Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Göktekiler Ve Yerdekiler Allah'a Aittir
İnkâr Karanlığındaki Körlüğün Belirtileri
Her Peygamber, Kendi Kavminin Diliyle Gönderilmiştir
Musa Peygamber Dokuz Âyetle Gönderilmişti
Musa Peygamber Dokuz Âyetle Gönderilmişti
Musa Peygamberin Kendi Milletine Son Uyarisi
Küfür Ve Ahlâksızlıkta Israr Edenler
Uyarılır
Kur'ân'da Gelip Geçen Ümmetlerden Ancak Az Bir Kısmına Yer Verilir
Allah'ın Varlığını İsbat Eden Üç Delil
Bu Durumda Peygambere Düşen Görev
Mutlu Sonuç Neyin Mükâfatı İdi?
İnatçı Zorbanın Âhiretteki Ceza Tablosundan Bir Köşe
Allah'ı İnkâr Eden İlim Adamları
Gökler Ve Yer Hak İle Yaratılmıştır
Hak Kavramı Neyi Hatırlatıyor?
Halkı Allah Yolundan Alıkoymak
Allah'ın Varlığını Ve Kudretini Yansıtan Belgeler
Ziraata Elverişli Olmayan Bir Vadi
Gönüllerin Mekkeli'lere Meylettirilmesi
Mekkeli'lerin Bazı Ürünlerle Rızıklandırılması
İbrahim Peygamberin Duası Ve Azabın Geciktirilmesi
İlâhî Rahmet Gereği Bir Başka Uyarı
Âhiretteki Pişmanlık Neye Yarar?
İnkarcı Azgınların Kurdukları Tuzak
Göklerin Ve Yerin Düzen Değiştirmesi
Zalimlerin Gömlekleri Katrandandır
Allah Herkese Elde Ettiğinin Karşılığını Verir
Bu sûre, ismini,
içinde kıssası anlatılan İbrahim Peygamber'den (A.S.) alır. 29 ve 30. âyetleri
dışında tamamı Mekke'de inmiştir.
Âyet sayısı : 52
Kelime » : 861
Harf »
: 3434[1]
1— Gökleri ve yeri örneksiz ve benzersiz yaratan
Allah'ın varlığı, birliği işlenir. Ortağı bulunmadığı belirtilerek Tevhit
İnancı telkin edilir.
2— Dünya'yı kendilerine tek amaç seçip onunla
oyalanan inkarcı maddecilerin âhiretteki acıklı
durumları tasvîr edilir.
3— Her peygamberin kendi kavim, ya da milletinden seçildiği ve onların diliyle irşat ve
tebliğde bulunduğu anlatılır.
4— Peygamberi ve arkadaşlarını teselli
etmek, müşrikleri uyarmak için gelip gecen ümmetlerin
tutumlarından, onlara gönderilen peygamberlerin çetin mücadelelerinden ibretli
safhalar, öğüt alınacak tablolar açıklanır.
5— İnkârda ısrar edip haksızlıkta bulunan
müşriklere va'dedilen azaptan ve kıyamet gününde
görecekleri muameleden söz edilir, Mü'minlere va'dedilen Cennet ve ondaki sonsuz nimetlerden bir kısmı
anlatılır.
6— İbrahim Peygamberin (A.S.) duası nakledilerek
örnekler verilir.
7— Azabın
suçlu günahkârlara hemen
verilmeyip geciktirilmesinin
hikmetine işaret edilerek, İslâm'ın mutlaka başarıya erişeceğine atıflar yapılır,
müjdeler verilir. Sonra da azgın inkarcıların Cehenemdeki
acıklı halleri, cok duyarlı bir anlatımla
belirtilir.
8— Böylece ölmeden önce dönüş yapıp imân etmek
isteyenler için Allah'ın tevbe kapısının hep acık
bulunduğu dolaylı şekilde hatırlatılır. [2]
1— Elif -Lâm- Râ. Bu Kitâb'ı, Rablarının izniyle,
insanları karanlıklardan' aydınlığa, O yegâne üstün ve övülmeğe lâyık olanm yoluna çıkarman için sana indirdik.
2— (O övülmeğe lâyık olan) Allah ki, göktekiler
de, yerde olanlar da O'nundur. Çok şiddetli azabından da vay o kâfirlere!
3— Onlar ki
Dünya hayatını sever, Âhiret'e tercih ederler;
Allah'ın yolundan alıkoyarlar da onu eğri göstermek isterler. İşte onlar uzak
bir sapıklık içindedirler.
Biz, her peygamberi,
onlara açık-seçik anlatsınlar diye kendi milletinin diliyle gönderdik. Artık
Allah dilediğini saptırır; dilediğini doğru yola iletir. O çok üstündür, çok
güçlüdür; yegâne hikmet sahibidir.
«Allah gönderdiği her
peygamberi kavminin diliyle göndermiştir.» [3]
«Bana beş haslet
verildi ki, onlar benden önce hiçbir peygambere verilmemiştir :
1. Bir aylık mesafeye kadar korku salmakla
yardım gördüm.
2. Yeryüzü bana mescit ve temiz kılındı, (veya
temizleyici kılındı).
3. Ganimet bana helâl kılındı, benden önce
(hiçbir peygambere) helâl kılınmamıştır.
4. Şefaat (yetkisi) bana verildi.
5. (Benden) önce gönderilen her peygamber yalnız
kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise, bütün insanlara gönderildim.» [4]
Elif- Lâm -Râ: Diğer sûrelerin başında olduğu gibi, bunlar da Allah
ile Peygamberi arasında bir şifredir. Aynı zamanda sûrenin özeti, ana giriş
kapısı anlamında birtakım işaretlerdir. Allah daha iyisini bilir. [5]
«Bu kitabı, Rablarının izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, O
yegâne üstün ve övülmeğe lâyık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik.»
İlgili âyetle, Hz. Muhammed'e (A.S.) indirilen kitabın ne amaçla
indirildiği belirleniyor ve bu dört madde halinde özetlenerek açıklanıyor
1— Kur'ân,
bilgisizliğin, inkâr ve azgınlığın, zulüm ve haksızlığın getirip yaydığı
karanlıklara. Tevhit nuruyla, risâlet güneşiyle
gidermek, insanları bu karanlıklardan çıkarıp kurtarmak için indirilmiştir.
2— Kur'ân sadece
insanları karanlıklardan çıkarmakla kalmaz, onların kalp ve kafalarına
Allah'ın varlığını, birliğini, kudretinin sınırsızlığını, rahmetinin
genişliğini işlemek üzere gönderilmiştir.
Böylece Kur'ân cehaletin, inkâr ve ahlâksızlığın karanlık
bulutlarını kaldırırken, ilmin, ahlâkın, fgzjlet ve
adaletin; hakseverlik ve yardımda bulunmanın meşalesini gönüllerde yakmayı
ihmal etmez.
3— Kendilerini ilâhî maarifin bu düzeyine
getirenlere, yegâne üstünlüğün Allah'a ait olduğunu ve övülmeğe de ancak O'nun
lâyık bulunduğunu, Kitab-ı Mübîn
ibâdet ambalajı içinde takdim eder.
4— Peygamberin (A.S.) kendisine indirilen bu
kitabı, belirtilen gaye ve amaç doğrultusunda teblîğ etmek ve irşatta
bulunmakla görevli bulunduğunu yine kitabın kendisi açıklar.
İlâhî anlatımın bu yüksek
üslûbu, Kur'ân'ın bir bakıma Allahça
olduğuna binleroe belgelerden bir belge olarak
aklımıza, mantığımıza ve vicdanımıza seslenmektedir: Peygamberin cihanşümul
görevi ve hizmeti iki kısa cümleye sığdırılarak özetlenmiştir. Beşerde
böylesine güçlü ve kapsamlı ifade kudreti yoktur. [6]
«(O övülmeğe lâyık
olan) Allah ki, göktekiler de ve yerde olanlar da O'nundur.»
İnsan için bulunduğu
yer ve görebildiği açı gereği iki şey daha belirgindir : Gökler ve yeryüzü.
Göklerden maksat, uzayda serpiştirilmiş milyarlarca yıldız, sistem ve
gezegenlerdir. Ancak bunlardan pek azını müşahede edebiliyoruz. Zira yapılan
bilimsel tesbitlere göre,' dünyaya henüz ışığf ulaşmayan yıldızlar vardır. Kâinatın büyüklüğü,
üzerine kurulduğu plânın mükemmelliği, Yüce Yaratan'ın öncesiz ve
sonrasızlığına açık delildir. Aynı zamanda O'nun ilim ve kudretinin
sınırsızlığının bir başka belgesidir. Eserin kusursuzluğu ve güzelliği,
şüphesiz ki sanatkârın gücünü ve yeteneğini simgeler ve her eser, mutlaka
sanatkârının kudret damgasını
taşır. Konu bu açıdan
incelendiğinde, biz insanlara göre, göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Her varlık onun eseri, her düzen O'nun plânının gereği, her sistem
O'nun kudretinin tezahürüdür.
Gerçek bu olunca,
ilgili âyetle şu inceliğe kapı açılmakta ve hakikati daha iyi anlayabilmemiz
ilham edilmektedir. Şöyle ki: Çevremizde rastlayacağımız düzensiz taş, toprak
yığınları için, «bunlar falan mimarın eseridir» diyemeyiz. Çünkü mimarın bilgi
ve yeteneğini, plân ve düzenlemesini yansıtan hiçbir delil ortada mevcut
değildir. Eğer kâinat da plânsız, programsız, dağınık, ölçüsüz ve düzensiz bir
karmaşalık içinde olsaydı, onlara bakıp da, «bunların hepsi Allah'ın eseridir,
O'nun kudretinin düzenlemesidir» diyemezdik. Aynı zamanda Kur'ân'da
da böyle bir âyete yer verilmemesi gerekirdi. Oysa bu kutsal kitabın otuzdan
fazla yerinde göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Allah'a ait
olduğu belirtilmiştir. Bu, kâinatta mutlak bir düzenin bulunduğu, mükemmel bir
plâna göre hazırlandığı, kusursuz programlara göre yürütüldüğünü bize
öğretmeğe yönelik ilâhî beyânlardan bir kısmıdır. Uzaklara gitmeye, uzayın
derinliklerine dalmaya gerek yok; sadece Güneş Sistemi'ni ele aldığımız ve
Güneşe bağlı bulunan dokuz gezegenden biri olan Dünya'nın düzenli
hareketlerini, izlediği yörüngeyi, kutuplarda basık, ekvatorda şişkin olduğunu,
Güneşin etrafında dönerken 23 derecelik bir meyil gösterip bazan
kuzey yarımküresini Güneşe doğru yaklaştırıp güney yarımküresini
uzaklaştırdığını, bazan da bunun aksini yaptığını ve
bütün bunları belli bir program ve matematiksel inceliklere göre devam
ettirdiğini, böylece gece ve gündüzün, mevsimlerin meydana geldiğini
düşünürsek, kâinatın başıboş, düzensiz, gayesiz, hesapsız, kitapsız taş, toprak
yığınları olmadığını anlar ve her sistem ve dengede Allah'ın damgasının
bulunduğunu görmekte gecikmeyiz.
İşte İlgili âyetle,
«Göktekiler de, yerde olanlar da O'nundur», buyuru-lurken,
bu inceliklere dikkatimiz çekilmek istenilmiş ve aklımızı ilmî araştırmaya
çevirip hakikati görmemiz tavsiye edilmiştir.
O bakımdan Allah kuru
bir ifade olarak, «Göktekiler de, yerde olanlar da O'nundur», buyurmuyor; onu
bir temel bilgi, ana fikir mahiyetinde önümüze koyup üzerinde iyice
düşünmemizi emrediyor.
Sonuç olarak belirtelim ki,
göklere ve yere böyle bir düşünce, böyle bir dlkkat-ve
böyle bir incelikle bakmayan; onlarda hâkim olan mükemmelliği görmeyen gözier, çoktan kör olmuştur. Bu hakikatleri idrâk etmiyen Gaipler, elbetteki tıkanmıştır.. [7]
Önce «karanlıklar» ve
«aydınlık» diye çevirisini yaptığımız, «zulümat» ile
«nur» kelimeleri üzerinde durmamız uygun olur. Çünkü birinci kelime çoğul,
ikincisi tekil olarak kullanılmıştır. Bu, insanı manevî karanlığa iten
sebeplerin çokluğuna, iman ve ilmin de insanı Allah'a ulaştıran tek yol bulunduğuna
delâlet eder. Ancak unutmamak gerekir ki, en tehlikeli karanlık, şüphesiz ki,
inkâr ve cehaletten kaynaklananıdır. O bakımdan böyie
bir karanlığa gömülenlerin, hakikati göremiyecek
kadar kalp gözlerinin kapandığı tarihin hemen her devrinde ve döneminde
görülmüştür. İlim adamları Kur'ân'dan aldıkları feyiz
ve ilhamla bu körlerin birtakım belirtilerini tesbit
edip açıklamışlarsa da, onları buraya nakletmemize gerek görmüyorum. İlgili
âyetlerle Cenâb-ı Hak o gibilerin açık belirtilerini
üç madde halinde özetliyerek bize bildirmiştir:
1— Dünya hayatını çok severler. Her vesileyle
onu Âhiret hayatına tercih ederler. Aslında onlar âhirete inanmazlar. Dünyanın her türlü nimetini kendi
tekellerinde bulundurma hırsı içindedirler. Semavî dinler, kutsal kitaplar ve
peygamberler onların bu hudut tanımayan hırslarını belli bir sınırda tutup
yönlendirmeyi plânlarlar. Bundan dolayı onlar bu üç nîmetten, diğer bir tabirle
yüksek değerden hiç, ama hiç hoşlanmazlar.
2— Dine ısınanları veya onu seçmeye karar
verenleri Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar. Bunun zevkli bir görev olduğuna
inanır; bir kişiyi olsun saptırdıkları zamdn
kendilerini mutlu sayarlar.
İbadethaneler onlara
göre, tembeller yuvası, ibâdet daha çok bilgisizlerin, ya
da geri zekâlı olanların meşgalesi; başkalarına yardım bönlüğün alâmeti,
Allah'ın seçip insanlara indirdiği dini savunmak gericiliğin kendisidir.
3— O nedenle Allah'a giden yolu hep eğri
göstermek, saadet caddesini hep kapalı ve karanlık tanıtmak isterler. Din
düşmanlığı onlarda deru-nî
bir maraz halindedir ve tedavisi çok zordur.
İşte on beş asır önce Mekke
ve Medine'de bu zihniyette olan inkarcı döneklerin bir benzerleri hiçbir
devirde sahneden eksik oi ma
m ıslardır. Şüphesiz bu, hak ile bâtıl mücadelesinin süregelen bir
uzantısıdır. [8]
.
«Biz her peygamberi,
onlara açık-seçik anlatsınlar diye kendi milletinin diliyle gönderdik.»
İlgili âyetin açık
anlatımından, Hz. Muhammed'in (A.S.) de sadece
Araplara, daha çok Mekkeli Kureyş kabilesine veya
Mekkeli muhacirlerle, Medineli ansara gönderilmiş bir
peygamber olduğu anlaşılmamalıdır. Zira Kur'ân
âyetinden bir hüküm çıkarmak gerektiğinde, o hükümle ilgili diğer bütün âyetler
biraraya getirilir, kronolojik sıra gözetilir, ilgili
hadîsler de dikkate alınır ve ancak ondan sonra asıl delâlet ettiği hüküm
çıkarılabilir. Nitekim Sebe' Sûresinde Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün insanlara peygamber olarak
gönderildiği şöyle açıklanmaktadır: «(Ey Peygamber!) Biz seni bütün insanlara
ancak (rahmetin) müjdecisi, (azabın) uyarıcısı olarak gönderdik. Ama insanların
çoğu bilmezler.» [9]
Kıyamet kopunoaya kadar bütün insanlara Allah'ın en son mesajım
teblîğ ile görevli bulunan Hz. Muhammed (A.S.)
Efendimiz, elbette bir kavmin, bir milletin bünyesinden seçilmiştir. Ne var
ki, Cenâb-ı Hak, İslâm'ın ruhlar ve kafalar
üzerindeki yüksek tesirini bütün milletlere göstermek için son peygamberini
Arap Yanmadası'ndan seçmiştir. Zira o çağda Araplar
katı bir putperestlik havası içinde zulmün her çeşidini işlemekte bir sakınca
görmeyen, daha çok talancılıkla geçinen; kadınları ve çocukları esir edinip
köle ve cariye diye pazarlarda dolaştırmayı sanat haline getiren, kız
çocuklarını diri diri gömecek kadar vicdanları
katılaşan bir milletti. Onları ıslâha muktedir olan bir peygamberin, bir
kitabın, bütün milletleri ve kavimleri ıslâh edecek yüksek bir kudrete sahip
olduğu kesinlik kazanıyordu. Hem ilâhî muradı yansıtmaya Arapça diğer dillerden
daha yatkın ve daha geniş; insan ruhunun inceliklerine seslenme bakımından daha
zengin idi. Ayrıca soydan irsî yolla gelen birçok değerlere, fazîletlere sahip
olan Hz. Muhammed (A.S.) doğruluk, nezaket, edep,
terbiye, yüksek ahlâk ve faziletin doruğunda bulunuyordu. Onun için Cenâb-ı Hak: «Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik.» [10] buyurarak, onun bu yüksek
şerefe herkesten cok lâyık bulunduğunu bildirmiş
oldu.
Hz. Muhammed (A.S.) böylece risâtet
göreviyle bütün insanlara seslenirken işe, yakınlarını Tevhît İnancı'na davet
ile başlamış ve arkasından • doğduğu yer olan Mekke halkına Cenâb-ı
Hakk'ın buyruklarını tebliği, görevinin ikinci
halkası olarak belirlemişti. Bu, atılan bir cisim sebebiyle gölde meydana
gelen küçük dairenin bir büyüğünü oluşturmasına ve giderek dairelerin ardarda birbirini takip etmesine benzer. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de Mekke vadisine attığı ilâhî
nurun meydana getirdiği dairelerin birbirlerini izlemesiyle Mekke sınırlarını
aşıp Medine'ye uzandı ve çok geçmeden Arap Yarımadasi'nı fethetti. Arkasından fütuhatlar birbirini
izledi; derken kıtalar üzerinde ALLAHU EKBER sesleri işitilmeye başlandı.
Hz. Peygamber (A.S.) davete belirtilen şekilde merkezden
dışa doğru değil, dıştan merkeze doğru başlasaydı ne olurdu? Her şeyden önce anlaşma
ve uyum meydana gelme7, rr-nda
derin bir boşluk her zaman kendini hissettirirdi. Zira öyle bir dönemde Arapça
konuşan Peygamber (A.S.) kalkıp İran'a veya Bizans'a, ya
da Hindistan'a giderek davete oradan başlamış olsaydı, hiç kimseden yüz
bulamayacak, belki de deli veya maceracı damgası vurularak o ülkeden
kovulacaktı. O nedenle de, atılan kıvılcımı kalbinde ve kafasında taşıyacak
havariler yetişmez, başlatılan hamle ilk adımda olduğu yerde kalır, ileri
atılma imkânı bulamazdı.
Kur'ân, her millete onların kendi diliyle ayrı ayrı indirilseydi, birlik sağlanamaz, değişik ifadeler
karşısında değişik anlayışlar, farklı hükümler ortaya çıkardı. Hem böyle bir
durumda, her millete kendi dillerini konuşan ayrı bir peygamber de gönderilmesi
gerekirdi. Oysa bunların hiç birine lüzum yoktur. Çünkü gönderilen son
peygamber, indirilen son kitabı önce kendi diliyle kendi kavmine ve çevresine
teblîğ edip öğretecek; sonra da onlar yavaş yavaş çemberi
genişletip öğrendiklerini başkalarına öğretmek suretiyle Allah'ın insanlığa
olan son seslenişini yayma hizmetini aktarmış olacaklardı. Nitekim öyle oldu,
indirilen kitabın orijinali, yani ilk nüshası olduğu gibi korundu, istinsah
edilen nüshaları İslâmiyeti kabul eden ülkelere
gönderildi ve zamanla bu kutsal kitap birçok dillere çevrilerek ve açıklaması
yapılarak iyice yaygınlaştırıldı da arzulanan netice gerçekleşmiş oldu..
Böylece peygambere düşen
görev, Allah'ın emirlerini, yasaklarını ve insanlığın huzur ve güveninden yana
koyduğu hükümlerini açık-seçik teblîğ etmektir. Kavim ve milletlere düşen ise.
Onun teblîğ ettiklerini kendi dillerine çevirip anlamaya ve gereğince amel
etmeğe özen göstermektir. Gerisi Allah'a aittir: Dilediğini doğru yola eriştirir,
dilediğini sapıklık üzere bırakır. Her fert ve millet kendi istidat ve
kabiliyetine göre o rahmet ve hidâyetten nasibini alır. [11]
Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın indirilmesinin hikmet ve amacı açıklandı. Varlık
âleminde her şeyin Allah'ın eseri olduğu belirtilerek mevcut mükemmel düzen
üzerinde düşünmemiz ilham edildi. Sonra da birtakım şüpheleri gidermek için her
peygamberin kendi kavminin diliyle teblîğ ve irşat görevini yerine getirdiğine
dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, konu
tarihî bir olayla açıklığa kavuşturuluyor. Musa Peygamber'in de kendi kavmini
onların diliyle eğitti*1 ~ latıhyor. Sonra da inkâr
ve sapıklık karanlıklarından onları kurtarmaya çalıştığı bildiriliyor ve
böylece Allah'ın o millete olan nimetlerini hatıratarak
nankörük etmemeleri için gereken uyarılarda
bulunduğu açıklanıyor. [12]
5— And olsun ki
Musa'yı da kavmine-milletine, «onları karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara
Allah'ın günlerini hatırlat» diye âyetlerimizle (açık belgelerimiz ve
mucizelerimizle) göndermiştik. Şüphesiz ki, bunda çokça sabreden, çokça
şükreden herkes için ibretler, öğütler vardır.
6— Ve Musa da o vakit kavmine şöyle demişti:
«Allah'ı» size olan nimetini hatırlayın; hani sizi Fir'avn
hanedanının zulmün)den kurtarmıştı ki, onlar sizi azabın kötüsüne uğratıyor;
erkek çocuklarınızı boğazlıyor, kız çocuklarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunlarda
Rabbınız tarafından sizin için büyük bir imtihan
vardı.
7— Yine hatırlayın ki, Rabbınız
şöyle buyurmuştu: Şanıma and olsun ki, şükrederseniz
elbette (lütuf ve nimetimi) artırırım. Nankörlük ederseniz, (bilin ki) azabım
şüphesiz ki çok şiddetlidir.
8— Musa (devamla) dedi ki: Siz ve yeryüzündeki I
erin hepsi inkâra sapıp nankörlük edecek olursanız, şüpheniz olmasın ki, Allah
müstağnidir (her şeyden ganîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, fakat her şey
O'na mutlaka muhtaçtır) ve övülmeğe de (her zaman O çok daha) lâyıktır.
