İBRAHİM      SÛRESİ 3

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 3

Meali: 3

İlgili Hadîsler. 3

İlâhî Şifreler. 3

Kur'ân'dan Amaç Nedir?. 3

Göktekiler Ve Yerdekiler Allah'a Aittir. 4

İnkâr Karanlığındaki Körlüğün Belirtileri 4

Her Peygamber, Kendi Kavminin Diliyle Gönderilmiştir. 5

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali: 6

İlgili Hadisler. 6

Uyarılar Arasında Benzerlik. 6

Gösterilen Mucizeler. 7

Allah'ın Günleri 7

Musa Peygamber Dokuz Âyetle Gönderilmişti 7

Allah'ın Günleri 8

Musa Peygamber Dokuz Âyetle Gönderilmişti 8

Çok Sabır Ve Çok Şükür. 9

Musa Peygamberin Kendi Milletine Son Uyarisi 9

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

Küfür Ve Ahlâksızlıkta Israr Edenler    Uyarılır. 11

Kur'ân'da Gelip Geçen Ümmetlerden Ancak Az Bir Kısmına Yer Verilir  11

Allah'ın Varlığını İsbat Eden Üç Delil 12

Bu Durumda Peygambere Düşen Görev. 12

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali; 13

Zulmün Sınırı 13

İlâhî İnayetin Tecellisi 13

Mutlu Sonuç Neyin Mükâfatı İdi?. 14

İnatçı Zorbanın Âhiretteki Ceza Tablosundan    Bir Köşe. 14

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali: 14

Allah'ı İnkâr Eden İlim Adamları 14

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 15

Gökler Ve Yer Hak İle Yaratılmıştır. 15

Hak Kavramı Neyi Hatırlatıyor?. 16

Meali: 16

Cehennem'den Bir Tablo. 16

İblisin Mahiyeti Nedir?. 17

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meali: 18

İlgili Hadîsler. 18

İmanın Karşılığı 18

Neden Selâm.. 19

Güzel Söz. 19

İman İle Amel 19

Tasavvufî Yönü. 20

Fena Söz, Kötü Ağaca Benzer. 20

Kavl-İ Sabit (Sabit Bir Söz) 20

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali; 21

İlgili Rivayetler. 21

Nimeti Küfre Değiştirmek. 22

Halkı Allah Yolundan Alıkoymak. 22

Dostlukların Sona Ereceği Gün. 22

Âyetler Arasında Bağlantı 23

M E Â L İ : 23

İlgili Hadîsler. 23

Allah'ın Varlığını Ve Kudretini Yansıtan Belgeler. 24

Âyetler Arasında Bağlanti 25

Meali: 25

İlgili Hadîsler. 26

Güzel Bir Rivayet 26

Güvenli Şehir   :   Mekke. 26

Ziraata Elverişli Olmayan Bir Vadi 27

Gönüllerin Mekkeli'lere Meylettirilmesi 27

Mekkeli'lerin Bazı Ürünlerle Rızıklandırılması 27

İsmail İle İshak'ın Verilmesi 27

Duada Tertip. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali: 29

İlgili Hadîsler. 29

İbrahim Peygamberin Duası Ve Azabın Geciktirilmesi 29

İlâhî Rahmet Gereği Bir Başka Uyarı 30

Âhiretteki Pişmanlık Neye Yarar?. 30

Mazeret Beyanına Yer Yoktur. 30

İnkarcı Azgınların Kurdukları Tuzak. 30

Allah'ın Verdiği Söz. 31

Göklerin Ve Yerin Düzen Değiştirmesi 31

Bedenlerin Düzen Değiştirmesi 31

Zalimlerin Gömlekleri Katrandandır. 32

Allah Herkese Elde Ettiğinin Karşılığını Verir. 32

Kur'an İlâhî Mesajdır. 32

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


İBRAHİM      SÛRESİ

 

Bu sûre, ismini, içinde kıssası anlatılan İbrahim Peygamber'den (A.S.) alır. 29 ve 30. âyetleri dışında tamamı Mekke'de inmiştir.

Âyet sayısı    : 52

Kelime »         : 861

Harf      »          : 3434[1]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Gökleri ve yeri örneksiz ve benzersiz yaratan Allah'ın varlığı, bir­liği işlenir. Ortağı bulunmadığı belirtilerek Tevhit İnancı telkin edilir.

2—  Dünya'yı kendilerine tek amaç seçip onunla oyalanan inkarcı mad­decilerin âhiretteki acıklı durumları tasvîr edilir.

3—  Her peygamberin kendi kavim, ya da milletinden seçildiği ve on­ların diliyle irşat ve tebliğde bulunduğu anlatılır.

4—  Peygamberi ve arkadaşlarını teselli etmek,  müşrikleri  uyarmak için gelip gecen ümmetlerin tutumlarından, onlara gönderilen peygamber­lerin çetin mücadelelerinden ibretli safhalar, öğüt alınacak tablolar açıklanır.

5—  İnkârda ısrar edip haksızlıkta bulunan müşriklere va'dedilen azap­tan ve kıyamet gününde görecekleri muameleden söz edilir, Mü'minlere va'dedilen Cennet ve ondaki sonsuz nimetlerden bir kısmı anlatılır.

6—  İbrahim Peygamberin (A.S.) duası nakledilerek örnekler verilir.

7—  Azabın   suçlu   günahkârlara   hemen  verilmeyip   geciktirilmesinin hikmetine işaret edilerek, İslâm'ın mutlaka başarıya erişeceğine atıflar ya­pılır, müjdeler verilir. Sonra da azgın inkarcıların Cehenemdeki acıklı hal­leri, cok duyarlı bir anlatımla belirtilir.

8—  Böylece ölmeden önce dönüş yapıp imân etmek isteyenler için Allah'ın tevbe kapısının hep acık bulunduğu dolaylı şekilde hatırlatılır. [2]

 

Meali:

 

1—  Elif -Lâm- . Bu Kitâb'ı, Rablarının izniyle, insanları karanlıklar­dan' aydınlığa, O yegâne üstün ve övülmeğe lâyık olanm yoluna çıkarman için sana indirdik.

2—  (O övülmeğe lâyık olan) Allah ki, göktekiler de, yerde olanlar da O'nundur. Çok şiddetli azabından da vay o kâfirlere!

3— Onlar ki Dünya hayatını sever, Âhiret'e tercih ederler; Allah'ın yo­lundan alıkoyarlar da onu eğri göstermek isterler. İşte onlar uzak bir sapık­lık içindedirler.

Biz, her peygamberi, onlara açık-seçik anlatsınlar diye kendi mil­letinin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır; dilediğini doğru yola iletir. O çok üstündür, çok güçlüdür; yegâne hikmet sahibidir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah gönderdiği her peygamberi kavminin diliyle göndermiştir.» [3]

«Bana beş haslet verildi ki, onlar benden önce hiçbir peygambere ve­rilmemiştir :

1.  Bir aylık mesafeye kadar korku salmakla yardım gördüm.

2.  Yeryüzü bana mescit ve temiz kılındı, (veya temizleyici kılındı).

3.  Ganimet bana helâl kılındı, benden önce (hiçbir peygambere) helâl kılınmamıştır.

4.  Şefaat (yetkisi) bana verildi.

5.  (Benden) önce gönderilen her peygamber yalnız kendi kavmine gön­derilmiştir. Ben ise, bütün insanlara gönderildim.» [4]

 

İlâhî Şifreler

 

Elif- Lâm -: Diğer sûrelerin başında olduğu gibi, bunlar da Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir. Aynı zamanda sûrenin özeti, ana giriş kapısı anlamında birtakım işaretlerdir. Allah daha iyisini bilir. [5]

 

 

Kur'ân'dan Amaç Nedir?

 

«Bu kitabı, Rablarının izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, O yegâne üstün ve övülmeğe lâ­yık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik.»

İlgili âyetle, Hz. Muhammed'e (A.S.) indirilen kitabın ne amaçla indirildiği belirleniyor ve bu dört madde halinde özetlenerek açıklanıyor

1—  Kur'ân, bilgisizliğin, inkâr ve azgınlığın, zulüm ve haksızlığın ge­tirip yaydığı karanlıklara. Tevhit nuruyla, risâlet güneşiyle gidermek, insan­ları bu karanlıklardan çıkarıp kurtarmak için indirilmiştir.

2—  Kur'ân sadece insanları karanlıklardan çıkarmakla kalmaz, on­ların kalp ve kafalarına Allah'ın varlığını, birliğini, kudretinin sınırsızlığını, rahmetinin genişliğini işlemek üzere gönderilmiştir.

Böylece Kur'ân cehaletin, inkâr ve ahlâksızlığın karanlık bulutlarını kaldırırken, ilmin, ahlâkın, fgzjlet ve adaletin; hakseverlik ve yardımda bu­lunmanın meşalesini gönüllerde yakmayı ihmal etmez.

3—  Kendilerini ilâhî maarifin bu düzeyine getirenlere, yegâne üstün­lüğün Allah'a ait olduğunu ve övülmeğe de ancak O'nun lâyık bulunduğu­nu, KitabMübîn ibâdet ambalajı içinde takdim eder.

4—  Peygamberin (A.S.) kendisine indirilen bu kitabı, belirtilen gaye ve amaç doğrultusunda teblîğ etmek ve irşatta bulunmakla görevli bulun­duğunu yine kitabın kendisi açıklar.

İlâhî anlatımın bu yüksek üslûbu, Kur'ân'ın bir bakıma Allahça oldu­ğuna binleroe belgelerden bir belge olarak aklımıza, mantığımıza ve vic­danımıza seslenmektedir: Peygamberin cihanşümul görevi ve hizmeti iki kısa cümleye sığdırılarak özetlenmiştir. Beşerde böylesine güçlü ve kap­samlı ifade kudreti yoktur. [6]

 

Göktekiler Ve Yerdekiler Allah'a Aittir

 

«(O övülmeğe lâyık olan) Allah ki, göktekiler de ve yerde olanlar da O'nundur.»

İnsan için bulunduğu yer ve görebildiği açı gereği iki şey daha be­lirgindir : Gökler ve yeryüzü. Göklerden maksat, uzayda serpiştirilmiş mil­yarlarca yıldız, sistem ve gezegenlerdir. Ancak bunlardan pek azını müşa­hede edebiliyoruz. Zira yapılan bilimsel tesbitlere göre,' dünyaya henüz ışığf ulaşmayan yıldızlar vardır. Kâinatın büyüklüğü, üzerine kurulduğu plânın mükemmelliği, Yüce Yaratan'ın öncesiz ve sonrasızlığına açık delil­dir. Aynı zamanda O'nun ilim ve kudretinin sınırsızlığının bir başka belge­sidir. Eserin kusursuzluğu ve güzelliği, şüphesiz ki sanatkârın gücünü ve yeteneğini simgeler ve her eser, mutlaka sanatkârının kudret damgasını

taşır. Konu bu açıdan incelendiğinde, biz insanlara göre, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Her varlık onun eseri, her düzen O'nun plânının gereği, her sistem O'nun kudretinin tezahürüdür.

Gerçek bu olunca, ilgili âyetle şu inceliğe kapı açılmakta ve hakikati daha iyi anlayabilmemiz ilham edilmektedir. Şöyle ki: Çevremizde rastla­yacağımız düzensiz taş, toprak yığınları için, «bunlar falan mimarın eseri­dir» diyemeyiz. Çünkü mimarın bilgi ve yeteneğini, plân ve düzenlemesini yansıtan hiçbir delil ortada mevcut değildir. Eğer kâinat da plânsız, prog­ramsız, dağınık, ölçüsüz ve düzensiz bir karmaşalık içinde olsaydı, onlara bakıp da, «bunların hepsi Allah'ın eseridir, O'nun kudretinin düzenlemesi­dir» diyemezdik. Aynı zamanda Kur'ân'da da böyle bir âyete yer verilme­mesi gerekirdi. Oysa bu kutsal kitabın otuzdan fazla yerinde göklerin, ye­rin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Allah'a ait olduğu belirtilmiştir. Bu, kâinatta mutlak bir düzenin bulunduğu, mükemmel bir plâna göre hazır­landığı, kusursuz programlara göre yürütüldüğünü bize öğretmeğe yöne­lik ilâhî beyânlardan bir kısmıdır. Uzaklara gitmeye, uzayın derinliklerine dalmaya gerek yok; sadece Güneş Sistemi'ni ele aldığımız ve Güneşe bağlı bulunan dokuz gezegenden biri olan Dünya'nın düzenli hareketlerini, izlediği yörüngeyi, kutuplarda basık, ekvatorda şişkin olduğunu, Güneşin etrafında dönerken 23 derecelik bir meyil gösterip bazan kuzey yarımkü­resini Güneşe doğru yaklaştırıp güney yarımküresini uzaklaştırdığını, ba­zan da bunun aksini yaptığını ve bütün bunları belli bir program ve mate­matiksel inceliklere göre devam ettirdiğini, böylece gece ve gündüzün, mevsimlerin meydana geldiğini düşünürsek, kâinatın başıboş, düzensiz, gayesiz, hesapsız, kitapsız taş, toprak yığınları olmadığını anlar ve her sistem ve dengede Allah'ın damgasının bulunduğunu görmekte gecikmeyiz.

İşte İlgili âyetle, «Göktekiler de, yerde olanlar da O'nundur», buyuru-lurken, bu inceliklere dikkatimiz çekilmek istenilmiş ve aklımızı ilmî araştır­maya çevirip hakikati görmemiz tavsiye edilmiştir.

O bakımdan Allah kuru bir ifade olarak, «Göktekiler de, yerde olanlar da O'nundur», buyurmuyor; onu bir temel bilgi, ana fikir mahiyetinde önü­müze koyup üzerinde iyice düşünmemizi emrediyor.

Sonuç olarak belirtelim ki, göklere ve yere böyle bir düşünce, böyle bir dlkkat-ve böyle bir incelikle bakmayan; onlarda hâkim olan mükemmel­liği görmeyen gözier, çoktan kör olmuştur. Bu hakikatleri idrâk etmiyen Gaipler, elbetteki tıkanmıştır.. [7]

 

 

İnkâr Karanlığındaki Körlüğün Belirtileri

 

Önce «karanlıklar» ve «aydınlık» diye çevirisini yaptığımız, «zulümat» ile «nur» kelimeleri üzerinde durmamız uygun olur. Çünkü birinci kelime çoğul, ikincisi tekil olarak kullanılmıştır. Bu, insanı manevî karanlığa iten sebeplerin çokluğuna, iman ve ilmin de insanı Allah'a ulaştıran tek yol bu­lunduğuna delâlet eder. Ancak unutmamak gerekir ki, en tehlikeli karan­lık, şüphesiz ki, inkâr ve cehaletten kaynaklananıdır. O bakımdan böyie bir karanlığa gömülenlerin, hakikati göremiyecek kadar kalp gözlerinin kapan­dığı tarihin hemen her devrinde ve döneminde görülmüştür. İlim adamları Kur'ân'dan aldıkları feyiz ve ilhamla bu körlerin birtakım belirtilerini tesbit edip açıklamışlarsa da, onları buraya nakletmemize gerek görmüyorum. İlgili âyetlerle Cenâb-ı Hak o gibilerin açık belirtilerini üç madde halinde özetliyerek bize bildirmiştir:

1—  Dünya hayatını çok severler. Her vesileyle onu Âhiret hayatına tercih ederler. Aslında onlar âhirete inanmazlar. Dünyanın her türlü nime­tini kendi tekellerinde bulundurma hırsı içindedirler. Semavî dinler, kutsal kitaplar ve peygamberler onların bu hudut tanımayan hırslarını belli bir sı­nırda tutup yönlendirmeyi plânlarlar. Bundan dolayı onlar bu üç nîmetten, diğer bir tabirle yüksek değerden hiç, ama hiç hoşlanmazlar.

2—  Dine ısınanları veya onu seçmeye karar verenleri Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar. Bunun zevkli bir görev olduğuna inanır; bir kişiyi ol­sun saptırdıkları zamdn kendilerini mutlu sayarlar.

İbadethaneler onlara göre, tembeller yuvası, ibâdet daha çok bilgisiz­lerin, ya da geri zekâlı olanların meşgalesi; başkalarına yardım bönlüğün alâmeti, Allah'ın seçip insanlara indirdiği dini savunmak gericiliğin kendi­sidir.

3—  O nedenle Allah'a giden yolu hep eğri göstermek, saadet cadde­sini hep kapalı ve karanlık tanıtmak isterler. Din düşmanlığı onlarda deru- bir maraz halindedir ve tedavisi çok zordur.

İşte on beş asır önce Mekke ve Medine'de bu zihniyette olan inkarcı döneklerin bir benzerleri hiçbir devirde sahneden eksik oi ma m ıslardır. Şüp­hesiz bu, hak ile bâtıl mücadelesinin süregelen bir uzantısıdır. [8]

 

.

Her Peygamber, Kendi Kavminin Diliyle Gönderilmiştir

 

«Biz her peygamberi, onla­ra açık-seçik anlatsınlar diye kendi milletinin diliyle gönderdik.»

İlgili âyetin açık anlatımından, Hz. Muhammed'in (A.S.) de sadece Araplara, daha çok Mekkeli Kureyş kabilesine veya Mekkeli muhacirlerle, Medineli ansara gönderilmiş bir peygamber olduğu anlaşılmamalıdır. Zira Kur'ân âyetinden bir hüküm çıkarmak gerektiğinde, o hükümle ilgili diğer bütün âyetler biraraya getirilir, kronolojik sıra gözetilir, ilgili hadîsler de dikkate alınır ve ancak ondan sonra asıl delâlet ettiği hüküm çıkarılabilir. Nitekim Sebe' Sûresinde Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün insanlara pey­gamber olarak gönderildiği şöyle açıklanmaktadır: «(Ey Peygamber!) Biz seni bütün insanlara ancak (rahmetin) müjdecisi, (azabın) uyarıcısı olarak gönderdik. Ama insanların çoğu bilmezler.» [9]

Kıyamet kopunoaya kadar bütün insanlara Allah'ın en son mesajım teblîğ ile görevli bulunan Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, elbette bir kav­min, bir milletin bünyesinden seçilmiştir. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, İslâm'ın ruhlar ve kafalar üzerindeki yüksek tesirini bütün milletlere göstermek için son peygamberini Arap Yanmadası'ndan seçmiştir. Zira o çağda Araplar katı bir putperestlik havası içinde zulmün her çeşidini işlemekte bir sakın­ca görmeyen, daha çok talancılıkla geçinen; kadınları ve çocukları esir edi­nip köle ve cariye diye pazarlarda dolaştırmayı sanat haline getiren, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vicdanları katılaşan bir milletti. Onları ıslâha muktedir olan bir peygamberin, bir kitabın, bütün milletleri ve kavim­leri ıslâh edecek yüksek bir kudrete sahip olduğu kesinlik kazanıyordu. Hem ilâhî muradı yansıtmaya Arapça diğer dillerden daha yatkın ve daha geniş; insan ruhunun inceliklerine seslenme bakımından daha zengin idi. Ayrıca soydan irsî yolla gelen birçok değerlere, fazîletlere sahip olan Hz. Muham­med (A.S.) doğruluk, nezaket, edep, terbiye, yüksek ahlâk ve faziletin doru­ğunda bulunuyordu. Onun için Cenâb-ı Hak: «Biz seni ancak âlemlere rah­met olarak gönderdik.» [10] buyurarak, onun bu yüksek şerefe herkesten cok lâyık bulunduğunu bildirmiş oldu.

Hz. Muhammed (A.S.) böylece risâtet göreviyle bütün insanlara sesle­nirken işe, yakınlarını Tevhît İnancı'na davet ile başlamış ve arkasından • doğduğu yer olan Mekke halkına CenâbHakk'ın buyruklarını tebliği, görevinin ikinci halkası olarak belirlemişti. Bu, atılan bir cisim sebebiyle göl­de meydana gelen küçük dairenin bir büyüğünü oluşturmasına ve giderek dairelerin ardarda birbirini takip etmesine benzer. Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz de Mekke vadisine attığı ilâhî nurun meydana getirdiği dairelerin bir­birlerini izlemesiyle Mekke sınırlarını aşıp Medine'ye uzandı ve çok geç­meden Arap Yarımadasi'nı fethetti. Arkasından fütuhatlar birbirini izledi; derken kıtalar üzerinde ALLAHU EKBER sesleri işitilmeye başlandı.

Hz. Peygamber (A.S.) davete belirtilen şekilde merkezden dışa doğru değil, dıştan merkeze doğru başlasaydı ne olurdu? Her şeyden önce an­laşma ve uyum meydana gelme7, rr-nda derin bir boşluk her zaman kendi­ni hissettirirdi. Zira öyle bir dönemde Arapça konuşan Peygamber (A.S.) kalkıp İran'a veya Bizans'a, ya da Hindistan'a giderek davete oradan baş­lamış olsaydı, hiç kimseden yüz bulamayacak, belki de deli veya mace­racı damgası vurularak o ülkeden kovulacaktı. O nedenle de, atılan kıvıl­cımı kalbinde ve kafasında taşıyacak havariler yetişmez, başlatılan hamle ilk adımda olduğu yerde kalır, ileri atılma imkânı bulamazdı.

Kur'ân, her millete onların kendi diliyle ayrı ayrı indirilseydi, birlik sağ­lanamaz, değişik ifadeler karşısında değişik anlayışlar, farklı hükümler or­taya çıkardı. Hem böyle bir durumda, her millete kendi dillerini konuşan ayrı bir peygamber de gönderilmesi gerekirdi. Oysa bunların hiç birine lü­zum yoktur. Çünkü gönderilen son peygamber, indirilen son kitabı önce kendi diliyle kendi kavmine ve çevresine teblîğ edip öğretecek; sonra da onlar yavaş yavaş çemberi genişletip öğrendiklerini başkalarına öğretmek suretiyle Allah'ın insanlığa olan son seslenişini yayma hizmetini aktarmış olacaklardı. Nitekim öyle oldu, indirilen kitabın orijinali, yani ilk nüshası olduğu gibi korundu, istinsah edilen nüshaları İslâmiyeti kabul eden ül­kelere gönderildi ve zamanla bu kutsal kitap birçok dillere çevrilerek ve açıklaması yapılarak iyice yaygınlaştırıldı da arzulanan netice gerçekleşmiş oldu..

Böylece peygambere düşen görev, Allah'ın emirlerini, yasaklarını ve insanlığın huzur ve güveninden yana koyduğu hükümlerini açık-seçik teb­lîğ etmektir. Kavim ve milletlere düşen ise. Onun teblîğ ettiklerini kendi dillerine çevirip anlamaya ve gereğince amel etmeğe özen göstermektir. Gerisi Allah'a aittir: Dilediğini doğru yola eriştirir, dilediğini sapıklık üzere bırakır. Her fert ve millet kendi istidat ve kabiliyetine göre o rahmet ve hi­dâyetten nasibini alır. [11]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın indirilmesinin hikmet ve amacı açık­landı. Varlık âleminde her şeyin Allah'ın eseri olduğu belirtilerek mevcut mükemmel düzen üzerinde düşünmemiz ilham edildi. Sonra da birtakım şüpheleri gidermek için her peygamberin kendi kavminin diliyle teblîğ ve irşat görevini yerine getirdiğine dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, konu tarihî bir olayla açıklığa kavuşturuluyor. Mu­sa Peygamber'in de kendi kavmini onların diliyle eğitti*1 ~ latıhyor. Sonra da inkâr ve sapıklık karanlıklarından onları kurtarmaya çalıştığı bildiriliyor ve böylece Allah'ın o millete olan nimetlerini hatıratarak nankörük etme­meleri için gereken uyarılarda bulunduğu açıklanıyor. [12]

 

Meali:

 

5—  And olsun ki Musa'yı da kavmine-milletine, «onları karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat» diye âyetlerimizle (açık belgelerimiz ve mucizelerimizle) göndermiştik. Şüphesiz ki, bunda çokça sabreden, çokça şükreden herkes için ibretler, öğütler vardır.

