KEHF SÜRESİ 3

Giriş. 3

Meal 3

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 3

Meal 4

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 5

Kur'an'ın Harf Ve Kelimeleri Hadis Midir?. 5

Ehllsünnetîn Reddettiği Söz. 6

Ashab-I Kehf Ve Ashab-I Rakîm.. 7

Rakim Ne Demektir?. 7

Mağaranın Önüne Çekilen Duvar Ne Zaman Yapıldı?. 8

Din İçin Hicret Edilir Mi?. 8

Müşrikler Allah'a İnanıyorlar Mıydı?. 10

Meal 10

Dirayet Ve Rivayet Tefsirî 11

Meal 15

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 16

İslâm'da Yeniden Dirilme Meselesi 16

Salîh Kişilerin Kabirleri Üzerine Binalar Kurmanın Veya Mescidler Yapmanın Hükmü. 17

Kabir Üzerine Mescîd Yapmak. 18

Vakf Olan Mezarlıkta Kubbe Yapmak. 18

Ashab'ı Kehf Kaç Kişi İdi?. 20

Ashab-I Kehf'in İsimleri 21

Ashab-I Kehf İçin Uydurulanlar 21

Ashab-I Kehf Hakkında Mücadeleden Kaçınmak. 22

Her Sözün Arkasında İnşallah Demek. 22

Îlgînç Bir Mesele. 23

Ashab-I Kehf, Kaç Sene Uykuda Kaldı?. 23

Ehl-Î Kitab'ın Ashaba Kehf Hakkındaki İhtilafı 24

Kur'an'da Tebdil Yoktur 25

Meal 26

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 26

Zikir Gafleti Kaldırır Mı?. 27

Kül Fiilînin Yaratıcısı Mıdır?. 27

Okyanuslar Ateş Mi Olacaklar?. 28

Adn Cenneti 29

Cennetliklerin Elbiseleri 29

Meal 31

Dirayet Ve Bivayet Tefsiri 31

Eve Girerken Okunacak Dua. 32

Meal 34

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 35

Dağların Sökülmesi 35

Allah Zulmetmez. 37

Hz. Adem'e Yapılan Secde. 37

İblis'in Soyu. 38

Kâfirden Nerede Yardım İstenir?. 39

Meal 40

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 40

Yüce Peygamberlerin Vazifesi 40

Burada İmran'jn Oğlu Musa Kastedildi 42

Mecma'ül-Bahreyn'den Kasd Olunan Nedir?. 43

Hukub, Kaç Senelik Bir Zamandır?. 43

Hz. Musa'dan Daha Alim Olan Kul Kimdir?. 43

Merağî Hızır İçin Ne Söyledi?. 44

Balık Mucizesi 44

Meal 45

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 46

0  Kula Verilen Rahmetten Ne Kastedilmektedir?. 46

«Hızır Diridir» Diyenlerin Delili 47

Îlm-Î Ledünni 48

Hızır'la Görüşen Musa Kimdir?. 49

Hz. Yuşa Onlardan Ayrıldı Mı?. 51

Meal 52

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 52

Zü'l-Karneyn Kimdir?. 56

Zül-Karneyn Hakkında Ebv'l-Kelâm Azad'ın Görüşü. 59

Meal 60

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 60

Ye'cüc İle Me'cuc. 62

Meal 63

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 64

Demir Mucizesi 65

Faydalar: 65

Allah'ın Mü'min Kulları Kâfire Dost Olamazlar 68

Fîrdevs Cenneti Kime Verilir?. 69

Allah'ın Kelimeleri Sonsuzdur 70

Hz. Muhammed De Bir Beşerdir 70

Ücretle Okunan Kur'an'dan Sevap Var Mıdır?. 71


KEHF SÜRESİ

 

Giriş

 

îbn Merduveyh ve Beyhaki'nin İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet ettikleri bir hadiste bu sureye Tevrat'ta «eUHaile» ismi verildiği bildirilmektedir. Çünkü bu sure okuyucusu ile ateş ara­sında perde olur. Beyhaki «Bu hadis münkerdir» demiştir.

Meşhura göre bu surenin butun ayetleri Mekke döneminde nazil olmuştur. Ed-Danî de bu görüşü desteklemektedir. îbn Ab-bas ve İbn Zübeyr'den de bu görüş rivayet edilmiştir.

Bazıları da «Bu sure defaten inen surelerdendir» demişler­dir. Çünkü Deylemi «Müsned'ûUFirdevs» adlı kitabında Enes ka­nalıyla Rasûlullah'tan şöyle rivayet ediyor: «Kehf Suresi defaten, beraberinde yetmişbin melek olduğu halde indi».

Başka bir rivayet de İbn Abbas'tan geliyor: «Bu sure Mekke döneminde nazil olmuş, ancak surenin 28. ayeti Medine'de nazil olmuştur». (Bu görüş Katade'den de rivayet edil­miştir).

Mukatil: «Bu sure, başlangıcından «curuzan» kelimesine ka­dar ve «Şüphesiz ki iman ederler» diye başlayan ayetin sonuna kadar Medine döneminde nazil olmuştur».

Bu sure Basrahlar'ın sayımına göre yüzonbir ayettir. Küfeliler'in sayımına göre ise 110 ayettir. Şamlılardın sayımına göre 106, Hicazlılar'a göre de 105 ayettir. Kelimeleri, Hazin'in tesbi-tine göre 1577, Tenvir'ul-Mikbas'a göre 1576'dır. Harfleri Hazin'e göre 6360, Tenvir'ul-Mikbas'ın tesbitine göre ise 6460'dır.

îbn Merduveyh, tbn Ömer'den merfu olarak şöyle rivayet ediyor:

«Kim cuma günü Kehf Suresi'ni okursa onun ayaklarından, göklere kadar yükselen bir nur doğar. Kıyamet'e kadar onun için tşık yapar. Ve iki cuma arasında olan günahları da affolunur».

Ebu Said el-Hudri'den gelen bir rivayet:

«Kim Kehf Suresi'ni cuma günü okursa onunla BeytA Atik (Kabeyin arasını nurlandıracak şekilde bir nur kendisine ihsan edilir».

Ebu TJbeyde ve Beyhaki'nin TTmmu Musa tarikiyle rivayet et­tiğine göre, Hz. Hasan her gece Kehf Suresi'ni okurdu.

İbn Merduveyh, Abdullah bin Muğaffel'den merfu olarak şöy­le rivayet ediyor: #0 ev ki orada Kehf Suresi okunur, o gece o eve şeytan giremez».

Kehf Suresi'nin cuma günü ve akşamı okunmasının sünnet olduğuna imamlardan birçoğu kail olmuşlardır. Ve hatta onu tekrar tekrar okumanın mendub olduğunu da ilave etmişlerdir.

İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve İbn Hibban, Ebu Derda kanalıyla Rasûlullah'tan şöyle rivayet eder­ler: «Kim Kehf Suresi'nin başlangıcından on ayet hıfzederse o Deccal'in fitnesinden korunmuş olur».

Başka bir rivayette (ki Ahmed, Müslim, Nesei, îbn Hibban rivayet etmişlerdir); «Kim Kehf Suresi'nin son ayetini okursa Deccal fitnesinden korunmuş olum denilmektedir.

Dikkat edilirse birinci hadiste «başından on ayet ezberlemek» söz konusu iken, ikinci hadiste «sonundan on ayet okumak» söz-konusudur. İkisi birden yapılırsa daha da kesihleşir . [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Hamd O Allah'a mahsustur ki kuluna Kitab'ı indirdi ve onda hiçbir eğrilik (tenakuz)  kılmadı!

2- Dosdoğru (bir Kitap kıldı). Ki kendi katından şiddetli bir azap ile uyarsın. Salih amel işleyen müminlere kendileri için güzel bir ecir bulunduğunu müjdelesin.

3- Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.

4- «Allah çocuk edindi» diyenleri de uyarsın. [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1) «Hamd O Allah'a mahsustur fci...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «kut»dan maksat Hz. Muhammed. Mustafa'dır. *Kitap»ttta maksat ya Kur'an'ın tamamıdır; (ayetin iniş zamanın­da Kur'an tamam olmadığı halde o anda mevcut olan kısım tağ-lib edilmiş, yani hepsi varmış gibi kabul edilmiştir) veya burada kitap, o zamana kadar inen kısımlarının hepsinden ibarettir. Ra-sûl-ü Ekrem'e «kul» denilmesi ve «Allah» zamirine izafesi (yani «Allah'ın kulu» denilmesi) peygamberin büyüklüğüne işarettir. Ve bir de Hz. Peygamber'e indirilen kitabın büyüklüğüne işaret var­dır. Ayrıca Hz. Peygamber'in Allah'ın kulu olmasının gerekliliği hıristiyanlann iddia ettikleri gibi bir peygamberin Allah'ın oğlu olmasının gerekmediği noktasına işaret edilmektedir.

«Onda hiçbir eğrilik kılmadı»; yani Kitap için i'rab cihetin-ten gelen lâfız karışıklığı, fesahata muhalefet, mânâ tenakuzu, hak olmayan meseleleri kapsamak durumu veya Allah'tan başka­sına çağıracak durumlardan hiçbirisini bu kitaba koymadı.

Ayetin metninde geçmekte olan «ivac» kelimesi inhiraf et­mek, doğruluktan sapmak demektir. Cenab-ı Hakk'ın kitabı ku­lunun üzerine indirmesi ve kitapta herhangi bir eğrilik kılmaması onun hamde mustehak olmasının nedenidir.

(2-4) «Dosdoğru (bir Kitap kıldı) fci...» Bu Ayetlerin Tefsiri

İbn'ul Munzir'in Dahhak'tan rivayet ettiğine göre bu ayetin başındaki «Kayyimen» kelimesi müstakim, doğru mânasını ifade etmektedir. Bu mânâ aynen îbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Bu tabirden önceki «onda bir eğrilik kılmadı» cümlesi Kur'an'ın lâfzında ve mânâsında da herhangi bir halelin, eksikliğin olmadı­ğını ifade ediyor. «Kayyimen» tabiri ise Kur'an'ın muktedir ol­duğunu yani kapsadığı tekliflerin ne ifrat ne de tefrit getirme­diğini ve böylece kullara zor gelmediğini veya kullan başka bir ki­taba muhtaç bırakmadığını ifade ediyor. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette: «Biz Kitap'ta hiçbir şeyi ihmal etmedik» buyur­muştur. Bu niteliğinden dolayı Kur'an, Allah katından inen en son kitaptır ve peygamberlerin en sonuncusuna inmiştir.

Perra, «Kayyimen kelimesi diğer semavi kitaplar üzerinde onların sıhhatli olduklarına dair şahittir demektir» dedi.

Ebu Müslim, «Kayyimen kelimesi; kullann maslahatlarını düzene sokar ve onlara kefil ve onlara onu açıklamaya zemin olur. Çünkü dünya ve Ahiret hayatını tanzim edecek hükümleri kapsar demektir» dedi.

Kayyim kelimesi bu iki yoruma göre te'kid değil tesistir. Sanki şöyle deniliyor: Onu haddi zatında doğru ve başkasını doğ­rulayıcı veya eksikliklerden uzak, faziletlerle süslenmiş bir ki-tap olarak kıldı. Veya nefsinde kâmil olduğu gibi başkasını da kemale erdiren bir kitap kıldı.

Ayetin başındaki «Kayyimen» kelimesi mukadder bir fiilin mef'uludur. Yani «Onu kayyim kıldın demek olur.

Ayetteki «liyunzire» fiilinin başındaki âlâm» harfi daha önce geçmekte olan «ensele» fiiline bağlıdır. Yani kitabı iman etme­yenleri korkutmak için indirdi.

«Be'sen şediden» kelimesinden maksat, Ahiret azabıdır. Ba­zı tefsir alimleri; «Dünyadaki azap da bu terime dahil olabilir» demişlerdir.

«Bu kitap Allah katından indirilmiştir» cümlesindeki «Ledun» kelimesi «yanındadır» mânasını ifade eden «inde» mânâsına gel­mektedir. Nitekim bu durum büyük tefsir alimi Katade'den riva­yet edilmiştir. Rağıb el-İsfehanî «El-Miifredat»mda. «Ledun keli­mesi inde kelimesinden daha özeldir» demiştir. Çünkü «Ledun» başlangıcın nihayetine delâlet eder. Fakat bazı yerlerde «inde» mânâsında da kullanılır.

Kitabın iniş hikmetlerinden birisi de salih amellerde bulu­nan ve kitabı tasdik eden müminlere müjde vermektir. Onlara iman ve salih amel karşılığı olarak «güzel ecir vardır» müjdesini getirmektedir.

Süddi ve bazı muhaddislere göre «Güzel ecir»den maksat çenettir. Zira cennette daimi olan bitmez tükenmez nimetler ve ayrıca büyük sevap vardır.

«Güzel ecir»den maksadın «cennet» olduğuna şu üçüncü aye­tin zahiri de delâlet etmektedir: «Orada ebedî olarak kalıcı olduk­larını müjdelesin»; yani o ecirde daimidirler. Onun içinde durma­larının bir sonu yoktur. Artık ebedden oradadırlar. Bu ayetlerde Cenab-ı Hak önce «Kur'an'ın inişinin nedeni kâfirleri korkutmak­tır» demiş, sonra da «Müminlere müjde vermektir» sebebini ek­lemiştir. Bunu kâfirlerin halinin korkunçluğunu, küfür ve delâlet neticesinin çok kötü olduğunu sergilemek için dördüncü ayette yeniden tekrar etmiştir. [3]

 

Meal

 

5- Ne onların ne de atalarının bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor. Onlar yalandan baş­ka bir şey söylemiyorlar.

6 - Bu söze   (Kur'an'a)  inanmazlarsa, arkalarından üzün­tüden neredeyse kendini harab edeceksin.

7- Biz insanların hangisinin  daha güzel  amel  edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi ona bir ziynet kıldık.

8- Bununla birlikte, biz mutlaka oradaki her şeyi (sonun­da)  kupkuru bir toprak yapacağız.

9- Yoksa sen, Kehf ve Rakım ehlini, bizim ibrete şayan ayetlerimizden mi sandın?

10- (Zikret o zamanı)  ki, o gençler mağaraya sığınmışlar ve «Ey Rabbinûz!  Bize katından rahmet ver ve bize şu  (içinde bulunduğumuz)   durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla» de­mişlerdi.

11- Bunun üzerine biz de mağarada nice yıllar onlann ku­laklarını kapadık.

12- Sonra da iki gruptan hangisinin, kaldıkları süreyi da­ha iyi hesap edeceğini görmek için onları uyandırdık.

13- Onların başından geçenleri gerçek olarak sana anlatı­yoruz. Onlar Bablerine gerçekten iman etmiş bir grup gençti. Biz de onlann hidayetini artırmıştık.

14- Onlann kalplerini sağlamlaştırdık. (Zikret o zamanı) ki (Kral'ın karşısında) kalkıp-demişlerdi ki;  «Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz Ondan başkasını ilâh olarak çağırmayız. Aksi takdirde haktan uzak bir söz söylemiş oluruz».

15- «Şu  bizim kavmimiz Allah'tan   başka   ilâh  edindiler. Bari onlar hakkında açık bir delil getirseler. Allah hakkında ya­lan uydurandan daha zalim kim vardır? [4]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(5) «Ne onlann ne de atalarının...» Bu Ayetin Tefsiri

«Bihi» zamiri, onlann «Allah çocuk edindi» şeklindeki sözle­rine racidir. Yani bu sözler hususunda ne onların ne de ataları­nın herhangi bir bilgileri bahis konusu değildir. Gelişigüzel, hiç düşünmeksizin konuşuyorlar.

Bu zamirin «dediler»den anlaşılan söze raci olması da müm­kündür. Yani bu söz hakkında ne onların ne de atalarının herhan­gi bir bilgisi yoktur. Böyle bir sözü düşünmeden söylüyorlar. On­lar Allah için neyin mümkün, neyin mümteni olduğunu da bil­mezler.

Taberi «Bu zamir, Cenab-ı Hakk'a racidir. Yani onlar da ata­ları da Allah için mümkün ve mümteni olanı bilmezler» demiş­tir.

«Keburet» fiüinin faili onlann küfür hakkındaki bu sözleri­dir. Yani ağızlanndan çıkan bu sözler çok korkunç ve dehşet ve­ricidir. Böyle bir sözün ağızlarından çıkması cüretlerinin çok bü­yük olduğuna delâlet eder.

Bazı kıraatlarda   «Kelimeten», «Kelimetun»   şeklinde merfu okunmuştur. Bu takdirde «Keburet» fiilinin faili olmuş olur. Fakat mensub okunması mübalağa ve tekidi kuvvetlendirir.

«Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar»; yani bu du­rumda ancak yalan/asılsız bir söz söylemektedirler ki bu sözün asla ve kafa doğrulukla bir ilgisi yoktur.

îmam Razi, tefsirinde şöyle demektedir: «Şu üç grup, Allah'a, O'nun çocuk edindiği şeklinde bir isnadda bulunmuşlardır: Arap müşrikleri; «Allah melekleri kız edindi»,hırîstiyanlar «Hz. İsa Al­lah'ın oğludur», yahudilet de «Üseyr Allah'ın oğludur» diyorlar-dîn.

(6) «Bu söze (Kur'an'a) inanmazlarsa...» Bu Ayetin Tefsiri

«Bâhi'un» kelimesi «öldüren, helak eden» demektir. »Jlk yo­rum, Mücahid, Süddi, İbn Cerir ve İbn Abbas'tan rivayet edilmiş­tir.)

Kbu Hayyan, bu kelimenin, üzüntüsünün şiddetinden kendi­sini öldüren zat anlamına geldiğini söylemiştir.

«Arkalarından»; yani onlar imandan yüz çevirip uzaklaştık­tan sonra, ngrdeyse kendini helak edeceksin!

îbn Merduveyh, İbn Abbastan şöyle rivayet ediyor:

«ütbe bin Rebia, Şeybe bin Rebia, Ebu Cehil bin Hişam, Nadr bin as, Ümeyye bin Halef, As bin Vail, Esved bin Muttalib ve Ebu'l-Buhteri adlı müşrikler ile Kureyş'in bazı büyükleri birara-ya toplandılar ve (daha önce kararlaştırdıkları gibi) Rasûlullah'i çağırıp konuştular. Hz. Peygamber kavminden olan bu kişilerin kendisine muhalefet ettiklerini ve nasihatlannı dinlemediklerini görünce çok üzüldü. îşte onun bu üzüntüsünü gidermek maksa­dıyla Cenab-ı Hak mezkur ayeti indirdi.»

Böylece ayetin sebeb-i nüzulü meseleyi, «onların küfr üzere öl­melerinden sonra meydana gelen üzüntü» şeklinde açıklayan yo­rumun doğruluğunu tevid etmektedir.

«EUHadis» (Söz) kelimesi ile Kur'an kastedilmektedir. Nite­kim daha Önce de surenin başında geçen el-kitap ile Kur'an'ın kastedildiğini söylemiştik. [5]

 

Kur'an'ın Harf Ve Kelimeleri Hadis Midir?

 

Eş'ariler ile bazı sünnî alimlere göre, «el-Hadis» kelimesi Kur'an lafızlarının hadis olduğuna delâlet eder. Zira bu kimseler Kur'an'ın harf ve kelimelerinin hadis olduğuna kaildirler. Kur'-an*m mânası ise, Allah'ın kadim sıfatıdır. (Bu bahis daha Önce birkaç yerde geçmişti).

Ayetin sonunda gelen «Esefen» kelimesi «Bâhi'un» kelimesi­ne mef'ulunleh olur. Yani müteessir ve müteessif olduğun için nerdeyse kendini öldüreceksin!

«Esef», Zeccac'ın tefsirine göre aşırı hüzün ve öfke demektir. Ragıb el-İsfehanî «Müfredat»mda.; «Esef, hüzün ile öfkenin bîr-arada olmasına denir» diyor. Bazen bunların her birine de deni­lir. «Esef»in asıl mânâsı intikam hissinin kabarmasından ötürü kalpte kanın galeyana gelmesi demektir. Bu, kuvvet bakımından daha zayıf birine karşı olursa büyür ve öfkeye dönüşür. Daha zorlu bir kişiye karşı olursa üzüntüye dönüşür. Nitekim îbn Ab-bas'a hüzün ve gazabın ne demek olduğu kendisine sorulduğun­da: «Onların çıkış -noktaları birdir, fakat lâfızları değişiktir. Kim kendisinden daha zayıf olana karşı mücadeleye girişirse, bu hü­zün onu öfke ve gazap haline getirir. Fakat daha güçlüye karşı mücadele ederse bu kendisinde hüzne yol açar» demiştir.

«Lealle» burada ya terecci, (ricat etmek, ummak) ya tama' (hırsla istemek, açgözlülük) veya işfak (şefkat etmek) manası­nadır. Yani, Ey Rasûlüm! Sen öyle bir hale gelmişsin ki onların iman etmeyişlerinden Ötürü meydana gelen üzüntün nedeniyle in­sanlar senin hakkında, «Kendisini öldürecek» korkusunu yaşa­maktadır.

EI-Askerî «Lealle burada nehyin yerine konulmuştur. Âdeta Cenab-n. Hak tarafından RasûluUah'a: «Sakın kendini öldürme» denilmiştir» demektedir.

Bazı müfessirler «lealle burada istifham yerine konulmuş­tur» demektedirler*

îbn Atiyye «Bu istifham, istifhamı inkârîâir. Yani sakın böy­le olma, kendini helak etme» demiştir.

«Lealle»rûn istifham için geldiğini Kûfeliler söylemişlerdir. Fakat en açık mânâya göre, «Lealle» burada işfak içindir ve ola­caktan endişe etmek manasınadır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a) teselli edilerek, üzüntüyü terke teşvik olunmaktadır.

(7) «Biz insanların hangisinin daha...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «ma» edatı akıl sahibi olmayan bütün varlıkları kapsamaktadır. Yani akıl sahipleri müstesna, yeryüzündeki her şeyi, (hayvanlar, bitkiler, madenler) yeryüzü için ziynet kılmışız-dır. Yeryüzü onlarla süslenir. Bu aynı zamanda yeryüzünde yaşa­yanların ziynetlerini de kapsamaktadır.

Her şeyin ziyneti hakikat nokta4 nazarından bakıldığında yeryüzünde yaşayan kimselerin ziynetidir. Bazıları «Burada yer­yüzündeki ağaç ve nehirler kastedilmiştim demişlerdir. Bazıları da «Bitkiler kastedilmiştir. Çünkü onlarda değişik renkli ve ya­rarlı çiçekler vardır»; bazıları «Şekilleri, yararları ve fiilleri de­ğişik olan canlıları kastedilmiştir»; bazıları ise «Altın, gümüş, kalay, bakır, yakut, inci, mercan, elmas ve benzeri diğer kıymetli taşlar kastedilmiştir»; bazıları «Yeşiller, sular, nimetler, elbiseler, meyveler kastedilmiştir» der. Bütün bu görüşlerin dayandıkları delilleri bulmak çok zordur.'

Bazıları «burada «ma» edatı akıl sahiplerini de kapsamakta­dır. Ondan maksat ise erkeklerdir» demişlerdir. (Nitekim bu gö­rüş İbn Ebi Hatim tarafından İbn Cübeyr, Hasan Basri ve bir rivayete göre de İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.)

Ebu Nasr Secezî'nin «El-İbane» adlı eserinde İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre «burada alimler kastedilmiştir.» Yani yer­yüzünde bulunan alimleri yeryüzüne süs kıldık! Halbuki malûm­dur ki «ma» edatı zikredilenleri ifade etmektedir. Akü sahipleri­ne şamil kılınması ise cidden uzak bir tevildir. Bu büyük tefsir alimleri muhtemelen tağlib yoluyla «ma» edatından akıl sahip­lerini de, başkalarını kastetmişlerdir.

İşte Beyzavi'nin «En evlası mükelleflerin «ma» edatının kap­samına girmemesidir .Çünkü yeryüzündekiler ?ıaJdkatte yeryüzü­nün süsü değil, yer ehlinin   süsüdürler.   Bu da onları denemek maksadıyla olmuştur. Binaenaleyh süs kendisinde olan süsten ha­riç olur» şeklindeki sözünün hikmeti böylece bilinmiş olur! «Onları denemek için» ifadesindeki zamir yeryüzünde yaşayan bütün mükelleflere racidir. «Nebluve» füli denemek ve tecrübe mânâsında olan «îbtila» kökünden gelir Cenab-ı Hak için «dene­mek», onlara deneyenin muamelesini yapmak demektir. Yoksa Cenabı- Hak külliyatı da cüziyatı da ezelde bilmektedir. [6]

 

Ehllsünnetîn Reddettiği Söz

 

Hişan bin Hakem'in «Allah hakikati ancak var olduktan sonra bilir. Tâ ki fiilin veya terkin üzerindeki kudretinin yoklu-ğu lâzım gelmesin» şeklindeki iddiası cehaletinden neşet etmiştir, Ehli sünnet alimleri bu iddiayı şiddetle reddetmişlerdir. (Bu ko­nuda kelâm kitaplarına müracaat edilebilir.)

Amelin güzelliği; dünyanın ziyneti hususunda bu dünya ve onun ziynetlerine aldanmamak, dünya halini engin bir şekilde düşünmek, onu Yaratan'ın marifetine vasıta yapmak, şeriatın izin verdiği tarzda ondan istifade etmek, haklarını eda etmek, ondan elde ettiklerine şükretmek, onu şehevî ve fasid hedeflere vesile etmemek, kâfirler ve bâtıl arzuları peşinde koşanlar gibi davranmamak hususundaki zühddür. Güzel amelin mertebeleri değişiktir. İnsanın zühdü ne kadar kuvvetli olursa amelleri de o denli güzel olur.

İbn Ömer, Rasûl-ü Ekrem'den «Ameli daha. güzel olannm ne anlama geldiğini sorduğunda Hz. Peygamber: «Akit en güzel olan, Allah'ın haramlarından en fazla kaçınan ve Allah'ın taatinde de­vamlı olandır» demiştir. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Hakim.)

îbn Ebi Hatim, Hasan Basri'den şöyle rivayet ediyor: «Amel yönünden en güzel olanlar dünyayı terk yönünden en şiddetli davrananlardır.» (Bunun benzeri Süfyan Sevri'den de rivayet edil-mistir.)

Bazılarına göre amelce en güzel olan zahid olup dünyadan bir yolcunun azığı kadarına kanaat eden kişi demektir. Bunun öte­sinde olan ise güzeldir. Yani dünyanın helâlinden çok elde edip onu gereken yerlere sarfedenin de ameli güzeldir. Onu helâl, ha­ram demeden toplayıp arzulan yolunda sarfeden bir kimsenin ameli ise çirkindir.

(8) «Bununla birlikte biz...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani dünyanın ömrü sona erdiği zaman yeryüzünde bulunan ve   yer için süs olan her şeyi bitkisiz ve çorak bir toprağa dönüştüreceğiz. «Said» kelimesi toprak demektir. «Cüruz» kelimesi de bitkisiz ve çorak anlamındadır.

Ragıb el-İsfehanî, Müfredat'ında  «Said yeryüzü demektir» der. Ebu Ubeyde'ye göre düzgün yer anlamındadır. (Bunun ben­zeri Süddi'den de rivayet edilmiştir.)

Zeccac, Said kelimesinin anlamının «Bitkisiz yol» olduğunu söylemiştir. İbn Ebi Hatim «Cüruz, harabe yer demektir» demişse de, harabenin cüruz mânâsına gelmesi hakikî değil ancak mecazî olabilir.

«Biz mutlak oradaki her şeyi (sonunda) kupkuru bir toprak S yapacağız» cümlesi, Rasûhillah'm üzülmemesi için ileri sürülen nedenin tamamlayıcısıdır

Yani; «Ey Habibimf Kavminin Kur'an'ı yalanlamalarından ötürü üzülme.Çünkü biz yeryüzündeki eşyayı orada süs kildik fci onunla amellerini deneyelim ve ona göre kendilerini cezalandıran Um. Biz kesinlikle onu yakında yok edecek ve amellere karşılık ceza vereceğiz».

Bu ayetin Rasûlullah'ı teskin edici olduğunu söyleyenler de bu mânâyı kastetmektedirler. Sanki Hz. Peygamber'e: «Üzülme, biz senin adına onlardan intikam alacağız» denilmiştir. [7]

 

Ashab-I Kehf Ve Ashab-I Rakîm

 

(9-10)   «Yoksa sen Kehf ve Rakîm...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetteki hitap Kasûlü Ekrem'edir. Fakat başkası kaste­dilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber Allah'ın kudretinin idrakinde olduğu için Ashab-ı Kehf hadisesi onu dehşete düşürecek denli bir olay değildi.

Ayetin mânâsı; «Bunların kıssaları her ne kadar harikulade ise de bizim diğer ayetlerimize nisbet edildikleri takdirde hiç de acaip ve garip gelmezler» şeklindedir. Yani onların yaşamaları, uzun bir zaman uyumaları, bizim kudret ve ulûhiyetimize delalet eden deliller cümlesindendir.

Ayetin metnindeki «el-Kehf» bir dağdaki geniş oyuk demektir. Geniş olmadığı takdirde ona mağara denir. İbn Ebi Hatim «De­renin içindeki mağara», Mücahid «İki dağ arasındaki geçit» an­lamına gelir demişlerdir. [8]

 

Rakim Ne Demektir?

 

Enes ve ŞaTn'nin rivayetine göre «Rakîm», onların köpekle­rinin ismidir (İbn Cübeyr'den de aynı rivayet gelmiştir ).^Ümeyye bin Ebi Sait'in «Orada komşu olarak ancak rakîm ve bir de av­ları vardı. Kavm de mağarada uykuya dalmışlardı» şiiri de rakîmin köpek mânâsına geldiğini gösterir.

İbn'uî-Munzir'in tbn Cübeyr'den rivayet ettiğine göre, rakîm, taştan yapılmış bir levhadır. Orada Ashab-ı Kehf'in kıssası ve ah­vali yazılıdır. Sonra o taş mağaranın kapışma bırakılmıştır.

Bazıları da «Rakîm taştan yapılmış bir levhadır. Üzerinde Ashab-ı Kehf'in isimleri yazılmıştır ve o taş şehrin suruna konul­muştur» derler (Bu görüş aynı zamanda Süddi'den de rivayet edilmiştir).

îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre rakîm, onların berabe­rinde bulunan bir kitaptır. O kitapta onların amel etmekte olduk­ları Hz. İsa'nın dini ve şeriatı yazılıdır.

Rakîm kelimesi Arapça bir lâfızdır. Faildir, meful mânâsını ifade eder. Yani merkum '(yazılmış) anlamındadır.

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, El-Ufi'den, o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Rakîm, Filistin yakınlarında «ile» şehrine yakın bir vadi adıdır. Kehf (mağara)   o vadide bulunmaktadır».

İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir İbn Abbas'tan şunu rivayet et-mislerdir: «Ben rakimin ne olduğunu bilmiyordum. Kâb'ul-Ah-bar'âan onun mânâsını sordum: «O gençlerin çıkmış olduğu kö> yün ismidir» dedi».

Bütün bu tefsirlere göre Ashab-ı Kehf ile Ashab-ı Bakim ay­nı grubun adı olmuş oluyor. Bazı müfessirler de «RaJcîm Ashabı, Ashab-ı Kehf'ten başkadır» demişlerdir.

Buhari, Müslim, Nesei ve Îbn'ul-Munzir, İbn Ömer'den şöy­le rivayet ederler: «Allah'ın Rasûlü buyurdular: «Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yürüyordu. Ansızın yağmura yakalandılar ve onlar da hemen bir mağaraya sığındılar. Mağara kapısı onların üzerine kapandı. İçlerinden biri: «Allah'a yemin ederim, sizi bu­radan ancak doğruluk kurtarabilir. Öyleyse sizden her kişi doğ­ru yapmış olduğu bir işi söyleyip Allah'a dua etsin» dedi. Bunun üzerine aralarından biri «Ey Aîlahvm! Biliyorsun ki benim bir ırgatım vardı. Günlüğü bir ölçek pirinç idi. Hakkı olan pirinci benden almadan gitti. Ben o ölçek pirinci ektim. Onunla bir stğır veya bir sığır sürüsü satın aldım,. Sonra o bana gelerek bir ölçek olan ücretini istedi. Ona: «Şu sığırlara git, onları sür götür» de­dim. O bana: «Benim sende sadece bir ölçek pirinç hakkım var» dedi. Bunun üzerine: «Git, bu sığırları sür götür. Onlar senin bu pirincinden satın alınmıştır» dedim. Kişi o sığırları sürüp gö­türdü. Ya Rabbi! Eğer bunu senin korkundan yapmış olduğumu biliyorsan bu taşı mağaranın kapısından uzaklaştır» dedi. Bu dua üzerine taş oradan biraz uzaklaştı. Bu sefer ikincisi: «Ey Rab-bim! Biliyorsun ki benim ihtiyar bir anne ve babam vardı. Yaş­lıydılar. Onlara her gece koyunlarımın sütünü getiriyor ve içiri-yordum. Bir gece geç kaldım. Geldiğimde onların uyuduğunu gördüm. Çoluk çocuğum ve aile efradım açlıktan feryad ediyor­lardı. Onlara anne-babama içirmezden önce bir şey vermiyordum. Anne - babamı uyandırmaktan çekindim. Onların süt için zillete düşmelerini de istemedim. Böylece fecr doğuncaya kadar onların uyanmasını bekledim. Eğer bunu senin korkundan yaptığımı bi­liyorsan bu taşı bizden uzaklaştır» dedi ve böylece taş biraz da­ha uzaklaştı. Gökyüzünü görmeye başladılar. En sonunda üçün­cüsü; «Ey Allahım! Biliyorsun ki benim bir amca kızım vardt. Benim katımda insanların en sevimlisiydi. Onu zinaya davet ettim. Bana: «Ancak yüz dinar verirsen bu iş olur» dedi. Yüz dinar kazanmak için çalıştım ve elde ettim. Ona yüz dinarı getirip ver­dim. O da kendisini bana teslim etmeyi kabul etti. Tam bu işe tevessül edecektim ki bana: «Allah'tan kork! Şu mührü ancak hakkıyla boz» deyince kalktım ve o yüz dinarı da kendisine bu raktvm. Eğer bunu senin korkundan yapmış olduğumu biliyor­san bize mağara kapısını aç» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak mağaranın kapısını açtı, onlar da oradan çıktılar». (Bunun benze­ri İbn Abbas, Enes ve Numan bin Beşir'den de rivayet edilmiş­tir. Bütün bu sahabeler hadisi Rasûl-ü Ekrem'e kadar refedip gö­türürler).

Bu hadise göre rakîm, dağdaki bir mağaraya denir. Bazıları «Mağaranın kapısını kapatan taş demektir» bazıları da «dağ mâ-•nâsınadır» demişlerdir. Onun burada zikredilmesi başlarından geçene işaret etmek içindir. Bu hadis gösterir ki Cenab-ı Hak hayr ve şer işleyen hiç kimsenin amelini zayi etmez. Fakat bura­da kastolunan Ashab-ı Rakîm'in meselesi değildir. Burada asıl an­latılmak istenen Ashab-ı Kehf kıssasıdır.

Fakat bu görüşün ayetin siyakından uzak olduğu gizli değil­dir. Böyle bir görüşü kabul etmemizi gerektiren sahih hadisler de yoktur.

«Gençler»den maksat Ashab-ı Kehf'tir. Rivayet ediliyor ki onlar Rum eşraf inin evladlarmdan genç kimselerdi. Boyunlarında altından yapılmış gerdanlıklar vardı. Ve omuzlarında saç örgüle­ri bulunuyordu. Onların Ashab-ı Kehf ismini almaları mağaraya sığınmalarından ileri gelmiştir.

«Ey Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ver» dediler. Yani rahmet hazinelerinden bir rahmet olan mağfiret, rızık ve düş inanlardan eminliği bize ihsan et.

İbn Abbas'ın rivayetine göre Dakyanos isimli bir kral Rum şehirlerinden olan Efsus (Afşin veya Tarsus) şehrini istilâ etti. Bu, Hz. isa'nın zamanından sonraydı. Halka putlara tapmasıiu em­retti. Orada yedi genç vardı. Allah'a gizlice ibadet ederlerdi. Du­rumları krala ihbar edildi. Onlar da kraldan korktukları için ge­celeyin kaçtılar. [9]

 

Mağaranın Önüne Çekilen Duvar Ne Zaman Yapıldı?

 

Beraberinde köpek olan bir çobanın yanından geçtiler. Kö­pek de onların arkasına takılarak gitti. Mağaraya sığındılar. Kral onları mağara kapısına kadar takip etti. Onların mağaraya girdik­lerine dair izleri gördü. Fakat çıktıklarına dair herhangi bir ize rastlamadı. Böylece kralın askerleri mağaraya girdiler. Cenab-ı Hak onların gözlerini kör etti. Hiçbir şey göremediler. Kral «Mağara kapısını duvarla kapatın ki orada açlık ve susuzluktan ölsünler» diye emretti.

Mücahid, îbn Abbas'tan rivayet ediyor ki: «Bu gençler put­lara tapan bir kralın dinindeydiler. Putlara kurban kesen bu kral Allah'ı inkâr ediyordu. Şehirliler de bu hususta ona uymuşlardı. Bu gençlere Hz. İsa'nın havarilerinin (veya daha önceki müslü-man milletlerin) bazıları tarafından hidayet işaretleri geldi. Al­lah'a iman ettiler. Basiret gözleriyle halkın yaptıklarının çirkin­liğini gördüler. Dine yapışıp Allah'a ibadet ettiler. Durumları krala ihbar edildi. «Bunlar senin dininden ayrılmışlardır» denildi. «Mabudlarını hiçe sayarlar, o mabudları inkâr ederler» diye de ilave edildi. Kral onları yanına çağırarak dinine tabi olmalarım ve mabudlarına kurban kesmelerini emretti. «Eğer bu emrimden ayrılırsanız sizi öldürürüm» diye tehditte bulundu. Onlar da (ri­vayete göre): «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir» dedi­ler. (İkinci bir rivayete göre) Kral onlara: «Siz daha gençsiniz.

Sizin aklınız bu işlere ermez. Ben sizin hakkınızda acele hüküm vermem. Size mühlet veriyorum. Evlerinize gidin, düşünün, son­ra bana gelin» dedi ve kendilerine bir zaman tayin etti. Kral bv zaman arasında yolculuğa çıktı. O gençler de dinleri uğruna kaç­mayı planladı. İçlerinden birisi: «Ben filan dağda bir mağara bi­liyorum, babam koyunlarını oraya götürürdü. Oraya gidip gizle­nelim. Ta ki Allah bize bir yol açıncaya kadar» dedi. Halk pana­yıra çıkmıştı. Onlar da gidip halkla beraber panayıra çıkar gibi yaptılar. Sonra at üzerinde top oynamaya başlayarak, topu o da­ğa doğru götürdüler ve böylece kurtuldular»[10].

 

Din İçin Hicret Edilir Mi?

 

Bu ayet insanoğlunun dini için aile efradını, çoluk çocuğunu, yakınlarını, dostlarını, vatanını ve bütün mallarını bırakıp hicret edebileceğini açıkça ifade etmektedir. Rasûl-ü Ekrem ve Ashabı dinlerini koruyabilmek için yurtlarını terketmişlerdir. Hz. Pey­gamber (daha önce Nahl Suresi'nin tefsiri'sırasında söylediğimiz gibi) mağaraya çekilmiştir. Nitekim Tevbe Suresi'nde bu husus kesinlikle belirtilmiştir. Müslümanlar vatanlarını, topraklarını, çocuklarını, akraba ve kardeşlerini bırakmışlar ve hicret etmiş­lerdir. Kâfirlerden, onların fitnelerinden dinlerini sağlam bırak­mak ümidiyle bu hicrete kalkmışlardır. Kimi müslümanlar dağ­lara kaçmış, kimileri mağaralara sığınmıştır. Halktan hicret ede­rek Hâlık ile başbaşa kalmışlardır. Zalimin elinden (başka çare kalmadıkça) kaçmak, peygamberlerin ve Allah'ın dostlarının sünnetlerindendir. Allah'ın Rasûlü uzleti diğer şeylerden üstün tutmuştur. Alimlerden bir cemaat da fitnenin zahir olduğu bir devrede, halkın fesada girdiği bir zamanda bunu üstün bulmak­tadır. Cenab'i Hak bunu «Mağara'ya sığının» emriyle kesin ola­rak ifade etmektedir. Halktan uzak yaşamak bazen dağlarda, mağaralarda, derelerde, bazen deniz sahillerinde ve hudud boyların­da bazen de evlerde olur. Nitekim bir rivayette şöyle denilmekte­dir: «Fitne olduğu zaman yerini gizle ve dilini tut». Alimlerden bir grup «Uzlet, serden ve şerrin ehlinden kalben ve amelen uzak yaşamak demektir. Velev ki sen onların arasında olsan dahi» de­miştir.

Beğavi, İbn Ömer kanalıyla Rasûl-Ü Ekrem'den şöyle rivayet eder: «O müslüman ki halkla karışıp onların eziyetlerine karşı sabır gösterir; o, halka karışmayan ve eziyetlerine sabır göster, meyen müslümandan daha üstündür».

(11) «Bunun üzerine biz de...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu durum Cenab-ı Hakk'ın onlara uykuyu musallat kılmasın­dan ibarettir. Ve bu ibare Kur'an'ın fasih ibarelerindendir ki Araplar böyle bir ibare getirmekten aciz olduklarını itiraf etmiş­lerdir.

Zeccac'a göre bu ibarenin mânâsı: «Onları dinlemekten me-nettik. Çünkü uykuda olan bir insan ses duyarsa uyanır» şeklin­dedir.

İbn Abbas'a göre, bu ifade «Onların kulakları üzerine uykuyu vurduk» demektir. Yani seslerin kulaklara varma yollarını 'tıka­dık.

Bazı müfessirler «Onların kulaklarının üzerine vurduk ifa­desinden maksat; onların dualarını kabul.ettik, kavimlerinin şer­lerinden onları uzak tuttuk ve onları uykuya daldırdık demektir» demişlerdir.

Burada kulaklar özellikle zikredilmiştir. Çünkü uykunun fe­sadına sebep olan azâ odur. Uykuda olan bir kimsenin uyanması çoğu kez kulak yoluyla olur,

Ayetin sonundaki «Adeden» kelimesi bir önceki «sinin» keli­mesinin sıfatıdır. Yani sayılı seneleri onların kulakları üzerine vurduk. Bundan çokluk kastedilmektedir. Yani birçok seneleri onların kulakları üzerine vurduk. Azlık sayıya muhtaç değildir; çünkü bilinmektedir.

Ebu Ubeyde, «Adeden» kelimesinin mukadder bir fiilin me-fulu olduğunu söylemiştir. Bir gruba göre, Cenab-ı Hak o sene­lerin sayısını daha sonra, «onlar mağaralarında 309 sene durdu­lar» mealindeki ayetle beyan etmiştir.

(12) «Sonra da iki gruptan hangisinin...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani uykularından sonra onları (gönderdik) uyandırdık. Ni­tekim ölümden sonra diriltilen (veya uykudan kaldırılan kişiye) «gö7iderilmiş» denilir. Çünkü o daha Önce gönderilmekten ve ta­sarruftan menedilmiş bir haldeydi. Diriltmek veya uyandırmak suretiyle o «gönderilmiş» sayılır.

«İki gruptan» birisi Ashab-i Kehf'tir. îkinci grup ise Ashab-i Kehf zamanında diriltilmiş olan şehir sakinleridir. Çünkü As-hab-ı Kehf'in kayıp olduğu devreye ait tarih onlarca biliniyordu. Yani bu iki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık. (Bu tefsir Cumhur'un tefsiridir.)

Tefsir  alimlerinden  bir kısmı, «Bu iki grup, kâfirlerden iki gruptu. Ashab-Kehf'in müddeti hakkında ihtilafa girmişlerdim der. Bir kısmı ise «Bu iki grup, müslümanlardan iki gruptur» de­mişlerdir.

«Ahsa» fiil-i mazidir. «Emeden» kelimesi onun mef'u-lunbihi olur. Yani iki gruptan hangisinin o uzun müddet orada kalışlarını daha mazbut sayacağım bilmek için onları uyandır­dık.

(13) «Onların başından geçenleri gerçek olarak sana...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin metninde geçmekte, olan «Fityetun» kelimesi iman ve vicdan sahibi gençler anlamındadır. Onlar vasıtasız olarak iman ettikleri için Allah onları kahramanlıkla vasıf landırmıştır. Ehli lisan «Fütuvvetin başı imandır» demişlerdir. Cüneyd Bağ­dadi: «Fütuvvet, cömertçe vermek, eziyet yapmamak, şikayeti terketmektir» demiştir.

«Biz de onların hidayetini artırmıştık»; yani Allah'a giden yolda salih amel işleyebilmeleri için kendilerine kolaylıklar ih­san ettik. Halktan uzaklaşmak, dünya hususunda isteksiz davran­maları için onlara imkânlar sağladık.

Bir görüşe göre, Ashab-ı Kehf'in kıssası Araplar tarafından biliniyordu.

îbn Ebı Şeybe, tbn'ul-Munzir ve îbn Ebi Hatim'in îbn Ab-bas'tan rivayet ettiklerine göre Ashab-ı Kehf bir kralın memle­ketinde idiler. Bu kral putperestliği yayıyordu. Bunu görünce o şehirden çıktılar. Aralarında biraraya geleceklerine dair hiçbir söz de yoktu. Böylece Cenab-ı Hak onları birbirleri ile karşılaştirdi. Karşılıklı sordular: «Sen nereye gitmek istiyorsun?» Birisi diğerinden korktuğu halde sonunda birbirlerinden söz aldılar ve birbirlerine haber verdiler. Böylece bir noktada birleştiler ve «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir» dedikten sonra git­tiler, mağaraya girdiler. Cenab-ı Hak onların kulaklarının üzeri­ne mühür vurdu. Onlar engin ve derin bir uykuya daldılar. Aile­lerinden ayrıldıkları için her yerde arandılar, fakat bir türlü bu­lunamadılar. Mesele krala götürüldü. Kral, «Bu grubun başına ge­lenler ilerîki zamanlarda anlaşılacaktır. Bir grup insan çıkmış, nereye gittikleri belli değil. Ne bir cinayet işlemişler ne de her­hangi bir suç» dedi ve kalay ve bakırdan olan bir levha istedi. İsimlerini o levhaya yazdı. Sonra onu hazinesine attı. Sonra on­ların hadisesi Kur'an'm belirttiği gibi oldu.

Ebu Hayyan tefsirinde, «Ashab-ı Kehf'in nasıl biraraya geldi, ği, nasıl çıktıkları hakkında herhangi bir sahih hadis gelmemiş. tir. Ancak Cenab-ı Hakk'm Kur'an'da onların haberinden verdiği kadarı bilinmektedir» der.

Birçok rivayette şöyle anlatılmaktadır; «Kral onların mağa­raya sığındıklarını biliyordu. Fakat hiç kimse mağaraya girmeyi beceremedi. Çünkü her kim mağaraya girmek istediğinde dehşet ve korku içerisinde geri dönüyordu. Kral'a dediler ki: «Sen bun­ları dışarı çıkarırsan öldürmeyecek misin?». «Evet» dedi. «O hal­de» dediler: «Mağaranın kapısını duvarla ördür. Kendileri içende susuzluktan ve açlıktan ölsünler».

Bu görüş tasvip edildi ve böyle yapıldı.

(14) «Onların kalplerini sağlamlaştırdık...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani kalplerini sabırla kuvvetlendirdik. Vatanlarından ay­rılmaları, aile efradlannı terketmeleri, nimetlerden ve arkadaş­larından uzaklaşmaları onları zaafa düşürmedi. Kralın korkusu da onlara dehşet vermedi. Kafirlerin çokluğu kalplerine menfi yönden bir etki yapmadı.

«Kâmû»; yani onlar azimle Allah'a yönelmek hususunda in­sanlara karşı gelerek, kıyam ettiler. Dinlerini izhar etmek için ortaya çıktılar.

Îbn'ul-Munzir ve İbn Hatim'in rivayet ettiğine göre onlar şe­hirden çıktılar. Aralarında herhangi bir söz olmadığı halde bir noktada biraraya geldiler. İçlerinden biri ayağa kalkarak: «Ben bir şey hissediyorum ki onu hiç kimsenin hissettiğini zannetmi­yorum» dedi. Onlar: «Ne hissediyorsun?» diye sorunca, o: «Ben, Rabbimin göklerin ve yerin Rabbi olduğu gerçeğini hissediyorum» dedi. Onlar da: «Biz de böyle hissediyoruz» dediler. Böylece hep­si birden: «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbtdir. Hiçbir zaman ondan başka bir ilâh çağırmayacağız» dediler.

Onlar «Bizim Rabbimiz gökler ve yerin Rabbidir» demekle rububiyetin «hiçbir zaman ondan başka bir ilâh tanımayacağız» sözleriyle de uluhiyetin birliğine işaret etmişlerdir. Ancak müş­rikler de «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir» derler, fakat «Ondan başka bir ilâh çağırmayacağız» demezler. Nitekim Kur'an bu durumu şöyle ifade etmektedir: [11]

 

Müşrikler Allah'a İnanıyorlar Mıydı?

 

«Eğer onlara (putperestlere): «Yerler ve gökleri kim yarattı?» diye sorsan, «Allah yarattı» derler». Yine Cenab-ı Hak müşriklerden hikâye ederek şöyle buyuruyor: «Onlar; «Biz bu putlarımıza bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler».

Bir rivayette müşriklerin: «Senin hizmetindeyiz. Senin şeri­kin yoktur. Ancak bir tek ortağın var, o da senin içindir. Onu da, onun mülkünde olanı da sen mülk edinmişsin» dedikleri bildiril­miştir.

«Biz ondan başkasını ilâh olarak çağırmayız. Aksi takdirde haktan uzak bir söz söylemiş oluruz»; Ebu'1-Beka; «Ayetteki «şe-taten» kelimesi «Kulna» fiilinin mefuludur» der. Katade bu keli­me için yalan anlamını tercih ederken, îbn Zeyd «Şetat hata et­mek demektir» der. Süddi «Şetat» kelimesini zulmetmek şeklin­de tefsir etmiştir.

Bütün bu tefsirler kelimenin gereği icabı yapılmış yorumlar­dır. Zira «şetat»m esas mânâsı (daha önce söylediğimiz gibi) haktan uzak, ifrata kaçan söz demektir. Haktan uzak olan bir söz yalan olur, hata olur, zulm olur. Yani böyle bir söz bu mânâları gerektirir.

Bu cümledeki «lâm» harfi kasemin cevabıdır. Yani «Allah'a yemin ederiz ki eğer biz Allah'tan başka bir ilâh çağırırsak hak­tan uzak olan ve ifrada kaçan bir söz söylemiş oluruz!»

Allah'tan başka bir ilâhı çağırmak, ona ibadet etmek, hak­tan uzak bir söz söylemeyi şu noktadan Ötürü gerektirir: «Ma­budun uluhiyetini ikrar ve itiraf etmek, ona sığınmak, ibadet kapsamı içine girer».

Bu ayet Ashab-ı Kehf'in putlara ibadete davet edildiklerim ve putlara tapmadıklarından dolayı da kınanmış olduklarını ortaya koymaktadır. Nitekim onların kralın huzuruna götürülmele­ri de buna açıkça delâlet eder!

(15) «Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka...»Bu Ayetin Tefsiri

«Allah'tan başka mabudlar edinmek»ten maksad putları elle­riyle yapmaları (yontarak meydana getirmeleri) sonra da onla­ra tapmalarıdır. Bu ayette «edinmenyi «yapmak» şeklinde tefsir etmek, Ebu Hayyan'ın zikrettiği iki ihtimalden birisine binaen-dir. İkinci ihtimal, «Allah'tan başka mabudlar kılmış»; yani baş­kası tarafından yapılan veya diğer müşriklerden tevarüs eden ma-budlara tapmış olmalarıdır.

Cenab-i Hak burada sadece onların Allah'tan başka mabud edinmelerini haber veriyor değildir. Aynı zamanda bu haberde inkâr mânâsı da vardır. Yani böyle yapmaları ne yazıktır! Niçin bu felaketi irtikâb etmişlerdir? Niçin bu mabudlan ilâh edinme­lerinin doğru olduğuna dair açıkça iddialarını ispat eden bir delil getirmiyorlar? Zira din ancak delil ve hüccet sayesinde edinilir.

Bu ayeti celile ile mabudiyetine, uluhiyetine delâlet eden bir delil bulunmayan bir nesnenin mabud olmasının mümkün olma­dığının, merdud olduğunun delili vardır.

«Allah'a iftira eden kimseden daha zalim kim vardır?» Yani Allah'a ortaklık nisbet eden kişiden daha zalim kimse yoktur yer­yüzünde. Bu sözün Ashab-ı Kehf'in kralın huzurunda, onu sus­turmak ve aciz bırakmak için söyledikleri bir söz olması muhte­meldir.

Ashab-ı Kehf, kralın «Tapın!» dediği putlara ibadetten, ken­dilerini teberri etmek için bu sözü yerli yerinde kullanmışlardır. Bu sözü kendi aralarında söylemiş de olabilirler. [12]

 

Meal

 

16- (İçlerinden bîri): «Madem ki siz onlardan ve Allah'ın dışında taptıkları varlıklardan  uzaklaştınız,  o  halde mağaraya sığının ki Rabbiniz size rahmetini yaysın ve sizin için işinizde kolaylık sağlasın» (dedi).

17- Güneşi,  doğduğu zaman  mağaralarının  sağına  eğilir­ken, battığı zaman da sol taraftan on lan keser geçerken görür­sün. Onlar mağaranın geniş bir köşesinde idiler. İşte bu Allah'ın ayetlerindendir. Allah kime hidayet ederse,  o doğru yola ulaş­mıştır, kimi de hidayetten mahrum bırakırsa, artık onu doğru­ya yöneltecek bir dost bulamazsın.

18- Onlar uykuda  oldukları  halde, sen onları uyanık  sa­nırsın. Onları  (oldukları yerde)  sağa-sola çeviririz. Köpekleri de (mağaranın)  girişinde kollarını uzatmış yatıyordu. Eğer onları görseydin, dönüp kaçardın ve gördüklerinden dolayı için korku dolardı.

19- Böylece,   kendi  aralarında  birbirlerine  sorsunlar diye, onlan uyandırdık. İçlerinden biri, «Ne kadar (uyuya)  kaldınız?» dedi.  (Diğerleri): «Bir gün veya günün bir parçası kadar» dedi­ler.  (Sonra)  «Rabbiniz kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz içinizden birini şu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise ondan size erzak getirsin; fakat çok dikkatli davransın ve sakın sizi kimseye belli etmesin» dediler.

20- «Çünkü onlar farkınıza varırlarsa sizi taşlamak sure­tiyle Öldürürler veya kendi dinlerine döndürürler ki işte o za­man ebediyen iflah olmazsınız».[13]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsirî

 

(16)   «{İçlerinden biri): Madem ki siz...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu söz Ashab-ı Kehf arasında söylenen bir sözdür. Yani ba­zıları diğerlerine; «Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları vardıklarından uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının...» demiştir.

«İ'tezele» fiili bedenen veya kalben sakınmak, uzaklaşmak demektir. İki mânâ da burada kastedilebilir. Yani siz onlardan veya onların tapmakta oldukları mabudlanndan uzaklaştınız. Sa­dece Allah'a kulluk ediyorsunuz! Veya onlardan veya onların iba­detinden uzaklaştınız ve sadece Allah'ın ibadetine sarılıyorsunuz. O halde mağaraya sığmın; yani onlardan veya onların taptıkla­rından uzaklaştığınız zaman size imkân verilecek bir yerde Al­lah'a ihlasla ibadet edin!

Bazıları da «Madem ki siz inanç .bakımından onlardan uzak­laştınız o halde bedenen de onlardan uzaklasın ve Rabbinize ser. bestçe ibadet edin» şeklinde bir mânâ vermişlerdir. Veya, «Ma­dem ki bedenen onlardan uzaklaşmayı irade ettiniz o halde bunu yerine getirin ve mağaraya sığınıp Rabbinize ibadet edinh

Rabbiniz bundan ötürü dünya ve Ahiret'te sizin için rahme­tini yayacak ve size imkânları genişletecektir. Sizin dininiz uğrundaki hicretinizi, tam manâsıyla Allah'a yönelme ameliyenizi sizin için kolaylaştıracaktır. Size yararlanacağınız bir ortam mey­dana getirecektir.

Ayetin zahirine bakılırsa onlar bu sözlerini Allah'ın lütfuna olan güvenlerinden ve pırıl pırıl parlayan inançlarından ötürü söylemişlerdir. Çünkü bunlar Allah'ı tanıyan alim kimselerdi.

Tabarani ve İbn'ul-Munzir, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmek­tedirler: «Allah, peygamber olarak gönderdiği bir insanı mutla­ka genç göndermiş ve herhangi bir alime de ilmi, genç olduğu; halde vermiştir».

Ashab-ı Kehf'in bu sözü, asırlarında yaşayan bir peygambe­rin tebliği sonucunda bilmeleri mümkündür. İçlerinden birinin peygamber olması ve Allah'ın vahyi dolayısıyla, bunu arkadaşla­rına söylemesi de mümkündür. Tabii bütün bunlar birer ihtimal­dir ve böyle olduğuna dair elimizde kesin bir delil yoktur.

Bu ayet, diyar.ı küfürde ve küfür kelimesini açıkça söylemek suretiyle oturmanın mümkün olduğu bir zamanda, dinin selâme­ti ve oturmanın kerahati sebebiyle hicret etmenin daha doğru ol­duğuna delâlet eder.

(17) «Güneşi, doğduğu zaman...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet onların mağaraya sığındıktan sonraki hallerini açık­lamaktadır. Buradaki hitap Allah'ın Rasûlü'ne veya muhatap ola­bilecek herkesedir. Rasûl-ü Ekrem fiilen bu durumu görmüş de­ğildir. Belki Cenab-ı Hak şöyle demek istemektedir: «O mağara öyle bir haldedir ki eğer onu görseydin doğduğu zaman güneşin mağaranın Sağma   meylettiğine,   batarken de sol taraftan onlara durmaksızın dokunup battığına muttali olurdun.»

Ayetin metnindeki «Tezaveru» fiili «zevr» (veya «zuver») kökünden alınmıştır ve meyletmek demektir. Bazıları «Bu, tabii bir meyildir» demişse de tefsir alimlerinin çoğu «meylin mutlak olduğuna» kaildirler. Yalana da uzun} denilmiştir. Çünkü o haki­katten meyledip, ona uygun düşmemektedir. «Zur» kelimesi aynı zamanda «put» mânâsına da gelmektedir.

«Fecve» kelimesi «geniş saha» demektir. Yani onlar mağa­ranın geniş bir bölümünde oldukları halde güneş doğduğu zaman mağaranın sağına, battığı zaman da soluna meyledip onların üze­rine doğrudan doğmamaktadır. Yani, onlar öyle bir durumdadır­lar ki güneş hiçbir zaman onlara isabet etmez ki kendilerine ra­hatsızlık versin. Onlar mağaranın ortasında olduklarından ötürü de hava alırlar ve mağaranın kokuşan havası ve güneşin harareti onlara rahatsızlık vermez. Bunun nedeni şudur: Mağaranın kapı­sı (Abdullah bin Müslim ve İbn Atiyye'nin dediği gibi), Benat'ün - Neaş adlı yıldızlara karşıdır, doğu ve batıran onun. hizasına en yakın noktalan yengeç burcunun baş doğusu ile baş batışıdır. Güneşin medarı onun medarı olduğu zaman mağaraya doğru meylettiği halde onun sağ tarafına mukabil olarak doğar, bu da batı tarafına gelen kısımdır. Batarken de sol tarafına muvazi ola­rak batar ve böylece güneş ışınları mağaranın yanlarına vura­rak, onun sıkıcı havasını ortadan kaldırır. Havayı mutedil bir' hale getirir ve bedenlerine eziyet vermemek, elbiselerini çürüt­memek için de onların üzerinde doğmazdı. Mağara kapısının ba­tı tarafına meylinin daha fazla olması ve bunun için de güneşin mağaranın üzerine, sağa ve sola kayarak doğması ihtimal dahi­lindedir.

Zeccac;    «Onların çîlrümemesi Benta'ün-Neaş'a karşı düşüşlerinden, güneşin zikredilen şekilde doğmasından ötürü değildir. Aksine Cenab-ı Hak yed-i kudretiyle güneşi onlara isabet etmeye-cek bir şekilde harikulade ve onlara bir lütuf olarak tanzim et­miştir» diyor. Çünkü bu durumları gayet gariptir. Sanki Cenab-ı Hak güneşe «Sağ ve sollarından olmak üzere onlardan uzaklaş ve onların üzerinde dolaşıp durma» demektedir. Bununla beraber onlar mağaranın geniş bir alanındadırlar ve güneşi onlara dokun­maktan menetmiştir. Zeccac; «Bu durum Allah'ın ayetlerinden* dir» cümlesi de benim bu sözlerimin delilidir» diye ilave etmek­tedir.

Birinci yoruma göre, güneşin onlara bu şekilde dokunmama­sı elbiselerinin çürümemesi, bedenlerinin kokuşmaması Cenab-ı Hakk'm kudretine delâlet etmez. Fakat ikinci yoruma göre bu­nun, Allah'ın kudretinin kemâline ve tevhid ehlinin kerametine delâleti gök ortasındaki güneşten daha belirgindir. Bu ayetteki durum (denildiği gibi), mağaranın kapısı üzerlerine kapatılmaz­dan öncedir.

Ebu Ali'ye göre ayetin metnindeki «Takridu» fiili, güneşin onlara ışığından vermesi, sonra süratle onların üzerinden kayıp, verdiği ışığı geri almasıdır. Öyle ki güneş tıpkı makas gibidir. Sa­hibi onunla bir iş görür, sonra geri alır. Ebu Ali'ye göre iki cüm­lenin mânâsı şudur: «Güneş, sabahleyin onların mağaralarından kayar, akşamleyin hafif bir şekilde kendilerine isabet ederek ge­çip gider».

Tefsir alimlerinin çoğu güneşin onlara hiç isabet etmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat onlara niçin isabet etmemiş olduğu hususunda ihtilaf vardır. Nitekim bu görüşleri daha ön­ce zikretmiştik.

«Allah kime hidayet ederse»;   yani kimi  hakka iletirse, kim. sevdiğine ve razı olduğuna muvaffak kılarsa; «O doğru yola ulaş­mıştır, yani o dünya ve Ahiret'te en büyük nasibi almış kimse­dir».

Ayetin bu cümlesi, Ashab-i Kehf'in medhu senası, onların he­deflerine vardığına dair bir şehadet ve onların ummakta oldukla n rahmete ve yararlı hizmetlere hazırlanmak şeklindeki emelleri­nin tahakkuku anlamındadır. Bu cümleden maksat, bu mucize­lerin benzerlerinin çokluğuna dikkati çekmek de olabilir. Fakat bu tür mucizelerle dilekleri kabul olunanlar Allah'ın, bu mucize­leri düşünmeye, onlara ibret gözüyle bakmaya muvaffak ettiği kimselerdir. Bu bakımdan ayetin başındaki «men» kelimesi ya Ashab-i Kehf olan o genç gruba racidir veya onlar ile başkalarına da işaret eder. Bu aynı zamanda Ashab-ı Kehf'in de medhu sena­sı demektir.

«Allah kimi de hidayetten mahrum bırakırsa, artık onu doğ. rüya yöneltecek bir dost bulamazsın». Velev ki dünyayı karış ka­rış gezsen, tetkik etsen dahi. Çünkü böyle bir yardımcının bulun­ması muhaldir. Yoksa «Vardır da sen onu bulamazsın, mümkün, dür de sen ona erişemezsin» demek değildir.

(18) «Onlar uykuda olduklan halde...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayeti celilede hazf ve takdir vardır. Yani eğer onian gö­rürsen onları böyle zannedersin. Ayetin metnindeki «Eykazen» kelimesi uyanıklık mânâsına gelen «yekiz» kelimesinin çoğulu­dur. Böyle sanılmasının nedeni onların bakan bir kimsenin nez-dinde gözlerinin açık oluşundandır. Nitekim bunu birçok müfes-sir söylemiştir.

îbn Atiyye der   ki:    «Bakan kimsenin onları böyle sanması onlar üzerindeki korunmanın şiddetinden ve az bozulmaktan ile­ri gelir».

Zeccac: «Onların böyle sanmasının nedeni, onların çokça sa~ ğa-sola çevrilmelerindendir» demiş ve ayrıca görülen birtakım de. liller de getirmiştir. Ancak «onlar uykuda oldukları halde» şek­lindeki cümle Zeccac'ın yorumuna uygun düşmemektedir.

Onları uykuda iken çokça sağa ve sola çeviriyoruz ki toprak, onların bedenlerini ve elbiselerini yemesin. Bu yorum Said bin Mensur ve Îbn'ul-Munzir tarafından İbn Cübeyr'den rivayet edil­miştir. Fakat bu yorum da uzak bir yorum şeklinde değerlendirilmiştir. Fahreddin Razi, «Bu yorum acaip bir şeydir. Çünkü onları o kadar uzun müddet diri bırakmaya kadir olan Allah, evi­rip çevirmeksizin de onların bedenlerini korumaya kadirdir» de­miştir. Fakat Fahreddin Razi'ye bazı müfessirler şöyle cevap ver­mişlerdir: «Allah'ın hikmeti onların bedenlerinin adi ve normal yollardan korunmasını iktiza etmiştir. Ama bunun niçin böyle olduğunu bilemeyiz».                                                    Bazı müfessirler; «Onların sağa-sola evirip-çevirilmeleri, da­ha Önceki adetlerini korumak içindir. Ve bu adetlerini korumak da onların durumuyla Cenaba Hakk'ın ne denli ilgilendiğini gös­termek içindir» demişlerdir.

Bazı müfessirler ise, «Burada Cenab-ı Hakk'ın onların üzerin­deki kudretinin azametini izhar ihtimali de vardır. Çünkü Cenab-ı Bak onlarda ağır uyku ile aynı uyku halinde çokça evirip-çevir-meyi biraraya getirmiştir. Halbuki ağır uykuda çokça evirip çevirme yoktur» demişlerdir. Fakat bu tevil de uzaktır.

Onların evirip-çevrilme   vakitlerinde alimler   ihtilaf etmişler-

dir. İbn Ebi Hatim, İbn Merduveyh, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «Onlar altt ayda bir defa evirilip çevirtliyorlardı». (Baş­ka muhaddisler de bunun benzerini Kbu îyad'dan rivayet etmiş­lerdir.)

Bazıları da «Bu çevrilmeler yılda bir kez oluyordu. Bu da Aşura günilndeydî» demişlerdir.

İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim, Mücahid'den şöyle rivayet ederler: «Bu evirip çevirme ügyüz seneye eklenen dokuz senede ol­muştur. Diğer üçyiiz senede olmamıştır».

îbn Ebi Hatim, Katade'den rivayet ediyor ki «Bu evirip çe­virme onların birinci uykularında, yani üçyüz sene zarfında olmuş­tur. Onlar her sene bir defa evirîlip-çeviriliyortardı. İkinci uyku­larında yani dokuz senelik ek zamanda böyle bir şey olmamıştır».

Fahreddin Razi; «Bu takdirler aklen tesbit edilemeyen şeyler­dir. Kur'an'm lâfzı da buna delâlet etmez. Üstelik bu hususta sa­hih bir haber yoktur» diye itiraz etmiştir. Binaenaleyh ayetin za­hiri bu evirmenin çokça olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenab-ı Hak burada yenilenen bir devamlılığa delâlet eden muzari fiilini kullanmıştır. Bu cümlede onların uyanık kimselere çok benzedi­ğine işaret vardır. O kadar ki onlara bakan kendilerini uyanıkmış gibi telakki etmektedir.

«Köpekleri de (mağaranın) girişinde kollarını uzatmış yatı­yordu». Ayetin zahirine bakılırsa köpekten maksat bizim bildi­ğimiz hayvandır. Onun birçok isimleri vardır. Hatta Celâleddin Suyuti o isimler hakkında bir risale yazmıştır,

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre bu, Ashab-ı Kehf'in ya­nından geçip gittikleri bir çobana aitti. Çoban onların dinine girdi. Onlarla beraber gitti. Köpek de kendilerini arkalarından takip etti.

Ubeyd bin Umeyr, «Bu köpek onlardan birisinin av köpeğiy­di» derken, bazı kimseler de, «Bu köpek onların koyunlarım ko­ruyan köpekti» diyor.

Bu ayet, dinimizde korunmak için, koyun için köpek edinme­nin caiz olduğuna, bu hususta herhangi bir beis bulunmadığına delâlet eder. Ama korunma maksadı olmaksızın ve çoban köpeği dışında köpek edinmek yasaklanmıştır. Zira Buhari, îbn Ömer' den şöyle rivayet ediyor: «Kim av ve çoban köpeği dışında bir köpek edinirse her gün onun amelinden iki kırat (veya «bir kı­rat») eksilir!»

Köpeğin rengi konusunda da ihtilaf vardır. Bazı rivayetlere göre sarımtırak idi. Bazı rivayetler kırmızı renkli olduğuna, bazı-lan da katran renginde olduğuna işaret eder.

İbn Ebi Hatim'in Hasan Basri'den rivayet ettiğine göre ismi Kıtmir'dir. Mücahid'den gelen bir rivayete göre Katmur, bazıla­rına göre Reyyan, bazılarına göre Sevr'dir. Bazıları da başka isim­ler ileri sürmüşlerdir.

Ayetin metninde geçen «Vesîd» kelimesi kapı yeri, mağaranın giriş noktası demektir. Yoksa orada bizim bildiğimiz şekilde bir kapı yoktur.

Îbn'ul-Munzir İbn Cübeyr'den rivayet eder ki «Vesid top­rak demektir» şeklinde rivayet ediyorsa da bu tefsir makbul de­ğildir. Çünkü lügat kitaplarında lâfzın böyle bir mânâya geldiği­ne dair herhangi bir kayıt yoktur.

Köpeğin kapıda beklemesi, onlarla beraber bulunmamasının hikmeti konusunda şu zikredilmiştir: İçinde köpek olan bir eve melekler girmezler. Meleklerin mağaraya girip çıkmaları için kö­pek mağarada değil de, kapıda beklemiştir.

Bazıları da «Köpek, daha önce de işaret edildiği gibi, bekçi­lik yaptığından dolayı orada bulunmuştur» demişlerdir. Nitekim İbn'ul-Munzir, İbn Cüreyc'ten rivayet eder ki köpek mağara ka­pısını korumak için orada ellerini yayarak duruyordu. Ashab-ı Kehf sağ taraflarına döndürüldüklerinde o da sağ kulağı üzerine yatar, onlar sola döndürüldüğünde bu sefer sol kulağı üzerine ya­tardı. Yani onlar gibi uyurdu. Zahir olan budur. Fakat İbn Ebi Hatim, Abdullah bin Humeyd el-Mekki'den şöyle rivayet ediyor: «Cenaba Hak köpeğin kendi ellerini yalamastyla onun rızkını ver­miştir». Bu rivayetten anlaşılıyor ki onlar uykuya daldıkları gibi köpek uykuya dalmamıştır.

«Eğer onları görseydin dönüp kaçardın ve gördüklerinden dolayı için korku dolardı». Bu hitap ayetle karşı karşıya gelen herkesedir. Aynı zamanda Rasûl-ü Ekrem'e de böyle hitap edil­mesi caizdir. Onların bu durumları uyandıktan ve elçilerini şeh­re gönderdikten sonra meydana gelmiştir. Bu korkuyu gerektiren sebep Cenab-i Hakk'ın onlara verdiği heybet ve korkudur.

Bazı tefsir alimleri; «Cenab-ı Hak onların hâl ve heyetlerini hiç bozmamıştır ve bu açık bir mucizedir» demişlerdir.

İbn Ebi Şeybe ve İbn'ul-Munzir, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar:

«Biz Muaviye ile beraber Rum diyarına doğru Medik Savaşı' na çıktık. Ashab-ı Kehf'in mağarasının yanından geçtik. Muavi­ye: «Keşke onlar bize gösterilseydi de kendilerine baksaydık» deyince ben; «Onlara bakamazsın. Çünkü Cenaba Hak senden daha hayırlı olan bir kimseyi (yani Hz. Peygamber'i) ondan menede-rek şöyle buyurmuştur: «Eğer onları görseydin, dönüp kaçardın ve gördüklerinden dolayı kesinlikle onlardan yüz çevirirdin, için korku dolardı» dedim. Muaviye: «Onların halini bilmeden gitmem» dedi ve bazı kimseleri vazifelendirerek kendilerine: «Gidin, mağa­raya bakzn» diye emretti. Onlar gittiler. Mağaraya girdiklerinde Cenab-ı Hak bir rüzgâr gönderdi. Onları mağaradan silip süpür­dü».

Bazı kimseler; «Muaviye'nin İbn Abbas'ın sözüne göre hare­ket etmemesinin nedeni, onların daha Önceki durumlarının bo­zulmuş olduğuna kanaat getirmiş olmasıdır. Veya mümkün ol­duğu kadar onların haline muttali olmak istiyordu» demişler­dir. [14]

îbn Abbas onların bugüne kadar kaldıklarını kabul etmemek­tedir. Nitekim Abdurrezzak ile İbn Ebi Hatim, îkrime'den ve İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar:

«îbn Abbas, Habîb b. Mesleme ite beraber savaşa gitti. Ora­da kemikler görüldü. Bir Uşi: «Bu, Ashab-t Kehf'in kemikleridir» deyince İbn Abbas: «Onların kemikleri üçyüz seneden daha Önce çürümüştür» dedi.»

Bu rivayetleri kaydeden Alusi şöyle diyor: «Kalbin meyletti­ği husus, onların bugün olmamalarıdır. Eğer var iseler de Ce. nab-ı Hakk'ın işaret ettiği hâl üzerinde değildirler».

Ayetteki hitap herhangi bir muayyen kişiye değildir. Aksine ayetten maksat, onlann o vakitte o halde olduklarını haber ver­mektir.

tbn Merduveyh'in tbn Abbas'tan: «Allah'ın Rasûlü buyurdu M, Ashab't Kehf, Mehdi'nin yardımcılandtr» diye rivayet ettiği hadise gelince, bu hadis sahihse, onların bugün o hal üzerinde mevcut olduklarına delâlet etmez ve Rasûl-ü Ekrem, «o hitap ge­neldir» dediğimiz takdirde o hitabın muhatapları arasına girmez. Çünkü o Ashab-ı Kehf mucizesinden daha büyük olan göklerin ve yerin melekûtuna muttali olmuştur.

(19-20) «Böylece    kendi aralarında    birbirlerine sorsunlar diye...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Birçok tefsir alimi «Liyetesaelu» fiilinin başındaki «lam»\n akibet harfi olduğunu söylemiştir. Yani onların uyandınlmalan-nın neticesi birbirlerinden sormalarıdır. Haffaci, bu yorumu des­tekleyerek; «Cenab-ı Hakk'm fiilinden maksat ,kudretinin kemali­ni izhar etmektir. Yoksa sadece onlann birbirlerinden sormaları değildir» demiştir.

Onlann en yaşlısı olan Mekselmine (veya nafakalarının na-ziri olan Yemliha) onlardan kaç gün uykuda kaldıklarını sordu. Bu sualin sebebi onların durumlarının mutad bir duruma biraz muhalif olduğunu görmesidir. Veya kazaya kalmış namazlarını gözetmesiydi.

Birçok tefsir aliminin söylediği gibi «em (veya) edatı burada şek içindir. Yani bir gün mü yoksa bir günün bir parçası mı bun­dan şüphe ediyoruz! Ne kadar kaldığımızı kesinlikle bilmiyoruz. Acaba bir gün kadar mı yoksa bir günün bir miktarı kadar mı bunu tam anlamıyla bilemiyoruz. Onlann böyle söylemeleri uyku sersemliğinin henüz üzerlerinden geçmemiş olması, basiretlerin, den tamamen uzaklaşmamış olmasıydı. Onlar bunu söyledikle­rinde henüz emarelere bakmış değillerdi.

Bu noktada şüphe yoktur. îsterse onların uykudan uyanma­ları topluca olsun, isterse bazıları gündüz bazıları da gece uyanmış olsun, mesele değişmez. Meşhur rivayete göre onlann uykuları kuşluk zamanı, uyanmaları ise günün son saatlerinde gerçekleş­miştir. Bazı tefsirdiler onlann içinde uykuya daldıkları günde mi yoksa ondan sonraki günde mi uyandıklarını bilmediklerini söyle­mişlerdir.

Fakat bu yoruma şöyle itiraz edilmiştir: Böyle bir durumda onlar günün bir parçasında, bir günde ve bir parçada tereddüt etmiş oluyorlar. Bu noktadan hareket eden bir kimse «evn edatı­nın burada «idrab» (yüz çevirme) için olduğunu söylemiştir. Bu­nun nedeni şuydu: Onlar günün son saatinde uyandıkları zaman, mağaranın ortasında bulunuyorlardı. Henüz uyku sersemiydiler. Dikkat etmezden önce sözleri şöyledir: «Bir gün kaldık...» sonra güneşin henüz batmadığını görünce bu sefer: «Bir gün veya gü* nün bir parçası kadar» demişlerdir.

Ebu Hayyan: «Ev edatı burada tafsil içindir» demiştir. Ya­ni onlann bir kısmı «biz bir gün kaldık», başka bir kısmı da «biz günün bir parçası kadar kaldık» demişlerdir ve her grubun bu sözü zann-ı galibe binaendir. Dolayısıyla burada yalan sözkonusu değildir.

«Ev» edatının tafsil için olduğu hususu neredeyse insanın ak­lına gelmeyecek bir ihtimaldir. Üstelik bu emrin zann-ı galibe binaen olmasına da ihtiyaç yoktur. Zira «evn tafsil için olmasa da onlar: «Kesinlikle biz durduğumuz miktarı tahkik etmedik» demek istemişlerdir.

Onlardan bir grup ya ilhamla veya istidlal ederek «Rabbiniz kaldığınız müddeti daha iyi bilir (Yani siz kaldığınız müddeti bilmezsiniz, ancak Allah bilir)» dedi.

«Şimdi siz içinizden birini şu gümüş para ile şehre gönderin» cümlesinde «ehad» kelimesi kullanılmış ancak «vahid» kelimesi kullanılmamıştır. Çünkü «vahid» tabiri kullanılsaydı «Başınızda-kini gönderin» mânâsı vehmedüebilirdi. Zira çoğu kez «kavmin vahidi geldi» (yani başlan geldi) denir.

«Verik» kelimesi sifckeli veya sikkesiz gümüş demektir. Bu­nun gümüş mânâsına geldiğini Arfece hadisi ispat etmektedir. Zira Arfece'nin burnu savaşta kesildiğinde Verik'ten bir burun edinmişti. O kokunca bu sefer altından bir burun edinmiştir. îş-te zahire göre «Verik» burada altının karşılığı olan gümüştür.

Ayetin bu cümlesi evinden çıkan bir kimsenin yol azığı edin­mesinin doğru olduğuna delüdir. Ve böyle bir azık edinme Allah'a tevekküle ters düşmemektedir. Nitekim hadis-i şerifte «Evvela devenin dizini bağla ,sonra Allah'a tevekkül et» denilmektedir. Bazı alimler «Havassın tevekkül etmesi onların sebepleri tama­men terketmeleri demektir» demişlerdir. Saâd bin Ebi Vakkas ve Ebu Müslim el Hulani'nin askerleriyle deniz üzerinde yürüme­leri ve Hz. Ömer'in emriyle Temimi Dari'nin içinden ateş çıkan mağaraya girmesi gibi olaylar bu kabilden, yani havassın tevek-külündendir.

îmam Ahmed, îshak ve diğer imamlardan bazıları «Azıksız çöllere dalmanın caiz olduğuna» kesin hüküm getirmişlerdir. Ya-kini ve tevekkülü kuvvetli olan bir kimse için tedavi olmamanın ve maişet için çalışmayı terketmenin de caiz olduğuna delil ge­tirmişlerdir.

îmam Ahnıed, «Tevekkül, insanlardan ümitsiz olmak süretiyle sağa sola bakmayı kesmek demektir» demiş ve bunun deli­li olarak Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını göstermiştir: Hz îbra, him ateşe atıldığında Cebrail onun karşısına dikilir: «Bir ihtiya­cın var mı» diye sorar. Hz. İbrahim: «Benim kimseye ihtiyacım yok» diye cevap verir.

Bazı fâzıl kimselerin kelâmından anlaşıldığına göre sebeple­ri terketmek sadece sûfiler nezdinde havas tevekkülünün yolu değildir. Bunu sûfilerden başkaları da söylemişlerdir.

Onların kastettikleri şehir, kaçtıkları şehirdir. Bazı müfes-sirlere göre şu anda bu şehrin ismi bizim bildiğimiz Mersin'e bağ­lı Tarsus'tur. Zira Ashab-ı Kehf'in mağarası en meşhur görüşe göre oradadır. Onların kaçtıkları gün Tarsus'un ismi Efsus idi. Böylece bu husustaki iki değişik rivayet arasında uyum sağlanmış olur. (1)

Onların «Sizden biriniz bu parayı şehre götürsün» demeleri fazla araştırmaya dalmaktan yüz çevirmelerinden ve kendilerini ilgilendiren konuya yönelmelerinden ötürü söylenmiştir.

«Parayı götüren kişi şehirde kimin helâl yemek sattığına da­ha fazla dikkat etsin» denümiştir. Zira o şehrin o halkı o dö­nemde putlar için kurban keserlerdi. Nitekim Said bin Mansur ve başka müfessirler bunu tbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

Başka bir rivayette ise «Halk domuzları keser ve yerlerdi Bu sözü onun için söylediler» diye bildirilmiştir.

Dahhak; «O şehir ahalisinin mallarının çoğu gasp suretiyle

(1) Son yaptığım tespitlere göre Efsus, Maraş'ın Afşin kazasının adı­dır. Belki de Tarsus, Efsus ile karıştırılmıştır.

elde edilmişti. Hangisinin malının temiz olduğuna bu yüzden dik­kat etsin» şeklinde bir yorum yapmıştır.

Âyet metnindeki «Ezka» fiili «artan» mânâsına gelen zekât kelimesinden gelir. Bu da uhrevî ve dünyevî olmak üzere iki kı­sımdır. Burada manevi artış kastedilmiştir. Çünkü helâli aramak­ta sevap ve güzel netice vardır.

îbn Said ve Mukatil «En temizini seçsin, hangisi en temizini satıyor ona baksın, demektir» dedi.

tkrime: «Ezka en çok mânâsını ifade eder» demiştir. Yeman bin Veyan, «En ucuz mânâsım ifade eder» derken, Katade: «Ka­lite bakımından en güzeli demektir» demiştir. Katade'nin tefsiri de güzel bir yorumdur.

Bazı müfessirler, «Ezka kelimesiyle pirinç kastedilmiştir» demişlerdir. Bazıları «hurmanın», bazıları ise «kuru Üzümün» kastedildiğini söylemişlerdir. Fakat Ashab-ı Kehf hakkındaki hüs-nü zanna göre, onlar helâli araştırmış olmalıdırlar!

Ayetin metnindeki «Felyenzur» (baksın) fiili kalp bakışından da gelebilir, normal göz »bakışından da.

Bu ayeti celile İslâm'da başkasına vekâlet vermenin caiz ol­duğuna delâlet etmektedir. Yani, o grup bir kişiyi kendilerine ve­kil tayin ettiler ve kendilerine yiyecek almak üzere onu şehre gönderdiler. Cenab-ı Hak, bunu onlar için doğru bir hareket ola­rak kabul ettiğine göre, vekâlete mutlak şekilde izin verilmiş de­mektir.

Îbn'ul-Arabi «Vekâlet vermek hususunda en kuvvetli ayet budur» der Ayrıca imam Malik'in talebesi el-Kiya'nın dediği gibi, bir cemaatin, paralarım birleştirip onunla beraber bir şey satın almaları bazıları daha fazla yese dahi beraber yemek yemelerinin caiz olduğunun delili de bu ayette vardır. Fakat fazla yiyen kişi-nin fazla para koymasında beis yoktur.

«Fakat çok dikkatli davransın»; yani nazik davransın ki alı­cı ile satıcı arasında herhangi bir husumet meydana gelmesin ve bu husumet de alıcının tanınmasına sebep olmasın. Veya şehre giriş ve çıkışlarında gayet kurnazca davransın ki kimse sizden haberdar olmasın. Veya aldanmamaya dikkat etsin. Şehir halkın­dan herhangi birinin sizi sezmesine sebep olabilecek bir fiilden de kaçınsın.

İmam Fahreddin Razi'ye göre ibare; «Herhangi bir kimseye sizden haber vermesin» anlamını taşımaktadır. Çünkü onlar eğer yerinizi bilirler, sizden haberdar olurlarsa sizi öldürürler. Yani sizden İstediklerini yapmadığınız, onların dinlerine girmediğiniz veya kendi dininizi terketmediğiniz takdirde sizi öldürürler.

O devirde taşla recmetmek adeti mühim bir hususta toplu­ma ters düşen bir kimseye tatbik edilirdi. Çünkü bu kalpleri da­ha rahat ettirir ve herkes buna katılırdı.

El-Haccac'a göre recmden maksat sözle recmetmektir, yani size söverler demektir. Bu da gurur sahibi kimseler için öldürül­mekten daha tesirlidir.

Veya sizi dinlerine sokmaya zorlayacaklar ve istemeye iste­meye sizi o dine sokacaklardır. İşte o zaman ebediyyen iflah ol­mazsınız. Yani hakikatten zoraki şekilde dahi olsa o dine girer­seniz artık ne dünya ne de Ahiret hayrım elde edemezsiniz.

Bu hükümler arasındaki bağlantı şöyledir: İnsanın küfre zorlamnası bazen şeytanın onu güzel göstermesine sebep olur. Ve böylece o küfür üzerinde devamlılık sağlanmış olur. İşte bu

tefsirle, şu itiraz nazar-ı itibardan düşer: «Zorla küfrünü açığa vurup da kalbinde imamın gizleyen bir kimse affolunan kimse, terden sayıldığına göre nasıl olur da ayetin son cümlesinde «eğer sisi küfre sokarlarsa ebediyyen iflah olmazsınız» denilmiştir?»

Beyzavi, Hazin, Nesefi, Taberi, Fahreddin Razi ve Celaleyn'in muhaşşileri olan Cemel ve Savi gibi birçok tefsirlerde şu nokta kaydedilmektedir: Şehre gönderilen adam elindeki parayı han-camak için dışan çıkınca şehir halkı paranın üzerinde Kral Dek-yanos'un resmini görür ve adamın bir hazine bulduğunu sana­rak onu o devrin hükümdarına götürürler. Aradan uzun zaman geçmiştir ve bu hükümdar hıristiyan dinindeki tevhid akidesine bağlıdır. Genç adam Kral'a başlarından geçeni anlatır. Hep bir­likte mağaraya giderler ve gencin anlattıklarının doğruluğunu hayretler içinde görürler. Yeniden dirilmenin imkânını ispatlayan bu müşahededen sonra, Allah bu gençlerin ruhlarını almak su­retiyle onları ebediyet uykusuna daldırır. [15]

 

Meal

 

21- Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve Kiyamet'in gelece­ğinde hiçbir şüphe bulunmadığını bilsinler diye insanları onlar­dan haberdar kıldık. (Zikret o zamanı) ki, onlar kendi araların­da   (bu  gençlerin durumunu)   tartışıyorlardı.  «Onların  üzerine bir bina yapın» dediler. Rableri onların durumlarım daha iyi bi­lir. Onlann durumuna galip gelenler ise; «Bizler onların üstüne mutlaka bir mescid yapacağız» dediler.

22- (Bazı  kimseler):   «Onlar üçtür,  dördüncüleri köpekle­ridir» diyecekler.  (Bazıları da): «Onlar beştir, altıncıları köpek­leridir» diyecekler. Bunlar gaybı taşlamaktır. (Bazıları ise): «On­lar yedidir, sekizincileri köpekleridir» diyecekler. De ki: «Onlann sayılarını Babbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır», O halde onlar hakkında, (sana bildirilen) açık deliller dı­şında bir münakaşaya girme ve onlar hakkında hiç kimseden bir şey sorma.

23- Hiçbir şey için «Bunu yann yapacağım» deme!

24- Ancak, «Allah dilerse  (yaparım)»  (de). Bunu unuttu­ğun takdirde Rabbini an ve, «Umarım ki Rabbim, beni bundan daha yakın olan bir yola iletir» de!

25- Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar. Buna dokuz yıl daha ilave etmişlerdir.

26- De ki: «Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Gök­lerin ve yerin gaybı (bilgisi)  Ona aittir. O ne güzel görendir, o ne güzel işitendir! Onlann Allah'tan başka bir dostu da yoktur. O, hükümranlığına kimseyi ortak kılmaz.

27- Rabbinin Kitabı'ndan sana vahyedileni oku! Onun ke­limelerini değiştirebilecek kimse yoktur. O'ndan başka sığınak da bulamazsın! [16]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

21-  «Allah'ın va'dinin hak olduğunu...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani onları uykuya daldırdığımızı ve 309 sene sonra uyku­dan uyandırdığımızı bilsinler diye insanları onlara muttali kıldık. Böylelikle Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve Kiyamet'in oluşun-« da şek ve şüphe bulunmadığım bilsinler. Burada onlara muttali olan insanlar ile ya bütün insanlar veya onların hemşehrileri kas­tedilmektedir.

«Bilsinler» fiilindeki zamir onlara muttali kılınan insanlara

racidir. Halk onların acaip ahvalini gördüğü için Allah'ın va'di­nin hak olduğunu bilmiştir. Allah'ın va'dinden maksat, ölümden sonra diriltmek ve haşre gönderme va'didir. Bu vaadden maksat Allah'ın bütün vaadleri de olabilir. îster haşr hakkında, isterse başka şeyler hakkında değişmez.

 «Hak»ttr; yani doğrudur. Orada herhangi bir muhalefet ba­his konusu değildir. Veya sabittir, gelecekte mutlaka olacaktır. Çünkü onlann uzun ve normale muhalif uykuları, 309 sene son­ra uyanmaları tıpkı ölüm île haşre göndermek gibidir.

«Saat» kelimesi Kıyamet, yani insanların haşre gönderildiği vakit demektir.

«Onda şüphe yoktur»; yani onun oluşunun mümkün oldu­ğunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü 309 sene sonra insanla-n uyandırıp normal hale getiren zâta, ölüleri yeniden diriltmek hiç de ağır bir şey olamaz.

((Zikret o zamanı ki onlar aralarında (Ashab-ı Kehf'in duru­munu) münakaşa ediyorlardı», veya kendi aralarında Ashab-ı Kehf'in durumunu münakaşa ettiği zaman insanları (veya onla­rın hemşehrilerini) kendilerine muttali kıldık! Ki bundan ötürü aralarındaki ihtilaf ortadan kaldırılmış olsun ve hak meydana çıksın.

«Ashab-ı Kehf'in durumunnâan maksat uykudan uyandınl-malandır. Emr'in (durumun) onlara izafe edilmesi onların du­rumuna Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu ihtimama binaendir. Ay­rıca hakiki hâllerine vakıf olunsun diye izafet yapılmıştır. [17]

 

İslâm'da Yeniden Dirilme Meselesi

 

Haşr hususunda insanlar iki gruba ayrılmıştır: «Vardır» di­yenler, «yoktur» diyenler... Bazı kimseler «Sadece ruhlar haşre gönderilir, cesetler gönderilmez» demiş, bazıları da «Ruh ile ce­set beraber gönderilir» demişlerdir. Bu ikincisi müslümanlar nez-dinde doğru olan görüştür.

Rivayete göre Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kehf'i ağır bir uykuya daldırıp, onların üzerinde uzun bir zaman geçip de, bırakıp ma­ğaraya kaçtıkları yaşıtlarından kimse kalmadıktan sonra müslü-man bir kral onların ülkesine hakim olur. O kralın vatandaşları haşr hakkında ihtilafa düşerler. Bu durum krala gayet ağır ge­lir. O da yünden elbise giyerek kum üzerine oturduktan sonra Cenab-ı Hakk'a şöyle yalvarır: «Ey Rabbim! Şunların ihtilaftm görüyorsun. Onlara hasrın durumunu açıklayıcı bir mucize gönder». Böylece Cenab-ı Hak bir çobanı musahhar kılar, O, koyun-larıyla beraber yağmurdan kaçarak mağaranın, Dakyanos tara­fından kapatılan kapısını yavaş yavaş açmaya çalışır ve bu işi başarır. Koyunlarını mağaraya sokar. Ertesi gün Ashab-ı Kehf derin uykusundan uyanır. Bir kişiyi kendilerine yemek satın al­mak üzere şehre gönderirler. O kişi çarşıya girer ve fakat gördü­ğü insanları tanımaz. Ancak yollan tanır ve şehirde imanın var olduğunu müşahade eder. Dikkatlice yürür. Bir kişiye vararak kendisinden yemek satın alır. Kişi elindeki gümüş paraya bakın­ca, onu tanıyamaz. Çünkü o para Dakyanos zamanındaki paradır. «Sen bir hazine bulmuşsun» diye iddia ederek, «Ya o hazineyi ba­na gösterirsin veya seni krala gösteririm» der. Ashab-ı Kehf'ten olan kişi: «Bu kralın sikkesindeki kişi, sizin kralınız filanca de­ğil midir?» deyince bakkal: «Hayır, o değildir. Bizim kralımızın ismi Yendosis'tir» der. Böylece halk başlarına toplanıp, onu kra­la götürürler. O çok korkmuştur. Kral ona durumunu sorunca, o da hikâyeyi tamamen arzeder. Kral da bir grup gencin çıkıp Dak­yanos zamanında kaybolduklarım işitmişti. Şehrin Üeri gelenle­rini çağırır. O ileri gelenlerden birisinin yanında Ashab-ı Kehf'in isim ve soy kütükleri vardı. O Ashab-ı Kehf'ten olan gence sorar ve o da ona haber verince, Kral'a «Bu adam doğru söylüyor» der. sonra Kral; «Ey halk, bu bir mucizedir. Allah sizin için bu muci­zeyi gönderdi» diyerek, halkıyla beraber, (O kişi de beraberlerin­de olduğu halde) çıkarlar. Kral onları görünce boyunlarına sarı­lır. Çok sevinir. Onların oturduklarını, yüzlerinin pırıl pırıl par-ladiğını görür. Öyleki elbiseleri hiç çürümemiştir. Onlar kralla konuşarak Dakyanos'tan gördükleri zulmü kendisine anlatırlar. Onlar kralın huzurunda iken ona: «Seni Allah'a emanet ediyoruz. Allah'ın selâm ve rahmeti üzerine olsun. Allah seni ve krallığını korusun, seni insan ve cinnin şerrinden Allah'a ısmarlıyoruz» di­yerek, yeniden uykularına dönerler. Allah da onların canlarını alır. Kral, elbiselerini onlara kefen yapar. Her birinin altın bir tabuta konulmasını ister. Ancak Ashab-ı Kehf geceleyin kralın rüyasına girerek, «Sen bize altından tabut yapmak istiyorsun. Bunu yapma. Bizi mağaramızda bırak, biz topraktan yaratılmı­şız ,tekrar oraya dönüyoruz)) derler. Böylece kral onları saçtan yapılmış tabutlara koyar ve mağaranın kapısında bir mescid in­şa ettirir.

Başka bir rivayete göre, Ashab-ı Kehf'ten olan genci, o satıcı kralın huzuruna götürdüğünde, Kral: «Sen kimsin?» diye sorar. O da: «Ben bu şehir halkından bir kişiyim. Biz birkaç günden beri yoktuk» der, sonra evini söyler. Hiç kimsenin tanımadığı bazı akrabalarını haber verir. Fakat kral bir grup gencin çıktıklarım ve kaybolduklarını işitmişti. İsimlerinin bir levha üzerinde yazı­lı olduğunu ve bunun devlet hazinesinde saklandığım da biliyor­du. Levhayı istetti. İsimlerine baktı. Gördü ki bu kişi o isimler­den birisidir.

O genç Kral'a: «Bunlar benim arkadaşlarımdır» deyince kral, etbaıyla beraber genci de yanlarına alarak mağaranın ka­pısına gelirler. Genç, krala: «Bırakın emce ben arkadaşlarımın ya­nına gideyim. Onlara müjde vereyim. Çünkü onlar sizi benimle beraber görürlerse korkarlar» der. Böylece genç, mağaraya girip arkadaşlarına müjde verdikten sonra Cenab-ı Hak onların ruh­larını kabzeder. Kral ve beraberindekiler bir türlü onların ceset­lerini bulamazlar. Onların üzerine bir mescid bina ederler. Onla­rın Ashab-ı Kehf in hallerine vakıf olmaları bu gencin anlattıkla­rından ileri geliyordu. Onun doğruluğuna itimat etmişlerdi. İşte «Onları muttali kıldık» ifadesiyle kastedilen budur.

«Onlartn emri»ndeki zamir Ashab-x Kehf'e racidir. «Emir» den- maksat onların durumu ve muttali, olunmazdan önceki halle­ridir. Yani biz halkı, Ashab-ı Kehf üzerine, aralarında onların du­rumlarım müzakere ettikleri bir dönemde muttali kıldık. Halkın onların durumlarını, yazılan hikâyelerden ve babadan oğula nakledilen rivayetlerden öğrenmiş olmaları muhtemeldir. Fakat on­ların diri olup olmadıklarını bilmiyorlardı.

«Onların üzerine bir bina yapın, dediler», yani halk Ashab-ı Kehf in bulundukları mağaranın kapısında bir bina yapılmasını istediler. Bu ifadedeki «Bünyan» kelimesi Ragıb el-İsfehanî'nin ifade ettiğine göre cemi olmayan tekil bir kelimedir. Onlar mağa­ranın kapısında bir bina yapılmasını, kimse onların cenazelerine dokunmasın diye talep ettiler.

«Rableri onların durumlarını daha iyi bilir» sözü Ashab-ı Kehf e muttali olup da kendi aralarında münakaşa edenlerin söz­leri olabilir. Sanki onlar Ashab-ı Kehf in durumunu müzakere etti­ler, soy ve sopları hakkında konuştular, durumlarım araştırdı­lar ve uykuda ne kadar kaldıklarını incelediler. Bütün bunların hakikatine kesinlikle vakıf olmadıkları zaman da gaybm alimi olan Allah'a bu ilmi havale ettiler.

Bu cümle aynı zamanda Cenab-ı Hakk'ın kelâmından da ola­bilir. Bu da onların durumuna dalanların sözlerini reddetmek için varid olmuş olabilir. Bunların Ashab-ı Kehf zamanındakiler veya Rasûl-ü Ekrem dönemindeki ehli kitap olması farketmez.

«Onların durumuna galip gelenler: «Bizler onların üzerine mutlaka bir mescid yapacağız» dediler».

Zemahşeri; «Onların durumuna galip gelenler» sözüyle As­hab-ı Kehf'e muttali kılınan kimseler kastedilmiş olabilir» diyor. «Emirleri ?>nden maksat dinlerinin emridir ki o da haşr meselesi­dir. Ve muhtemelen zamir Ashab-ı Kehf'e racidir. O zaman aye­tin mânâsı «zikret o zamanı ki halk aralarında haşr hususundaki durumlarını (veya Ashab-ı Kehf in durumunu) müzakere ediyor, onların kıssaları hakkında konuşuyorlardı. Allah'ın onlara gös­terdiği ayet konusunda beyanda bulunuyorlardı» şeklinde anlaşılir. Veya onlar öldükleri zaman emirlerinin tedbirini aralarında müzakere edip onların yerlerini nasıl gizleyecekleri, onlara varan yollan nasıl kapatacakları hususunu görüşüyorlardı.

Birçok müfessirin kelâmından anlaşıldığına göre bu iki grup ta (yani, «onlar üzerinde bir bina inşa edin» diyenlerle «kesinlik­le biz onların üzerine bir mescid yapacağız» diyenler) onlara hür­met için böyle söylemişlerdi.

Abdurrezzak ve İbn Ebi Hatim'in Katade'den rivayet ettiği­ne göre, «Onların emirlerine galip gelenlerden maksat idareciler­dir». Nitekim «Biz onlar üzerine bir mescid edineceğiz» demele­ri de onların idareci olduklarını gösterir. Çünkü idarecüer böyle fulleri kendi nefislerine nisbet ederler.

«Onların emirlerine galip gelmemin mânâsı bir emri irade ettiklerinde o emrin yapılması kendilerine zor gelmeyen kişiler demektir. Onların istekleriyle kendileri arasına hiç kimse gire* mez!

Buradaki mescidden Hz. Muhammed'in ümmetine ait olan bugünkü mescidler kastedilmemektedir. Çünkü o mescid, o gün­kü müslümanların mabedi anlamındadır. Daha önce de zikredil-diği gibi onlar hıristiyandı. Ayetin zahirine bakılırsa bu mescid, içinde isteyen kimse Allah'a ibadet etsin diye inşa edilmiştir. Ebu Hatim, Süddi'den şöyle rivayet ediyor: «Kral: «Allah'a yemin ede. Hm, ben şu salih kulların yanında bir mescid inşa edeceğim ve ölünceye kadar da bu mescidde Allah'a kulluk ve ibadet edeceğim» dedi».

Hasan Basri'den gelen bir rivayet: «Kral bir mescid bina et­ti ki Ashab-ı Kehf uyandıklarında orada namaz kılsınlar» şeklin­dedir. Ancak Hasan Basri'nin bu rivayeti onların ölmedikleri, da­ha Önce olduğu gibi uyudukları kanaatine binaendir,. Nitekim bazı tefsir alimleri de böyle demişlerdir. Hatta bazıları «Onlar Meh­di gelinceye kadar ölmezler ve Mehdi'nin yardımcıları olacaklar­dır» demişlerdir. Alusi bu görüşlere itibar edilemeyeceğini ve bunların hurafe iddialar olduğunu söylemektedir. [18]

 

Salîh Kişilerin Kabirleri Üzerine Binalar Kurmanın Veya Mescidler Yapmanın Hükmü

 

Bazı alimler «Bu ayet salihlerin kabirleri üzerinde binalar yapmaya, o kabirler üzerinde mescidlerin inşasına ve oralarda namaz kılmaya cevaz verir» demişlerdir. Bunu söyleyenler arasın­da Beyzavi'nin meşhur haşiyesi Eş-Şehab'm sahibi Haffaçi de vardır. Fakat Alusî bu sözün batü, atıl, fasid ve kasid bir söz olduğunu söyleyerek şu rivayeti ilave ediyor:

«İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve İbn Mace, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «Allah'ın Rasûlü buyurdular: «Kahirleri ziyaret eden kadınlara, kabirler üzerine mescid edi­nenlere ve o mesddlerde mumlar yakanlara Allah lanet etmiştir».

Hz. Peygamber, başka bir hadisinde «Dikkat edilsin, sizden önceki ümmetlerden bazıları peygamberlerinin kabirlerini mes­cid ediniyorlardı. Kesinlikle ben sizi böyle yapmaktan nehyediyo. rum» diye buyurmuştur. (Müslim).

İmam Ahmed, Usame'den, Müslim, Buhari, Nesei, Hz. Aişe' den ve Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyorlar: «Cenab-i Hak yahudi ve hıristiyanlara lanet etti. Çünkü onlar peygamber­lerinin kabirlerini mescid ittihaz ettiler».

îmam Ahmed, Müslim, Buhari ve Nesei'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber: «Sizden Önceki ümmetlerin arasında salih bir kişi Öldüğü zaman onun kabri üzerinde bir mescid bina eder­lerdi ve o mescidde çeşitli put resimleri yaparlardı. Onlar Kıya­met Günü'nde mahlûkatın en şeriridirler» buyurmuştur.

İmam Ahmed ve Tabarani şöyle rivayet ediyorlar: «İnsanla­rın en şeriri diri oldukları halde Kıyamet'in kendilerine yetişti­ği kimselerdir. Bir de kabirleri mescid edinenlerdir».

Abdurrezzak «El-Musannef»inde: «Benim ümmetimin en şe­rir ve en pis olan grubu kabirleri mescid ittihaz edenlerdir» diye rivayet ediyor.

Yine Abdurrezzak «El Musannef»inde, «îsrailoğulları kabir­leri mescidler edindiler ve bundan ötürü de Allah onlara lanet etti» diye rivayet eder.[19]

 

Kabir Üzerine Mescîd Yapmak

 

İbn Hacer, «Ez-Zevacir» adlı kitabında der ki: «Bazı Şafii alimleri kabirler üzerinde mescid edinmeyi ve kabirlere doğru durarak namaz kılmayı, kabirlere, Kabe'ye, Rüknü Yamani'ye ve Hacer'ul-Esved'e el sürüldüğü gibi el sürmeyi, kabirlerin etrafında Kabe'deki tavaf gibi dönmeyi ve benzerlerini büyük günahlardan kabul etmişlerdir», diyor.

Kabri mescid edinmenin böyle tehlikeli olması hususu apaçiktır. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapana lanet etmiş ve salih-lerin kabirleri üzerine mescid bina edenleri, Kıyamet Günü'nde Allah'ın katında en şerir insanlar olarak belirtmiştir. Bu, bizi sa­kındırmak hususunda büyük bir uyandır. Kabri mescid edinmenin mânâsı kabrin üzerinde durarak veya kabre yönelerek namaz kılmaktır.

Bu hüküm, halk tarafından büyük bilinen bir peygamber ve ya velinin kabri hakkında geçerlidir. Nitekim «Onların içinde sa­lih bir kişi olduğu zaman onun kabrinin üzerinde mescid yapar­lardı» şeklindeki rivayet de buna işaret ediyor. Bundan dolayı Hanefîler, peygamberlerin ve evliyaların kabrine teberrük niye­tiyle durup namaz kılmanın haram olduğunu söylemişlerdir. Ya­ni dikkat edilirse Hanefîler iki şart ileri sürmektedirler: Birisi, kabir sahibi büyük bir insan olacaktır ve ona durup namaz kıl­mak kastedilecektir. Ondan bereket ummak, onu birtakım fiille­riyle tazim etmek de onun üzerinde namaz kılmak demektir. Böy­le bir durumun büyük günah olduğu hadislerden açıkça anlaşıl­maktadır. Sanki kabir üzerinde çıra yakmak gibi kabre yapılan her tazim buna kıyas edilmiştir. Bazı hadislerde kabirlerin üze­rinde mum veya lamba gibi bir şeyi yakana lanet edildiği açıkça belirtilmiştir. Hanefi alimlerinden «Bu mekruhtur» diyenlere gö­re, eğer tazim, kabir sahibinden bereket niyetiyle olmazsa mek­ruhtur. Yok eğer bu niyet varsa haramdır. [20]

Hanefîlerden bazıları «Kabir üzerinde, kabir sahibinden be­reket beklemek niyetiyle namaz kılmak, Allah ve Rasûlü'ne karşı koymaktır. Cenab-ı Hak'kın izin vermediği bir dini yeniden orta­ya çıkarmaktır» demişlerdir. Nitekim böyle bir şey icmaen ya­saklanmıştır. Zira haramların en büyüğü ve en büyük şirk sebe­bi kabirlerin yanında namaz kılmak, kabirleri mescid edinmek ve kabirler üzerine binalar kurmaktır. Böyle binaları süratle yıkmak ve kabirler üzerindeki kubbeleri yok etmek vacibtir. Zira bu tür mescidler Mescid-i Dirar'dan daha zararlıdır. Zira bu tür mes­cidler Allah Rasûlü'ne karşı gelme temeli üzerine bina edilmiştir.

Çünkü Rasûl-ü Ekrem böyle bir namazı, böyle bir mescidi yasak­lamıştır ve yükselen kabirlerin yıkılmasını emretmiştir. Kabir­lerin üzerindeki kandiller, çıralar, kaldırılması vacip olan şeyler­dir ve böyle bir şeyi vakfetmek, sıhhatli değildir. [21]

 

Vakf Olan Mezarlıkta Kubbe Yapmak

 

İmam Nevevi'nin El Minhac'ı ile aynı kitabın îbn Hacer ta­rafından yapılan şerhinde şu hükümler yer almaktadır: «Kabri kireçlemek, üzerinde, hariminde veya harımı haricinde vakf ol­mayan kabristanda kubbeler inşa etmek mekruhtur. Ancak kab­rin eşilmesinden veya bir hayvanın kabri açmasından veya bir selin kabri yıkmasından korkulduğu takdirde, özel mülklerde böyle bir şey yapılabilir. Fakat vakıf yerlerinde fisebîlillah mezar­lıklarda böyle bir şey yapmak haramdır. Kabir üzerine yazı yaz­mak da mekruhtur. Çünkü bu üç meselede açıkça nehy vardır. İsterse o yazı kabir sahibinin ismi olsun, isterse başka bir ?eV-olsun. Onun yambaşında veya başka bir yerde bir levha yazıp koymak da bu hüküm dahilindedir». Evzai, «Kur'an'm oraya ya­zılması haramdır» demiştir. Çünkü Kur'an böyle bir durumda ya ayaklarla çiğnenmek veya ikinci kez orada bir defin bahis konu­su olursa ve yağmur yağarsa ölülerin irini ile necis olmak ihti­maliyle karşı karşıyadır. Uzun seneler tanınması için üzerinde isim yazmak mendubtur. Hele peygamber ve salihierin kabri olur-sa. Çünkü bu müstehap olan ilam kabilindendir. Bir de Hakim, nehyi rivayet etmiş ve «Bugün amel bunun üzerinde değildir» de­miştir. Çünkü müslümanlann imamları doğudan batıya kadar kabirleri üzerine yazı yazdırmışlardır. Öyleyse bu bir ameldir. Halef bunu seleften almıştır. Fakat bu külli kaidenin yasaklan­mış olmasıyla Hakim'in bu görüşü reddedilir. Faraza, böyle bir külli kaidenin varlığı kabul edilirse onların kabirleri üzerinde ve vakıf mezarlıklarda kubbeler yapılması yazı yazmaktan daha fazladır. Nitekim Bu Mekke, Medine, Mısır ve benzeri yerlerde görülmektedir. Halbuki alimler böyle kubbelerin yapılmasının Peygamber tarafından yasaklandığını biliyorlardı. Öyleyse bun­ların üzerindeki yazılar da böyledir. Eğer «Bu bir fiili icmadtr ve fiili icma da hüccettir. Nitekim bunu sarahaten söylemişlerdir» dersen cevap olarak deriz ki: Bunun fiili icma olması memnu­dur. Belki bu sadece ekseri bir icmadır. Zira böyle bir icma bunu menetmeye taraftar olan alimlerden bile nakledilmemiştir. Bunu fiil-i icma farzedelim. Zahir olduğuna göre onun delil olma yeri ancak zamanların salahı bahis konusu ise olur. Halbuki böyle bir zaman çoktan geçmiş gitmiştir.

Eğer daha önce. söylediğimiz ihtiyaçlardan birisi olmaksızın kabir inşa edilir veya fîsebîlillah olarak bir kabristanda kubbe yapılır ya da içinde ölüleri defnettikleri (veya bu iş için vakfedi­len) arazüerde kubbe yapılırsa, vücuben bu kubbelerin yıkılma­sı gerekir. Çünkü haramdır. Üstelik böyle bir durum diğer müs-lümanlar için zorluk getirmiştir. Bununla beraber ölü çürür gi­der, bina ise daimdir ve halk da orada defnedilmekten mahrum olur.

Acaba mezarın etrafında dört taş koymak, murabba bir şe­kil meydana getirmek, kabri çevirmek ve etrafım çimento ile bir­birine bitiştirmek bina olarak sayılır mı veya örfen bina denil-mediği için sayılmaz mı? Kuvvetli olan görüş birincisidir. Yani bina olarak sayılır. Çünkü binanın yıktırılma sebebi diğer müs-lümanların o bölgeden istifade etmekten mahrum olmasıydı. Bu da aynı mânâyı taşımaktadır.

Bir grup alim Mısır'ın meşhur Karafe mezarlığındaki bütün binaların yıkılmasına, hatta İmam Şafii'nin türbesinin de yıkılma­sına fetva vermiştir. O kubbeyi hükümdarlardan bazıları İmam Şa­fii'nin mezarı üzerinde yapmışlardı. Herkes, bir kargaşadan "kork-madığı takdirde bu binaların yıkılmasıyla vazifelidir. Fakat idareci, îbn tfa'nın «es-Sulh» isimli kitabında söylediğine göre bun­ları kaldırmak mecburiyetindedir.

Sahih-i Müslim'de Ebu'l Heyyacü Esedi'den şöyle rivayet ediliyor:

«Hz. Ali bana, «Rasûlullah'ın beni vazifelendirdiği bir görev­le seni vazifelendiriyorum. Hiçbir şekli bırakmayacak, hepsini yı­kacaksın. Bina edilmiş hiçbir kabir bırakmayacak, hepsini düzel­teceksin» dedi.»

Îbn'ul-Hemam, Feth'ul-Kadir'inde «Hz. Ali'nin bu sözü ancak yüksek ve güzel binalarla kabirleri bina etmekten ibaret olan iş­lemlere yorumlanır. Böyle bir işlem varsa bu geçerlidir» diyor.

Hadisler, hadislere tabi olan insaflı alimlerin kelâmları, se­lefi salibinden bu hususta gelen uyanlar sayılmayacak kadar çok­tur.

Kabirler üzerinde yapılan kubbe ve mescidlerin bizden ön­ceki ümmetlerin şeriatlarından olduğu açıkça büinmektedir, de­nilerek şunlar öne sürülemez: Rasûl-ü Ekrem: «Kim bir namazı uyuyarak veya unutarak bırakırsa onu kaza etsin» dedikten son­ra «Beni hatırladığın zaman namazı İkame et» ayetini delil getir­miştir. Halbuki bu ayet Hz. Musa'ya söylenmiştir. Bundan anla­şılıyor ki bizden öncekilerin şeriatından delü getirme yetkisi bi­zim için de geçerlidir. Ayrıca İmam Muhammed suyu nöbetleşe taksim etmenin caiz olduğuna, «o deve için belli bir günün suyu vardı» ayetini delil getirmiştir. Bir de «su onların aralarında tak­sim edilmiştir» ayetiyle istidlal etmiştir. Ebu Yusuf, «Onlar üze­rine yazdık« ayetiyle kısasın erkek üe kadın arasında cereyan et­tiğine dair delü getirmiştir. Kerhî, hür ile kölenin, müslüman ile zımmi arasında kısas olduğunu İsrailoğulları hakkında inen ayet­lerden istidlal etmiştir.

Evet, böyle denüemez. Çünkü Öncekilerin şeriatında bize ge­rekli olan bizim şeriatımızda da vardır. Mutlaka bizden önceki­lerin şeriatının bizim şeriatımız olduğuna dair bir hüküm yok­tur. Bilâkis Allah onu inkâr etmeksizin bize bildirirse o zaman bizim şeriatımız olur. Hz. Peygamber'in inkârı da Allah'ın inkârı gibidir. Allah Rasûlü'nden kabirler üzerinde mescid inşa edenle­re lanet edildiği bildirilmiştir. Bizde, bizden öncekilerin şeriat­larında zikredilenlerin olması da memnudur. Kabirler üzerinde mescid inşası daha Öncekilerin şeriatlarında nasıl olabilir? Halbuki Rasûl-ü Ekrem, yahudi ve hıristiyanlara, peygamberleri­nin kabirleri üzerinde mescid edindiklerinden ötürü lanet etmiş­tir. Bu ayet-i celile, Ebu Yusuf veya İmam Muhammed veya Ra­sûl-ü Ekrem tarafından hüküm ittihaz edilen ayetler gibi değil­dir. Bu ayette Ashab-ı Kehf hakkında konuşan bir grup insandan söz edilmekte, onların böyle bir şeye hazırlıklı oldukları sergi­lenmektedir. Bu onlara bir Övgü olsun diye zikredilmemiştir. Hatta bu hususta onlara uyulması hususunda da herhangi bir teş­vik sözkonusu değildir. Onların fiillerine güvenin az olduğunu takviye eden delillerden birisi de tefsir alimlerinin «Bunlardan maksat idarecilerdir, sultanlardır» demeleridir. Nitekim bu du­rum Katade'den rivayet edilmiştir. Bu hükme binaen birisi şöyle itiraz edebilir:

«Birinci taife mümindi. Kabirler üzerinde mescid inşasının meşru olmadığını biliyorlardı. Onlar mağara kapısının yanında mescid bina edilmesini ve mağaranın kapatılmasını teklif ettiler. Fakat onların teklifi kabul edilmedi. Hatta onların bu şekildeki teklifleri yöneticilerini kızdırdı ve onlar «Biz onların üstünde bir mescid bina edeceğiz» şeklinde yemin ettiler. Birinci taife As­hab-ı Kehf'in cenazelerinin defnine işaret etmediler. Halbuki o zamanda da zahire göre meşhur olan defindir. Nitekim bizim ka­tımızda da ölüler hususundaki yaygın uygulama defindir. Çünkü onlar Ashab-ı Kehf'in öldüklerini kesin olarak bilmiyorlardı. Bu hususu kesin olarak bilememelerinin nedeni mağaranın içerisine girmeye kâdir olamamalarıydı. Çünkü Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kehf 'e korkutucu bir heybet vermişti. Nitekim bu durumu Abdurrezzak ve Îbn'ul-Munzir, Vehb bin Münebbih'ten nakletmektedirler. İşte bunun için birinci taife «onların Rableri onları daha iyi bilim demişlerdir».

Eğer ikinci grup hakkında hüsnüzan ile düşünmek gerekirse şöyle denebilir: Onların ölüler üzerinde mescid edinmeleri, faili lanetlenmiş ve yasaklanmış olan bugünkü kabirler üzerinde mes­cid edinmek gibi değildi. Onlar sadece o ölülerin yanında veya mağaralarına yakın bir yerde mescid inşa etmek istemişlerdi. Hatta Süddi'den nakledilen rivayette «Tnağaramn yanında mescid yaptılar» ibaresi vardır. Vehb bin Münebbih'ten de böyle gelmiş­tir.

Böyle bir mescid inşası mahzurlu değildir. Çünkü nihayet buna «Ashaba Kehf Mescidi» denmesi mescidin onların içinde bulundukları mağaranın yanında inşa edilmesinden ileri geliyor. Tıpkı Hz. Peygamber'in kabri şerifinin yanında bina edilen mes­cide «Mescid-i Nebevi» denilmesi gibi.

Kısacası zerre kadar aklı olan bir kişi sahih haberlerin ve sarih rivayetlerin hilafına hareket etmemeli, bu ayetten yapılan istidlallere güvenmemelidir. Çünkü böyle bir istidlal sapıklığın ve akılsızlığın en son noktasıdır.

Alusi diyor ki: «Ben salihlerin kabri üzerinde yapılan bina­lar, kubbeler gördüm. Cahiller kireç ve kiremitlerle onları inşa etmişler, kandiller takmışlardı. Üstelik o mezarlıklarda durup na­maz kılmayı, onların etrafında tavaf etmeyi, onlara el sürmeyi ve onların yanında özel vakitlerde toplanmayı helâl sayan bazı cahil kişiler vardı. Ki bu ayeti delil olarak kullanıyorlardı. Ayrıca bazı rivayetlerde «Onlar için her senenin belli bir gününü bay­ram yaptı», «Onları saç tabutlara koydu» şeklindeki rivayetlerle

Kehf suresi : ıs

istidlal ediyorlar. Bir kısmım diğerine kıyas ediyorlar. Halbuki bütün bunlar Allah ve Rasûlü'ne karşı meydan okumaktır. Al­lah'ın izin vermediği bir fiili yapmaktır.

Bu meseledeki hakikati bilmek hususunda Ashab'in, Rasûlul-lah'in kabrine karşı davranışları veya Rasûluilah'ın kabrini ziya­ret ederken yaptıkları şeyler kâfi bir delildir. Oysa Rasûlullah'in kabri şerifi yeryüzünde en üstün kabirdir, hatta Arş'tan da ef-daldir. Rasûlullah'ın kabrinde sahabîlerin yaptıklarıyla, sair yer-lerde yapılanlar hakkında ciddi bir şekilde düşünülmelidir. [22]

 

Ashab'ı Kehf Kaç Kişi İdi?

 

(22 «(Bazı kimseler): Onlar üçtür ,dÖrdüncüleri,.,j>Bu Ayetin Tefsiri

îbn Atiyye'nin ifadesine göre buradaki «Diyecekler» ifadesi Rasûlullah'ın asrında yaşayan ve Rasûlullah ile zaman zaman münakaşaya girişen yahudilere racidir. Hasan Basri ve diğer ta­biin tefsircilerinin «Ashab-ı Kehf, Hz. Musa'dan önce idin şeklin­deki sözleri de bu zamirin yahudilere raci olması hususunu tekid etmektedir. Çünkü bu söz yahudüerin az da olsa Ashab-ı Kehf hakkında malûmat sahibi olduklarına delâlet eder. Fakat bu gö­rüş Ashab-ı Kehf'in zikredilmesini gerektirir.

Ayetin zahirine bakılırsa, bu olmayan bir hadiseyi haber ver­mektir. Sanki Cenab-ı Hak burada: «Ey Peygamberim, sen onlara Ashab-ı Kehf kıssasını zikrettiğin zaman (veya onlar Ashab-î Kehf'in kaç kişi olduklarım sordukları zaman) onlar «onlar üç şahıstır, dördüncüleri köpekleriydi» diyeceklerdir»   elemektedir.

«Üçtürler», yani üç şahıstırlar. Dördüncü şahıs ise köpeklericür .Ve diyeceklerdir: «Beş şahıstırlar, altıncıları köpekleridir». Bütün bunlar kendilerinden gayb olan bir haberi ortaya atmak­tır. Bu haber hakkında onların herhangi bir malûmatları bahis konusu değildir. Bunu zanna binaen söylemektedirler.

«Resmen» kelimesi esasında herhangi bir hedefe atılıp da isa-bet etmeyen taşlar demektir. Fakat burada mülahazasız, ilimsiz söylenen sözler mânâsında kullanılmıştır.

Onlar «Ashab-ı Kehf yedi kişiydi. Sekizincileri köpekleriydi)) diyecekler. Bu cümlede gramer bakımından ince bir nokta var­dır. «Vesâminuhum» lâfzının başındaki «vav» sıfat ile mevsuf arasına getirilmiş bir vavdır. Buna gramerde «bitiştiren» mânâ­sında «nusuki vav'ı» denilir. Bu «vav» delâlet eder ki bu sabit ve istikrarlı bir sözdür ve bu sözü söyleyen bir ilme dayanarak, ken­disinin kesinlikle bildiği bir konuyu ifade etmiştir. Bu sözü söy­leyenler uluorta konuşmamışlar, fakat daha önceki sözü söyleyen­ler böyle yapmışlardır.

Bunun delili şudur: Cenab-ı Hak diğer iki sözün ardından «Recmen bi'l-Gayb» tabirini getirdiği halde bu sözden sonra böy­le bir tabir kullanılmamıştır. Aksine bu sözden sonra: «De ki: Benim Rabbim onların sayısını daha iyi bilir» cümlesi vardır.

«Onların sayısını ancak çok az kimse bilir» cümlesi de delâ­let eder ki onların sayılarını bilenler de vardır. Fakat azınlıkta­dırlar. Nitekim İbn Abbas'm kelâmı böyle bir mânâya delâlet et­mektedir. Zira rivayete göre îbn Abbas «Vav düştüğü zaman sayı düşmüştür» demiştir. Yani vavlı gelen sayıdan sonra artık her­hangi bir sayı yoktur. Yani onların sayısı yedi şahıstır, köpekle­riyle sekiz olmaktadır ki bu durum kesindir.

Ata: «Ashaba Kehfin sayısını bilen az bir grup vardır ve onlar da ehli kitaptandır» demiştir.

Bazı tefsirciler «İnsanlık âleminden bir gruptur» demişler­dir. Nitekim Tabarani'nin «Evsatn adlı kitabında sahih bir se-nedle tbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadis de bu son yorumu te-kid etmektedir: «Ben o azlardanım»; yani İbn Abbas «Ben de on. ların sayısını biliyorum» demek istiyor ki kendisi ehli kitaptan de­ğildir. Bu hadisi îbn Abbas'tan çeşitli yollardan birçok muhaddis rivayet etmişlerdir. Ayrıca bunun benzerini İbn Ebi Hatim, İbn Mesud'tan da rivayet etmiştir: İbn Mesud, «Ben de onların sayu sini bilen az kişilerden birisiyim» demiştir.

Bazıları da «Bu az kişiler meleklerdir» demiştir. Yani «02 sayıda melek onların sayısını biliyor» demişlerdir. Fakat bu yo­rum hiçkimse tarafından uygun görülmemiştir.

Bazı müfessirler; «Üç yerin zamirleri de Rasûlullah'm döne-minde Ashab-a Kehfin kıssalarını konuşan ehli kitap ve müslü-manlara raddir. Fakat bütün ehli kitap ve bütün müslümanlar bunu söylemiştir diye bir şey söz konusu değiîdir» demişlerdir. Aksine onların bir kısmı bunu söylemiştir: Binaenaleyh birinci söz yahudilerindir. Nitekim İbn Ebi Hatim bunu Süddi'den böyle rivayet ediyor. Başka bir görüşe göre birinci söz Necran Arapla-nndan bir hıristiyan Önder olan Seyyid'e aittir. Bu zat, Yakubî mezhebindendi ve Rasûlullah'a gelen Necran heyetine dahildi. Ashab-ı Kehf bahsi orada geçti. O da Ashab-ı Kehf hususunda «Onlar üç şahıstır. Dördüncüleri köpekleridir» şeklinde konuştu. Burada Cenab-ı Hak bir kişi konuşmuş olduğu halde «diyecek­lerdir» şeklinde çoğul ifade kullanmıştır. Çünkü onunla beraber olan diğer hıristiyanlar da ona tâbi idiler.

İkinci &6z, Süddi'den gelen rivayete göre hıristiyanlara ait­tir. Bazıları «hıristiyan papazlarından olan eUAkib bunu söyledi ve bu zat nasturiye mezhebinden idi» demişlerdir.

Üçüncü söz bazı müslümanlara aittir. Cenab-ı Hak bu sözler söylenmezden önce müslümanlara hakkı telkin etmiş ve onlan hakka irşad etmiştir. Ve müslümanın söylediği hakkın ta kendi­sidir, tşte bu yoruma göre o az bilenlerden maksat, Allah'ın bu alâmet ve mucizelerle irşad ettiği fertlerdir.

Bazı müfessirler: «İbn Abbas olsun, diğer müslümanlar ol­sun bunu vahy yoluyla bilmişlerdir. Çünkü RasûUü Ekrem onla­ra Allah'ın vahyinden aldığını söylemiştir» derler. Fakat bu yo­rum reddedilmiştir. Çünkü böyle bir durum olsaydı eğer, bu hu­sus İbn Abbas'tan gizli kalmazdı ve İbn Abbas o azlardan birisi olduğuna dair delil getirmeye mecbur kalmazdı.

Fakat bu itiraza şöyle cevap verilebilir: İbn Abbas'ın az bir cemaatla böyle bir vahye muttali olmasına hiçbir mâni yoktur. Rasûl-ü Ekrem'in bütün söylediklerine bütün sahabilerin vakıf olması da bahis konusu değildir. Nice haberler vardır ki şer'i bir hükmü içermekte oldukları halde onları bir veya birkaç sahabi Rasûlullah'tan nakletmiştir. Acaba haberler böyle ise kıssalar meselesi nasıl olur? [23]

 

Ashab-I Kehf'in İsimleri

 

El-Bahr; «Ashaba Kehf'in isimleri Araplar tarafından bilin­meyen isimlerdir. Herhangi bir şekil ve nokta ile zabtedilmeleri de bahis konusu değildir. