(128 ayet olup,
Mekke'de nazil olmuştur.)
Nahl Sûresi, son üç
ayeti hariç, tamamen Mekkî'dir (Mekke'de nazil olmuştur), ssamm, bazı
kimseleri, Nahl sûresinin bütün ayetlerinin Medenî olduğunu söylediğini
nakletmiştir. Bazıları da bu sûrenin başından (Nahi, 40) ifadesine kadar Medenî,
bundan sonrasının Mekkî olduğunu söylemişlerdir. Katâde'den ise, bu son görüşün
tam aksi rivayet edilmiştir. Bil ki bu, "Ne'am Sûresi" adını da
almıştır. Sûre, yüzyirmisekiz ayet olup (bence) hepsi Mekkî'dir.[1]
"Allah'ın emri
geldi. Artık onu vaktinden evvel istemeyin. O, onların eş tutmakta
oldukları şeylerden münezzehtir, yücedir. O, kendi emri ile kullarından
kimi dilerse ona vahy ile, melekleri indirir, "Benden başka hiçbir tanrı
olmadığını inzâr edin, benden ittikâ edin" diye" (Nah), 1-2).
Bu ayetlerle
ilgili birkaç mesele vardır:
Birinci Mesele: BU ki
bu ayetlerin tefsirini bilmek şu üç soruya dayanır:
Birinci Soru: Hz.
Peygamber (s.a.s), bazan onları dünya azabı ile îehdid etmiştir. Bu tehdid,
Bedir'de gerçekleştiği gibi, onların öldürülmeleri ve kendilerine hükümran
olunmasıdır. Cenâb-t Peygamber, bazan da Kıyamet azabı ile tehdid etmiştir. Bu
azab, Kıyamet kopunca tahakkuk edecektir. Sonra o müşrikler bu ikinci çeşit
tehdide dair hiçbirşey görüp müşahade etmedikleri için, Hz. Peygamberi tekzib
etme hususunda bunu delil getirmişler, ondan bunu istemişler ve "Bunu
getir" demişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, "Saat (Kıyamet)
yaklaştı. Ay (ikiye) ayrıldı" (Kamer, i) ayeti nazil olunca, kâfirler
kendi aralarında: "O, Kıyametin yaklaştığını iddia ediyor. Dolayısı ile
yapmakta olduğunuz bazı (kötü) işleri artık bırakın. Olup bitecekleri hep
birlikte görelim" dediler. Fakat Kıyamet hemen kopmayınca, "Bizi
tehdid ettiğin şeyden, birşey görmedik" dediler. Bunun üzerine,
"insanların hesap (günü) yaklaştı" (Ent^a,^) ayeti nazil oldu.
Kâfirler bundan dolayı tır tir titreyip, korkarak o günlerin gelmesini
beklemeye başladılar. Ama o günlerin gelmesi uzayıp gelmeyince, "Ey
Muhammed, bizi tehdit ettiğin şeyden hiçbir iz göremedik" dediler. Bunun
üzerine işte, "Allah'ın emri geldi" ayeti nazil oldu. Hz. Peygamber
(s.a.s) diz üstü çöktü ve insanlar başlarını kaldırınca, ayetteki "Artık
onu vaktinden evvel istemeyin" ifadesi nazi! oldu. Velhasıl Hz. Peygamber
(s.a.s), o kâfirleri gerek dünya, gerek ahiret azabı ile çokça tehdit edip,
onlar da bu tehditlere dair birşey görmeyince, onu yalanladılar da, Allah Teâlâ
bu şüpheierine "Allah'ın eniri geldi. Artık onu vaktinden evvel
istemeyin7' buyurarak cevap verdi. Bu cevabı, şu iki şekilde izah ederiz:
[2]
Birinci İzah: O azap,
her ne kadar henüz gelmedi ise de, muhakkak gelecektir. Birşey bu durumda
olduğunda, daha sonra olacak şeyi, sanki olmuş gibi sayarak, normal sözde,
"Geldi, oldu, bitti" denilir. Bu tıpkı, yardım talebinde bulunup,
istediği yardımın gelmesi yaklaşmış olan kimseye, "Sana yardım geidi.
Artık b^ırıp çağırmayı bırak" denilmesi gibidir.
İkinci İzah: Şöyle
denilebilir: Allah Teâlâ'mn bu husustaki emri ve hükmü, oldu, bitti, meydana
geldi. Ama olmasına hükmedilen şey henüz olmadı. Çünkü Hak Teâlâ, onun belli
bir zamanda meydana gelmesine hükmetmiştir. Dolayısıyla, o vakit gelmezden
önce, o şey tahakkuk etmoz- var olmaz. Velhasıl şöyle denilmek istenmektedir:
Azabın ineceğine dair Allah'ın emri ve hükmü ezelden ebede kadar olan zaman
içinde oldu, bitti, meydana geldi. Bu izaha göre, "Allah'ın emri
geldi" ifadesi doğru olur. Fakat otmasına hükmedilen ve olması emredilen
iş, henüz tahakkuk etmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, onun belli bir zamanda
olmasını takdir etmiştir. Binâenaleyh acele etmeyin ve onu vaktinden evvel
istemeyin.
İkinci Soru: Kâfirler:
"Ey Muhammed, farzet ki, Allah'ın dünyada veya ahirette bize azap
indireceğine dair söylediğin sözün doğru olduğunu kabul edelim. Fakat biz, bu
putlara da tapıyoruz. Çünkü onlar, bize Allah yanında şefaat edeceklerdir.
Dolayısıyla, onlar bize Allah katında şefaatçi olurlar ve biz de bu sayede,
aleyhimizdeki bu ilahi azap hükmünden kurtuluruz" dediler de, Cenâb-ı Hak,
onların bu kuruntularını ve boş ümitlerini "O, onların eş tutmakta oldukları
şeylerden münezzehtir" diyerek cevaplamış, kendisinin ortaklardan,
zıdlardan, benzerlerden münezzeh olduğunu beyan etmiş ve katında, izni olmadan
hiçbir kimse ve varlığın şefaatçi olamayacağını bildirmiştir. Ayetteki,
ifadesindeki "mâ" edatının, mâ-i masdariyye olması muhtemeldir. Buna
göre mana, "Allah, onların eş tutmalarından, ortak koşmalarından
münezzehtir" şeklinde olur. Bu edatın "ellezî" manasına olması
da caizdir. Buna göre mana, "Allah, onların eş tuttukları o putlardan
münezzehtir. Çünkü onlar değersiz ve cansız varlıklardır. Binâenaleyh onların,
yerin ve göklerin müdebbiri olan Allah Teâlâ'ya, ortak olduklarını söylemek
şöyle dursun, onlarla en düşük varlıklar arasında bile, herhangi bir münasebeti
ve kıyası söz konusu değildir" şeklindedir.
Üçüncü Soru: Farzet ki
Allah Teâlâ, bazı kullarına sevinç, bazılarına da sıkıntı vermeye hükmetmiş,
takdir etmiştir. Fakat sadece kendisinin bilebileceği bu sırları senin öğrenmen
nasıl mümkün olur ve sen nasıl, Allah'ın mülkündeki ve meîekûtundaki sırlarını
öğrenebilirsin? Cenâb-ı Hak bu soruya da "O, kendi emri ile kullarından
kim; dilerse ona vahiy ile melekleri indirir: "Benden başka hiçbir tanrı
olmadığını inzâr edin, benden ittika edin" diye" ifadesi ile cevap
vermiştir. Bu cevap şöyle zan edilir Altah Teâlâ, İstediği kuluna o meleği
indirir ve o kuluna, diğer insanlara, alemin bir tek ilahı bulunduğunu, bu
ilahın onları tevhid ve ibadetle mükellef tuttuğunu, bunu yerine getirmeleri
halinde dünya ve âhireîin en hayırlısını elde edeceklerini, karşı çıkıp kabul
etmemeleri halinde ise, dünya ve ahiretin en kötü belaianna düşeceklerini beyan
buyurduğunu bildirmesini emretmiştir. İşte bu yol İle, bu bilgiler, diğer
insanlara değil de, Allah'ın dilediği o kimseye tahsis edilmiş olur. Özetle
sunduğumuz bu tertibten, bu ayetlerin en güzel bir biçimde sıralanmış ve
birbirleriyle münasebet arzettikleri ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir.
Bu ayetie ilgili
birkaç mesele vardır:
[3]
Nâfî, Âsim, Hamza ve
Kisâî fiili, yâ ile, zâ harfinin kesresi ile ve şeddeli olarak
"yünezzflu", ikinci kelimeyi nasb ile "el-melâlkete"
(melekleri indirir) şeklinde okurlarken; İbn Kesir ve Ebu Amr, fiili, yâ'nın
zammesi, zâ'nın kesresi ve şeddesiz olarak, "yünzilü" şeklinde
okumuşlardır ki, birinci kıraate göre fiil, tef'îl babından, ikincisine göre,
if'âl babından olur. Bunlar, aynı manaya gelen iki kullanılıştır.
Atâ, İbn Abbas
(r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
[4]
"Cenâb-ı Hak, bu
ayetteki "melâlke" sözü ile, sadece Cebrail (a.s)!i
kastetmiştir." Vahidî şöyle der: "Müfredi (tek olanı), cemî
bir kelime ile isimlendirmek, eğer o müfred reis ve lider durumunda olursa
caizdir. Bu tıpkı, "Biz Nuh'u da kavmine (peygamber olarak) gönderdik" (Nuh,
ı>; "Biz o Kurân'ı Kadir gecesinde indirdik"(Kadr, 1) ve
"Zikri (Kurân'ı) biz indirdik"(Hicr, 9) ayetlerinde olduğu gibidir.
Bu insanlar hakkında da, "insanlar kendilerine şöyle ded/"(Al-i
imran, 173) ayetinde kullanıldığı gibidir.[5] Bu
hususta, izahı daha sonra yapılacak başka bir görüş daha vardır.
[6]
Cenâb-ı Hak,
"Kendi emri ile.. rûh ile" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş vardır:
Birinci Görüş: Bu
"rûh"dan maksad vahiydir ve vahiy, Allah'ın kelâmı demektir. Bunun
bir benzeri de, "tşte biz sana da böylece, emrimizden bir rûh
vahyettik" (Şûra, 52) ite "O, kulianndan dilediğine, emrinden bir rûh
vahyeder" (Gâiir, 15) ayetleridir.
Muhakkikler (sofiler)
şöyle demişlerdir: "Cesed, harabtır, kesiftir, karanlıktır. Ama ona rûh
girdiğinde, canlt olur, iatîf olur ve nuranî olur. Böylece o nurun tesiri beş
duyuda da görülür, Rûh da karanlık (zulmet) ve câhildir. Kendisine akıl
verildiğinde, aydınlanır ve nurlanır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Allah
analarınızın karınlarından sizi hiçbir şey bilmez bir halde çıkardı. Size, şükredesiniz
diye, kulaklar, gözler, gönüller verdi" Ham, buyurmuştur. Akıl da aslında,
tam nûrânî, arınmış, saf ve aydın değildi. Derken o, Allah'ın zâtını,
sıfatlarını ve fiillerini, ruhlar ve maddeler âlemini, dünya ve âhiret alemini
tanıyınca mükemmelleşti. Sonra bu ilahî ve kıymetti bügiier, vahiy ile ve
Kur'ân nuru ile mükenımeileşmiş ve saflaşmıştır.
Bunu iyice anladığın
zaman deriz ki: Marifetuliah ve Rabbânî mükâşefeler, Kur'ân ve vahiy ile kemâle
erer, tam olur. Akıl da, bu marifetuliah ile aydınlanır, saflaşır ve kemale
erer (olgunlaşır). Rûh cevheri ise, bu akıl ile tamam olur, kemâle erer.
Bedenin durumu da, bü rûh ile mükemmel olur. İşte bu noktada, hakikî, gerçek
rûhur. vahiy ve Kur'ân olduğu ortaya çıkar. Çünkü bunlar sayesinde, cehalet ve
gaflet uykusundan uyanılabiiir. Böylece de, behîmîlik (hayvanlık) toprağından,
melekliğin evine geçmek mümkün olur. Binâenaleyh "rûh" kelimesini,
vahiy manasında kullanmak son derece münasib ve uygundur. Bunu kuvvetlendiren
hususlardan birisi de, Cenâb-ı Allah'ın "O (Kur'ân'ı) emin rûh senin kalbine
indirdi" (Şuârâ, 193) ayetinde Cebrail (a.s)'e, "Rûhullah"
tabirinde de[7] Hz. İsâ (a.s)'ya
"rûh" demiş olmasıdır. Bunun bu manada kullanılışı güzel ve
yerindedir. Çünkü bu ikisnin varlıkları sebebi ile kalbin hayatı demek olan
hidayet ve marifetullah meydana gelmiştir. "Rûh" kelimesinin bu ikisi
için, bu manada kullanılması güzel olunca, vahiy ve tenzil (Kur'ân) manasında
"rûh" denilmesi daha uygun olur.
İkinci Görüş: Bu, Ebu
Ubeyde'nin görüşüdür. Ona göre, bu ayetteki "rûh", Cebrail (a.s)'dir.
Bunun başındaki bâ harf-i cerri de, (beraber) manasınadır. Meselâ Araplar,
"Falanca elbisesi ile beraber çıktı" manasında, "Emîr, silahı
ile baraber bindi" manasında, derler. Buna göre ayetin manası,"
"Melekleri Rûh yani Cebrail (a.s) ile birlikte indirir" şeklinde
olur.
[8]
Birinci görüş, doğruya
daha yakındır. Bu hususun izahı şöyledir: Allah Sübhânehü ve Teâlâ, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e Cebrail'i tek başına indirmedi. Aksine ekseri durumlarda,
Cebrail (a.s) ile birlikte fevc fevc melekler de inerlerdi. Baksana Bedir Günü
ve Hz. Peygamber'in savaşlarının çoğunda, Cebrail (a.s) ile birlikte, melek
cemaatleri inerdi. Hz. Peygamber (s.a.s)'e bazan dağlar meleği, bazan denizler
awteği, bazan Rıdvan, bazan da başka melekler gelirdi.
Ayetteki, ifadesi,
"Bu indirme ve inme, ancak Allah'ın emri ile olur" demektir.
Bunun bir benzeri de, "Biz (melekler) senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz
"(Meryem, 64); "(Melekler) O'nun emriyle hareket eder/er"(Enbiyâ,27);
"Bunlar, O'nun korkusundan titreyenlerdir' (Enbiya. 28);
"Kendilerine her surette kahir ve Akim olan Rablerinden korkarak, ne emrolunurlarsa onu
yaparlar" (Nahi, 50) ve "Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere
asla isyan etmezler, neye de me'mÛr !rrse yaparlar"(Tahnm.G) ayetleridir. Bütün bu
ayetler, meleklerin, Allah'ın emri ve izni
olmaksızın herhangi bir işe yönelmediklerini göstermektedir.
Ayetteki, "Kullarından kimi dilerse ona"
ifadesi ile, Teâlâ'nın kendilerine
peygamberlik vermiş olduğu enbiya kasdedilmektedir, "inzar edin diye"
tabiri hakkında Zeccâc şöyle demiştir: "Bu, "en" edatı,
"rûh" kelimesinden bedel olup, manası, "Melekleri, inzâr
edesiniz diye indirir" şeklindedir. Yani, "Yaratıklara, benden başka
ilah olmadığını bildirin, ilan edin" demektir. Zira "inzâr"
korkutarak bildirmektir.
Ayette birkaç fayda
bulunmaktadır:
[9]
Birinci Fayda: Vahyin,
peygamberlere ulaşması, ancak melekler vasıtasıyla olur. Bunu teyid eden şeylerden
birisi de, Cenâb-ı Hakk'in
Bakara sûresinin sonunda, "Mü'minler de (iman etti).
Her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine
inandı"(Bakara. 285) buyurmuş olmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, kendi ismi
ite başlamış ve bunun peşisıra melekleri zikretmiştir. Çünkü Allah Teâla'dan
vasıtasız olarak, doğrudan doğruya vahyi alanlar meleklerdir. Bu vahiy ise,
kitapların tâ kendisidir. Sonra melekler, bu vahyi peygamberlere ulaştırırlar.
Bundan ötürü de, şüphesiz ki doğru olan sıranın, önce Allah'ın zikredilip,
sonra meleklerin, sonra kitapların, sonra da peygamberlerin zikredilmesidir.
Bunu iyice anladığında
biz diyoruz ki: Allah Teâlâ, meleğe vahyettiği zaman, melek bu vahyin zarurî
veya istidlale dayanan bir ilim ile, Allah'ın vahyi olduğunu bilir. Bunu istidlale
dayanan bir ilim olduğunu farzede^sek, bu nasıl elde edilir? Yine melek bu
vahyi peygambere tebliğ ettiği zaman, peygamber bunu getirenin, şeytan-ı racîm
olmayıp da, sâdık melek olduğunu zaruri veya istidlalî bir şekilde bilir. Eğer
bu bilme istidlal yolu ile ise, bu istidlal nasıl elde edilir? İşte bunlar, son
derece ince ve hassas konulardır. Bunları bilmek, ancak meleğin hakikatini,
Allah'ın ona olan vahyinin ve meleğin bu vahyi peygambere tebliğ etmesinin
keyfiyetini araştırmakla mümkün olur. Eğer biz bu meseleleri, alışılmış
kelimelerle anlatmaya kalkarsak, maksadı anlatmak zorlaşır ve düzen-intizam
bozulur. Çünkü Kur'ân'ın ayetleri bu vahyin ve bunu indirmenin ancak, melekler
vasıtası ile olduğunu bildirmektedir. Şöyle de diyebiliriz: Farzedeiim ki buna
Kur'ân ayetleri delalet etmiyor. Fakat durumun böyle olması ihtimali, aklın
bedaheti ile de anlaşılır.
Bunun iyice
anladığında diyoruz ki: Biz, Cebrail (a.s)'in sadık ve yalan ile telbisten
(karıştırmaktan) masum olduğunu ancak nakli delillerle (rivayetlerle)
bilmekteyiz. Nakli delillerin doğruluğu ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
doğruluğuna dayanır. Onun doğruluğu da. bu Kur'ân'ın habis şeytan tarafından
değil de, Altah Teâlâ tarafından gönderilen muciz bir kelam olmasına dayanır.
Bunu anlamak ise, Cebrail (a.s)'in doğru, hakkı söyleyen, karıştırmaktan ve
şeytani fiillerden uzak olduğunu bilmemize dayanır. O zaman ise bir devr-i
fasid gerekir. İşte bu, zor bir noktadır. Fakat, biz nübüvvetin ve vahyin
hakikatini iyice öğrendiğimiz zaman, bütün bu şüpheler ortadan kalkar.
[10]
Bu ayet, "O,
kendi emri ile... rûh ile melekleri indirir" ifa- desi ile kendisine
işaret olunan ruhun ancak, "Benden başka hiçbir tanrı yoktur. Benden
ittikâ edin" ifadesi olduğuna delalet
eder. Bu, doğru
bir sözdür. Çünkü
beşeri mutlulukların dört mertebesi vardır:
a)
Nefsânî-rûhî
mutluluklar,
b)
Bedenî
mutluluklar,
c)
Zorunlu ve
gerekli (tazime) olmayan bedenî sıfatlar,
d)
Bedenden ayrı
haller ve durumlar...
Birinci Mertebe: Bu,
nefsanî-rûhî kemallerdir. Bil ki nefsin iki kuvveti vardır:
1) Gayb âleminden gelen mevcudatın şekillerini ve
biçimlerini kabul etme, onları algılama istidadı... Bu, kuvve-i nazariyye
(tefekkür kuvveti) diye isimlendirilen kuvvettir. Bu kuvvetin mutluluğunun temelinde
marifet (bilgiler) elde etmede yatar. Marifetlerin en şereflisi ve en yücesi
ise, Allah'tan başka ilah olmadığını bilmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, 'Benden başka
hiçbir tann yoktur diye uyarın " buyruğu ile, buna işaret edilmektedir.
2)
Bu ikinci kuvvet,
nefsin bu âlemin maddeleri üzerinde tasarrufta bulunma kabiliyetidir. Bu
kuvvet, kuvve-i ameliyye diye isimlendirilen kuvvettir. Bu kuvvetin mutluluğu
ise, sâlih ameller yapmaktadır. Salih amellerin en yücesi ve en şereflisi ise,
Allah'a ubûdiyyet ve kulluktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Benden ittikâ edin"
sözü İle ae, buna işaret edilmektedir. Kuvve-İ nazariyye, kuvve-i ameliyyeden
daha önemli ve şerefli oldğu için, Hak Teâlâ; "Benden başka hiçbir tanrı
olmadığım..." ifadesinin tşaret ettiği, kuvve-i nazariyyenin
mükemmelliklerini ve kemâlâtım, "Benden ittikâ edin" ifâdesinin
işaret ettiği, kuvve-i
ameliyyenin kemâlatından ve mükemmelliklerinden önce zikretmiştir.
İkinci Mertebe: Bedenî
mutluluklar demek olan bu mertebe de, iki kısımdır: Bedenî sıhhatin ve hayat
kuvvetinin mükemmellikleri ki, ben bununla, bedene ait onyedi kuvveyi
kastediyorum.
Üçüncü Mertebe: Bu,
bedenî arızî (sonradan olma) sıfatlar ile ilgili olan mutluluklardır. Bu da iki
kısma ayrılır: Asılların, köklerin mutluluğu ve furü'un, dalların mutluluğu ki
bununla gerek babaların, ataların halinin mükemmelliğini, gerek çocukların,
geriden gelen nesillerin mükemmelliğini kastediyorum.
Dördüncü Mertebe: Bu,
en düşük mertebedir. Bu mertebe, insanın dışındaki sebepler ile meydana gelen
mutluluklardır. Bunlar da, mal ve makamdır. Böylece, mutlulukların en kıymetli
mertebesinin nefsanî-ruhanî haller olduğu sabit olur. Bu haller de, nazarî ve
ametî kuvvelerin mükemmel oluşuna dayanır. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak bu
ayette, bu iki kuvvenin en üstün halini zikrederek "Benden başka hiçbir
tanrı yoktur" diye uyarın. Benden ittikâ edin" buyurmuştur.
[11]
"O, gökleri ve
yeri hak olarak yarattı. O, eş tutmakta oldukları şeylerden yücedir" (Nahl. 3).
Bil ki Allah Teâlâ,
geçen ayette, zatından dolayı hakkı tanımayı, ''Benden başka hiçbir tann
yoktur" diye beyan edip, kendi ile amel edilsin diye, "Benden itüka
edin" ifadesi ile hayrı tanımayı beyan edince, ki bu ruhların ruhu
(herşeyin özü), mutlulukların, hayırların ve şereflerin kaynağıdır, bunun
peşinden yaratıcı ilahın varlığına, kudret ve hikmetinin mükemmelliğini anlatan
delilleri getirmiştir.
[12]
Bil ki biz,
ulûhiyyetle ilgili delillerin ya zât ve sıfatlardaki, "imkân"
deliline, yahut "hudûs" deliline, yahut da "imkân ve hudûs"
delillerinin ikisine birden tutunma şeklinde olduğunu beyan etmiştik. Bunların
tamamı altı şekildir. Allah Teâlâ'nın münzel kitaplarında bahsedilen yol
(şekil) ise, sıfatların hudûsuna (sonradan oluşuna) ve hallerin değişmesine
tutunmak, bunları delil getirmektir. Bu yol da iki kısımdır:
a) Gizliden daha
gizliye geçerek, açıktan daha açığa tutunmaktır. Bu yol, Bakara sûresinin baş
taraflarında kullanılan metoddur: Allah Teâlâ orada, "Sizi yaratan
Rabbinize ibadet ediniz {birleyiniz}"(Bakara, ai) buyurmuş ve böylece, her
bir canın (insanın) hallerinin değişmesini, bir yaratıcıya muhtaç olmaya delil
kılmıştır. Daha sonra bunun peşinden, insanın babalarının ve annelerinin
hallerini delil getirmiştir. Buna, 'Ve sizden öncekileri yaratan "(Bakara,
21) cümlesi ile işaret etmiştir. Bunun peşinden de yeryüzünün hallerini delil
getirmiştir. Bu da, "O (Rab) ki yeryüzünü sizin için bir döşek kıldı"
(Bakara, 22) ifadesidir. Çünkü yeryüzü, bize gökten daha yakındır. Bunun
peşinden, dördüncü mertebede, "Göğü bir bina yaptı"; beşinci
mertebede, göğün yer ile birleşmesinden meydana gelen hallerden bahsederek,
"O gökten su indirip onunla türlü türlü semereleri sizin için nzık
çıkardı" (Bakara, 22) buyurmuştur.
Kur'ânî delillerden
ikinci yol da, Cenâb-ı Hakk'ın, düşük olandan daha düşük olana inerek, kıymetli
olandan daha kıymetli olan ile istidlal etmesidir. Bu yol da, bu surede
kullanılmıştır. Bu böyledir. Çünkü Allah Teâlâ hür ve irade sahibi bir ilahın
varlığına istidlal etme hususunda, önce yüce olan feleklerin
kütlelerini zikrederek başlamış, sonra ikinci olarak insanın çeşitli halleri
ile, üçüncü olarak hayvanların halleri ile, dördüncü olarak bitkilerin halleri
ile, beşinci olarak da anâsir-ı erba'anın (dört ana elementin) halleri ile
istidlal etmiştir. İşte bu tertip son derece güzeldir.
8u mukaddimeyi iyice
anladığında biz deriz ki: Hakim bir ilahın varlığına getirilen zelillerin
birinci çeşidi, buna göklerin ve yerin halleri ile istidlal etmektir. İşte
bundan dolayı Cenâb-t Hak burada, "O, gökleri ve yeri hak olarak yarattı.
O, eş tutmakta oldukları şeylerden yücedir" buyurmuştur. Biz, "Hamd
olsun, o gökleri ve yeri .aratan... Allah'a"nEn'tm. 1) ayetinin
tefsirinde, "halk" (yaratma) işinin, kaç yönden ^akîm bir yaratıcıya
muhtaç olduğuna delâlet ettiğini anlatmıştık. Burada o vecihleri tekrar
etmemizde bir sakınca yoktur. Binâenaleyh biz diyoruz ki: "Halk, belli bir
miktar 4e takdir etmek, ölçmek biçmek" demektir. Bu mana, birçok bakımdan
göklerde vardır:
1) Her cisim sonlu ve sınırlıdır. O halde, gökyüzü de
sınırlıdır. Hacim ve miktar rakımından sınıflı olan herşeyin, daha fazla veya
daha noksan olmayıp, o belli miktarı te sınırlandırılmış olması, mümkin ve caiz
bir iştir. Her caiz ve mümkin şeyin, mutlaka oir takdir edeni ve bir tahsis
edeni (sınırlayanı) vardır. Başkasına muhtaç olan her şey ise, muhdestir.
2)
Hareketin
ezelî olması imkansızdır. Çünkü hareket, kendisinden önce oaşkasının geçmesini
gerektirir. Halbuki ezelî oiuş, buna aykırıdır. O halde, hareketle, ezel?
oluşun arasını uzlaştırmak imkânsızdır.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: Ya, kütlelerin ve maddelerin ezelde -evcut
olmadıklarını, sonradan meydana geldiklerini söyleriz; yahut da, biz deriz w,
onlar her ne kadar ezelde mevcut ve var idiyseler de, ancak ne var ki onlar,
sakın, hareketsiz halde idiler de, sonradan müteharrik oldular. Bu iki takdire
göre de, o Kütle ve maddelerin hareketlerinin bir evveli vardır. İşte, önce
veya sonra değil de, o başlangıçtan itibaren hareketin meydana gelişi, yaratma
ve takdir etmedir. Binâenaleyh onun, kendisini takdir eden, yaratan ve tahsis
eden bir takdir edene, yaratana ve tahsis edene muhtaç olması gerekir.
3) Feleklerin maddeleri, bir kısmı o feleğin kütlesinin
içinde, bir kısmı da yüzeyinde bulunan birtakım cüzlerden ve kısımlardan
meydana gelmiştir. O kütlenin içinde bulunan kısmının yüzeyinde bulunması,
yüzeyinde bulunanın da içinde bulunması, aklen caiz olan bir husustur. Bunun
böyle olduğu sabit olunca, o kütleyi meydana getiren her bir parçanın, kendi o
muayyen yerine tahsis edilmesi, caiz ve mümkün oian bir iştir. Binâenaleyh, bu
caiz olan hususun, bir takdir ve tahsis edene muhtaç olması gerekir. Geriye
kalan diğer izahlar ise, En'âm sûresinin başında ele alınmıştı.
Bil ki, Allah
Sübhanehû ve Teâlâ, göklerin ve yerin hadis olduğuna dair, yaratıp takdir etme
ile hüccet getirince, bunun hemen peşinden, "O, eş tutmakta oldukları
şeylerden yücedir" buyurmuştur. Bununla şu kastedilmiştir: Göklerin ve
yerin kadîm olduğunu söyleyenler, sanki de, Allah'ın ezelî ve kadîm olma
vasfında müşterek olan bir şeriki, Allah'a ortak koşmuşlardır. Bu sebeple,
Cenâb-ı Hak kendisini bundan tenzih etmiş ve kendisinden başka
"kadîm" bulunmadığını beyan buyurmuştur. Bu izahımızla, sûrenin
başındaki, "O, onların eş tutmakta oldukları şeylerden münezzehtir"
(Naw, i) ifadesinden elde edilmek istenen mânanın, burada bu kelimenin
zikredilmesinden elde edilmek istenen mânadan başka olduğu ortaya çıkmış olur.
Çünkü, bu ifâdenin burada zikredilmesinin maksadı, "Putların, azabı kendilerinden
defetme hususunda, o kâfirlere şefaatçi olabileceğini" söyleyen kimselerin
görüşünü iptal etmektir. Yine bundan maksat, maddelerin kadîm, göklerin ve
yerin ezelî olduğunu söyleyenlerin görüşünü İptal etmektir. Böylece Allah
Teâlâ, ezeliyyet ve kadîm oluşta, başkasını kendisine ortak koşmaktan,
kendisini tenzih etmiştir. Allah en iyisini bilendir.
[13]
"insanı bir damla
sudan yarattı O. {Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık birhasım (kesilmiş)
tir!" (Nahl, 4).
Bil ki, felekler ve
yıldızlardan sonra, maddelerin en kıymetlisi insandır. Binâenaleyh Allah Teâlâ,
hakîm bir ilahın varlığına, feleklerin kütlelerini delil getirince, bunun
peşinden aynı şeye, insanın yaratılışını da delil olarak zikretmiştir.
Bil ki insan, beden ve
ruhtan meydana gelmiştir. O halde Allah'ın "İnsanı bir damla sudan yarattı
O" buyruğu, hakîm bir yaratıcının varlığına, insanın bedeniyle;
"(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım kesilmiştir" ifadesi
de, böyle bir yaratıcının varlığına insanın halleriyle istidlalde bulunmaya bir
işarettir.
Birincisine gelince,
bunu şu şekilde izah edebiliriz: Nutfenin, gerek maddî, gerekse müşahedeye göre
parçaları birbirine benzeyen bir madde olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki
bazı tabibler, onun parçalarının gerçekte farklı olduğunu söylemektedirler. Bu
böyledir, zira, "nutfe", dördüncü nazımın neticesinden meydana
gelmektedir. Çünkü
gıdanın, midede bulunması ilk hazım; ciğerde bulunması ikinci -azım; damarlara
geçmesi üçüncü hazım, diğer organlara geçmesi ise dördüncü ".azimdir. İşte
bu noktada, bir kısım gıdalar, kemiklere geçer ve o kemikte, eşsiz bir tabiat
harikası meydana gelir. Et, sinir, damar ve diğerleri hakkındaki sözümüz de
aynıdır. Şehvet tahrik olunduğunda, bedeni istilâ eden o hareket esnasında, bütün
uzuvlardan bir sıvı çıkar gelir ki, işte nutfe budur. Böyle olması halinde
nutfe, parçaları e cüzleri farklı farklı olan bir madde olmuş olur.
Sen bunu iyi
anladığında biz diyoruz ki: haddizatında nutfe, ya karakter ve mahiyet
fcbariyle parçaları birbirine benzeyen bir maddedir, yahut da, parçalan
birbirinden farklı olan bir maddedir.
Eğer, doğru olan
birincisi olursa, o zaman, o bedenin o nutfeden meydana ge'mesini gerektiren
şeyin, nutfenin ve hayız kanının cevherinde bulunan karakter *e tabiat olması caiz
olmaz. Çünkü, tabiatın tesiri, tedbir ve irade ile değil, zatı icabı «« gerekli
kılma iledir. Tabii kuvvet, parçaları birbirine benzeyen bir maddeye tesir
ettiğinde, o fiilin küre biçiminde olması gerekir. "Basit nesnelerin tabii
şekillerinin <üre şekünde olması gerekir" diyen kimseler, işte bu söze
dayanmışlardır. 3inâenaleyh, canlının nutfeden meydana gelmesini gerektiren şey
onun tabiatı oteaydı, onun şeklinin küre biçiminde olması gerekirdi. Durum
böyle olmadığına göre, canlıların bedenlerinin meydana gelmesini gerektiren
şeyin, onun karakteri değil, tam aksine hür ve irade sahibi bir fail olduğunu
ve hikmeti, tedbiri ve iradesiyle -arattığını anlamış oluruz.
Eğer ikincisi olursa
ki bu da, nutfelerin, karakter ve mahiyet bakımından farklı *arkh olan
parçalardan meydana gelmiş bir madde olduğunun ileri sürülmesidir. Biz diyoruz
ki: Böyle olması halinde, bedenin o nutfeden meydana gelmesinin, hakîm, hür ve
irade sahibi bir failin tedbiriyle olması gerekir. Bunu birkaç yönden izah
edebiliriz:
Birinci İzah: Nutfe,
çok çabuk kaybolan, rutubetli, (yapışkan ve ıslak) bir şeydir. Durum böyle
olunca, onda mevcut olan parçalar, o hali ve nisbeti, durumu muhafaza edemez. O
halde, dimağın maddesi demek olan o cüz'ün, en aşağıda bulunması mümkün olur.
Katbin maddesi olan parça da, bazan üstte bulunur. Durum böyle olunca,
canlıların uzuvlarının, ne devamlı, ne de umumiyetle bu muayyen tertip üzere
bulunmaması gerekir. Durum böyle olunca da, o uzuvların, muayyen ve hususî bir
tertip üzere meydana gelişlerinin, hakîm, hür ve irade sahibi bir failin
tedbiriyle olmuş olduğunu anlamış oluruz.
İkinci İzah: Nutfenin,
karakterleri *arklı farklı parçalardan meydana gelmiş bir madde olduğunu
farzedelim. Ancak ne var ki, onun terkibinin analizinin, haddizatında her biri
basit bir cisim, nesne olan birtakım cüz ve unsurlara varıp dayanması gerekir;
durum böyle olunca da şayet, o nutfeyi tedbir eden, tabii kuvvet olsaydı, o
zaman o basit cisimlerden her birinin şeklinin küre olması ve canlının da,
birbirine yapışmış birtakım küreler şekli üzere olması gerekirdi. Durum böyle
olmadığına göre, canlıların bedenlerini tedbir edenin ne onların tabiatları, ne
yıldız, ne feleklerin tesirleri olmadığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü, tesirler
birbirine benzerler. Böylece, canlıların bedenlerini idare edenin, hakîm, hür
ve irade sahibi bir fail olduğunu anlarız ki, elde edilmek istenen netice de
budur. Bütün bunlar, hür ve irâde sahibi bir ilâhın varlığına, canlıların
bedenleriyle istidlalde bulunmaktır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, 'insanı bir damla sudan
yarattı O" buyruğundan kastedilen işte budur.
[14]
İnsanların ruhlarının
halleriyle, hakîm, hür ve irâde sahibi bir yaratıcının varlığına istidlalde
bulunmaya gelince, ki bu, "{Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım
(kesilmişjtir" buyruğudur. Bu hususta da birkaç mesele vardır:
[15]
Bu mesele, bu
istidlalin izahı ve anlatımı hakkındadır: İnsanın ruhu, ilk yaratılışta, diğer
canlıların ruhlarından zekâ, anlayış ve kabiliyet bakımından daha düşüktür. Baksana,
tavuğun yavrusu civciv, daha yumurtanın kabuğundan çıkar çıkmaz, düşmanıyla
dostunu birbirinden ayırır; meselâ kediden kaçar, annesine sığınır. Yine o,
kendisine uygun olan ve olmayan gıdaları da birbirinden ayırır. Ama insanın
yavrusuna gelince, o, annesinden ayrıldığı anda, kesinlikle, dostuyla
düşmanını, zararlı olanla faydalı olanı birbirinden ayırdedemez. Böylece,
insanın ilk meydana geldiği anda, diğer canlılardan, durum, zekâ ve anlayış
bakımlarından, daha aşağı seviyede olduğu ortaya çıkmış otur. Daha sonra insan
büyüdükçe, aklı gelişir, anlayışı kemâle erer. Böylece de gökler ve yer alanına
hükümran olacak bir duruma gelir. O, böylece, Allah'ın zât ve sıfatlarını,
ruhlar, maddeler, felekiyyât ve unsurlar gibi çeşitli şeyleri tanımaya ehil hale
gelir. Ve yine o, Allah'ın dini hususunda kuvvetli şüpheler irâd etmeye ve
bütün gaye ve istekler hususunda şiddetli düşmanlık yapmaya da muktedir bir
hale gelir. O halde, insan ruhunun, o aşırı bilgisizlikten bu çok üstün anlayış
ve zekâ durumuna geçişinin, hikmet ve irâde gereği, ruhları o noksanlıklarından
kemâl mertebelerine; cahilliklerinden, bilgi mertebelerine intikal ettiren,
hakîm, hür ve irade sahibi bir ilahın tedbiri ile olması gerekir. İşte 'İnsanı
bir damla sudan yarattı O. (Böyle iken) bakarsın kî o, apaçık bir hasım
(kesilmişjtir" ayetinden maksad da budur.
Bunu iyice anladığın
zaman, senin pekçok şeye dikkat edip farketmen mümkün olacaktır.
[16]
Cenâb-ı Hak, İnsanı,
Kur'ân'ı Kerim'de zikredilmiş olan değişik safhalar neticesinde, "nutfe"den yaratmıştır.
Bunlardan bir tanesi
de, "Andolsun, biz insanı çamurdan ılmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sağlam ve
metin bir karargâhta bir jtfe yapöA"(Mü'minun. 12-13) ayetleridir. Ancak
ne var ki Cenâb-ı Hak, ayrıntıları başka ayetlerde zikredildiğinden, burada (Nahi.
4) kısa bir anlatım ile beyan buyurmuştur.
[17]
Cenâb-ı
Hakk'ın,"(Böyle iken) bakarsın ki
o, apaçık bt hasım (kesilmiştir)"
buyruğu hakkında iki bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Vahidî
şunu demiştir: "Hasîm" kelimesi, "muhâsım" (muhasım:düşman)
anlamındadır. Dilciler ise, "hasîm" kelimesi, sana husûmet gösteren,
düşmanlık yapan kimse anlamındadır" demişlerdir. "Fail" veznin
"mufâil" manasına grtmesi, bilinen bir şeydir. Meselâ,
"münâslb" manasında "nesîb", "muâşir" (yakın
dost, arkadaş, akraba) manasında "aşîr" ve, yiyen ve içen anlamlarına
gelen e*d1" ve "şerîb" kelimesi gibi, "hasîm"
kelimesinin, "hasım oldu, münakaşa etti" anlamında olmak üzere,
"Hasama-yahsimu" fiilinden ism-i fail (Hâsım) manasında : -naşı da
caizdir. Hamza'nın (Yasin.49» şeklindeki kıraati de, bu abadandır.
İkinci Bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın, "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım
kesilmiş)tir"
beyanı hakkında iki vecih bulunmaktadır:
1)
Bunun manası
şudur: "Bir de bakarsın ki o, kendi nefsine uymuş ve onu müdafaa ediyor.
Tiksinilecek bir nutfe, hiçbir hissi ve hareketi olmayan bir nutfe olduktan
sonra şimdi, hasımlık yaparak çekişiyor." Bundan maksat ise, bu değersiz
a/umdan bu yüce ve âlî makama geçmenin, ancak hakîm ve alîm olan bir müdebbirin
tedbîr ve idaresiyle olduğunu beyan etmektir.
2) "Bir de bakarsın ki o, Rabbine karşı amansız bir
hasım ve yaratıcısını inkâr eden olmuştur; "Bu çürümüş kemiklere kim can
verecekmiş?" (Yasin. 78) der.." «anası kastedilmiştir. Bundan gaye
ise, insanın ne kadar cahil ve utanmaz olduğunu; küfrân-ı nimet ve nankörlükte
devamlı ve ısrarlı olduğunu göstermektir.
Birinci izah sekli daha
uygundur. Çünkü bu ayet-i kerimeler, hakîm olan yaratıcının —liflina istidlalde
bulunmak gayesiyle zikredilmektedirler; yoksa,
insanın ıazlığım, küfür ve nankörlükteki ısrarını ortaya koymak için
değil...
[18]
"Davarları da
sizin için O yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve
nice menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de. Akşamleyin getirirken,
sabahleyin salıverirken onlarda sizin için güzel bir zinet vardır Onlar sizin
ağırlıklarınızı yüklenir, yarı canınız tükenmeden varamtyacağınız bir memlekete
götürür. Şüphesiz ki Rabbiniz çok şefkatli, çok merhamet edicidir"' {Nah! 5-7).
Bu ayet-i kerimelerle
ilgili birkaç mesele vardır.
[19]
Bil ki, İnsandan sonra
yeryüzünde mevcut maddelerin en, kıymetlisi, kendilerine kıymetli kuvveler
tahsis edildiği için. hayvanlardır. Bu kıymetli kuvveler de zahiri ve batını hislerle,
şehvet ve gadabtır. Sonra bu hayvanlar da ikiye ayrılır:
a)
İnsanların
istifâde ettiği canlılar.
b)
Böyle
olmayanlar...
Birincisi,
ikincisinden daha kıymetlidir. Çünkü canlıların en kıymetlisi insan olunca, insanın
kendisinden daha çok ve daha fazla istifâde ettiği canlının, hayvanın da
başkasından daha kıymetli olması gerekir.
Sonra biz diyoruz ki,
insanın kendisinden yararlandığı o hayvandan, ya insan, yeme, giyme gibi zaruri
geçim vesileleri için yararlanır veyahut da böyle olmayıp o ondan ancak, zinet
vb. gibi zaruri olmayan şeyler hususunda istifâde eder. Birincisi ikincisinden
daha kıymetlidir ki, işte bu kısım, Cenâb-ı Hakk'ın "en'am-davariar"
diye bahsettiği hayvanlardır. İşte bundan dolayı bu ayette önce onlardan
bahsedilerek "Davarları da sizin
için o yaratmıştır" buyurulmuştur.
[20]
Bil ki en'âm şu sekiz
çift hayvana denilir. Bunlar da koyun, deve, keçi ve sığırdır. Bazan da,
"en'âm" şu üç şeye, yani deve, sığır ve davara denilmektedir. Keşşaf
sahibi "Bu lafız, genel olarak deve hakkında kullanılır" demiştir.
Ayetteki kelimesi mansûb olup, bunu nasbeden fiil ise helaka fiilinin tefsir
ettiği muzmer bir (halaka) fiilidir. Bu tıpkı "Ay'a (gelince) biz ona da
birtakım menziller (duraklar) tayin ettik"(Ywin, 39) ayetinde olduğu
gibidir. Bu İfadenin daha tince geçen, "el-insan" (Nam, 4) kelimesine
atfedilmiş olması ve kelamın takdirinin, ~ÂMah, insanı ve en'âmı yarattı"
şeklinde olması mümkündür.
Vahidî şöyle der:
"Söz, "Davarları da sizin için O yaratmıştır" ifadesinde
•jBMmlanmıştır. Daha sonra, söz yeniden başlayarak, ""Bunlarda sizin
için ısıtıcı ve Koruyucu nice maddeler vardır" buyurulmuştur. Bu sözün
lekûm "(sizin için)" ve-mesinde tamamlanmış olması, daha sonra
da (Bunlarda sizin için, ısıtıcı koruyucu nice maddeler) diye yeniden
başlaması mümkündür. Nazm kitabının Müellifi
şöyle demiştir: "Bu iki izahtan en güzel olanı, kelamın
"Davarları da sizin O
yaratmıştır" ifâdesi üzerinde bittiğini söyleyendir. Bunun delili bu
ifâdeye, darda sizin için güzel bir zinet vardır" ifâdesinin atfedilmiş
olmasıdır ki, buna göre hatamın takdiri "bunlarda sizin için ısıtıcı ve
koruyucu maddeler ve sizin için güzel ar zinet vardır" şeklindedir.
[21]
Allah Teâlâ,
el-en'âm'ı mükellefler için yarattığını bildirince, bunun peşinden
onlardaki menfaatlerin neler olduğunu sayıp dökmüştür. Bil ki,
"en'âm"m faydalarının birkısmı zarurî bir kısmı ise zaruri değildir.
Allah Teâlâ, önce zaruri olanları afla almıştır.
Birinci Fayda:
HakTeâlâ'nın ''Bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu
aaoe maddeler
vardır" cümlesinin ifâde ettiği husustur. Cenâb-ı Hak, bu hususu başka ar
ayette de zikrederek, "... yünlerinden, yağlarından, kıllarından,..."
(Nahi, 80) Buyurmuştur. Dil alimlerine göre "dif" kelimesi,
kendisiyle ısınılan elbise «tarımdadır. el-Esmaî şöyle der: "Dif",
isi, sıcaktık demektir. Nitekim Arapça'da, ~Şu duvarın difinde, sıcağında
otur" denilir; yani, o duvarın dibinde, (rüzgârdan korunmuş güneş alan
kısmında)... Bu kelime hemze hazfedilip de harekesi fa'ya "dif'un" şeklinde de okunmuştur.
İkinci Fayda: Ayet-i
kerimedeki rnenafiu kelimesinin belirttiği husustur. Alimler, Cfenâb-ı Hakk'ın
bu ifâdeyle, o hayvanların neslini ve sütünü kastettiğini söyleyerek afryfe
demişlerdir: Bu lafız, genel ve umumî bir duruma delalet ettiği halde, Allah âb
lafızla onların neslini ve sütünü kastetmiştir. Çünkü, nesil ve süt ile, bazan
yeme 1, bazan para mukabili satmada, bazan da elbise vs. gibi zaruri şeylerle
tirmek suretiyle istifâde edilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bütün bunları
«apsasın diye bu kısımları, "Nice menfaatler" sözüyle belirtmiştir.
Uçurdu Fayda, ayetteki
"Onlardan yersiniz" cümlesinin ifâde ettiği husustur.
Buna göre şayet,
"Onlardan yersiniz" ifâdesi hasr ifâde eder. Halbuki durum böyle
değildir. Çünkü bazan başkasından da yenilir. Hem, yeme menfaati, giyim
menfaatinden önce gelir; daha niçin Cenâb-ı Hak yeme faydasını sonra
zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Birincisine şöyle
cevap veririz: Yemek, insanların yaşamaları için dayandıkları temel unsurdur:
Tavuk, kaz, kara ve deniz avları gibi, başka hayvanlardan yeme işine gelince,
bu, mutad olmayan kısma dahil olup, bu adeta zarurî olmayan bir meyve yeme
yerine geçmiş olur. Şöyle denilmesi de muhtemeldir: "Yani "Sizin
yiyeceklerinizin çoğu, en'âm'dandır. Çünkü sizler, sığırlarla eker ve
biçersiniz. O halde hububat ve sizin yediğiniz mahsûller de, en'âm vasıtasıyla
olmuş olur. Hem yine sizler, develeri (ve diğerlerini) kiralamak suretiyle de
fayda temin edersiniz. Yine sizler, en'âm'ın sütünden, yavrusundan ve
derisinden de yararlanırsınız ve bütün yiyeceklerinizi bunları vererek
karşılarsınız."
İkincisine de şöyle
cevap verilir: Giyim, yeme işinden daha uzun sürelidir. İşte bundan dolayı
giyimi, yemeden önce zikretmiştir.
Bil ki, bu üç fayda,
en'âm'dan, zarurî olarak elde edilen faydadır. En'âm'dan elde edilip de zarurî
olmayan faydalar ise şunlardır:
Birinci Fayda:
Cenâb-ı Hakk'ın"Akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken
onlarda sizin için güzel bir zinet vardır" ayetinin ifâde ettiği husustur.
İrahe, deveyi, akşamleyin ağılına getirmek anlamına gelir. Çünkü deve,
geceleyin ağılına sığınır. Yine Arapça'da insanlar develeri mer'âlara
götürdüklerinde, denilir. Dilciler şöyle demişlerdir: "Akşamleyin deveyi ağıla
alma işi, yağmurlar yağıp otlar çoğalıp Araplar merada davar otlatmak için
çıktıkları bahar günlerinde çek olur. Hayvanlar bilhassa bu günlerde çok güzel
olurlar."
Bil ki onların
güzelliklerinden istifâde şekli şöyledir: Çoban, o hayvanları akşamleyin ağıla
getirip, sabahleyin de ağıldan mer'âya salıverin, işte o hayvanlar, bu
getirilip, sonra da mer'âlara salınma sırasında bir güzellik aîzederler. Ve o
meralar, o koyun ve develerin sesleriyle yankılanır. İşte bu esnada, onların
sahipleri sevinir; onlara mâlik olmalarından dolayı, onların insanlar katındaki
etkisi ve değeri çoğalır.
Şayet, "Cenâb-ı
Hak niçin hayvanları ağıla getirmeyi, onları salıvermeden önce
zikretmiştir?" denilirse biz deriz ki:
Davarı ağıla
getirmedeki güzellik daha çoktur. Çünkü o hayvanlar, karınları doymuş ve
memeleri sütle dopdolu olarak gelirler. Sonra da ağılda, sahiplerini, toplu bir
biçimde beklerler. Ama, ağıldan mer'âya göndermek böyle değildir. Çünkü, o
hayvanlar mer'âya, aç ve sütsüz olarak çıkarlar; sonra da, dağılıp yayılmaya
başlarlar.
Böylece, hayvanların
ağıla alınmasındaki güzelliğin, onların mer'âya salınmasındaki güzellikten daha
fazla olduğu ortaya çıkar.
[22]
İkinci Fayda:
"Onlaı sizin ağırlıklarınızı yüklenir, yan canınız tükenmeden varamayacağınız
bir memlekete götürür. Şüphesiz ki Rabbiniz, çok merhametli, çok
şefkatlidir" buyruğu rakkında iki mesele vardır:
[23]
Eşkal "siki"
kelimesinin çoğulu olup "siki" yolcunun eşyasına verilen isimdir. İbn
Abbas, "... yarı canınız
tükenmeden
varamıyacağmız bir memlekete" ifadesiyle Mekke'den Medine'ye yahut Yemen'e
yahut Şam'a veyahut da Mısır'a gidip ulaşmayı kastettiğini söylemiştir.
Vahidî şöyle der:
"Bu, onun görüşüdür. Halbuki bununla, "Devesiz olarak ulaşmayı
tekeffül etmeniz halinde size zor gelecek olan her belde" manası
kastedilmiştir." İbn Abbas, manayı bu beldelere tahsis etmiştir. Çünkü,
Mekkelilerin ticâretleri genellikle bu beldelerle oluyordu. Bu ifâde, Şın'ın
fethası ve kesresiyie ofmak üzere hem şıkka, hem de şakk şeklinde okunmuştur.
Kurra'nın ekserisi bu ifâdeyi sının kesresiyte şıkk şeklinde okumuşlardır.
Sının kesresiyie şıkk,
meşakkat ve güçlük; fethasıyla şakk, bir şeyin yarısı manasına gelmektedir.
Burada, lafzı bu iki manaya hamletmek de caizdir. Binâenaleyh, biz bu kelimeyi
meşakkat ve güçlük anlamına hamledersek, mana, ...sizlerin ancak güçlük ve
meşakkatle ulaşabileceğiniz" şeklinde olur. Yok, eğer bunu, "bir
şeyin yansı" manasına alırsak, o zaman ayetin manası, "kuvvetinizin
veya canınızın yansı tükenmeden varamıyacağmız yer" şeklinde olur. İyice
incelendiğinde bunun, meşakkat ve güçlük manasında olduğu ortaya çıkar.
Bazıları, "Davarları da (...) O yaratmıştır" buyruğu ile, sadece
develeri kastettiğini; bunun delilinin ise, Allah'ın, o develeri ayetin sonunda,
"yan canınız tükenmeden, meşakkat çekmeksizin varamıyacağmız bir memlekete
götürür" ifadesiyle vasfetmiş olması olduğunu; bu vasfın ise ancak
develere uygun olduğunu söylemişlerdir.
Biz deriz ki: Bu
ayetlerin maksadı, en'âmın faydalarını sayıp dile getirmektir. Binâenaleyh, o
faydaların bir kısmı, o hayvanların hepsinde; bir kısmı da, bir kısmında
bulunabilir. Bunun delili, Cenâbn Hakk'ın, "... onlarda sizin için güzel
bir zinet vardır" buyruğunun manasının, devede olduğu gibi, sığır ve
davarda da mevcut olmasıdır. Allah en iyisini bilendir.
[24]
Velîlerin kerametini
inkâr edenler, bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu ayet, insanın,
bir beldeden başka bir beldeye geçmesinin ancak yan can olma ve yükleri
develere yüklemekle mümkün olabileceğine delâlet etmektedir." Halbuki
kerameti kabul edenlerse şöyle demişlerdir: "Veliler bir gecede, herhangi
bir yorulma olmaksızın ve herhangi bir güçlüğe de katlanmaksızın, bir beldeden
uzak olan başka bir beldeye geçebilirler (tayy-ı mekân)." Böylece bu
husus, bu ayetin ifâde ettiğinin aksine olan bir husus olmuş olur ki, böylece
bu iddia batıl olmuş olur. Bu misâl ile, kerameti ileri sürenlerin görüşleri
batıl olunca, diğer yerlerdeki görüşleri de batıl olmuş olur. Çünkü, bunlar
arasında herhangi bir fark bulunduğunu söyleyen kimse yoktur.
Biz buna, "Biz bu
ayetin umûmî oluşunu, kerametin bulunduğuna delâlet eden delillerle tahsis
ediyoruz" diye cevap veririz. Allah en iyisini bilendir.
"Hem binmeniz
maksadıyla, hem de zinet için atları, katırları, merkepleri yarattı. Sizin
bilmeyeceğiniz daha neler yaratıyor O..."
(Nah). 8).
Bil ki, Allah Teâlâ,
insanın zarurî menfaatleri ve asli ihtiyaçları hususunda istifâde ettiği
hayvanların faydalarından bahsedince, bundan sonra, insanın zarurî olmayan
ihtiyaçları hususunda, kendilerinden istifâde ettiği hayvanlann yararlarını
dile getirerek "Hem onlara binmeniz için, hem de zinet için atlan,
katırları ve merkepleri yarattı" buyurmuştu. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[25]
Cenâb-ı Hak, bu
ifâdeleri, önce geçmiş oian el-en'âme lafzı üzerine atfederek, "Allah,
en'âmı, şu ve şu şeyler için; bunları ise, binilmeleri için yaratmıştır"
buyurmuş olur. Cenâb-ı Hak, "hem zinet için" buyurmuştur ki, yani,
"Allah onları 2inet olsunlar diye yarattı" demektir. Bunun bir
benzeri de, "Andolsun ki biz, yere en yakın olan göğü bir zinetle,
yıldızlarla süsledik. Her mütemerrid şeytandan koruduk" (Saffât, 6-7)
ayetidir. Buna göre mana, "Biz o göğü, iyice koruduk" şeklinde olur.
Zeccâc, bu ifâdenin, mef'ûlün leh olup, manasının ise, "Allah onları zinet
için yarattı" şeklinde olduğunu söylemiştir.
[26]
At etinin haram
olduğunu ileri sürenler, bu ayetle istidlal ederek; şöyle demişlerdir:
"Yeme menfaati, binme
menfaatinden önde gelir.
Binâenaleyh, şayet atın etini yemek caiz olsaydı, bu yeme işinin ifâde edilmesi daha
evlâ otordu. Allah, onun etinin yenileceğinden bahsetmediğine göre, biz onun
yenilmesinin -aram olduğunu anlamış olduk. Bu istidlali, başka bir açıdan
takviye etmek de mümkündür. Bu cümleden olarak şöyle denilir: "Allah
Teâlâ, en'âm hakkında, "Ve onlardan yersiniz" buyurmuştur. Bu cümle,
hasr ifâde eder. Şu halde bu, en'âm'dan başkasından yemenin caiz olmamasını
gerektirir. Binâenaleyh, bu hasrın muktezâsına göre, at etinin yenilmesinin
haram olması gerekir.
Cenâb-ı Hak, bu
ifâdeden sonra at, katır, eşek gibi şeylerden bahsetmiş ve Dunların, binmek
için yaratıldıklarını bildirmiştir ki, bu da, yeme işinin en'âma tahsis
edildiğini ve at, katır, eşek gibi hayvanlarda bulunmadığım iktizâ eder.
Bu ayetle, şu şekilde
olmak üzere, üçüncü bir cihetten de istidlal edilebilir: Cenâb-ı Hakk'ın
"Hem onlara binmeniz için" ifâdesi, bu üç şeyin yaratılmasından
maksadın -.amamının, "binmek" ve "zinet" olmasını iktizâ
eder. Binâenaleyh, eğer bunları yemek helâl olmuş olsaydı, o zaman bunların
yaratılış maksatlarının tamamı "binmek" : "iaz, aksine, onların
etlerinin yenilmesinin helâl olduğu da kastedilmiş olurdu. Bu durumda da,
"onlara binme" işi,maksadın tamamı olmaktan çıkar, aksine, maksadın
tamamı değil, bir kısmı olmuş olurdu.
Vahidî, buna son
derece güzel bir cevap vererek şöyle demiştir: "Şayet ayet,
u hayvanların
yenilmesinin haram olduğuna delâlet etmiş olsaydı, bu sûrenin Mekkî ; rrası
sebebiyle, bunları yemenin haram olması, Mekke'de bilinmiş olurdu. Şayet durum
da böyle olsaydı, o zaman, "ehlî eşeklerin etleri Hayber senesinde haram
kriinrnıştı" şeklindeki, bütün müfessir ve muhaddislorin görüşleri batıl
olmuş olurdu. Çünkü haram kılma işi, bu günden daha önce mevcut olunca, bu tahrimi,
bu şüpheyle tefsir etmenin bir manası kalmazdı." Bu, güzel ve kuvvetli
olan bir cevaptır.
[27]
Allah'ın fiillerinin
kulların maslahat ve faydalarına bağlı olduğunu ileri sürenler, bu ayetin
zahiriyle istidlal ederek, şöyle demişlerdir: Çünkü bu, bu hayvanların, falanca
varlıkların, insanların menfaati için yaratılmış olmaların iktizâ eder. Bunun
bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'în "Bu bir kitabtır ki, (bütün) insanları
Rabbieıinin izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdik"
ayetiyle, "Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım" (Zariyai,56) ayetidir. Fakat bu husustaki sözümüz malumdur.
[28]
Bir kimse şöyle
diyebilir: Bu ayetin manası, "Allah atı, katırı ve eşeği, siz onlara
binesiniz diye ve zinet olmaları için yaratmıştır"
şeklindedir. O halde
bu ibare niçin terkedilmiştir?
Cevap: Cenâb-ı Hak, bu
sözü bu ifadeyle getirince, o zaman zinet, onların yaratılış maksatlarından
biri olurdu ki, bu caiz değildir. Çünkü bir şeyle zinetienmek, kendini
beğenmeyi, böbürlenmeyi ve kibri doğurur ki, bunlar kötü, kınanmış huylardır.
Allah Teâlâ ise bütün bunları yasaklamıştır. O halde daha nasıl O, "Bütün
bunları elde edesiniz diye, bu hayvanları yarattım" der? Aksine O,
"Sizler onlara binesiniz ve onlar sayesinde yorulma ve meşakkat gibi
zararları kendinizden savuşturasınız diye, onları yarattım" demek
istemiştir. Onlarla zinetlenmek, zaten işin kendisinde mevcuttur. Fakat bu
bizzat maksûd değildir. İşte bu ibarenin seçilmesindeki hikmet budur.
Bil ki Allah Teâlâ
insanların kendilerinden zarurî olarak (kesin surette) istifade ettikleri
hayvanların hallerini ilk önce zikredip, ikinci olarak da, hiçbir zaruret
olmaksızın istifade etttikleri hayvanların hallerini zikredince, hayvanlardan
geriye üçüncü kısım kalmış olur ki bu da, insanların genelde istifâde
etmedikleridir ki, Allah Teâlâ, bunları kısaca beyan ederek "O, sizin
bilmediğiniz daha neler yaratır" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü bu
kısmın, tür, çeşit ve bölümlerini sayı aitına almak, tek tek saymak mümkün
değildir. Eğer insan bu kısmın, enteresan hallerini izah etmeye kalkışsa cilt
cilt kitaplar yazdıktan sonra, bu ciltlerde yazılmış olanlar yapılamayanların
yanında, denize nisbetle bir damla mesabesinde olurdu. Binâenaleyh en güzel olanı,
Hak Teâiâ'nın da bu ayette yaptığı gibi, bu kısmın toptan (kısaca)
zikredilmesidir. Atâ, Mukâtil ve Dan hâk, İbn Abbas (r.a)'in şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: "Arş'ın sağında yedi kat gök, yedi kat yer ve yedi
deniz kadar. nurdan bir nehir yer almaktadır. Cebrail (a.s) her seherde, oraya
girer ve yıkanır. Böylece de nuruna nur, güzelliğine güzellik katar. Sonra
çıkar silkelenir ve Allah Teâlâ, O'nun tüylerinden sıçrayan her damlanın
düştüğü yerde, bin melek yaratır. Onlardan her gün yetmişbin melek Beyt-i
Ma'mur'u ve Kâ'be'yi ziyaret ederler ve tekrar onlara Kıyamete kadar bir daha
sıra gelmez."
[29]
"Doğru yolu
bildirmek Allah'a aittir. Onlardan bazısı ise eğridir. (Allah) dileseydi
muhakkak hepinizi toptan hidayete erdirirdi" (Nahİ, 9).
Bil ki Allah Teâlâ,
tevhidin delillerini izah edince, "Doğru yolu bildirmek Allah'a
aittir.." buyurmuştur. Bu, "Ben her türlü mazeret ve sebebi ortadan
kaldırmak için ve helak olacak kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri
kalacak (iman edecek} kişi de, yine apaçık delili görerek diri kalsın diye, bu
delilleri gösterdim ve izah ettim" demektir. Ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:
[30]
Vahidî şöyle demiştir:
"Kasd, yolun dümdüz olmasıdır. Arapçada, "seni matlubuna, gayene ulaştıracak
olan yol"
manasında,
denilir." Bunu anladığın zaman, bil ki ayette, takdiri, "Doğru yolu açıklamak
Allah üzerinedir" şeklinde bir hazif vardır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"Ondan bazısı ise eğridir" buyurmuştur. Bu "meyleden, sapan
yollar vardır" demektir. Arapça'da "cevr" haktan sapmak,
meyletmek demektir. Mlnha (ondan) kelimesindeki zamir, "yol"a
râcîdir. Yol (sebil) kelimesi, Hicazlılara göre müennestir. Bu, "Bazı
yollar, haktan sapmıştır, hakka doğru değildir" demektir. O yollar da, küfrün
ve dalâletin çeşitli yollarıdır. Allah en iyi bilendir.
[31]
Mu'tezile şöyle
demektedir: "Ayet insanları dine ve hakikata
iletip, hertürlü (küfür) mazeret ve engellerini
ortadan kaldırmanın
Allah Teâlâ'ya vâcib (gerekli) olduğuna delâlet eder. Çünkü O,
"Doğru yolu bildirmek Allah üzerinedir" buyurmuştur.
Buradaki alâ edatı, vâcib oluşu ifade eder. Nitekim Cenâb-ı Hak bu manada
"Beytullah'a Allah için haccetmek, insanlar üzerine borçtur" (am
imran, 97) buyurmuştur. Hem sonra ayet Allah Teâlâ'nın, hiç kimseyi
azdırmadığına, saptırmadığına ve hak yoldan çevirmediğine de delalet eder.
Çünkü eğer Allah Teâlâ, saptıran olsaydı, "Doğru yolu bildirmek ve ondan
saptırmak Allah'a aittir" buyururdu. O böyle demeyip aksine, sadece doğru
yola iletmenin kendine âit olduğunu bildirip, eğri yol için kendine âit
olduğunu söylemeyip, "Onlardan bazısı ise eğridir" buyurunca, bu Hak
Teâlâ'nın hiç kimseyi dinden saptırmadığına delâlet etmiş olur."
Alimlerimiz buna şöyle
cevap vermişlerdir: "Ayetteki "Allah üzerinedir, Allah'a aittir"
ifâdesi ile, "Allah'ın fazlı ve keremi ile, hak yolu ve hak dini beyân
etmesi, Allah'a aittir" manası kastedilmiştir. Allah'ın dalâlete sevketme
ve saptırmasının nasıl olduğunu beyan etmesi ise gerekmez. İşte bu ifadeden
kastedilen bu manadır. Allah en iyi bilendir.
[32]
Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer dileseydi, muhakkak hepinizi
toptan hidayete erdirirdi" cümlesi,
Allah Teâlâ'nın
kâfirleri hidayete erdirmeyi dilemediğine ve onların iman etmelerini
istemediğine delâlet eder. Çünkü lev (eğer) edatı, bir şeyin olmamasından
ötürü, diğer bir şeyin de olmayacağını ifade eder. Binâenaleyh bu ayetin
manası, "Eğer O size hidayet etmek isteseydi, hidayet ederdi"
şeklinde olur ki bu, Allah Teâlâ'nın kâfirlerin hidayetini dilemediğini ve bu
sebeple onlara hidayet etmediğini gösterir. İşte bu da biz (ehl-i sünnetin)
söylemek istediğine delalet eder.
Esamm buna şu şekilde
cevap vermiştir: "Bununla, "Eğer Allah sizi imân etmeye mecbur
tutmayı dileseydi, sizi (öylece) hidayete erdirirdi" manası kastedilmiştir
ki, bu da, Allah'ın onları imana mecbur tutmak istemediğini gösterir."
Cübbâî ise şu şekilde
cevap vermiştir: "Bu, "Eğer Allah dileseydi, sizi cennet yoluna yahut
mükâfaat elde etme yoluna iletirdi. Ama o bunu ancak, hakeden kimseler için diler"
demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu ayetteki "hidayet" ile, imana
hidayet etme, sevketme" manasını kastetmemiştir. Çünkü iman bütün
mükelleflerin gücü dahilinde olan şeydir."
Bazıları da şöyle
cevap vermişlerdir: "Bununla, "Eğer Aliah istese idi, sizi doğrudan
doğruya, lütfü gereği cennetine hidayet eder, iletirdi. Ama O, size getirdiği
ve izah ettiği deliller ile o büyük makamı tanıtmış ve anlatmıştır. Dolayısıyla
kim o delillere tutunursa o makamı elde eder. Kim de onlardan yüz çevirirse o
delilleri elden çıkarmış ve azaba düşmüş olur" manası
kastedilmiştir." Allah en iyi bilendir. Bii ki bu görüşleri, cevaplan ile
birlikte, daha önce defalarca ele aldık. Artık o cevaplan tekrar etmenin
faydası ve gereği yoktur.
[33]
"O, sizin için
gökten su indirendir, içilecekler bundandır ve içinde hayvanlarınızı
otlattığınız otlar da bundandır. (Allah) onunla, sizin için ekin, zeytin, hurma
ağaçları, üzümler ve her türlü meyve bitiriyor. Bunların herbirinde
tefekkür edecek kimseler için elbette birer ayet vardır" (Nahl, 10-11).
Bil ki yeryüzündeki
maddelerin hayvanlardan sonra en kıymetlisi bitkiler olup, .Allah Teâlâ da
hakîm bir yaratıcının varlığına daha önce hayvanların dikkate değer railerini
anlatarak delil getirince, bu ayette de, o hakîm yaratıcının varlığına,
bitkilerin enteresan halleri ile delil getirmiştir.
[34]
Bil ki "gökten
inen su"dan murad, yağmurdur. Yağmurun buluttan mt, gökten mi yağdığı
meselesini, bu kitapta defalarca anlattık. Binâenaleyh yağmur iki kısımdır:
Ailah Teâlâ'nın hem bizim için, hem de bütün canlılar için içecek su kıldığı ki
bu, ayette mlnhu şerâb "İçilecekler bundandır" ifadesi ile
anlatılmıştır. Cenâb-ı Hak bir ^aşka ayetinde, bunun çok kıymetli bir nimet
olduğunu bildirerek, "Her diri şeyi sudan I arattık" {Enbiya, M)
buyurmuştur.
Eğer, "Siz
mahlûkatın içeceği suyun ancak yağmurdan olduğunu mu, yoksa bu çeceğin bazan
yağmurdan, bazan başka şeyden, yani yerin derinliklerinden mevcut olan su
kaynaklarından olduğunu mu kabul ediyorsunuz?" denilirse, Kâdî buna şöyle
cevap verir: "Allah Teâlâ, yağmurun bizim içeceğimiz olduğunu beyân
buyurmuştur; yağmurun dışındaki şeylerden içmemizi nehyetmemeştir." Birisi
şöyle diyebilir: "Ayetin zahiri, hasr (sadece) manasına delalet eder.
Çünkü ayetteki uslûbu hasr ifade eder. Çünkü bu, "Ondan, başkasından
değil" demektir."
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Yerin altında biriken o tatlı su oynaklarının,
orada biriken ve toplanan yağmur sularından olması imkansız değildir. Bunun delili,
"Gökten de yetecek kadar su indirdik ve onu yerin (altında)
yerleştirdik" (Mü’min, 18) ayetidir. Bunun, tatlı suların dışındaki sular
hakkında olması da imkansız değildir. Buna göre denizin suyu da, yağmur suları
cinsinden olur.
[35]
Gökten inen ve
Allah'ın kendisi ile bitkileri bitirdiği ikinci kısım suya, ayette 'İçinde
(hayvanlarınızı) otlattığınız otar da bundandır" ouyruğu ile işaret
edilmiştir. Bu cümle ile ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Ayetin
zahiri, "Şecerİ" otlatmanın mümkün olduğu manasına gelir. Bu, ancak
ayetteki "şecer" sözü ile, kuru ve yaş ot manası kastedildiği zaman
mümkün olur. Bu hususta iki görüş vardır:
Birinci Görüş: Zeccâc
şöyle der: "Yeryüzünde biten herşeye "şecer" denir. Nitekim
şâir, 'Bitki kıt olduğunda o, onlara et yedirir" demiştir. Yani,
"Onlar, yeryüzünde kıtlık olduğunda, bitki bulunmadığında, atlarına süt
içirirler" demektir. İbn Kuteybe, "Ayetteki "Şecer" ile "ot"
manası kastedilmiştir. Nitekim Ikrime'den gelen bir hadiste, "Şecer bedeli
para alıp yemeyin. Çünkü bu haramdır" yani buyurulmuştur Buradaki
"şecer"ot manasınadır.
Birisi şöyle
diyebilir: "Allah Teâlâ, " "Necm" ve "şecer"
(Allah'a) secde ederler" (Rahman, 6) buyurmuştur. Buradaki
"necm" ile, gövdesi, kütüğü olmayan, yeryüzü üzerinde gözüken ve
parlayan bitkiler; "Şecer" ile de, gövdesi olan bitkiler (yani
ağaçlar) kastedilmiştir. Müfessirler böyle demektedirler. Binâenaleyh Cenâb-i
Hak, bu ayette "Şecer"i, "necm" üzerine atfettiğine göre
bu, bu ikisinin birbirinden başka olduğuna delalet etmiştir!'
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Cinsin, türe; türün de cinse atfedilmesi, yaygın ve meşhur bir
üslûbtur. Hem sonra "Şecer" lafzı, bir karışma, birbirine girme
manasını ihsas ettirir. Nitekim insanların sesleri birbirine karıştığında,
"Millet münakaşaya tutuştu; mızraklar birbirine girip karıştığında,
denilir. Hak Teâlâ da, "Aralarında ortaya çıkan davalarında, senin hükmüne
başvurmadıkça"(Nisa.65) buyurmuştur. Bu karışma, birbirine girme manası
kuru ve yaş otlarda da vardır. Şu halde "şecer" lafzının, bu manaya
da gelmesi gerekir.
İkinci Görüş; Develer,
büyük ve yüksek ağaçların yapraklarından otlanabilirler. Dolayısıyla birinci
görüşte zikrettiğimiz izahlara hacet kalmaz. (O zaman buradaki
"Şecer" kelimesi ağaç manasına olmuş olur.)
İkinci Bahis: Cenâb-ı
Hak yani "O, o seçerlerde (otlarda ve) ağaçlarda) hayvanlarınızı
otlatırsınız" buyurmuştur. Arapça'da, hayvanlarını otlatmak için
salıverdiğinde dersin. Yine hayvanlar istediği gibi otlayip, gezip tozduğunda
da,denilir. Zeccâc şöyle der: "Bu kelime, damga ve alamet manasına gelen,
"Süme" kelimesinden alınmıştır. Bunun izahı şöyledir. O hayvanlar
otladıkları yerlerde bazı izler, alametler bırakırlar." Başkaları da şu
izahı yapmışlardır: "O hayvanlar, otlağa salıverilmek için damgalanırlar."
Bu kelime ile ilgili geniş izahı, (aı -i imran, -u) ayetinin tefsirinde
yapmıştık.
Cenâb-ı Allah
"(Allah) onunla, sizin için ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler
bitiriyor" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın yağmur suyu vasıtası ile bitirdiği bitkiler ikiye ayrılır:
1) Hayvanların otlaması ve diğer canlıların otlaması
için olan bitkiler. Bu, ayetteki "içinde (hayvanlarınızı)
otlattığınız" cümlesi ile anlatılmıştır.
2) İnsanın yemesi için yaratılmış olanlar... Bu da,
" (Allah) onunla, sizin için ekin, zeytin..." ifâdesi ile
anlatılmıştır.
Buna göre eğer,
"Allah Teâlâ bu ayette önce hayvanlar için olan bitkileri zikretmiş, bunun
peşinden de insanlar için gıda olacak olanları zikretmiştir. Bir başka ayetinde
.se, bu sırayı değiştirmiş, önce insanların yiyeceğinden, sonra hayvanların
otlayacağı şeylerden bahsederek, "Hem siz yeyin, hem davarlarınıza
yedirin" rrâha. 54) Duyurmuştur. Bunun hikmeti nedir?" denilirse, biz
deriz ki: Bu ayette bahsedilen sıra ite, bir güzel ahlaka dikkat çekmek
istemiştir. O güzel ahlak da, insanın, eli altındakilere, kendinden daha çok ve
daha fazla ihtimam göstermesi, dikkat etmesidir.
İkinci ayet ite ise,
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Önce kendinden başla, sonra geçimini üzerine
aldığın kimselere bak'[36]
hadis-İ şerifinde anlatılan -ıana kastedilmiştir.
İkinci Bahis: Ebu
Bekir'in rivayetine göre. Âsim, bunu nûn ile, azamet ifâde etsin diye, nünbitu
"Biz... bitiriyoruz" şeklinde okurken, diğerleri, yâ ile yünbitü
"(Allah) bitiriyor" şeklinde okumuşlardır. Vahidî, bunu yâ ile
okumanın, önceki İfâde ve fillere daha uygun düştüğünü söylemiştir.
[37]
Üçüncü Bahis: Bil ki
insan, gıdaya muhtaç olarak yaratılmıştır. Gıdalar, ya hayvansal, ya bitkisel
olur. Hayvansal gıdalar, bitkisel gıdalardan daha kıymetli (ve <uwetli)dir.
Çünkü, hayvansal gıdaları yediğinde insanın uzuvlarının gelişip büyümesi,
etkisel gıdaları yediğinde gelişip büyümesinden daha hızlı ve kolay olur. Çünkü
insanla hayvan arasındaki müşabehet (benzeriik-yakınlık) daha ileridir.
Hayvansal gıdalar, ancak hayvanların otlaması ile elde edilir. Bu gıdayı
artırma çabası da, otlatma sayesinde olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın bahsettiği
otlatma da bundan dolayıdır. Bitkisel gıdalar ikiye ayrılır: Tahıllar ve meyveler...
Tahıllar: Bunlara ayette "Zer" (ekin) kelimesi ile işaret edilmiştir.
Meyvelere gelince, bunların en kıymetlisi zeytin, hurma ve üzümdür. Zeytin, bir
açıdan meyve, bir açıdan gıda (esas yiyecektir). Çünkü zeytinde çok yağ vardır.
Yağların yemede, yağlamada ve kandilin yanmasında kullanımı çoktur. Hurma ve
üzümün, diğer meyvelerden farklı ve üstün oluşu, açık ve malumdur.
Allah Teâlâ,
insanların istifade ettiği hayvanları tafsilattı olarak zikredip, sonra diğer
hayvanlar hakkında, "Sizin bilmeyeceğiniz daha neler yaratıyor
O"(Nahi, s> buyurduğu gibi, bu ayette de insanların istifâde ettikleri
bitkileri ayrıntılı bir şekilde sıralamış, diğer bitkilerin cinsleri, türleri,
özellikleri ve faydalan ile ilgili mufassal açıklamanın ciltlere sığmayacağına
dikkat çekmek ve bu hususta uygun olanın öz bir ifade ile yetinmek olduğunu
belirtmek için 'Ve her türlü meyveden (bitiriyor" buyurmuştur!
Cenâb-ı Hak, daha
sonra "Bunların her birinde tefekkür edecek kimseler için elbette birer
ayet vardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:
[38]
Birinci Bahis: Bu
bahis, bütün bu sayılan şeylerin, Allah'ın varlığına delil olan ayetler oluşunu
izah hakkındadır. Buna göre biz diyoruz ki: '"Tek bir tane,toprağa düşer.
Bu halde bir müddet zaman geçince, onun içine, yerin (toprağın) rutubet ve
neminden bir miktar geçer. Böylece o şişer ve bunun peşisıra üst tarafından ve
alt tarafından çatlar. Derken onun üst tarafından, toprağın içinden yukarı,
göğe doğru yükselen bir fidan, alt tarafından da yerin derinliklerine dalan bir
başka fidan çıkar. Yerin derinliklerine doğru dalan kısım, o ağacın kökleri
adını alır. Derken onun yukarı çıkan fidanı büyüyüp, gelişip, güçlenir. Böyece
ondan yapraklar, çiçekler,tomurcuklar ve meyveler çıkar. Sonra o meyveler,
mesela üzüm gibi, farklı farklı niteliklerde olan maddeler ihtiva ederler.
Çünkü meselâ üzümün kabuğu ve çekirdeği soğuk, sert ve katıdır. Fakat eti
sıcak, nemli ve latifdir. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Hem toprağın
özelliği, hem de feleklerin ve yıldızların hareket ve tesirleri, bütün bu
maddelere aynıdır. Bu şeylerin tesir ve alâkalarının aynı olmasına rağmen, o
meyvelerin karakter, tad, renk, koku ve sıfat bakımından farklı farklı
olduklarını görürsün. Binâenaleyh akıl, açıkça bütün bunların ancak, hakim,
rahîm ve kadir bir fâil-i muhtardan (Allah'dan) ötürü olduğuna delâlet eder.
İşte bu delilin izahı bundan ibarettir.
İkinci Bahis: Allah
Teâlâ bu ayeti, "Tefekkür edecek kimseler için" diye bitirmiştir.
Bunun sebebi Allah Teâlâ'nın, bundan önce gökten su indirip, onunla ekin,
zeytin, hurma ve üzüm bitirdiğinden bahsetmiş olmasıdır. Birisi şöyle
diyebilir: "Biz, onları bitirenin Allah olduğunu kabul etmiyoruz. Bütün bu
şeylerin ancak dört mevsimin birbirini takip etmesi ve güneş, ay ve yıldızların
tesiri ile meydana gelmiş olduklarını söylemek niçin mümkün olmasın?" Sen
bu soruyu iyice anladığında, bu ihtimalin yanlışlığına dâir bir delil
bulunmadığı müddetçe, ayetteki delil (izah), bu neticeyi tam ve mükemmel bir
şekilde ifâde etmiş olmaz, aksine bu hususta tefekkür ve teemmül işi devam
etmiş olur. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hak bu ayeti, 'Tefekkür edecek kimseler için" diye bitirmiştir.
[39]
" (Allah),
geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize musahhar kıldı. Yıldızlar da
O'nun enirine boyun eğmişlerdir. Bunların herbirinde aklını kullanacak
kimseler için elbette ayetler vardır. Sizin için yerde çeşitli renklerle yarattığı
neler varsa (onları da size musahhar kılmıştır). Bunların herbirinde, öğüt alacak
kimseler için elbette birer ayet vardır" (Nahl. 12-13).
Ayetle ilgili bir kaç
mesele vardır:
[40]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ayette, "bahsettiğimiz o soruya" şu iki bakımdan cevap vermiştir:
Birinci Cevab: Bu
süflî âlemde (yeryüzünde) meydana gelen hadiseler, bazı feleklerle ve yıldızlarla ilgili
birtakım teşkilât ve münasebetlere izafe edilmişlerdir. Ama o feleklerin ve
yıldızların hareket ve münasebetleri için birtakım sebebier gerekir. O
hareketlerin sebebleri ise, ya yıldızlann ve feleklerin kendileridir, yahut da
kendileri dışında bazı şeylerdir. Birincisi şu iki bakımdan batıldır:
a) Cisimler, birbirine benzerdir. Binâenaleyh eğer
"cisim olma", sıfatın (meselâ hareketin) illeti olsaydı, o zaman her
cismin mutlaka o sıfatla mevsûf olması gerekirdi ki bu imkansızdır.
b)
Eğer cismin
kendisi, mesela o hareket sıfatının meydana gelmesinin illeti : saydı, o zaman
o cismin kendisi devam ettiği, bulunduğu sürece o hareketin de devam etmesi
gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, o zaman cismin, hiçbir değişikliğe uğramadan
aynı hal üzere kalması gerekirdi. Bu ise, cismin hep hareketsiz olmasını
gerektirir, hareketli olmasına manî olurdu. Binâenaleyh maddenin (cismin) zatı
gereği (madde oluşundan dolayı) hareket
ettiğini ileri sürmenin, o maddenin, zâtı gereği sakin (hareketsiz) olmasını
gerektireceği sabit olmuş olur. Varlığı yokluğuna götüren şey ise batıldır.
Böylece cismin, cisim olduğu için, hareketli olmasının imkansız olduğu sabit
olur. Geriye, onun başka bir sebebten ötürü hareketli olması ihtimali kalır. O
başka sebeb de, ya onun içine sirayet eden, yahut da ondan ayrı bir şey olur.
Birinci ihtimal olamaz. Çünkü bahsedilen konu, başka cisimlere değil de o
cisme, mesela o kuvvetin verilmesi ile ilgilidir.
Böylece felek ve yıldızların
maddelerini hareket ettirenin, onlardan ayrı ve başka birşey olduğu kesinleşir.
Onlardan ayrı ve başka olan o şey, eğer cisim yahut cisimle ilgili birşey
olursa, ilk taksim (ihtimaller) yine karşımıza çıkar. Yok eğer o şey, cisim
yahut cisimle ilgili birşey olmaz ise, bu durumda, ya mûcib-i bizzat (mecbur)
olur. Yahut da hür ve irâde sahibi bir fail olur. Birinci ihtimal batıldır.
Çünkü mûcib-i bizzat olan şeyin, bütün cisimlerle alâka ve irtibatı aynıdır.
Binâenaleyh bu takdirde bazı cisimlerin, o belli bazt tesirleri kabul etmesi,
diğer bazılarından daha evla olamaz. Bu ihtimal batıl olunca, felekleri ve
yıldızları hareket ettirenin, cisim olmaktan ve cisimle alâkalı bir şey
olmaktan münezzeh, hür ve irade sahibi; herşeye kadir bir fail olduğu sabit
olur. Böyle olan ise Allah Teâlâ'dır.
Velhasıl diyebiliriz
ki: Eğer biz, bu süflî alemdeki (yeryüzündeki) hadiselerin, (tabiî olayların),
bazı felekî ve kevkebî (yıldızlarla ilgili) hareketlere varıp dayandığını,
onlardan dolayı olduğunu söylesek bile, o felekî ve kevkebî hareketlerin başka
felek ve yıldızlara nisbet edilmesi mümkin değildir. Aksi halde teselsül
gerekir. Teselsül ise imkânsızdır. Öyleyse bu hareketleri yaratanın ve idare
edenin Allah Teâlâ olması gerekir. Yeryüzündeki hadise ve hareketler, feleki
hareketlere varıp dayandığında, fele ki-hare keti erin de Allah'ın yaratması,
takdiri ve var etmesi ile olduğu sabit olunca, bu, bütün herşeyin Allah'dan
olduğunu, O'nun yaratması ve var etmesi ile olduğunu itiraf etmek olur. İşte
Cenâb-ı Hakk'ın, "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ay} sizin emrinize
musahhar kıldı" ayetinden kastedilen budur. Bu, "Eğer yeryüzündeki
(tabiî) olaylar, gece ve gündüzün birbirini takib etmesi, güneş ve ayın
hareketlerinden dolayt ise, teselsülü sona erdirmek (teselsüle düşmemek) için
mutlaka bütün bu şeylerin meydana gelişlerinin, Allah'ın yaratması ve musahhar
kılması ile olmuş olması gerekir" demektir.
Bu nokta, bu delil
tamamlanınca, Cenâb-ı Hak bu ayeti "Bunların herbirinde aklını kullanacak
bir zümre için elbette ayetler vardır" buyurarak hitâma erdirmiştir. Bu,
"Aklı olan herkes, teselsülün bâtıl olduğunu, işin sonunda mutlaka,
herşeye kadir, nûr ve irade sahibi bir faile varıp dayandığını anlar"
demektir. İşte iki cevaptan birinin izahı böyledir.
[41]
İkinci Cevap: Şöyle
deriz: Biz tabiatın, feleklerin ve yıldızların tesirinden ötürü, bitki ve
hayvanların meydana gelmelerinin caiz (mümkin) olmayacağına delit giriyoruz. Bu
böyledir. Çünkü tabiatın, feleklerin, yıldızların, güneşin ve ayın tesiri, aûrjn cisimler
için aynıdır. Fakat buna rağmen görüyoruz ki, üzümün cismi üzüm Çunda kabuğu
ayrı bir karakter, çekirdeği ayrı bir karakter, etli kısmı üçüncü bir km dili ir.
suyu ise dördüncü bir karakterdedir. Hatta biz, meselâ gülde tek bir yaprağın münden bir
yüzünün son derece san, öteki yüzünün ise son derece kırmızı u görüyoruz.
Halbuki o yaprak ince ve şeffaftır. Yine biz, o yıldız ve feleklerin,
fca nce ve şeffaf
yaprağın her iki görünümüne nisbet ve tesirinin aynı olduğunu zarurî olarak
biliyoruz. Bir tek maddedeki bir tabiat (özellik), ancak bir fiil, bir tesir ibA edebilir.
Baksana onlar şöyle demişlerdir: Basit şekil küredir. Çünkü aynı riOede, aynı
tabiatın tesirinin birbirine benzer olması gerekir. Bütün tarafları
arar-ne benzeyen şekil
ise küredir. Hem biz, bir mum yakıp diktiğimizde, eğer o tn_r\ her
tarafından beş arşınlık bir mesafeyi aydınlatır ise, bu tesirin, her tarafta - o'ması
gerekir. Çünkü tesir eden aydınlatma karakterinin (özelliğinin), her yöne nisbet ve
tesirinin aynı olması gerekir.
Sunun böyle olduğu
sabit olduğuna göre, biz deriz ki: Bellidir ki güneşin, ayın, yıldızın, feleğin
ve tabiatın o şeffaf ve ince yaprağın her iki yüzündeki etkisi aynı brandadır.