6—  Ve Musa da o vakit kavmine şöyle demişti: «Allah'ı» size olan ni­metini hatırlayın; hani sizi Fir'avn hanedanının zulmün)den kurtarmıştı ki, onlar sizi azabın kötüsüne uğratıyor; erkek çocuklarınızı boğazlıyor, kız ço­cuklarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunlarda Rabbınız tarafından sizin için bü­yük bir imtihan vardı.

7—  Yine hatırlayın ki, Rabbınız şöyle buyurmuştu: Şanıma and olsun ki, şükrederseniz elbette (lütuf ve nimetimi) artırırım. Nankörlük ederseniz, (bilin ki) azabım şüphesiz ki çok şiddetlidir.

8—  Musa (devamla) dedi ki: Siz ve yeryüzündeki I erin hepsi inkâra sapıp nankörlük edecek olursanız, şüpheniz olmasın ki, Allah müstağnidir (her şeyden ganîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, fakat her şey O'na mutlaka muhtaçtır) ve övülmeğe de (her zaman O çok daha) lâyıktır.

 

İlgili Hadisler

 

«Mü'minin her işi ve durumu hayret vericidir: Allah onunla ilgili bir hüküm yerine getirirse, mutlaka onun hakkında hayırlı olur. Kendisine bir zarar veya sıkıntı dokunursa, sabreder. Bu da onun için hayırlı olur. Geniş­liğe, ferahlığa kavuşursa, şükreder. Bu da onun için hayırlı olur.» [13]

Kudsî Hadîs :

«Ey kullarım! Sizden öncekileriniz ve sonrakileriniz; insanınız ve cîn-niniz (toplanıp) hepsi sizden en çok takva üzere olan adamın kalbi üzere ol­salar, bu benim mülkümde hiçbir şey artırmaz! Sizin öncekileriniz, sonra-kileriniz; insanınız ve cinnîniz, sizden en ahlâksız adamın kalbi üzere ol­salar; bu benîm mülkümden bir şey eksiltmez. Yine sjzin öncekileriniz, sonrakileriniz, insanınız ve cinniniz (toplanıp) bir toprak üzerinde durarak benden (herbîri bir şeyler) isteseler; ben de herkesin istediğini versem, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez; sadece denize sokulan iğnenin de­nizden noksanlaştırdığını noksanlaştırabilir (yani hiçbir şey eksilte-mez).» [14]

 

 

Uyarılar Arasında Benzerlik

 

And olsun ki Musa'yı da kavmine-milletine, «onları karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onla­ra Allah'ın günlerini hatırlat» diye âyetlerimizle göndermiştik..»

İlgili âyetten, gelip geçen peygamberlerin aynı görevi yerin0 getirmeğe çalıştıkları; irşatları, uyanları ve karşılaştıkları zorluklar arasında yakın benzerlik bulunduğu anlaşılıyor. Şöyle ki: Bundan önceki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) görevi belirtilirken şu söze yer verilmişti: «Bu kitabı, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa; o yegâne üstün ve övülmeğe lâyık olan Allah'ın yoluna çağırman için sana indirdik.» Beşinci âyetle, bu defa bunun bir benzeri görevle Musa Peygamber'in (A.S.) gö­revlendirildiğine dikkatler çekiliyor ve imânla küfür arasındaki sürtüşme ve tartışmanın tarih boyunca sürüp geldiğine, her peygamberin bulunduğu çevrenin inanç durumuna, psikolojik yapısına ve sosyal durumlarına göre birçok zorluklarla karşılaştığına işarette bulunuluyor. Çünkü peygamber­lerin amacı aynıdır, sadece araçlar değişiktir. 0 halde insanları CenâbHakk'ın dinine davet ederken, geçmişte bu doğrultuda meydana gelen olay­ları hiçbir zaman unutmamak gerekir. [15]

 

Gösterilen Mucizeler

 

Her peygamber, hitap ettiği kitlenin yapısına göre birtakım mu'cize ve âyetlerle peygamberliğini kanıtlamaya çalışmıştır. Çünkü onlar sıradar kimseler olmayıp yüce âlemden alıp öylece tebliğ ve irşatta bulunurlar Bu nedenle de Allah'ın izniyle olağanüstü bir kac olay sergileyerek, kuv: vetin ve kudretin bütünüyle Allah'a ait olduğunu gösterirler.

Ancak unutmamak gerekir ki, mu'cizeler, olağanüstü olaylar tek v« değişmez irşat ve uyarı aracı olarak kullanılmaz. Ondan sonra toplumı yönlendirme plân ve programları hazırlanır ve daha çok duyguları, düşün­celeri berraklaştırma amaçlanır; arkasından ana fikir, temel bilgi verilerek beşer aklı harekete geçirilir.

Diyebiliriz ki, gönderilen her peygamber kendi şartları ve ölçüleri için­de bu metodu uygulamıştır. Peygamber artık gönderilmeyeceğine göre, son peygamber Hz. Muhamrned'in (A.S.) izinde olan mürşitler, ilim adamları ve hatipler, geçmişteki mu'cizelerle değil, en büyük mu'cize olan Kur'ân'ı, temel yönlendirme ve aydınlatma kaynağı olarak kullanmakla görevlidirler. Bunun için de İslâmî ilimleri cok iyi bilmelerine, geniş kültür sahibi olma­larına büyük ihtiyaç vardır. Hem Kur'ân, ilmî ve maarifi esas kabul ederek inmiştir. Onu kıyamet kopuncaya kadar bu çizgide tutmamız şarttır. Çünkü ilim ve teknikteki gelişme devam etmektedir ve -insanlar kendi kıyamet­lerini koparmazlar, yani bir nükleer savaşı başlatmazlarsa- devam da ede­cektir. [16]

 

Allah'ın Günleri

 

«Ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat.»

Allah'ın günleri diye çevirisini yaptığımız «eyyami'ilah», halk arasın­da «Allah'ın günleri çoktur» tabirinden çok farklıdır. Zira Araplar, «Allah'ın günleri» tabirini, geride bıraktıkları çok sıkıntılı, ya da huzurlu ve bol ~ metli günleri kasdederek kullanırlar.

O bakımdan Musa Peygambere, kendi kavmine o geçen sıkıntılı ve bol nîmetli günleri hatırlatması emrolunmuştur. Bunun sebebi açıktır: İn­sanlar genellikle hem nankördürler, hem de geçen günleri çarçabuk unu­turlar. Refaha kavuştukları zaman sıkıntılı, ıstıraplı günleri; sıkıntıya düş­tükleri, başlarına bir felâket indiği zaman genişlik ve refah günlerini hiç yaşamamış gibi olurlar. Oysa ekmeğini göz yaşlan içinde yemeyen, ıstı­raplı gecelerini yatağında ağlayarak geçinmemiş olanların, çoğu henüz ilâhî bir kuvvetin varlığından pek haberdar sayılmazlar. Köpürüp akan -metler içinde yüzenler ise, çoğu zaman bunların arkasında sıkıntılı, ıstı­raplı günlerin gelebileceğini düşünmeye bile vakit bulmazlar ve o yüzden Allah'ın kâinattaki cari sünnetinden habersiz varacakları çizgiye kadar koşarak giderler.

Allah'ın günlerini bir sinema şeridi gibi sık sık gözlerinin önünden ge­çirip O'nun sınırsız kudretini idrâk eden basiretli kişiler ise, güçlükleri te­bessümle karşılarlar; en ağır yük altında bile dimdik durmak için gayret sarfederler. Çünkü bunun bir ilâhî deneme olduğunu bilirler ve tahammül gösterdikleri takdirde her iki âlemde de başarılı olacaklarına inanırlar.

Onun için ilgili âyetin son kısmında Cenâb-ı Hak, bu gerçeği bize şöy­le hatırlatıyor: «Şüphesiz ki bunda çokça sabreden, çokça şükreden her­kes için ibretler, öğütler vardır.» [17]

 

 

Musa Peygamber Dokuz Âyetle Gönderilmişti

 

Bazı tarihçilere göre iki asır; Tevrat'a göre dört asırdan fazla Mısır'da kalan İsrailoğulları, buna rağmen hiç bir zaman oranın yerlileri sayılmamış­lar; Yusuf Peygamber'den sonra yerli halk ile onlar arasındaki mesafe her geçen yıl biraz daha açılmaya devam etmiş ve II. Ramses günlerinde bu açıklık iyice gündeme gelerek İsrailoğullan'nın çoğalmasından büyük endişe duyulmuştu. Kur'ân'da, mü'minleri teselli babında bu tarihî olay .   münasebet düştükçe tekrarlanır ve böylece zulüm ve işkenceyi sanat ha­line getiren milletlerin eninde sonunda Fir'avn gibi hüsrana Arayacakları haber verilir.

Nitekim yıllarca Fir'avnlar tarafından ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören, en ağır işlerde bir karın tokluğuna çalıştırılan İsrailoğulları, bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de soykırımla yüzyüze getirilince, iyice bunal­mışlardı. Cenâb-ı Hak, zalimi yakalamayı, mazlumu kurtarmayı -ezelî plân ve programı gereği- murat etti. Musa'yı (A.S.) görevlendirdi. Ne var ki, İs­railoğulları Allah'ın bu iyiliğini, rahmet ve yardımını bazan anlayıp takdîr ettiler, bazan da unutup nankörlükte bulundular. Musa Peygamber onları hidâyet çizgisinde tutabilmek için -Allah'ın izniyle- dokuz mu'cize gösterdi. Şüphesiz ki, onlardan bir kısmı sevindirici ve şükrü gerektiriciydi; bir kısmı da üzücü ve sabretmeyi gerektirici idi. Onları şöyle sıralayabiliriz:

1—  Asâ'nın yılana dönüşmesi ve bir anda sihirbazların sihirlerini te­sirsiz hale getirmesi ve o bakımdan sihirbazların sihirle mu'cize arasında­ki farkı çok açık görüp Musa'ya ve Rabbına inanarak secdeye kapanma­ları,

2—  Musa Peygamber'in (A.S.) koynuna soktuğu elinin bembeyaz, ışıl ışıl oluvermesi; böylece onun elinde ilâhî kudretin tecelli etmesi,

3—  Asâ'sını Kızıldeniz'e vurup yol açması, İsrailoğulları o açılan yol­dan geçtikten sonra arkalarından onları takibe koyulan Fir'avn ve asker­lerinin orada boğulması,

4—  Sina çölünde üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın kuşlarının ye­terli gıda olarak indirilmesi,

yönlendirme plân ve programları hazırlanır ve daha cok duyguları, düşün­celeri berraklaştırma amaçlanır; arkasından ana fikir, temel bilgi verilerek beşer aklı harekete geçirilir.

Diyebiliriz ki, gönderilen her peygamber kendi şartları ve ölçüleri için­de bu metodu uygulamıştır. Peygamber artık gönderilmeyeceğine göre, son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) izinde olan mürşitler, ilim adamları ve hatipler, geçmişteki mu'cizelerle değil, en büyük mu'cize olan Kur'ân'ı, temel yönlendirme ve aydınlatma kaynağı olarak kullanmakla görevlidirler. Bunun için de İslâmî ilimleri çok iyi bilmelerine, geniş kültür sahibi olma­larına büyük ihtiyaç vardır. Hem Kur'ân, ilmî ve maarifi esas kabul ederek inmiştir. Onu kıyamet kopuncaya kadar bu çizgide tutmamız şarttır. Çünkü ilim ve teknikteki gelişme devam etmektedir ve -insanlar kendi kıyamet­lerini koparmazlar, yani bir nükleer savaşı başlatmazlarsa- devam da ede­cektir. [18]

 

Çok Sabır Ve Çok Şükür

 

«Şüphesiz ki bunda çokça sabre­den, çokça şükreden herkes için ibretler, öğütler vardır.»

Hem dünyada, hem de âhirette Allah'a inanan fert ve toplumları ba­şarılı kılan iki önemli hasletten söz ediliyor: Sabır ve şükür.. Fertlerin ol­duğu gibi, milletlerin de hayatında birtakım iniş ve çıkışlar vardır. Başarılı olduğumuz dönemlerde bizi aziz kılan Allah'a gönülden şükretmemiz ve uygulamada bunun en güzel ürünlerini sergilememiz kadar asil bir düşün­ce ve davranış bilemiyoruz. Onun gibi sıkıntılı dönemlerimizde, ikbal gün-

lerini geride bıraktığımız günlerde veya insanlığın hayrına başlattığımız fa-zîlet mücadelesinde engellerle karşılaştığımız zamanlarda dayanma gücü­müzü ortaya koymamız ve Allah'a kulluk görevimizi yerine getirirken bü­yük bir sabır göstermemiz de öylesine asil ve gereklidir. Her iki durumda da başarının anahtarı şükür ve sabırla şifrelenmiştir.

İsrâiloğulları'nin tarih boyunca inişli-yokuşlu hayatı ve şükretmedikleri için başarısızlığa uğramaları ve göğüs gerilmesi gereken konularda sabret­mesini bilmediklerinden dolayı zillet ve meskenete duçar olmaları ibretli bi­rer misal olarak hatırlatılıyor. Böylece Hz. Muhammed'in (A.S.) etrafında toplanan ve bu yüzden binbir mihnetle yüzyüze gelen AshabKirâm'a ba­şarılı olabilmeleri için sabır ve şükür tavsiye ediliyor. Şüphesiz ki, bu tav­siye yalnız onlara değil, kıyamete kadar geleoek olan mü'minleredir de..

Zira hayat yolunda emin adımlarla yürümemizi kolaylaştıran ancak Allah'a dosdoğru imândan sonra onun tabii ürünü olan sabır ve şükür duy­gusudur. Unutmayalım ki, başarılan büyük işler, hep imân, azim, sabır ve şükür sayesinde gerçekleşebilmiştir. [19]

 

Musa Peygamberin Kendi Milletine Son Uyarisi

 

«Ve Musa da o vakit kavmine şöyle demişti: «Allah'ın size olan nimetini hatırlayın..»

Maddeye ve dünya saltanatına aşırı derecede hırslı olan İsrailoğulları, başlarında büyük bir peygamberin, aynı zamanda olaylara göğüs germesini cok iyi bilen bir kumandanın marifetiyle Fir'avn'm zulmünden kaçıp kurtul­dular. Uzun ve yorucu bir göçten sonra gelip va'dedilen kutsal toprağa yer­leştiler. Ancak gerek uzun ve yorucu yolculukları, gerekse kutsal toprağa yerleşmeleri günlerinde, Kur'ân'ın belirttiği sabır ve şükür hususlarında pek başarılı olamadılar. Bazan şüpheye düştüler, bazan ümitsizlik alâmet­leri gösterip isyan edecek duruma geldiler; bazan da putperestliğe özen­diler de Allah'ı maddeleştirmek istediler. O yüzden birçok sınavları kay­betmiş, zaman zaman birtakım sıkıntılarla yüzyüze gelmişlerdi. Şüphesiz ki, Kur'ân onların bu kararsız, sabırsız ve şükürsüz tutumlarını hem kını­yor, hem de mü'minlere selâmet yolunu bütün açıklığıyla tarif ediyor. Son­ra da Hz. Musa'nın (A.S.) kararlı, azimli, iradeli, sabırlı ve şükürlü tutumu­nu överek kararsızlık içinde bocalayan İsrâiloğullarına yapmış olduğu son uyarısını şu sözlerle belirtiyor:

1— Allah'ın size olan nimetini hatırlayın,

2— Hani ya, sizi Mısır'da Fir'avn'ın esaret ve işkencesinden kurtar­mıştı. O Fir'avn ki, sizi azabın en kötüsüne uğratmış; erkek çocuklarınızı kesmiş, kız çocuklarınızı sağ bırakmıştı.

3—  Mısır'da ise, büyük bir sınav geçirdiniz.

4— Kızıldeniz size -Allah'ın izniyle- açıldı da geçtiniz. Fir'avn ve yan­daşları ise, orada boğuldular. Böylece Allah düşmanlarınızı kahretmek su­retiyle sizi büyük bir belâdan kurtarmış oldu.

5—  Ama siz, bunca nimetleri çok geçmeden unuttunuz da sabırsızlık gösterdiniz.

6—  Bu tutum ve nankörlüğe devam ederseniz, bilin ki Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Sizi tekrar esaret zilletine itebilir.

7—  Unutmayın ki, Allah'ın ne sizin, ne de diğer milletlerin şükrüne ve sabrına ihtiyacı vardır. O mutlak ganîdir. Emir ve tavsiye edilen her şey sizin hür, bağımsız, şerefli, itibarlı ve kuvvetli bir millet olarak rahatça ya­şamanıza yöneliktir.

Musa Peygamber'den sonra Onun tavsiyelerini unutan İsrâiloğullan zaman zaman nankörlük etmekten geri kalmadılar ve o yüzden tarih bo­yunca birkaç defa daha esaret ve zillete uğratıldılar.

Mevlânâ Celalettin Rumî, «Şanıma and olsun ki, şükrederseniz, elbet­te (lütuf ve nimetimi) artırırım. Nankörlük ederseniz, (bilin ki) azabım çok çetindir.» mealindeki âyeti açıklarken diyor ki : «Bu azap iki türlüdür: Biri dünyada, diğeri âhirettedir. Dünyadaki azap, nîmetin elden gitmesidir. Özellikle madde ve makama düşkün olanlar için dünya hayatında bundan daha elim bir azap düşünülemez.»

Onun için, «nimetten dolayı şükür de ayrı bir nimettir.» denilmiştir. SABIR VE ŞÜKÜR

Sabır: Sözlükte, sıkıntı ve darlıkta dayanma gücü gösterip kendini dengede tutmaktır. Hayvanı bir süre yemden alıkoyup aç tutmak da bu an­lamda «sabır» kökünden türetilen fiille ifade edilmiştir. Terim olarak: Nefsi, akıl ve şeriatın ön ve uygun gördüğü anlam ve şekilde hapsetmek anlamın­da kullanılmıştır. Daha çok dert, felâket ve musibete karşı nefsin isyan ve tahammülsüzlüğünü tutmak anlamına geldiği vakidlr. Sızlanıp kararsızlık göstermek ise, sabrın karşıtı sayılmıştır.

Savaşta sabır, cesaret ve kahramanlıktır. Karşıtı ise, korkaklıktır. Oruç ibâdetinde sabır, nefsin arzularını bir süre tutup zaptetmektir. O bakımdan oruca «sabır» denilmiştir.

Unutmayalım ki, sabrın dinde önemli bir yeri ve anlamı vardır. Allah'­ın doksan dokuz isminden biri de «es-Sabûr»dur. Bu, çokça sabreden de­mektir. İlgili âyette mü'min hakkında, buna yakın bir anlam taşıyan «sab-bar» sıfatı kullanılmıştır ki bu, Kur'ân'ın tam dört yerinde geçer. Amaç, Al­lah'ın «sabûr» sıfatının tecellilerine mazhar olabilmek için Allah'ın dinini teblîğ ederken büyük bir sabır göstermenin lüzumunu belirtmektir. [20]

Onun için diyebiliriz ki, ilâhî bir sabır olmadan, hayatta başarılı olmak çok zordur. Meşru nimetler, zaferler, tatlı meyvalar hep sabır tezgâhının ürünleridir. Allah rızasını, ebedî saadeti, mutlu yarınları isteyen kişiler sab­retmesini bilmelidir. Hz. İsa (A.S.) ne güzel söylemiştir: «Hoşlanmadığına sabretmedikçe, hoşlandığını ete geçiremezsin.» Hz. Ali (R.A.) de : «Sabrın evveli acıdır, ama sonu çok tatlıdır.» diyerek olaylar karşısında dayanma gücünü ortaya koymanın önemine, işaret etmiştir.

Şükür: Sözlükte, nîmeti düşünüp ortaya çıkarmaktır. Karşıtı, küfür­dür, yani nîmeti örtüp belirsiz hale getirmek, kimden nasıl geldiğini düşün­memektir.

Böyleee şükür üç yönlü bir anlam taşır;

a)  Nîmeti unutmamak kalbin şükrüdür.

b)  Nîmeti vereni hatırlayıp sözlü ya da yazılı övgüde bulunmak dilin şükrüdür.

c)  Yetecek kadar meşru yoldan kazanıp nimete erişmek, organların şükrüdür. Namaz, oruç, zekât ve hac ibâdetleri bu üç şükrü en geniş ve en güzel anlamda gerçekleştirirler.

Şükür derecesine ancak sabır basamaklarıyla çıkılabilir. Sabrı olma­yanın şükredecek kadar idrâki uyanık değildir. İyi bir sabrın özü ve ma­yası ise, Allah'a ve âhirete olan köklü bir imândır.

Kur'ân-ı Kerîm'de Musa Peygamberle ilgili bir safha anlatılırken sabır ve şükre parmak basılması çok anlamlıdır. Mekke'de sıkıntı içinde kıvra­nan, Allah'a ve Peygamberine inandıkları için kendi öz yurtlarında garipliğe itilen, ekonomik abluka altına alınıp her türlü insanî hakları çiğnenen As-habKirâm'm dikkatlerini tarihin derinliklerine çekmek için Allah, sabırla şükrü kendinde birleştiren Musa Peygamberin geniş çapta ilâhî yardım ve desteğine mazhar kıldığını misal veriyor. Zaman zaman sabır ve şükrü el­den bırakan, onu gönüllerinden çıkaran İsrâiloğulları'nın başlarını dertten ve sıkıntıdan kurtaramadıklarını hatırlatarak mü'minlerin çok dikkatli ol­malarını istiyor.

Sonra da CenâbHakk'in, bütün insanlara şu gerçeği hatırlattığı bil­diriliyor : «Şanıma and olsun ki, şükrederseniz elbette (lütuf ve nimetimi) artırırım. Nankörlük ederseniz, (bilin ki) azabım çok şiddetlidir.» [21]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Mekke'de sıkıntılı günler geçirmekte olan mü'-minleri teselli etmek için Musa Peygamber'in (A.S.) kıssasından ibret ve öğüt alınacak bir safha anlatıldı. Hayatta başarıp olmanın sır ve hikmeti­nin, imân temeli üzerinde yükselen sabır ve şükürle içice olduğu belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, tarihte geniş yankı uyandıran, kutsal kitaplarda anılan Nuh, Âd ve Semûd" kavimlerinin inkâr ve azgınlıklarının onlara na­sıl büyük bir felâket getirdiği anlatılarak Mekkeli müşrikler ve yaşamakta olan inkarcı maddeciler uyarılıyor. Sonra da peygamberlerin sapık put­perestlerle olan mücadelelerinin önemli noktaları nakledilerek Mekkeii'Ie-rin de onlardan farksız bir tutum içinde olduklarına ve o sebepie sonlarının hüsrana dönüşeceğine işaret ediliyor. [22]

 

Meali:

 

9—  Sizden önce gelip geçen Nûh, Ad, Semûd'un ve onlardan sonra gelip (İsmini, sayısını, kıssalarını) Allah'tan başkasının bilmediği kavimle­rin (ve milletlerin) haberleri size gelmedi mi? Peygamberleri onlara açık belgelerle, mu'cizelerle geldiler; onlar ise (peygamberleri konuşturmamak için) ellerini (onların) ağızlarına doğru uzatıp, «doğrusu biz sizinle gönde­rilen şeyleri inkâr ediyoruz; bizi davet ettiğiniz şeyden de iyice şüphe için­deyiz!» dediler,

10—  Peygamberleri onlara dediler ki:  «Geçmişte hiçbir örneği ve benzeri olmaksızın gökleri ve yeri yaratan; günahlarınızdan temizleyip ba­ğışlamak için sizi davet eden ve sizi belli bir süreye kadar (yok etmeyip) geciktiren Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?! Onlar, «siz de bizim gi­bi insansınız, babalarımızın taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize açık belge ve delil getirin» dediler.