«Mü'minin
her işi ve durumu hayret vericidir: Allah onunla ilgili bir hüküm yerine getirirse,
mutlaka onun hakkında hayırlı olur. Kendisine bir zarar veya sıkıntı dokunursa,
sabreder. Bu da onun için hayırlı olur. Genişliğe, ferahlığa kavuşursa,
şükreder. Bu da onun için hayırlı olur.» [13]
Kudsî Hadîs :
«Ey kullarım! Sizden
öncekileriniz ve sonrakileriniz; insanınız ve cîn-niniz
(toplanıp) hepsi sizden en çok takva üzere olan adamın kalbi üzere olsalar, bu
benim mülkümde hiçbir şey artırmaz! Sizin öncekileriniz, sonra-kileriniz;
insanınız ve cinnîniz, sizden en ahlâksız adamın
kalbi üzere olsalar; bu benîm mülkümden bir şey eksiltmez. Yine sjzin öncekileriniz, sonrakileriniz, insanınız ve cinniniz (toplanıp) bir toprak üzerinde durarak benden (herbîri bir şeyler) isteseler; ben de herkesin istediğini
versem, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez; sadece denize sokulan iğnenin denizden
noksanlaştırdığını noksanlaştırabilir (yani hiçbir şey eksilte-mez).» [14]
And olsun ki Musa'yı da kavmine-milletine, «onları
karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat» diye
âyetlerimizle göndermiştik..»
İlgili âyetten, gelip geçen
peygamberlerin aynı görevi yerin0 getirmeğe çalıştıkları; irşatları, uyanları
ve karşılaştıkları zorluklar arasında yakın benzerlik bulunduğu anlaşılıyor.
Şöyle ki: Bundan önceki âyetlerle, Hz. Muhammed'in
(A.S.) görevi belirtilirken şu söze yer verilmişti: «Bu kitabı, insanları
Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa; o yegâne üstün ve övülmeğe lâyık
olan Allah'ın yoluna çağırman için sana indirdik.» Beşinci âyetle, bu defa
bunun bir benzeri görevle Musa Peygamber'in (A.S.) görevlendirildiğine
dikkatler çekiliyor ve imânla küfür arasındaki sürtüşme ve tartışmanın tarih
boyunca sürüp geldiğine, her peygamberin bulunduğu çevrenin inanç durumuna,
psikolojik yapısına ve sosyal durumlarına göre birçok zorluklarla
karşılaştığına işarette bulunuluyor. Çünkü peygamberlerin amacı aynıdır,
sadece araçlar değişiktir. 0 halde insanları Cenâb-ı Hakk'ın dinine davet ederken, geçmişte bu doğrultuda
meydana gelen olayları hiçbir zaman unutmamak gerekir. [15]
Her peygamber, hitap
ettiği kitlenin yapısına göre birtakım mu'cize ve
âyetlerle peygamberliğini kanıtlamaya çalışmıştır. Çünkü onlar sıradar kimseler olmayıp yüce âlemden alıp öylece tebliğ ve
irşatta bulunurlar Bu nedenle de Allah'ın izniyle olağanüstü bir kac olay sergileyerek, kuv: vetin ve kudretin bütünüyle Allah'a ait olduğunu
gösterirler.
Ancak unutmamak
gerekir ki, mu'cizeler, olağanüstü olaylar tek v«
değişmez irşat ve uyarı aracı olarak kullanılmaz. Ondan sonra toplumı yönlendirme plân ve programları hazırlanır ve daha
çok duyguları, düşünceleri berraklaştırma amaçlanır; arkasından ana fikir,
temel bilgi verilerek beşer aklı harekete geçirilir.
Diyebiliriz ki, gönderilen
her peygamber kendi şartları ve ölçüleri içinde bu metodu uygulamıştır.
Peygamber artık gönderilmeyeceğine göre, son peygamber Hz.
Muhamrned'in (A.S.) izinde olan mürşitler, ilim
adamları ve hatipler, geçmişteki mu'cizelerle değil,
en büyük mu'cize olan Kur'ân'ı,
temel yönlendirme ve aydınlatma kaynağı olarak kullanmakla görevlidirler. Bunun
için de İslâmî ilimleri cok
iyi bilmelerine, geniş kültür sahibi olmalarına büyük ihtiyaç vardır. Hem Kur'ân, ilmî ve maarifi esas kabul ederek inmiştir. Onu
kıyamet kopuncaya kadar bu çizgide tutmamız şarttır. Çünkü ilim ve teknikteki
gelişme devam etmektedir ve -insanlar kendi kıyametlerini koparmazlar, yani
bir nükleer savaşı başlatmazlarsa- devam da edecektir. [16]
«Ve onlara Allah'ın
günlerini hatırlat.»
Allah'ın günleri diye
çevirisini yaptığımız «eyyami'ilah», halk arasında
«Allah'ın günleri çoktur» tabirinden çok farklıdır. Zira Araplar, «Allah'ın
günleri» tabirini, geride bıraktıkları çok sıkıntılı, ya
da huzurlu ve bol nî~ metli günleri kasdederek kullanırlar.
O bakımdan Musa
Peygambere, kendi kavmine o geçen sıkıntılı ve bol nîmetli günleri hatırlatması
emrolunmuştur. Bunun sebebi açıktır: İnsanlar
genellikle hem nankördürler, hem de geçen günleri çarçabuk unuturlar. Refaha
kavuştukları zaman sıkıntılı, ıstıraplı günleri; sıkıntıya düştükleri,
başlarına bir felâket indiği zaman genişlik ve refah günlerini hiç yaşamamış
gibi olurlar. Oysa ekmeğini göz yaşlan içinde yemeyen, ıstıraplı gecelerini
yatağında ağlayarak geçinmemiş olanların, çoğu henüz ilâhî bir kuvvetin varlığından
pek haberdar sayılmazlar. Köpürüp akan nî-metler
içinde yüzenler ise, çoğu zaman bunların arkasında sıkıntılı, ıstıraplı
günlerin gelebileceğini düşünmeye bile vakit bulmazlar ve o yüzden Allah'ın
kâinattaki cari sünnetinden habersiz varacakları çizgiye kadar koşarak
giderler.
Allah'ın günlerini bir
sinema şeridi gibi sık sık gözlerinin önünden geçirip
O'nun sınırsız kudretini idrâk eden basiretli kişiler ise, güçlükleri tebessümle
karşılarlar; en ağır yük altında bile dimdik durmak için gayret sarfederler. Çünkü bunun bir ilâhî deneme olduğunu bilirler
ve tahammül gösterdikleri takdirde her iki âlemde de başarılı olacaklarına
inanırlar.
Onun için ilgili âyetin son
kısmında Cenâb-ı Hak, bu gerçeği bize şöyle
hatırlatıyor: «Şüphesiz ki bunda çokça sabreden, çokça şükreden herkes için
ibretler, öğütler vardır.» [17]
Bazı tarihçilere göre
iki asır; Tevrat'a göre dört asırdan fazla Mısır'da kalan İsrailoğulları,
buna rağmen hiç bir zaman oranın yerlileri sayılmamışlar; Yusuf Peygamber'den
sonra yerli halk ile onlar arasındaki mesafe her geçen yıl biraz daha açılmaya
devam etmiş ve II. Ramses günlerinde bu açıklık iyice
gündeme gelerek İsrailoğullan'nın çoğalmasından büyük
endişe duyulmuştu. Kur'ân'da, mü'minleri
teselli babında bu tarihî olay .
münasebet düştükçe tekrarlanır ve böylece zulüm ve işkenceyi sanat haline
getiren milletlerin eninde sonunda Fir'avn gibi
hüsrana Arayacakları haber verilir.
Nitekim yıllarca Fir'avnlar tarafından ikinci sınıf vatandaş muamelesi
gören, en ağır işlerde bir karın tokluğuna çalıştırılan İsrailoğulları,
bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de soykırımla yüzyüze
getirilince, iyice bunalmışlardı. Cenâb-ı Hak,
zalimi yakalamayı, mazlumu kurtarmayı -ezelî plân ve programı gereği- murat
etti. Musa'yı (A.S.) görevlendirdi. Ne var ki, İsrailoğulları
Allah'ın bu iyiliğini, rahmet ve yardımını bazan
anlayıp takdîr ettiler, bazan da unutup nankörlükte
bulundular. Musa Peygamber onları hidâyet çizgisinde tutabilmek için -Allah'ın
izniyle- dokuz mu'cize gösterdi. Şüphesiz ki,
onlardan bir kısmı sevindirici ve şükrü gerektiriciydi; bir kısmı da üzücü ve
sabretmeyi gerektirici idi. Onları şöyle sıralayabiliriz:
1— Asâ'nın yılana dönüşmesi ve bir anda
sihirbazların sihirlerini tesirsiz hale getirmesi ve o bakımdan sihirbazların
sihirle mu'cize arasındaki farkı çok açık görüp
Musa'ya ve Rabbına inanarak secdeye kapanmaları,
2— Musa Peygamber'in (A.S.) koynuna soktuğu
elinin bembeyaz, ışıl ışıl oluvermesi; böylece onun
elinde ilâhî kudretin tecelli etmesi,
3— Asâ'sını Kızıldeniz'e vurup yol açması, İsrailoğulları o açılan yoldan geçtikten
sonra arkalarından onları takibe koyulan Fir'avn ve
askerlerinin orada boğulması,
4— Sina çölünde üzerlerine kudret helvası ile
bıldırcın kuşlarının yeterli gıda olarak indirilmesi,
yönlendirme plân ve
programları hazırlanır ve daha cok duyguları, düşünceleri
berraklaştırma amaçlanır; arkasından ana fikir, temel bilgi verilerek beşer
aklı harekete geçirilir.
Diyebiliriz ki, gönderilen
her peygamber kendi şartları ve ölçüleri içinde bu metodu uygulamıştır.
Peygamber artık gönderilmeyeceğine göre, son peygamber Hz.
Muhammed'in (A.S.) izinde olan mürşitler, ilim adamları ve hatipler, geçmişteki
mu'cizelerle değil, en büyük mu'cize
olan Kur'ân'ı, temel yönlendirme ve aydınlatma
kaynağı olarak kullanmakla görevlidirler. Bunun için de İslâmî
ilimleri çok iyi bilmelerine, geniş kültür sahibi olmalarına büyük ihtiyaç
vardır. Hem Kur'ân, ilmî ve maarifi esas kabul ederek
inmiştir. Onu kıyamet kopuncaya kadar bu çizgide tutmamız şarttır. Çünkü ilim
ve teknikteki gelişme devam etmektedir ve -insanlar kendi kıyametlerini
koparmazlar, yani bir nükleer savaşı başlatmazlarsa- devam da edecektir. [18]
«Şüphesiz ki bunda
çokça sabreden, çokça şükreden herkes için ibretler, öğütler vardır.»
Hem dünyada, hem de âhirette Allah'a inanan fert ve toplumları başarılı kılan
iki önemli hasletten söz ediliyor: Sabır ve şükür.. Fertlerin olduğu gibi,
milletlerin de hayatında birtakım iniş ve çıkışlar vardır. Başarılı olduğumuz
dönemlerde bizi aziz kılan Allah'a gönülden şükretmemiz ve uygulamada bunun en
güzel ürünlerini sergilememiz kadar asil bir düşünce ve davranış bilemiyoruz.
Onun gibi sıkıntılı dönemlerimizde, ikbal gün-
lerini geride bıraktığımız günlerde veya insanlığın hayrına
başlattığımız fa-zîlet mücadelesinde engellerle
karşılaştığımız zamanlarda dayanma gücümüzü ortaya koymamız ve Allah'a kulluk
görevimizi yerine getirirken büyük bir sabır göstermemiz de öylesine asil ve
gereklidir. Her iki durumda da başarının anahtarı şükür ve sabırla
şifrelenmiştir.
İsrâiloğulları'nin tarih boyunca inişli-yokuşlu hayatı ve
şükretmedikleri için başarısızlığa uğramaları ve göğüs gerilmesi gereken
konularda sabretmesini bilmediklerinden dolayı zillet ve meskenete duçar
olmaları ibretli birer misal olarak hatırlatılıyor. Böylece Hz. Muhammed'in (A.S.) etrafında toplanan ve bu yüzden binbir mihnetle yüzyüze gelen Ashab-ı Kirâm'a başarılı
olabilmeleri için sabır ve şükür tavsiye ediliyor. Şüphesiz ki, bu tavsiye
yalnız onlara değil, kıyamete kadar geleoek olan mü'minleredir de..
Zira hayat yolunda emin
adımlarla yürümemizi kolaylaştıran ancak Allah'a dosdoğru imândan sonra onun
tabii ürünü olan sabır ve şükür duygusudur. Unutmayalım ki, başarılan büyük işler,
hep imân, azim, sabır ve şükür sayesinde gerçekleşebilmiştir. [19]
«Ve Musa da o vakit
kavmine şöyle demişti: «Allah'ın size olan nimetini hatırlayın..»
Maddeye ve dünya
saltanatına aşırı derecede hırslı olan İsrailoğulları,
başlarında büyük bir peygamberin, aynı zamanda olaylara göğüs germesini cok iyi bilen bir kumandanın marifetiyle Fir'avn'm zulmünden kaçıp kurtuldular. Uzun ve yorucu bir
göçten sonra gelip va'dedilen kutsal toprağa yerleştiler.
Ancak gerek uzun ve yorucu yolculukları, gerekse kutsal toprağa yerleşmeleri
günlerinde, Kur'ân'ın belirttiği sabır ve şükür
hususlarında pek başarılı olamadılar. Bazan şüpheye
düştüler, bazan ümitsizlik alâmetleri gösterip isyan
edecek duruma geldiler; bazan da putperestliğe özendiler
de Allah'ı maddeleştirmek istediler. O yüzden birçok sınavları kaybetmiş,
zaman zaman birtakım sıkıntılarla yüzyüze
gelmişlerdi. Şüphesiz ki, Kur'ân onların bu kararsız,
sabırsız ve şükürsüz tutumlarını hem kınıyor, hem de mü'minlere
selâmet yolunu bütün açıklığıyla tarif ediyor. Sonra da Hz.
Musa'nın (A.S.) kararlı, azimli, iradeli, sabırlı ve şükürlü tutumunu överek
kararsızlık içinde bocalayan İsrâiloğullarına yapmış
olduğu son uyarısını şu sözlerle belirtiyor:
1— Allah'ın
size olan nimetini hatırlayın,
2— Hani ya, sizi Mısır'da Fir'avn'ın
esaret ve işkencesinden kurtarmıştı. O Fir'avn ki,
sizi azabın en kötüsüne uğratmış; erkek çocuklarınızı kesmiş, kız çocuklarınızı
sağ bırakmıştı.
3— Mısır'da ise, büyük bir sınav geçirdiniz.
4—
Kızıldeniz size -Allah'ın izniyle- açıldı da geçtiniz. Fir'avn
ve yandaşları ise, orada boğuldular. Böylece Allah düşmanlarınızı kahretmek suretiyle
sizi büyük bir belâdan kurtarmış oldu.
5— Ama siz, bunca nimetleri çok geçmeden unuttunuz da sabırsızlık gösterdiniz.
6— Bu tutum ve nankörlüğe devam ederseniz, bilin
ki Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Sizi tekrar esaret zilletine itebilir.
7— Unutmayın ki, Allah'ın ne sizin, ne de diğer
milletlerin şükrüne ve sabrına ihtiyacı vardır. O mutlak ganîdir. Emir ve
tavsiye edilen her şey sizin hür, bağımsız, şerefli, itibarlı ve kuvvetli bir
millet olarak rahatça yaşamanıza yöneliktir.
Musa Peygamber'den
sonra Onun tavsiyelerini unutan İsrâiloğullan zaman zaman nankörlük etmekten geri kalmadılar ve o yüzden tarih
boyunca birkaç defa daha esaret ve zillete uğratıldılar.
Mevlânâ Celalettin Rumî, «Şanıma and
olsun ki, şükrederseniz, elbette (lütuf ve nimetimi) artırırım. Nankörlük
ederseniz, (bilin ki) azabım çok çetindir.» mealindeki âyeti açıklarken diyor
ki : «Bu azap iki türlüdür: Biri dünyada, diğeri âhirettedir.
Dünyadaki azap, nîmetin elden gitmesidir. Özellikle madde ve makama düşkün
olanlar için dünya hayatında bundan daha elim bir azap düşünülemez.»
Onun için, «nimetten
dolayı şükür de ayrı bir nimettir.» denilmiştir. SABIR VE ŞÜKÜR
Sabır: Sözlükte,
sıkıntı ve darlıkta dayanma gücü gösterip kendini dengede tutmaktır. Hayvanı
bir süre yemden alıkoyup aç tutmak da bu anlamda «sabır» kökünden türetilen
fiille ifade edilmiştir. Terim olarak: Nefsi, akıl ve şeriatın ön ve uygun
gördüğü anlam ve şekilde hapsetmek anlamında kullanılmıştır. Daha çok dert,
felâket ve musibete karşı nefsin isyan ve tahammülsüzlüğünü tutmak anlamına
geldiği vakidlr. Sızlanıp kararsızlık göstermek ise,
sabrın karşıtı sayılmıştır.
Savaşta sabır, cesaret
ve kahramanlıktır. Karşıtı ise, korkaklıktır. Oruç ibâdetinde sabır, nefsin
arzularını bir süre tutup zaptetmektir. O bakımdan oruca «sabır» denilmiştir.
Unutmayalım ki, sabrın
dinde önemli bir yeri ve anlamı vardır. Allah'ın doksan dokuz isminden biri de
«es-Sabûr»dur. Bu, çokça sabreden demektir. İlgili
âyette mü'min hakkında, buna yakın bir anlam taşıyan
«sab-bar» sıfatı kullanılmıştır ki bu, Kur'ân'ın tam dört yerinde geçer. Amaç, Allah'ın «sabûr» sıfatının tecellilerine mazhar
olabilmek için Allah'ın dinini teblîğ ederken büyük bir sabır göstermenin
lüzumunu belirtmektir. [20]
Onun için diyebiliriz
ki, ilâhî bir sabır olmadan, hayatta başarılı olmak çok zordur. Meşru nimetler,
zaferler, tatlı meyvalar hep sabır tezgâhının ürünleridir.
Allah rızasını, ebedî saadeti, mutlu yarınları isteyen kişiler sabretmesini
bilmelidir. Hz. İsa (A.S.) ne güzel söylemiştir:
«Hoşlanmadığına sabretmedikçe, hoşlandığını ete geçiremezsin.» Hz. Ali (R.A.) de : «Sabrın evveli acıdır, ama sonu çok
tatlıdır.» diyerek olaylar karşısında dayanma gücünü ortaya koymanın önemine,
işaret etmiştir.
Şükür: Sözlükte,
nîmeti düşünüp ortaya çıkarmaktır. Karşıtı, küfürdür, yani nîmeti örtüp
belirsiz hale getirmek, kimden nasıl geldiğini düşünmemektir.
Böyleee şükür üç yönlü bir anlam taşır;
a) Nîmeti unutmamak kalbin şükrüdür.
b) Nîmeti vereni hatırlayıp sözlü ya da yazılı övgüde bulunmak dilin şükrüdür.
c) Yetecek kadar meşru yoldan kazanıp nimete
erişmek, organların şükrüdür. Namaz, oruç, zekât ve hac ibâdetleri bu üç şükrü
en geniş ve en güzel anlamda gerçekleştirirler.
Şükür derecesine ancak
sabır basamaklarıyla çıkılabilir. Sabrı olmayanın şükredecek kadar idrâki
uyanık değildir. İyi bir sabrın özü ve mayası ise, Allah'a ve âhirete olan köklü bir imândır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Musa Peygamberle ilgili bir safha
anlatılırken sabır ve şükre parmak basılması çok anlamlıdır. Mekke'de sıkıntı
içinde kıvranan, Allah'a ve Peygamberine inandıkları için kendi öz yurtlarında
garipliğe itilen, ekonomik abluka altına alınıp her türlü insanî hakları
çiğnenen As-hab-ı Kirâm'm
dikkatlerini tarihin derinliklerine çekmek için Allah, sabırla şükrü kendinde
birleştiren Musa Peygamberin geniş çapta ilâhî yardım ve desteğine mazhar kıldığını misal veriyor. Zaman zaman
sabır ve şükrü elden bırakan, onu gönüllerinden çıkaran İsrâiloğulları'nın
başlarını dertten ve sıkıntıdan kurtaramadıklarını hatırlatarak mü'minlerin çok dikkatli olmalarını istiyor.
Sonra da Cenâb-ı
Hakk'in, bütün insanlara şu gerçeği hatırlattığı bildiriliyor
: «Şanıma and olsun ki, şükrederseniz elbette (lütuf
ve nimetimi) artırırım. Nankörlük ederseniz, (bilin ki) azabım çok
şiddetlidir.» [21]
Yukarıdaki âyetlerle,
Mekke'de sıkıntılı günler geçirmekte olan mü'-minleri
teselli etmek için Musa Peygamber'in (A.S.) kıssasından ibret ve öğüt alınacak
bir safha anlatıldı. Hayatta başarıp olmanın sır ve hikmetinin, imân temeli
üzerinde yükselen sabır ve şükürle içice olduğu belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle, tarihte
geniş yankı uyandıran, kutsal kitaplarda anılan Nuh, Âd ve Semûd"
kavimlerinin inkâr ve azgınlıklarının onlara nasıl büyük bir felâket getirdiği
anlatılarak Mekkeli müşrikler ve yaşamakta olan inkarcı maddeciler uyarılıyor.
Sonra da peygamberlerin sapık putperestlerle olan mücadelelerinin önemli
noktaları nakledilerek Mekkeii'Ie-rin
de onlardan farksız bir tutum içinde olduklarına ve o sebepie
sonlarının hüsrana dönüşeceğine işaret ediliyor. [22]
9— Sizden önce gelip geçen Nûh, Ad, Semûd'un ve onlardan sonra gelip (İsmini, sayısını,
kıssalarını) Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin (ve milletlerin)
haberleri size gelmedi mi? Peygamberleri onlara açık belgelerle, mu'cizelerle geldiler; onlar ise (peygamberleri
konuşturmamak için) ellerini (onların) ağızlarına doğru uzatıp, «doğrusu biz
sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz; bizi davet ettiğiniz şeyden de
iyice şüphe içindeyiz!» dediler,
10— Peygamberleri onlara dediler ki: «Geçmişte hiçbir örneği ve benzeri olmaksızın
gökleri ve yeri yaratan; günahlarınızdan temizleyip bağışlamak için sizi davet
eden ve sizi belli bir süreye kadar (yok etmeyip) geciktiren Allah hakkında mı
şüphe ediyorsunuz?! Onlar, «siz de bizim gibi insansınız, babalarımızın
taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize açık belge ve delil
getirin» dediler.
11— Peygamberleri onlara dediler ki: «Doğrusu biz
de sizin gibi insandan başkası değiliz, ama Allah, kullarından dilediğine
minnet buyurup nimetini verir. Allah'ın izni olmadıkça size belge ve delil
(açık mu'cize) getirmek ne haddimize. Ve artık mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar!
12— Biz ne diye, ancak Allah'a güvenip dayanmıyalim ki O cidden bize yollarımızı göstermiştir.
Bize yaptığınız eziyetlere karşı elbette sabredeceğiz. Artık tevekkül edenler
sadece Allah'a güvenip dayansınlar.
«Sizden önce gelip geçen
Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelip (ismini,
sayısını, kıssalarını) Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin (ve
milletlerin) haberleri size gelmedi mi?.»
Musa Peygamber ile Hz. Muhammed'in (A.S.) insanları hakka davetleri arasında
müşterek noktalar bulunduğu ve bazı yönleriyle birbirlerine benzediği
açıklandıktan sonra, Hakk'a karşı tuğyan eden Mısır fir'avnieri-nin akibetine dikkatler çekildi ve Allah'ın verdiği birçok
nimetlere rağmen İsrailoğulları'nın zaman zaman nankörlüklerinden dolayı başlarına gelen dert ve
sıkıntılar ibretli birer misal olarak anlatıldı. Arkasından Arap Ya-rımadası'nda yaşayanların
az-çok haklarında bilgileri olan Nuh, Âd ve Semûd
kavimleri konu edilerek, inkârda ısrar etmelerinin o kavimleri nasıl bîr azaba
ittiği hatırlatılıyor ve aynı akıbetin veya benzen bir felâketin .Mekkeli
putperestlerin de başlarına gelebileceğine işaret ediliyor. Aynı zamanda
Allah'tan ferahlatıcı bir esinti bekleyen mü'minlere
o günlerin pek yakın olduğu dolaylı şekilde haber veriliyor. [23]
Şüphesiz ki, Âdem
Peygamber'den (A.S.) son peygamber Hz. Muham-med'e (A.S.) kadar -bir
rivayete göre-313 veya 315'i resul olmak üzere[24] 124
bin, başka bir rivayette 224 bin peygamber gelip geçmiştir. [25]Bunların
hepsini ve gönderildikleri kavim ve milletlerin kıssalarının tamamını önemli ve
ibretli safhalarıyla ele alıp anlatmak, hem Kur'ân'ın
amaç ve hikmeti dışındadır, hem de hacmi çok büyürdü. Aynı zamanda o kıssalara
da yer verilmiş olsaydı, Kur'ân'ın yüzde doksanı
tarihî kıssalardan ibaret olur, böylece asıl değer ölçüsü zedelenirdi. Zira Kur'ân bir tarih kitabı değildir; aynı zamanda tarihî olayları
bir bir inceleyip yerleriyle, isimleriyle ve tarihleriyle
anlatan bir ansiklopedi hiç değildir. Kur'ân, sadece
tarihin tekerrür ettiğini ve edeceğini bildiren ve bu açıdan bazı önemli
olayları ve safhaları naklederek yaşamakta olan mîlletleri ve toplulukları
uyaran, yol gösteren; geçmişten ibret ve öğüt almalarını sağlamaya çalışan
insanlığın tek hayat kitabıdır. O, birkaç kıssaya; halk tarafından az-çok
bilinen ve kalıntıları hâlâ yer yer birer ibret
levhası olarak hüzünlü bakışlarıyla gelip geçenlere, gezip dolaşanlara
seslenen harabelere dikkatleri çeker. Gerisini tarihçilerin, araştırıcıların
irfanına bırakır
O bakımdan İbn Mes'ud (R.A,) yukarıdaki
âyeti okuyunca, «soyları Adem Peygamber'e kadar ulaştıranlar, böylece ortaya
soy ağacı koyanlar yalan söylerler» demiştir. Çünkü yeryüzünde yaşayan herkesin
soyu Adem Peygamber'e uzanır, ama aradan kaç nesil gelip geçmiş kesinlikle
bilinemez. O bakımdan sağlıklı bir şecere ortaya koymak mümkün değildir, İbn Abbas'ın da (R.A.) aynı
görüşte olup şöyle dediği rivayet edilmektedir: «Yalnız İbrahim Peygamber ile
Adnan arasında otuz kuşak gelip geçmiştir ki, Allah'tan başkası onları bilmez.»
Mâlikî mezhebinin
kurucusu Mâlik b. Enes de soyunu bir zincir halkaları
gibi sıralayıp Adem Peygamber'e kadar ulaştıranlardan hiç hoşlanmozdı.
Başta Nuh, Âd ve Semûd kavimleri olmak üzere birçok kavimler ve milletler
kendilerine gönderilen peygamberleri konuşturmak bile istememişler;
getirdikleri açık belgelere iltifat etmeyip kendi kısır anlayış ve inançlarına
göre birtakım deli! ve belgeler istemişlerdir. Çünkü çoğunun peygamber
hakkındaki düşüncesi şu noktada düğümleniyordu : «Peygamber meleklerden olmalı
değil midir?» «Herkes gibi yemek yiyen, su içen, uyuyan ve evlenen bir insanın
Allah'ın elçisi olması mümkün değildir.» «Bir an kabul edelim ki, Allah
insanlardan peygamber seçip görevlendiriyor, o takdirde o insanın dağları
yürütmesi, ırmaklar akıtması, toprağı altın kılması gerekir.» Yani bütün
bunları ve benzeri olağanüstü şeyleri meydana getireaek
bir kudrette bulunması onlara göre şarttır.
Şüphesiz ki, bu tarz
düşünce ve inançların hepsi de cehaletin en tabii ürünleri, inkâr ve tuğyanın
şarlatanlığıdır. Zira inkâr, cehalet ve ahlâksızlık üçlüsü bir sehpa
oluşturunca, ortaya nasıl bir ölçüsüzlüğün çıkacağını söylemeğe veya tarif
etmeğe gerek kalmaz.
Böylece Kur'ân,
Mekkeli putperestlerin birtakım yersiz ve anlamsız isteklerini konu edinirken,
geçmiş ümmetlerin de buna benzer birtakım isteklerde bulunduklarına dikkatleri
çeker ve küfrü temsil edenlerin hemen her devirde ortak noktaları bulunduğuna
işarette bulunur. [26]
«Peygamberleri onlara dediler
ki: Geçmişte hiçbir örneği ve benzeri olmaksızın gökleri ve yeri yaratan......
Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?!»
Belirttiğimiz gibi,
son derece katı, bilgisiz, kaba ve atalarının dinine kayıtsız, şartsız bağlı
olan toplulukların hakkı ret ve inkârlarına karşı, peygamberlerin zaman zaman şu üç delili öne sürdükleri anlaşılıyor:
1— Bir Allah ki, gökleri ve yeri, daha önce hiç
bir benzeri ve modeli olmaksızın yaratmıştır. Oysa ilâh edinip taptığınız
putlar hem insan eliyle şekillendirilip ortaya konmuş, hem de hiç birinin bir
sivrisinek olsun yaratmaya kudreti yoktur. Hem ey inkarcı şaşkınlar! O putları
da siz modelsiz ve örneksiz şekillendirmediniz, kendinize bakarak onlara
birtakım şekiller vermeye çalıştınız. Artık düşünmez misiniz?
2— Bir rahmet ki, sizi kendisine yaklaştırıp
günah ve inkâr kirlerinden temizlemek istiyor. Size ayrıca ebediyen yaşama
ümidini veriyor.
bir âyet ve mu'cize ortaya koyabilir, ne de kendiliğinden din adına bir
şey icat edebilirdi.. [27]
Hiç bir belge ve
delile iltifat etmiyen; aklıyla, idrâkiyie
değil, duygusuyla olaylara bakıp değerlendiren inkarcı bir millete karşı nasıl
bir tebliğ ve irşat metodu uygulanır? Kur'ân'da
ilgili âyetlerle bu husus belirtilerek en sağlam ölçü verilmektedir: «Allah'ın
izni olmadan size belge ve delil (açık mu'cize)
getirmek ne haddimize. Ve artık mü'minler ancak
Allah'a güvenip dayansınlar!»
Bilindiği gibi,
Allah'a tevekkül, yani O'na güvenip dayanma ancak yüklenilen görevi yerine
getirmek için gereken tedbirler alındıktan, şartlara ve ortama göre belli bir
metot belirlendikten sonra olur. O bakımdan Cenâb-ı
Hak başta Peygamber (A.S.) Efendimiz olmak üzere bütün mü'min-iere, dini tebliğ hususunda hareket noktasını gösteriyor.
Böylece mü'minler mevcut imkânlarını bilinçli
şekilde kullanıp imkân ve irâde sınırına geldiklerinde, kendilerine düşen
hizmeti sürdürmek için en uygun olanı yapmış sayılırlar. Bundan sonrası
Allah'a aittir. O bakımdan sözü edilen sınıra gelen mü'minierin
tam bir kalp yatışkanlığıyla Allah'a güvenip dayanmaları
em red ilmektedir.
Konuyu biraz daha
açıklayacak olursak, şöyle diyebiliriz: Kur'ân bu
âyetle sünnetullaha uyulmasını başarının sırrı, belli
çizgiye gelindiğinde Allah'a tevekkülü, Hak'tan yardım görmenin şifresi olarak
veriyor.
O nedenle Peygambere
(A.S.) veya O'nun yolunda irşat görevini sürdürmeğe çalışanlara gereken,
ümitsizliğe düşmemek, şartların ve ortamın bütün olumsuz yönlerine rağmen
«irşadın ne yararı olabilir?» dememek, imkânlar ve şartlar elverdiği ölçüde
ilâhî rahmeti ve hidâyeti perde perde gönüllere
aksettirmeye çalışmak şarttır. Öyle ki, Allah'ın kutsal kitabı Kur'ân ile kalp ve kafaları aydınlatma azm-u
gayreti içinde sıfat-ı müstakimde yürümeye devam etmek bu şartın gereğidir.
Cenâb-ı Hak bu çok şerefli hizmetin ölçü ve amacını
belirttikten sonra, fedakârlığın sebeplerini şöyle açıklıyor: Peygamberler her
şeye rağmen doğru yolda yürümeğe devam etmişlerdir. Çünkü insanları doğruya
irşat etmek beşer kudreti dahilindedir; ama onları doğru yola eriştirmek
Allah'a aittir. Peygamberlerle onların izinde olan mürşitlerin yetkileri
sınırlıdır ve belirlenmiştir. Ancak onlar kendilerine gösterilen yetki
sınırları içinde büyük fedakârlıklara katlanacak kadar davalarına bağlıdırlar.
Nitekim Cenâb-ı Hak onların bu bağlılıklarını ve fedakârlıkiur'nı şöyle tasvir etmektedir:
— Biz ne diye Allah'a güvenip dayanmıyalım?
__ Bize doğru yolu
gösteren O değil midir? Öyle olmasaydı, sapıklar
topluluğunun birer
üyesi olarak dalâlette kalırdık. Allah'ın bu lütuf ve nimetinin şükrünü yerine
getirmemiz gerekmiyor mu?
— Ey inkarcı sapıklar! Bizim bu şerefli
hizmetimizi engellemek için bütün sataşmalarınıza ve eziyetlerinize
katlanacağız. Çünkü nîmet külfetsiz olmaz. Büyük davalar büyük himmetler,
üstün gcyrctîer ister.
— Artık tevekkül şuuruna erişenler ancak
Allah'a güvenip dayansınlar. Zira O, hayır, iyilik, rahmet, inayet, gufran ve
ihsan kaynağıdır.
O bakımdan Allah yolunda
hizmet verirken sabır mutlaka başarının anahtarıdır. Allah'a güvenip dayanmak,
hayır ve iyiliklerin giriş kapısıdır. Peygamberlerin yüae
ruhlarında oluşan sabır ve tevekkül, mü'minierin ruhlarına
doğru akıp gelen feyiz pınarlarıdır. Bunun için Hakk'a
ve O'nun dinine hizmet vadisinde olgunlaşmaya yönelen ruhlar, peygamberlerin Ber-zah'ta ebedileşen ruhlarına
tabi olurlar. [28]
Yukarıdaki âyetlerle,
kâfirlik ve ahlâksızlıkta ısrar eden sapıklar uyarıldı; daha önce aynı çizgi
üzerinde yürümeğe devam eden kavimlerin feci akıbeti ibretli misal olarak
verildi. Yer yer hüzünlü ve manalı bakışlarıyla
tarihin hazin bir tablosunu kaba hatlarıyla kendi üzerlerinde taşıyan harabeleri
gezip görmeleri tavsiye edildi. Sonra da Alİah
yolunda yürüyüp hizmet edenlerin şu üç şeye her zaman çok muhtaç oldukları
belirtildi:
1. Ortama ve mevcut şartlara göre, sabretmesini
bilmek,
2. İnkarcı zâlimlerin sataşmalarına ve
eziyetlerine katlanmak,
3. Her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayanmak..
Aşağıdaki âyetlerle,
kâfirlerin» peygamberleri tehdît etmeleri konu ediliyor. Hakk'a
baş kaldırıp tuğyan eden inkarcı sapıkların mutlaka başaşağı
Gelecekleri, ilâhî hükmün onlar hakkında vakti gelince elbette ineceği haber
veriliyor. Sonra da âhiret azabının daha elim olacağı
hatırlatılarak bazı bölümlerine dikkatler çekiliyor. [29]
13— inkara
sapanlar, peygamberlerine, «and olsun, ya sizi yurdumuzdan çıkarırız, ya
aa bizim dinimize dönersiniz!» diyerek (tehdîdde bulundu ar) Bu sebeple Rabları
onlara, «Şanıma and olsun ki, zâlimleri elbette yok
edeceğiz» dîye vahyetti.
14- Onların ardından sizi o yurda mutlaka
yerleştireceğiz. İşte bu {mutlu sonuç) makamımdan ve tehdidimden korkanlaradır.
15- Peygamberler fetih ve yardım dilediler;
inatçı her zorba ise ziyana uğrayıp mahvoldu.
16- Önünde iset
Cehennem vardır; kanlı su ve irin içJrilir.
17- Yudum yudum içmeye
çalışacak, hiç de boğazından rahat geçmeyecek. Olum
her yandan gelecek, ama o yine ölmiyecek. (Bunun)
arkasından da büyük bir azap vardır.
«İnkâra sapanlar,
peygamberlerine: «And olsun ki ya
sizi yurdumuzdan çıkarırız, ya da dinimize
dönersiniz» diyerek (tehditte bulundular). Bu sebeple Rabları
onlara: «Şanıma and olsun ki, zâlimleri elbette yok
edeceğiz» diye vahyetti.»
Her şeyin bir
başlangıcı, bir de bitiş noktası vardır. Biz buna eşyanın ve olayların eceli de
diyebiliriz. O bakımdan bitiş noktasına gelip dayanan bir olayın veya şeyin
artık süresi dolmuş ve zevale yönelmiştir. İnsan ömründen tutun da canlı,
cansız her varlığın mevcudiyeti bu iki nokta arasında seyreder. Peygamberlerin
teblîğ ettikleri ilâhî buyruklara, ortaya koydukları âyet ve belgelere ilgi
duymayıp daha büyük mu'cizelcı isteyen inkarcı
zâlimler, semavî ilmin yüksek irfanı karşısında küçülünce, işi alaya alıp kaba
kuvvete başvurma ihtiyacı duymuşlar, o yüzden azgınlık ve haksızlıkta gemi
azıya alıp son noktasına gelip dayanmışlar. O kadar ki,, peygamberleri öz
yurtlarından çıkarmaya azmetmişler, değilse bâtıla dönmelerini önermişler.
Böylece Allah'ın elçilerini bu ikisinden birini seçmekte serbest bırakmış,
üçüncü bir seçenek tanımamışlardır. İş bu çizgiye gelince, ilâhî sünnetin
tecelli sebeplerini çok iyi bilen peygamberler Allah'tan fetih ve yardım
dilemişlerdir. Vakti ve saati gelince ilâhî hüküm inmiş ve inatçı her zorba başaşağı gelip yok edilmiş veya hüsrana uğratılmıştır.
İlgili âyetle aynı zamanda
Mekkeli zalim zorbalar ve yaşamakta olan din düşmanları uyarılıyor. Mü'minlere de zaferin yakın olduğu müjdesi veriliyor. [30]
«Peygamberler fetih ve
yardım dilediler; İnatçı her zorba ise ziyana uğrayıp mahvoldu.»
Gelip geçen
peygamberlerle ümmetleri arasındaki hassas çizgiye dikkatler çekilmekte ve o
çizginin ilâhî adaleti bütün haşmetiyle yansıttığı açıklanmaktadır. Mekke'de
inatçı zorbaların yıllar yılı hakka karşı olumsuz tutumları da sözü edilen
hassas çizgiye gelip dayanmış ve o yüzden on-lann
mahvedilecekler! günler yaklaşmıştı. Hz. Muhammed
(A.S.) ile arkadaşlarının ilâhî fetih ve inayete mazhar
kılınacakları müjdeleniyor; biraz daha sabrettikleri takdirde kâfirlerin
haksızlık ve azgınlıklarının pek yakında son bulacağı; ilâhî adaletin
kahredici tecellisi karşısında hüsrana uğrayacakları bildiriliyordu. Nitekim
öyle oldu. Mekke'den Medine'ye hicret, kâfirlerin zulümlerinin son kertesine
geldiğinin ilk habercisi idi. üsrken çok geçmeden Bedir savaşı patlak verdi ve böylece zâlim
zorbaların elebaşılarından önemli bir kısmı yok
edildi. Cenâb-ı Hak, peygamberine ve mü'minlere fetihte bulundu. Şüphesiz ki, Allah'ın buna
benzer fetihleri ve inayetleri kıyamete kadar devam edecek, mü'minler
Hz. Peygamber'in (A.S.) izinde yürüyüp Allah'a
güvendikleri takdirde o fetih ve inayetler tecelli edecektir.
Demek oluyor ki, zâlim
kâfirler mü'minleri tehdît ettikleri ve edecekleri
zaman, Cenâb-ı Hak da adaleti gereği onları azap ile
tehdit edip vakti gelince de hiç bir engel tanımadan kâfirleri onunla çepeçevre
ku-şataaaktır.
«Şanıma andı olsun ki,
zâlimleri elbette yak edeceğiz!» sözü bir dönemle kayıtlı olmayıp, bütün
dönemler ve çağlarla ilgilidir. Arap Yarımadası bu ilâhî tehdidin teaellisiyle fethedilmiş, Bizans ve İran bununla baş-aşağı
getirilerek saltanatlarına son verilmiştir.
«Onların ardından sizi o
yurda mutlaka yerleştireceğiz!» âyeti ise, büyük bir ümit va'detmektedir.
Şüphesiz bu âyette yakın gelecekte Mekke'nin mü'minler
tarafından fethedileceği ve oradan hicret edenlerden arzu edenlerin gelip
yerleşebileceği müjdelenmiştir. Aynı zamanda Ashab-ı
Kiramın o günlerdeki durumunda olan mü'minler için
de büyük bir ümit ve beşaret sayılır. [31]
Cenâb-ı Hakk'ın azabı da,
mükâfatı da belü kanunlara, değişmeyen plân ve
programlara bağlanmıştır. Kendilerini azap sınırına itenler baş-aşağı gelirler;
mükâfat sınırına ulaşanlar da hem dünyada, hem de âhiret-te ilâhî lütfa mazhar olurlar. Ancak bu mutlu sonuç neyin mükâfatıdır?
Âyetin açık delâletinden bunun iki madde halinde belirlendiğini anlıyoruz:
1— Allah'a imân edip kıyamet gününde O'nun
huzurunda toplanacağını düşünerek korkan; Allah'ın her varlık üzerinde
denetici ve gözetici olduğunu hatırlayarak hayatım ona göre düzene sokan ve
her işte Allah'ın kudretini hesaba katarak meşru sınırdan ayrılmayan mü'min, sözü edilen mükâfata uzanan yola girmiş sayılır.
2— Allah'ın dinine hizmeti en kutsal görev sayıp
günün şartlarına ve
mevcut ortama göre tebliğ ve
irşatta bulunurken bunun karşılığını yalnız Allah'tan bekler. Böylece her hâl-ü
kârda Allah'a güvenip dayanan kimse, ikinci kademede mükâfata açılan kapıdan
içeri girmiş kabul edilir. O dönüş yapmadığı takdirde Cenâb-ı
Hak hükmünü değiştirmez, va'dini mutlaka
gerçekleştirir. [32]
__Önünde Cehennem, ısı
son noktasında.,
— Susuzluk had safhada ve sadece irinli-kanlı
sıvıya benzer bir içecek..
__ Ölüm her yandan
gelip kuşatır, ama orada ebediyen ölüm yok..
— Ölüm olsaydı, elbetteki inkarcı zâlim bütün
gücüyle ona koşardı, zira orada onun için en uygunu bu..
__ Bu da yetmez o
zorbaya, arkasından daha çetin azaplar izler onu..
O bakımdan ümitler
kesik, sesler kısık, ilâhî rahmetten başka yok hiç bir ışık.. Ama o ışık da
zâlimden çok uzak..
Kur'ân'da onların bu hazin akibeti
tasvîr edilerek şöyle buyuruiuyor: «Önünde ise,
Cehennem vardır; kanlı su ve irin içilir. Yudum yudum
içmeğe çalışır, hiç de boğazından rahat geçmez. Ölüm
her yandan gelir ama o yine ölmez. (Bunun) arkasından da büyük bir azap
vardır.» [33]
Yukarıdaki âyetlerle, Hakk'a karşı gelip zulüm ve zorbalıkta bulunanların
eninde, sonunda'başaşağı gelecekleri haber veriliyor.
Böylece Mekke'de küfrün saltanat ve şarlatanlığının son bulmak üzere o!-u£iuna dikkatler çekiliyor. Sonra da zâlim zorbalar için âhirette verilecek ceza tasvîr edilerek inkarcılar
uyarılıyor.
Aşağıdaki âyetle, kâfirlerin
hiçbir iş ve amellerinin uhrevî mükâfata lâyık olmadığı belirtilerek şiddetli
rüzgâr karşısında bir avuç külün ne ha-İQ geleceği misal olarak veriliyor ve
her işte mutlaka Allah'a imân ve iyi niyetin esas olduğu açıklanıyor. [34]
18— Rablerini
inkâr edip küfre sapanların (Allah'ı tanımayanların) misâli; amelleri,
fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle esip savurduğu küle benzer.
Kazandıklarından bir şey elde edemezler. Bu da (gerçekten) uzak sapıklığın,
şaşkınlığın kendisidir.
İlgili âyetle önemli
bir konuya parmak basılmakta ve İslâmiyeti.aynı
zamanda ilâhî sünneti bilmeyen bazı kişilerin, Allah'ı inkâr eden kâşifler ve
mucitlere bol keseden cenneti ve ebedî saadeti lâyık görmeleri üzerinde
durulmakta ve böyiece mü'minlere
en sağlam bilgi verilmektedir. Şöyle ki: Allah'ı tanımayanların, kıyameti inkâr
edip cennet, cehennem, hesap ve azaba inanmayanların, dünyada işledikleri
hayırlar, iyilikler, yaptıkları yararlı işler, keşifler ve ilmî buluşlar
kıyamet gününde onlar için bir değer taşıyacak mı? Bunun cevabını yine Kur'ân en açık bir anlatımla şöyle veriyor: «Rablarını inkâr edip küfre sapanların misali; amelleri,
fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle esip savurduğu küle benzer.