Yine bellidir ki, tek bir tesirli özelliğin nisbeti, tek olduğu zaman, onun mam
ve neticesi de tek ve aynıdır. Halbuki gül yaprağı misalindeki netice aynı
bıamıştır. Çünkü o yaprağın bir yüzü son derece sarı, öbür yüzü ise son derece
tamimdir. Binâenaleyh bu, o sıfat, renk ve hallerin meydana gelişinde tesirli
olanın, • abtat olmayıp, aksine, hakîm, hür ve irade sahibi bir fail olduğuna
kesinkes -ûc^etmeyi gerektirir. O fâil-i muhtar da Allah Subhânehû ve Teâlâ
olup, ''Sizin için pBÖe çeşitli renklerle yarattığı neler varsa (onları da size
müsahhar kılmıştır" m kastedilen mana budur.
Bit ki, bu hüccetin
dayanağı, mûcib-i bizzat (zatı ve tabiatı icabı müessir) olanın şeye nisbetinin
aynı olması gerektiği hususu olunca; duyu organlarımız da bu maddelerin farklı
sıfatlar ve birbirinden farklı durumlarda bulunduğuna delâlet », bunlarda
müessir olanın, zâtı gereği mûcib bir şey olmayıp, tam aksine hür sahibi bir
fâil-i muhtar olduğu ortaya çıkmış olur ki, bu delilin izahının tamamı cur.
Böylece de, birinci ayeti, "tefekkür edecek kimseler için"; ikinci
ayeti, kullanacak kimseler için" ve üçüncü ayeti de, ''öğüt alacak
kimseler için" e bitirenin, bu nefis hikmetlere ve apaçık delillere dikkat
çeken zât olduğu olmuş olur. Gerek dinî gerekse dünyevî hususlardaki lütfundan
dolayı hamd, Allah'a mahsustur.
[42]
İbn Amir,kelimelerini
mübtedâ, müsahharâtun kelimesini de, haber olarak merfû okurken, Asım'ın ravisi
Hafs, sadece Ve'n-nücûmu kelimesini lâ, müsahharâtun kelimesini de haber olarak
merfu okunmuştur. Bu kıraati , sevkeden husus, "teshir" lafzını
tekrar etmemektir. Çünkü Araplar, "Sehhartu \'ş-şey'e müsahharen"
demezler. Buna şu şekilde cevap verilir: "Bunun manası şudur:
"Allah Teâlâ, bütün bunları, kendi kudret ve irâdesi altında müsahhar
oiarak bütün bunları bize müsahhar ve amade kılmıştır..." İşte, doğru olan
söz de budur. Buna göre ifâdenin takdiri, "Bütün bunlar, Allah'ın kudret,
emir ve müsaadesi altında müsahhar olarak, onları insanlar için amade kılmış ve
onların fayda ve maslahatlarına muvafık kılmıştır" şeklindedir. Böyle
olması halinde, faydadan halî olan bir tekrar gerekmemiş olur. Allah en iyisini
bilendir. Geriye ayetle ilgili birkaç soru kalmıştır.
[43]
Birinci Soru:
"Teshir" "hükmetmek ve zorlamak" demektir. Bu ise ancak,
hükmedilmesi mümkün olan kadir zata yaraşır (yani âkiller hakkında geçerlidir).
Amma gece, gündüz, cansızlar, güneş ve ay hakkında bu hakimiyyet nasıl geçerli
olur?
Buna şu iki şekilde
cevap verilebilir:
a) Allah Teâlâ bütün bu şeyleri, kulların maslahatlarına
uygun olarak ayni tarz üzere idare edince, bunlar inkıyâd eden ve boyun eğen
bir köleye benzetilmiş olurlar. İşte bu manadan dolayı, bu tür tedbir hakkında
teshir lafzı kullanılmıştır.
b) Bu, ancak hey'et âlimlerinin, gök bilimcilerin metot
ve görüşlerine göre doğru olur. Çünkü onlar şöyle derler: Güneşin ve ayın tabiî
hareketi, batıdan doğuya doğru olan bir harekettir. Halbuki Allah Teâlâ, bu
yıldızları, en büyük feleğin hareketi vasıtasıyla doğudan batıya doğru takdir
etmiş olur. İşte böylece bu hareket mecburî olmuş olur. Bu sebepten dolayı da,
bunlar hakkında "teshir" kelimesi kullanılmıştır.
İkinci Soru: Gece ve
gündüzün meydana gelişleri ancak, güneşin hareketleri sebebiyle olunca, gece ve
gündüzün zikredilmiş olması, güneşin zikredilmesine ihtiyaç bırakmaz.
Cevap: Gece ve
gündüzün meydana gelmesi, güneşin hareketi sebebiyle olmayıp, aksine onların
meydana gelişleri, hareketinin, ancak Allah Teâlâ'nın hareket ettirmesiyle
olduğuna işarette bulunduğumuz en büyük feleğin hareketi sebebiyledir. Ama
güneşin hareketi ise, günün meydana gelmesinin değil, gecenin meydana gelmesinin
illetidir.
Üçüncü Soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, biemrlh "O'nun emrine..." ifâdesi ne anlama gelir? Halbuki,
"teshir"de müessir olan, emiri değil, kudretidir.
Cevap: Bu ayet,
felekler ve yıldızların cansız olup olmadıklarına (göre manatandırılabilen) bir
ayettir. Müslümanların ekserisi, onların cansız oldukları kanaatindedirler.
Binâenaleyh, hiç şüphesiz ki bu ayette geçen "emr" kelimesini,
"yaratıp takdir etmek" manasına hamletmişlerdir. "Emr"
lafzı'nin şan,iş ve durum manasında kullanılması, oldukça çoktur. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona
"O/" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir..." (Nah|. 4t»
buyurmuştur. Bazıları da, bunların canstz olmadıkları kanaatindedirler.
Binâenaleyh işte bu durumda, ayetteki "emr" kelimesinin, Allah'ın izni ve
müsaadesi, mükellef kılması manasına hamledilmesi uygun düşer. Allah en iyisini
bilendir.
[44]
"O, denizi
-oradan taze bir et yemeniz, oradan giyeceğiniz zineti çıkarmanız için- râm
edendir. Gemilerin orada sulan yararak gittiklerini görüyorsun ki, bu sırf
Allah'ın lütf-u kereminden nasip aramanız ve O'na şükretmeniz içindir" (Nah ı, 14).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
ilk mertebede, uluhiyyetin isbâtı hususunda, göklerin kütlelerini; ikinci
mertebede, insanın bedeni ve ruhunu; üçüncü mertebede, hayvanların
yaratılışların m ilginçliğini, dördüncü mertebede de bitkilerin karakterlerinin
ilginçliğini delil olarak zikredince, beşinci mertebede de unsurların ilginç
hallerini yaratıcının varlığına delii getirip bunlardan da ilk önce, su
unsuruna yer vermiştir.
Bil ki gök bilimciler
şöyle demişlerdir: Yer kürenin dörtte üçü su altındadır. Bu, okyanus olup, su
unsurunun da tamamıdır. Meskûn olan bu dörtte birde de yedi deniz meydana
gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak bundan sonra, "deniz de, arkasından yedi
deniz daha kendisinden yardım ederek (mürekkeb) olsa..." (Lokman, 27)
buyurmuştur. Allah Teâlâ'nın insanlara "musahhar" kılmış olduğu deniz
de, işte bu denizlerdir. Allah'ın bu denizleri mahlûkata musahhar kılmasının
manası, O'nun, gerek üzerinde gemiler yüzdürmek, gerekse, içlerine dalmak
suretiyle, onları, insanların kendilerinden yaranabileceği bir durumda var
etmiş olmasıdır.
[45]
Bil ki, denizlerin
faydalan pekçoktur. Allah Teâİâ bu ayette, bu faydalardan şu üç çeşidi
zikretmiştir:
Birinci Fayda: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Oradan taze bir et yemeniz için..." ayetin;" ifâde
ettiği husustur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[46]
İbnu'l-A'rabî, bu
kelimenin, hemzesiz olarak "Lahmun tariyyun" şeklinde kullanıldığını; Arabların
(Taze ve hoş olmak) dediklerini söylerken, Ferrâ, bu fiili şeklinde
kullanıldığını söylemiştir ki bu tıpkı
(Bedbaht oldu-bedbaht
olmak) denilmesi gibidir.
Bil ki tarıyyen
kelimesinin ayrıca zikredilmesinin önemli bir faydası bulunmaktadır. Çünkü
balığın tamamı tuzlu olsaydı, taze olmasıyla bilinecek olan Allah'ın kudreti, o
zaman bu derece bilinemezdi. Bil ki, son derece acı ve tuzlu bir denizden, eti
alabildiğince leziz ve tatlı olan bir canlı çıkınca, bunun tabiat gereği değil,
tam aksine, zıddı zıddından çıkarıp meydana getirdiği için, Allah'ın kudret ve
hikmetiyle olduğu anlaşılmış olur.
[47]
Ebu Hanîfe (r.h.)
şöyle der: Bir kimse, et yemeyeceğine dair yemin etse de, balık eti yese, yeminini bozmuş
olmaz. Çünkü, balığın etine, (mutad anlamda) et denilmez. Diğerleri de şöyle
demişlerdir: "O, yeminini bozmuş olur. Çünkü Allah bu ayette, onun et olduğunu
açıkça belirtmiştir. Halbuki, Allah'ın izahının üstünde bir izah yoktur."
Rivayet olunduğuna göre Ebu Hanîfe (r.h.) bu şekilde hüküm verip, Sevrî de bu
hükmü duyduğunda, bunu kabul etmeyip, Ebu Hanîfe'nin hükmünün aleyhine bu ayeti
delil getirince, Ebu Hanîfe, Süfyân-ı Sevrî'ye birisini yollayarak, bisatı
(sergisi) üzerinde namaz kılmamaya yemin eden, ama yeryüzünde namaz kılan
kimsenin yeminini bozup bozmadığını sordurtunca, Süfyân "yemini bozmuş
olmaz" deyince de, Süfyân'a soruyu soran o adam, "Peki Allah,
"Allah yeri sizin için bir bisat (sergi) yapmıştır" (Nûh, 19)
buyurmamış mıdır?" deyince de Süfyân es-Sevrî bunun Ebu Hanîfe'nin telkini
ile olduğunu anlar.
Bir kimse şöyle
diyebilir: Bu söz kuvvetli değildir. Çünkü bu konuda söylenebilecek en son söz,
"Biz aleyhine delil bulunduğu için, "bisât" kelimesi hakkında
Kur'an (ayetinin) zahiriyle amel etmedik. Binâenaleyh, bundan, bir başka ayette
Kur'an'ın zahiriyle amel etmeyi terketmemiz gerekmez. Bu iki misal arasındaki
fark, şu iki yöndendir:
1) O kimse, seccadesi üzerinde namaz kılmayacağına dair
yemin ettiğine göre, biz, şayet "el-ardu" (yeryüzü) kelimesini
"bisât" lafzının anlamı içine sokacak olsak, o zaman bizim, o kimseyi
namaz kılmaktan da men etmemiz gerekir. Çünkü o kimse, seccadeyle örtülmüş olan
yerde namaz kıldığında, hiç şüphesiz ki yeminini bozmuş olur. Binâenaleyh, "yeryüzü"
tabirinin "bisât" (sergi) lafzının manası içinde mütalâa edilmesi
halinde, o kimse, seccade serilmemiş olan bir yer üzerinde namaz kılması
halinde de yeminini bozmuş olur ki, bu da onun, namazdan men edilmesini
gerektirir. Halbuki, böyle bir hüküm vermemiz mümkün değildir. Ama "balık
etini", "lahm-et" lafzının manası içine sokmamız böyle değildir.
Çünkü o kimsenin, mutlak olarak et yemekten men edilmesinde bir mahzur yoktur.
Binâenaleyh fark, ortadadır.
2) Biz, dili (Arapça'yı) bilen herkesin,
"blsat" kelimesinin, halis katıksız yer anlamında kullanılışının bir
mecaz olduğunu bileceğini, ama "et" lafzının "balık eti"
»çin kullanılmasının mecaz olduğunu bilemeyeceğini zarûreten bilmekteyiz.
Binâenaleyh, fark ortadadır. Allah en iyi bilendir.
Ebu Hanîfe (r.h.)'nin
delili ise şudur: "Yeminler, örfe dayanır. Halbuki insanların örfü, mutlak
olarak et zikredildiğinde, bundan balık etinin anlaşılmadığı şeklindedir. Bunun
delili ise şudur: Bir kimse çocuğuna, "Şu parayla et al" dese de, o
da balık alıp gelse, bu, yadırganmaya değer bir şeydir."
Cevap: Biz,
Kibâbu'l-Eymân (Yeminler Kitabı)'da, sizin bazen lafızlara, bazen de örfe
itibar ettiğinizi görmekteyiz ve sizin, bu ikisi arasında, belli bir kaide ve
düstur Z'krettiğinizi görmedik. Bunun delili de şudur: Meselâ bir kimse,
çocuğuna "şu parayla et al gel" dese, o da, "Serçe eti"
getirse, bu da yadırganması gereken bir şey olur. Ama siz, o kimsenin, serçe
etini yemekle yemini bozacağını söylüyorsunuz. Böylece örfün, tutarsız olduğu;
Kur'ân'ın nassına müracaat etmenin ise şart ve kesin bir şey imuteayyin) olduğu
sabit olur. Allah en iyisini bilendir.
DenizinFaydalarındanikincisi
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ondan Takacağınız zineti çıkarmanız için " ayetinin
ifâde ettiği husustur. Ayetteki "hilye-süs, zinet" ile, inci ve
mercan kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O iki denizden inci ve mercan
çıkar" (Rahman. 22} buyurmuştur. Erkeklerin o hilyeyi giymeleriyle,
onların hanımlarının giymeleri kastedilmiştir. Çünkü, o kadınlar da
onlardandır. Bir de, o kadınların o birtakım zinetlerle süslenmeye yönelmeleri,
kocalarından ötürüdür. O * -.de, sanki onlar, o erkeklerin zinetieri ve
giysileri gibi olmuş olur. Alimlerimizden bazılarının, mubah olan süs
eşyalarında zekâtın farz olmadığı meselesi hususunda Urve'nin Hz. Peygamberden
rivayet ettiği, yi "Süs eşyalarında zekât yoktur. Zek'ât olmaz"
hadisine tutunduklarını görmekteyim. Ben derim ki, bu hadis
daifu'r-rivâye" (rivayeti zayıf)'dır. Doğru olması halindeyse şöyle
denilebilir: Hadisteki "el-huliyyu" lafzı, başında elif-iâm bulunan
bir lafızdır. Biz, usûl-ü fıkıhta, böylesi lafızların daha önce geçmiş olan
belli bir şeye hamledilmeleri gerektiğini beyan etmiştik. Daha önce geçmiş olan
o muayyen "zinet eşyaları" ise, Allah Teâlâ'nın Kitâb-ı Kerim'inde
bahsetmiş olduğu şey yani hilye (takı)dır. Böylece bu haberin sahih olması
durumunda hadisteki 2inet eşyasından "inci"r.in kasdedildiği,
dolayısıyla incinin zekâtının farz olmadığı anlaşılır. Bu durumda da bu hadiste
istidlal etmek sakıt olur. Allah en iyisini bilendir.
[48]
Üçüncü Fayda: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Gemilerin s- lan yararak gittiklerini görüyorsun ki,
(bu, sırf Allah'ın) !ütf-u kereminden nasip arar.,?.nız içindir" ayetinin
ifâde ettiği husustur. Dil âlimleri "Mahru's-sefinetl" tabirinin
manasının, geminin önüyle suyu ikiye yarması anlamında olduğunu söylerken,
Ferrâ'dan bunun manasının, geminin rüzgarla hareket etmesinden dolayı çıkarmış
olduğu ses olduğu rivayet edilmiştir.
Bunun böyle olduğunu
bilince, İbn Abbas'tn, mevâhir kelimesine "Akıp gidenler" manasınt
vermesinin, ancak o gemi suyu yarmadan sadece akıp gittiğinde uygun ve yerinde
olduğu anlaşılır. Cenâb-ı Hak, "(sırf Allah'ın lütf-u kereminden nasib
aramanız içindir" buyurmuştur; yani, "Ticaret maksadıyla ona binmeniz
ve böylece de Allah'ın fadlu kereminden kazanç talep etmeniz için;Allah'ın fadl
ve ihsanını elde ettiğinizde de, muhakkak ki sizler O'na şükretmeye yönelir ve
O'na şükredersiniz" demektir. Allah en iyisini bilendir.
[49]
"O, sizi sallayıp
çalkalar diye, yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar, ırmaklar, yollar koydu. Ta ki,
maksatlarınıza ulaşasmız. Daha nice alâmetler. Yıldızla da, onlar
yollarını bulurlar" (Nahl, 15-16).
Bil ki bu ayetin
maksadı, Allah Teâlâ'nın yeryüzünde yarattığı bazı nimetleri dile getirmektir.
Birinci Nimet: "O, sizi sallayıp çalkalar diye,
yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar... koydu'' ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu
ayetle ilgili iki mesele vardır:
[50]
Ayetteki ifâdesinin
takdiri Kûfefilere göre
"sizi, sallayıp çalkalamasın diye"; Basralılara göre ise "sizt sallayıp çalkalamasını
istemediği için" şeklindedir. Biz bu hususu, (Nisa, 176) ayetini tefsir
ederken açıklamıştık. Meyd kelimesi hareket etmek, sağa sola yalpalamak anlamına gelir. Arapça'da bu
manada, "Mâde-yemîdu-meyden" denilmektedir.
[51]
Bu ayetin tefsiri
hususunda cumhurdan gelen en meşhur görüş şudur: Gemi, suyun üzerine
bırakıldığında, bir
taraftan diğer tarafa
meyleder ve yalpalar. Fakat o geminin içine, ağır bazı şeyler, eşya
konulduğunda, gemi suyun yüzünde istikrar bulur ve dengelenir. İşte, tıpkı
bunun gibi Allah da yeri suyun üzerinde yaratınca, bir tarafa meyletti ve
yalpalamaya başladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak yeryüzünde bu ağır dağları
yarattı da, böylece, yer de, o dağların ağırlıkları sebebiyle suyun yüzünde
karar kılmış oldu.
Bir kimse şöyle
diyebilir: Bu, birkaç bakımdan problem arzeder:
Birinci Soru: Bu
açıklama, ya yerin ve suyun, tabiatı gereği ağır olduklarını kabul etmekle
yahut bu temel düsturu kabul etmeyip de, aksine bu maddelerin hareketlerinin
tabiat ve karakterleri gereği olduğunu söylemekle, veyahut da bunların
hareketlerinin tabiatları gereği olmayıp, tam aksine hür ve irâde sahibi- bir
failin yaratmasıyla olduğunu kabul etmekle yapılabilir. Birinci takdirde, bu
izah müşkildir. Çünkü bu temel kaideye göre, yerin sudan daha ağır olduğunda
bir şüphe yoktur. Sudan daha ağır olan ise, suya batar, onun üzerinde kalmaz. O
suyun yüzünde yüzmeyince de, onun, sağa sola meylettiği, yalpaladığı
söylenemez. Ama gemi böyle değildir. Çünkü gemi, ağaçtan yapılmaktadır. Ağacın
içinde ise, hava ile dolu boşluklar bulunmaktadır. İşte bundan dolayı o ağaç,
suyun üzerinde kalır, bu durumda da suyun üzerinde sağa sola meyleder ve
yalpalar. Fakat içine ağır cisimler konulduğunda ise, yalpalaması durur ve
karar kılar. Böylece, bu ikisi arasındaki fark anlaşılmış olur.
İkinci durum ise şöyle
denilmesidir: Yerin ve suyun ağırlığı veya batması gibi bir tabiatı yoktur.
Amma yerin alta inmesinin sebebi, Allah'ın, âdetini böyle icra etmesidir. Keza
suyun yeryüzünü kuşatması da, sadece âdetullahın böyle icra edilmesindendir.
Yoksa ne yerin, ne de suyun, bu Özellikleri gerektiren bir tabiatı söz konusu
değildir." İşte bu durumda biz diyoruz ki: Yeryüzünün sakin olmasının
sebebi, Allah Teâlâ'nın onda sükûneti; onun sağa sola hareket edip
yalpalamasının sebebi de, yine Cenâb-ı Hakk'ın onda hareketi yaratmış
olmasından ötürüdür. Böyle olması halinde, "yeryüzü sağa sola yalpalıyordu
da, yalpalamasın, yerinde dursun diye, Allah Teâlâ dağları yarattı ve o dağları
yere perçinledi" şeklindeki görüş yanlış olur. Çünkü bu görüş ancak, yerin
karakterinin, sağa sola yalpalamayı; dağın karakterinin ise, sağlamlaştırma ve
sabit kalmayı gerektirdiğinde doğru olur. Halbuki biz şu anda, tütün bunları
gerektiren bir karakterlerinin bulunmadığını farzederek konuşmaktayız.
Binâenaleyh, böyle bir açıklamanın (talîl), bütün takdirlere göre müşkil olduğu
sabit olmuş olur.
İkinci Soru: Yerin
dağlarla perçinlenmesi ancak yerin, su üzerinde bir taraftan diğer tarafa
meyletmeksizin durması için düşünülebilir. Bu da ancak, su, yerin üzerinde
duracak bir biçimde olduğunda düşünülebilir. Buna göre biz diyoruz ki: O suyun,
kendi belli bölgesinde, alanında durmasını ve sükûnet halinde olmasını gerektiren
nedir? Şayet sen, "Onun, o muayyen bölge ve alanda durmasını gerektiren
şeyin, "onun hususî karakteri onun o belli bölgede durmasını
gerektirmiştir" dersen, aynısını yer için niye söylemiyorsun? Ki bu da,
yerin kendi hususî karakterinin, o belli bölgede durmasını gerektirdiğinin
söylenmesidir. Bu da, "Yer, ancak Allah Teâlâ'nın o yeri dağlarla
perçinlemesi sebebiyle durmuştur" demeyi ifâde eder. Şayet sen, suyun o
belli alanda durmasını gerektiren şey, "Allah'ın kendi kudretiyle o suyu
bulunduğu mekânda durdurmasıdır" dersen; "O halde, arzın yerleşmesi
hakkında niçin aynı şeyi söylemiyorsun?" denilebilir. Bu durumda bu
açıklama da fasit, yanlış olur.
Üçüncü Soru: Yerin
tamamı, büyük bir kütledir. Onun tamamı okyanus gibi bir su üzerinde, sağa sola
meyledip yalpalasa bile bu durum insanlar tarafından sezilemez...
Şayet denilirse ki:
Zelzele sırasında, yeri, içinde toplanmış olan buharlar, gazlar hareket
ettirmiyor mu? Halbuki bu hareket insanlar tarafından seziliyor. O halde, daha
ne diye, "Şayet dağlar olmasaydı, yeryüzü sağa sola hareket eder,
yalpalardı. Ne var ki, Allah Teâlâ'nın yeryüzünü ağır dağlarla perçinlemekle
rüzgarların onu sağa sola hareket ettirmesini Önlemiştir" diyenlerin
görüşünü kabul etmiyorsun?" denilirse, biz deriz ki:
O buharlar ancak,
yeryüzünün küçük bir kısmında toplanmışlardır. Binâenaleyh, o küçük bölgede
hareket meydana gelince, o hareket insanlar tarafından sezilmektedir. Bu görüşü
belirtenler ise, şöyle demektedir: "O yeryüzünün o muayyen mıntıkasında
hareketin meydana gelmesi, tıpkı insanın, belli bir uzvunda meydana gelen depreşme
gibidir." Ama, yerin tamamı hareket ederse, o hareket insanlar tarafından
sezilemez. Baksana, gemide oturanlar, geminin hareketinin tamamını, o çok
süratli hareket etse bile sezemezler. İşte burada da böyledir. İşte bu
mevzûdaki ince ve derin meseleler bunlardır.
Bana göre bu müşkil
mesele hakkında şöyle denilebilir: Yerin, küre şeklinde olduğu kesin ve yakînî
delillerle sabittir; dağların da, o kürenin yüzeyinde, onun üzerinde bulunan
birtakım çıkıntılar mesabesinde olduğu da sabittir. Bunun böyle olduğu sabit
olunca da, biz diyoruz ki: Biz, o çıkıntıların mevcut olmadığını, aksine yerin,
bu çıkıntılardan ve dişlerden uzak, pürüzsüz, tam ve hakîki bir küre olduğunu
farzedersek, o zaman yer, en ufacık bir sebeple dahi, dairesel olarak hareket
ederd!. Çünkü, basit ve yuvarlak bir kütlenin, dairesel olarak hareket etmesi,
ya kendiliğinden dolayı olur, yahut da aklen bu bunu gerektirmese bile, ancak
ne var ki o, en ufak bir sebepten dolayı bu şekilde böyle hareket eder. Ama,
yerkürenin dış yüzeyinde bu dağlar meydana gelip, ve bunlar, kürenin yüzeyinde
meydana gelmiş olan çıkıntılar gibi olunca, bu dağlardan herbiri, kendi
karakteri sebebiyle dünyanın merkezine doğru yönelmiştir. Dağiarın, o büyük
ağırlıkları ve alabildiğince de kuvvetleri sebebiyle, dünyanın merkezine doğru
yönelmeleri, tıpkı, yerkürenin dairesel olarak dönmesine mani olan
kazıklar gibi olurlar. Böylece, dağların yeryüzünde yaratılması, o yerküreye
batırılmış ve onun dairesel dönmesini engelleyen kazıklar gibi olmuş olur.
Böylece de bunlar, yerin dairesel hareketine mani olmaları manasında, yerin
sağa sola meyledip yalpalamasına mani olmuş olurlar. Bu konuda benim
araştırmamın ulaştığı netice budur. Allah, ne murad ettiğini en iyi bilendir.
[52]
Allah Teâlâ'ntn
yeryüzünde izhar ettiği nimetlerin ikincisi de, O'nun, yeryüzünde -enirler
akıtmasıdır. Bil ki, burada da şöyle iki bahis bulunmaktadır:
Bİrind Bahis: Ayetteki
"enhâren" (nehirler) kelimesi revâsiye kelimesine sftedilmiş olup,
ifâdenin takdiri, "Sabit, muhkem dağlar ve ırmaklar koydu" şeklinde
r-ur. "Nehirlerin yaratılması"nın "ilkâ-atmak" kelimesiyle
ifâde edilmesinde tuhaflık joktur. Buna göre, tıpkı, "Allah, yeryüzüne
sabit ve muhkem dağlar attı" dediği gi», yine, "Allah yeryüzüne nehirler
attı"6a denilir, O halde "likanın manası, »aratmak, kılmak, var etmek
demektir. Baksana, Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde de, " (Allah) arzın
üstünden perçinler yaptı" (Fussiiet, 10) buyurmuştur. "İlkâ",
»axlaşık manada "indirmek" demektir. Çünkü, "İlkâ", bir
şeyin yukardan aşağıya sıklığı hissini ve manasını verir. Ancak ne var ki,
buradaki "İlkâ"dan maksat, "kılmak *e yaratmak" manasıdır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sana karşı kendimden bir sevgi tmakmıştım "
(Tâha, 39) buyurmuştur.
İkinci Bahis: Akli
ilimlerde, çayların ve nehirlerin ekserisinin dağlardan fışkırıp •j.nadığı
hususu yer almaktadır. İşte bu sebepten dolayı, Allah Teâlâ da dağlardan
bahsedince, bunun peşinden nehirlerin ve gözelerin fışkırması, akıtılması
meselesini ;'-etmiştir.
Üçüncü Nimet: Ayetteki
buyurğunun ifade ettiği husustur. « da, revâsiye kelimesine affedilmiş olup,
ifâdenin takdiri, "Allah yeryüzüne yollar tt" şeklindedir ve mânası,
"Allah Teâlâ, sayelerinde, seferlerinizde yollarınızı j;asınız diye, onları ortaya koydu ve apaçık
belirtti" şeklindedir. Bunun bir benzeri Jrada sizin için yollar
açtı"(Tâha, 53) ayetidir.
Cenâb-ı Hak'ın
ifâdesi, "yollarınızı buimanız için" manasındadır.
Bıl ki, Allah Teâlâ,
yerde muayyen yollar var ettiğini zikredince, sayelerinde mükellefler istidlal
edebilsinler, ve onlar vasıtasıyla maksatlarına ulaşsınlar diye o jeryüzünde
hususî birtakım alâmetler de var ettiğini beyan ederek,- Daha nice
alametler" buyurumuştur ki bu da, revâsiye kelimesine atfedilmiş olup, in
takdiri, "Allah yeryüzüne sabit muhkem dağlar attı. Allah yeryüzüne nehirler
yollar attı. Allah yeryüzüne alâmetler attı" şeklinde olur.
"Alâmetler" ifâdesinden maksat, yol işaretleri olup, bunlar da
sayesinde yolların bulunduğu şeylerdir. Bu alametler de, dağlar ve rüzgarlardır.
Ben, birtakım kimselerin toprağı kokladıklarını ve bu koklama sayesinde
yollarını bulduklarını gördüm.
[53]
Ahfeş, cümlenin
"alâmât" kelimesinde tamamlandığını ve, "Yıldızlarla da onlar
yollarım bulurlar" cümlesinin ise, daha önceki ifadelerden ayrı, yeni bir
cümle oiduğunu, buradaki "necm" (yıldız) kelimesinin başındaki
elif-lam'ın "cins" manasını ifade ettiğini, bunun tıpkı,
"İnsanların ellerinde dirhem (para) çok" sözündeki "dirhem"
gibi olduğunu söylemiştir. Süddî "Ayetteki "necm"den maksad Süreyya
yıldızı, "Ferkedân, Benât-ı Na'ş"[54] ve
Oğlak burcudur" demiştir. Hasan el-Basrî bu kelimeyi, iki zamme ile nücum
ve bir zamme bir sukün ile nücm şeklinde okumuştur ki, bu "necm"
kelimesinin çoğuludur. Meselâ "Rehn" "ruhun" ve
"rühn" (rehinler) kelimelerinde olduğu gibi... Sükunlu okunuş,
kolaylık içindir. "Necm" kelimesinin cemisindeki "nucûm"un
vavının hazfedilip, "nücum'' şeklinde oluşunun da, kolaylık sebebiyle
olduğu ileri sürülmüştür.
Buna göre şayet
"Ayetteki, Sizi sallayıp çalkalar diye" ifadesi muhataplara (mevcut)
olanlara); "Yıldızlarla da, onlar yollarını bulurlar" ifâdesi ise,
gaiblere (mevcut olmayanlara) bir hitabtır. Binâenaleyh bunun sebebi
nedir?" denüirse biz deriz ki: Kureyşliler genelde, para kazanmak için
sefere çıkardı. Çokça yolculuğa çıkan kimselerin, yıldızlardan istifade ederek
yol bulamadaki faydaları bilmeleri daha çok ve daha fazla olur. Binâenaleyh
ayetteki, "Yıldızlarla da, onlar yollarını bulurlar" cümlesi,
bahsettiğimiz bu sebebten ötürü, Kureyşlilere işaret etmektedir. Allah en iyi
bilendir.
Müfessirler,
yıldızlarla yol bulma konusunda ihtilaf ederek, bazıları bunun deniz
yolculuğuna mahsus olduğunu, çünkü Allah Teâlâ'nın denizden ve denizin
faydalarından bahsettiğinde, onda yolculuk edenlerin, yollarını yıldızlara
bakarak bulduklarını beyân ettiğini söylemişlerdir. Bazıları da: "Hayır,
bu, hem kara, hem de deniz yolculuğunun dahil olduğu mutlak (genel) bir
ifadedir" demişlerdir ki bu görüş daha isabetlidir. Çünkü bu, nimet olma
bakımından daha geneldir. Bir de, yıldızlara bakıp yol bulma işi, her iki tür
yolculuk esnasında da söz konusudur. Bazı fakihler bunu, bir yolcunun kıbleyi
şaşırdığında, yıldızlara ve yerdeki dağlar ve rüzgarlar gibi alametlere
bakarak, istidlal etmesi, (kıbleyi tayine çalışması gerektiğine delil
getirmişlerdir ki, bu doğrudur. Çünkü yolları bulma hususunda bu alâmetlere
bakıp bilmek mümkün olduğu gibi, kıbbleyi bulma hususunda da bunlardan istifade
edilebilir.
Bil ki kıbleyi
karıştırmak, ya apaçık alâmetler mevcud olmasına rağmen olur. Yahut da
alametler olmadığı için olur. Eğer alâmetler mevcud olur ise, insanın içtihâd
etmesi ve zann-ı galibine göre kıble olduğuna kânî olduğu yöne doğru yönetip
namazını kılması gerekir. Eğer daha sonra hata ettiğini anlarsa, bu namazını
iade etmesi gerekir. Çünkü o, yapması gereken görev hususunda kusurlu davranmıştır.
Yok eğer ortada kıbleyi gösterecek hiçbir alamet ve ipucu yoksa, bu durumda şu
iki yol takib edilebilir.
Birinci Yol: O insan,
namazını, istediği herhangi bir yöne doğru kılmakta serbesttir. Çünkü bütün
yönler eşit olup, tercih etme imkânı olmayınca, geriye ancak muhayyerlik
(istediğini seçme) kalır.
İkinci Yol: O insanın,
bütün (dört) yöne doğru ayrı ayrı namaz kılmasıdır. Bu durumda, o kimse namaz
borcunu yerine getirdiğine kesinkes kânî olur. Bu tıpkı, fakihlerin, bir vakit
namaz kılmayı unutmuş, ama onun hangi vakit olduğunu bilemeyen kimse hakkında,
"O kimsenin üzerine farz olan namazı kaza ettiğini yakinen bilebilmesi
için, beş vakit namazı kaza etmesi gerekir" demeleri gibidir. Bazıları,
"Ona, bu beş vakitten sadece birisini kaza etmesi gerekir"
demişlerdir, ama bu görüş yanlıştır. Çünkü o şahsa küll'ü (bütünü) yapmak
gerekince, bütünü de farz hale gelir, isterse bütün namazların farz olmasının
sebebi bir tek vakti kaçırması olsun. Allah en iyi bilendir.
[55]
"Yaratan, yaratmayan
gibi midir? Artık iyice düşünmeyecek misiniz? Allah'ın nimetlerini
saymak isterseniz onlan sayamazsınız. Doğrusu Allah gafur ve rahimdir.
Allah, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyi bilir. Müşriklerin Allah'dan başka duâ
ettikleri şeyler ise, hiçbirşey yaratamazlar. Onların kendileri zaten
yaratılıyorlar. Onlar, diriler değil
ölülerdir. Ne zaman dirileceklerini de bilemezler" (Nahl, 17-21).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır.
[56]
Bil ki Allah Teâlâ, en
mükemmel ve en güzel bir biçimde, hakim ve kadir olan bir varlığın var olduğunu
gösteren delilleri zikredip, o deliller de birer deli! olmalarının yanı sıra,
Allah'ın çeşitli nimet ve ihsanlarının birer açıklaması olduğu için, bunun
peşinden, Allah'dan başkasına ibadet etmenin yanlışlığını belirtmiştir. Bundan
maksadı şudur: Kadir ve hakîm olan bir ilahın varlığına çok net deliller ile
kesin belgeler delalet edip, bütün nimetlerin sahibinin ve her türiü hayrı
verenin O olduğu sabit olunca; O'ndan başkasına ibadet etmek nasıl olur da
makul olabilir? Hele hele, ibadet edilen o varlık, hiçbirşey anlamayan ve
hiçbtrşeye kadir olamayan bir cansız olursa... İşte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı
Hak, o delillerden sonra, "Yaratan, yaratmayan &bi midir? Artık iyice
düşünmeyecek misiniz?" buyurmuştur. Buna göre mana şöyle olur: "Bütün
bu bahsettiğimiz şeyleri yaratan zat, yaratmak şöyle dursun, kesinlikle hiçbir
iş yapamayan gibi olur mu? Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız? Çünkü bu
kadarcık bir şeyi anlamak için çok düşünmeye ve tefekkür etmeye gerek yoktur.
Bu hususta, aklen ibadetin ancak, nimet veren en büyüğe karşı yapılmasının
uygun düşeceğini anlamanız yeter. Halbuki sizler, bu görünür alemde, büyük
nimetler veren akıllı ve anlayışlı bir insan görseniz, buna rağmen ona bile
İbadet edilmesinin çirkin olacağını bilirsiniz. Halbuki bu putlar, tamamen
cansız şeylerdir. Bunların asla anlama, kudret ve irâdeleri yoktur. Öyle ise
siz nasıl oluyor da bunlara ibadet ediyor, onlara hizmet ve taatla uğraşmayı
uygun görebiliyorsunuz?
[57]
Ayetteki
"yaratmayan" kelimesi ile putlar kastedilmiştir. Putlar ise akılsız
ve cansız varlıklardır. Dolayısı ile bunlar hakkında men kelimesinin
kullanılması uygun düşmez. Çünkü men (işaret zamiri), akıl sahibi olan
varlıklar için kullanılır. Buna birkaç yönden cevap verilebilir:
1) Kâfirler, onlara "ilah" (tanrı) deyip,
onlara tapınca, sanki onları akıllı varlıklar saymışlardır. Hak Teâlâ'nın bu
ifadenin peşinden getirdiği, "Allah'ı bırakıp da duâ ettikleri şeyler ise,
hiçbirşey yaratamazlar. Onların kendileri zaten yaratûıyoriar" ayetine
bakmaz mısınız?
2)
Bu kelimenin
müşakete üslûbu ile kullanıldığı düşünülebilir. Zira yaratan hakkında men
kullanılınca, onunla beraber
geçen (yaratmayan) için de Kullanılmıştır.
3)
Akıllı
varlıklarda bile, yaratmayan yaratana müsavi olmaz. Artık hiç aklı ve ilmi
olmayan bir cansız, nasıl yaratana müsavi olabilir? Bu tıpkı "O putların
yüreyecek ayaklan mı var?"(Aırat, 195) ayetinde olduğu gibidir".
Yani, "ilah diye ibadet ettiğiniz o putların durumu, eli, ayağı, kulağı ve
kalbi olanlardan daha aşağı ve düşüktür. Çünkü bunlar diri, o putlar ise
ölüdürler. Hal böyle iken onların putlara ibadet etmeleri nasıl doğru
olabilir?" manasına gelir. Yoksa bundan: "Eğer onların uzuvları
olsaydı, onlara ibadet etmek doğru olurdu" manası kastedilmemiştir.
Buna göre şayet,
"Ayetteki, "Yaratan, yaratmayan gibi midir?" ifadesi ile,
putperestleri ilzam etmek, susturmak kastedilmiştir. Çünkü putperestler putlara
"ilah" (tanrı) demek ve putlara ibadet etmek suretiyle, yaratmayanı
sanki yaratan gibi kabul etmişlerdir. Binâenaleyh onları ilzam etmek için,
"Yaratmayan, yaratan gibi midir?" denilmeliydi..." denilirse,
şöyle cevap verilir: "Bununla, "Büyük büyük şeyleri yaratan o yüce ve
kıymetli faydaları veren zât ile, "ilah" diye isimlendirmede,
kendilerine ibadet edilmede ve sonsuz ta'zim gösterilmede, bu âdî değersiz ve
cansız putlar nasıl denk tutulabilir?" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh
işte bu mana, "Yaratan yaratmayan gibi midir?" ifâdesi ile
anlatılmıştır.
[58]
Bazı alimlerimiz, bu
ayeti, kutun, fiillerinin yaratıcısı olmadığına delil getirerek şöyle
demişlerdir: Allah Teâlâ,
kendisini, onların
taptıkları o şeylerden yaratıcılık sıfatı ile ayırmıştır. Çünkü ayetteki,
"Yaratan, yaratmayan gibi midir?" ifadesinden maksadı, kendisinin, o
putlardan (bilhassa) yaratıcılık vasfı ile ayrıldığını, uiûhiyyete ve
ma'bûdiyyete ancak yaratıcı olması sebebi ile müstehak olduğunu anlatmaktadır.
Binâenaleyh bu, kutun, bazı şeylerin yaratıcısı olması halinde, ibadet edilebilecek
bir ilah olması gerektiği neticesine götürür. Bu söz konusu olmadığına göre,
kulun (insanın) yaratma ve var etmeye kadir olamayacağını anlarız.
[59]
Mu'tezile buna birkaç
izah ile cevap vermiştir:
Birinci İzah:
"Yaratan, yaratmayan gibi midir?" ifadesi ile, "gökleri, yeri,
insanı, Hayvanı, bitkiyi, denizi, yıldızı ve dağı yaratanın hiçbirşey yaratmaya
kesinlikle kadir olmayan gibi olmayacağı" manası kastedilmiştir ki, bu da,
bütün bunları yaratanın ancak ilah olabileceğini gösterir. Bundan fiillerini
yaratan insanın ilah olması neticesi çıkmaz.
İkinci İzah: Ayetin
manası şöyledir: "Yaratan, yaratmayandan efdal ve üstündür. Binâenaleyh
ilah ve ma'bûd olma bakımından, bu iki şeyin denk olduğunu söylemek
mkânstzdır." Böyle bir söz, yaratan herkesin ilah olması gerektiğine
delâlet etmez. Bunun delili, "O (putların), yürüyecekleri ayaklan mı
var"(Araf, 195) ayetidir. Bu ayetin manası, "Kendisi ile yürüyeceği
ayağı bulunan, ayağı olup da onunla yürüyemeyen kimseden daha efdaldır" şeklindedir.
Bu da, insanın putlardan daha üstün olmasını ve üstün olanın da, kendinden daha
düşük olana ibadet etmesinin jygun olmamasını gerektirir. İşte ayetin anlatmak
istediği budur. Amma bu ayet, • €-disi ile yürüyebileceği ayağı bulunan
kimsenin ilah'olması gerektiği manasına
gelmez. Binâenaleyh
(tefsir edilmekte olan) bu ayetten maksad da, yaratanın, yaratamayandan üstün
olduğunu beyân etmektir. Dolayısıyla ilah ve ma'bûd olma bakımından, bu iki
şeyin eşit olduğunu söylemek mümkün olmaz. Binâenaleyh bundan, sırf yaratıcılık
sıfatının bulunması sebebi ite, ilah olma neticesi de çıkmaz.
Üçüncü İzah:
Mutezile'nin çoğu, insan için, "yaratıcı" kelimesini kullanmazlar.
Ka'bî, tefsirinde şöyle der: "Biz, "Fiillerimizi yaratıyoruz"
demiyoruz. Kim bunu böyle mutlak (genel) olarak söylerse, hata etmiş olur.
Fakat biz bu kelimeyi, Allah Telâ'nın kullandığı yerlerde kullanıyoruz. Mesela,
"Hani benim iznimle, çamurdan bir kuş yaratıyordun (ey Isâ)"
(M&de, no); ve "Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın sânı (bak,) ne
yücedir"(MO'minun, inayetlerinde olduğu gibi...
Bil ki Ebu Hâşim'in
taraftarları, "Hâltk" (yaratıcı) sözünü, insan için kullanırlar.
Hatta Ebu Abdullah el-Basir, daha da ileri gidip, bu kelimenin kul hakkında
hakiki manast ile, Allah hakkında da mecazi manası ile kullanıldığını, çünkü
"halk" kelimesinin "takdir etmek" manasına olduğunu,
"takdir"in ise, ölçüp-biçmek,tahmin etmek.düşünüp karar vermek demek
olduğunu; bu manaların kul için söz konusu olduğunu, Allah hakkında düşünülemeyeceğini
söylemiştir.
Bil ki bu cevaplar,
güçlü cevaplardır. Bu ayetle, biz (ehl-i sünnetin) görüşünün doğruluğuna
istidlal etmek güçlü değildir. Allah en iyi bitendir.
[60]
Cenâb-ı Hakk'm
"Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz onlan saysanız, toptan bile sayamazsınız"
buyruğuna gelince, bununla ilgili iki mesele vardır:
[61]
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ifade ile, kendisinden başkasına ibadet etmenin batıl ve yanlış olduğunu
beyan edince, bu ayet ile de kulunun, Allah'a ibadet etmesinin, O'nun
nimetlerinin şükrünü edâ etmesinin ve O'nun kereminin haklarını yerine
getirmesinin, en mükemmel bir biçimde ve tastamam yapmasının mümkün olmadığını,
aksine kulunun, taat ve ibadette, kendisini yorsa, yıpratsa ve nimetlerine
bütün gücüyle şükretse bile, yine de noksanı olacağını beyân etmiştir. Bu
böyledir. Çünkü nimetlere şükür, nimetleri ayrıntılı bir şekilde bilmeye
bağlıdır. Çünkü düşünülemeyen, anlaşılamayan ve bilinemeyen şeylere şükretmek
imkânsızdır. Fakat kulun da Allah'ın nimetlerini tafsilatlı tarzda bilmesi
mümkün değildir. Çünkü Allah'ın nimetleri çok, çeşit ve kısımları geniştir.
İnsanın aklı bunların sonlarını-sınırlarım bilmesi şöyle dursun,
başlangıçlarını bilmekten bile âcizdir. Çünkü bunlar tafsilatlı olarak
bilinemezler. Böyle olan şeyin ise, o nimetlere uygun bir şükrü yerine
getirmesi imkansızdır. İşte Hak Teâlâ'ntn, "Allah'ın nimetlerini saymak
isterseniz onları sayamazsınız" buyruğundan maksad budur. Bu,
"sizler, o nimetleri tastamam ve mükemmel bir biçimde bilemezsiniz. Onları bilemediğiniz
için de, onların şükrünü tam ve mükemmel olarak yerine getirmeniz
imkânsızdır" demektir. Bu da, mahlûkatın, Allah'ın nimetlerine karşı tam
şükretmekten, Hakk'ın rubûbiyyetine tam manasıyla ıtaattan ve Hakk'ın celâli
ile künhünü anlamaktan âciz olduklarına delâlet ede Şu da, insanların
akıllarının, Allah'ın nimetlerinin bütün kısımlarını bilmekten âciz olduklarına
kesinkes delâlet eder: İnsan bedeninin herhangi bir yerinde en ufacık bir arıza
meydana geldiğinde, hayat çekilmez olur ve o insan, bu arızadan kurtulabilmek
için, bütün dünyayı vermeye hazırdır. Allah Teâiâ insanın bedeninin herşeyini
en mükemmel ve en uygun bir biçimde yönetir. Fakat insanın, bedenindeki birçck
parçanın varlığından, faydalarından ve ona ânz olacak zararların nasıl
giderileceğinden haberi yoktur. Bu örnek aklında dursun.
Sonra, Allah Teâlâ'nın
bu âlemde yarattığı madenler, bitkiler ve hayvanların tamamını, onları senin
faydan için hazırlayıp yarattığını bir düşün. Böylece insanların akıllarının,
Cenâb-ı Allah'ın diğer fazi ve ihsanlarını bilmesi şöyle dursun, insanı
yaratmasındaki hikmetini tam anlamaya bile yetmeyeceğini anlar.
[62]
Buna göre şayet,
"Siz, şükrü hakkıyla yerine getirmenin nimetlerin çeşitlerini Dilmeye
bağlı olduğunu izah ettiniz ve Allah'ın nimetlerinin bütün çeşitlerini bilmenin
TiKansız olduğuna, yahut bunun hiç vâkî olmadığına işaret ettiniz. O halde,
Allah Teâlâ niçin, mahlukata (insanlara), nimetlere hakkıyla şükretmelerini
emretmiştir?" oenilirse, biz deriz ki: Bunun yolu, insanın, Allah'ın bütün
nimetlerine -gerek mücmel gerekse mufassal olarak- toptan şükretmesidir. İşte
kulun şükür borcundan kurtulabilmesinin yolu budur. Allah en İyi bilendir.
[63]
Bazıları,
"Allah'ın kâfirler üzerinde herhangibir nimeti yoktur" demişlerdir.
Ekserî âlimler ise: "Allah'ın hem
kâfirler, hem
mü'minler üzerinde sayısız nimetleri vardır. Bunun delili şudur: "Allah
gökleri ve yeri yaratmakla in'âmda bulunmuştur. Allah, -sanı nutfeden
yaratmakla lütfetmiştir. Allah, davarları, sığırları, develeri, atları,
atırtarı, eşekleri, ekin, zeytin, hurma ve üzüm gibi çeşit çeşit nimetleri
yaratmakla •e insanın taze et yemesi, onlardan takınacağı süs eşyaları
çıkarması için, ona denizi -usahhar kılmakla lütufta bulunmuştur. Bütün bu
lütuf ve nimetlerde kâfir ve mü'min müşterektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu hususu, "Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz, onları
sayamazsınız" buyurarak te'kid etmiştir ki, bu da bütün bunların, Allah
tarafından herkese verilmiş birer nimet olduğuna delâlet eder. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın - metlerinin kâfirlere de ulaştığını gösterir" demişlerdir.
Cenâb-ı Hak,
"Doğrusu Allah gafur ve
rahimdir" buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ, İbrahim sûresinde,
"Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, siz (onlan) icmal
suretiyle (toptan) bile sayamazsınız. Hakikat insan çok zulümkâr, çok
nankördür" (ibrahim. 34) buyurmuştur. Burada ise, benzeri ayetin sonunu,
"Doğrusu Allah gafur ve rahimdir" diye tamamlamıştır. Allah insanın
şükrü tafsilatlı bir şekilde edâ edemeyeceğini bildirince, "Doğrusu Alah
gafur ve rahimdir" buyurmuştur ki bu, "Ben nimetlerime şükrü yerine
getirme hususunda sizden sudur eden noksanlıklarınızı bağışlar, noksanlığınız
sebebi ile size olan nimetlerimi sona erdirmeyerek size rahmet ederim"
demektir.
[64]
Allah Teâlâ
"Allah, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyi bilir" buyurmuştur. Bu
hususta şu iki izah yapılmıştır:
1) Kâfirler, Allah'ın dışındaki şeylere ibadet
etmelerinin yanısıra, Hz. Peygambere tuzak kurmak için bir tür küfürlerini de içlerinde
gizliyorlardı. Binâenaleyh onları, bu küfürden alıkoyucu olmuş olur.
2)
Allah Teâtâ
ûnceta ayette, yaratmaya ve nimet vermeye kadir olmadıkları gerekçesiyle
putlara ibadet etmeyi; bu ayette de, ilah olanın gizliyi de açığı da bilmesi
gerektiğini ileri sürerek, yine o putlara ibadet etme işini çürütmüş ve
putların, hiçbirşey bitip anlamayan cansız varlıklar olduğunu, dolayısıyla
onlara ibadetin yerinde olmayacağını bildirmiştir.
Cenâb-ı Allah'ın
"Müşriklerin Allah'tan başka duâ ettikleri şeyler ise, hiçbirşey
yaratamazlar. Onlann kendileri zaten yaratılıyorlar" ayetine gelince, bil
ki Allah Teâlâ bu putları pek çok sıfatla tavsif etmiştir:
Birinci Sıfat, Onların
hiçbirşey yaratamamaları ve kendilerinin yaratılmış olmalarıdır. Âsim' in
ravîsi Hafs, ayetteki üç fiili de, yâ ile gâib sığası ile yed'ûn
yu'linûn,yüsirrûn şeklinde okumuştur. Âsım'ın râvisi Ebu Bekr, sadece yed'ûn,
fiilini böyle yâ ile ve gâib sigasıyla, diğer iki fiili ise tâ ile ve muhatab
sigası ile tu'linûn, tûsirrûne (gizliyorsunuz-açıklıyorsunuz) şeklinde okurken,
diğer kıraat imamları, üç fiili de, mâ-kabline (öncelerine) atıf düşünerek, tâ
ile ve muhatab sigasıyla okumuşlardır.
Buna göre şayet
"Allah'ın, "Yaratan, yaratmayan gibi midir?" buyruğunda, bu
putların hiçbirşey yaratamayacaklarına delâlet yok mudur? Binâenaleyh bu
ayetteki, "(Onlar) hiçbirşey yaratamazlar:.." ifadesi de aynı manaya
delâlet eder. Dolayısıyla bu faydasız bir tekrar olmuş olmaz mı?"
denilirse, buna şöyle cevap verilebilir: Önceki ifadede o putların hiçbirşey
yaratamayacaklarından bahsedilmiştir. Burada ise, hiçbirşey
yaratamayacaklarından bahsetmenin yanısıra, onların kendilerinin de başkası
tarafından yaratılmış olduklarından bahsedilmiştir. Binâenaleyh bu, mana
bakımından bir ilave, bir farklılık olmuş olur. Böylece Allah Teâlâ sanki de,
onların kendilerindeki ve sıfatlarındaki noksanlıkları saymaya başlamış;
ilkönce, onların hiçbirşey yaratamayacağını beyan buyurmuş; ikinci olarak da,
onların hiçbirşey yaratamıyacakları gibi, kendilerinin de başkasının mahlûku
olduklarını bildirmiştir.
[65]
İkinci Sıfat, ayette
"Onlar diriler değil, ölülerdir" ifadesinin anlattığı husustur. 8u,
"Onlar gerçekten ilah olsalardı, ölmeyen, hep diri olan varlıklar
olurlardı. Yani başta ölümsüz olan Hak Teâlâ gibi, onlar hakkında da ölüm
sözkonusu olmazdı. Ama onların durumu bunun tam tersidir" demektir. Buna
göre şayet, "Cenâb-ı Hak, onlar için "ölülerdir" buyurunca,
zaten diri olmadıkları anlaşılıyor. Binâenaleyh ayrıca, "diriler değil"
demesinin hikmeti nedir?" denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verilir:
a) İlah, hayatının (diriliğinin) peşisıra ölüm söz
konusu olmayan, hayy (diri) olan zattır. Bu putlar ise, ölümlerinin peşisıra
bile hayat söz konusu olmayan ölülerdir, cansız varlıklardır.
b) Bu söz, putperest kâfirlere karşı söylenmiş bir
sözdür. Onlar son derece câhil ve sapnk idiler. Binâenaleyh kendini beğenmiş,
câhil, ahmak ve aptal kimselere hitab eden kimsenin, bir hususu, pek çok
bakımdan anlatması yerinde olur ki, bundan gayesi, muhatabının son derece ahmak
olduğunu, bu sözleri dinleyenin son derece câhil olmasından ve maksadı bir tek
sözle anlayamayacağından ötürü tekrar ettiğini göstermek ve bildirmektir.
Üçüncü Sıfat, ayetteki
"Ne zaman dirileceklerini de bilemezler" cümlesinin anlattığı
husus... (bilemezler) ifadesindeki "vâv" (onlar) zamiri putlara
râcîdir. Yüb'asûn fiilindeki vâv (onlar) zamiri hususunda iki açıklama
yapılmıştır:
a)
Bu,
putperestlere râcîdir. Buna göre İfâde, "O putlar, kendilerine ibadet
edenlerin' ne zaman dirileceklerini de bilmezler" demek olur. Buna göre bu
ifâdede, müşrikler için bir istihza (alay) vardır. Yani, "O putlar,
kendilerine ibadet edenlerin ne zaman dirileceklerini de bilemezler,
Binâenaleyh bu putların, putperestleri mükâfaatlandıracakları bir vakit yoktur"
demektir.
b) Bu zamir de putlara râcidir. Yani, "O putlar,
Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini ne zaman dirilteceğini bilemezler" demektir.
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ o putları (Kıyamet günü)
diriltecek ve onlara ruhlar verecek ve beraberlerinde şeytanları olduğu halde,
cehenneme girmeleri emrolunacak."
Buna göre eğer,
"putlar cansızdırlar. Cansızlar için "Ölüler" denilmez. Yine
onlar için "Şunu şunu anlamazlar"da denilemez" denilirse, buna
birkaç yönden şöylece cevap verilebilir:
1) Cansız da bazan "ölü" diye nitelenir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (Allah), ölüden diriyi çıkarır" (aı-i imran,
27) buyurmuştur.
2) Müşriker, o putları ilah ve ma'bud olarak
niteleyince, müşriklere, "Durum, sizin söylediğiniz gibi değil, aksine
onlar ölülerdir, hiçbir şey bilemezler" denilmiştir. Binâenaleyh ayetteki
bu ifâde, onların inançlarına göre söylenmiştir.
3) "Allah'ı bırakıp duâ ettikleri şeyler
"ifadesi ile meleklerin kastedilmiş olması mümkündür. Çünkü kâfirlerden
bir kısmı meleklere tapardı. Bundan dolayt Allah "Onlar ölülerdir",
yani "Onlar için ölüm mutlaka söz konusudur "Diriler
değillerdir" yani onların dirilikleri (hayatları) devam etmeyecektir. "(Onlar)
ne zaman dirileceklerini de bilmezler" yani, "Onların, ne
zaman dirileceklerine dâir bir bilgileri de yoktur" buyurmuştur. Allah en
iyi bilendir.
[66]
"Sizin tanrınız,
bir tek tanrıdır. Ahirete inanmayanların kalbîeri bunu inkâr edicidir.
Onlar, bü'yüklenen kimselerdir. Şüphe yok ki Allah, onların gizledikleri
şeyleri de açıkladıkları şeyleri de bilir. Gerçekten O mağrurları sevmez " (Nahl, 22-23).
Bil ki Allah Teâlâ,
daha önce putlara ve heykellere tapanların yollarını ve inançlarını çürütüp
gittikleri yolların yanlışlığını kesin delillerle ortaya koyunca, "sizin
tanrınız, bir tek tanrıdır" buyurmuştur. Daha sonra da, kâfirlerin niçin
şirke düşüp, tevhtdden uzaklaştıklarını anlatarak, ^Ahirete inanmayanların
kalbîeri, (bunu) inkâr edicidir. Onlar, mağrur kimselerdir" buyurmuştur ki
bu, "Ahirete inanıp, ebedî mükâfaatı elde etmeyi arzulayan ve ebedî azaba
düşmekten korkan kimseler, delilleri, teşvikleri ve sakındırmaları duyup
dinlediklerinde, azaba düşmekten endişe duyarlar da, duydukları şeyler üzerinde
inceden inceye düşünür, tefekkür ederler ve böylece delilleri
duymaktan istifade ederek, batıldan hakk'a dönerler, Ama âhirete inanmayan, onu
kabul etmeyen kimseler, mükafaat elde etme arzusu duymaz ve cezaya uğramaktan
endişe etmezler, böylece de, kendi görüş ve inançlarına uymayan her sözü
reddeder, başkalarının sözüne kulak verme hususunda kibir gösterir, cehalet ve
dalâlette ısrar edip, saplanır kalırlar.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphe yok ki AHah, onların gizledikleri şeyleri de açıkladıkları
şeyleri de bilir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Allah Teâlâ onların,
o bozuk ve yanlış yollarında tasavvur ettikleri herhangi bir şüpheden veyahut
da hayal ettikleri bir müşkilden ötürü ısrar etmediklerini, tam aksine bu
ısrarın taklîdden, hakka müracaat etmeden nefret etmekten ve atalarının
inançlarını destekleme tutkularından, tekebbür ve kibirlerinden'dolayı olduğunu
bilir" şeklinde olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "'Gerçekten O,
kibirlileri sevmez" buyurmuştur ki, bu tehdit bütün tekebbür edenleri
içine alır.
[67]
''Onlara, "Size
Rabbiniz ne indirdi?" denildiği zaman, "evvelkilerin masallarını"
dediler. Çünkü onlar Kıyamet gününde kendilerinin günah yüklerini
kamilen taşıdıktan başka, saptırdıkları bilgisiz kimselerin veballerinden
bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat et ki, onların sırtlayacakları
bu yükler ne kötüdür!" (Nahl, 24-25).
Bil ki Allah Teâlâ,
tevhîdin delillerini iyice izah edip putperestlerin inançlarını iptal etme
hususunda kesin deliller getirince, bundan sonra, nübüvveti kabul etmeyen
kimselerin şüphelerini, cevaplarıyla beraber zikretmiştir.
Bilinci Şüphe: Hz.
Peygamber (s.a.s.), kendisinin peygamberliğinin doğruluğuna, Kur'ân'ın mucize
olmasıyla istidlalde bulununca, onlar Kur'ân'ı tenkit etmeye başlayarak,
"Bu, evvelkilerin masallarıdır. Mucizeler neslinden bir şey değildir"
dediler. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[68]
Alimler, bu soruyu
soranın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden, olarak,
"Bu, birbirlerine karşı söylemiş oldukları sözdür"; "Bu,
müslümanların onlara sormasıdır" ve "Bu, hacıların temsilcileri,
onlara Allah'ın Resulüne ne indiği hususunda soru sorduklarında, Hz.
Peygamberden onları nefret ettirmek için: "Mekke'nin giriş ve çıkışlarını
aralarında bölüşen o "muktesimîrT'in sözüdür" denilmiştir.
[69]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Rablerinin indirdiği, nasıl, evvelkilerin masalları
olabilir?11
Buna birkaç yönden
cevap verilebilir:
1) Bu, alay ve istihza üslûbunda söylenmiş bir sözdür.
Bu, Cenâb-t Hakk'ın onlardan tıpkı, "Herhalde size gönderilen
peygamberiniz, dedi, mutlak delidir" (Şuarâ.27); "Ey kendisine kitap
indirilen, mutlak ve mutlak sen bir mecnunsun"<mcr 6) ve "£y sihir
yapan, bizim için Rabbine, sana olan vaadi vech ile, duâ et..."
f, 48) ayetlerinde
bahsetmesi gibidir.
2) Takdirin, "Sizin Rabbiniz katından indirildiğini
söylediğiniz bu şey, evvelkilerin düzmecesidir" şeklinde olmasıdır."
3) Bundan muradın, "Bu Kur'ân, Allah katından nazil
olduğu farzedilse bile, ancak ne var ki bu, evvelkilerin masatlarıdır,
kendisinde ilim, fesahat, incelik ve hakikat namına bir şey bulunmamaktadır"
şeklinde olması da muhtemeldir.
Bil ki Allah Teâlâ,
onların şüphelerini nakledince, buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki lâm,
"lâmu'l-âkibe"dir. Çünkü onlar, kendi günah yüklerini yüklenmek için,
Kur'ân-ı Kerîm'i öncekilerin masalları olmakla vasfetmemişlerdir. Ancak ne var
ki, onlartn akibeti bu olunca, bu lamın getirilmesi güzel olmuştur. Bu Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "İşin sonunda kendilerine bir düşman ve dert olsun diye
firavundun adamları onu yitik olarak aldılar" (Ka$as. s) buyurması gibidir.
Ayette kâmileten buyurulmuştur ki, bunun mana», "Allah Teâlâ, onların
cezalarından herhangibir şeyi eksiltmez, aksine onların o cezalarının tamamını
onlara ulaştırır" şeklindedir. Ben derim ki: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
müminlerden cezalarının bir kısmını düşüreceğine delâlet eder. Eğer bu mana
herkes için söz konusu olsaydı, o zaman kamileten kelimesinin o kâfirler
hakkında kullanılmasının bir manası kalmazdı.
Cenâb-ı Hakk "Saptırdıkları kimselerin veballerinden
bir kısmını da yüklenecekler" buyurmuştur. Bu, "O reisler için de,
tâbi olanların günahlarının misli tahakkuk eder" demektir. Bunun sebebi,
Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu hadistir:"Herhangi bir kimse,
hidâyete (hakikate) çağırır da böylece
de kendisine uyulursa,
kendisine uyanların ecirlerinden herhangi bir şey eksiimeksizin, onların
ücretlerinin bir misli de o kimseye verilir. Herhangi bir kimse de bir
sapıklığa davet eder de, böylece de sözü dinlenir, kendisine uyulursa,
kendisine uyulanm günahlarından herhangi bir şey eksiimeksizin, onların günahlarının
bir misli de onun üzerine olur.[70]
Bil ki, bundan murad,
Allah Teâlâ'nın, tâbi olanların hak ettiği o cezayı, o başkan ve liderlere
vermesi değildir. Çünkü bu Allah'ın adaletine yakışmaz. Bunun delili Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hakikaten insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur"
{Hocm, 30) ve "Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü
yüklenmez"(isra, 15) ayetleridir. Aksine bunun manası, "Önderler,
çirkin bir yol ve çığır açtıkları zaman, cezaları büyük olur. Öyle ki bu ceza,
onlara uyan her bir ferdin haketmiş olduğu cezanın tamamına denktir"
şeklindedir.
Vahidî şöyle demiştir:
"Ayetteki, min evzâri" kelimesindeki min "teb'îz" için
değildir. Çünkü bu kelime bu manada olsaydı o zaman, tâbi olanların
günahlarının bîr kısmı hafifletil irdi ki, bu caiz değildir. Zira Hz.
Peygamber, "Onlann günahlarından herhangi bir şey eksiimeksizin"
buyurmuştur. AKsine, bu ifadenin başındaki min, cins ifâde etmektedir. Yani
"Onlar, kendilerine uyanların günahlarının cinsinden olan günahları
taşımak için" demektir.
Ayet-i kerimede bl
gayr-i Hm "bilgisizce" buyuru I m ustur. Yani, "O önderler, bu
sapıklığı, kendisi sebebiyle hakedecekleri o şiddetli azabı bilmeksizin
yapmışlardır" aemektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ayetini üjjjîtt İU ^ "Dikkat et ki onların sırtlayacakları bu yükler
ne kötüdür!" buyurarak bitirmiştir ki, bundan maksadı, günahlardan iyice
men ve nehyetmektir.
Buna göre şayet,
"Allah Teâtâ, müşriklerin ileri sürdüğü bu şüpheyi nakletmiş, onu
cevaplamamış, tam aksine sırf tehdit ve vaîd ile yetinmiştir. O halde bunun
hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun sebebi şudur: Allah,
Kur'ân'ın mucize olduğunu i yolla beyân etmiştir:
a) Hz. Peygamber, o müşriklere, bazan, Kur'ân'ın tamamı,
bazan on sûre, bazan "*k bir sÇıre, bazan da tek bir söz getirmelerini
söylemek suretiyle meydan okumuş, mar ise bu her defasında muaraza etmekten
yani teklif edileni yapmaktan aciz kalmışlardır ki, bu da, Kur'ân'ın mu'cize
olduğuna delâlet eder.
b) Allah bu şüphenin bizzat aynısını, "(şöyle)
dediler: "Bu ayetler onun başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam
okunmakta olan, evvelkilere ait masallardır" (Furkan.5) ayetinde
zikretmiş, ve bu şüpheyi, "De ki: "Onu göklerde ve yerdeki gaybı
bilen (Allah) indirdi"(Furnan, e) ayetiyle çürütmüştür ki, bu,
"Kur'ân, gaybî haberleri ihtiva etmektedir. Bu ise ancak, göklerin ve
yerin sırlarını bilenden sudur eder" demektir. Bu iki yolla Kur'ân'ın
mu'cize olduğu sabit olur. Bu iki yolun açıklaması da defalarca geçmiş olunca,
pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak bu ayette, sadece vaîdini belirtmekle yetinmiş,
bu şüphenin cevâbı olacak açıklamayı getirmemiştir. Allah en iyisini bilendir.
[71]
"Kendilerinden
öncekiler de, birtakım tuzaklar kurmuşlardı ayet Allah, onların
binalarını, tâ temellerinden yıkmayı diledi de, üstlerindeki tavan tepelerine
çöktü. Hem bu azâb onlara bilemeyecekleri bir taraftan gelmiştir.
Sonra Kıyamet gününde
de, onları rezil ve rüsvay edecek ve diyecek ki: "Hani, sizin uğurlarında
düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede(!)" Kendilerine ilim
verilenler, "Bugün, hakikaten rüsvaylık, zillet ve azâb,
kâfirleredir" dediler. Melekler, kendilerine zulmedenlerin,
canlarını alacakları zaman onlar "biz hiç fenalık yapmazdık" diye diye teslim
oldular. Hayır, Allah sizin neler yapmakta olduğunuzu muhakkak ki çok iyi bilendir" . (Nahl,
2&-29).
Bil ki bu ayetin
maksadı, o kâfirlerin muhatap olduğu tehdidi, cezalarını iyice
vasfetmektir."Kendilerinden öncekiler de bir takım, tuzaklar
kurmuşlardı" ifadesiyle kimlerin kasdedildiği hususunda iki görüş ileri
sürülmüştür:
Birinci Görüş: Bu,
ekseri müfessirlerin kabul ettiği görüş olup, buna göre bununla, Nemrud İbn
Ken'an kasdedi!mistir ki o, Babil'de uzunluğu -5000- (beşbin) zira olan büyük
bir köşk inşâ etmişti. Bunun uzunluğunun iki fersah olduğu da ileri
sürülmüştür. O bununla, göktekiferle savaşmak için göğe tırmanma gayesini
gütmüştür. Bu ayetteki mekr sözüyle de, onun, göktekilerle savaşmak için bu
sarayı yapması kastedilmiştir.
İkinci Görüş: Bu, en
doğru görüştür. Buna göre bu. hak yolunda olanlara her türlü tuzağı kurma çabasında
olan bütün "batıl ehli" hakkında umumî bir ifâdedir.
Cenâb-ı Hak,
"Nihayet Allah, onların binalarını, tâ temellerinden yıkmayı diledi
de..." buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır;
[72]
Gelmek, hareket
etmek kavramları, Allah
hakkında imkânsız şeylerdendir. O halde, bununla, "Onlar inkâr
edince, Allah onlara,
binalarını temellerinden ve direklerinden söküp çıkaran bir zelzeleyi
getirdi" manası kastedilmiştir.
Ayetteki bu ifâdeyle
ilgili iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Bu,
sadece bir benzetmedir, temsildir. Buna göre mana, "Onlar, Allah'ın
peygamberlerine tuzak kurmak için birtakım kuleler ve köşkler kurup yaptılar
da, Allah onların o kulelerin içindeki durumlarını, tıpk'ı, şu kimselere
benzetti: Bir bina yapıp ve o binayı sütunlarla muhkemteştirmeye çalıştılar.
Fakat, sütunlar zayıf geldi, bina yıkıldı. Derken tavan üzerlerine çöktü,
kaydı" şeklindedir. Bu benzetmenin bir benzeri de, Arapların, "Kim
kardeşi için bir kuyu kazarsa, Allah onu o kuyuya düşürür" şeklindeki
sözleridir.
İkinci Görüş: Bu
ifadeyle, ayetin zahirinin delâlet ettiği mana kastedilmiştir ki, bu da Cenâb-ı
Hakk'ın, onların üzerine, yaptıkları binanın tavanlarını göçürmek suretiyle
öldürmesidir Birinci görüş, manaya daha yakındır.
Ayet-i kerimedeki
cümlesi ile ilgili şöyle bir soru sorulabilir: Tavan, zaten üstten çöker.
Binâenaleyh, daha "üstlerindeki' demenin hikmeti nedir?
Buna şu iki açıdan
cevap verilebilir:
1) Bununla, tekîd kastedilmiştir.
2) Çoğu kez tavan çöker de, altında kimse bulunmaz.
Bundan ötürü Cenâb-ı Hakk, "üstlerindeki tavan tepelerine çöktü"
buyurmakla, onların, onun altında olduklarını göstermiştir. Bu durumda bu cümle
onların binalarının yıkıldığına ve onların o binanın altında Ölüp gittiklerine
delâlet eder.
Ayetteki "Hem bu
azâb onlara, bilemeyecekleri bir taraftan gelmiştir" buyruğunu bir temsil
manasına alırsak, o zaman durum açıktır. Buna göre mana: "Onlar
kulelerine, o yüksek yüksek binalarına güvendiler de, sonra da belâ bizzat o
binaların kendisinden fışkırıverdi" şeklinde olur. Yok eğer bunu zahirî
manaya harnledersek, buna göre mana, "O tavan onların üzerine ansızın
çöktü" şeklinde olur. Çünkü ifade bu manaya alınınca, bu, onlar gibi
olanlar ve onların yoluna uyanlar için daha ileri derecede bu caydırma ifâde
eder.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların azâblarının bu kadarla kalmayacağını, aksine Kıyamet gününde
onları rezîl ve rüsvây edeceğini de beyan buyurmuştur. Hlzy, horluk ve
hakîrlikle beraber olan bir azâbtır. Allah Teâlâ bu hor ve hakîr olmayı,
onlara,"Hani, sizin uğurlarında düşman kesildiğiniz ortaklarım,.."
diyerek tefsir etmiştir. Bununla ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Zeccâc
şöyle demiştir: ifadesi, "Sizin batıl iddianıza ve inancınıza göre benim
ortaklarım olan tanrılarınız nerede?" : manasındadır. Bunun bir benzeri
de, Cenab-ı Hakk'ın "Nerde boş yere davasını güttüğünüz
ortaklarınız?" (En'am, 22) ve ''Ortaklan öyle dedi (diyecek): "Siz,
bize tapmıyordunuz"(yunus, 2&) ayetleridir. Bu izafet, bu nisbet güzel
ve yerindedir. Çünkü nisbetjn güzel olabilmesi için, en ufacık sebep dahi
yeterli olabilir. Bu, tıpkı bir tomruk taşıyan kimseye, "Sen, kendi
tarafını; ben de benim tarafımı tutayım" denilmesi gibidir. İşte burada
"taraf", o kimseye nisbet edilmiştir.
İkinci Bahis:
Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.
Yani, "Sizler, "Sizler,
haklarında, mü'minlerle mücadele edip düşmanlık yaptığınız
ortaklarınız..." demektir. İki hasımdan birisinin bir tarafta diğerinin de
öteki tarafta, şıkta olması sebebiyle iill» denildiği de söylenmiştir.
Üçüncü Bahis: Nâfİ bu
fiili, izafetle ve nûn'un da kesresiyle tuşâkkûni okurken, diğer kıraat
imamları nûn'un fethası ile ve cemi siğasında tüşâkkûne şeklinde okumuşlardır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kendilerine ilim verilenler, "Bugün, hakikaten rüsvaylık,
zillet ve azâb kâfirleredir" dediler" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili
iki bahis vardır:
Birinci Bahis:
İbn Abbas, "Kendilerine ilim
verilenler"den meleklerin kasdedildiğini
söylerken, diğerleri, bunların mü'minler olduğunu ileri sürerek şöyle
demişlerdir: "Mü'minler, Kıyamet gününde kâfirlerin rüsvaylıklarını
gördüklerinde, "Bugün, hakikaten rüsvaylık, zillet ve azâb
kâfirleredir" derler. Bunun faydası şudur; Kâfirler, dünyada iken
mü'minleri yadırgıyorlardı. Binâenaleyh mü'minler, Kıyamet gününde kâfirleri hor
ve hakir kılma sadedinde bu sözü söylediklerinde, bu söz Kâfirlerin içine
oturur, onlara iyice eziyyet verir ve böylece de, düşmanın başına gelen zillet
ve rüsvayltk ile de daha fazla sevinilmiş olur.
İkinci Bahis: Mürcie,
azabın kâfirlere mahsus olduğuna dair, bu ayetle istidlal ederek şöyle der:
"Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bugün, hakikaten rüsvaylık, zillet ve azâb
kâfirleredir" ifadesi, Kıyamet gününde rüsvaylık ve azabın mahiyetinin
kâfirlere mahsus olduğuna delâlet eder ki, bu da bu mahiyetin başkası hakkında
tahakkuk etmesine aykırıdır. Bu husus, Hz. Musa'nın, "Bize şu hakikat
vahyolundu ki, şüphesiz azâb, tekzîb edenlerin ve yüz çevirenlerin
tepesindedir" (Tahâ. 48) ifadesiyle ae kuvvet kazanır."
Daha sonra Cenâb-ı Hak
o kâfirlerin azabını bir başka açıdan vasfederek, "Melekler, kendilerine
zulmedenlerin canlarını alacakları zaman..." buyurmuştur. Hamza kıraatinde
yetevaffâhum şeklindedir. Zira melâike hakkında müzekker fiil kullanılır. Diğer
kıraatlerde ise "melâiketu" Kelimesinin lafzan müennes olmasından
ötürü tâ ile, tetevetfâhüm şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların "Biz hiç fenalık yapmadık" diye diye teslim
oldular" sözlerini nakletmiştir. Bu hususta şu iki görüş iteri
sürülmüştür:
1) Allah Teâlâ, onların ölümlerine yakın bir zamanda
teslim olduklarını nakletmiştir.
2)
İbn Abbas bu
tabire "Onlar, ölürken müslüman oldular ve Allah'ın kulu olduklarını kabul
ve ikrar ettiler" manasını vermiştir.
ifadesiyle de, onların, "Biz hiç fenalık yapmadık"
dediklerini söylemiştir kî, buradaki "fenalık" sözünden maksat,
şirktir. Bunun üzerine melekler, onların sözünü kabul etmeyerek
ve onları tekzib
ederek "Hayır, hayır! Allah sizin yalanlamanızı ve şirk koştuğunuzu
hakkıyla bilendir..." demişlerdir. Bu ifadedeki belâ, o müşriklerin,
"Biz bir fenalık yapmadık" sözlerini reddetmek için getirilmiştir. Bu
hususta da iki görüş vardır:
Birinci Görüş: Allah
Teâlâ onların, ölümleri yaklaştığında, teslim olduklarını nakletmiştir.
[73]
İkinci görüş: Söz
kısmında tamamlanmıştır Daha sonra da, söze, o müşriklerin Kıyametteki
sözlerini nakletmekle başlanılmıştır ki, buna göre mana, ''Onlar Kıyamet gününde hakkı teslim ettiler
ve "Biz dünyada herhangi bir fenalık yapmadık" dediler. İşte bu
noktada ulemâ ihtilaf etmiştir. Bu cümleden olarak, Kıyamettekilerin yalan
söyleyebilecekleri fikrini savunanlar, "Bu söz, onlardan bir yalan olarak
sudur etmiştir. Çünkü onlar bu yalana ancak, son derece korktukları için
yeltenmişlerdir" derlerken; Kıyamettekilerin yalan söyleyemeyeceklerini
ileri sürenler de, "Ayetin manası, "Biz, kendi inancımıza göre bir
fenalık yapmadık!" şeklindedir" demişlerdir. Kıyamette, yalan
söyleyip söyleyemeyeceklerini biz, En'am Sûresi'nde (Enam, 23) ayetinin tefsirinde anlatmıştık.
Bil ki Atlah Teâlâ o
müşriklerin, "Biz herhangi bir fenalık yapmadık" dediklerini
nakledince, "Hayır hayır, Allah sizin yaptıklarınızı bihakkın bilir"
buyurmuştur. Bu sözü söyleyenin Allah olması, veyahut da, onlara reddiye olsun
diye ve onları yalanlamak için, bu sözün melekler tarafından söylenmiş olması;
belâ kelimesinin manasının da, onların, "Biz hiç fenalık yapmadık"
sözlerini reddetmek için getirilmiş olması mümkündür.
Ayetteki di
"Allah, sizin neler yapmakta olduğunuzu, muhakkak ki çok iyi
bilendir" cümlesi, "Allah, sizin dünyada iken yaptıklarınızı bilir;
binâenaleyh, bu yalanınız size fayda temin etmez; çünkü O, sizden sudur
ettiğini bildiği o küfrünüze karşılık sizi cezalandıracaktır..." demektir.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak bu cezayı açıkça zikrederek "O halde içinde ebedi kalıcı olarak, girin
cehennemin kapılarından...1'(Nahi, 29) buyurmuştur. Bu, onların cezalarının
farklı farklı olacağına, böylece de bazısının cezasının bazısınmkinden daha
büyük olacağına delâlet eder. Cenâb-ı Allah, kederleri ve hüzünlerinin daha
büyük olması için bu ifadesinde, "hulûd" (uzun bir süre) kelimesini
açıkça zikretmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Tevhidi ve peygamberlerin
getirdiği diğer şeyleri kabul etmeyi gururlarına yediremeyenlerin yerleri ne
kötüdür'7 buyurmuştur. "Tekebbür"ün ne demek olduğu, bu eserde
defalarca geçmiştir. Ailah en iyisini bilendir.
[74]
"Müttakîlere
"Rabbiniz ne indirdi?" denildi. Onlar da, "sırf hayır"
dediler. Bu dünyada iyi hareket edenlere güze! bir mükâfaat
vardır. Ahiret yurdu ise, elbette daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu,
gerçekten ne güzeldir! Adn cennetleridir ki, altlarından ırmaklar akan bu
cennetlere gireceklerdir onlar. Orada, ne dilerlerse onların, işte Allah, takvaya
girenleri böyle mükâfaatlandmr. Bunlar meleklerin, pâk ve asude olarak
canlarını alacakları elerdir. "Selâm size. işlemekte olduğunuz (iyi
hareketlerin) karşılığı olmak üzere, girin cennete" derler"
(Nahl, 30-32).
Bil ki Allah Teâlâ,
kendilerine "Rabbiniz ne indirdi?" denildiğinde, "Evvelkilerin
büzmeleri" diyen kavimlerin hallerini beyân edip, onların, hem kendi
günahlarını, nem de kendilerine uyanların günahlarını yüklendiklerini belirtip,
meleklerin, bu kendilerine zulmeden kimselerin canlarını aldıklarını belirtip,
ahirette onların hakkı teslim ettiklerini 2İkredip ve onlara, "Cehennem kapılarından
girin içeriye..." dediğini *ade edince, bunun peşinden, kendilerine,
"Rabbiniz ne indirdi?" denildiğinde, "Mahzâ hayır!" diyen
mü'minlerin vasfını getirmiş; bunların vaadinin o kimselerin vaîd ve cezasıyla
birlikte zikredilip görülmesi için, o müttakîler lehine dünyada ve ahirette
hazırlamış olduğu hayır ve saadetlerin derece ve makamlarını zikretmiştir.
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[75]
Kadî şöyle der;
"Takva sözünün muhtevasına, bütün muharrematı terkedip
bütün vâcibleri işleyen
kimse-
ler girer. Kim bu iki hususu bir arada yaparsa o, imanı kâmil
bir mü'min olur."
Alimlerimiz de şöyl demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, bu
ifâdeyle, şirkten korunan ve Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in
Allah'ın Rasûlü olduğuna kesinkes inananları kastetmiştir."
Ben derim ki, bu
görüş, Kadî'ninkinden daha evlâdır. Çünkü biz: "Falanca katildir, falanca
döver" diyen kimsenin sözünün doğru olabilmesi için, onun, tek bir defa
öldürmesinin ve tek bir defa dövmesinin yeterli olduğunu; bu sözün doğruluğunun
o kimsenin, her türlü öldürmeyi ve her türlü darb ve dövmeyi yapmasına bağlı
olmadığını beyan etmiştik. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "korkan ve
korunanlara" ifadesi, her türlü takva çeşidinden sadece birini yapan
herkesi içine alır. Ancak ne var ki biz, bu kimsenin, mutlaka ve mutlaka küfür
ve şirkten korunup uzak kalması gerektiği hususunda ittifak etmişizdir.
Binâenaleyh, bu kayda, başkasının ilave edilmemesi gerekir. Çünkü, mutlak olan
bir ifâdeyi kayıtlamak, "asi" olan hususun hilafına olunca, mukayyet
olanı yeniden kayıtlamak, "asl"a daha fazla muhalefet etmek olur. Hem
Allah, bu kimseleri, o kâfir olup müşrik olanların mukabilinde zikretmiştir.
Binâenaleyh bundan maksadın, o küfür ve o şirkten korunan kimseler olması
gerekir. Allah, en İyisini bilendir.
[76]
Birisi şöyle
diyebilir: "Önceki ayette, geçerken, bu ayette de, IjJ*
Ijtâ geçti. Binâenaleyh niçin birinci ifadeyi merfû, ikincisini de
mansûb olarak zikretti?"
Keşşaf sahibi şöyle diyerek
buna cevap vermiştir: "Bundan maksat, hakkı kabul edenin verdiği cevap
ile, hakkı inkâr edenin cevabının arasını ayırmaktır. Yani, "Bunlara bu
soru sorulunca, hiç duraklamadan, cevabı soruya mutabık getirip çok net ve açık
biçimde cevap vermişler ve (hayır,
hayrı...) diyerek, bu kelimeyi, "indirdi..." fiilinin mef'ûlü
yapmışlardır. Yani, "Hayrı indirdi" demişlerdir. Halbuki ötekiler
ise, cevabı suâlden ayırarak, "Bu, evvelkilerin düzmesidir"
demişlerdir. Binâenaleyh bu ifadede enzele fiili âmil kabul edilmemiş, (mahzûf
mübtedânın haberi kabul edilmiştir).
[77]
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Bu, hac mevsiminde oldu. Meselâ birisi Mekke'ye geliyor,
müşriklere Hz. Muhammed ve onun işinden suâl ediyor, bunun üzerine o müşrikler
de: "O, sihirbazdır; kâfirdir; kezzâb (çok yalancı)dır" diyorlardı.
Derken, mü'minlerin yanına geliyor, onlara, Hz. Muhammed'den ve Allah'ın o
Muhammed'e indirdiğinden suâl ediyordu da, onlarda: "Hayrı" yani
"Hayır indirdi" diyorlardı. Onların vermiş olduğu bu cevaptan
kastedilenin, İndirilen o şeyin "hayır" diye vasfedilmiş olması da
muhtemeldir. O halde onların, "O, hayırdır" demeleri, onun hak ve
doğru olmasını; bir de onların, onun doğruluğunu ve lüzumunu itiraf edip kabul
ettiklerini içine alan bir sözdür. O halde bu, yalanlamak suretiyle, "bu,
öncekilerin düzmeleridir" diyerek ahirete inanmayan kimselerin sözlerinin
zıddına olan bir sözdür.
[78]
Ayetteki ve ondan
sonra gelen kıstm, hayran kelimesinden bedel olup, bu, ittikâ eden kimselerin
sözünü' bir nakletmedir. Yani, "Bu sözü, ittikâ edenler söyledi"
demektir. Bu ifâdenin, Allah'ın vermiş okluğu bir haber olması da mümkündür.
Buna göre kelamın takdiri, "Müttakîlere ^Rabbiniz ne indirdi?"
denildiğinde, onlar cevaben, "Hayrı" dediter" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak müttakilerin bu görüşünü tekîd ederek, "Bu dünyada
iyi hareket edenlere güze! bir mükâfâat vardır" buyurmuştur.
ifadesiyle neyin murad
edildiği hususunda iki görüş bulunmaktadır: "Lâ i'âhe illallah diyenler,
cehennemden çıkarılırlar" diyenlere gelince, onlar bu sözü, tam ve kesin
bir inançla, "Allah'tan başka ilâh yoktur!" manasına hamletmişlerdir.
"Ehl-i salâhın fâsıkları cehennemden çıkarılmaz" diyen Mu'tezile ise,
"ahsenu" sözünü, "iman edip, bütün farzları yerine getirerek
bütün haramlardan sakınanlar" manasına hamletmişlerdir.
Ayet-i kerimedeki
kısmı hakkında iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Bu
kısım, "ahsenu" ifadesine taalluk edip, buna göre kelamın takdiri,
"Bu dünyada, güzel ameller yaparak ittikâ eden kimseler için, ahirette
hasene iyilikler vardır" şeklindedir. Bu "hasene, ise, büyük bir
mükâfaattır. Bu "hasene'nin, onun mükâfaatının ona, yediyüze ve sonsuzca
katlanması olduğu da söylenmiştir.
[79]
İkinci Görüş: Bu
ifade, "hasene" kelimesine taalluk edip, buna göre kelamın takdiri,
"iyi hareket edenlere, bu dünyada da "hasene" tahakkuk
eder" şeklinde »ur. Bu görüş daha evlâdır. Çünkü Cenâb-ı Hak bundan sonra,
"Ahiret yurdu ise, -: bet daha hayırlıdır" buyurmuştur. Böyle olması
halinde, bu dünyada tahakkuk edecek olan "hasene"nin ne demek olduğu
hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Bundan maksad, onun hak etmiş olduğu övgü, saygı
duyulma, medholunma •e yüceltilmedin Bütün bunlar, onun yaptığı şeylerin
karşılığıdır.
2) Bununla, Bedir ve Mekke'nin fethinde olduğu gibi,
onların, din düşmanlarına karşı delil ile, maddî kuvvetle galip gelmeleri;
onların mallarını ganimet olarak almaları we
memleketlerini fethetmeleri kastedilmiştir. Böylece
onlar onları, o memleketlerinden sürüp, hicrete, vatanlarını
terketmeye, çoluk çocuklarından =-.'i'maya zorlamışlardır ki, bütün bunlar ise,
tesiri büyük olan şeylerdir.