11—  Peygamberleri onlara dediler ki: «Doğrusu biz de sizin gibi in­sandan başkası değiliz, ama Allah, kullarından dilediğine minnet buyurup nimetini verir. Allah'ın izni olmadıkça size belge ve delil (açık mu'cize) ge­tirmek ne haddimize. Ve artık mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansın­lar!

12—  Biz ne diye, ancak Allah'a güvenip dayanmıyalim ki O cidden bi­ze yollarımızı göstermiştir. Bize yaptığınız eziyetlere karşı elbette sabre­deceğiz. Artık tevekkül edenler sadece Allah'a güvenip dayansınlar.

 

Küfür Ve Ahlâksızlıkta Israr Edenler    Uyarılır

 

«Sizden önce gelip ge­çen Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelip (ismini, sayısını, kıssalarını) Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin (ve milletlerin) haberleri size gel­medi mi?.»

Musa Peygamber ile Hz. Muhammed'in (A.S.) insanları hakka davet­leri arasında müşterek noktalar bulunduğu ve bazı yönleriyle birbirlerine benzediği açıklandıktan sonra, Hakk'a karşı tuğyan eden Mısır fir'avnieri-nin akibetine dikkatler çekildi ve Allah'ın verdiği birçok nimetlere rağmen İsrailoğulları'nın zaman zaman nankörlüklerinden dolayı başlarına gelen dert ve sıkıntılar ibretli birer misal olarak anlatıldı. Arkasından Arap Ya-rımadası'nda yaşayanların az-çok haklarında bilgileri olan Nuh, Âd ve Semûd kavimleri konu edilerek, inkârda ısrar etmelerinin o kavimleri nasıl bîr azaba ittiği hatırlatılıyor ve aynı akıbetin veya benzen bir felâketin .Mekkeli putperestlerin de başlarına gelebileceğine işaret ediliyor. Aynı zamanda Allah'tan ferahlatıcı bir esinti bekleyen mü'minlere o günlerin pek yakın olduğu dolaylı şekilde haber veriliyor. [23]

 

 

Kur'ân'da Gelip Geçen Ümmetlerden Ancak Az Bir Kısmına Yer Verilir

 

Şüphesiz ki, Âdem Peygamber'den (A.S.) son peygamber Hz. Muham-med'e (A.S.) kadar -bir rivayete göre-313 veya 315'i resul olmak üzere[24] 124 bin, başka bir rivayette 224 bin peygamber gelip geçmiştir. [25]Bun­ların hepsini ve gönderildikleri kavim ve milletlerin kıssalarının tamamını önemli ve ibretli safhalarıyla ele alıp anlatmak, hem Kur'ân'ın amaç ve hik­meti dışındadır, hem de hacmi çok büyürdü. Aynı zamanda o kıssalara da yer verilmiş olsaydı, Kur'ân'ın yüzde doksanı tarihî kıssalardan ibaret olur, böylece asıl değer ölçüsü zedelenirdi. Zira Kur'ân bir tarih kitabı değildir; aynı zamanda tarihî olayları bir bir inceleyip yerleriyle, isimleriyle ve tarih­leriyle anlatan bir ansiklopedi hiç değildir. Kur'ân, sadece tarihin tekerrür ettiğini ve edeceğini bildiren ve bu açıdan bazı önemli olayları ve safha­ları naklederek yaşamakta olan mîlletleri ve toplulukları uyaran, yol gös­teren; geçmişten ibret ve öğüt almalarını sağlamaya çalışan insanlığın tek hayat kitabıdır. O, birkaç kıssaya; halk tarafından az-çok bilinen ve ka­lıntıları hâlâ yer yer birer ibret levhası olarak hüzünlü bakışlarıyla gelip ge­çenlere, gezip dolaşanlara seslenen harabelere dikkatleri çeker. Gerisini tarihçilerin, araştırıcıların irfanına bırakır

O bakımdan İbn Mes'ud (R.A,) yukarıdaki âyeti okuyunca, «soyları Adem Peygamber'e kadar ulaştıranlar, böylece ortaya soy ağacı koyanlar yalan söylerler» demiştir. Çünkü yeryüzünde yaşayan herkesin soyu Adem Peygamber'e uzanır, ama aradan kaç nesil gelip geçmiş kesinlikle biline­mez. O bakımdan sağlıklı bir şecere ortaya koymak mümkün değildir, İbn Abbas'ın da (R.A.) aynı görüşte olup şöyle dediği rivayet edilmektedir: «Yalnız İbrahim Peygamber ile Adnan arasında otuz kuşak gelip geçmiştir ki, Allah'tan başkası onları bilmez.»

Mâlikî mezhebinin kurucusu Mâlik b. Enes de soyunu bir zincir halka­ları gibi sıralayıp Adem Peygamber'e kadar ulaştıranlardan hiç hoşlanmozdı.

Başta Nuh, Âd ve Semûd kavimleri olmak üzere birçok kavimler ve milletler kendilerine gönderilen peygamberleri konuşturmak bile isteme­mişler; getirdikleri açık belgelere iltifat etmeyip kendi kısır anlayış ve inançlarına göre birtakım deli! ve belgeler istemişlerdir. Çünkü çoğunun peygamber hakkındaki düşüncesi şu noktada düğümleniyordu : «Peygam­ber meleklerden olmalı değil midir?» «Herkes gibi yemek yiyen, su içen, uyuyan ve evlenen bir insanın Allah'ın elçisi olması mümkün değildir.» «Bir an kabul edelim ki, Allah insanlardan peygamber seçip görevlendiriyor, o takdirde o insanın dağları yürütmesi, ırmaklar akıtması, toprağı altın kıl­ması gerekir.» Yani bütün bunları ve benzeri olağanüstü şeyleri meydana getireaek bir kudrette bulunması onlara göre şarttır.

Şüphesiz ki, bu tarz düşünce ve inançların hepsi de cehaletin en tabii ürünleri, inkâr ve tuğyanın şarlatanlığıdır. Zira inkâr, cehalet ve ahlâksızlık üçlüsü bir sehpa oluşturunca, ortaya nasıl bir ölçüsüzlüğün çıkacağını söy­lemeğe veya tarif etmeğe gerek kalmaz.

Böylece Kur'ân, Mekkeli putperestlerin birtakım yersiz ve anlamsız is­teklerini konu edinirken, geçmiş ümmetlerin de buna benzer birtakım is­teklerde bulunduklarına dikkatleri çeker ve küfrü temsil edenlerin hemen her devirde ortak noktaları bulunduğuna işarette bulunur. [26]

 

Allah'ın Varlığını İsbat Eden Üç Delil

 

«Peygamberleri onlara dediler ki: Geçmişte hiçbir örneği ve benzeri olmaksızın gökleri ve yeri yaratan...... Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?!»

Belirttiğimiz gibi, son derece katı, bilgisiz, kaba ve atalarının dinine kayıtsız, şartsız bağlı olan toplulukların hakkı ret ve inkârlarına karşı, pey­gamberlerin zaman zaman şu üç delili öne sürdükleri anlaşılıyor:

1—  Bir Allah ki, gökleri ve yeri, daha önce hiç bir benzeri ve modeli olmaksızın yaratmıştır. Oysa ilâh edinip taptığınız putlar hem insan eliyle şekillendirilip ortaya konmuş, hem de hiç birinin bir sivrisinek olsun yarat­maya kudreti yoktur. Hem ey inkarcı şaşkınlar! O putları da siz modelsiz ve örneksiz şekillendirmediniz, kendinize bakarak onlara birtakım şekiller ver­meye çalıştınız. Artık düşünmez misiniz?

2—  Bir rahmet ki, sizi kendisine yaklaştırıp günah ve inkâr kirlerinden temizlemek istiyor. Size ayrıca ebediyen yaşama ümidini veriyor.

bir âyet ve mu'cize ortaya koyabilir, ne de kendiliğinden din adına bir şey icat edebilirdi.. [27]

 

Bu Durumda Peygambere Düşen Görev

 

Hiç bir belge ve delile iltifat etmiyen; aklıyla, idrâkiyie değil, duygusuy­la olaylara bakıp değerlendiren inkarcı bir millete karşı nasıl bir tebliğ ve ir­şat metodu uygulanır? Kur'ân'da ilgili âyetlerle bu husus belirtilerek en sağlam ölçü verilmektedir: «Allah'ın izni olmadan size belge ve delil (açık mu'cize) getirmek ne haddimize. Ve artık mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar!»

Bilindiği gibi, Allah'a tevekkül, yani O'na güvenip dayanma ancak yüklenilen görevi yerine getirmek için gereken tedbirler alındıktan, şart­lara ve ortama göre belli bir metot belirlendikten sonra olur. O bakımdan Cenâb-ı Hak başta Peygamber (A.S.) Efendimiz olmak üzere bütün mü'min-iere, dini tebliğ hususunda hareket noktasını gösteriyor. Böylece mü'min­ler mevcut imkânlarını bilinçli şekilde kullanıp imkân ve irâde sınırına gel­diklerinde, kendilerine düşen hizmeti sürdürmek için en uygun olanı yap­mış sayılırlar. Bundan sonrası Allah'a aittir. O bakımdan sözü edilen sınıra gelen mü'minierin tam bir kalp yatışkanlığıyla Allah'a güvenip dayanma­ları em red ilmektedir.

Konuyu biraz daha açıklayacak olursak, şöyle diyebiliriz: Kur'ân bu âyetle sünnetullaha uyulmasını başarının sırrı, belli çizgiye gelindiğinde Allah'a tevekkülü, Hak'tan yardım görmenin şifresi olarak veriyor.

O nedenle Peygambere (A.S.) veya O'nun yolunda irşat görevini sür­dürmeğe çalışanlara gereken, ümitsizliğe düşmemek, şartların ve ortamın bütün olumsuz yönlerine rağmen «irşadın ne yararı olabilir?» dememek, imkânlar ve şartlar elverdiği ölçüde ilâhî rahmeti ve hidâyeti perde perde gönüllere aksettirmeye çalışmak şarttır. Öyle ki, Allah'ın kutsal kitabı Kur'­ân ile kalp ve kafaları aydınlatma azm-u gayreti içinde sıfat-ı müstakimde yürümeye devam etmek bu şartın gereğidir.

Cenâb-ı Hak bu çok şerefli hizmetin ölçü ve amacını belirttikten son­ra, fedakârlığın sebeplerini şöyle açıklıyor: Peygamberler her şeye rağmen doğru yolda yürümeğe devam etmişlerdir. Çünkü insanları doğruya irşat etmek beşer kudreti dahilindedir; ama onları doğru yola eriştirmek Allah'a aittir. Peygamberlerle onların izinde olan mürşitlerin yetkileri sınırlıdır ve belirlenmiştir. Ancak onlar kendilerine gösterilen yetki sınırları içinde bü­yük fedakârlıklara katlanacak kadar davalarına bağlıdırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak onların bu bağlılıklarını ve fedakârlıkiur'nı şöyle tasvir etmekte­dir:

  Biz ne diye Allah'a güvenip dayanmıyalım?

__ Bize doğru yolu gösteren O değil midir? Öyle olmasaydı, sapıklar

topluluğunun birer üyesi olarak dalâlette kalırdık. Allah'ın bu lütuf ve ni­metinin şükrünü yerine getirmemiz gerekmiyor mu?

  Ey inkarcı sapıklar! Bizim bu şerefli hizmetimizi engellemek için bütün sataşmalarınıza ve eziyetlerinize katlanacağız. Çünkü nîmet külfet­siz olmaz. Büyük davalar büyük himmetler, üstün gcyrctîer ister.

  Artık tevekkül şuuruna erişenler ancak Allah'a güvenip dayansın­lar. Zira O, hayır, iyilik, rahmet, inayet, gufran ve ihsan kaynağıdır.

O bakımdan Allah yolunda hizmet verirken sabır mutlaka başarının anahtarıdır. Allah'a güvenip dayanmak, hayır ve iyiliklerin giriş kapısıdır. Peygamberlerin yüae ruhlarında oluşan sabır ve tevekkül, mü'minierin ruh­larına doğru akıp gelen feyiz pınarlarıdır. Bunun için Hakk'a ve O'nun di­nine hizmet vadisinde olgunlaşmaya yönelen ruhlar, peygamberlerin Ber-zah'ta ebedileşen ruhlarına tabi olurlar. [28]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kâfirlik ve ahlâksızlıkta ısrar eden sapıklar uya­rıldı; daha önce aynı çizgi üzerinde yürümeğe devam eden kavimlerin feci akıbeti ibretli misal olarak verildi. Yer yer hüzünlü ve manalı bakışlarıyla tarihin hazin bir tablosunu kaba hatlarıyla kendi üzerlerinde taşıyan ha­rabeleri gezip görmeleri tavsiye edildi. Sonra da Alİah yolunda yürüyüp hizmet edenlerin şu üç şeye her zaman çok muhtaç oldukları belirtildi:

1.  Ortama ve mevcut şartlara göre, sabretmesini bilmek,

2.  İnkarcı zâlimlerin sataşmalarına ve eziyetlerine katlanmak,

3.  Her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayanmak..

Aşağıdaki âyetlerle, kâfirlerin» peygamberleri tehdît etmeleri konu edi­liyor. Hakk'a baş kaldırıp tuğyan eden inkarcı sapıkların mutlaka başaşağı Gelecekleri, ilâhî hükmün onlar hakkında vakti gelince elbette ineceği ha­ber veriliyor. Sonra da âhiret azabının daha elim olacağı hatırlatılarak ba­zı bölümlerine dikkatler çekiliyor. [29]

 

Meali;

 

13— inkara sapanlar, peygamberlerine, «and olsun, ya sizi yurdumuz­dan çıkarırız, ya aa bizim dinimize dönersiniz!» diyerek (tehdîdde bulun­du ar) Bu sebeple Rabları onlara, «Şanıma and olsun ki, zâlimleri elbette yok edeceğiz» dîye vahyetti.

14-  Onların ardından sizi o yurda mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu {mutlu sonuç) makamımdan ve tehdidimden korkanlaradır.

15-  Peygamberler fetih ve yardım dilediler; inatçı her zorba ise zi­yana uğrayıp mahvoldu.

16-  Önünde iset Cehennem vardır; kanlı su ve irin içJrilir.

17-  Yudum yudum içmeye çalışacak, hiç de boğazından rahat geç­meyecek. Olum her yandan gelecek, ama o yine ölmiyecek. (Bunun) arka­sından da büyük bir azap vardır.

 

Zulmün Sınırı

 

«İnkâra sapanlar, peygamberlerine: «And olsun ki ya sizi yurdumuzdan çıkarırız, ya da dinimize dönersiniz» diyerek (tehditte bulundular). Bu sebeple Rabları onlara: «Şanıma and olsun ki, zâlimleri elbette yok edeceğiz» diye vahyetti

Her şeyin bir başlangıcı, bir de bitiş noktası vardır. Biz buna eşyanın ve olayların eceli de diyebiliriz. O bakımdan bitiş noktasına gelip dayanan bir olayın veya şeyin artık süresi dolmuş ve zevale yönelmiştir. İnsan öm­ründen tutun da canlı, cansız her varlığın mevcudiyeti bu iki nokta arasın­da seyreder. Peygamberlerin teblîğ ettikleri ilâhî buyruklara, ortaya koy­dukları âyet ve belgelere ilgi duymayıp daha büyük mu'cizelcı isteyen in­karcı zâlimler, semavî ilmin yüksek irfanı karşısında küçülünce, işi alaya alıp kaba kuvvete başvurma ihtiyacı duymuşlar, o yüzden azgınlık ve hak­sızlıkta gemi azıya alıp son noktasına gelip dayanmışlar. O kadar ki,, pey­gamberleri öz yurtlarından çıkarmaya azmetmişler, değilse bâtıla dönme­lerini önermişler. Böylece Allah'ın elçilerini bu ikisinden birini seçmekte serbest bırakmış, üçüncü bir seçenek tanımamışlardır. İş bu çizgiye gelin­ce, ilâhî sünnetin tecelli sebeplerini çok iyi bilen peygamberler Allah'tan fetih ve yardım dilemişlerdir. Vakti ve saati gelince ilâhî hüküm inmiş ve inatçı her zorba başaşağı gelip yok edilmiş veya hüsrana uğratılmıştır.

İlgili âyetle aynı zamanda Mekkeli zalim zorbalar ve yaşamakta olan din düşmanları uyarılıyor. Mü'minlere de zaferin yakın olduğu müjdesi ve­riliyor. [30]

 

İlâhî İnayetin Tecellisi

 

«Peygamberler fetih ve yardım di­lediler; İnatçı her zorba ise ziyana uğrayıp mahvoldu.»

Gelip geçen peygamberlerle ümmetleri arasındaki hassas çizgiye dik­katler çekilmekte ve o çizginin ilâhî adaleti bütün haşmetiyle yansıttığı açıklanmaktadır. Mekke'de inatçı zorbaların yıllar yılı hakka karşı olumsuz tutumları da sözü edilen hassas çizgiye gelip dayanmış ve o yüzden on-lann mahvedilecekler! günler yaklaşmıştı. Hz. Muhammed (A.S.) ile arka­daşlarının ilâhî fetih ve inayete mazhar kılınacakları müjdeleniyor; biraz daha sabrettikleri takdirde kâfirlerin haksızlık ve azgınlıklarının pek yakın­da son bulacağı; ilâhî adaletin kahredici tecellisi karşısında hüsrana uğ­rayacakları bildiriliyordu. Nitekim öyle oldu. Mekke'den Medine'ye hicret, kâfirlerin zulümlerinin son kertesine geldiğinin ilk habercisi idi. üsrken çok geçmeden Bedir savaşı patlak verdi ve böylece zâlim zorbaların ele­başılarından önemli bir kısmı yok edildi. Cenâb-ı Hak, peygamberine ve mü'minlere fetihte bulundu. Şüphesiz ki, Allah'ın buna benzer fetihleri ve inayetleri kıyamete kadar devam edecek, mü'minler Hz. Peygamber'in (A.S.) izinde yürüyüp Allah'a güvendikleri takdirde o fetih ve inayetler te­celli edecektir.

Demek oluyor ki, zâlim kâfirler mü'minleri tehdît ettikleri ve edecek­leri zaman, Cenâb-ı Hak da adaleti gereği onları azap ile tehdit edip vakti gelince de hiç bir engel tanımadan kâfirleri onunla çepeçevre ku-şataaaktır.

«Şanıma andı olsun ki, zâlimleri elbette yak edeceğiz!» sözü bir dö­nemle kayıtlı olmayıp, bütün dönemler ve çağlarla ilgilidir. Arap Yarımada­sı bu ilâhî tehdidin teaellisiyle fethedilmiş, Bizans ve İran bununla baş-aşağı getirilerek saltanatlarına son verilmiştir.

«Onların ardından sizi o yurda mutlaka yerleştireceğiz!» âyeti ise, bü­yük bir ümit va'detmektedir. Şüphesiz bu âyette yakın gelecekte Mekke'­nin mü'minler tarafından fethedileceği ve oradan hicret edenlerden arzu edenlerin gelip yerleşebileceği müjdelenmiştir. Aynı zamanda Ashab-ı Ki­ramın o günlerdeki durumunda olan mü'minler için de büyük bir ümit ve beşaret sayılır. [31]

 

Mutlu Sonuç Neyin Mükâfatı İdi?

 

CenâbHakk'ın azabı da, mükâfatı da belü kanunlara, değişmeyen plân ve programlara bağlanmıştır. Kendilerini azap sınırına itenler baş-aşağı gelirler; mükâfat sınırına ulaşanlar da hem dünyada, hem de âhiret-te ilâhî lütfa mazhar olurlar. Ancak bu mutlu sonuç neyin mükâfatıdır? Âyetin açık delâletinden bunun iki madde halinde belirlendiğini anlıyoruz:

1—  Allah'a imân edip kıyamet gününde O'nun huzurunda toplanaca­ğını düşünerek korkan; Allah'ın her varlık üzerinde denetici ve gözetici ol­duğunu hatırlayarak hayatım ona göre düzene sokan ve her işte Allah'ın kudretini hesaba katarak meşru sınırdan ayrılmayan mü'min, sözü edilen mükâfata uzanan yola girmiş sayılır.

2—  Allah'ın dinine hizmeti en kutsal görev sayıp günün şartlarına ve

mevcut ortama göre tebliğ ve irşatta bulunurken bunun karşılığını yalnız Allah'tan bekler. Böylece her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayanan kim­se, ikinci kademede mükâfata açılan kapıdan içeri girmiş kabul edilir. O dönüş yapmadığı takdirde Cenâb-ı Hak hükmünü değiştirmez, va'dini mut­laka gerçekleştirir. [32]

 

İnatçı Zorbanın Âhiretteki Ceza Tablosundan    Bir Köşe

 

__Önünde Cehennem, ısı son noktasında.,

  Susuzluk had safhada ve sadece irinli-kanlı sıvıya benzer bir içe­cek..

__ Ölüm her yandan gelip kuşatır, ama orada ebediyen ölüm yok..

  Ölüm olsaydı, elbetteki inkarcı zâlim bütün gücüyle ona koşardı, zira orada onun için en uygunu bu..

__ Bu da yetmez o zorbaya, arkasından daha çetin azaplar izler onu..

O bakımdan ümitler kesik, sesler kısık, ilâhî rahmetten başka yok hiç bir ışık.. Ama o ışık da zâlimden çok uzak..

Kur'ân'da onların bu hazin akibeti tasvîr edilerek şöyle buyuruiuyor: «Önünde ise, Cehennem vardır; kanlı su ve irin içilir. Yudum yudum içme­ğe çalışır, hiç de boğazından rahat geçmez. Ölüm her yandan gelir ama o yine ölmez. (Bunun) arkasından da büyük bir azap vardır.» [33]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Hakk'a karşı gelip zulüm ve zorbalıkta bulunan­ların eninde, sonunda'başaşağı gelecekleri haber veriliyor. Böylece Mek­ke'de küfrün saltanat ve şarlatanlığının son bulmak üzere o!-u£iuna dik­katler çekiliyor. Sonra da zâlim zorbalar için âhirette verilecek ceza tas­vîr edilerek inkarcılar uyarılıyor.

