder bir 1 kasemin (yeminin) cevabıdır. Yani, Allah'a yemin ederiz ki bize verdiğiniz eziyete katlanacağız. Bu eziyet ve zulmünüz inatçıhğınızdan ve bizden mucizeler istemiş olmanızdan kaynaklanmakt dır.
«El-Mutevekküun» ile müminler kastedilmektedir. Allah Teâlâ'nın bu tabiri, müminler için kullanmasının nedeni, onların ğ bu sıfatla mevsuf olmalarındandır. Yani tevekkül edenler, yalnız İ Allah'a tevekkül etsinler. Bu ayetle ilgili olarak Ebu Zer'den gelen İ bir hadis vardır: «Pireler sana eziyet ettiğinde bir bardak su al, üzerine yedi kez bu ayeti oku, sonra «eğer müminseniz şerrinizi bizden uzak tutun, eziyetinizi bizden uzaklaştırın» de. Sonra o su- yu yatağının etrafına dök. Sen onların şerrinden emin olarak uyur- sun». Alusî: «Bu hadisin sahih olup olmadığına vakıf değinin. Bu- nu tecrübe de etmedim. Çünkü hamdolsun pirelerin benden her- hangi bir istekleri yoktur» demekte ve bu tür hadislerin şahinliği
hususunda şüphelerin olduğunu söylemektedir.
(13-14) «Kâfir olanlar peygamberlerine: Muhakkak sizi..,» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Kâfir olanlar» ile inkârda ileri giden kimseler kastedilmektedir. Yani kâfir kavimler arasında aşırı gidenler. Meselâ Hz. Şu-ayb'ın kavmi gibi. Bü yüzden sadece «dediler» tabiri kullanılmamış, «Kâfir olanlar dediler» denilmiştir. «Kâfir olanlar» ile o kavimler içinde sözü geçen ehli hal ve'1-akd'in kastedilmesi ve sadece «Dediler» tabirinin kullanılmamasının nedeninin de bu olması, mümkündür. [13]
«Teuddune» fiili «avd» kökünden gelir ve bir halden başka bir hale intikal etme anlamı taşır. Böylelikle ayetin zahirinden, peygamberlerin daha Önce küfür dini içinde bulundukları, sonra ayrıldıkları vehmi ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Bazı müfessirlere göre «Avd» (Dönüş) ile onlardan dillerini tutmaları, kendilerinden iman etmelerini istememeleri kastolun-maktadır.
Bazılarına göre de, bu kullanım asıl anlamı üzeredir; yani insanın zihnine ilk gelen mana üzeredir. Fakat hitap peygamberler ile o peygamberlere iman eden kavimlerinedir. İman eden kavim' ler Önce şirk üzereydiler. Bu balamdan cemaatin durumu gözönü-ne ahnarak bu söz söylenmiştir.
Bazılarına göre de ayette «tağlib» sözkonusu değildir. Hitap peygamberleredir. Peygamberlerin şirkte oldukları vehmine gelince, bu onların iddialarına göredir. Bu ayet tıpkı Piravun'un Hz. Musa'ya «Kâfirlerden olduğun halde böyle yaptın» demesi kabi-lindendir.
Peygamberlere denilenler denildikten sonra, Allah Teâlâ onlara şöyle vahyetti: «Andolsun, zalimleri helak edeceğiz»; yani Kimde doruğa çıkan o müşrikleri, bu sözleri söyleyen o kafirleri helak edeceğiz. Onları helak ettikten sonra da sizleri o yere (onların yurduna) yerleştireceğiz.
Allah Teâlâ burada müşriklerin yeminine karşılık yemin etmektedir. Ayetin zahirine göre, Allah'ın üzerine yemin ettiği husus, onların «Muhakkak sizi yurdumuzdan çıkaracağız» demelerinin karşılığıdır. Bu, onların peygamberlere karşı aldıkları tavrın ne denli şenaat taşıdığım ortaya seren bir ayettir. Onlar peygamberleri yurtlarından çıkarmak istediklerinde Allah Teâlâ bunun cezası olarak onları dünya yurdundan çıkardı ve topraklarını da zulüm gören o peygamberlere ve mü'minlere nasip etti. Bir hadiste; «Kim komşusuna eziyet ederse, Allah onun evini o komşuya miras olarak verir» diye Duyurulmuştur.
«Zalike» zalimlerin helakine ve muhataplarının onların yurduna yerleştirilmesine işaret etmektedir. [14]
«Allah'ın makamı» ile kastedilen, kulların Kıyamet Günü'nde hesap için durdukları yerdir. Nitekim Zeccac, bu görüştedir. «Makam» kelimesi ism-i mekândır. Allah'a raci olan bir zamire izafe edilmesinin nedeni, Allah'ın huzurunda böyle olduğundan dolayıdır.
Perra, «Makam» kelimesinin mimli masdar olduğunu ve faile nispet edildiğini söylemektedir. Yani; «Buf benim amellerini hıfz, durumunu murakabe ederek, üzerine kaim olmamdan korkan kimse içindir».
Bazılarına göre ifade: «Benim adalet ve sevap üzerinde kaim olmamdan korkan kimse içindir» şeklinde anlaşılmalıdır.
Bazılarına göre burada, «Makam» kelimesi zaiddir. Çünkü korku Allah'tandır. Yani, «Bu, benden korkan kimse içindir.»
«Vaid» kelimesi azapla tehdit demektir.
(15) «(Her iki taraf da Allah'dan) fetih (yardım) istediler...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani her iki grup (Peygamberler ve kâfirler) galip gelmek için Allah'ın yardımını istedi.
«İsteftehu» fiilinin hüküm anlamındaki «fetehat» kökünden gelmesi mümkündür. Yani onlar Allah'ı hâkim kılarak, O'nun aralarında hükmetmesini istediler. Nitekim başka bir ayette; «Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hükmet» diye buyurulmuş-tur.
Katade'den gelen bir rivayete göre fiilin zamiri peygamberlere racîdir ve daha önce geçen «Evham fiilinin üzerine atıftır. İbn Abbas ve Mücahid'den gelen, «Festeftehu» şeklindeki kıraat, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
îbn Zeyd'e göre, zamir kafirlere racidir ve bu fiil daha önce geçen «Kâlellezine» üzerine atıftır. Yani kâfirler böyle dediler ve Allah'tan da yardım istediler. Tıpkı Kureyş'in dediği gibi; «Eğer Muhammed'in dediği hak ise gökten üzerimize taş yağdır». Sanki onların peygamberi yalanlamaları ve eziyetleri şiddetlendiğinde, kendilerine acilen azap gelmediği için kendilerine söylenenin bâtıl olduğunu sandılar. Ve peygamberlerle alay etmek için yardım istediler.
Bazı müfessirlere göre, zamir hem peygamberlere hem de onları yalanlayanlara racidir. Çünkü peygamberler de, onlar da Allah'tan hak üzerinde olanlara yardım, bâtıl Üzerinde olanlara azap etmesi için dua ediyorlardı.
«Cebbar» lafzı diktatörlerin sıfatıdır. Eksikliklerini büyük makamlar iddia etmek suretiyle tamamlamak isteyenlerdir. Bu kelime insanlar hakkında ancak zan ve yermek anlamında kullanılır.
«Anid» kelimesi hakka karşı inad edip, kendisinde olanı büyüten kimse demektir,
«îsteftehu» fiilindeki zamir hem peygamberlere hem de kâfirlere raci ise, o takdirde ayet şöyle anlaşılır: «İki grup da, Allah' tan yardım istedi. Fakat Allah peygamberlere yardım etti ve asî, inatçı olan kimseleri de hüsrana uğrattı».
(16) «(Bunun) ardından da cehennem...» Bu Ayetin Tefsiri
«Vera'» kelimesi «bir kimsenin önünde» demektir. Yani cehennemin bu inatçının önünde olmasının mânası cehennemin onu gözetlemesi, onun cehennemin kenarında durması ve oraya atılacağı demektir.
Bazılarına göre de «Vera'» ile hayatın ardı, arkası kastedilmiştir. Yani bu hayattan sonra cehennem vardır ve ölür ölmez oraya yuvarlanacaklardır.
«Vera'» kelimesinin bu iki anlama da gelmesinin nedeni, lâfzın her iki zıt anlamı da muhtevi olmasındandır. Bu iddiayı öne süren Ebu Uboyde ile El-Ezherî'ye göre «Vera'» müşterek anlamlı lâfızlardandır.
Bir gruba göre, manevî müşterekleri olan bu kelime genel bir husus için kullanılmak maksadıyla konulmuş Olup, hem önü hem de arkayı ifade etmektedir. Bu lâfız bazen mecazi olarak «zaman» anlamında da kullanılır.
«Sedid» kelimesi, Mücahid, Katade ve Dahhak'a göre, cehennem ehlinin cesedlerinden akan irin anlamına gelir.
Muhammed b. Ka*b ve Rebia'ya göre, «Sedid», cehennemdeki zina etmiş kadın ve erkeklerin-uzuvlarından akan irin demektir.
Zemahşeri'ye göre «Sedid», «ma» (su) kelimesinin atfı beyanıdır. Allah Teâlâ önce «ma» (su) kelimesini mübhem (hangi tür su olduğunu belirtmeden) getirmiş, sonra o suyun irin olduğunu beyan etmiştir ki dinleyenler dehşete kapılsın.
(17) «Yutmaya çalışacak ama boğazından...» Bu Ayetin Tefsiri
Ebu'l-Beka'ya göre «Yetecerrau'hu» fiili daha önce geçen«ma» nin sıfatı veya halidir. Ya da mukadder bir sorunun cevabıdır. Sanki, irinli su içirildikten sonra onun basma ne geleceği sorul-muşcasma, cevaben ona, «susuzluğun ve sıcaklığın dehşetinden dolayı irinli suyun içilmesi teklif edilir» denilmiştir. O da neredeyse yutamayacak dereceye gelir, irin boğazına takılır. Çektiklerini çektikten sonra, bir yudum daha alır ve böylece susuzluk ile sıcaklık arasındaki azabı uzayıp gider,
«Yusiguhu» karnına göndermesi anlammadır. Ayetin mânâsı ise, o irini içmeden önce, karnına gönderemeyecek duruma geliyor (boğazından geçiremiyor) şeklindedir.
Ebu Umame kanalıyla rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) bu ayeti okuduktan sonra şöyle demiştir: «İrin, cehennemdeki her inatçı zorbaya yaklaştırılır. O bundan tiksinti duyar. Ona yaklaşünldıkça yüzünü yakar, başındaki perçemi düşer. Onu içtiğinde ise barsakları paramparça olur. Öyle ki arkasından dökülür.» (İmam Ahmed, Neseî, Tirmizi, Hakim) Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette; «Onlara Hamim olan sudan içirilir ve barsakları paramparça olur. Eğer onlar su isterlerse, onlara mehil gibi bir su yardım olarak verilir.» buyurmaktadır.
«Ona her taraftan ölüm gelecek»; yani ölümün şiddetlerinden meydana gelen sebepleri ve azabın çeşitleri ona hücum edecek, her yandan bu sıkıntılar kendisini saracaktır. İbn Abbas böyle rivayet etmiştir.
İbrahim et-Teymi'ye göre, onun cesedinden olan her yerden, hatta tüylerinin etrafından da ölüm gelecektir. Bu yorumun bir benzeri, Meyimin b. Mihran ile Muhammed b. Ka'b'dan da rivayet edilmiştir. Bu takdirde azalara «mekan» (yer) denilmesi mecazidir. Ayetin zahirine bakılırsa bu Ahiret'te cereyan etmektedir.
Ahfeş'e göre burada, dünyada kâfirlere isabet eden belâlar kastedilmektedir. Allah Teâlâ onların şiddetinden ötürü «ölüm» lafzını kullanmıştır. Ancak bu yorum uzak bir ihtimaldir. Çünkü kâfirlerin cehennemdeki hallerini tasvir için bu ayetler serdedil-miştir. O gerçek mânâda ölmüş de değildir. Yani anlaşılan o ki, sebeplerin gelişinden ölsün de rahata kavuşsun ister, ama o ölmez. «Arkasından da daha şiddetli bir azap»; yani o her zaman daha şiddetli, daha katı ve öncekinden daha dehşetli bir azapla karşılaşır.
(18) «Rablerini inkâr edenlerin misali, tıpkı...» Bu Ayetin Tefsiri
«Meselu» kelimesi mübtedadır. Haberi ise hazf edilmiştir. Veya «A'malehum» ile başlayan cümle onun haberidir.
«Remad», bilinen gubar (toz, kül) demektir. İbn İsa'ya göre «remad», gubarın öğütülmesi gibi ateşte öğütülmüş bir cisimdir.
«Onların amelleri»; yani iyilikler sınıfına dahil olan davranışları: Sıla-i rahim, köle azad etmek, esirin fidyesini vermek, misafirperverlik, yardıma ihtiyacı olanların yardımına koşmak v.b.
Bazılarına göre, onların amelleriyle ibadetten sayılan ve putlar için yaptıkları fiiller kastedilmektedir. Bazıları ise, mânânın daha genel olduğunu söylemişlerdir.
«Asif» (şiddetli rüzgâr) kelimesi, mecazen «gün» anlamındaki «Yevm» kelimesinin sıfatı olmuştur. El-Herevi'ye göre ifade şöyledir: «Rüzgârı şiddetli olan bir günde».
«Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler»; yani dünyada işledikleri amelin hiçbir yararını Kıyamet Günü'nde göremezler. Sevap ve azabın hafifletilmesi hususunda o amellerin bir faydası dokunmaz.
Bu genel mânâ, Hz. Aişe'den gelen bir hadisle teyid edilmektedir:
Hz. Aişe:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Cahüîye döneminde İbn Cüd'an sıla-i rahim yapar, fakirleri doyururdu. Acaba bu kendisine bir yarar sağlayacak mıdır? diye sordu.
Hz. Peygamber (s.a):
— Hayır! Bir yarar
sağlamaz. Çünkü o; «Yarabbi ceza gününde hatalarımı affeyle» demedi, diye
buyurdu.
«Mimma kesebu»n\xn
«Alâ şey'in»den önce zikredilmesi ve fakat Bakara Suresi'nde tam tersinin
yapılması, her birinin kendi konumlarının önemi gereğincedir. Biraz basireti
olan bunu an- j| lar.
Temsilin özetle
anlatmak istediği şudur: Onların amelleri, Allah marifeti, Allah'a iman ve
O'nun rızası için olmadığından rüzgârlar tarafından saçıp savrulan toza
benzetilmiştir. İşte bu uzak sapıklığın ta kendisidir.
Allah, kâfirlerin
amellerini fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle saçıp savurduğu küle
benzetmektedir. Onların amelleri ne § kadar iyi ve çok olursa olsun sonuç
itibarıyla Ahiret'te kendilerine bir yarar sağlamayacaktır. Çünkü Allah
insanları önce kendisine ve gönderdiği peygamberlere iman etmekle mükellef tutmuş,
sevab ve mükafatı buna göre vereceğini bildirmiştir. Bu bakımdan, imanı
olmayanlar yaptıkları iyi işlerin karşılığını dünyada iken alırlar. Ahiret'te
ise, onlara verüecek hiçbir şey yoktur.
[15]
19- Allah'ın
gökleri ve yeri hak île
yarattığını görmedin mi? (Allah)
dilerse sizi oradan silip kaldırır, yepyeni bir halk getirir.
20- Bu Allah
için hiç de güç bir iş değildir.
21- Onlann
hepsi Allah (in huzurunda)
toplandılar. Müs-taz'aflar (zayıf bırakılanlar), o büyüklük
taslayanlara; «Biz sizin takipçilerinizdik. Şimdi
sizler Allah'ın azabından herhangi bir şeyi bizden uzaklaştırabilir
misiniz?» dediler. Onlar; «(Ne edelim?) Allah bizi hidayete erdii şeydi biz de
sizi doğru yola iletirdik. Şimdi sızlansak da sabretsek te birdir. Çünkü bizim
için ka-çıp-sığınacak bir yer yoktur» dediler.
22- İş
bitirilince şeytan: «Allah size gerçek
olanı va'detti. ;' Ben de size va'dettîm ama ben sözümden döndüm. Zaten
benim sizin üzerinizde bir gücüm yoktu. Sadece sizi (nankörlüğe) çağırdım, siz de çağnma hemen
koştunuz. O halde benî kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben sizi
kurtarabilirim, ne
de siz beni
kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz ki ben daha önce de beni Allah'a ortak koşmanızı
reddetmiş idim. Muhakkak ki zalimler için acıklı bir azap vardır» dedi.
23- İman
edip salih ameller işleyenler,
Rablerinin izniyle içinde ebedi kalacakları ve altından
ırmaklar akan cennetlere
sokulacaklardır. Onların orada
(birbirlerine) tahiyye (dirlik temenni) leri «selâm»dır. , t
24- Görmedin
mi ki Allah nasıl bîr misal getirdi? Güzel bir söz, kökü (toprakta) sabit,
dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.
[16]
(19-20) «Allah'ın
gökleri ve yeri hak ile yarattığını...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Hitap, Hz.
Peygamberdedir. Fakat kastedilen ümmetidir. Bazı müfessirlere göreyse hitap,
kâfir olan kimseleredir, çünkü ayette, «Dilerse sizi oradan silip kaldırır»
denilmektedir.
«Görmedin mi?»
ifadesiyle kastedilen kalbi bir görmedir. «Allah'ın gökleri ve yeri hak ile
yarattığını...» cümlesi de «Görmedin mi» fiilinin iki mefulu (nesnesi) yerine
kaim olmuştur. Yani bilmezmisin ki, Allah bunları hak ile, hikmetle ve sıhhatli
bir şekilde yaratmıştır.
«(Allah) dilerse sizi
oradan silip-kaldtrır»; yani ey İnsanlar veya ey kâfirler! Dilerse Allah sizi
yok eder. îlk yorum bir gruptan, ikinci yorum ise tbn Abbas'tan rivayet
edilmiştir.
«Yepyeni bir halk
getirir»; yani getirilecek olan halk (Cumhura göre) Ademoğullan'nın
cinsindendir. Bazıları Ademoğullan' nın cinsinden de başka bir cinsten de olabileceğini
söylemişlerdir.
Allah Teâlâ, gökleri
ve yeri yarattığını ifade ettikten sonra bu cümleyi delil yolunu göstermek için
getirmiştir. Çünkü yer ile gökler gibi büyük varlıkları yaratmaya kadir olan
zat, muhataplarını helak etmeye ve başka mahlûklarını onların yerine geçirmeye
de kadirdir. Zemahşeri'nin «Keşşaf» adlı tefsirinde
ifade ettiği gibi bu ayet, onların sapıklıkta çok derinlere gittiklerini ve
inkâr-daki günahlarının çok büyük olduğunu göstermektedir. Çünkü Allah
Teâlâ'nın açık kudretine delâlet eden ayetler gayet belirgin ve ortadadır. O
alâmetlere bakarak Allah'a iman etmek aklın bir gereğidir.
[17]
(21) «Onların
hepsi AUah(ın huzurunda) toplandılar...»
Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, Kıyamet Günü'nde insanların mutlaka hesaba çekileceğini gözler
önüne- sermektedir. Hesapla birlikte Önderle ve arkalarından gidenler arasında
cereyan edecek münakaşaların (biiznülah) olacağına da işaret etmektedir.
Onlar Kıyamet
Günü'nde Allah'ın huzurunda toplanacaklardır. Ancak bu toplanma
muhakak vuku bulacağından geçmiş zaman kipiyle «toplandılar» denilmiştir Çünkü
vaki olacağı kesin olan bir şey adeta olmuş gibidir. Yani zaman mefhumu
(Allah'a nispetle) ortadan kalkar. Onların Allah'ın huzurunda toplanmaları
3. İle kastedilen, kabirlerinden
hesap için kaldırılıp gönderilmelerimidir.
îbn Atiyye'ye göre,
onların Allah'ın huzurunda toplanmalarının anlamı, geniş bir arazide
bulunmalarıdır. Çünkü Kıyamet'in meydanı (Arasat'ı) çok geniştir.
Zeyd b. Ali «Berazu»
fiilini, «Burrizu» şeklînde (meçhul) okumuştur. Bu takdirde Allah Teâlâ'nın
onları kabirlerinden hesap için çıkardığı anlaşılır.
«Ez-Zuafu», «Zaif»in
cem'idir. Bu zayıflardan (zayıf bırakılanlardan) maksat, görüşleri zayıf olan,
başkalarına tabi olan kimselerdir. «Büyüklük taslayanlar» ise onların
Önderleri, onları sapıtan liderleridir.
«Biz sizin
takipçiterinizdik. Şimdi sîzler Allah'ın azabından herhangi bir şeyi bizden
uzaklaştırabilir misiniz?» sözünü onları kınamak için söylemişlerdi. Çünkü
onların kendilerini azaptan kurtaramayacaklarını biliyorlardı. Yani bizler
dünyada iken sizin içinde bulunduğunuz sapıklıkta size tabi olmuştuk. Acaba
bugün bizden Allah'ın azabını savabilir misiniz?
Büyüklük taslayanlar,
müstaz'afların kınamalarına cevap vermek ve onların başına getirdiklerinden
dolayı özür dilemek maksadıyla; «Eğer Allah bizi imana îletseydi, biz de size
yol gösterebilirdik. Fakat biz yoldan saptık, sizleri de saptırdık» derler. Yani
kendimiz için seçtiğimiz akibeti, sizler için de seçtik.
Zemahşeri, «Keşşaf»
adlı tefsirinde; «Onlar sapıklıkları ve saptırdıkları hakkında günahı Allah'a
yüklemekle yalan söylediler» demektedir. Dolayısıyla bu ayet Kıyamet Günü'nde
bile kâfirlerin yalan söyleyebileceklerine delâlet etmektedir. Nitekim Allah
Teâlâ başka bir ayette münafıkların hallerini beyan ederken şöyle
buyurmaktadır: «Allah anların hepsini haşre gönderdiği bir günde, size yemin
ettikleri gibi Allah'a da yemin ederler ve sanırlar ki bir şey üzeredirler».
Ancak Zemahşeri'nin Mutezile mezhebindeki hocaları, Kıyamet ehlinden yalanın
sadır olabileceğini mümkün görmemektedirler. Zemahşeri'nin bu yorumu kabul edilmemektedir.
Bazılarına göre ifade
şöyle anlaşılmalıdır: Eğer Allah bizi ikinci kez dünyaya dönmeye hidayet
ederse, ifsad ettiklerimizi İslah, sizi de hidayet ederiz.» Ancak bu yorum
zayıftır.
Ebu Müslim ve
El-Ceyani'ye göre mânâ şöyledir: «Eğer Allah bizi azaptan kurtuluş yoluna,
nimet ve sevaba iletirse, biz de sizi buna ileteceğiz». Yani biz kurtulursak
sizi de kurtarırız. Fakat ne bizim için, ne de sizin için böyle bir ümit
sözkonusu değildir. İster sızlanalım, isterse sabredelim farketmez.
Bu sözün
büyüklenenlerin de, her iki grubun da sözü olması muhtemeldir. Bu sözün her iki
gruba da ait olduğunu Ka'b b. Ma-lik'in Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet ettiği
şu hadis teyid etmektedir: «Cehennem ehli birbirlerine; «Gelin sabredelim»
derler ve yarım asırlık bir zaman sabrederler. Bakarlar ki bu sabır hiçbir
fayda vermiyor. Bu sefer, «gelin sızlanalım» derler ve başlarlar yarım asır
ağlamaya. Bunun da bir yarar sağlamadığım görünce, işte ayetteki sözleri
söylerler». (îbn Ebi Hatim, Tabarani, îbn Merduveyh)
Bazıları da bu
muhaverenin (karşılıklı tartışmanın) müstaz' aflar ile müstekbirler arasında
cehennemde olduğu görüşündedirler. Onlar, ayet ve hadislerin zahirine
meyletmişlerdir.
«Mehis» kelimesi kaçış
yeri, saklanma yeri demektir. Yani Nebid ve Mesif kelimeleri gibi ism-i
mekândır. Ya da Me'ıb ve Meşib kelimeleri gibi mimli masdardır. Yani; «Bize,
saklanıp da Allah'ın azabından kurtulacağımız bir yer yoktur» veya «O azaptan
bizim için kurtulmak sözkonusu bile değildir.»
(22) «İş bitirilince şeytan: Allah size...»
Bu Ayetin Tefsiri
Ayette sözkonusu
edilen «şeytan», her iki grubu da dalâlete götüren îblis'tir.
bitirilince»; yani Allah tarafından hesap
görülünce, cennet ehli cennete,
cehennem ehli de cehenneme girince, İblis cin ve insanlardan cehennemi
dolduranların arasından kalkarak şöyle haykırır: «Allah size gerçek olanı
va'detti. Ben de size va'dettim, ama ben sözümden döndüm».
îbn Cerir, Hasan
Basri'den, Kıyamet Günü'nde tblis'in ateşten bir minber üzerine çıkarak şu
hutbeyi irad ettiğini rivayet etmektedir: (Allah size gerçek olanı
va'detti...»
MukatÜ'den gelen bir
rivayete göre kafirler ateşte İblis'in etrafını sararak, onu kınarlar. O da
ateşten bir minber üzerine çıkarak bu sözleri söyler.
Bazı rivayetlerde,
îblis'in bu sözleri cehennemde değil, Arasat'ta haşr yerinde söylediği
bildirilmiştir.
Ukbe b. Amr kanalıyla
Hz. Peygamberden rivayet olunduğuna göre, kâfirler Peygamberin müminlere şefaat
ettiğini gördüklerinde, îblis'e gelirler ve; «Müminler kendilerine şefaatçi
buldular. Kalk sen de bizim için şefaatçi ol. Çünkü bizi idîâl ve ifsad eden
sensin» derler. Bunun üzerine İblis ayağa kalkar. (Oturduğu yerden etrafa öyle
bir pis koku saçılır ki, hiç kimse hiçbir devirde böyle bir koku duymamıştır).
Sonra «Allah size gerçek olanı va'detti» hutbesini irad eder. (Tabarani,
İbn'ul-Mübarek, îbn Cerir, İbn Asakir). Bu hadisin senedinde zayıflık vardır.
«Sultan» kelimesi
tasallut, hüccet ve delil manâlarına gelir. Yani İblis şöyle der: «Benim
doğruluğuma dair bir delil (sultan) olmadığı halde sizi bir çağırmamla hemen
bana uydunuz. Kendi isteğinizle dalâleti seçtiniz. Suç benim değil, sizindir.
Beni değil, bilâkis kendi kendinizi kınayın. Siz istidatsızımızdan neş'et eden
seçişinizle bana icabet ettiniz. Oysa benim elimde hüccet ve delil yoktur.
Sadece meseleyi size süslü püslü gösterdim, birtakım vesveseler verdim
size. Ama Rabbiniz ayetlerle,
delillerle sizi hakka davet ettiği halde, O'na tabi olmadınız».
İblis bu sözleriyle,
kendisine yöneltüen kınamayı temeliyle ortadan kaldırmak istiyor değildir.
Aksine onu kınayanların, kendi nefislerini daha fazla kınamaları gerektiğini
vurgulamaktadır.
Zemahşeri,
«Keşşaf»ta,, bu ayetin insanın saadet ve şekaveti bizzat seçtiğine, kendisine
saadet veya şekavetten birinin gelmesi-ne bizzat kendisinin neden olduğuna ve
Allah'ın sadece imkân tanıdığına, şeytanın ise, şekaveti süslü gösterdiğine
delâlet ettiğini söylemektedir.
Zemahşeri, sözlerine
şöyle devam etmektedir:
«Şayet mesele, cebri
iddia edenlerin dediği gibi olsaydı, Şeytan şöyle diyecekti: «Ne beni, ne de
kendinizi kınayın! Çünkü Allah hakkınızda küfre hükmetmiş ve sizi küfre icbar
etmiştir». Oysa Şeytan'ın Kur'an'da hikâye edilen sözü bâtıl değildir. Eğer
bâtıl olsaydı Allah Teâlâ, bunu açıklar, onu inkâr etmenin gerekliliğini ortaya
koyardı. Aynca o gün bâtıl konuşmanın da bir yaran olmaz. Görmüyor musunuz ki
Şeytan bile içinde zerre kadar şüphe olmayan doğruyu nasıl düe getirmiştir:
«Allah size gerçek olanı va'detti. Ben de size va'dettim ama ben sözümden
döndüm».
Bazıları bu ayetin
itikadi meselelerde taklidin bâtıl olduğunu ortaya koyduğunu söylemektedirler.
«Müsrifi» kurtarıcı
anlamına gelir. Yani Şeytan onlara «Ben sizi, içinde bulunduğunuz azaptan
kurtarıcı değilim» demiştir. Çünkü bu kelime sesi uzatmak anlamındaki «Sarah»
kökünden (Esraha-Yusrihu) gelmektedir. Hemzesi selb içindir. Sökücü, sıyırıcı,
atıcı anlamlarına gelir. Âdeta yardım isteyenin feryadını, yardıma koşan
silip-atmaktadır.
«Kuşkusuz ki ben daha
önce de beni Allah'a ortak koşmanızı reddetmiş idim»; yani dünyada iken beni
Allah'a ortak koşmanızı Haşr gününde cehenneme girdikten sonra reddettim.
«Muhakkak ki zalimler
için acıklı bir azap vardım cümlesi, muhtemelen tblis'in sözünün tamamlayıcısıdır.
Yine bu sözü Kıyamet Günü'nde cehennemi idare eden meleklerin söylemeleri de
muhtemeldir.
Bazı müfesirlere göre
bu, Allah tarafından başlatılmış bir sözün başlangıcıdır. Bu iddiayı Hasan
Basri ile Amr b. Ubeyd'in 23. ayetin başındaki «Udhile» fülini «Edfıalu»
şeklinde okumaları takviye etmektedir.
(23) «İman edip, salih amel işleyenler,
Rablerinin...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki
«Udhile» fiilinin «Edhalu» şeklinde okunması durumunda bu, yukarıdaki görüşe
delil olur. Yok eğer «Udhile» şeklinde okunursa, o zaman müminleri cennete
sokanlar melekler olur. Adeta Allah Teâlâ, «Onların hepsi Allah'ın huzurunda
toplandılar» cümlesiyle her iki grubun (müminler ve kâfirler) zik-redilişinden
sonra, orada kafirlerin hallerinden bir kesit sunmuş, şimdi de müminlerin
varacağı yeri belirtmiş olmaktadır. Yani müminlerin Rablerinin izniyle,
emriyle, tevfikiyle, hidayetiyle girecekleri cenneti!..
«Onların orada
(birbirlerine) dirlik temennileri «selâm»dtrn; yani melekler Rablerinin izniyle
onlara dirlik temennisinde bulunacaklardır. «Selâm», her türlü kötülükten,
zahmet, meşakkat, kusur ve afetlerden kurtulmak demektir ki müminler dünyada da
Ahiret'te de birbirleriyle karşılaştıklarında böyle bir dua ile mukabelede
bulunurlar. Cennette iken melekler onlara, onlar da birbirlerine böyle dua
ederler.
(24) «Görmedin
mi ki Allah nasıl bir misal...» Bu Ayetin Tefsiri
Burada hitap Hz.
Peygamberedir. Bazı müfessirlere göreyse hitap, hitaba elverişli olan
herkesedir. Allah Teâlâ'nın bir misal vermesi, açıklaması, onu yapması ve
yerine uygun şekilde onu kullanması demektir.
«Kelime Tayyibe» ile
«ŞecereH Tayyibe» ifadeleri hakkında müfessirler aşağıdaki gibi değişik
görüşler öne sürmüşlerdir:
1- Beyhaki
ile bazı müfessirlerin İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, «Kelime-i
Tayyibe», «Eşheduen lâ ilâheillallah» (Şe-hadet ederim ki: Allah'tan başka ilâh
yoktur) demektir.
2- El-Esamm'dan
gelen rivayete göre, «Kelime-i Tayyibe», Kur'an'dır.
3- İbn
Bahr'a göre İslâm davetidir.
4- Teşbih ve
tenzihtir.
5- Mutlak
mânâda Allah'ı övmektir.
6- Her güzel
sözdür.
7- Bütün
taatlerdir.
8- Müminin
kendisidir.
Konuyla ilgili bu
rivayetler gelmiştir. Tabari ile îbn Ebi Hatim son görüşü İbn Abbas'tan
rivayet etmişlerdir. Ancak bu ayetin zahiri ile çelişmektedir. Çünkü müminin
kendisi için «Kelimen lâfzı sadece Hz. îsa için kullanılmıştır.
Burada müşebbehunbih
olan «Şecer-i Tayyibe» ile kastedilen, müfessirlerin çoğuna göre hurma
ağacıdır. Bu görüş, İbn Abbas, îbn Mesud, Mücahid, İkrime, Dahhak ve İbn
Zeyd'den nakledilmiştir.
Şuayb b. Hebheb'ten
şöyle rivayet edilmiştir: «Biz Hz. Pey-gamber'in (s,a) ashabından Enes'in
yanında otururken, ona bir tabak dolusu hurma getirdiler. Enes Ebu'l-Aliye'ye;
«Ey Eba'l-AlU ye, ye! Bu Allah'ın kitabında belirtmiş olduğu tayyib ağaçtandır»
dedi.» (Abdurrezzak, Tirmizi).
Enes'ten rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber'e «Busr» denilen hurmadan bir kap dolusu (veya
bir salkım) getirildiğinde, mezkûr ayeti okuduktan sonra, «îste bu ağaç
hurmadır» diye buyurdu. (Tirmizi, Nesei, İbn Hibban, Hâkim. Bu hadis için
Tirmizi (yukarıdaki) mevkuf hadisten daha sahih olduğunu söylerken, Hâkim de bu
hadisin sahih olduğunu belirtmiştir).
İbn Merduveyh'in îbn
Abbas'tan rivayet ettiğine göre bu ağaç, hindistan cevizi ağacıdır.
Taberi ile İbn Ebi
Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, «Bu cennetten bir ağaçtır».
Bazıları güzel meyva veren hurma, incir, üzüm, nar gibi ağaçların
kastedildiğini söylemişlerdir.
«Şehadet» kelimesini
bu sıfatlara sahip olan ağaca benzetmenin nedeni şudur: Şehadet kelimesinin
aslı ve menşei imandır. İman da müminlerin kalbine yerleşmiştir. İmandan çıkan
dallar
ve onun üzerine bina edilen salih
amellerle temiz fiiller göklere yükselip giderler. Bunların üzerine terettüp
eden Allah'ın sevap ve rızası da bu ağacın meyvasıdır. Bu meyva her an
olmaktadır.
Seleften bunu hurma
ağacı ile yorumlayanlar, «Hin» kelimesinin ne kadarhk bir zaman olduğu
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Beyhaki'nin Said b. Müseyyeb'ten rivayet
ettiğine göre «Hin» iki aydır. Çünkü hurma ağaç üzerinde iki ay durabilir.
Taberi'nin Mü-cahid'den rivayet ettiğine göre, bir senedir. Daha farklı
görüşler de vardır. Sırf İbn Abbas'tan gelen görüşler bile değişiktir. Ancak en
meşhur rivayete göre, o bunu altı ay olarak yorumlamıştır. Çünkü hurmanın meyva
vermesiyle meyvanın yenilecek duruma gelmesi arasında altı aylık bir süre
vardır.
İbn Abbas, kardeşiyle
«bir hin» kadar konuşmayacağına yemin eden kimseye, «Eğer altı aydan önce
konuşursan keffaret vermen gerekir» diye fetva vermiştir. Hanefiler de bu
görüştedir.
İnsanların öğüt
almaları için Allah Teâlâ misaller vermektedir. Çünkü darb-ı mesellerde
alınacak öğütler vardır. Bu, akli mânâları beş duyu ile görülen suretlerle
tasvir etmektir. Böylece his ile hayal arasındaki münakaşa kalkmış olmaktadır.
[18]
25- (O
ağaç) Rabbinin izniyle her zaman yemişlerini verir. Allah
hatırlayıp Öğüt almaları için insanlara böyle misaller getirir.
26- Kötü bir
sözün misali, gövdesi yerden koparılmış (o yüzden de) ayakta durmaya imkânı
olmayan kötü bir ağaç gibidir.
27- Allah
iman edenleri dünya hayatında da, Ahiret hayatında da değişmeyen sözle sağlam
ve kararlı kılar. Allah zalimleri saptırır ve Allah dilediğini yapar.
28- Allah'ın
nimetini nankörlüğe çevirenleri ve kavimlerini de helak yurduna konduranları
görmedin mi?
29- (O helak
yurdu) cehennemdir. Ona yaslanırlar. O
ne kötü bir karargâhtır.
30- (Kâfirler)
Allah yolundan (insanları) saptırmak için O'na ortaklar koştular. De ki:
«(İstediğiniz gibi) yaşayın. Muhakkak ki dönüşünüz ateşedir».
31- İman eden kullanma söyle: Kendisinde ne alışverişin
ne de dostluğun
bulunduğu gün gelmezden Önce, namazlannı dosdoğru kılsınlar ve kendilerine
verdiğimiz nzıklardan gizli-açık harcasınlar.
32- Allah; Gökleri ve
yeri yaratan, gökten suyu
indirip onunla rızık olarak size meyvalar çıkaran, izniyle denizde yüzüp
gitmeleri için gemileri emrinize veren ve nehirleri
sîze müsah-har kılan zattır.
33- Âdetleri
üzere seyreden Güneş ve Ay'ı size âmâde kilan, geceyi ve gündüzü de emrinize
veren yine Allah'tır.
[19]
(25-26) «(O
ağaç) Rabbinin izniyle her saman...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Yirmi altıncı ayette
geçmekte olan «Habis» (kötü) kelimesiyle kastedilen «Küfr» veya «küfre çağrı»
veya «yalan» ya da «Allah'ın rızasına, uygun olmayan her sete» dür.
«Habis (kötü) ağaç»
ile Hanzele ağacı kastedilmektedir. Bu merfu olarak Hz. Peygamber'den (s.a)
rivayet edilmiştir.
Zeccac'a göre bu
sarımsaktır. Bazı müfessirler «Her tarafında diken bulunan bir ağaç», bazıları
su üzerindeki yeşil örtü, bazıları mantar, kimileri meyvası hoş olmayan bir
ağaç olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette bunun, yeryüzünde
yaratılmamış bir ağaç olduğu belirtilmektedir. İbn Atiyye; «Ayetin zahirine
bakılırsa, Allah Teâlâ belli olmayan ama bütün bu özellikleri kapsayan bir
ağacı örnek vermiştir» demektedir. İbn Abbas'tan gelen başka bir rivayette,
«kötü ağaç» kâfirlerle, «güzel ağaç» da müminlerle yorumlanmıştır.
Cafenlerin Ebu
Cafer'den (İmam Bakır) rivayet ettiklerine göre, «kötü ağaç», Beni Ümeyye
(Emeviler), «güzel ağaç» ise Ehl-i beyt (Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve
Hz. Hasan ile Hz. Hü-şeyin) dir. Ancak
bu rivayetin mesnedi olmadığı gibi, Ehl-i Sün-net'ten gelen bazı
rivayetler bu yorumu şüpheli kılmaktadır.
îbn Merduveyh'in Adiy
b. Hatem'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a); «Allak kullarım
alt-üst etti. O'nun kullarının en hayırlısı Araplardır. Arapları da alt-Üst
etti. Onların en hayırlısı Kureyş'tir. îşte Allah Teâlû'mn kitabında «güzel
ağaç» diye buyurduğu Kureyş'tir» demiştir.
Bilindiği üzere, Beni
Ümeyye de Kureyş'e mensup bir kabiledir. Ehl-i Sünnet ile Şia'nın bu husustaki
rivayetleri gayet rakik ve karmaşıktır. Beni Ümeyye'nin müstehak olduğu cezayı
haketme-lerine neden olan durumu taraftarlarına da, muhaliflerine de gizli
değildir.
Müfessirlerin çoğunun
rivayet ettiğine göre, sözkonusu «kötü ağaç», Hanzele'dir. Hanzele ise aslında
ağaç olmayıp, ağaca benzemesinden dolayı kendisine ağaç denmiştir.
Said Havva, tefsirinde
şöyle "bir hadis nakletmektedir: «İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre o
şöyle demiştir: «Biz Hz. Pey-gamber'in (s.a) yanında iken, Hz. Peygamber;
«Müslüman kimseye benzeyen, yaprakları yaz-kış dökülmeyen ve Rabbinin izniyle
her an meyva veren ağacın hangisi olduğunu biliyor musunuz?» diye sordu. (îbn
Ömer diyor ki): İçimden bunun hurma ağacı olduğu geçti. Fakat Ebubekir ile
Ömer'in konuşmadıklarını görünce, konuşmanın doğru olmadığını düşünerek bunu
söylemekten vazgeçtim. O sırada Hz. Peygamber (s.a) bunun hurma ağacı olduğunu
söyledi. Daha sonra Hz. Peygamber'in huzurundan ayrılınca babama (Hz. Ömer'e);
«Ey baba! AUah'a yemin ederim, o ağacın hurma olduğu kalbime gelmişti» dedim.
Babam da «O halde niçin söylemedin!» diye sorunca, «Sizin sustuğunuzu görünce
konuşmaktan çekindim, bir şey söylemekten kaçındım» diye cevap verdim. O
da; «Eğer sen onu söylemiş olsaydın, o
benim yanımda şu şu şeylerden daha sevimli olurdu» dedi. (Buharî) [20]
Bu ayet hakkında
bazıları şöyle demektedirler:
«Allah Teâlâ imanı
ağaca benzetmiştir. Çünkü ağacın şu üç Önemli özelliği vardır:
1) Yere kök
salmış damarlar,
2) Sarsılmaz
bir temel,
3) Yüksek
dallar. İşte iman da kalpte yerleşen marifet, dille ikrar, azalarla amel gibi
üç hususla mevcut olur. Allah Teâlâ ikinci misalde ağacı yine üç özelliğiyle
zikretmiştir:
1) Habis
olması. (Ağacın meyvasımn kokusu, tadı veya şeklinin kötü olması). Böyle bir
ağacm mutlaka adının belirtilmesi gerekmez. Çünkü bu özellikteki ağaçların
hepsi aynı kapsam içine girer.
2) Yere
iyice kök salmaması,
3) Ayakta
(kaim) durmaması. îşte buna benzetilen söz ile kastedilen Allah'ı bilmemek,
O'na ortak koşmaktır. Çünkü bu afetlerin ve korkuların ilk temeli şekavetlerin
temelidir. Onun hiçbir delil ve kuvveti yoktur».
(27) «Allah
iman edenleri dünya hayatında da, Ahiret...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ müminleri,
onların kalbinde sabit olan sözle (yani Kelime-i Şahadet ile) sabit ve kararlı
kılar. Allah bu sözle onları, kendileri dünyada oldukça sabit kılar.
Müminlerin başına ne gelirse gelsin, onlar bu kelimeden ayrılmazlar. Nitekim
«Uhdud»& (ateş çukurlarına) atılan müminler de bu kelimeden ayrılmamışlardır.
Yine Bilâl Habeşi, Süheyb-i Rum! ve benzeri sahabeler de başlarından geçen onca
musibete rağmen dinlerini terketmemiş-lerdir.
[21]
nAhiret hayatında da»;
yani ölümden sonraki kabir hayatında da. Çünkü kabir Ahiret'in konaklarından
ilkidir. Orada müminlerden dünyadaki inançları sorulduğunda tereddüt
etmeksizin, yalpalamadan inançlarını haykırırlar ve o dehşet verici manzaralar
onları korkutmaz.
îbn Ebi Şeybe, Bera'
b. Azib'ten onun bu ayet hakkında şunları söylediğini nakletmektedir:
«Bu sözle dünya
hayatında müminlerin sabit kılınmaları şudur. Kabirde iki melek kişiye
geldiklerinde;
— Rabbin kimdir? Diye sorarlar. O da,
— Rabbim Allah'tır! der. Onlar,
— Dinin hangisidir? Diye sorarlar. O,
— Dinim İslâm'dır! Der. Onlar,
— Peygamber'in kimdir? Diye sorarlar. O,
— Peygamberim Hz. Muhammed'dir! der.»
Bu rivayete göre
Ahiret ile Kıyamet Günü kastedilmiştir.
Tabaranî ile İbn
Merduveyh'in, Ebu Said'den rivayet ettiklerine göre Ahiret ile kabir hayatı
kastedilmiştir. Buna göre dünya hayatı, bedenen yaşanan hayattır. Ondan sonrası
ise Ahiret hayatıdır. Cumhur-u ulema bu görüştedir ve Taberî de bu görüşü
tercih etmiştir.
Bazı müfessirlere.
göre, dünyada sabit kılınma, fetih ve düşman karşısında alınan zaferlerdir.
Ahiret'te sabit kılınma> cennet ve sevaptır.
«Allah salimleri
sapttrtr»; yani Allah zalimlerde haktan sapmayı yaratır. Tagut onların irade
ve tercihlerine göredir ki bu irade ve ihtiyar onların kötü iradelerinden çıkmaktadır.
«Zalimler» ile
kastedilen kâfirlerdir. Çünkü «Zalimler» müminlerin karşıtı olarak
zikredilmektedir. Kâfirlere «küfür»den sonra «zulüm» vasfının yakıştınlması ya
bir şeyi asıl yerinin dışına koymaları ya da kendilerine zulmetmeleri
nedeniyledir. Zira onlar fıtratlarını bozmuşlar ve dalâlet ehline uyarak apaçık
delilleri görmezlikten gelmişlerdir. Bu yüzden de zalim olmuşlardır. Onların
sapkınlığı, dünyada (imtihan yerinde) sebat göstermemeleridir. Dünyada iken
sapmışlardır. Ahiret'te ise daha da dalâlet içinde olacaklardır.
tbn Cerir, İbn Ebi
Hatim ve Beyhakî'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, kâfir bir kimseye
ölüm geldiğinde, melekler onun yanına varırlar, yüzüne ve sırtına vururlar.
Kabre girdiğinde oturturlar ve sorarlar! «Rabbin kimdir!». O hiçbir cevap
vere-mez. (Çünkü Allah ona her şeyi unutturmuştur). Yine ona; «Pey-gamber'in
kimdir?» denildiğinde, o hiçbir cevap veremez. İşte ayetin mânâsı budur.
«Allah dilediğini
yapar» cümlenin zahirine bakılırsa, «Kul için en uygununu yapmak Allah'a
vaciptir» diyen Mutezile'nin bu görüşü reddedilmektedir.
[22]
(28) «Allah'ın nimetini nankörlüğe çevirenleri
ve...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu hayret verici hitap
(soru), Hz. Peygamber'e (&a).ya da kafirlerin sapkınlıklarından hayrete
düşen herkesedir.
Yani; «Allah'ın
nimetini küfür ile değiştirenlere bakmıyor musun?.. Onlar O'nun nimetine
şükretmediler ve büyük bir nankör lükle O'na karşı çıktılar».
Bu sapkınlığı
işleyenler (nimeti küfr ile değiştirenler) Mekkelilerdir. Çünkü Allah onlan
Harem'ine yerleştirmiş, Kabe'nin fe bekçisi kılmış ve Hz. Muhammed'i peygamber
olarak göndermek onlan
şereflendirmiştir. Ancak onların üzerlerine düşen şük- |ç retmek iken,
nankörlük etmişlerdir. Allah Teâlâ Mekkelilere genişlik ve nimet vermiştir.
Kışın Yemen'e yazın Şam'a kervanlar düzenlerlerdi. Fakat bunca nimete
nankörlükle karşılık verdiler. Allah Teâlâ da onlara yedi sene kıtlığı musallat
etti. Onların canını (müslümanlann vasıtasıyla) aldı, Bedir'de esir düşürdü.
Böylece nimetin karşılığı olan küfür kendileri için oluştu ve boyunlarında
bir zincir olarak kaldı.
Hz. Ali'den rivayet
olunduğuna göre, Allah'ın nimetini nankörlük ile değiştirenler, Kureyş'ten iki
fâcir kabiledir. Birisi Benî Ümeyye, diğeriyse Benî Muğire'dir. Allah Teâlâ,
Beni Muğire'nin önünü Bedir Günü'nde kesmiş, Beni Ümeyye'ye ise bir zamana
kadar mühlet verilmiştir. (Hâkim, îbn Cerir et-Taberi). Elbette bu onların
müslüman olmalarından önceki durumlarıdır. Müslüman olanlar hangi kabileden
olurlarsa olsunlar —İslâm kendisinden öncekini ortadan kaldırdığı için tertemizdirler, (Buharî «Tarih»
inde, İbn*ul-MÜnzir ve diğerleri Hz. Ömer'den bunun
bir benzeri rivayeti nakletmişlerdir).
Bazı rivayetlerde
bunların Kureyş kâfirleri olduğu belirtilmiştir, îbn Abbas'tan gelen bir
rivayete göre, bunlar Cebele b. îhyem ile beraberinde gidip Rumlara iltihak
eden Hıristiyan Araplardır. (îbn Ebi Hatim). îbn Abbas burada ayetin Cebele
hakkında nazil olduğunu söylemek istemiş değildir. Çünkü onların iltihakı Hz.
Ömer'in hilafeti döneminde vuku bulmuştur. Yani bu ayet Kıya-met'e kadar
gelecek insanlardan Cebele gibi davranan kimselere mahsustur.
«EUBevâr» kelimesi
«helak» anlamındadır. Bâre - Yeburu'dan gelme masdardır. Rağıb el-îsfehani'nin
de dediği gibi, aslında «çokça tembel» demektir. Nitekim çokça tembellik fesada
sirayet eder.
(29) «(O
helak yurdu) cehennemdir. Ona...» Bu Ayetin Tefsiri
«Cehennem» lâfzı daha
önceki ayette geçen «Dâr» kelimesinin atf-ı beyanıdır. «Yeslevne» fiili ise,
ateşin sıcaklığım haber vermek meyanında «Onun sıkıntısını çekerler» demektir.
«O ne kötü bir
karargâhtır»; yani o cehennem ne kötü bir karargâhtır ya da orada durmaları ne
kötüdür!
(30) «(Kâfirler)
Allah yolundan (insanları) şapitrmak...» Bu Ayetin Tefsiri
«Endâd» kelimesi
«Nid»in çoğuludur ve isimlendirmede veyaibadetle Allah'a ortak koşulan O'nun
benzerleri, denkleri, eşleri anlamındadır. Kâfirler bunu (Allah'a eş koşmayı),
kendilerini takip eden kavimlerini Allah'ın nurundan (Tevhid'den) saptırmak
için yapmaktadırlar.
(31) «İman
eden kullanma söyle; Kendisinde ne...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, kâfirleri
tehdit ve onların geçici lezzetlere daldıklarına işaret ettikten sonra,
Rasûlüne bedenî ve malî ibadetin halis kullarına tavsiye edilmesini emir
buyurdu.