3) Bununla şunun
kasdedilmiş olması da muhtemeldir:
Onlar iyilikte bulununca, yani onlar taatları işleyip bihakkın yerine
getirince, Allah onlara mükâşefe, müşahede ve lötuf kapılarını açmıştır. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Hidayeti kabul edenlere gelince, iABah) onların
muvaffakiyetini arttırmıştır" (Muhammed, 17) ayetinde olduğu gibidir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Ahiret yurdu ise elbet daha
hayırlıdır" rfadesini, biz En'am Sûresi'ndeki, (En'am, 32) ayetinin
tefsirinde açıklamış ve bu hayrın gerçekleşeceğini aklî ve kesin delillerle
izah etmiştik.
Hak Teâlâ daha sonra
"Takva sahiplerinin yurdu gerçekten ne güzeldir" buyurmuştur. Bu,
"Muttakilerin yurdu, ahiret yurdu ne güzeldir!" demektir.
"Ahiret yurdu", bir önceki cümlede geçtiği için hazfedilmiştir. Ayeti
daha sonraki ifadelerle ilgili kılmadığın zaman verilen mana budur. Eğer bu
ayeti, sonraki kısımla ilgili kabul edersen, "Muttakilerin yurdu, Adn
cennetleri ne güzeldir!" demiş olursun. Bu durumda, bundan sonra gelen
"cennât" kelimesi, "ni'me" fiili için bir isim (mahsus)
olarak merfû kılınmış olur. Bu tıpkı, "Zeyd'in konakladığı ev, ne güzel
evdir" demende olduğu gibidir.
Ayetteki "Cennâtu
adn" ile ilgili birkaç mesele vardır:
[80]
Bil ki bu, eğer daha
önceki ifade ile ilgili olursa, bu durumda neden merfû olmuş olacağını biraz
önce açıklamıştık. Yok eğer bu, kendinden öncesine bağlı sayılmaz ise, buna
göre Zeccâc
şöyle der: "Bu, mukadder bir "hiye" (O) zamiri ile merfûdur.
Buna göre sanki sen, "Takva sahiplerinin yurdu gerçekten ne
güzeldir!" dediğinde, sanki "övülen bu yurt, hangi
yurttur?"sdenilmiş de, "O, Adn Cennetleridir" cevabını
vermişsin." İstersen sen bu ifadenin, mübtedâ olarak merfû; "Bu
cennetlere gireceklerdir onlar" ifadesinin ise bunun haberi olduğunu
söyleyebilirsin. İstersen "Takva sahiplerinin yurdu gerçekten ne
güzel!" ifadesinin, "Adn cennetlerinin "haberi" olduğunu ve
takdirin, "Adn cennetleri, takva sahiplerinin ne güzel yurdudur"
şeklinde olduğunu söyleyebilirsin.
[81]
Ayetteki
"Cennât" kelimesi, birtakım köşklerin ve bahçelerin bulunduğuna,
"Adn" kelimesi ise bunların devamlı (bakî) olduğuna, ve "ahlarından ırmaklar
akan" cümlesi ise, o cennetlerde, cennetliklerin üzerlerine oturdukları ve
altlarından nehirlerin tatlı tatlı aktığı binaların bulunduğuna delalet eder.
[82]
Allah Teâlâ daha sonra
"Orada ne dilerlerse onlarındır" buyurmuştur. Bu ifade ile İlgili iki
bahis vardır:
Birinci Bahis: Bu
ifade, orada bütün hayır ve mutlulukların mevcud olduğuna delalet eder. Bu
ifade, Hak Teâlâ'nın, "Canlarınızın isteyeceği, gözlerinizin hoşlanacağı
ne varsa oradadır"'(Zuhruf,7p) ifadesinden daha beliğdir. Çünkü
"Orada ne dilerlerse onlarındır" ifadesinin içinde hem bu iki şey
(yani canın istediği, gözün hoşlandığı) şeyler ve bunlarla beraber başka
kısımlar (nimetler) vardır.
İkinci Bahis:
"Orada ne dilerlerse onlarındır" ifadesi, "Bu hal ancak
cennettle söz konusudur" demektir. Çünkü bu ifade, hasr (sadece)
manasınadır ki, bu da, insanın bu dünyada, her dilediğini elde edemeyeceğini
gösterir.
Allah Teâlâ 'İşte
Allah takvaya erenleri
böyle mükâfaatlandmr" buyurmuştur. Bu, "Takvanın mukafaatı
işte böyle olur" demektir.
Hak Teâlâ daha sonra
sözü, muttakilerin sıfatlarına getirerek jzJb "Bunlar, meleklerin pâk ve
âsûde olarak canlarını alacakları kimselerdir" buyurmuştur. Bu ifâde,
"Melekler, kendilerine zulmedenlerin canlarını alacakları zaman..."
(Nahi, 2B) ifadesinin mukabili (karşılığı) olarak getirilmiştir. Binâenaleyh bu
müttakilere ait bir özelliktir. Gerek, "işte Allah takvaya erenleri böyle
mükâfatlandırır" ifadesi, gerekse, "Meleklerin pâk ve âsûde olarak
canlarını alacakları kimseler" ifadesi pek çok manaları içinde toplayan
özlü ifadelerdir. Çünkü bu ifadelerin içine, muttakilerin emrolundukları
herşeyi yaptıkları, nehyolundukları herşeyden kaçtıkları, üstün huy ve
meziyetlere sahip oldukları, kötü huylardan ve cismanî alakaların esiri
olmaktan uzak olduktan, tertemiz kutsî varlığın huzuruna yöneldikleri ve
ruhlarının (canlarının) kolayca ve güzelce alındığı, bu esnada cennetle
müjdeiendikleri, böylece onların bütün cennetleri ve hallerini müşahede
ettikleri hususları girer. Durumu böyle olan bir kimse, Ölümden acı duymaz.
Hasan el-Basrî ayette bahsedilen ölümün, "haşr" zamanı olan vefat
olduğunu söylemiş ise de, ekseri müfessirler bunun, onların ruhları (canlan)
alınırken meydana gelen ölüm olduğu görüşündedirler.
Allah Teâlâ daha
sonra, bu noktada muttakîlere "... Girin cennete" denileceğini beyan
etmiştir. Hasan el-Basrî, işte bu ifadeden dolayı, o ölüm ile, "Haşr
vefatının kastedildiğine istidlal ederek şöyle demiştir: "Çünkü dünyada
onların canlan altnırken onlara, "işlemekte olduğunuz iyi hareketlerin
karşılığı olmak üzere girin cennete" denilmez. Ekseri müfessirlerin tercih
ettiği birinci görüştekiler şöyle demişlerdir: "Melekler onları cennetle
müjdeleyince, cennetler sanki artık onların yurdu olmuş ve sanki onfar orada
imiş gibi olur. Bundan dolayı onlara, "Girin cennete" denilmesi ile,
"Bu cennetler size tahsfs edilmiştir. Siz artık sanki orada
sayılırsınız" manası kastedilmiştir.
[83]
"(Kâfirler)
kendilerine o meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin emrinin gelip çatmasından
başka bir şey mi beklerler? Onlardan evvelkiler de böyle yaptı. Onlara Allah
zulmetmedi. Fakat kendi kendilerine zulmettiler onlar. Böylece yaptıklarının
cezası onları çarptı ve istihza ettikleri (azap) onları çepeçevre . kuşattı"
(Nahl, 33-34).
Bi1 ki bu, nübüvveti
inkâr edenlerin iteri sürdükleri ikinci şüphedir. Çünkü onlar, H2. Muhammed
(s.a.s.)'den, Allah Teâlâ'nın peygamberlik iddiasına şâhidlik edecek melekler
indirmesini istemişler ve bunun üzerine Hak Teâlâ, "Senin nübüvvetini
tasdik etmek için, o kâfirler bu hususta şâhidlik edecek meleklerin gelmesini
gözleyip dururlar" buyurmuştur. Şöyle denilebilir: "Müşrikler, Kur'ân
hakkında, "Bu evvelki ümmetlerin masal ve efsaneleridir" demek
suretiyle Kur'ân'ı tenkit edip, Cenâb-ı Hak da, onlar için her türlü tehdit ve
va'îdi yaparak, bunun peşisıra da Kur'ân'tn sırf hayır ve doğruluk olduğunu
söyleyerek, Kur'ân'a böyle küfürlerinden vazgeçmezler. Aksine kendilerine
tehditlerde bulunan melekler ve Rablerinin emri, yani köklerini kazıyacak azabı
gelmedikçe, bu batıl inançlarından vazgeçmeyecekleri" hususunu anlatmaya
başlamıştır.
Bil ki her iki izaha
göre de, Cenâb-ı Hak, ''Onlardan
evvelkiler de böyle yapmıştı" buyurmuştur. Yani, "Bunların söz ve
fiilleri, kendilerinden önceki kâfirlerin söz ve fiillerine benzer"
demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlara Allah zulmetmedi, fakat kendi kendilerine zulmettiler
onlar" buyurmuştur. Bunun manası şöyledir: "Onlardan öncekiler de
böyle yapmışlardı ve onlara peşin dünyevî helak cezası verilmişti. Allah Teâlâ,
böyle cezalandırmak suretiyle onlara zulmetmemiştir. Çünkü Allah, onlara
küfürleri sebebiyle hakettikleri cezayı vermiştir. Onlar, kâfir olmaları ve
peygamberleri yalanlamakla kendilerine zulmetmiş oldular ve başlarına gelen o
cezaya müstehak oldular."
Allah Teâlâ, bunun
peşisıra ... yani "Onlara yaptıkları kötülüklerin cezası isabet etti ve
onlara, istihza etmelerinin cezası, kendilerini her taraftan sararak
geldi" buyurmuştur.
[84]
"Müşrikler
dediler ki: "Eğer Allah dikseydi, ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiçbirşeye
tapmaz, O'nun hükmü olmaksızın hiçbirşeyi haram kılmazdık." Onlardan
evvelkiler de böyle yaptılar. Peygamberlerin üzerinde, açık bir
tebliğden başka bir vazife var mıdır? Andolsun ki biz her ümmete, "Allah'a
kulluk edin, putlardan kaçının" diye tebliğde bulunması için bir peygamber
gönderdik. Sonra Allah, içlerinden kimini hidâyete erdirmiş, kiminin
üzerine de dalâlet hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde gezinin de, yalanlayanların
akıbetinin nice olduğunu görün. (Habibim) sen onların, hidâyet
bulmalarına çok ihtiras göstersen bile, Allah dalâlette bırakacağı kimselere
hidayeti nasip etmez. Onların bir yardımcıları da olmaz" (Nahl, 35-37).
[85]
Bit ki bu, nübüvveti
inkâr edenlerin ileri sürdüğü üçüncü şüphedir. Bunu şöyle izah ederiz:
Kâfirler, peygamberliği tenkit etmek için "cebr" (insanın hiç iradesi
olmaması) görüşüne tutunarak şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ eğer iman
etmemizi dileseydi, ey Muhammed, sen gelsen de gelmesen de, biz iman ederdik.
Ama eğer Allah kâfir olmamızı murad etmiş ise, sen (peygamber olarak) gelsen
de, gelmesen de, küfrümüz yine olacaktı. Durum böyle olunca, herşey
Allah'tandır. O halde, senin peygamber olarak gönderilmende bir fayda ve hikmet
yoktur. Dolayısıyla nübüvvet (peygamberlik) müessesesinin batıl (asılsız)
olduğunu söylemek gerekir."
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[86]
Bil ki bu
şüphe, Allah Teâlâ'nın, En'âm
sûresi'nde, "Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah
dikseydi, ne biz,
ne atalarımız müşrik
olmazdı. (Kendi kendimize) hiçbirşeyi haram da kılmazdık/' Onlardan evvelkiler de işte böyle
tekzîb ettiler" (Sn-am, 148) ayetinde naklettiği şeyin aynısıdır.
Mu'tezile'nin bu ayetle yaptığı istidlal, tıpkı o ayetle yaptığı istidlal
gibidir. O halde, bu husustaki istidlal ve karşı istidlal bakımından söylenecek
söz, o ayetin tefsirinde söylenmiş olanların aynısıdır. Dolayısı ile onları
tekrar etmenin bir faydası yok.
Bununla beraber bir
nebze bahsetmemizde de bir sakınca yok. Diyoruz ki: Bu şüpheye karşı verilecek
cevap şöyledir: "O kâfirler, "Herşey Allah'tan olduğuna göre,
peygamber göndermek abes olur" şeklinde bir fikir ileri sürmüşlerdir. Buna
karşı diyoruz ki: Bu söz, Allah'a karşı bir itirazdır. Çünkü kâfirler,
"Peygamber göndermede, imanın gerçekleşmesi ve küfrün ortadan kaldırılması
konusunda fazla bir tesiri olmayınca, Allah'ın peygamber göndermesi uygun
değildir" demişlerdir. Dolayısıyla bu söz, Allah'ın hüküm ve fiillerini
mutlaka bir sebebe bağlama manasına gelir ki, bu yanlıştır. Aksine Allah'ın,
kendi mülk ve melekûtunda istediği hükmü verebilmesi, ve istediğini yapabilmesi
gerekir. Bundan dolayı, Allah'a karşı, "Bunu niçin yaptın veya şunu niçin
yapmadın?" denilemez. Bunun, bir inkâr olduğunun delili şudur: Allah
Teâlâ, bu ayetin sonunda, bu hususu açıkça belirterek, "Andolsun ki biz
her ümmete "Allah'a kulluk edin, putlardan kaçının" diye tebliğde
bulunması için bir peygamber gönderdik" buyurmuş ve böylece, kulları
hakkındaki sünnetinin (âdetinin), onlara peygamber göndermek, Allah'a ibadet
etmelerini emretmek ve tağuta ibadetten nehyetmek şeklinde beyan buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sonra Allah, içlerinden kimini hidayete erdirmiş, kiminin üzerine de
dalalet hak olmuştur" buyurmuştur. Bu, "Allah Teâlâ, her nekadar
herkese imanı emretmiş ve herkesi küfürden nehyetmiş ise de, bir kısım
insanları hidayete erdirmiş, bir kısmını da saptırmıştır. Binâenaleyh bu,
Allah'ın kullan ile ilgili ezelî bir kanunudur" demektir. Bu da Allah'ın
herkese imanı emredip, küfrü nehyetmesi, sonra da bazılarında imanı,
bazılarında küfrü yaratmasıdır. Allah'ın sünneti, bu manada bütün peygamberler,
ümmetler ve milletler hakkında kadîm olup, Allah Teâlâ'nın da kendisinin itiraz
edenlerin itirazından, ihtilaf edenlerin isteklerinden uzak ve berî bir ilah
olmasına hükmetmesi güzel ve yerinde olunca, o kâfirlerin böylesi bir soruyu
ileri sürmeleri cehaletlerini, sapıklıklarını ve Allah'tan uzaklaşmalarını
gerektirmiş olur. Böylece Allah Teâlâ'nın, onların rezillik ve lanete müstehak
olmalarına hükmetmesinin, onların "Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne
atalarımız O'ndan başka hiçbirşeye tapmazdık" şeklindeki sözlerinde
yalancı olduklarından değil, aksine onların durumunun böyle olmasının,
peygamberler gönderilmesine mâni olacağına inanmalarından ötürü olduğu, bu
inanca ise yanlış olduğu, işte bundan dolayı onların alabildiğine zemme ve
lanete müstehak oldukları sabit olmuş oldu. Bu konuda, güvenilecek doğru cevap
budur.
Ama bizden önceki
kelamcı ve müfessirler, bu hususta başka bir izah yaparak şöyle demişlerdir:
"Müşrikler bu sözü istihza için söylemişlerdir. Bu tıpkı, Şuayb (a.s)'a
kavminin, "çünkü sen, yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın"{Hud.
87) demeleri gibidir. Eğer onlar bu sözü inanarak söylemiş olsalardı, mü'min
olurlardı. Allah en iyi bilendir.
[87]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
şüpheyi nakledince, "Onlardan evvelkiler de böyle yaptılar"
buyurmuştur ki bu, "o" kâfirler, hep bu şüpheye tutunmuşlardır"
demektir.
Hak Teâlâ daha sonra
"Peygamberlerin üzerinde, açık bir tebliğden başka bir vazife var mıdır?"
buyurmuştur. Mu'tezile, "Bu, "Allah Teâlâ, hiç kimseyi imandan
alıkoymaz ve hiç kimseyi küfre düşürmez. Peygamberlerin görevi ise sadece
tebliğ etmektir. Binaenaleyh onlar, mükellefiyetleri tebliğ edip, Allah
Teâlâ'nın da hiç kimseyi haktan menetmediği sabit olunca, bu şüphe düşer" demektir''
demişlerdir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz de bunun manasının söyle olduğunu
söylemiştir: "Allah Teâlâ, peygamberlerine tebliği emretmiştir. Tebliğ
etme işi, onlara farzdır. Ama imanın gerçekleşip gerçekleşmemesi işinin,
peygamberle bir ilgisi yoktur. Fakat Allah Teâlâ ihsanı ve lutfu ile hidayete
erdirir, dilediklerini de hızlânı ile (ilahî yardımı keserek) dalâlete düşürür.
[88]
Alimlerimiz, hidayet
ve dalaletin, Allah'tan olduğunu anlatmak için, Hak Teâtâ'nın, "Andolsun ki biz, her
ümmete, "Allah'a kulluk edin, putlardan
(tâğuttan) kaçının diye, tebliğde bulunması için bir peygamber
gönderdik" buyruğuna tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu, Allah
Teâlâ'nın, her millet ve ümmet içinde, imanı emreden ve küfürden nehyeden
kimselerin olduğunu delalet eder."
Cenâb-f Hak, daha
sonra "Sonra Allah içlerinden kimini hidayete erdirmiş, kiminin üzerine de
dalâlet hak olmuştur" buyurur. Bu, "onların içinden, Allah'ın imana,
sıdka ve hakka ilettiği kimseler olduğu gibi, haktan saptırıp doğruyu görme
hususunda kör kılıp, küfür ve dalâlete düşürdüğü kimseler de var" demektir
ki bu, Allah'Teâlâ'nm emrinin, her zaman, iradesine muvafık olmadığına, bazan
birşeyi emrettiği halde o şeyi irade etmediğine; yine Dirşeyi nehyettiği halde
o şeyi irade ettiğine delalet eder ki, bizim mezhebimiz (görüşümüz) de
böyledir.
Netice olarak
diyebiliriz ki: "Mutezile şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın emri ve
iradesi, devamlı birbirine uygun ve mutabıktır. Ama O'nun ilmi ve iradesi,
bazan birbirine mutabık olmayabilir." Halbuki bu ayetin lafzı, açıkça
bizim görüşümüze delalet etmektedir. Bu 9c ";|ş şudur: İman emri herkese
şâmil, umûmî bir ifadedir. Ama Allah'ın insanların iman etmesini irade etmesi,
insanlardan ancak bazılarına tahsis edilmiş (nasib edilmiş)tîr."
Cübbâî, bu ayete:
"Onlardan Allah'ın, mükâfaat ve cennetine hidayet ettiği (ilettiği)
kimseler bulunduğu gibi, dalâletin yani ilahi cezanın kendisine hak olduğu
kimseler de vardır" manasını vererek cevap vermiştir. O şöyle der:
"Ayetteki "üzerine ...hak olmuştur" ifadesinde, dalâletin, küfür
manasında değil de, ilahî azab manasında olduğuna delalet vardır. Çünkü küfür
ve günahın, "hak" diye tavsif edilmeleri caiz değildir. Hem sonra
Allah Teâlâ, bu ayetin peşinden, "Şimdi yeryüzünde gezinin de, yalanlayanların
akıbetinin nice olduğun u görün" buyurmuştur ki burada bahsedilen akıbet,
Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine kökünü kazıma azabı vererek helak ettiği geçmiş
ümmetlerin helak olduklarına dair izlerdir. Bu da, ayette bahsedilen
"dalâlet" ile, "kökünü kazıma azabı" manasının
kastedildiğine delâlet eder.
Ka'bî, ehl-i sünnete
karşı şöyle cevap verir: "Ayetteki, "Sonra Allah, içlerinden kimini
hidayete erdirmiş" ifadesi, "Kim hidayete ererse, Allah'ın hükmünde
hidayete ermiş olur" demektir. Hak Teâlâ, "Kiminin üzerine de dalâlet
hak olmuştur" ifadesi ile de, "Dalâleti açık olanlar vardır"
manasını kastetmiştir. Bu, bir zalime, "Senin zulmün hak oldu, yani ortaya
çıktı" denilmesi gibidir. Bununla, "Onlar saptıklarında, Allah'ın
artık onları saptırması hak olmuştur" manası kastedilmiştir. Bu tıpkı,
"Allah, zalimleri dalâlete düşürür" (ibrahim, 27) ayetinde
bahsedildiği gibidir.
Bil ki biz, aklî ve
kesin deliller ile, hidayet ve dalâletin ancak Allah'tan olduğunu birçok ayetin
tefsirinde beyan ettik. Binaenaleyh o izahları tekrarlamanın bir manası yoktur.
Mu'tezile'nin bu zoraki izahlarının ve hoş olmayan te'villerinin (yorumlarının)
zayıf ve düşük olduklarını da defalarca izah ettik. Dolayısı ile bu izahı da
tekrarlamaya hacet yoktur. Allah en iyi bilendir.
[89]
Tağüt hakkında iki
görüş vardır:
a) Bununla, "Allah'ı bırakıp da taptığınız herşeye
ibadet etmekten kaçının" manası murad edilmiştir. Buna göre, bu manadaki
her şeye "tağût" denilir.
b) Bunun, "Şeytanın sizi, kendisine taatta
bulunmaya çağırması hususunda, tağuta yani şeytana tapmaktan kaçınınız"
manası da kastedilmiş olabilir.
[90]
Ayetteki,
"Kiminin üzerine de dalâlet hak olmuştur" ifadesi, biz ehl-i
sünnet'in görüşünün doğruluğuna delalet
eder. Çünkü Allah
Teâlâ, onlardan bazılarının üzerine dalâletin hak olduğunu haber verince, bu
kimselerden dalâletin sâdır olmaması imkansızdır. Aksi halde Allah Teâlâ'nın
doğru olan haberi, yalana dönüşmüş olur M bu imkânsızdır. İmkânsızı gerektiren
şey de imkânsızdır. Binâenaleyh bu kimselerin dalâlete düşmemeleri imkânsızdır
ve onlardan dalâletin sâdır olması, aklen vacip olmuş olur. Dolayısı ile bu,
pek çok bakımdan biz (ehl-i sünnetin) görüşünün doğruluğuna delalet eden bir
ayettir. Allah en iyi bilendir. Bu ayetin benzeri olanlar, Kur'an'da pek
çoktur. Meseİa, "(Allah) bir kısmına hidayet verdi, bir kısmına da dalâlet
hak oldu" (A'rai, 30); "Üzerlerine Rabbinin kelimesi (hükmü) hak
olmuş olanlar... iman etmezler" (Yunus, 96) ve "Andolsun ki bunların
çoğunun üzerine o söz hak olmuştur. Artık bunlar iman etmezler" (Yasin, 7)
ayetleri gibi.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şimdi yeryüzünde gezinin de, yalanlayanların akıbetinin nice
olduğunu görün" buyurmuştur. Bu, "Yeryüzünde onların başına
gelenlerin, sizin de başınıza gelebileceğini aniamak için, ibret almak için gezip
dolaşın" demektir.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, üzerine dalâlet hak olmuş kimsenin hidayete eremeyeceğini te'kid ederek,
"(Ey Rasûlüm) sen (bütün gayretinle), onların hidayet bulmalarını istesen
bile, Allah dalâlette bırakacağı kimselere, hidayeti nasib etmez buyurmuştur.
Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[91]
Asım, Hamza ve Kisâî,
yâ'nın feîhası vedâl'ın kesresi ile, lâ yehdî diye okurlarken; diğer kıraat
imamları, bunu, yâ'nın zammesi ve dal'ın
fethası ile la
yuhdâ şeklinde okumuşlardır.
Bunlardan birinci kıraat İçin şu iki izah yapılmıştır:
a) "Allah, saptırdığı hiç kimseyi rüşde (hidayete)
erdirmez." İşte ayeti, İbn Abbas (r,a) bu şekilde manalandırmıştır.
b) Buradaki hidayet, "ihtida" (hidayete erme)
manasına gelmiş olabilir. Ferrâ şöyle der: "Araplar, "Adam hidayete
erdi" manasında, derler. Buna göre ayetin manası, "Allah bir kimseyi
saptırdığında, o kimse hidayete eremez" şeklinde olur. Daha meşhur
(yaygın) olan ikinci kıraatla ilgili olarak da şu izah yapılır: "Allah,
saptırdığı kimseleri hidayete erdirmez." Ayetteki, ifadesi, takdirindedir.
Binaenaleyh ism-i mevsûl'e (yani edatına râcî olarak bulunması gereken
"hû" zamiri mahzûftur. Bu, (A'raf, 186) ayeti ile, "Allah'tan sonra yani Allah'ın onu
saptırmasından sonra,, ona kim hidayet edecek"
(Casiye,
23)ayetlerinde olduğu gibidir.
Daha sonra Allah Teala
"Onların bir yardımcıları da yoktur" ustur. Bu "Onlar İçin, ne
dünyada, ne de ahirette, İstek ve arzulan hususunda kendilerine yardımcı ve
destek olacak hiç kimse yoktur" demektir. Ben derim ki: Bu 5 tarafı,
Mu'tezile'nin görüşünün doğru olduğu zannınt verir. Sonu ise, biz (ehl-i
sünnet) görüşüne delalet eden birçok izahı ihtiva etmektedir. Ayetlerin ir
özelliği taşımaktadır. Allah en iyi bilendir.
[92]
"Onlar,
"ölecek kimseyi Allah diriltmez" diye, olanca güçleri ile Allah adına yemin ettiler.
Hayır, bu O'nun üzerinde, gerçek bir va'addir. Fakat insanların çoğu
bilmezler. Onlara hakkında ihtilaf edegeldikleri şeyi açıklasın, kâfirler de kendilerinin
ne yalancı kimseler olduklarını bilsin diye, birşeyi dilediğimiz zaman, sözümüz
ona ancak, dememizden ibarettir. O da, derhal oluverir" (Nahl, 38-40).
Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[93]
Bil ki bu, nübüvveti
inkâr hususunda ileri sürülen dördüncü şüphedir. Bunu inkâr edenler şöyle
derler: "Öldükten sonra dirilme,
haşr ve neşr otduğunu söylemek
asılsızdır. Binâenaleyh, peygamberlik diye birşeyin de olmaması gerekir."
Buradaki birinci öncül
(mukaddime) şöyle izah edilir: İnsan, şu belli bedenin dışında birşey değildir.
Dolayısı ile Ölüp, parçalan birbirinden ayrılıp, paramparça olduğunda ve
şırdengesi ve yapısı tamamen yok olduğunda, onun aynısının tekrar geri dönmesi
(meydana gelmesi) imkânsız olur. Çünkü bu şey, yo!: olup bittiğinde ve tükendiğinde,
yok olup tükenmesinden sonra, ne bir zatı, ne de bir hakikati kalır. O halde
geriye dönecek (meydana gelecek) şeyin, birinciden başka birşey olması gerekir.
Bu sebeple bu, onun aynısı olamaz.
İkinci mukaddime, yani
"öldükten sonra dirilme asılsız olunca, peygamberlik de asılsız olur"
şeklindeki mukaddime de şu iki şekilde izah edilir:
1)
Hz. Muhammed
"me'ad"e (âhirete-öldükten sonra dirilmeye) imana davet etmektedir.
Bu iddia asılsız olunca, onun, bâtıl bir şeye davet ettiği sabit olmuş olur. Kim
de böyle olursa, doğru bir peygamber olamaz.
2)
Hz. Muhammed,
kendisinin nübüvvetini, mükâfaata
teşvik ve ikâbtan korkutmak için de, Allah'a itaatin vacip olduğunu
söylüyor. Bütün bunların bir aslı r-mayınca, O'nun peygamberliği de asılsız
olmuş olur.
Bunuiyice anladığın
zaman biz diyoruz ki, ayetteki
"Onlar, "ölecek kimseyi Allah diriltmez" diye, olanca
güçleri ile Allah adına yemin ettiler" ifadesi, "Onlar birşeyin yok
olup, tamamen fâni ve bitmiş birşey "aline geldiğinde, artık bundan sonra,
aynen geri dönemeyeceği (tekrar meydana gelemeyeceği), aksine bu şekilde
dönecek olanın, evvelkinden başka birşey olduğu "ususunda kesin bir
bilginin olduğuna yemin ediyorlar" demektir. Binaenaleyh =/etteki bu
yemin, onların o kimsenin yok olduktan sonra aynen geriye dönmesinin =«vn
bedahetine göre (açıkça) imkânsız olduğu hususunda zaruri bir bilginin
bulunduğunu iddia ettiklerine bir işarettir. Halbuki kalplerinde ve
akıllarında, bu zaruri frni inkâr ediyorlardı.
"Öldükten sonra
dirilme bâtıl olunca, peygamberlik de bâtıl olur" şeklindeki sözlerinin
izahını, Allah Teâlâ açıkça yapmamıştır. Çünkü bu, ilk anda akla gelen apfc bir
manadır. İşte bu sebepten ötürü onlar, sözlerinde bunu açıkça ifade
etmemişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Öldükten sonra dirilmenin mümkün bir iş olduğunu açıklamıştır. Buna şu iki
şey delalet eder:
1)
Bu, Allah'ın
üzerine düşen hak bir vaaddir. Binâenaleyh Allah'ın bunu gerçekleştirmesi
gerekir. Cenâb-ı Hak daha sonra, bunun hangi sebepten ötürü, Asrine hak bir
vaad olduğunu beyan etmiştir. Bu sebep de, Allah Teâlâ'nın, itaat eden ile
isyan edeni, haklı ile haksızı, zalim ile mazlumu birbirinden ayırmasıdır. 5-
da, ayet-i kerimedeki "Onlara hakkında ihtilaf edegeldikleri şeyi
açıklasın, kâfirler z-t kendilerinin ne yalancı kimseler olduklarını bilsin
diye..." kısmının anlattığı --sustur ki biz bu hususu, Yûnus sûresinde,
geniş geniş anlatmıştık.
2) Haşr'in ve neşr'in mümkün olduğunu şu sekide izah
edebiliriz: Allah Teâlâ'nın, *$>ânın mucidi ve onların yaratıcısı olması,
daha önce geçmiş olan bir maddeye, r* zamana ve bir alete dayanmaz. Bu
böyledir; zira Allah eşyayı, sırf kudreti ve -^şîfcti ile îcad eder, yaratır.
O'nun kudretini geri çevirebilecek hiçbir şey olmadığı ; z . dilemesine ve
irâdesine mani olabilecek hiçbir şey de yoktur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak, karşı
çıkılmaktan uzak ve ben olan bu nüfuzunu, "Bir şeyi dilediğimiz zaman,
sözümüz ona ancak "o!" dememizden ibarettir. O da, derhal
oluverir" buyurarak açıklamıştır. Durum
böyle olup, Aliah başlangıçta yaratmaya kadir olunca, Z nün, ikinci kez
yaratmaya (iadeye) de kadir olması gerekir. Böylece, bu iki kesin ile, öldükten
sonra dirilmenin, haşrin, neşrin ve Kıyametin hak ve doğru olduğu sabit olmuş
olur. İşte müşrikler, bu temel düsturu tenkit edip kabul etmedikleri için, nübüvvet müessesesinin doğruluğunu
da tenkit edip
kabul etmemişlerdir. Binâenaleyh,
onların bu temel düsturu tenkit etmeleri geçersiz ve batıl olunca, nübüvvet
müessesesini tenkit etmeleri de bâtıl olur. Allah en iyisini bilendir.
[94]
Ayet-i kerimedeki
"Onlar, olanca güçleriyle Allah adına yemin ettiler" cümlesi, müşrik
olan kimseler adına nakledilmiş bir nakildir. Ayetteki belâ "hayır"
ifadesi ise, nefyden sonra gelen ifadeyi isbat etmek içindir. O halde bu,
"Elbette, ö onları öldükten sonra da diriltir!" demek olur. Ayetteki
"bu O'nun üzerinde, gerçek bir vaaddir" ifadesi de, te'kid için
getirilmiş olan mef'ul-ü mutlaktır. Yani, "Allah, öldükten sonra
diriltmeyi, kendisinde herhangi bir cayma olmayan hak ve gerçek bir vaad ile
vaadetti" demektir. Çünkü O'nun, "O onları diriltir" şeklindeki
ifadesi, "O onları diriltmeyi vaadetti" manasına delâlet eder.
Ayetteki "Onlara hakkında ihtilaf edegeldikleri şeyi açıklasın...
diye" ifadesi, "Onlara, öldükten sonra dirilme gibi, hakkında ihtilaf
ettikleri hususları beyan etmek için..." demektir ki, bu da,
"Elbette, Allah onlart, hem ihtilaf ettikleri şeyleri onlara beyan etmek,
hem de kâfirlerin, hakkında yemin ettikleri hususlarda yalancı olduklarını
bilip anlamaları için, öldükten sonra diriltecektir..." demektir.
[95]
Daha sonra Cenâb-t Hak
"Bir şeyi dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak "ol" dememizden
ibarettir. O da, derhal oluverir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[96]
Bir kimse şöyle
diyebilir: Allah'ın "ol" ifadesi, eğer yok (var olmayan) bir şeye
hîtâb ise, bu imkânsızdır. Yok, eğer var olmuşa,mevcut olana bir hitap ise, bu
da zaten mevcut olanın var olmasını emretmek olur ki, bu da imkânsızdır."
Cevap: Bu, ne bir
konuşmanın, ne de bir beraberliğin olmadığının bir temsili, hem de mahlukata
akledebilecekleri, anlayabilecekleri bir üslubla hitap olup, "ma'dûm"
(var olmayan)a bir hitap değildir. Çünkü, Allah Teâlâ'nın İrade ettiği şsy, her
halükârda muhakkak ve dilediği süratte tahakkuk edecektir. Binaenaleyh Cenâb-ı
Hak, dünya ve ahireti, bu ikisinde yer alan yerleri ve gökleri bir göz açıp
kapama süresi içinde yaratmak isteseydi, O buna kesinkes kadir olurdu, buna
gücü yeterdi! Ancak ne var ki kuliara, akıllan nisbetinde bu şekilde hitap
olunmuştur.
[97]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ayetteki kavtünâ kelimesi mübtedâ, en nekûle kelimesi de, onun haberidir.
İfadeleri de, "meydana gelme ve var olma" anlamında, "nakıs"
değil, tam bir fiii olan "kâne" fiilindendirier. Buna göre bu,
"Biz, bir şeyin meydana gelmesini dileyip istediğimizde, bu, o şeye,
"ot, meydana gel" dememizden başka bir şey olmaz. O da, bunun hemen
peşinden, arada bir süre söz konusu olmaksızın meydana geliverir, olur!"
demektir.
[98]
İbn Âmir ve KIsâT
nûn'un nasbi ile yekûne şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, ref iie
yekûnu şeklinde
okumuşlardır. Ferrâ
şöyle der: "Bu fiili ref ile okumanın izahı şu şekilde yapılabilir:
"Cenâb-ı Hakk'ın, en nekûle lehu ifadesinin, sözün ve manasının
tamamlanmış olduğu bir ifade kabul edilerek, daha sonra da bu durumdan, o şeyin
olacağı hal ile haber verilir. Bu, tıpkı "İrme Zeyden yekfîhi en âmure fe
yef'alu" "Zeyd'e emretmem yeter; o hemen yapar" denilmesi
gibidir. Bu cümlede, "Fe yef'alu ' kelimesi, yeni bir cümle (mübtedâ) kabul
edilerek, merfû kılınmıştır. Bu ifadeyi mansûb okumanın izahı ise, senin onu,
daha önceki en nekûle ifadesine atfetmendir. Buna göre mana, "Bizim ona,
"ol" dememiz ve onun da oluvermesidir" şeklinde olur." Bu
aynı zamanda, bütün nahivcilerin de görüşüdür. Zeccac, bu ifadenin, kün emrinin
cevabı olmak üzere, mansub olabileceğini ileri sürerken, Ebu Ali el-Fârisi de
şöyle demiştir: "Kün" lafzı, her ne kadar emir kalıbında bir ifade
ise de, aslında bu ifadeyle burada emretmek manası kastedilmeyip, bu, Allah en
iyisini bilir ya, o şeyin meydana geleceğini ve olacağını haber vermektir.
Durum böyle olunca da, Zeccac'ın "bu kelime, "kün" (ol) emrinin
cevabı olarak mansûb kılınmıştır" şeklindeki görüşü bâtıl olmuş olur.
Allah en iyisini bilendir.
[99]
Alimlerimizden
bazıları, Kur'ân'ın "kadîm" bir kelâm olduğu hususunda
bu ayetle istidlal
ederek şöyle
demişlerdir:
"Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir şeyi dilediğimiz zaman, sözümüz ona
ancak, "ol" dememizden ibarettir. O da, derhal oluverir" buyruğu
O'nun bir şeyi icat etmek, yaratmak istediğinde ona, "ol" dediğine,
onun da olduğuna delalet etmektedir. Binâenaleyh, Allah'ın "ol" emri,
şayet "hâdis-sonradan olma" olsaydı, o zaman bunu icat etmekte, ona
"ol" demeye muhtaç olurdu ki, bu teselsüle sebebiyet verir. Teselsül
ise, imkânsızdır. Böylece Allah'ın kelâmının "kadîm" olduğu sabit
olmuş olur.
Bi! ki bu delii, bence
çok kuvvetli bir delil değildir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:
1) "İzâ" edatı, tekrar manası ifade etmez.
Bunun delili şudur: Bir kimse hanımına, "o eve girdiğinde, boşsun"
dese de, o kadın da, o eve bir kere girmiş olsa, o kadın bir talâkla boş olur.
Binâenaleyh kadın, aynt eve ikinci kez girdiğinde ikinci talâk vaki olmaz.
Binâenaleyh "izâ" edatının tekrarı ifade etmediğini anlamış oluyoruz.
Durum böyte olunca, Allah Teâlâ'nın yaratıp icat ettiği her şey hususunda, ona,
"ol" demesi gerekmez. Dolayısıyla bundan, teselsül neticesi çıkmaz.
2) Eğer bu delil doğru olsaydı, o zaman "kün"
lafzının da kadîm olduğuna hükmetmek gerekirdi ki, bu, batıl olduğu zaruri
olarak bilinen bir husustur. Çünkü, "kün" lafzı, kâf ve nûn'dan meydana gelmiş
bir kelimedir. Kâf varken, nûn yoktu. Nün gelince, kâf ile beraber bulundu. Bu
da, "kün" kelimesinin "kadîm" olmasının imkânsız olduğuna
delâlet eder. Alimlerimizin iddia ettikleri husus, onun, burada söz konusu
olanın "kün" lafzından başka olan "kadîm" bir sıfat
olduğudur. O halde, alimlerimiz ayetin kendisine delâlet ettiği şeyi
söylememişler; aksine onların söylediği şey ise, ayetin kendisine delalet
etmediği husustur. Böylece bu delile tutunmak, sakıt (düşmüş) olur.
3) Bir kimse, "Falanca herhangi bir söz söyleyip
herhangi bir iş yaptığında, o, bu hususta Allah'a sığınır" dediğinde, hiç
kimse, "Onun Allah'a sığınması, fiillerinden bir fiildir" demez.
Böylece bundan, sonsuza kadar, her yardım istemeden önce başka bir yardım
istemenin bulunduğu neticesi ortaya çıkar. Çünkü bu söz, örfe göre bâtıldır.
İşte, alimlerimizin dedikleri de bunun gibidir.
4)
Bu ayet,
birkaç bakımdan, sözün hadis olduğunu bildirmektedir.
a) Cenâb-ı Hakk'ın,
"Bir şeyi dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak ..." ifadesi,
sözün irade ile meydana gelmesini iktizâ ader. Böyle olan her şey ise,
muhdestir.
b) Söz, "izâ" kelimesi ta'lik edilmiş,
bağlanmıştır. Halbuki, "izâ" lafzının, gelecek ifade eden bir fiilin
başına geldiği hususunda şüphe yoktur.
c) Cenâb-ı Hakk'ın, "en nekûle" ifadesinin,
gelecek bir manayı haber verdiğinde ("ona... dememizdir, diyecek
olmamızdır") ihtilaf yoktur.
d)
Cenâb-ı
Hakk'ın "kün feyekûn" olma işinin, "kün" emrinin akabinde
olduğuna delalet eder. O halde "ol" emri, bir an bile olsa, olma
işinin tahakkuk etmesinden öncedir. Bir an dahj olsa, olacak şeyin önüne
geçenin, Önünde bulunanın da, "muhdes" olmast gerekir.
e)
Bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın emri yerine
getirilmiştir" (Abzâb. 37j; ''Allah'ın emri, behemehal yerini bulan bir
kaderdir"(Ahzâb. 38); "Allah, kelâmının en güzelini (...)
indirmiştir"rzumer, 23); "Öyleyse onlar da (...) onun gibi bir söz
getirsinler" (Tur, 34* ve "Ondan önce de bir rehber ve bir rahmet
olmak üzere Musa'nın kitabı..."(hûcj, 17) ifadesiyle çelişir.
Buna göre eğer,
"Farzedelim ki bu ayet, kelâmullahın kadîm olduğuna delalet etmiyor ve siz
de, bunun, kelâmının hadis olduğuna delâlet ettiğini söylediniz. O halde, buna
verilecek cevap nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Biz, bu delilleri,
harflerden ve seslerden meydana gelmiş, hissolunan, duyulan bir kelâm manasına
alırız ki, biz de, böyle olan bir kelâmın "muhdes" ve
"mahlûk" olduğunu söylüyoruz. Allah, en İyisini bilendir.
[100]
"Zulme
uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri biz, dünyada elbette güzel bir
biçimde yerleştiririz. Ahiret mükâfaatı ise elbette daha büyüktür (Kâfirler bunu
keşke) bilmiş olsalardı! (O muhacirler hak yolunda), sabr ü sebat edenler
ve ancak Rablerine güvenip dayanmakta olanlardır" (Nahl. 41-42).
Bil ki Allah Teâiâ,
Kâfirlerin, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr etme hususunda olanca
güçleriyle yemin ettiklerini nakledince, bu onların, kendi azgınlık, cehalet ve
sapıklıktan içinde devam edip kalakaldıklarına delâlet etmiş olur. 8u gibi
hallere düşenlerin ise, müslümanlara eziyet edip zarar vermeye ve onları
çeşitli azaplara düçâr etmeye yönelmeleri pek tabiidir. Bu durumda da,
mü'minlerin. kendi yurtlarından ve yuvalarından hicret etmeleri kaçınılmaz
olarak gerekir. Böylece Allah Teâlâ bu ayette, o hicretin hükmünün ne olduğunu
ve hicret edip, sabrederek Allah'a güvenmiş olmaları bakımından, o muhacirlere
dünyada verdiği hasenat ile, ahirette vereceği mükâfaatı beyan etmiştir ki, bu,
başkalarını, Allah'a itaat etme hususunda bir teşvik olmuş olur. İbn Abbas
(r.a.), bu ayetin, Kureyş'in köleleri olan, sahabeden altı kişi, yani Suheyb,
Bilâl, Ammflr, Habbâb, Abis ve Cübeyr hakkında nazil olmuştur kî, Kureyş,
onları İslâmiyet'ten geri çevirmek için, onlara ellerinden gelen her türlü
işkenceyi yapmaya başlamışlardı.
Suheyb, Kureyşlilere,
"Ben, ihtiyar, yaşlı bir adamım. Sizin lehinize olsam bile, size faydam
dokunmaz. Sizin aleyhinize olsam, size zararım dokunamaz" dedi de, onlardan
canını, mal karşılığı fidye ile kurtardı. Ebu Bekir, Suheyb'i görünce ona:
"Alışverişin kazançtı oldu, ey Suheyb" demiş, Ömer de, "Suheyb,
ne güzel adamdır! Allah'tan korkmasaydı bite, yine O'na isyan etmezdi"
demiştir ki, bu ona yapılmış büyük bir övgüdür. Hz. Ömer bu sözüyle şunu
kastetmişti: "Allah, cehennemi yaratmasaydı da, Suheyb yine O'na itaat
ederdi." O halde, Allah cehennemi yaratmış iken, onun hakkındaki zannın ya
nasıl olur!"
Diğerlerine gelince:
Onlar, Mekkelilerin istemiş olduğu, ketime-i küfür ve İslâm'dan dönme gibi bazı
şeyleri (zahiren) söylemişler, böylece Kureyş onlara işkence etmeyi bırakmış, daha
sonra da onlar hicret etmişlerdir. İşte bundan dolayı bu ayet nazil olmuş,
Allah Teâlâ böylece bu ayet ile, hem hicretin hem de muhacirlerin mevki ve
makamlarının büyüklüğünü beyan buyurmuştur ki, bu husus izahtan varestedir.
Nasıl ki, ensârın onlara olan yardımıyla, muhacirlerin durumu kuvvetlenmiş ise,
onların hicret etmeleri sebebiyle de, İslâm'ın kudret ve kuvveti aşikâr
olmuştur.
Cenâb-ı Hak,
"Allah yolunda hicret edenler..." ifadesiyle, Allah için olmadığı
zaman hicretin bir değerinin olmayacağına; bunun, tıpkı bir şehirden başka bir
şehre geçmek gibi olacağına işaret etmek istemiştir. Daha sonraki
"Zulme
uğratıldıktan sonra" buyruğunun manası "Onlar, kâfirlerin elinden
zulüm görmüşlerdi. Çünkü kâfirler onlara işkence ediyorlardı" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "onları biz, dünyada elbette güzel bir biçimde yerleştiririz"
buyurmuştur ki, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:
1) Ayetteki "hasene" kelimesi, fiilinin mefûlü
mutlak'ı olan
bir sıfatı olup, bunun
takdiri, "(tebvieten
haseneten)" şeklindedir. Hz. Ali bu kısmı *u^ fcljî[ (ibvâ'eten
haseneten) şeklinde okumuştur.
2) Bu, "Biz onları, dünyada güzel bir şekilde
konaklattırır, yerleştiririz" demektir ki bu güzel yerleştirmede, onların,
kendilerine zulmeden Mekkelilere, bütün Arap yarımadasına ve, doğu ve batıya
hükümran olmalarıdır. Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O,
muhacirlerden birisine bir bağışta bulunduğunda, "Şunu al, Allah bunu sana
mübarek kılsın. Bu, Allah'ın bu dünyada sana vaadettiğidir. O'nun, senin için
ahirette ayırdığı ise, daha büyüktür" derdi."
3) Bu, "Onları, güzel bir yere yerleştireceğiz,
konaklattıracağız" manasındadır. Bu yer de, Medine'dir. Çünkü Medineliler
o muhacirleri, bağırlarına basmışlar ve onlara, gerekli olan her yardımı
yapmışlardır. Bu, Hasan el-Basri, Şa'bî ve Katâde'nin görüşüdür. Buna göre
ifadenin takdiri, "Biz onları, dünyada güzel bir yurda, veya güzel bir
beldeye, yani Medine'ye yerleştireceğiz" şeklindedir.
Daha sonra Hak Teâlâ
â>ifcy ijîlS'jİ ji*t Sj^Vİ 'jrij "Ahiret mükâfaahna gelince, bu, en
büyük, en yüce ve en kıymetli olan ücrettir. Ah bir bilselerdi!"
buyurmuştur. Bu ifâdelerdeki vav zamirlerinin kime râci olduğu hususunda iki
görüş bulunmaktadır:
1) Bu, kâfirlerle ilgilidir. Yani, "Şayet o
kâfirler, Allah Teâlâ'ntn, ellerinde bulundurdukları o "mustaz'aflar"
(mazlumlar) için, duaya ve ahirette neler hazırlayıp biriktirdiğini ah bir
bilebiiselerdi, o kâfirler de o muhacirlerin dinine girmeyi arzularlardı"
demektir,
2) Bu, muhacirlerle ilgili bir zamirdir. Yani, "O
muhacirler şayet, bunu bir îbilselerdi, onlar daha çok gayret gösterir ve daha
çok sabrederlerdi" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(O muhacirler hak lunda), ssbr u sebat edenler ve ancak Hablerine
güvenip dayanmakta olanlardır" buyurmuştgr. Bu ayetin başındaki
kelimesinin terkipteki yeri hususunda şu sahlar yapılmıştır:
1) Bu, daha önceki ayetin başındaki ".. .hicret
edenler..." ifadesinden bedeldir.
2)
Ayetin takdirinin,
"Humu'llezîne saberû..." "Onlar sabredenlerdir."
3) Veya, ayetin takdiri, "A'nî ellezine
saberû" "sabredenleri kastediyorum" şeKÜnde olmasıdır ki, bu son
iki izahın ikisi de medh ifade eder-
Buna göre mana, "Onlar, işkenceye, Allah'ın haram kıldığı vatandan
ayrılmaya, Allah yolunda cihad edip mallarını ve canlarını harcama hususunda
sabırlıdırlar" şeklinde olur. Netice c arak diyebiliriz ki, bu hususta hem
sabretmeleri hem de tevekkülleri zikredilmiştir. etmelerine gelince: Bu onların,
nefislerini (benliklerini) ezme ve terbiye etmeye gayret göstermeleri; tevekkül etmelerine gelince: Bu da onların,
mahlukatın tamamıyla olan münasebetlerini kesip, tamamıyla Hakk'a
yönelmeleridir. O halde
si "sülük
İlâllah" Allah'a giden yola
girme"nin başlangıcı; ikincisi ise, buin sonu ve nihayetidir. Allah en iyi
bilendir,
"Senden evvel
kendilerine vahyeder olduğumuz erkeklerden başkasını, biz peygamber
göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. (O peygamberler) apaçık
burhanlarla ve kitaplarla (gönderildiler). Biz sana da, Kûr'ân'ı indirdik. Ta
ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasm ve ta ki onlar
da, fikirlerini iyice kullansınlar. Fesat plânları yapanlar, Allah'ın, kendilerini
yere batıracağından yahut hissedemeyecekleri cihetlerden kendilerine
azabın gelip çatacağından emin mi oldular? Yahut onlar, dönüp dolaşırlarken,
Allah'ın kendilerini yakalayıvermesinden bir eman mı aldılar ki? Onlar hiçbir
surette Allah'ı aciz bırakıcı değillerdir. Yoksa onlar, Allah'ın, kendilerini
tedricen aza)tma\ suretiyle cezalandırmasından mı emin oldular? Demek ki
Rabbin, hakikaten çok şefkatli, çok merhametlidir" (Nahl. 43-47)
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[101]
Bil Ki bu, nübüvvet
müessesesini kabul etmeyenlerin beşinci şüphesidir ki, onlar şöyle demek
istemişlerdir: "Allah, beşer olan bir peygamber göndermekten çok çok yüce
ve münezzehtir. Aksine O, bize bir peygamber göndermek istemiş olsaydı, bir
melek gönderirdi." Biz bu şüphenin izahını En'âm Sûresi'nde yapmıştık
(Enam, 9). Binâenaleyh, bu izahı burada tekrarlamayacağız. Bu ayetin bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, o münkirlerin söylediğini naklettiği şu
ayetlerdir: "Ona bir melek gönderilmeli değil miydi?" (En-âm, 8);
"Bizim gibi, iki beşere iman mı edeceksiniz?" (Mü'minun, 47);
"Bu, sizin gibi bir beşerden başkası değildir. Sizin yediklerinizden
yiyor, içtiklerinizden içiyor"{Mü'minun,33); "İçlerinden bir adama
yaptığımız vahiy insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu..." (Yunus, 2) ve
"Ona bir melek indirilip de beraberinde bir uyarıcı bulunmalı değil
miydi?"(Futtan. 7)
İşte Cenâb-ı Hak bu
şüpheye, "Senden evvel kendilerine vahyeder olduğumuz erkeklerden
başkasını, biz peygamber göndermedik" ifadesiyle cevap vermiştir ki bu,
"Allah'ın, rnahlûkatı yaratıp da mükellef tuttuğu ilk zamandan itibaren
âdeti ve kanunu sadece beşer olan bir peygamber göndermesi olmuştur.
Binâenaleyh, Allah'ın bu sünneti devam edegelmektedir. Bu sebeple o cahillerin
bu tür tutarsız ve zayıf sorularla ileri sürdükleri bu tenkitler, eskiden beri
hep süregelen tenkitlerdir. Onlara iltifat edilmez" manasındadır.
[102]
Ayet, Allah
Teâlâ'nın, hem kadın
peygamber göndermediğine, hem de melekleri peygamber olarak göndermediğine
delâlet etmektedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı
Hakk'ın,
"Melekleri...elçiler yapan" (Fatır, t)
ifadesinin zahiri,
meleğin, diğer meleklere gönderilen Allah elçileri olduğuna delalet etmektedir.
Binaenaleyh, bu ayetin zahiri, Allah Teâlâ'nın, insanlara melek olan bir peygamber göndermediğine
bir delil olmuş olur. Kâdi şöyle der: "Ebu Ali el-Cübbaî Allah'ın,
peygamberlerine ancak insan suretinde
olan melek gönderdiğini iddia etmiştir. Belki de Ebu AH bu sözüyle, Allah'ın,
ümmetleri huzurunda peygamberlerine gönderdiği meleğin insan suretinde olduğunu
kastetmiştir. Çünkü böyle olduğu zaman, meleğin mutlaka, insan suretinde olması
gerekir. Nitekim rivayet olunduğuna göre Cebrail (a.s) de, Hz. Peygamber'in
yanında Dihyetü'l-Kelbî veya Surâka'nın kılığında bulunurdu. Biz böyle dedik; çünkü
meleklerin, Allah'tan aldıkları görevi, O'nun peygamberlerine
ulaştırdıklarında, kendi aslî melekî suretlerinde kaldıkları malûmdur. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, Cebrail (a.s)'i, kendi suretinde iki kez gördüğü rivayet
edilmiştir ki, ulemâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onu, diğer bir defa da
Sidretü'l-Müntehâ'ntn yanında gördü"(Necm, 13) ayetini de bu manada
anlamışlardır.
[103]
Allah Teâlâ, bu
şekilde bahsedince bunun peşinden ''Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun"
buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[104]
Ayetteki ''zikir
ehli" ifadesiyle ne kasdedildiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
a) İbn Abbas (r.a), Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayette Tevrat'a inananları
murat ettiğini; "zikir" sözüyle de Tevrat'ın kastedildiğini, bunun
böyle olduğunun delilinin ise, "Andolsun Tevrât'dan sonra Zebur'da da
yazrmşızdır ki.." (EnUyı, ıos) ayeti olduğunu; bu ayetteki
"zikir" ile de, aynı şekilde Tevrat'ın kastedildiğini söylemiştir.
b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ayetin manası,
Allah'ın kitaplarının manalarını bilen "Kitap ehli"nden sorun. Çünkü
onlar, peygamberlerin tamamının beşer olduğunu bilirler" şeklindedir.
c) Bu ifadeyle, geçmiş ümmetlerin haberlerini bilenler
kastedilmiştir. Çünkü bir şeyi bilen, o şeyi hatırlayabilir.
d) Zeccâc, bunun manasının, "ilim ve araştırma ile
tezekkürde bulunan, hatırlayan herkese sorun" şeklinde olduğunu
söylemiştir.
Ben de derim ki:
Görünen odur ki bu şüphe, -ki bu o müşriklerin, "Allah, beşer olan bir
peygamber göndermekten yücedir, münezzehtir" şeklindeki sözleridir- işte
bu şüpheye Mekke kâfirleri tutunmuşlardı. Öte yandan, onlar, yahudî ve
hristiyanların ilim ve kitap erbabı olduğunu kabul ediyorlardı. İşte bu yüzden
Cenâb-ı Hak, onlara, kendilerine bu şüphenin zayıf ve sakıt, önemsiz olduğunu
beyan etmeleri için, bu meselede yahudî ve hıristiyanlara müracaat etmelerini
emretmiştir. Çünkü, yahudi ve hıristiyanlann, mutlaka bu şüphenin astı esası
olmadığını, yersiz olduğunu ortaya koymaları gerekir.
[105]
Alimler, müçtehidin,
bir başka müçtehidi taklit edip edemeyeceği
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun caiz olduğunu ileri sürmüşler ve
bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "İki müçtehitten birisi bir
şeyi bilemediği zaman, Cenab-ı Hakk'ın, "Eğer bilmiyorsanız,
bilenlere sorun" ayetinden dolayı, onun o şeyi bilen başka bir müçtehide
başvurması vacip olur. Binâenaleyh, bu vacip olmasa dahi, en azından caiz olur.
[106]
Kıyası kabul
etmeyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyledemişlerdir: Mükellefin başına bir
olay geldiğinde, bir şeyle karşılaştığında,
eğer o onun hükmünü bilirse,
kıyas yapması caiz olmaz. Yok eğer bilmezse, bu ayetin ifade ettiği zahiri
manadan dolayı onun bunu bir başkasına
sorması ge'ekir. Binâenaleyh, kıyas bir hüccet ve bir delil olmuş olsaydı, onun bu
hükmü kıyas yaparak istinbât etmesi mümkün olduğu için, bunu bilen bir kimseye
sorması vacip olmazdı. O halde, kıyas ile amel etmeyi caiz görmenin, bu ayetin
zahiriyle amel etmemeyi gerektirdiği sabit olmuş olur. Binaenaleyh, kıyasın caiz olmaması
gerekir. Allah en iyisini bilendir. Buna şu şekilde cevap verilebilir: Kıyas ile amel
etmenin caiz ve mümkün olduğu, sahabenin icmâı ile sabittir. Halbuki icmâ, bu
delilden daha kuvvetlidir. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak apaçık burhanlarla ve
kitaplarla..." buyurmuştur. Bunda iki mesele vardır:
[107]
Alimler, bu ifadenin
başındaki bâ harf-i çerini gerektiren şeyin ne olduğu hususunda şu izahları
yapmışlardır:
1) Bu ifadenin takdiri, "senden evvel apaçık
burhanlar ve kitaplarla kendilerine vahyeder olduğumuz erkeklerden başkasını,
biz peygamber göndermedik.." şeklindedir. Ferrâ bunu yadırgamış ve şöyle
demiştir: "İllâ"dan önce bulunan şeyin sılası, illâ'dan sonraya
kalamaz. Bunun delili şudur: "Müstesna minh, sılasıyla birlikte illâ'dan
önce bulunanların tamamıdır. Binâenaleyh, bu toplam tamamıyla zikredilmediği
sürece, istisna edatının müstesnaya dahil olması imkânsız olur."
2) İfadenin takdiri, "Biz senden evvel ancak, kendilerine
apaçık burhanlar ve kitaplarla vahyettiğimiz adamlardan başkasını peygamber
olarak göndermedik" şeklindedir. Böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın
^-»jî'j oL^İb ifadeleri, müstesnaya taalluk eder.
3) Bu ifadenin başındaki müteallak hazfedilmiş olup,
bunun takdiri, "Biz onları, beyyinelerle gönderdik" şeklindedir. Bu,
Ferra'nın görüşü olup, şöyle demiştir: "Bu ifadenin bir benzeri de
"Zeyd'e, ancak senin kardeşin uğradı" cümlesinde, önce"senin
kardeşinden başkası uğramadı" deyip, sonra da, "bi Zeydin"
(Zeyd'e) şeklinde ilave etmendir.
4) Buradaki "zikr" kelimesinin,
"ilim" manasına alınmasıdır. Buna göre ayetin takdirî manası,
"Eğer bilmiyorsanız, apaçık burhanları ve kitapları bilenlere
sorunuz" şeklindedir.
5) İfadenin takdiri, "Eğer, apaçık burhanları ve
kitapları bilmiyorsanız, ilim ehline sorunuz" şeklindedir.
[108]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"apaçık burhanlarla ve kitaplarla " ifadesi risaletin
(peygamberliğin) kendisiyle kemale erdiği her şeyi içine alan kapsayıcı bir
ifadedir. Çünkü risalet işi, risalet iddiasında bulunanın doğruluğuna delalet
eden mucizelere dayanır ki bu, ayette "beyyinât ' sözüyle ifade
edilmiştir; peygamberlerin, Allah'tan aldığı talimattan, O'nun kullarına tebliğ
edip ulaştırmasına dayanır ki, bu da ayeti kerimede "zuhur"
kelimesiyle ifade edilmiştir.
[109]
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, "Biz sana da, Kur'ân'ı indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne
indirildiğini açıkça anlatasm" Duyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[110]
Bu sözün zahiri,
ayette bahsedilen bu "zikr"in, Hz. Peygamber (s.a.s)'in izahına muhtaç olduğunu ifade
etmektedir. Beyâna
muhtaç olan şey ise, "mücmel"dir. O halde bu nassın zahiri, Kur'ân'ın
tamamının mücmel olmasını iktizâ eder. İşte bu husustan dolayı bazıları,
"Her ne zaman Kur'ân ile hadis arasında bir tearuz z jlunursa, hadisin öne
alınması (ona uyulması) gerekir. Çünkü Kur'ân, mücmeldir. Bunun delili ise, bu
ayettir. Haber, hadis ise, bu ayetin delaletiyle onun mübeyyine, açıklayıcısıdır.
Mübeyyen ise, mücmele takdim edilir" demişlerdir.
Buna şu şekilde cevap
verilir: Kur'ân'ın bir kısmı muhkem, bir kısmı müteşâbihtir. Muhkem olanın,
"mübeyyen" olması gerekir. Böylece, Kur'ân'ın tamamının mücmel :
madiği, aksine onda mücmel olan bazı ayetlerin bulunduğu sabit olmuş olur.
O halde, "Ta ki
insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasm " ifadesi, -nücmel
olanları..." manasına hamledilir.
[111]
Bu ayetin zahiri, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, Allah Teâlâ'nın, mükelleflere indirdiği her şeyi
beyan edici olmasını
gerektirir. İşte bu
noktada, kıyası kabul etmeyenler şöyle demişlerdir: "Şayet kıyas hüccet
olsaydı, mükellefin, o hükmü kıyas yoluyla da anlayıp beyan etmesi ihtimali
bulunduğu için, Hz. Peygamber'e, Allah Teâlâ'mn, mükelleflere indirdiği herşeyi
beyân etmesi vacip olmazdı. Bu ayet, bütün mükellefiyet ve hükümleri beyan
edenin Hz. Peygamber (s.a.s.) olduğuna delalet edince, kıyasın bir hüccet
olmadığını anlamış oluyoruz."
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Hz. Peygamber (s.a.s), kıyasın bir hüccet olduğunu beyan edip, kim
de hüküm ve mükellefiyetleri ortaya koyma, izah etme hususunda kıyasa
başvurursa, bu, aslında, Hz. Peygamber'in beyanına başvurma olmuş olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Fesat plânları yapanlar (...) emin mi oldular" buyurmuştur.
Arapça'da mekr gizlice fesat çıkarma gayretine girmek anlamına gelir. O halde,
bu ayette bir muzmar ifadenin bulunduğunu söylemek gerekir. Buna göre kelamın
takdiri, "mekerû el-mekerâti's-seyyiâtl" "kötü hileler düzenler,...
emin mi oldular?" şeklinde olup, bununla, Mekkeiilerle Medine'nin
etrafında yer alan kimseler kastedilmiştir. Kelbî, bu ayetteki
"el-mekr" kelimesiyle, onların, Allah'tan başkasına ibadetle meşgul
olmalarının kastedildiğini söylemiştir ki, doğruya en yakın olanıysa, bununla,
onların, hem Hz. Peygamber'e, hem dt ashabına eziyet etmek için, gizli bir
biçimde sarfettikieri çabalarının kastedilmiş olmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onları tenkit için şu dört şeyi ileri sürmüştür:
1) Allah'ın, tıpkı Karun'u yere batırması gibi, onları
da yere batırması...
2) Onlara, hiç ummadıkları bir cihetten azabın gelip
çatması ki bununla, tıpkı Lût kavmine yapmış olduğu gibi, onlara ansızın, hiç
beklemedikleri bir sırada gökten bir azabın gelip, onları ansızın, birden helak
etmesi murad edilmiştir.
3) Allah'ın onları dönüp dolaşırlarken yakalayıvermesi.
Böylece onların da, Allah'ı âciz bırakıcı olamamaları!..[112]
Bu ayette yer alan,
tekâilüb (dönüp dolaşma)ntn ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Allah'ın, onları, yolculukları esnasında ukubetle
yakalayıvermesi. Çünkü Allah Teâlâ, onları mukîm oldukları halde yok etmeye
kadir olduğu gibi, yolculukları sırasında da helak etmeye kadirdir. Onlar, uzak
beldelere yolculuk etmek suretiyle de, Aliah't acze düşüremezler. Tam aksine, Allah
onlara, nerede olurlarsa olsunlar, yetişir ve ulaşır. "Tekallub"
kelimesini bu manaya almak, Cenâb-ı Hakk'ın, "İnkâr edenlerin diyar diyar
dönüp dolaşması asla seni aldatmasın!"(am imrsn, 19e) ayetinden dolayıdır.
b) Bu fafzm, "Allah Teâlâ'nın onfarı,
meşgalelerinde, gidiş gelişlerinde iken, gece ve gündüzün yakalayıvermesi"
manasına alınmasıdır. Ki, bunun hakikati de, emsallerinin, kendisinde
tasarrufta bulunduğu şeylerde tasarrufta bulundukları esnada yakalaytvermesidir.
c) Mana, "Allah onları, fikirlerinin hükümlerine
başvurdukları bir sırada yakalar. Böylece de onlarla, o fikir ve desiselerini
tamamlamaları arasına zorla ve kahren girer yani buna imkân vermez"
şeklinde olabilir. Bu tıpkı "Eğer dileseydik, onhn gözlerinin üzerinden
silme kör yapardık da, yolda koşuşup kalırlardı. Artık naşı! göreceklerdi"
(Yasin, 66) ayetinde olduğu gibidir. Ayetteki "tekallüb"ü bu manaya
almak, "(Onlar) senin hakkında birtakım işler çevirmişlerdi
(kallebû)'frevbe, 48) ayetinden ötürüdür. Çünkü onlar bu işleri, bu dolapları
çevirdiklerinde, bu işin içine iyice dalmış olurlar.
[113]
4) Hak Teâlâ'mn "Yoksa onlar, Allah'ın kendilerini
tedricen azaltmak suretiyle cezalandırmasından m\ emin oldular" ayetinin
ifade ettiği husustur. Bu ayetteki tehavvüf'ün ne manaya geldiği hususunda şu
iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş:
Tehavvüf, "havf" (korku) masdannın, "tefa'ül" veznindeki
şeklidir. Nitekim
Arapça'da, "o şeyden korktum" denilir. Buna göre ayetin manası, ilk
olarak azabla yakalamaz, aksine önce onları korkutur, sonra azab eder"
şeklindedir. Bu korkutma da, Allah Teâlâ'mn, önce bir grubu helak etmesi,
böylece, onlardan sonra gelen grupların, endişe ve korkuya kap il maşıdır.
Binâenaleyh bu, korku ve dehşete düşürme hususunda, onlardan çok zaman evvel
yaşamış bir topluluğa bu azabın uğramasının peşisıra, onlara gelmiş bir
yakalama olmuş olur.
İkinci Görüş:
"Tehavvüf", tedricen derece derece noksanlaştırmak manasınadır.
İbnü'l-A'râbî şöyle der: "Arapça'da, birşeyi tedricen noksanlaştirdığında,
denilir. Hz. Ömer (r.a.)'in, minberde şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu
ayet hakk'Rda ne dersiniz?" Oradakiler (cemaat) sustu, hıçbirşey
söyiemeyedi. Bunun üzerine Hüzeyl Kabilesi'nden bir ihtiyar ayağa kalkarak:
"Bu bizim lehçemizdendir,'* "Tehavvüf", derece derece {azar
azar) noksanlaştırmak demektir" dedi. Hz. Ömer (r.a) de: "Bunu,
Arapların şiirlerinde kullandıklarına rastladın tü?"
dedi. İhtiyar "Evet,
bizim şâirimiz şu
şiiri söyledi" dedi.
"Yolculuk o deveyi
azar azar yeyip bitirdi (onu zayıflattı). Tıpkı, eğenin yayağacını azar azar
yemesi gibi..."
Bunun üzerine Hz.
Ömer: "Ey insanlar, divanlarınıza yapışınız, o zaman şaşmazsınız"
deyince, cemaat, "Divanımız da nedir?" dediler. O, "sizin
divanınız cahiliyye şiiridir. Onda, kitabınızın tefsiri (kelimelerinin anlamı)
vardır" cevabını verdi.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki: Ayette bahsedilen, derece derece
noksanlaştırmaktan, onların beldelerinin etrafında meydana gelen durumlar
kastedilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak, "Şimdi görmüyorlar mı ki o yeryüzüne
gelip, onun etrafından (tedricen) eksiltip duruyoruz" {Enbiya, 44)
buyurmuştur. Buna göre ayetin manası, "Allah Teâlâ, onlara azab etmede
acele etmez. Onların beldelerinin etrafında, onlara komşu köy ve beldelere
varıp dayanacak şekilde noksanlaştırır. Derken sıra onlara gelir ve o zaman
onları da helak eder" şeklindedir. Bununla, Hak Teâlâ'nın, onların
mallarını, canlarını (sıhhatlerini) azar azar noksan (aştırarak, sonunda
hepsini yok etmesi manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. İşte Cenâb-ı
Hakk'ın ayette bahsettiği dört hususun izahı budur.
Velhasıl Allah Teâlâ
onları, yeryüzünde olan yere batırma, yahut gökten inen bir azab, yahut onların
alamet ve emarelerini göremedikleri, bilemedikleri bir sırada, ansızın meydana
gelen bir âfât İle, yahut da en son kalana varıp dayanacak bir biçimde, azar
azar meydana gelen afet ve belâlarla korkutmuştur. Cenâb-ı Hak bu ayeti ''Demek ki Rabbıniz, ra'öf ve rahimdir"
yani, "Allah pek çok yaramaz işlerinizde size mühlet vermiş, zaman
tanımış ise, bu, O'nun çok esirgeyici, çok bağışlayıcı olmasından ötürüdür.
İşte bundan dolayı O, azabta acele etmemiştir" buyurarak sona erdirmiştir.
"Onlar, Allah'ın
yarattığı hiçbirşeye bakmıyorlar mı ki, o şeylerin gölgeleri bile, Allah'a
zelil zelil secde ederek durmadan sağdan sollara dönüyorlar. Göklerde ve yerde
olan canlılar ile melekler, kendilerine hiçbir yüksünme gelmeyerek,
Allah'a secde ederler. Kendilerine her bakımdan, kahir ve hâkim olan
Hablerinden korkarak, emrolundukları şeyleri yaparlar" (Nahl, 48-50).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[114]
Bil ki Allah Teâlâ,
müşrikleri geçen ayette zikredilen bu dört çeşit azap ile tehdit edip korkutunca,
onlar kudretinin mükemmelliğinden ve nihayetsiz kudrete sahip
olmasından ötürü, Allah'ın o kâfirlere bu dört türlü azabı
vermekten aciz olmayacağını anlasınlar diye, Cenâb-ı Hak, bu
azaplardan bahsettikten sonra, gerek ulvî âlemin (göklerin), gerek süflî alemin
(yerin) halleri ile ruhlar ve maddeler âleminin hallerini ve işlerini
yönetmedeki, sonsuz kudretini anlatan ayetleri zikretmiştir.
[115]
Hamza ve Kisâî, fiili,
muhatap sîgası ile, tâ'lı olarak, hem Ankebut Sûresi'nde (19. ayet), hem bu
ayette, "Görmüyor musunuz ki" şeklinde okumuşlardır. Diğer kıraat
imamları, hem geçen ayetteki, "Fesad planlan yapanlar... emin mi
oldular" ifadesi ile ilgili olsun, hem de önceki ayetteki yahsife,
ye'tiye, ya'huze gâib fiillerine uygun olsun diye, yâ ile, yerav şeklinde
okumuşlardır. Sadece Ebu Amr, buradaki ikinci fiili, ta ile tetefeyyeu okurken,
diğerleri yâ ile, yetefeyyeu şeklinde okumuşlardır ki, fiil cemî (çoğul) olan
failinden önce geldiği için, iki şekilde de (yani müzekker veya müennes
geimesi) caizdir.
[116]
Hak Teâlâ,
"Onlar, Allah'm yarattığı hiçbir şeye bakmıyorlar mı" buyurmuştur. Bu
ayetteki, reâ fiili, "Baktı" manasına geldiği için, İlâ
harf-i cerh ile kullanılmıştır.
Çünkü bununla, "ibret almak" manası kastedilmiştir.
İbret almak ise, birşeye bakma, onun durumları hakkında düşünme olmaksızın,
sırf görme ile olmaz.
Cenâb-ı Hak,
buyurmuştur. Me'ânî alimleri bu hususta şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak,
bu ifâde ile, dağ, ağaç, bina ve ayakta duran cisimler gibi, gölgeleri olan
varlıkları murat etmiştir. Ayetin lafzı, bu kayıt ve şartı ihsas ettirmektedir.
Çünkü ayetteki ''Gölgeleri..durmadan sağa sola dönüyor" tabiri, bu
şeylerin, gölgesi yeryüzüne düşen katı şeyler olduğunu gösterir. Binâenaleyh bu
ifade, "şey" kelimesinin haberidir, sıfatı değildir. Yetefeyyeu
fiili, "fey" masdanndan, "tefe'ül" vezninde bir fiildir,
Arapça'da, güneşin ışığının gölgeyi yok ettikten sonra tekrar geri gelip
döndüğünde, gölge hakkında "Gölge geldi" denilir, 'f-'ey"
aslında, dönmek, geri gelmek manasınadır. "îlâ" yapan kişinin,
hanımına dönm? manasında "Fey" denilmesi de bu manadadır. Biz bu
hususu (Bakara. 226} ayetinin
tefsirinde izah etmiştik. Gayr-ı mü si imlerin mallarından müslümanların eline
geçen şeylere "f ey" denilmesi de, o malların m üsl uman I ara
dönmesinden dolayıdır. HakTeâlâ'nın ...ÜJi iüi U "Onlardan, Allah'ın,
Resulüne verdiği fey'...'r (Haşr. t, ayetindeki "fey" de bu
manadadır. Binâenaleyh bütün bunların esası, "dönme" manasına
dayanır.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki: Fâe fiili, ya başına bir hemze getirmek, yahut da
ayne'l-fiitini şeddelemek sureti ile müteaddi olur. Başına hemze getirilerek,
müteaddi yapılışı, (Haşr, 7) ayetinde
olduğu gibidir. Ayne'l-fiili'ni şeddeiemek suretiyle müteaddi kılınışı ise,
mesela "Allah, gölgeyi geri çevirdi, o da geri geldi" demende olduğu
gibidir. O halde, "Tefeyye'e" fiilinin, "mutavaat"
sîğasıdır. Ezherî, "Gölgenin fey'i", gölgenin gündüzün ortasından
sonra, geriye dönmesi (tekrar gelmesi) dernektir. O halde, "Gölgenin
fey'i", güneş zevalden döndükten sonra, ancak akşama doğru olur.
"Zili" ise, sabahleyin olan (gölgeye) denir ki bu da, güneşin zevale
ulaşmasından önce olur" demiştir. Nitekim şair:
"Ve kuşluk
serinliğinin katlanabileceğin gölgesi (zili) vardır; ne de, tadacağın akşam
serinliğinin (aşıyy) gölgesi." Sa'leb şöyle demiştir: "Ebu Ubeyde'den
rivayetle, Ru'be'nin şöyle dediği bana haber verildi: "Güneşin ışığının,
üzerine vurduğu ve geçip gittiği herşey "fey" ", güneşin,
üzerine düşmediği şey ise, "zıll"dır." Bazıları, bunu kabul
etmemişlerdir. Çünkü, Ebu Zeyd, Nâbiğa el-Ca'di'nin şu beytini nakletmiştir:
"Allah'ın esenlik
ve selamı onlara, (sabah erkenden) yönelir. Ağaçların, zeval vaktinden sonraki
gölgeleri (bile), iyice gölgelidirler."
Bu şiirde,
"fey" lafzı, güneş ışığının silip götüremediği şey hakkında
kullanılmıştır. Çünkü cennetteki gölgeler, güneşin ışığı yüzünden kaybolup,
güneşin gitmesinden sonra meydana gelen gölgeler değildir. Araplar,
"fey"i efyâ' şeklinde cemederler ki bu, "cem-i kıllet"
veznidir. Yine "nüfûs" ve "uyun" gibi, tüyü şeklinde de
getirirler. Bu ise, '"cem-i kesret" veznidir.
Ayetteki zılâluh
kelimesinde ' zılâl" müfred olan "hû" zamirine muzaf kılınmıştır
ki, bu aslında, "Onun gölgesi manasında değil, "gölgeli"
manasınadır. Bu şekilde muzâf kılış, güzel ve yerinde olmuştur. Çünkü bu
zamirin râcî olduğu, "Allah'ın yarattığı herbirşey" tabirindeki mâ
edatı, lafzen müfred ise de, mana bakımından çoğuldur. Bunun bir benzeri de,
"Onun sırtlarında karar kılasmız (Zjhrut, 13)
ayetidir. Bu ayette de, cemî olan "sırlar" (zuhur) lafzı
müfred,"hû" rsmirine muzaf kılınmıştır. Çünkü bu zamir de, kendisi
ite cemî manası kastedilmiş atan, ifadesindeki mâ edatına râcidir. Bütün
bunlar, Vâhidi'ye ait olup güzel izahlardır.
[117]
Ayet-i kerimedeki
"ani'i-yemîn ve'ş-şemâil" iie ilgili iki açıklama vardır:
1)
İfadedeki
"sağ ve sollar" hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş: Feleğin
sağı, doğusu; solu ise, batışıdır. Bu iki ismin, bu iki tarafa verilmesinin
sebebi şudur: İnsanın iki tarafından, en güçlü olanı, sağıdır. Çünkü en güçlü
hareketler, sağdan meydana gelir. Binâenaleyh, gök cisimlerinin günlük
-ceketleri de, sağdan sola doğru olunca, doğu feleğin sağı, batı da solu
olmuştur. Bjnu iyice kavradığında biz deriz ki: Güneş doğduğu andan,
yörüngesinin ortasına yani zevale) varıncaya kadar geçen zaman içerisinde
gölgeler, balı tarafına doğru; Güneş zevalden batıya doğru döndüğünde ise, doğu
tarafına doğru olur ki, işte gölgelerin sağdan sofa ve soldan sağa durmadan
dönmesinden maksat budur. Bu zurumda gölgeler, günün başında feleğin sağından
başlar, rub-i garbiye düşer. Sünesin zeval vaktinden itibaren de, gölgeler
feleğin sol tarafından başlar, yeryüzünün rub-i şarkîsine düşer.
İkinci Görüş:
Enlemleri, meyil miktarlarından daha az olan beldelerde, yazın güneş, sol tarafta
bulunur. Bu durumda da gölgeler, cisimlerin sağına düşer. İşte gölgelerin
soldan sağa, sağdan sola dönmelerinden murad budur.
Bu konuda benim elde
ettiğim bilgiler bunlardan ibarettir. Bu hususta •nüfessirlerin,
özetlenemeyecek kadar görüşleri vardır.
[118]
2)
Birisi
"Ayette, "yemin" (sağ) lafzının müfred, "şemail"
(sollar) lafzının ise cemi olarak getirilmesindeki hikmet nedir?"
diyebilir. Buna, birkaç şekilde cevap verilir:
1) "Yemin" (sağ)lafzf müfred getirilmiştir,
ama cemî manası murat edilmiştir. Ama ?afız itibarı iie "müfred"
getirilerek yetinilmtştir. Bu, "Arka dönerler" (Kamer, 45) ayetinde
olduğu gibidir.
2) Ferrâ şöyle der: "Bu kelime müfred
getirildiğinde, sanki gölgeli varlıklardan şirinden diğerine geçilmiş gibi
olur, cemî kılındığında ise hepsine birden geçme söz Konusu olmuş olur. Çünkü
Hak Teâlâ'nın, "ma hafekallah" "Allah'ın yarattığı şey" tabirindeki mâ
edatı, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, lafız itibarı ife müfred, mana
itibarı ile cemidir. Binâenaleyh bu, her iki manaya da gelebilir."
3) Araplar, iki cemî sığayı peşpeşe getirmek
istediklerinde, birini müfred, ikincisini cemî olarak getirirler. Mesela,
"(Allah) zulumâtı ve nuru yarattı"(Enpâm, t) ve "Allah onların
kalplerini ve kulağını mühürledi" (Bakara, 7) ayetlerinde olduğu gibi.
4)
Biz,
"yemin" (sağ) lafzını, "doğu" manasına aldığımızda, güneşin
doğusu olan o nokta da, tek olmuş olur. Dolayısı ile "yemin" tek
olur. "Şemail" lafzı ise gölgelerde, yeryüzüne düştükten sonra,
meydana gelen çeşitli değişiklikleri ifade eder. Bu değişiklikler çoktur. İşte
bundan ötürü Allah Teâlâ, bunu cemî sîğası ile getirmiştir. Allah en iyi
bilendir..
[119]
Ayetteki ifadesi ile ilgili, pek çok muhtemel manalar vardır:
1) Bundan
murad, "Teslim olma, boyun eğme ve inkıyâd etme" manasıdır. Nitekim
Arapça'da, binilmesi için deve, başını eğdiğinde, "Deve boyun eğdi";
taşıdığı yükün ağırlığından, meyvelerinin bolluğundan ötürü, hurma ağacı dallarını
eğdiğinde, denilir. Şair de:
"Orada tepeleri,
atların tırnaklarına secde eder, boyun eğer vaziyette görürsün" demiştir.
Bunu iyice
kavradığında, biz diyoruz ki: "Allah Teâlâ. aydınlatıcı gök cisimlerini ve
yıldızları, ışıkları yeryüzüne düşecek şekilde, belli birtakım prensipler
çerçevesinde düzene koymuştur. Sonra yine biz, bu ışıkların ve gölgelerin,
yeryüzüne, ancak Allah'ın tedbir ve takdirine uygun olarak düştüklerini
görürüz. Böylece biz, güneşin doğduğunda, o katı cisimlerin, batı tarafa doğru
uzanan birtakım gölgelerinin düştüğünü müşahede ederiz. Sonra güneş, doğup
yavaş yavaş yükseldikçe, bu gölgelerin de, güneşin zeval vaktine gelmesine
kadar, gittikçe çekildiğini ve tamamen kaybolduğunu görürüz. Binaenaleyh güneş,
zevalden batıya doğru meylettiğinde, bu sefer gölgelerin doğuya doğru düştüğünü
görürüz. Güneşin batıya meyli arttıkça, gölgelerin doğuya doğru uzaması da
artar. Bu durumu, bir gün içinde müşahede ettiğimiz gibi, bir sene boyunca, sağ
ve sol tarafta gölgelerin farklılıklar arzettiğini de müşahede ederiz. Bütün
bunlar, güneşin (doğma-batma) hareketinin, güneyden kuzeye doğru ve kuzeyden
güneye doğru değişmesi sebebi ile olur. Binaenaleyh gölgelerin halinin
yeryüzünün doğusu ve batısında (güneşin doğduğu ve battığı nokta açısından)
meydana gelen günlük değişiklikler sebebi ve bir sene boyunca feleğin (güneşin
yörüngesinin) sağında ve solunda meydana gelen farklılıklar sebebiyle, değişiklik
arzettiğini müşahede edip, bu gölgelerin belli bir tarz ve sıra ile
düştüklerini görünce, bütün bunların, Allah'ın kudretine boyun eğdiklerini,
O'nun takdir ve tedbiri karşısında eğildiklerini anlıyoruz. O halde, ayette
bahsedilen "secde" bu durumu anlatmaktadır.
İmdi şayet, "Bu
gölgelerin değişiminin, Allah'ın takdiri ve tedbirinden ötürü değil de, en
büyük aydınlatıcı olan güneşin hareketindeki değişimden dolayı olduğunun
söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Cismin, zâtı
gereği hareket etmeyeceğini söylemiştik. Çünkü eğer onun zatı, bu cüz'i-hususî
hareketin sebebi olsaydı, zatı devam ettiği müddetçe, bu cüz'î hareketin de
devam etmesi gerekirdi. Bu cüzi hareket de devam edecek olsaydı, o zaman bir
diğer cüz'î hareketin tahakkuk etmesi imkansızlaşırdı. Durum böyle olsaydı, bu
hareket değil, bir sükûn olmuş olurdu. O halde, maddenin, zatı gereği hareket
ettiğini söylemek, Onun zatı gereği sakin (hareketsiz) olmasını söylemeyi
gerektirir ki, bu muhaldir. Varlığı, yokluğuna götüren şey ise bâtıldır.
Binâenaleyh cismin, zâtı gereği hareket etmesinin imkânsız olduğunu anlamış
oluyoruz. Hem biz, maddelerin, mahiyetlerinin tamamı itibarı ile birbirlerine
denk olduklarını söylemiştik. Binâenaleyh güneş kütlesine, belli bir kuvvet ve
özelliğin verilmesinin, mutlaka hür ve irade sahibi, hakim bir yaratıcının
tedbiri ile olması gerekir.
Bu sabit olunca biz
diyoruz ki: Farzedelim ki gölgenin hallerinin farklı farklı olması, güneşin
hareketlerinden ötürü olmuştur. Fakat biz, güneşi o belli hareket tarzı üzere
hareket ettirenin, sadece ve sadece Allah Teâlâ olduğunu delille gösterdiğimize
göre bu, gölgelerinin durumlarının farklı farklı olmasının da ancak Hak
Teâlâ'nın tedbiri ve yaratması ile olduğuna bir delil olur. Böylece bu ayette
bahsedilen "secde" ile, inkıyat (boyun eğme) ve tevazu manasının
kastedildiği sabit olmuş olur: "Sakı olmayan nebat da, ağaç da (ona) secde
ederler" (Rahman, 6) ayeti ile, "(Onların) gölgeleri de, sabah akşam
Allah'a secde ederler"(Ra'd, 15) ayetindeki secdeler de bu manadadır.
Bunun izahı, daha önce geçmişti.
2) Bu
gölgeler, yeryüzüne düşerler ve secde edenin şeklini alırlar. Nitekim Ebu'l-Alâ
el-Mearrî, bir vadiyi tavsif ederken,"Uzun uzun secde eden bir uçurum ve
kendini iyice ibadete vermiş bir rahip kıhğmdaki yer" demiştir.
Dolayısıyle, gölgelerin şekli, secde edenlerin şekline benzediği için, Cenâb-ı
Hak, gölgeler hakkında "secde etme" vasfını kullanmıştır. Hasan
el-Basrî. "Senin gölgen, Rabbine secde ediyor ama, sen etmiyorsun. Bu
yaptığın ne kötüdür!" demiştir. Mücahid ise, "Kâfirin kendisi namaz
kılmaz ama, gölgesi namaz kılar" demiştir. Yine, "İster kendisi secde
etsin, ister etmesin, herşeyin gölgesi Allah'a secde eder" denilmiştir.
Bil ki ilk izah, aklî
gerçeklere; ikinci izah ise, zahirî durumlara (benzerliklere) daha uygundur.
[120]
Ayetteki,
"sücceden" kelimesi, "zılâl"dan "hal"dir. Cenâb-ı
Hak, "Zelil olarak", yani, "Kendilerini küçük
görerek" buyurmuştur. Arapça'da, denilir ki bu, "Kendisini küçük
gördü, önemsemedi" manasinadır. Böyle olan kimse, ister istemez,
emrettiğin şeyi yapan kimsedir. Bu böyledir, çünkü bütün bu varlıklar, Allah'ın
kudretine ve tedbirine boyun eğmişlerdir. O halde, Hak Teâlâ'nın bu ifadesi de,
"zılâl" kelimesinden "hardır.
Buna göre şayet,
"zılâl" (gölgeler), akıllılar cinsinden değildir. Öyle ise, bunun
hâli olan bu kelime, nasıl, vâv-nûn ile (yani cemî müzekkeri salim siğası
üzere) cemi olarak gelmiştir" denilirse, biz deriz ki: Çünkü Allah Teâlâ,
onları itaat eden, boyun eğen, zelil olan diye vasfedince, sanki akıllı
varlıklara benzetilmiş oldular.
[121]
Cenâb-ı Allah'ın
"Göklerde ve yerde olan canlılar ile melekler... Allah'a secde
ederler" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
[122]
Biz, iki çeşit secde
olduğunu, birisinin ibadet manasını ifade ettiğini, mesela müslümanların
Allah'a secde etmesinde olduğu gibi, diğer çeşidinin ise, Allah'a boyun eğmek,
itaat etmek manasında olduğunu beyan etmiştik. O halde bu secdenin tahakkuk
etmesi aslında onun varlığının yokluğunun mümkün olması ve bu iki vasfı, yani
var olmayı -yok olmayı kabul etmesi ve mümkin bir şeyin iki tarafından birinin
diğerine baskın çıkmasının ancak bir müreccihten dolayı olabileceği neticesine
varıp dayanır.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki, bazı kimseler, bu ayetteki secde ile, ikinci
mananın, yani, boyun eğme-inkiyâd etme manasının kastedildiğini, bunun
delilinin ise, hayvanlara uygun düşen mananın, ancak bu manada secde olduğunu
söylerlerken, bazıları da buradaki secde ile, birinci manadaki secdenin
kastedildiğini, çünkü meleklere, bu manadaki secdenin uygun düştüğünü, çünkü
ikinci manadaki secdenin, bütün canlılar, cansızlar ve bitkiler için söz konusu
olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da "secde, bu iki manaya da gelen bir
lafızdır. İki manaya gelen (müşterek) bir lafzı, iki manasına birden hamletmek
caizdir. O halde, ayetteki secdeyi iki manaya da hamletmek gerekir; hayvanlar
için tevazu, boyun eğme manasına; melekler hakkında ise, müsiümanların Allah'a
secde etmeleri gibi bir manaya hamletmek gerekir" demişlerdir. Bu görüş
zayıftır. Çünkü "müşterek" bir kelimenin, aynı anda bütün manalarını
ifade etmek üzere kullanılmasının caiz olmayacağı sabittir.
[123]
Ayetteki min dâbbe
kelimesi hakkında Ahfeş: "Cenâb-ı Hak. bu müfred kelime ile, cemisini yani
devâbb manasını kastetmiştir. Ama ayette müfred getirmiştir. Bu,
tıpkı, "Bana, onun gibi bir adam gelmedi" ifadenle, "Bana, onun
gibi adamlar gelmedi" ifaden gibidir" demiştir. İbn Abbas (r.a) ise:
"Cenâb-ı Hakk'ın bu kelime ite, "yeryüzünde hareket eden
herşeyi" kastetmiştir" demiştir.
[124]
Birisi şöyle
diyebilir: "Ayette özellikle, hayvanların ve meleklerin zikredilmesinden
hikmet nedir?" Bu hususta, bazı izahlar yapılır:
1) Allah
Teâlâ, gölgelerden bahsettiği geçen ayette, bütün cansızların, Allah'a boyun
eğmiş olduklarını beyan etmiş; bu ayet ile de, bütün canlıların yine Allah'a
boyun eğip, inkıyâd ettiklerini bildirmiştir. Çünkü canlıların en değersizi hayvanlar,
en değerli ve kıymetlisi ise meleklerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, en değersiz
ve en kıymetli varlıkların, kendisine inkiyâd içinde olduklarını beyan
buyururca, bu, bütün canlıların Allah'a boyun eğdiklerine bir delil olmuş olur,
2) Müslüman
hükemâ şöyle demişlerdir: "Dâbbe" kelimesi, debîb kelimesinden
iştikak etmiştir. "Debîb" ise, maddî bir hareket demektir. O halde
"dâbbe", hareket eden ve kımıldayan her maddî canlıya denir.
Binâenaleyh Allah Teâlâ, ayette melekleri, "d&bbcP'den ayrı olarak zikredince,
meleklerin kımıldayıp-hareket eden varlıklardan değil, sırf ruhlar olduğunu
anlıyoruz." Buna şöyle cevap verilebilir; "Kuşa ait olan kanat
debelenmeye-kımıldamaya da terstir. Bunun delili 'Yeryüzünde yürüyen hiçbir
hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere, hepsi sizin gibi
ümmetlerdir" (En'âm, 38) ayetidir. Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hak,
Yüksünmezler, Kendilerine her bakımdan kahir ve hâkim olan Rablerinden
korkarak, emroiunduklan şeyi yaparlar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[125]
Bu ayetten
maksat, meleklerin sıfatlarını
şerhedip açıklamaktır.
O halde bu,
meleklerin her türlü
günahtan masum
olduğuna dair kesin ve ezici bir delildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar
yüksünmezler" ifadesi, onların, Yaratıcılarına ve Haliklarına inkiyâd
ettiklerine, O'na hiçbir hususta muhalefet etmediklerine delâlet eder. Bunun
bir benzeri de Cenâb-t Hakk'ın, "Biz senin Rabbinİn emri olmadıkça inmeyiz"
(Maryam, 64) ve "Bunlar sözleriyle asla O'nun önüne geçemezler. Bunlar
O'nun emriyle hareket ederler" (Enbiya, 27) ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın,
"emroiunduklan şeyi yaparlar" buyruğu da, onların, emroiunduklan her
şeyi yaptıklarına delalet eder ki, bu da onların, bütün günahlardan masum
olduklarını gösterir.
Buna göre şayet onlar,
"Farzet ki bu ayet, onların emrolundukları herşeyi yaptıklarına delalet
ediyor. O halde daha nasıl bu ayetin, onların, nehyedildikleri herşeyi
bıraktıklarına delalet ettiğini de söylüyorsunuz?" derlerse, biz deriz ki:
Bir şeyden nehyolunan
herkes, onu terketmekle de emrolunmuş demektir. Binaenaleyh, bu durumda bu da,
lafzın muhtevasına girer. Bu ayetle, meleklerin, bütün günahlardan masum
oldukları, İblis'in ise, hiçbir günahtan masum olmadığı, aksine kâfir olduğu
sabit olunca, İblis'in meleklerden olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir.
Allah Teâlâ melekler
hakkında, "Onlar yüksünmezler, büyüklenmezler" buyurduğu halde, İblfs
hakkında, "Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?"(Sad,
75) demiştir. Ve yine İblls'e, "Öyleyse, hemen in oradan. Artık senin
orada kibirlenmen...gerekmez11 (Araf, n\ demiştir. Böylece, meleklerin
büyülenmedikleri, İblis'in ise tekebbür edip yüksündüğü sabit olmuştur. Bu
sebeple, İblte'in meleklerden olmaması gerekir. Hem bu ayetle, meleklerin masum
olmaları gerektiği sabit olunca, bazı kimselerin, Hârut ve Marût hakkında
söyledikleri o çirkin olayın da batıl ve asılsız, çirkin bir şey olduğu meydana
çıkar. Söz söyleyenlerin en doğru sözlüsü olan Allah Teâlâ, bu ayette,
meleklerin masum ve her türlü günahtan berî olduklarına şehadet edince, o
kıssanın da yalan, aslı esası olmayan bir şey olduğuna kesinlikle hükmetmek
gerekir. Allah en iyisini bilendir.
[126]
Meleklerin
masumiyetleri hususunda ileri geri söz edenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle
demişlerdir: "Allah Teâlâ, melekleri "korkup endişe etmekle"
vasfetmiştir. Binaenaleyh onlar, kendilerinin, büyük ve küçük günahlara
düşmelerinin mümkün olmadığını bilselerdi, böylesi bir endişe söz konusu
olmazdı."
Buna şu iki şekilde
cevap verilir:
1) Allah
Teâlâ, onları, ikâbından sakındırmış ve "Bunlardan kim "Tanrı o
değil, benim" derse, onu cehennemle cezalandırırız"(Enbiya,29)
buyurmuştur. İşte bunlar da, bu endişeden dolayı günahı bırakmışlardır.
2) En doğru
olan bu görüşe göre bu korku, Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametinden, O'nu tazîm
edip edememe korkusudur. İbn Abbas (r.a.)'dan da bu şekilde nakledilmiştir.
Bunun doğruluğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan, kullan içinde,
ancak alimler korkar"(Patır, 2a» ayetidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ı daha iyi ve
daha mükemmel tanıyanın, O'ndan daha fazla korkacağına delâlet eder. O halde,
meleklerin duyduğu bu endişe, Allah'ın celâl ve kibriyasından olan korkudur.
Allah en iyisini bilendir.
[127]
Müşebbihe fırkası
şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, Allah Teâlâ'nın, zâtı
bakımından, bizzat onların üzerinde olduğuna delalet eder."
Bil ki biz, bu şüpheyi
Cenâb-ı Hakk'ın, (En’am, 61) ayetinin tefsirinde iyice cevaplandırmıştık.
Burada o izaha ilave edeceğimiz husus ise şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun
manası, "Onlar, Rablerinin, kendilerine, üstlerinden bir azap
indirmesinden ötürü O'ndan korkarlar" demektir. Lafız bu manaya muhtemel
olunca, onların görüşleri sakıt olur, düşer. Hem, bu "fevkıyyeti"
(üstte oluşu), kudret, kuvvet ve hakimiyet bakımından üstün ve hakim olma
manasına hamletmek gerekir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, (A'rat. 127) ayetinde de
böyledir. Bu izahı şu da kuvvetlendirir: "Allah Teâlâ, "Kendilerine
her bakımdan kahir ve hâkim olan Rablerinden korkarak..." buyurunca, bu
korkuyu iktizâ eden şeyin, Rablerinin onların, kudret ve kuvvet bakımından
üstünde, onlara hakim olmasını gerektirir. Çünkü usul-ü fıkıhta, "Bir
vasfa dayandırılan bir hüküm, o hükmün o vasfa bağlı olduğunu bildirir"
şeklinde bir kaide bulunmaktadır.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz deriz ki: Bu "ta'tîl" (yani, Cenâb-ı Hakk'ın,
fevkiyyet sıfatını zikretme ancak, "fevkiyyef'le, kudret, kuvvet ve
hakimiyet itibariyle bir fevkiyyet, (üstünlük) manası murat edilmesi halinde
ancak doğru olur. Çünkü, korkuyu gerektiren, bu mana bir fevkiyyet sıfatıdır.
Ama, cihet ve mekân bakımından üstte olmaya gelince bu, böyle bir korkuyu
gerektirmez. Bunun delili şudur: Evin bekçisi, o evin sahibinin, mekân ve cihet
bakımından üstündedir. Ama ne var ki bu bekçi, o kimsenin hizmetkârlarının en
değersizi olabilir. Böylece bu şüphe sakıt olur.
[128]
Bu ayet,
meleklerin de, Allah
tarafından mükellef kılındıklarına,
emir ve yasağının da, diğer mükelleflere
olduğu gibi, bunlara
da tevcih edilmiş olduğuna delalet eder. Durum böyle olunca da, onların da, hayır ve şer işlemeye
müsait varlıklar olması gerekir.
[129]
Bazı kimseler,
meleklerin, beşerden daha üstün olduğunu beyan etmek için, bu ayete tutunarak
şu izahları yapmışlardır:
1) Allah
Teâlâ, "Göklerde ve yerde olan canlılar ile melekler, ... Allah'a secde
ederler..." buyurmuştur. Biz, bu iki şeyin özellikle zikredilmesinin,
ancak, iki taraftan birisi, derece bakımından daha düşük, diğerinin ise, daha
kıymetti olması durumunda makul olacağını, böylece de bu iki ucun, aralarında
kalan diğer canlılara dikkat çekmiş olacağını söylemiştik. Durum böyle olunca,
meleklerin, Allah'ın mahlûkatının en kıymetlisi olmaları gerekir.
2)
Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar yüksünmezîer,
böyüklenmezler" buyruğu onların kalplerinde herhangi
bir tekebbür ve büyüklük duygusunun
bulunmadığına; "emrolundukları şeyleri yaparlar" buyruğu da,
onların amellerinin, günah ve masiyetten beri, temiz oiduğuna delâlet eder. O
halde, bu iki cümlenin ikisi birden, onların iç ve dışlarının kötü huylardan,
bâtıl fiil ve işlerden ben olduklarına delalet eder. Beşere gelince, onlar hiç
de böyle değillerdir. Bunun böyle olduğuna, Kur'ân ve hadis delâlet etmektedir.
Kur'ân'a gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "O kahrolası insan, ne nankördür
o.'" (Abese, 17; ayetidir. Ki bu hüküm, bütün İnsanlar, herkes için umumi
bir hükümdür. Bunun en düşük derecesi ise, insan tabiatının, bu kötü halleri
İktiza etmesidir. Hadisten delile gelince; bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
'Yahya îbn Zekeriyya hariç, biz (insanlardan) herkes günah İşlemiş veyahut da
günah işlemeyi gönlünden geçirmiştir"[130]
hadisidir. Günahtan ve onu gönülden geçirmeden uzak ve berî olanın, onu işleyen
veya ona yeltenenden daha üstün olduğu, zaruri olarak bilinen bir husustur.
3) Allah
Teâlâ'nın melekleri insanlardan çok uzun asırlar ve çok zaman önce yaratmış
olduğunda hiç şüphe yoktur. Bununla beraber Aliah melekleri, bu uzun süre
içinde, kendisine itaat edip boyun eğmekle tavsif etmiştir. Uzun bir ömrün
taatle birlikte geçmesi ise, şu iki sebepten dolayı, daha fazla bir meziyyet ve
üstünlük gerektirir:
a)
Hz. Peygamber {s.a.s) "Kavmi içinde
ihtiyar, ümmeti içinde bulunan bir peygamber gibidir'[131]
buyurmuş, ihtiyarın gençten daha faziletli olduğunu söylemiştir. Bu ise ancak
şundan dolayıdır: Onun ömrü uzun olunca, görünen odur ki, onun taatı da çok
olur. Binâenaleyh o, daha üstün olur.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s). "Kim, güzel bir çığır açarsa, o yolun ve Kıyamete kadar
o yolla amel edenlerin mükâfaatınm (bir misli de), o kimseyedir"[132]
buyurmuştur. Binâenaleyh, meleklerin taate başlamaları, beşerin taate
başlamasından önce olunca, o zaman, o güzel yolu koyanın melekler olduğunun
söylenilmesi gerekir. Bu güzel yol da, kadîm ve rahîm olan Yaratıcı'ya itaat
etmektir. Beşeriyyet ise, meleklerden sonra var olmuşlar ve onların, (itaat)
yollarını benimsemişlerdir. Binâenaleyh bu hadisin muktezâsına göre, beşerin
elde edeceği sevabın bir mislinin, melekler için tahakkuk edeceği ve ayrıca melekler için,
taatlerinden kaynaklanan fazladan bir mükâfaatın bulunması gerekir. Bu sebeple
de, meleklerin kendileri dışında kalanlardan daha üstün olmaları gerekir.
4) Hak
Teâlâ'nın, "Kendilerine her bakımdan kahir ve hakîm olan Rablerinden
korkarlar" buyruğu da bu manaya delalet eder. Biz, bu ayette geçen,
"fevkiyyef'in, derece, kıymet, kudret ve hakimiyet bakımından bir
fevkiyyet olduğunu delil ile beyan etmiştik. Binâenaleyh, bu ayetin zahiri,
Cenâb-ı Hakk'ın dışında, şeref ve derece bakımından o meleklerin üzerinde
herhangi bir şeyin olmadığına delâlet eder ki bu da, o meleklerin mahlûkatın en
üstünü olduğuna delâlet eder.
Allah en iyisini
bilendir.
[133]
"Allah: "iki
tann edinmeyin. O, ancak bir tanrıdır. Onun için benden, yalnız benden
korkun" dedi. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Tâat de, daima O'na
mahsustur. Böyle iken, halâ Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz? Size ulaşan
her nimet, Allah'tandır. Sonra size, herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman,
ancak O'na tazarru ve yakanda bulunursunuz. Nihayet O, sizden bu keder ve
musibeti açıp giderdiği zaman ise, içinizden bir kısmı, bakarsınız kî, Rablerine eş
koşuyorlar. (Bunu), kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etmek
için yaparlar. Öyle ise, eğlenedurun, yakında bileceksiniz!" {Nahl, 51-55).
Bil ki, Allah Teâlâ
önceki ayette, ister ruhlar aleminden, isterse maddeler aleminden olsun,
kendisi dışında kalan herşeyin, kendisinin celâl ve kibriyasına boyun eğip, inkiyât
ettiğini beyân edince, bunun peşinden bu ayette şirki yasaklamış, kendisi
dışında kalan her şeyin, O'nun mülkü ve milki olup zatının ise herşeyden
müstağni olduğunun bilinmesini emretmek üzere şöyle buyurmuştur:, "İki
tanrı edinmeyin. O, ancak bir tann'dır." Ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:
[134]
Birisi şöyle
diyebilir: "İlaheyn "iki İlah" lafzından, o ilahların iki tane
olduğu, mutlaka, her halükârda anlaşılmıştır. O halde tekrar Isneyn
"iki" demesinin hikmeti nedir?"
Buna birkaç bakımdan
cevap verilebilir:
1) Nazm adlı
eserin sahibi[135] bu ifadede bir takdim ve
tehirin bulunduğunu ve kelamın takdirinin de, "İkiyi ilâh
edinmeyiniz" şeklinde olduğunu söylemiştir.
2) Bana göre doğruya en yakın olanı şu İzah
olup, buna göre, bir şey beğenilmeyin, çirkin addedilip de, bir kimse de bundan
iyice uzaklaştırmayı istediğinde, ard arda gelen o kelimeler, aklın o şeydeki
çirkinliğe iyice vakıf olmasına sebep olsun diye, onu yüksek ifade ve sözlerle
belirtir.
Bunu iyice
kavradığında, iki ilahın varlığını söylemek, kabul etmek, akıl nezdinde kabîh
ve çirkin bir söz olmuş olur. İşte bundan dolayı, hiç kimse
"Vâcibu'l-Vücûd" olma, kıdem ve kemâl sıfatlarından birbirine denk,
müsavî iki ilahın bulunduğunu söylememiştir. Binâenaleyh, hitabındaki İsneyn tabirinin
tekrar edilmesinin gayesi, bu fikirden tamamiyle uzaklaştırmak ve aklın,
bundaki çirkinliğe vukûfiyyetini mükemmelleştirmektir.
3) Ayetteki,
ilaheyn kelimesi şu iki şeye, yani, ilahın bulunduğuna ve bunların da birden
fazla (iki) olduğuna delalet eden tek bir lafızdır. Binâenaleyh, şayet sadece
denilmiş olsaydı, bu ifadeden ilahın varlığının mı, onların iki adet
oluşlarının mı, yoksa her iki durumun da bir arada olarak kabul edilmesinin mi
yasaklandığı anlaşılmazdı.
Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hakk'a, "iki tann edinmeyin "La tettehizû İlâheyni Isneynİ"
buyurunca, onun, "Lfl tettehizû ilâheyni" ifadesinin, sadece ikiliğin
kabulünü yasakladığı sabit olur.
4) İkilik, uluhiyyete aykırıdır. Bunu birkaç
bakımdan izah edebiliriz:
a) Biz, her
biri zâtı gereği vacip olan iki varlık farzetseydik, o zaman bu iki varlıktan
herbiri zâtları gereği vacip olmada (vücûb-i zâtî'de) müşterek; taayyün
itibariyle ise birbirlerinden farklı olurlardı. Sayesinde müşterekliğin
sağlandığı şey, kendisi sebebiyle farklılığın tahakkuk ettiği şeyden başkadır.
O halde, bunlardan her biri iki cüz'den mürekkeptir. Her mürekkeb ise, mümkin
varlıktır. O halde, birden fazla vâcibu'l-vücud bulunduğu hükmü, her ikisinin
vâcibu'l-vücud olması hükmüne aykırı düşer.
b) Biz, (bir an için) iki ilah olduğunu kabul
edelim ve bunlardan birisi bir cismi hareket ettirmeye, diğeri de onu
durdurmaya çalışsın. Bu durumda, onlardan birisinin o fiili yapmaya diğerinden
daha evlâ olması imkânsız olur. Çünkü, tek bir hareket ve tek bir sükûn,
bölünmeyi ve farklılığı kesinlikle kabul etmez. Durum böyle olunca, onlardan
birisine dair olan kudret ve kuvvetin, ikincisine ait olan kudretten daha
mükemmel olması imkânsız olur. Bu sabit olunca, iki kudretten birinin, tesir
bakımından ikincisinden daha üstün olması imkânsız olur. Bu sabit olunca, bu
durumda ya onlardan herbirinin (ayrı ayrı) maksadı tahakkuk eder ki, bu
imkânsızdır; yahut, hiçbirinin maksadı tahakkuk etmez ki, bu da imkânsızdır;
veyahut da, Dunlardan sadece birinin maksadı tahakkuk etmez. Bu durumda
onlardan birisi âciz o4muş olur. Aciz olan ise ilah olamaz. Böylece, ilahların
iki olmasının, herbirisinin iah olmastna münâfî (ters) olduğu sabit olmuş olur.
c) Biz, iki ilah olduğunu farzedersek, onlardan
biri', ya mülkünü diğerinden korumaya ve gizlemeye kadir olabilir, ya da
olamaz. Eğer kadir olursa, aslında ilah olan bu olmuş olur. Diğeri ise
güçsüzdür. Eğer kadir olamazsa güçsüz olan budur.
d) Bunlardan
biri diğerine ya muhalefet edecek güçtedir, yahut bu güçte değildir. Eğer bu
güçte değil ise, zayıftır. Eğer bu o güce sahip olur, beriki de bunu
savuşturacak güçte değil ise, o ikincisi zayıftır. Yok eğer buna kadir ise,
mağlub olan ömncisi zayıftır. Böylece, ikilik ile uluhiyyetin, birbirine zıt ve
birbiriyle bağdaşmayan fvytor olduğu sabit olur. O halde, "iki tanrı
edinmeyin " ayetinin maksadı, ulûhiyyet is ikilik arasında bir çelişkinin,
bir zıdlığın ve bir tersliğin bulunduğuna dikkat çekmektir. Allah en iyi
bilendir.
Bil ki Allah Teâtâ, bu
sözden sonra "O, ancak bir tanrıdır" Duyurmuştur ki bu, "Geçen
deliller, âlemin mutlaka bir ilahı olduğuna delâlet edip, «. ahin var olduğunu
ileri sürmenin imkânsız olduğu sabit olunca, tek, bir, Hak ve Samed (herşeyden
müstağni) ve (herşeyin kendisine muhtaç olduğu) o İiah'tan başka
anı olmadığı sabit
olur.
Cenâb-ı Hak sonra da "O'nun için benden, yanhz benden
korkun"" buyurmuştur ki bu, gâibten muhataba geçiş (iltifat) üslubu
olup, ifadenin Malin şöyledir: "İlahın tek olduğu ve bu sözü söyleyenin de
ilah olduğu sabit olunca, su durumdan âlemin ilahının, işte bu sözü söyleyen
olduğu kesinlik kazanmış olur." Böytece de onun, gaib siğâsından muhataba
geçerek, "Onun için benden, yalnız benden korkun" demesi, pek yerinde
olmuş olur.
Buradaki bir başka
incelik de şudur: Hak Teâlâ'nın, "Onun için benden, yalnız benden korkun
" cümlesi hasr ifade eder. Bu da, insanların sadece O'ndan korkmaları ve
sadece O'nun lütuf ve ihsanına arzu duymalarıdır. Bu böyledir, zira varlıklar
ya kadîm, ya muhdestirler. Kadîm olan ilah tekdir; O'nun dışında kalanlar ise,
muhdes olup, ancak o kadîm varlığın yaratıp icad etmesiyle meydana
gelmişlerdir. Durum böyle olunca, ancak O'na iştiyak duyulur ve ancak O'ndan
korkulur. O'nun lütfü ve insanıyla bütün ihtiyaçlar karşılanır ve O'nun yaratıp
var etmesiyle bütün zaruretler son bulur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, 'Göklerde ve yerde ne varsa. Onundur" buyurmuştur. Bu, gerçektir. Zira, ilâh
tek olup, zâtı gereği vâcibu'l-vücut da tek olunca, O'nun dışında kalan her
şey, O'nun yaratması, var edip icad etmesiyle olur. Böylece bu açık delillerle,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde ne varsa. O'nundur" ayetinin
ifade ettiği hususun doğruluğu sabit olmuş olur. Alimlerimiz, kulların
fiillerini Allah'ın yaratmasına .bu ayetle istidlal etmişlerdir. Çünkü,
kulların fiilleri de göklerde ve yerde mevcut olanlar kabîlindendir. Binâenaleyh,
kulların fiillerinin de Allah'a ait (O'nun tarafından yaratılmış) olması
gerekir. Bu fiillerin "Allah için olması" sözüyle, onlar Allah için
ve O'na itaatta bulunmak maksadıyla yapılmıştır manası kastedilmemiştir. Çünkü
bu fiiller içinde mubah şeyler ofduğu gibi, herhangi bir tâat maksadı
güdülmeksizin, sırf lezzet ve şehvet maksadıyla yapılmış olan şeyler de vardır.
O halde bizim, "Bu fiiller Allah içindir" şeklindeki sözümüzle,
onların, Allah'ın var edip yaratmasıyla meydana gelmiş olmalarının kastedilmiş
olması gerekir, ki, bizim demek istediğimiz de budur.
[136]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Taat de, daim O'na mahsustur:' buyurmuştur. Buradaki dîn kelimesiyle
"tâat", "vâsıb" kelimesiyle de, devamlı oluş
kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da, bir şey devamlı olup devam ettiğinde,
"Vesabe'ş-şey'u - yasıbu - vusûben" denilir. Cenâb-ı Hak da,
"Onlar için ardı arkası kesilmez bir azap vardr"(Saffat, 9)
buyurmuştur. Yine Arapça'da bir kimse bir şeye devam ettiğinde denilir- Yine
ucsuz bucaksız manasında, "uçsuz
bucaksız çöl" denilir. Herhangi bir hastalığın kendisinden hiç aynlmayıp
devam ettiği hastaya da "vâsıb" denilir. İbn Kuteybe şöyle demiştir:
"Hak Sübhânehû ve Teâlâ hariç, hiç kimseye, devamlı bir şekilde boyun
eğilmez ve itaat edilmez. Çünkü bu, ya o kimse hayatta iken, veyahut da
ölümüyle sona erer. Halbuki, Hak Teâlâ'ya itaat, vacip olup ebedîdir.
Bil ki ayetteki vâsibâ
kelimesi, haldir. Bunun âmili İse zarftaki (yani lehû kelimesindeki)
fiil anlamıdır. Ben derim ki, din kelimesiyle bazan inkiyat manası kastedilir.
Nitekim Arapça'da, "Yâ men dânet lehu'r-rikâbu" "Ey, boyunların
kendisine eğildiği (yani itaat ettiği ) zât!" denilir. O halde, Cenâb-ı
Hakk'ın, buyruğunun manası, "kendisi dışında kalan her şeyin kendisine
inkiyâd etmeleri, zâtları gereği mümkin varlık olmaları sebebine bağlıdır.
Zatları gereği mümkin olan varlıkların, varlık ve yokluk uçlarında başka bir
sebebe Zatları gereği mümkin olan varlıkların, varlık ve yokluk uçlarında başka
bir sebebe muhtaç olmaları gerekir. Mâhiyetlerin, zâtı gereği mümkin olmaları
gerekir. Mümkin olanların da, zatî bir lüzum (gereklilik) ile bir müessire
muhtaç olmaları gerekir. O -aide bu, mâhiyyetlerin, zatî bir lüzumla bir
müessire muhtaç olmaları gerektiği neticesini verir. Binâenaleyh bu demektir
ki, bu mahiyetler değişmeleri imkânsız olan devamlı, gerekli ve lüzumlu bir
şekilde Allah'a inkiyâd etmekle tavsif edilmişlerdir.
Ben derim ki, bu
ayette başka bir incelik daha vardır. O da şudur: Bütün insanlar, mümkin
varlığın meydana gelişinde, müreccih bir sebebe muhtaç olduğu hususunda ttfak
etmişlerdir. Ama alimler, o mümkin varlığın bekası halinde, bir sebebe muhtaç :
jp olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Muhakkik ulemâ şöyle demiştir: O,
intaçtır, çünkü ihtiyacın illeti (sebebi) mümkin varlık olmaktır. Mümkin olma,
mahiyetin ayrılmaz bir vasfıdır. O halde, o, hem meydana geldiğinde hem de
varlığını sürdürdüğünde mahiyet sebebiyle vardır. Dolayısıyla bu mahiyet,
mümkin varlık hem -meydana gelirken, hem de varlığını sürdürürken ihtiyacın illeti
ve sebebi olmuş olur. Bundan ötürü, ihtiyacın, o mümkin varlık meydana gelirken
ve varlığını sürdürürken rıevcut olması gerekir.
[137]
Bunu iyice
kavradığında, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun -anası, "Hak Sübhânehû ve
Teâlâ'nın dışında kalan her şey, yokluktan varlığa; «rtrictan yokluğa geçerken,
bir müreccihe (tercih edene) ve bir muhassısa (tahsis •dene) muhtaçtır;
ifadesinin manası da, "Bu inkiyâd ve bu ihtiyaç devamlı ve sürekli
mevcuttur" şeklinde olur ki bu, "mümkin varlıklar, varlıklarını
rtrtûrürterken de o müreccih ye o muhassıstan müstağnî, uzak olamazlar"
şeklindeki Hatlımıza bir işarettir. İşte bütün bunlar, vahiy ve nübüvvet
âleminden feyezan eden, ftffcran bu lafızlara konulmuş olan ilahî ilimlerin
sırlarından sadece bazı inceliklerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Böyleiken, halâ Allah'tan başkasından -. korkuyorsunuz!"
buyurmuştur. Bu, "sizler, âlemin ilâhının, Rabbinin tek olduğunu ve O'nun
dışında kalan her şeyin, hem meydana gelirken, hem de meydana geldikten snra
hayatiyetini devam ettirirken, O'na muhtaç olduğunu bildikten ve bu temel
Düsturu kavradıktan sonra artık insanın nasıl Allah'tan başkasını arzulaması ve
Allah’tan başkasından korkması düşünülebilir?" demektir. İşte bu
incelikten dolayı, Cenâb-ı Hak "teaccüb üslubuyla" "Böyle
iken, halâ Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz!" buyurmuştur.
[138]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Size ulaşan her nimet, Allah'tandır" buyurmuştur. Bu ifadeyle
ilgili birkaç mesele vardır:
[139]
Allah birinci ayet
ile, insana gerekli ve farz olantn, Allah'tan başkasından korkmaması olduğunu
beyan edince, bu ayette de, insana, Allah'tan başka hiç kimseye
şükretmemesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Çünkü şükr, ancak nimet mukabilinde
yapılır. İnsanın elde ettiği bütün nimetler ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Size
ulaşan her nimet Allah'tandır" ayetinden ötürü, Allah'tandır. Böylece
bununla insanın, Allah'tan başka hiç kimseden korkup çekinmemesi ve Allah'tan
başka hiç kimseye şükretmemesi gerektiği sabit olmuş olur.
[140]
Alimlerimiz, imanın,
Allah'ın yaratmasıyla tahakkuk ettiği hususunda, bu ayetle de istidlal ederek
şöyle demişlerdir: "İman nimettir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Size ulaşan her
nimet Allah'tandır" ayetinden dolayı, her nimet Allah'tandır. O halde
bu, imanın da Allah'tan olduğu neticesini verir. Biz, imanın bir nimet olduğunu
söyledik, çünkü müslümanlar, İman nimetine mukabil Allah 'a hamdolsun "
demek hususunda ittifak etmişlerdir. Hem nimet, istifâde edilen her şey
demektir. Kendisinden en fazla istifâde edilen ise, imandır. O halde, imanın
bir nimet olduğu sabittir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Ayetteki "size ulaşan her nimet
Allah'tandır" ifadesinden dolayı, her nimet Allah'tandır. Bu lafız, umûm
ifade etmektedir. Ayrıca, her nimetin Allah'tan olduğuna şu husus da delâlet
eder: Var olan her şey, ya zâtı gereği vâcibtir; yahut da zâtı gereği
mümkindir. Zâtı gereği vâcib olan ise, sadece Allah'dır. Zâtı gereği mümkin
varlıklar ise, ancak bir müreccihten dolayı varolabilmişlerdir. O müreccih ise,
eğer zâtı gereği vâcib olan bir varlık ise, o mümkin varlığın meydana gelişi, o
zâtı gereği vacip olanın (Allah'ın) icadı ile olmuştur. Eğer zâtı gereği mümkin
bir varlık ise, o zaman yine ilk taksim söz konusu olur. Dolayısıyla bu teselsüle
varmaytp.aksine zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olanın îcad etmesine varıp dayanır.
Böylece bu izahla, her nimetin Allah'tan olduğu sabit olmuş olur.
[141]
Nimetler, ya dinî ya
da dünyevî olurlar. Dinî nimetler de, ya zâtı gereği Hakk'ı tanımak veyahut da kendisiyle
amel edebilmek
için hayrı, iyiyi tanımaktır. Dünyevî nimetlere gelince: Bunlar, ya ruhî, ya
bedenî, veyahut da bu ikisinin dışında olan şeylerdir. Bu her üçü de,
muhtevasında, sayılamayacak derecede türler bulunan bir cinstir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah'ın
nimetini birer birer saymak isterseniz, siz icmal suretiyle bile
sayamazsınız" (İbrahim. 34) buyurmuştur. O türleri, bu kitapta ayrıntılı
bir biçimde anlattık. Binâenaleyh, onları tekrarlamayacağız.
[142]
ifadesinin başına fâ gelmiştir. Zira,
bikum kelimesindeki bâ, mukadder bir
fiile taalluk edip, buna göre kelamın takdiri, "Sizde olan, ve size gelen her
nimet, Allah'tandır" şeklindedir.
Daha sonra,
"Sonra size, herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman..."
Duyurulmuştur. İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyle hastalıkları,
rahatsızlıkları ve ihtiyaçları kastettiğini söylemiştir. Hak Teâlâ
"...ancak O'na tazarru ve yakanda bulunursunuz" buyurmuştur ki bu,
"yardimını istemek için seslerinizi yükseltir, O'na dua ederek O'na
yalvarır yakarırsınız" demektir. Nitekim Arapça'da, denilir ki, bu tıpkı,
bir sığırın sesi gibi şiddetli çıkan ses ve böğürtü demektir. Nitekim şair A'şâ
bir rahibi vasfederken şöyte demiştir: "Melik ve hükümran olan Allah'a
istiğfarda bulunurken, kâh secdeye kapanıyor, kâh bir inleme ve niyazda bulunma
tavrı takmıyor!'
Buna göre mana şöyle
olur: "Allah Teâlâ, bütün nimetlerin kendisinden olduğunu; sonra da
herhangi bir kimseye, o nimetlerden herhangi birinin zeval bulmasını gerektiren
bir zarar tesadüf ettiğinde, O'nun Allah'a yalvarıp yakardığını, yüksek sesle
niyazda bulunduğunu, yani, o kimse mahfûkatın melceinin ancak O olduğunu
bildiği için, kendisinden başka hiç kimseden yardım talep etmediğini beyan
buyurmuştur." Buna göre Cenâb-ı Hak, onlara sanki, "Genişlik ve
emniyet içinde iken niye bu yolu tutmadınız; neredeydiniz?" demek
istemiştir.
[143]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği zaman ise,
içinizden bir kısmı, bakarsınız ki, Rablerine eş koşuyorlar" buyurmuştur.
Böylece Allah Teâlâ, sıkıntıları giderilip, durumları düzeltildiğinde, onların
gruplara ayrıldıklarını; bir kısmının, şiddet ve sıkıntı esnasında iken sadece
Allah'a sığınma halini şimdi de sürdürdüğünü, bir kısmının ise, değişip,
Allah'a başkalarını şerik koştuğunu beyan buyurmu"*ur ki, bu bir cehalet
ve dalâlettir. Çünkü onların aslî fıtratları ve tabiî yaratılışları, aşlarına
bir beta, bir sıkıntı, bir afet ve korkunç bir şey geldiğinde, sadece tek olan
Allah'a sıç, nacaklarına ve sadece, tek olan Allah'tan yardım istemeleri gerektiğine
şehadet edince, bu sıkıntı ve belalar kalktığında da, onların aynı inanç üzere
kalması gerekir. Ama, kendilerine bir belâ ve musibet geldiğinde, Allah'tan
başka hiç bir şeyden yardım istenilmeyeceğini kabul edip de, sonra da o bela ve
sıkıntı da kalkınca, Allah'a eş ve ortaklar koşma hususuna gelince bu, büyük
bir cehalet ve tam bir dalâlettir. Bu ayetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın,
"Fakat biz onları selâmetle karaya çıkarınca da hemen Allah'a eş koşanlar
onlardır"( es) ayetidir.
[144]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Bunu), kendilerine verdiğimiz şeylere karşı nankörlük etmek için
yaparlar" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki iâm'ın ne lâm'ı olduğu hususunda
şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu, key
"için" anlamına gelen iâm'dır. Buna göre mana, "Onlar, bu
sıkıntıyı kendilerinden kaldırma işinde Allah'a, başkasını ortak koşarak müşrik
oldular" şeklinde olur. Onların bu ortak koşmadan maksatları ise, bu
nimetlerin, Allah'tan olduğunu kabul etmemeleridir. Baksana, hasta bir kimsenin
ağrısı sızısı artınca, o ağrıyı ve sızıyı gidermesi için Allah'a yalvarır,
yakanr. O ağrı ve sızı gidince de, bu ağrı ve sızının gidişini,,falanca
tedaviye ve falanca ilaca mal eder. İşte, insanların genel durumu budur.
[145]
Bu kitabın müellifi,
Muhammed İbn Ömer er-Razî (r.h.) şöyle der: "Bu sayfaları yazdığım gün. ki
bu gün, H. 602 senesinin Muharrem ayının ilk günüydü, sabahleyin çok şiddetli
bir deprem oldu ve büyük bir korku meydana geldi. O esnada, ben bütün
insanların Allah'a yalvarıp yakararak bağırdıklarını, naralar attıklarını
gördüm. Deprem sona erip ortalık yatışarak, her taraf güllük gülistanlık olunca
da, tam o esnada o zelzeleyi unutuverdiler ve deha önceki cehalet ve
sefâhetlerine dörüverdiler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetinde açıklayıp
şerhettiği bu durum, insan neîcinin cevherinin ayrılmaz bir sıfatı gibi olmuş
olur.
b) Bu lâm,
akibet lâm'ıdır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bunun üzerine Firavun 'un adamları,
onu ileride yetik olarak aldı. Çünkü akıbet kendi başlarına bir düşman ve bir
dert olsun diye, onu aldılar" (Kasas, s) ayetinde olduğu gibidir. Yani,
"bu yalvarış ve yakarışlarının neticesi, bu küfür ve nankörlük
olmuştur" demektir.
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın,
"kendilerine verdiğimiz şeylere karşı" ifadesi hakkında da iki
açıklama yapılmıştır:
a) Bu, o sıkıntı ve o kötülüğü,kaldırmak ve
gidermek demektir.
b) Bazıları
bununla Kur'ân'ın ve Hz. Muhammed'in getirdiği nübüvvet ve şer'î hükümlerin
kastedildiğini söylemişlerdir.
Bil ki Allah Teâlâ,
bundan sonra onları tehdit etmiş ve ijiais» "öyleyse, eğlenedurun"
buyurmuştur ki, bu, bir emir sîğast olup, kendisiyle tehdit manası
Kastedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Artık dileyen iman etsin,
dileyen kâfir olsun"(Ketıf. 29) ve "De ki: "Ona ister iman edin.
ister iman etmeyin "(Ura, 1071 ayetleri gibidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"yakında bileceksiniz "buyurmuştur. Ki bu, "Siz, işlerinizin
ve durumunuzun neticesini; başınıza gelen azabı anlayacaksınız, anlayacak!"
anlamındadır. Allah en iyisini bilendir.
[146]
"Kendilerine
rızık olarak verdiğimizden onlar, o bilmezler, (o putlar) için hisse ayırırlar.
Allah'a andolsun kî düzmekte olduğunuzdan elbette mes'ul olacaksınız. Bir de
onlar,Allah'a kızlar isnat ederler. Haşa, O münezzehtir. Kendilerinin
candan isteyegeldikleri (oğlan çocuğuna gelince), bu ise onlarındır.
Onlardan birine kız müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak, yüzü mosmor
kesilir. Verilen müjdenin tesiriyle toplumdan gizlenir. Onu hor hakir olarak
yanında mı tutacak, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, hükmedegeldikleri
o şey ne kötüdür! Ahirete iman etmeyenlerin kötü sıfatları vardır. En
yüce sıfat ise, Allah'ındır. O, mutlak kadirdir, tam hüküm ve hikmet
sahibidir" (Nahl. 5640).
[147]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
kesin delillerle, müşriklerin ve müşebbihenin görüş ve inançlarının
yanlışlığını gösterince, onların görüşlerinin tafsilatını bu ayette açıklamış,
fasit ve tutarsız olduğunu beyan etmiştir.
Onların fasit görüşlerinden
"birincisi, kendilerine nzık nzık olarak verdiğimizden, o bilmezler (o
putlar) için hisse ayırırlar" ayetiyle anlatılan husustur. Bu ifade ile
ilgili iki mesele vardır:
[148]
"bilmezler için " ifadesindeki
"vâv" (fail zamiri) kime râcidir? Bu hususta iki görüş vardır:
1) Bu, geçen
ayetteki, "içinizden bir kısmı..." Rablerine şirk koşuyorlar"
(Nam. 55) ifadesindeki müşriklere râcîdir. Buna göre mana, "O bilmez
müşrikler için" şeklinde olur.
2) Bu zamir,
putlara râcîdir ve "O putlar, kendilerine tapanların ne yaptıklarını
bilmezler" manasındadır.
Bazı kimseler, şu
sebeplerden ötürü birinci görüşün daha evlâ olduğunu savunmuşlardır:
a) Canlı
bir varlığın ilminin olmadığını söylemek
"hakîkat", cansız bir varlığın ilminin olmadığını söylemek ise
"mecâz"dır.
b) Buradaki yec'alûn "hisse ayırırlar"
fiili müşriklerle ilgilidir. Binâenaleyh, bilmezler ifadesinin de onlarla
ilgili olması gerekir.
c) Ayetteki,
ya'lemûn fiili, vâv-nûn ile cemilen m iştir. Binaenaleyh bu ifade, cansız
putlardan ziyade, akıllı varlıklara uygun düşer.
Bazıları da, şu
sebeplerden ötürü, ikinci sebebin daha evla olduğunu savunmuşlardır:
a) Biz, bu
zamîrın müşriklere ait olduğunu söylersek, bir takdir yapma ihtiyacı
hissederiz. Çünkü bü durumda, ifadenin takdiri, "Onlar, ilah bilmeyen,
yahut ilahın fayda ve zarar verici olduğunu bilmeyenler için
hissetayırırlar" şeklinde olur. Bu zamirin putlara ait olduğunu söylersek,
böyle bir takdire ihtiyaç duymayız. Çünkü ö zaman bu ifade, "Onlar, bilgi
ve anlayışları olmayan şeylere hisse ayırırlar" manasında olmuş otur.
b) Buradaki bilmemenin müşriklere nisbet
edilmesi halinde, ayetin manası bozulur. Çünkü müşriklerin, kendi
rızıklarından, bilmeyenlere hisse ayırmaları imkânsızdır. İşte bu iki görüşten
birisinin diğerine tercihi hususunda söylenecek sözler bundan ibarettir.
Bii ki biz, birinci
görüşü benimsediğimizde, bir takdir yapmaya mecburuz. Bu takdir, şu şekillerde
olabilir:
1)
"Onlar, kendisi için payı olduğunu ve kendisine itaat etmede bir faydanın,
itaat etmemede de bir zararın olup olmadığını bilmedikleri şeylere pay
ayırırlar." Mücahid şöyle der: "Onlar, Allah'ın, kendilerini yaratıp,
zarar ve fayda verenin Allah olduğunu biliyorlardı. Buna rağmen, kendilerine
fayda ve zarar verip vermediğini bilmedikleri şeylere de bir hisse
ayırıyorlardı."
2) "Onlar, ilah olup olmadığını
bilmedikleri şeylere pay ayırıyorlardı."
3) "Onlar, ibâdete müstehak oluşlanndaki
sebebin ne olduğunu bilmedikleri şeylere pay ayırıyorlardı."
4)
Bununla, putların küçük görülmesi manası
kastedilmiştir. "Öyle ki putlar değersiz olduğu için bilinmiyorlar"
demektir.
[149]
Ayette bahsedilen
"nasib"in ne demek
olduğu hususunda çeşitli manalar verilmiştir:
1) Bununla,
o müşriklerin, sayesinde Allah'a yaklaşmak için, ekinlerinden ve hayvanlarından
Allah için (sarfetmek üzere) ayırdıkları pay ile, putlara yaklaşmak için,
putlar adına ayırdıkları pay kastedilmiştir. Bu hususu, En'am Sûresi'nin
sonunda (126. ayette) izah etmiştik.
2) Bunun, Hak Teâlâ'nın Mâide Sûresi'nde 003.
ayette) bahsettiği, "bahîra", "sâİbe", "vasile"
ve "hâm" gibi hayvanlar kastedilmiştir. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür.
3)
Çoğu kez onlar, bazı şeylerin o putların yardımı ile meydana geldiğine
nanırtardı. Bu, tıpkı müneccimlerin, bu âlemdeki varlıkları, yedi yıldıza
taksim ederek, mesela, "falan madenler falan bitkiler ve falan hayvanlar
Zühal'e aittir. Şunlar şunlar ise Müşteri'ye aittir" demeleri gibidir.
Burada da böyledir.
[150]
Bil ki Allah Teâlâ,
müşriklerin bu inançlarını naklettikten sonra, "Allah'a andolsun ki
elbette mes'u! olacaksınız (sorguya çekileceksiniz)" buyurmuştur ki bu
ifade, o belli topluluk hakkında, "Rabbine andolsun ki onların topuna,
yapmakta oldukları şeyi elbette soracağız" (Hıcr, 92-93) ayeti gibidir.
Her iki takdire (manaya) göre de, Allah Teâlâ onları sorguya çekeceği hususunda
zâtına yemin etmiştir. Bu, son derece şiddetli bir tehdittir. Bununla, Allah
Teâlâ'nın onlara, kınama, ayıplama ve tehdit üslûbu ile soru soracağı manası
Kastedilmiştir. Bu sorunun ne zaman sorulacağı hususunda iki ihtimal vardır:
1) Bu, o şahsın ölümü iyice yaklaşıp, canı
çıkarken azap meleklerini görmesi esnasında olacaktır. Bunun, kabir azabı
esnasında olacağı da söylenmiştir.
2)
Bu sorgu, âhirette olacaktır. Bu görüş daha
uygundur. Çünkü Allah Teâtâ, orada, sorguya çekilme esnasında, çeşitli azarlama
ve kınama yerine geçecek şeylerin olacağını haber vermiştir. Binaenaleyh bu,
va'îd olmaya daha uygundur.
[151]
O müşriklerin fasit
görüşlerinden ikincisi, "Bir de onlar Allah'a kızlar isnad ederler"
ifadesinin anlattığı husustur. Bu tıpkı, "Onlar, O Rahman'm bizzat kulları
olan melekleri de dişiler yaptılar" (Zuhmf, 19) ayeti gibidir. Huza'a ve
Kinâne Kabileleri, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı. Derim
ki: Bana öyle geliyor ki, Araplar, melekler hakkında "kızlar"
ifadesini şundan ötürü kullanmışlardır: Melekler görülmeyince, onları
görülmeme, gizlenme bakımından kadınlara benzetmişler ve onlar hakkında bu
lafzı kullanmışlardır. Hem güneşin hâlesi, o net ışığı ve kuvvetli aydınlığı
sebebi ile, sanki göze görünmez bir varlık gibidir. İşte bundan ötürü de,
güneşe de müenneslik (dişilik) isnâd edilmiştir. İşte müşriklerin bu yanlış
inanca düşmelerinin sebebi bu olsa gerektir.
Allah Teâlâ, onların
bu inancını haber verdikten sonra, Sübhaneh "Hâşâ! O, münezzehtir"
buyurmuştur. Bununla ilgili şu manalar verilmiştir:
1) Cenâb-ı Hak, bu ifade ite, zâtını, kendisine
çocuk isnad edilmekten tenzih etmiştir, münezzeh olduğunu bildirmiştir.
2) Hak Teâlâ bu ifade ile, insanları, böylesi
çirkin bir cahillikten ötürü, şaşıp, hayretlerini ifade etmeye davet etmiştir.
Bu çirkin cahillik, meleklerin hem dişi olarak tavsif edilmeleri, hem de
onların, Allah'ın çocukları olduğunun söylenmesidir.
3) Bir tefsirde bunun manasının, "Allah'a
sığınırım, olacak şey mi?" şeklinde olduğu söylenmiştir. Bu, birinci
manaya yakın ve benzerdir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Kendilerinin candan isteyegeldikleri şey de, onlarındır"
buyurmuştur. Ferrâ, bu ifadedeki mâ edatının, şu iki şey olabileceğini
söylemiştir:
'' Bu, "Onlar
arzu ettikleri şeyi kendileri için kılarlar, ayırırlar" manasında olmak
üze.e, nasb mahallindedir.
b) Bunun,
mübteda olarak merfû olması da muhtemeldir. Buna göre sanki, cümle,
"sübhânehû" İfadesinde tamamlanmış ve yeni bir cümleye
başlanılarak buyurulmuştur, yani
"Arzu ettikleri, oğlanlar da, onlar için" demektir. Bu tıpkı,
"Yahut kızlar O'nun, oğullar sizin mi?"(Tûr,38) ayetinde olduğu
gibidir. Ferrâ. bu ikincisinin daha tercihe şayan olduğunu belirterek,
"Eğer bu "Bunlar, yani oğullar, onların nasibidir" manasında
olsaydı, ayet, şeklinde olurdu. Çünkü sen, "Sen, şunu şunu nefsine
ayırdın" dersin de, bu manada, demezsin" demiştir. Zeccâc, birinci
izahı kabul etmeyerek şöyle der: "Ayette mâ, 'et mahallindedir, başka
ihtimali yoktur. Binâenaleyh kelamın takdiri, "Arzu ettikleri şey ise,
onlarındır" şeklinde olur. Bu edatın, nasb mahallinde ciması caiz
değildir. Çünkü Araplar, arzu ettiğini, kendisine ayırdı" derler de, bu
manada, demezler."
[152]
Allah Teâlâ daha
sonra, müşriklerden hiçbirisinin, kendisi için kız çocuğu olmasına 'azı
olmadığına, dolayısı ile, kendisi için hoş görmediği şeyi, nasıl olup da
Allah'a isnad ettiğini belirterek, "Onlardan birine kız müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak yüzü mosmor
kesilir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[153]
"Tebşir",
Arap ıstılahında, sevince sebep olacak haberlere has bir ifadedir. Ama, asıl
lügat manası itibarı ile bu kelime, insanın yüzünün derisinin (beşeresinin) renginin
değişmesinde tesirli olan haber demektir. Sevincin, yüzün cildinin renginin
değişmesine sebep olduğu gibi, üzüntünün de buna sebep olacağı malumdur.
Bineaneleyh "tebşir" lafzının, bu iki hususta da, bu manayı, mecaz olarak
değil "hakîkat" olarak ifade etmiş olması gerekir. Bu husus, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onları azâb-ı elîm ile tebşir ef"(AHlmrân,zi) ayeti ile de
kuvvet bulur. Bazıları bu ayetteki "tebşir" ile, "haber
verme" manasının kastedildiğini de söylemişlerdir. Birinci görüş, daha
kuvvetlidir.
Cenâb-ı Hak, ''yüzü
mosmor kesüir" ifadesi, "O kimsenin yüzü, gamlı ve kederli bir
kimsenin yüzü gibi değişir" demektir. Yine beklemediği ve arzu etmediği
bir şeyle, bir haberle yüz yüze gelen bir kimse için, "Gam ve kederden yüzü
simsiyah kesildi" denilir. Ben derim ki: "Yüzün mosmor
kesilmesi" deyimi insanın gamlanması ve üzülmesi manasında bir kinayedir.
Çünkü însan çok kuvvetli bir sevince kavuştuğunda, gönlü ferahlar, kalbinin
ruhu, kalbinin içinde genişler ve her yana yayılır. Bilhassa, aralarında çok
sıkı bir münasebet olduğu için, bunun tesiri yüzde görülür. Bu tesir, yüze
ulaşınca, yüzün derisi İyice aydınlanır, açılır ve ışıldar. Ama insanın kederi
çok olunca, ruhu kalbinin içinde büzülür ve bundan dolayı yüzün derisinde,
kuvvetli bir tesiri kalmaz. Dolayısıyla da yüzün rengi kaçar, sararır ve morarır.
Böylece yüzde, (vücudu meydana getiren dört aslî unsurdan) toprağın ve
kesifliğin tesiri daha çok görülür. Böylece yüzün aydınlanmasının ve
ışıldamasının sevincin ayrılmaz vasfı; morarmasının, solmasının ve renginin
kaçmasının da üzüntünün ayrılmaz bir vasfı olduğu sabit olmuş olur. İşte bu
sebepten ötürü, yüzün aklığı, ışıldaması ve aydın oluşu, insanın sevincinden;
solması, morarması ve renginin kaçması da, kederinden, hüznünden ve
hoşnutsuzluğundan bir kinaye kılınmıştır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak,
"Kendisi pek öfkeli olarak, yüzü mosmor kesilir" buyurmuştur ki, bu,
"O kimse, keder ve üzüntü ile dopdolu olur" demektir.
[154]
Allah Teâlâ daha
sonra, "Verilen müjdenin tesiriyle toplumdan gizlenir" yani
"verilen müjdenin tesirinden ötürü, köşe bucak kaçar, gizlenir"
buyurmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Cahiliyye döneminde erkek,
hanımının doğum sancıları başlayınca, doğacak çocuğunun ne cinste olduğunu
anlayıncaya kadar, insanlardan uzaklaşır ve saklanırdı. Eğer çocuğu erkek
olursa, sevinir, kız olursa üzülür ve o kızı ne yapacağını düşünmek için,
günlerce insanların arasına çıkamazdı. İşte "Onu hor hakir olarak {yani bu
zillete katlanarak), yanında mı tutacak (yani sağ bırakacak mı), yoksa onu
toprağa mı gömeceA?"ayetinin ifade ettiği husus budur. Cenâb-ı Allah,
"Onu yanında mı tutacak?" ifadesindeki zamiri müzekker getirmiştir.
Çünkü bu zamir, bir önceki (verilen müjde) ifadesindeki (mâ)ya râcidir. "Hûn",
zillet, horluk, hakirlik manasınadır. Nitekim Nadr b. Şumeyl şöyle der:
"Arapça'da, "O, onun üzerine 'ehven'dir, "hûn"dur,
"hevân"dır" denilir. Yine "Onu küçük, hakir gördüm"
denilir. Biz, En'âm Sûresi'nde, (93. ayette) ifadesinin tefsirinde bu hususu
izah etmiştik.
Tefsir edilen bu
ayetteki "hûn"
(horluk-zelillik) vasfının kime ait olduğu hususunda iki görüş vardır:
1) Bu, doğmuş olan o kız çocuğunun vasfıdır.
Buna göre mana, "O adam, bu kız çocuğunu, gözünde o kız çocuğunu hor ve
hakir olarak mı, yanında mı tutacak?" şeklindedir.
2)
Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (r.a), bu
kelimenin babaya ait bir sıfat olduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "O
baba, bu kızı, kendisinin zelil ve utanç içinde olmasına rağmen, isteyerek onu
tutabilecek mi?" şeklindedir.
[155]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Yoksa onu toprağa mı gömecek?" buyurmuştur. "Dess",
birşeyi birşeyin içine sokarak gizlemektir. Rivayet olunduğuna göre Araplar,
kızları olunca, bir çukur eşerler, o kız çocuğunu ölsün diye oraya koyarlardı.
Kays b. Asım'tn şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın Resulü,
henüz müslüman olmazdan önce, câhiliyyede sekiz kız çocuğumu sağ sağ gömdüm'
dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Her birine karşılık bir köle azad
et" buyurunca o, "Ey Allah'ın Resulü, benim (kölelerim yok ama)
develerim var" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "O halde herbirine
karşılık bir deve kurban et" buyurdu. Yine rivayet olunduğuna göre bir
adam şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resulü,- müsfüman olduğumdan beri,
İslâm'ın tadını alamadım. Cahiliyye döneminde bir kızım vardı. Hanımıma, onu
giydirip kuşatıp bana getirmesini söyledim. Sonra o çocuğu alıp, derin bir
uçuruma götürdüm ve oradan aşağı attım. Çocuk bana, 'Babacığım, beni
öldürdün!" dedi. Ne zaman, onun bu sözünü hatırlasam, bana hiçbirşey kâr
etmiyor. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Câhiliyyede olup bitmiş
şeyleri (günahları), İslâm (iman) kökünden kazıyıp yok eder. islâm döneminde
olan (günah ve hataları da), tevbe-istiğfar yok eder"[156]buyurmuştur.
Bil ki cahiliyye
Arapları kızlarını öldürme hususunda farklı farklı yollar takip ederlerdi. Kimi
bir çukur kazar, çocuğunu ölsün diye oraya gömer; kimisi onu yüksek bir yerden
aşağı atar; kimisi onu suda boğar, kimisi de boğazlayıp keserek öldürürdü.
Onlar bunu bazan, kıskançlık ve taassublarından Ötürü (yani o kız büyüyünce,
kendilerine bir ar getireceğinden korkarak), bazan da fakirlik, ihtiyaç ve
geçim saygısından dolayı yaparlardı.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Bak, hükmedegeldikleri şey ne kötüdür!" buyurmuştur. Bu böyledir,
çünkü onlar, kız çocuğundan hoşlanmama hususunda şöyle doruk noktalara
varmışlardı:
1) Onların yüzleri mosmor kesilirdi.
2) Kız çocuğu olmasından çok nefret ettiği için,
cemiyetten saklanırdı.
3) Çocuk,
tabii olarak sevimlidir. Ama o baba, ondan çok nefret ettiği için, onu
öldürmeye cür'et eder. Bu da, onların kız çocuğundan nefretlerinin son dereceye
vardığını gösterir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, kendisinden
böylesine hoşlanılmayan o şeyi, insanın, bütün mahlukata benzemekten
münezzeh olan, alemin yüce ilahına nisbet etmesi nasıl uygun düşer? Bu ayetin
bir benzeri de, "Erkek sizin de, dişi O'nun ha! O takdirde bu, insafsızca
bir taksim!" (Necm, 21-22) ayetidir.
[157]
Kadî, "Bu ayet,
Cebriye'nin (ehl-i sünnetin) görüşünün batıl olduğuna delalet eder. Çünkü
onlar, Allah'a, her insanın uzak kalmak ve berî olmak için alabildiğine gayret
göstermesi gereken zulmü ve kötülüğü Allah'a nisbet ederler (Allah'ın
yarattığını söylerler). Binâenaleyh onların bu husustaki inançları, müşriklerin
bu hükümleri gibidir, hatta bundan daha ileridjr. Allah'a ktzlar nisbet etmek,
bir tek kötülük nisbet etmek sayılır. Bu ise, bütün kötülük ve en uygunsuz
şeyleri Allah'a nisbet etmekten daha küçüktür" demiştir. Kâdî'ye şöyle
cevap verilir: "Allah'ın hanımının ve çocuklarının olduğunun söylenmesinin
imkânsız olduğu, delillerle sabit olunca, Cenâb-ı Hak, bunun peşinden, bu
"iknâî" izahı yapmıştır. Aksi halde, "Örfümüzde, çirkin ve kabîh
olan herşey, Allah için de kabîh (çirkin) sayılır" denemez. Baksana, bir
kimse, câriye ve kölelerini süsleyip, onları iyice allayıp pullayıp sonra da,
bu cariye ve kölelerde, şehevî hisleri tahrik edip, hepsini birbirine katıp,
aradaki engel ve maniaları kaldırdığını düşünelim. Bütün bunlar, Allah
açısından güzel, ama insanlar için çirkindir. Böylece, örfe göre olan izahlara
dayanmanın, ancak kendisi ile birlikte kat'î ve kesin deliller bulunduğ zaman
makul ve yerinde olacağını anlıyoruz. Allah'ın çocuklarının olamayacağı kat'î
ve kesin delillerle sabittir. Dolayısıyla o delillerin, bu tür iknâî izahlarla
takviye edilmesi makul ve yerinde olmuştur. Kulların fiillerinin (yaratılması
meselesine) gelince, bunların Allah tarafından yaratıldığı da, kesin ve yakînî
delillerle sabittir. Eğer ileri bir mezhep (Mu'tezile) taassubu olmasaydı, bu
iki mesele, birbiriyle nasıl mukayese edilebilirdi? Allah en iyi bilendir.
Allah Teâiâ daha sonra
"Ahirete iman etmeyenlerin kötü meselleri vardır. En yüce mesel ise,
Allah'ındır" buyurmuştur. "Kötü mesel", kötü sıfattır. Onların
kötü sıfatları, o insanların çocuğa olan ihtiyaçları ile fakirlik ve utanç
yüzünden kız çocuklarının olmasından hoşlanmamalarıdır. "En yüce
mesel" ise, yüce ve kudsî sıfatlar manasınadır. Bu sıfat da, Cenâb-ı
Hakk'ın, çocukları olmaktan münezzeh ve berî olmasıdır. Buna göre eğer,
"Allah için darb-t mesel yapmayın"(Naw. 74) ayetine rağmen, nasıl,
"En yüce mesel, Allah'ındır" Duyurulmuştur?" denilirse, biz
deriz ki: Allah Teâlâ'nın getirdiği darb-ı mesel haktır, doğrudur. Başkalarının
(Allah için yapacağı) darb-ı meseller (benzetmeler) ise, batıldır. Allah en iyi
bilendir.
[158]
"Eğer Allah
insanları zulümler yüzünden muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde
hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, bunları belirlenmiş bir müddete kadar
geciktirir. Ecelleri geldiği zaman ise, onlar ne bir saat geri kalabilir, ne
de öne geçebilirler.
Onlar, Allah'a, kendilerinin bile hoşlanmadıkları şeyleri isnad ederler.
Dilleri, yalan yere, en güzelin kendilerine has olduğunu söyler durur. Hiç
şüphe yok ki onların hakkı cehennemdir ve onlar (cehennemin) öncüleridir.
Allah'a andolsun ki biz senden evvelki ümmetlere de peygamberler
göndermiştik de şeytan onların yaptıklarını kendilerine söyleyip hoş
göstermişti, işte o bugün onların velisidir, onlar için acı veren bir azap vardır. Bu kitabı
sana, ancak hakkında ihtilaf ettikleri şeyde, onlara açıklamada bulunman için
ve iman edecek bir kavme,' hidayet ve rahmet olarak indirdik" {Nahl, 61-64).
Bii ki Allah Teâlâ,
müşriklerin en büyük küfürlerini ve en çirkin sözlerini nakledince, fazlını,
rahmetini ve keremini göstermek için o kâfirlere mühlet verdiğini, onlara hemen
ceza vermeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:
[159]
Peygamberlerin ismeti
(günahtan masumiyeti) olmadığını söyleyenler, "Eğer Allah insanları
zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı,
yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ayeti ile, şu iki
bakımdan istidlal etmişlerdir:
a) Allah
Teâlâ, "Eğer Allah insanları zulümîeri yüzünden muaheze edecek
olsaydı" buyurarak, zulmü bütün insanlara nisbet etmiştir. Zulmün, günah
olduğunda şüphe yoktur. Bu da, her insanın günah istemiş olmasını gerektirir.
Peygamberler de insandır. Dolayısıyla onların da günah işlemiş olması gerekir.
b) Allah
Teâlâ, "yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı" buyurmuştur ki, bu ifade
de, yeryüzünde olan herkesin zulmetmiş ve günah işlemiş olmasını gerektirir.
Dolayısı ile, zâlim olan herkesin yok edilmesi gerektiği zaman, bütün
insanların yok edilmesi gerekir. Ama biz, "Peygamberlerden zulüm sâdır
olmamıştır, dolayısıyla onların yok edilmesi gerekmez" dersek, bu durumda
her zâlimin yok edifmesinden, bütün insanların yok edilmesi ve yeryüzünde
hiçbir canlı katmaması neticesi çıkmazdı. Bu netice çıktığına göre, peygamber
olsun olmasın, bütün insanların zaiim olduğunu anlamış oluruz.
Buna şöyle cevap
verilir: Her insanın zâlim olmadığı da delil ile sabittir. Çünkü Allah Teâlâ
"Sonra biz, o kitabı, seçtiğimiz kullara miras bıraktık, işte onlardan
kimi nefsine zulmedendir, bazısı hayırlarda ileri geçenlerdir"(Fattr, 32)
buyurmuştur. Bu, "kullarından, kendisine zulmedenler, mu'tedil (âdil)
olanlar ve hayırda öncü olanlar vardır" demektir. Eğer mu'tedil olanlar ve
hayırda birinci olanlar da zâlim olsalardı, o zaman ayetteki bu üçlü taksim
yanlış olurdu. Bineanelayh mu'tedil (âdil) olanlar ile, hayırda öncü olanların
zâlim olmadıklarını anlıyoruz. İşte bu delil ile, bütün herkesin zalim
olduğunun söylenemeyeceği sabit olmuş olur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz kî: Ayetteki, "Eğer Allah insanları zulümleri
yüzünden muaheze edecek olsaydı" ifadesindeki "insanlar1' sözü ile,
ya ilahî cezayı haketmiş bütün günahkârlar, yahut da geçen ayetlerde bahsedilen
müşrUler ve Allah'ın kızları bulunduğunu söyleyen kimseler kastedilmiştir. Bu
durumda, yapılan o istidlal düşer. Allah en iyi bitendir.
[160]
Bazı kimseler, zararda
aslolanın haramltk olduğu hususuna bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Eğer zarar
meşru olsaydı, ya bu,
onlardan sudur eden bir suçun karşılığı olarak meşru olurdu, yahut bu tarzda
(şekilde) olmazdı. Her iki İhtimal de söz konusu olamaz. Binâenaleyh zararın
kesinlikle meşru olmaması gerekir.
Birinci ihtimalin
yanlış oluşu, "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek
olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ayetinden dolayıdır. Bununla
şu iki bakımdan istidlal edilebilir:
1) Lev
(eğer) edatı, birşeyin bulunmaması sebebiyle diğer şeyin de olmayacağını ifade
etmek için kullanılır. O halde "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden
muaheze etseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ayeti Allah
Teâtâ'nın, zulümleri sebebi ile insanları muaheze etmediğini, yeryüzünde
canlılar bıraktığını gösterir.
2) Ayet, Allah'ın insanları, zulümleri sebebiyle
muaheze etmesinin gerekli olduğuna ve bu muahezenin {sorumlu tutmanın) ela,
yeryüzünde hiçbir canlı - rakmama şeklinde olacağına delâlet edip, biz de
yeryüzünde pekçok canlı bulunduğunu görüp müşahede ettiğimize göre, Hak
Teâlâ'nın, insanları zulümleri sebebi ile (şimdilik) muaheze etmediğine
kesinkes hükmetmek gerekir. Böylece Dununla, zararların, işlenen suçlara birer
ceza olarak meydana gelecek tarzda meşru olmasının caiz olmayacağı sabit olmuş
olur.
İkinci ihtimal, yani
zararın, daha önce İşlenmiş bir suçtan ötürü olan bir ceza azabında değil de,
iptidaen (sebepsiz olarak) meşru olması ihtimali de, icmâen bâtıldır. Böylece,
bu ayetin muktezâsına göre, zararın mutlak olarak (kayıtsız-şartsız) haram
o-duğu sabit olur.
Bu husus, diğer
bazı ayetlerle de
desteklenir. Mesela,
Yeryüzünde, yeryüzü
iyi bir hale geldikten sonra (düzene girdikten sonra) fesad karmay/n "(A'rat. 56), "(Allah)
dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedî" (Hacc, 78) ve 'Allah size
kolaylık diler, güçlük murad etmez" (Bakara, 185) ayetleri gibi. Hz. Peygamber
(s.a.s.) de "İslâm'da ne zarar vermek, ne de zarara karşı zararla mukabele
etmek yoktur"[161]"Bir
müslümana zarar veren mel'undur"[162]
buyurmuştur. Bu ayet ve hadislerin :amamından, zararlarda ası) olan hükmün
haramlık olduğu sabit olmuş olur. Buna göre biz diyoruz ki, her bakımdan
zararlı olan bir hadise meydana geldiğinde bakarız, eğer onun meşru olduğunu
gösteren belli bir nass bulursak, "hâs olan delilin, âmm (umûmî) olan
delilden önce nazar-ı itibara alınacağı" prensibinden ötürü, o nassa göre
hükmederiz. Aksi halde, izah ettiğimiz temei düsturdan ötürü, o zararın haram :
tuğuna hükmederiz.
[163]
Bazıları, bu kaidenin,
insanın istediği her şeyin, kendisi için meşru olması gerektiğine delâlet
ettiğini, çünkü onu ondan menetmenin bir zarar olduğunu, zarar .ermenin ise, bu
temel düstura göre meşru olmadığını; yine insanın hoş görmediği şeyin haram
olması gerektiğini, çünkü hoşlanmadığı şeyin meydana gelmesinin, onun :~ zarar
olduğuna, keza zararın meşru olmadığına delâlet etmesi gerektiğini
söylemişlerdir. Böylece bu asıl düsturun, Kıyamete kadar bütün muhtemel
hadiseleri içine aldığı sabit olmuş otur. Sonra biz diyoruz ki: Hükümlerin
isbatı hususunda, kendisine tutunulan kıyas ya bu kaideye uygun olur, ya da
olmaz. Birinci ihtimal, oatıldır. Çünkü bu asıl düstur, kıyasa ihtiyaç
bırakmaz. İkincisi de batıldır. Çünkü nâss, vyasdan önce gelir. Aliah en iyi
bilendir.
[164]
Mu'tezile şöyle der:
"Bu ayet, zulüm ve mâsiyetin, Allah'ın yaratması olmadığına, aksine
kulların fiilleri olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, kulların zulmünü
kullara izafe etmiş, kendisine nisbet etmemiş ve "Eğer Allah insanları
zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı (...)" buyurmuştur. Hem sonra,
eğer bunlar AJlah'ın yarattığı şeyler olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, bunlardan
dolayı insanları hesaba çekmesi, Allah tarafından işlenmiş bir zulüm olurdu.
Ayette O, kullarını zulümden menettiğine göre, kendisi zulümden haydi haydi
uzak ve münezzeh olur. Hem bu ayet, kulların amellerinin, mükâfaatın ve cezanın
farz ve gerekli olmasında tesirli olduğunu gösterir. Çünkü ayetteki bl zulmlhim
"zulümleri yüzünden" ifâdesindeki "bâ" harf-i cerri,
"Bu, onların Allah'la mücâdele etmeleri yüzündendir" (Entai, 13)
ayetinde olduğu gibi, sebebiyete delalet eder. Bil ki bu konudaki görüşümüzü
defalarca açıkladık. Binâenaleyh onları burada tekrar etmeyeceğiz. Allah en iyi
bilendir.
[165]
Ayetin zahiri,
insanların zulme yeltenmesinin, bütün hayvanların helakini gerektirdiğine
delalet eder. Halbuki bu
caiz değildir. Çünkü
hayvanlardan günah sâdır olmaz. Binâenaleyh insanların zulümleri yüzünden,
onları helak etmek nasıl uygun düşer? Buna şu iki şekilde cevap verilir: ,
1) a) Biz,
"Yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ifadesinin bütün hayvanları
içine aldığını kabul etmiyoruz. Ebu Ali el-Cübbâî, bunu şöyle izah etmiştir:
"Bu ayet ile, "Eğer Allah insanların işlediği küfür ve masiyetten
ötürü insanları hemen hesaba çekseydi, onları imha ederdi ve böylece onların
soyu sopu diye birşey kalmazdı. Herkesin atalarında, azaba müstehak kimselerin
bulunacağı malumdur. Binâenaleyh eğer onlar helak edilmiş olsalardı, nesilleri
de kalmazdı. Böylece de yeryüzünde insan namına birşey kalmaması gerekirdi.
İnsanlar tamamen yok olunca da, yeryüzünde hayvanlann kalmaması da gerekirdi.
Çünkü hayvanlar, insanların faydası ve maslahatı için yaratılmışlardır."
Bu çok güzel bir izahtır.
b) Helak
zâlimlere geldiğinde, diğer insanlara ve canlılara da şâmil olur. Bu helak o
zaman, zalimler için bir azap, diğerleri için bir imtihan olmuş olur. Bu durum,
Hz. Nûh (a.s) zamanında (Tufan'da) meydana gelmiştir.
c) Allah Teâlâ, eğer o insanları hemen muaheze
etseydi, (yağmurlar kesilirdi. Yağmurlar- kesilince de, bitkiler bitmez ve
böylece de yeryüzünde canlt diye birşey kalmazdı. Ebu Hureyre (r.a)'nin,
"Zâlim ancak kendisine zarar verir" diyen birisini duyduğunda,
"Hayır, vallahi aksine. Deve kuşu, yuvasında, zalimin zulmünden dolayı
ölür" dediği rivayet edilmiştir. Ibn Mes'ûd (r.a.)'dan, "Neredeyse
karafatma bile, âdemoğiunun günahı sebebiyle helak olur" dediği rivayet
edilmiştir. İşte bu cevaba dair yapılan bu üç izah, "dâbbe" lafzının,
bütün canlıları içine almasının kabul e-zümesi itibariyledir.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı" ifadesiyle, "O,
yeryüzünde herhangi bir kâfir bırakmazdı" manası kastedilmiştir..
Binâenaleyh, bu zaha göre, ayet-i kerimedeki "canlı-dâbbe" sözüyle,
kâfir kastedilmiştir. Bunun böyle okluğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlar, hayvanlar gibidirler. Belki daha daha
apıktırlar"
iA'nî, 179) ayetidir. Allah en iyi bilendir.
[166]
Aleyhâ kelimesindeki
zamir, ard (yeryüzü) kelimesine racidir. Halbuki, bu isim, daha önce
geçmemiştir. Ancak ne var ki, bu ayette geçen "dâbbe" kelimesi, ard (yeryüzü)
kelimesine c el âlet eder. Çünkü "dâbbe" ancak yeryüzünde debelenip
hareket edebilir. Qoğu xez, yeryüzü (ard) kelimesi, her ne kadar lafzan geçmese
bile, kinaye yoluyla ifade edilir. Çünkü Araplar, yeryüzünü kastederek 'Onun
üzerine, falan gibisi yoktur" veya "Orada falancadan daha iyi kimse
yoktur" derler ve bu ifadelerde zamirle yetinirler.
[167]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Fakat O bunları, öremeleri için belirlenmiş bir müddete kadar
geciktirir" buyurmuştur. Bu ayette geçen, 'ecel-(müddet)in ne demek olduğu
hususunda stkiki görüş ileri sürülmüştür:
1) Bu,
Atâ'nın görüşü olup, Atâ, İbn Abbas'ın "Cenâb-ı Hak bununla Kıyamet gününü
kastetmiştir" dediğini nakletmiştir.
2)
Bununla, ömrün sonu kastedilmiştir. Birinci
görüşün izahı, azabın en büyüğünün, Kıyamet gününde, o insanlara tastamam
verilmesinden ötürüdür. İkinci görüşün izahı ise, "müşriklerin, ömürleri
sona erip dünyadan ayrıldıklarında hemen cezaya duçar kılınmış
olmalan"dır.
[168]
Kâfirlerin bahsettiği
ve Allah'ın da onlardan naklettiği fasit görüşlerden üçüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın,
'Onlar, Allah'a kendilerinim hoşlanmadıkları şeyleri isnâd ederler"
ayetinin ifade etliği husustur. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın yec'alûn (kılarlar,
isnâd ederler) ifadesinden, "kendileri için hoş görmedikleri o kızları
Allah'a nisbet ederler" anlamı kastedilmiştir. Buna göre "kılarlar,
isnâd ederler" tabirinin manas.. Allah'ı bu şekilde tavsif eder ve O'nun
hakkında bu hükmü verirler" demektir. Bu, meseıâ bir
kimsenin,"Ce'altu Zeyden alâ'n-nâsi" (Ben, Zeyd'i insanlar üzerine kıldım, yani
tayin ettim) demesi gibidir. Yani, "Ben buna hükmettim; ben bu hükmü
verdim" demektir.(Biz, "Ce'ale" kelimesinin ne demek olduğunu,
Cenâb-f Hakk'ın (MakJe. ıo3) ayetini
tefsir ederken söylemiştik.
[169]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Dilleri yalan yere, en güzelin kendilerine has olduğunu söyler
durur" buyurmuştur. Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Bu, ifadenin
başındaki enne'nin dahil olduğu cümle el-kezib kelimesinden bedeldir. Buna göre
kelamın takdiri, "Onların lisanları, en güzelin kendileri için olduğunu
söyler" şeklindedir. Buradaki el-hüsnâ kelimesinin ne demek olduğu
hususunda da iki görüş bulunmaktadır;
1)Bununla,
oğullar kastedilmiştir. Yani, onlar, "Kızlar Allah'ın; oğullar ise
bizimdir" demişlerdir.
2) Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu
söylemelerinin yanısıra, kendilerini, işte bu sözlerinden dolayı, Allah'ın
rızasını elde etmek ve hak din ve güzef mezhep üzere olmakla vasfetmişlerdir.
3)
Onlar, cennetin kendileri için olduğuna,
mükâfaatın da Allah'tan olduğuna hükmetmişlerdir.
[170]
Buna göre eğer,
"Onlar, Kıyameti inkâr ettikleri halde, böyle bir kararı nasıl
verebilirler?" denilirse, biz deriz ki:
Onların hepsi, Kıyameti
inkâr etmiyordu. Nitekim şöyle denilmiştir: "Araplar içinde, öldükten
sonra dirilmeyi, Kıyameti kabul eden bir topluluk vardı. İşte bundan dolayı
onlar, en güzel develeri ölünün kabri başına diker ve bağlar ve o deve ölünceye
kadar onu orada bırakır, "Bu Ölü dirildiğinde, bineceği de kendisiyle
beraber dirilir" derlerdi. Hem, onların Kıyameti kabul etmedikleri
farzedilse bile, belki de onlar, "Eğer Muhammed, öldükten sonra dirilme ve
haşr hususunda doğru söylüyorsa, üzerinde olduğumuz bu hak din (!) sebebiyle,
cennet ve mükâfaat bizim için olacaktır" diyorlardı.
Bazı kimseler şöyle
demişlerdir: Evlâ olan, buradaki el-hüsnâ kelimesinin bu manaya alınmasıdır.
Bunun delili ise, Cenâb-t Hakk'ın, hemen bunun peşinden, "Hiç şüphe yok ki
onlann hakkı cehennemdir'' buyurmuş ve böylece de, onların sözlerini
reddederek, yerlerinin cehennem olduğunu belirtmiş olmasıdır. Binâenaleyh bu,
onların, cennetin kendilerine ait olduğuna hükmetmiş olduklarını gösterir.
Zeccâc şöyle der: "La ceram ifadesinin başındaki lâ, onların görüşlerini
reddetmek içindir. Buna göre mana, "Durum, onların vasfettikleri gibi
değildir. Aksine onların fiilleri, yani bu sözü söylemeleri, kendilerine ateş
kazandırmıştır" şeklinde olur. Buna göre, enne lehüm kelimesinin başındaki
enne'nin mahalli, kesebe-"kesbetti, yaptı" manasına gelen ceram'ın
mef'ûlü olduğu için, mansûbtur. Kutrub, buradaki ermenin başına geldiği
cümlenin mahallen merfû olduğunu, manasının ise, "Onlara ateş, cehennem
vacip oldu, hak oldu" şeklinde olduğunu; râbının nasıl olacağının
sorulması halinde ise, mânanın, "onlar için ateş ve nâr hak oldu, vâcib
oldu ve kesinleşti" şeklinde olacağını söylemiştir.
[171]
Cenâb-ı Hak, 'Ve onlar
(cehennemin) öncüleridir" buyurmuştur. Nâfi ve Kisâî'den rivayetle
Kuteybe, bu ifadeyi, râ'nın kesresiyle "Mufritûn" şeklinde
okurlarken, diğer kıraat imamları râ'nın fethasıyla "Mufratûn"
sekinde okumuşlardır. Nâfi'nin kıraatine gelince Ferrâ şöyle demiştir:
"Buna göre mana, "Onlar kendi aleyhlerine olmak üzere, günahta aşırı
idiler" şeklinde olur. Mananın, "Onlar, Allah'a iftira etmede ileri
gitmişlerdi" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Ebu AH el-Fârisî isa şöyle
demiştir: "Tıpkı "Ecrebe"nin "uyuzlu oldu" manasına
gelmesi gibi, "Efrata" fiili de, "aşırı oldu" anlamındadır.
Buna göre mana, "Onlar, ateşe doğru en hızlı ve önde koşanlardır"
şeklindedir. Buna göre sanki onlar, o cehenneme kendileri için yer hazırlayacak
birilerini göndermişlerdir.
Bu kelimeyi râ'nın
fethasıyla "mufratûn" şeklinde okumaya gelince, bu hususta da iki
görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Buna
göre mana, "Onlar, ateşte bırakılmışlardır" şeklinde olur. Kisâî,
Arapça'da, "Bırakmadım" anlamında, "Mâ efrattu mine'İ-kavmi
ehaden" (Kavimden hiçkimseyi bırakmadım" denilmektedir
demiştir. Ferrâ ise, Arapların, 'Onları geride bıraktım, onları unuttum" manasında,
"Efrattu minkum nâsen" (onlardan bir topluluğu bıraktım, ihmal ettim)
dediklerini söylemiştir.
ikinci Görüş: Bu
kelime, "Acele ettirilmiş, ivdirilmişlerdir" anlamındadır. Vahidî
(r.h) şöyle demiştir: "Tercih edilen, bu görüştür. Bunun izahı ise, Ebu
Zeyd ve başkalarının dediği şu husustur: "Bir kimse, kovaları doldurmak
için, arkadaşlarından önce suya vardığında, "Farata'r-recutu ashâbehu
yafrutuhum faratan ve furûtan" yine onlardan öne geçtiğinde, "Efrata'l-kavme
el-fâritu ve ferratûhu" "Faian kimse, topluluğun önüne geçti",
"Farratûhu- Onlar, o kimseyi öne sürdüler" denilir. Bu izaha göre bu
ifadenin manası, "Onlar sanki cehenneme doğru koşup, cehennemde onların
ncüsü oldular" demektir. Böylece onlar, cehenneme kendilerinden sonra
girenleri gende bıraktılar" şeklinde olur.
[172]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Kureyş'ten sâdır olan bu tür hareketler gibi, geçmiş peygamberler hakkında
da önceki ümmetlerden benzeri hareketler sâdır olduğunu beyan ederek "Allah'a andoisun ki biz senden evvelki
ümmetlere de peygamberler göndermiştik de, şeytan onların yaptıklarını
kendilerine süsleyip hoş göstermişti..." buyurmuştur ki, bu, adeta Hz.
Peygamber (s.a.s)'i, kavminin cahillikleri sebebiyle, kendisine ulaşan gam ve
kederlere karşı bir teselli gibi olmuş olur.
Mu'tezlle şöyle der:
Ayet, Cebriye'nin görüşünün yanlış olduğuna şöylece delâlet eder:
1) O
kulların fiillerini yaratan Allah olmuş olsaydı, şeytanın bu tezyininin bir
anlamı olmazdı.
2) Bu tezyîn, Allah'ın yaratmasıyla meydana
gelmiş olsaydı, şeytanın bundan dolayı zemmedilmiş olması caiz olmazdı.
3) Tezyin, insanı, o fiili işlemeye götüren
Allah'ın yaratmasıyla olduğunda, bu^ işin meydana gelmesi zorunlu olur.
Binâenaleyh, tezyin, o firü yapmaya sebep olamaz.
4)
Cebriyye'nin görüşüne göre, bu işi yaratan insanlar için dost olmaya O ise
davet edenden daha layıktır.
5) Allah
Teâlâ tezyin etme işini, şeytana isnad etmiştir. Binaenaleyh, o tezyin eden
Allah olmuş olsaydı, o zaman o tezyin işinin şeytana izafe edilmiş olması doğru
olmazdı.
[173]
Buna şöyle cevap
verilir: Kâfirlerin gözlerine çirkin olan şeyleri süsleyen şayet şeytan olursa,
o vesveseleri o şeytanın gözünde tezyin eden, şayet başka bir şeytan ise, o
zaman teselsül gerekir. Yok eğer Allah ise, işte elde edilmek istenen netice de
budur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "İşte o, bugün de onların velisidir" buyurmuştur. Bu hususta iki
ihtimal vardır;
a) Bundan,
Mekke kâfirleri kastedilmiş olup, bu günde onların dostu ve velisi olan ise,
şeytandır. Şeytan, senden önceki ümmetlerin kâfirlerine yaptığı gibi, onları
iğva etmeyi ve senden çevirmeyi üstüne almıştır. Böylece bu takdire göre bu
ifade geçmiş ümmetlerin haberlerini vermekten, Mekke kâfirlerinin haberlerini
nakletmeye geçmiş otur.
b) Cenab-ı
Hak, bu ifadedeki el-yevm (bugün) sözüyle. Kıyamet gününü kastederek, şöyle
demek istemiştir: "İmdi o, amellerini kendilerine süslemiş olduğu o
kâfirlerin, Kıyamet gününde dostudur. O gün, çok meşhur olduğu için, Kıyarnet
gününe, normal olarak el-yevm (gün) kelimesi ıtlak edilmiştir. O halde, Cenâb-ı
Hakk'ın bu ifadesinin maksadı, "Yani, o günde, onların hiçbir dostu yok
demektir" şeklindedir. Bu böyledir, zira onlar, azablarını müşahede edip,
o azabın, şeytanın başına geldiği gibi kendilerinin de başına geldiğini görüp;
o azabtan kendileri kurtulamayacağı gibi, şeytanın da kurtuluşu olmadığını anladıklarında,
o zaman istihza üslubuyla alay etmek için onlara, "Bu gün sizin dostunuz
budur, şeytandır!" denilmiş olması mümkündür.
[174]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu şiddetli tehdidinin yanısıra, delil ikame edip her türlü mazereti
ortadan kaldırdığını belirterek, "Bu kitabı sana, ancak hakkında ihtilaf
ettikleri şeyde, onlara açıklamada bulunman için indirdik" buyurmuştur. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[175]
Bu, "Biz,
Kur'ân'ı sana, ancak, o Kur'ân'ı açıklamaları vasıtasıyla, onlara hakkında
ihtilaf ettikleri şeyleri beyan etmen İçin indirdik" manasındadır. İhtilaf
edenler ise, ehl-İ kitab ile, hevâ ve arzularınıza göre hüküm veren
kimselerdir. Onların kendisinde ihtilaf ettikleri şey de, tevhid, şirk, cebr,
kader, Kıyametin varlığı, yokluğu vb. itikadı meseleler ile, meselâ Banîra,
Sâibe gibi helâl olan şeyleri haram klimaları ve leş gibi, haram olan şeyleri
de helâl kılmaları kabilinden olan hükümleri kapsayan dindir.
[176]
Li tübeyyine
("açıklamada bulunman için)" ifadesindeki lâm, Allah'ın
fiillerinin birtakım gaye ve maksatlar şartına bağlı olduğuna delâlet eder.
Bunun benzeri olan ayetler pek çoktur. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu bir
kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan
aydınlığa... çıkarman için onu sana indirdik"(tbratMm, 1) ve "Ben
cinleri de insanları da, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım"
(Zânyat, 56) ayetleri bunlardandır.
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Allah'ın fiillerinin, herhangi bir maksat ve gaye şartına bağlı
olmasının imkânsız olduğu aklen sabit olunca, bu ayetleri tevil etmek gerekir.
[177]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: Hûden ve rahme ifadeleri, ifadesinin mahalline matufturlar. Ancak ne
var ki
bu iki kelime,
mef'ûlün leh olarak mansubturlar. Çünkü bu jkisi, kitabı indirenin fiilleridir
(işidir).Li tubeyyinefiilinin başına lâm gelmiştir, çünkü bu, indirenin değil,
muhatabın işidir. Mef'ûlün leh ancak, o failin işi olduğu zaman mansub kılınır.
[178]
Kelbî şöyle demiştir:
"Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ı inanan kimseler için bir hidayet ve rahmet
olarak vasfetmesi, onun herkes için böyle olmasına aykırı değildir. Bu,
Cenâb-t Hakk'ın tıpkı, Bakara Sûresi'nin başındaki jS*ü, iS& (Bakara, 2)
ifadesinin, o Kur'ân'ın bütün insanlar için bir hidâyet rehberi olmasına
aykırı olmaması gibidir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın bütün insanlar için hidâyet
olduğunu ayrıca,
(Bakara.
185) ayetinde de beyan etmiştir. O mü'mtnlerin, o hidayeti kabul edip de,
böylece ondan yararlanmaları bakımından, özellikle mü'minleri zikretmiştir. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen ondan korkacak kimselere ancak o tehlikeyi haber
verensin" (Naziat,46) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü, o inzâr «denin inzâr
ve uyarısından ancak, böylesi bir topluluk istifade eder. Allah en iyisini
bilendir.
[179]
"Allah gökten su
indirdi de, onunla yere, ölümünden sonra can verdi. Şüphesiz ki
bunda, kulak verecek bir kavim için ayet vardır. Sağmal hayvanlarda
da, sizin için elbette bir ibret vardır. Size, onların kannlanndaki fışkı ile kan
arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla geçen halis bir süt içiriyoruz.
Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden de, içki ve güzel bir rızık
edinirsiniz. İşte bunda da aklını kullanacak kimseler için, hiç şüphesiz bir delil
vardır" (Nahl, 65-67).
Bil ki biz, Kur'ân'ın
en büyük gayesinin ulûhiyyet, nübüvvet, ahiret ve kazâ-kader gibi dört temel
unsuru izah etmek, iyice anlatmak, zihinlere yerleştirmek olup, bu dört
unsurdan da en büyük gayesinin ulûhiyyeti anlatmak olduğunu söylemiştik. İşte
bundan dolayı her ne zaman söz, kâfirlerle ilgili vaîd ve tehditler hakkında
uzarsa, Cenâb-ı Hak tekrar ulûhiyyeti izaha başlar. Bu sûrenin başında şöyle
demiştik: "Allah Teâtâ ulûhiyyetin delillerini zikretmek istediğinde, söze
önce feleklerin kütleleriyle; ikinci olarak insanla; üçüncü olarak hayvanlarla,
dördüncü olarak bitkilerle, beşinci olarak da deniz ve karanın çeşitli
hallerini zikretmekle başlar. İşte burada, bu ayette de ulûhiyyetin delillerini
yeniden izaha başlayınca, söze gök dünyası ile başlayarak "Allah gökten su
indirdi de, onunla yere, ölümünden'sonra can verdi" buyurmuştur. Bu,
"Allah Teâlâ, semayı, kendisinden yağmur yağacak bir tarzda yaratmış ve o
yağmur da yerin can bulmasına sebep olmuştur" demektir. "Yerin
dirilmesi"yle kastedilen de ekinler, ağaçlar, çiçekler, meyve vermezken
meyve verenler haline gelmiş olan ağaçların, faydalı değilken faydalı hale
gelmiş olan bitkilerin durumudur. Biz bu delili defalarca izah ettik.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Şüphesiz bunda, insafla ve düşünerek dinleyen kimseler için delil
vardır" buyurmuştur. Çünkü, kalbiyle ve gönlüyle içinden gelerek kulak
vermeyen, sanki duymayan bir sağır gibidir.
[180]
Bu ayette bahsedilen
delillerin ikincisi de, hayvanların çeşitli halleriyle istidlal etmektir ki,
işte bu husus Cenâb-t Hakk'ın "Sağmal hayvanlarda da, sizin için bir deli!
vardır. Size, onların karınlanndakinden (...) /ç/riyoruz" ayetinin ifade
ettiğidir. Biz "ibret"in ne demek olduğunu, aıi imrân. 13) ayetinin
tefsirinde anlatmıştık. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[181]
İbn Kesir, Ebû Amr,
Asım'ın ravisi Hafs, Hamza ve Kisâi, nûnun dammesiyle nusktküm şeklinde
okurlarken, diğer kıraat imamları nûn'un fethasıyla neskîkum
okumuşlardır. Nûn'un fethasıyla okuyuşun delili açıktır. Çünkü sen, "Ona
su verdim, suya kandı" manasında, "Sakaytuhû-eskîhl hattâ
reviye" dersin. Nitekim Cenâb-t Hak da, "Rableri de onlara gayet
temiz bir şarap içirmiştir (sekahum)" (Dehr, 2i), "Bana yediren, bana
içiren O'dur (yeskîn)" (Suin.79)ve "...kaynar sudan içirildiîer
(9ükû)" ıMutıammed, 15) buyurmuştur. Bu ifadeyi, nûn'un dammesiyle okumaya
gelince, bu da senin, "kendisi için içecek yaptı; içecek kıldı..."
manasında söylediğin, "Eskâhu" tabirinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "size tatlı bir su da içirmedik mi?"(Mün»ıat, 27} ve "...
onunla sizleri suladık" (Hicr, 22) buyurmuştur. Bu, burada "Biz onu,
çokluğu ve sürekli olması açısından, tıpkı
yağmur yüklü bir bulut gibi yaptık" manasındadır. Ebu Ubeyde bu fiiti,
nûn'un zammesiyle okunmasını tercih ederek, "Çünkü bu, devamlı bir
içecektir. Bu gibi yerlerde genel olarak if'âl babı kullanılır" demiştir.
[182]
Ayette butûnihi
kelimesindeki zamir ayetin baş tarafındaki en'âm ismine racidir. Normalde
"fi butûnihâ" denilmesi beklenirdi. Nahivciler bu hususta şu izahları
yapmışlardır:
1) el-En'âm
lafzı, tıpkı, raht (cemaat), kavm (kavim), bakar (sığır), ne'âm (davar)
kelimeleri gibi, bir topluluğu, bir grubu ifade etmek için konulmuş olan müfred
bir lafızdır. O halde bu, lafız cihetiyle müfred bir lafızdır. Binaenaleyh
bunun zamiri de, müfred zamiri olur ki, bu zamir de müzekkerdir; mana
bakımındansa, çoğuldur. Binaenaleyh zamiri, çoğul zamiri olur. Çoğul zamiri de
müennes zamiridir. İşte bundan dolayı burada butûnihi, Mü'minûn 21 ayetinde de
butûnihâ Duyurulmuştur.
2) Bu,
"Bizim bahsettiğimiz şeylerin karınlarında" manasındadtr. Bu,
Kisaî'nin bu konuda verdiği cevaptır. Müberred ise şöyle der: "Bu husus,
Kur'ân'da yaygındır. Nitekim Cenâb-ı Hak, {En’âm, 78) buyurmuştur ki, bu
"Bu doğan şey, benim Rabbimdir" demektir. Yine Cenâb-ı Hak, (Abese,
niş) buyurmuştur ki "Onunla öğüt almak isteyen herkes onunla öğüt
alır" takdirindedir.
Bil ki bu, ancak
müennesliği hakîki olmayanlar hakkında böyledir. Hakîki müennes olanlara
gelince, bu caiz olmaz. Zira normal olarak, insan hakkında, "Câriyetuke
zehebe-Gulâmuke zehebet" denilemez.
3)
Burada bir hazf bulunup onun takdiri
"Size, onun karnında bulunanların bir kısmından, yani sütten
içiririz" şeklindedir. Çünkü, onun karnında bulunanların tamamı süt
değildir.
[183]
"Fers"
kelimesi, işkembede bulunan gübreye denilir. Kelbî, Ebu Sâlih'den, Ebu Salih
de Jbn Abbas'tan, onun
şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Alaf
işkembeye yerleştiğinde, onun en altt kığı, gübre; en üstü kan,
ortası da süt olur. Böylece kan damarlara, süt de memetiğe geçer. Gübre de
olduğu gibi kalır işte bu,
uOn!ann kannlanndaki fışkı ile kan arasından, kendisine kan ve gübrenin
karışmadığı halis bir süt..." ayetinden anlaşılan husustur.
[184]
Birisi şöyle diyebilir: Kan ve süt kesinlikle
işkembede oluşmazlar. Bunun delili ise, his ve müşahededir. Çünkü bu hayvanlar
mütemadiyen kesilir, fakat hiç kimse onların işkembesinde ne kan ne de süt
görmez. Binaenaleyh, şayet kan ve süt işkembede oluşmuş olsaydı, o zaman bunun
bazı hallerde müşahede edilmesi gerekirdi. Bizzat müşahedenin, yanlışlığına
delalet ettiği iddiası ise benimsenemez. Tam aksine gerçek şudur: Canlı varltk
gıdayı aldığında, bu gıda, o canlı eğer insansa onun midesine; yok, hayvan vs.
cinsten ise, onun işkembesine gider. O gıda işkembede eritilip ilk hazım
tahakkuk ettiğinde, o gıdadan akıcı olanlar, ciğere; katı olanlar ise,
bağırsaklara geçer. O gıdadan ciğere geçen kısım, orada eritilir ve kana
dönüşür ki, işte ikinci hazım budur. Ve o kan, "safra" (bedenin
dörtte birini oluşturan kısım); "sevda" (bedenin dörtte birini
oluşturan kısım) ve artık ve (zehirli) bir sıvı ile karışır. "Safra",
öd kesesine; "sevda", dalağa; su da böbreklere, oradan da sidik
torbasına geçer. Kana gelince, kan da, toplar damarlara geçer ki, bu da,
ciğerden çıkan damarlardır. İşte burada üçüncü hazım meydana gelir. Ciğer ile
memelik arasında pekçok damar vardır. Dolayısıyla kan o damarlardan memeliğe geçer.
Memelik, yumuşak, beyaz etli bir bezedir. Böylece Allah Teâlâ, o etli yumuşak,
beyaz bezeye o kan döküldüğünde, onu kan halinden süte dönüştürür ki, işte
sütün nasıl oluştuğu hususundaki en doğru görüş budur.
Buna göre şayet,
"Bütün bu hususlar erkek hayvan için de söz konusudur. O halde onda niçin
süt oluşmuyor?" denilirse, biz deriz ki:
İlahî hikmet, her
şeyi, o şeyin maslahatına uygun bir tarzda yönetmeyi gerektirmiştir.
Binaenaleyh, her canlının erkeğinin mizacının, sıcak ve kuru; dişisinin
mizacının ise, soğuk ve rutubetli olması gerekir. Bundaki hikmet şudur: Yavru,
ancak dişinin bedeninin içinde oluşuverir. Dolayısıyla, şu iki sebepten dolayı,
daha fazla rutubetin dişiye tahsis edilmesi gerekmiştir:'
a) Yavru ancak rutubetten oluşur. Binaenaleyh, o
yavrunun oluşabilmesi için birtakım maddeler meydana gelsin diye, dişinin
bedeninde pekçok rutubetlerin bulunması gerekir.
b) Yavru
büyüdüğünde, annenin bedeninin, o çocuğun büyüyüp gelişmesi için, uzayıp
gelişmeyi kabul edecek bir biçimde olması gerekir. Binaenaleyh, o rutubetler
annenin bedeninde çokça bulunduğunda, onun bedeni uzayıp genişler. Böylece de
orası, o yavru için müsait hale gelir. İşte böylece, anlattıklarımızla, işte bu
hikmetten dolayı Allah Teâlâ'nın, her canlının dişisinin bedenine daha fazla
rutubeti tahsis etmiş olduğu sabit olmuş olur. Sonra, annenin rahminde iken, o
ceninin bedeninin gelişip büyümesi için oluşmuş olan o rutubetler, cenin,
oradan ayrıldığında, o küçük yavrunun gıdasını oluşturmak için, memeliğe ve
memeye geçer.
Bunu iyice
kavradığında bit ki, kendisi sebebiyle dişide kandan oluşan süt, erkekte mevcut
değildir. Böylece, bu iki şey arasındaki fark ortaya çıkmış olur.
Bu açıklamayı da iyice
an!adığında,biz diyoruz ki: Müfessirler şöyle demişlerdir: Ayetteki ifadesinden
kastedilen, bu üç şeyin aynı yerde oluştuğudur. Bu cümleden olarak mesela
"fers", işkembenin en alt kısmında; kan, en üst kısmında, süt de
ortada olur. Biz, bu görüşün, his ve tecrübenin hilafına bir görüş olduğunu
belirtmiştik. Çünkü kan, şayet midenin ve işkembenin en üst tarafında oluşmuş
olsaydı, o zaman bir kimsenin gaseyanı halinde (normal olarak) kan kusması
gerekirdi ki, bu kesinlikle yanlıştır. Ama biz şöyle diyoruz: Bu ayetle şu
kastedilmiştir: Süt ancak, kanın bazı parçalarından meydana gelir. Kan da
ancak, "fers" deki latîf parçalardan, cüzlerden meydana gelir.
"Fers" de, işkembede bulunan yenilmiş şeyler demektir. O halde süt,
ilk önce, "fers" arasında bulunan şeylerden, ikinci olarak da kanda
bulunan şeylerden meydana gelir. Böylece, Allah Teâlâ o sütü, o katı ve kesif
kısımlardan ayırarak, onda, sayesinde yavrunun bedenine uygun bir süte
dönüşebilecek nitelikte yaratmış olur. İşte bizim burada, bu makamda elde edip
özetle sunduğumuz şey budur. Allah en iyisini bilendir.
[186]
Bil ki, memede sütün
oluşması ve yavrunun beslenmesine uygun olacak nitelikler kazanması, sarîh
aklın, ancak
hakîm bir failin ve
rahîm bir müdebbirin yönetmesiyle meydana geldiğine şehadet eden, birtakım hayranlık
uyandıran hikmetleri ve akıl almaz sırları ihtiva eder. Bunu birkaç yönden izah
edebiliriz:
1) Allah
Teâlâ, midenin alt tarafında, gıdanın katı kısmının çıkabileceği bir deljk
yaratmıştır. Binaenaleyh insan, küçük bîr şey yeyip içtiğinde, onun midede
hazmı mükemmelleşinceye ve ondan saf ve temiz olan sıvı şeyler ciğere geçinceye
kadar o delik, o yenilen ve içilen şeylerden herhangi bir şey aşağıya
inemeyecek bir biçimde kapalı kalır. O zaman ise, o delik açılır ve o katı
şeyler oradan aşağıya iner ki bu, ancak hakîm bir failin tedbiriyle olabilecek
ilginç şeylerdendir. Çünkü o gıdanın, her ne zaman midede kalmasına ihtiyaç
duyulduğunda o delik kapanıyor; o maddenin mideden çıkmasına ihtiyaç
hissedildiğinde ise, açılıyor! Binaenaleyh, ihtiyaca ve menfaate göre bazan
kapanmanın, bazan da açılmanın tahakkuk etmesi, ancak hakîm bir failin
takdiriyle meydana gelebilecek şeylerdendir.
2) Allah
Teâlâ ciğerde, o yenilen içilen şeylerde bulunan katı nesneleri değil de, latîf
şeyleri; bağırsaklarda da, latîf kısımları değil, o katı şeyleri çekme,
cezbetme kuvveti yaratmıştır. Eğer durum bunun tersi olsaydı, bedenin yararına
olan şeyler tersyüz olmuş olur ve bu bedenin düzeni bozulmuş olurdu.
3) Allah
Teâlâ ciğere, hazmedici ve eritici kuvvet vermiştir. Öyle ki o latîf kısımlar,
ciğerde erir ve kana dönüşür. Sonra, Allah öd kesesinde, "safra"yı;
dalakta, "sevdâ"yı; böbrekte de, o artık ve zararlıyı çekme kuvvetini
yaratmıştır. Böylece geriye, bedenin gıdasına uygun saf kan kalır. Her bir uzva
o kuvvet ve özelliği tahsis etmek ise, ancak hakîm ve alîm olanın takdiriyle
olur.
4) Cenîn, anne rahminde bulunduğu zaman, o
yavrunun uzuvlarının gelişip büyümesi için birtakım maddeler oluşsun diye, o
kandan, o yavruya büyük bir pay ayrılır. O yavru rahimden ayrıldığında bu pay,
kendisinden o yavruya gıda olan süt meydana gelsin diye meme tarafına geçer.
Yavru büyüdüğünde ise, o pay, ne rahme ne de memeye geçmez; aksine, annenin
bedeninin yararlanabileceği bir yerde toplanır. Binaenaleyh o kanın, her zaman,
maslahat ve hikmete uygun bir değişik uzuva geçmesi, ancak hür, hakîm olan bir
failin tedbiriyle oluşur, tahakkuk eder.
5) Memede
süt oluştuğunda, Allah Teâfâ memenin ucunda çok küçük delikler ve çok dar
geçitler halkeder ve onları, emmeye veya memeyi sağma gibi hadiseler
bulunduğunda, o dar gözeneklerden ancak süt çıkabilecek bir biçimde
yaratmıştır. Binaenaleyh o gözenekler son derece dar olduğunda, onlardan ancak
son derece ince ve akıcı saf sıvı çıkabilir. Ama o kesîf ve katı kısımları ise
o dar geçitlerden kesinlikle çıkamaz, böylece de iç kısımda kalıverirler.
Memenin ucunun başında o küçük deliklerin ve dar geçitlerin yaratılmasındaki
hikmet, onun adeta bir süzgeç gibi olmasıdır. O halde, ince ve saf, latîf olan
her şey oradan çıkar; katı ve kesîf olan şeyler de, orada alıkonulur ve oradan
dışarı çıkamaz. İşte bu şekilde, o süt, çocuğun bedenine uygun, halis ve
içenlerin boğazından kolayca geçen bir süt olmuş olur.
6) Allah
Teâlâ o çocuğa, memeyi tutmayı, kavramayı ilham etmiştir. Çünkü anne, her ne
zaman memesinin ucunu o çocuğun ağzına koyarsa, o çocuk o anda memeyi tutmaya
başlar. Binaenaleyh, şayet hür ve irade sahibi, son derece merhametli bir fait,
o küçük çocuğa bu hususi işi ilham etmeseydi, O'nun o memede yarattığı o sütten
istifade edilemezdi.
7) Biz,
Allah'ın sütü, ancak kanın bir kısmından; kanı da canlının aldığı gıdadan
yarattığını beyan etmiştik. Dolayısıyla, meselâ koyun, otu ve suyu aldığında,
Cenâb-ı Allah, kanı o parçaların latîf olanlarından, sütü de kanın bazı
kısımlarından yaratır. Sonra sütte, birbirine zıt karakterde olan üç ayrı madde
bulunur: Sütteki yağ, sıcak ve rutubetli; sütteki su, soğuk ve rutubetli;
ondaki peynir de, soğuk ve kurudur. Bu karakterler, koyunun aldığı o otta
mevcut değildi. Binaenaleyh, bununla, o maddelerin, bir kısmı bir kısmına uygun
olmadığı ve birbirlerine benzemediği halde, devamlı bir şekilde bir sıfattan
başka bir sıfata, bir durumdan başka bir duruma geçtikleri ortaya çıkar. Bütün
bu durumda ise, bu hallerin ancak alemin durumlarını kulların maslahatlarına
uygun olarak yöneten rahîm, hakîm bir failin tedbiriyle meydana geldikleri
ortaya çıkıyor. Binaenaleyh, mükemmel bir kuvvet, sonsuz hikmet ve rahmetiyle,
gerek yüce alemde, gerekse süflî alemde bulunan zerreleri idare eden zatı
noksan sıfatlardan tenzîh ve teşbih ederiz. "Haberin olsun ki yaratmak da,
emretmek de O'na mahsustur"(AVaf, 54).
Ayetteki "İçenlerin boğazından
kolaylıkla geçen" tabiri
'içenlerin boğazlarından leziz ve afiyetli bir şekilde geçen..." demektir.
Arapça'da, "İçecek şey, boğazdan kolaylıkla geçti, sahibi
yani içen de onu kolaylıkla geçirdi (yuttu)" denilir. Bir başka ayette
geçen "O, neredeyse onu
yutamayacaktı" (ibrahim, 17) ayetinde de bu manadadır.
[187]
Muhakkik âlimler şöyle
demişlerdir: "Sütün, memede meydana gelmesi, hür ve irade sahibi bir yaratıcının
Sütün Yaratılmasının Haşre
Delâleti varlığına delâlet ettiği gibi,
hasrın ve neşrin mümkün olduğuna da delalet eder. Çünkü hayvanın yediği o ot,
ancak sudan ve topraktan meydana gelmiştir. Böylece, âlemi yaratan bu şekilde
tedbir etmiş, o toprağı bitki ve ot haline dönüştürmüş. Daha sonra da o otu bir
hayvan yediğinde, bir başka tedbirde bulunup, o otu kan haline getirmiş, bir
başka tedbirde bulunup o kanı süte dönüştürmüş ve yine bir diğer işlem ile o
sütten yağı ve peyniri meydana getirmiştir. İşte bu, Hak Teâlâ'nın, o maddeleri
bir özellikten başka bir özelliğe, bir halden başka bir hale çevirmeye kadir
olduğuna delâlet eder. Durum böyle olunca, Allah'ın, ölülerin bedenlerinin
parçalarını daha evvel olduğu gibi, kendisinde hayat ve akıl sıfatı bulunan bir
hale dönüştürmeye de kadir olduğu meydana çıkar. Binaenaleyh işte bu açıdan, bu
kıyas, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin, imkânsız değil mümkin olduğuna
delâlet eder. Allah en iyi bilendir.
[188]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden de içki ve güzel bir nzık
edinirsiniz" buyurmuştur. Bil ki Allah Teâİâ, önceki ayetlerde,
hayvanlardan elde edilen bazı menfaatlerinden bahsedince, bu ayette de,
bitkilerin bazı menfaatlerinden bahsetmiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[189]
Eğer, "Ayetteki
ifadesindeki min harf-İ cerrinin müteallakı nedir?" denilirse, biz deriz
ki: "Bu harf-i cerr, takdiri şöyle olan bir mahzûf fiile tealluk eder: "Sizi,
hurma ve üzümlerin meyvelerinden sularız"yani, "onların sıkılmasıyla
elde edilen suları ile sularız." Daha önce geçmiş olan, nüskîkum fiili,
buna delâlet ettiği için, bu ifadede hazfedilmiştir. Ayetteki, "Ondan içki
edinirsiniz" tabiri bu sulamanın nasıl olduğunu anlatan bir tabirdir.
[190]
Vahidî şöyle def:
"A'nâb" kelimesi, "Nahîl" üzerine değil,
"semerât" üzerine ma'tûftur. Çünkü bu durumda, yani
"nahfl"
üzerine atfedilmesi durumunda, ifadenin manası "ve üzüm
meyvelerinden" şeklinde olur. Halbuki üzümün kendisi zaten meyvedir. Onun,
başka meyvesi olmaz.
[191]
"Seker" kelimesinin
manası hususunda şu
izahlar yapılmıştır:
a) Seker
fiilinden olup, "içki" manasına isim olarak kullanılmıştır. Bu tıpkı,
kelimesindeki masdarın isim olarak kullanılması gibidir. Ayetteki "güzel
bir rızik", hurma ve üzümden elde edilen sirke, pekmez, kuru hurma, kuru
üzüm ve şıra gibi şeylerdir. Buna göre eğer, "İçki haramdır. Öyle ise,
Cenâb-ı Hak nasıl onu nimetler sadedinde zikretmiştir?" denilirse, buna şu
iki şekilde cevap verilir:
1) Bu sûre,
Mekkî'dir. İçkinin haram kılınışı ise, Mâide Sûresi'nde gelmiştir. (O da
Medenî'dir). Binâenaleyh bu ayetin nüzulü, henüz içki haram değilken olmuş
olur.
2) Burada
bir neshin olduğunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, bu şeylerde
bulunan faydalı şeylerden bahsetmiş ve müşriklere bunlardan bahsederek hitap
etmiştir. İçki ise, onların içtikleri şey cinsindendir. O halde içki, onlar
açısından sırf bir faydadır. Hak Teâlâ sonra bu ayette onun haram kılınacağına
da dikkat çekmiştir. Çünkü burada içki ile güzel bir rızkı ayrı ayrı
zikretmiştir. Dolayısıyla içkinin güzel bir rızık olmaması gerekir. İçkinin,
şehvet (nefsânî arzu) açısından güzel olduğu ve güzel göründüğünde şüphe
yoktur. Binâenaleyh, bu ifade ile, onun şeriat nazarında güzel olmadığının
söylenmiş olması gerekir. Bu da ancak, onun haram kılınmış olması halinde
mümkündür.
[192]
b) Seker,
"nebîz" demektir. Nebîz ise, hurma, üzüm veya kuru üzümün, üçte ikisi
kayboluncaya (uçuncaya) kadar kaynatılıp, sonra da ekşimesi için
bırakıldığındaki haline denilir. Bu, sarhoşluk verecek bir hale gelinceye
kadar, İmam Ebu Hanîfe'ye göre helâldir. Ebu Hanîfe, bu hususta, bu ayeti delil
getirerek şöyle der: "Ayet, "seker"in helâl olduğuna delalet
eder. Çünkü Allah Teâlâ onu, nimetleri ve lütufları arasında zikretmiştir.
Hadis-i şerifler de, içkinin haram olduğuna delâlet eder. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s),"İçki, aynından (zatından) dolayı haramdır" (Yani içki,
içki olduğu için haramdır) buyurmuştur. Bu da, ayette bahsedilen
"seker"in, hadiste geçen "hamr"dan başka birşey olmasını
gerektirir. Bu ikisi arasında böyle bir farklılığın olduğunu söyleyen herkes,
"seker"in üzüm, kuru üzüm veya hurma şıralarının üçte ikisi
kayboluncaya kadar, kaynatılarak elde edilen "nebiz" olduğunu söyler.
c)
"Seker", yiyecek şey demektir. Bu görüşü, Ebu Ubeyde ileri sürmüş ve
buna şairin, şu beytini delil getirmiştir:
"Sen, kerim
kimselerin haysiyeti ile oynamayı kabul ettin" yani, "Onları zemmi, adetâ kendine
yiyecek kabul ettin." Zeccâc şöyle demiştir: "Bu kelime,
"yiyecek şey" manasından çok, "içki" manasına daha yakın ve
uygundur. Buna göre şiirin manası, "sen, onları tenkid ile sarhoş
oldun" şeklindedir. Şair, o kimsenin, insanların gıybeti ite meşgul olmasını
ve insanların haysiyet ve şerefleri ile oynamasını, sanki onun İçki içmesi gibi
kabul etmiştir."
Bil ki Allah Teâlâ bir
açıdan delil, bir başka açıdan da yüce nimetlerini sayma yerine geçen bu
izahları yapınca, "işte bunda da,
aklım kullanacak bir kavim için, hiç şüphesiz bir delil vardır"
buyurmuştur ki bu, "Aklı olan herkes, bütün'bu hallere, ancak Hak
Sübhânehû ve Teâlâ'nın kadir olabileceğini açıkça bilir ve böylece, bunların
varlığından, hakim ve kadir bir ilahın varlığına istidlal eder" demektir.
Allah en iyi bilendir.
[193]
"Rabbin bal
ansına ilham etti ki: "Dağlardan, ağaçlardan ve onların kurduklan
çardaklardan evler edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin
kolaylıklar gösterdiği yaylım yollarına git." Onların karınlarından, renk renk
içecekler çıkar ki onda, insanlar için şifâ vardır. İşte bunda tefekkür edecek
kimseler için, elbette bir delil vardır" (Nahl, 68-69).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
âlemin, hür ve irâde sahibi, kadir bir ilahı bulunduğuna, kesin bir delil ve
çok net bir hüccet olarak, hayvanlardan süt çıkarmasını, hurma ve üzümden
İçecek şeyler ve güzel rızıklar çıkarmasını zikredince, arıdan bal çıkarışı da
bu hususun isbatı için son derece parlak bir bürhân ve kesin bir delil
olmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[194]
Cenâb-ı Hak,
"Rabbin bal arasına
ilham ettiki" buyurmuştur.
Arapça'da "ilham etmek" manasında, vehâ ve evhâ fiilleri de
kullanılır. Allah Teâlâ'nın, bal arısına ilham etmesi ise, arıların içlerinde,
bütün insanların akıllarının anlamaktan aciz kaldığı o enteresan (bal üretme)
İşini yerleştirmesi demektir. Bunu birkaç şekilde izah edebiliriz:
1) Arılar,
tabiatları gereği, altıgen şeklindeki o evlerini (peteklerini), birbirinden
farklı olmayacak şekilde, birbirine eşit ve denk olarak yaparlar. Hiçbir
insanın, mistar (tesviye, düzeltme aleti) ve pergel gibi edevatı bulunmaksızın,
bu peteklerin benzerini yapması mümkün değildir.
2)
Mühendislikte, bu peteklerin, altıgen dışında bir şekilde şekillenmeleri
halinde, ister istemez o evler arasında birtakım kullanılamayacak boşlukların
kalacağı; fakat altıgenli olarak yapılmaları halinde, aralarında boşa gitmiş
yerlerin kalmayacağı sabittir. Şu halde bu zayıf ve ufacık hayvanları,
böylesine gizli ve ince hikmetlere vakıf etmek, elbette dikkate değer
şeylerdendir.
3) Arılar
arasında, bey durumunda olan bir tek arı bulunur. O an diğerlerinden daha
yapılı olur ve öbürlerine hükümran olur. Diğerleri ona hizmet ederler ve uçuşma
esnasında onu sırtlarında taşırlar. Bu da şayan-ı dikkat şeylerdendir.
4) Anlar,
yerlerinden hoşlanmadıkları zaman, topluca başka bir yere çekip giderler.
İnsanlar, onları eski yuvalarına döndürmek istediklerinde, tanbur ve benzeri
çeşitli sesli musiki aletleri çalarlar. İşte sesler ve musikiler sayesinde,
insanlar onları yuvalarına döndürebilirler. Bu da enteresan bir durumdur.
Binaenaleyh arıların ileri derecede zekâlarına delâlet eden, bu şaşırtıcı
özelliklerle, başka hayvanlardan temayüz edip, bu çeşit akıl ve zekâ da vahye
benzer bir durum olan ilham yoluyla tahakkuk edince, Hak Teâlâ onlar hakkında,
''Rabbin bal ansına vahdetti ki..." buyurmuştur.
[195]
Bil ki vahy,
"...vahyetmesi olmadıkça Allah'ın hiçbir beşere konuşması
olmamıştır"(Şura, 51) ayetinden ötürü, peygamberler hakkında söz
konusudur. Yine, "Hani havarilere vahyetmiştim ki..."(Makie, 11
riayetinden Ötürü, veliler hakkında da söz konusudur. Bu kelime, insanlar
hakkında, "ilham" manasına kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Musa'nın annesine vahyettik ki..."(Kasas,7) buyurmuştur. Vahy, diğer
canlılar (hayvanlar) hakkında da ilham manasına gelir. Nitekim bu ayette
Cenâb-ı Hak, "Rabbin bal ansına vahyettiki..." buyurmuştur. Bütün bu
kısımların her birisi için, vahyin belli bir manası vardır. Allah en iyi
bilendir[196]
Zeccâc şöyle demiştir:
"Anlara, "nahl" denilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, onların
karınlarından çıkan o balı insanlara bir nahl, yani bağış kılmıştır." Bazı
kimseler "nahl"in, hem müzekker, hem müennes olan bir kelime olduğunu
söylemişlerdir. Bu kelime Hicazlılara göre müennestir. İşte bundan ötürü, Allah
Teâlâ onu ayette müennes saymıştır. Kendisi ile müfredi arasında durulduğu
zaman sadece hâ (yani müdevver te farkı) olan her cemî de böyledir.
[197]
Allah Teâlâ daha sonra
"Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan evler
edin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[198]
Keşşaf sahibi,
cümlenin başındaki en edatının, "en-i müfessire" olduğunu; çünkü
ayetteki evhâ (vahyetti) fiilinin
kale (dedi) manasına
olduğunu söylemiştir. "Buyût"
kelimesi, bâ harfinin kesresi ile
biyûten şeklinde de okunmuştur, "İnsanların yaptıkları çardaklardan"
demektir. Bu kelime, tıpkı gibi, râ harfinin zammesi ve kesresi ile
"ya'rlşûn ve ya'rüşûn" şekillerinde okunmuştur. Bu ikisi de geçerli
kullanışlardır.
[199]
Bil ki iki çeşit arı
vardır:
1) Dağlarda, ormanlarda eğleşen ve insanların
emri altında olmayan arılar.
2)
İnsanların evlerinde yerleşmiş ve insanların
mülkiyetinde bulunan arılar. Birincisi, "Dağlardan, ağaçlardan... evler
edinin" ifadesi ile, ikincisi de, "... onların kurdukları
çardaklardan evler edinin" ifadesi ile anlatılmıştır. Bu çardaklar,
arıların petekleridir. Buna göre eğer, "Bu ayetteki min harf-i çerlerinin
manası nedir? Bunun yerine fî harf-i çeri kullanılmalı değil miydi?"
denilirse, biz deriz ki: "Bununla "ba'ziyyet" (kısmîlik) manası
ile, o arıların evlerinin, her dağ ve her ağaçta yapılmaması, aksine
menfaatlarına uygun ve kendilerine münasip yerlerde yapılması kastedilmiştir.
[200]
Ayetteki,
"Dağlardan... evler edin" ifadesi, zahiren bir emirdir. Eşte
bu yüzden alimler,
bu hususta ihtilaf
etmişlerdir: Bazıları,
arıların akıllarının olmasının, Allah tarafından onlara emir ve nehiyler tevcîh edilmesinin
uzak İhtimal
olmadığını söylerlerken; bazıları da durumun böyle olmadığını, aksine bundan muradın, Allah
Teâlâ'nın onlarda bu halleri gerektiren birtakım karakter ve huyları yaratmış
olması olduğunu söylemişlerdir ki, bu
mesele ile İlgili geniş izah, (Nemi. 18)
ayetinin tefsirinde geçmiştir.
[201]
Cenâb-ı Allah, daha
sonra, "Sonra meyvelerin her birinden ye" buyurmuştur. Buradaki mın
harf-i cerri, ya "teb’iz" (kısmîlik), yahut da "ibtida-i
gaye" içindir. Bazı tıp kitaplarında şunu gördüm: Allah Teâlâ, arılar
âlemini şu şekilde yönlendirmektedir: Havada geceleyin çok latîf çiğler meydana
gelir. Bunlar ağaçların yapraklarına konar. Çiğlerin damlaları bazan ağaçların
ve çiçeklerin üzerinde, dağınık çok küçük lekeler halinde bulunuyor; bazan da her
birinden belli bir miktar toplanmış şekilde çok oluyorlar. İkinci çeşidi,
mesela kudret helvasında olduğu gibidir. Bu helva, havadan inen ve bazı
beldelerde ılgın ağacının yapraklarında toplanan çiğlerdir. Bunlar elle
tutulabilir.
Birinci kısım İse,
Allah Teâlâ'nın arıya ilham ettiği şeydir. Arı, o zerreleri çiçeklerden ve
ağaçların yapraklarından .ağızları ite toplar, onları yer ve onlarla beslenir.
Doyduğunda, yeniden onlardan biraz ağzıyla toplar ve onu peteklerine getirip
Koyarlar. Çünkü onlar kendileri için gıda depolama gayretindedirier. Onların
peteklerinde, bu çiğ parçalarından birçok şey birikir. İşte bu baldır.
Bazıları da şöyle
derler: Arı, temiz çiçeklerden ve kokulu yapraklardan birşeyler yer. Allah
Teâlâ, sonra onun yediği o şeyleri, arının bedeninin içinde bala dönüştürür.
Sonra da an onları kusarak, tekrar geri çıkarır ki işte bal budur. Birinci izah
akla daha yakın ve araştırıp incelemeye daha uygundur. Çünkü kudret helvasının
yapısı, tad ve şekil bakımından bala yakındır. Havada, birtakım çiğ
parçacıklarının oluştuğunda ve bunların, ağaçların ve çiçeklerin yapraklarına
düştüğünde şüphe yoktur. İşte burada da böyledir. Hem sonra biz, anların bal
yiyerek gıdalarını aldıklarını müşahede etmekteyiz. İşte bundan ötürü, petekten
balı çıkardığımızda, onunla gıdalansınlar diye, balın bir kısmını anlar için
kovanda bırakırız. Böylece anların bal yediklerini ve onların havadan ağaçlara
düşen o balımsı çiğ damlaları ile gıdalanıp beslenmek için ağaçlara ve
çiçeklere konduklarını biliyoruz.
Bunu iyice kavradığında
biz diyoruz ki: ifadesindeki min edatı, bu izaha göre, teb'iz için değil,
ibtidâ-i gaye içindir.
Daha.onraCenâb-ı Hak,
"Rabbinin yollarına git" buyurmuştur. Bu, "sonra arzu ettiğin
her meyveden ye. Onlardan yediğinde, bal yapma işinde, Rabbinin sana
ilham edip anlattığı yoluna gir" demektir. Yahut da bununla, "O,
meyveleri arayıp bulmak için, Rabbinin yoluna gir" manası kastedilmiştir.
Ayetteki zülüla
kelimesine gelince, bununla ilgili iki izah yapılmıştır:
a) Bu
kelime, "sübül" (yollar) kelimesinden "haC'dir. Çünkü Allah
Teâlâ, o yolları arılara münkad kılmış, kolaylaştırmış ve emirlerine vermiştir.
Bu tıpkı, "O, yeryüzünü sizin faydanıza, zelil (âmâde) kılandır" (mm,
15) ayetinde olduğu gibidir.
b)
Bu kelime, feslukî "git" fiilindeki
"sen" zamirinden haldir. Yani "Ey arı, emrolunduğun şeye inkiyâd
ederek, boyun eğerek, diretmeksizin gir" demektir.
[202]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Onların karınlarından çıkar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki
bahis vardır:
Birinci Bahis: Bu,
muhatab sîgasından gâib sığasına dönülen bir üslûptur. Bunun sebebi şudur:
Bunların zikredilmesinin maksadı, mükellef olan insanın, bunlar ile, Allah'ın
hikmetine, kudretine ve gerek ulvi, gerekse süfli" alemdeki herşeyi güzel
ve yerli yerinde düzenleyip yürüttüğüne istidlal etmesidir. Buna göre sanki
Cenâb-ı Hak arıya, önceki ifadeleri ile hitap edince, insana dönerek,
"Biz, o arıların karınlarından renk renk içecekler çıkartmak için, arıya
bu enteresan şeyleri ilham ettik" buyurmuştur.
İkinci Bahis: Bazı
kimselerin "Bal, havada meydana gelen ve ağaçların ve çiçeklerin
yapraklarına düşen, arı tarafından yenen şeydir" dediğini söylemiştik.
Eğer biz bu izahı benimsersek, ayetteki, "karınlarından çıkar"
ifadesi ile, "ağızlarından çıkar" manası kastedilmiş olur. Bedenin
içindeki her boşluk, "batn" (karın) adını alır. Baksana insanlar,
beyin boşluğunu kastederek "batnu'd-dirnâğ" deyimini kullanırlar.
İşte bu ayette de, "butun" kelimesi ile "ağızlar" manası
kastedilmiştir. Fakat ehl-i zahire göre, bal, arının yapraklardan ve
meyvelerden yeyip kustuğu şeydir. İşte bal budur. Bu söz açıktır.
[203]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Renkleri çeşitli içecekler... Onda, insanlar için şifa vardır"
buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ balı," işte şu üç sıfatla nitelemiştir:
Birinci Sıfat: Onun
içecek bir şey olmasıdır. Durum böyledir. Çünkü bazan bizzat o içilir, bazan da
(su katılarak) şerbet yapılır.
İkinci Sıfat: Onun
renklerinin farklı farklı oluşu. Balın kırmızı, beyaz ve sarı olanı vardır. Bunun
bir benzeri de, "Dağlardan, beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli
ve kuzgönî siyah yollar yaptık"{?m, 2i) ayetidir. Bundan maksat,
"tabiat (yarattı)" görüşünü iptal etmektir. Çünkü bütün bu cisimler,
karakterleri açısından aynı oldukları halde, farklı farklı renklerde olunca, bu
durum, o renklerin meydana gelmesinin, tabiatın var etmesiyle olmayıp, hür ve
irade sahibi bir failin düzenlemesiyle olduğuna 3etalet eder.
Üçüncü Sıfat:
"Onda, insanlar için bir şifa " olmasıdır. Bu hususta da iki
görüş vardır:
[204]
Birinci Görüş: Doğru
olan bu görüşe göre, bu ifade, bal ile ügildir. Buna göre "Bal, safraya
zarar verip öd kesesini depreştirdiği halde, İnsanlar için nasıl i'
olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ, onun bütün insanlar, her
hastalık fer durum için şifâ olduğunu söylememiştir. Aksine o, bazı kimseler ve
bazı dar için şifâ olunca, "şifa" diye tavsif edilmesi uygun
olmuştur. Balın genel "şifa" olduğuna şu da delâlet eder: Her
ma'cûnun (ilacın), tam ve mükemmel onun bal ile karılıp katılarak macun
edilmesine bağlıdır. Hem balgamlı hastalıklarda, baldan yapılan şerbetlerin çok
büyük faydası vardır.
İMncİ Görüş: Mücâhtd'e
ait olan bu görüşe göre, ayetteki bu tabir ile, Kur'ân'ın nsarîar için şifa
oluşu kastedilmiştir. Buna göre, arının bal yapma hadisesi, "Onların
rdânndan renkleri çeşitli içecekler çıkar" ifadesi ile tamamlanmıştır.
Daha sonra -ı Hak, yeni bir cümleye başlayarak, "Onda yani bu Kur'ân'da,
mesela arı linde olduğu gibi, insanların küfür ve bid'atları için şifâ olacak
şeyler vardır" tayurmuştur. İbn Mes'ûd (r.a)'un: "Bal, her hastalığa
şifadır. Kur'ân da, göğüste ve akılda) olan her derde devadır" dediği
i.vayet edilmiştir. Bil ki bu görüş . Bunun zayıf olduğuna şu iki husus delâlet
eder:
1) Ayetteki
fîhi "Onda" zamirinin, en yakınında olana râci olması gerekir. En
falan olan ise "Renkleri çeşitli içecekler" ifadesidir. Fakat bunun,
dana önce hiç geçmediği halde, "Kur'ân"a râcî olduğunu söylemek
münasip değildir.
2) Ebû Sâ'îd
el-Hudrî (r.a) şunu rivayet etmiştir: Birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'e pe*ç:
"Kardeşim karnından şikayet ediyor" der. Hz. Peygamber (s.a.s) de:
"Ona om tçir" buyurur. O adam gider, daha sonra gelir ve: "Ona
bal içirdim, ama faydası 3r%adı" dör. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s):
"Git ve ona yine bal içir" buyurur. Adan gider ve yine bal içirir.
Derken kardeşi, bağından çözülmüş gibi olur, rahatlar. "2 Peygamber
(s.â.s) de: "Allah doğru söyledi, kardeşinin karnı ise yalan söyledi"
buyurur.[205] Sahabe, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in bu beyanını Cenâb-ı Hakk'ın, "Onda, insanlar için şifa
vardır" ayetine hamfetmişlerdir. Bu, ancak bu ifade balın bir sıfatı
olursa doğru olur.
Eğer birisi, "Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bu ifadesi ile ne kastedilmiştir?" derse, biz deriz
ki: "Öyle anlaşılıyor ki Hz. Peygamber (s.a.s), o balın faydasının
sonradan ortaya çıkacağını vahyin nuru ile biliyordu. Halbuki Hz. Peygamber
(s.a.s) onun faydasının daha sonra ortaya çıkacağını bilmekte beraber, ilk anda
zuhur etmeyince, bu, sanki bir yalan gibi olmuş oldu. İşte bundan dolayı bu
ifadeyi kullandı.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
ayeti "işte bunda tefekkür edecek kimseler için, elbette bir ayet
vardır" buyurarak bitirmiştir. Bil ki bu ifadedeki "ayet" sözünü
şu hususlarla izah edebiliriz:
1) Bu, daha
önce de bahsettiğimiz gibi, anya, altıgen petekler yapma ve benzeri halleri
gibi ince ve sırlı bilgilerin verilmesidir.
2) Bu, arının ağaçlardan ve yapraklardan, o
balımsı çiğleri bulup yemesidir.
3) Bu, Allah
Teâiâ'nın o faydalı zerrecikleri hava boşluğunda yaratıp, sonra onları
ağaçların ve yaprakların uçlarına atması ve onları dağıttıktan sonra, arıya
onları toplamasını emretmesidir. Bütün bunlar, âlemin ilahının, mahlûkatı
terbiye etmeyi, hikmet ve maslahatları gözetmeye bina ettiğine delalet eden
dikkate şayan şeylerdir. Allah en iyisini bilendir.
[206]
"Sizi Allah
yarattı. Sizi yine O öldürecek. İçinizden kimi -bildikten sonra birşey
bilmesin diye- ömrün en sefil şekline kadar geri götürülür. Allah hakkıyla
bilen, kemaliyle kadir olandır" (NahI. 70).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[207]
Allah Teâlâ,
canlıların çeşitli .ilginç durumlarından bahsedince, bundan sonra da insanların
çeşitli hallerinin
bir kısmını ele
almıştır. Meselâ bunlardan birisi, bu ayette e-e alınan husustur ki, bu, insan
ömrünün mertebesine bir işarettir. Hükemâ, insan :Trünün şu dört mertebesi
bulunduğunu tespit etmiştir:
1) Büyüyüp gelişme çağı.
2) Duraklama çağı, ki bu, gelişme yaşıdır.
3) Yavaş
yavaş düşüş, aşağıya inme, gerileme çağı ki bu, "kuhulet-olgunluk"
çağıdır.
4) Hızlı bir
biçimde düşüş (inhitat) çağı. Ki bu da, ihtiyarlık yaşıdır. Cenâb-ı Hak,
onUarın bu mertebelerin bazısından bazısına intikal etmesiyle intikal ettirenin
kendisi a istidlalde bulunmuştur.
[208]
Tabiatçı doktorlar
ise, "Bu geçişi yapan, insanın tabiatıdır" demişlerdir. Ben görüşlerini özet bir biçimde vereceğim; zayıf
ve yanlış olduğunu beyan «deceğim. Bu durumda da geriye, onları İntikal
ettirenin Allah olduğu gerçeği
atacaktır, Ve işte bu noktada, Allah Teâlâ'nın bu ayette bahsettiği şeyin,
ciddî delil 'de doğruluğu ortaya çıkacaktır. Tabiatçılar şöyle demişlerdir:
İnsanın bedeni, meni hayız kanı (kadının yumurtasından meydana gelmiştir. Meni
ile bu kan (yumurta) ve rutubetli iki cevherdirler. Hararet, rutubetli maddede
müessir olduğunda, rutubeti azalır ve ona bir tür kuruma durumu sağlar. Bu,
görülen ve müşahede malum bir husustur. Bu iki cevherdeki hararet kuvveti,
ondaki rutubeti Utmaya devam eder. Derken, uzuvlar sertleşir ve o uzuvlarda bir
tür oluşumlar meydana gelir. Kemik, kıkırdak, sinir, boşluklar arasındaki
zarlar, dokular ve diğer •ganlar meydana gelir. Bedenin oluşumu tam ve mükemmel
olduğunda cenîn, annenin rahminden ayrılır. Bu durumda da, dünyaya gelen
cenînde de rutubet hali u ııdir. Bunun delili, senin, çocuğun annesinden ayrıldıktan
sonra da, uzuvlarının yumuşak, ince, kemiklerinin de yapısı gereği kıkırdağa
yakın bir yumuşaklık ve «ineklikte olduğunu müşahede etmendir. Sonra çocuğun
bedenindeki hararet o ptfubetlere tesir eder ve onu gitgide azaltır. Beden için
üç durum söz konusudur:
Birinci Durum: Bedenin
rutubetinin, hararetinden fazla olmasıdır. O zaman -ruviar, uzamayı, büyümeyi
ve gelişmeyi kabul eder ki, bu, gelişip büyüme yaşıdır. B» yaş, otuz veya
otuzbeş yaşına kadar devam eder.
İkinci Durum: Bedenin
rutubetinin, olduğundan daha az bir hale gelmesidir. Bu :_r_mda o rutubetler, o
aslî tabiî harareti tastamam korur. Ancak ne var ki onlar, bu miktardan
daha fazla olmazlar. Bu, duraklama yaşıdır ki, aynı zamanda da tam gençlik
çağıdır. Bunun en son noktası, bu çağın son beş yılıdır ki, bu tamamlandığında
kişinin yaşı kırk olur.
Üçüncü Durum:
Rutubetlerin azalması ve aslî, tabiî harareti tastamam koruyabilecek bir
durumda olmaması. İşte bu noktada noksanlık başlar. Sonra bu noksanlık, bir
sûre sezilmez bir halde devam eder ki bu, "kuhûlet" (olgunluk)
çağıdır ki bunun tamamı, altmışta biter. Bu noktadan sonra, noksanlaşma ve
geriye dönüş hızlanarak, gözle görülür bir hal alır ki, bu da ihtiyarlık
çağıdır. Bu da, yüzyirmi yaşına kadar devam eder. İşte, doktorların bu konudaki
görüşlerinin özeti budur.
Bana göre bu
değerlendirme zayıftır. Bunun zayıf olduğuna şu hususlar delalet etmektedir:
1) Biz diyoruz ki, menî'nin menî olma ve kanın
(yumurtanın) da kan (yumurta) olduğu başlangıç safhasında rutubet hali
galiptir. Tabii hararet ise, etkisiz durumdadır ve bu sebeple de zayıftır.
Sonra o zayıf olmasına rağmen, o rutubetlerin pekçoğunu kan ve menî oluş
noktasından, kemik, kıkırdak, sinir ve doku olma haline geçirmeyi başarır.
Uzuvlar, organlar meydana gelip beden mükemmelleştiğinde de, rutubetler azalır.
Böylece, o tabiî hararetin, daha öncekinden pek çok fazla olması icab eder.
Bu sebeple de,
bedenin oluşup mükemmelleşmesinden sonra,
rutubetlerin çözülmesinin, bedenin oluşmasından önceki çözülmesinden
daha fazla olması gerekir. Halbuki durumun hiç de böyle olmadığı malumdur.
Çünkü beden oluşmadan önce, menî ve kan (yumurta) maddesi, kemik ve sinir olma
haline geçmiştir. Ama beden oluştuktan sonra, böylesi bir geçiş tahakkuk
etmediği gibi, onun yüzdebiri bile tahakkuk etmemiştir. Binâenaleyh, organların
oluşumu şayet hararetin rutubete tesiri sebebiyle olmuş olsaydı, o zaman beden
mükemmel leşti kten sonra rutubetlerin dağılıp çözülmesinin, bedenin
oluşmasından önceki dağılıp çözülmeden daha fazla olması gerekirdi. Durum böyle
olmayınca biz, hem bedenin oluşmasının canlıların bedenlerini maslahatlarına
uygun bir biçimde yöneten hakîm ve kadir bir varlığın tedbiriyle olduğunu, hem
de bedenin oluşmasının tabiplerin ileri sürdüğü gibi hararetin rutubete tesir
etmesiyle olmadığını anlamış bulunuyoruz.
2) Şöyle
diyoruz: Tekemmül etmiş bir insanın bedeninde bulunan tabii hararet ya nutte
cevherinde bulunan hararetin, aynı olur veyahut da ondan daha fazla bir halde
olmuş olur. Birincisi batıldır, çünkü nutfe cevherinde bulunan tabiî hararet,
nutfenin kütlesi miktarına göre olur. Nutfenin kütlesinin az ve küçük olduğunda
şüphe yoktur. Binâenaleyh, bu beden büyüdükten sonra, şayet onda bu kadar tabii
bir hararet bulunmuş olsaydı, bu son derece az olur ve bedende de bir tesiri görülmezdi.
İkincisine gelince, tabii hararetin, bedenin büyümesi nisbetinde artacağını
kabul etmektir. Her an tabii hararet gitgide artıp, onun artmasının da her an
daha fazla kuvveti ve sıhhati gerektirdiği, icap ettirdiği sabit olunca, o
zaman canlının bedeninin devamlı bir şekilde artıp mükemmelleşmeye doğru
hareket etmesi gerekir, Durum söyle olmadığına göre canlının bedeninin
durumunun artmasının eksilmesinin tabiatı gereği değil, tam aksine hür ve irade
sahibi bir failin yönetmesiyle olduğunu anlamış oluyoruz,
3) Bu bizim,
"el-Keblr fî't-Tıb" adlı eserimizde, tabiplere karşı Öne sürdüğümüz,
şu husustur. Biz diyoruz ki: Farzedelim ki, tabii rutubet tabii hararete denk
olsun. O halde daha nasıl siz, "tabii hararetin, olduğundan daha az olması
gerektiğini ve -sanın, gençlik yaşından noksanlık yaşına (sinn-i kuhûlet)
geçtiğini söylüyorsunuz? Çünkü onlar şöyle diyorlardı: Bunun sebebi şudur:
Böyle bir denklik tahakkuk ettiğinde, bu noktadan sonra tabii hararet, tabii
rutubetlerin kurumasına tesir eder. Böylece de, o tabii rutubetler gitgide
azalır, derken tabii harareti muhafaza edemeyecek bir hale gelir. Bu hal
tahakkuk ettiğinde, tabii hararet de zayıflar. Çünkü tabii rutubet, tabii
hararetin adeta bir gıdası gibidir. Gıda azaldığında, gıdalanan da zayıflar.
Netice olarak diyebiliriz ki: Tabii hararet, tabii rutubetin azalmasını; tabii
-.itubetin azalması da, tabii hararetin zayıflamasını gerektirir.
Bu ikisinden birisinin
zayıflamasından da, ortada tabii rutubetten hiçbir şey «almayıncaya kadar
diğerinin zayıflaması gerekir. Bu durumda da, tabii hararet söner ve ölüm denen
hadise meydana gelir. İşte, tabiplerin bu konuda söyledikleri şeyin neticesi
budur ki, bu da zayıftır.
Çünkü biz diyoruz ki,
tabii hararet, tabii rutubetin kuruyup azalmasına tesirini nasıl ettiğinde,
şöyle denilmesi niçin caiz olmasın: "Gıda veren kuvvetler, bu tabii
"jtubetin yerini tutan şeyleri temin eder.fl Bu noktada tabipler ise,
"Gıda veren • „ .vetler, o tabii rutubetin yerini tutacak şeyleri, tabii
hararetin kuvvetli olması halinde •emin edebilir. Ama, hararet zayıfladığında
ise, bu olmaz" derler. Bu noktada biz de diyoruz ki: Bu durumda,
"devr-i fasit" gerekir. Çünkü, tabiî rutubet, gıda veren -jvvetler,
onların yerini tutacak şeyleri tastamam yerine getirmediğinde azalır ve -oksanlaşır.
Gıda veren kuvvetler de, tabii hararet zayıf olduğu zaman, rutubetin /erini
tutacak olan şeyleri temin etmekten aciz olur. Tabii hararet de, tabii
rutubetin azalması durumunda zayıf olur. Bu azlık, gıda veren kuvvetler, o
tabii rutubetin yerini tutacak olan şeyleri temin etmekten aciz olduğu zaman
söz konusu olur. Böylece, tabiplerin görüşüne göre "devr-i fâsif'in
gerektiği sabit olmuş olur ki, devr-i fasit ise zaten batıldır. Yine böylece,
insanın bir yaştan başka bir yaşa geçmesini, o tabiplerin öne sürmüş oldukları
tabiat fikrine bağlamanın, onlar aleyhine, bu bahsedilen mkânsızlıklara yoi
açtığı sabit olmuş olur. Binaenaleyh, bu fikir batıl olmuş olur. Bu görüş batıl
olunca da bu durumları, canlıların bedenlerini onların menfaatlerine uygun oir biçimde
tedbir eöen merhametli, hakîm, her şeye kadir, hür bir irade sahibi bir lana
kesinkes isnad etmek gerekir. Zaten, elde edilmek istenen netice budur.
Ben bir gün, Mürselât
Sûresi'ni okuyordum. Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, sizi bayağıbir sudan yaratıp,
onu belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirmedik mi? işte biz (bunu)
kudretimizle yaptık. Demek ne güze! kadirleriz. Yalan sayanların vay o gün
haline!" (Mürseiat, 20-24) ayetlerine vardığım zaman şunu söyledim: Bu
yalanlayıcılardan maksadın, canlıların bedenlerinin oluşmasını, tabiata ve
hararetin rutubete tesirine isnad edenler olduğunda şüphe yoktur. Ben, ey
izzetli Rabbim, kalbimin derinliklerinden ve onun samimiyeti ile, bu tür
tedbirlerin, tabiat tarafından değil, tam aksine ahkemü'l-hâkimîn ve ekreme'l-ekremîn
olan, her şeyi bilen bir yaratıcı tarafından olduğuna iman ettim!
Bunu iyice
kavradığında, Cenâb-ı Hakk'ın , "Sizi Ailah yarattı" ifadesinin
doğruluğu aklî delil ile de doğrulanmış olur. Çünkü, insanların ve diğer
canlıların bedenlerini yaratanın, tabiat değil, tam aksine Allah (c.c) olduğu
kesinlik kazanmış olur.
Cenâb-ı Hak "Sizi yine O öldürecek"
buyurmuştur. Biz, o tabiatçıfarın
ölümün meydana
gelişinde ileri sürdükleri sebebin fasit ve batıl olduğunu, bu görüşe göre
"devr-i fasit"in gerektiğini izah etmiştik. Binaenaleyh, bu batıl
olunca, ölüm ve hayatın ancak Allah'ın yaratması ve takdiri ile tahakkuk ettiği
sabit olmuş olur.
[209]
Cenâb-ı Hak, "İçinizden kimi, ömrün en sefil şekline
kadar geri götürülür" buyurmuştur. Biz, daha önce tabiatın, insanın kemal
noktadan noksanlığa, kuvvetten zayıflığa geçişinin illeti olamayacağını delil
ile beyan etmiştik. Öyleyse, insanın gençlikten ihtiyarlığa, sıhhatten
düşkünlüğe ve yaşlılığa, kâmil akıl mertebesinden bunaklığa ve her şeyden
habersiz olma haline geçişinin tabiatın gereği değil de, tam aksine bunu
yapanın hür ve irâde sahibi bir failin yaptığına katî olarak hükmetmek gerekir.
Bizim anlattıklarımız sabit olunca, Kur'ân'ın lafzının delâlet ettiği şeyin
sıhhatinin, Kur'ân'ın kesin ifadesiyle sabit olduğu ortaya çıkar.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah hakkıyla bilen, kemaliyle kadir olandır" buyurmuştur. Bu,
bahsettiğimiz her şeyin üzerine bina edildiği temel bir düsturdur. Bu böyledir,
çünkü tabiat, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edemeyen bir cahildir.
Binaenaleyh, insandaki bütün bu oluşum ve hareketlerin ona mal edilmesi mümkün
değildir. Ama, alemin ilahı onu yaratıp yöneten ise, ilimde ve kudrette kâmil
olandır. İlminin kâmil olmasından dolayı, maslahat ve mefsedetlerin miktarını
bilir, kudrette kâmil olduğu için de. maslahatları gerçekleştirmeye,
mefsedetleri de def etmeye kadir olur. İşte bundan dolayı şüphesiz, canlıları
yaratmayı alemin ilahına isnat etmek mümkün olmuştur, ama onu tabiata isnat
etmek mümkün değildir. Allah en iyisini bilendir.
[210]
Bu mesele, ayetin
ihtiva ettiği lafızları tefsirle alâkalıdır. Müfessirler bu ayete şu manayı
vermişlerdir: "Allah sizi, hiçbir şey değilken yaratmış, sonra da ömürleriniz
sona erdiğinde
canınızı almıştır. İçinizden bazıları da, "erzel-i ömr"e
düşürülmüştür." "Erzeli'l-Ömr" ömrün en sefil ve en düşkün
olanıdır. Nitekim Arapça'da değersizliği ifade için
"Rezule'ş-şey'u yerzulu - rezâleten
– erzelehû gayruhu"
(birisi telanı rezil kıldı) denilir, "...en aşağı tabakalarımızdan başkasının..." (Hûd, 27) ve ''Arkana
hep bayağı kimseler (erze\ûn)
düşmüşken..."(şuara, m) ayetleri de bu manadadır.
[211]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"İçinizden kimi, ömrün en sefil şekline kadar geri götürülür"
ifadesi, müslüman kimseyi de içine alır mı, yoksa bu, sadece kâfirlerle ilgili
bir ifade midir? Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Bu,
müslüman kimseyi de içine alır. Bu sebeple "erzel-i ümür"ün, uzun bir
ömür demek olduğu ileri sürülmüştür. İşte bu izah doğrultusunda Hz. Ali
(r.a)'den "Erzel-i ümür, yetmiş senedir" dediği rivayet edilmiştir.
Katâde bunun, doksan sene olduğunu söylerken, Süddî bunun bunaklık olduğunu
belirtmiştir. Birinci kanaat daha uygundur, çünkü bunaklık, aklın zail olup
gitmesi demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, 'İçinizden kimi -bildikten sonra
birşey bilmesin diye- ömrün en sefil şekline kadar geri götürülür"
buyruğu, Allah Teâlâ'nın o kimseyi, aklını gidermek için erzel-i umre
düşürdüğüne delalet eder. Binaenaleyh, şayet erzel-i ümürden kastedilen, aklın
gitmesi olsaydı, o şey kendisinden istenen gayenin bizzat kendisi olurdu ki, bu
batıldır.
İkinci Görüş: Bu,
müslümanları kapsamaz. Ömrünün uzun olması sebebiyle, müslümanın Allah nezdinde
değeri daha da artar. Bu sebeple onun hakkında, "Allah onu erzel-i umre
düşürmüştür" denilemez. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onu
aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip de güze! güzel amellerde
bulunanlar başka"(Tin,5-6) ayetidir. Böylece, Allah Teâlâ iman edip güzel
amel işleyenlerin esfel-i sâfiline düşürülmeyeceklerini beyan buyurmuştur.
İkrime de: "Kim Kur'ân okursa, erzel-i ümüre düşürülmez" demiştir.
Cenâb-ı Hak, "Allah hakkıyla bilen, kemâliyle kadir olandır"
buyurmuştur. İbn Abbas bu ifadeye: "Allah, dost ve düşmanın ne yaptığını
bilen ve istediği herşeye kadir olandır" manasını vermiştir.
[212]
Bu ayet, âlim, hür ve
irade sahibi fail bir ilahın varlığına delalet ettiği gibi, öldükten sonra dirilme ile
Kıyametin
varlığına da delalet
eder. Bu böyledir, çünkü insan, mahzâ yokluktu. Derken Allah onu yoktan yarattı, sonra da
ikinci kez onu yok etti. Binâenaleyh bu, o kimse ilk defa ma'dûm (yok) olup,
onun ikinci kez yokluğa dönmesi de mümkün olunca, tıpkı bunun
gibi, o mevcut olup sonra da yok olduğunda, onun tekrar varlık alemine
dönmesinin mümkün olması gerektiğine delalet eder. Hem o nutfe iken ölüydü,
sonra canlı oldu, daha sonra Oluverdi. Şu halde, ilk ölümü caiz olunca, ikinci
Ölüm de caiz olur. Tıpkı bunun gibi, ilk hayat mümkün olunca hayatın avdet
etmesinin mümkün olması da gerekir. Hem insan, çocukluğunun başlangıcında
hiçbir şey bilmeyen cehalet içinde bir varlık idi. Sonra da bilen, akleden ve
anlayan bir hale geçiverdi. Bu sebeple o, erzel-i ümüre düşünce, çocukluk
devresinin ilk zamanlarındaki duruma dönmüş olur ki, bu durum herhangi bir şeyi
akledememesi ve anlayamamasıdır. Binaenaleyh, ilk defada aklın ve anlayışın
olmaması, insanın, ömrünün sonunda aynen bizzat geriye dönmüş olur.
Binaenaleyh, mevcut olup da sonradan zail olan aklın da, ikinci kez geriye
dönmesinin caiz olması gerekir. Bu ifadelerin doğruluğu bu şekilde sabit
olunca, ölüp de yok olan kimsenin, varlığının, hayatının ve aklının ikinci kez
avdet etmesinin caiz olduğu sabit olur. Durum böyle olunca, öldükten sonra
dirilmenin, haşir ve neşrin hak ve gerçek olduğu görüşü kesinlik kazanmış olur.
Allah en iyisini bilendir.
[213]
"Allah rızık
hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. O üstün kılınanlar, onda hepsi
eşit olmak üzere, azıklarım ellerinin altındakilere vermezler. O halde bunlar
Allah'ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?" {Nahl. 71).
[214]
Bil ki bu, insanın bir
başka halinin nazar-ı dikkate alınmasıdır. Bu böyledir, zira biz, insanların en
zekisinin, en akıllı ve en anlayışlısının, ömrünü azıcık bir dünyalık elde
etmek için tükettiğini, ama buna rağmen bunun ona müyesser ve nasip olmadığını;
ama, insanların en cahilinin ve en az akıllı ve en az anlayışlı olanına da,
dünyanın bütün kapılarının sonuna kadar açıldığını, hatırına gelen ve gönlünden
geçirdiği her şeyi o anda elde ettiğini görmekteyiz. Binaenaleyh, şayet bunun
sebebi, insanın çabalaması, sa'yi. gayeti, cehdi ve zekası olmuş olsaydı, o
zaman en akıllı olanın, işte bu hususlarda en üstün ve en ileri durumda olması
gerekirdi. Biz, en zeki olanın, en az payı; en cahil ve en ahmak, en hasîs
olanın da en çok hisseyi aldığını gördüğümüzde, bunun, taksim eden (AHah)'ın
taksimi sebebiyle olduğunu anlamış bulunuyoruz. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbinin
rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini
aralarında biz taksim ederiz"(Zuhmt, 32) buyurmuştur. İmâm Şafii de şöyle
demiştir: "Kaza ve kaderin mevcudiyetine delâlet eden delillerden birisi
de, akıllı kimse sıkıntı içinde yaşarken, ahmak kimselerin ise, son derece
güzel bir yaşayış içinde olmasıdır."
Bil ki bu farklılık,
mala tahsis edilmemiştir. Aksine bu, zekilik-ahmaklık, güzellik -çirkinlik,
akıllılık-sefihlik (kıt akıllılık), sağlık-hastalık, güzel isim, şan şeref
(yâd) -çirkin isim vb. hususlarda da söz konusudur. Bu, sahili olmayan bir
ummandır.
Ben yolculuğun
birisinde, mal mülk sahibi kimselerden birisiyle beraberdim. O melikin malı
çok, makamı muhteşemdi. Onun önünde, pekçok binit güdülür, sürülürdü. Ama o,
onlardan herhangi birisine binemezdi (hastaydı). Yine çoğu kez, onun yanında
iştah açıcı, gönlün arzu edeceği pekçok yemek ve güzel kokulu meyveler
bulunduğu halde, yine o bunlardan hiçbirisini yiyemezdi. Halbuki içimizde
öyleleri de vardı ki, kuvvetli bir bünyeye sahip olmasına rağmen, karnını
doyuracak bir şey bulamıyordu. Binaenaleyh, bolluk içinde olan o melik, her ne
kadar malı açısından o fakirden üstün idiyse de, ancak ne var ki bu fakir de,
sıhhat ve kuvvet bakımından o melikten üstün idi. Bu, insanın nazar-ı itibara
aldığında, hayretini artıran geniş bir mevzudur.
Ayetteki "O üstün
kılınanlar, ...nzıklarını ellerinin altındakilere verici değillerdir..."
buyruğu hakkında iki görüş vardır:
[215]
Birinci Görüş: Bundan
önceki cümlede mevzubahis edilen mutluluk ve -mutsuzluğun, ancak Allah
tarafından olduğu hususunu iyice izah etmek kastedilmiştir. 5jna göre mana
şöyle olur: "Efendiler ve kölelerin tamamını biz rızıklandırıyoruz. Onlar,
benim rızıklandırmam hususunda eşittirler. Öyleyse efendiler, rızık olarak
terhangi bir şeyi kendi yanlarından kölelerine verdiklerini sanmasınlar. Bu,
onların vasıtasıyla o kölelere vermiş olduğum benim rızkımdır." Bu sözün
neticesi de, rızık •örenin Allah Teâlâ olduğunu, mâlikin (köle ve mal sahibi
kimselerin) kölelerine kendi katlarından rızık vermediklerini; tam aksine köteyi de
efendiyi de rızıklandıranın Allah Teâlâ olduğunu beyan etmektir . Sözün özü
şudur: Çoğu kez köle, efendisinden akıl yönünden daha mükemmel, cüsse olarak
daha kuvvetli, iyi ve kötü şeylere daha fazla vukuf sahibidir. İşte bu, o
köleyi zelîl; o efendiyi de aziz kılan AHah olduğuna delalet eder. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "... Kimi dilersem onun kadrini yükseltir, kimi dilersem onu
alçaltınm"{ah imran, 26) buyurmuştur.
[216]
İkinci Görüş: Bu
ayetle, Allah Teâlâ'ya şirk koşan kimselere reddiyede bulunmak murad
edilmiştir. Buna göre bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Bu, put
ve esnâme (heykellere) tapanlara bir reddiyedir. Buna göre sanki şöyle denilmek
istenmiş olur: "Allah, efendileri kölelerine üstün kılmış ve köleyi
efendisiyte beraber, herhangi bir mütke
kadir kılmamış, onu
mülk sahibi yapmamıştır.
Binaenaleyh, madem ki sizler, mülkiyet hususunda kölelerinizi kendinize eşit ve
denk kılmıyorsunuz, o halde daha nasıl ibadet olunma hususunda, bu cansız
varlıkları, bana denk ve eş tutuyorsunuz?"
b)
İbn Abbas (r.a), bu ayetin, Necrân
Hristiyanları hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü onlar, Hz. İsa'nın,
Allah'ın oğlu olduğunu iteri sürüyorlardı. Buna göre mana, "Sizler, malik-
olduğunuz şeylerde, size eşit ve denk olurlar diye, kölelerinizi mal mülk
sahibi yapmıyorsunuz. O halde, daha nasıl, benim kutumu benim çocuğum ve
ulûhiyyette benim ortağım kılabiliyorsunuz?"
[217]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onda hepsi eşit olacak tarzda" buyurmuştur. Bu ifadenin
başındaki fâ harfi, hattâ manasındadır. Buna göre ayetin manası şöyle olur:
"Rızkı bol verilenler, mallarını, kuleleriyle malca eşit olacak derecede,
onlara vermezler."
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"O halde bunlar, Allah'ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?"
buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır:
[218]
Asım'ın Ravisi Ebu
Bekr'in rivayetine göre Asım, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi Allah yarattı"
<Natn, 70) ve, ilAllah kiminizi kiminizden üstün'kıldı" (Nam, 71) ifadelerinden
dolayı muhatap sîgasıyla olmak üzere tâ ile techadûn şeklinde okurken, diğer
kıraat İmamları ayetteki nüm (onlar) zamirinden dolayı yâ ile yechadûne
şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde ve Ebu Hatim, haberin yakın olmasından dolayı
bu ikinci kıraati (mana bakımından) tercih etmiştir. Hem, hitabın zahiri,
müslumanlaradır. Halbuki müslümanlar, Allah'ın nimetlerini inkâr etmekte
muhatab tutulmazlar.
[219]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O halde bunlar, Allah )n nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?" buyruğu ile, Allah'ın, bu delili, aleyhlerine olarak getirmiş
olduğu müşriklere karşı bir yadırgama ve inkârın kasdedildiği hususunda şüphe
yoktur. Buna göre eğer, "Onlar, putlara ibadet etmeleri sebebiyle Allah'ın
kendilerine olan nimetini nasıl inkâr etmiş olurlar?"
denilirse biz deriz ki:
Bu hususta, şu iki
izah yapılabilir:
1) Her türlü
hayrı veren Allah Teâlâ olup, kim de Allah'a ortak koşar ve o hayırların bir
kısmını, koştukları o şeriklere nisbet ederse, böylece o kimse o hayırların
Allah katından olduğunu inkâr etmiş olur. Hem tabiatçılarla müneccimler, bu
nimetlerin pek çoğunu tabiata ve yıldızlara mal ederler ki, bu da onların, o
nimetlerin Allah'tan olduğu hususunu inkâr ettiklerini gösterir.
2)
Zeccâc şöyle demiştir: "Bununla şu
kastedilmiştir: Allah, bu delillerini, her insanın anlayacağı bir biçimde
açıklayıp ortaya koyunca, işte bu, insanlara Allah tarafından in'âm edilmiş
olan büyük bir lütuf olmuş olur. İşte bu noktada Cenâb-ı Hak, "Bu delillerimi,
beyyinelerimi izah edip beyân etmem hususundaki nimetlerimi mi inkâr
ediyorlar?" buyurmuştur.
[220]
Ayet-i kerimedeki efe
bi ni'meti tabirinde bulunan bâ harf-i cerrinin, zâid olması mümkündür. Çünkü,
"Cahade" fiili, bâ harf-i
cerriyle müteaddî olmaz. Bu,
tıpkı senin: "Huzi'l-hıtâme,
huz bi'l-hitâmi" (yuları tut, al); "Ta'allaktu Zeyden, Ta'allaktu bi
Zeydin" (Zeyd'e tütündüm...) demen gibidir. Buradaki "cahade"
fiiliyle, küfür manasının kastedilmiş olması, böylece de, "Kefere - (inkâr
etti) manasına geldiği için bâ ile taaddî etmiş olması da mümkündür. Allah en
iyi bilendir.
[221]
"Allah sizin için
kendilerinizden çiftler yaptı. Size çiftlerinizden oğullar ve torunlar verdi
ve sizi güzel güzel nimetlerden nzıklandırdı. Şimdi batıla inanıyorlar da
onlar, Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar"
{Nahl, 72).
Bilesin ki bu,
kendisiyle hakîm, hür ve irâde sahibi bir ilâhın varlığına istidlal edilmesi ve
Allah'ın, kullarına bu denli nimetlerle in'âmda bulunduğuna dikkat çekmek için,
insanların hallerinden, Allah'ın bahsettiği bir başka çeşit haldir. İmdi
Cenâb-ı Hakk'ın "Allah sizin için kendilerinizden çiftler yaptı"
buyruğunun manasının, bazı kimseler şöyle olduğunu söylemiştir: "Bununla,
Cenâb-ı Hakk'ın Havva'yı Hz. Adem'in kaburgasından yaratması
kastedilmiştir." Bu görüş zayıftır. Çünkü HakTeâlâ'nın, "Allahsızın
için kendilerinizden çiftler yaptı" ifadesi, herkese bir hitaptır.
Binaenaleyh bu ifadeyi, Hz. Adem ve Havva ile ilgili saymak delilin- aksinedir.
Aksine bu hüküm bütün erkek ve dişiler hakkında genel bir hükümdür Buna göre
mana, "Allah Teâlâ, kendileriyle erkekler evlensinler diye kadınları
yarattı" şeklinde olur. Ayetteki enfüsiküm ifadesi, tıpkı,
"nefislerinizi ö/dürün "(Bakara, 34) ve "nefsinize selam verin
"(Nûr.ei) ayetlerinde olduğu gibidir. Yani "Birbirinizi öldürün,
birbirinize selam verin" demektir. Bu ayetin bir benzeri de, "Size
nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, ...O'nun
ayetlerindendir"(Rûm, 21) ayetidir. Doktorlar ve tabiatçılar şöyle derler:
"Erkekle dişi arasındaki fark şu bakımdandır: Huy bakımından sıcak otan,
erkektir, daha "rutubetli" ve soğuk olan ise kadındır." Bu
görüşte olanlar sonra şöyle derler: "Menî erkeğin sağ husyesine dökülüp,
sonra oradan kadının rahminin sağ tarafına dökülürse, çocuk tam bir erkek olur.
Eğer meni erkeğin sol husyesine dökülür, oradan da kadının rahminin soluna
dökülürse, çocuk tam bir dişi olur. Eğer menî, erkeğin sağ husyesine dökülür,
oradan da kadının rahminin sol tarafına akarsa, çocuk dişi karakterinde bir
erkek olur. Eğer meni erkeğin sol husyesine dökülür (toplanır), oradan da
kadının rahminin sağ tarafına akarsa, çocuk, erkek karakterinde bir dişi
olur."
Bil ki bu sözlerin
neticesi şudur: Erkek olmanın sebebi, hararet (sıcaklık) ve kuruluk; kadın
olmanın sebebi ise, soğukluk ve rutubettir. Bu sebep, son derece tutarsızdır.
Biz, kadınlar arasında mizaç ve huyu son derece sıcak olan; yine erkekler
arasında da mizaç ve huyu son derece soğuk olan kimseler görmekteyiz.
Binâenaleyh eğer erkek veya dişi olmanın sebebi bu olsaydı, o zaman böyle
kimselerin bulunması imkânsız olurdu. Böylece, erkeği ve dişiyi yaratanın hakîm
ve kadîm bir ilah oimuş olduğu sabit olur ve bu delil ile de Hak Teâlâ'nın,
"Allah sizin için kendilerinizden çiftler yaptı" buyruğunun yerinde
olduğu ortaya çıkar.
[222]
Cenâb-ı Allah, daha
sonra "Size çiftlerinizden oğullar ve torunlar verdi" buyurmuştur.
Vahidî, "hafede" kelimesinin aslının, "hizmette ve çalışmada
hızlı olmak" manasındaki, "hafdü" masdarından olduğunu; nitekim
Arapça'da birisi koştuğunda, birşeyi çabucak yaptığında,
Hafede-Yahfidü-Hafden-Hufûd ve Hafedân" denildiğini; Kunut duasında da ve
nahfidu "(Rabbim) sadece sana koşar, senin için acele ederiz'' denilişinin
de bu manada olduğunu söylemiştir. "Hafede" kelimesi,
"hâfid" kelimesinin çoğuludur. "Hâfid" ise, sana hizmete
koşan ve sana itaat etmede adeta yarışan herkestir. Bunun cem'i tâ'sız olarak,
tıpkı "rasadü" (gözcüler) gibi, "hafedü" şeklinde gelir. O
halde Arapça'da "hafedetü" kelimesi, yardımcılar ve hizmetçiler
demektir. Bu ayette geçen "hafedetü" kelimesi ile, erkeğin, hanımı
tarafından olan yardımcılarının kastedilmiş olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ,
"Size çiftlerinizden (eşlerinizden), oğullar ve hafede verdi"
buyurmuştur. O halde, kadın (eş) tarafından olmayan "hafede", bu
ayetin muhtevasına girmezler. Bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki:
Bunların damadlar, evlilik dolayısı ile hısım olan kimseler ve çocuğun çocuğu
(torunlar) olduğu ileri sürülmüştür ki bu hususta evlâ olan görüş, hepsinin bu
sözün kapsamına girmiş olmasıdır. Çünkü biz, lafzın, bahsettiğimiz müşterek
manasından ötürü hepsine muhtemel olduğunu beyan etmiştik.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sizi güzel nimetlerden nzıklandırdı" buyurmuştur. Allah,
evlilik vasıtasıyla kullarına, lütuflarda bulunduğundan ve evlilikte çeşitli
fayda ve maslahatlar olduğundan bahsedince, ister meyve, tahıl ve meşrubat gibi
bitkilerden, isterse hayvanlardan olsun, onlara güzel yiyecekler vererek de
lütufta bulunduğunu belirtmiştir.
Daha sonra da
"Şimdi batıla mı inanıyorlar?" buyurmuştur. İbn Abbas
(r.a), bu ayetteki "batıl" ile "putların" kastedildiğini
söylerken; Mukâtil, bununla "şeytanların" kastedildiğini
söylemiştir. Atâ da bu ifadeye, "Onlar, benim bir ortağımın,
eşimin ve çocuğumun olduğuna mı inanıyorlar" manasını vermiştir.
Daha sonra da "ve
Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar?" buyurmuştur. Bu, "o nimetleri
Allah'a mal etmeyerek ve Allah'tan başkasına nisbet etmek suretiyle nankörlük mü
ediyorlar?" demektir. Bu ifade ile ilgili bir başka açıklama da şöyledir:
Allah Teâlâ "Sizi güzel güze! nimetlerden nzıklandırdı" buyurunca,
bundan sonra da, "Şimdi batıla inanıyorlar da onlar, Allah'ın nimetlerine
nankörlük mü ediyorlar!" buyurmuştur. Bununla onların, Allah'ın helâl kıldığı
"bahîra", "sâibe" ve "vasîle" gibi (Bkz. Maide,
103) hayvanları kendilerine haram kılmaları ve Allah'ın haram kıldığı, leş,
kan, domuz eti ve putlar adına kesilen hayvanlar gibi şeyleri, kendilerine
helâl kılmaları kastedilmiştir. Yani, "Onlar, niçin bu bâtıl hükümleri ileri
sürmüş ve tayyibatı (güzel ve hoş şeyleri) helâl, çirkin şeyleri haram kılma
hususunda, Allah'ın nimetlerini inkâr etmiş ve nankörlük yapmışlardır"
demektir. Allah en iyi bilendir.
[223]
"Allah'ı bırakıp
da kendileri için ne göklerden, ne yerden hiçbir rızka, hiçbir şeye malik
olmayan ve buna güçleri dahi yetmeyen şeylere taparlar. Artık Allah için
darb-ı meseller (teşbihler) yapmayın. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz" (Nahl, 73-74).
Bil ki Allah Teâlâ,
tevhidin pek çok delilini açıklayıp, bunlar da tevhidin doğruluğunun delilleri
olduğu için, aynı şekilde kıymetli ve yüce nimetlerinin çeşitlerini saymaya
başlamış ve sonra da bu ayette, putperestlere reddiye olsun diye, "Allah'ı
bırakıp da kendileri için ne göklerden, ne yerden hiç bir rızka, hiçbir şeye
malik olmayan ve buna güçleri dahi yetmeyen şeylere taparlar"
buyurmuştur.' 'Göklerden olan rızık" ile, gök tarafından gelen yağmur;
"yerden olan rtzık" ile de, yerden biten meyve ve bitkiler
kastedilmiştir. O halde, ayetteki "göklerden ve yerden" ifadesi,
"nekire" olan "nzık" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre sanki
"o putlar, kendilerine tapanlara, yağmur ve bitki nâmına herhangi bir
rızık verme gücüne sahip değillerdir" denilmektedir. Ahfeş, ayetteki
"şey" kelimesinin, "rızık" kelimesinden bedel olduğunu, buna
göre mananın, "Onlar nzkın ne azına; ne çoğuna sahip değiller"
şeklinde olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-i
Hak, "Buna güçlen dahi yetmez" buyurmuştur. 6u ifadenin
söylenmesindeki hikmet şudur: Herhangi bir şeye mâiik olmayan bir kimse, bazan
herhangi bir yolla birşey elde edebilmekle tavsif edilebilir. Bundan dolayı
Allah Teâlâ, bu putların birşeye mâlik olmaları şöyle dursun, birşeye mâiik
olma güçlerinin dahi olmadığını beyan buyurmuştur.
Buna göre şayet,
"Allah Teâlâ, "Onlar, Allah'ı bırakıp da...hiçbir şeye malik
olmayan...şeylere taparlar" buyurmuş ve bu ifadede putları, cansız
varlıklar için kullanılan mâ edatı ile ifade etmiş, sonra da akıl sahipleri
İçin kullanılan bir sîga ile onlar için "Güçleri yetmez" ifadesini kullanmıştır.
Dolayısıyla bu iki husus nasıl birleştirilebilir?" denilirse, buna şöyle
cevap verilir: "Allah Teâlâ, gerçekte hakikat olan şeyi, asıl durumu,
(yani onların cansız oluşunu nazar-ı dikkate alarak) mâ lafzını;
putperestlerin, o putlara ilah olarak inanmalarını (onları canlı-güçlü varlık
saymalarını) nazar-ı dikkate alarak, (akıllı varlıklar için kullanılan) vav-nûn
ile yapılmış (cemi müzekker) sîğâsını kullanmıştır.
Hak Teâlâ, sonra
"Artık Allah için darb-ı meseller (teşbihler) yapmayın!" buyurmuştur.
Bu ifade ile ilgili çeşitli izahlar yapılmıştır:
1) Müfessirler şöyle demiştir: "Bu,
"O'nu, mahlûkatına teşbih
etmeyin, benzetmeyin" demektir.
2) Zeccâc
şöyle demiştir: "Bu, "Allar; için eşler, misiller ve denkler
kılmayın. Çünkü O eşi, benzeri, misli olmayan tektir" demektir.
3) Ben derim
ki: Bununla, putperestlerin şöyle demelerinin kastedilmiş olması
muhtemeldir: "Alemin ilahı, bizden
birisinin kendisine tapmasından yüce ve münezzehtir. Aksine biz, yıldızlara ve
putlara ibadet edebiliriz. Sonra yıldızlar ve putlar da en büyük ilaha
(Allah'a) ibadet ederler. Bunun delili, örfümüzdür. Çünkü rütbe ve mevki
bakımından aşağıda olan insanfar, ancak padişahın huzurundaki (katındaki) büyük
ve şerefli kimselere hizmet edebilirler. O büyük kimseler de padişaha hizmet
ederler. İşte burada da böyledir." Binaenaleyh yüce Rabbimiz, bu konuda, o
putperestlere, "Putlara ve yıldızlara ibadeti bırakın. İleri sürdüğünüz o
benzetmeleri Allah için yapmayın. Kadir ve hakîm ilaha ibadette ihlaslı olunuz, buna şirk karıştırmayınız"
buyurmuştur.
Daha sonra, Cenâb-ı
Allah, "Çünkü Ailah bilir, siz bilmezsiniz" buyurmuştur. Bu buyruk
ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:
1) "O
putlara ibadetiniz sebebi ile, başınıza gelecek o ebedî azabı, siz değil, Allah
bilir. Eğer siz o auta bilseydiniz, putlara ibadeti bırakırdınız."
2)
"Allah Teâtâ sizin, puta tapmanızı yasaklamıştır. Binâenaleyh hem onlara
tapmayın, hem de tutunduğunuz "Kralın kullarına kulluk etmek, krala kulluk
etmekten daha fazla saygıyı ifade eder" şeklindeki (saçma) delilinizi
bırakın. Çünkü bu bir kıyastır. Nass bulunduğu durumda kıyasın yapılmaması
gerekir. İşte bundan ötürü Allah Teâlâ, ''Allah bilir, siz bilmezsiniz"
buyurmuştur.
[224]
"Allah şöyle bir
darb-ı meselde (benzetmede) bulundu: Hiçbirşeye gücü yetmeyen,
kendisine başkasının sahip olduğu bir köle ile kendisine tarafımızdan
güzeİ bir rızık nasip ettiğimiz ve ondan giz!i-aşikar harcayıp duran bir (hür)
kişi... Hiç bunlar müsavi olurlar mı? Hamd Allah'ındır. Hayır, onların çoğu
bilmezler"
(Naht, 75).
Bil ki Allah Teâlâ,
putperestlerin inançlarının batıl oluşunu, bir misal ile de te'kid etmiştir. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[225]
Ayetteki meselin
(benzetmenin) izahı hususunda iki görüş vardır:
1) Bununla,
"Biz, kendiliğinden bir şey yapmaya gücü olmayan bir köle ile,
gizli-âşikâr, çokça infâk eden, zengin ve cömert olan bir hür insanı düşünelim.
Akıl açık ve kesin olarak, saygı duyulma bakımından bu ikisinin birbirine denk
olamayacağına şehadet eder. Binaenaleyh yaratılış, şekil ve insan olma
bakımından denk olmalarına rağmen, nasıl bu ikisini denk saymak mümkün değilse,
rızık vermeye ve lutfetmeye kadir olan Allah ile, hiçbirşeye sahip olmayan ve
kesiniikle hiçbirşey yapamayacak olan putları eşit ve denk saymak nasıl uygun
olabilir?" manası kastedilmiştir.
2) Ayetteki,
"hiçbirşeye gücü yetmeyen, kendisine başkasının sahip olduğu bir
köle" ifadesi ile, kâfir kastedilmiştir. Çünkü kâfir, Allah'a kulluktan ve
itaatten mahrum olarak kalınca, adetâ, zelil, fakir ve âciz olan bir
köle gibi olmuş olur. Ayetteki, ''Kendisine tarafımızdan güze! bir rızık nasîb
ettiğimiz..." tabiri ile de, Allah'ın emirlerine saygı gösteren ve
mahlûkata şefkatli olan mü'min kastedilmiştir. Böylece Allah Teâlâ, makam,
şeref, mertebe ve Allah'ın rızasına yakın olma bakımından bu ikisinin denk
olmayacağını beyan buyurmuştur. Bil ki birinci görüş doğruya daha yakındır.
Çünkü bu ayetin Öncesi ve sonrası, Allah'ın birliğini isbat ve müşriklere red
konusunda gelmiştir. Binâenaleyh ayeti bu manaya hamletmek daha evladır.
[226]
Alimler, ayetteki
"Hiçbir şeye gücü yetmeyen, kendisine başkasının sahip olduğu bir
köle" ifadesi ile ne kasd-edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir:
1)
"Bundan maksat putlardır. Çünkü, "Göklerde ve yerde olan herkes,
istisnasız olarak, Rahman'a mutlaka kul olarak gelecektir"(Meryem, 93)
ayetinin delalet ettiği gibi, putlar da kul-köiedir. Onların hiçbir şeye gücü
yetmeyen, kendilerine sahip olunan şey olmalarına gelince, bu açıktır.
Ayetteki, "Kendisine tarafımızdan güzel bir rızık nasip ettiğimiz ve ondan
gizli aşikâr harcayıp duran" ifadesi ile de putperestler kastedilmiştir.
Çünkü Allah Teâlâ onlara mal vermiş, onlar da o maldan hem kendileri için, hem
de kendilerine bağlı olanlara gizli-açık harcarlar" denilmiştir.
Bunun böyle olduğu
sâbtt olunca biz diyoruz ki: "Bu iki taraf, aklın açıkça gösterdiği gibi
eşit olamaz. Aksine akıl, gücü olanın, aciz olandan daha iyi ve üstün olduğuna
şehadet eder. İşte böylece akıl, puta tapanların putlardan üstün olduklarına
şehadet eder. Öyleyse artık nasıl olur da putun, kulluk edilmede, alemlerin
Rabbi Allah'a denk olmasına hükmedilebilir.
2) Bu tabir
ile, belli bir köle kastedilmiştir. O kölenin, Hz. Osman b. Affan (r.a)'ın
kölesi olduğu rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar, "Kendilerine
tarafımızdan bir rızık nasip ettiğimiz
(kişi)" ifadesinin de,
Hz. Osman'la alakalı
olduğunu söylemişlerdir.
3)
"Bu, bu özellikte olan her köle ve her
hür kişi hakkında genel bir ifadedir." Bu görüş daha açıktır. Çünkü bu,
Allah'ın ayetteki muradına daha uygundur. Allah en iyi bilendir.
[227]
Fakihler, kölenin
hiçbir şeye maiik ve sahip olamayacağı görüşüne, bu ayetle istidlal etmiştir.
Buna göre şayet, "Ayetin zahiri, herhangibir kölenin
herhangibir şeye kadir
olamayacağını ifade etmektedir. Öyle ise 'iz niçin, her kölenin Döyle olduğunu
söylüyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki şey delâlet
etmektedir:
1) Fıkıh
usulünde, "uygun bir sıfatın peşinden gelen hüküm, o sıfatın o hükmün
illeti (sebebi) olduğuna delalet eder" şeklinde bir kaide yer alır.
Binaenaleyh o kimsenin köle olması, güçsüz ve zelil olduğunu ihsas ettiren bir
vasıftır. Ayetteki, "Hiçbirşeye gücü yetmez" ifadesi de, bu vasfın
(sıfatın) peşisıra getirilmiş bir hükümdür. Binaenaleyh bu, hiçbir şeye gücü
yetmemenin, sahip olamamanın illetinin, onun köle oluşu olmasını gerektirir.
İşte bu izah ile de, ayetin genel olduğu sabit olmuş oiur.
2) Allah
Teâlâ, bu ifadenin hemen peşinden, "Kendisine tarafımızdan güzel bir rızık
nasip ettiğimiz..." buyurmuş ve ikinci kısmı birinci kısımdan, yani
köleden, bu sıfatla, yani kendisine güzel rızık verilmiş olması vasfı ile
ayırmıştır. Binaenaleyh birinci kısımla ikinci kısım arasında bir ayırım
olabilmesi için, bu sıfatın kölede bulunmaması gerekir. Dolayısıyla eğer köle
de mâlik olabilecek olsaydı, Allah Teâlâ, ona da güzei bir rızık nasip etmiş
olurdu. Çünkü helâl mal-mülk, az da olsa, çok da olsa, güzel renktir. Böyfece
bu iki izah ile, ayetin zahirinin, kölenin hiçbirşeye sahip ve malik olmamasını
gerektirdiği sabit olmuş olur.
Sonra âlimler bu
hususta ihtilaf etmişler: İbn Abbas ve başka bazılarından, bu hususta çok
şiddetli hükümler rivayet edtlmliştir. Mesela İbn Abbas (r.a) kölenin talak
(boşama) yetkisinin bile olmadığını söylemiştir. Ekseri fakihler (müetehidler)
ise, kölenin hanımını boşama yetkisi olduğunu, ancak mala ve mal ile ilgili
herhangibir şeye malik olamayacağına hükmetmişlerdir. Yine âlimler, efendisi
köleye birşey verip, onu ona sahip ve malik kıldığında, kölenin o mala malik
olup olamayacağı hususunda da ihtilaf etmişlerdir ki, ayetin zahiri, ona sahip
olmasına münafidir.
[228]
Geriye ayetle ilgili
birkaç soru kalır:
Birinci Soru: Cenâb-ı
Hak, her köle, sahip olunmuş ve tasarrufa kadir olmadığı halde daha niçin,
"Hiçbirşeye gücü yetmeyen, kendisine başkasının sahip olduğu bir
köle" diye tavsîf etmiştir. Biz deriz ki, "Burada "köle"
kelimesinin zikredilmesi, onunla hür olanın farklı olduğunu göstermek içindir.
Çünkü hür hakkında da bazan, "O, Allah'ın kulu-kölesidir" denilir.
Ayetteki, "Hiçbirşeye gücü yermeyen "tabiri de, bahsedilen bu köle
ile, "mükâteb" ve "me'zun" (tasarrufa izin verümiş) köle
arasındaki farkı göstermek için getirilmiştir. Çünkü bu iki çeşit köle, tasarrufta
bulunabilirler.
İkinci Soru: "Ayetteki,
"Kendisine... nzık nasip ettiğimiz" ifadesindeki men edatı,
nedir?" Biz deriz ki: "Zahire göre bu, "mevsûfe"dir. Sanki
köleye denk düşsün diye, "Kendisine nzık nasip ettiğimiz bir hür"
denilmiştir. Bunun "mevsûle" olması da imkânsız değildir.
Üçüncü Soru: Cenâb-ı
Hak niçin ayette, iki kişi hakkında cemi olarak, "Bunlar müsavî olurlar
mı?" buyurmuştur. Deriz ki bu: "Hürler ve köleler, denk midir?"
manasındadır.
[229]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ei-hamdü lillâh "Hamd Allah'ındır" buyurmuştur. Bu hususta da şu
izahlar yapılmıştır:
1) İbn Abbas
(r.a.), "Bu, Allah'ın velilerine, dostlarına verdiklerine ve tevhidi nasip
etmesine mukabil yapılacak bütün hamdler, Allah'adır" manasınadır"
demiştir.
2) Bu,
"Bütün hamdler Allah'ındır. Hiçbir hamd putlara âit olamaz. Çünkü putların
hiçbir insanda bir nimet ve lütfü yoktur" demektir. Buna göre ayetteki,
"Hayır, onların çoğu bilmezler" ifadesi de, "Onlar, bütün
hamdlerin Allah'a ait olduğunu, hiçbir hamdin putlar için olamayacağını bilemezler"
demektir.
3) Kâdî,
tefsirinde şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak peygamberine, "De
ki:"Hamd Allah'ındır" manasında
el-hamdülillâh buyurmuştur. Bunun, Allah Teâlâ'nın kendilerine güzel bir
rızık verdiği kimselere bir hitap olması ve onların, bu kudret ve rızık
hususunda kendilerini o âciz kölelerden üstün kılmasına karşılık Allah'a hamd
etmelerinin istenmiş olması da muhtemeldir.
4) Bununla şu mana da kasdedilmiş olabilir:
"Allah Teâlâ bu darb-ı meseli zikredip, bu da maksadı en güzel bir biçimde
ortaya koyup anlatan bir mesel olunca, bunun peşisıra Allah Teâlâ
"elhamdülillah" demiştir ki bu, "Bu hüccetin kuvvetli /e delilin
açık olmasından ötürü, Hamd Allah'adır" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Hayır, onların çoğu bilmezler" Duyurmuştur. Bu, "Bunlar
son derece açık ve net olmasına rağmen, bu sapıklar Dunları anlayamazlar"
demektir.
[230]
"Allah şu iki
kişiyi de misal getirdi: Bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeyi beceremeyen ve
efendisinin üstünde bir yük olandır. O, bunu nereye gönderse bir
şey beceremez (hayır getirmez). Hiç bu kimse, adaletle emreden ve kendisi
dosdoğru bir yo) üzerinde bu)unan kişi i)e bir olur mu?" (Nahl, 76).
Bil ki Allah Teâlâ,
putlara ye heykellere tapanların inançlarının, bu ikinci darb-ı mesel ile de batıl
olduğunu göstermiştir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Her ikisi de insan olma
açısından eşit (aynı) olmalarına rağmen., dilsiz ve aciz olan kimsenin, fazilet
ve şeref bakımından, kadir, kâmil, konuşan bir kimseye denk olamayacağı, ilk
anda akıl tarafından kabul edildiğine göre, cansız varlıkların, ilah olmada
âlemlerin Rabbine denk olamayacağını söylemek haydi haydi evlâdır. Sonra
diyoruz ki: Ayetle ilgili iki mesele vardır:
[231]
Allah Teâlâ, bu ayette
bahsedilen iki kişiden birincisini şöyle birtakım sıfatlarla tavsif etmiştir:
Birinci Sıfat: Ebkem
(dilsiz) olma... "EbkenV'in ne demek olduğu hususunda, tamamı, Vahidinin
naklettiği şu gibi izahlar vardır:
1) Ebu Zeyd şöyle demiştir: "Arapça'da,
"Racülün Ebkemü" denilir ki bu, "konuşmayan ve sözün gelişine
uygun düşmeyen fazla kelimeler kullanan" demektir. Bu manada "Bekime
- Yebkemü - Bekemen ve Bekâmeten" fiili kullanılır. "Ebkem"
güzel konuşamayan, kekeme demektir.
2) Sa'leb,
İbnü'l-A'râbî'nin: "Ebkem, akledemeyen, düşünemeyen kimsedir"
dediğini nakletmiştir.
3) Zeccâc,
"Ebkem, duymayan, görmeyen, baygın kimse demektir" demiştir.
İkinci Sıfat:
"Hiçbir şeyi beceremeyen"d\r. Bu da, o kimsenin tamamen âciz ve eksik
olduğuna bir işarettir.
Üçüncü Sıfat:
"efendisinin üstünde bir yük'1 olmasıdır. Yani, o dilsiz ve âciz kimse,
efendisine (sahibine) bir yüktür. Me'ânî âlimleri şöyie demişlerdir:
"Keli" kelimesi aslında, "keskin ince ağızlı"nın zıddı
olan, "kalın" manasınadır. Nitekim Arapça'da, bıçağın ağzı kalınlaşıp
kesmediği zaman, "Kelle's-sikkînu"; yine insanın dili ağzında
kalınlaşıp konuşamadığı zaman, "Kelle lisânuhû" ve bir iş birisine
zor gelip, o kimse ona gitmediği zaman, "Kelle fulanun 'ani'l-emrl"
denilir O halde bu tabirin manası, "O kimse, efendisi üzerinde bir yük ve
bir ağırlıktır" şeklindedir.
Dördüncü Sıfat:
"O, bunu nereye gönderse bir hayır getirmez" ifadesinin anlattığı
husustur. Bu, "Efendisi, onu nereye gönderse..." demektir.
"Tevcih", senin arkadaşını, adamını belli bir tarafa (veçhe)
göndermendir.
Nitekim Arapça'da,
"Veccehtühü ila mevdı' keza fe-teveccehe ileyhi," "Onu, falanca
yere yönlendirdim, gönderdim de, o da oraya gitti" denilir. O halde
"bir hayır getirmez'1 ifadesi, "O, işi güzelce yapamayan ve
anlayamayan bir âcizdir" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, yani, "Bu dört sıfatı taşıyan ile, adaleti emreden kimse hiç bir olur
mu?" buyurmuştur. Bil ki adaleti emredenin, konuşma kabiliyetinin olmast
gerekir. Aksi halde emredemez. Yine onun kadir (güç sahibi) olması gerekir.
Çünkü onun âmir olması, makamının yüce olduğunu göstermektedir. Amir (emreden)
olma da, ancak kadir olma ile mümkün olur. Yine onun, adalet ile zulmü
birbirinden ayırdedebilmesi için, âlim olması gerekir. Böylece, bu ikinci
şahsın, "adaleti emretme" ile tavsif edilmesinin, kâdtr ve âlim olmasını
ihtiva ettiği;"emreden" olmasının da, birincinin dilsiz olmasına ters
olduğu; ikincisinin kadir olmasının, birincisinin, hiçbirşeye kadir olmama ve
efendisine yük olmasına ters olduğu ve yine ikincisinin âlim olmasının,
birincisinin hayır getirmez, işe yaramaz oluşuna ters düştüğü sabit olmuş olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kendisi dosdoğru bir yol üzerindedir" buyurmuştur. Bu, onun
âdi! olup zulüm ile abesten (boş işten) beri olması demektir. Bunun böyle
olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Birincisi ile ikincisinin birbirine denk
olmayacaklarını akıl açıkça gösterir. İşte Allah ile putlar meselesinde de
böyledir. Allah en iyi bitendir.
[232]
Bu mesel (benzetme)
ile ne kasdedildiği hususunda, tıpkı
geçen darb-ı meselde olduğu gibi, şöyle çeşitli görüşler vardır:
Birinci Görüş:
Mücâhid: "Bütün bunlar, mahlûkatın ilâhı ile, O'nun dışında ilah otduğu
iddia edilen batıl şeylerin meselidir. Mesel dilsiz putun meselidir, durumudur.
Çünkü o, kesinlikle konuşamaz; "Hiçbir şeyi becerememe" de, putun
meseli ve halidir. Hem sonra putlar, kendilerine tapanlar üzerinde de bir
yüktürler. Çünkü onlar, ".apanlara birşey vermezler, ama tapanlar onlar
uğruna harcamalarda bulunurlar. Hem sonra, onları hangi bir işe sevketsen,
hayır getirmezler. Ama "adaleti emreden..." ise, Allah
Teâlâ'dır" demiştir.
İkinci Görüş; Ayette
geçen "dikiz" ile, Hz. Osman'ın kölesi kastedilmiştir. Çünkü c köle
ne İslâmiyet'ten hoşlanıyordu, ne de kendisinde bir hayır vardı. Ayetteki,
-fendisi" ifadesi ile de, Hz..Osman (r.a.) kastedilmiştir. Çünkü o,
adaleti emreder ve çok kuvvetli bir din, dosdoğru bir yol üzere idi.
Üçüncü Görüş:
"Bununla o kötü sıfatları taşıyan her köle ve kendisinde o güzel tatlar bulunan, her hür kastedilmiştir."
Bu görüş, birincisinden daha evlâdır. Çünkü AJlah Teâlâ'nın, ayette bahsedilen
bu iki şahsı, "iki kişi" diye tavsif etmesi, bunun putlar manasına
hamledilmesine manidir. "Dilsiz, yük olan ve hiçbir işe yaramayan" olarak tavsif
edilme de böyledir. Yine ikincisinin, sırat-ı müstakim üzere olmakla tavsif
edilmesi de, bunun "Allah Teâlâ" olarak tefsir edilmesine manidir.
Hem sonra, bu ifadelerin esas maksadı, herhangi bir hususta bir şekli diğer
şekle benzetmektir. Bu benzetme de ancak, iki şekilden birisi diğerinden başka
olursa, tam olur.
İkinci görüş de
zayıftır. Çünkü ayetin maksadı, bahsedilen sıfatları taşıyan iki şahsın
arasındaki farkı ortaya koymaktır. Bu ise, belli bir şahısla ilgili olamaz.
Aksine ne zaman, bahsedilen sıfatlar hususunda farklılık meydana gelirse,
maksad hasıl olur. Allah en iyi bilendir.
[233]
"Göklerin ve
yerin gaybını bilmek Allah a mahsustur. Kıyamet saatinin hâli de, ancak bir
göz açıp kapama gibidir. Yahut o, daha kısa bir zamandır. Çünkü Allah,
herşeye hakkıyla kadirdir. AHah sizi, analarınızın karınlarından. siz hiçbirşey
bilmeksizin çıkardı. Size, şükredesiniz diye, kulaklar, gözler ve gönüller
verdi. Umulur ki şükredersiniz. Yer ile gök arasında müsahhar olarak uçuşan kuşları görmediler
mi? Onları orada, Allah'tan başkası tutmuyor Bunda, iman edecek kimseler için nice
deliller vardır"
(Nahl. 77-79).
Bil ki Atlah Teâlâ,
önceki ayette, kâfirleri, konuşamayan, âciz, dilsiz kimselere, kendisini de
adaleti emreden ve sırat-ı müstakim üzere olan kimseye benzetince ve bu ikinci
şahsın, adaleti emredip, sırat-ı müstakim üzere oluşu da, ancak onun ilim ve
kudret bakımından kâmil ve mükemmel olması halinde mümkün olabileceği malum
olunca, bu ayette kendisinin ilim ve kudret bakımından kâmil oluşunu
anlatmıştır. O'nun ilminin kâmil oluşunun izahı, "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a
mahsustur" ayeti ite yapılmıştır. Bu, "Allah, göklerin ve
yerin gaybını bilir" demektir. Hem sonra bu ayet, hasr (sadece) manası
ifade edip, "Bu gayblan bilmek sadece Allah'a mahsustur" demektir.
O'nun kudretinin
mükemmel oluşu da, "Kıyamet hali de, ancak bir göz açıp kapama gibidir.
Yahut o, daha kısa bir zamandır" ayeti ile anlatılmıştır.
"Sâ'at", kıyametin koptuğu vakit demektir. Kıyamete, insanı ansızın
(es'-saat) yakalayacağı ve bütün canlılar tek bir sayha (çığlık-ses) ile öleceği
için "sa'at" denilmiştir.
buyruğunda geçen
"Lemh", "çabucak bakmak" demektir. Nitekim Arapça'da bu
manada, "Lemehahû bi-basarihı-lemehân ve lemehânen" denilir. Buna
göre mana, "Kıyametin kopuşu, hızlılık açısından, ancak bir göz
açıp-kapama gibidir" şeklinde olur. Bundan murad, Cenâb-t Hakk'tn
kudretinin çok mükemmel olduğunu anlatmaktır. Ayetteki, "O, daha
yahndır" ifadesinin manası ise şudur: "Göz açıp-kapama, cismin
görüntüsünün, göz bebeğinin en üstünden en altına geçmesi demektir. Göz
bebeğinin, birtakım atomlardan meydana geldiğinde şüphe yok. O halde
"lemhu'l-basar" kendisi ile göz bebeğinin yüzeyinin oluştuğu o
parçaların tamamına uğramak demektir. O parçaların çok olduğunda şüphe yoktur.
Lemh-i basarın gerçekleştiği zaman bölümü de, elbette peşpeşe anlardan ibarettir.
Allah Teâlâ ise, Kıyameti, o anların her birinde koparmaya kadirdir. İşte
bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Yahut o, daha kısa bir zamandır"
buyrmuştur. Ancak ne var ki, bizim aklımız ve fikrimize göre, hadiselerin ve
hallerin en hızlısı, göz açıp kapamak olduğu için, pek yerinde olarak, Cenâb-t
Hak bunu zikretmiş, akabinde de, biraz önce bahsetmiş olduğumuz hususa dikkat
çekmek üzere "Yahut o, daha kısa 6ir zamandır" buyurmuştur. Bu
ifâdenin başındaki "ev" edatı ile, şüphe (şek) manası
kastedilmediğinde, aksine bununla "tam aksine, o daha kıza bir
zamandır" manası kastedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Zeccâc şöyle
demektedir: "Bununla, bu işin, muhataplara müphem (kapalı) bırakılması
kastedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o Kıyameti ya göz açıp kapama miktarında veya
ondan daha kısa bir sürede getirir. Kadı şöyie demektedir: "Bu, doğru
değildir; çünkü Kıyametin kopma zamanı, teklif (yükümlülük) zamanı değildir ki,
"Allah Teâlâ o Kıyameti herhangi bir zamanda getirir" denilebilsin.
Aksine, gerekli olan Allah Teâlâ'nın, o kıyameti, tek bir defada bir anda
yaratmasıdır. Göklerin ve yerin ilk yaratılması, zikrettiğimiz bu durumdan
farklıdır. Zira o hal, teklif halidir, dolayısıyla onları da-melaikenin
faydalanması itibariyle-yaratması imkânsız değildir.
Bil ki bu itiraz,
ancak Kfldî'nin görüşüne göre doğru olur. Ama bizim, "Allah Teâtâ,
istediğini yapar, dilediğine hükmeder" şeklindeki görüşümüze göre, bu
açıklamanın bir önemi yoktur. Allah en iyisini bilendir.
[234]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, hür ve irade sahibi bir yaratıcının varlığına delalet eden delillere
dönerek "Allah sizi, analarınızın karınlarından, siz hiçbir şey
bilmeksizin çıkardı" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[235]
Hamza ve Kisaî, hemzenin
kesresiyle immehâtikum, imamlar
ise hemzenin dammesiyle
ümmehâtikum
şeklinde okumuşlardır.
[236]
Ümmehâtikum
kelimesinin aslı, ummâtikum'dur. Ancak, ne var ki, fiiline hâ ilave edilerek,
"Ehrâka" denildiği gibi, buna da, hâ ilave edilmiştir. Bunun
müfredine, şairin "Handef annem; ye's, ümitsizlik de babamdır"
ifadesindeki hâ ilâve edilmesi şazdır.
[237]
İnsan, fıtratı
itibariyle, her şeyin bilgisinden uzak ve azade olarak yaratılmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Size,
şükredesiniz diye, kulaklar, gözler ve gönüller verdi" buyurmuştur. Bunun
manası, "İnsan nefsi yaratılışının başlangıcında marifetullahdan ve
ilimlerden yoksun olarak yaratılınca, Cenâb-ı Hak ona, bu itim ve bilgilerden
istifade etmesi için bu hissetme ve algılama kabiliyetini vermiştir. Bu
konudaki söz, daha fazla izahı gerektirmektedir. Buna göre biz diyoruz ki:
Tasavvurât ve tasdîkat, ya kesbî olur veya bedîhî olur. Kesbî olanlar
terkibât-ı bedîhiyye (yani bedihî mukaddimeler) vasıtasıyla elde edilirler.
Dolayısıyla, bedîhî olan bilgilerin, daha önce bulunmuş olması gerekir.
[238]
Bu noktada, bir kimse
şöyle bir soru sorabilir: Bu bedîhî ilimlerin ya, biz yaratıldığımızdan beri
mevcut olduğunun veyahut da böyle olmadığının söylenilmesi gerekir. Birinci
durum batıldır, çünkü biz, anamızın karnında bir yavru halinde iken,
"Menfî ile müsbet bir arada bulunamaz"; "Bütün, parçasından daha
büyüktür" diye bir şey bilmediğimizi, zarurî (kesin) olarak bilmekteyiz.
İkincisine gelince, bu, bu bedîhî ilimlerin, daha önce mevcut değilken, bizde
meydana gelmiş olmalarını gerektirir. Bu durumda, onlar da kesb ve taleb ile
elde edilmiş olurlar. Kesbî olan her şeyden önceyse, başka bilgilerin bulunmuş
olması gerekir. O halde bedihî ilimler de kesbîdirler ve sonsuza kadar ondan
önce de başka bilgilerin bulunmuş olması gerekir. Halbuki bu ise, imkânsızdır.
İşte bu, çok kuvvetli müşkil bir sorudur.
[239]
Buna şunu diyerek
cevap verebiliriz: Gerçek şudur ki, bu bedihî ilimler, bizde -evcut değildi.
Daha sonra peyda olup meydana geldiler. Ama soru soranın, "O -aide
bunların da kesbî olması gerekir" şeklindeki görüşüne gelince, biz deriz
ki: 2-nun böyle olması imkânsızdır. Aksine biz, bedihî bilgilerin bizde, daha evvel
mevcut değilken, duyu organları görme, hissetme vd. gibi hasselerimiz
vasıtasıyla meydana gelmişlerdir. Bunu da şu şekilde açabiliriz: İnsan,
yaratılışının başlangıcında, bütün nierden uzak idi. Ancak ne var ki Cenâb-ı
Hak onda, duyma ve görme gibi hasseler ıa-attı. Dolayısıyla çocuk, bir şeyi
birkaç kez gördüğünde, o görülen şeyin mahiyeti onun hayaline resmolunur. Yine
o bir şeyi defalarca duyduğunda, onun duyma organlarına ve hayaline, o duyulan
şeyin mahiyeti işlenir. Diğer hasseler hakkındaki sez de aynıdır. Böylece,
hasselerin (duyu organlarının) bulunması, hissedilen şeyin yetinin, kişinin
gönlünde ve aklında meydana gelip hazır olmasına, bulunmasına sebep olur. Sonra
o mahiyetler de iki kısma ayrılır:
1) Bizzat
kendisinin bulunması, zihni, hadiselerin bir kısmını bir kısmına, olumlu ra da
olumsuz bir şekilde isnâd etmeye, kesin olarak yönlendirmede ya tam bir
sebeptir ki bu meselâ, zihinde, "Bir sayısı nedir?" ve "İkinin
yansı nedir?" şeklinde istifham bulunduğunda, bu iki şeyin zihinde
tasavvurunun mevcut olması, zihni, "Bir, kinin yarısıdır" diye kesin
olarak hükümde bulunmaya sevketmede tam bir illet
seoep) olur. Ki bu,
bedihî ilimlerin bizzat kendisidir.
2) Bu kısma gelince, bu böyle olmayandır. Bu,
nazarî ilimlerdir. Bu da meselâ zihnimizde, "Cisim nedir? Muhdes
nedir?" diye bir şey bulunduğunda sırf bu iki tasavvurun zihnimizde
bulunması, zihnimizin "Cisim muhdestir" şeklinde kesinkes hüküm
vermesinde yeterli olmaz. Aksine burada, mutlaka ayrı bir delilin ve geçmiş
otan bazı bilgilerin bulunması gerekir. Netice olarak diyebiliriz ki, kesbî
ilimler, ancak bedihî ilimler vasıtasıyla elde edilirler. Bedihî ilimlerin
meydana gelmesi ise, onların ancak "mevzu" ve
"mahmûl"lerinin tasavvurları anında olur. Bu tasavvurların -ıeydana,gelmesi
ise, duyu organlarımızın, o tasavvurların cüzlerinin meydana gelişine yardımct
olmaları sebebiyle olur. Böylece, aklımızda ve gönlümüzde, bu bocilerin peyda
oluşunun ilk sebebinin, Allah Teâlâ'nın, bize vermiş olduğu bu duyu organları
olduğu ortaya çıkar. İşte bu sebepten dolayı da, Cenâb-ı Hak, hislerimizin
bulunması, nefislerimizin, bahsettiğimiz yolla cehaletten ilme geçebilmesi
için, "Allah sia. analarınızın karınlarından, sizi hiçbir şey bilmeksizin
çıkardı. Size kulaklar, gözler
;önüller verdi"
buyurmuştur. Bütün bunlar,
bu ayetlerde toplanmış ve sereolunmuş, sırf aklî ve
kıymetli bahislerdir.
[240]
Müfessirler bu
ifadeye, "Allah size, Allah'ın va'z u nasihatlarını duyasımr diye kulak;
delillerini göresiniz diye göz; Allah'ın alâmetini akledesiniz, düşünesiniz
diye gönül verdi" manasını vermiştir.
Gurâb (karga)
kelimesinin çoğulunun ağribe gelmesi gibi, füâd (gönül) kelimesinin çoğuludur.
Zeccâc şöyle demektedir: "Fuâd" kelimesi, cem'i kesreyle çoğul
yapılmaz. Tıpkı, gurâb'm çoğulunun ğırbân gelmesi gibi, "Fİ'dân"
şeklinde kullanılmaz." Ben derim ki, belki de bu kelime, "Kulak ve
göz çoktur. Fakat gönül azdır" hususuna dikkat çekmek için "cem-i
kıllet" vezninde çoğu! yapılmıştır. Çünkü gönül, hakiki bilgiler ve yakınî
ilimler için yaratılmıştır. Halbuki insanların pekçoğu böyle değillerdir. Tam
aksine onlar, birtakım behimî fiiller ve vahşî hayvanlara mahsus sıfatlarla
haşir neşirdirler. Binâenaleyh, böylece, sanki onların gönülleri gönül olmamış
olur. Bundan dolayı, bu kelimenin çoğulunda, cem-i kıllet kalıbı getirilmiştir.
Eğer denirse ki
"Burada ceale fiili ehracekum fiiline atfedil m iştir. Bu da, duyma ve
görme organlarının yaratılmasının, yavrunun annenin karnından çıkarılmasından
sonraya bırakılmış olmasını gerektirir. Halbuki bunun böyle olmadığı
malumdur" denilirse, buna söyle cevap verilir:
Vâv harfi, tertîb
ifade etmez. Hem biz, ayetteki som' kelimesini, dinleme; ebsar kelimesini de
görme manasına alırsak, bu soru ortadan kalkmış olur. Allah en iyisini
bilendir.
[241]
Cenâb-ı Hak, "Yer
ile gök arasında, müsahhar olarak uçuşan kuştan görmediler mi? OnldU Orddd,
Mdh'tdU 'başkası tutmuyor" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:
[242]
İbn Amir, Hamza ve Kisaî, tâ
ile' 'elem terev- görmediniz mi?" şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları,
bahsi geçmiş olan kâfirlerle ilgili olsun diye yerev şeklinde okumuşlardır.
[243]
Bu Allah'ın kudret ve
hikmetinin mükemmel olduğuna dair bir diğer delildir. Çünkü Allah Teâlâ şayet kuşu,
uçabileceği bir biçimde; havayı da, kendisinde uçulabilecek bir
biçimde yaratmasaydı bu mümkün olmazdı. Zira, Allah kuşa, tıpk. suda yüzen
kimsenin yaptığı gibi, bir kez açıp sonra kapatacağı bir kanat vermiş,
havayı da, delmenin ve içine nüfuz etmenin kolay olacağı güzel ve ince, latif bir
biçimde yaratmıştır. Eğer böyle olmasaydı, uçmak mümkün olmazdı.
Hak Teâlâ'nın,
"Onları orada, Allah'tan başkası tutmuyor" buyruğuna gelince bu,
"Kuşun bedeni, ağırdır. Ağır cismin ise havada, altta bir desteği, üstte
de bir bağı olmaksızın muallakta, askıda kalması mümkün değildir. Binâenaleyh
onu, o havada tutanın, Allah Teâlâ olması gerekir" demektir. Sonra, bu
ifadenin zahirinden, kuşun havada kalması, kendi fiili ve kendi iradesi ile
meydana gelmiştir. Böylece, kulun fiilini yaratanın, Allah olduğu kesinlik
kazanır. Kadî şöyle der: "Allah Teâlâ, bu ayette, kuşu tutma işini
kendisine izafe etmiştir. Çünkü, kendisi sebebiyle uçmanın mümkün olduğu o
fiillere dair, alet, edevatı, uzuvları ona veren Allah'tır. Dolayısıyle bunun
müsebbibi Allah Teâlâ olunca, Allah'a nisbeti son derece yerinde
olmuştur." Cevap: Bu, delil olmaksızın, zahiri terk etmektir. Bu ise, caiz
değildir. Çünkü, bilhassa aklî deliller, kulun fiillerini Allah'ın yarattığına
delâlet etmektedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ayetin sonunda, "Bunda, iman edecek kimseler için nice deliller
vardır" buyurmuştur. Her ne kadar bu ayetler (deliller), bütün insanlar
için birer delil ise de, Cenâb-ı Hak bu ayetleri mü'minlere has kılmıştır.
Çünkü bunlardan netice itibariyle istifade edenler, yalnız onlardır. Allah en
iyisini bilendir.
[244]
"Allah,
evlerinizden size huzur ve sükun (yeri) yaptı. Sizin için, davar derilerinden,
gerek göç gününüzde, gerekse konduğunuz günde hafifçe taşıyacağınız
evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından, bir zamana kadar
giyimlik, döşemelik ve ticaret kumaşları verdi" (Nahl. 80).
[245]
Bil ki bu, tevhidin
delillerinden, nimet ve lütfün çeşitlerinden, bir başka çeşittir. Seken kelimesi,
mesken demektir. Nitekim
Ferrâ, şu beyti
nakletmiştir:
"Kış geldiği
halde, hâlâ bir mesken edinemedim. Isınacak bir çukur açmak durumunda kalan
elimin vay haline!" "Seken" "Meylettiğin ve içinde sükûnete
erdiğin yer" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Seken" masdar
olup, ism-i mef û! anlamındadır ki bu, ev gibi, meyledilen, yönelinen veyahut
da, ülfet edilen yer demektir.
[246]
Bil ki, insanın içinde
oturduğu evler ikiye ayrılır:
1) Ağaçtan,
çamurdan ve evleri sıvayıp tavanlamaya yarayan şeylerden yapılan evler ki, işte
buna "Allah, evlerinizden size huzur ve sükun (yeri) yaptı" cümlesi
ile işaret edilmiştir. Bu tür evlerin nakli mümkün olmayıp, aksine insan oraya
girer.
2) Deri,
çadır ve kıl çadırlar. Ki buna da, "Sinn için, davar derilerinden, gerek
göç gününüzde, gerekse konduğunuz günde hafifçe taşıyacağınız evler verdi"
ifadesiyle işaret edilmiştir. Bu kısım evlerin, bir yerden bir yere taşınması
mümkündür. Bil ki bununla, üzerinde mahkûmun öldürüldüğü deriler
kastedilmiştir. Araplar, deriden evler yapıyorlardı, ki bu deriler, sığır, deve
ve davar derileridir. Yani, "seferlerinizde, bunları size taşımak kolay
gelir" demektir. Nâfi, İbn Kesir ve Ebu Amr, ayn'ın fethastyla zaanikum
şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, sakin olan ayn'la za'niküm şeklinde
okumuşlardır. Vahidî, bu iki kullanılışın, tıpkı, "nehr - neher"
(nehir, akarsu) ve "şa'r - şa'ar" (kıl) kelimelerinde iki kullanılış
olduğunu söylemiştir.
Bil ki
"za'n", göçebelerin, koyun gütmek veya bir suyun başında konaklamak,
yahut da bir otlak bulmak maksadıyla yapmış oldukları (göç) hareketine denilir.
Sefere çıkan, yolculuk amacıyla evinden çıkıp tepelere tırmanan ve giden
kimseye,' 'Zâ'in' ' denilir ki bu, "Hâfıd - alçalan"ın zıddıdır.
Cenâb-ı Hak, ayrıca "Gerekse konduğunuz günde" buyurmuştur ki, bu
"Bunlar her iki durumda da size ağtr gelmez" demektir.
Cenâb-ı Hak
"yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından, bir zamana kadar giyimlik,
döşemelik ve ticaret kumaştan verdi" buyurmuştur. Müfessirler ve dilciler,
davarınkine "evsâf" (yün), deveninkine "evbâr" (yapağı), keçininkine de
"eş'âr" (kıl) denildiğini söylemişlerdir. Ayetteki esâs kelimesinin
manası ise, yatak ve giysiler kabilinden, çeşitli ev eşyalarıdır. Ferrâ şöyle
der: "Meta" kelimesinin müfredi olmadığı gibi, bu kelimenin de
müfredi yoktur. Ama sen, bunu çoğul yapsan, ve cem-i kıltetinde "cem-i
kesretinde de desen, bu imkânsız
olmaz." Ebu Zeyd de, bu kelimenin müfredinin, "Esasetun"
olduğunu söylemiştir. İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeyle, yaygıları,
kilimleri, elbise ve giysileri kastettiğini söylemiştir. Halîl İbn Ahmed, bu
kelimenin aslının, Arapların, "bitki ve saçlar büyüyüp güıieşerek, iyice
birbirine girdikleri zaman söylemiş oldukları, "Esse'n-nebâtu
ve'ş-şa'aru" şeklindeki ifadelerine dayandığını söylemiştir. Ayetteki
meta' kelimesiyle, onların yararlandıkları şeyler murad edilmiştir.
İlâ hîn kelimesi ile
onların eskiyecekleri zaman kastedilmiştir. Bunun, "ölünceye kadar";
"belli bir müddete kadar" ve "Kıyamete kadar" gibi manalara
da geldiği ileri sürülmüştür.
Buna göre şayet,
"metâen kelimesi, esasen kelimesi üzerine atfedilmiştir. Halbuki atıf,
başka olmayı gerektirir. O halde, "esâs" kelimesi ile "meta*
" arasında ne fark vardır?" denilirse, biz deriz ki:
Doğruya en yakın olan
şudur: "Esâs" kelimesi, kişinin giyindiği ve örtünmede, cinsi
münasebet esnasında üzerine çektiği şeylerdir. "Meta' " ise, evlere
döşenilen ve kendisiyle evlerin tezyin edildiği şeylerdir.
[247]
"Allah,
yarattıklarından sizin için gölgeler yaydı. Dağlardan size, yuvalar, siperler
yaptı. Hararetten sizi koruyacak libaslar, harpte sizi koruyup himaye edecek
giyimler yarattı. İşte O, bu suretle üzerinizdeki nimetini tamamlıyor. Ta ki,
teslimiyetle itaat edesiniz. Eğer yine yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen, apaçık
bir tebliğdir. Onlar, hem Allah'ın nimetlerini itiraf ederler, hem de yine onu
inkâr ederler (nankörlük yaparlar). Çoğu, kâfir kimselerdir onların " (Nahl, 81-83).
Bil ki insan, ya mukîm
olur ya da yolcu. Yolcu da, ya beraberinde çadır, kıl çadır gibi şeyleri
götürmesi mümkün olan bir zengin olur, veyahut da bu mümkün olmaz. Binaenaleyh
bu, üç kısmı teşkil eder:
Birinci kısma gelince,
Hak Teâiâ buna, "Allah, evlerinizden size huzur ve sükun (yeri)
yaptı" (Nahi. so);
İkinci kısma, ''Sizin
için, davar derilerinden evler yaptı" (Nahi, boj;
Üçüncü kısma da,
"Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaydı" buyurarak işaret
etmiştir. Bu böyledir, zira yolcunun, sayesinde gölgeleneceği bir çadırı
bulunmadığı zaman, mutlaka duvar ve ağaç gibi başka şeylerle gölgelenmesi
gerekir. Bazan da o kimse, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Üstünüze bulutu gölge
yapmıştık" (Bakara. 57) buyurduğu gibi, bulutlarla gölgelenir.
Daha sonra Allah Teâlâ
"Dağlardan size yuvalar, siperler yaptı" buyurmuştur. Eknân
kelimesinin müfredi, tıpkı ahmâl kelimesinin müfredinin himl (yük) oluşu gibi,
kinn kelimesidir. Ancak ne var ki bu ifadeyle, bir şeyi koruyan, himaye eden
herşey kastedilmiştir. Nitekim birisi, bir kovuk ve yuvada, mağarada bulunduğu
zaman, "istekenne ve ekenne" denilir. Bil ki Arapların beldeleri çok
sıcaktır. Onların gölgeye ve sıcaktan korunmaya olan ihtiyaçları çok fazladır.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bütün bunları, büyük nimetler sadedinde
zikretmiştir. Hem iklimi mutedil beldeler, hem de mutedil zamanlar, hemen hemen
hiç yok gibidir. Genel olan durum, ya sıcağın, ya da soğuğun fazla olmasıdır. O
halde, bütün durumlarda insanın, sığınacağı bir meskeninin bulunması mutlaka
gerekir. Dolayısıyla, böyle bir şey vermek, büyük bir nimet olur.
[248]
Cenâb-ı Hak, mesken durumunu
zikredince, bundan sonra da giyim durumundan bahsederek, ''Hararetten sizi
koruyacak giysiler, harbte sizi koruyup himaye edecek giysiler yarattı"
buyurmuştur. Serâbîî "gömlekler" demek olup, tekili,
"sirbâl" kelimesidir. Zeccâc şöyle der: "Gömlek, zırh, önlük vs.
gibi giydiğin her şeye, "sirbâl" denilir. Bu görüşün doğruluğuna,
"SerflbîTin şu iki kısma ayrılması da delâlet eder:
1)
Sıcaktan-soğuktan koruyan "slrbâl."
2)
Kendisiyle, zararlardan ve harpteki şeylerden korunulan "sirbâller"
ki bu da, zırhtır, önlük vb. şeylerdir. O halde bu, her iki kısmın da,
"serâbil" nevinden olduğuna delalet eder."
[249]
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hak, niçin sıcağı zikretti de, soğuktan bahsetmedi?"
deniürse, biz deriz ki,.ulemâ buna birkaç açıdan cevap vermiştir.
Birinci Vecih: Atâ
el-Horasanı, şöyle der: "Bu sözün muhatabı Araplar olup, beldeleri ise,
son derece sıcaktır. Binâenaleyh, onların sıcaktan korunmaya olan ihtiyaçları,
soğuktan korunmaya olan ihtiyaçlarından daha fazladır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
diğer elbise çeşitleri daha kıymetli olmasına rağmen, "yünlerinden,
yapağılarından ve kıllarından" (Uahieo) buyurmuştur. Ancak ne var ki
Cenâb-t Hak, onlar bu tür şeyleri giymeye fazla alışkın oldukları için, bunları
zikretmiştir. Nitekim, onlar doluyu bildiklerinden ötürü, "Allah gökten
dolu indiriyor"{Nur, 43} buyurmuştur. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın indirdiği
kar, daha çok ve muhteşemdir. Ancak ne var ki Araplar bunu bilmedikleri için,
(bundan bahsetmemiştir.)
[250]
İkinci Vecih:
Müberred: "İki zıddan birbirinin zikredilmesi, diğerine dikkat çekmek
içindir" demiştir. Ben de derim ki: AkİÎ ilimlerde, "İki zıddan
birisini bilmek, diğerini biimeyi de icap ettirir" şeklinde bir kaide
bulunmaktadır. Çünkü insanın aklına ve gönlüne, her ne zaman sıcaklık fikri
gelirse, aynı zamanda onun gönlüne soğukluk fikri de gelir. Işık-karanltk,
siyah-beyaz vb. şeyler hakkında da durum aynıdır. Dolaytsryla onlardan birini
hatıra getirmek, peşinden diğerini hissetmeyi, hatırlamayı gerektirince,
onlardan birisini zikretmek, diğerini zikretmeye gerek bırakmaz.
Üçüncü Vecih: Zeccftc:
"Sıcaktan koruyan, soğuktan da korur. O halde, bunlardan birini zikretmek,
diğerini zikretmekten müstağni kılar" demiştir.
Buna göre şayet,
"(Ayette) zıddının zikredilmesi daha evla olurrfu. Çünkü sıcağı
savuşturmada, daha fazla külfete girmeden, gömlek yeterlidir. Ama soğuk, ancak
riaha fazla giyim ile savuşturulabiür" denilirse, biz deriz ki:
Tek bir gömlek, sıcağı
savuşturunca, gömleklerin sayısını çoğaltmak soğuğu da savuşturur. Böylece,
bahsettiğimiz hususun doğru olduğu anlaşılmış olur.
[251]
Cenâb-ı Haıx,
"Harbte sizi koruyup himaye edecek giysiler yarattı" buyurmuştur. Allah bu
ifadeyle, demir zırhlan kastetmiştir. Be's kelimesi şiddet manasına olup
burada, mızrakla dürtmenin, kılıçla vurmanın ve ok atmanın şiddeti
kastedilmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ
dünya nimetlerinin çeşitlerini sayınca, 'İşte O, bu suretle üzerinizdeki nimetini
tamamlıyor" buyurmuştur. Bu, "O, sizin için bu tür şeyleri yaratmak
ve onları size in'âm etmekle nimetini tamamlar. Çünkü O, size dinî ve dünyevî
nimetlerini tamamlayıp kemâle erdirir ki, "Ta ki, teslimiyetle itaat
edesiniz."
İbn Abbas bu ifadeye,
"Böylece, ey Mekke halkı, sizler, rablığı sırf Allah'a tahsis edesiniz ve
bu tür nimetleri vermeye, O'ndan başka hiç kimsenin kadir olamayacağını
bilesiniz diye" manasını vermiştir. Yine İbn Abbas'ın bu kelimeyi tâ'ntn
fethasıyla teslemûn şeklinde okuduğu nakledilmiştir ki, buna göre mana:
"Biz size bu gömlekleri, harbin şiddetinden uzak ve saüm olmanız için
verdik" şeklinde olur. Yine bu kıraate göre mananın, "Biz size bu
nimetleri, üzerlerinde iyice tefekkür edip iman edesiniz ve böylece de Allah'ın
azabından salim, korunmuş, uzak kalasınız diye verdik" şeklinde olduğu da
ileri sürülmüştür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen, apaçık bir
tebliğdir" buyurmuştur. Yani, "Ey Muhammed, eğer onlar yüz çevirip
döner de, böylece dünya lezzetlerini, atalarına uymayı ve küfürde haddi aşmayı
tercih ederlerse, bu suçu muhakkak ki kendi aleyhlerine olarak işlemişlerdir.
Sana düşen görev ise, eksiksizim bir tebliğde bulunmaktır!" demektir. Daha
sonra Allah Teâlâ onların, Allah'ın nimetlerini bile bile inkâr etmelerini
kınamıştır ki, bu "küfrân-ı nimette" son noktadır.
[252]
Buna göre şayet,
"sonra onu inkâr ederler" ifadesindeki summe'nin manası ne
demektir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, onların, hele
bildikten sonra bu nimetlere nankörlük etmelerinin aklın alamayacağı bir şey olduğuna
delalet etmek içindir. Çünkü, nimeti görüp, bilip tanıyanın yapması gereken
şey, onu inkâr etmek değil, kabul ve (Allah'ın bir nimeti olarak) ikrar
etmesidir.
[253]
Bu ayetteki
"nimet" ile de neyin murad edildiği hususunda da şu izahlar
yapılmıştır:
1) Kadî
şöyle der: "Bununla, Allah Teâlâ'nın, geçen ayetlerinde bahsettiği bütün nimetlerinin
nevileri kastedilmiştir. Onların o nimetleri inkâr etmelerinin manası ise,
onların bu husustaki şükür ve ibadetleri sırf Allah'a tahsis etmemeleri; tam
aksine, o nimetler için başkasına teşekkürde bulunmalarıdır. Bir de onların,
"Bu nimetler, bu putların şefaati sayesinde meydana gelmiştir"
demeleridir."
2) Bununla
onların Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğinin hak olduğunu önce anlamaları,
sonraysa onu inkâr etmeleri kastedilmiştir. Çünkü onun nübüvveti çok büyük bir
nimettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz seni, alemlere ancak rahmet için
gönderdik"(Enbiya, 1O7) buyurmuştur.
3) Bu
tabirin manası, "Onlar Allah'ın nimetini bilirler, tanırlar, ama o nimetleri,
Allah'ın rızasını talep etme uğrunda sarfetmezler, kullanmazlar" demektir.
Daha sonra Allah Teâlâ
"Çoğu kâfir kimselerdir onların" buyurmuştur.
[254]
Buna göre şayet
"Hepsi kâfir olduğu halde, "ekserisi kâfirdir" demenin hikmeti
nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Buna birkaç bakımdan
cevap verebiliriz:
1) Altah
"onların ekserisi" buyurdu, zira onların içinde, haklarında delil
kaim : mayan mükellefiyet yaşına gelmemiş veyahut da aklı noksan, bunak olan
kimseler bulunuyordu. Dolayısıyla O, bu ifadeyle, baliğ olanlarla aklı başında
olan, bunak olmayan kimseleri kastetmiştir.
2) Buradaki "kâfir" sözüyle
"küfr-i inâdî" ile kâfir olanlar kastedilmiştir. Bu durumda biz
diyoruz ki: Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur. Zira onların içinde, inatçı olmayan,
aksine Hz. Peygamber'in doğruluğunu bilemeyen ve Hz. Peygamber'in, Allah katından
gönderilmiş hak bir
peygamber olduğu kendisi
tarafından anlaşılamayan kimseler de vardı.
3) Allah
burada, "ekser'* kelimesini zikredip, bütünün tamamını kastetmiştir. Çünkü
bir şeyin ekserisi, o şeyin tamamı yerini tutar. Böylece, "ekser"
kelimesinin zikredilmesi, tamamının zikredilmesi gibi olmuş olur. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın "Hamd, ancak Allah'a mahsustur. Daha doğrusu onlar bunu bilmezler"
(Ankebut, 63) ayeti gibidir. Allah en iyisini bilendir.
[255]
"Bir gün her
ümmetten birer şahid göndereceğiz. Sonra o kâfirlere izin de verilmeyecek.
Onlardan tarziye de istenmeyecek. O zâlimler azabı görünce, kendilerinden
hafifletilemeyeceği gibi, onlara mühlet de verilmeyecektir" (Nahl, 84-35).
Bil ki Allah Teâlâ, o
kavmin durumunun, önce Allah'ın nimetlerini tanıyıp, sonra inkâr etme şeklinde
olduğunu ve onların genel hallerinin de ekserisinin kâfir olması şeklinde olduğunu
beyan edince, bunun peşinden tehdidini getirerek, Kıyametin hallerinden
bahsetmiş ve, "Bir gün her ümmetten birer şahid göndereceğiz"
buyurmuştur ki bu, o şahidlerin onların aleyhine olarak bu inkâr ve küfürde
bulunduklarına şehadet edeceklerine delalet eder. Ayette bahsedilen şahidlerle,
peygamberler kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Her ümmetten birer
şahid getirdiğimizde ve seni de onların üzerine bir şahid olarak getirdiğimiz
zaman (onlann hali) nice olur?" (Nisa, 41) buyurmuştur.
Ayetteki, "Sonra
o kâfirlere izin de verilmeyecek" ifadesi ile ilgili olarak da şu izahlar
yapılmıştır:
1)
"Onların mazeret beyan etmelerine, özür ileri sürmelerine izin
verilmeyecek." Nitekim Hak Teâlâ, "Onlara izin de verilmeyecek ki
özür dilesinler" (Mureeiâi, 36) buyurmuştur.
2) Onlann fazla konuşmalarına müsaade
edilmeyecek.
3) Onların
dünyaya, teklif yurduna yeniden dönmelerine müsaade edilmeyecek.
4) Onlar
aleyhine şahidler, şahidlik ederken müsaade edilmeyecek ve şahidler şahidliğini
iyi yapsınlar diye hepsi susacaklar.
5) Kendilerinin
Allah'ın rahmetinden tamamen
ümid kesmeleri gerektiği kendilerince anlaşılsın diye, fazla
konuşmalarına müsaade edilmeyecek."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlardan tarziye de istenmeyecek" buyurmuştur.
İsti'tâb rızalık isteme
elemektir. Kişi, hoşnutluk istediğinde muarızın rızalık vereceğine iyice
inanırsa ondan rızalık ister. Rızalık istememek onun öfkesinin devam ettiğini
gösterir.
Daha sonra, Allah
Teâlâ bu tehdidini te'kîd ederek "O zalimler azabı görünce, kendilerinden
hafifletmeyeceği gibi, onlara mühlet de verilmeyecektir" buyurmuştur. Bu,
"Müşrikler Allah'ın azabını görüp, onun içine düştüklerinde, onlardan bu
azab hafifletilmeyecek, onlara ne mühlet verilecek, ne de geri
bırakılacaklardır. Çünkü orada tevbe söz konusu değildir" demektir. Bu
hususta sözün özü, kelamctların söyledikleri şu husustu: "Azabın menfaat
şaibelerinden (kırıntılarından) uzak ve berî olması gerekir." İşte bu
ayetteki, "Kendilerinden (o azab) hafifletilmeyecek" ifadesi ile
anlatılmaktadır. Azabın devamlı olması gerekir. Bu da ayetteki, "Onlara
mühlet de verilmeyecektir" ifadesi ile anlatılmaktadır.
[256]
"Allah'a ortak
koşanlar, ortaklarını görünce, "Ey Rabbimiz, bunlar senden başka
taptığımız ortaklarım izdir" diyecekler. Bunlar da onlara şu sözü atacaklar:
"Siz. hiç şüphe yok ki, kesinlikle yalancılarsınız." O gün Allah'a teslimiyetlerini
arzetmişler ve düzmüş oldukları yalana tanrıları ise, onları bırakıp
gitmişlerdir" (Nahl, 68-87).
Bil ki bu da,
müşriklere yönelik ilahî va'îdin devamıdır. "Şürekâ" (ortaklar)ın ne
demek olduğu hususunda iki görüş vardır:
[257]
Birinci Görüş: Allah
Teâlâ, müşriklerin toplamış oldukları putlara hayat verir. Onlara hayat
vermesinin maksadı ise, müşriklerin onların son derece zillet ve hakaret içine
düşmüş olduklarını görmeleri, o putların da müşrikleri yalanlamalarıdır. Bütün
bunlar, müşriklerin kalblerindeki gam, keder ve pişmanlığın fazlalaşmasına
sebep olacak şeylerdir. Allah Teâlâ bu putları, şu iki sebepten ötürü
"ortaklar" diye tavsif etmiştir:
1) Kâfirler onlara, Allah'ın ortakları dedikleri
için.
2)
Kâfirlerin putlara, mallarından pay ayırdıkları, (böylece adeta onları
kendilerine ortak edinmiş oldukları) için.
İkinci Görüş; Buradaki
"ortaklar" ile, kâfirleri küfre sürükleyen şeytanlar kastedilmiştir.
Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. O, şu sebepten ötürü bu görüşü benimsemiştir:
"Çünkü Allah Teâlâ ayette, bu ortakların, müşriklere, "Sizler
yalancılarsınız" dediklerini bildirmektedir. Putlar ise cansız varlıklardır.
Binaenaleyh bu sözü onlar söylemiş olamazlar. Bu sebeple, bu sözün ortaklardan
çıkmış olmasının doğru olabilmesi için, bu "ortaklar" ile şeytanların
kastedilmiş olması gerekir." Bu, uzak bir görüştür. Çünkü Allah Teâlâ, o
putlarda hem hayat, hem akıl, hem de konuşma gücünü yaratmaya kadirdir. Bu
durumda onların bu sözü söylemeleri mümkün olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, müşriklerin o "ortaklan" gördüklerinde, "Ey Rabbimiz,
bunlar, senden başka taptığımız ortaklanmızdır" diyeceklerini
bildirmiştir. Buna göre şayet, "Onların bu sözü söylemelerinin sebebi
nedir?" denilirse, deriz ki: Bu hususla şu iKi izah
1) Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir:
"Müşriklerin maksadı, bu günahı o putlara yüklemektir. Onlar böylece,
bunun kendilerini Allah'ın azabından kurtaracağını veya hiç olmazsa azablarının
eksüttlmesine vesile olacağını sanmışlardır. İşte bu anda, putlar onları
yalanlamışlardır."
Kâdî ise şöyle der:
"Bu uzak bir ihtimal. Çünkü kâfirler, âhirette azab-ı İlâhinin başlarına
geleceğini, kendileri için hiçbir yardım, fidye ve şefaatin olamayacağını zaten
kesin olarak biliyorlardı."
2) Müşrikler
bu sözü, putların hiçbir günahı olmadığı halde, orada bulunuşlarına şaşarak ve
kendilerinin onlara ibadet etmiş oldukları için hata ettiklerini itiraf etmek
için söylemişlerdir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, putların da onları
yalanlayacaklarını bildirerek,
"Bunlar da onlara şu sözü atacaklar:
"Siz, hiç şüphe yok ki,
kesinlikle yalancılarsınız" buyurmuştur. Bu, "Allah Teâfâ, o putlara
hayat, akıl ve konuşma kabiliyeti verir, böylece onlar bu sözü söylerler"
demektir. Ayetteki, "Siz, hiç şüphe yok ki kesinlikle
yalancılarsınız" ifadesi, 'den bedeldir. Buna göre ifadenin takdiri,
"Bunlar da onlara, "Siz hiç şüphe yok ki, kesinlikle yalancılarsınız"
sözünü atarlar, söylerler" şeklindedir.
[258]
Eğer, "Müşrikler,
putlara işaret ettiklerinde, "Bunlar, senden başka taptığımız
ortaklardır" derler. Müşrikler bu sözlerinde doğrudurlar. Hal böyle iken
daha nasıl putlar onlara, "Siz yalancılarsınız" demişlerdir?"
denilirse, biz deriz ki: Bu hususta bazı izahlar yapılmıştır ve en doğrusu
şudur: Onların, "Taptığımız ortaklarımız bunlardır" şeklindeki
sözleri ile, "Bunlar ibadette Allah'ın ortakları olduğuna inandığımız kimselerdir"
manası kastedilmiştir. Bu durumda putlar onları, bahsettikleri bu ortaklık
hususunda yalanlamışlardır. Bu ifade ile, "Siz, bizim ibadete müstehak
olduğumuzu söylemeniz bakımından yalancısınız" manasının kastedildiği de
ileri sürülmüştür. Buna Hak Teâlâ'ntn, "Hayır, öyle değil, (ahirette) o
(tanrıları) onların kendilerine tapmalarını reddedecekler" (Meryem, 82)
ayeti de delalet eder.
Cenâb-ı Hak, sonra da
"O gün Allah'a teslimiyetlerini arzederler" buyurur. Kelbî bunun:
"O gün, hem tapan (müşrikler) hem tapılan (putlar) Allah'a teslim olur.
O'nun Rableri olduğunu, ortaklardan ve benzerlerden berî olduğunu kabul
ederler" manasında olduğunu söylemiştir.
Ayetteki, "Düzmüş
oldukları yalancı tanrıları İse, onları bırakıp gitmişlerdir" ifadesi ile
ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a) Bunun,
"O gün onlardan, şeytanın kendilerine Allah'ın bir ortağı, eşi ve çocuğu
vardır diye yutturduğu şeyler, silinir, yok olur gider" manasında olduğu
ileri sürülmüştür:
b) Bu
ifadenin, "Onların ilahlarının Allah katında kendilerine yardımcı ve
şefaatçi olacağı kuruntusu, boşa çıkar, kaybolur gider" manasında olduğu
da söylenmiştir.
[259]
"Kâfir olup da
Allah'ın yolundan menedenler yok mu, biz, çıkardıkları fesada mukabil,
azaplarına azap katacağız77 (Nahl. 88).
Bil ki Allah Teâfâ kâfirlerle
ilgili va'îdinden bahsedince, bunun peşinden, küfrünün yanısıra başkalarını da
Allah'ın yolundan alıkoyma suçunu işleyen kimselere yönelik va'îdini
zikretmiştir. Ayetteki, "Allah'ın yolundan menederJer" ifadesi ile
ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a) Bunun
manasının, "Mescid-I Haram'dan (Kâ'be'den) menederler" şeklinde
olduğu söylenmiştir ki en doğru olan, bu ifadenin, "Allah'a, ResÛlullah'a
ve bütün şer'i hükümlere iman etmekten alıkoymayı içine almış olmasıdır. Çünkü
lafız umûmîdir, bunu sınırlandırmanın gereği yoktur.
[260]
Cenâb-ı Hak,
"Azablanna azab katacağız" buyurmuştur. Bu, "Onlar, küfürlerine,
başkalarını imandan çevirmeyi katınca, gerçekte küfürlerine küfür katmış
olurlar. Bundan dolayı da Allah Teâlâ onların azabiarını artırır"
demektir. Hem sonra onlara tabî olanlar, oniara küfür hususunda tabî
olmuşlardır. Binâenaleyh hem Hak Teâlâ'nm, "Onlar mutlaka kendi yüklerini
de, o yükleriyle beraber daha nice yükleri de yükleneceklerdir" (Ânkebûi.
13) ayetinden, hem de Hz. Peygamber (sa.s)'in: (Kim kötü hir adet icat ederse,
hem kendisinin hem de Kıyamete kadar bu adet ile amel edenlerin günahı ve
vebali onun üzerinedir"[261]hadis-i
şerifinden dolayı, onlara, tabî olanların cezasının bir mislinin de verilmesi
gerekir.
Bazı müfessirler,
ayette bahsedilen bu azab artırmanın tafsilatına girerek şöyîs demişlerdir:
"İbn Abbas (r.a), ayette bahsedilen ziyade ile, Arş'ın altından akan vs
üçü ile geceieri, ikisi ile de gündüzleri azab oiunduklan beş ateş nehrinin
kastedildiğini söylemiştir." Bazıları da, buna "Biz, onların azabını,
çok büyük develer gibi olan yılan ve akreplerle artırırız. Böylece onlar o
akrep ve yılanlardan kaçıp, cehenneme sığınırlar" manasını vermişlerdir.
Bazıları da şöyle demişlerdir: "O akreplerden herbirinin
üzerinde üçyüz çukur ve her çukurda üçyüz testi zehir vardır." Yine bu
akreplerin, uzun hurma ağaçları gibi dişleri bulunduğu da ileri sürülmüştür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ''Çıkardıkları fesattan ötürü" buyurmuştur. Yani, "Azaba azab
katma, ancak onların, başka insanları da imandan alıkoymuş olmaları şartına
bağlanmıştır" demektir. Bu da, başkalarını küfre ve sapıklığa davet edenin
azabının daha büyük; yine aynı şekilde başkalarını da hakka ve dine davet
edenin Allah katındaki kadr-ü kıymetinin daha büyük olduğuna delâlet eder.
Allah en iyi bilendir.
[262]
"O gün, her
ümmetin içinden, kendilerinin aleyhine birer şahit göndereceğiz ve seni de
onların üzerine bir şahit olarak getireceğiz. Sana bu kitabı, herşey için bir
tibyân, bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olmak üzere,
peyderpey indirdik" (Nahl, 89).
Bil ki bu,
mükellefleri günahlardan alıkoyacak olan, bir diğer va'îd (tehdid)dir. Yine bil
ki "ümmet", topluluk, cemaat ve millet demektir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: Ayetle ilgili şu iki görüş vardır:
1) Bu ifade
ile, her peygamberin (Kıyamette) kendi ümmeti aleyhine şahit olacağı
kastedilmiştir.
2)
Dünyada mevcut olan her topluluk ve kavmin
içinde, mutlaka aleyhlerine şahitlik edecek bir kimse bulunur. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in asrında olanlar hakkında şahit ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'dir. Bunun
delili, ''Böylece insanlara karşı şahitler olasınız ve bu peygamber de sizin
üzerinize tam bir şahit olsun diye, sizi vasat (orta-âdil) bir ümmet yaptık"
{Bakan, 143) ayetidir.
[263]
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s)'in zamanından sonraki bütün zamanlarda mutlaka şahitlerin bulunacağı
sabittir. Dolayısıyla anlatılan bu şeylerden, her asrın, insanlar
hakkında şahitlik
edecek şahitlerden hâtî olmadığı neticesi çıkar, ü şahidin ise, mutlaka hata
etmemesi gerekir. Aksi halde o da başka bir şahide muhtaç olur ve bu iş sonsuza
uzar (teselsüle girer) ki, bu bâtıldır. Böylece her asırda, mutlaka sözleri
hüccet olan bir topluluğun bulunacağı sabit olmuş olur ki bu da, icmâ-ı ümmetin
hüccet olmasını gerektirir.
Ebu Bekir el-Esamm
şöyle demektedir: "Ayette bahsedilen "şahit" ile, Allah
Teâlâ'ntn (Kıyamette), insanın şu on uzvunu konuşturması kastedilmiştir. O
zaman bu uzuvlar, insanın aleyhine şahitlik ederler. Bunlar, iki kulak, iki
göz, ayaklar, eller, deri ve dildir. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın ayetteki
"şahid"i, "içinden, kendi nefislerinden " diye tavsîf etmiş
olmasıdır. Bu uzuvların, kişinin kendisinden olduğunda şüphe yoktur."
Kâdî, Ebu Bekr
el-Esamm'a şu şekilde cevap verir:
1) "Allah Teâlâ, "Kendilerinin
aleyhine" buyurmuştur ki bu, "O ümmetin aleyhine" demektir.
Binâenaleyh şahitlerin, başka olması gerekir.
2) Cenâb-ı
Hak, "Her ümmetin içinden" buyurmuştur. Binâenaleyh şahitlerin, ümmetten
olması gerekir. Halbuki uzuvlarımızdan herhangi birini "ümmetten"
diye nitelememiz doğru olmaz. O şahitlerin, peygamberler olduğunu söylemek de
uzak bir ihtimaldir. Çünkü onların, insanlara peygamber olarak gönderilmeleri,
zarûrî-kesin olarak bilinen bir husustur. Binâenaleyh ayeti bu manaya
hamletmenin bir manası yok."
[264]
Allah Teâlâ daha sonra
"Sana bu kitabı, herşey için bir tibyan... olmak üzere peyderpey
indirdik" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[265]
Bu ifadenin, daha
önceki ifade ile irtibat ve münasebeti şudur: Cenâb-ı Hak, "Seni de
onların üzerine bir şahit
olarak
getireceğiz" buyurunca, insanların, mükellef tutuldukları bütün
hususlardaki mazeret ve engellerini giderdiğini; dolayısı ile kendilerinin
ileri sürebilecek hiçbir hüccet ve mazeretlerinin kalmadığını beyan
buyurmuştur.
[266]
Bazıları şöyle
demişlerdir: "Kur'ân, herşey için bir "tibyan" (açıklama)dır. Çünkü ilimler, ya dinîdir, ya
değildir. Dinî olmayan ilimlerin bu ayetle ilgisi yoktur. Çünkü Allah Teâlâ'nın,
Kur'ân-ı Kerim'i, dinî ilimleri ihtiva etmiş olması bakımından medhettiği
zarurî olarak bilinmektedir. Dinî olmayan ilimlere iltifat edilmez. Dinî
ilimler de ya usûle dâirdir, yâ furû'a dâirdir. Usûl ilminin tamamı Kur'ân'da
mevcuttur. Furû ilmine gelince, Kur'ân'da mufassal olarak ele alınanlar hariç,
"Asıl olan berâet-i zimmettir." 8u da, Kur'ân'da bulunanlar dışında,
Allah'tan taraf bir mükellefiyet yüklenmediğine delâlet eder. Bu böyle olunca,
"kıyas"ın olduğunu söylemek bâtıl olur ve Kur'ân bütün hükümlerin
izahını tastamam yapmış olur."
[267]
Fakîhter ise şöyle
demişlerdir: "Kur'ân, her şey için bir tibyan (açıklama)'dır. Çünkü Kur'ân,
icmâ, haber-i vâhid ve kıyasın hüccet olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu
temel delillerden, herhangi biri ile sabit olan bir hüküm, Kur'ân ile sabit
olmuş bir hüküm olmuş olur." Bu konunun izahı, A'râf Sûresi'nde ayrıntılı
olarak geçmiştir. Allah en iyi bilendir.
[268]
Vahidî, senedli
olarak, Zeccac'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Tibyan, beyân (açıklama)
manasında bir isimdir. "TİIkâ"da "tibyan" gibi (karşılaşma
manasına) bir isimdir." Sa'leb, Kûfelilerin; Müberred de, Basralıtann şöyle
dediklerini rivayet etmişlerdir: "Tİbyân" ve "Tİlkâ"
kelimeleri hâriç, hiçbir masdar, "tif'âl" vezninde gelmez. Bu iki
lafzı bir tarafa bıraktığında, senin için kıyas (kaide) normalleşir ve masdar
olanlar için, mesela "tesyâr", "tezkâr" ve
"tekrar" kelimelerinde olduğu gibi, bütün bu gibi masdarların, tâ'nın
fethası ile, "tefâl" vezni üzere geldiğini, 'timsâl" ve
"tiksâr" kelimelerinde olduğu gibi, her ismin de, tâ'nın kesresi ile
"tif'âl" vezni üzere geldiğini söylersin.
[269]
"Şüphesiz ki
Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder, taşkın kötülüğü, münkeri,
zulmü ve kendini beğenmeyi nehyeder. Size öğüt verir ki, iyice
dinleyip tutasmız" (Nahl, 90).
Bil ki Allah Teâİâ,
va'd ve vaTdini, tergib (teşvik) ve terhibini (korkutmasını) iyice ortaya
koyunca, bunun peşinden, "Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği
emreder" ayetini getirmiş ve ayette, farz ve nafile olarak, mükellefiyetle
ilgili herşeyi, umumî ve hususî olarak, ahlâk ve âdâbla ilgili herşeyi emretmiştir.
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[270]
Bu mesele, ayetin
faziletini izah hususundadır. İbn Abbas (r.a.), Osman
b. Maz'un'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben öncelikle Hz. Peygamber
(s.a.s)'den utandığım için müslüman olmuştum. İslâmiyet kalbimde yer etmemişti. Derken bir gün
onun yanındaydım. O (s.a.s) bana bir şeyler anlatıyordu. Birden gözü göğe
doğru dikildi. Sonra gözünü sağa doğru çevirdi. Sonra bunu tekrar yaptı. Ona
bunu sorduğumda O, "seninle konuşurken, Cebrail sağ tarafıma indi ve
"Allah adaleti ve ihsanı emreder. Adalet, Allah'tan başka ilah olmadığına
şehadet etmek; ihsan da, farzları yerine getirmek; "Akrabaya verme"
de, akrabayı ziyarettir. Yine Allah "fahşâ"yı, yani zinâ'yı, münkeri,
yani, şeriat ve sünnette olmayan herşeyi ve "bağy"i yani, başkasının
hukukuna tecavüzütZulmü ve kendini beğenmişliği nehyediyor" dedi"
buyurdu. İşte o anda kalbime iman düştü. Bunun üzerine Ebu Talibe geldim ve
durumu haber verdim. O: "Ey Kureyş topluluğu, kardeşimin oğluna uyun,
kurtulursunuz. Yemin olsun ki ister doğru olsun, ister yalancı olsun, o, size
ancak güzel ahlâkı emrediyor" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) amcasındaki bu
yumuşaklığı görünce, "Amcacığım, insanlara bana tabî olmalarını tavsiye
ediyor da, kendini unutuyor musun?" dedi ve onu imana çekmeye çaba
sarfetti, ama o müslüman olmaktan çekindi. İşte bunun üzerine, "Sen,
sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin"(Kasas, 58) ayeti nazil oldu."
İbn Mes'ûd (r.a)'un
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kur'ân'da hayır ve serlerin hepsini
toptan ifâde eden ayet, bu ayettir." Katâde'den de: "Câhiliyye
devrinde yapılan ve hoş kabul edilen bütün güzel huylan, Allah bu ayette
emretmiş, bütün kötü şeyleri de bu ayette nehyetmiştir."
Kâdî, Tefsir'inde, İbn
Mâce'den, Hz. Ali'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah Teâlâ,
peygamberine peygamberliğini bütün kabilelere açıktan ilan- etmesini
emretmişti. Ben ve Ebu Bekir, onunla birlikte çıktık. Derken kendini beğenmiş
oldukları görünen bir topluluğa uğradık. Hz. Ebu Bekir (r.a) "Bu topluluk,
hangi kabiledendir?" diye sorunca, onlar, "Şeybfin b.
Sa'lebeoğullan'ndan cevabını verdiler. Hz. Peygamber (s.a.s) onları, kelime-i
şehâdeti getirmeye (tevhide) ve kendisine destek olmaya davet etti. Çünkü
Kureyş onu yalanlamıştı. (Onlardan), Makrûn b. Amr, "Ey Kureyş'in kardeşi,
bizi neye davet ediyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)
"Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği akrabaya vermeyi emreder"
ayetini okudu. Makrûn da: "Allah'a yemin olsun ki sen güzel ahlâka ve iyi
şeylere davet ediyorsun. Seni yalanlayan ve sana karşı birbirine destek olan,
iftira etmiştir" dedi. İkrime demiştir ki: Hz. Peygamber (s.a.s) bu ayeti,
Velîde okuyunca, Vetîd bunu tekrar okumasını istedi, daha sonra da: "Bu
sözde bir tatlılık ve güzellik var" dediği rivayet edilmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'ın "Allah herşey
hususunda ihsanı (iyi yapmayı ve iyi davranmayı) yazdı. Binâenaleyh
öldürdüğünüzde, öldürmeyi güzel yapın; kestiğinizde de kesmeyi güzel yapın.
Sizden biri (önce bıçağını) bilesin, sonra keseceği hayvana gitsin"[271]
dediği rivayet edilmiştir.
[272]
Alimler, bu ayetin
tefsiri hususunda çok söz söylemişlerdir. Mesela,
İbn Abbas'ın rivayetlerinin birinde,
"Adalet,Allah'tan başka ilah olmadığına şehâdet etmek; ihsan, farzları
yerine getirmektir" demiş; bir başka rivayetinde ise, "Adalet,
Allah'ın eşi-ortağı olmadığını söylemen; ihsan, Allah'a sanki görüyormuş gibi
ibadet etmen ve kendin için arzuladığın herşeyi insanlar için arzulamandır.
Eğer o insan bir mü'min ise, onun imanının artmasını arzu edersin; yek eğer bir
kâfir ise, İslâmî açıdan kardeşin olmasını (imana girmesini) arzu edersin"
demiştir. Yine ondan gelen bir üçüncü rivayette ise, "Adalet, tevhid;
ihsan ise, tevhidde ihlaslı olmadır" demiştir. Başkaları da, "Cenâb-ı
Hak buradaki "adalet" ile, işlerdeki ve fiillerdeki adaleti ve
iyiliği; ihsan ile de sözlerdeki (adalet) ve iyiliği kastetmiştir. Binâenaleyh
yaptığın, hep adalet, söylediğin de hep ihsan olmalıdır" demişlerdir.
Allah Teâlâ,
"Akrabaya vermeyi (emreder)" buyurmuştur. Bu ifade ile, mal ile
yapılan sıla-i rahmi (yardımı) kastetmiştir. Eğer mal ile mümkün değilse, duâ
ile (yani akrabalar için dua ederek) yapılan sıla-i rahmi kastetmiştir. Ebu
Müslim, babasından Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Taatlann mükâfaatı.en
çabuk verileni sıla-ı
rahimdir. Bir ev halkı günahkâr olabilir. Ama onlar sıla-i rahim .aptıkları
zaman, mallan artar, sayıları çoğalır"[273]
buyurduğunu, rivayet etmiştir.
[274]
Cenâb-ı Hak,
"...taşkın kötülükten nehyeder" buyurmuştur. Ayette bahsedilen
"fahşâ"nın, zina, cimrilik ve İster büyük ister küçük, ister fille
isterse de sözle ilgili otsun, her türlü günah anlamına geldiği ileri
sürülmüştür.
Ayette geçen münker'in
ise "Allah'ı inkâr etmek" olduğu ileri sürüldüğü gibi,
"münker'in, herhangi bir şeriat ve sünnette olmayan şey demek olduğu da
ileri sürülmüştür.
Ayet-i kerimedeki bağy
hakkında "kibir ve zulümdür" denildiği gibi, bu, "Senin,
kardeşine haksızlık ederek zulüm yapmandır" da denilmiştir.
Bil ki, gerek emredilenler,
gerekse nehyedilenter pekçoktur. Muayyen bir lafzı, muayyen bir şey için tefsir
etmek, o lafızla o mana arasında bir münasebet ve ilgi bulunduğunda ancak güzel
olur. Ama. böyle bir durum bulunmadığı zaman, tefsir fasit olur. Binâenaleyh,
adaleti, bir şey; ihsanı da başka bir şeyle tefsir ettiğimizde, o zaman bizim,
adalet lafzının o manaya, ihsan lafzının da diğer manaya münasib ve uygun
olduğunu beyan edip açıklamamız gerekir. Böyle bir şeyi beyan edemediğimizde,
yapılan bu tefsir, sırf tahakküm (delilsiz bir iddia) olur, herhangi bir
manayı, o lafızların birisinin tefsiri kabui etmek de, onun aksini yapmaktan
daha evla o!ma2. Böylece, bahsettiğimiz bu izahların, bu ayetin tefsiri
hususunda güçlü ve muhtemel olmadıkları sabit olmuş olur.
[275]
Ben derim ki: Ayetin
zahiri, Allah Teâlâ'ntn şu üç şeyi, yani adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi
emrettiğine; şu üç şeyi de, yani fahşâ, münker ve bağy'i de nehyettiğine
delâlet eder. Demek ki, adalet, ihsan ve akrabaya vermek birbirinden farklı üç
şeydir; yine fahşâ, münker ve bağy'in, aynı şekilde birbirinden başka üç şey
olması gerekir. Çünkü bu kelimelerin birbirine atfedilmesi, başka oimayı
gerektirir. Bu sebeple biz diyoruz ki: Adâtet, ifrat ve tefrit arasında, orta
olan şey demektir. Bu ise, bütün her şeyde riayet edilmesi gereken bir
husustur. Bu hususu mutlaka tafsilatlı olarak izah etmek gerekir. Bu cümleden
olarak biz diyoruz ki:
Mükellefiyet konuları
ya itikadla ilgili olur, veyahut da uzuvların ameli olur. İtikadı durumlara
gelince, adaletin hepsinde gözetilmesi gerekir.
1) İbn
Abbas: "Ayette bahsedilen "el-adl"den maksat, kişinin
"Allah'tan başka tanrı yoktur" demesidir" demiştir. Bu hususta
sözün özü şudur: Kâinatın herhangi bir ilâhının olmadığını söylemek,
"ta'tîTdir, (yani kâinatı başıboş görmektir). Bir ilâhdan daha fazlasını
kabul etmek ise, şirk ve teşbîhtir ki, bu iki durum da kınanmıştır. Adi ve
adalet ise, tek bir ilâhın varlığını kabul etmektir ki, bu da insanın,
"Allah'tan başka tanrı yoktur" demesidir.
2)
"İlâh mevcut değildir, ona şey de denilmez" demek, sırf
"ta'tîTdir. "O, cisimdir, cevherdir, uzuvlardan müteşekkildir ve bir
mekândadır" demek ise, sırf teşbihtir. "Adi" ise, cismin, cevher
olmaktan, uzuvları, parçaları bulunmaktan ve bir mekânda bulunmaktan münezzeh
ve befî olmak şartıyla mevcut ve hakîkî bir iljâhın bulunduğunu
söylemektir.
3) İlâh,
"ilim ve kudret sıfatı olmayan bir varlıktır" demek, mahzâ ta'tîTdir.
Onun, sonradan meydana gelmiş ve değişen sıfatları haiz olduğunu söylemek ise,
katıksız bir teşbihtir. Adi ise, onun, hadis olmayan değişmeyen sıfatları
olduğunu kabul etmekle beraber, âlemin ilâhının, âlim, kadir ve hayy (diri)
olduğunu söylemektir.
4) Kulun,
kudreti ve irâdesi olmadığını söylemek, katıksız cebirdir. Onun, fiilleri
konusunda bağımsız ve yetkili olduğunu söylemek ise, mahza kudrettir ki, bu
ikisi de kınanmıştır. Adi ise, kulun fiilini, Allah Teâlâ'nın onda yaratmış
olduğu kudret ve yaptığı işe sevkeden sebep (dâî) vasıtasıyla yapabileceğini
söylemektir.
5) Allah
Teâİâ'nın, kulunu, herhangi bir günahtan sorumlu tutmayacağınısöylemek, büyük
bit gevşekliktir, umursamazlıktır. O'nun, kendisini itiraf eden kulunu tek bir günah
sebebiyle cehennemde ebedî bırakacağını söylemek ise, son derece katı ve sert
bir tutumdur. Adi ise, her "Lâ ilahe illallah" deyip de, manasına o
şekilde inanan herkesin cehennemden çıkacağını
söylemektir. Bütün bunlar,
itikad hususundaki adaletin nazar-ı dikkate alınmasıyla
ilgili olarak söyleyebildiğimiz misallerdir.
[276]
Uzuvların fiilleriyle
ilgili konulardaki adaletin gözetilmesine gelince, biz buna dair şu altı misali
zikredeceğiz:
1)
"Allah'ın, mükellef tutmadığım" söyleyenler, "kulun, ne taatla
alakalı herhangi bir şeyi yapması ne de herhangi bir günahtan kaçınması
gerekmez. Allah'ın, kulu -zerinde asta bir mükellefiyeti bulunmaz"
dedikleri halde bir grup Hintli ve Maniheist se söyle der: "İnsanın, bütün
hoş ve leziz şeylerden kaçınması, kendisine alabildiğine -::;9t etmesi ve
fıtratının meylettiği herşeyden sakınması gerekir!" Öyle ki
Maniheistler, kendilerini hadım etmişler, evlenmekten ve hoş-leziz yiyecekleri
yemekten sakınmtşlardır. Hintliler ise kendilerini yakmışlar ve yine
kendilerini dağın tepesinden aşağı atmışlardır. İşte bu iki yol da, mezmûm ve
kınanmıştır. Mutedil ve .-asat, âdil olan ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bize
getirmiş olduğu bu şeriattır, dindir.
2) Hz. Musa
(a.s)'nın şeratinda, son derece hakim oian, şiddet; Hz. İsa (a.s)'ntn
şeriatinde son derece hakim olan ise, müsamahadır. Adalet, ve orta olan ise,
Hz. yuhammed {s.a.s)'İn şeriatidir. Hz. Musa (a.s)'nın, kasten adam
öldürmelerdeki şer'î t»ükmünün, tam bir kısas; Hz. İsa (a.s)'mn şer'î hükmünün
ise, afv olduğu söylenilmiştir. Ama, bizim şeriatımızda ise, kişi
isterse tam ve denk bir biçimde kısas yapılmasını; İsterse tam diyeti taleb
edebilir. Dilerse de, affedebilir. Hem Hz. Musa'nın şeriatı, kişinin, hayızlı
olan hanımından atabildiğine sakınmasını gerekli görürken, Hristiyanîık ise,
hayızlı kadınla cinsî münasebette bulunmanın helâl olduğunu belirtmiştir. Adi
ise, bizim şeriatımızın hükmetmiş olduğu şu husustur: Erkeğin, o pis kana
bulaşmaktan sakınması için, hanımıyla cinsi münasebette bulunması haramdır.
Onu, evinden de çıkarmaması gerekir.
3) Allah Teâlâ, "Böylece sizi, vasat (orta)
bir ümmet yapmışızdır" (Bakara, 143). buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu buyruğu
ile, bu ümmetin her hususta, ifrat ve tefritten uzak olmaları gerektiğini
kastetmiştir. Yine O: "Onlar ki harcadıkları vakit, ne israf, ne de
cimrilik yapmazlar" (Furtan, 67) ve "Elini boynuna bağlı olarak
asma; onu büsbütün de açıp saçma "M, 29)
buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) ibadetlerinde aşırı davranınca, Cenâb-ı Hak,
"Tâ, Hâ; biz Kur'ân'ı sana zahmet çekesin diye... indirmedik"(iht.
1-2) buyurmuştur. Bir kısım kimse de işi iyice boşlayıp gevşeyince Cenâb-ı Hak
bu sefer de: "Yoksa sizi boş yere yarattığımızı... mı
sandınız?"(Mo'minûn, us) buyurmuştur ki, bütün bu ayetlerden kastedilen,
ortayı ve adaleti gözetmektir.
4)
Bizim şeriatımız, sünnet olmayı
emretmektedir. Bunun hikmeti ise şudur: O uzvun başı, alabildiğine hassas bir
yapıdadır. İşte bundan dolayı da, cima esnasında duyulan lezzet büyük olur. Bu
sebeple şayet o deri parçası o uzvun üzerinde kalsaydı, o uzuv alabildiğine
hassas olarak kalırdı. Böylece, duyulan lezzet de aşırı olurdu. Ama o deh kesilince, o uzvun tepesi çıplak kalır.
Böylece o, elbise ve diğer maddelerle yüzyüze kalır da, böylece de katılaşır ve
sertleşir; derken, aşın hassaslığı zayıflar, duygusu azalır. Böylece de, cinsî
münasebetten duyulan lezzet azalır ve o konudaki arzu da, aynı şekilde azalmış
olur. Bu şekilde, sanki şeriatımız, o lezzeti azaltmaya gayret ederek, sünnet
olmayı emretmiştir. Böylece insanın, cima şehvetini yerine getirme yönündeki
arzusu itidal noktasına varmış ve o husustaki arzusu, yaratılış ve tabiatına
galip ve baskın gelmemiş olur. Binâenaleyh, Maniheistlerin benimsemiş olduğu
hadım etme ve cinsiyet uzvunu kesme işi, mezmûm ve kınanmıştır. Çünkü bu bir
ifrattır. O deriyi kesmeyip bırakmak ise, lezzeti alabildiğine arttırmaktır.
Adalet ve orta olan ise, sünnet olmadır.
[277]
Bütün bu misallerle,
her şeyde adaletin gözetilmesi gerektiği ortaya çıkmış olur. İnsanların,
"Gökler ve yer adaletle kaimdir, ayakta durur" şeklindeki sözleri
meşhur cümlelerden olup, bu, şu demektir: Gökleri ve yeri meydana getiren
unsurların miktarları, şayet mutedil ve birbirine denk olmayıp, tam aksine,
kemmiyet ve keyfiyet bakımından bazısı diğerinden daha fazla olsaydı, fazla
olan, olmayana hükümran olur, olmayan zayıflardı. Böylece de, onların
yapılarının tamamı gitgide galip olan kütlenin tabiat ve karakterine dönüşmüş olurdu. Şayet,
güneşin yere olan uzaklığı şu andakinden daha az olsaydı, bu alemdeki ısı
yükselir, burada bulunan her şey yanıp kül olurdu. Şayet, onun uzaklığı şu
andakinden daha fazla olsaydı, o zaman da bu aleme soğukluk ve donma hali hakim
olurdu. Yıldızların hareketlerinin miktarları, yavaşlılık ve hızlılıklarının
dereceleri hakkındaki hüküm de aynıdır. Çünkü, bunlardan birisi şayet, şu
andakinden daha fazia veya daha noksan olsaydı, o zaman bu alemin düzeni altüst
olurdu. İşte, bahsettiğimiz bu sebepten doiayı onların, "Gökler ve yer,
adaletle kaimdir" şeklindeki sözlerinin doğruluğu ortaya çıkmış olur ki,
bu da, adalet gerçeğinin izahına kısaca bir işaret olmuş olur.
[278]
"İhsan"a gelince,
bil ki, normal olanı fazlalaştırmak, bazan iyifik, bazan da kötülük olur. Bunun
misali şudur: Tâat hususunda normal olan, farzları edâ etmektir. Ama,
farzlardan fazlasını yapmak da bir taattir ki bu, "ihsan"
nev'indendir. Hülâsa olarak diyebiliriz kî; Gerek kemmiyet, gerekse keyfiyet
bakımından tâat olan fiilleri fazlaca yapmak ihsan'dır. Bunun delili şudur:
Cebrail (a.s), Hz. Peygamber .(s.a.sj'e, "ihsan nedir?" diye
sorduğunda, Hz. Peygamber (s.a.s): "!ksan, senin, O'nu görürcesine Allah'a
ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu göremezsen bile, O seni görür"[279]
cevabını vermiştir.
Buna göre onlar şayet,
"Böyle olma niçin "ihsan" diye adlandırılmıştır?" derlerse
biz deriz ki:
O, tâatte ileri
gitmesiyle, adeta kendisine iyilikte bulunmuş, böylece kendisine hayrı ve güzel
İşleri ulaştırmış, yapmış olur. Netice olarak denilebilir ki "adi",
hayırlardan, iyi ve güzel olan şeylerden farz olan miktarı; ihsan ise, gerek
kemmiyet gerek keyfiyet, gerekse yapmaya götüren ve yapmaktan alıkoyan
sebeplerle, ubûdiyyet ve rubûbiyyet makamlarında bulunmaya gark olma
itibariyle, fazla tâatte bulunmak, daha çok taat işlemektir. O halde ihsan,
farzdan fazla olan miktarı yapmaktır.