Aşağıdaki âyetle, kâfirlerin hiçbir iş ve amellerinin uhrevî mükâfata lâyık olmadığı belirtilerek şiddetli rüzgâr karşısında bir avuç külün ne ha-İQ geleceği misal olarak veriliyor ve her işte mutlaka Allah'a imân ve iyi niyetin esas olduğu açıklanıyor. [34]

 

Meali:

 

18— Rablerini inkâr edip küfre sapanların (Allah'ı tanımayanların) mi­sâli; amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle esip savurduğu küle ben­zer. Kazandıklarından bir şey elde edemezler. Bu da (gerçekten) uzak sa­pıklığın, şaşkınlığın kendisidir.

 

Allah'ı İnkâr Eden İlim Adamları

 

İlgili âyetle önemli bir konuya parmak basılmakta ve İslâmiyeti.aynı zamanda ilâhî sünneti bilmeyen bazı kişilerin, Allah'ı inkâr eden kâşifler ve mucitlere bol keseden cenneti ve ebedî saadeti lâyık görmeleri üze­rinde durulmakta ve böyiece mü'minlere en sağlam bilgi verilmektedir. Şöyle ki: Allah'ı tanımayanların, kıyameti inkâr edip cennet, cehennem, hesap ve azaba inanmayanların, dünyada işledikleri hayırlar, iyilikler, yap­tıkları yararlı işler, keşifler ve ilmî buluşlar kıyamet gününde onlar için bir değer taşıyacak mı? Bunun cevabını yine Kur'ân en açık bir anlatımla şöyle veriyor: «Rablarını inkâr edip küfre sapanların misali; amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle esip savurduğu küle benzer. Kazandıklarından bir şey elde edemezler.»

^ma neden?

Allah'ı tanımayanlardan öylesi var ki, insanlığa büyük hizmette bulun­muş, keşif ve icatlar yapmıştır. Bütün bu yararlı hizmetlerin âhirette kar­şılıksız kalması doğru olur mu? İlk bakışta bu soru mantıkî gibi görünür, ama biraz düşündüğümüz zaman, hakikat bütün parlaklığıyla önümüze se­rilir. Şöyle ki:

a) Önce bu adamlar, yaptıkları hizmeti Allah için değil, insanların tak-dîr ve şükranlarını bekleyerek yapmışlar veya böyle bir hizmette bulunmak-

tan derunî bir zevk duymuşlardır. Böylece onlar Allah diye bir varlık ve kudret tanımadıkları için de, yaptıkları hizmet karşılığında uhrevî bir mü-kâfat düşünmemişlerdir.

b)  O halde onlar Allah'tan değil, insanlardan ödül, ilgi ve takdir bek­lemişler ve beklediklerini fazlasıyla görmüşlerdir.

c)  Allah'ı tanımadıkları, O'hdan bir mükâfat ve takdir beklemedikleri halde biz kimin adına kime âhiret mükâfatını vermek cömertliğinde buluna­biliyoruz?!

d)  Ortada bir buluş ve icat sahibi var ki, ilâhî kudreti hiç tanımıyor ve ondan hiçbir şey beklemiyor. Üstelik O'nun isminden ve varlığından nefret ediyor. Böylesinin hizmetini O kudrete yakıştırma, O'nun rahmet ve ina­yetine, mükâfat ve ihsanına lâyık görme hakkını nereden alıyoruz?-Yaptı­ğı işi kimler için, niçin, ne amaçla ve ne niyetle yapmışsa, ona göre karşı­lığını almıştır. Bizim işgüzarlığımız hem o ilim adamına karşı hakaret, hem de inanmadığı Allah'a karşı bir küstahlık değil de nedir?t

Eğer verdiği hizmetlerle Allah'a inanmış, O'nun hoşnutluğunu dilemiş-se, zaten Allah onu bizden daha iyi bilir ve ona göre mükâfatlandırır. Bi­zim ortada bir kıstas ve belge yokken araya girmemizin sebebi ve anlamı ne?.. Hani eamiye hiç gelmeyen, aslında onun lüzumuna inanmayan ve o semtlere uğramayan, uğramak niyetinde ve inancında olmayan bir kişinin, zaman zaman camilerde ciddi bir reform yapılmasının lüzumunu hararetle iddia ettiği görülür ve işitilir. Bir an onun istediği reformun yapıldığını var­sayalım, acaba camiye gelecek mi? Hayır, gelmiyecek. Çünkü onun iste­diği sıra ve iskemleler, localar kilise ve havralarda zaten vardır; eğer ama­cı sıra ve masa konulan mabetlerde ibâdet etmek olsaydı, gider o yerlerde ibâdetini yerine getirir ve hiç kimse de mevcut şartlar muvacehesinde onun bu inancına müdahale edemezdi.

Bu durumda hem camiye, hem ibâdetin lüzumuna İnanmayan, ilâhî emirleri kendi arzusu doğrultusunda değiştirmek isteyen bu kişiyi öldü­ğü zaman illa da camiye götürüp cenaze namazının kılınmasını ısrarla savunmanın bir anlamı ve ölçüsü var mıdır? Camiye, ibâdete, dolayısıyla ilâhî buyruklara inanmayan o kimseyi camiye getirmek, hem ona, hem de oamiye hakaret sayılmaz mı?

Hani Mekkeli müşrikler de, «Biz kutsal Kabe'ye hizmet ediyoruz, ibâ­det için gelen misafirleri ve ziyaretçileri ağırlıyoruz, hacılara su dağıtıyo­ruz ve benzeri iyiliklerde bulunuyoruz..» diyorlardı. Ama onlar bütün bu hizmetleri Allah'a inandıkları, O'nun hoşnutluğuna erişmek için mi, yoksa b'r geleneği sürdürmek, kabileler arasında şeref ve üstünlük aracı olarak kullanmak için mi yapıyorlardı? Allah'ı -Tevhît İnancı doğrultusunda- ta­nımadıklarına göre, ikinci şıkkı oluşturan nefsanî amaç için yaptıkları ke­sin. Karşılığını ise, niyet ve amaçlarına göre dünyada almışlardır. Kıyamet gününde onlara biz mi cömertlikte bulunup Allah adına mükâfat verece­ğiz? Böyle bir yetkimiz var mıdır? Şüphesiz ki insanların amellerini tarta­cak, onlan değerlendirecek, herkese niyet ve amacına göre karşılık vere­cek yalnız Allah'tır. Mülkünde ve tasarrufunda ortağı yoktur.

Kur'ân bütün bu soruları bir cümleyle cevaplayıp mü'minlere gereken bilgiyi vermektedir: «Amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle esip sa­vurduğu küle benzer. Kazandıklarından bir şey elde edemezler.»

Diğer bir âyet ile bu husus daha da açıklanarak şu bilgiler verilmekte­dir : «Ey imân edenler! Allah'a ve Âhiret gününe inanmaz da malını insan­lara gösteriş için harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gö­nül incitmekle boşa çıkarmayın. Çünkü onun misali, kaygan bir kayaya benzer kî, üzerinde azıcık toprak vardır, derken ona şiddetli bir yağmur dokunur da dazlak bırakır; işleyegeldikleri hiç bir şeye karşılık (bir sevap ve mükâfat) kazanmaya güç getiremezler, Allah inkarcıları doğru yola eriştirmez.» [35]

Sonuç olarak, Allah'a ve Âhiret gününe inanmayan bir kimsenin in­sanlıktan veya nefsinden yana yaptığı bir icadı kendi mantıksal ölçülerimi­ze göre uhrevî mükâfatla değerlendirmemiz, haddi aşmak ve ilâhî sınıra tecavüz etmek sayılır. Bu da büyük bir şaşkınlık,ve sapıklık olarak vasıfla­nır. Nitekim âyetin son kısmında açık bir janlatımla buna temas edilerek gereken uyarı yapılmıştır. [36]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, inkarcı sapıkların dünyadaki hiçbir iş ve amellerinin uhrevî mükâfata lâyık olmadığı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, CenâbHakk'ın varlık âleminde yer alan her şe­yi yararlı bir düzen ve dengede yarattığı belirtilerek hiçbir şeyin ve olayın plân ve program dışı olamıyacağı, bu kurala göre, âhirette verilecek karşı­lıkların da belli bir statüye göre yürütüleceği hatırlatılıyor. Dünya hayat­larını ilâhî programın hilâfına sürdürenler uyarılıyor. [37]

.

Meali:

19—  Görmedin mi, Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Dilerse sizi giderip yok eder, yerinize yeni bir insan topluluğu getirir.

20—  Bu da Allah'a göre zor değildir.

 

Gökler Ve Yer Hak İle Yaratılmıştır

 

«Görmedin mi, Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır.»

Hak, daha önce de belirttiğimiz gibi, sözlük olarak: Bir şeyin diğeriy­le uygunluk içinde uyum sağlaması, iki şeyin birbirinin denge ve düzenini korumasıdır. Tıpkı kapının kendi kasasına kusursuz biçimde uyum sağla­ması, kutuyla kapağı arasında tıpatıp uygunluğun bulunması gibi.. Terim olarak : Bir şeyi hikmetin gerektirdiği şekilde ieat edene sıfat olarak gelir. Bu mânayla Allah'ın sıfatlarından biri de Hak'tır.

Bunun gibi, hikmetin gerektirdiği ölçü ve anlamda icat edilen şeye de «hak» denilir. Bu manayla, Allah'ın yaptığı her şey haktır, denilmiştir

Üçüncü bir manayla nefsü'l-emre, yani zihin harici mevcut gerçek ve asla uygun olan bir itikada da hak denilir. Meselâ, kıyamete, Cennet ve Cehennem'e, hesap ve mizana inanmak bu cümledendir. [38]

Hak, bütün bu anlamlarıyla bâtılın karşıtıdır.

O halde göklerin ve yerin hak ile yaratılması, hikmetin gerektirdiği şe­kil ve anlamda, ezelî plân ve programa göre yokluk karanlığından varlık alanına çıkarıldığını açıklar.

Bundan çıkaracağımız sonuç ise, şöyledir:

Varlık âlemi, yüce hikmetin, sonsuz kudretin kusursuz plânına göre, yaratıldığı amacına yönelik bir düzen içindedir. Hiç bir şey boş ve anlamsız, maksat ve hikmetsiz yaratılmamıştır. Kâinattaki mevcut cisimler ve bağlı bulundukları sistemler çekim ve denge kanunlarına göre ayarlanmış ve aralarında uyum sağlanmıştır. Biri diğerini tamamlamakta ve hareketini sürdürmektedir. [39]

 

Hak Kavramı Neyi Hatırlatıyor?

 

Her varlık mutlaka yararlı bir amaca, düzenli bir dengeye yönelik ya­ratılmıştır. İlâhî kudret ve sünnetle uyuşmayan bir şey düşünülemez. Aynı zamanda her şey yaratıldığı hikmet, taşıdığı özellik doğrultusunda hizmet vermek, insana faydalı oimak ve bu sünnete bağlı kalarak Allah'ın buyru­ğuna baş eğmekle yükümlüdür.

İnsan unsuruna gelince: O da kâinatta ilâhî hikmet gereği canlı bir varlık olarak yaratılmıştır. Ancak diğer eşyaya nisbetle birtakım özellikler­le donatılmış ve daha yüce amaçlarla yeryüzüne indirilmiştir. Öyle ki, bi­linen her şey ona hizmet etmektedir. Gerçek bu olunca, insan da diğer şeyler gibi, ilâhî hikmet ve sünnete uymakla, kudretine baş eğmekle yü­kümlü müdür? Şüphesiz ki, varlıkta en büyük yükümlülüğü taşıyan ve yer­yüzünde Allah'ın halîfesi bulunan odur, O bakımdan insan ilâhî sünnete ve hikmete göre bir hayat düzeni kurduğu, bunlarla uyum sağladığı oranda yaratılışının amacına uygun olan bu plânda yerini almış sayılır. Denge ve düzen dışına çıkıp uyumsuzluk gösterdiğinde yaşamasının anlamı kalmaz ve böylece dönüş yapmadığı takdirde ilâhî sünnet gereği, ya o gibiler gideri­lerek yerlerine başkaları getirilir, ya da cezalarının tamamı âhirete bırakı­lır.

Sonuç olarak, yaratılışındaki hikmet ve amaca uymayan, plândaki ye­rini almayan insan, kendine haksızlık etmiş olur. Hak kavramının dışına çı­kıp sünnetullaha ters düşen bir hayat sürmek suretiyle kendi kendini ce­zalandırır.

Ayetler arasında bağlantı

Yukarıdaki âyetlerle, CenâbHakk'in varlık âleminde yer alan her şeyi yararlı bir düzen ve dengede yarattığına temas edildi. Hiç bir şeyin plân ve program dışı kalamıyacağı belirtilerek ilâhî sünnete ters düşen bir hayata özenen insanlar uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, âhiretten bir tablo veriliyor: Dünyada ileri gelen­ler, makam ve mevki sahipleri, reisler ve efendiler yaratıldıkları hikmet ve amacın dışına çıkmakla kalmazlar da çevrelerindeki dalkavuk ve hayran­larını da aynı yola itmek suretiyle ifsat ederlerse, zulüm üstüne zulüm iş­lemiş olacakları hatırlatılıyor ve böyle bir sapıklık ve şaşkınlığın ağır ve­bale yol açacağı, âhirette elîm bir azap ile noktalanacağı haber veriliyor. Sonra da şeytana uyup hayatını geçici zevkler uğruna heba edenlerden bir gün gelecek şeytanların bile yüz çevirmek zorunda kalacaklarına dikkatler çekiliyor. [40]

 

Meali:

 

21— Bunların hepsi Allah'ın huzuruna çıkıp toplanırlar; zayıflar, o bü­yüklük taslayıp (Allah'a imânı) gururlarına yediremiyenlere derler ki: «Doğ­rusu bizler size uymuştuk (uydunuz olmuştuk). Allah'ın azabından az bir şey olsun savıp bizi ondan koruyabilir misiniz?» Onlar, «ne yapalım, Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de sizi doğru yola eriştirirdik. Şimdi artık bizler sızlansak da, sabretsek de birdir. Bizim için kaçıp sığınacak bir kur­tuluş yoktur» derler.

22— İş olup bitince, ilâhî hüküm yerine gelince, şeytan der kî: «Doğ­rusu Allah size gerçek bir va'dde bulunmuştu, ben de size söz vermiştim, ama sözümden döndüm, (döneklik yaptım). Zaten üzerinizde bir sultam ve nüfuzum da yoktu, sadece sizi davet ettim, siz de olumlu karşılayıp ba­na geldiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ben feryadınıza ko­şup sizi kurtaramam; siz de benim feryadıma koşup beni kurtaramazsınız. Aslında beni daha önce Allah'a ortak tutmanızı da tanımamıştım.»

Şüphesiz ki zalimlere elem verici azap vardır.

 

Cehennem'den Bir Tablo

 

Toplum içinde halk tabakasını yönlendirme düzeyinde olan ülkenin okumuşları, ileri gelenleri doğru yolda değillerse; imanı gururlarına, cami­yi nefislerine, zikri dillerine, Kur'ân'ı ellerine ve ağızlarına yakıştıramıyor-larsa; buna rağmen ahlâk ve faziletten, hukuk ve adaletten söz edip ken­dilerinde ahlâk ve faziletten eser bulunmuyorsa, vay o ülkenin haline! Ço­ban tam hıyanet içindeyse, vay güttüğü sürünün akıbetine!.

İyi ama mal ve makam, bilgi ve kültür bakımından zayıf olanlar neden bunlara uyarlar? Bu sorunun cevabı açıktır: Ciddi şekilde eğitilmeyip kimi bilgisiz, kimi az okumuş, kimi de yarım aydın kalmış ve bunun da ötesinde kendilerine şahsiyet kazandıran gerçek dindarlık potasında biçimlendiril­memiş bir toplum her zaman, mai ve makam için o güçlerin uydusu olma­ya bir bakıma mahkûmdurlar. Ancak imânını, aklını ve idrâkini birleştirip nereye adım attığını iyice düşünebilenler bu genellemenin dışındadırlar.

Bir de halk tabakasının sağlam bir imânı, gelişmiş vicdanları, olgun­laşmış ruhları yoksa durum daha da kötüleşir ve uyduluk engel tanımaz boyutlara ulaşır.

İşte bunun İçindir ki tarihin hemen her devir ve döneminde köşe baş­larını ele geçiren, ekonomik bakımdan güçlü, ama inancı bozuk kişiler hem çevrelerir deki insanları sömürmüşler, hem de mevcut ahlâk ve fazilet ku­rallarını çiğnemişlerdir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili âyetlerle, Mekke'nin ileri gelen kurtlarına yem olan zayıf halk tabakası uyarılırken inanan her toplum ve millete seslenil-mekte ve gerçekleri iyi anlamaları ilham edilmektedir.

Şüphesiz ki, ülkelerini bir sürü sömürücülerin istilasına terkeden, hal­kı kemirip tüketen parazitlere göz yuman, makam ve rahatları uğruna ada­let, ahlâk ve fazileti çiğneyen, dini ahlâkı bir tarafa iten güçlülerin ve on­ların kurbanları olan zayıfların Cehennem'de tekrar bir araya getirilecek­leri mukadderdir. Ceza amelin cinsinden olduğu bir defa daha o adalet gü­nünde tecelli edecektir.

Tablo çok uyarıcı:

Güçsüzlerle güçlüler arasında cereyan edecek konuşma oldukça dik­kat çekicidir. Şöyle ki:

Güçsüzler: Biz size uyduk, bir bakıma uydunuz olduk. Bugün bizi Al­lah'ın adâieti gereği verdiği bu azaptan kurtarabilir misiniz? Zira siz hem kendinizi, hem de bizi doğru yoldan alıkoydunuz, diyecekler.

Güçlüler: Allah bizi doğru yola eriştirseydi, elbette biz de sizi doğru yola iletirdik. Ne yapalım ki O, hidâyet vermedi, diyerek sucu Allah'a yük­lemeyi kurtuluş yolu olarak seçecekler ki, bu onların bir diğer küstahlığı olacak ve aklını, idrâkini kötü yolda kullananların doğru yoldan nasıl sap­tıklarını belgeleyecektir.

Sonra güçlüler gerçeği biraz daha anlayacak ve başlarına gelen aza­bın kendilerini her taraftan kuşattığını görerek şöyle diyecekler:

— Artık sızlansak da, sabretsek de aynı şey. Bizler için kurtuluş yok. Çünkü o yollan dünyada iken (kendimize) kapadık.

İlâhî hüküm yerine gelip iş bitince bu defa güçlüler, güçsüzler ve İb­lis biraraya getirilerek birbirleriyle hesaplaşma dönemi başlatılacak ki, asıl rüsvaylığın bir beteri de bu olacaktır. İblîs onlara şöyle diyecek: «Al­lah size dosdoğru iman ve iyi amel karşılığında Cennet'i ve bir de hoşnut­luğunu va'detti. O'nun va'di haktır. Siz ilâhî buyrukları dinlemek istemedi­niz, o yüzden âhireti inkâr ettiniz. Ben size Kıyamet, Cennet, Cenennem, he­sap, terazi ve azap yok diye va'dettim; kalplerinize durmadan bu hususta sinyal gönderdim; ama hep yalan söyledim. Hem benim sizin üzerinizde -vesvese vermek dışında- hiçbir sultam yoktu ve olamazdı da. Buna rağ­men sizin niyetiniz bozuk, şehvetiniz galip idi. Sizi kötülüklere çağırdım, düşünmeden, rmtiresihi hesaba katmaddn geldiniz. O halde beni kınamn-

ya hakkınız yok. Kendinizi kınamanız gerekir. Bugün, aklınızı, idrâkinizi iyi yolda kullanmadığınızın cezasını çekiyorsunuz. Artık ne ben sizi kurtara­bilirim, ne de siz beni... Dünyada iken beni Allah'a ortak koşacak kadar şaşkınlık gösterdiğinizde ben onu kabul etmedim. Hepimiz de kendimize yazık etmiş, haksızlıkta bulunmuşuzdur. Dünyanın üc günlük şatafatına al­dandık. Bugün artık zalimler için elem verici azap vardır. Onu geri çevire­cek Allah'tan başka bir kuvvet ve kudret de yoktur.»

Böylece hak ve adaletin, arkasından ilâhî hükmün tecelli etmesiyle . güçlüler güçsüzlerden daha güçsüz duruma düşecek, ayaklar altında ka­lıp ezileceklerdir. [41]

 

İblisin Mahiyeti Nedir?

 

Bu sorunun cevabını hem doyurucu, hem de öz ve özetli şekilde Mü-fessir Fahruddin Râzî, Mefatihü'l-Gayb adlı tefsirinde vermiştir. Onu özet-liyerek naklediyoruz. Müellif diyor ki:

«Aklî taksime göre, Allah'tan başka olan varlıklar üç sınıftır. Birincisi: Cisim olup boşlukta bir yer kaplayandır. İkincisi: Bir yer kaplayan cisme hülûl eden (giren)lerdir. Üçüncüsü : Ne bir yer kaplayan, ne de ona hülûl edendir.

Bu üçüncü sınıf, «ruhlar» diye adlandırılır. Sözü edilen bu ruhlar pak ve mukaddes olup kutsal sayılan ruhlar âleminden iseler, onlara «melekler» denilir. Habîs iseler, insanları kötülüklere davet ediyorlarsa, onlar melek değil, şeytandırlar. O halde şeytan cisim değil ki bir bedenin içine girsin, yani canlı hayvanlar gibi ete, kemiğe burunsun. O ruhanî bir cevherdir, fiili habîstir. Bütünüyle şerre ve insan nefsine yöneliktir. O bakımdan insan nefsinin cevherine (öz ve mayasına) çeşitli vesvese ve anlamsız, boş ku­runtu sinyallerini gönderir.» [42]

Böylece doğru yoldan sapan ileri gelenler ve onlara uyanların geleceği hakkında Kur'ân'ıh tasvir ettiği tablo ibret ve öğüt alınacak, aynı zamanda insanı derinden düşündürecek on beş madde halinde işlenip gözier önüne serilmektedir. [43]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ileri gelen sapıklar ve onlara şuursuzca uyanlar

konu edildi. Tevbe edip dönüş yapmadan öldükleri takdirde âhirette ken­dilerini rüsvay edecek bir azabın ve hesaplaşmanın beklediği hatırlatıldı. İnsanın özellikle yaratılıp dünyaya indirilmesinin çok yüce cnr.açlara yöne­lik bulunduğuna işaretle üç günlük makam ve servet hırsına âhireti feda etmenin akıllıca bir tutum ve düşünce olmadığı kapalı bir şekilde anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, yukarıdakilerin aksine hayatın anlam ve hikme­tini bilip imân doğrultusunda iyi ve yararlı amellerde bulunanlara âhiret âleminde hazırlanan nîmetlerden söz ediliyor. Dünyadan selîm bir kalp ile ayrıldıkları için Cennet'te de iyilik temennilerinin «selâm» olacağı belirtili­yor. Güzel söz, kökü sağlam/yukarıya doğru da!-budaK vermiş verimli bir ağaca benzetiliyor. Kötü söz ise, kökü kesilmiş kuru bir ağaca teşbihle imânla inkâr, iyi amelle kötü amel arasındaki farka dikkat çekiliyor. [44]

 

Meali:

 

23—  imân dip, iyi-yorarlı amellerde bulunanlar, altlarından  ırmak­lar akan Cennetlere sokulacaklardır. Rablerinin izniyle orada devamlı ka­lırlar. Oradaki kutlamaları «selâmadır.

24—  Allah'ın sana nasıl misâl verdiğine baksana: Güzel bir söz, kökü sağlam, sabit, dalları gökte güzel bir ağaç gibidir.

25—  Rabbinin izniyle her in -^eyva verir; düşünüp öğüt alsınlar diye Allah insanlara (böyle) misâller verir.

26—  Kötü bir söz ise, yerin üstünde gövdesi koparılmış hiçbir karan olmayan bir ağaç gibidir.

27—  Allah imân edenleri Dünya hayatında da, Âhiret'te de sabit bir söz ile sağlamlaştırır. Zâlimleri ise saptırır ve Allah dilediğini yapar.

 

İlgili Hadîsler

 

Abdullah b. Ömer (R.A.) anlatıyor:

— Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına seslenerek şöyle bu­yurdu : «Bana bir ağaçtan haber verin ki, o müslüman kimseye benzer; yaprakları dökülmez. Her zaman (her mevsim) meyvasını verir?»

Râvî diyor kî: Hatırıma onun hurma ağacı olduğu geldi; ancak Ebû Be­kir (R.A.) ile Ömer'in (R.A.) konuşmadıklarını görünce, ben de konuşmak­tan çekindim. Kimse bir cevap vermeyince de Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz: «O hurma ağacıdır» buyurdu. [45]

«Kul (ölüp) kabrine konulduktan sonra arkadaş ve yakınları ayrılınca, onların ayakkabılarının takırtı sesini duyar. Onlar ayrılıp gidince iki melek gelip onun (ruhunu) oturturlar (karşılarına alırlar) ve ona şöyle sorarlar: «Şu Muhammed adındaki zat hakkında ne dersin?» Ölü müslüman ise, şu cevabı verir: «Onun Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna şehadet ediyo­rum.» Bunun üzerine ona : «Cehennemdeki yerine bir bak, Allah onu Cen-

nette bir yere tebdil etti!» derler. Böylece ölü her iki yeri de görür.» [46]

«Mü'minin misali, sabit bir ağaç gibidir. İman onun do«rnrlan, namaz gövdesi; zekât, kökünden fışkıran fidanları; oruç onun dalları; Allah yolun­da eziyet çekmek çiçekleri; güzel ahlâk yaprakları ve Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmak onun meyvalarıdır[47]

 

İmanın Karşılığı

 

«İman edip iyi-yararlı amellerde bulunanlar, altlarından ırmaklar akan cen­netlere sokulacaklardır. Rablarının izniyle orada devamlı kalırlar..»

Allah'a dosdoğru iman, bütün hayırların menbaı, faziletlerin kaynağı­dır. Susuzluktan veya köklerinin kesilmesinden dolayı kuruyan bir ağaç ne ise, imansız bir beden de odur. İkisi de yakıt olmaktan başka neye yarar?

Cennet'i saadet yurdu yapan, imânın sönmeyen nurudur. Onsuz Cen­net varla yok arasındadır. Cehennem'i ateşle dolduran, şüphesiz ki hakkı inkâr etmek, azgınlık gösterip zulmetmek ve ahlâk dışı yaşamaktır. Bu gibi sapmalar ve kötülükler olmasaydı, Cehennem'e, gerek kalmazdı.

O halde ruhu her ân canlı ve yemyeşil tutan imân cevherinin mükâ­fatı, her an canlılık ve huzur veren Cennet'tir. Bunun için Cenâb-ı Hak, sa­pık inkarcılara verilecek azabı açıkladıktan sonra, imân edip iyi-yararlı amellerde bulunan mü'minlere vereceği mükâfata dikkatleri çekmektedir.

Selâm vermek ise, Cennet'te mü'minlerin dirlik temennileri, kutlama mesajlarıdır. [48]

 

Neden Selâm

 

«Oradaki kutlamaları selâmdır.»

Selâm, Allah'ın sıfatlarından, diğer bir deyişle, O'nun 99 isminden bi­ridir. Sözlük mânası: İç ve dış, açık ve gizli afetlerden sıyrılıp esenlikte kalmaktır. Terim olarak: İnsan olmanın anlam ve hikmetini idrâkla ruhuna ilâhî selâmet havasını teneffüs ettirmek suretiyle ruhla beden, dünya ile 'âhiret arasında selâmet köprüsünü dengeli biçimde kurmaktır.

Âhirette ise, bu selâmetin hakikatına erişmek, Allah'ın selâmet tecel-lisiyle, yine O'nun selâmet yurduna girmek ve orada hem Allah'ın, hem meleklerin, hem de mü'minlerin dirlik temennilerine lâyık görülmektir.

Dünya'da iken birbirlerini Allah için selamlayanlar ve bununla birbir­lerine güven, huzur, destek, kardeşlik ve yakınlık telkîn edenler Allah'ın Selâm sıfatının tecellisine mazhar olurlar. İmân üzere öldükleri takdirde Âhiret'te bu mazhariyetin cGr.îi örneğini Cennet'te görme bahtiyarlığına erişirler. [49]

 

Güzel Söz

 

«Allah'ın sona nasıl misal verdiğine baksan ya: Güze) bir söz, kökü sağlam, sabit, dalları gökte gü­zel bir ağaç gibidir..»

Şüphesiz ki, sözlerin en güzeli, Allah'ın varlığını ve birliğini anlatan ve her peygamberin teblîğ ve irşatta temel hareket noktası sayılan «Lâ ilahe illâllahstır. Arş-i A'lâ üzerinde de yazılı bulunan bu mübarek ve kut­sal kelimeyi, manasını, amacını idrak içinde gönül toprağına ebediyet to­humu olarak atmak, ilim ve irfan suyuyla sulamak, kökü derinlerde, dal­ları göğe yükselmişler an meyva veren bir ağaç gibi feyizli kılmak, Al­lah'a dosdoğru imân eden kimsenin tek amacı olmalıdır. Çünkü kalpte ye­şeren «Kelime-i Tevhîd» ağacı, imanı oluşturur. İbâdetler, hayırlar, iyilik­ler, faziletler ve güzel ahlâk bu ağacın aralıksız verdiği meyvalardır.

Ayrıca «güzel söz» çok yönlü bir tabirdir. Doğruluğu, zerafeti, güler yüzlülüğü, yakınlığı, kardeşliği, emniyeti ve huzuru telkîn eder. O bakımdan temelinde «Lâ ilahe illallah» bulunan güzel sözün birçok yararları söz ko­nusudur. Onları şöyle özetleyebiliriz:

a)  Ruhlara serinlik, gönüllere yatışkanlık verir. İç sıkıntılarını giderir.

b)  Kötü duygu ve düşünceleri yönlendirir, iyiye, güzele ve doğruya çevirir.

c)  Kardeşlik, dostluk ve yakınlık bağlarını kuvvetlendirir. Toplumu bir­birine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir.

d)  Aileye mutluluk, çevreye güven ve huzur havası estirir. O bakımdan

sıcak bir ilgi ve güvenli bir yaklaşıma neden olur.

e) Devlet bünyesinde kişilere şeref, itibar, sevgi ve saygı kazandırır. Vatandaşla devlet kadrosu arasında güven havası estirir.

Kötü, kaba ve sert söz ise, bunların tam tersine bir yol açar. [50]

 

İman İle Amel

 

Görüldüğü gibi, Kur'ân'ın eşsiz benzetmesiyle «imân», kökü çok de­rinlerde, dalları ise göğe yükselmiş, her an meyva veren bir ağaca benze­tilmiştir. Bu bize neyi telkîn ediyor veya neleri öğretiyor? Tek kelimeyle, imân ile amelin birbiriyle ilgisini, aralarındaki bağın kopmazlığını haber ve­riyor.

Zira gerçekten sağlam bir imân her yönüyle feyiz ve bereket kaynağı­dır. Rahmet saçan ürünleri birbirini izler, O bakımdan imân: amelden ayır­dığımız takdirde, kısmen olsun özelliğini kaybettirme tehlikesine kapı aç­mış oluruz. Bu, bir bakıma meyvasız ağaca benzer. Yararı çok az, feyiz ve bereketi noksandır.

Güzel sözün benzetildiği ağaç, dört sıfatla anılmıştır:

Kur'ân-ı Kerîm güzel bir sözü, güzel bir ağaca benzetirken o ağacı dört sıfatla anarak bize geniş, fakat üzerinde düşünmemizi ilham eden mânalar vermiştir:

1—  O ağaç güzeldir.

Bu, onun ya şeklinin, ya görünümünün, ya da kokusunun veya meyva-sının güzel olduğunu anlatır.

2—  Kökü derinlerde sabittir.

Bu, onun bir dış tesirden dolayı devrilmiyeceğini, yerinuon kopmaya-cağını ifade eder. Dış tesirle kopup devrilmeye yüz tutacak kadar güçsüz ve köksüz olsaydı, sözü edilen güzellik vasfını kaybederdi.

3—  Dallan göktedir.

Dallarının genişleyip yükselmesi, kökünün ve gövdesinin gücünü sim­geler. Aynı zamanda yeryüzünün bazı olumsuz tesirlerinden selâmette kal­dığını belirtir. O nisbette de meyvaları tertemiz ve nefis olur.

Her an meyvasını verir. Bu kadar sağlam, yüksek ve verimli bir ağacın  elbetteki   istisnaî de olsa her zaman meyva vermesi beklenir. Allah'ın rızası, aklını kullanan her insanın böylesine feyizli bir ağaca sahip olmasını ister. Peygamber ve ki­tap böyle bir ağacın yetiştirilme yol ve yöntemini öğretir.    '

İşte kalplerin derinliğine kök salan, hücrelere kadar inen sağlam bir imân da böyledir. [51]

 

Tasavvufî Yönü

 

İlâhî marifet ve ilâhî sevgiye gark olmak, ilâhî hizmete yönelmek ve O'na teât-ü ibâdette bulunmak, sözünü ettiğimiz dört sıfata dört yönüyle benzer ve böylece marifet ağacı her dem ilâhî feyiz, rahmet ve inayet mey-valarını verir. Evi ayakta tutan, sağlam temele dayalı dört rükündür. Dinin temeli ve onun manevî yapısını ayakta tutan rüknü marifettir. Zira marifet, Allah'ı şüpheden uzak, yakîn derecesinde bilmek ve o bakımdan Allah'a karşı üstün sevgi ve saygı duymaktır. Böyle bir bilgi ve derunî zevkten mahrum olan bir imân şüpheyle yüzyüze demektir. Marifetle birleşip bütünleşen bir imân ise, ağaçla ilgili dört vasfı kendinde taşımakta ve her an feyiz ve rahmet ürünlerini vermektedir. [52]

 

Fena Söz, Kötü Ağaca Benzer

 

«Kötü bir söz ise, yerin üstünde gövdesi koparılmış hiçbir kararı olmayan bîr ağaç gibidir.»

Kötü söz, daha çok Allah'ı tanımamak, O'nun varlığı, kudreti ve plânı hakkında bilgisiz ve ilgisiz kalıp inkâra delâlet eden söz ve davranışlarda bulunmaktır.

O halde Hakk'ı inkâr, hakikati örtüp gizlemek ve Allah hakkında bil­gisiz ve ilgisiz kalmak, üç kötü sıfatı kendinde taşıyan kötü bir ağaca ben­zetilebilir. Nitekim ilgili âyette bu benzetme çok özlü ve anlamlı şekilde ifade edilmiştir. Şöyle ki:

1—  Ağaç yararsız ve kötüdür.

2—  Zira kökü kopuktur,

3—  Gövdesi kararsız olup, dış tesirle şuraya buraya sürüklenmekte­dir.

Küfür de böyledir: Onda feyiz ve rahmet, bereket ve güven yoktur.. Ne göğe doğru yükselen dalları, ne yerin derinliğine inen kökleri, ne sapa­sağlam ayakta duran gövdesi, ne de yarar sağlayan bir meyvası vardır. O bakımdan küfür, tuğyan ve hakkı ret her zaman köksüzdür, kararsızdır, şüphecidir, umutsuzdur, şaşkın ve tedirgindir. Verimli hiç bir ürün söz ko­nusu değildir.

Kötü sözün zararları:

Kur'ân-ı Kerîm müstesna bir benzetmede bulunurken bize çok zengin malzeme ve bilgi vermektedir. O bakımdan «kötü söz»ün günlük hayatımız­daki zararları da söz konusudur, şöyle ki:

a)  Ruhlara tiksinti ve sıkıntı verir, sinir sistemini bozar.

b)  Kalplerin kırılmasına yol açar, kin ve nefret duygularını kabartır.

c)  Kardeşlik bağlarını koparır. Toplum yapısında güven ve huzuru sar­sar, bütünleşmeyi önler.

d)  Aileyi huzursuz eder, sevgi ve saygı havasını bozar.

O bakımdan rahatlıkla diyebiliriz ki, güzel ve yapıcı söz, temelinde Allah'a imân cevheri bulunduğu ölçüde faydalı ve feyizlidir, kötü söz de temelinde küfür ve azgınlık bulunduğu nisbette zararlı ve yıkıcıdır. [53]

 

Kavl-İ Sabit (Sabit Bir Söz)

 

«Allah imân eden­leri Dünya hayatında da, Âhiret'te de sabit bir söz ile sağlamlaştırır.»

Sabit bir söz ile çevirisini yaptığımız «kavl-i sabit», iki şehadet keli­mesine işarettir. Allah'ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in (A.S.) Al­lah'ın kulu ve peygamberi olduğuna şehadet etmek, imânın temelini oluş­turur. İmanın diğer şartları bu iki cümlenin kapsamına girer. Guzei bir söz, güze! bir ağaca benzetildikten sonra, bu sözün ancak iki şehadeti getir­mek suretiyle inanan bîr gönülde karar kılabileceğine dikkatler çekiliyor. Allah'ın mü'minleri böylesine kökü derinlerde, dalları gökte, her an mey­va veren bir söz ile dünya hayatında da, âhiret hayatında da sabit kıla­cağı müjde mahiyetinde haber veriliyor. Çünkü gerçek imân, selim ve kök­lü bir zevk ve aşk doğurur. Dünyada hiç bir nîmet bu zevki veremez. Dış tesirler ne kadar olumsuz yönde gelişirse gelişsin, mümkün değil o zevk ve °Şkı sarsamaz. Nitekim AshabKirâm'ın hayatı incelendiğinde imânın do­ğurduğu derunî zevk ve aşkın neler yaptığı, nelere mukavemet gösterdiği, n© büyük  başarılar elde ettiği rahatlıkla görülebilir. İşte CenâbHakk'ın dünya hayatında da mü'minferi böylesine bir söz üzerinde sabit kılmasının bir bakıma anlamı budur.

Kendini bu irfan düzeyine getiren mü'min son nefesini, yine dudakları iki şehadet sözünün ıslaklığını taşıdığı halde verir. Kabir âleminde melek­lere böyle bir ıslak dudakla cevap verme bahtiyarlığına erişir. Âhiret'te de bu kelimenin verdiği sabr-ı sebatla Sırat'ı geçer.

Kötü ağaca benzetilen kötü söz, iki şehadeti ret ve inkâra delâlet eden söz ve davranışlardır. O bakımdan inkarcı zalim, kökleri kopmuş, yerde sürüklenen kararsız, meyvasız, yararsız bir ağaç gibidir. Dünyada şüphe, vesvese içinde büyük bir inkâr fırtınasına tutulduğu için hep tedirgin ve şaşkın olmuştur. Öleceği zaman da sabit bir sözü yoktur. Böyleleri bir ba­kıma ayarı bozuk saate benzerler, kâh ileri gider, kâh geri kalır. Ölüm anın­da ümitsizlik ve bütünüyle yok oima sıkıntısı, kabirde cevap verememe üzüntüsü, âhirette yardımcı ve dost bulamama vahşeti, onu yerden yere çarpar. Zira kökü yok, dalı yok, meyvası yoktur. Zararı ise çok yaygındır.

İşte böylece Allah, ilâhî plâna uymayan, hilkat kanununun dayandığı hikmete ters düşen ve aklını, irâdesini -sünnetullahın belirlediği- imkân sı­nırına erişme yolunda kullanmayan inkarcı zâlimleri böylece saptırır, sa-pıklıklarıyla başbaşa bırakır. Allah ancak hikmeti gereği dilediğini işler. [54]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, imân doğrultusunda iyi, yararlı amellerde bulu­nan mü'minlere âhirette verilecek mükâfatlardan söz edildi. Allah'a dos­doğru imânı ifade eden «Kelime-i Şehadet» sözü, dört vasfı bulunan güzel bîr ağaca; Allah'ı inkâra delâlet eden kötü bir söz ise, üç kötü vasfı bulu­nan fena bir ağaca benzetildi. Sonra da o güzel sözü kalbinin derinliğine indirip zevk ve aşkına bürünen mü'minin hem dünyada, hem de âhirette o söz üzerine sabit kalacağı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle böyle bir güzel sözü kalbinde taşımayan nankör­lerden söz ediliyor. Öylelerinin hem kendilerini, hem çevrelerini mahvettik­lerine dikkatler çekiliyor. Sonra da Allah'a ortak koşanların sakat tutumu kınanıyor; üç günlük bir geçim için nefsin emrine girenlerin sonlarının hüs­ran olacağına işaret ediliyor. Arkasından toplum hayatına birlik, dirlik ve sosyal güvence getiren; kardeşlik ve dostluk bağlarını kuvvetlendiren na­maz ve zekât, ya da sadaka gibi iki önemli ibâdete devam edilmesi emre­dilerek mü'minlerin kendi çevrelerinde örnek insanlar, rahmet saçan me­lekler gibi oldukları kapalı bir anlatımla hatırlatılıyor. [55]

 

Meali;

 

28-29— Allah'ın nimetini küfre-nankörlüğe değiştirenleri ve mîlletlerini de helak yurduna (sürükleyip) sokanları görmedin mi? Cehennem'e yas­lanırlar; orası ne kötü karargâh!

30—  (Halkı) Allah'ın yolundan saptırmak için O'na ortaklar, benzer­ler koştular. De kî: Bir süre keyfinize bakıp yararlanın; elbette varacağınız yer Cehennem'dir.

31—  İmân eden kullarıma de ki: İçinde alım-satım, dostluk bulunma­yan gün gelmeden önce namazı kılsınlar, kendilerine rızık olarak sundu­ğumuz şeylerden gizli-açık (Allah için) harcasınlar.

 

İlgili Rivayetler

 

Allah'ın nimetinden maksat nedir veya ne kasdediliyor? Müfessîrleri-iz birkaç yorumda bulunmuşlardır ki, hepsinde de isabet vardır. Şöyle ki:

a)  Hz. Muhammed (A.S.) ve Ona indirilen Kur'ân'dır.

b)  İnsanların dünya ve âhiretini selâmete erdirecek olan İslâm dinîdir.

c)  islâm'ın, esaslarını belirttiği imândır.

Bu nîmetieri küfre değişenlere gelince: İlim adamlarının az farklı yo­rum ve tesbitleri söz konusudur. Şöyle ki:

İbn Abbas'a (R.A.) göre, Mekke kâfirleri kasdedilmiştir. Sonra da yer­yüzünde yaşayan bütün inkarcı azgınlardır. Çünkü Hz. Muhammed (A.S.) kıyamet kopuncaya kadar bütün insanlara, milletlere rahmet peygamberi olarak gönderilmiştir.

İbn Ebî Hâtim'e göre. Bedir savaşına katılan Kureyş kabilesinin azgın inkarcıları kasdedilmiştir.

Hz. Ali'ye (R.A.) göre, Kureyş kabilesinde kümelenen münafıklar kas­dedilmiştir. Nitekim Ma'kal'ın İbn Ebî Hüseyn'den yaptığı rivayete göre, Hz. Ali (R.A.) bir gün ayağa kalkıp dedi ki: «İçinizde benden Kur'ân'la ilgili bir şey soran bir kimse yok mudur? Allah'a yemin ederim ki, bugün Kur'ân'ı benden daha çok bilen bir kimse tanımış olsaydım, denizlerin ötesinde de olsa herhalde ona giderdim!» Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan Abdullah b. Küvâ': «Allah'ın nimetini küfre değiştirip milletini helak yurdu­na sürükleyip sokanlar kimlerdir?» diye sordu. Hz. Ali (R.A.) şu cevabı ver­di : «Onlar Kureyş müşrikleridir. Allah'ın nimeti olan imân onlara geldi, fa­kat onu beğenmediler, küfrü tercih ettiler ve böylece kendi kavimlerini he­lak yurduna sürükleyip soktular.»

Aynı konuyu bir başka zaman Hz. Ali (R.A.) dz değişik bir yorumda bulunarak şöyle açıklamıştır: «Onlar Kureyş kabilesinde iki facîr ailedir: Umeyye oğulları ile Muğîre oğulları.. Muğîre oğulları Bedir savaşında öl­dürüldüler. Umeyye oğulları ise, hâlâ keyifle yaşamaktadırlar.»

İbn Abbas (R.A.), Hz. Ömer'e (R.A.) bu âyetin açıklanması hakkında ricada bulundu. Ömer (R.A.) de ona şöyle dedi: «Bunlar, Kureyş kabilesin­den iki fâcir ailedir: Benim dayılarım ve senin amcalarındır. Benim dayı­larımı Allah Bedir günü helak etti. Senin amcalarına ise, Allah bugüne ka­dar mühlet vermiştir.»

Tabiinden Mücahid ve Saîd b. Cübeyr'e, Dahhak, Katade ve İbn Zeyd'e göre, âyette Allah'ın nimetini küfre değiştirenlerden maksat, Bedir sava­şında öldürülen kâfirlerdir. [56]

 

Nimeti Küfre Değiştirmek

 

«Allah'ın nimetini küfre, nankörlüğe değiştirenleri..... görmedin mi?»

Bu âyetin iniş sebebi bir özellik taşıyorsa da, inkarcı olan bütün nan­kör insanları kapsamaktadır.

Kuşkusuz Allah'ın nimetleri o kadar çoktur ki, onları saymak mümkün değildir. Ama unutmayalım ki, insanlara verdiği en büyük nimeti, muhakkak ki Kur'ân ve Hz. Muhammed'di r (A.S.). İslâmiyet, imân dahil, bu ikisini içer­diğinden, Allah'ın en büyük nimeti, en son mesajıdır diyebiliriz.

Önce bu büyük nimet Mekkeli'lere verildi. Doktorun şifa olarak ver­diği acı ilâçtan tiksinip kaçan çocuklar gibi.Mekke'nin ileri gelenleri de bu rahmet ve şifa veren nimetten sadece tiksinmekle kalmayıp, onu yok et­mek için olanca güçlerini kullandılar.

Ama neden, ileri gelen, sözde aklı eren o kimseler böylesine sakıncalı bir yolu tercih ettiler? Önce insana tuhaf geliyorsa da, düşünüldüğünde cevabı çok açık olarak karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki:

a)  Hz. Muhammed'in (A.S.) son peygamber olarak ortaya çıkmasıy­la, o ileri gelenlerin makam ve itibarlarının sarsılması söz konusu idi,

b)  Zayıf ve kimsesiz, aynı zamanda fakir halk tabakasını bir sürü ha­linde kullanma imkânının yok olacağı, otoritelerinin sarsılacağı endişesi mevcuttu,

c)  Çevrelerinden gördükleri saygı ve itibarın kalkacağını hesaplıyor, buna sebep olacak hiçbir hareket ve düşünceyi, inanç ve iddiayı kesinlikle kabul etmek istemiyorlardı,

d)  Kutsal Kabe'ye hizmet etme, gelen hacıları ağırlama şeref ve im­tiyazından mahrum kalacakları korkusu ise, daha iyi ve etraflı düşünme­lerine imkân vermiyordu.

e)  Umeyye oğullan ile Hâşim oğulları arasındaki rekabet ve Hz. Mu­hammed'in (A.S.) peygamberliğiyîe Hâşim oğullarının yükseleceği ve Ümey-ye oğullarının eski itibarlarını kaybedeceği düşüncesi hâkim idi.

Şüphesiz ki, bu saydıklarımız, nîmeti küfre değiştirmelerinin sebep­lerinden bir kısmıdır. Birkaç günlük baş olma, otoriteyi elde tutma, ra­kiplerine üstünlük sağlama pahasına en büyük nimeti teptiler de kendile­rini saadet güneşinden mahrum bıraktılar.

Kur'ân diğer yandan bu âyet ile İslâm nimetine lâyık görülen millet­lere sesleniyor: Allah birçok milletler arasından sizleri seçip İslâm nime­tine lâyık gördü. Bu nimete eriştikten sonra başka milletlerin kültür istilâsına kapılarınızı açık tutmak suretiyle sakın nankörlük etmeyin; nîmeti küf­re değiştirmeyin; sonra bunun cezası hem dünyada, hem de âhirette çok şiddetli olur ve çok ağır yüklü bir fatura ödemek zorunda kalırsınız. En azından İslâm ile küfür, hak ile bâtıl arasında bocalayan nesillerin ortaya çıkmasına sebep olursunuz ki bu sonunuzu tehlikeye sürükler,

Üçüneü bir şık olarak, Kur'ân ilgili âyetiyle bütün milletlere sesleni­yor. Şöyle ki: Dinler tekâmül basamaklarında yükselirken, sonra indirilen­ler önce indirilenleri yürürlükten kaldırma doğrultusunda gelişip son kerte­sine dayanmış, peygamberlik Hz. Muhammed (A.S.) ile, kitaplar Kur'ân ile, dinler İslâmiyet ile mühürlenmiştir. Geliniz size sunulan bu yüksek nîmeti severek, inanarak araştırma, mukayese etme külfetine katlanınız. Gerçeği araştırmak, bulmak insanın hakkı değil midir? Sığ, basit, kulaktan dolma bilgilerle yetinmeyin. Zaten ciddi hiçbir konu hakkında kulaktan dolma sığ bilgiler aydınlatıcı, olumlu sonuca götürücü değildir. Korkup kaçtığınız İs­lâm, aslında bütünüyle rahmettir, kolaylıktır, kardeşliktir, güvendir, huzur­dur, adalettir ve hakseverliktir. Denize düşüp kurtulmaya çalışan ve fakat kurtulma şansı olmayan kimseyi kurtarmak için kendisine yaklaşan Yunus balığından ürküp kaçan kimse gibi olmayın. Oysa o bir köpek balığı değil, kurtarıcı bir melektir. [57] -

 

Halkı Allah Yolundan Alıkoymak

 

«Allah'ın nimeti­ni küfre, nankörlüğe değiştirenleri ve mîlletlerini de helak yurduna (sürük­leyip) sokanları görmedin mi?»

İslâm'ı, dejenere olmuş yaşantılarını frenleyecek bir kuvvet olarak gördükleri için ondan devamlı kurtulmaya çalışanlar, bununla da yetinme­yip halkı Allah yolundan, İslâm nimetinden alıkoymayı kendi çıkarlarından yana tercîh etmişlerdir. Alternatif olarak da başka şeyleri kutsallaştırmayı veya ilâhlaştırmayı uygun görüp Allah'a ortak koşmaktan çekinmemişler­dir. Elleriyle yontup şekillendirdikleri putları kâh ilâh kabul etmişler, kâh kendileriyle Allah arasında şefaatçi görerek çok sakıncalı bir inanç siste­mi meydana getirmişlerdir. Çünkü putperest müşrikler ne ise, bugünkü inkarcı maddeciler de odur.

İlgili âyetle bunun ölçü ve anlamı açıklanıyor ve sonucun sabırla bek­lenmesi tavsiye ediliyor. Sonra da inkâr ve ahlâksızlık bataklığını gülsen sanıp keyif çıkaranlara sesleniliyor: Siz de bir süre keyfinize bakın, nefsi­nizin arzularına baş eğip o bataklıktan yararlanın, sünnetullah, haddi aşıp belli kerteye gelmenizi bekler. O kerteye geldiğiniz gün ilâhî hüküm iner, gereğini yerine getirir. [58]

 

Dostlukların Sona Ereceği Gün

 

Allah için kurulan dostluk dışındaki bütün dostlukların sona ereceği gün hatırlatılıyor. Neden? Çünkü dünya denilen bu aşağı âlemde çok aşa­ğılık dostlar da vardır. Onları birkaç madde halinde şöyle sıralayabiliriz:

a)  Makam-ve ikbal günlerinin dostları,

b)  Servetten yararlanmak için dostluk kuranlar,

c)  Şehvetten yana dostluk kuranlar,

d)  Mideci dostlar, sofra dostları,.

Allah'a ve Âhiret'e dosdoğru inanmayan bir toplumun bünyesinde olu­şan sün'î dostlukların temel taşları ancak bu gibi şeyie/dir. Diğer bir tabir­le o gibi dostluk çatısını ayakta tutan ana direkler bunlardır. Her an yıkı­lıp dağılmaya mahkûmdur. En geç Âhiret'te bu tür dostluklardan eser kai-maz. Çünkü orada makam, servet, şehvet, mide ve sofra söz konusu değil­dir; herkesi meşgul eden yeterli dert ve sıkıntı, hesap ve sonuçlan vardır. Söz sahibi sadece Allah'tır. Başkalarının konuşma hakkı ve yetkileri yoktur.

İşte İslâm insanı bu fasit perdenin arkasından çekip, ruhlara ışık ve gıda veren Allah için dostluğa ve kardeşliğe eriştirmek istiyor ve bunun için de önce şu iki hususun arızasız yerine getirilmesini öneriyor:

1—  Namaz kılmak,

2—  Verilen nrmetleri (Allah için) gizli ve açık harcamak..

Denilebilir ki, Allah için dostlukla bu iki ibâdetin ilgisi nedir? Unutma­yalım ki, namaz insanı günde birkaç defa en yüce dosta çekip götürmekte, aradaki engelleri kaldırıp insanı ruhen arındırmakta ve diğer bütün dost-' luklan bu dostlukla değerlendirmemizi ilham etmektedir. Allah için, O'nun rızasına erişmek için gizli-açık hallerde harcamak, insanı, kişisel çıkarla­rını ön plâna almaktan uzaklaştırır; başkalarını sömürme duygusunu kö­reltir; mal ve makam gibi arızî sebepler dolayısıyla dostluk kurmanın an­lamsız olduğunu ilham eder.

Böylece Cenâb-ı Hak, kendi rızasına uygun bir dostluk kurabilmemiz ICIn bize, imân temeli üzerinde filizlenecek iki önemli ibâdeti yerine getir­memizi emrediyor. [59]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, güzel ve kötü sözler üzerinde durularak nefis bir benzetme yapıldı. Allah'ı inkâr eden nankör kimseler, kökleri kopuk ku­ru bir ağaca benzetilerek, öylelerinin ancak cehenneme yakıt olabilecek­lerine işaret edildi. Sonra da insanı kadirbilir yapan, imân temeli üzerinde filizlenerek insanî duygulan geliştiren ve topluma rahmet havası estiren iki önemli ibâdetten söz edildi.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'ın geniş rahmetine, birliğine ve kudretinin sınırsızlığına delâlet eden yedi belgeye dikkatler çekiliyor. Böylece Allah'­ın insandan yana hazırlayıp hizmete sevkettiği nimetlerin sayılmayacak ka­dar cok olduğu hatırlatılıyor. Bununla beraber insanların çoğunun haksız­lık ve nankörlük içinde bulunduğu konu ediliyor. [60]

 

M E Â L İ :

 

32—  Öyle Allah ki, gökleri ve yeri yaratmış, gökten su indirerek size rızık olsun diye onunla türlü ürünler çıkarmış; denizde O'nun emriyle (koy­duğu kanunla) dolaşıp gezmeniz için gemiyi sizin buyruğunuza vermiş; nehirleri de sizin (yararınıza) baş eğdirmiştir.

33—  Güneş'le Ay'ı bağlı bulundukları kanun gereği (görevlerini) bite­viye sürdürmek üzere hizmetinize veren, gece ile gündüzü size musahhar kılan da O'dur.

34—  İsteyebileceğiniz her şeyi veren de O'dur. Eğer Allah'ın nimetle­rini saymaya kalkışacak olursanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok hak­sız ve çok nankördür.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kıyamet gününde âdemoğluna üç büyük defter çıkarılır: Birinde iyi, yararlı amelleri yazılıdır. Birinde günahları yazılıdır. Üçüncüsünde ise, Al­lah'ın ona verdiği nimetler yazılıdır.

Cenâb-ı Hak en küçük nimetine der ki: «Karşılığını onun iyi, yararlı amellerinden (ayırıp) af!» Böylece o küçük nîrnet, adamın bütün iyiliklerini aldıktan sonra uzaklaşarak şöyle der: «Rabbim! Senin izzetin ve yüceli­ğin hakkı için, karşılığımı tamamen alamadım!» O nedenle geriye günah­lar ve nimetler kalır. Allah kuluna merhamet etmeği dileyince, «Ey kulum! Senin iyiliklerini kat kat yapıyorum, günahlarını da bağışlıyorum.» Buyu­rur.» [61]

Bu konuda Talk b. Habîb'n şöyle dediği rivayet edilmiştir:

  «Allah'ın hakkı, insanların kaldıramıyacakları ve yerine getiremiye-cekleri kadar çok ve ağırdır. Allah'ın nimetleri ise, kullarının onları saya­mayacağı kadar çoktur. O halde tevbe ederek sabahlayın ve tevbe ederek akşamlayın!» [62]

Rivayete göre :

  Dâvud Peygamber (A.S.) şöyle dilekte bulunmuştur: «Ya Rab! Sa­na nasıl şükredeyim ki, sana olan şükrüm de senin üzerimde olan bir baş­ka nimetindir.» [63]

 

Allah'ın Varlığını Ve Kudretini Yansıtan Belgeler

 

«Öyle Allah ki, gökleri ve yeri ya­ratmış......»

Yukarıda geçen âyetlerle inkarcı sapıkların, şaşkın müşriklerin karşı­laşacakları cezaya dikkatler çekildikten sonra; ilâhî rahmetin eseri olarak insan aklına ışık tutan, malzeme veren belgeler ve deliller sıralanıyor. Böy­lece belki o inkarcı haksızlar akıllarını kullanırlar da seçtikleri yanlış yol­dan dönüş yaparlar umudu izhar ediliyor. Kur'ân'm sıraladığı belgeler, gün­lük hayatımızda her dem karşılaştığımız türdendir.

Böylece her türlü şüpheleri giderecek kudrette yedi belge üzerinde ciddi şekilde düşünmemiz ve birtakım olumlu sonuçlar çıkarmamız iste­niliyor :

1— Göklerin ve yerin yaratılması.

Her an hareketini aksatmadan sürdüren, insan hayatının devamını sağlamaya yardımcı olan; düzenli, dengeli, plânlı ve programlı, aynı za­manda hesaba dayalı olarak hareket halinde bulunan Güneş sistemi, di­ğer sistemler, galeksiler ve neticede gökteki cisimlerin hepsi çok yüksek ve sınırsız bir kudretin varlığını hatırlatıyor.

Güneş kendiliğinden gelip bulunduğu yerde dokuz gezegene merkez mi olmuştur? Kendiliğinden hidrojeni helyum gazına çevirerek bitmez, tü­kenmez bir enerji kaynağı mı oluşturmuştur? Sonra da üzerinde yaşadığı­mız Dünya ile kendi arasında -bizi yakıp kavurmayacak ve soğuktan do­nup öldürmeyecek kadar -belli bir mesafeyi kendiliğinden mi ayarlamıştır? Dünya kendi kendine mi hem ekseni, hem Güneş etrafında düzenli ve den­geli 23 derecelik bir meyille belli bir yörüngede hareketini hiç aksatma­dan, bozmadan sürdürmektedir? Bundan başka Dünya kendiliğinden mi yüzeyinin dörtte üçünü denizlerle kaplamış ve canlılarla bitkilerin hayatı­nı sağlaması için belli kalınlıkta bir atmosfer tabakası oluşturmuştur? Hem atmosfer tabakası canlıların ve bitkilerin hayatını devam ettirebilmeleri için belli oranlarda birtakım gazlardan oluşmuştur. Bütün bu plânlı, program­lı, hesaplı düzenlemeler, hareketler ve verimlilikler, bir plânlayıcı, proğram-layıcı, düzenleyip belli kanunlara göre dengede tutucu olmaksızın kendili­ğinden bir sürü tesadüflerin biraraya gelmesiyle mi gerçekleşmiştir? Az-çok akimi kullanabilen bir kimsenin böylesine dayanaksız bir iddiada bu­lunması düşünülemez. Her parça ve her hareket mutlak bir düzeni, her düzen mutiak bir kudreti yansıtmakta ve her şey o kudretin damgasını ta-

şımaktadır.

O bakımdan ilgili âyetle, Allah'ın varlığına ve kudretine delil olarak önce gökler ve yer gösterilmiş; bunlarda hâkim olan hilkat kanununun in­celiklerini araştırmamız emredilmiştir.

2—  Gökten su indirilmesi.

Yerkürenin yüzeyinin onda yedi nisbetinde su ile kaplı bulunması, can­lılarla bitkilerin yaşayışlarını sağlamaya, hayatlarını korumaya ve kısaca­sı Dünya'nın yaşamaya elverişli olmasına yönelik bir düzenlemedir. Hiçbir şey eksilmeksizin mevcut suyun devridaim etmesi ve Doyıeee belli kanun­lara bağlı kılınarak buharlaşıp yağmura dönüşmesi bize neyi hatırlatıyor? Bunu böylesine sağlıklı bir nisbette tutan ve birtakım fiziksel kanunlara bağlayıp yeryüzündekilere hayat veren sonsuz ve mutlak bir kudretin var­lığına delâlet etmiyor mu? Sonra da gökten indirdiği suyu kimya bakımın­dan incelediğimizde, iki molekül hidrojenle, bîr molekül oksijenin birleş­mesinden oluştuğunu görürüz. Bunları birbirinden ayırdığımız zaman orta­da hayat veren su diye bir madde kalmaz. Hidrojenle oksijeni belli oranda biraraya getiren ve bunu canlıların yaşamasını sağlayan önemli faktörler­den biri kılan bir tesadüf müdür, yoksa her şeyi en ince hesaplara göre, şaşmayan kanunlara ve değişmeyen plânlara göre düzenleyen Allah'ın var­lığı ve kudreti mi söz konusudur?

3—  Yerden ürün çıkarılması.

Canlıların muhtaç olduğu besinleri CenabHakk'ın toprak, yağmur, güneş ve hava ile meydana getirmesi; yarattığı canlıların hayat şartlarına elverir şekil ve ölçüde besin yaratması ve bunu periyodik olarak sürdür­mesi neye delâlet eder? Aynı zamanda her ürünün insandan yana yarar­lı olması için, ilk yaratılışta vuku' bulan ilk tecelliyle mayasına genetik ola­rak enjekte edilen bütün özelliklerini koruyagelmesi, çok yüksek bir plân­layıcı ve proğramlayıcının varlığını isbatlamıyor mu?

4— Gemileri insan buyruğuna vermesi.

İlk bakışta Allah'ın gemileri insanoğlunun buyruğuna vermesi biraz ga­rip karşılanabilir. Gerçekte ise, gemi yapma yeteneğini insana veren Al­lah'tır. Sonra da on binlerce ton ağırlığında dev bir teknenin su üzerinde dengeli biçimde durabilmesi, şüphesiz ki bir hesap işi ve fiziksel bir olay­dır. Evet büyük bir teknenin su üzerinde batmadan yüzebilmesi, hacminin sudan daha fazla olması ve bu durumda sudan daha hafif çekmesi nede­niyledir. Şöyle ki: Gemilerin suda, aşağıdan yukarıya doğru düşey bir itme kuvvetinin tesiriyle taşırdığı suyun ağırlığına eşit olma hesabı söz konu­sudur. Suyu bu özellikte yaratan, insana aklını kullanarak fizikî kanunlardan yararlanma yeteneğini veren ise, Allah'tır. İlgili âyetle bilhassa bu in­celiğe işaret ediliyor.

Güneş ile Ay'ın kendilerine has yörüngede düzenli ve dengeli ha­reket etmesi.

5 ---Böylesine mükemmel ve yararlı hareketler ve Dünya'nın bu iki cisim­le olan bağlantısı bize neyi hatırlatıyor? Ortada fiziksel ve matematiksel kanunlar kusursuz işlemektedir. Bu olay, kıyas kabul etmez, nisbet kapsa­mına girmez çok mükemmel bir fizikçi ve matematikçinin varlığını hatırlat­mıyor mu? Yörünge düzlemine göre ay'ın 83° 30' eğik bir eksen üzerinde dönmesi ve dönüş süresinin yerküre etrafında dolanma süresine eşit bu­lunması, aynı zamanda Dünya'ya uzaklığının 363.300 km. ile 405.500 km. arasında değişmesiyle hilâllerin meydana gelmesi tesadüflerin eseri midir? Bu kadar mükemmel düzenlemeler, ince hesaplar ve fiziksel kanunların iş­leyişi tesadüfe bağlanabilir mi? Onun için ilgili âyetle Güneş ile Ay'ın belli kanunlara bağlanıp insanın emrine, yani hizmetine verildiği belirtilerek bu olayda Allah'ın kudret damgasını görmemiz tavsiye ediliyor.

6—  Nehirlerin de insanoğlunun buyruğuna verilmesi olayı. Denizlerin düzenlenmesiyle içice bir olaydır. Denizlerin belli nisbette buharlaşması ve yüksek tabakalarda yağmura dönüşüp yeryüzüne tekrar inmesi, hem yer­altı kaynaklarını beslemekte, hem de canlılara ve( bitkilere hayat vermek­tedir. Yeraltı kaynaklan iyice incelendiğinde, yerçekim kanunuyla ilgili oi-duğu ve insan kudretinin yetmediğini Allah'ın hazırlayıp verdiğini, insan kudretinin yeteceği  hususların  insana  bırakıldığını  rahatlıkla  görebiliriz. İşte bu mükemmel düzenleme Allah'ın varlığına delâlet eden bir başka belge olarak gözlerimizin önünde bulunmakta ve her yönüyle ilâhî kudretin kusursuz işleyişini yansıtmaktadır.

7—  Gece ile gündüzün musahhar kılınması..

Musahhar baş eğdirmek, emir ve hizmetine vermek gibi manalara de­lâlet eden bir tabirdir. Bununla, onları dilediğimiz gibi kullanma, değiştir­me yetkisine sahip olduğumuz anlaşılmamalıdır. Maksat, gece ile gündü­zün şaşmayan belli kanunlara bağlı kalıp insanoğlunun hizmetine ve ya­rarına sevkedildiklerini ifade etmektir. Dünya'nın 24 saatte kendi ekseni etrafında, 365 günde Güneş etrafında dönmesi, hem gece ile gündüzü, hem de mevsimleri meydana getirmektedir. Şüphesiz ki bu olay hayatımızın dü­zenini sağlamaktadır. Bütün bu olaylarda Allah'ın kudretini görmemek, an­lamamak mümkün mü?

İsteyebileceğimiz her şeyi veren Allah'ın şanı ne yücedir! İnsan bilgi ve yeteneğinin erişebileceği her şeyi ve bunların da ötesinde bilmediğimiz

nice şeyleri sadece insan için; insanı da yaratanını bülp kulluk etsin diye yaratmıştır. Allah'ın en güzel eserlerinden biri, belki de en önde olanı in­san, bedensel ve ruhsal yapıları itibariyle şüphesiz ki bir ço* ş«ylere muh­taç durumdadır. Bunları hemen bir rakamla ortaya koymak belki mümkün değildir. Ama bilinen bir gerçek var ki, o da insan için lüzumlu olan bütün ihtiyaçların belli bir programa göre hazırlanmasıdır. O halde insanın iste­yebileceği her şeyi yaratıp hazırlayan Allah'ın varlığına inanmamak nan­körlük ve basiretsizlik olmaz mı? Aklını bu kadar olsun kullanmayan kim­senin kendi varlığını bile tanıyamadığını söylemek her halde yanlış bir tes-hîs olmasa gerek.                                                                                        

İşte Kur'ân bu kadar açık gerçekleri sergilerken insan aklına yete­rince ışık tutmayı, ona malzeme vermeyi planlamıştır. Bunlara bilgisiz ve ilgisiz kalmak, mükemmel eserden onu yapana geçiş sağlamamak büyük bir haksızlık ve aynı zamanda nankörlük sayılmaz mı? [64]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'm varlığına, birliğine, kudretinin s.n.rs.z-l.g.na delalet eden yedi belge sıralandı. Böylece insan aklına ışık tutula­rak nılkatımn hikmetine göre, hayatın, düzenlemesi istendi Sonra da in-T^Tlu UhyabMeCeâİ her ^ önceden varatMıp hizmete sevkedildıği T '" mSQndQn ^        ^

na

 '" mSQndQn ^ ™ ^ ^ mhmet Sâhİbi ûlduÖu

â, h.fn!^! âyetlerle' son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) getirdi-

Skr kC?ISinda kÖr Ve SOâir ka'an Mekkeli m» ««no-Nl        L^?6" tarafmdan teme"erİ yükseltilen kutsal Kabe'nin

 h

 ,1£                                        getİrİldiği konu ediIerek jb

 'n (A-SJ Mekk6'nİn 9Üvenli bir ?ehir k"ınm™ ve ziraate  n V^     Ü

 ?                                aate

 t n A''H    V^     ÜZ6rİnde VaW^fara başka nimetler sevket- ^ ° ^V6 nlyad    bId

 t n A''H    V^                   VW           başka nimetler sevket-

 Pevaam^ ° ^V6 nlyazda buIundu9u açıklamyor. Sonra da ibra-TTV£*l T? " ÜZerİnde durdU^na. ana-baba ve

 çeki ^[65]

 

Meali:

 

35—  Bir zaman İbrahim demişti ki: «Rabbîm! bu. şehrî (Mekke'yi) gü­venli eyle; beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uza kabulündür.

36—  Rabbim! o putlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Artık kim bana uyarsa, şüphesiz ki o bendendir; kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.

37—  Rabbimiz! doğrusu ben çocuklarımdan bir kısmını senin Hür­metli Evin'in yanına ziraatsız bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! namaz kıl­sınlar diye (Löyle bir yer seçtim). Artık sen insanlardan bir kısmının gönlü­nü hevesle onlara meylettir; onları bazı meyvalarla rızıklandır; umulur ki şükrederler,

38—  Rabbimiz! şüphesiz ki sen bizim gizlediklerimizi de, açıkladığı­mızı da bilirsin. Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.

39—  Hamd o Allah'a ki, bana yaşlılığımda İsmail ile İshâk'ı bağışladı. Şüphesiz ki Rabbim duayı işitendir.

40—  Rabbim! beni de, çocuklarımı da namaz kılanlardan eyle. Rab­bimiz! duamı kabul buyur.

41—  Rabbimiz! beni de, ana-babamı da, bütün mü'minleri de hesaba durulacağı gün bağışla.»

 

İlgili Hadîsler

 

«Benim şu mescidimde (kılınan) bir namaz -Mescid-i Haram müstes­na- bin namazdan daha üstündür. Mescid-i Haram'da (kılınan) bir namaz, başkasında kılınan yüzbin namazdan daha üstündür.» [66]

«Kabe'yi (Kıyâmet'e yakın) Habeşli ince bacaklı bir adam yıkacak.» [67]

Açıklama :

İbrahim Peygamber'in (A.S.), Mekke'nin emîn bir belde kılınmasıyla il­gili duası kabul olunmuştur. O bakımdan kıyamete kadar Mekke birçok fitnelerden, saldırılardan korunacaktır. Bacakları ince bir Habeşlî'nin kı­yamete yakın bir dönemde orayı yıkacağına dair rivayet edilen sahîh hadîsten de, bu mâna anlaşılmaktadır, yani kıyamete yakın bir zamana kadar kimse oranın kutsallığını bozamayacak ve orayı.tahrip edemiyecektir. [68]

 

Güzel Bir Rivayet

 

Abdullah b. Ömer (R.A.) şöyle anlatmıştır: «Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz, İbrahim Peygamberin. (A.S.) «Kim de bana karşı gelirse, şüphesiz ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin..» sözüyle ilgili âyeti ve İsa Peygamberin (A.S.) «Onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kul­larındır..» sözüyle ilgili âyeti okuyunca şöyle niyazda bulundu: «Allahım! Ümmetim, Allahım! Ümmetim, Allahım! Ümmetim..» Bunun üzerine Allah (C.C.) melek Cebrail'e şöyle buyurmuştur: «Muhammed'e git, -Rabbın da­ha iyi bilir- ona sor: Seni ağlatan nedir?» Bunun üzerine Cebrail gelip so­ruyor. Peygamber (A.S.) Efendimizden gereken cevabı alıyor. Allah (C.C.) Cebrail'e yine Muhammed'e git ve de ki: «Seni elbette ümmetin hakkın­da razı edeceğiz, üzmeyeceğiz!» [69]

 

Güvenli Şehir   :   Mekke

 

«Bir zaman İbrahim demişti: Rab-bım! Bu şehri (Mekke'yi) güvenli eyle...»

Mekke'yi yerli müşrikler daha çok son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) ve Tevhît İnancı'nı kabul eden mü'minîere kapalı tutup oranın kud-siyet ve emniyetini bozdular. Oysa İbrahim Peygamber'den beri Mekke'ye giren herkes kendini güvende hisseder ve rahat bir nefes alabilirdi. M'ek-keli ileri gelen söz sahipleri her vesileyle hem kutsal Kabe'ye hizmette bu­lunmakla, hem de emin bir beldede oturmakla böbürlenip dururlardı. Bu olumlu hizmetlerine paralel bir de Kabe'nin kutsallığıyla bağdaşmayan çok yanlış inançlara sapmış, çok tanrılı bir sistem oluşturmuşlardı. Allah'a ibâ­det için yeryüzünde ilk yapılan bu mâbedî gayesinin dışına itmiş, bir bakı­ma puthane yapmışlardı. Bu hal asırlarca sürdükten ve Tek Tanrı İnancı iyice unutulup yerini çok tanrılı bir inanca bırakınca Cenâb-ı Hak, Kabe'yi putlardan temizlemek ve orada Tevhît İnanoı doğrultusunda kendisine ibâdet edilmesini sağlamak ve böylece o beldeyi asıl hüviyetine kavuştur­mak için son peygamberi Mekke'den seçip görevlendirdi. Böylece İbrahim Peygamberin (A.S.) duasının kabul olunduğu bir defa daha ortaya çıktı.

O bakımdan ilgili âyetle çok önemli üç hususa işaret edilmektedir:

1— İbrahim Peygamber (A.S.) eşini ve oğlunu, Allah'ın emrine uya­rak getirip Mekke vadisine yerleştirdikten sonra, «Rabbım! Bu şehri güven­li kıl..» diye duâ etmiştir.

Bu âyetle putperestlere şehrin güvenini bozdukları hatırlatılırken, Pey­gamber {A.S.) Efendimize ve arkadaşlarına yakında İbrahim Peygamber'in duası, sizin bu beldeyi fethetmenizle bir defa daha gerçekleşecek diye işa­rette bulunuluyor.

2__ Mekkeli'ler, bunca küfür ve tuğyanlarına, zulüm ve işkenceleri­ne rağmen Âd veya Semûd kavimleri gibi helak edilmiyorlar, kendilerine -ilâhî hikmet gereği- mühlet veriliyordu. Zira Allah'ın mukaddes ve emîn kıldığı bir şehirde oturuyorlardı. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mek­ke'yi fethederken, mecbur kalınmadıkça kan dökülmemesini emretmiş ve fetihten sonra da düşmanlarını affederek emîn beldenin güvenini koru­muştur.

3— İbrahim Peygamber (A.S.) duasında : «Beni ve oğullarımı puta tapmaktan uzak bulundur.» diyerek hem oğullarının ve torunlarının puta tapanlardan olmamalarını1 dilemiş, hem de oğlunu yerleştirdiği kutsal şeh­rin, putlara tapılan bir yer durumuna getirilmemesini dile getirmişti. Âyet kapalı biçimde şehrin yakında İbrahim Peygamber'in oğlu İsmaii Peygam­ber'in soyundan gelen Hz. Muhammed'in (A.S.) eliyle fethedilip putlardan ve müşriklerden temizleneceği müjdesini veriyordu.

36. âyetle putların bilhassa Mekke ve çevresinde yaşayan insanların çoğunu saptırdığına işaret ediliyor ve sonra hemen şu cümle ekleniyor: «Kim bana uyarsa, şüphesiz ki o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok kî sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.» buyuruluyor. Bununla, Mekke'de İbrahim Peygamber'in Hanîf dininin ruh ve mayasına yeniden dönüleceğine, Tevhît İnancı'nın yeniden ihya edileceğine işaret ediliyor ki, Hz. Muhammed'in (A.S.), namaz, oruç ve benzeri ibâdetler farz kılınmadan önce İbrahim'in (A.S.) Hanîf Dini üzere amel ettiği bilinmekte­dir. Rahmet Peygamberi, inkârda ısrar edip Hakk'a karşı gelenlerin yok edilmesini dilememiş, onları Gafur ve Rahîm olan Allah'ın bu iki sıfatının gölgesine ısmarlamıştır. Bu da yine o şehir halkının her şeye rağmen he­lake uğratılmamalarının sebeplerinden biridir; aynı zamanda çok geçme­den oradaki putperestlerin çoğunun İslâm'a gireceklerine işaretler vardır. [70]

 

Ziraata Elverişli Olmayan Bir Vadi

 

«Rabbımız! dogruben çocuklarımdan bir kısmını senin hürmetli evinin yanına zi-raatsız bir vadiye yerleştirdim..»

Günün gelişen teknik İmkânlarını bir tarafa bırakırsak, Mekke ve çev­resi genellikle yılın çoğunda kurak geçer. Arazisi hem azdır, hem de bu yüzden ziraate elverişli değildir. O bakımdan tarih boyunca ora halkı yaz ve kış aylarında ticarî kervanlar düzenleyip Yemen'den Hint ürünleri, Çin ipekleri ve adenî denilen kıymetli kumaşları; Afrika'dan altıntozu, fildişi ve köle; Şam ve dolaylarından ise, daha çok gtda maddeleri ve giyim eşyası getirirlerdi. Nitekim Kureyş sûresinde özellikle bu konu işlenir.

Bu nedenle tarihte Mekke'ye «Tacirler Cumhuriyeti» de denilmiştir.

İbrahim Peygamber'in (A.S.) duasından, kendi soyunun name* kılıp Allah'a kulluk etsinler diye bu kutsal vadinin yerleşme yeri olarak seçildiği anlaşılıyor. Tabii her şeyden önce İbrahim Peygamber'in (A.S.) gelip -bir rivayete göre, Adem Peygamber tarafından temeli atılıp yapılan ve son­raları yıkılıp belirsiz hale gelen- kutsal Kabe'nin temelini yükseltmesi ve oğluyla eşini buraya yerleştirmesi ilâhî emirle olmuştur. Ancak âyetin de­laletiyle yine yakın gelecekte, o soydan gelen son peygamber Hz. Muham-med'in (A.S.) Mekke'yi fethedip kutsal beldede namaz kılınmasını sağla­yacağı ve namazın her peygambere farz kılınan müstesna bir ibâdet oldu­ğu anlaşılıyor. [71]

 

Gönüllerin Mekkeli'lere Meylettirilmesi

 

«Artık sen insanların bir kısmının gönlünü hevesle onlara meylettir..»

Bu, İbrahim Peygamberin duasından bir bölümdür. Kutsal Kabe'nin Allah'a dosdoğru imân eden herkese açık bir mabet olacağını, hac için insanların buraya akın edeceğini ve böylece başka ülkelerde yaşayan in­sanların -Kabe'nin kutsallığı ve birleştiriciliği hürmetine- Mekkelî'lere sı­cak bir ilgi duyacaklarını haber vermektedir. Nitekim öyle olmuştur, yani İbrahim Peygamber'in duasının bu bölümü de kabul olunmuş ve tarih bo­yunca yüzbinlerce mü'min o kutsal beldeye akın etmişlerdir.

Bu anlatımdan şu iki önemli inceliği çıkarmamız mümkün: Mekkeli'lehn hem İbrahim Peygamber'in duasına, hem de Kutsal Kabe'ye lâyık ol­maya çalışmaları vaciptir. Başta namaz olmak üzere -1!c**r bütün İbâdet­leri zevkine ererek tam bir huşu' içinde yerine getirmeleri, şüphesiz ki on­ların hem Allah yanında, hem de hac için gelen mü'minler nezdinde sevgi ve itibarlarını artırır. Hac ibâdetini yerine getirmek üzere Mekke'ye hare­ket eden mü'minlerin her zamankinden daha fazla ibâdete sarılmaları, tam bir nezaket, saygı ve edep ölçüleri ve kuralları doğrultusunda o beldeye girmeleri vaciptir. Ancak o takdirde hem İbrahim Peygamber'in feyzine, hem de Hz. Muhammed'in {A.S.) şefaatine ve kutsal Kabe'de tecelli eden inayet ve rahmetlere lâyık olabilirler. [72]

 

Mekkeli'lerin Bazı Ürünlerle Rızıklandırılması

 

(Onları bazı meyvalar (ürünler)le rızıklandır; umulur ki şükrederler.»

«Meyvalar» ile çevirisini yaptığımız «semerat» kelimesi, «semere»nin çoğuludur. Daha yaygın manası, meyvalar demekse de, yararlanılan mal, herhangi bir şeyden sağlanan fayda anlamlarına da gelmektedir.

O halde Mekkeli'lerin yararlanabileceği ürünler, yeraltı ve yerüstü kay­naklarının hepsi olabilir. Nitekim İbrahim Peygamber'in duasının bu bölümü de kabul olunmuş ve Mekke «Tacirler Cumhuriyeti» diye anılmış, hâlen de bu devam etmektedir. Bundan başka bir de önemli bir kaynak söz konu­sudur; o,da «siyah altın» diye anılan çok zengin petrol yatakları ortaya çık­mış bulunuyor.

Bunca nimetlere karşılık Mekkeli'lerin Allah'a her ân şükretmeleri ge­rekiyor ki, bu İbrahim Peygamber'in (A.S.) dilekleri arasında yer almıştır.

Âyetin açık delâletinden ve anlatımından anlaşıldığı gibi, CenÖb-ı Hak, Mekke'yi ilk ibâdet edilecek yer olarak belirlerken, İbrahim Peygamber'i oraya sevkederken ve Hz. Muhammed'İ (A.S.) oradan seçip inşalara rah­met olarak gönderirken orayı ileride İslâmiyete daha çok hizmet etsin di­ye geniş petrol rezervleriyle donatmıştır. Bu kaynağı Allah yolunda en iyi şekilde değerlendirmek mü'minlere düşer. [73]

 

İsmail İle İshak'ın Verilmesi

 

«Hamd o Allah'a ki, bana yaşlılığımda İsmail ile İshak'ı bağışladı. Şüphesiz ki Rabbım duayı işitendir.»

Lût kavmini nelâk etmekle görevli bulunan melekler, insan şekline gi­rip önce İbrahim Peygamber'e (A.S.) uğramışlardı. Bu konu Hud sûresinde yeterince açıklandığı gibi, o sırada İbrahim Peygamber'in eşi ayakta duru­yordu. Melekler onları önce İsmail ve arkasından da İshak ile müjdele­mişlerdi. Kadın, ben bir kocakarıyım, kocam ise iyice yaşlanmıştır, diye­rek hayretini ifadeye çalışmıştı.

Bu olay bize neyi hatırlatıyor?

Şüphesiz ki Allah bir şeyi murat ettiğinde sebepleri oluşturup kolay­laştırır. O zaman ne yaşlılığa, ne de kısırlığa bakılır. Zekeriya Peygam­ber'in (A.S.) eşi Elizabeth de kısır olmasına rağmen Allah dilediği için Yah­ya adında bir oğullarının dünyaya geldiği Tevrat ve Kur'ân'da geçer:"

O halde tıbbın sonuç vermediği, müdahale imkânı bulamadığı ve şifa bahşedemediği zamanlarda, yaşlı ve kısır kişilerin hayırlı, dindar, iffetli ve yararlı bir evlât istemeleri; hastanın gönülden inanarak Allah'tan şifa di­lemesi, insanın tabii haklarından biridir. Ancak ilâve edelim ki, böyle du­rumlarda kişinin tam teslimiyet ve mahviyetle Allah'a yönelmesi, el açıp duâ ederken, CenâbHakk'ın en hayırlı olanını ihsan edeceğine inanması ve kalbinin bütünüyle buna yatışması şarttır.

Görülüyor ki, Allah (C.C.), İbrahim Peygamber'e iyice yaşlandığı bir dönemde iki oğul vermiştir ki, bunda mutlak hayır söz konusudur. Zira İs­mail hem peygamberlik şerefiyle taltif edilerek insanlara hizmet etmiş, hem de onun soyundan birçok peygamberler ve en önemlisi de son pey­gamber Hz. Muhammed (A.S.) gelmiştir. İshak Peygamberin soyundan ise başta Yâkub ve Yusuf peygamberler olmak üzere birçok peygamberler zu­hur etmiştir. O halde tam teslimiyet içinde yapılan duâ kabul edilmediği za­manlarda, onu kabul edilmemiş sanmamak, CenâbHakk'ın en hayırlı ola­nı yaptığına inanarak O'na hamd-ü senada bulunmak mü'mine vaciptir.

Bu konudan çıkaracağımız bir diğer önemli husus da şudur: Allah'tan evlât istemek, şifa beklemek için şu veya bu muskacı ve üfürükçüye veya gaipten haber verene gitmeyi tavsiye eden hiçbir âyet ve hadîs olmamak­la beraber, bunu yasaklayan hayli hadîsler mevcuttur. Böyle durumlarda yakınlarında   sâlih ve takva sahibi bir kişi   varsa, onun duasını almakta ayda vardır; fakat her şeyden önce ihtiyaç sahibinin bizzat kendisinin ina­narak el açıp göz yaşları arasında istemesi tavsiye edilmiştir. Şüphesiz ki Allah'ın bu tavsiye ve işareti, başkalarının yol göstermesinden çok daha hayırlı ve netice vericidir. Çünkü Cenab-ı Hak, samimi ve inanmış bir kalp-den, yatışmış bir gönülden yükselen duaları kabul buyurur.

Nitekim Talat Üsküdarf iki mısraında bu hususu şöyle yansıtmıştır: «Zat-i Hak'tan talep vukuunda, sineden mâsîvâ silinmelidir. Her duâ müstecap olur amma talebin sureti bilinmelidir..» [74]

 

Duada Tertip

 

«Rabbım! Beni de, çocuklarımı da namaz kılanlardan ey­le. Rabbımız! duamı kabul buyur. Rabbımız! Beni de, ana-babamı da, bü­tün mü'minleri de hesaba durulacağı gün bağışla.»

İlgili âyetle İbrahim Peygamber'in (A.S.) duasının son bölümü nakle­dilirken bize duada nasıl bir tertibe riâyet etmemiz öğretiliyor. İlâhî beyânın ışığı altında şu tertibe riâyet etmek hem sünnet, hem de sağlıklı bir yön­temdir

1—  Önce kendi nefsine,

2—  Sonra ana-babasına,

3—  Sonra da bütün mü'minlere duâ edilir. Ayrıca   İbrahim     (A,S.)m, bu duâsıyla, en korkunç ve dehşetli dönemde, dost ve yakınların   kendi başlarının kaygısına düştüğü, kimselerin birbirlerine sahip çıkmadığı he­sap gününde Allah'ın mağfiretini dilemesi, çok anlamlıdır.  Bu, dünyada iken hesap gününü hatırlamamızı, iyi bir hayat düzeni kurmamızı; mal ve makam gibi arızî şeylerden fazla her canlının aralıksız muhtaç bulunduğu ilâhî gufran ve rahmeti istememizi ilham etmektedir. Böylece mağfiret di­leğiyle yapılan duâ, hem yapana, hem kendileri için yapılanlara âhiret gü­nünde gufran ve rahmet havasını inşaallah hazırlamakta, hem de duâ ede­nin dünya hayatmı yönlendirmektedir. [75]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın büyük nimeti olan İslâm ve onun mual­limi Hz. Muhammed (A.S.) karşısında Mekkeli'lerin kör ve sağır kalmaları ınanıyor. Kabe'nin asıl hüviyetine kavuşturulacağına dair birtakım işaret­ler ve kapalı şekilde müjdeler veriliyor. Sonra da İbrahim Peygamber'in gerek Mekkeli'ler, gerekse diğer mü'minler için yaptığı duâ konu ediliyor.

Aşağıdaki âyetlerle, her şeye rağmen zâlimlerin bir süre kendi halle­rine bırakılmasının onlar için hiçbir zaman hayırlı olmayacağı belirtiliyor. Kıyamet gününde ilâhî azamet ve adalet karşısında çok perişan olacak­ları tasvir edilerek gereken uyarı yapılıyor. Öldükten sonra bir daha dün­yaya dönmenin mümkün olmadığına dikkatler çekilerek, ölmeden önce dönüş yapmanın büyük bir bahtiyarlık ve rahmet olacağı hatırlatılıyor. Son­ra da Mekkeli azgın müşriklerin İslâm aleyhine kurdukları tuzak, hazırla­dıkları plânın kendi başlarına geçeceği haber verilerek âhiretteki azabın çok elim olacağı birkaç safhasıyla gözler önüne seriliyor. Kur'ân'ın insan­lardan yana büyük bir rahmet olduğu üzerinde durularak sağduyularını kullananların ancak bu kitaptan nasiplerini alabilecekleri bildiriliyor. [76]

 

Meali:

 

42— (Bu gece olayları hatırla da) Alah'ı, o zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Onları ancak gözlerin bir noktaya dikilip kalacağı güne kadar geciktiriyor.

43—  (O gün) boşları yukarıya dikilidir; gözlerini kendilerine (bile) çe­virip bakamazlar; kalpleri de bomboş halde koşarlar.

44—  İnsanları azabın kendilerine geleceği gün hakkında uyar! Zul­medenler diyecekler ki, «ey Rabbimiz! bizi yakın bir geleceğe kador erte­le ki dâvetine olumlu cevap vererek gelelim, peygamberlere uyalım.» Ama daha önce sizin için zeval (= sonunuzun gelmesi) yok diye yemin eden sizler değil miydiniz?

45—  Hem kendilerine zulmeden (şaşkınların) yerlerine yerleştiniz; üs­telik onlara neler yaptıklarımız da size açık şekilde belli olmuştu; ayrıca size birtakım misaller de vermiştik.

46—  Onlar kurmak istedikleri tuzağı kurdular; hile ve tuzaklarıyla dağ­lar bile yerinden oynasa, Allah yanında da onların tuzağına karşı tuzak var.

47—  Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sakını san­ma! Şüphesiz ki Allah çok üstündür, çok güçlüdür; cezaya lâyık olanın ce­zasını verendir.

48—  O günde ki, yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir ve (hepsi de) O bir olan, her şeyi kahr-u saltanatı altında tutan Allah'ın huzuruna koşarlar.

49—  Suçlu günahkârları o gün bukağılara vurulmuş görürsün.

50—  Gömlekleri katrandan; yüzlerini de ateş kaplar.

51—  (Bütün bunlar) Allah'ın herkese elde ettiğinin karşılığını verme­si içindir. Doğrusu Allah hesabı çarçabuk görendir.

52—  Bu (Kur'ân) insanlara bir tebliğdir ki, onunla uy'arılsınlar, Allah'­ın tek bir ilâh olduğunu bilsinler ve sağduyu sahipleri öğüt alsınlar.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kıyamet günü insanlar, bembeyaz, kepekten arınmış undan yapılan çörek gibi düz bir alan üzerinde haşrolunurlar. O alanda hiç kimseye yol ve yön gösterecek hiçbir belirti de yoktur.» [77]

«İnsanlar yalınayak, çıplak ve sünnetsiz bir halde haşrolunacaklar.» Bunun üzerine Hz. Aişe (R.A.) sordu:

Ya Resûlellah! Erkeklerle kadınlar birarada mı? Bu iki cins birbirlerine bakarlar.

Peygamber (A.S.) Efendimiz ona şu cevabı verdi:

Ya Aişe! Haşır konusu çok sıkıntılı ve üzücüdür. İnsanların birbir­lerine bakmalarına uygun bir ortamda değildir.» [78]

«Ümmetimde dört şey var ki onlar cahiliye âdetlerin dendir, onları bir türlü bırakamıyorlar:

1—  Soy-sop ile böbürlenmek,

2—  Soy-sopa dil uzatmak, sövmek,

3—  Yıldızlardan medet umup yağmur dilemek,

4—  Ölü üzerine sesli ağlamak..

Ölü üzerine sesli ağlayan kimse ölmeden önce (bu günahından dolayı) tevbe etmezse, kıyamet gününde üzerine katrandan bir gömlek ve uyuz illetine bulaşmış demirden bir gömlek bulunduğu halde kalkar.» [79]

«Ölüler üzerine sesli ağlayan kişi (bundan dolayı) tevbe etmediği tak­dirde Cennet ile Cehennem arasındaki yolda durdurulur ve üzerinde de katrandan bir gömlek bulunur; ateş de yüzünü kaplar.» [80]

 

İbrahim Peygamberin Duası Ve Azabın Geciktirilmesi

 

«(Bu eçen olayları hatırla da) Allah'ı, o zâlimlerin yaptıklarından habersiz san­ma! Onları ancak gözlerin bir noktaya dikilip kalacağı güne kadar gecik­tiriyor.»

Önce şunu belirtelim ki, Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, milletlere rahmet olarak gönderilmiştir. Düşmanları ne kadar azgınlık gösterip bir­çok şirretlikte de bulunsalar, onların helak edilmesine gönlü razı olmamış­tır. Ayrıca güvenli kutsal bir beldeye ilâhî azabın inmesi de pek beklenemez­di. Hem bu hususta İbrahim Peygamber'in (A.S.) duası da söz konusudur.

O halde durum ne olacaktı? Mekke'nin patavatsız, şirret ve saldırgan utperestlerinin yaptıkları bunca zulüm ve işkence yanlarına kâr mı kala­caktı? Cenâb-ı Hak, kırk ikinci âyetle onların çoğunun azabının-tevbe et­meden,- İslâm'a girmeden öldükleri takdirde- âhirete bırakıldığını hatırla­tarak, mü'minlerin bu konuda acele etmemelerini bildiriyor. Onlardan bir kısmı ise, dünyada da azaba uğratıldı ve Bedir savaşında kılıç darbeleri altında can vererek lâyık oldukları sonuca ulaştırıldı. Mekke'nin kansız fethedilmesi, hayatta olanların başlarını yere eğerek düşman kabul ettik­leri Hz. Muhammed'in (A.S.) önünde dilsiz ve sağır kesilmeleri ve verilecek kardrı heyecan ve korkuyla beklemeleri, onlar için önce azap, sonra da rahmet olmuştur. Böylece İslâm'a girmeden önce onlar da böylesine al-çaltıcı, kahredici bir durumla yüzyüze geldiler. Artık bu olaydan sonra imân etmeyenleri nasıl bir azabın beklediğini Kur'ân çok düşündürücü bir anla­tımla haber vererek müstesna bir tablo sergiliyor: «(O gün) başlan yukarı­ya dikilir, gözlerini kendilerine (bile) çevirip bakamazlar; kalpleri de bom­boş halde koşarlar.» [81]

 

İlâhî Rahmet Gereği Bir Başka Uyarı

 

Âyetlerin yüksek anlatımından, Allah'ın rahmetinin hemen her zaman gazabının önünde yürüdüğünü anlıyoruz, İnatçı azgın müşriklerin' her türlü sapıklık, ahlâksızlık ve saldırılarına rağmen ilâhî rahmet onları tamamen terketmemiş; belki akıllarını, sağduyularını kullanırlar da hakikati anlarlar ve gerçeği öğrenirler diye onlara mühlet vermiş ve uyarıları peşpeşe bir­birini izlemiştir. Zira uyarı hususunda her tekrar idrakleri daha çok uyanık tutmaya yol açar, hafızalardaki izi daha da derinleştirir. Kur'ân'da inkarcı müşriklerin, azgın putperestlerin sık sık uyarılmalarının sebeplerinden biri bu; diğeri, yukarıda belirttiğimiz gibi, ilâhî rahmetin önde gitmesidir. [82]

 

Âhiretteki Pişmanlık Neye Yarar?

 

«İnsanları azabın geleceği gün hakkında uyar! Zulme­denler diyecekler ki: Ey Rabbımız! Bizi yakın bir geleceğe kadar ertele ki dâvetine olumlu cevap vererek gelelim, peygamberlere uyalım....»

İlgili âyetten şunu anlıyoruz : İlâhî adaletin tecelli edeceği ve o se­beple azabın İndirileceği gün hakkında insanları uyarmak ve hakikatleri on­lara bildirmek, başta Peygamber (A.S.) Efendimiz'in, sonra da aklı eren, bilgisi yeten mü'minlerin görevidir. Zâlimler o gün ilâhî hesap ve tesbitin

şaşmadığını, yanılmadığını, aynı zamanda O Yüce Kudretin bütün mah­şer ehlini bir bir denetleyip kontrolü altında tuttuğuna, gizli hiçbir şeyin kalmayıp ortaya çıktığına şahit olunca gerçeği ayan, beyân görüp öğrene­cekler ama neden sonra! Bununla beraber dinî kültürleri olmadığı için «Ey Rabbımız! Bizi yakın bir süreye ertele (dünyayu aondür) de dâvetine ica­bet edelim, Peygamberlere uyalım.» diye temennide bulunurlar. Çünkü on­lar dünyada iken ne Allah'a dosdoğru inanmışlardı, ne de âhiret hakkında ciddi bir bilgi edinmişlerdi. O bakımdan büyük bir cehalet izhar ederek tek­rar dünyaya dönme arzusunu ortaya koyarlar. Tabii kendileri susturucu hitapla karşılaşırlar da şöyle bir hatırlatmaya muhatap olurlar: «Ama daha önce sizin için zeval (sonunuzun gelmesi) yok diye yemin eden sizler de­ğil miydiniz?» [83]

 

Mazeret Beyanına Yer Yoktur

 

Uyarıcı ve yol gösterici peygamber, aydınlatıp yönlendirici ilâhî kitap gönderildi. Üstelik Âd, Semûd gibi azgınlık ve ahlâksızlıkta, zulüm ve tuğ­yanda çok ileri giden ve bu yüzden gönderilen peygamberlere haksızlık eden kavimler, tuttukları yolda son kerteye gelince ilâhî gazaba uğrayıp yok olduktan sonra sizler onların yerlerini aldınız; topraklarında yaşadınız, kalıntılarını gördünüz, başlarına gelenleri duydunuz. Ama bir türlü aklınızı ve vicdanınızı harekete geçirmediniz, daldığınız gafletten uyanmadınız. O günler çok gerilerde kaldı, dönüşü mümkün olmayan bir noktaya gelip da­yandınız. Bugün artık mazeret beyânına yer yok. Allah ve Peygamberi ken-e dilerine düşeni yerine getirdiler; ne yazık ki, inkâroı zalimler insan olarak kendilerine düşeni yerine getirmediler.

Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi, onlara, gelip geçen milletlerin ha­yatından, yıkılıp yok ediliş sebeplerinden birçok misaller, belgeler ve ka­lıntılar verilip gösterildi; yine de intibahe gelmediler ve hakikate bir türlü yanaşmayıp küfür ve haksızlıkta direnip asiliklerini sürdürdüler. Bu durum­da kim, nasıl mazeret gösterebilir? [84]

 

İnkarcı Azgınların Kurdukları Tuzak

 

«Onlar kurmak istedikleri tuzağı kurdular; hile ve tuzaklarıyla dağlar bile Verinden oynasa, Allah yanında da onların tuzağına karşı tuzak var.»

Hakk'ın nurunun parıldadığı her yerde,  peygamber sesinin  işitildiği

her dönemde ve devirde inkarcı sapıklar, maddeci azgınlar, mü'minleri sus­turup yok etmek için akla, hayale gelmedik tuzaklar kurmuşlar; birtakım entrikalar çevirmişlerdir. Böyle günlerde mü'minler inandıkları dine ve ah­lâka sahip çıkıp aklın ve sağduyunun yolunu seçtikleri takdirde başarılı olmuşlardır; hislerine mağlup olup ilâhî metot dışına çıktıkları zaman sı­kıntı çekmişlerdir. O halde Kur'ân'ın yüksek ifadesiyle, eğer mü'minler bi­rinci yolu seçip dinin rahmet havasını estirirken onu ilim ve faziletle bir­leştirip bütünleştirirlerse, inkarcıların tuzağına karşı Allah'ın tuzağı ha­rekete geçer ve onların tuzaklarını başlarına geçirir. Kurdukları düzen ve tuzaklar dağları bile yerinden oynatsa, yine de hakkın karşısında eriyip tuz-buz olmaya mahkûmdur. Cür. kendisini ilimle, irfanla, ahlâkla, fazî-letle savunanlar bulunduğu sürece hak üstün gelecek, bâtıl onun karşısın­da hezimete uğrayacaktır. Bu bir ilâhî sünnettir ki, şaşmadan hedefine doğru ilerler.

Tarih bu gerçeklerin örnekleriyle doludur. İslâm'ın ışığını söndürmek, müslümanlann köklerini kazımak için iç ve dış düşmanlar dünyanın hemen her ülkesinde asırlardır uğraşıp durmaktadırlar. Bunun için birçok plân­lar hazırlanmış, nice tuzaklar kurulmuş ve kurulmaktadır. Zaman zaman başarıya eriştiklerini sanarak rahat nefes almaya başlarlar, oysa çok geç­meden kestikleri ağaçların yerlerinde taze fidanların boy verdiğini görür ve şaşırırlar. Çünkü Cenâb-ı Hak, İslâmiyeti son mesaj ve son din seçer­ken; onun özünü ve mayasını oluşturan Kur'ân'ı indirirken bunları koru­mayı kendi üzerine almış ve şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki Kur'ân'ı biz İndirdik ve elbette onun koruyucuları da biziz..» [85]

 

Allah'ın Verdiği Söz

 

AIIah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sakın sanma! Şüphesiz ki, Allah çok üs­tündür, cezaya lâyık olanın cezasını verendir.»

Allah, «şanıma and olsun ki, ben ve peygamberlerim mutlaka üstün geleceğiz!» [86] sözünü kendi kitabına yazmış, özel sahifesini bununla dam-galamıştır.

İşte Allah'ın kendi peygamberine ve dolayısıyla mü'minlere verdiği söz budur. Bazı şartlarla vakti, saati gelinoe mutlaka gerçekleşir. Ancak inanan kişilerin o şartları çok iyi bilmesi ve uygulaması gerekir, İlim adamla­rımız sözünü ettiğimiz şartlan yine Kur'ân'ın açık beyanından aldıkları bil­gi ve ilhamla şöyle tesbit edip sıralamışlardın

1—  Sarsılmayan sağlam bir imân,

2—  Şartlar elverdiği nisbette Allah yolunda ilmi, ahlâkı ve fazileti reh­ber edinerek seviyeli bir mücadele ve çihad sürdürmek,

3—  Sabırlı ve temkinli olmak; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in uygula­dığı teblîğ ve irşat metodunu çok iyi bilmek,

4—  Her hususta Allah'a güvenip dayanmak suretiyle gönül yatışkan-lığı sağlamak..

Siyer kitaplarını incelediğimiz zaman, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile yakın arkadaşlarının belirtilen dört şartı devamlı göz önünde bulundurduk­larını rahatlıkla anlarız. İşte başarının sırrı, ilâhî yardımın tecellisi buna bağlanmıştır. [87]

 

Göklerin Ve Yerin Düzen Değiştirmesi

 

«O gün ki, er başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir ve (hepsi de) O bir olan, her şeyi kahr-u saltanatı altında tutan Allah'ın huzuruna koşarlar.»

Kur'ân ilgili âyetle kıyametin önemli bir safhasını açıklamakta ve bu­nunla kâinattaki mevcut sistemlerin bozulup yeni ve fakat değişik sistem­lerin meydana geleceğini haber vermektedir.

Bu müthiş olayın sebebi açıktır. Şöyle ki: Hâlen mevcut güneş siste­mi, dünyadaki hayat şartlarına ve ölçülerine göre kurulmuştur. Aynı za­manda güneş sistemi dahil olmak üzere diğer bütün sistemler de insan için hazırlanmıştır. İnsanoğlunun dünya hayatı nesliyle birlikte yerküre üze­rinde sona erince, ona bağlı sistemin de sona ermesi gerekir. Kâinat bir bakıma bütünlük arzetmekte, gezegenler kendi sistemlerine, sistemler bir­birlerine bağlı bulunmak suretiyle denge ve düzende durmaktadırlar. Bir sistemin bozulması, diğer sistemlerin de çok tabii olarak bozulmasını neticelendirir. Böylece göklerdeki sistemler tamamen bozulup yer değiş­tirince, âhiret hayatına ve o hayatta yer alacak insanların bulundukları mevcut şartlara göre yeni bir düzene girmeleri gerçekleşir.

Hadîs-i Şerîfte ifadesini bulan bu ikinci sistemde haşır-neşir alanı dümdüz, dağsız, tepesiz, deresiz, vadisiz bembeyaz bir görünüm arzedecek, beyaz bir çinko tepsi gibi pürüzsüz olacak.. Adem Peygamber'den kı­yamet kopuncaya kadar gelip gecen bütün insanlar ve cinler dirilip kalka­caklar, bu alanda yerlerini alacaklar. Yerkürenin başka bir yerküre olma-sının anlamı budur; öyle ki, kıyamet kopup dağlar hallaç pamuğu gibi atıl­dığında dünya yörüngesinden çıkacak ve başka bir büyük yıldızla veya gezegenle birleşerek haşır alanını meydana getirecektir. Allah daha iyisini bilir. [88]

 

Bedenlerin Düzen Değiştirmesi

 

İnsanlara bu ikinci sonsuz hayat için verilecek bedende ve taşıdığı iç organlarında da ör^^11 değişiklikler olacak, beden her an kendini tazeli-yebilecek imkânlara sahip olacak, dış tesirlerden müteessir olmayacak, yıpranmaz bir hüviyet kazanucnk.. Hastalık ve ölüm gibi endişe verici araz­lar son bulacak.. Gıda maddeler bedeni tazeliyecek, formunda tutacak özellikte olacak ve posaları bir buharlaşma veya hafif terleme şeklinde dı­şarı atılacak..

Ancak yüz hatlarında, şekil ve biçiminde bir değişiklik olmayacak, dünyada birbirlerini tanıyanlar orada da rahatlıkiG tanıyabilecekler. Yaşlı­lar gençleşecek, çocuklar yine çocuk olarak kalacak.. Kin, haset, ihtiras, bencillik ve benzeri kötü sıfatlardan eser bulunmayacak, iman cevherine sahip olan herkes mesut ve huzurlu bir hayat sürecektir. [89]

 

Zalimlerin Gömlekleri Katrandandır

 

«Gömlekleri katrandan; yüzlerini de ateş kaplar.»

Zulüm, sözlükte : Bir şeyi lâyık olduğu yere koymamaktır. Aynı za­manda yerine konacak şeyi ya zamanında koymamak, ya lâyık olduğu ye­re oturtmamak, ya noksan, ya da fazla ölçüde bırakmaktır. Terim olarak: Hakkın koyduğu sınırı aşmak anlamında kullanılır. İlâhî sınırlar, hürriyet, ve irade sınırı, insan hakları sınırı, helâl ve haram sınırları, küçük ve büyük günah sınırları gibi insanoğlunun önüne konulmuş birçok sınırlar vardır. Bunların hepsine «Hakk'ın sınırları» diyebiliriz. Bu sınırları aşmayan kişi­ler âdildirler, hakseverdirler, aynı zamanda itaâtlıdırlar. Aşanlar ise, itaat-sızdırlar, ölçüsüzdürler ve zalimdirler.

O halde zulüm; hak ve adaleti, fazîlet ve hikmeti zayıf bulunca kara perdesi-altına alıp belirsiz hale getireceğinden, zâlimlerin yüzlerini, gözlerini kan bürür, ruhlarını karanlıklar çevirir de ameline göre bir görünüm alır. Kıyamet gününde ise, her kişi niyet ve amelinin rengine boyanacak ve o bakımdan zâlimlerin içini ve dışını karartan haksızlık ve tecavüz­ler katrana dönüşecek, işledikleri haksızlıklar katrandan birer gömlek olup sırtlarına geçirilecek, Cehennem ateşi de yüzlerini durmadan yalayıp asıl renklerini ortaya çıkaracak..

Ellerine ve ayaklarına vurulacak bukağılar ise, dünyada iken başka­larının haklarına, inançlarına, ahlâklarına ve hürriyetlerine koydukları en­geller olarak karşılarına çıkacak.. Çünkü ceza amelin cinsindendir. Öyle ki herkes cennetini veya cehennemini şu dünyada hazırlayıp beraberinde götürür. Zat-i Hak hiç kimseye zulmetmez. [90]

 

Allah Herkese Elde Ettiğinin Karşılığını Verir

 

«(Bütün bunlar) Allah'ın herkese lde ettiğinin karşılığını vermesi içindir. Doğrusu Allah hesabı çarçabuk görendir.»

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah hiçbir zaman zâlim değildir; o zul­mü hem kendisine, hem de kullarına haram kılmıştır. O'nun sözü değişmez, plânı ve programı aynen uygulanıp gerçekleşir. İnsana hayatını düzene sokacak, saadete garkedecek kadar akıl, zekâ, irâde, hafıza ve benzeri yetenekler vermekle kalmamış, fizikötesinden ona bilgiler göndermek su­retiyle önünü aydınlatmış, hilkatinin amaç ve hikmetinden haber vermiştir. Böylece Allah, kulları hakkında yapılması gerekeni yapmış; onları akıl ve irâdelerinin erişeceği sınıra getirip dayamış ve gerisini hür irâdelerine bı­rakmıştır. Bunun için âhirette herkesin işlediği iyilikler ve kötülükler niyet­lerine göre değerlendirilecek ve karşılıkları noksansız verilecek, kimsenin itiraz hakkı olmayacaktır.

Hesabın çarçabuk görülmesi ise, şöyle yorumlanabilir: Allah'ın ilmi ve kudreti, kahır ve saltanatı her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey O'nun il­minin ve iradesinin dışında düşünülemez. Âhiret gününde o, İlim ve kudre­tiyle tecelli edince her kişiyle yüzyüze gelecek, herkesle aynı anda meş­gul olacaktır. Gerçek bu olunca, hesap ve sonuçları da çarçabuk görüle­cek, herkes lâyık olduğu yeri alacaktır. [91]

 

Kur'an İlâhî Mesajdır

 

«Bu Kur'ân insanlara bir tebliğdir ki, onunla uyarılsınlar...»

Kur'ân bütünüyle insanı amaç ve maksadın sonuna eriştirici, hikmeti yansıtıcı, hedefi belirleyici, yollan gösterici, gönülleri ve kafaları aydınla­tıcıdır.

Böylece İbrahim Sûresinin son kısmında üç maddelik bir mesaj in­sanlara gönderilmekte, Allah ile kulları arasına engel olarak girmek iste­yen inkarcı bozgunculara fırsat verilmemesi istenmekte ve insanın dün­yaya getirilişinin amaç ve hikmetlerinden birine işaret edilerek sûre nokta­lanmaktadır:

1—  Hakkı inkâr edip doğru yoldan sapan müşrikleri ve maddecileri uyarmak, insan ruhuna gıda veren doğru yolu gösterip yönlendirmek.

2—  Allah'tan başka ilâh olmadığını ve olamayacağını  birtakım aklî ve naklî delil ve belgelerle öğretmek. Allah'ın bütün iyiliklerin, hayırların, faziletlerin ve güzelliklerin kaynağı olduğunu belirtmek.

3—  Aklını kullanabilen sağduyu sahiplerinin iyice düşünüp *nüt al­malarını sağlamaya çalışmak, bunun için Kur'ân'ın belirlediği metot çer­çevesinde hareket etmek..

Birinci madde ciddi eğitimi gerektiren bir-konudur. İkinci madde, ge­niş bilgiyle, gelişen kültürle, ilmî yollarla kalp ve kafalara işlenmesi lüzum­lu bir konudur. Üçüncü madde, akla geniş malzeme vermek, duygu ve dü­şünceleri yönlendirmekle gerçekleşebilir.

Bunun için İbrahim Sûresine, «insanları karanlıklardan aydınlığa çı­karan kitap..» cümlesiyle başlanmış ve sûre, bu kitabın ilâhî mesaj olduğu açıklanarak noktalanmıştır.

Aynı zamanda son âyet, sûrenin özeti ve başlanacak sûrenin anahta­rı anlamındadır.

İbrahim Sûresinin tefsîrini Yüce Rabbımızın lütuf ye inâyetiyle, rahmet ve bereketiyle tamamlamış bulunuyorum. Cenâb-ı Hak'tan dileğimiz, vaki kusurlarımızı bağışlaması ve bundan sonraki sûreleri tefsîr etme imkân­larına bizi eriştirmesidir.

Başarı "ancak Allah'tandır. Hamd O'na mahsustur. Salât-ü selâm, sev­gili'peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun yolunda yürüyen bah­tiyar mü'minlere olsun.. Âmin. [92]

 



[1] Lübabu't-te'vîl :  3/69

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3109.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3109.

[3] Ahmed :   5/158

[4] Buharî/teyemmüm : l, salât: 56- Müslim/mesacid: 3- Dâremî/salât; 111

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3111.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3111.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3111-3112.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3112-3113.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3114.

[9] Sebe' Sûresi: 28

[10] Enbiyâ Sûresi;  1Q7

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3115-3116.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3117.

[13] Müslim/zühd;  64- Dâremî/rİkak:  61

[14] Müslim/imân:  327, birr:  55

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3118-3119.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3119.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3119-3120.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3120-3121.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3121-3122.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3122-3123.

[20] Bilgi için bak: Lokman Sûresi 31, Sebe' Sûresi 19, Şura Sûresi 33. âyet lerin tefsirine

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3123-3124.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3126.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3128-3129.

[24] MÜsned-i Ahmed :  5/178, 179

[25] Şerhü'l-Akaid/Teftazani:   169

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3129-3130.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3130-3131.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3132-3133.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3133.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3135.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3135-3136.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3136-3137.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3137.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3137.

[35] Bakara Sûresi: 264

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3138-3140.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3140.

[38] Fazla bilgi için bak : el-Müfredat Fi Garaibi'1-Kur'ân/hak maddesi.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3141-3142.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3142.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3144-3146.

[42] Mefatihü'l-Gayb :   5/344

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3146.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3146-3147.

[45] Buharî/ilim : 14, et'ime: 46, büyü': 94- Müslim/münafikîn: 62- Ahmed: 2/12, 41

[46] Ebû Dâvud/sünnet: 24- Nesâî/cenâiz :  108, 110

[47] Tefsîr-i Kurtubî: Enes b. Mâlik (R.A.)den.. Ancak bu hadîsin senedini tesbit edemedik. Mevkuf olduğu' kesindir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3148-3149.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3149.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3149-3150.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3150-3151.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3151-3152.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3152.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3152-3153.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3153-3154.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3154.

[56] Bilgi için bak:  Lübabü't-te'vll:   2/79- Tefsîr-i Kurtubî:   9/364,  365

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3155-3156.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3156-3158.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3158-3159.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3159.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3160.

[61] Müsned-i Bezzar: Enes b. Mâlik (R.A.)den

[62] Tefsîr-i Ibn Kesir :   2/540

[63] »   »'                     s>

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3161.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3162-3165.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3165.

[66] İbn Ebî Hatim - Atâ' b. Ebî Rebah/Sahih isnadla

[67] Buharî/hac :   47,   49-   Müslim/f iten:   57,   59-   Nesâî/hac:   125-   Ahmed* 2/220, 328, 417

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3167-3168.

[69] Abdullah b. Vehb, tbn Ömer (R.A.)dan rivayet etmiştir. îbn Kesîr bu ri­vayeti nakletmiş, ancak kaynağını zikretmemiştir: 2/540

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3168.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3168-3169.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3170.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3170-3171.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3171.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3172-3173.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3173.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3173-3174.

[77] Buharî/rikak: 44- Müslim/münafıkîn: 28

[78] Müslim/cennet:  56- Tirmizî/kiyâmet:  3- Nesâî/cenâiz:  118- îbn Mâce/ zühd:  33- Ahmed:  1/220, 229- 3/495

[79] Müslim/cenâiz:  29- Tirmizî/menakıb:  1- tbn Mâce/zühd:  37- Ahmed : 5/137, 138

[80] Müslim/cenâiz: 29- îbn Mâce/cenâiz : 51- Ahmed: 5/342, 343

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3176-3177.

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3177-3178.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3178.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3178-3179.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3179.

[85] Hicir Sûresi:  9

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3179-3180.

[86] Mücadele Sûresi: 21

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3180-3181.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3181-3182.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3182.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3182-3183.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3183.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3183-3184.