Kazandıklarından bir şey elde edemezler.»
^ma
neden?
Allah'ı
tanımayanlardan öylesi var ki, insanlığa büyük hizmette bulunmuş, keşif ve
icatlar yapmıştır. Bütün bu yararlı hizmetlerin âhirette
karşılıksız kalması doğru olur mu? İlk bakışta bu soru mantıkî gibi görünür,
ama biraz düşündüğümüz zaman, hakikat bütün parlaklığıyla önümüze serilir.
Şöyle ki:
a) Önce bu
adamlar, yaptıkları hizmeti Allah için değil, insanların tak-dîr ve şükranlarını bekleyerek yapmışlar veya böyle bir
hizmette bulunmak-
tan derunî bir zevk
duymuşlardır. Böylece onlar Allah diye bir varlık ve kudret tanımadıkları için
de, yaptıkları hizmet karşılığında uhrevî bir mü-kâfat
düşünmemişlerdir.
b) O halde onlar Allah'tan değil, insanlardan
ödül, ilgi ve takdir beklemişler ve beklediklerini fazlasıyla görmüşlerdir.
c) Allah'ı tanımadıkları, O'hdan
bir mükâfat ve takdir beklemedikleri halde biz kimin adına kime âhiret mükâfatını vermek cömertliğinde bulunabiliyoruz?!
d) Ortada bir buluş ve icat sahibi var ki, ilâhî
kudreti hiç tanımıyor ve ondan hiçbir şey beklemiyor. Üstelik O'nun isminden ve
varlığından nefret ediyor. Böylesinin hizmetini O
kudrete yakıştırma, O'nun rahmet ve inayetine, mükâfat ve ihsanına lâyık görme
hakkını nereden alıyoruz?-Yaptığı işi kimler için, niçin, ne amaçla ve ne
niyetle yapmışsa, ona göre karşılığını almıştır. Bizim işgüzarlığımız hem o
ilim adamına karşı hakaret, hem de inanmadığı Allah'a karşı bir küstahlık değil
de nedir?t
Eğer verdiği
hizmetlerle Allah'a inanmış, O'nun hoşnutluğunu dilemiş-se,
zaten Allah onu bizden daha iyi bilir ve ona göre mükâfatlandırır. Bizim
ortada bir kıstas ve belge yokken araya girmemizin sebebi ve anlamı ne?.. Hani eamiye hiç gelmeyen, aslında onun lüzumuna inanmayan ve o
semtlere uğramayan, uğramak niyetinde ve inancında olmayan bir kişinin, zaman zaman camilerde ciddi bir reform yapılmasının lüzumunu
hararetle iddia ettiği görülür ve işitilir. Bir an onun istediği reformun
yapıldığını varsayalım, acaba camiye gelecek mi? Hayır, gelmiyecek.
Çünkü onun istediği sıra ve iskemleler, localar kilise ve havralarda zaten
vardır; eğer amacı sıra ve masa konulan mabetlerde ibâdet etmek olsaydı, gider
o yerlerde ibâdetini yerine getirir ve hiç kimse de mevcut şartlar
muvacehesinde onun bu inancına müdahale edemezdi.
Bu durumda hem camiye,
hem ibâdetin lüzumuna İnanmayan, ilâhî emirleri kendi arzusu doğrultusunda
değiştirmek isteyen bu kişiyi öldüğü zaman illa da camiye götürüp cenaze
namazının kılınmasını ısrarla savunmanın bir anlamı ve ölçüsü var mıdır?
Camiye, ibâdete, dolayısıyla ilâhî buyruklara inanmayan o kimseyi camiye
getirmek, hem ona, hem de oamiye hakaret sayılmaz mı?
Hani Mekkeli müşrikler
de, «Biz kutsal Kabe'ye hizmet ediyoruz, ibâdet için gelen misafirleri ve
ziyaretçileri ağırlıyoruz, hacılara su dağıtıyoruz ve benzeri iyiliklerde
bulunuyoruz..» diyorlardı. Ama onlar bütün bu hizmetleri Allah'a inandıkları,
O'nun hoşnutluğuna erişmek için mi, yoksa b'r
geleneği sürdürmek, kabileler arasında şeref ve üstünlük aracı olarak kullanmak
için mi yapıyorlardı? Allah'ı -Tevhît İnancı doğrultusunda- tanımadıklarına
göre, ikinci şıkkı oluşturan nefsanî amaç için
yaptıkları kesin. Karşılığını ise, niyet ve amaçlarına göre dünyada
almışlardır. Kıyamet gününde onlara biz mi cömertlikte bulunup Allah adına
mükâfat vereceğiz? Böyle bir yetkimiz var mıdır? Şüphesiz ki insanların
amellerini tartacak, onlan değerlendirecek, herkese
niyet ve amacına göre karşılık verecek yalnız Allah'tır. Mülkünde ve
tasarrufunda ortağı yoktur.
Kur'ân bütün bu soruları bir cümleyle cevaplayıp mü'minlere gereken bilgiyi vermektedir: «Amelleri,
fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle esip savurduğu küle benzer.
Kazandıklarından bir şey elde edemezler.»
Diğer bir âyet ile bu
husus daha da açıklanarak şu bilgiler verilmektedir : «Ey imân edenler!
Allah'a ve Âhiret gününe inanmaz da malını insanlara
gösteriş için harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül
incitmekle boşa çıkarmayın. Çünkü onun misali, kaygan bir kayaya benzer kî,
üzerinde azıcık toprak vardır, derken ona şiddetli bir yağmur dokunur da dazlak
bırakır; işleyegeldikleri hiç bir şeye karşılık (bir
sevap ve mükâfat) kazanmaya güç getiremezler, Allah inkarcıları doğru yola
eriştirmez.» [35]
Sonuç olarak, Allah'a ve Âhiret gününe inanmayan bir kimsenin insanlıktan veya
nefsinden yana yaptığı bir icadı kendi mantıksal ölçülerimize göre uhrevî
mükâfatla değerlendirmemiz, haddi aşmak ve ilâhî sınıra tecavüz etmek sayılır.
Bu da büyük bir şaşkınlık,ve sapıklık olarak vasıflanır. Nitekim âyetin son
kısmında açık bir janlatımla buna temas edilerek
gereken uyarı yapılmıştır. [36]
Yukarıdaki âyetle,
inkarcı sapıkların dünyadaki hiçbir iş ve amellerinin uhrevî mükâfata lâyık
olmadığı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın varlık âleminde
yer alan her şeyi yararlı bir düzen ve dengede yarattığı belirtilerek hiçbir
şeyin ve olayın plân ve program dışı olamıyacağı, bu
kurala göre, âhirette verilecek karşılıkların da
belli bir statüye göre yürütüleceği hatırlatılıyor. Dünya hayatlarını ilâhî
programın hilâfına sürdürenler uyarılıyor. [37]
.
19— Görmedin mi, Allah gökleri ve yeri hak ile
yaratmıştır. Dilerse sizi giderip yok eder, yerinize yeni bir insan topluluğu
getirir.
20— Bu da Allah'a göre zor değildir.
«Görmedin mi, Allah
gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır.»
Hak, daha önce de
belirttiğimiz gibi, sözlük olarak: Bir şeyin diğeriyle uygunluk içinde uyum
sağlaması, iki şeyin birbirinin denge ve düzenini korumasıdır. Tıpkı kapının
kendi kasasına kusursuz biçimde uyum sağlaması, kutuyla kapağı arasında
tıpatıp uygunluğun bulunması gibi.. Terim olarak : Bir şeyi hikmetin
gerektirdiği şekilde ieat edene sıfat olarak gelir.
Bu mânayla Allah'ın sıfatlarından biri de Hak'tır.
Bunun gibi, hikmetin
gerektirdiği ölçü ve anlamda icat edilen şeye de «hak» denilir. Bu manayla,
Allah'ın yaptığı her şey haktır, denilmiştir
Üçüncü bir manayla nefsü'l-emre, yani zihin harici mevcut gerçek ve asla uygun
olan bir itikada da hak denilir. Meselâ, kıyamete, Cennet ve Cehennem'e, hesap
ve mizana inanmak bu cümledendir. [38]
Hak, bütün bu
anlamlarıyla bâtılın karşıtıdır.
O halde göklerin ve
yerin hak ile yaratılması, hikmetin gerektirdiği şekil ve anlamda, ezelî plân
ve programa göre yokluk karanlığından varlık alanına çıkarıldığını açıklar.
Bundan çıkaracağımız
sonuç ise, şöyledir:
Varlık âlemi, yüce hikmetin,
sonsuz kudretin kusursuz plânına göre, yaratıldığı amacına yönelik bir düzen
içindedir. Hiç bir şey boş ve anlamsız, maksat ve hikmetsiz yaratılmamıştır.
Kâinattaki mevcut cisimler ve bağlı bulundukları sistemler çekim ve denge
kanunlarına göre ayarlanmış ve aralarında uyum sağlanmıştır. Biri diğerini
tamamlamakta ve hareketini sürdürmektedir. [39]
Her varlık mutlaka
yararlı bir amaca, düzenli bir dengeye yönelik yaratılmıştır. İlâhî kudret ve
sünnetle uyuşmayan bir şey düşünülemez. Aynı zamanda her şey yaratıldığı
hikmet, taşıdığı özellik doğrultusunda hizmet vermek, insana faydalı oimak ve bu sünnete bağlı kalarak Allah'ın buyruğuna baş
eğmekle yükümlüdür.
İnsan unsuruna gelince:
O da kâinatta ilâhî hikmet gereği canlı bir varlık olarak yaratılmıştır. Ancak
diğer eşyaya nisbetle birtakım özelliklerle
donatılmış ve daha yüce amaçlarla yeryüzüne indirilmiştir. Öyle ki, bilinen
her şey ona hizmet etmektedir. Gerçek bu olunca, insan da diğer şeyler gibi,
ilâhî hikmet ve sünnete uymakla, kudretine baş eğmekle yükümlü müdür? Şüphesiz
ki, varlıkta en büyük yükümlülüğü taşıyan ve yeryüzünde Allah'ın halîfesi
bulunan odur, O bakımdan insan ilâhî sünnete ve hikmete göre bir hayat düzeni
kurduğu, bunlarla uyum sağladığı oranda yaratılışının amacına uygun olan bu
plânda yerini almış sayılır. Denge ve düzen dışına çıkıp uyumsuzluk
gösterdiğinde yaşamasının anlamı kalmaz ve böylece dönüş yapmadığı takdirde
ilâhî sünnet gereği, ya o gibiler giderilerek
yerlerine başkaları getirilir, ya da cezalarının
tamamı âhirete bırakılır.
Sonuç olarak,
yaratılışındaki hikmet ve amaca uymayan, plândaki yerini almayan insan,
kendine haksızlık etmiş olur. Hak kavramının dışına çıkıp sünnetullaha
ters düşen bir hayat sürmek suretiyle kendi kendini cezalandırır.
Ayetler arasında
bağlantı
Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'in varlık âleminde
yer alan her şeyi yararlı bir düzen ve dengede yarattığına temas edildi. Hiç
bir şeyin plân ve program dışı kalamıyacağı
belirtilerek ilâhî sünnete ters düşen bir hayata özenen insanlar uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, âhiretten bir tablo veriliyor: Dünyada ileri gelenler,
makam ve mevki sahipleri, reisler ve efendiler yaratıldıkları hikmet ve amacın
dışına çıkmakla kalmazlar da çevrelerindeki dalkavuk ve hayranlarını da aynı
yola itmek suretiyle ifsat ederlerse, zulüm üstüne zulüm işlemiş olacakları
hatırlatılıyor ve böyle bir sapıklık ve şaşkınlığın ağır vebale yol açacağı, âhirette elîm bir azap ile noktalanacağı haber veriliyor.
Sonra da şeytana uyup hayatını geçici zevkler uğruna heba edenlerden bir gün
gelecek şeytanların bile yüz çevirmek zorunda kalacaklarına dikkatler
çekiliyor. [40]
21— Bunların
hepsi Allah'ın huzuruna çıkıp toplanırlar; zayıflar, o büyüklük taslayıp
(Allah'a imânı) gururlarına yediremiyenlere derler
ki: «Doğrusu bizler size uymuştuk (uydunuz olmuştuk). Allah'ın azabından az
bir şey olsun savıp bizi ondan koruyabilir misiniz?» Onlar, «ne yapalım, Allah
bizi doğru yola eriştirseydi, biz de sizi doğru yola eriştirirdik. Şimdi artık
bizler sızlansak da, sabretsek de birdir. Bizim için kaçıp sığınacak bir kurtuluş
yoktur» derler.
22— İş olup
bitince, ilâhî hüküm yerine gelince, şeytan der kî: «Doğrusu Allah size gerçek
bir va'dde bulunmuştu, ben de size söz vermiştim, ama
sözümden döndüm, (döneklik yaptım). Zaten üzerinizde bir sultam ve nüfuzum da
yoktu, sadece sizi davet ettim, siz de olumlu karşılayıp bana geldiniz. O
halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ben feryadınıza koşup sizi
kurtaramam; siz de benim feryadıma koşup beni kurtaramazsınız. Aslında beni
daha önce Allah'a ortak tutmanızı da tanımamıştım.»
Şüphesiz ki zalimlere
elem verici azap vardır.
Toplum içinde halk
tabakasını yönlendirme düzeyinde olan ülkenin okumuşları, ileri gelenleri doğru
yolda değillerse; imanı gururlarına, camiyi nefislerine, zikri dillerine, Kur'ân'ı ellerine ve ağızlarına yakıştıramıyor-larsa; buna rağmen ahlâk ve faziletten, hukuk ve adaletten
söz edip kendilerinde ahlâk ve faziletten eser bulunmuyorsa, vay o ülkenin
haline! Çoban tam hıyanet içindeyse, vay güttüğü sürünün akıbetine!.
İyi ama mal ve makam,
bilgi ve kültür bakımından zayıf olanlar neden bunlara uyarlar? Bu sorunun
cevabı açıktır: Ciddi şekilde eğitilmeyip kimi bilgisiz, kimi az okumuş, kimi
de yarım aydın kalmış ve bunun da ötesinde kendilerine şahsiyet kazandıran
gerçek dindarlık potasında biçimlendirilmemiş bir toplum her zaman, mai ve makam için o güçlerin uydusu olmaya bir bakıma
mahkûmdurlar. Ancak imânını, aklını ve idrâkini birleştirip nereye adım
attığını iyice düşünebilenler bu genellemenin dışındadırlar.
Bir de halk
tabakasının sağlam bir imânı, gelişmiş vicdanları, olgunlaşmış ruhları yoksa
durum daha da kötüleşir ve uyduluk engel tanımaz boyutlara ulaşır.
İşte bunun İçindir ki
tarihin hemen her devir ve döneminde köşe başlarını ele geçiren, ekonomik
bakımdan güçlü, ama inancı bozuk kişiler hem çevrelerir
deki insanları sömürmüşler, hem de mevcut ahlâk ve fazilet kurallarını
çiğnemişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili âyetlerle, Mekke'nin ileri gelen
kurtlarına yem olan zayıf halk tabakası uyarılırken inanan her toplum ve
millete seslenil-mekte ve gerçekleri iyi anlamaları
ilham edilmektedir.
Şüphesiz ki,
ülkelerini bir sürü sömürücülerin istilasına terkeden,
halkı kemirip tüketen parazitlere göz yuman, makam ve rahatları uğruna adalet,
ahlâk ve fazileti çiğneyen, dini ahlâkı bir tarafa iten güçlülerin ve onların
kurbanları olan zayıfların Cehennem'de tekrar bir araya getirilecekleri
mukadderdir. Ceza amelin cinsinden olduğu bir defa daha o adalet gününde
tecelli edecektir.
Tablo çok uyarıcı:
Güçsüzlerle güçlüler
arasında cereyan edecek konuşma oldukça dikkat çekicidir. Şöyle ki:
Güçsüzler: Biz size
uyduk, bir bakıma uydunuz olduk. Bugün bizi Allah'ın adâieti
gereği verdiği bu azaptan kurtarabilir misiniz? Zira siz hem kendinizi, hem de
bizi doğru yoldan alıkoydunuz, diyecekler.
Güçlüler: Allah bizi
doğru yola eriştirseydi, elbette biz de sizi doğru yola iletirdik. Ne yapalım
ki O, hidâyet vermedi, diyerek sucu Allah'a yüklemeyi kurtuluş yolu olarak
seçecekler ki, bu onların bir diğer küstahlığı olacak ve aklını, idrâkini kötü
yolda kullananların doğru yoldan nasıl saptıklarını belgeleyecektir.
Sonra güçlüler gerçeği
biraz daha anlayacak ve başlarına gelen azabın kendilerini her taraftan
kuşattığını görerek şöyle diyecekler:
— Artık sızlansak da,
sabretsek de aynı şey. Bizler için kurtuluş yok. Çünkü o yollan dünyada iken
(kendimize) kapadık.
İlâhî hüküm yerine
gelip iş bitince bu defa güçlüler, güçsüzler ve İblis biraraya
getirilerek birbirleriyle hesaplaşma dönemi başlatılacak ki, asıl rüsvaylığın bir beteri de bu olacaktır. İblîs onlara şöyle
diyecek: «Allah size dosdoğru iman ve iyi amel karşılığında Cennet'i ve bir de
hoşnutluğunu va'detti. O'nun va'di
haktır. Siz ilâhî buyrukları dinlemek istemediniz, o yüzden âhireti inkâr ettiniz. Ben size Kıyamet, Cennet, Cenennem, hesap, terazi ve azap yok diye va'dettim; kalplerinize durmadan bu hususta sinyal
gönderdim; ama hep yalan söyledim. Hem benim sizin üzerinizde -vesvese vermek
dışında- hiçbir sultam yoktu ve olamazdı da. Buna rağmen sizin niyetiniz
bozuk, şehvetiniz galip idi. Sizi kötülüklere çağırdım, düşünmeden, rmtiresihi hesaba katmaddn
geldiniz. O halde beni kınamn-
ya hakkınız yok. Kendinizi kınamanız gerekir. Bugün,
aklınızı, idrâkinizi iyi yolda kullanmadığınızın cezasını çekiyorsunuz. Artık
ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni... Dünyada iken beni Allah'a ortak
koşacak kadar şaşkınlık gösterdiğinizde ben onu kabul etmedim. Hepimiz de
kendimize yazık etmiş, haksızlıkta bulunmuşuzdur. Dünyanın üc
günlük şatafatına aldandık. Bugün artık zalimler için elem verici azap vardır.
Onu geri çevirecek Allah'tan başka bir kuvvet ve kudret de yoktur.»
Böylece hak ve adaletin, arkasından
ilâhî hükmün tecelli etmesiyle . güçlüler güçsüzlerden daha güçsüz duruma
düşecek, ayaklar altında kalıp ezileceklerdir. [41]
Bu sorunun cevabını
hem doyurucu, hem de öz ve özetli şekilde Mü-fessir Fahruddin Râzî, Mefatihü'l-Gayb adlı tefsirinde
vermiştir. Onu özet-liyerek naklediyoruz. Müellif
diyor ki:
«Aklî taksime göre,
Allah'tan başka olan varlıklar üç sınıftır. Birincisi: Cisim olup boşlukta bir
yer kaplayandır. İkincisi: Bir yer kaplayan cisme hülûl
eden (giren)lerdir. Üçüncüsü : Ne bir yer kaplayan,
ne de ona hülûl edendir.
Bu üçüncü sınıf,
«ruhlar» diye adlandırılır. Sözü edilen bu ruhlar pak ve mukaddes olup kutsal
sayılan ruhlar âleminden iseler, onlara «melekler» denilir. Habîs iseler,
insanları kötülüklere davet ediyorlarsa, onlar melek değil, şeytandırlar. O
halde şeytan cisim değil ki bir bedenin içine girsin, yani canlı hayvanlar gibi
ete, kemiğe burunsun. O ruhanî bir cevherdir, fiili habîstir. Bütünüyle şerre
ve insan nefsine yöneliktir. O bakımdan insan nefsinin cevherine (öz ve
mayasına) çeşitli vesvese ve anlamsız, boş kuruntu sinyallerini gönderir.» [42]
Böylece doğru yoldan sapan
ileri gelenler ve onlara uyanların geleceği hakkında Kur'ân'ıh
tasvir ettiği tablo ibret ve öğüt alınacak, aynı zamanda insanı derinden
düşündürecek on beş madde halinde işlenip gözier
önüne serilmektedir. [43]
Yukarıdaki âyetlerle,
ileri gelen sapıklar ve onlara şuursuzca uyanlar
konu edildi. Tevbe edip dönüş yapmadan öldükleri takdirde âhirette kendilerini rüsvay
edecek bir azabın ve hesaplaşmanın beklediği hatırlatıldı. İnsanın özellikle
yaratılıp dünyaya indirilmesinin çok yüce cnr.açlara
yönelik bulunduğuna işaretle üç günlük makam ve servet hırsına âhireti feda etmenin akıllıca bir tutum ve düşünce olmadığı
kapalı bir şekilde anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
yukarıdakilerin aksine hayatın anlam ve hikmetini bilip imân doğrultusunda iyi
ve yararlı amellerde bulunanlara âhiret âleminde
hazırlanan nîmetlerden söz ediliyor. Dünyadan selîm bir kalp ile ayrıldıkları
için Cennet'te de iyilik temennilerinin «selâm» olacağı belirtiliyor. Güzel
söz, kökü sağlam/yukarıya doğru da!-budaK vermiş
verimli bir ağaca benzetiliyor. Kötü söz ise, kökü kesilmiş kuru bir ağaca
teşbihle imânla inkâr, iyi amelle kötü amel arasındaki farka dikkat çekiliyor. [44]
23— imân dip, iyi-yorarlı amellerde bulunanlar,
altlarından ırmaklar akan Cennetlere
sokulacaklardır. Rablerinin izniyle orada devamlı kalırlar. Oradaki
kutlamaları «selâmadır.
24— Allah'ın sana nasıl misâl verdiğine baksana:
Güzel bir söz, kökü sağlam, sabit, dalları gökte güzel bir ağaç gibidir.
25— Rabbinin izniyle her in -^eyva
verir; düşünüp öğüt alsınlar diye Allah insanlara (böyle) misâller verir.
26— Kötü bir söz ise, yerin üstünde gövdesi
koparılmış hiçbir karan olmayan bir ağaç gibidir.
27— Allah imân edenleri Dünya hayatında da, Âhiret'te de sabit bir söz ile sağlamlaştırır. Zâlimleri
ise saptırır ve Allah dilediğini yapar.
Abdullah b. Ömer
(R.A.) anlatıyor:
— Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına seslenerek şöyle buyurdu
: «Bana bir ağaçtan haber verin ki, o müslüman
kimseye benzer; yaprakları dökülmez. Her zaman (her mevsim) meyvasını
verir?»
Râvî diyor kî: Hatırıma onun hurma ağacı olduğu geldi;
ancak Ebû Bekir (R.A.) ile Ömer'in (R.A.)
konuşmadıklarını görünce, ben de konuşmaktan çekindim. Kimse bir cevap
vermeyince de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «O hurma
ağacıdır» buyurdu. [45]
«Kul (ölüp) kabrine
konulduktan sonra arkadaş ve yakınları ayrılınca, onların ayakkabılarının
takırtı sesini duyar. Onlar ayrılıp gidince iki melek gelip onun (ruhunu)
oturturlar (karşılarına alırlar) ve ona şöyle sorarlar: «Şu Muhammed adındaki
zat hakkında ne dersin?» Ölü müslüman ise, şu cevabı
verir: «Onun Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna şehadet
ediyorum.» Bunun üzerine ona : «Cehennemdeki yerine bir bak, Allah onu Cen-
nette bir yere tebdil
etti!» derler. Böylece ölü her iki yeri de görür.» [46]
«Mü'minin
misali, sabit bir ağaç gibidir. İman onun do«rnrlan,
namaz gövdesi; zekât, kökünden fışkıran fidanları; oruç onun dalları; Allah
yolunda eziyet çekmek çiçekleri; güzel ahlâk yaprakları ve Allah'ın haram
kıldığı şeylerden sakınmak onun meyvalarıdır.» [47]
«İman edip iyi-yararlı
amellerde bulunanlar, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Rablarının izniyle orada devamlı kalırlar..»
Allah'a dosdoğru iman,
bütün hayırların menbaı, faziletlerin kaynağıdır.
Susuzluktan veya köklerinin kesilmesinden dolayı kuruyan bir ağaç ne ise,
imansız bir beden de odur. İkisi de yakıt olmaktan başka neye yarar?
Cennet'i saadet yurdu
yapan, imânın sönmeyen nurudur. Onsuz Cennet varla yok arasındadır. Cehennem'i
ateşle dolduran, şüphesiz ki hakkı inkâr etmek, azgınlık gösterip zulmetmek ve
ahlâk dışı yaşamaktır. Bu gibi sapmalar ve kötülükler olmasaydı, Cehennem'e,
gerek kalmazdı.
O halde ruhu her ân
canlı ve yemyeşil tutan imân cevherinin mükâfatı, her an canlılık ve huzur
veren Cennet'tir. Bunun için Cenâb-ı Hak, sapık
inkarcılara verilecek azabı açıkladıktan sonra, imân edip iyi-yararlı amellerde
bulunan mü'minlere vereceği mükâfata dikkatleri
çekmektedir.
Selâm vermek ise,
Cennet'te mü'minlerin dirlik temennileri, kutlama
mesajlarıdır. [48]
«Oradaki kutlamaları
selâmdır.»
Selâm, Allah'ın
sıfatlarından, diğer bir deyişle, O'nun 99 isminden biridir. Sözlük mânası: İç
ve dış, açık ve gizli afetlerden sıyrılıp esenlikte kalmaktır. Terim olarak:
İnsan olmanın anlam ve hikmetini idrâkla ruhuna ilâhî
selâmet havasını teneffüs ettirmek suretiyle ruhla beden, dünya ile 'âhiret arasında selâmet köprüsünü dengeli biçimde
kurmaktır.
Âhirette ise, bu selâmetin hakikatına
erişmek, Allah'ın selâmet tecel-lisiyle,
yine O'nun selâmet yurduna girmek ve orada hem Allah'ın, hem meleklerin, hem de
mü'minlerin dirlik temennilerine lâyık görülmektir.
Dünya'da iken
birbirlerini Allah için selamlayanlar ve bununla birbirlerine güven, huzur,
destek, kardeşlik ve yakınlık telkîn edenler Allah'ın Selâm sıfatının
tecellisine mazhar olurlar. İmân üzere öldükleri
takdirde Âhiret'te bu mazhariyetin cGr.îi örneğini Cennet'te görme
bahtiyarlığına erişirler. [49]
«Allah'ın sona nasıl
misal verdiğine baksan ya: Güze) bir söz, kökü
sağlam, sabit, dalları gökte güzel bir ağaç gibidir..»
Şüphesiz ki, sözlerin
en güzeli, Allah'ın varlığını ve birliğini anlatan ve her peygamberin teblîğ ve
irşatta temel hareket noktası sayılan «Lâ ilahe illâllahstır.
Arş-i A'lâ üzerinde de yazılı bulunan bu mübarek ve
kutsal kelimeyi, manasını, amacını idrak içinde gönül toprağına ebediyet tohumu
olarak atmak, ilim ve irfan suyuyla sulamak, kökü derinlerde, dalları göğe
yükselmişler an meyva veren bir ağaç gibi feyizli
kılmak, Allah'a dosdoğru imân eden kimsenin tek amacı olmalıdır. Çünkü kalpte
yeşeren «Kelime-i Tevhîd» ağacı, imanı oluşturur.
İbâdetler, hayırlar, iyilikler, faziletler ve güzel ahlâk bu ağacın aralıksız
verdiği meyvalardır.
Ayrıca «güzel söz» çok
yönlü bir tabirdir. Doğruluğu, zerafeti, güler
yüzlülüğü, yakınlığı, kardeşliği, emniyeti ve huzuru telkîn eder. O bakımdan
temelinde «Lâ ilahe illallah» bulunan güzel sözün birçok yararları söz konusudur.
Onları şöyle özetleyebiliriz:
a) Ruhlara serinlik, gönüllere yatışkanlık verir. İç sıkıntılarını giderir.
b) Kötü duygu ve düşünceleri yönlendirir, iyiye,
güzele ve doğruya çevirir.
c) Kardeşlik, dostluk ve yakınlık bağlarını
kuvvetlendirir. Toplumu birbirine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir.
d) Aileye mutluluk, çevreye güven ve huzur
havası estirir. O bakımdan
sıcak bir ilgi ve
güvenli bir yaklaşıma neden olur.
e) Devlet
bünyesinde kişilere şeref, itibar, sevgi ve saygı kazandırır. Vatandaşla devlet
kadrosu arasında güven havası estirir.
Kötü, kaba ve sert söz
ise, bunların tam tersine bir yol açar. [50]
Görüldüğü gibi, Kur'ân'ın eşsiz benzetmesiyle «imân», kökü çok derinlerde,
dalları ise göğe yükselmiş, her an meyva veren bir
ağaca benzetilmiştir. Bu bize neyi telkîn ediyor veya neleri öğretiyor? Tek kelimeyle,
imân ile amelin birbiriyle ilgisini, aralarındaki bağın kopmazlığını haber veriyor.
Zira gerçekten sağlam
bir imân her yönüyle feyiz ve bereket kaynağıdır. Rahmet saçan ürünleri
birbirini izler, O bakımdan imân: amelden ayırdığımız
takdirde, kısmen olsun özelliğini kaybettirme tehlikesine kapı açmış oluruz.
Bu, bir bakıma meyvasız ağaca benzer. Yararı çok az,
feyiz ve bereketi noksandır.
Güzel sözün
benzetildiği ağaç, dört sıfatla anılmıştır:
Kur'ân-ı Kerîm güzel bir sözü, güzel bir ağaca benzetirken o
ağacı dört sıfatla anarak bize geniş, fakat üzerinde düşünmemizi ilham eden
mânalar vermiştir:
1— O ağaç güzeldir.
Bu, onun ya şeklinin, ya görünümünün, ya da kokusunun veya meyva-sının
güzel olduğunu anlatır.
2— Kökü derinlerde sabittir.
Bu, onun bir dış
tesirden dolayı devrilmiyeceğini, yerinuon
kopmaya-cağını ifade eder. Dış tesirle kopup devrilmeye yüz tutacak kadar
güçsüz ve köksüz olsaydı, sözü edilen güzellik vasfını kaybederdi.
3— Dallan göktedir.
Dallarının genişleyip
yükselmesi, kökünün ve gövdesinin gücünü simgeler. Aynı zamanda yeryüzünün
bazı olumsuz tesirlerinden selâmette kaldığını belirtir. O nisbette
de meyvaları tertemiz ve nefis olur.
Her an meyvasını verir. Bu kadar sağlam, yüksek ve verimli bir
ağacın elbetteki istisnaî de olsa her zaman meyva vermesi beklenir. Allah'ın rızası, aklını kullanan
her insanın böylesine feyizli bir ağaca sahip olmasını ister. Peygamber ve kitap
böyle bir ağacın yetiştirilme yol ve yöntemini öğretir. '
İşte kalplerin
derinliğine kök salan, hücrelere kadar inen sağlam bir imân da böyledir. [51]
İlâhî marifet ve ilâhî
sevgiye gark olmak, ilâhî hizmete yönelmek ve O'na teât-ü
ibâdette bulunmak, sözünü ettiğimiz dört sıfata dört yönüyle benzer ve böylece
marifet ağacı her dem ilâhî feyiz, rahmet ve inayet mey-valarını
verir. Evi ayakta tutan, sağlam temele dayalı dört rükündür. Dinin temeli ve
onun manevî yapısını ayakta tutan rüknü marifettir. Zira marifet, Allah'ı
şüpheden uzak, yakîn derecesinde bilmek ve o bakımdan
Allah'a karşı üstün sevgi ve saygı duymaktır. Böyle bir bilgi ve derunî zevkten
mahrum olan bir imân şüpheyle yüzyüze demektir.
Marifetle birleşip bütünleşen bir imân ise, ağaçla ilgili dört vasfı kendinde
taşımakta ve her an feyiz ve rahmet ürünlerini vermektedir. [52]
«Kötü bir söz ise,
yerin üstünde gövdesi koparılmış hiçbir kararı olmayan bîr ağaç gibidir.»
Kötü söz, daha çok
Allah'ı tanımamak, O'nun varlığı, kudreti ve plânı hakkında bilgisiz ve ilgisiz
kalıp inkâra delâlet eden söz ve davranışlarda bulunmaktır.
O halde Hakk'ı inkâr, hakikati örtüp gizlemek ve Allah hakkında bilgisiz
ve ilgisiz kalmak, üç kötü sıfatı kendinde taşıyan kötü bir ağaca benzetilebilir.
Nitekim ilgili âyette bu benzetme çok özlü ve anlamlı şekilde ifade edilmiştir.
Şöyle ki:
1— Ağaç yararsız ve kötüdür.
2— Zira kökü kopuktur,
3— Gövdesi kararsız olup, dış tesirle şuraya
buraya sürüklenmektedir.
Küfür de böyledir:
Onda feyiz ve rahmet, bereket ve güven yoktur.. Ne göğe doğru yükselen dalları,
ne yerin derinliğine inen kökleri, ne sapasağlam ayakta duran gövdesi, ne de
yarar sağlayan bir meyvası vardır. O bakımdan küfür,
tuğyan ve hakkı ret her zaman köksüzdür, kararsızdır, şüphecidir, umutsuzdur,
şaşkın ve tedirgindir. Verimli hiç bir ürün söz konusu değildir.
Kötü sözün zararları:
Kur'ân-ı Kerîm müstesna bir benzetmede bulunurken bize çok
zengin malzeme ve bilgi vermektedir. O bakımdan «kötü söz»ün günlük hayatımızdaki
zararları da söz konusudur, şöyle ki:
a) Ruhlara tiksinti ve sıkıntı verir, sinir sistemini
bozar.
b) Kalplerin kırılmasına yol açar, kin ve nefret
duygularını kabartır.
c) Kardeşlik bağlarını koparır. Toplum yapısında
güven ve huzuru sarsar, bütünleşmeyi önler.
d) Aileyi huzursuz eder, sevgi ve saygı havasını
bozar.
O bakımdan rahatlıkla
diyebiliriz ki, güzel ve yapıcı söz, temelinde Allah'a imân cevheri bulunduğu
ölçüde faydalı ve feyizlidir, kötü söz de temelinde küfür ve azgınlık bulunduğu
nisbette zararlı ve yıkıcıdır. [53]
«Allah imân edenleri
Dünya hayatında da, Âhiret'te de sabit bir söz ile
sağlamlaştırır.»
Sabit bir söz ile
çevirisini yaptığımız «kavl-i sabit», iki şehadet kelimesine işarettir. Allah'ın varlığına ve
birliğine, Hz. Muhammed'in (A.S.) Allah'ın kulu ve
peygamberi olduğuna şehadet etmek, imânın temelini
oluşturur. İmanın diğer şartları bu iki cümlenin kapsamına girer. Guzei bir söz, güze! bir ağaca benzetildikten sonra, bu
sözün ancak iki şehadeti getirmek suretiyle inanan
bîr gönülde karar kılabileceğine dikkatler çekiliyor. Allah'ın mü'minleri böylesine kökü derinlerde, dalları gökte, her an
meyva veren bir söz ile dünya hayatında da, âhiret hayatında da sabit kılacağı müjde mahiyetinde haber
veriliyor. Çünkü gerçek imân, selim ve köklü bir zevk ve aşk doğurur. Dünyada
hiç bir nîmet bu zevki veremez. Dış tesirler ne kadar olumsuz yönde gelişirse
gelişsin, mümkün değil o zevk ve °Şkı sarsamaz.
Nitekim Ashab-ı Kirâm'ın
hayatı incelendiğinde imânın doğurduğu derunî zevk ve aşkın neler yaptığı,
nelere mukavemet gösterdiği, n© büyük başarılar
elde ettiği rahatlıkla görülebilir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın dünya hayatında da mü'minferi
böylesine bir söz üzerinde sabit kılmasının bir bakıma anlamı budur.
Kendini bu irfan
düzeyine getiren mü'min son nefesini, yine dudakları
iki şehadet sözünün ıslaklığını taşıdığı halde verir.
Kabir âleminde meleklere böyle bir ıslak dudakla cevap verme bahtiyarlığına
erişir. Âhiret'te de bu kelimenin verdiği sabr-ı sebatla Sırat'ı geçer.
Kötü ağaca benzetilen
kötü söz, iki şehadeti ret ve inkâra delâlet eden söz
ve davranışlardır. O bakımdan inkarcı zalim, kökleri kopmuş, yerde sürüklenen
kararsız, meyvasız, yararsız bir ağaç gibidir.
Dünyada şüphe, vesvese içinde büyük bir inkâr fırtınasına tutulduğu için hep
tedirgin ve şaşkın olmuştur. Öleceği zaman da sabit bir sözü yoktur. Böyleleri bir bakıma ayarı bozuk saate benzerler, kâh
ileri gider, kâh geri kalır. Ölüm anında ümitsizlik ve bütünüyle yok oima sıkıntısı, kabirde cevap verememe üzüntüsü, âhirette yardımcı ve dost bulamama vahşeti, onu yerden yere
çarpar. Zira kökü yok, dalı yok, meyvası yoktur.
Zararı ise çok yaygındır.
İşte böylece Allah,
ilâhî plâna uymayan, hilkat kanununun dayandığı hikmete ters düşen ve aklını,
irâdesini -sünnetullahın belirlediği- imkân sınırına
erişme yolunda kullanmayan inkarcı zâlimleri böylece saptırır, sa-pıklıklarıyla başbaşa bırakır. Allah ancak hikmeti gereği dilediğini
işler. [54]
Yukarıdaki âyetlerle,
imân doğrultusunda iyi, yararlı amellerde bulunan mü'minlere
âhirette verilecek mükâfatlardan söz edildi. Allah'a
dosdoğru imânı ifade eden «Kelime-i Şehadet» sözü,
dört vasfı bulunan güzel bîr ağaca; Allah'ı inkâra delâlet eden kötü bir söz
ise, üç kötü vasfı bulunan fena bir ağaca benzetildi. Sonra da o güzel sözü
kalbinin derinliğine indirip zevk ve aşkına bürünen mü'minin
hem dünyada, hem de âhirette o söz üzerine sabit
kalacağı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
böyle bir güzel sözü kalbinde taşımayan nankörlerden söz ediliyor. Öylelerinin
hem kendilerini, hem çevrelerini mahvettiklerine dikkatler çekiliyor. Sonra da
Allah'a ortak koşanların sakat tutumu kınanıyor; üç günlük bir geçim için
nefsin emrine girenlerin sonlarının hüsran olacağına işaret ediliyor.
Arkasından toplum hayatına birlik, dirlik ve sosyal güvence getiren; kardeşlik
ve dostluk bağlarını kuvvetlendiren namaz ve zekât, ya
da sadaka gibi iki önemli ibâdete devam edilmesi emredilerek mü'minlerin kendi çevrelerinde örnek insanlar, rahmet saçan
melekler gibi oldukları kapalı bir anlatımla hatırlatılıyor. [55]
28-29—
Allah'ın nimetini küfre-nankörlüğe değiştirenleri ve mîlletlerini de helak
yurduna (sürükleyip) sokanları görmedin mi? Cehennem'e yaslanırlar; orası ne
kötü karargâh!
30— (Halkı) Allah'ın yolundan saptırmak için O'na
ortaklar, benzerler koştular. De kî: Bir süre keyfinize bakıp yararlanın;
elbette varacağınız yer Cehennem'dir.
31— İmân eden kullarıma de ki: İçinde alım-satım,
dostluk bulunmayan gün gelmeden önce namazı kılsınlar, kendilerine rızık olarak sunduğumuz şeylerden gizli-açık (Allah için)
harcasınlar.
Allah'ın nimetinden
maksat nedir veya ne kasdediliyor? Müfessîrleri-iz
birkaç yorumda bulunmuşlardır ki, hepsinde de isabet vardır. Şöyle ki:
a) Hz. Muhammed (A.S.)
ve Ona indirilen Kur'ân'dır.
b) İnsanların dünya ve âhiretini
selâmete erdirecek olan İslâm dinîdir.
c) islâm'ın,
esaslarını belirttiği imândır.
Bu nîmetieri
küfre değişenlere gelince: İlim adamlarının az farklı yorum ve tesbitleri söz konusudur. Şöyle ki:
İbn Abbas'a (R.A.) göre, Mekke
kâfirleri kasdedilmiştir. Sonra da yeryüzünde
yaşayan bütün inkarcı azgınlardır. Çünkü Hz. Muhammed
(A.S.) kıyamet kopuncaya kadar bütün insanlara, milletlere rahmet peygamberi
olarak gönderilmiştir.
İbn Ebî Hâtim'e göre. Bedir
savaşına katılan Kureyş kabilesinin azgın inkarcıları
kasdedilmiştir.
Hz. Ali'ye (R.A.) göre, Kureyş
kabilesinde kümelenen münafıklar kasdedilmiştir.
Nitekim Ma'kal'ın İbn Ebî Hüseyn'den yaptığı rivayete
göre, Hz. Ali (R.A.) bir gün ayağa kalkıp dedi ki:
«İçinizde benden Kur'ân'la ilgili bir şey soran bir
kimse yok mudur? Allah'a yemin ederim ki, bugün Kur'ân'ı
benden daha çok bilen bir kimse tanımış olsaydım, denizlerin ötesinde de olsa
herhalde ona giderdim!» Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan Abdullah b. Küvâ': «Allah'ın nimetini küfre değiştirip milletini helak
yurduna sürükleyip sokanlar kimlerdir?» diye sordu. Hz.
Ali (R.A.) şu cevabı verdi : «Onlar Kureyş
müşrikleridir. Allah'ın nimeti olan imân onlara geldi, fakat onu beğenmediler,
küfrü tercih ettiler ve böylece kendi kavimlerini helak yurduna sürükleyip
soktular.»
Aynı konuyu bir başka
zaman Hz. Ali (R.A.) dz
değişik bir yorumda bulunarak şöyle açıklamıştır: «Onlar Kureyş
kabilesinde iki facîr ailedir: Umeyye
oğulları ile Muğîre oğulları.. Muğîre
oğulları Bedir savaşında öldürüldüler. Umeyye oğulları
ise, hâlâ keyifle yaşamaktadırlar.»
İbn Abbas (R.A.), Hz. Ömer'e (R.A.) bu âyetin açıklanması hakkında ricada
bulundu. Ömer (R.A.) de ona şöyle dedi: «Bunlar, Kureyş
kabilesinden iki fâcir ailedir: Benim dayılarım ve
senin amcalarındır. Benim dayılarımı Allah Bedir günü helak etti. Senin
amcalarına ise, Allah bugüne kadar mühlet vermiştir.»
Tabiinden Mücahid ve Saîd b. Cübeyr'e, Dahhak, Katade ve İbn Zeyd'e
göre, âyette Allah'ın nimetini küfre değiştirenlerden maksat, Bedir savaşında
öldürülen kâfirlerdir. [56]
«Allah'ın nimetini
küfre, nankörlüğe değiştirenleri..... görmedin mi?»
Bu âyetin iniş sebebi
bir özellik taşıyorsa da, inkarcı olan bütün nankör insanları kapsamaktadır.
Kuşkusuz Allah'ın
nimetleri o kadar çoktur ki, onları saymak mümkün değildir. Ama unutmayalım ki,
insanlara verdiği en büyük nimeti, muhakkak ki Kur'ân
ve Hz. Muhammed'di r (A.S.). İslâmiyet, imân dahil,
bu ikisini içerdiğinden, Allah'ın en büyük nimeti, en son mesajıdır
diyebiliriz.
Önce bu büyük nimet Mekkeli'lere verildi. Doktorun şifa olarak verdiği acı
ilâçtan tiksinip kaçan çocuklar gibi.Mekke'nin ileri gelenleri de bu rahmet ve
şifa veren nimetten sadece tiksinmekle kalmayıp, onu yok etmek için olanca
güçlerini kullandılar.
Ama neden, ileri gelen,
sözde aklı eren o kimseler böylesine sakıncalı bir yolu tercih ettiler? Önce
insana tuhaf geliyorsa da, düşünüldüğünde cevabı çok açık olarak karşımıza
çıkmaktadır. Şöyle ki:
a) Hz. Muhammed'in
(A.S.) son peygamber olarak ortaya çıkmasıyla, o ileri gelenlerin makam ve
itibarlarının sarsılması söz konusu idi,
b) Zayıf ve kimsesiz, aynı zamanda fakir halk
tabakasını bir sürü halinde kullanma imkânının yok olacağı, otoritelerinin
sarsılacağı endişesi mevcuttu,
c) Çevrelerinden gördükleri saygı ve itibarın
kalkacağını hesaplıyor, buna sebep olacak hiçbir hareket ve düşünceyi, inanç ve
iddiayı kesinlikle kabul etmek istemiyorlardı,
d) Kutsal Kabe'ye hizmet etme, gelen hacıları
ağırlama şeref ve imtiyazından mahrum kalacakları korkusu ise, daha iyi ve
etraflı düşünmelerine imkân vermiyordu.
e) Umeyye oğullan ile Hâşim oğulları arasındaki rekabet ve Hz.
Muhammed'in (A.S.) peygamberliğiyîe Hâşim oğullarının yükseleceği ve Ümey-ye
oğullarının eski itibarlarını kaybedeceği düşüncesi hâkim idi.
Şüphesiz ki, bu
saydıklarımız, nîmeti küfre değiştirmelerinin sebeplerinden bir kısmıdır.
Birkaç günlük baş olma, otoriteyi elde tutma, rakiplerine üstünlük sağlama
pahasına en büyük nimeti teptiler de kendilerini saadet güneşinden mahrum
bıraktılar.
Kur'ân diğer yandan bu âyet ile İslâm nimetine lâyık görülen
milletlere sesleniyor: Allah birçok milletler arasından sizleri seçip İslâm
nimetine lâyık gördü. Bu nimete eriştikten sonra başka milletlerin kültür
istilâsına kapılarınızı açık tutmak suretiyle sakın nankörlük etmeyin; nîmeti
küfre değiştirmeyin; sonra bunun cezası hem dünyada, hem de âhirette çok şiddetli olur ve çok ağır yüklü bir fatura
ödemek zorunda kalırsınız. En azından İslâm ile küfür, hak ile bâtıl arasında
bocalayan nesillerin ortaya çıkmasına sebep olursunuz ki bu sonunuzu tehlikeye
sürükler,
Üçüneü bir şık olarak, Kur'ân
ilgili âyetiyle bütün milletlere sesleniyor. Şöyle ki: Dinler tekâmül
basamaklarında yükselirken, sonra indirilenler önce indirilenleri yürürlükten
kaldırma doğrultusunda gelişip son kertesine dayanmış, peygamberlik Hz. Muhammed (A.S.) ile, kitaplar Kur'ân
ile, dinler İslâmiyet ile mühürlenmiştir. Geliniz size sunulan bu yüksek nîmeti
severek, inanarak araştırma, mukayese etme külfetine katlanınız. Gerçeği
araştırmak, bulmak insanın hakkı değil midir? Sığ, basit, kulaktan dolma
bilgilerle yetinmeyin. Zaten ciddi hiçbir konu hakkında kulaktan dolma sığ
bilgiler aydınlatıcı, olumlu sonuca götürücü değildir. Korkup kaçtığınız İslâm,
aslında bütünüyle rahmettir, kolaylıktır, kardeşliktir, güvendir, huzurdur,
adalettir ve hakseverliktir. Denize düşüp kurtulmaya çalışan ve fakat kurtulma
şansı olmayan kimseyi kurtarmak için kendisine yaklaşan Yunus balığından ürküp
kaçan kimse gibi olmayın. Oysa o bir köpek balığı değil, kurtarıcı bir
melektir. [57] -
«Allah'ın nimetini
küfre, nankörlüğe değiştirenleri ve mîlletlerini de helak yurduna (sürükleyip)
sokanları görmedin mi?»
İslâm'ı, dejenere
olmuş yaşantılarını frenleyecek bir kuvvet olarak gördükleri için ondan devamlı
kurtulmaya çalışanlar, bununla da yetinmeyip halkı Allah yolundan, İslâm
nimetinden alıkoymayı kendi çıkarlarından yana tercîh etmişlerdir. Alternatif
olarak da başka şeyleri kutsallaştırmayı veya ilâhlaştırmayı uygun görüp
Allah'a ortak koşmaktan çekinmemişlerdir. Elleriyle yontup şekillendirdikleri
putları kâh ilâh kabul etmişler, kâh kendileriyle Allah arasında şefaatçi
görerek çok sakıncalı bir inanç sistemi meydana getirmişlerdir. Çünkü
putperest müşrikler ne ise, bugünkü inkarcı maddeciler de odur.
İlgili âyetle bunun
ölçü ve anlamı açıklanıyor ve sonucun sabırla beklenmesi tavsiye ediliyor.
Sonra da inkâr ve ahlâksızlık bataklığını gülsen sanıp keyif çıkaranlara
sesleniliyor: Siz de bir süre keyfinize bakın, nefsinizin arzularına baş eğip
o bataklıktan yararlanın, sünnetullah, haddi aşıp belli
kerteye gelmenizi bekler. O kerteye geldiğiniz gün ilâhî hüküm iner, gereğini
yerine getirir. [58]
Allah için kurulan
dostluk dışındaki bütün dostlukların sona ereceği gün hatırlatılıyor. Neden?
Çünkü dünya denilen bu aşağı âlemde çok aşağılık dostlar da vardır. Onları
birkaç madde halinde şöyle sıralayabiliriz:
a) Makam-ve ikbal günlerinin dostları,
b) Servetten yararlanmak için dostluk kuranlar,
c) Şehvetten yana dostluk kuranlar,
d) Mideci dostlar, sofra dostları,.
Allah'a ve Âhiret'e dosdoğru inanmayan bir toplumun bünyesinde oluşan
sün'î dostlukların temel taşları ancak bu gibi şeyie/dir. Diğer bir tabirle o
gibi dostluk çatısını ayakta tutan ana direkler bunlardır. Her an yıkılıp
dağılmaya mahkûmdur. En geç Âhiret'te bu tür
dostluklardan eser kai-maz.
Çünkü orada makam, servet, şehvet, mide ve sofra söz konusu değildir; herkesi
meşgul eden yeterli dert ve sıkıntı, hesap ve sonuçlan vardır. Söz sahibi
sadece Allah'tır. Başkalarının konuşma hakkı ve yetkileri yoktur.
İşte İslâm insanı bu
fasit perdenin arkasından çekip, ruhlara ışık ve gıda veren Allah için dostluğa
ve kardeşliğe eriştirmek istiyor ve bunun için de önce şu iki hususun arızasız
yerine getirilmesini öneriyor:
1— Namaz kılmak,
2— Verilen nrmetleri
(Allah için) gizli ve açık harcamak..
Denilebilir ki, Allah
için dostlukla bu iki ibâdetin ilgisi nedir? Unutmayalım ki, namaz insanı
günde birkaç defa en yüce dosta çekip götürmekte, aradaki engelleri kaldırıp
insanı ruhen arındırmakta ve diğer bütün dost-' luklan
bu dostlukla değerlendirmemizi ilham etmektedir. Allah için, O'nun rızasına
erişmek için gizli-açık hallerde harcamak, insanı, kişisel çıkarlarını ön
plâna almaktan uzaklaştırır; başkalarını sömürme duygusunu köreltir; mal ve
makam gibi arızî sebepler dolayısıyla dostluk kurmanın anlamsız olduğunu ilham
eder.
Böylece Cenâb-ı Hak, kendi rızasına uygun bir dostluk kurabilmemiz ICIn bize, imân temeli üzerinde filizlenecek iki önemli ibâdeti
yerine getirmemizi emrediyor. [59]
Yukarıdaki âyetlerle,
güzel ve kötü sözler üzerinde durularak nefis bir benzetme yapıldı. Allah'ı
inkâr eden nankör kimseler, kökleri kopuk kuru bir ağaca benzetilerek,
öylelerinin ancak cehenneme yakıt olabileceklerine işaret edildi. Sonra da
insanı kadirbilir yapan, imân temeli üzerinde filizlenerek insanî duygulan
geliştiren ve topluma rahmet havası estiren iki önemli ibâdetten söz edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'ın geniş rahmetine, birliğine ve kudretinin sınırsızlığına delâlet eden
yedi belgeye dikkatler çekiliyor. Böylece Allah'ın insandan yana hazırlayıp
hizmete sevkettiği nimetlerin sayılmayacak kadar cok olduğu hatırlatılıyor. Bununla beraber insanların
çoğunun haksızlık ve nankörlük içinde bulunduğu konu ediliyor. [60]
32— Öyle Allah ki, gökleri ve yeri yaratmış,
gökten su indirerek size rızık olsun diye onunla
türlü ürünler çıkarmış; denizde O'nun emriyle (koyduğu kanunla) dolaşıp
gezmeniz için gemiyi sizin buyruğunuza vermiş; nehirleri de sizin (yararınıza)
baş eğdirmiştir.
33— Güneş'le Ay'ı bağlı bulundukları kanun gereği
(görevlerini) biteviye sürdürmek üzere hizmetinize veren, gece ile gündüzü
size musahhar kılan da O'dur.
34— İsteyebileceğiniz her şeyi veren de O'dur.
Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışacak olursanız sayamazsınız. Doğrusu
insan çok haksız ve çok nankördür.
«Kıyamet gününde
âdemoğluna üç büyük defter çıkarılır: Birinde iyi, yararlı amelleri yazılıdır.
Birinde günahları yazılıdır. Üçüncüsünde ise, Allah'ın ona verdiği nimetler
yazılıdır.
Cenâb-ı Hak en küçük nimetine der ki: «Karşılığını onun
iyi, yararlı amellerinden (ayırıp) af!» Böylece o
küçük nîrnet, adamın bütün iyiliklerini aldıktan
sonra uzaklaşarak şöyle der: «Rabbim! Senin izzetin ve yüceliğin hakkı için,
karşılığımı tamamen alamadım!» O nedenle geriye günahlar ve nimetler kalır.
Allah kuluna merhamet etmeği dileyince, «Ey kulum! Senin iyiliklerini kat kat yapıyorum, günahlarını da bağışlıyorum.» Buyurur.» [61]
Bu konuda Talk b. Habîb'n şöyle dediği rivayet edilmiştir:
— «Allah'ın hakkı, insanların kaldıramıyacakları ve yerine getiremiye-cekleri kadar çok ve ağırdır. Allah'ın nimetleri ise,
kullarının onları sayamayacağı kadar çoktur. O halde tevbe
ederek sabahlayın ve tevbe ederek akşamlayın!» [62]
Rivayete göre :
— Dâvud Peygamber
(A.S.) şöyle dilekte bulunmuştur: «Ya Rab! Sana
nasıl şükredeyim ki, sana olan şükrüm de senin üzerimde olan bir başka
nimetindir.» [63]
«Öyle Allah ki,
gökleri ve yeri yaratmış......»
Yukarıda geçen
âyetlerle inkarcı sapıkların, şaşkın müşriklerin karşılaşacakları cezaya
dikkatler çekildikten sonra; ilâhî rahmetin eseri olarak insan aklına ışık
tutan, malzeme veren belgeler ve deliller sıralanıyor. Böylece belki o inkarcı
haksızlar akıllarını kullanırlar da seçtikleri yanlış yoldan dönüş yaparlar
umudu izhar ediliyor. Kur'ân'm sıraladığı belgeler,
günlük hayatımızda her dem karşılaştığımız türdendir.
Böylece her türlü
şüpheleri giderecek kudrette yedi belge üzerinde ciddi şekilde düşünmemiz ve
birtakım olumlu sonuçlar çıkarmamız isteniliyor :
1— Göklerin
ve yerin yaratılması.
Her an hareketini
aksatmadan sürdüren, insan hayatının devamını sağlamaya yardımcı olan; düzenli,
dengeli, plânlı ve programlı, aynı zamanda hesaba dayalı olarak hareket
halinde bulunan Güneş sistemi, diğer sistemler, galeksiler
ve neticede gökteki cisimlerin hepsi çok yüksek ve sınırsız bir kudretin
varlığını hatırlatıyor.
Güneş kendiliğinden
gelip bulunduğu yerde dokuz gezegene merkez mi olmuştur? Kendiliğinden
hidrojeni helyum gazına çevirerek bitmez, tükenmez bir enerji kaynağı mı
oluşturmuştur? Sonra da üzerinde yaşadığımız Dünya ile kendi arasında -bizi
yakıp kavurmayacak ve soğuktan donup öldürmeyecek kadar -belli bir mesafeyi
kendiliğinden mi ayarlamıştır? Dünya kendi kendine mi hem ekseni, hem Güneş
etrafında düzenli ve dengeli 23 derecelik bir meyille belli bir yörüngede
hareketini hiç aksatmadan, bozmadan sürdürmektedir? Bundan başka Dünya kendiliğinden
mi yüzeyinin dörtte üçünü denizlerle kaplamış ve canlılarla bitkilerin hayatını
sağlaması için belli kalınlıkta bir atmosfer tabakası oluşturmuştur? Hem
atmosfer tabakası canlıların ve bitkilerin hayatını devam ettirebilmeleri için
belli oranlarda birtakım gazlardan oluşmuştur. Bütün bu plânlı, programlı,
hesaplı düzenlemeler, hareketler ve verimlilikler, bir plânlayıcı, proğram-layıcı, düzenleyip belli
kanunlara göre dengede tutucu olmaksızın kendiliğinden bir sürü tesadüflerin biraraya gelmesiyle mi gerçekleşmiştir? Az-çok akimi
kullanabilen bir kimsenin böylesine dayanaksız bir iddiada bulunması
düşünülemez. Her parça ve her hareket mutlak bir düzeni, her düzen mutiak bir kudreti yansıtmakta ve her şey o kudretin
damgasını ta-
şımaktadır.
O bakımdan ilgili
âyetle, Allah'ın varlığına ve kudretine delil olarak önce gökler ve yer
gösterilmiş; bunlarda hâkim olan hilkat kanununun inceliklerini araştırmamız
emredilmiştir.
2— Gökten su indirilmesi.
Yerkürenin yüzeyinin
onda yedi nisbetinde su ile kaplı bulunması, canlılarla
bitkilerin yaşayışlarını sağlamaya, hayatlarını korumaya ve kısacası Dünya'nın
yaşamaya elverişli olmasına yönelik bir düzenlemedir. Hiçbir şey eksilmeksizin
mevcut suyun devridaim etmesi ve Doyıeee belli kanunlara
bağlı kılınarak buharlaşıp yağmura dönüşmesi bize neyi hatırlatıyor? Bunu
böylesine sağlıklı bir nisbette tutan ve birtakım
fiziksel kanunlara bağlayıp yeryüzündekilere hayat veren sonsuz ve mutlak bir
kudretin varlığına delâlet etmiyor mu? Sonra da gökten indirdiği suyu kimya
bakımından incelediğimizde, iki molekül hidrojenle, bîr molekül oksijenin
birleşmesinden oluştuğunu görürüz. Bunları birbirinden ayırdığımız
zaman ortada hayat veren su diye bir madde kalmaz. Hidrojenle oksijeni belli
oranda biraraya getiren ve bunu canlıların yaşamasını
sağlayan önemli faktörlerden biri kılan bir tesadüf müdür, yoksa her şeyi en
ince hesaplara göre, şaşmayan kanunlara ve değişmeyen plânlara göre düzenleyen
Allah'ın varlığı ve kudreti mi söz konusudur?
3— Yerden ürün çıkarılması.
Canlıların muhtaç
olduğu besinleri Cenab-ı Hakk'ın
toprak, yağmur, güneş ve hava ile meydana getirmesi; yarattığı canlıların hayat
şartlarına elverir şekil ve ölçüde besin yaratması ve bunu periyodik olarak
sürdürmesi neye delâlet eder? Aynı zamanda her ürünün insandan yana yararlı
olması için, ilk yaratılışta vuku' bulan ilk tecelliyle mayasına genetik olarak
enjekte edilen bütün özelliklerini koruyagelmesi, çok
yüksek bir plânlayıcı ve proğramlayıcının varlığını isbatlamıyor mu?
4— Gemileri
insan buyruğuna vermesi.
İlk bakışta Allah'ın
gemileri insanoğlunun buyruğuna vermesi biraz garip karşılanabilir. Gerçekte
ise, gemi yapma yeteneğini insana veren Allah'tır. Sonra da on binlerce ton
ağırlığında dev bir teknenin su üzerinde dengeli biçimde durabilmesi, şüphesiz
ki bir hesap işi ve fiziksel bir olaydır. Evet büyük bir teknenin su üzerinde
batmadan yüzebilmesi, hacminin sudan daha fazla olması ve bu durumda sudan daha
hafif çekmesi nedeniyledir. Şöyle ki: Gemilerin suda, aşağıdan yukarıya doğru
düşey bir itme kuvvetinin tesiriyle taşırdığı suyun ağırlığına eşit olma hesabı
söz konusudur. Suyu bu özellikte yaratan, insana aklını kullanarak fizikî
kanunlardan yararlanma yeteneğini veren ise, Allah'tır. İlgili âyetle bilhassa
bu inceliğe işaret ediliyor.
Güneş ile Ay'ın
kendilerine has yörüngede düzenli ve dengeli hareket etmesi.
5 ---Böylesine
mükemmel ve yararlı hareketler ve Dünya'nın bu iki cisimle olan bağlantısı
bize neyi hatırlatıyor? Ortada fiziksel ve matematiksel kanunlar kusursuz
işlemektedir. Bu olay, kıyas kabul etmez, nisbet
kapsamına girmez çok mükemmel bir fizikçi ve matematikçinin varlığını hatırlatmıyor
mu? Yörünge düzlemine göre ay'ın 83° 30' eğik bir eksen üzerinde dönmesi ve
dönüş süresinin yerküre etrafında dolanma süresine eşit bulunması, aynı
zamanda Dünya'ya uzaklığının 363.300 km. ile 405.500 km. arasında değişmesiyle
hilâllerin meydana gelmesi tesadüflerin eseri midir? Bu kadar mükemmel
düzenlemeler, ince hesaplar ve fiziksel kanunların işleyişi tesadüfe bağlanabilir
mi? Onun için ilgili âyetle Güneş ile Ay'ın belli kanunlara bağlanıp insanın
emrine, yani hizmetine verildiği belirtilerek bu olayda Allah'ın kudret
damgasını görmemiz tavsiye ediliyor.
6— Nehirlerin de insanoğlunun buyruğuna
verilmesi olayı. Denizlerin düzenlenmesiyle içice bir olaydır. Denizlerin belli
nisbette buharlaşması ve yüksek tabakalarda yağmura
dönüşüp yeryüzüne tekrar inmesi, hem yeraltı kaynaklarını beslemekte, hem de
canlılara ve( bitkilere hayat vermektedir. Yeraltı kaynaklan iyice
incelendiğinde, yerçekim kanunuyla ilgili oi-duğu ve insan kudretinin
yetmediğini Allah'ın hazırlayıp verdiğini, insan kudretinin yeteceği hususların
insana bırakıldığını rahatlıkla
görebiliriz. İşte bu mükemmel düzenleme Allah'ın varlığına delâlet eden
bir başka belge olarak gözlerimizin önünde bulunmakta ve her yönüyle ilâhî
kudretin kusursuz işleyişini yansıtmaktadır.
7— Gece ile gündüzün musahhar
kılınması..
Musahhar baş eğdirmek, emir ve hizmetine vermek gibi manalara
delâlet eden bir tabirdir. Bununla, onları dilediğimiz gibi kullanma, değiştirme
yetkisine sahip olduğumuz anlaşılmamalıdır. Maksat, gece ile gündüzün şaşmayan
belli kanunlara bağlı kalıp insanoğlunun hizmetine ve yararına sevkedildiklerini ifade etmektir. Dünya'nın 24 saatte kendi
ekseni etrafında, 365 günde Güneş etrafında dönmesi, hem gece ile gündüzü, hem
de mevsimleri meydana getirmektedir. Şüphesiz ki bu olay hayatımızın düzenini
sağlamaktadır. Bütün bu olaylarda Allah'ın kudretini görmemek, anlamamak
mümkün mü?
İsteyebileceğimiz her
şeyi veren Allah'ın şanı ne yücedir! İnsan bilgi ve yeteneğinin erişebileceği
her şeyi ve bunların da ötesinde bilmediğimiz
nice şeyleri sadece
insan için; insanı da yaratanını bülp kulluk etsin
diye yaratmıştır. Allah'ın en güzel eserlerinden biri, belki de en önde olanı
insan, bedensel ve ruhsal yapıları itibariyle şüphesiz ki bir ço* ş«ylere muhtaç durumdadır.
Bunları hemen bir rakamla ortaya koymak belki mümkün değildir. Ama bilinen bir
gerçek var ki, o da insan için lüzumlu olan bütün ihtiyaçların belli bir
programa göre hazırlanmasıdır. O halde insanın isteyebileceği her şeyi yaratıp
hazırlayan Allah'ın varlığına inanmamak nankörlük ve basiretsizlik olmaz mı?
Aklını bu kadar olsun kullanmayan kimsenin kendi varlığını bile tanıyamadığını
söylemek her halde yanlış bir tes-hîs olmasa
gerek.
İşte Kur'ân bu kadar açık gerçekleri sergilerken insan aklına
yeterince ışık tutmayı, ona malzeme vermeyi planlamıştır. Bunlara bilgisiz ve
ilgisiz kalmak, mükemmel eserden onu yapana geçiş
sağlamamak büyük bir haksızlık ve aynı zamanda nankörlük sayılmaz mı? [64]
Yukarıdaki âyetlerle, Allah'm varlığına, birliğine, kudretinin s.n.rs.z-l.g.na delalet eden yedi
belge sıralandı. Böylece insan aklına ışık tutularak nılkatımn
hikmetine göre, hayatın, düzenlemesi istendi Sonra da in-T^Tlu
UhyabMeCeâİ her ^ önceden varatMıp
hizmete sevkedildıği T '" mSQndQn
^ ^
na
'" mSQndQn ^ ™
^ ^ mhmet Sâhİbi ûlduÖu
â, h.fn!^! âyetlerle' son Peygamber Hz.
Muhammed'in (A.S.) getirdi-
Skr kC?ISinda
kÖr Ve SOâir ka'an Mekkeli m» ««no-Nl L^?6" tarafmdan
teme"erİ yükseltilen kutsal Kabe'nin
h
,1£ getİrİldiği konu ediIerek jb
'n (A-SJ Mekk6'nİn 9Üvenli bir ?ehir k"ınm™ ve ziraate n V^ Ü
? aate
t n A''H
V^ ÜZ6rİnde VaW^fara başka nimetler sevket- ^
° ^V6 nlyad bId
t n A''H
V^ VW başka nimetler sevket-
Pevaam^ ° ^V6 nlyazda buIundu9u açıklamyor.
Sonra da ibra-TTV£*l T? " ÜZerİnde durdU^na. ana-baba ve
çeki ^[65]
35— Bir zaman İbrahim demişti ki: «Rabbîm! bu.
şehrî (Mekke'yi) güvenli eyle; beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uza
kabulündür.
36— Rabbim! o putlar insanlardan bir çoğunu
saptırdılar. Artık kim bana uyarsa, şüphesiz ki o bendendir; kim de bana karşı
gelirse, şüphe yok ki sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.
37— Rabbimiz! doğrusu ben çocuklarımdan bir kısmını
senin Hürmetli Evin'in yanına ziraatsız bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz!
namaz kılsınlar diye (Löyle bir yer seçtim). Artık
sen insanlardan bir kısmının gönlünü hevesle onlara meylettir; onları bazı meyvalarla rızıklandır; umulur ki
şükrederler,
38— Rabbimiz! şüphesiz ki sen bizim
gizlediklerimizi de, açıkladığımızı da bilirsin. Ne yerde, ne de gökte hiçbir
şey Allah'a gizli kalmaz.
39— Hamd o Allah'a ki,
bana yaşlılığımda İsmail ile İshâk'ı bağışladı.
Şüphesiz ki Rabbim duayı işitendir.
40— Rabbim! beni de, çocuklarımı da namaz
kılanlardan eyle. Rabbimiz! duamı kabul buyur.
41— Rabbimiz! beni de, ana-babamı da, bütün mü'minleri de hesaba durulacağı gün bağışla.»
«Benim şu mescidimde
(kılınan) bir namaz -Mescid-i Haram müstesna- bin
namazdan daha üstündür. Mescid-i Haram'da (kılınan)
bir namaz, başkasında kılınan yüzbin namazdan daha
üstündür.» [66]
«Kabe'yi (Kıyâmet'e
yakın) Habeşli ince bacaklı bir adam yıkacak.» [67]
Açıklama :
İbrahim Peygamber'in
(A.S.), Mekke'nin emîn bir belde kılınmasıyla ilgili duası kabul olunmuştur. O
bakımdan kıyamete kadar Mekke birçok fitnelerden, saldırılardan korunacaktır.
Bacakları ince bir Habeşlî'nin kıyamete yakın bir
dönemde orayı yıkacağına dair rivayet edilen sahîh hadîsten de, bu mâna anlaşılmaktadır,
yani kıyamete yakın bir zamana kadar kimse oranın kutsallığını bozamayacak ve
orayı.tahrip edemiyecektir. [68]
Abdullah b. Ömer
(R.A.) şöyle anlatmıştır: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
İbrahim Peygamberin. (A.S.) «Kim de bana karşı gelirse, şüphesiz ki sen çok
bağışlayan ve çok merhamet edensin..» sözüyle ilgili âyeti ve İsa Peygamberin
(A.S.) «Onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır..» sözüyle
ilgili âyeti okuyunca şöyle niyazda bulundu: «Allahım!
Ümmetim, Allahım! Ümmetim, Allahım!
Ümmetim..» Bunun üzerine Allah (C.C.) melek Cebrail'e şöyle buyurmuştur:
«Muhammed'e git, -Rabbın daha iyi bilir- ona sor:
Seni ağlatan nedir?» Bunun üzerine Cebrail gelip soruyor. Peygamber (A.S.)
Efendimizden gereken cevabı alıyor. Allah (C.C.) Cebrail'e yine Muhammed'e git
ve de ki: «Seni elbette ümmetin hakkında razı edeceğiz, üzmeyeceğiz!» [69]
«Bir zaman İbrahim
demişti: Rab-bım! Bu şehri (Mekke'yi) güvenli
eyle...»
Mekke'yi yerli
müşrikler daha çok son peygamber Hz. Muhammed'e
(A.S.) ve Tevhît İnancı'nı kabul eden mü'minîere
kapalı tutup oranın kud-siyet
ve emniyetini bozdular. Oysa İbrahim Peygamber'den beri Mekke'ye giren herkes
kendini güvende hisseder ve rahat bir nefes alabilirdi. M'ek-keli
ileri gelen söz sahipleri her vesileyle hem kutsal Kabe'ye hizmette bulunmakla,
hem de emin bir beldede oturmakla böbürlenip dururlardı. Bu olumlu hizmetlerine
paralel bir de Kabe'nin kutsallığıyla bağdaşmayan çok yanlış inançlara sapmış,
çok tanrılı bir sistem oluşturmuşlardı. Allah'a ibâdet için yeryüzünde ilk
yapılan bu mâbedî gayesinin dışına itmiş, bir bakıma puthane
yapmışlardı. Bu hal asırlarca sürdükten ve Tek Tanrı İnancı iyice unutulup
yerini çok tanrılı bir inanca bırakınca Cenâb-ı Hak,
Kabe'yi putlardan temizlemek ve orada Tevhît İnanoı
doğrultusunda kendisine ibâdet edilmesini sağlamak ve böylece o beldeyi asıl
hüviyetine kavuşturmak için son peygamberi Mekke'den seçip görevlendirdi.
Böylece İbrahim Peygamberin (A.S.) duasının kabul olunduğu bir defa daha ortaya
çıktı.
O bakımdan ilgili
âyetle çok önemli üç hususa işaret edilmektedir:
1— İbrahim
Peygamber (A.S.) eşini ve oğlunu, Allah'ın emrine uyarak getirip Mekke
vadisine yerleştirdikten sonra, «Rabbım! Bu şehri
güvenli kıl..» diye duâ etmiştir.
Bu âyetle
putperestlere şehrin güvenini bozdukları hatırlatılırken, Peygamber {A.S.)
Efendimize ve arkadaşlarına yakında İbrahim Peygamber'in duası, sizin bu
beldeyi fethetmenizle bir defa daha gerçekleşecek diye işarette bulunuluyor.
2__ Mekkeli'ler, bunca küfür ve tuğyanlarına, zulüm ve
işkencelerine rağmen Âd veya Semûd kavimleri gibi
helak edilmiyorlar, kendilerine -ilâhî hikmet gereği- mühlet veriliyordu. Zira
Allah'ın mukaddes ve emîn kıldığı bir şehirde oturuyorlardı. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mekke'yi fethederken, mecbur
kalınmadıkça kan dökülmemesini emretmiş ve fetihten sonra da düşmanlarını
affederek emîn beldenin güvenini korumuştur.
3— İbrahim
Peygamber (A.S.) duasında : «Beni ve oğullarımı puta tapmaktan uzak bulundur.»
diyerek hem oğullarının ve torunlarının puta tapanlardan olmamalarını1 dilemiş,
hem de oğlunu yerleştirdiği kutsal şehrin, putlara tapılan bir yer durumuna
getirilmemesini dile getirmişti. Âyet kapalı biçimde şehrin yakında İbrahim
Peygamber'in oğlu İsmaii Peygamber'in soyundan gelen
Hz. Muhammed'in (A.S.) eliyle fethedilip putlardan ve
müşriklerden temizleneceği müjdesini veriyordu.
36. âyetle putların
bilhassa Mekke ve çevresinde yaşayan insanların çoğunu saptırdığına işaret
ediliyor ve sonra hemen şu cümle ekleniyor: «Kim bana uyarsa, şüphesiz ki o
bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok kî sen çok bağışlayan ve çok
merhamet edensin.» buyuruluyor. Bununla, Mekke'de
İbrahim Peygamber'in Hanîf dininin ruh ve mayasına
yeniden dönüleceğine, Tevhît İnancı'nın yeniden ihya edileceğine işaret
ediliyor ki, Hz. Muhammed'in (A.S.), namaz, oruç ve
benzeri ibâdetler farz kılınmadan önce İbrahim'in (A.S.) Hanîf
Dini üzere amel ettiği bilinmektedir. Rahmet Peygamberi, inkârda ısrar edip Hakk'a karşı gelenlerin yok edilmesini dilememiş, onları
Gafur ve Rahîm olan Allah'ın bu iki sıfatının gölgesine ısmarlamıştır. Bu da
yine o şehir halkının her şeye rağmen helake uğratılmamalarının sebeplerinden
biridir; aynı zamanda çok geçmeden oradaki
putperestlerin çoğunun İslâm'a gireceklerine işaretler vardır. [70]
«Rabbımız!
dogruben çocuklarımdan bir kısmını senin hürmetli
evinin yanına zi-raatsız
bir vadiye yerleştirdim..»
Günün gelişen teknik
İmkânlarını bir tarafa bırakırsak, Mekke ve çevresi genellikle yılın çoğunda
kurak geçer. Arazisi hem azdır, hem de bu yüzden ziraate
elverişli değildir. O bakımdan tarih boyunca ora halkı yaz ve kış aylarında
ticarî kervanlar düzenleyip Yemen'den Hint ürünleri, Çin ipekleri ve adenî denilen kıymetli kumaşları; Afrika'dan altıntozu, fildişi ve köle; Şam ve dolaylarından ise, daha
çok gtda maddeleri ve giyim eşyası getirirlerdi.
Nitekim Kureyş sûresinde özellikle bu konu işlenir.
Bu nedenle tarihte
Mekke'ye «Tacirler Cumhuriyeti» de denilmiştir.
İbrahim Peygamber'in
(A.S.) duasından, kendi soyunun name* kılıp Allah'a kulluk etsinler diye bu
kutsal vadinin yerleşme yeri olarak seçildiği anlaşılıyor. Tabii her şeyden
önce İbrahim Peygamber'in (A.S.) gelip -bir rivayete göre, Adem Peygamber
tarafından temeli atılıp yapılan ve sonraları yıkılıp belirsiz hale gelen-
kutsal Kabe'nin temelini yükseltmesi ve oğluyla eşini buraya yerleştirmesi
ilâhî emirle olmuştur. Ancak âyetin delaletiyle yine yakın gelecekte, o soydan
gelen son peygamber Hz. Muham-med'in (A.S.) Mekke'yi fethedip kutsal beldede namaz
kılınmasını sağlayacağı ve namazın her peygambere farz kılınan müstesna bir
ibâdet olduğu anlaşılıyor. [71]
«Artık sen insanların
bir kısmının gönlünü hevesle onlara meylettir..»
Bu, İbrahim
Peygamberin duasından bir bölümdür. Kutsal Kabe'nin Allah'a dosdoğru imân eden
herkese açık bir mabet olacağını, hac için insanların buraya akın edeceğini ve
böylece başka ülkelerde yaşayan insanların -Kabe'nin kutsallığı ve birleştiriciliği
hürmetine- Mekkelî'lere sıcak bir ilgi duyacaklarını
haber vermektedir. Nitekim öyle olmuştur, yani İbrahim Peygamber'in duasının bu
bölümü de kabul olunmuş ve tarih boyunca yüzbinlerce
mü'min o kutsal beldeye akın etmişlerdir.
Bu anlatımdan şu iki
önemli inceliği çıkarmamız mümkün: Mekkeli'lehn hem
İbrahim Peygamber'in duasına, hem de Kutsal Kabe'ye lâyık olmaya çalışmaları
vaciptir. Başta namaz olmak üzere -1!c**r bütün İbâdetleri zevkine ererek tam
bir huşu' içinde yerine getirmeleri, şüphesiz ki onların hem Allah yanında,
hem de hac için gelen mü'minler nezdinde
sevgi ve itibarlarını artırır. Hac ibâdetini yerine getirmek üzere Mekke'ye
hareket eden mü'minlerin her zamankinden daha fazla
ibâdete sarılmaları, tam bir nezaket, saygı ve edep ölçüleri ve kuralları
doğrultusunda o beldeye girmeleri vaciptir. Ancak o takdirde hem İbrahim
Peygamber'in feyzine, hem de Hz. Muhammed'in {A.S.)
şefaatine ve kutsal Kabe'de tecelli eden inayet ve rahmetlere lâyık
olabilirler. [72]
(Onları bazı meyvalar (ürünler)le rızıklandır; umulur ki şükrederler.»
«Meyvalar»
ile çevirisini yaptığımız «semerat» kelimesi,
«semere»nin çoğuludur. Daha yaygın manası, meyvalar demekse de, yararlanılan mal, herhangi bir şeyden
sağlanan fayda anlamlarına da gelmektedir.
O halde Mekkeli'lerin yararlanabileceği ürünler, yeraltı ve yerüstü
kaynaklarının hepsi olabilir. Nitekim İbrahim Peygamber'in duasının bu bölümü
de kabul olunmuş ve Mekke «Tacirler Cumhuriyeti» diye anılmış, hâlen de bu
devam etmektedir. Bundan başka bir de önemli bir kaynak söz konusudur; o,da
«siyah altın» diye anılan çok zengin petrol yatakları ortaya çıkmış bulunuyor.
Bunca nimetlere
karşılık Mekkeli'lerin Allah'a her ân şükretmeleri gerekiyor
ki, bu İbrahim Peygamber'in (A.S.) dilekleri arasında yer almıştır.
Âyetin açık
delâletinden ve anlatımından anlaşıldığı gibi, CenÖb-ı
Hak, Mekke'yi ilk ibâdet edilecek yer olarak belirlerken, İbrahim Peygamber'i
oraya sevkederken ve Hz.
Muhammed'İ (A.S.) oradan seçip inşalara rahmet olarak gönderirken orayı
ileride İslâmiyete daha çok hizmet etsin diye geniş
petrol rezervleriyle donatmıştır. Bu kaynağı Allah yolunda en iyi şekilde
değerlendirmek mü'minlere düşer. [73]
«Hamd
o Allah'a ki, bana yaşlılığımda İsmail ile İshak'ı
bağışladı. Şüphesiz ki Rabbım duayı işitendir.»
Lût kavmini nelâk etmekle
görevli bulunan melekler, insan şekline girip önce İbrahim Peygamber'e (A.S.)
uğramışlardı. Bu konu Hud sûresinde yeterince
açıklandığı gibi, o sırada İbrahim Peygamber'in eşi ayakta duruyordu. Melekler
onları önce İsmail ve arkasından da İshak ile müjdelemişlerdi.
Kadın, ben bir kocakarıyım, kocam ise iyice yaşlanmıştır, diyerek hayretini
ifadeye çalışmıştı.
Bu olay bize neyi
hatırlatıyor?
Şüphesiz ki Allah bir
şeyi murat ettiğinde sebepleri oluşturup kolaylaştırır. O zaman ne yaşlılığa,
ne de kısırlığa bakılır. Zekeriya Peygamber'in
(A.S.) eşi Elizabeth de kısır olmasına rağmen Allah
dilediği için Yahya adında bir oğullarının dünyaya geldiği Tevrat ve Kur'ân'da geçer:"
O halde tıbbın sonuç
vermediği, müdahale imkânı bulamadığı ve şifa bahşedemediği zamanlarda, yaşlı
ve kısır kişilerin hayırlı, dindar, iffetli ve yararlı bir evlât istemeleri;
hastanın gönülden inanarak Allah'tan şifa dilemesi, insanın tabii haklarından
biridir. Ancak ilâve edelim ki, böyle durumlarda kişinin tam teslimiyet ve
mahviyetle Allah'a yönelmesi, el açıp duâ ederken, Cenâb-ı
Hakk'ın en hayırlı olanını ihsan edeceğine inanması
ve kalbinin bütünüyle buna yatışması şarttır.
Görülüyor ki, Allah
(C.C.), İbrahim Peygamber'e iyice yaşlandığı bir dönemde iki oğul vermiştir ki,
bunda mutlak hayır söz konusudur. Zira İsmail hem peygamberlik şerefiyle
taltif edilerek insanlara hizmet etmiş, hem de onun soyundan birçok
peygamberler ve en önemlisi de son peygamber Hz.
Muhammed (A.S.) gelmiştir. İshak Peygamberin soyundan
ise başta Yâkub ve Yusuf peygamberler olmak üzere
birçok peygamberler zuhur etmiştir. O halde tam teslimiyet içinde yapılan duâ
kabul edilmediği zamanlarda, onu kabul edilmemiş sanmamak, Cenâb-ı
Hakk'ın en hayırlı olanı yaptığına inanarak O'na hamd-ü senada bulunmak mü'mine
vaciptir.
Bu konudan
çıkaracağımız bir diğer önemli husus da şudur: Allah'tan evlât istemek, şifa
beklemek için şu veya bu muskacı ve üfürükçüye veya gaipten haber verene
gitmeyi tavsiye eden hiçbir âyet ve hadîs olmamakla beraber, bunu yasaklayan
hayli hadîsler mevcuttur. Böyle durumlarda yakınlarında sâlih ve takva
sahibi bir kişi varsa, onun duasını
almakta ayda vardır; fakat her şeyden önce ihtiyaç sahibinin bizzat kendisinin
inanarak el açıp göz yaşları arasında istemesi tavsiye edilmiştir. Şüphesiz ki
Allah'ın bu tavsiye ve işareti, başkalarının yol göstermesinden çok daha
hayırlı ve netice vericidir. Çünkü Cenab-ı Hak,
samimi ve inanmış bir kalp-den, yatışmış bir gönülden yükselen duaları kabul
buyurur.
Nitekim Talat Üsküdarf iki mısraında bu hususu şöyle yansıtmıştır: «Zat-i
Hak'tan talep vukuunda, sineden mâsîvâ silinmelidir.
Her duâ müstecap olur amma talebin sureti
bilinmelidir..» [74]
«Rabbım!
Beni de, çocuklarımı da namaz kılanlardan eyle. Rabbımız!
duamı kabul buyur. Rabbımız! Beni de, ana-babamı da,
bütün mü'minleri de hesaba durulacağı gün bağışla.»
İlgili âyetle İbrahim
Peygamber'in (A.S.) duasının son bölümü nakledilirken bize duada nasıl bir
tertibe riâyet etmemiz öğretiliyor. İlâhî beyânın ışığı altında şu tertibe
riâyet etmek hem sünnet, hem de sağlıklı bir yöntemdir
1— Önce kendi nefsine,
2— Sonra ana-babasına,
3— Sonra da bütün mü'minlere
duâ edilir. Ayrıca İbrahim (A,S.)m, bu duâsıyla, en korkunç ve
dehşetli dönemde, dost ve yakınların
kendi başlarının kaygısına düştüğü, kimselerin birbirlerine sahip
çıkmadığı hesap gününde Allah'ın mağfiretini dilemesi, çok anlamlıdır. Bu, dünyada iken hesap gününü hatırlamamızı,
iyi bir hayat düzeni kurmamızı; mal ve makam gibi arızî şeylerden fazla her
canlının aralıksız muhtaç bulunduğu ilâhî gufran ve rahmeti istememizi ilham
etmektedir. Böylece mağfiret dileğiyle yapılan duâ, hem yapana, hem kendileri
için yapılanlara âhiret gününde gufran ve rahmet
havasını inşaallah hazırlamakta, hem de duâ edenin
dünya hayatmı yönlendirmektedir. [75]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın büyük nimeti olan İslâm ve onun muallimi Hz.
Muhammed (A.S.) karşısında Mekkeli'lerin kör ve sağır
kalmaları ınanıyor. Kabe'nin asıl hüviyetine
kavuşturulacağına dair birtakım işaretler ve kapalı şekilde müjdeler
veriliyor. Sonra da İbrahim Peygamber'in gerek Mekkeli'ler,
gerekse diğer mü'minler için yaptığı duâ konu
ediliyor.
Aşağıdaki âyetlerle,
her şeye rağmen zâlimlerin bir süre kendi hallerine bırakılmasının onlar için
hiçbir zaman hayırlı olmayacağı belirtiliyor. Kıyamet gününde ilâhî azamet ve
adalet karşısında çok perişan olacakları tasvir edilerek gereken uyarı
yapılıyor. Öldükten sonra bir daha dünyaya dönmenin mümkün olmadığına
dikkatler çekilerek, ölmeden önce dönüş yapmanın büyük bir bahtiyarlık ve
rahmet olacağı hatırlatılıyor. Sonra da Mekkeli azgın müşriklerin İslâm
aleyhine kurdukları tuzak, hazırladıkları plânın kendi başlarına geçeceği haber verilerek âhiretteki
azabın çok elim olacağı birkaç safhasıyla gözler önüne seriliyor. Kur'ân'ın insanlardan yana büyük bir rahmet olduğu
üzerinde durularak sağduyularını kullananların ancak bu kitaptan nasiplerini
alabilecekleri bildiriliyor. [76]
42— (Bu gece
olayları hatırla da) Alah'ı, o zâlimlerin
yaptıklarından habersiz sanma! Onları ancak gözlerin bir noktaya dikilip
kalacağı güne kadar geciktiriyor.
43— (O gün) boşları yukarıya dikilidir; gözlerini
kendilerine (bile) çevirip bakamazlar; kalpleri de bomboş halde koşarlar.
44— İnsanları azabın kendilerine geleceği gün
hakkında uyar! Zulmedenler diyecekler ki, «ey Rabbimiz! bizi yakın bir
geleceğe kador ertele ki dâvetine olumlu cevap
vererek gelelim, peygamberlere uyalım.» Ama daha önce sizin için zeval (=
sonunuzun gelmesi) yok diye yemin eden sizler değil miydiniz?
45— Hem kendilerine zulmeden (şaşkınların)
yerlerine yerleştiniz; üstelik onlara neler yaptıklarımız da size açık şekilde
belli olmuştu; ayrıca size birtakım misaller de vermiştik.
46— Onlar kurmak istedikleri tuzağı kurdular;
hile ve tuzaklarıyla dağlar bile yerinden oynasa, Allah yanında da onların
tuzağına karşı tuzak var.
47— Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını
sakını sanma! Şüphesiz ki Allah çok üstündür, çok güçlüdür; cezaya lâyık
olanın cezasını verendir.
48— O günde ki, yer başka bir yere, gökler de
başka göklere çevrilir ve (hepsi de) O bir olan, her şeyi kahr-u
saltanatı altında tutan Allah'ın huzuruna koşarlar.
49— Suçlu günahkârları o gün bukağılara vurulmuş
görürsün.
50— Gömlekleri katrandan; yüzlerini de ateş
kaplar.
51— (Bütün bunlar) Allah'ın herkese elde
ettiğinin karşılığını vermesi içindir. Doğrusu Allah hesabı çarçabuk görendir.
52— Bu (Kur'ân)
insanlara bir tebliğdir ki, onunla uy'arılsınlar,
Allah'ın tek bir ilâh olduğunu bilsinler ve sağduyu sahipleri öğüt alsınlar.
«Kıyamet günü
insanlar, bembeyaz, kepekten arınmış undan yapılan çörek gibi düz bir alan
üzerinde haşrolunurlar. O alanda hiç kimseye yol ve
yön gösterecek hiçbir belirti de yoktur.» [77]
«İnsanlar yalınayak,
çıplak ve sünnetsiz bir halde haşrolunacaklar.» Bunun
üzerine Hz. Aişe (R.A.)
sordu:
— Ya
Resûlellah! Erkeklerle kadınlar birarada
mı? Bu iki cins birbirlerine bakarlar.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz ona şu cevabı verdi:
— Ya
Aişe! Haşır konusu çok sıkıntılı ve üzücüdür.
İnsanların birbirlerine bakmalarına uygun bir ortamda değildir.» [78]
«Ümmetimde dört şey
var ki onlar cahiliye âdetlerin dendir, onları bir
türlü bırakamıyorlar:
1— Soy-sop ile böbürlenmek,
2— Soy-sopa dil uzatmak, sövmek,
3— Yıldızlardan medet umup yağmur dilemek,
4— Ölü üzerine sesli ağlamak..
Ölü üzerine sesli
ağlayan kimse ölmeden önce (bu günahından dolayı) tevbe
etmezse, kıyamet gününde üzerine katrandan bir gömlek ve uyuz illetine bulaşmış
demirden bir gömlek bulunduğu halde kalkar.» [79]
«Ölüler üzerine sesli
ağlayan kişi (bundan dolayı) tevbe etmediği takdirde
Cennet ile Cehennem arasındaki yolda durdurulur ve üzerinde de katrandan bir
gömlek bulunur; ateş de yüzünü kaplar.» [80]
«(Bu eçen olayları hatırla da) Allah'ı, o zâlimlerin
yaptıklarından habersiz sanma! Onları ancak gözlerin bir noktaya dikilip
kalacağı güne kadar geciktiriyor.»
Önce şunu belirtelim
ki, Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, milletlere rahmet
olarak gönderilmiştir. Düşmanları ne kadar azgınlık gösterip birçok
şirretlikte de bulunsalar, onların helak edilmesine gönlü razı olmamıştır.
Ayrıca güvenli kutsal bir beldeye ilâhî azabın inmesi de pek beklenemezdi. Hem
bu hususta İbrahim Peygamber'in (A.S.) duası da söz konusudur.
O halde durum ne
olacaktı? Mekke'nin patavatsız, şirret ve saldırgan utperestlerinin
yaptıkları bunca zulüm ve işkence yanlarına kâr mı kalacaktı? Cenâb-ı Hak, kırk ikinci âyetle onların çoğunun azabının-tevbe etmeden,- İslâm'a girmeden öldükleri takdirde- âhirete bırakıldığını hatırlatarak, mü'minlerin
bu konuda acele etmemelerini bildiriyor. Onlardan bir kısmı ise, dünyada da
azaba uğratıldı ve Bedir savaşında kılıç darbeleri altında can vererek lâyık
oldukları sonuca ulaştırıldı. Mekke'nin kansız fethedilmesi, hayatta olanların
başlarını yere eğerek düşman kabul ettikleri Hz.
Muhammed'in (A.S.) önünde dilsiz ve sağır kesilmeleri ve verilecek kardrı heyecan ve korkuyla beklemeleri, onlar için önce
azap, sonra da rahmet olmuştur. Böylece İslâm'a girmeden önce onlar da
böylesine al-çaltıcı, kahredici bir durumla yüzyüze geldiler. Artık bu olaydan sonra imân etmeyenleri
nasıl bir azabın beklediğini Kur'ân çok düşündürücü
bir anlatımla haber vererek müstesna bir tablo sergiliyor: «(O gün) başlan
yukarıya dikilir, gözlerini kendilerine (bile) çevirip bakamazlar; kalpleri de
bomboş halde koşarlar.» [81]
Âyetlerin yüksek
anlatımından, Allah'ın rahmetinin hemen her zaman gazabının önünde yürüdüğünü
anlıyoruz, İnatçı azgın müşriklerin' her türlü sapıklık, ahlâksızlık ve
saldırılarına rağmen ilâhî rahmet onları tamamen terketmemiş;
belki akıllarını, sağduyularını kullanırlar da hakikati anlarlar ve gerçeği
öğrenirler diye onlara mühlet vermiş ve uyarıları peşpeşe
birbirini izlemiştir. Zira uyarı hususunda her tekrar idrakleri daha çok
uyanık tutmaya yol açar, hafızalardaki izi daha da derinleştirir. Kur'ân'da inkarcı müşriklerin, azgın putperestlerin sık sık uyarılmalarının sebeplerinden biri bu; diğeri, yukarıda
belirttiğimiz gibi, ilâhî rahmetin önde gitmesidir. [82]
«İnsanları azabın
geleceği gün hakkında uyar! Zulmedenler diyecekler ki: Ey Rabbımız!
Bizi yakın bir geleceğe kadar ertele ki dâvetine olumlu cevap vererek gelelim,
peygamberlere uyalım....»
İlgili âyetten şunu
anlıyoruz : İlâhî adaletin tecelli edeceği ve o sebeple azabın İndirileceği
gün hakkında insanları uyarmak ve hakikatleri onlara bildirmek, başta
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in, sonra da aklı eren,
bilgisi yeten mü'minlerin görevidir. Zâlimler o gün
ilâhî hesap ve tesbitin
şaşmadığını,
yanılmadığını, aynı zamanda O Yüce Kudretin bütün mahşer ehlini bir bir denetleyip kontrolü altında tuttuğuna, gizli hiçbir
şeyin kalmayıp ortaya çıktığına şahit olunca gerçeği ayan, beyân görüp öğrenecekler
ama neden sonra! Bununla beraber dinî kültürleri olmadığı için «Ey Rabbımız! Bizi yakın bir süreye ertele (dünyayu
aondür) de dâvetine icabet edelim, Peygamberlere
uyalım.» diye temennide bulunurlar. Çünkü onlar dünyada iken ne Allah'a
dosdoğru inanmışlardı, ne de âhiret hakkında ciddi
bir bilgi edinmişlerdi. O bakımdan büyük bir cehalet izhar ederek tekrar
dünyaya dönme arzusunu ortaya koyarlar. Tabii kendileri susturucu hitapla
karşılaşırlar da şöyle bir hatırlatmaya muhatap olurlar: «Ama daha önce sizin
için zeval (sonunuzun gelmesi) yok diye yemin eden sizler değil miydiniz?» [83]
Uyarıcı ve yol
gösterici peygamber, aydınlatıp yönlendirici ilâhî kitap gönderildi. Üstelik
Âd, Semûd gibi azgınlık ve ahlâksızlıkta, zulüm ve
tuğyanda çok ileri giden ve bu yüzden gönderilen peygamberlere haksızlık eden
kavimler, tuttukları yolda son kerteye gelince ilâhî gazaba uğrayıp yok
olduktan sonra sizler onların yerlerini aldınız; topraklarında yaşadınız,
kalıntılarını gördünüz, başlarına gelenleri duydunuz. Ama bir türlü aklınızı ve
vicdanınızı harekete geçirmediniz, daldığınız gafletten uyanmadınız. O günler çok
gerilerde kaldı, dönüşü mümkün olmayan bir noktaya gelip dayandınız. Bugün
artık mazeret beyânına yer yok. Allah ve Peygamberi ken-e
dilerine düşeni yerine getirdiler; ne yazık ki, inkâroı
zalimler insan olarak kendilerine düşeni yerine getirmediler.
Bütün bunlar da
yetmiyormuş gibi, onlara, gelip geçen milletlerin hayatından, yıkılıp yok
ediliş sebeplerinden birçok misaller, belgeler ve kalıntılar verilip
gösterildi; yine de intibahe gelmediler ve hakikate
bir türlü yanaşmayıp küfür ve haksızlıkta direnip asiliklerini sürdürdüler. Bu
durumda kim, nasıl mazeret gösterebilir? [84]
«Onlar kurmak
istedikleri tuzağı kurdular; hile ve tuzaklarıyla dağlar bile Verinden oynasa,
Allah yanında da onların tuzağına karşı tuzak var.»
Hakk'ın nurunun parıldadığı her yerde, peygamber sesinin işitildiği
her dönemde ve devirde
inkarcı sapıklar, maddeci azgınlar, mü'minleri susturup
yok etmek için akla, hayale gelmedik tuzaklar kurmuşlar; birtakım entrikalar
çevirmişlerdir. Böyle günlerde mü'minler inandıkları
dine ve ahlâka sahip çıkıp aklın ve sağduyunun yolunu seçtikleri takdirde
başarılı olmuşlardır; hislerine mağlup olup ilâhî metot dışına çıktıkları zaman
sıkıntı çekmişlerdir. O halde Kur'ân'ın yüksek
ifadesiyle, eğer mü'minler birinci yolu seçip dinin
rahmet havasını estirirken onu ilim ve faziletle birleştirip
bütünleştirirlerse, inkarcıların tuzağına karşı Allah'ın tuzağı harekete geçer
ve onların tuzaklarını başlarına geçirir. Kurdukları düzen ve tuzaklar dağları
bile yerinden oynatsa, yine de hakkın karşısında eriyip tuz-buz olmaya
mahkûmdur. Cür.kü kendisini
ilimle, irfanla, ahlâkla, fazî-letle
savunanlar bulunduğu sürece hak üstün gelecek, bâtıl onun karşısında hezimete
uğrayacaktır. Bu bir ilâhî sünnettir ki, şaşmadan hedefine doğru ilerler.
Tarih bu gerçeklerin
örnekleriyle doludur. İslâm'ın ışığını söndürmek, müslümanlann
köklerini kazımak için iç ve dış düşmanlar dünyanın hemen her ülkesinde
asırlardır uğraşıp durmaktadırlar. Bunun için birçok plânlar hazırlanmış, nice
tuzaklar kurulmuş ve kurulmaktadır. Zaman zaman
başarıya eriştiklerini sanarak rahat nefes almaya başlarlar, oysa çok geçmeden kestikleri ağaçların yerlerinde taze fidanların
boy verdiğini görür ve şaşırırlar. Çünkü Cenâb-ı Hak,
İslâmiyeti son mesaj ve son din seçerken; onun özünü
ve mayasını oluşturan Kur'ân'ı indirirken bunları
korumayı kendi üzerine almış ve şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki Kur'ân'ı biz İndirdik ve elbette onun koruyucuları da
biziz..» [85]
AIIah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sakın
sanma! Şüphesiz ki, Allah çok üstündür, cezaya lâyık olanın cezasını
verendir.»
Allah, «şanıma and olsun ki, ben ve peygamberlerim mutlaka üstün
geleceğiz!» [86] sözünü kendi kitabına
yazmış, özel sahifesini bununla dam-galamıştır.
İşte Allah'ın kendi
peygamberine ve dolayısıyla mü'minlere verdiği söz
budur. Bazı şartlarla vakti, saati gelinoe mutlaka
gerçekleşir. Ancak inanan kişilerin o şartları çok iyi bilmesi ve uygulaması
gerekir, İlim adamlarımız sözünü ettiğimiz şartlan yine Kur'ân'ın
açık beyanından aldıkları bilgi ve ilhamla şöyle tesbit
edip sıralamışlardın
1— Sarsılmayan sağlam bir imân,
2— Şartlar elverdiği nisbette
Allah yolunda ilmi, ahlâkı ve fazileti rehber edinerek seviyeli bir mücadele
ve çihad sürdürmek,
3— Sabırlı ve temkinli olmak; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
uyguladığı teblîğ ve irşat metodunu çok iyi bilmek,
4— Her hususta Allah'a güvenip dayanmak
suretiyle gönül yatışkan-lığı sağlamak..
Siyer kitaplarını
incelediğimiz zaman, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile
yakın arkadaşlarının belirtilen dört şartı devamlı göz önünde bulundurduklarını
rahatlıkla anlarız. İşte başarının sırrı, ilâhî yardımın tecellisi buna
bağlanmıştır. [87]
«O gün ki, er başka
bir yere, gökler de başka göklere çevrilir ve (hepsi de) O bir olan, her şeyi kahr-u saltanatı altında tutan Allah'ın huzuruna koşarlar.»
Kur'ân ilgili âyetle kıyametin önemli bir safhasını
açıklamakta ve bununla kâinattaki mevcut sistemlerin bozulup yeni ve fakat
değişik sistemlerin meydana geleceğini haber vermektedir.
Bu müthiş olayın
sebebi açıktır. Şöyle ki: Hâlen mevcut güneş sistemi, dünyadaki hayat
şartlarına ve ölçülerine göre kurulmuştur. Aynı zamanda güneş sistemi dahil
olmak üzere diğer bütün sistemler de insan için hazırlanmıştır. İnsanoğlunun
dünya hayatı nesliyle birlikte yerküre üzerinde sona erince, ona bağlı
sistemin de sona ermesi gerekir. Kâinat bir bakıma bütünlük arzetmekte,
gezegenler kendi sistemlerine, sistemler birbirlerine bağlı bulunmak suretiyle
denge ve düzende durmaktadırlar. Bir sistemin bozulması, diğer sistemlerin de
çok tabii olarak bozulmasını neticelendirir. Böylece göklerdeki sistemler
tamamen bozulup yer değiştirince, âhiret hayatına ve
o hayatta yer alacak insanların bulundukları mevcut şartlara göre yeni bir
düzene girmeleri gerçekleşir.
Hadîs-i Şerîfte
ifadesini bulan bu ikinci sistemde haşır-neşir alanı dümdüz, dağsız, tepesiz,
deresiz, vadisiz bembeyaz bir görünüm arzedecek,
beyaz bir çinko tepsi gibi pürüzsüz olacak.. Adem Peygamber'den kıyamet
kopuncaya kadar gelip gecen bütün insanlar ve cinler dirilip kalkacaklar, bu
alanda yerlerini alacaklar. Yerkürenin başka bir yerküre olma-sının anlamı
budur; öyle ki, kıyamet kopup dağlar hallaç pamuğu gibi atıldığında dünya
yörüngesinden çıkacak ve başka bir büyük yıldızla veya gezegenle birleşerek
haşır alanını meydana getirecektir. Allah daha iyisini bilir. [88]
İnsanlara bu ikinci
sonsuz hayat için verilecek bedende ve taşıdığı iç organlarında da ör^^11
değişiklikler olacak, beden her an kendini tazeli-yebilecek
imkânlara sahip olacak, dış tesirlerden müteessir olmayacak, yıpranmaz bir
hüviyet kazanucnk.. Hastalık ve ölüm gibi endişe
verici arazlar son bulacak.. Gıda maddeler bedeni tazeliyecek,
formunda tutacak özellikte olacak ve posaları bir buharlaşma veya hafif terleme
şeklinde dışarı atılacak..
Ancak yüz hatlarında,
şekil ve biçiminde bir değişiklik olmayacak, dünyada birbirlerini tanıyanlar
orada da rahatlıkiG tanıyabilecekler. Yaşlılar
gençleşecek, çocuklar yine çocuk olarak kalacak.. Kin, haset, ihtiras,
bencillik ve benzeri kötü sıfatlardan eser bulunmayacak, iman cevherine sahip
olan herkes mesut ve huzurlu bir hayat sürecektir. [89]
«Gömlekleri katrandan;
yüzlerini de ateş kaplar.»
Zulüm, sözlükte : Bir
şeyi lâyık olduğu yere koymamaktır. Aynı zamanda yerine konacak şeyi ya zamanında koymamak, ya lâyık
olduğu yere oturtmamak, ya noksan, ya da fazla ölçüde bırakmaktır. Terim olarak: Hakkın koyduğu
sınırı aşmak anlamında kullanılır. İlâhî sınırlar, hürriyet, ve irade sınırı,
insan hakları sınırı, helâl ve haram sınırları, küçük ve büyük günah sınırları
gibi insanoğlunun önüne konulmuş birçok sınırlar vardır. Bunların hepsine «Hakk'ın sınırları» diyebiliriz. Bu sınırları aşmayan kişiler
âdildirler, hakseverdirler, aynı zamanda itaâtlıdırlar.
Aşanlar ise, itaat-sızdırlar, ölçüsüzdürler ve
zalimdirler.
O halde zulüm; hak ve
adaleti, fazîlet ve hikmeti zayıf bulunca kara perdesi-altına alıp belirsiz hale
getireceğinden, zâlimlerin yüzlerini, gözlerini kan bürür, ruhlarını
karanlıklar çevirir de ameline göre bir görünüm alır. Kıyamet gününde ise, her
kişi niyet ve amelinin rengine boyanacak ve o bakımdan zâlimlerin içini ve
dışını karartan haksızlık ve tecavüzler katrana dönüşecek, işledikleri
haksızlıklar katrandan birer gömlek olup sırtlarına geçirilecek, Cehennem ateşi
de yüzlerini durmadan yalayıp asıl renklerini ortaya çıkaracak..
Ellerine ve ayaklarına
vurulacak bukağılar ise, dünyada iken başkalarının haklarına, inançlarına,
ahlâklarına ve hürriyetlerine koydukları engeller olarak karşılarına çıkacak..
Çünkü ceza amelin cinsindendir. Öyle ki herkes cennetini veya cehennemini şu
dünyada hazırlayıp beraberinde götürür. Zat-i Hak hiç kimseye zulmetmez. [90]
«(Bütün bunlar)
Allah'ın herkese lde ettiğinin karşılığını vermesi
içindir. Doğrusu Allah hesabı çarçabuk görendir.»
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Allah hiçbir zaman zâlim değildir; o zulmü hem kendisine,
hem de kullarına haram kılmıştır. O'nun sözü değişmez, plânı ve programı aynen
uygulanıp gerçekleşir. İnsana hayatını düzene sokacak, saadete garkedecek kadar akıl, zekâ, irâde, hafıza ve benzeri
yetenekler vermekle kalmamış, fizikötesinden ona bilgiler göndermek suretiyle
önünü aydınlatmış, hilkatinin amaç ve hikmetinden haber vermiştir. Böylece
Allah, kulları hakkında yapılması gerekeni yapmış; onları akıl ve irâdelerinin
erişeceği sınıra getirip dayamış ve gerisini hür irâdelerine bırakmıştır. Bunun
için âhirette herkesin işlediği iyilikler ve
kötülükler niyetlerine göre değerlendirilecek ve karşılıkları noksansız
verilecek, kimsenin itiraz hakkı olmayacaktır.
Hesabın çarçabuk
görülmesi ise, şöyle yorumlanabilir: Allah'ın ilmi ve kudreti, kahır ve
saltanatı her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey O'nun ilminin ve iradesinin
dışında düşünülemez. Âhiret gününde o, İlim ve kudretiyle
tecelli edince her kişiyle yüzyüze gelecek, herkesle
aynı anda meşgul olacaktır. Gerçek bu olunca, hesap ve sonuçları da çarçabuk
görülecek, herkes lâyık olduğu yeri alacaktır. [91]
«Bu Kur'ân insanlara bir tebliğdir ki, onunla uyarılsınlar...»
Kur'ân bütünüyle insanı amaç ve maksadın sonuna eriştirici,
hikmeti yansıtıcı, hedefi belirleyici, yollan gösterici, gönülleri ve kafaları
aydınlatıcıdır.
Böylece İbrahim
Sûresinin son kısmında üç maddelik bir mesaj insanlara gönderilmekte, Allah
ile kulları arasına engel olarak girmek isteyen inkarcı bozgunculara fırsat
verilmemesi istenmekte ve insanın dünyaya getirilişinin amaç ve hikmetlerinden
birine işaret edilerek sûre noktalanmaktadır:
1— Hakkı inkâr edip doğru yoldan sapan
müşrikleri ve maddecileri uyarmak, insan ruhuna gıda veren doğru yolu gösterip
yönlendirmek.
2— Allah'tan başka ilâh olmadığını ve
olamayacağını birtakım aklî ve naklî
delil ve belgelerle öğretmek. Allah'ın bütün iyiliklerin, hayırların,
faziletlerin ve güzelliklerin kaynağı olduğunu belirtmek.
3— Aklını kullanabilen sağduyu sahiplerinin
iyice düşünüp *nüt almalarını sağlamaya çalışmak,
bunun için Kur'ân'ın belirlediği metot çerçevesinde
hareket etmek..
Birinci madde ciddi
eğitimi gerektiren bir-konudur. İkinci madde, geniş bilgiyle, gelişen
kültürle, ilmî yollarla kalp ve kafalara işlenmesi lüzumlu bir konudur. Üçüncü
madde, akla geniş malzeme vermek, duygu ve düşünceleri yönlendirmekle
gerçekleşebilir.
Bunun için İbrahim
Sûresine, «insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran kitap..» cümlesiyle
başlanmış ve sûre, bu kitabın ilâhî mesaj olduğu açıklanarak noktalanmıştır.
Aynı zamanda son âyet,
sûrenin özeti ve başlanacak sûrenin anahtarı anlamındadır.
İbrahim Sûresinin
tefsîrini Yüce Rabbımızın lütuf ye inâyetiyle, rahmet
ve bereketiyle tamamlamış bulunuyorum. Cenâb-ı
Hak'tan dileğimiz, vaki kusurlarımızı bağışlaması ve bundan sonraki sûreleri
tefsîr etme imkânlarına bizi eriştirmesidir.
Başarı "ancak
Allah'tandır. Hamd O'na mahsustur. Salât-ü selâm, sevgili'peygamberimiz
Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun yolunda yürüyen bahtiyar
mü'minlere olsun.. Âmin. [92]
[1] Lübabu't-te'vîl
: 3/69
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3109.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3109.
[3] Ahmed : 5/158
[4] Buharî/teyemmüm : l, salât: 56- Müslim/mesacid: 3- Dâremî/salât; 111
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3111.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3111.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3111-3112.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3112-3113.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3114.
[9] Sebe' Sûresi: 28
[10] Enbiyâ Sûresi;
1Q7
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3115-3116.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3117.
[13] Müslim/zühd; 64- Dâremî/rİkak: 61
[14] Müslim/imân:
327, birr:
55
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3118-3119.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3119.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3119-3120.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3120-3121.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3121-3122.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3122-3123.
[20] Bilgi için bak: Lokman Sûresi 31, Sebe'
Sûresi 19, Şura Sûresi 33. âyet lerin tefsirine
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3123-3124.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3126.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3128-3129.
[24] MÜsned-i Ahmed
: 5/178, 179
[25] Şerhü'l-Akaid/Teftazani: 169
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3129-3130.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3130-3131.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3132-3133.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3133.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3135.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3135-3136.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3136-3137.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3137.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3137.
[35] Bakara Sûresi: 264
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3138-3140.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3140.
[38] Fazla bilgi için bak : el-Müfredat Fi Garaibi'1-Kur'ân/hak maddesi.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3141-3142.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3142.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3144-3146.
[42] Mefatihü'l-Gayb : 5/344
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3146.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3146-3147.
[45] Buharî/ilim : 14, et'ime:
46, büyü': 94- Müslim/münafikîn: 62- Ahmed: 2/12, 41
[46] Ebû Dâvud/sünnet:
24- Nesâî/cenâiz : 108, 110
[47] Tefsîr-i Kurtubî: Enes b. Mâlik (R.A.)den.. Ancak bu hadîsin senedini tesbit edemedik. Mevkuf olduğu' kesindir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3148-3149.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3149.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3149-3150.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3150-3151.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3151-3152.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3152.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3152-3153.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3153-3154.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3154.
[56] Bilgi için bak:
Lübabü't-te'vll: 2/79- Tefsîr-i Kurtubî: 9/364,
365
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3155-3156.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3156-3158.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3158-3159.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3159.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3160.
[61] Müsned-i Bezzar:
Enes b. Mâlik (R.A.)den
[62] Tefsîr-i Ibn Kesir : 2/540
[63] » »' .» s>
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3161.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3162-3165.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3165.
[66] İbn Ebî
Hatim - Atâ' b. Ebî Rebah/Sahih
isnadla
[67] Buharî/hac : 47,
49- Müslim/f iten: 57,
59- Nesâî/hac: 125-
Ahmed* 2/220, 328, 417
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3167-3168.
[69] Abdullah b. Vehb, tbn Ömer (R.A.)dan rivayet etmiştir. îbn
Kesîr bu rivayeti nakletmiş, ancak kaynağını zikretmemiştir: 2/540
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3168.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3168-3169.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3170.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3170-3171.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3171.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3172-3173.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3173.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3173-3174.
[77] Buharî/rikak:
44- Müslim/münafıkîn: 28
[78] Müslim/cennet:
56- Tirmizî/kiyâmet: 3- Nesâî/cenâiz: 118- îbn Mâce/ zühd: 33- Ahmed: 1/220, 229- 3/495
[79] Müslim/cenâiz: 29- Tirmizî/menakıb: 1- tbn Mâce/zühd: 37- Ahmed : 5/137,
138
[80] Müslim/cenâiz: 29- îbn Mâce/cenâiz
: 51- Ahmed: 5/342, 343
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3176-3177.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3177-3178.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3178.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3178-3179.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3179.
[85] Hicir Sûresi: 9
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3179-3180.
[86] Mücadele Sûresi: 21
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3180-3181.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3181-3182.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3182.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3182-3183.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3183.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3183-3184.