Bil ki yapmış
olduğumuz açıklamayla, ihsan mefhumunun içine, Allah'ın emrine saygı duyup,
mahlûkata şefkat gösterme hususu da dahildir. Mahlûkata (insanlara) şefkat
duymanın birçok kısma ayrıldığı açıktır. Bunların en kıymetlisi ve en yücesi
ise, stla-i rahimdir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak pek yerinde olarak bu hususu
ayrıca belirtip,"akrabaya vermeyi..."buyurmuştur. İşte, Allah'ın bu
ayette emretmiş olduğu üç şey hakkındaki ayrıntılı açıklama budur.
[280]
Allah'ın yasakladığı
fahşâ, münker ve bağy gibi üç hususa gelince, biz diyoruz ki: Allah Teâlâ
beşerî nefislere şu dört kuvveti vermiştir: Behimî şehvet; yırtıcı, yok edici
gazab; şeytanî vehim ve meleklere mahsus akıl! Bu dördüncü kuvveti, yani melekî
aklı, insanın terbiye edip bezemesine gerek yoktur. Çünkü bu, melek cevherinden
ve kudsî, ulvî ruhların ürünlerindendir. Terbiye edip bezemeye ihtiyaç duyan
ise, ilk üç kuvvettir. Şehevî kuvvete gelince, bu, şehevî lezzetleri meydana
getirme hususunda arzuludur. Bu tür kuvvet, özellikle "fuhuş" ismiyle
belirtilir. Baksana, Cenâb-ı Hak zinayı da fuhuş (fahişe) diye adlandırarak
"Şüphe yok ki o, bir hayasızlıktır (Allah'ın) hışmı{na bir vesiledir). O,
ne kötü bir yoldur!"(Nisa, 22) buyurmuştur. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın
"taşkm kötülükten nehyeder" buyruğundan maksat, şeriatın müsaade
ettiğinin dışında kalan şehevî lezzetleri elde etmeyi yasaklamadır. Yırtıcı,
yok edici gazab kuvvetine gelince bu, devamlı olarak insanlara şerri.belâyı ve
eziyyet etmeyi ulaştırmak için çalışıp çabalamayı gösterir. İnsanların, bu
durumu yadırgayıp bundan hoşlanmadıklarında şüphe yoktur. O halde münker,
gadabi kuvvetin eserlerinde meydana gelen aşırılıktan ibarettir. ,
Şeytanî ve vehmî olan
kuvvete gelince, bu da, devamlı bir biçimde insanlara hükümran olmaya, onlara
tepeden bakmaya, riyasetini ve liderliğini öne sürmeye çaba sarfeder ki, işte
"bağy" ife kasdedilen de budur. Çünkü "bağy", insanlara hiç
imkân vermemek ve onlara tepeden bakarak zulmetmek demektir. Anlattıklarımızla
bu üç lâfzın, bu üç kuvvetin hallerine aynen uyduğu ortaya çıkmış oldu.
Bu mevzuda enteresan
olan bir husus da şudur: Feytozoflar (mutasavvıflar) şöyle demişlerdir: Bu üç
kuvvetin en değersizi, şehvanî olanı; ortası, gadabî olanı; en üstte olanı
vehmî olanıdır. İşte Cenâb-ı Hak, bu sırayı gözeterek önce şehevî kuvvetin
neticesi olarak fahşâ'yı; gadabî kuvvetin neticesi olarak münkeri; daha sonra
da, vehmî kuvvetin neticesi olan bağy'i zikretmiştir. İşte, bu lafızların
tefsiri hususunda, aklımın ve gönlümün ulaşabildiği şeyler bunlardır.
Binâenaleyh, bunlar eğer doğruysa, Allah'tan; eğer yanlış ise, benden ve
şeytandandır, Allah ve Resulü ise, bundan uzaktırlar. Bize tahsis edip verdiği
fadl ve ihsanından doiayt hamd Allah'a mahsustur. Çünkü O, Melik-t Deyyân'dır
(çokça mükâfaat ve ceza veren Melık'dir).
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Süv "Size öğüt verir ki, iyice dinleyip tutasıniz" buyurmuştur.
"Size öğüt verir" buyruğundan maksad, O'nun bu üç şeyi emretmesi ve
diğer üç şeyi de nohyetmesi kastedilmektedir.
"iyice dinleyip
futasınız diye..." ifadesine gelince, bununla ilgiliki mesele vardır:
[281]
Cenâb-ı Hak, bir önceki
ayette, "Sana (bu) kitabı her şeyin apaçık bir beyanı... olmak üzere
peyderpey indirdik" (Namı, 69) buyurup, peşinden de bu üç şeyi emreden
diğer o üç şeyi de nehyeden bu ayeti getirince, bu, Kurân'ın her şeyin apaçık
bir beyanı elmasından maksadın, işte bu altı mükellefiyet olduğuna bir dikkat
çekme otmuş olur ki, bu, gerçekte de böyledir. Çünkü ruh cevheri, melekler
zümresinden ve kudsî-yüce ruhların neticeierindendir. Ancak ne var ki bu cevher
bu âleme, her türlü münasebet ve ilgiden arî ve uzak olarak dahil olur.
Binâenaleyh, Allah'ın emrettiği o üç şey, ruh cevherini ilahî bilgiler ve salih
amellerle terakki ettiren şeydir. O ilahî bilgiler ve salih ameller de,
cevheri, gayb âlemine, kudsiyyet sûrlarına ve âlemlerin Rabbinin civarına
yakınlık kesbetmiş olan meleklere komşu olmaya yükselten şeydir. Allah'ın
nehyettiği diğer üç şey ise, ruh cevherini o mutluluklardan alıkoyan ve o
hayırları elde etmekten yan şeylerdir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak o üç şeyi
emredip bu üç şeyi de yasaklayınca, ahiret yolcusunun, dünya misafirinin, dünya
aleminden Kıyamet meydanı başlayıncaya (Kıyamet kopuncaya kadar) ihtiyaç
duyduğu her şeye dikkat çekmiş olur.
[282]
Ka'bî şöyle der:
"Ayet Allah Teâlâ'nın, zulmü ve kötülüğü yaratmadığına delalet eder. Bu
birkaç yönden böyledir:
1) Nasıl
olur da, Allah, o kullarda halketmiş olduğu şeyden onları
nehyeder?! Yine Allah Teâlâ, o kullarından meydana getirmeyi dilediği şeyden
nasıl men edebilir?! Eğer durum, onların (ehl-i sünnetin) dediği gibi olsaydı,
o zaman I Cenâb-ı Hak, "Allah size, sizde yarattığı şeyin aksini yapmanızı
emreder ve sizde yarattığı birtakım fiillerden sizi men eder" demiş
olurdu. Bunun, aklın redahetiyle de batıl olduğu malumdur.
2) Allah
Teâlâ adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrederek fuhuşu, münkeri .-e bağyi
yasaklamıştır. Şayet O, bu şeyleri emrettiği halde, onların gereğini kendisi
.yapmasaydı, o zaman kendisinin, "Siz, insanlara iyiliği emredersiniz de
kendinizi
:r musunuz?"
(Bakara. 44) ve "Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin isiniz?
Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz olmak bakımından, Allah
katında büyüdü..."(Sat,2-3) ayetlerinin şümulüne girmiş olurdu.
3) Cenâb-ı Hakk'ın, "İyice dinleyip
futasınız diye..." ifadesinden teraccî ve tomennt manaları
kastediimemiştir. Çünkü bu,
Allah hakkında imkânsızdır. Binâenaleyh bunun manasının,
"Allah Teâlâ, kendisine itaati hatırlamanızı istediği
jize öğüt
vermektedir" şeklinde olması gerekir ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın sesten
iman etmeyi istediğine delalet eder.
4) A' ah Teâlâ
şayet daha açık bir ifade kullansa ve, "Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya \erpieyi
emreder. Ancak ne var ki O, bundan men eder, alıkor... Kulun
yapması mümkün değildir" dese... daha
sonra da, "O, fuhuşu, münkeri ve bağyi nehyeder. Ancak ne var ki bu üç şey kulda, o
ister istesin isterse istemesin, meydana gelecektir. O, ondan bunu ister ve O,
kulu bunu terketmekten ve bundan sakınmaktan men eder..." demiş olsaydı, o
zaman herkes bu ifadenin rekâketine, nazmının ve terkibinin bozukluğuna
hükmederdi. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın kabîh şeyleri yapmaktan münezzeh ve berî
olduğuna delalet eder."
Bil ki, bu tür
istidlaller pekçok kez yapılmıştır ve bunlara verilen cevaplar da daha önce
geçmişti. Bu tür gürültü ve kavgaları savuşturmada dayanılacak şey,
"dâî" ve "ilim" meselesidir. Allah en iyi bilendir.
[283]
öGerek ehl-i sünnetin, gerekse Mu'tezrle'nin
kelamcıları, eşyayı hatırlamanın
kulun fiili değil, Allah'ın fiili olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Bunun delili şudur: Hatırlama, hatırlananı istemek demektir. Binâenaleyh, talep etme
esnasında, kulun o şey hakkında şuuru vardır veya yoktur. Eğer onun, onun
hakkında bir şuur ve bilinci varsa, bu hatırlama zaten mevcuttur. Mevcut olan
bir şeyin ise, yeniden elde edilmesi talep olunmaz. Eğer onun, onun hakkında
şuur ve bilinci yok ise, o daha o hatırlanacak şeyin aynısını nasıl talep
edebilir? Çünkü, onun bizzat aynının tasavvur edilemediği bir zamanda, onun
aynısını efde etmeye yönelmek imkânsızdır.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, 'İyice dinleyip tutasımz
diye..." buyruğunun manası, "Bu vaz'u nasihatin maksadı, onların bu
hatırlamayı elde etmeye yönelmeleridir." Binaenaieyh, hatırlama Cenâb-ı
Hakk'tn yaratmasıyla olmasaydı, ondan bunu elde etmesi nasıl istenirdi? İşte
ehl-i sünnet alimlerimizin, Cenâb-ı Hakk'ın, ^)'/ü föii "iyice dinleyip
futasınız diye..." ifadesinin, Allah Teâlâ'nın bunu kuldan istemiş
olduğuna delalet etmediğine dair istidlalleri bu şekildedir. Allah en iyisini
bilendir.
[284]
"Karşılıklı
muahede yaptığınız vakit, Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz
yeminleri bozmayın. Üzerinize, Allah'ı kefil ımışsınızdır. Şüphe yok ki Allah,
ne yapacağınızı bilir, ipliğini sağlamca büktükten sonra, söküp bozan (kadın)
gibi olmayın. "Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur" diye,
yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat (mevzuu) mu ediniyorsunuz? Mutlaka Allah,
bununla sizi imtihan eder. 'Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi ise O,
Kıyamet gününde elbette size açıklayacaktır" (Nahl. 91-92).
Bil ki Allah Teâlâ,
bir önceki ayette, bütün emir ve yasaklan kısaca bildirince, a. ayetlerde de
onların bir kısmını zikretmiş ve işe, ahde vefayı emretmekle teşiamıştır.
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[285]
Alimler,
"Allah'ın ahdi"nin ne demek olduğu hulusunda şu izahları
yapmışlardır:
1) Keşşaf
sahibi şöyle der: "Allah'ın ahdi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e müslüman olmak
üzere bîat etmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak"Gerçek, sana bîat edenler ancak Allah'a
bîat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir. (Fetn, 10)
buyurmuştur. Yani, "O bîatı pekiştirdikten sonra, bîat yeminlerini
bozmayınız. Yani, onu Allah'ın adını anarak sağlama bağladıktan sonra…”
demektir.
2) Bununla,
insanın kendi ihtiyarı ve seçmesi ife üstlendiği her söz kastedilmiştir. *ee*am
İbn Abbas "Söz verme va'ad de bir ahiddir" derken, Meymûn İbn Mihrân
ite: "Kiminle sözleştimse ister müslüman ister kâfir olsun, o sözünü
yerine getirdi. üM. ancak Allah'a aittir" demiştir.
3) Ebu Bekr
el-Esamm: "Bununla, cihâd ve Allah'ın, mallarda farz kılmış olduğu zekât
kastedilmiştir" der.
[286]
4)
Allah'ın ahdi, O'na yemin etmektir. Bu görüşü
ileri sürenler şöyle demiştir: "Aksini yapmada bir fayda bulunmadığı
zaman, yemini yerine aetirmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) "Kim
bir şeye yemin eder ve fakat ona aykırı davranmanın daha hayırlı olduğunu
görürse, o, hayırlı olanı yapsm, sonra da keffâret versin"[287]buyurmuştur.
5) Kadi
şöyle der: "Ahd, gereğini yerine getirmenin vâcib olan her şeyi içine ahr.
Aklî ve nakiî delillerin, yeminini yerine getirmenin vacîb olduğuna delâlet
etmeleri sebebiyle, onu yerine getirmenin şart ve gerekli olduğu hususunda daha
tekidli deliller bulunduğu malumdur. İşte bundan dolayı, bu iki delilde,
değişme doğru olmaz. Bu, ancak yeminde doğru olur. Çoğu kez bu durumda, yeminin
aksini yapmak mendub olur."
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Allah Teâlâ, "Karşılıklı muahede yaptığınız vakit, Allah
'm ahdini yerine getirin..." buyurmuştur. Binâenaleyh bunun, insanın kendi
ihtiyarıyla üstlenmiş olduğu ahitlere tahsis edilmiş olması gerekir. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın, "Karşılıklı muahede yaptığınız vakit" ifadesi, bu
manaya delalet eder. Bu durumda da, Kadî'nin zikretmiş olduğu hususun, nazar-ı
dikkate alınmaması gerekir. Bir de Cenâb-ı Hak, bu ayetin sonunda,
"Üzerinize, Allah'ı kefil yapmışsınızdır"buyurmuştur. Binâenaleyh bu,
ayetin Allah ve Resulüne iman edenler hakkında varid olduğuna delâlet eder. Hem
bu andın, yemine hamlclunmaması gerekir. Çünkü, şayet biz bunu bu manaya
hamledersek, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonraki "Sapasağlam ettiğiniz
yeminleri bozmayın" ifadesi, bir tekrar olmuş otur. Çünkü ahdi yerine
getirmek, "onu bozmaktan men etmek" birbirine yakın olan iki
ifadedir. Çünkü, bir şeyi yapmayı emretmek, o şeyi yapmamayı yasaklamayı
gerektirir. Ancak, "Ahde vefa" genel bir ifadedir" denilirse,
işte o zaman bu ifadenin muhtevasına yemin de dahil olur. Sonra Ailah Teâlâ
yemini özellikle, onun, riayet edilmesi gereken ahid neviierinin en önde geleni
olduğuna dikkat çekmek için zikretmiştir. İşte bu durumda biz diyoruz ki: Evlâ
olan, buradaki "ahd"i, insanın kendi iradesiyle üstlenmiş olduğu
şeylere tahsis etmektir. Bu durumda bu ifadenin muhtevasına, hem Allah'a ve
Resulüne iman etmek için biat etmek, hem cihâd ahdi, hem nezr ve adaklardan
tekeffüi edilmiş olan şeylere vefa gösterme ahdi, hem de yemin ve kasemlerle
pekiştirilmiş olan şeyler girmiş olur.
Cenâb-i Hakk'ın,
"Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın" ifadesiyle ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci Bahis: Zeccâc:
"Hem "Vekkedtu" hem de "Ekkeddu" (te'kid ettim,
sağlamlaştırdım) ifadeleri iki güzel kullanılış olup, asioian vav'lı olandır.
Hemze ise, vav'ın yerine getirilmiştir" demiştir.
İkinci Bahis: Ebu
Hanife (r.h)'nin arkadaşları, "yemin-i lağv"ın, "yemîn-i
gamûs" (bile bile yalan yere yemin etmek) olduğunu; bunun delilinin ise,
şu olduğunu söylemişlerdir: "Cenâb-ı Hak, "sapasağlam ettiğiniz
yeminleri bozmayın" buyurmuş, Döylece bu ayette, yeminleri bozmayı yasaklamıştır.
Binâenaleyh, her yeminin, bozulmaya ve yerine getirilmeye elverişli olması
gerekir. Halbuki "yemin-i gamûs" Dozulmaya ve yerine getirilmeye
elverişli değildir. Binâenaleyh, bunun, yeminler nev'inden olmaması
gerekir." Vahidî de, "yemîn-i lağv"ınt Arapların, "Yok
Vallahi", Evet Vallahi" gibi (dil alışkanlığıyla) söyledikleri sözler
olduğuna bu ayetle istidlal eoerek şöyle der: "Allah Teâlâ ancak, azm,
niyyet ve kararlılıkla yapılan yeminler ie. "yemîn-i lağv"ı
birbirinden ayırmak için ''sapasağlam ettiğiniz..." buyurmuştur.
Üçüncü Bahis: Ayet-i
kerimedeki "Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın" -adesi tahsîs
edilmiş genel bir ifadedir. Çünkü biz, biraz önce bahsettiğimiz hadisin,
"*yemini bozmanın daha iyi olduğu bir durumda, onu bozmak caizdir"
hususuna dalalet ettiğini açıklamıştık.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Üzerinize, Allah'ı kefil yapmışsınızdır" buyurmuştur. Bu
ifadenin başındaki vav, hâl vav'ıdır. Bu, "Siz, Allah'ı ahdi yerine
getireceğinize dair kefil kıldığınız halde, sakın o yeminlerinizi
bozmayın" demektir. Bu böyledir, zira, Allah'a yemin eden herkes, sanki
Allah'ı, o yemini »bebiyle, o yeminini yerine getireceğine dair kefil
kılmıştır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ''Şüphe yok ki Allah, ne . spscağınızi bilir" buyurmuştur. Bu ifadede
hem bir terğîb, hem de bir terhîb bulunup, bununla, "O, size, yaptığınıza
göre karşılık verir. Yaptığınız hayır ise, karşılığı hayır; ser tse, karşılığı
serdir" manası kastedilmiştir.
[288]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ahde vefanın vacib olduğunu, onu bozmanın haram «xğunu te'kid ederek,"İpliğini
sağlamca büklükten sonra, söküp bozan (kadın) gibi olmayın" buyurmuştur.
Bu ifadeyle ilgili &rxaç mesele vardır:
[289]
Bu benzetmedeki,
"kendisine benzetilen" (müşebbehun bih)in kim olduğu hususunda iki
görüş vardır:
Birinci Görüş: Bu,
kendisine Râyıta veya Rayta denilen, Kureyşli bir kadın olup kendisine Ca'râ
lakabının verildiği ahmak bir kadındı. Hem kendisi, hem de cariyeleri ip
eğiriyorlardı. İpleri eğirip muhkemleştirdiğinde de, o cariyelerine emrediyor,
onlar da bunun üzerine eğirdikleri ipi bozuyorlardı.
İkinci Görüş: Bu
teşbih ile, muayyen bir şey belirtmeksizin, genel bir vasıf murad edilmiştir.
Çünkü, teşbihlerin gayesi, mükellefi, yaptığı iş kötü olduğu zaman ondan
vazgeçirmek, güzel olduğu zaman ona teşvik etmektir. Bu da, muayyen bir şey
belirtmeksizin, genel bir vasıfla tam olur.
[290]
Ayetteki min ba'df
kuvve deyiminin manası, "O, ipi eğirip
bükerek sağla m (aştırdıktan sonra" demektir.
[291]
Ayette geçen enkâsa
kelimesi hakkında, el-Ezherî şöyle der: "Bu kelimenin müfredi, nekes'dir.
Bu kelime, kıldan
ve yünden eğirilerek,
bükülüp dokumada kullanılan ipin ismidir. Binaenaleyh, o kadın, o ipi güzelce
eğirip dokuduğunda onu kesiyor, sağlamlaştırmış İplerini bozuyor; o iplikleri
(tersine eğirip) gevşeterek, diğer yünlerin içine katıyor, sonra da ikinci kez
onu tekrar eğiriyordu. Nekes kelimesi masdardır. Nitekim Arapça'da tıpkı, yünün
iyice eğirilip büküldükten sonra iplik haline getirilip sonra da o ipliğin
bozulması gibi, bir kimse de ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozduğunda,
"Nekese fulânun ahdehû" denilir.
[292]
Ayetteki enkâsâ
kelimesinin mansûb olması hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Zeccâc
şöyle der: "Bu kelime, mef'ul-i mutlak manasında olduğu için, mansûb
bölmüştür. Çünkü, "nekestu", "nakadtu" -nakzettim"
"nakadtu" da "nekestu" demektir." Bu yanlıştır, çünkü
enkâsâ kelimesi, "nekes" lafzının çoğulu olup, bu kelime ise, masdar
olmayıp isimdir. O halde daha nasıl, enkâsa mef ui-ü mutlak manasında olabilir?
2) Vahidî şöyle
der: "Bu kelime, ikinci mefûldür. Nitekim sen, "Paramparça etti,
parçaladı" manasında, "Keserehû aktâ'an ve ferrakahû eczâen"
dersin. İşte burada da bunun gibidir. O halde bu tabirin manası, "O kadın
eğirdiği ipi yeniden bozdu" demektir.
3)
Enkâsâ kelimesi, hât-i müekkide (te'kîd eden
bir hâl) ifadesi olduğu için mansûbtur.
[293]
İbn Kuteybe şöyle der:
"Bu tabir, kendinden önceki ifadelerle ilgili olup, takdiri ise,
"Ahidleştiğinizde, Allah'ın
ahdini yerine getirin;
pekiştirip sağlamlaştırdıktan sonra yeminlerinizi bozmayın; çünkü sizler, şayet
böyle yaparsanız, ipini eğerek onu sağlamlaşttrıp, sonra da onu bozarak
paramparça eden o kadın gibi olursunuz" şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat (mevzuu)
ediniyorsunuz!" buyurmuştur. Vahidî şöyle demiştir: "Dehal" ve
değal kelimeleri, aldatma ve hıyanet anlamlarına gelir." Zeccâc ise şöyle
demiştir: 'Kendisine kusur arız olmuş olan herşey hakkında, "O, medhûldür,
onda bir dahil vardır" denilir." Zeccâc dışındaki diğer âlimler ise,
"Dahi kelimesi, fesat çıkacak bir biçimde, birşeye sokulan şeydir"
demişlerdir.
[294]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur diye" buyurmuştur.
"Erbâ" kelimesi, "daha çok, daha fazla" manasındadır.
Arapça'da, birşey artıp fazlalaştığı zaman kutlanılan, Rebâ'ş-şey'ü-yerbu"
fiilinden alınmadır. Bu fazlalık bazan sayı, bazan kuvvet, bazan da şeref
bakımından olur. Mücâhid şöyle demiştir: "Onlar, müttefikleriyle anlaşma
yapıp, yemin ediyorlardı. Sonra ise, onlardan daha kuvvetli ve şerefli olanları
gördüklerinde, öncekilerle yaptıkları ahdi bozuyorlar ve daha kuvvetli olan o
kimselerle anlaşma yapıyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak böyle yapmayı onlara
yasaklamıştır. Ayetteki, ifadesi, "sizler, bir topluluk, sayı, kuvvet ve
şeref itibarı ile diğer bir topluluktan daha güçlü olduğu için, yeminlerinizi
aranızda bir fesat ve bozgunculuk vesilesi ediniyorsunuz" manasındadır. O
halde, ''Yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat (mevzuu} ediniyorsunuz"
ifadesi, İnkâr üslûbunda gelmiş olan bir istifham cümlesidir. Dolayısıyla bunun
manası "Bir ümmetin, kuvvet ve çokluk itibarıyla, başka bir ümmetten daha
üstün olması sebebiyle, sizler yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat
vesilesi mi ediniyorsunuz (yani böyle yapmayın)" şeklindedir.
Allah Teâlâ, sonra,
"Mutlaka Allah bununla, yani size emrettiği ve nehyettiği şeylerle, sizi
imtihan eder" buyurmuştur. Bu, bu manadadır, çünkü emir ve nehiy daha önce
zikredilmişti. "Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi ise O, Kıyamet
zjnünde elbette size açıklayacak." Böylece sevap ve İkâb derecelerinin
ortaya ; Kmasıyla, haktan yana olan, batıldan yana olandan ayrılacaktır. Allah
en iyisini bilendir.
[295]
"Allah dileseydi,
sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, kimi dilerse, onu dalalette bırakır; kimi
de dilerse onu hidayete iletir. Yapageldiğiniz işlerden elbette mes'ul
olacaksınız"(Nahl, 93).
Bil ki Allah Teâlâ
ümmeti, ahde vefa göstermek ve ahdi bozmamakla mükellef tutunca, bunun
peşisıra, kendisinin bütün insanları bu vefa've diğer imanî hususlar üzerinde
toplamaya kadir olduğunu; ama ilahî hikmetleriyle, dilediğini saptırdığını,
dilediğini hidayete erdirdiğini beyan etmiştir. Fakat Mu'tezile, ayetteki
hidayet ve dalaleti, "İlcâ" (zorlama) manasına hamletmişlerdir, yani,
"Allah eğer onları imana veya küfre zorlamayı dilemiş olsaydı, buna kadir
olurdu. Fakat bu, mes'uiiyyeti (sorumlu tutulmayı) ortadan kaldırır. Bundan
dolayı, pek yerinde olarak Allah Teâlâ onları buna zorlamamış ve bu mükellefiyetlerle
ilgili hususu, onların irade ve ihtiyarına bırakmıştır" manasını
vermişlerdir.
Ehl-i sünnet
âlimlerimizin bu husustaki görüşü açıktır. Bu husustaki münazara, pekçok kere
daha Önce geçmişti. Vâhidî'nin rivayetine göre, Üzeyr (a.s) şöyle demiştir:
"Ey Rabbim, insanları yarattın. Dilediğini saptırıyorsun, dilediğini
hidayete erdiriyorsun" der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak "£y Üzeyr, bu
meseleyi araştırmaktan vazgeç" dedi, ama Üzeyr (a.s.), bunu ikinci kez
tekrarladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak yine: "Bu meseleyi sormaktan
vazgeç" dedi. Hz. Üzeyr (a.s) bunu üçüncü kez tekrar etti. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: "Bunu sormaktan vazgeç. Aksi halde
peygamberlikten adını silerim." Mu'tezile ise şöyle demiştir:
"Ayetteki meşietten (dilemeden) muradın, ilcâ meşîeti (zorlamayı dileme)
olduğuna delâlet eden şeylerden birisi, Cenâb-ı Hakk'tn hemen bu ifadeden
sonra, "Yapageldiğiniz işlerden elbette mes'ûl olacaksınız" buyurmuş
olmasıdır. Binaenaleyh eğer kulların amelleri, Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı,
o zaman onların bu amellerden sorumlu tutulmaları abes olurdu." Buna karşı
verilmiş cevap, daha önce defalarca geçmiştir. Allah en iyisini bilendir.
[296]
"Yeminlerinizi
aranızda hile ve fesada âlet edinmeyin. Aksi halde ayak İslâm'da) sebat
etmişken kayar da, bu kayma sonunda insanları Allah .olundan alıkoymanız
sebebiyle (dünyada) kötü azabı tadarsınız. Ayrıca sizin için (ahirette de)
büyük bir azap var. Allah'ın ahdini az bir bahaya satmayın. Allah indinde olan,
sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz. Sizin nezdinizdeki tükenir,
Allah'ın indindeki ise bakidir. Sabredenlerin mükâfaatım biz, makta
olduklarının daha güzeliyle elbette vereceğiz. Gerek erkek, gerek kadın, kim
mümin olarak, sâlih amel işlerse, hiç şüphesiz onu, çok güzel bir hayat ile
yaşatırız ve mutlaka, yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz"
- (Nahl, 94-97).
Bil ki Allah Teâlâ ilk
ayette, ahidleri ve yeminleri bozmaktan sakındırınca, bu ayette de yine
sakındırarak, ''Yeminlerinizi aranızda hile ve fesada âlet edinmeyin" z.
vurmuştur ki bundan murad, mutlak manada, yeminleri bozmaktan sakındırmak
Değildir. Aksi halde, aynı konuda, faydasız bir tekrar yapılmış olurdu. Aksine,
bununla «astedilen, kendilerine bu hitabın yöneltildiği o kimseleri, yeltendikleri
ve yaptıkları --5USİ (belti) bazt yeminleri bozmaktan nehiydir. İşte bu
sebepten ötürü müfessirler 3cv*e demişlerdir: "Bu ayet ile ahdi bozmama
hususunda, Resûlullah (s.a.s)'a biat •den (söz veren) kimseler kastedilmiştir.
Çünkü Hak Teâlâ'nın, "Aksi halde, ayak kiâm'da) sebat etmişken kayar"
ifadesi ile anlatılan tehdid, daha önce bulunan br ahdi bozmaya uygun düşmez.
Bu ancak, Allah'a ve O'nun kanunlarına iman - -sjsunda, Resûluüah'a verilen
sözü bozma işine uygun düşer. O halde ayetteki, halde ayak (islâm'da) sebat
etmişken kayar" ifadesi, iyi halden sonra belaya, metten sonra sıkıntıya
düşen herkes için zikredilmiş bir mesel (bir durum)dur. Çünkü müslüman olma
hususundaki sözünü bozan, yüksek mertebeden kaymış ve böyle bir sapıklığın
içine düşmüş olur. Ayetteki, "Allah'ın yolundan alıkoymanız sebebiyle
(dünyada) kötü azabı tadarsınız" cümlesi buna delalet eder.
Cenâb-ı Hak,
"Ayrıca sizin için (ahirette) büyük bir azab var" yani,
"Tadacağınız o fena azab, büyük bir azab ve çetin bir cezadır" buyurmuştur.
[297]
Daha sonra Cenâb-ı
Aflah, bu saktndırmayı te'kid ederek, "Allah'ın ahdini az bir bahaya
satmayın" buyurmuştur. O, "az bir bahâ" ifadesi ile çokça da
olsa dünya meta'ım kastetmiştir. Ancak ne var ki, "Allah indinde olan,
sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz" yani, "sizler İslâm'a
girme hususundaki ahdinizi bozmanıza karşılık, dünya menfaatlerinden bir
menfaat bulursanız, ona iltifat etmeyin. Çünkü eğer dünya iyilikleri ile ahiret
iyilikleri arasındaki farkı biliyorsanız, takdir edebiliyorsanız, Cenâb-ı
Hakk'ın, İslâm ve imanda devam etmenize karşılık hazırladığı o şey, İslâm olma
ahdinizi bozmanıza karşılık, dünyada elde edeceğiniz şeyden daha üstün, daha
iyi ve daha mükemmeldir.
[298]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, katında olanın, onların bulup elde ettikleri dünya metâ'ı ve menfaatından
daha hayırlı olduğuna kesin delil getirerek, "Sizin nezdinizdeki tükenir,
Allah'ın indindeki ise bakidir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki bahis
vardır:
Birinci Bahis:
Duyularımız da, dünyevî iyilik ve menfaatların sonlu ve fânî olduğuna şahittir.
Akıl, âhiret iyilik ve mükâfaatlarının baki ve devamlı olduğunu göstermektedir.
Devamlı ve baki olan ise, fani ve sonlu olandan daha hayırlıdır. Bunun delili
şudur: Sona eren bu şeyin, ya kıymetli ve şerefli bir hayır ve menfaat; yahut
da adi-ve değersiz bir hayır olduğu söylenebilir. Biz, bunun kıymetli ve
şerefli bir hayır olduğunu kabul edersek, onun sona ereceğini bilmemiz, o daha
meydana gelirken, işin başında bu hayrı, içe sindirilemeyen, iyice tadı
alınamayan birşey haline getirir. Bu nimet sona erdiğinde, bittiğinde de,
üzüntü ve keder çoğalır. Bu kıymetli, yüce ve şerefli nimetin böyle olması, onu
tadı iyice alınmaz hale getirir, kıymetini düşürür ve ona duyulan arzuyu
azaltır. Ama biz, o sonlu nimetin, değersiz bir hayır olduğunu kabul edersek, o
zaman devamlı hayrın, sonlu olan bu hayırdan üstün olması gerektiğini açıkça
anlarız. Böylece, Hak Teâlâ'ntn "Sizin nezdinizdeki tükenir, Allah'ın indindeki
ise bakidir" buyruğunun, ahiret hayırlarının dünya hayırlarından daha
üstün olduğu hususunda kesin bir delil olduğu bu izah ile sabit olmuş olur.
İkinci Bahis:
Ayetteki, "Allah'ın indindeki ise bakidir" cümlesi, cennet ehlinin
elde ettiği nimetlerin, devamlı ve sonsuz olduğuna delalet eder. Bu ayet,
aleyhine bir delil İken, Cehm b. Safvan, cennetin sonlu olduğunu iddia
etmiştir.
[299]
Bil ki mü'min, Allah'a
iman ettiğinde, İslâm'ın ve imanın bütün kanunlarını kabul etmiş olur. Bu
durumda ona, şu iki şey gerekir:
a) Bu kabul
etmenin getirdiği, yüklediği şeylere sabretmesi, ondan dönmemesi ve İslâm'da
sebat ettikten sonra, bu sebatını bozmaması gerekir.
b) İslâm'ın bütün kanunlarını ve gereklerini
yerine getirmesi icab eder.
Bunu iyice anladığında
deriz ki: Allah Teâlâ müzminleri birinci ktsma, yani üstlendikleri şeyin icab
ettirdiği hususlara sabretmeye teşvik ederek yani, "Biz, onların İslâm'ın
kanunlarını kabul edip yüklenmelerine karşılık, sabredenleri, yaptıkları
(işledikleri) amellerin en güzeli ile, yani en güzel amellerini nazar-ı itibara
alarak mükafatlandırırız" buyurmuştur. Bu Döyledir, çünkü mü'min, bazan
mubah, bazan mendub, bazan farz olan amelleri yapa/. Kişinin mubah olan
amellerine karşılık değif de, tarz ve mendub olanları yapmasına karşılık
mükafaat alacağında şüphe yoktur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Allah,
"Sabredenlerin mükafaatını biz, yapmakta olduklarının daha guzeliyle
elbette vereceğiz" buyurmuştur.
[300]
kanunlarını ve
gereklerini yerine getirmeye teşvik ederek Daha sonra Cenâb-ı Allah, mü'minleri
ikinci hususa, yani İslâm'ın bütün 'Gerek erkek, gerek kadın, kim mü'min olarak, salih amel işlerse,
hiç şüphesiz onu, çok güzel bir hayat ile yaşatırız ve mutlaka,
yapageldiklerinin daha guzeliyle ecir veririz" buyurmuştur. Bu ifade ile
ilgili birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci Soru: Ayetteki
men (kim) kelimesi, umûmî bir mana ifade eder. Binâenaleyh ayrıca "Gerek
erkek, gerek kadın" denilmesinin hikmeti nedir?
Cevap: Bu ayet, hayır
ve iyilik vaadetmektedir. Vaadi iyice izah etmek ise, te'kîd etmek ve tahsis
(sınırlama) vehmini kaldırmak için, kerem ve rahmetin delillerinin en
büyüklerindendir.
İkinci Soru: Ayet,
imanın amel-i salihten başka olduğuna delâlet eder mi?
Cevap: Evet, çünkü
Allah Teâlâ, imanı, salih amelin mükafaat gerektirmesinin şartı kılmıştır. Bir
şeyin şartı ise, o şeyden başkadır.
Üçüncü Soru: Ayetin
zahiri, sâlih amelin ancak imanın bulunması şartıyla bir netice vereceği
manasına gelmektedir. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın, ''Kim zerre miktan bir hayır
işlerse onu(n karşılığını) görür?(ZfaM, 7) ayetinin zahiri ise, iman bulunmasa
da, sâfih amelin bir netice vereceğini ifade etmektedir.
Cevap: Sâlih amelin,
güzel bir hayati (cennet hayatını) sağlaması, imanın olması şartına bağlıdır.
Bunun, bu güzel hayat neticesinin dışında başka birşeyi, yani cezanın
hafifletilmesi neticesini vermesi ise, imanın olması şartına bağlı değildir.
[301]
Dördüncü Soru: Ayette
bahsedilen "güzel bir hayat", dünyada mı kabirde mi, yoksa ahirette
mi olacak?
Cevap: Bu hususta üç
görüş vardır:
Birinci Görüş: Kâdî
şöyle demektedir: "Doğruya en yakın olan, bahsedilen bu güzel hayatın,
dünyada tahakkuk etmesidir. Bunun böyle olduğunun delili, Mak Teâİâ'nın bu
cümlenin hemen peşinden, "Mutlaka (onlara), yapageldikierinin daha
güzeliyle ecir veririz" buyurmasıdır. Bu ifade ile bahsedilen ecrin,
ahirette verilecek ecir olduğunda şüphe yoktur."
Birisi şöyle
diyebilir: "Ayette bahsedilen "güzel hayat" ite kastedilen
şeyin, ahirette tahakkuk edecek bir hayat olması uzak bir ihtimal değildir.
Yine bunun yanısıra Hak Teâiâ'nın mü'minlere, dünyada iken yaptıkları şeylerin
en güzeline göre mükafaat vermeyi vaadetmiş olmasında bir imkânsızlık yoktur:1[302]
Eğer, bu güzel
hayatın, dünyada olacak bir şey olmasının kabul edilmesi halinde, bu güzel
hayat nedir?" denilirse, şöyle cevap verilir: Alimler, bu hususta şu
izahları yapmışlardır:
a) Bu, güzel ve helal rızık demektir.
b) Bu, helâl yiyip içip, Allah'a ibadet
etmektir.
c) Kanaattir.
d) Bu, sadece o günkü rızık ile yetinmektir. Hz,
Peygamber (s.a.s), duasında "Bana
verdiğin rızka, beni kanaatkar
kıl[303]
buyurmuştur.
Ebu Hureyre (r.a)'den,
Hz. Peygamber (s.a.s)'tn "Allah'ım, Muhammed ailesinin rızkını yetecek
kadar kıl"[304]diye
dua ettiği rivayet edilmiştir. Vahidî, "Bununla kanaat murat
edilmiştir" diyenlerin görüşü güzel ve tercihe şayan görüştür. Çünkü
dünyada kanaatkar kimseden başka hiç kimsenin hayatı güzel oeğildir. Htrsh ve
açgözlü kimse ise devamlı bir sıkıntı ve yorgunluk içindedir'' demiştir.
[305]
Bil ki mü'minin
dünyadaki hayatı, şu sebeplerden ötürü kâfirinkinden daha güzeldir:
1)
Mü'mintnzkmın ancak Allah Teâlâ'nın takdir ve tedbiri ile meydana geldiğini
>e Allah'ın sadece doğruyu yapan, kerim ve lütufkâr bir ilah olduğunu
bilince, o, Ateh'ın her türlü kaza ve kaderine razı olur ve menfaatinin, bunun
böyle olmasında okluğunu bilir. Cahil ise bu esasları bilmez, dolayısıyla da
devamlı bir hüzün, endişe ve bedbahtlık içinde olur.
2) Mü'min
aklında devamlı olarak, çeşitli belâ ve musibetlerin olabileceği ihtimalini Du
undurur ve bunların bir gün meydana geleceğini gözden uzak tutmaz. Betalar
:ana geldiği zaman da,
onlara razı olur. Çünkü Allah'ın kaza ve takdirine rıza göstermek vaciptir.
Binaenaleyh bunlar tahakkuk ettiğinde, mü'min bunları gözünde c-.yütmez. Cahil
ise böyle değildir. Çünkü o, bu tür bilgi ve inançtan uzaktır. Başına öc
belalar geldiğinde, kalbindeki tesirleri büyük olur.
3) Mü'minin kalbi, marifetutlah nuru ile
genişlemiş, ferahlamiştır. Katb böyle marifetullah ile dolduğunda dünyanın
çeşitli hallerinden dolayı meydana gelecek keder ve endişelere yer kalmaz. Ama
câhilin kalbi, marifetullah'tan boş ve uzaktır. Dolayısıyla onun kalbi,
dünyanın çeşitli belalarından kaynaklanan hüzünlerle doludur.
4) Mü'min,
maddî-dünyevi hayatın hayır ve menfaatlannın değersiz olduğunu bilen Kimsedir.
Binâenaleyh ne bunları elde etmeden dolayı sevinci artar, ne de bunları aoe
edememeden ötürü kederi. Cahil ise, dünyevî mutluluklardan başka mutlulukların
olduğuna inanmaz. Bundan dolayı, dünya hayırlarını elde etmekten dolayı mine i.
bunları kaybetmekten dolayı üzüntüsü büyük olur.
5) Mü'min,
dünyevî iyilik ve hayırların, çabuk değişen ve hızlıca elden çıkan şeyler
olduğunu bilir. Şayet onlar değişmemiş, bir insandan başka bir insana geçmemiş
oteaydı. kendisine de geçmezdi. Bil ki mutlaka değişecek olan şey, bir insana
taştığında ne hakikati ne de mahiyeti (yani bu özelliği) değişmez. Çünkü o mal
o insana gelip, eline geçtiğinde de, değişmesi gerekü olur. İşte bundan ötürü
mü'min ve akıllı kimse, kalbini o mala bağlamaz ve kalbinde ona zerre kadar
yer ve değer vermez. Ama cahil böyle değildir. Çünkü o, bu tür bilgilerden
mahrumdur. Dolayısıyla kalbini o mala bağlar ve tıpkı aşıkın maşuku ile
kucaklaşması gibi, onunla sarmaş dolaş olur. O malın elinden çıkması ve sona
ermesi durumunda da, kalbi için için yanar ve derdi çok büyük olur.
Bütün bunlar, mü'min
olan ve marifetuliah bilgisi ile mücehhez olan kimsenin yaşantısının, kâfirin
yaşantısından daha güzel olduğunu ortaya koymada yeterli izahlardır. Yine bütün
bunlar, bu ayette bahsedilen "güzel bir hayaf'ın, dünyada tahakkuk
edeceğini kabul etmemiz halinde söz konusudur.
İkinci Görüş: Bu görüş
Süddî'nindir. Ona göre bu "güzel hayat", kabirde gerçekleşir.
Üçüncü Görüş: Bu,
Hasan el-Basrî ve Sa'ld b. Cübeyr'in görüşüdür. Bu görüşe göre, "Bu
"güzel hayat", âhirette tahakkuk edecektir. Bunun delili, "£y
insan, hakîkaten, sen Rabbine (kavuşuncaya) kadar durmadan didineceksin,
nihayet O'na ulaşacaksın"(inşikak,e) ayetidir. Hak Teâlâ bu ayette, bu
didinmenin, insanın Rabbine kavuşacağı zamana kadar devam edeceğini beyan
etmiştir. Bizim dediğimiz de budur." Bu güzel hayatın cennette oluşunu
izaha gelince, bu, o hayatın, ölümsüz bir hayat, fakirlik endişesi olmayan bir
zenginlik, hastatıksız bir sıhhat, zevalsiz bir mülk ve bedbahtsız bir saadet
olmasından ötürüdür. Böylece ayette bahsedilen o güzel hayatın, işte bu hayat
olduğu sabit olmuş olur.
Cenâb-ı Allah bu
ayeti, "Mutlaka (onlara), yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz"
buyurarak sona erdirmiştir ki bu ifadenin izahı daha önce geçmişti. Allah en
iyisini bilendir.
"Haydi, Kur'ân
okuduğun zaman, o şeytan-ı racîmden Allah'a sığın. Hakikat şudur ki iman
edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun hiçbir hakimiyeti
yoktur. Onun hakimiyeti ancak, onu yâr edinmekte olanlar ve onu (Allah'a)
eş koşanlar üzerindedir" Nahl, 9&-100).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ayetten önce, "Mutlaka onlara, yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir
veririz"(Nam, 97) buyurunca, sayesinde amellerin her çeşit vesveseden _zak
ve beri kalacağı bir işe sevkederek "Haydi, Kur'ân okuduğun zaman, o
şeytan-ı racîmden Allah'a sığın" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele
vardır:
[306]
Şeytan, kaiblere,
hatta peygamberlerin kalbine bile vesvese vermeye gayret eder. Bunun delili,
"Biz, senden evvel hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, o (bir şey) arzu
ettiği zaman, şeytan onun arzusu hakkında mutlaka bir (fitne) iana atmış
olmasın"(Hacc.52) ayetidir. Allah'a sığınmak ise, şeytanın vesvese anasına mani
olur. Bunun delili de, "Takvaya erenler (yok mu), onlara şeytandan herhangi bir
arıza iliştiği zaman, iyice düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar (hakikati) görüp
bilmişlerdir bile" (A-râf. 201) ayetidir. İşte bu sebepten ötürü, Allah
Teâlâ, peygamberine, Kur'ân okuyuşun vesveseden korunmuş olarak devam
edebilmesi için, Kur'ân okurken istiazede bulunmayı
(eûzü-besmeleyi) emretmiştir.
[307]
Ayetteki, "Kur'ân okuduğun
zaman" ifadesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir hitaptır. Ama bununla bütün
mü'minler
kastedilmiştir. Çünkü Peygamber bile, Kur'ân okurken eûzü-besmele çekmeye
muhtaç olunca, onun şındaki
kimseler buna haydi haydi muhtaç olur.
[308]
emrindeki fa, fâ-i
ta'kibiyyedir. Binâenaleyh ayet zahiren, istiazenin (yani şeytandan Allah'a
sığınmanın) Kur'ân
okumanın peşisıra
yapılacağı manasına gelir. Bu görüşü, bir grup sahabe ve tabiîn benimsemiştir. Vahidî bunun,
Ebu Hureyre, İmam
Mâlik ve Dâvud-u Zahirinin görüşü olduğunu söyler. Bu görüşte anlar şöyle demişlerdir: "Bunun faydası
şudur: Kur'ân okuyan kimse, bu sayede büyük bir mükâfaata müstehak olur. Binâenaleyh eğer o,
bu okuyuşunun peşisıra istiâze etmezse, kalbine vesvese düşer. Bu vesvese de,
kıraatin mükâfaatını yok eder.
Ama o, okuyuşunu
(kıraatini) müteakip istiaze ederse, vesveseler bertaraf olur ve mükafatı yok
olmaktan korunmuş olur ittifak ederek şöyle demişlerdir: "Bu ayet*
"Kur'ân okumak istediğinde, Allah'a istiaze et" manasında olup,
"Kur'ân okuduktan sonra istiaze et" manasında değildir. Bu tıpkı,
"Yemek yediğin zaman besmele çek, yolculuğa çıktığın zaman hazırlık
yap" demen gibidir. Bunun bir benzeri de, "Namaza kalktığınız zaman,
yüzlerinizi yıkayın" (Mâide,6) ayetidir. Bu ifade, "Namaz kılmak
istediğinizde, abdest alın" demektir. Hem sonra, "Biz, senden evvel
hiçbir resul ve nebi göndermedik ki o, (birşey) arzu ettiği zaman, şeytan onun
arzusu hakkında mutlaka bir (fitne) meydana atmış olmasın" (Hacc. 52}
ayetinin delaletiyle, şeytanın, Hz. Peygamberin Kur'ân okuduğu sırada vesvese
verdiği sabit olunca ve Allah Teâlâ'nın da, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, o
vesveseyi defetmek için Kur'ân okuduğu zaman istiazede bulunmayı emrettiğine
göre, bu maksadın ancak, istiazenin önce yapılması durumunda hasıl olacağı anlaşılır.
[309]
Atâ'ya göre, Kur'ân
okuma, ister namazın içinde olsun, ister dışında olsun, Kur'ân okurken
istiazede bulunmak
farzdır. Diğer fukaha
ise, bunun farz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü onlara göre,
namazda Kur'ân okumazdan önce eûzü çekmeyen kimsenin namazının geçerli olduğu
hususunda bir ihtilaf yoktur. Namazın dışında Kur'ân okumada da durum böyledir.
Fakat namazda Kur'ân okuma hali daha te'kidlidir.
[310]
Ayetteki şeytan ile,
İblis'in kastedildiği ileri sürülmüştür. Ama
doğruya en yakın olan, bu kelimenin başındaki elif-lam'ın, "cins" manasını
ifade etmesidir. Çünkü vesvesede, bütün şeytan-ı racîmlerin
(koğulmuş şeytanların) payı vardır.
[311]
Bil ki Allah Teâlâ,
peygamberine, şeytandan istiaze etmesini (Allah'a sığınmasını) emredip, bu da
şeytanın insanların bedenlerinde tasarruf edebileceği (tesirde bulunabileceği)
vehmini verince, bu vehmi silmiş ve şeytanın kesinlikle insan üzerinde
vesveseden başka bir kudretinin ve tesirinin bulunmadığını beyan ederek
"Hakikat şudur ki iman edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde
onun hiçbir hakimiyeti yoktur" demiştir. Bundan, insanın kalbinde,
kendisinin zayıf olup şeytanın vesvesesinden korunmasının da ancak Allah'ın
koruması ile mümkün olduğu şuuru yer ettiğinde, istiazenin bir mana ve fayda
ifade edeceği neticesi çıkar. İşte bundan ötürü muhakkik alimler,
"Aliah'ın koruması olmadan, Allah'a karşı günah işlemekten uzaklaşmak;
yine Allah'ın tevfiki (muvaffak kılması) olmadan, Allah'a taat etmek için
güc-kuvvet sahibi olmak mümkün değildir" demişlerdir. İşte bu tarz üzere
tahakkuk edecek, işleri Allah'a havale etme işi, ayette, "ve Rablerine
güvenip dayananlar" ifadesi ile anlatılmaktadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onun hakimiyeti ancak. onu yâr edinmekte olanlar ve onu Allah'a eş koşanlar
üzerindedir" buyurmuştur. İbn Abbas, buradaki kelimesine "ona itaat
edenlere" manasını vermiştir. Nitekim Arapça'da, "ona itaat
ettim" manasında, ondan yüz çevirdim, uzaklaştım" manasında da, denilir.
Allah Teâlâ, sonra
da 'Ve onu (Allah'a) eş
koşanlaradır" buyurmuştur. Buradaki "onu" zamirinin neyi ifade
ettiği hususunda iki görüş vardır:
a) Bu, "Rablerl" ifadesine râcidir.
b) Bu,
"şeytan" ifadesine râcidir. Buna göre bunun manası, "şeytan sebebi
ile, eş koşanlar" şeklindedir. Bu, kendisine küfre düşürecek bir söz
söyleyen kimseye, Sen bu sözle (bihl) kâfir oldun, yani bundan ötürü
kâfir oldun" demen gibidir. İşte ayetteki bu ifâde de böyledir, yani,
"O şeytandan ve şeytanın onları, Allah'a şirk koşmaya sevketmesinden ötürü
müşrik oldular" demektir.
Biz, bir ayeti diğer
bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit, -halbuki Allah neyi aileceğini çok
iyi bilendir- dediler ki: "Sen, ancak bir iftiracısın'.' Hayır, onların
pek çoğu bilmezler. De ki: "İman edenlere tam bir sebat vermek için
nüslümanlara bir hidayet ve bir müjde olması için, onu Rabbinden, hak olarak
Hûhu'l-Kudüs indirmiştir"
(Nahl ıoı ıo2).
Bil ki Ailah Teâlâ, bu
ayetten itibaren, Hz. Muhammed (a.s)'in nübüvvetini inkâr edenlerin şüphelerini
nakletmeye başlamıştır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[312]
İbn Abbas (r.a) şöyle
der: İçinde şiddet (va'îd) bulunan bir ayet inip,
onun peşine daha yumuşak bir ayet inince,
Kureyş kâfirleri,
"Vallahi Muhammed, taraftarlarıyla alay ediyor. Bugün birşeyî emrediyor,
yarın aynı şeyi yasaklıyor. O, bütün bunları kendinden söylüyor" dediler.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Biz, bir ayeti
diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit" ayetini indirdi.
"Tebdîl", başkasını yerine koymak şartıyla birşeyi yerinden
kaldırmak demektir. "Ayetin tebdili" ise, yerine başka bir ayet
konulmak suretiyle bir ayetin kaldırılmasıdır. Bu da, onun başka bir
ayetle neshedilmesi demektir.
Cenâb-ı Hak, "Halbuki Allah neyi indireceğini çok iyi
bilendir" buyurmuştur. Bu ifade, btr cümle-i i'tirâziyye (ara cümle)dir
Buna göre mana, "Allah indireceği nâsihi, mensûhu, şiddetli ve yumuşak
ifadeyi en iyi bilendir, yani, kullarının maslahatlarını en iyi bilendir"
şeklindedir. Bu, kâfirleri "sen, ancak bir iftiracısın" şeklindeki
sözlerinden ötürü bir kınamadır. Yani, "Allah indireceği şeyi en iyi
bilendir. Binâenaleyh o kâfirlere ne oluyor ki, bu tebdîl ve neshten ötürü,
Muhammed'e iftiracı diyorlar" demektir.
Cenâb-ı Allah,
"Hayır, onların pek çoğu bilmezler*' buyurmuştur. Bu, "Onlar,
Kur'ân'm hakikatini, nesh ve tebdilin faydasını ve bunların, kulların
menfaatına olduğunu bilemezler" demektir. 8u, tıpkrbir doktorun, hastasına
bir şurup almasını emredip bir müddet sonra da cnu yasaklayarak, ona o şurubun
zıddı olan bir şeyi almasını emretmesi gibidir.
Cenâb-ı Hak, "De
ki, ... onu Rabbinden ... Röhu'I-Kudüs indirmiştir" buyurmuştur.
Rûhü'l-Kudüs ifadesinin tefsiri Bakara Sûresi'nin (Ayet 87) tefsirinde
geçmişti. Keşşaf sahibi şöyle der: "Rûhü'l-Kudüs, Cebrail (a.s)'dir.
Cebrail, kudsiyyete, yani temizliğe nisbet edilmiştir. Bu, tıpkı
"Hâtemü'l-Cûd" (çok cömert olan Hfttem) ve "ZeydıTI-hayr"
(çok hayırlı olan zeyd) denilmesi gibidir ki, bu ifadeyle,
"er-Rûhu'l-Mukaddesu", "Hâtemu'l-Cevâdu" ve "Zeydun
el-hayyiru" ifadeleri murad edilmiştir. el-Mukaddes kelimesi suyla
temizlenen anlamındadır. Min Rabbik ifadesmdeki min Kur'ân ile alâkalıdır.
Yani, Cebrail Kur'ân'ı, iman edenleri, imanlarında sabit kadem kılmak için
senin Rabbin tarafından indirdi. Yani mü'minleri, "nesh" iie sınadı.
Öyle ki onlar, bu nesh hususunda, "Bu, Rabbimiz tarafından gelen hak bir
husustur" dediklerinde, dinlerinde sabit kadem olduklarına ve Allah'ın
hakim olduğuna, O'nun yaptığının sırf hikmet ve mahza doğru olduğuna yakînen
inandıklarına hükmedilir.
Ayetteki ifadeleri,
mef'ûlün leh olup, yüsebbite fiilinin mahalline matuftur. Buna göre ifadenin
takdiri, "Onları sabit kadem kılmak, irşâd etmek ve müjdelemek için"
şeklinde olur. Bu ifadede, bu sıfatların zıddının, mü'minlerin dışındakiler
için olduğuna da bir tarîz ve çıtlatma vardır.
[313]
Biz, Ebu Müslim
el-lsfehânî'nin, "Hz. Muhammed'in şeriatında
nesh vaki değildir" görüşünde
olduğunu
söylemiştik.
Binâenaleyh o, burada kastedilen mananın, "Kıble'nin, Beyt-i Makdis'ten
Kabe'ye tahvil edilmesi gibi, önceki kitaplarda bulunan bir ayetin yerine başka bir
ayet getirdiğimizde, müşrikler, "Sen bu değiştirme hususunda iftira
ediyorsun" derler" şeklinde olduğunu söylemiştir. Diğer müfessirlere
gelince onlar, neshin bu şeriatte olduğu fikrini benimsemişlerdir. Bu husustaki
açıklamalar, ayrıntılı bir biçimde diğer surelerde geçmiştir.
[314]
Şafiî (r.h) Kur'ân'ın
sünnet ile neshed ilemeyeceğin i ileri sürerek, bu görüşünün doğruluğuna, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz, bir ayeti diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit" buyruğu ile
istidlalde bulunarak, "Bu ayet, ayetin ancak başka bir ayetle
nesheditmesini gerektirir" demiştir. Ama, Şafiî'nin bu görüşü zayıftır.
Çünkü bu, Allah Teâiâ'mn, bir ayeti başka bir ayet ile tebdil ettiğine delâlet
eder. Bu ifadede, Allah Teâlâ'nın, bir ayeti ancak bir ayet ile değiştirdiğine
bir delalet yoktur. ı, Cebrail (a.s) ayeti getirdiği gibi, sünneti de
getirmiştir. Hem sünnet, bazan ayetin hükmünü de isbat edip desteklemiştir. Hem
bu, kâfirlerin sözünü nakleden »- ayettir. Binâenaleyh, buna tutunmak nasıl
doğru olabilir? Allah en iyisini bilendir.
[315]
?!alim hakkı için
onların, "Bunu mutlaka bir beşer öğretiyor" diyeceklerini biliyoruz.
Haktan sapmak suretiyle (Kur'ân'ı) kendisine mal edecekleri adamm jsânı
a'cemîdir. Bu (Kur'ân) ise, apaçık bir Arapça'dır. Allah'ın ayetlerine iman
etmeyenler (yok mu), şüphesiz ki Allah onlara hidayet etmez. Onlar için çok
acıklı bir azap vardır. Ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlerdir ki, iftira
düzerler. İşte, yalancıların ta kendileri de onlardır"
(Nahl, 103-105).
[316]
Bil ki bu ayetle
kastedilen, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini inkâr edenlerin ileri sürdükleri
şüphelerden bir başkasını nakletmektir. Şöyle ki: Onlar "Muhammed, bu
kıssaları ve sözleri, bir başka insandan istifade ite ve ondan öğrenerek
söylüyor" demişlerdir. Alimler, müşriklerin, Hz. Muhammed'in, kendisinden
öğrendiğini söyledikleri o beşerin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bunun, kendisine Yaîş denilen Amir İbn LüeyyoğuUannın bir kölesi olduğu ileri
sürülmüştür. Bu köle, çeşitli kitaplar okurdu. Yine bunun, Utbe İbn Rebiâ'nın
kölesi Addâs olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bunun, kitapları bulunan ve ismi
Cebrâ olan Hadremî-oğullannın bir kölesi olduğu da ileri sürülmüştür. Kureyş,
"Haramîoğuilarının
kölesi, Hatice'ye;
Hatice de Muhammed'e öğretiyor!" diyorlardı. Yine bunun, Mekke'de, adı
Belâm olan, Arapça bilmeyen bir hristiyan olduğu da ileri sürülmüştür ki, Ebu
Meysere denildiği de olmuştur. O, Rumca konuşuyordu. Bunun, Selmân el-Farisî
olduğu da söylenilmiştir. Velhasıl bu isimleri sayıp dökmenin bir faydası
yoktur. Netice olarak diyebiliriz ki, o müşrikler, Hz. Muhammed't, bu sözleri
başkasından öğrenmek, daha sonra da onları kendiliğinden izhâr etmek ve bu
hususta yalan söyleyerek onları vahiy yoluyla Öğrendiğini iddia etmekle itham
etmişlerdir.
[317]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bütün bunlara. ''Haktan sapmak suretiyle kendisine mal edeceklerinin
lisanı, a'cemîdir. Bu (Kur'ân) ise, apaçık bir Arapça'dır" diyerek cevap
vermiştir. "İlhâd" kelimesinin Arapça'daki manası, meyletmek
demektir. Nitekim bir kimse, kasttan, doğru istikametten sapıp meylettiğinde
"Lehade ve elhade" denilir. Haktan sapan ve dönen kimseye
"mülhid" denilmesi de bu manadandır. Hamza ve Kisaî yâ'ntn ve hâ'nın
fethasıyla, yelhadûne şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, yâ'nın
dammesi ve hâ'nın kesresiyle yulhidûn şeklinde okumuşlardır. Vahidî şöyle der:
"Evlâ olan, yâ'nın dammesiyle okumaktır; çünkü bu, Kur'ân'ın ifadesidir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim orada zulm ile ilhâda yeltenirse"(Hacczsj
buyurmuştur. "İlhâd", bazan meylettirmek manasına da kullanılır.
Nitekim bu manada olmak üzere, kabirde "lahd" eştiğinde o kimse,
"Elhadtu lehû lahden der, yine; "kabrun muihad'* (Lahd vurulmuş
kabir) ve "Kabrun melhûd" (Lahd vurulmuş kabir) denilir. Bir dini
bırakıp da başka bir dine meyletme söz konusu olmaksızın, bütün dinlerden
meyledip uzaklaşan kimseye de, bu anlamda müthid denilir. Bu ayetteki
"ilhfid" her iki görüşe göre de tefsir edilmiştir. Nitekim Ferra,
bunun sülâsîden mey) masdarından olmak üzere "yemîlune" (meylederler)
manasına geldiğini söylerlerken, Zeccâc bunun, if âl babından yumîfûn (meylettirirler)
manasına geldiğini söylemiştir. Yani, "sözü meylettirdikleri lisan
a'cemîdir (Arapça değildir)" demektir.
[318]
Ayetteki a'cemî
kelimesine gelince, Ebu'l-Feth el-Mevsılî şöyle demektedir:
A-C-M kelimesi,
Arapça'da, mübhem ve gizli bırakmak, beyân etmemek manasına oelâiet etmek üzere
vaz' olunmuştur. Nitekim Arapların, fasih konuşamadıklarında,
'Reculun a'cemu"
(Fasih konuşamayan adam) ve "İmra'etun acmâu" (Fasih Konuşamayan
kadın) demeleri bu manadadır. Görülmediği ve gizli olduğu için, kuyruk
sokumuna, "Acmu'z-zenebi" denilir. Yine, içindekini izah edemediği
için, hayvanlara da," acmâ' "denilmektedir. Araplar, öğle ve ikindi
namazlarına da " 'acmâvân " adını vermişlerdir. Çünkü bu iki
namazdaki kıraat cehren değil gizii okunmaktadır. Arapların
"A'cemtu'l-kltâbe" sözlerinin manası, "Kitabın kapalılığını
giderdim" şeklindedir. Çünkü if'âl babının hemzesi, bazan selb (izâle)
manası ifade eder. Bu, Arapların, bir kimsenin şikâyet ve rahatsızlığını
giderdiğinde, "Eşkeytu fülânen" memeleri gibidir. İşte bu kelimenin
aslı budur. Daha sonra Araplar kendi lisanlarını hfcneyen ve onu konuşamayan
kimselere, " 'A'cem", "A'cemî" adını vermişlerdir. Ferrâ ve
Ahmed İbn Yahya şöyle demektedir: "A'cem" Arap dahi olsa, lisanında
kapalılık bulunan, fasîh olmayan kimseye denilir. A'cemî ve el-'acemi ise, aslı
yabancı olan kimse demektir.11 Ebu Ali el-Farisî ise şöyle demektedir:
"A'cem, ister Arap ister yabancı olsun, fasîh olmayan kimse demektir.
Baksana Araplar, Arap olmasına rağmen, lisânında rekaket ve ucme bulunduğu
için, "Ziyâdu'l-a'cemu" (Fasih konuşamayan Ziyâd) derler." Ayetteki
a'rabî kelimesinin manasına ve iştikakına z&v.ce, biz bunu Cenâb-ı Hakk'ın
(Tevbe, 97} ayetinin tefsirinde ete almıştık. Ferrâ ve Zeccâc bu ayetin
tefsirini yaparken, Arapça'da, "
Arube sânuhu-arâbeten-ve 'urûbeten" (Lisanı fasih ve
güzel oldu) denildiğini söylemişlerdir. İşte, bu ayetin lafızlarının tefsiri
bundan ibarettir.
Cevabın nasıl izah
edileceği hususuna gelince: Bil ki bu, biz, "Kur'ân, kendisinde afızlarla
ilgili fesahat bulunduğu için bir mu'cizedir" dediğimizde ancak ortaya
çıkar. Buna göre Cenâb-ı Hak tarafından sanki şöyle denilmek istenmiştir:
"Farzedin ki--i Muhammed, mânaları, o a'cemîden Öğrenmiştir! Ancak ne var
ki Kur'ân, arzlarında bulunan fesahatinden dolayı bir mu'cizedir. Sizin,
"Muhammed, bu -anaları o adamdan öğrenmiştir" şeklindeki sözünüzde
doğru söylediğiniz farzedilse r e, ancak ne var ki bu, maksadımızı zedelemez.
Çünkü Kur'ân, fesahatinden dolayı a-cak bir mucizedir. Sizin ileri sürdüğünüz
şey ise, bu maksadı zedelemez."
Cenab-ı Hak bu cevabı
ortaya koyunca, bunun peşinden tehdit ve vaidini getirerek, "Allah'ın
ayetlerine iman etmeyenler (yok mu), şüphesiz ki Allah onlara hidayet
etmez" buyurmuştur. Ehl-i sünnet alimlerimizin, bu ayeti nasıl tefsir
edecekleri açıktır. Kâdî ise şöyle demektedir: "Bu hususta söylenilenlerin
en güçlüsü, "O, onları cennet yoluna iletmez" şeklindeki görüştür.
İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak bundan sonra, "Onlar için çok acıklı bir
azap vardır" buyurmuştur. Bununla, "Onlar, Allah'a iman etmeyi
bırakınca, Allah onları cennete iletmez. Aksine onları cehenneme sevkeder"
manası kastedilmiştir."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o müşriklerin bu sözlerinde yalancı olduklarını beyan ederek, "Ancak
Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlerdir ki iftira düzerler, işte, yalancıların
ta kendileri de onlardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[319]
Bununla şu
kastedilmiştir: "Allah Teâiâ, önceki ayette onların söylediklerinin doğru
olduğunun farzedilmesi
halinde bile, bu sözün
maksadı zedelemeyeceğini beyan etmiş, daha sonra da bu ayette, onların
söylediklerinin
doğru olmayıp, onların
bu hususta yalan söylediklerini açıklamıştır. Onların yalancı olmalarının
delili şudur:
1) Onlar kâfir
iken, Allah'ın ayetlerine iman edemezler. Durum böyle oldukça da, onlar Hz. Muhammed (s.a.s)'e düşman olurlar.
Düşmanların sözleri ise, bir tür hezeyan ve saçmalıktır., itham eden kimsenin
lehine deli! olmaz.
2) Öğrenme
işi bir oturumda meydana gelmez ve gizli olarak da tamamianamaz. Tam aksine
öğrenme, ancak öğreten kimsenin öğrenen kimseye uzun zaman ve uzun süre gidip
gelmesiyle tamamlanır. Eğer durum böyle olsaydı, o zaman halk arasında Hz.
Muhammed (s.a.s)'in, ilimleri falancadan filancadan Öğrenmiş olduğu yaygın ve meşhur hale gelmiş olurdu.
3) Kur'ân'da mevcut olan ilimler pekçoktur.
Bunları öğrenmek ise, öğreten kimsenin son derece faziletli ve muhakkik bir
kimse olması durumunda mümkün olur. Binaenaleyh, onların içinde, öğretme
konusunda ve işleri tahkik etmede bu noktaya ulaşmış bir kimse olmuş olsaydı, o
kimse, inceleme ve tahkik hususunda, dünyada parmakla gösterilen kimse olurdu.
Binaenaleyh bu yüce ilimleri ve eşsiz konulan, rasigele falanca ve filancadan
Öğrenmek nasıl mümkün olur?
Bil ki, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğini bu gibi çarpık cümlelerle tenkit etmek, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in hüccetinin açık ve net olduğunu gösterir. Çünkü muarızlar, bu
hususta ta'nda bulunmaktan aciz olup, son derece acziyete düşünce, işte o zaman
bu zayıf ve tutarsız sözleri söylerler.
[320]
Bu ayette, yalan
söylemenin büyük günahlardan ve en çirkin kötülüklerden olduğuna dair kuvvetli
bir delalet
bulunmaktadır. Bunun
delili şudur: Bu ifadenin başındaki innemâ hasr ifade edip, buna göre mana,
"Yalana ve iftiraya ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyen ve ancak kâfir
olan kimseler yönelir" şeklinde olur.
Şayet: "Ayetteki
fiil cümlesi; cümlesi ise, isim cümlesidir. Halbuki, isim cümlesinin fiil
cümlesine atfı uygun değildir. Binâenaleyh, bu ayette bu şekilde gelmesinin
sebebi nedir?" denilirse biz deriz ki:
[321]
Fiil, bazan devamlı
olur, bazan da inkitâya uğrar. Bunun delili; 'Sonra, bütün o delilleri
gördüklerinin ardından mutlaka onu bir zamana kadar ma atmalan onlara zahir
oldu"(Yusuf, 35) ayetidir. Cenâb-ı Hak, hapsin devamlı olmayacağına dikkat
çekmek için, bu ayette buna işareten fiil cümlesi getirmiştir. Firavun da, Hz.
Musa'ya. "Andolsun dedi, eğer benden başka bir tann edinirsen seni
muhakkak ve muhakkak zindana grenlerden ederim" (şuara, 29) demiştir.
Burada da, bu hapsin devamlı olduğuna dkkat için, bu ifade burada isim olarak
getirilmiştir. Alimlerimiz şöyle demişlerdir: Ateh Teâlâ "Adem Rabbine
karşı geldi de, yolunu şaşırdı" (Taha, 121) buyurmuştur. Bunun, "Adem
asîdir, azgındır..." şeklinde ifade edilmesi caiz değildir. Çünkü fiil
sîgası devam ifade etmez, amma isim cümlesi ise, devamlılığı İade eder.
Bu mukaddimeyi iyice
kavradığında biz diyoruz ki; Cenâb-ı Hak, "Ancak Allah'ın ayetlerine iman
etmeyenlerdir ki, iftira düzerler" buyurmuştur. Cenâb-t Hak bunu, yaian
söylemeye yeltenenin ve söyleyenin, sanki de neredeyse küfre gireceğine dikkat
çekmek için zikretmiş, daha sonra da, yalan söylemenin onlarda kök salmış olan
cevamtı bir nitelik olduğuna dikkat çekmek için de, "işte, yalancıların ta
kendileri de onlardır" buyurmuştur. Bu, senin tıpkı, "Yalan söyledin,
yalancısın" demen gibidir. Bu durumda senin "yalancısın!" sözün,
onu alabildiğince yalan söylemekle tavsif etmek olur ki bu, "Senin âdetin,
işin gücün yalan söylemektir" demektir.
[322]
Ayetin zahiri, yalan
söyleyenin, Allah'ın ayetlerine inanmayan bir müfteri olduğuna delâlet eder.
İşte burada
da böyledir. Çünkü
küfür, ulûhiyyeti ve peygamberlerin nübüvvetini inkâr demektir. Böyle bir inkâr,
yalanı ve iftirayı da içine alır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, "Mü'min kimse yalan söyler mi?" denildiğinde o,
"Hayır" cevabını verir, sonra da bu ayeti okur. Allah en iyisini
bilendir.
[323]
''Kalbi iman üzere mutmaîn
ve müsterih olarak icbar edilenler müstesna olmak üzere, kim imantndan sonra
Allah'ı tanımaz, fakat küfre sine açarsa, Allah'ın gazabı onların başındadır. Onlar
için en büyük bir azab vardır. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih
etmişlerdir. Ve bir de Allah, kâfirler güruhuna hidayet etmez. Onlar öyle
kimselerdir ki Allah. kalbler'min, kulaklarının ve gözlerinin üstüne mühür
basmıştır, İşte gafil olanlar da, onların ta kendileridir. Hiç şüphesiz onlar,
ahirette de hüsrana uğrayanların ta kendileridir"
(Nahl, 106-109).
Bit ki Allah Teâiâ,
kâfirlerin azabının büyük olduğunu bildirince, bu ayette, kalbiyle değil de
lisânen küfredenle, hem kalbi hem lisanıyla küfredenlerin durumunu ayrıntılı
olarak zikretmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[324]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Kim imanından sonra Allah'ı tanımazsa" ifadesi, haberi zikredilmeyen
bir mübtedâdır. İşte bu sebeple müfessirler ihtilaf etmişler ve bu hususta şu
izahları yapmışlardır:
1) Ayette
kısmı, (Nahi, ıos) ifadesinden bedeldir. Buna göre kelamın takdiri,
"iman ettikten sonra Allah'ı inkâr eden kimseler ancak, Allah'a iftira
ederler" şeklinde olur. Böylece bunlardan "mükreh" (icbar
edilen) müstesna tutulmuş olup iftira etme hükmünün muhtevasına girmemiş olur.
Böyte olması halinde (Nahl, 105)ifadesi, bedel ile "mübdelun minh"
arasına girmiş bir itirazî cümle olur.
2) Bu
ifadenin, haber olan el-kâzibûn kelimesinden bedel olması da mümkündür. Buna göre
kelamın takdiri "işte onlar, (yani o yalancılar) iman ettikten sonra,
illah'ı inkâr eden kimselerdir" şeklindedir.
3) Bu
kelimenin, zem üzere mansûb olması da caizdir. Buna göre ifadenin takdiri,
"işte onlar yalancıların ta kendisidir. Ben, iman ettikten sonra Allah'ı
inkâr edenleri kastediyorum" şeklinde olur. Bana göre bu, yapılan
izahların en güzeli ve zorlamadan en uzak ve berî olanıdır.
4)
ifadesinin, cevabı hazfedilmiş şart ve
mübteda olan bir cümle olmasıdır: Çünkü daha sonra zikredilecek olan şartın
cevabı, hazfedilmiş olan bu cevaba delalet eder. Buna göre sanki, "iman
ettikten sonra kim Allah'ı inkâr ederse, mükreh olan müstesna, Allah'ın gazabı
oniarın basınadır. Ancak, küfre sinesini açanların başına da, Allah'ın gazabı
vardır" denilmek istenmiştir.
[325]
Alimler, insanın
kelime-i küfrü söylemesinin gerekmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun
böyle olduğuna şunlar delalet etmektedir:
1) Bize,
Bilâl-i Habeşî'nin o işkenceye sabrettiği ve, "Ahad, Ahad! - (Allah)
birdir, birdir!" dediği rivayet edilmiştir. Rivayet olunduğuna göre,
Dirkısım Mekke'li fitneye düşerek, İslâm'a girdikten sonra İslâm'dan ayrılıp
irtidâd etmişlerdi ve onların içinde "mükreh" olanlar, kalbi imanda
ısrar ettiği halde, kelime-i küfrü lisanen söyleyenler vardı. Ammâr, anne-babası
Yasir ve Sümeyye, Suheyb-i Rûmî, Bilâl-i Habeşî, Habbâb ve Salim (r. anhüm)
bunlardandır ki bunlar, alabildiğine işkence görmüş kimselerdir.
Sümeyye'ye gelince:
Denildiğine göre o, iki deve arasına bacaklarından ve oi'arından bağlanılmış ve
mızrakla kalbinden vurulmuştu. Ve onlar: "Sen, birtakım elekler için
müslüman oldun" demişlerdi. Böylece hem o, hem de Yâsİr öldürülmüştü ki bu
ikisi, İslâm'ın ilk iki şehididir. Ammâr'a gelince o, oniarın stediklerini
lisanıyla kerhen söylemişti. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın Resulü, Ammâr
kâfir oldu" denildiğinde, Hz. Peygamber, "Hayır, Ammâr tepeden
tırnağa imanla boludur. İman onun etine kanma sirayet etmiştir" buyurur.
Ammâr, Hz. Peygamber'e, ağlayarak gelir. Bunun üzerine Hz. Peygamber onun göz
yaşlarını Imeye başlar ve "Senin
için bir şey yok. Eğer onlar, aynı şeyi sana bir daha .açarlarsa, sen de onlara
o söylediğini tekrarla" der.[326]
Hadramî'nin kölesi Cebr de bunlardandır. Efendisi onu zorlamış, o da bunun
üzerine (lisânen) küfre girmişti. Daha sonra, hem efendisi hem de kendisi
müslüman olmuşlar, hem de öyle güzel
olmuşlar ki, hicret dahi etmişlerdir.
[327]
Ayetteki İlla men
ukrihe bir istisna değildir. Çünkü mükreh, kâfir değildir. Binâenaleyh, onun
kâfirden İstisna edilmesi doğru olmaz. Ancak ne var ki, mükreh'ten, iman
ettikten sonra kâfirden, kendi ihtiyarıyla sudur eden şeyin aynısı (zahiren)
ondan çıktığı için, -bu müşakele'den (lafzî benzerlikten) dolayı- bu istisna
geçerli olmuştur.
[328]
Burada, kendisi
sebebiyle küfür kelimesini telaffuz etmenin ikrah (zorlama) halini beyan
etmek gerekir. Bu, o kimsenin, meselâ öldürülmeyle korkutulması, çok şiddetli
dövülmesi ve incitilmesi gibi, dayanamayacağı bir işkenceye maruz bırakılmasıdır.
Mücahid şöyle der: "Müslüman olduğunu ilk defa (açıkça) söyleyenlerin
sayısı, yedidir: Allah'ın Resulü, Ebu Bekir, Habbâb, Süheyb, Bilâl Ammâr ve
SÜmeyye. Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelince, onu, amcası Ebu Talib korudu. Ebu
Bekir'e gelince, onu da kabilesi himaye etti. Diğerleri ise yakalanıp,
kendilerine demirden zırhlar giydirildi. Sonra da, güneş altına oturtuldular.
Böylece, demirin ve güneşin harareti onların takatlerini kesti. Ebu Cehil,
onların yanına gelerek, onlara sövüp saydı, onları azarladı, bu arada
Sümeyye'ye de söğerek mızrağını, harbesini onun tercine dürttü." Diğer
alimler ise şöyle demişlerdir: "Onlar, Bilâl'den başkasına diş
geçiremediler. Çünkü onlar, Bilal1 e işkence yapıyorlardı. Bİtâl ise:
"Allah birdir, birdir!" diyordu. Derken, onlar ona işkence etmekten
bıkıp usandılar. Bunun üzerine de, onlar onun ellerini arkadan bağlayarak
boynuna kendirden bir ip attılar ve onu, kendisiyle oynayıp eğlensinler diye,
çocukların ellerine verdiler. Derken, çocuklar da onunia oynamaktan usanarak,
onu bıraktılar." Ammâr şöyle demektedir: "Biz, Bilâl hariç, o
müşriklerin istedikleri şeyi söylemiştik. Ama, Bilâl canından vazgeçmişti. İşte
bunun üzerine, o müşrikler onun yakasını bırakmışlardı." Habbâb da şöyle
der: "Benim için, ancak sırtımın yağınm söndürebileceği bir ateş yakmışlardı."
[329]
Alimler, kişinin
kelirne-i küfrü söylemesi
durumunda, kalbinin ona rıza göstermekten uzak olması ve birtakım
tarizlerle,
çıtlatmalarla yetinmesi gerektiği
hususunda ittifak etmişlerdir. Bu tarizler o kişinin,
"kâfirlere göre"
manasını; veyahut da
başka bir Muhammed'i kastederek, "Muhammed yalancıdır" demesi
gibidir, veyahut da bu ifadeyi, istifham-ı inkârî'ye niyet ederek söylemesidir.
(Muhammed yalancıdır?!) Yani, değildir). İşte bu noktada iki bahis ortaya
çıkar:
Birinci Bahis: Onu
buna zorlayan, onun bu tür niyyetleri kafasında canlandırmasına fırsat vermez,
veyahut da o çok büyük bir korku ve endişeye kapıldığı için, bu tür niyyetler
onun kalbinden silinip giderse, o zaman bu kimse zahiren kınanır, ama Allah'ın
affı da umulur ve beklenir.
İkinci Bahis: Bu işe
zorlayan, şayet İşi sıkı tutar da ona bütün tariz çeşitlerini açıklar ve ondan,
"Şunu şunu demeni değil, şunu söylemeni bekliyorum" demesini isterse,
bu durumda ya yalan söylemenin üstlenilmesi, veyahut da canı ölüme maruz
bırakma durumu ortaya çıkar. İşte bu noktada bazı kimseler, onun yalan
söylemesinin mubah olacağını ileri sürerlerken, bazıları bunun onun için mubah
olmayacağını savunmuşlardır ki, Kadî bu ikinci görüşü tercih ederek, şöyle der:
Çünkü yalan, ancak yalan olduğu için kabihtir. Binâenaleyh, her durumda kabih
ve çirkin olması gerekir. Şayet bazı faydalar gözetmekten dolayı kabih ve
çirkin olmaktan çıkması caiz olsaydı, o zaman bazı menfaatlerden dolayı,
Allah'ın da yalanı yapıp işlemesi imkânsız olmazdu. Bu durumda da sadece
Allah'ın bilebileceği, bazı maslahatları gözetmesinden ötürü, böylesi bir
yalanı işlemesi ihtimali sebebiyle, Allah'ın ne vaadine, ne de vaîdine güven
diye bir şey kalmazdı.
[330]
Alimler, kişinin, kelime-i
küfrü söylemesinin gerekmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun delilleri
şunlardır:
1) Biz, Hz.
Bilâl'in, o işkenceye sabrettiğini ve, "(Allah) birdir, birdir!"
dediğini; Hz. Peygamber'İn de, "Ne fena yaptın!" demediğini, tam
aksine onu bundan dolayı utulayıp saygı
duyduğunu nakletmiştik. Böylece bu, kişinin, kelime-i küfrü söylemesi
gerekmediğine delalet etmiş olur.
[331]
2) Rivayet
edildiğine göre Müseylimetu'l-Kezzâb, iki adam yakalar, onlardan birisine,
"Muhammed hakkında ne dersin?" dediğinde o, "Allah'ın
Resulüdür!" der. Bunun üzerine, "ya, benim hakkımda ne dersin!"
dediğinde o, "sen de..." der. Bunun üzerine o, onu salıverir.
Diğerine dönerek, "Peki Muhammed hakkında sen ne dersin?" dediğinde
o, "Allah'ın Resulüdür" der. Bunun üzerine Müseyllme,"Ya benim
için ne dersin?" dediğinde de, "Ben sağırım" der. Müseylime,
sorusunu üç defa tekrarlar, o da aynı cevabı verir. Bunun üzerine o, onu
öldürür. Bu durum Hz. Peygamber'e ulaşınca o, şöyle der: "Birincisi,
Allah'ın ruhsatına tutunmuştur, ikincisi ise, hakkı, kafalara vururcasma
söylemiştir. Onu tebrik ederim" buyurmuştur.
Bu hadis şu iki
bakımdan delil getirilir:
a) Hz. Peygamber (s.a.s), kelime-i küfrü (inkârı
ifade eden sözü) söylemeyi "ruhsat" olarak adlandırmıştır.
b) O, bu
sözü söylemeyip de, bundan dolayı öldürülen kimsenin durumunu saygı tle
karşılamıştır.
3)
Hakkı ikrar etme yolunda canı vermek çok zor
birşeydir. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "İbadetlerin en
faziletlisi, en zor ve en meşakkatli olanıdır'[332]
hadisinden ötürü, bunun, en mükâfaatlı bir ibadet olmuş olması gerekir.
4) Kelime-i
küfrü söylemeyen, kalbini ve dilini küfürden temizlemiştir. Ama onu diliyle
söyleyen kimseye gelince, farzedelim ki onun kalbi küfür kirinden temizdir, ama
dili zahiren bu pis kelimeye bulaşmış olur. Binaenaleyh birincisinin durumunun
daha faziletti olması gerekir. Allah en iyi bilendir.
[333]
Bil ki
"İkrah" (zorlama)nın pek çok çeşiti vardır: Birincisi,
yapılması için zorlanılan fiilin, mesela içki
içme, domuz eti veya
leş yeme gibi bir iş olmasıdır. Bu durumda bakılır, eğer o, diğerini bu işi yapmaya silah
zoruyla zorluyorsa,
zorlanan kimsenin bunu yapması gerekir. Çünkü canı kurtarmak gerekir. Bu
misalde, canı kurtarmanın yolu da, ancak onu yemekten geçer. Bunu yemeden-içmeden
dolayı, ne o kimseye bir zarar, ne de Allah'ın hakkına bir ihanet söz konusudur.
Dolayısıyla, "Kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 195) ayetinden ötürü, bunun
yapılması gerekir. İkincisi, zorlanılan fiilin mubah olup, vacip bir iş
olmamasıdır. Bunun misali, bir kimsenin, bir kimseyi kelime-i küfrü söylemeye
zorlamasıdır. Bu durumda, zorlanan kimsenin bunu söylemesi mubahtır, fakat,
daha evvel de izah ettiğimiz gibi, farz ve vacib değildir. Üçüncüsü, o
fiilin vacib ve mubah değil, ancak haram olmasıdır. Bu, mesela bir kimsenin bir
kimseyi, bir başkasını öldürmeye yahut onun uzuvlarından birisini kesmeye
zorlaması gibidir. İşte bu durumda, öldürme işi, asıl hükmü olan haramlık üzere
devam eder. Ama mükreh (zorlanan kimse)den kısas düşer mi düşmez mi meselesine
gelince, Şafii (r.h), bu husustaki iki görüşünün birinde, "Kısas
gerekir" demiştir. Bunun delili şu iki şeydir:
1) O, onu
kasden ve düşmanca öldürmüştür. Binâenaleyh Hak Teâiâ'nın, "Ey iman
edenler, maktuller hakkında size kısas
yazıldı (farz kılındı)" (Bakara, 17a) ayetinden ötürü, bu kimseye kısas
uygulanması gerekir.
2)
Biz, mükrehin, öldürülmesine kastedildiğinde,
başkasını öldürmek suretiyle de olsa, canını kurtarabileceğinin helal olduğunda
ittifak ettik. Binaenaleyh onun, bu
öldürme işine yeltenmesinin
düşünülmesi, onun da
kanının akıtılmasını
gerektireceğine göre, mükrehten gerçekten öldürme işinin sudur etmesi
durumunda, onun kanı da akıtılmayı haydi haydi haketmiş olur. Allah en iyi
bilendir.
[334]
Öldürme (katillik)
veya kelime-i küfrü söyleme gibi, zorlamayı kabul eden fiiller olduğu gibi,
böyle olmayan fiiller de vardır. Mesela, zinanın böyle olduğu söylenmiştir.
Çünkü ikrah (zorlama), büyük bir korku doğurur. Bu da, erkeğin cinsi münasebet
organının sertleşmesine mani olur. Binâenaleyh eğer zina hadisesi tahakkuk
edecek olsa, bunu ikrahdan dolayı değil de, o kimsenin kendi arzu ve ihtiyarı
ile yaptığı anlaşılmış olur.
[335]
Şafiî (r.h), mükrehin
verdiği talakın (boşanmanın) talak sayılmayacağını söylerken; Ebu Hanife (r.h)
ise, bu talakın geçerli olduğunu söylemiştir. Şafii (r.h)'nin delili
şudur:
Cenâb-ı Hak,
"Dinde zorlama yoktur" buyurmuştur. Bununla, "Dinde ikrah
yoktur" manasının kasdedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bu ikrah
bizzat vardır. Binaenaleyh ayeti, ikrahın neticelerinin olmaması manasına
hamletmek gerekir. Buna göre mana, "Dinde ikrahın tesiri yoktur, o nazar-ı
dikkate alınmaz" şeklindedir. Hem Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ümmetimden,
hatanın unutmanın ve zorlanıldıklan şeyin vebali (hükmü) kaldırıldı"[336]buyurmuştur.
Yine O (s.a.s) "İkrah halinde talak geçerli değildir"[337]
buyurmuştur. Eğer oniar (yani Hanefîler), "O, onu boşamıştır. Dolayısıyla,
"Yine erkek, eşini boşarsa, ondan sonra kadın kendisine ... helâl
olmaz" (Bakara, 230) ayetinin hükmüne girer" derlerse, buna karşı
cevabımız, "Deliller tearuz ettiğinde (birbirine karşı geldiğinde), bizim
de görüşümüz üzere, oldukları gibi kalmaları gerekir" şeklinde olur. Allah
en iyi bilendir.