«Kendilerine
verdiğimiz nzifdardan gizli - açık harcasınlar»; yani infak ettikleriyle
böbürlenmesinler. Çünkü harcadıkları şeyler bizim kendilerine
verdiklerimizdendir. Onların böbürlenmeye, minnet etmeye hakları yoktur. Minnet
ancak bize aittir.
«Namaz» ile kastedilen
farz ve nafile namazlardır. Îbn Abbas' tan gelen rivayete göre, namazdan
kastedilen farz namazlar, in-faktan kastedilen ise farz olan zekâttır.
Ancak zekât hicretin
2. yılında, sadaka-i fıtırdan sonra farz kılınmıştır. Bu sure ise cumhura göre,
tamamen hicretten önce Mekke'de nazil olmuştur.
«Gizli infak» ile
sadakalar, «Açık infak» ile de farz zekâtlar kastedilmiştir. Zekâtın açık
verilmesi, gören kimselerin teşvik edilmesi gayesine matuftur.
[23]
«HîlcU» kelimesi
«Halihin çoğuludur. Bu kelime bazen «EhiU la», bazen de «Ehille» şeklinde
gelir. Yani, o gün yarar verecek bir dost bulunamaz.
Bu ayetteki hüküm,
«Müttakiler müstesna o gün "bazısı bazısına düşmandır» ayetindeki hükme
ters düşmez. Çünkü tefsire konu olan ayette, dostların muttaki olsun olmasın
hiçbir yarar veremeyecekleri hükmü sözkonusu edilmektedir. Bu ayette ise
mut-takilerin birbirlerine yarar vereceklerine değinilmektedir. Bu iki ayet
şöyle telif edilmiştir: Fıtri temayül ve nefsin rağbeti nedeniyle bir dostluk
yoktur. Fakat Allah yolunda, muttaküerin arasındaki husus fıtri temayül ve
nefsin rağbeti nedeniyledir. Bununla beraber ispattan olan istisna,
olumsuzluğu gerektirmez. Gerektireceği söylenirse, düşmanlığın
nefyedilmesinclen dostluk lâzım gelmez. Orada «Alışveriş» ve «Dostluk» olmaması
ile onlardan bir yararın elde edilmemesi kastedilmektedir. Ancak Allah rızası
için infak edilmiş olandan bir yarar elde edilebilir. Bu ayet aynı zamanda
Allah Teâlâ'nın .rızası için infakı teşvik etmektedir. Sanki şöyle denilmek
istenmiştir: înfak edenlerin harcadıklarından yarar sağladıkları gün gelmezden
önce, infak etsinler. O gün de cimriler için pişmanlık hiçbir fayda vermez!
(32) «Allah; Gökleri ve yeri yaratan, gökten...» Bu
Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ nimetlerine
karşı nankörlük yapanların halini beyan ettikten ve müminlere nimete karşı
şükretmek üzere ibadet vazifelerini yerine getirme emrini verdikten sonra,
bütün insanlara şükretmeyi ve taati gerektiren büyük nimetleri bildirmey başlamıştır.
Bunun nedeni müminleri teşvik, kâfirleri kınamaktır.
Bu ayet, Allah
Teâlâ'nın varlığına, kudretinin sonsuzluğuna, ilminin kemaline dair gelen
ayetlerden birisidir.
Ayette kullanılan
«Gök» anlamıdaki «Sema» kelimesi «bulut»
karşılığında
kullanılmıştır. Çünkü su gökten değil buluttan iner. Sudan maksat ise
yağmurdur. Buluta «gök» denmesi yüksek oluşu nedeniyledir.
Muhaddislerin çoğuna
göre, gökten maksat yağmurun başladığı belli bir yörüngedir. Yağmur oradan
bulutlara, bulutlardan m da yere
gelir. Ayetteki «nzk» ise insanın yararlandığı yiyecek ve giyeceklerin
hepsidir.
«İzniyle denizde yüzüp
gitmeleri için gemileri emrinize verdi»; yani gemileri yapma sanatını ve onları
kullanmayı size verdi. Kalbinize attığı ilhamla bunu becerdiniz.
Bazılarına göre ifade;
«Suya batırmamak suretiyle onu size müsahhar JctlmtşUr» anlamındadır.
«Nehirleri de size
müsahhar kıldı»; zira onlardan içer, barajlar yaparak ekinlerinizi,
bahçelerinizi sularsınız. Nehirler ile kastedilenin, akıp giden büyük yataklar
olması durumunda mânâ böyle anlaşılır. Ancak nehirler ile sadece su yatağı
kastediliyorsa, onun tashir edilmesi,
onlar için kolaylaştırılması demektir ki orada su akıp gitsin.
Bu ayet aynı zamanda
sulardan istifade edilmesini teşvik etmektedir. Yani baraj ve benzeri yapıları
yapıp insanlığın istifadesine arzetmeyi teşvik etmektedir.
(33) «Âdetleri
üzere seyreden Güneş ve Ay'ı...» Bu Ayetin Tefsiri
«Daibeyni» kelimesi
Güneş ve Ay'ın hareketlerinde daimi ol-duklan ve Dünya'nın sonuna kadar bir
saniye bile hareketlerini değiştirmedikleri anlamına gelir. Yani Güneş ve Ay
Dünya'nın sonuna kadar bir saniye bile durmadan deveran edeceklerdir.
îbn Ebi Hatim ve Ebu
Şeyh'in tbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, Güneş Sakiye menzilindedir.
Gündüzleri kendi yörüngesinde göklerde seyretmekte, battığı zaman ise doğudan
doğup ortaya çıkıncaya kadar yeraltındaki yörüngesinde seyretmektedir. Aynı
şekilde Ay da böyledir. Ay ile Güneş'in batışlarından sonra yeraltında
seyrettikleri şeklindeki görüş Hasan Basri'den de rivayet edilmiştir.
Alusi, bu görüşleri
naklettikten sonra, akl-ı selimin de meselenin böyle olduğuna şahitlik
ettiğini ve nakilcilerin başka görüşleri de bulunduğunu söylemiştir.
Ayetin zahirinden
Güneş ve Ay'ın kendi yörüngelerinde hareket ettiklerinin ispatı vardır. Felsefeciler
Ay ve Güneş için iki hareket tesbit etmektedirler. İlki günlük harekettir,
doğudan başlar, batıya doğru uzanıp gider. Ay ve Güneş burada kendilerine
tah-did edilen yörüngelerinde zorunlu olarak hareket ederler. İkincisi ise,
burçların arka arkaya gelmesiyle görülen harekettir. Batıdan doğruya doğru
kendi yörüngelerinde hareket ederler. Zati bir harekettir . Onlar Güneş ve Ay
için yörüngenin kalınlığında olan hareketi tesbit etmiyorlar. Çünkü yörünge
gayet katıdır. Parçalanma kabul etmez. Muhiddin Arabi «Fütuhat» adlı eserinde,
balığın sudaki hareketi gibi bir hareketi Ay ve Güneş'in hareketine benzetiyor.
Yörünge ona göre su ve hava gibidir.
Bazı nakilcilere göre
Ay, Güneş ve yıldızlar nurdan yapılmış zincirlere bağlı bulunuyorlar. Meleklerin
elindedirler. Melekler onları Allah'ın dilediği yere çekip götürüyorlar.
Felekler ise onlara göre hareketsizdirler. Şeyh'i-Ekber'e göre de böyledir.
Ancak tüm bu görüşler izafi (tahmini) bir mahiyet taşımaktadırlar. Burada
hasmın açmış olduğu bir deliği kapatmaya uygun hiçbir görüş yoktur. Zamanla bu
ayetin yorumu daha güzel bir şekilde, keşfedilerek ortaya çıkmaktadır. Güneş
kendi ekseni etrafında döner. Ay'ın ise iki dönüşü vardır. Biri gece ile
gündüzün, diğeri de mevsimlerin meydana gelişini sağlayan dönüştür. Bu husus
ile ilgili ayrıntıları yeni (çağdaş) çalışmalardan elde etmek mümkündür.
«Daibeyni» süreklilik
ifade eden «Deib»ten gelmektedir. Bu iki yıldızın tashiri ise eğer, onları
nurlu kılması, onlara bağlı olan şeyleri ıslah etmeleri demektir. Şeyh
Şehabeddin Sühreverdi (Ha-leb'te idam edilmiştir), «el-Meşarih veUMutarifıat»
adlı kitabında şöyle der:
«Güneş ve Ay'ın
tesiri, bütün semavi tesirlerden daha belirgindir. Güneş'in tesiri ise
Ay'ınkinden daha açıktır. Güneş'in ışık vermesinden sonraki en açık tesiri
ısıtmadır. Eğer bu ısıtma olmasaydı ne kevn, ne fesat istilahlan, ne de gündüz
ve gece olmazdı. Mevsimler ve canlılar da olmazdı.»
Alusı tüm bunları
naklettikten sonra, Güneş ve Ay'ın Allah'ın izniyle tesirde bulunduklarının
belirtilmesi halinde bu tür nakillerin bir zararının olmayacağını
söylemektedir. [24]
«Gece ve gündüz de
sizin emrinize verilmiştir»; yani sizin uykunuz ve geçiminiz için onlar
birbirlerini takip ederler.
Bazı muhakkikler dört
kez kullanılan «teshir» kelimesine «tasrif» (evirip çevirme) olarak mânâ
vermişlerdir.
Ebu Hayyan
kelâmcılardan nâkille şöyle demektedir:
«Gece ve gündüzün
musahhar kılınması mecazidir. Çünkü gece ve gündüz arazdırlar. Arazlarda ise
tashir olamaz.»
Ancak Ebu Hayyan'ın bu
naklinde kusur vardır. Allah Teâlâ tüm bu nimetleri müstakil bir cümlede
zikretmiştir. Ki durumlarının azametine dikkatleri çekmiş olsun. Allah Teâlâ
yücelikleri bilinsin diye şükrü gerektiren her nimete işaret etmiştir.
[25]
34- O size
istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah'ın nimet (ler) ini sayacak olsanız
sayamazsınız. Kuşkusuz ki insan çok zalim, çok nankördür!
35- (Zikret
o zamanı) ki İbrahim şöyle demişti: «Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi)
emniyetli kıl. Beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzak tut».
36-
«Ey Rabbim!
Onlar (putlar) insanlardan birçoğunu saptadılar. Artık kim bana uyarsa
bendendir. Kim de bana karşı gelirse, kuşkusuz ki sen çok bağışlayan ve çok
merhamet edensin».
37-
«Rabbimiz!
Ben çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Haram'ının (korunan
evinin) yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı
dosdoğru kılmaları için (bunu yaptım). Artık sen de insanlardan bir
kısmının gönüllerini onlara meyleder kıl
ve ürünlerden onlara nzık ver. Umulur
ki (bu nimetlere) şükrederler».
38-
«Rabbimiz! Kuşkusuz ki sen bizim gizleyeceğimizi de, açıklayacağımızı da
bilirsin. Çünkü yerde
de gökte de
hiçbir şey Allah'a gizii kalmaz».
39- «İhtiyarlığıma
rağmen bana İsmail ve İshak'ı bağışlayan Allah'a hanıdolsun! Kuşkusuz ki
Rabbim duayı işitendir».
40- «Ey Rabbim!
Beni ve zürriyetimden
gelecek olanları namazı devamlı
kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul
buyur».
41- «Rabbimiz! Hesap olunacağı gün, beni, anamı-babamı ve müminleri bağışla».
42- Allah'ı
sakın zalimlerin yaptıklarından gafil sanma! O, sadece onları gözlerin
şaşkınlıktan dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.
[26]
(34) «O size
istediğiniz her şeyden verdi. Eğer...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, sorup
istediğiniz her şeyin bir kısmım sizlere verdi. Hikmet ve maslahata uygun olan
dilemesinin gerekli kıldığı, istediği kısmı size verdi.
İbn Abbas, Dahhak,
Hasan Basri, Muhammed b. Ali, Cafer b. Muhammed, Amr b. Kaid, Katade, Selâm,
Yakub ve Nafi bir rivayetlerinde «Min külli» ibaresini tenvinli olarak «Min
Küllin» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde ayetin anlamı; «Muhtaç olduğunuz
her şeyi ve lisan-ı hal ile istediğinizi size verdi» şeklinde olur.
«Allah'ın nimetinden»;
yani Allah'ın size nimet olarak verdiklerinden.
«Sayamazsınız»; yani o
nimetleri saymaya gücünüz yetmez, îcmalen dahi sayamazsınız; zira o nimetler
sonsuzdur.
«Tuhsu» fiili taşla
saymak anlamına gelen «iftsaadan alınmadır Çünkü Araplar bizim parmaklarla
saymaya güvendiğimiz gibi, taşla saymaya güveniyorlardı. «İhsa» kelimesi mutlak
sayı anlamında da kullamlmıştır. Bu münasebetle îbn Habib'in sözlerini
hatırlatmakta yarar var:
«Gerçek şu ki,
Allah'ın hakkı kulların taşıyamayacaklarından ve güç yetiremeyeceklerinden çok
daha ağırdır. Yani Allah'ın nimetleri kulların sayamayacakları kadar çoktur».
«Fakat siz tevbe edici olduğunuz halde sabahlayın, tevbe edici olduğunuz halde
akşamlayın.»
[27]
İnsan kendisine
verilen her nimete karşı, Allah'a hamdetmek zorundadır. Hamd da bir nimet
olduğu için, ikinci bir hamdı, o da üçüncü bir hamdı, o da dördüncü, beşinci
hamdlan gerektirir ve böylece zincirleme halinde sonsuza dek gider. Nitekim
îmam Şafü, «Hamd, o Allah'a mahsustur ki, O'nun nimetlerinden birisinin şükrü
ancak yeni bir nimetle eda edilebilir. O yeni nimet de eda edenin boynuna
ikinci bir şükrün gereğini yükler ve böylece müteselsil olarak devam edip
gider» demiştir. Gerçekten şükür de Allah'ın nimetlerinden birisidir. O başka
bir şükrü, o da başka bir şükrü gerektirir ki böylece zincirleme gider.
Burada Ebussuud
Efendi'nin «İrşad'ul-Akl'is-Selim» adlı tefsirinden bir iki örnek vermekle
yetinelim:
«Eğer gerçeğe vakıf
olmak istiyorsan, sırrı öğrenmek isteğinde isen, şunu iyi bil ki, insan mümkün
olan hakikatinin mukteza-siyle varlık ve varlığa tabî olan yüce melekeleri
haketmiş değildir. Öyle ki şayet onunla ilahî inayet arasındaki bağ kopanhrsa,
onun için bir istikrar sözkonusu olamaz ve o boşluğun derinliklerine, helak
olmanın dibine doğru gider. Ancak insanın üzerine Allah Teâlâ taralından her zaman
feyizler akmaktadır. Zatıyla, vücuduyla, ruhanî, nefsanî ve cismanî
sıfatlarıyla bağlı bulunan feyizlerin çeşitlerinden, sayılamayacak kadar,
Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar feyizler akmaktadır. Yani
insanoğlu başlangıçta varlığa (var olmaya)
müstehak olmadığı gibi, varlığının devam etmesine de müstehak değildir. Bu,
hayatın ilk noktası olan ilahî kudretten akıp gelmektedir. İnsanın aslı,
yokluğun her tarafını ihata etmedikçe, ilk varlığı tasavvur edilemeyeceği gibi,
üzerine sonradan gelen yokluğun tüm taraflarını kapatmadıkça, süreklilik
nedeniyle tahakkuk ettikten sonra varlık üzerine kalması da tasavvur edilemez.
Çünkü süreklilik, Vacib'ul-Vücud'un vasıflann-dandır».[28]
Bazıları da Ebussuud
Efendi'ye yakın bir şekilde ayeti şöyle yorumlamaktadırlar:
«Varlık bir nimettir.
Bu nimetlerin varlığı, Allah'ın varlığı ile anlaşılabilir. Yani nimetlerin
varlığı neye bağlı ise, o da bir nimet olur. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın bütün
anlardaki varlığı bir nimettir. Dolayısıyla nimetleri de sayılamayacak kadar
çoktur».
tbn Mesud'dan rivayet
olunduğuna göre, Allah Teâlâ cehennem ehline nimet etmiştir. Eğer ateşten daha
şiddetli bir azap ile onlara azap etmek isteseydi bunu yapardı, (tbn Ebi Dünya,
Bey-haki).
Kısaca nimetler
aslında sonsuz değillerdir. Ancak insanoğlu onu sayamaz. Zaten ayetin zahiri
de buna delâlet eder. însan Allah'ın nimetlerinin sonsuzluğuna vakıf olmaktan
ve O'nun şükründen acizdir. Ebu Derda ne güzel söylemiştir: «Allah'ın nimetlerini
sadece O'nun yiyeceklerinde ve içeceklerinde gören kimsenin ümî azdır ve azabı
da hazır olmuş demektir».
Beyhaki «Şuab'utrîman»
da Süleyman et-Teymi'den şöyle rivayet etmiştir: «Allah kaderiyle kullarına
nimet vermiş ve bunlann kaderiyle şûkretmeyi kendilerine vacip kılmıştır».
Süfyan b. Uyeyne'den
gelen rivayete göre Allah'ın en üstün nimeti, insanlara «La İlahe İllallah»
lâfzının anlamını öğretmesi-dir.
îbn Ebi DUnya'nın ve
bazı muhaddislerin Ebu Eyyub el-Ku-reyşi'den rivayet ettiklerine göre, Hz.
Davud; «Ey Rabbim! Benim üzerimdeki en JcUçük nimetinin ne olduğunu haber
verir misin?» der. Allah Teâlâ da; «Ey Davud» der: «Bir nefes al!» Hz. Da-vud
nefes alınca, AUah Teâlâ «İşte bu benim sana verdiğim en küçük nimettim diye
buyurur.
Yaygın olduğuna göre,
istenilen nimetlerin ilki varlık (hayat) tır. Çünkü hayat her kemâlin
madenidir. Tıpkı yokluğun her eksikliğin madeni olduğu gibi.
«Zalûm» kelimesi
nimetlerin tümüne karşı şükrü ihmal edecek şekilde ona zulmeden kimse
demektir. Nimetleri yerli yerine sarfetmeyen veya şükrü terketmekle nefsini mahrum
bırakan kimse anlamına da gelebilir.
«Keffar» kelimesi çok
nankör, çok inkâr eden kimse anlamına gelir. Bazıları, «Şiddet halinden çokça
şikayetçidir, şikayet eder ve yırtınır. Fakat sıhhate ve servete kavuştuktan
sonra o nimetlere karşı çokça nankördür» demişlerdir. Adeta ayetin anlamı
şöyle olmaktadır: «Eğer insandan zulüm sadır olursa, Allah Ga-fur'dur. Yok eğer
insanlardan nankörlük sadır olursa Allah Rahim' dir. Çünkü Allah insanın aciz
ve zavallı olduğunu bilendir.»
Sahavi'nin Abdurrahman
b. Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiğine göre, bu ayet Nahl Suresi'ndeki ayetle
nesh edilmiştir. Ancak Sahavi'nin bu nakline tefsir alimleri iltifat etmemiş,
bu görüşü zayıf bulmuşlardır.
(35) «(Zikret
o zamanı) ki İbrahim şöyle demişti...»Bu Ayetin Tefsiri
«Beled» ile Mekke
şehri kastedilmektedir. Mekke'nin emin olması, emniyetli bir yer olması
demektir. Çünkü şehrin kendisi emin olmaz. Emin olmak, gerçekte şehirdekilerin
emniyette olmasıdır.
Bu ayetle Bakara
Suresi'ndeki (126) «Rabbim bu şehri emniyet içinde bir şehir eyle» ifadesi
arasındaki fark, Hz. İbrahim'in korkudan mütevellit bu duayı yapmasıdır. O
Allah'a Mekke'yi korkunun tam tersi olan emniyetle değiştirmesi için dua
etmişti: Yani Hz. îbrahim adeta «Rabbim! Bu Mekke korkulu bir beldedir. Onu
emin bir şehir eyle» diye dua etmiştir.
«EUKeşf» sahibinin
dediği gibi bu ayet ile Hz. İbrahim'in kıssasını içeren diğer ayetler ihtiras
yolu üzerinde varid olmuşlardır. İman ve amelden ötürü teşvik edilen şükrü
dile getirmektedirler.
Ebussuud Efendi'ye göre
bu ayet ile kastedilen, Hz. Peygam-ber'in (s.a) hayretini mucip olan geçmiş
hükmün tekididir. Bu da, kavmin cürümlerinin başka bir fennin açıklanmasıyla
yapılmasıdır. Çünkü onlar genel nimetleri inkâr ettikten sonra, özel olanları
da inkâr etmişlerdir. Ataları İbrahim'e isyan etmişlerdir. Oysa Hz. îbrahim
onları Mekke'ye, namaz kılmaları ve putlara tapmamaları için yerleştirmiş,
nimetlere şükretmeleri için bunu yapmıştı. Mekke'yi emniyetli bir belde
kılmasını Allah'tan istemiş, onlara ürünlerden nzıklar vermek suretiyle,
insanların kalplerini onlara meylettirmeyi dilemişti. Allah Teâlâ da onun
duasını kabul ederek, Mekke'yi emin bir bölge kıldı. Mekke'ye her bölgenin
ürünlerinden geliyordu. Ne var ki onlar tüm bu nimetleri inkâr ettiler.
Emin, korunmuş bir
belde yerine bir felâket yurdu istediler. Allah'a ortak koşarak, o korkunç
suçlan İşlediler.
«Beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzak tut»; yani beni ve oğullarımı tevhid üzerinde sabit ve
devamlı kıl. Ayetten kastedilen bu değilse eğer, bilinmelidir ki peygamberler
küfür ve şirkten masumdurlar. O halde bu dua nasıl doğru olabilir? îmam Razi
buna itiraz ederek, şöyle demektedir: «Hz. İbrahim'in malûmu idi ki, Allah
peygamberleri masum ve tevhid üzerinde sabit kılmıştır. O halde ikinci kez
böyle bir tesbitin istenmesindeki yarar nedir?» Devamla İmam Razî, kendince
doğru görüşün şu olduğunu söylemektedir:
«Hz. İbrahim her ne
kadar Allah Teâlâ'nın kendisini putlara tapmaktan masum kıldığını biliyor
idiyse de, bunu nefsini kırmak, ihtiyacmı belirtmek, daima Allah'ın fazlına
muhtaç olduğunu ortaya koymak için yapmıştı.
Sufilere göre şirk;
müşriklerinki gibi zahiri ve kalbin vasıtalara, zahiri sebeplere bağlanması
olan batini şirk olmak üzere ikiye ayrılır. Saf tevhid inancı ise, Allah'tan
başka her şeyden (masiva) kesilmek demektir. İşte kastedilen muhtemelen şirkten
bu tür bir masumiyettir».
Fahruddin Razi'nin bu
son söylediklerine şöyle itiraz edilmiştir:
«Allah'tan başkasına
nazar, müşriklerin dediği anlamda bir şirk değil, sadece onun bir benzeridir.
Bu, Sufîlere göre de böyledir. Nitekim bir Sufî şair şöyle der: «Eğer senin
dışında bir başkası hakkında kalbimde bir istek doğarsa bu sehven de olsa ben kendimin imdadına
hükmederim». Sanmam ki onlar böyle bir isteği peygamberler için caiz görsünler.
Fahruddin Razi madem
ki görüşünü Sufîlerin ifade ettiği kurala dayamaktadır, o halde kendisine,
peygamberler bundan masum olduğuna göre, masum olmayı dilemelerinin ne anlamı
olduğu sorulabilir.
Doğrusu,
peygamberlerin masum olmalarının kendilerinde bulunan tabii bir durumdan
'olmayıp, Allah'ın onları üstün kılma-sındandır. Bu yüzden onların ismet
talebinde bulunmaları gayet makûldür».
Bazı rivayetlerde
Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'ya, «Ey Musa! Benim melerimden, sıratı geçinceye
kadar emin olma» dediği kaydedilmiştir.
Bilindiği Üzere Hz.
Peygamber'in (s.a) diliyle cennetle müjdelenmiş birçok sahabî vardır. Onlar
sürekli Allah'tan cenneti istiyorlardı. Oysa kesinlikle Allah'ın kendilerine
cenneti verdiğine dair müjde almışlardı. Belki de onların istekleri, Hz.
Musa'ya söylenen sözün gereğidir.
«Beniyye» kelimesi Hz.
İbrahim'in (a.s) sulbünden gelen kimselere işaret etmektedir. Mesele böyle
anlaşıldıktan sonra; «Allah onun duasını kabul etmemiştir. Çünkü Kureyşliler
putlara tapıyorlardı ve onun soyundandırlar» şeklindeki itiraza mahal kalmaz.
Bu hususte baslarının
vermiş oldukları cevaplan zikredelim:
1- Allah bu
duayı, dua anında yaşayanlar için kabul etmiş-
2- Allah bu
duayı, Hz. İbrahim'in sulbünden olanların bazılan için kabul etmiş, bazıları
için de etmemiştir. Bu bakımdan Hz. İbrahim'in mertebesinde bir eksiklik
sözkonusu değildir.
Süfyan b. Uyeyne'ye
göre «Oğullarımı» tabiri ile bütün zürri-yeti kastedilmiştir. Yine ona göre,
İsmailoğullan'nın hiçbiri putlara tapmamıştır. Herkesin bir taşı vardı. Onu
diker ve «Bu taş Kabe taşıdır» diyerek onun etrafında dönerlerdi. Bu taşa «Etrafında
çokça dönülen» anlamında «Tevvaf» denilirdi. Mücahid de «oğullarımı» ifadesini
aynı anlamda ele almıştır. Ona göre de Hz. İbrahim'in evlâtlarından hiçbiri
puta tapmamıştır. Ancak bazıları Vesen'e tapınışlardır. Sanem (Put) ile Vesen
arasındaki fark, birinin tasvir edilmiş olup, diğerinin edilmemiş olmasıdır.
Alusî, «Keşke
b'ğrenebilseydim» diyor: «Bu iki büyük müfes-sîri, Kureyş'in putlara tapmasını
kınayan Kur'an'ın şimşeklerinden gafil kılan nedir?»
Aynı şekilde İmam Razi
de Mücahid'in yorumunu naklettikten sonra bu görüşün kuvvetli olmadığını
söylemektedir. Çünkü Hz. İbrahim'in mertebesinde bir eksiklik sözkonusu
değildir, başka her türlü varlığa tapınmaktan sakınmayı dilemiştir. Bu noktada
Sanem ile Vesen arasında fark yoktur. Aynı delillerle Süfyan b. Uyeyne'nin
benzer görüşüne de itiraz edilebilir. Bu noktadan hareketle «îbn Uyeyne'nin
zikrettiğinde kaçtığına hücum etmek vardır. Çünkü onların yaptığı, sonuçta Allah'tan
başkasına ibadettir» denilmiştir.
İmam Razi'nin;
«Arkadaşlarımızdan bazıları bu ayetle küfürden uzaklaştırma, îmana yaklaştırma
işinin ancak Allah'a ait olduğuna hükmetmişlerdir. Çünkü Hz. ibrahim burada
Allah'tan, putlardan uzaklaştırılmayı istemiştir ve bu da lütuflar üzerine
hamledilmişim* şeklindeki sözünde nazar vardır.
(36) «Ey
Rabbim! Onlar (Putlar) insanlardan...» Bu Ayetin Tefsiri
Görüldüğü gibi bu
ayette saptırma putlara nispet edilmiştir. Oysa putlar akılsız ve cansız birer
cemadattır. Onlar bu halde insanları nasıl saptırabilirler? Ancak bu isnad
mecazidir. Gerçekte saptıran Allah Teâlâ'dır.
Hz. İbrahim'in bu
sözleri daha önceki duasının illetini teşkil etmektedir. Bu ayetin başında da
Allah'a yakarması zikredilmiştir. Bunun nedeni duasında ne kadar ısrarlı
olduğunun belirtilme-sidir.
«Artık kim bana uyarsa
bendendir»; yani çağırmakta olduğum tevhid ve İslâm dininde bana tâbi olan
bendendir.
«Kim de bana karşı
gelirse, kuşkusuz ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin»; yani onu
affetmeye, ona merhamet etmeye gücü yetensin.
Bazılarına göre ayette
«Hazf» vardır, yani kim de bana karşı gelirse onun aleyhinde beddua etmem.
Çünkü sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.
[29]
Ayetin delâlet
ettiğine göre Allah'ın şirki affetmesi de mümkündür. İmam Nevevi'nin yorumuna
göre burada bir işkal de sözkonusu değildir. Çünkü şirkin affedilmesi bizden
Önceki şeriatlarda mümkündü. Ancak bizim şeriatimizde yasaklanmıştır.
Şirkin hiçbir surette
affedilmeyeceği görüşünde olanlar farklı bakış açılan ortaya koymuşlardır.
Süddi'ye nispet edilen görüşe göre «Kuşkusuz ki sen çok bağışlayan ve çok
merhamet edensin» lâfzı, tevbeden sonra Allah'ın böyle olduğuna delâlet eder.
Bazılarına göre de,
buradaki «isyan» sözü, şirkin dışındaki günahlardır. Ancak bunlar muadelatın
iktiza ettiğinden gafil kalmışlardır. Çünkü «Tebiani», «Tevhidde ve İslâm
şeriatında bana tabi olan» anlamına gelir. «Asani» de şirk gibi tevhidin
zıddıdır. Bu yorum Mukatü'den rivayet edilmiştir. Yine Mukatil'den gelen bir
rivayete göre ibarenin anlamı şöyledir: «Küfürde ısrar etmek suretiyle kim bana
karşı gelirse sen onu affetmeye, ona merhamet etmeye, onu İslâm'a, sevaba
iletmeye kadirsin».
Bazılarına göreyse
ifadenin anlamı şöyledir: «Çağırdığım tev-hid dininde kim bana tabi olmaz, şirk
üzerinde ısrar ederse, muhakkak ki sen onun hatasını kapatmaya, azabı
tattırmakstzın, ona merhamet etmeye kadirsin».
Bazıları sözün zahiri
anlamı üzere olduğunu söylemişlerdir. Hz. îbrahim, «Allah şirki affetmez»
kaidesini bilmeden önce bu duayı yapmıştır. Bu da onun için bir eksiklik
değildir. Çünkü şirkin affedilmesi aklen mümkün görünmektedir. Nitekim usûl ilminde
bu böylece geçmiştir. Ancak nakli delil buna mani olmuştur. Fakat Hz.
İbrahim'in bir anda tüm nakli delilleri bilmesi gerekmez.
Fahruddin Razi bu
yorumların çoğunu kabul etmemekte ve «Bu kelâm Hz. İbrahim'den tevbeden önce
büyük günah işleyenlerin cezası iskat etmek şefaati yoluyla sadır olmuştur»
demektedir. Bu delil peygamberimiz için de geçerlidir. Zira ayetten anlaşılan,
onun ya
küçük günahlardan ya da tevbeden önce
veya
sonra büyük günahlardan olduğudur.
Birincisi de ikincisi de bâtıldır. Çünkü «Kim bana isyan ederse» tabiri
mutlaktır. Onu tahsis etmek, gerekçe olmaksızın zahirden ayrılmak demektir.
Ayrıca tevbeden sonra büyük ve küçük günahların affedilmesi hasma göre
vaciptir. Buna lâfzı hamletmek mümkün değildir. Böylece bu ayetten tevbeden
önce büyük günah işleyenlerin şefaatinin kaste. dildiği sabit olmuştur.
Bu Hz. İbrahim'den
sabit olduğunda, Hz. Muhammed için de sabit olur. Çünkü Allah Teâlâ;
«İbrahim'in şeriatına tabi ol» demektedir.
[30]
(37) «Rabbimiz!
Ben çocuklarımdan bir kısmını...»Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başında
«Rabbimiz» şeklindeki nida tekrar edilmiştir; Zira bu duanın kabulünde rağbet
ve Allah'a iltica vardır. Burada «cem'i zamiri» getirilmesinin nedeni, daha
önce hem Hz. İbrahim'in kendisinin hem de çocuklarının zikrinin geçmesidir.
Onun zürriyetini Mekke'ye yerleştiren Hz. İsmail ve onun soyundan gelenlerdir.
Bu yerleştirme işi Hz. İbrahim ile ailesi arasında cereyan eden olaylardan
sonra gerçekleşmiştir. Şöyle ki, Hz. İsmail'in annesi Hacer, Kıptilerden bir
cariyeydi. Kuması olan Sare'nin cariyesi. Sare onu Hz. İbrahim'e hipe etti.
Sâre, Hacer'in Hz. İsmail'i doğurmasından sonra onu kıskanmaya başladı. Onunla
birlikte oturmaya kesinlikle karşı çıktı. Bunun üzerine Hz. îbrahim, Hacer ile
oğlunu Mekke'ye götürdü, onları Kabe'nin yanına, zemzemin üzerinde bulunan bir
ağacın altına bıraktı. Bu da, mescidin Üstünde bir yerdeydi. O zaman Mekke'de
hiç kimse bulunmadığı gibi, su da yoktu.
Hz. İbrahim içinde hurma bulunan bir dağarcıkla, bir su kırbasını bırakarak
geri döndü. Hacer de onun arkasına takılarak; «Ey İbrahim! Nereye gidiyorsun?
İçinde ne insan ne de bir şey bulunmayan bu vadide bizi terk mi ediyorsun?»
dedi. Hacer bu sözleri birkaç kez tekrarladığı halde, Hz. İbrahim (a.s) dönüp
ona bakmıyordu bile. Bunun üzerine Hacer, «Sana böyle yapmam Allah mı emretti?»
diye sordu. Hz. İbrahim«eue£» diye cevap verince, Hacer «Böyle olduktan sonra
Allah bizi zayi etmez» diyerek geri döndü. Hz. İbrahim Seniyye'ye varıncaya kadar
yürüdü. Bu noktadan sonra, artık Hacer Hz. İbrahim'i göremez olmuştu. Oradan
dönerek yüzünü Kabe'ye çevirdi. Kabe'nin yeri bir tepecik gibi yüksekti. Sonra
(ayette geçen) duaları yaptı ve ellerini kaldırdı. Hacer çocuğuna süt emzirmeye
kendisi de kırbadaki suyu içmeye başladı. Su bitinceye kadar bu şekilde
yaşadılar. Daha sonra kendisi de, oğlu da susadı. Oğluna baktığında onu
dudaklarını emer gördü. Çocuğun yüzünü görmemek için onun yanında yürüyordu.
Safa tepesinin en yakın dağ olduğunu görünce, üzerine çıkarak yüzünü vadiye
doğru çevirdi. Bir insan görebilirmiyim diye bakmıyordu. Fakat kimse yoktu.
Geriye döndü. Vadiye gelince entarisinin eteğini kaldırdı. Sonra yorgun yorgun
yürüdü, vadiyi geçinceye kadar koşmaya başladı. Merveye ulaştı. Merve tepesine
çıktı. Yine belki birini görürüm umuduyla etrafına bakındı. Fakat yine kimseyi
göremedi. Bu gidip gelmeler yedi kez sürdü. İşte hacıların Safa ile Merve
arasında yedi kez sa'y etmesi bu olayı hatırlatmak ve canlandırmak içindir.
Sonunda Hacer Merve'ye çıktığında bir ses duydu. Nefesini tutarak kulak verdi
ve yine o sesi duydu. Kendi kendine, «Eğer senin katında bir kurtarıcı varsa,
ben bir ses işitiyorum» dedi. Bir baktı ki zemzemin yanında bir melek
duruyordu. Melek topuğu ile yere vurdu ve yerden su fışkırdı. Akan sulan
durdurmak için havuzlar yapıyordu. Hacer su kabını elleriyle dolduruyor, su
içiyor ve çocuğunu emziriyordu. Melek ona; «Zayi olmaktan korkma. Çünkü burada
Allah'ın evi vardır. Bu çocuk ile
babası
o evi (Beyt'i) yeniden bina edeceklerdir. Allah ehlini zayi etmez» dedi. Sonra
Hacer ve Hz. İsmail'in yanından Cürhüm kabilesine mensup bir kabile geçti. Su
arayan bir kuş kümesi olduğunu görünce, kendi kendilerine, kuşların ancak su
bulunan yerlere konduklarını ve buralarda bir yerde su bulunabileceğini düşündüler.
Böylece adamlarını gönderdiler ve suyu gördüler. Adamlar kervana haber verdi.
Onlar da suya kavuşmak için geldiklerinde, suyun yanında Hacer'i gördüler.
Ona; «Bizi suyunda ortak eyle, biz de seni hayvanlarımızın sütünde ortak
ederiz» dediler. Hacer de bu teklifi kabul etti. Hz. İsmail (a.s) ergenlik
çağına vardığında onu, kendilerinden bir kız ile evlendirdiler. (Bu olayın
ayrıntıları siyer kitaplarında vardır. Dileyenler oralardan okuyabilirler).
«Ekinsiz vadi» ile
kastedilen Mekke havalisidir. Çünkü orası ziraate elverişli topraklara malik
değildi.
«Muharrem» kelimesi
«Beyinin sıfatıdır. Beyt'in haram kılınmış olması ise, oraya sığman herkesin
her kötülükten güvende olmasıdır. Nitekim müfessirler, «Beyt'in muharrem
olması demek Allah'ın oraya saldınlmasını ve oraya karşı gevşeklik gösterilmesini
haram kılması anlamındadır» demişlerdir. Mekke kadim dönemlerden beri hürmeti
çiğnenmeyen ve diktatörlerin her çağda saldırmaktan çekindikleri bir bölgeydi.
Tufandan korunduğu için de böyle denmiş olması mümkündür. Nitekim «Atik»
(Beyt-i Atik) ismini alması da bundandır.
Bazılarına göre Beyt'in
muharrem olmasının nedeni, hacıların orayı ziyaret ederken daha önce
kendilerine helâl olan birtakım şeyleri haram kılmalarıdır.
[31]
Hz. İbrahim, buraya
«Beyi» demiştir. Çünkü o daha önce bir evdi. Kabe, Hz. İbrahim ve Hz.
İsmail'den önce bina edilmiştir. Bazıları ise gelecek itibarıyla böyle
dendiğini öne sürmüşlerdir. Yani orası gelecekte ev olacaktır.
«Min'en-Nas»
ibaresindeki amin», «baziyet» ifade eder. Yani insanların bazılarının kalbini
onlara karşı sevgi ile doldur, meylet, tir.
Denildiğine göre, Hz.
İbrahim eğer açıkça «İnsanların kalbi» anlamında «Ef'idefen-Nas» demiş olsaydı,
Rumlar, İranlılar, yani yeryüzünde bulunan bütün insanlar Kabe'ye giderek orada
toplanacaklardı ve birlikte ibadet edeceklerdi.
îbn Cübeyr'den gelen
bir rivayete göre, eğer Hz. İbrahim mezkûr lâfzı kullansaydı, Yahudiler de,
Hıristiyanlar da Kabe'yi ziyaret edeceklerdi.
Bu rivayetlere şu
şekilde itiraz edilmiştir:
«Bunlar makam
itibarıyla münasip değillerdir. Çünkü Hz. İbrahim burada; «Mekke'de oturmaları
için bazı insanların kalbini meylettir» diye dua etmişti, onların Beyt'i tavaf
etmeleri için değil. Eğer bu şekilde dua etseydi, «İleyhİm» yerine «İleyfıi»
demesi gerekirdi.
Bazı kimselere göre
«Efide» kelimesi, bir topluluk, insanlardan bir kitle anlamındadır. Bu Kureyş
lehçesinde böyledir. îbn Bahr da bu görüştedir. «Tehvi» kelimesine gelince, bu
kelime «heva» kökünden gelmektedir ve süratle İniş anlamındadır.
«Ürünlerden onlara
nztk ver»; yani burada iskân ettiğim zürriyetime veya onlar ile birlikte onlara
meyledip gelenlere nzık ver.
«Namazı dosdoğru
kılmaları için» ifadesiyle sadece müminlerin kastedildiği anlaşıldığından
rızkın sadece müminlere verilmesi istendiği ileri sürülmüştür.
«Ürünler» ile onların
çeşitleri kastedilmektedir. Yani onlara yakın memleketler ver ki oralarda
ürünler yetişiyor olsun veya uzak memleketlerden onlara rızıklar getir. Her iki
durum da gerçekleşmiştir. Öyle ki Mekke'de taze meyvalar, değişik cinsler değişik
zamanlarda bulunabiliyordu. Yaz meyvalan ile bahar ve güz meyvalannı aynı anda
bulmak mümkündü.
Bu noktada, rivayet
tefsiri yoluyla birçok haber nakledilmiştir. Üç örnek verelim:
1- tbn Cerir
ile İbn Ebi Hatim, Muhammed b. Müslim et-Taifi'den şöyle rivayet etmektedirler:
Taif aslında Filistin'de bir yerin adıdır.
Hz. İbrahim mezkûr duayı yaptıktan sonra, Allah orayı kaldırdı ve bugünkü yerine koydu
ki bu da harem için rızk olsun.
2- Başka bir
rivayete göre, Cebrail Taif'i aldı, getirdi ve yedi defa Kabe'nin etrafında döndürerek bugünkü
yerine getirip koydu. Ona Taif isminin verilmesinin nedeni budur. (Bu
rivayetin bir benzeri İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir).
3- İbn Ebi
Hatim'in Zühri'den rivayet ettiğine göre, Allah Teâlâ Şam diyarının
kasabalarından birisini kaldırıp Taif denilen yere koymuştur. Bu Hz. İbrahim'in
duası nedeniyle vuku bulmuştur.
Alusi tüm bunları
naklettikten sonra şöyle demektedir:
« Zahire göre Hz.
İbrahim'in maksadı, bu duasıyla Filistin'de bulunan münbit bir araziyi veya
Şam'daki kasabalardan birini Mekke çevresine getirmesini Allah Teâlâ'dan
istemek değildi. Onun maksadı, Allah'ın onları Ürünlerden ışıklandırmasından
ibarettir. Sözü edilen bu yerlerin nakledilmesi değildi. Burada anlatılanların
hikmetine bakılmalıdır. Ben bu tür rivayetlerin doğruluğundan kuşkuluyum.
Ancak inkâr da etmiyorum. Sadece Allah'a sığınıyorum. Çünkü O, dilediğini
yapar, dilediğine hükmeder.»
[32]
(38) «Rabbimiz!
Kuşkusuz ki sen bizim...» Bu Ayetin Tefsiri
«Gizlenen ve açığa
vurulan» ile kastedilen gizli veya açık ihtiyaçlardır.
İbn Ebi Hatim'in,
İbrahim en-Nehai'den rivayet ettiğine göre, Hz. İbrahim burada şöyle demek
istemiştir: «Kalbimizde İsmail ve annesinin sevgisinden gizlediğimizi ve
Sâra'ya «onlan sevmiyoruz» şeklinde açığa vurduğumuzu bilirsin».
Bazılarına göre de
ifade şöyledir: «Aramıza ayrılık girdiğinden dolayı, gizlediğimiz üzüntüyü de,
açığa vurduğumuz ağlama ve duayı da bilirsin».
Bazıları şöyle
demiştir: «Ayrılıktan gelen üzüntüden gizlediğimizi ve Hacer ile aramızdaki
konuşmayı —ki veda ettiğimizde olmuştu bilirsin».
Ayetin başındaki
«Rabbimiz» şeklindeki nidanın tekrar edilmesi, yakarış ve yalvarışın son
derecede olduğuna işaret içindir.
«Gizlediğim ve açığa
vurduğum» demedi de, «Gizlediğimiz ve açığa vurduğumuz» dedi. Çünkü Allah Teâlâ
sadece onun değil, herkesin gizlediğini de açığa vurduğunu da bilmektedir.
Hz. İbrahim'in sözünün
anlamı kısaca, bu ihtiyaçları izhar, bunların başını ve tamamlayıcılarını
belirtmektir. Yani: «Sana malûm değildir diye söylüyor değilim. Ancak
ubudiyetinin izharı için, azametinden korktuğum, izzetine boyun eğdiğim, senin
ka-tındakine muhtaç olduğumu arzettiğim, senin nimetlerine ulaşmayı hemen
istediğim içindir, tüm bu dualarım!»
Bazılarına göre ayetin
yorumu şöyledir: «Sen bizim halimizi, II
meümizden bize karşı
daha merhametüsindir. Senden istemeye hacet yoktur. Ancak
kulluğumuzu izhar etmek için sana yalvarıyor, sana dua ediyoruz».
Gerçekten de durumun
açıkta olması, istemenin yerine geçer. Kuralı da vardır. Yerde, ve göklerde
bulunan hiçbir şey Allah'a gizli değildir. Çünkü Allah Teâlâ'nın ilmi zatîdir.
Bu yüzden bir malûmun diğer bir malûmdan daha değişik olması sözkonusu değildir.
Şayet «Arz»ösn. süfli, «Semandan ulvi yön kastediliyorsa bu mümkündür.
[33]
(39) «İhtiyarlığıma
rağmen bana İsmail ve İshak'ı...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani yaşım ilerlediği,
çocuktan ümitsiz olduğum halde, bana îsmail ve İshak'ı bağışlayan Allah'a
hamdolsun!
îbn Abbas'tan gelen
bir rivayete göre, Hz. İsmail doğduğu zaman Hz. İbrahim 90 yaşındaydı. Hz. İshak
dünyaya geldiği zaman ise 112 yaşındaydı. Başka bir rivayette, Hz. İbrahim'in
Hz. İsmail' in doğumunda 64, Hz. İshak'ın doğumunda 70 yaşında olduğu belirtilir.
îbn Cübeyr'den gelen
bir rivayete göre Allah Teâlâ Hz. İbrahim'i ancak 117 yaşından sonra çocuk
sahibi yapmıştır.
Semi' kelimesi, duayı
kabul eden demektir. Nitekim namazda söylenen «Semiallahu limen hamiden»
cümlesindeki Semi' fiili «Kabul etmek» anlamınadır.
Büyük alimlerden
bazılarına göre, bu cümle Allah'ın duayı kabul ettiği şeklindeki sıfatını
taşıdığından dolayı, hamd ve şükrün tamamlayıcısı olmakla birlikte, zeyl
şeklinde bahsedilen bağışlamanın (hibenin) nedeni olarak getirilmiştir.
(40) «Ey Rabbim! Beni ve zürriyetimden...»Bu Ayetin
Tefsiri
Hz. İbrahim (a.s) bu
duayla namaza devamı kastetmektedir. Duanın, Hz. İbrahim'in zürriyetini de
kapsamasına rağmen, onun zamiri birleştirmesi, yani «Beni de» demesi onun bu
hususta kendisine uyulan bir kimse olduğuna işaret eder. Zürriyetleri ise ona
tabidirler.
«Min zürriyeti»
ibaresindeki «min» harf-i çeri baziyet ifade eder. Yani zürriyetimden
bazılarını. Hz. İbrahim'in bu duayı zürriyetinden bir kısmına tahsis etmesinin
nedeni, Allah Teâlâ'nın ona zürriyetinden bir kısmının namazı ikame edenlerden
olmayacaklarını bildirmiş olmasıdır. Onlar kafir veyahut da namaz kılmayan
müminlerdir.
Ayetin sonunda gelen
«Dua», bazı müfessirlere göre ibadet anlamında kullanılmıştır. Yani, «benim
ibadetimi kabul et» anlamındadır. Ancak bu kelime eğer ibadet anlamında
kullanılmış olsaydı «Dua» yerine «Duana» denmesi gerekirdi. îbn Kesir, Ebu
Amr, Hamza ve Hudeyr Hafis'ten rivayet ederek «Duaî» şeklinde okumuşlardır.
[34]
(41) «Rabbîmiz!
Hesap olunacağı gün...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani, benden sadır
olmuş ve benim günah olarak gördüğüm
kusurlarımı
anamı - babamı affet! Hasan Basri'den gelen
rivayete göre, Hz, İbrahim'in annesi mümindi. Bu bakımdan onun için af
talebinde bulunmakta herhangi bir beis olmamıştır. Ana - babasına af talebinde
bulunmasına gelince, bazılarına göre Hz. İbrahim bu duayı babasının «Allah'ın
düşmanı» olduğu bildirilmezden önce yapmıştır. Çünkü Allah Teâlâ burada, Hz.
İbrahim'in değişik zamanlarda yapmış olduğu duaları bildirmektedir.
Bazılarına göre, Hz.
İbrahim İslâmiyet ve tevbe şartını niyet etmiştir. Yani, «Eğer anam - babam
tevbe eder, İslâm'ı kabul ederlerse onları affeyle». Hazin, bu yorumu kabul
etmektedir.
Bazıları, «Babası» ile
kastedilenin «Hz. Nuh», bazıları da «Hz. Ademnöir derler. «Annesi» üe
kastedilen ise «Hz. Hawa»Ğa. Hz. İbrahim'in anne ve babasının kâfir olduğunu
söyleyenler bu yorumu kabul etmişlerdir.
Şia mezhebine göre,
Hz. İbrahim'in anne . babası mümindiler. Bu yüzden onlara dua etmiştir. Kâfir
olduğuna inananlar ise, «ebU kelimesiyle kastedilenin Hz. İbrahim'in babası
olmayıp, ya amcası ya da anne tarafından dedesi olduğunu söylemişlerdir.
Hz. İbrahim'in anne ve
babasının mümin olduğuna dair delil olarak ta bu ayeti getirmişlerdir. Böylece
ayet hakkındaki diğer yorumlan kabul etmemişlerdir. Onların iddialarına göre,
bu dua Hz. İbrahim'in ihtiyarladığı bir dönemde, Hz. İsmail ile Hz. tshak'm
kendisine bağışlanmasından sonra yapılmıştır. Ö zaman da kendisine kâfir ve
Allah'ın düşmanı olan babası Azer'in bu özellikleri gösterilmişti.
Hz. Ali'nin oğlu Hz.
Hasan, Ebu Cafer, Zeyd, Zühri ve İbrahim en-Nehaî «Valideyye» lâfzım
«Veltvelediyye» şeklinde okumuşlardır. Bu kıraate göre burada kastedilenler,
Hz. İsmail ile Hz. İshak'tır. Ancak İmam Asım, bu kıraati «Münker» saymaktadır.
İbarenin Ubeyy mushafında, «Veli ebeveyye», bazılarında ise «Veli zürriyeti»
şeklinde olduğu söylenir. Yahya b. Muammir'den gelen bir kıraate göre,
«Veli-vuldiyye» okunmuştur. Bu kıraate göre «Ve-led»\n çoğul ihtimali
belirmektedir. Böylece Hz. İbrahim zürri-yetine dua etmiş olmaktadır.
«Müminler»den maksat
ise Hz. İbrahim'in zürriyetinden gelsin ya da gelmesin tüm insanlardır. Yani
Hz. İbrahim tüm insanlara dua etmektedir. Bu noktadan hareketle Şa*bi, tbn Ebi
Ha-tim'in kendisinden naklettiği rivayette şöyle demektedir: «Hz. Nuh ite Hz.
İbrahim'in mümin erkekler ve mümin kadınlara dua etmeîerindeki nasibimin beni
sevindirdiği kadar, bütün kırmızı develerin benim olması, beni o kadar
sevindirmezdi».
Hz. İbrahim, bütün
müminlerin mağfiret duasına dahil olduğuna işaret etmek için, «Ey Rabbim»
yerine, «Ey Babbimiz» diyerek çoğul zamiri kullanmıştır.
«Hesap olunacağı gün»;
yani hesabın tesbit ve tahakkuk ettirileceği gün. Tesbit ve tahakkuk konusunda
«kıyam»m kullanılması mecaz itibanyladır. Nitekim «Harb kaim oldu», «Pazar
kaim oldu» sözleriyle «tahakkuk oldu» mânâsı kastedilir. Hesabın «kaim»
olmasına gelince, bununla kastedilen hesap ehlinin kaim olmasıdır. Yani;
«Hesap ehlinin kaim olduğu günde, bana, ana - babama ve bütün müminlere gufran
nasip eyleh
(42) «AUah'ı
sakın gafillerin yaptıklarından...» Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki hitap, Hz.
Peygamber'edir. İnsanın zihnine gelen ilk anlam da budur zaten. Yahut bu hitap
Allah'ın gafil olabileceğini vehmeden herkesedir. Şayet hitap Hz. Peygamber'e
(s.a) ise, bu nehiyden maksat, peygamberin üzerinde bulunduğu halde devam
etmesidir. Çünkü o, «Allah'tan gaflet sadır olmaz» kanaatindedir ve bu
kanaatinin devam etmesi gerekir. Nitekim başka ayetlerde «Sakın Allah ile
birlikte başka bir mabudu çağırma» veya «sakın müşriklerden olma»
denilmektedir. Yani; «Üzerinde bulunduğun inançta devam et, ısrarlı ol». Bu
ifade, tıpkı «Ey iman edenler! îman edin!» ifadesindeki gibi mecazidir. Ayetten
anlaşılan, Allah Teâlâ'yı zalimlerin yaptıklarından gafil sanmaktan sakınmanın
gerektiğidir. Çünkü O, öyle bir mertebedir ki O'ndan böyle bir zan-nın vaki
olması mümkün değildir. Hz. Peygamber dahi bundan menedilmiştir. Bu ayette
tehdidin de irade edüdiğine imkân vardır. Yani mânâ şöyledir: «Şaton Allah'ın
lütuf ve keremiyle onların cezalandırılmasını terkedeceğini sanmayın, aksine
Allah onları (az veya çok) mutlaka cezalandıracaktır».
Bu ayetin bir istiare
(sembolik anlatım) olması da muhtemeldir. Yani, «Allah'ın onlara
yaptıklarından gafil biri gibi muamele edeceğini sanma. Allah kontrol eden ve
en küçük bir şey hakkında dahi hesap soran zat gibi muamele edecektir».
Sözü edilen «salimler»
ile özellikle Mekkeliler kastedilmiş olabilir. Çünkü Allah daha önce onların
kötülüklerim saymıştı. Ya da kastedilen tüm zalimlerdir ve Mekkelilei1 de
onların en uç Örnekleri mesabesindedir. Genel olarak bu ayet, Hz. Peygamber
için bir teselli, zalimler için bir tehdit olarak kabul edilmiştir.
«Erteliyor»; yani
onlar dünya lezzetleriyle oyalanmaktadırlar. Çünkü kendilerine mühlet
verilmiş, hemen ceza uygulanmamıştır. Bu o korkunç güne ertelenmiştir ki o
günde mahşer halkının gözleri yerinden oynar. Yani gözleri hiç
kıpırdamak-sızın Öylece kalakalırlar. Bunun nedeni gördüklerinin dehşetidir.
Bu cümle istinaîi bir
cümledir ve daha Önce geçmiş bulunan nehyin nedenidir. Yani, niçin Allah'ı
zalimlerin yaptıklarından gafil sanmayacaksın? Çünkü azabın geciktirilmesi,
gözlerin donakaldığı bir günde tatbik edilmesi içindir.
Ertelenen husus,
onların azapları olduğu halde, «Zalimleri erteliyor» denilmesinin nedeni, bu
felâketin korkunçluğunu, durumun dehşet verici olduğunu açıklamak içindir.
Ayrıca bunun onların köklerini tamamen kesecek bir azap olduğunu da belirtmektir.
Şayet sadece «Ancak onların azabını erteliyor» denilmiş olsaydı, bu mânâlar
anlaşılmayacaktı!
[35]
43- Başlarını
dikerek koşarlar. Gözleri kendilerine dönmez. Kalpleri ise bomboştur.
44- İnsanları
azabın kendilerine geleceği günden korkut ki zalimler: «Ey Rabbimiz! Yakın bir
müddete kadar bizi ertele de, senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi
olalım» diyecekler. (Onlara) «Daha Önce
sizin için bir zeval olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?» (diye o gün cevap
verilecektir).
45- Siz
kendilerine zulmedenlerin
yurtlarında oturmuştunuz.
Onlara ne yaptığımız size apaçık belli olmuştu ve size birçok misaller de
vermiştik.
46- Onlar
tuzaklarım kurdular. Oysa onların tuzakları dağlan yerinden oynatacak derecede
olsa dahi, onların tuzakları Allah'ın kalındaydı.
47- Allah'ın
peygamberlerine verdiği sözden .sakın cayacağını sanma. Kuşkusuz ki Allah
Aziz'dir ve intikam sahibidir!
48- (Zikret
o günü) ki o gün yer başka yerle,
gökler de (başka göklerle) değiştirilir.
(İnsanlar) bir ve kahredici olan Allah'ın huzurunda dururlar.
49- O gün
suçluları bağlanıp kelepçelenmiş
görürsün!
50- (Mücrimlerin) gömlekleri
katrandandır. Yüzlerini de ateş
bürümektedir.
51- Allah
herkese kazandiğıyla ceza vermek için, bu azabı onlara tatbik eder. Kuşkusuz ki
Allah hesabı çabuk görendir!
52- Bu (Kur'an)
insanlara bir tebliğdir. Tehlikelere karşı uyanlsınlar, Allah'ın ancak
bir tek mabud olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp, öğüt alsınlar
diye (bu bildiri nazil olmuştur).
[36]
(43) «Başlarını
dikerek koşarlar. Gözleri...» Bu Ayetin Tefsiri
«Muhti'inen kelimesi, çağıran
bir kimseye doğru süratle koşan kimseler elemektir. El-Bahr'da; «çağıran
kimseye zillet ve meskenet içinde icabet edenler» demek olduğu söylenilmektedir. Af-feş'e
göre; «Dinlemek için yönelenler», Mücahid'e göre; «Gözlerini i kırpmadan sürekli koşan kimseler», Ahmed
b. Yahya'ya göreyse, I «Zillet
içinde, huşu halinde gözünü kaldırmaksızın bakan kimse-tenidir.
«Muknî» kelimesi, tbn
Abbas'ın yorumuna göre «Başını kaldıran kimse» anlamına gelmektedir. Baza
müfessirlere göreyse, ke-Jj lime
bunun tam karşıtı olan «Başım eğen kimse» anlamına gel-jf inektedir. Aslında bu kelime, «ezdad»
denilen İki zıt mânâya gelen kelime grubundandır. Müberrid'e göre, bu kelime
lügat bakımından, başım eğmekten çok, başını kaldırmak anlamına gelir. Bu gözlerin
halleri üzerinde açık kalmasından kinayedir. Yani dehşet ve şiddetten Ötürü
gözler donakalırlar.
«Heva», kalplerin
akıldan, anlamaktan hâli olmaları anlamın-|
dadır. Yani onların kalpleri, hayret ve dehşetin şiddetinden ötürü akıl
ve idrakten boşalmıştır. Ne yapacaklarım bilemezler. Bu yüzden bu kelime,
korkaklar ve ahmaklar için, «kuvvet ve basireti
yoktur» şeklinde kullanılır, tbn Ctireyc, kalplerinin hayırdan boşaldığını
söylemektedir.
tbn Cübeyr'den rivayet
olunduğuna göre, Heva onların içle-lerinde ta boğazlarına kadar dolaşmakta,
istikrar edeceği bir yer bulamamaktadır. (îbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Münzir)
(44) «İnsanları
azabın kendilerine geleceği günden korkut...» Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki hitap Hz.
Feygamber'edir. Allah Teâlâ, onlarm azabının niçin ertelendiğini belirttikten
sonra, Hz. Peygamber'e onları uyarmasını emretmiştir.
«İnsanları» tabiriyle
kastedilen kâfirlerdir. Daha önce onlar hakkında «Zalimler» tabiri
kullanılmıştı.
«Enzim (korkut) lâfzı
«imar» kökünden gelir ve kâfirler için kullanıldığı gibi, başkaları için de
kullanılabilir. Nitekim başka bir ayette «Sen ancak zikre tâbi olanı
uyarabilirsin (korkutabilirsin)» şeklinde, «inzar» müminlere atfen de
kullanılmıştır.
«Onlara azabın
geleceği gün»; akılların selbolunduğu, insanların dehşete düştüğü belirli bir
gün, Kıyamet Günü'dür.
Bazı müfessirlere
göre, bu onlarm sekeratla azap görüp de öldükleri gündür. Yani meleklerin «size
müjde yoktur» sözlerine muhatap oldukları veya acele gelen azapla helak
oldukları gündür.
«Zalimler derler ki»
lâfzı yerine, Allah Teâlâ «onlar derler ki»
dememekle, onların duçar oldukları felâketlerin sebebinin zulüm
olduğunu iş'ar buyurmuştur.
Cübbai ile Ebu
Müslim'e göre ibarenin anlamı, «onlardan zulmeden kâfirler dediler ki»
şeklindedir.
Bazı müfessirlere
göreyse, şirk ve peygamberleri yalanlama yoluyla zulmeden herkes buradaki
genellemeye dahildir.
«Bizi ertele»; yani
bizden azabı (veya azabımızı) ertele. Dan-hak ve Mücahid'e göre, onlar dünyaya
geri gönderilmelerini ve bir zamana kadar kendilerine mühlet verilmesini
istemişlerdir.
Bazı müfessirlere
göreyse, onlar azabın kaldırılmasını ve teklif haline dönüştürülmesini kısa
bir süre için istediler ki o süre içinde Allah'ı razı edecek amellerde
bulunabilsinler.
«Senin davetine
uyalım»; yani sana ve tevhide çağıran kimseye uyalım veya peygamberlerinin
diliyle bizi çağırdığına uyalım. Bu cümle, zalimlerin Kıyamet Günü'nde
peygamberlerin peygamberliklerini kabul edeceklerini iş'ar etmektedir.
«Peygamberlere tâbi
olahm»; yani onların getirdiklerine tâbi olalım ye kusurlarımızı telafi etmeye
çalışalım.
Burada «Peygamberler»
tabiri kullanılmıştır. Bu, ya bütün peygamberlerin tevhid üzere ittifak
ettikleri, ya Hz. Muhammedi reddetmenin tüm peygamberleri reddetmek demek
olacağı ya da burada sözkonusu edilenin sadece Hz. Muhammed'i yalanlayanlar
olmayıp, tarih boyunca peygamberlere karşı gelen ümmetler olduğu şeklindeki
bir anlamı ihsas eder. Bu takdirde, her ümmetin tevhid ve peygamberlerine tâbi
olmayı va'dettikleri anlaşılır.
«Daha Önce sizin için
bir zeval olmadığına dair yemin etme' mis miydiniz?» cümlesi onları kınamak ve
susturmak içindir. Yani dünyada size süre tanınmadı mı ve siz de o zaman
çılgınlık yaparak, hamakat ve cehaletinizi sergileyerek dillerinizle bu sözü
söylemediniz mi? Elbette lisan-ı hâl ile bunu söylediniz. Çünkü fiilleriniz
buna delâlet etmektedir. Yıkılmaz saraylar ve kâşaneler inşa etmiştiniz, uzun
emeller besliyordunuz. Kendi kendinize hiçbir zaman «Biz bu halimizle
şiddetlere doğru gideceğiz» demediniz.
Bazı rivayetlerde de
varid olduğu gibi, ateş ehline verilecek cevaplardan birisi de budur.
Beyhaki'nin Muhammed b. Kat> el-Ku-razi'den rivayet ettiğine göre,
cehennemliklere beş çağrı yapılacaktır. Allah Teâlâ, onların dördüne cevap
verir. Onlara beşinci çağrı yapıldıktan sonra, onlar artık ebediyyen
konuşamazlar. Şöyle ki, onlar;
«Rabbimiz bizi iki kes
Öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi şu ateşten
çıkmak için bize Mr yol var mı? derler» (Mümin: 11)
Allah Teâlâ da şöyle
cevap verir:
«Bu duruma düşmenizin
sebebi şudur. Tek Allah'a çağırıldığınızda inkâr ettiniz. O'na ortak koşulunca
inanırsınız. Artık hüküm o yüce ve büyük olan
Allah'ındır.» (Mümin: 12)
Bu sefer onlar şöyle
bir istekte bulunurlar:
«Ey Rabbvmiz! Gördük,
duyduk. Bizi döndür ki iyi İşler yapalım. Artık kesin olarak inandık». (Secde:
12)
Allah Teâlâ şöyle
cevap verir:
«Şimdi, bu gününüzle
karşılaşmayı unutmanızın cezasını tadm! Şimdi biz de sizi unuttuk.
Yaptıklarınızdan ötürü ebedi azabı tadın.» (Secde: 14)
Onlar sonra şu istekte
bulunurlar:
«Rabbimiz! Bizi
(buradan) çıkar. (Önce) yaptığımızdan başkasını yapalım.» (Fatır: 37)
Cevaben Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
«Nasihat alacak
olanın, nasihat alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da
geldi. Fakat siz inanmadınız. O halde (azabı) tadın. Zalimlerin yardımcısı
yoktur». (Fatır: 37)
Onlar şöyle derer:
«Rabbimiz bizi yakın
bir süreye kadar ertele de, senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi
ofato»~{îbrahim: 44)
Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
«Daha önce sizin için
bir zeval olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?» (İbrahim: 44)
Onlar da sonra şöyle
der:
«Rabbimiz
bahtsızlığımız bizi yendi. Biz sapık bir topluluk olduk. Ey Rabbimiz, bizi
buradan çıkar. Eğer bir daha yaptığımız kötü işlere dönersek, demek Td artık
biz zalimleriz». (Müminun: 106/107)
Cevaben Allah Teâlâ
şöyle buyurur:
«Sinin orada! Benimle
konuşmayın». (Müminun: 108)
Kâfirler bu hitaptan
sonra artık hiç konuşamazlar. Onlardan feryad ve figandan başka bir ses çıkmaz.
İşte o zaman onların ümidi tamamen kesilir. Bazıları diğerinin yüzüne havlayıp
durur. Cehennem onların üzerine kapanır.
Ya Rabbi! Senin
gazabından yine sana sığınırız. Senin azabından sana iltica ederiz. Bizi salih
amel işlemeye bugünümüzde de, yarınımızda da muvaffak kıl. Emir elimizden
çıkmazdan önce, seni razı edecek amellerle sana yaklaşmak istiyoruz. Bizi
bundan mahrum etme!
(45) «Siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında...» Bu
Ayetin Tefsiri
«Kendilerine
zulmedenler» ile kastedilen, bazı müdekkiklerin de ifade ettiği gibi ya helak
olmuş tüm ümmetlerdir veya o ümmetlerin ilkleri olan Nuh ve Hud kavimleridir.
Bu hitap daha sonra gelecek olanların hali nazar-ı itibara alınarak
yapılmıştır.
«Size birçok misaller
de vermiştik»; yani size bu misalleri Kur'an'da ve peygamberlerin diliyle
açıkladık. Daha Öncekilerin yaptıklarını ve onların başlarına gelenlerin
mahiyetini belirtmek suretiyle ibret alın, yaptıklarınızı onların
yaptıklarıyla, size verilenlerle onlara verilenleri mukayese edin, acil azabın
hululünden, gelecek azaba intikal edin, içinde bulunduğunuz küfür ve isyandan
kaçının diye bu misalleri sizlere açıkladık.
«Emsal» kelimesi
«Mesel»in çoğuludur ve «benzetme» anlamındadır. Yani, sizlere onların küfür ve
azaptaki durumlarını bildirdik.
(46) «Onlar
tuzaklarım kurdular. Oysa...»Bu Ayetin Tefsiri
«Onların tuzakları
Allah'ın batındaydı»; yani onların tuzaklarının cezası Allah'ın katındadır.
Veyahut onların tuzakları Allah'ın katında yazılıdır. Bu, Allah'ın bilgisi
dahilindedir. Yani onların tuzakları sonuçta Allah'ın iznine, dilemesine bağlıdır.
O izin vermedikçe hiçbir hile, tuzak sonuç vermez. Ya da, Allah'ın onların
başına getireceği ceza (ki tuzak şeklinde ifade edilmiştir) kendi katındadır ve
onlara tatbik edecektir. Onların tuzakları şiddet ve metanette dağlan yerinden
oynatacak derecede olmasına rağmen, Allah'ın iznine bağlı olduğundan, O izin
vermedikçe hiçbir şey olmaz.
Hasan Basri ve bir
gruptan gelen rivayete göre, «İn kâne» lâfzının başındaki «İn» olumsuzluk
belirtir. «Litezûle»nin başındaki «lâm» harfi ise lâm-i cuhuddur. «Kâne» ise
nakıs değil, tam fiil olarak kullanılmıştır. «Dağlar» ile kastedilen Allah'ın
ayetleri, şe-riatleri ve peygamberler eliyle vuku bulan dağlar gibi kuvvetli mucizelerdir.
Allah Teâlâ onların hilesini tahkir etmektedir. O hile İle ayetler ve nübüvvet
sökülüp atılamaz.
«Kdne»nin nakıs
olması, haberinin ise mahzuf veya kendisinden sonra gelen fiil olması da
mümkün görülmüştür. Bu kanaat, îbn Mesud'dan gelen şu rivayetle teyid
edilmiştir. îbn Mesud «İn kâne» yerine «Vema kâne» olarak okumuştur. Bu takdirde
mânâ «olmadı» anlamını kazanır.
«Dağlar»xn Kur'an'ın
emirlerinden kinaye olması mümkün değildir. Çünkü helak olan tuzak
sahipleridir. Onları ıslaha çalışanlar, yani peygamberin muhatapları değil.
Bazıları «tuzak kurdufar» cümlesindeki zamirin Hz. Peygamber'in (s.a)
muhataplarına, inzar edilenlere raci olduğunu söylemişlerdir. «Tuzaklart» ile
kastedilenin, «Hani sana tuzak kurmaya yeltenmişlerdi» ayetindeki
peygamberlere karşı tatbik edilen hilelerin çeşitlerinden olduğu
söylenilmiştir. Bu takdirde «Gerçekten tuzak kurdular» cümlesi mukadder bir
kavlin hali olur. (Ayrıntı için Alusi'nin, Razi'nin ve Ebu Hayyan'ın
tefsirlerine başvurulabilir).
«Onların tuzakları»
ifadesiyle onların şirkleri de kastedilebi-lir. Nitekim îbn Cerir îbn Abbas'tan
böyle rivayet etmiştir. Bu takdirde «Dağlar» lafzı gerçek anlamıyla anlaşılır.
Ebu Hayyan, tefsirinde
şöyle demektedir:
«Ayetten zahir olarak
anlaşılan şudur: Dağların yerlerinden kaldırılması, Kureyş'in hileleri için
ortaya konan bir darb-i meseldir. Dağlar kaymazlar. Onların hilelerini yermek
hususunda ilahî bir mübalağadır bu.
Meselâ bir rivayet
nakledilir. Güya kocası tarafından itham edilen bir kadın yemin ettiği için bir
dağ yerinden kayar. Kim o dağın üzerine yemin etse, derhal ölürdü. Kocası onu
yemin etmek üzere o dağa götürdü. O da kendini binekten yere atmak suretiyle
hile yaptı. Kadın daha önce itham edildiği kimseye, binekten kendisini atacağı
yerde bulunmasını istemişti. Kadın kendini yere attıktan sonra, kocasıyla o
kimse onu tekrar bineğe bindirdiler. Kadın dağın üzerinde «ikinizden başka
kimsenin bana eli dokunma-mtştır» diye yemin etti ve sağlam olarak dağdan indi.
Sabah olduğunda da dağ yerinden kaydı. Bu kadın Adnan kabilesinden idi.»
Müdekkik alimler bu
tarzdaki rivayetlerin aslı-astan olmadığını söylemektedir.
Nemrud b. Guş b. Kenan
veya Buhtunnasr hakkında da rivayet edilen bir kıssa vardır. Bunlar güya nasr
denilen kuşların üzerine tahtırevan yaparak, göğe yükselmişlerdir.
Bazıları da, «Dağfar»
ile İslâm ve Kur'an'ın, «Mekr/Tuzak» ile de onların oradaki ihtilaflarının
(yani sihirdir, şiirdir, yalandır şeklindeki sözlerinin) kastedildiğini
söylemişlerdir.
Ancak bu yorumlar
Kur'an'm zahirinden uzak yorumlardır. Hele nasr kuşları hakkındaki kıssa
Kur'an'm ruhundan çok uzaktır. Nitekim Kadı Beyzavi, bu tür yorumlarda
tehlikenin pek büyük olduğunu, akıllı bir kimsenin bu tür yorumlara itibar
etmeyeceğini, bu hususta güvenilir, sahih bir hadisin varid olmadığını ve
ayeti de böyle yorumlamaya gerek bulunmadığını söylemektedir.
(47) «Allah'ın
peygamberine verdiği sözden...» Bu Ayetin Tefsiri
«Allah'ın peygamberine
verdiği söz», «Muhakkak biz peygamberlerimize yardım ederiz» ve «Ben ve benim
gibi peygamberlerin geleceğini Allah yazdı» şeklindeki sözlerdir ki bunlar
Kur'an'da geçmektedir. Yine Allah Teâlâ, başka bir ayette, «Allah va'dine
muhalefet etmez» diye buyurmaktadır. Allah Teâlâ'mn herhangi bir kimseye
verdiği va'dden dönmeyeceği sabit olunca, peygamberlerine vermiş olduğu
va'dden döneceği hiç düşünülebilir mi? Çünkü bu hitap Hz. Peygamber'edir.
Yani, «Ey Muhammedi Ben peygamberlerime yardım edeceğim, kelimemi yayacağım,
katımda hak din olan İslâm'ı galip getireceğim» gibi va'dlerimde, «Allah va'dine
muhalefet eder mi?» diye bir zanna kapılma! Çünkü O, peygamberine ve
dostlarına yardımcı ve düşmanlarını helak edicidir.
Hitap Hz.
Peygamber'edir ve fakat kastedilen müminlerdir. Bu ayet Hz. Muhammed'e ve
müminlere ilahi bir teselli ve teminattır. Şöyle ki: Allah peygamberlere
verdiği sözden caymamıştır. O halde peygamberimize ve onun ümmetine verdiği
sözden de caymayacak ye mutlaka onu yerine getirecektir. Çünkü O'nun va'dini
yerine getirmesine hiçbir engel yoktur. Herkesten güçlüdür ve istediği anda
intikam alacak kuvvete sahiptir.
[37]
(48) «{Zikret
o günü) ki o gün yer başka yerle...»Bu Ayetin Tefsiri
Tebdil ve değiştirme
bazen zatta olur. Nitekim Allah Teâlâ bir ayetinde, «O derilerden başka
derileri onlara giydiririz» buyurmuştur. Değişme bazen sıfatta olur. Nitekim
«Halkayı yüzük yap-Um» denir. Yani değişen zatı değil sıfatıdır. Bir ayette,
«Allah onların seyyiatlarını hasenelere tebdil ediyor» buyurulmuştur. Yani
sıfatlarını tebdil etmektedir.
Buradaki tebdilin
zatta mı, sıfatta mı olduğu konusunda ayet bunlardan biri için kesinlik ifade
etmez ve sonuçta iki ihtimal vardır. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre,
«yer ve göklerin tebdili» ile kastedilen onlarda fazlalık ve eksiklik
olmamasıdır. Kıyamet Günü'nde yerin tüm tepeleri, dağlan, vadileri, ağaçları
ve içinde bulunan her şey buna girer. Tıpkı deri gibi uzar, dümdüz bir hale
gelir. Onda ne bir engebe, ne de bir tepe bulamazsın. Göklerin tebdili de
güneşinin, ayının ve yıldızlarının gitmesidir. Yani ne yer ne de gök bugünkü
durumunda kalır.
Îbn'ul-Enbari'ye göre,
göklerin tebdiliyle kastedilen, Allah Te-âlâ'nın onları dürmesidir. Bir defa
eritilmiş kurşun gibi yapar, bir defa da çiçek gibi yapar.
Hz. Ali'den rivayet
edildiğine göre, yer gümüşe, gök te altına dönüşür. (İbn Ebi Dünya, îbn Cerir)
Mücahid'den rivayet
olunduğuna göre, yer ve gök .altın gibi olur. îşte tebdilin anlamı budur.
(İbn'ül-Münzir).
tbn Mesud şöyle
demiştir: «Yer başka beyaz bir yerle değiştirilir. Sanki bu yeni yer bir altın
külçesidir. Orada herhangi haram bir kan akıtılmamış ve orada bir hata, bir
isyan ve günah işlenmemiştir».
îmam'a göre, yerin
tebdilinden maksat onun cehennem, göklerin tebdilinden maksat da onun cennet
olmasıdır.
Bu görüş hiç te uzak
bir ihtimal değildir.
Cennet Üe cehennemin
şu anda yaratılmış bulundukları söylenerek İmam'a itiraz edilmiştir. İmam
tarafından bu itiraz ise şöyle cevaplandırılmıştır: Cehennem ve cennetin şu
anda maddesi yaratılmıştır, şekilleri o zaman halledilecektir. Şu anda bir kısmı
mahlûk da olabilir. Kıyamet'te yer ve gök o kısımlarını teşkil edeceklerdir.
Bazı rivayetlerde
îmam'ı destekleyen mânâlar varid olmuştur. Ubey b. Kaş'tan rivayet olunduğuna
göre, «Gökler cennete dönüşür, denizin yeri ateşe, yer küresi de başka bir
küreye tebdil olunur». (İbn Cerir, İbn Kbi Hatim).
tbn Mesud'dan rivayet
olunduğuna göre, «Kıyamet Günü'nde yer, ateş olur». (îbn Cerir).
Yerin tebdili hakkında
başka rivayetler de vardır. Meselâ, îbn Cübeyr'den rivayet olunduğuna göre «Yer
beyaz bir ekmek ile değiştirilin Mümin iki ayağının altından, ondan alır ve
yer» (îbn Ce-rir).
Bunun benzeri bir
rivayet Muhammed b. KaT) el-Kurezi'den nakledilmiştir. Beyhaki de İkrime'den
aynı rivayeti nakletmiştir.
Ebu Eyyub'un azatlısı
Eflah'tan rivayet olunduğuna göre, bazı Yahudiler Hz. Peygamber'e (s.a) arzın
ne ile değiştirileceğini sorduklarında, Hz. Peygamber (s.a) «Bir ekmekle» diye
cevap verir. Yahudi; «Babam sana feda olsun, o dermekedir» der. Hz. Peygamber
tebessüm ederek; «Allah Yahudiyi Öldürsün! Dermekenin ne olduğunu biliyor
musunuz? O ekmeğin ufaltümıştdır, özüdür» diye buyurur. (îbn Merduveyh)
Bazı müfessirlere göre
tebdil yeryüzünde olur. Her grup için kendi durumlarına uygun bir tadilat
yapılır. Müminlerden bir grup ekmek üzerinde olur ve Ondan yerler. Kâfirlerden
bir grup ise ateş üzerinde* olurlar. Arzın herhangi bir şeyle değiştirilmesi
onun yoktan var edilmesinden daha güç değüdir.
Bazılarına göre önce
yerin sıfatı, sonra da zatı değişir. Yani burada iki değişme sözkonusudur.
İkinci değişme, yer üzerinde işlenenleri Allah huzurunda açıkladıktan sonra
vuku bulur. Yer ve gökte çeşitli şekillerde, çeşitli tebdilatin olmasında bir
engel sözkonusu değildir. Nitekim Hz. Aişe'den gelen bir hadiste, «Yerin
değiştirilmesi gününde, insanlar köprü üzerindedir» buyurul-muştur. (Müslim)
Sevban'dan rivayet
olunduğuna göre, bir Yahudi Hz. Peygamber'e, «yer başka bir yerle
değiştirileceği zaman insanlar nerede bulunacaktır'!» diye sorduğunda Hz.
Peygamber (s.a) cevaben; «Köprünün yanındaki karanlıkta» diye buyurur.
(Müslim)
Muhtemelen buradaki
tebdil ile özel bir değişme kastedilmektedir. En doğrusunu Allah bilir.
Ebu Said el-Hudri'den
rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur.
«Kıyamet Günü'nde yer
bir tek ekmek olur. Allah Teâlâ, onu elden ele evirip çevirir. Tıpkı herhangi
birinizin sofrasındaki ekmeği evirip çevirmesi gibi. Allah Teâlâ bunu cennet
ehline ziyafet olarak yapar. (Buhari, Müslim). Yani Allah Teâlâ, yeri bir kete
haline getirir ve bu da cennet ehli için ziyafet yemeği olur. Allah her şeye
kadirdir».
(49-51) «O
gün suçlular bağlanıp kelepçelenmiş...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani suçlular
birbirlerine bağlanmış olarak getirilir. Zincirlere ve bukağılara
vurulmuşlardır.
İbn Abbas, her kâfirin
Kıyamet Günü'nde bir cin şeytanı ile bağlanacağını söylemiştir.
Ebu Zeyd'e göre,
elleri ve ayaklan boyunlarına bağlanır. İbn Kuteybe'ye göre bir kâfir, diğerine
bağlanır.
«Esfâd», zincir ve
bukağılar, «Katıran» ise bilinen katran, zift demektir. Uyuz hayvanların
yaralarını gidermek için sürülen maddenin adıdır Katran. Onların iç gömlekleri
katrandandır. Çünkü katran ateşin derilerde daha gür bir şekilde yanmasına
vesile olur. Allah Teâlâ onları şiddetle yakmak isterse, buna kadirdir. Fakat
maksat onların bildiği bir şeyle onlan korkutmaktır.
İklime ile Yakub,
ibareyi «Katrınanın» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde, «Kotra eritilmiş
bakır, «An» da ısısı gitmiş, eritilmiş bakır demektir. Eritilmiş ve ısısı
gitmiş bakırdan onlara iç gömlek giydirilir.
Beyzavi'ye göre onlara
katrandan gömlek giydirilmesinin anlamı, bedenlerinin gömlek gibi katranla
sıvanması demektir ki, katranın yakıcılığı, renginin vahşeti, pis kokusu ve
ateşin bedene yayılması hızla vuku bulsun .Ateş onların yüzlerini kaplar ve yüzleri
de yanmaya başlar. Bunun nedeni her mücrimin yaptığıyla cezalandırılmasına,
işlediğinin karşılığını görmesine matuftur. Her ne kadar burada itaat eden kimseler
sözkonusu edilmemişse de, Allah Teâlâ'nın mücrimlerin suçları sebebiyle ceza ve
durumlarım beyan etmesinden, müminlerin de itaatleri nedeniyle sevap
alacakları anlaşılmaktadır.
[38]
(52) «Bu (Kur'an) insanlara bir tebliğdir...» Bu Ayetin
Tefsiri
«Hazâ» (Bu) lafzı,
Kur'an'a veya bu sureye ya da Kur'an'daki azamet ve uyanlara işaret etmektedir.
«Belağ» kelimesi
masdardır ve tebliğ anlamına gelir. Yani bu Kur'an'da insanlar için tebliğ ve
vaz-u nasihat vardır. Kur'an insanlar tehlikelere karşı uyarılsınlar, Allah'ın
ancak bir tek mabud olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünsünler diye
bir belağ (tebliğ) olmuştur.
Allah Teâlâ bü ayette
tebliğin üç yararını beyan etmektedir. Kitapların indirilmesindeki hikmet ve
gaye şu üç yaran temin eder:
1) Peygamberlerin
insanlan tekmil etmeleri için ki «Bununla uyartlsınlar» ifadesiyle bu hususa
işaret edilmektedir.
2) Onlar
nazari kuvvelerini kullansınlar. O kuvvenin kemali Allah'ın marifetine
bağlıdır. Bu hususa «Bilsinler»
ifadesiyle işaret olunmuştur.
3) Takva
elbisesine bürünmekten ibaret olan ameli kuvveyi İslah etmek isteği ki bu
hususa da «Düşünüp öğüt alsınlar» ifadesiyle işaret olunmuştur.
«Akil sahipleri» ile
kastedilen, vehmin şaibelerinden arınmış kimselerdir. Bu ayetin Hz. Ebubekir
hakkında nazil olduğunu bildiren yorum, bu tesbitle çatışmaz.
Surenin sonu ile başı
birbirine uygundur. Çünkü başta; «Elif, Lam, Râ. Bu Kur'an Rablerinin izniyle
insanları karanlıklardan aydınlığa, Aziz - Hamid olan Allah'ın yoluna çıkarman
için sana indirdiğimiz Kitab'tır» denilmiştir.
(Burada 13. cüz son
bulmuştur. Hicr Suresi'yle birlikte 14. cüz başlamaktadır).
[39]
— İBRAHİM SÜRESİ'NÎN SONU —
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/59-60.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/62.
[3] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 13, sh: 183
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/63-76.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/78.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/79-80.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/80-82.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/82-84.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/84-86.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/86-89.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/91.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/92.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/92-94.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/94-95.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/95-101.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/103.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/104-105.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/105-113.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/115.
[20] Said Havva, el-Esas fi't-Tefsir, cilt: 5, sh: 2803
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/116-118.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/119-120.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/121-123.
[24] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 13 sh: 225
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/124-128.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/130.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/131-132.
[28] Ebussuud Efendi, İrşad'ul-Akl'is-Selim, cilt: 5, sta:
347
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/132-139.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/139-141.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/141-143.
[32] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 13, sh: 240
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/144-147.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/147-149.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/149-152.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/154.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/155-164.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/164-168.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
9/168-169.