[338]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Kalbi iman üzere mutmain ve müsterih olarak" ifadesi, imanın yerinin
kalb olduğuna
delalet eder. Yeri kalb olan şey ise, ya inançtır, •anut kelâm-i nefsî
(düşüncedir). Dolayısıyla imanın, ya bilmekten, yahut da kelâm-ı -efsî ile
tasdik etmekten ibaret olması gerekir. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Fakat kim küfre sine açarsa" yani, "göğsünü (kalbini),
küfrü kabul etmek için açar, yayarsa" buyurmuştur. "Sadr"
hBİimesi, "şereha" fiilinin mef'ûlü olarak mansubtur. Buna göre
kelamın takdiri, "Kim göğsünü küfre açarsa" şeklindedir. Burada,
sadrehu kelimesindeki zamir hazfedil mistir. Çünkü insan, başkasının göğsünü
açmaya, şekillendirmeye muktedir olamaz. Binâenaleyh ayetteki "sadr"
kelimesi, kendisiyle marifelik (belirlilik) murad edilen nekire bir kelimedir.
Allah Teâlâ
sonra, "Allah'ın gazabı onların
başındadır" buyurmuştur. Bu, "Allah Teâlâ, onlara azab etmeye
hükmetmiştir" demektir. Cenâb-ı Allah, daha sonra bu azabı niteleyerek,
"Onlar için en büyük bir azab vardır" buyurmuştur.
[339]
Sonra Cenâb-ı Allah
"Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih
etmişlerdir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Onların bu küfre ve
irtidada yeltenmeleri, Allah Teâlâ'nın onları imana iletmemesi ve onları
küfürden korumaması yüzündendir" şeklinde olur. Kadî ise: "Bununla,
"Allah onları cennete hidayet etmez, iletmez" manası murad
edilmiştir" demiştir. Ona bu görüşünün zayıf olduğu söylenir. Çünkü, 'Ve
Allah kâfirler güruhuna hidayet etmez" ifadesi, "Bunun sebebi şudur:
Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir" ifadesi üzerine
atfedilmiştir. Binaenaleyh "ve Allah kâfirler güruhuna hidayet etmez"
ifadesinin, onların bu irtidâd ve küfre yönelmelerini gerektiren bir sebep
olması gerekir. Kıyamette cennete hidayet etmemek, iletmemek ise, bu irtidadın
ne bir sebebi, ne bir illeti olabilir, aksine bujrtidadın neticesi ve sonucu
olur. Doiayısıyie Kâdî'nin yapmış olduğu bu te'vil batıldır.
Allah Teâlâ, sonra,
kendisinin onları iman etmekten alıkoyduğunu iyice beyan ederek "Onlar öyle kimselerdir ki Allah,
kaîbîerinin, kulaklarının ve gözlerinin üstüne mühür basmıştır"
buyurmuştur. Kâdî şöyle der: "Mühürleme iman etmeye manî değildir. Şunlar,
bunun delilleridir:
1) Allah
Teâlâ bu sözü, onları kınamak ve zemmetmek sadeoiude zikretmiştir. Binâenaleyh
eğer onlar, bu mühürleme sebebi ile imân edememiş olsalardı, bu zemme müstehak
olmazlardı.
2) Allah
Teâlâ, bu mühürleme hususunda, kulağı, gözü ve kalbi birlikte zikretmiştir.
Halbuki kulak ve göz olmadığı zaman, bu ikisiyle ilgili mühürleme bir tarafa,
bu kimsenin kalben mü'min olmasının mümkin olacağı malumdur.
3) Allah onları, "gafil" olarak
nitelemiştir. Birşeyden yasaklanan, ondan gafil olarak nitelenemez. Böylece,
ayetteki tab' (mühürleme) ile muradın, kalbte yarattığı alâmetler ve işaretler
olduğu sabit olur.
Biz Bakara Sûresi'nde
(Bakara, 7) "tab" ve "hatm" (mühürlemek damgalamak)
kelimelerinin tefsirini yapmıştık. Ben derim ki: Bu kelimeler, pekçok
açıklamalar ve güçlü cevaplarla birlikte, hem Bakara Sûresi'ndeki o ayette, hem
de ilgili diğer ayetlerde ele alınmıştır. Doiayısıyie burada tekrar etmenin
faydası yoktur.
[340]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "işte gafil olanlar da onların indileridir"
buyurmuştur. İbn Abbas (r.a): "Bu, "onlar, ahirette kendilerine yapılmak
istenen şeylerden gafildirler" manasınadır" demiştir. Müteakiben
Cenâb-ı
Hak, "Hiç
şüphesiz onlar ahirette de hüsrana uğrayanların ta kendileridir" buyurmuştur.
Bil ki bu hüsranı
gerektiren şey, Allah Teâlâ'nın, geçen ayetlerde, onlarda : ruğunu beyan ettiği
şu altı sıfattır:
1) Onlar,
Allah'ın gazabını haketmişlerdir.
2) Onlar, azab-ı elîmi haketmişlerdir.
3) Onlar, dünya hayatını ahirete tercih
etmişlerdir.
4) Allah Teâlâ onları hidayetinden mahrum
etmiştir.
5) Allah
Teâlâ, onların kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.
6) Allah
Teâlâ, onları, Kıyamette, kendilerine verilmek murad edilen o şiddetli azabtan
gafil olanlardan kılmıştır. Hal böyle olunca, onlar bu azabı savuşturma
hususunda hiç bir şey yapamazlar. Bundan ötürü de, onların hakkında, herbiri
çeşitli kayır ve mutlulukları elde etmeye mani en büyük şeylerden olan bu altı
sıfatın onlarda tahakkuk ettiği sabit olmuştur. Allah Teâlâ'nın, insanı
taatiarıyla, ahiret mutluluklarını sabn alan bir tacir gibi olsun diye, dünyaya
koyduğu malumdur. Binaenaleyh insanın önünde bu büyük (altı) engel bulununca,
bu kimsenin hüsranı (zarar ve ziyanı) büyük ^ ût. Cenâb-ı Allah, işte bu
sebepten ötürü, "Hiç şüphesiz onlar, ahirette de hüsrana uğrayanların ta
kendileridir'7 yani, "başkaları değil,oniar" buyurmuştur. Bundan
-axsat, onların hüsranlarının, zarar ve ziyanlarının pek büyük olacağına dikkat
çekmektir. Allah en iyi bilendir.
[341]
"Sonra senin
Rabbin işkencelere uğratıldıktan sonra hicret edip ardından da sabrederek
cihad edenlerin yardımcısıdır. Gerçekten senin Rabbin onların bu amellerinden
sonra cidden gafur ve rahimdir. O gün herkes kendisi için çalışıp
çabalayacak. Herkes ne yaptı ise, kendisine eksiksiz (onun karşılığı) verilecek.
Onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklar" (Nah!. 110-111).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[342]
Allah Teâlâ, geçen
ayette, inandıktan sonra Allah'ı inkâr eden kimsenin durumu ile Allah'ı inkâr
etmeye zorlanan, korku sebebi ile kelıme-i küfrü söyleyen veya bunu
soylemeyen kimselerin durumunu anlatınca, bunun peşisıra da, fitnelere
uğratılıp, işkence edildikten sonra hicret edenlerin durumunu zikrederek,
"Senin, Rabbin işkencelere uğratıldıktan sonra hicret edenlerin
yardımcısıdır" buyurmuştur. İbn Amir, malum sığasında ve fâ harfinin
fethasıyla, buradaki fiili, fetenû (fitneye düşürmelerinden sonra) şeklinde
okurken; diğer kıraat imamları meçhul olarak, fâ'nın zammesiyle, fütinû
(fitneye düşürülmelerinden sonra) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatin izahı
şu şekillerde yapılabilir:
1) Bununla
"Müşriklerin İleri gelenleri, yani fakir müslümanlara eziyet edenler, eğer
tevbe eder, hicret eder ve sabrederlerse, Allah onların tevbelerini kabui
eder" manası murad edilmiştir.
2) Tıpkı ve (Geçimini üzerine almak, bakmak)
kelimelerinin aynı manaya gelmesi gibi,
ve (fitneye düşürdü) fiilleri de aynı manaya gelir.
3) O güçsüz
ve aciz müslümanlar, canlarını korumak için, küfür (inkâr) sözünü söyleyince,
sanki kendilerini fitneye düşürmüş oldular. Bu durum bir fitne kabul edildi.
Çünkü kelime-i küfrü
(zorlama esnasında) söyleme müsaadesi henüz o zaman verilmemişti.
Bu fiilin meçhul
okunuşuna göre olan kıraatin izahı ise açıktır. Çünkü, "fitneye
düşürülenler", müşriklerin ileri gelenlerinin irtidada, imandan dönmeye
zorladıkları güçsüz ve aciz mü'minlerdir. Böylece Allah Teâlâ, hicret, cihad ve
sabretmeleri raünde bu kimseleri, (icbar halinde) kelime-i küfrü söylemelerini
bağışlayacağını beyan buyurmuştur.
[343]
Ayetteki "fitneye
düşürüldükten sonra" ifadesi ile, ya onların işkence edilmeleri, yahut
işkence edileceklerine dair tehdid edilmeleri manası kastedilmiş olabileceği
gibi, "onların irtidad etmiş olmaları" -anası da kastedilmiş
olabilir. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Hicret eden bu -pü'minler,
Mekke'de İdiler. Derken başlarına bir fitne (belâ) geldi ve irtidâd ettiler.
Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında şüpheye düştüler. Sonra tekrar müslüman olup,
hicret ettiler. İşte bu ayet onlar hakkında nazil oldu." Bu ayetin,
Abdullah b. Said b. Ebî Sarfı hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. O, irtidad
etmişti. Mekke'nin fethi günü, Hz Peygamber (s.a.s), onun öldürülmesini
emretti. Bunun üzerine Osman .;r.a), onun için aman diledi ve Hz. Peygamber de
bu amanı verdi. Daha sonra o güzel öir müslüman oldu. Bu rivayet, ancak biz bu
sûreyi medenî kabul ettiğimizde, yahut da bu sûredeki bu ayeti medenî
saydığımızda geçerli olur. Bununla, takiyye için <üfür-inkâr sözünü söyleyen
o zayıf ve âciz müslümanlann da kastedilmiş olması muhtemeldir. Binâenaleyh
ayetteki, 'tıtneye uğratıldıktan sonra hicret edenler" 'adesi, bu dört
izahın herbirine de muhtemeldir. İfadenin lafzında, bunlardan birine muayyen
olarak delalet eden birşey yoktur.
Bunu anladığın zaman
biz diyoruz ki: Bu ayet, küfrünü açıkça ifade eden, söyleyen <imse hakkında
naziıî olmuştur. Binâenaleyh ayetten murad, "Bu, kendisinde günah olmayan
şeylerdendir. Hicret eder, cihadda bulunur ve sabrederse bu kimsenin hali,
icbar edilmeyen kimsenin hali gibidir" manası olur. Eğer bu ayet irtidad
eden kimse hakkında ise o zaman bundan maksat, "Tevbe edip dönmesi ve
üzerin© vacib olan şeyleri yerine getirmesi o kişiden bu ikabı giderir ve onun
için Allah'ın mağfireti, -ahmeti meydana goiir" manası olur. Ayetteki
ba'dihâ kelimesindeki hâ zamiri, daha önce bahsedilen amallere râcidir. O
ameller de, hicret, cihâd ve sabırdır.
[344]
Cen,;b-ı Allah'ın
"O gün herkes, kendisi için çalışıp çabala ifadesi ile ilgili birkaç bahis
var:
Birinci Bahis: Zeccâc:
"Ayetteki "yevm" (o gün) kelimesi, iki bakımdan mansubtur:
1) İfadenin
manası "Gerçekten senin Rabbin bunların ardından, her nefsin kendisi için
çalışıp çabaladığı o günde, cidden gafur ve rahimdir" yani "Hak
Teâlâ, rahmet ve mağfiretini, insanın rahmet ve mağfirete en çok muhtaç olduğu o
günde verir" şeklinde olabilir.
2) Ayetin
takdiri, "Onlara, şöyle şöyle olan o günü hatırlat. Çünkü Kur'ân'ın manası
(özü) azamet, inzâr ve vaz'u nasihattir" şeklinde olabilir. (Yani yevm
kelimesi, her iki durumda da mef'ûl olarak mansub olmuş olur)" demiştir.
İkinci Bahis: Birisi
şöyle diyebilir: "Nefsin, diğer bir nefsi yoktur. Binâenaleyh ayetteki,
ifadesinin manası nedir?"
Buna şöyle cevap
verilir: "Nefis" ile bazan canlının bedeni kastedilir, bazan birşeyin
kendisi ve özü murad edilir. Dolayısıyla ilk "nefis" kelimesi, cüsse
ve beden; ikincisi ise, onun kendisi ve zatıdfr. Buna göre sanki şöyle
denilmiştir: "O gün her insan gelir, kendini savunur. Onu başkasının
durumu ilgilendirmez." Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün onlardan herbirinin,
kendine yeter bir işi (bir derdi} vardır"{Abes©, 37) buyurmuştur. Bazı
alimlerden şu rivayet edilmiştir: "Cehennem sesli olarak öylesine nefes
verir ki, bütün mukarreb melekfer ve bütün nebiler, resuller, diz üstü çöküp
şöyle yakarmaya başlarlar: "Ey Rabbim, nefsimi nefsimi!.." Halilullah
olan Hz. İbrahim (a.s) bile bunu yapar." Ayette bahsedilen ''kendisi için
çatışıp çabalama", her insanın kendi mazeretini ortaya koymasıdır. Nitekim
"Onlar bizi yoldan saptırdılar" (Ahzâb, 67) ve "Rabbimiz Allah'a
yemin olsun ki biz müşrik değildik" (Enam, 23) sözlerinde olduğu gibi.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, - "Herkes ne yaptıysa kendisine eksiksiz verilecektir"
buyurmuştur. Bu ifadede bir hazif vardır ve manası şöyledir: "Her nefse
işlediği şeyin karşılığı eksiksiz ve noksansız olarak verilecektir."
Ayetteki hjtibi -
"Onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklar' cümlesi hakkında Vahidî şöyle
der: "Bu, "onlara eksik verilmez" manasındadır. Kadî ise şöyle
demiştir: "Bu ayet, bizim (Mu'tezile'nin) va'id hususundaki görüşümüze
delalet eden en kuvvetli delillerdendir. Çünkü bu ayet, Hak TefllâVıın herkese,
hakkını eksiksiz olarak vereceğine delalet eder. Eğer Cenâb-ı Allah, günahkârın
cezasını şefaat sebebi ile kaldıracak olsaydı, eksiksiz ulaştırmış olmana
cioğru olmazdı."
Buna şöyle cevap
verilebilir: "Umûmî hükümlerin zâhiri-.-.in sizin görüşünüze delalet
ettiği hususunda bir anlaşmazlık yoktur. Fakat biz (ehl-ı sünnetin) mezhebine
ve görüşüne göre: "Umûmî hükümlerin (ifadelerin) zahirlerine t utunmak,
katiyyet ifade etmez. Bir de, va'îd ile alakalı ifadelerin zahirleri, vaad ile
ilgi li ifadelerin zahirlerine muarızdır, Hem sonra biz, (Bakara, bıj ayetinin
tefsirinde
aad-i ilâhî cihetinin,
birçok yönden va'îd-i ilahî cihetine ağır bastığını beyan etmiştik, k.ah en iyi
bilendir.
[345]
o memleketi, size bir
ibret örneği olarak darb-ı mesel yaptı. O (belde), korkudan emin ve sakindi.
Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o, Allah'ın
nimetlerine nankörlük etti de, Allah da ona, lekte ısrar ettikleri kötülükler
yüzünden, açlık ve korku elbisesini tattırdı" (Nalıl, 112).
Ayetle ilgili birkaç
mesele var:
[346]
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirleri âhiretteki çok şiddetli va'îd ite tehdid edince, bu ayette dünya
afetleriyle de tehdîd
etmiştir. Bu afetler,
ayette de bahsedildiği gibi, açlık ve içine düşmeleridir.
[347]
"Mesel",
ister mevcut olsun ister mevcut olmasın, bazan belli bir sıfata sahip bir
şeyle; bazan da mevcut ve belli bir şey ile yapılır. Binâenaleyh Cenâb-ı
Allah'ın, darb-ı mesel yaptığı bu memleket, farzediten muhayyel bir memleket
eği gibi, belli bir belde de olabilir. İkinci ihtimale göre, bu memleketin
Mekke Mekke'den başka bir beide olması muhtemeldir. Ekseri müfesstrler bunun
olduğu kanaatindedirler. Ama daha doğrusu, onun Mekke'den başka bir belde
gerekir. Çünkü bu mesel, Mekke için yapılmıştır. Mekke'nin meseli (benzetileni)
Mekke'den başka olur.
[348]
Allah Teâlâ, bu
memleketin bazı sıfatlarını şöylece saymıştır: Birinci Sıfat: Oranın emniyetli
ve emin olması, ahalisine baskın yapılamaması. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Çevrelerindeki insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağmen,
(Mekke'yi) korkusuz (ve emin bir yer) yaptığımızı onlar görmediler
mi?"{Ankebût, 67) buyurmuştur. Mekke için durum böyledir. Çünkü Araplar
birbirlerine baskın yaparlardı. Ama Mekkeliier, Allah'ın mukaddes beldesinin
ahalisi oldukları için, diğer Araplar ontara saygı duyar, izzet ve ikramda
bulunurlardı.
Bil ki
"karye" (memleket)i, eminfikfe tavsif etmek, her nekadar aslında
eminlik onun ahalisine ait ise de, caizdir. Çünkü Mekke emniyetin mahalli ve o
ahalinin yeridir. Zaman ve mekanlar ise, kendilerinin içinde bulunanların
sıfatları ile tavsif edilebilirler. Mesela, ı:Güzel, sıcak ve soğuk yer"
denilir.
[349]
İkinci Sıfat, ayetteki
"mutmain" kelimesinin ifade ettiği husustur. Vahidî, bunun manasının,
"Onlar kararlı ve sakin idiler. Oranın ahalisi, korku ve darlıktan ötürü
oradan göçme ihtiyacı hissetmezlerdi!" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ben
derim ki: "Eğer oranın mutmain olmasından murad, ora ahilisinin, korku
sebebi ite oradan göçme ihtiyacı hissetmemeleri olursa, İşte bu orasının
"emin" olması demektir. Eğer bununla, onların darlık sebebi ile
oradan göçme ihtiyacı duymamaları manası kastedilirse, bu da ayetteki "Rızkı
da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu " ifadesinin anlattığı
husustur. Her iki takdire göre de, buna bu mana verilirse, bir tekrar olmuş
olur." Buna şöyfe cevap verilebilir: "Akıllı kimseler, "Üç
şeyin, yani emniyetin, sıhhatin ve kifayetin (yeterliliğin) sonu yoktur"
demişlerdir. O halde ayetteki "âmineten" kelimesi, emniyete;
'mutmainneten" kelimesi bu beldenin havası onların mizaçlarına uygun
düştüğü, orada itminan bulup yerleştikleri için sıhhate ve "Rızkı da,
kendisine her bir yandan bol bo'geiir" ifadesi de kifayete
işarettir." Müfessirler şöyle demişlerdir: "Rızkın her yandan
gelişinin sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İbrahim'in duasını kabu! etmiş
olmasıdır. İbrahim (a.s)'in duası da, "insanlardan bir kısmının
gönüllerini onlara meylettir, kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır"
(ibrahim. 37) şeklindedir.
Cenâb-ı Allah, o
beldeyi bu üç sıfatla tavsif edince, "Fakat o (belde), Allah'ın
nimetlerine nankörlük etti" buyurdu. "En'um", tıpkı
"şiddef'in, "eşüdd" şeklinde çoğul oluşu gibi, "nlmef'in
çoğuludur. Ben derim ki: "Burada "En'um (nimetler) kelimesi, cem-i
kıllettir (azlık ifade eden çoğuldur). Buna göre mana "O beldenin halkı,
az nimet çeşitlerine karşı nankörlük ettiler de, Allah da onları
cezalandırdı" şeklinde olur. Binâenaleyh burada uygun olan, "Onlar
Allah'ın büyük nimetlerini inkâr ettiler de, böylece azabı hak ettiler"
denilmesi idi. Öyleyse bunun cem-i kıllet oiarak getirilmesinin sebebi nedir?"
diye bir soru sorulabilir. Buna şöyle cevap verilir: Bundan murad, en düşük
olan ile en yüce ve büyük olana işaret etmektir, yani, ''Azıcık nimetlere bile
nankörlük etmek, azabı gerektirdiğine göre, çok ve büyük nimetlere karşı
nankörlük haydi haydi azabı gerektirir" demektir. Dolayısıyla bu,
Mekkeliler için bir meseldir. Çünkü oniar, emniyet, itminan ve bolluk içinde
idiler. Hak Teâlâ onlara sonra da en büyük nimet olan Hz. Muhammed (s.a.s)'i
lütfetti. Ama onlar bu hususta da nankörlük edip, ona çok eziyetler verdiler.
Bundan ötürü Cenâb-ı Hak onlara, belâları musallat kıldı.
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Allah Teâlâ onları yedi sene açlıkla azablandırdı. Hatta
leş, kemik, kan, deve yünü ve deri (kayış) yediler. Korkuya gelince, o şudur:
Hz. Peygamber (s.a.s), onlar üzerine seriyyeler gönderiyordu ve bu seriyyeler,
onlara baskınlar yapıyordu."
[350]
İbnü'r-Ravendî'nin,
edib olan İbnu'l-A'rabî'yo şöyle dediği rivayet edilir: "Elbise tadılır
mı?" İbnü'l-A'rabî de: "Ey maymun, ne öpmek var, ne elbise! Diyelim
ki sen, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olduğundan şüphe ediyorsun, ama o da
bir Arap değil mi?" İbnü'r-Râvendî'nin maksadı, "elbise tadılmaz,
giyilir. Binâenaleyh normali, ya "Allah onlara açlık elbisesini
giydirdi" yahut da, "Allah onlara, açlığı taddfrdı"
denilmestdir" diye ayeti tenkid etmekti. Ben derim ki: Buna birkaç şekilde
cevap verilir:
1) Açlık
esnasında onlarda görülen haller iki türlü olur:
a) Tadılan
şey, yiyecektir. Binâenaleyh onlar, yiyecekleri elde edemeyince, sanki açlığı
tadmış gibi olurlar.
b) O açlık, çok ve şiddetli idi. Dolayısıyla
açlık sanki onları her taraftan sarıp kuşatmıştı. Bundan ötürü elbiseye
benzetilmiş oldu. Velhasıl bu açlıkta, hem tadılana, f*em de giyilene benzer
bir hal vardı. Binâenaleyh Ailah Teâlâ, her ikisini de nazar-ı oKate atarak,
"Allah da ona., açlık ve korku elbisesini taddırdı" buyurmuştur.
2) Bu ifadenin takdiri, "Allah o
Mekkelilere, açlık ve korku elbisesini öğretti" şeklindedir. Ama AUah
Teâlâ bu öğretmeyi, "taddırma" lafzı ile anlattı. Tatma aslında
ağızla olur. Sonra bu kelime mecazî olarak, "bilme-öğrenme" manasında
da «sanılmıştır ki bu, denemek-imtihan etmek demektir. Nitekim sen,
"Falancayla azara et,
konuş tanış ve
ondaki bilgileri lad"
dersin. Nitekim şair,
"Dünya
lezzetlerini tadan bilsin ki, onu ben de taddim. Bize onun, hem tatlılıkları,
hem de azabı sunulmuştur" demiştir.
Korku ve açlık
elbisesi, o insanlar üzerinde müşahede edilen zayıflık, renk kaçıklığı,
yorgunluk, hallerindeki değişme ve kalbilerinin üzgünlüğüdür, "Falancanın
üzerinde korku ve açlığın kötü neticelerini gördüm" diyebileceğin gibi,
"Falancanın üzerinde açlık ve korku elbisesini taddım (gördüm)" de
diyebilirsin.
3)
"Giyinme" lafzı, dokunma manasına olabilir. Buna göre ayetin takdiri,
"Allah ona açlık ve korkuya dokunmayı taddırdı" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "işlemekte ısrar ettikleri kötülükler yüzünden..." buyurmuştur.
İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Cenâb-ı Allah, bu ifade ile, onların Hz.
Muhammed (s.a.s)'i yalanlayıp, Mekke'den çıkarıp, O'nu öldürmeyi kafalarına
koyduklarında O'na yaptıkları şeyleri kastetmiştir."
Ferrâ şöyle
demektedir: "Ayette (O beldenin yaptığı şey yüzünden...) demedi. Bunun
benzeri ifadeler Kur'ân'da pek çoktur. (A'raf.4) ayeti bunlardandır. Cenâb-ı
Hak bu ayette, kâilûn yerine, kâiletun dememiştir (yani bunun râcî olduğu
zamirin müfred müennes oluşunu nazar-ı itibara almamıştır). Sözün özü şudur:
Allah Teâlâ o "karye" (belde)yi "mutmain", "rızkı her
yerden bol bol gelen" ve "Allah'ın nimetlerine nankörlük eden"
bir belde olarak tavsif etmiştir. Bütün bu sıfatlar her ne kadar,
"karye" lafzına göre getirilmiş ise de, gerçekte kastedilen, o
karyede (beldede) oturanlardır, İşte büfıdan ötürü pek yerinde olarak, ayetin
sonunda, "işlemekte ısrar ettikleri kötülükler yüzünden " buyurmuş
(bununla oranın ahalisini kastetmiştir). Allah en iyi bilendir.
[351]
"Celalim hakkı
için onlara kendilerinden bir peygamber gelmişti de onlar onu yalanlamışlardı.
Derken onlar zulümlerinde berdevam iken, azap onları yakalayıverdi.
Artık Allah'ın sizi mıklandırdığı şeylerden helal ve temiz olarak yeyin. Allah'ın
nimetlerine şükredin, eğer O'na kulluk edecekseniz..."
(Nahl, 113-114).
Bil ki Allah Teâlâ,
"mesel"i zikredince, "mümessel"i (hakkında meset getirilen
şeyi) zikrederek, "Celalim hakkı için onlara kendilerinden bir peygamber
gelmişti de.." buyurmuştur. Yani, Mekkelilere kendi içlerinden aslını ve
nesebini bildikleri bir peygamber gelince, "onlar onu yalanlamışlardı.
Derken azap onları yakalayıvermişti." İbn Abbas, bu ifadedeki azâb'a,
"Mekke'deki açlık" manasını vermiştir. Bunun, Bedir Günü'ndeki kati ve
öldürme olduğu da ileri sürülmüştür. Ben derim ki, İbn Abbas in sözü daha
uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ifadenin hemen peşinden "Artık Allah'ın
sizi nzıklandırdığı şeylerden yiyin. Eğer O'na kulluk edecekseniz''
Duyurmuştur. Yani, "O açlık, sizin küfrünüz sebebiyledir. Binâenaleyh,
yeyip-içebilmeniz için, küfrünüzü bırakınız" demektir. İşte bu sebepten
dolayı Cenâb-ı Hak, "Artık Allah'ın sizi nzıklandırdığı şeylerden
yeyin" buyurmuştur. İbn Abbas (r.a), Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeyle ganimetleri
murad ettiğini söyleyerek, "Ey müslüman cemaati, Allah'ın size vermiş
olduğu nzıktardan yeyiniz" manasını vermiştir. Kelbî şöyle demektedir:
"Mekke'nin ileri gelenleri, açlıktan takatleri kesildiği zaman, Hz.
Peygamber'le konuşarak, "Erkeklerimize düşman oldun. Peki, kadınlarımızın
ve çocuklarımızın suçu ne?" dediler. Çünkü, Mekkelilere verilen yiyecek ve
içecekler, Hz. Peygamber'in emriyle kesilmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
onlara yiyecek şevkine müsaade etti de, böylece onlara yiyecek gönderildi. İşte,
bu sebeple de Allah, "Artık Allah'ın sizi nzıklandırdığı şeylerden helâl
ve temiz olarak yeyin" buyurmuştur. Kabule şayan olan görüş, İbn Abbas'ın
söylediğidir. Buna, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetten sonra, "O, size ancak
ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkası için kesilmiş olanı haram
kıldı" (Nahl 115) buyurmuş olması da delalet eder. Yani, "Sizler iman
edip küfrü terkedince, işte o zaman helâl ve temiz olan o ganimetleri yeyin.
Leş ve kan olan o habîs, murdar şeyleri de terkedin" demektir.
[352]
"O, size ancak
ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Aİlah'dan başkası için kesilmiş olan
hayvanın etini haram kıldı. (Bununla beraber) kim muztar kalırsa,
saldırmamak ve haddi geçmemek şartıyla (yiyebilir). Çünkü Allah affeden ve
merhametli olandır" (Nahl, 115).
Bil ki bu ayet, sonuna
kadar, aynen Bakara Sûresi'nde de (Ayet, 173) zikredilmiş ve orada tefsir
edilmişti. Dolayısıyle, bunu tekrarlamanın faydası yoktur. Ancak ben diyorum
ki: Cenâb-ı Hak, haram olanları (muharremâtı) bu sûrede bu dört şeye hasretmiştir.
Çünkü, bu ayet-i kerimenin başındaki innemâ hasr ifade etmektedir.
Keza Allah Teâlâ En'âm
sûresinin (Ayet, us* ayetinde de haram yiyecekleri bu dört şeye hasretmiştir.
Bu iki sure de Mekkî'dir. Cenâb-ı Hak muharremâtı, Bakara Sûresi'ndeki {Ayet,
173) ayette de, bu dört şeyle sınırlamıştır. Çünkü, bu ayet aynı lafızlarla
Bakara Sûresi'nde de geçmiştir. Cenâb-ı Allah bunları, Mâide Sûresinde de bu
sayıyla sınırlandırmıştır. Çünkü O, bu sûrenin başında, (Ayet.i) buyurmuş,
onlara bildirilecek şeyler hariç, hepsini mubah kılmıştır.
Alimler bu ayetteki
(Maide, 1) ifadesiyle kastedilenin, o sûredeki (Maide. 3) ayeti olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu dört şeyi, bu üç sûrede zikretmiş, daha
sonra da, "...boğulmuş, vurulmuş, yukardan yuvarlanmış, susulmuş, canavar
yırtmış olup da ölenler..."(Maw«.3) buyurmuştur ki bunlar,
"meyte"nin hükmüne dahildir. Daha sonra da, "... dikili taşlar
üzerinde boğazlanan da" buyurmuştur ki bu da, bu ayetteki, "...bir de
Allah'tan başkası için kesilmiş olanları" (Nahi, 115) ifadesinin
muhtevasına girenlerden birisidir. Böylece bu dört sûrenin, muharrematın bu
dört şeyle sınırlandırıldığına delâlet ettiği sabit olmuş olur Bu dört sûrenin
İkisi Mekkî, ikisi Medenîdir. Çünkü, Bakara Sûresi ve Maide Sûresi Medenî'dir.
Binâenaleyh kim, icmâ ve kesin delillerin tahsis ettiği şeyler hariç,
muharrematın bu dört şeye hasredildiğini kabul etmezse, kendisinden endişe
edilecek bir mahalde bulunmuş olur. Çünkü bu sûre, muharremâtın bu dört
şeye hasredilmesinin, hem Mekke'nin hem de Medine'nin ilk ve son dönemlerinde
sabit olan bir şer'î hüküm olduğuna delâlet etmektedir. Allah Teâlâ bu beyanı,
her türlü mazeretleri sona erdirmek ve her türlü şüpheleri bertaraf etmek için,
bu dört sûrede tekrar tekrar beyan buyurmuştur.
[353]
"Dillerinizin
yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için: "Şu helaldir, bu
haramdır" demeyin. Çünkü, Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz. Allah'a
düzenler ise, şüphe yoktur ki, felah bulmazlar. (Bu), az bir menfaatten ibarettir.
Halbuki onlara, pek acıklı bir azab vardır1 (Nahl, 116-117).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[354]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
haram olan şeyleri bu dört şeye hasredip sınırlayınca, bu hasrı ve muharrematı
bazan bu
dörtten fazla yapan, bazan
da eksilten kâfirlerin yolunun czukluğunu belirtmiştir. Çünkü onlar, Bahîra'yı, Şaibe
yi, Vasîle'yi ve Hâm'ı[355]'
a'am kılıyorlar ve: "Bu hayvanların karınlarında olan (yavru)lar, sırf
erkeklerimiz ^ndir. Kadınlarımıza ise haramdır" diyorlardı. Böylece,
muharrematm sayısını rttmyorlardı. Yine, helal kılınmış olan şeylerin sayısını
da çoğaltıyorlardı. Çünkü onlar meyte'yi, kanı, domuz etini ve Allah'tan
başkası adına boğazlanmış olan şeyleri de B 3i addetmişlerdi. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, haram olan şeylerin, bu dört eym ta kendisi olduğunu;
onların, "Bu helaldir, şu haramdır" dedikleri şeylerin de, • valan ve
Atlah'a iftira olduğunu beyan etmiştir. Sonra da, bu yalana mukabil olan Adetli
vaîd ve tehdidi zikretmiştir. Ben derim ki: Allah Teâlâ bu dört surede bu hasrı
eyan edip, bu ayette de, bunları fazlalaştırmanın ya da eksiltmenin bir yalan
ve Allah'a
iftira olup böyle yapmanın da şiddetli bir tehdidi mucib olduğunu zikredince,
biz, bu hasra ilavede bulunulmayacağını anlamış oluruz. Allah en iyisini
bilendir.
[356]
Cenâb-ı Hakk'ın
jfadesindeki kezib kelimesinin mansub kılınması hususunda, şu iki izah
yapılmıştır:
1) Kisâi ve
Zeccâc, limâ'daki ma'nın masdariyye olduğunu söylemişlerdir. Buna göre kelamın
takdiri, "Lisanlarınız yalanı vasfederek bu helaldir, bu haramdır
demeyiniz" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "Şunun için, şöyle
şöyle demeyiniz" denilmesfdir.
Buna göre şayet onlar,
"Ayeti bu manaya hamletmek tekrara sebebiyet verir. Çünkü, Allah'ın s-1-^
*Ü' J* ijJsiJ "Çünkü Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz' ifadesi bunun
aynısıdır" derlerse, buna şöyle cevap verilir:
Ayetteki
"Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için "
ifadesinde, Allah'a karşı yalan uydurulduğu beyan edilmektedir. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hak bu hususta ilave bir açıklama tahakkuk etsin diye, "Çünkü,
Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz" buyurmuştur. Bunun, Kur'ân'daki
benzerleri pekçoktur. Bu, Allah Teâlâ'nın, önce bir şeyi ifade edip, sonra da
onu ilave bir fayda ile tekrarlamasıdır.
2) Bu ma'nın
ism-i mevsûl olmasıdır. Buna göre ifadenin takdiri, "Lisanlarınızın
vasfettiği, söylediği yalanlar sebebiyle, "şu haram, şu da helaldir"
demeyiniz" şeklindedir. Ma'nın ism-i mevsûl olması durumunda gerekli olan
âid zamiri, karine kâim olduğu için hazfedilmiştir.
[357]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için" ifadesi,
fasîh ve befîğ bir sözdür. Çünkü, yalanın mahiyeti ve hakikati müphemdir. Halbuki
onların yalan söylemeleri, yalanın hakikatini ortaya kor ve onun mahiyetini
izah eder. İşte bu, onların sözlerini, alabildiğince yalan olmakla
nitelemektir. Bunun bir benzeri de Ebu'l-Ala el-Maarrî'nin şu beytidir:
Buna göre mana,
"Bu şimşeğin sirayet edip hareket etmesi, zayıf ve aciz kimseleri
vasfeder" şeklindedir, işte burada da böyledir. Allah en iyisini bilendir.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "Çünkü, Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz" buyurmuştur. Bu,
"onlar, bu haram ve helâl kılma işini Allah'a nisbet ediyor ve "O,
bunu bize emretti" diyorlardı" demektir. Ben, bu lâm'ın, maksat lâm'ı
(lâmu'l-garad) olmadığını zannediyorum. Çünkü bu iftira, onların gaye ve
maksatları değildir. Tam aksine bu "Çünkü o a/efbef kendileri için bir
düşman ve bir tasa olacaktı" (Kasas, 8) ifadesinde olduğu gibi, akıbet
lâm'ıdır. Vahidî şöyle der: ifadesi, ifadesinden bedeldir. Çünkü, onların yalan
vasfetmesi, Allah'a bir iftiradır. Dolayısıyla, onların yalan yere
nitelemeleri, Allah'a iftirada bulunmakla tefsir edilmiştir.
Müteakiben Allah,
kendisine o iftirada bulunanları tehdid ederek "Çünkü, Allah'a yalan
düzenler ise, şüphe yoktur ki, felah bulmazlar" buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların içinde bulundukları nimetin, en yakın zamanda ellerinden
çıkacağını beyan buyurarak, metâ'un kalîl "(Bu), az bir menfaatten
:barettir" buyurmuştur. Zeccâc, bunun manasının, "Onların metâları,
az ve önemsiz bir metâ'dır" şeklinde olduğunu söylerken, İbn Abbas,
"tam aksine, dünyanın bütün metâı az bir metâ'dır" demiştir. Sonra
onlar, elîm bir azaba sevked İleceklerdir. Bu da, "Halbuki onlara, pek
acıklı bir azab vardır" ifadesinden anlaşılan husustur.
[358]
"Biz sana
anlattığımız şeyleri yahudilere daha evvel haram kılmıştık, (Bununla) biz
onlara zulmetmemiştik. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı"
(Nahl, 118).
Bil ki, Cenâb-ı Hak
müslümanlar için neyin helâl, neyin haram olduğunu açıklayınca, bunun peşinden
yahudilere tahsis edilen haramları beyan ederek, "Biz $ana anlattığımız
şeyleri, yahudilere daha evvel haram kılmıştık" buyurmuştur ki, ounun
incelenmesi En'âm SÛresi'nde (Ayet, 146> geçmişti.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"(Bununla) biz onlara zulmetmemiştik. Fakat onlar kendilerine
zulmediyorlardı" buyurmuştur ki ounun tefsiri, "Yahudilerden (taşan)
bir zulüm sebebiyledir ki, (evvelce) kendileri için helal kılman temiz ve güzel
şeyleri, üzerlerine haram ett/"(Nisa, ıeo) ayetinde bahsedilen husustur.
[359]
"Bundan sonra
(şunu bil ki): Senin Rabbin, bir cehalet yüzünden kötülük yapıp da, sonra bunun
ardından tevbe ve islâh-i nefs edenlerin, hiç şüphesiy lehindedir. Hakikat,
senin Rabbin, bu hallerin arkasından elbette çok affeden, çok merhametli
olandır" (Nahl, 119).
Bil ki bu ayetin
maksadı, Allah'a iftira etmenin ve O'nun emirlerine karşı çıkmanın, onların
tevbe etmelerine ve onlar için mağfiret ve rahmetin tahakkuk etmesine mani
olmadığını beyan etmektir. Ayette geçen "kötülük" lafzı, uygun
olmayan herşeyi içine alır ki, bunlar da küfür ve isyanlardır. Kötülük yapan
herkes, onu bitmediği için yapmıştır. Mesela küfre gelince, hiç kimse onun küfür
olduğunu bilerek ona rıza göstermez. Çünkü o, o görüşün hak ve doğru olduğuna
inanmadığı sürece, onu tercih etmez ve ona razı olmaz. İsyanlara ve günahlara
gelince, onun şehevî arzuları akltna ve ilmine baskın çıkmadığı sürece, ondan o
günahlar sudur etmez. Böylece, kötülükte bulunan herkesin, o kötülüğü
bilmeyerek, cehaleti sebebiyle yaptığı sabit otur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, sanki söyle demek istemiştir: "Şehevî arzularına uyarak ve Allah'a
karşı yalan söyleyerek helâllan haram, haramları helâl kılan o kâfirlerle
ilgili tehdidi, alabildiğince anlattık." İmdi biz diyoruz ki: Senin
Rabbin, cehaleti sebebiyle bir kötülükte bulunup da, bundan sonra da, yani o
günahtan, o kötülükten veya o cehaletten sonra da tevbe eden; sonra o
günahlardan tevbe ettikten sonra ıslâh-ı nefs yapıp, yani iman eden ve Allah'a
itaatta bulunan kimselerin lehindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, te'kid için,
l*oi ^ ilîj ü\ "Bundan sonra senin Rabbin" ifadelini tekrarlamış,
bunun peşinden de buyurmuştur. Bu, "Senin Rabbin, cehaletleri sebebiyle
kendilerinden sudur eden o kötülüğü affeder ve onlara merhamet eder. Hasıl-ı
kelâm, insan, her ne kadar zaman zaman bazan nankörlüğe, küfre ve günahlara
yeltense bile, o, bunlardan tevbe edip iman ederek salih amel istediğinde,
hiç şüphesiz Allah onun hakkında gafur ve rahîm'dir, onun tevbesini kabul eder
ve onu, azabından halâs eder" demektir.
[360]
"Hakikaten
ibrahim (başhbaşma) bir ümmetti. Allah'a itaatkârdı. Muvahhid .« müslümandı. O, müşriklerden de değildi. O, nimetlerine
şükredendi. (Allah) onu beğenip seçmiş, kendisini doğru bir yola
iletmişti. Biz ona, dünyada bir güzellik vermiştik. Şüphesiz ki o, ahirette de,
mutlaka salihlerden olacaktır. Sonra sana,
"Muvahhid bir müslüman olarak, İbrahim'in dinine uy, O müşriklerden olmadı"
diye vahyettik"{Nahl, 120-123).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
sûrede müşriklerin pekçok şey hususundaki inançlarını çürüttü -ki onların
Allah'a eşler ve ortaklar koşması; peygamberlerin ve resullerin nübüvvettenni
tenkid etmeleri; "şayet Allah, peygamber gönderecek olsaydı, o peygamber
mutlaka meleklerden olurdu" demeleri; Allah'ın haram kıldığı birtakım
4«yteri helal, mubah kıldığı birtakım şeyleri de haram kılmaları bunlar
cümlesindendir-audn bu görüşlerdeki inançlarını iyice ibtâl edince; Hz. İbrahim
(a.s) de, -njvahhidlerin reisi ve kelâmcıların muktedâ bihi olunca -ki İbrahim
(a.s) insanları rtwje. şirki geçersiz kılmaya ve ilahî kanunlara uymaya davet
etmiştir-, müşrikler 3e. onunla iftihar edip, onun yolunun güzelliğini kabul
edip ona uymanın gerekli acuğunu söyleyince, pek yerinde olarak Cenâb-J Hak bu
sûrenin sonunda ondan tateetmiş ve o müşrikleri tevhîdi kabul etmeye ve şirkten
dönmeye şevketsin diye, «uı, tevhîd hususundaki yolunu ve metodunu
zikretmiştir.
Bil ki, Cenâb-ı Hak
Hz. İbrahim (a.s)'i pekçok sıfatla nitelemiştir.
Birinci Sıfat: Onun,
başlı başına bir ümmet olması. Bu ümmet olmanın ne demek olduğu hususunda da şu
izahlar yapılmıştır:
1) O, hayır sıfatlarında mükemmel birisi olduğu
için, başlı başına bir ümmet olmuştur. Bu tıpkı şairin, "Bütün insanların
faziletlerini bir insanda toplanabilmesi, Allah hakkında yadırganacak
değildir" demesi gibidir.
2) Mücahid:
"Sadece o, mü'mindi. Onun zamanındaki bütün insanlar kâfir idiler. İşte bu
manadan dolayı o, başlıbaşına bir ümmet olmuştur. Ve Hz. Peygamber (s.a.s) de,
Zeyd İbn Amr İbn Nufeyl hakkında, "Allah onuf başlıbaşına bir ümmet olarak
haşredecektir" buyurdu" demiştir.
3) Buradaki
"ümmet" kelimesi ism-i mef'ûl manasındadır. Bu tıpkı, meselâ rıhle
(göç), buğye (arzulanmış) kelimeleri gibidir. O halde ümmet kelimesi, kendisine
uyulan, muktedâ bih edinilen kimse demektir. Bunun delili de Cenâb-ı Hakk'ın,
"Seni insanlara imam yapacağım" (Bakara, 124) ayetidir.
4) İbrahim
(a.s), milletinin, diğer milletlerden tevhid ve hak din ile ayrılmalarının
başlıca vesilesidir. O, o ümmetin gerçekleşmesinin bir sebebi gibi olunca, pek
yerinde olarak Cenâb-ı Hak onu, müsebbebi sebeb şeklinde zikrederek, ümmet diye
adlandırmıştır. Yani sebep olan H2. İbrahim, müsebbeb (netice) olan millet
olarak bildirilmiştir. Şehr İbn Havşeb'den "Hz. İbrahim (a.s)'in zamanı
hariç, yeryüzünde mutlaka kendileri sebebiyle, Allah'ın, çeşitli belaları
yeryüzü ehlinden savuşturduğu ondört kişi bulunur. Hz. İbrahim ise, kendi
zamanında tek idi" dediği rivayet edilmiştir.
İkinci Sıfat: Onun,
Allah'a itaatkâr olmasıdır. Kânit kelimesi, Allah'ın emirlerini hakkıyla yerine
getiren kimse demektir. Nitekim İbn Abbas (r.a) da, bunun manasının,
"Allah'a itaat eden" şeklinde olduğunu söylemiştir.
Üçüncü Sıfat: Onun
"Hanîf" olması. Hanif, bir daha ondan ayrılmamak üzere, tamamiyle
İslâm dinine meyleden, ona giren kimse demektir. Nitekim fbn Abbas (r.a):
"O, sünnet olanların, haccın menasikini hakkıyla yerine getirenlerin ve
kurban kesenlerin ilkidir. İşte "Hanîflik" bu demektir"
demiştir.
Dördüncü Sıfat:
Müşriklerden olmaması. Bu, "O, küçüklüğünde de, büyüdüğü zaman da muvahhid
idi" demektir. Onun böyle olduğunu şu husus da ortaya kor: Onun gayretinin
çoğu, usûl (itikâd, kelâm) ilmini izah etmekle geçmiştir. Böylece o, zamanının
hükümdarına karşı, bir Yaratıcı'yı isbat etmeye dair delil getirmiştir,
"ki bu da onun, "Benim Rabbîm hem diriltir, hem öldürür"
(Bakara. 258) ayetinin ifade ettiği husustur. Sonra o, "Ben böyle sönüp
batanları sevmem "(Enpam, 76) diyerek, putlara ve yıldızlara tapmanın
anlamsız olduğunu söylemiş, daha sonra da o putları kırmıştır. Derken iş,
onların onu o ateşe atmalarına varıp dayanmıştır. Sonra o, itminan ve güveni artsın
diye, Allah Teâlâ'dan, ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini
istemiştir. Kim Kur'ân ilimlerine vakıf olursa, İbrahim (a.s)'in tevhîd
deryasına daldığını anlar.
Beşinci Sıfat:
Allah'ın nimetlerine şükredici olması. Rivayet olunduğuna göre İbrahim (a.s),
misafirsiz sofraya oturmazdı. O, misafir bulamadığı gün yemeğini tehir ederdi.
Bir gün o, insan suretinde melekler topluluğuyla karşılaşır. Derken onları
yemek yemeye çağırır. Onlar da, kendilerinde cüzzam hastalığı olduğunu
belirtirler. Bunun üzerine o: "İşte o anda sizinle yemek içmek farz oldu.
Şayet siz, Allah katında aziz ve kıymetli olmasaydınız, O sizi bu
belâya-mübteiâ kılmazdı" der.
İmdi şayet,
"en'um lafzı, cem-i kıSlet veznindedir. Halbuki Allah'ın, Hz. İbrahim
»a.s) üzerindeki nimetleri pek çoktur. O halde, buyurulmasının hikmeti -e
olabilir?" denilirse, biz deriz ki:
"Bununla onun,
Allah'ın bütün nimetlerine şükredici olduğu manası kastedilmiştir. O nimetler
az olduğunda şükrettiğine göre, ya çok olsaydı, kim bilir neler yapar, -ıasıl
şükrederdi?"
Altıncı Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, onu, nübüvveti için seçmiş olmasıdır. İctlbâ kelimesi, birşeyi
tamamiyle almak, (koparıp almak) manasına gelir. Bu, "cebâ" (devşirip
topladı, getirdi) fiilinin, "iftifil" vezni olup, bunun temeli,
"suyun havuzda birikip toplanması" manasına dayanır. Nitekim,
"su toplanan havuz" manasında câbiye kelimesi kullanılır.
Yedinci Sıfat:
Allah'ın, onu, dosdoğru bir yola iletmiş olmasıdır. Yani, Allah'a davet etmeye,
hak dine teşvike ve batıl dinden de nefret ettirmeye iletmiş olması. Bunun bir
benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. Ona
uyun"(En'âm. 153) ayetidir.
Sekizinci Sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın ona bu dünyada, bir güzellik vermesidir. Bu susuşta Katâde
şöyle demektedir: "Allah onu, bütün insanlara sevdirmiştir. Çünkü, her din
mensubu, onu kabul etmiştir. Meselâ müsiümanlara, yahudi ve hıristiyanlara
gelince, bunların onu nasıl kabullendikleri açıktır. Kureyş kâfirleriyle diğer
Arapların İse, ondan başka övünç kaynaklan yoktur. Sözün özü şudur: Allah Teâlâ
onun, "(Benden) sonrakiler içinde benim için bir yâd-ı cemîl ver"
(Şuar&. 84) şeklindeki duasına icabet etmiştir." Başkaları da bunun,
biz ümmet-i Muhammed'den namaz talanların, "Hz. ibrahim'e ve onun âl-i
ashabına salât ve selâm et" demesidir, demişlerdir. Yine bunun doğruluk,
vefa, İbâdet olduğu da söylenilmiştir.
Dokuzuncu Sıfat: Onun,
ahirette salihlerden olması.
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hak niçin "o, ahirette saiihlerdendir" buyurdu da,
"O, ahirette, salihlerin ;rakamlarının en üstündedir"
buyurmadı?" denilirse, biz deriz ki:
Çünkü Allah Teâlâ
onun, "Rabbim, bana hüküm ihsan et ve beni salihler (zümresine)
^af"(Şuara,83) dediğini nakletmiştir. Burada da, kendisinin onun duasına
icabet ettiğine dikkat çekerek, "O, ahirette salihlerdendir" buyurdu.
Sonra onun salihlerden olması, salihlerin makamlarının en üst makamlarında
bulunmasına ters düşmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak bu hususu da, "işte bunlar
kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi. Biz kimi dilersek onu derece
derece yükseltiriz" (En1âm, 83) ayetinde beyan buyurmuştur.
[362]
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. İbrahim'i, bu kıymetli ve yüce sıfatlarla tavsif edince, "Sonra sana,
"muvahhid bir müsîüman olarak, ibrahim'in dinine uy. O, müşriklerden
olmadı" diye vahyettik" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç bahis
vardır:
Birinci Bahis: Birtakım
kimseler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Hz. İbrahim'in şeriatı üzere olduğunu, onun
müstakil bir şeriati olmadığını, tam aksine onun gönderilişinin maksadının, Hz.
İbrahim (a.s)'in şeriatini yeniden ihya etmek olduğunu, onun yolunu ve inancım
isbat ve ihya için de, bu ayete dayandığını söylemişlerdir ki, bu görüş
zayıftır. Çünkü, Allah Hz. İbrahim'i "o müşriklerden de değildi"
diyerek nitelemiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Hz. ibrahim'in dinine
uy!" deyince, işte bu, (yani müşriklerden olmama) kastedilmiş olur.
Buna göre şayet,
"Hz. Peygamber (s.a.s), katî delillere binâen, şirki reddetmiş, tevhidi de
isbat etmiştir. O böyle yapınca, Hz. İbrahim'e tabi olmamış olur. Bu sebeple de
Cenâb-ı Hakk'ın, "İbrahim'in dinine uy" buyruğunu bu manaya hamletmek
imkansız olur. Binâenaleyh bu ayeti, kendisi hakkındaki uyma emrinin tahakkuk
edeceği, "Onun şer'î hükümlerine uyma" manasına hamletmek
gerekir" denilirse, biz deriz ki:
Bununla, onun tevhide
davet etme keyfiyetinde Hz. İbrahim'e uymamasının emredilmiş olması muhtemeldir.
Bu keyfiyyet de, Hz. Peygamber'in tevhide; yumuşaklık ve kolaylıkla, Kur'ân'da
da alışıldığı metod üzere, pekçok delil getirmek suretiyle, davet etmesidir.
İkinci Bahis: Keşşaf
sahibi şöyle der: buyruğundaki summe Hz. Peygamber (s.a.s)'in mevkiinin
büyüklüğüne, mertebesinin yüceliğine ve Hz. İbrahim Halilullah'ın en büyük
şerefinin ve en üstün nimetinin Hz. Peygamber (s.a.s)'in önceden İbrahim
(a.s)'in dinine tabi olması olduğuna yapılmış olan işarettir. Çünkü bu lafız,
bu övgünün, Cenâb-t Hakk'ın Hz. İbrahim'in reddettiği diğer övgülerden, derece
bakımından daha üstün olduğuna delalet eder.
[363]
Cumartesi ibadeti
ancak onda ihtilafa düşenler (farz) edilmişti. Şüphesiz ki Rabbin onların
ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında Kıyamet günü aralarında hükmedecektir"(NaM,
124).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e. Hz. İbrahim'e uymasını emredip, Hz. Muhammed
(s.a.s) de, Cuma gününü seçince, bu bağlılık, ancak biz, Hz. İbrahim (a.s)'in da
kendi şeriatında cuma gününü tercih edip seçmiş olduğunu söylediğimizde tahakkuk etmiş
olur. Bu durumda da birisi çıkıp "öyleyse nasıl olmuş da yahudiler
cumartesi gününü
seçmişlerdir?" diyebilir.
İşte Cenâb-ı Hakk bunu
"Cumartesi ibadeti ancak onda ihtilafa düşenlere (farz) edilmişti"
cümlesi ile cevaplandırmıştı. Ayetle ^çili iki görüş bulunmaktadır:
[364]
Birinci Görüş: Kelbî,
Ebû Salih'in İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah
Teâlâ, Musa (a.s.)'ya, cuma günynü emretmiştir. Bunun üzerine Hz. Musa,
"haftanın yedi gününden tek bir gününü Allah'a ayırın. Bu gün cuma
günüdür,
O günde herhangi bir
iş yapmayınız" deyince, onlar bunu kabul etmeyerek, "Biz ancak,
ABah'ın, yaratmayı sona erdirdiği o günü isteriz. Bu gün cumartesi
günüdür" dediler de, böylece Allah, yahudilere cumartesini verdi ve onlara
o günde çok katı hükümler koydu. Daha sonra, Hz. İsa (a.s) onlara yine cuma
gününü getirdi de, bunun üzerine hıristiyanlar,
"Biz, onların bayramının
bizim bayramımızdan sonra
olmasını istemiyoruz" dediler de bayram günü olarak pazar gününü
seçtiler."
Ebu Hureyre (r.a), Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "Allah, bizden öncekilere Cuma gününü
emretti. Ama, onlar bu hususta ihtilaf ettiler. Allah bizi bu güne iletti. Binaenaleyh
insanlar, bu gün hususunda bize tabi olacaklar (bizim peşimizden ekler]. Ertesi
gün yahudilerin, yarından sonra ise hıristiyanlanndir" dediğini rivayet
etmiştir.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki: "Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası:
"Kendilerine cuma gününü emreden peygamberleri Musa'ya karşı ihtilaf
çıkardılar" demektir. Çünkü O, onlara cuma gününü emretmişti de, onlar da
cumartesini tercih etmişlerdi." Binâenaleyh onların, cumartesi hususundaki
ihtilafları, o gün hususunda peygamberlerine karşı bir muhalefet olmuş olur.
Yani, o günden ötürü bir ihtilaf olmuş olur. Yoksa, cümlesinin manası,
"Yahudiler, bu hususta ihtilaf ettiler; binâenaleyh, bazıları cumartesini
kabul ederken bazıları kabul etmediler" şeklinde değildir. Çünkü yahudiler
(cumartesi gününün olması) hususunda müttefik idiler. Şu halde cümlesini bu
manada tefsir etmek mümkün değildir. Tam aksine doğru olan, bizim az önce
bahsettiğimiz manadır.
[365]
İmdi, birisi çıkıp da
"Aklen, cuma gününün cumartesinden daha üstün olduğuna delalet eden bir
izah yapılabilir mi? Çünkü, bütün din mensupları, Allah Teâlâ'nın, alemi altı
günde yarattığı; yaratma ve var etme işine pazar gününden başladığı ve bu işin,
cuma gününde sona erdiği hususunda müttefiktirler. Binâenaleyh iş yapılmayan
gün, cumartesi olur. İşte bu sebepten dolayı yahudiler, "Biz işlerimizi
bırakma konusunda Rabbimize muvafakat ediyoruz" demişler ve bu sebeple de
cumartesi gününü tercih etmişler; hıristiyanlar da, "Yaratma ve var etme
işinin başlangıcı pazar günüdür. Bu sebeple bu günü biz kendimize bayram
kılıyoruz" demişlerdir. Binâenaleyh bu İki izah makul olup yerindedir. Bu
sebeple, cuma gününün, biz müslümanlar için bayram yapılmasının izahı
yapılabilir mi?" derse, biz deriz ki:
Cuma günü, kemal ve
tamamlanma günüdür. Tamamlanma ve kemale ermenin tahakkuk etmesi ise, tam bir
ferahlığı, büyük bir sevinci gerektirir. İşte bu açıdan cuma gününü bayram
kabul etmek evlâ olmuştur. Allah en iyisini bilendir.
İkinci Görüş: Onlar, o
gün avlanmayı bazan helal, bazan da haram kılmışlardır. Halbuki onlara gereken
şey, onu haram kılma hususunda, tek bir çizgi üzerinde ittifak edip anlaşmaları
idi.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
-"Şüphesiz ki Rabbin onların ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında Kıyamet
günü aralarında hükmedecektir" buyurmuştur. Bu, "Allah Teâlâ, Kıyamet
gününde hakka isabet edenlere mükâfaatla; etmeyenlere ise? ceza ile
hükmedecektir" demektir.
[366]
"Rabbinin yoluna
hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel şekil
hangisi ise, onunla yap. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları da hidayete
erenleri de en iyi bilendir" (Nahl, 125).
Bilesin ki Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Hz. İbrahim (a.s)'e tâbi olmasını emredince, Hz.
Peygamber'e, kendisine tabi olmasını emrettiği şeyi de beyân ederek, "Rabbinin
yoluna hikmetle davet et" buyurmuştur.
Bil ki Allah,
peygamberine, insanları bu üç yoldan, yani hikmet, güzel öğüt ve en güzel bir
biçimde mücadeleden birisiyle davet etmesini emir buyurmuştur. O, bu
mücadeleden, başka bir ayette de bahsederek ".. .ehl-i kitâb ile ancak en
güzel bir yoSa mücadele ecfrmz"(Ankebut, 46) buyurmuştur. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hak bu ayette, do ûç yotdan bahsedip onların bir kısmını da bir kısmına
atfedince, bunların birbirinden başka yollar ve metodlar olması gerekir. Ben,
müfessirlerin bu hususta -azbût ve özel bir görüşünü tesbit edemedim.
[367]
Bil ki, bir inanca,
bir görüşe davet etmenin, mutlaka bir hüccet ve bir beyyineye dayanması
gerekir. Bu hüccet ve beyyinenin getiriliş gayesi ise, ya o görüş ve inancı,
inleyenlerin kalbine sokup yerleştirmek, yahut da hasmı iizâm edip
susturmaktır.
Birinci kısma gelince,
bu da ikiye ayrılır. Çünkü o delil, ya gerçek, yakînî, katî • e bozulma
ihtimalinden uzak bir delil olur, veyahut da böyle olmayıp tam aksine, kuvvetli
bir zannı ve mükemmel bir iknâyı temin eden bir hüccet olur. Böylece bu
taksimatla, delillerin şu üç kısma inhisar ettiği ortaya çıkmış olur:
1) Kesin
inancı ifade eden katî delil. Ki, işte bu,ayet-i kerimede, "hikmet"
adıyla adlandırılmıştır. Bu, derecelerin en kıymetlisi ve makamların da en
yücesidir. İşte Do, Allah'ın "Kime de hikmet verilirse, muhakkak ki ona
çok hayır verilmiştir" sakara, 269) ayetinde bahsettiği delildir.
2) Zannî
ipuçları ve iknaî delillerdir ki, bunlar da ayet-i kerimede "güzel
öğüt" olarak belirtilmişlerdir.
3) Getiriliş
gayesi, hasmı ilzam edip susturmak olan delillerdir ki, işte bu, cedel olup,
ayet-i kerimede, "onlarla mücadeleni en güzel hangisi ise, onunla
yap" ifadesiyle beyan edilmiştir. Sonra bu cedel de iki kısma ayrılır:
Cedel Şekilleri
a) Cedel ya
cumhur nezdinde meşhur ve makbul olan birtakım önermelerden meydana gelmiş bir
deli! olur veyahut da bunu ileri süren kimse nezdinde makbul olan birtakım
mukaddimelerden meydana gelmiş bir delil olur. İşte, "cede!"in bu
çeşidi, en güzel biçimde tahakkuk eden bir cedeldir.
b) Bu,
delilin (ta baştan) birtakım bâtıl ve fasit mukaddimelerden meydana gelmiş
olmasıdır. Ancak ne var ki bunu ileri süren, hafiflik ederek, gürültü kopararak
ve batıl çarelere ve fasit yollara başvurarak dinleyicilere kabul ettirme
çabasını gösterir. Bu çeşit cedel, fazilet sahibi kimselere uygun düşmez.
Onlara uygun düşen, ancak birinci kısımdaki cedeldir ki, işte bu birinci kısım,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlarla mücadeleni, en güzel şekil hangisi ise, onunla yap"
buyruğu ile kastedilendir, Binâenaleyh, anlattıklarımızla, delil ve
hüccetlerin, bu ayette bahsedilen bu üç kısma inhisar ettiği sabit olmuş olur.
[368]
Bunu iyice
kavradığında, biz diyoruz ki: İlim ehli üç gruba ayrılır:
1) Gerçek
bilgileri ve yakînî ilimleri araştıran, elde etmek isteyen kâmil kimselerdir.
Bunlarla konuşmak, ancak katî ve yakînî deliller ile mümkün olur ki, işte bu
katî ve yakînî deliller,, ayet-i kerimede "hikmet" olarak ifade
edilmiştir.
2)
Karakterlerinde hakiki bilgileri ve yakinî ilimleri araştırıp elde etmek değil
de, gürültü koparmak ve sırf muhasame etmek duygusu baskın olan kimselerdir.
Bunlara uygun düşen konuşma, ilzamı ve susturmayı ifade eden mücâdeledir. İşte
bu iki kısım, iki uçtur. Birincisi mükemmellik ucu, ikincisi ise, noksanlık
ucudur.
3) Ortada olan
kısımdır: Bunlar kemâl
noktasında, muhakkik hükemânın derecesine ulaşamayan; noksanlık ve
hafiflik hususunda da gürültü koparanlar ve hasımlarını ilzam etmeye çalışanlar
derekesine inmeyen kimselerdir. Tam aksine bunlar, asıl fıtratları ve selim
yaratılışları üzere kalan topluluklardır. Ki bunlar, yakînî delilleri ve
hikmetli bilgileri anlama derece ve istidadını haiz olmayan kimselerdir.
Bunlarla konuşmak, ancak "güzel öğüf'le mümkün olur. Bunun en düşüğü ise,
mücadeledir.
İnsanların
derecelerinin en üstününü, muhakkik olan hükemâ, hikmet erbabı işgal eder.
Ortasını, genel halk teşkil eder ki, bunlar fıtratı bozulmamış olan
kimselerdir. Ve, çoğunluğu bunlar oluşturur. En düşük dereceyi ise, münazaa ve
münakaşa etme fıtratı üzere yaratılan kimseler işgal eder. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hakk'ın, "Rabbinin
na hikmetle.... davet
et" buyruğunun manası, "Kâmil ve güçlü kimseleri, hak dine hikmetle,
yani katî ve yakînî delillerle; avam halkı, güzel öğütle, yani yakînî, iknâî
(îknâ edici) ve zannî delillerle davet et; gürültü koparanlar ile de en güzel
ve en mükemmel olan cedef yoluyla konuş "demektir.
Bu ayetteki
inceliklerden birisi, Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel
öğütle davet et" buyurup da, hak dine daveti, bu iki kısma hasretmiş
olmasıdır. Çünkü hak dine davet, eğer katî delillerle olursa, o zaman bu hikmet
olur. Eğer zannî delillerle olursa, bu da güzel öğüt olur. "Cedel"e
gelince, bu davet babından olmayıp, aksine bununla, bu davete aykırı olan başka
bir maksat kastedilmiştir ki, bu da ilzam ve susturmadır (ifhâm). İşte bu
sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, "Rabbinin yoluna, hikmet, güzel öğüt ve en
güzel cedel (mücadele) ile çağır" buyurmamış, aksine cedelin hak dine
daveti gerçekleştiremeyeceğine, cedelden maksadın başka : -sey olduğuna dikkat
çekmek için, cedeli, hak dine davet etme metodundan ayrı zikretmiştir. Allah en
iyi bilendir.
BÜ ki bu konular,
Allah'ın işte bu ayete, bu yüce ve ktymetli sırları yerleştirdiğine deiâlet
eder. Fakat insanların pek çoğu bunların farkında değillerdir. Böylece, Kİtab-ı
Kerim'deki bu sırları ancak basiret sahibi havas (seçkin) kimselerin
ulaşabilecekleri ortaya çıkmış olur.
Allah Teâlâ daha
sonra, Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapan kimseleri de, hidayete erenleri de en
İyi ödendir3' buyurmuştur. Bu, "Sen, bu üç yol ile Allah'a davet etmekle
mükellefsin. Htfayetin gerçekleşmesi işinin seninle direkt alakası yoktur.
Çünkü Allah Teâlâ, sapitanları ve hidayete erecek olanları en iyi
bilendir" demektir.
Bana göre bu konuda
söylenebilecek şey şudur: Beşeri nefislerin (insanların) cevherleri,
mahiyetleri itibarıyla farklt farklıdır. Bir kısmı aydın, saf, maddî şeylere
flgisi az olup, ruhanî ve manevî aleme karşı ise ilgisi ve arzusu çok olan
nefislerdir. Br kısmı ise. karanlık, bulanık, maddî şeylere alabildiğine ilgi
duyan, manevî şeylere "at etmeyen nefisferdir. Binâenaleyh bütün bu
istidâd ve kabiliyetler, ruh cevherinin *?* .imaz vasıfları olunca, bu
kabiliyetlerin başka bir hale dönüşmesi, silinmesi, ruhtan ayrılması, haliyle
imkânsız olmuştur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, sanki de, "(Ey
Peygamber) sen davet etmene, tebliğ etmene bak. Bütün insanların hidayete
ermesini arzulama. Çünkü ben (Allah), câhil ve sapmış nefislerin sapıklığını;
saf ve aydın nefislerin aydınlığını bilirim" demektedir. Binâenaleyh her
nefsin, belli bir fıtratı ve feaffi bir mahiyeti vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın,
insanları, üzerine yarattığı fitrafa (yönel). Allah'ın hilkati değiştirilemez"
(Rum, ») buyurmuştur. Allah en iyi bitendir.
[369]
"Eğer, herhangi
bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size reva görülen cezanın,
misliyle karşılık verin. Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için
elbette daha hayırlıdır. Sabret. Senin sabrın, ancak Allah iledir. Onlara karşı
tasalanma. Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı, endişeye de
düşme. Çünkü Allah hiç şüphesiz müttakiler ve Muhsinlerle beraberdir" (Nahl.
126-128).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[370]
Vahidî şöyle der:
"Bu ayet hakkında üç görüş vardır: Birinci Görüş: Ekserî âlimlerin kabul
ettiği görüşe göre, Hz. Peygamber (s.a.s), müşriklerin, amcası Hz. Hamza
(r.a)'ya müsle yapıp, öldükten sonra burnunu, kulaklarını vs. kesmiş
olduklarını görünce, "Allah'a yemin olsun ki sana karşılık, onlardan
yetmiş tanesine "müsle yapacağım" buyurdu. İşte bunun üzerine Cebrail
(a.s) Nah! Sûresi'nin son ayetlerini indirdi. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'i
niyetlendiği bu şeyden alıkoydu. Bu, Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas
(r.a)'ın,Übeyy İbn Ka'b (r.a) ve Şâ'bî'nin görüşüdür. Bu görüşe göre âlimler,
"Bu üç ayet hariç, Nahl Sûresi'nin tamamı Mekkî'dir" demişlerdir.
İkinci Görüş: Bu, seyf
(vuruşma) ve cihad emri gelmezden önceki durumdur. Müslümanlar o zamanda ancak
kendileri ile savaşanlara karşı savaşmakla emrolunmuş, savaşı ilk başlatan
olmaktan nehyolunmuşîardı. İşte bu, "Size harb açanlarla, Allah yolunda,
siz de savaşın, (ama) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşrı gidenleri
sevmez" (Bakara, ısoj ayetinin anlattığı husustur. Allah Teâlâ, (tefsir
ettiğimiz) bu ayette de, müslümanlara, kendilerine isabet eden ceza ve işkence
kadarı ie karşılık vermelerini, fazlası ile mukabelede bulunmamalarını
emretmiştir.
Üçüncü Görüş: Bu
ayetin maksadı, mazlumu, zâlime karşı fazlasını yapmayı s-emekten nehyetmektir.
8u Mücâhid, Nehâî ve İbn Sîrîn'in görüşüdür. İbn Şîrîn şeyle demiştir:
"Şayet senden birisi birşeyi (zorla) alırsa, sen de ondan aynısını
al."
Ben derim ki, bu
ayeti, önceki ayetlerle ilgi ve alâkası olmayan bir hadiseye
sağlamak, Allah'ın
kelâmında, kötü bir tertibin bulunması manasına gelir ki, bu da <ur'ân'ı
tenkid etmeye yol verir. Halbuki buna yol yoktur. Binâenaleyh bana göre en
doğrusu şöyle denilmesidir: Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e insanları hak
?ne şu üç yoldan, yani hikmet, güzel öğüt ve en güzel olan cedel yoluyla
çağırmayı emretmiştir. Bu davet, müşriklerin atalarının dininden dönmeyi, yüz
çevirmeyi ve : dine küfür ve sapıklık damgasını basmayı içine alır. Bu İse
kaibleri teşvişe (karışıklığa) düşüren, gönüllere ürküntü salan ve
dinleyenlerin çoğunu, o din teisini bazan öldürmeye, bazan dövmeye, bazan ona
sövmeye sevkeden şeylerdendir. Binâenaleyh hak dine davet eden o kimse, bu
beyinsizlikleri müşâhade edip, o gürültüleri duyunca, onun tabiatı mutlaka onu,
o beyinsizleri bazan öldürme, oazan da dövme ile terbiye etmeye sevkeder. Bu
noktada Cenâb-ı Hak, hakka davet eden kimselere, adalete ve insafa riayeti
emretmiş, fazlasını yapmayı yasaklamıştır. İşte ayeti hamletmek gereken en
doğru izah (mana) budur.
İmdi şayet, "Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bu ayet sebebi ile "müsle kararından vazgeçip,
yeminine karşı kefaret verdiği" şeklindeki rivayeti tenkid etmeniz
gerekmez mi?" denilirse, biz deriz ki: "O rivayeti tenkid etmeye
gerek yok. Çünkü biz, o hâdisenin de, ayetin genel ifadesi içine girdiğini
söylüyoruz. Binâenaleyh o hadise hakkında bu ayetin umûmî ifadesine tutunmak
mümkündür. Bizim karşı çıktığımız husus, ayeti bu hadiseye hasretmenin caiz
olmayacağı hususudur. Çünkü bu, kelâm-ı «ahideki tertibin iyi olmamasını
gerektirir.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ayette adalet ve insafı gözetmeyi emretmiş ve bunu şu dört mertebe üzere sıralamıştır:
Birinci Mertebe:
Ayetteki "Eğer, herhangibir ceza
ile karşılık
verecek olursanız, ancak size reva görülen cezanın misliyle
karşılık verin" ifadesidir. Yani, "Eğer siz kısasın tam uygulanmasını
isteme "hususunda arzulu iseniz, onun dengi şey ile yetininiz. Fazlasını
yapmayınız. Fazlasını yapmayı istemek zulümdür. Zulüm ise, Allah'ın adaleti
ve rahmeti açısından yasak edilmiştir. Hak Teâlâ'nın, "Eğer, herhangi bir
ceza ile karşılık verecek olursanız, 2-cak size reva görülen cezanın misliyle karşılık
verin'1 ifadesinde, (haksızlığa uğrayan) kimse için böyle yapmamasının daha evlâ
olduğuna bir delil vardır. Bu, tıpkı senin hastaya, "Eğer elmayı illâ da
yiyeceksen ye" demen gibidir. Bu, "sana uygun olan, onu yememektir"
manasınadır. Böylece Cenâb-ı Allah, rumuz ve işaret /oluyla, evlâ olanın,
yapılan kötüfüğe misliyle karşılık vermemek olduğunu anlatmıştır.
İkinci Mertebe: Tariz
ve çıtlatma üslubundan, açık ve net ifadeye geçmektir. Bu da ayette,
"Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbette daha
hayırlıdır" ifadesidir. Bu, intikam almamanın (karşılık vermemenin) daha
evlâ olduğunu açıkça ifade etmektedir. Çünkü acımak, katı kalbli olmaktan;
faydalı olmak, incitip elem vermekten daha üstün ve faziletlidir.
Üçüncü Mertebe; Bu,
intikam almamayı kesinkes emretme mertebesidir ve "sabret" ifadesi
ile ortaya konulmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, ikinci mertebede, intikam almamanın
daha iyi ve hayırlı olacağını zikretmiş; bu üçüncü mertebede ise, sabretmeyi
açıkça emretmiştir.
Bu mertebede sabırdan
bahsetmek zor ve güç olunca, bunun hemen peşinden onu yumuşatıp, sabrı
kolaylaştıracak ifadeye de yer vererek, "Senin sabrın, ancak Allah
iledir" buyurmuştur. Yani sabır, Allah'ın muvaffak kılması ve yardımı
iledir. İşte sabrın ve diğer bütün her türlü ibadetin meydana gelebiimesindeki
genel ve esas sebep budur.
[371]
Cenâb-ı Allah, bu
genel ve temel sebepten bahsedince, bundan sonra daha yakın ve cüz'î(sınırlı)
sebebe yer vererek, "Onlar hakkında tasalanma. Onların kurmakta oldukları
tuzaklardan dolayı endişeye de düşme" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü
insanın intikam almaya ve başkasına zarar vermeye yönelmesi ancak öfkesi
kabardığında söz konusudur. Aşın öfke de şu iki sebepten birinden Ötürü meydana
gelir:
a) Eskiden
elde olan bir menfaati elden kaçırma. Buna, "Onlara karşı tasalanma"
diye işaret edilmiştir. Bu ifadeye, "Uhud'da şehit olanlar için
üzülme" yani, "o dostlarını kaybetmekten ötürü üzülme" manası da
verilmiştir. Bunun neticesi de, bir faydayı elden çıkarma manasına varır.
b) Gelecekte
bir zarara düşme korkusu. Buna da, "Onların kurmakta oldukları tuzaklardan
dolayı, endişeye de düşme" ifadesi ile işaret edilmiştir. Kim bu ince
manalara vakıf olursa, gerek güzellik, gerek muhteva bakımından Kur'ân'dan daha
güzel, daha şümullü bir sözün olmayacağını anlar. Geriye ayetin Iaf2i ile
ilgili birkaç bahis kalmıştır:
Birinci Bahis: İbn Kesir,
hemtou ayette, hem de Nemi Sûresi'nde, "dâd"ın kesresi ile Sre
şeklinde okurken; diğer kıraat imamları, her iki yerde de fetha ile, şeklinde
okumuşlardır. Meşhur kıraatin izahı şunlardır: Ebu Ubeyde, geçim ve yer darlığı
hususunda, dîk kelimesinin kullanıldığını; kalpteki darlığı ifade için de,
"dayk" kelimesinin kullanıldığını söyler. Ebu Amr da, dîk kelimesinin
şiddet ve sıkıntı; "dayk" kelimesinin ise keder ve üzüntü manasına
geldiğini söylemiştir. Kuteybî de, tıpkı "heyn" ve "heyyin"
ile "leyn" ve "leyyin" kelimelerinde olduğu gibi,
"dayk" lafzının, "dayyık" kelimesinin şeddesizi olduğunu
söylemiştir. İşte bu bakımdan İbn Kesir'in kıraatinin de doğru olacağını
söyledik.
İkinci Bahis: Bu
kelime, dayyık şeklinde de okunmuştur.
Üçüncü Bahis: Bu,
"maklûb" bir ifadedir. Çünkü dayyik bir sıfattır Sıfat ise mevsufta
bulunur. Ama mevsuf sıfatta bulunamaz. Binâenaleyh buna göre mana "sende
endişe olmasın" şeklinde olur. Ancak ne var ki, ge (fîdayyık-in)
denilmesinin hikmeti şudur: "Sıkıntı ve endişe çok büyük ve güçlü
olduğunda, insanı her tarafından saran bir şey gibi, sanki bir gömlek gibi
otmuş olur. Binâenaleyh böyle denilmesinin hikmeti bu olabilir." Allah en
iyi bilendir.
Dördüncü Mertebe,
ayetteki, "Alîah hiç şüphesiz muttakilerle ve muhsinlerle beraberdir"
ifadesidir. Bu ifade, bir tehdit gibidir. Çünkü birinci mertebede, Cenâb-ı Hak,
işaret ve rumuz yoluyla intikam almamaya, karşılık vermemeye teşvik etmiş;
ikinci mertebede, rumuzlu ifadeyi bırakıp, açık ve sarih ifadeye geçip,
"sabrederseniz, andolsun ki bu tahammül edenler için elbette daha
hayırlıdır" buyurmuş; üçüncü mertebede, kesinkes sabretmemizi emretmiş, bu
dördüncü mertebede de, intikam alıp, karşılık vermek isteyenler için sanki bir
vaîd ve tehdidini getirerek, "Allah, fazlasını yapmayı İstemekten ittika
eden ve intikam almayı bırakma hususunda İhsanda (iyilikte) bulunanlarla
beraberdir. Binâenaleyh ey kulum, eğer, seninle beraber olmamı istersen bu
muttakilerden ve muhsinlerden ol" demiştir. Bu ayetierdeki sıra ve
tertipteki hikmete iyice vakıf olanlar emr-i mâ'rüf ve nehy-i münker'in derece
derece, yumuşaklık ve incelik üzere olması gerektiğini anlarlar. Cenâb-ı Hak,
peygamberine, "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır" deyince,
hikmet ve güzel öğütle yapılan davetin bu şekilde olması gerektiğine dikkat
çekmek için, bu dört mertebeyi zikretmiştir. Bu inceliklere vâkıf olunduğunda,
insan bu Kitab-ı Kerim'in sahili olmayan bir umman olduğunu anlar.
[372]
Allah Teâlâ,
"Allah hiç şüphesiz, muttakilerle beraberdir" buyurmuştur. O'nun,
onlarla beraber oluşu, rahmeti, fazlı ve onlara verdiği mertebeler iledir. Ayetteki,
"müttakiler" ifadesi, Allah'ın emirlerine saygı göstermeye;
"muhsinler" (iyilik yapanlar) ifadesi de, Allah'ın mahlûkatına karşı
bir işaret olup, bunlar da insanın en mükemmel mutluluğunun bu iki şeyde, yani
Allah'ın emirlerine saygı ve mahlukâta şefkat duymada olduğunu gösterir. Bazı
meşâyih bunu: "En mükemmel yol Hak nezdinde doğru olmak, halk nezdinde de
güzel huylu olmaktır" diye anlatmışlardır. Hükemâ da:
"İnsanın kemâli, zâtından ötürü Hakk'ı, kendisiyle amel edebilmek için de
hayrı tanıyıp bilmesindedir" demişlerdir. Herim b. Hayyâna, Ölümü
yaklaştığında, "Vasiyet et" dendiğinde o: "Vasiyyet ancak maldan
yapılır. Benim ise malım yok. Fakat ben size, Nahl Sûresi'nin sonunu tavsiye ve
vasiyet ederim" demiştir.
[373]
Bazı kimseler,
ayetteki "Eğer, herhangi bir ceza ile karşılık verecek
olursanız, ancak size reva görülen cezanın misliyle karşılık
verin. Sabrederseniz, andolsun ki bu tahammül edenler için elbette daha
hayırlıdır" buyruğunun, seyf ayeti
[374] ite
neshediimiş olduğunu söylemişlerdir ki bu, son derece uzak bir ihtimaldir.
Çünkü bu ayet-i kerimenin maksadı, Allah'a davetin keyfiyeti hususunda güzel
edebi öğretmek, saldırıyı ve fazlasıyla karşılık vermeyi nehyetmektir. Bütün
bunların, "seyf ayeti" ile ilgisi yoktur. Müfessirlerin ekserisi,
mensûh ayetlerin sayısını çok göstermeye adeta aşıktırlar. Ben ise bunda bir
fayda görmüyorum. Allah doğruyu en iyi bilendir.
Musannif (Râzî) (r.h)
şöyle der: "Bu surenin tefsiri, çarşamba gecesi, son yatsı vaktinden biraz
sonra tamamlandı."
Yine Allah kendisine
merhamet etsin Musannif şöyle der: Hak kıymetlidir; yol uzundur; binek*güçsüz;
yaklaşmak, uzaklaşmaktır; vuslat, ayrılıktır. Hakikatlar saklı; gaybın gaybındaki
manalar korunmuş (gizlenmiştir). Sırlar, İzzet'in ötesindeki şeyde
depolanmıştır. İnsanın elinde olan ise, kîl-ü kâl'dır. Kemâl ancak ikram ve
celâl sahibi olan Allah'a mahsustur. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a; salât-ü
selâm, Efendimiz Ümmî Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âline ve ashâbınadır.
[375]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/451
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/151-152
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/152-153
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/153
[5] Burada nte'dan maksat, muayyen bir münafık ferttir (Ç).
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/154
[7] Matbu nüshada böyledir. Fakat Kur'ân'da Hz. Isa hakkında bu tabir yoktur. Sadece £jj vardır ki (Nisa, 171) "Ondan (Allah'tan) bir ruh" demektir. Bu sehiv müelliften değil de kâtipten ileri gelmiş olmalıdır (Ç).
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/154-155
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/155
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/156
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/156-157
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/158
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/158-160
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/160-162
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/162
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/162
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/163
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/163
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/164
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/164
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/164-165
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/165-167
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/167
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/167
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/168
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/168
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/169
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/169
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/170
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/170-171
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/171
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/171
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/172
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/172-173
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/173
[36] Müslim, Zekât, 41. 106 (2/693, 721).
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/173-175
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/175-176
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/176
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/177
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/177-178
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/178-179
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/179-180
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/180-181
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/181
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/181
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/182
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/182-183
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/183-184
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/184
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/184
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/185-187
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/187-188
[54] Ferkedân: Kuzey kutbundaki iki parlak yıklız; Benat-ı na'ş ise büyük ve küçük ayı takımlarıdır (Ç).
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/188-189
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/189
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 14/190
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/190-191
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/191
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/191-192
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/192
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/192-193
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/193
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/193-194
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/194-195
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/195-196
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/196-197
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/197
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/198
[70] Müslim, İlim, 15 (4/2060)
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/198-200
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/200-201
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/201-203
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/204
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/205
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/205-206
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 14/206
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/206
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/207
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/207-208
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/208
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/208
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/208-209
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/209-210
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/211
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/211
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/212-213
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/213
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/213-214
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/214
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/214-215
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/215
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/216
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/216-218
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/218
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/218
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/218
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/218-219
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/219
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/219-220
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/221-223
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/224
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/224-225
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/225
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/225
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/226
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/226
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/226-227
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/227
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/227
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/227
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/228
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/228-229
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/229-231
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/231
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/231
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/231-233
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/233
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/233-234
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/234-235
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/236
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/236
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/236
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/237
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/237
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 14/237-238
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/238
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/239
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/239
[130] Müsned, 1/254.
[131] Keşfu'l-Hafâ, 2/17.
[132] Ibn Mace, Mukaddime, 14 (1/74-75), Müsned, 4/362.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/239-241
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/241-242
[135] Muhtemel yerlere baktığımız halde, şu ana kadar bu
"eserin ve müellifinin adına rastlayamadık (Ç).
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/242-244
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/244-245
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/245-246
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/246
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/246
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/246
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/246-247
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/247
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/247-248
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/248
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/248-249
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 14/249
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/250
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/250-251
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/251
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/251-252
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/252-253
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/253
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/253-254
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/254
[156] Benzeri bir hadis: Müslim, İman, 192 (1/112).
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/254
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/256
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/257
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/257-258
[161] Müsned, 1/313,
[162] Tirmızi, Birr, 27 (4/332).
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/258-259
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/259
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/260
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/260-261
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/261
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/261
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/261-262
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/262
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/262-263
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/263
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/264
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/264-265
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/265
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/265
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/265
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/266
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/266
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/266-267
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/267
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/267-268
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/268
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/268
[185] Anatomide Râzi'den beri, geçen 7 asırlık dönemde çok
değişiklik olmuştur. Fakat görüldüğü üzere müfessirimiz bu konuda bilimsel bir
tavır içinde olup, gözlem ve tecrübeye göre izah etmeye yönetmiştir.
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/268-270
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/270-272
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/272
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/272
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/272
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/272
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/273
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/273-274
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/274
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/275
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/275
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/276
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/276
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/276
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/276
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/277-278
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/277-278
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/278
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/278-279
[205] Buhâri, Tıp 24; Muslin, Selâm 91 (4/1736).
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/279-280
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/280
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/281
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/281-284
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/284
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/285
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/285
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 14/285-286
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/286
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/286-287
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/287-288
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/288
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/288
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/288-289
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/289
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/289
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/290-291
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/291-292
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/292-294
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/294
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/294-295
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/295
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/295-296
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/296-297
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/297
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/297-298
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/298-299
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/299-300
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/300-301
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/302
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/302
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/302
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/302
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/302
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/303
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/304
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/304
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/304
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/304-305
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/305
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/306
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/306-307
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/307-308
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/308-309
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/309
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/309
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/309-310
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/310
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/310-311
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/311
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/312-313
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/313
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/314-315
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/315
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/316
[261] İbn Mâce
Mukaddime, 14 (1/74-75).
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/316-317
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/317
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/318
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/318
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/318
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/319
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/319
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/319
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/319-320
[271] Tirmizî, Diyât, 14 (4/23).
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/320-321
[273] Kenzu'l-Ummal, 3/6957-6958.
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/321
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/322
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/322-323
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/323-324
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/324-325
[279] Buhâri, İman, 47.
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/325
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/326
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/327
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/327-328
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/3298
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/329
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/329-330
[287] Müslim, Eymân, 11-16 (3/1 271-1273).
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/330-331
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/331
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/332
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/332
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/332
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/332
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/333
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/333
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/334
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/335-336
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/336
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/336-337
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/337
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/337-338
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/338
[303] Müstedrek, 1/455.
[304]Müslim, ZÜhd, 19 (4/2281).
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/338-339
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/339-340
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/341
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/341
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/341-342
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/342
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/342
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/342-343
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/344
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/345
[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/345
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/345-346
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/346
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/346-347
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/347-348
[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/348-349
[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/349
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/349
[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/349
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/350
[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/350-351
[326] Müsned, 4/69-90.
[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/351
[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/352
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/352
[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/352-353
[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/353
[332] Keşfu'l-Hafa 1/155.
[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/353-354
[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/354
[335] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/355
[336] Keşfu'l-Hafa 1/433; İbn Mftce, Talak, 16 (1/659).
[337] İbn Mâce,Talak, 16 (1/660).
[338] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/355
[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/355-356
[340] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/356
[341] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/357
[342] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/358
[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/358-359
[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/359
[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/359-361
[346] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/361
[347] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/361
[348] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/361
[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/362
[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/362-363
[351] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/363-364
[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/364-365
[353] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/366-367
[354] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/367
[355] Bu tabirlerin tefsiri hk. bkz: Cilt 5.
[356] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/367-368
[357] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/368
[358] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/368-369
[359] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/369-370
[360] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/370-371
[361] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/371
[362] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/371-374
[363] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/374
[364] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/375
[365] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/375-376
[366] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/376
[367] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/377
[368] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/378
[369] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/378-380
[370] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/380
[371] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/380-381
[372] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/382-383
[373] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/383-384
[374] Seyf ayeti Tevbe sûresinin besinci ayetidir (Ç.)
[375] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 14/384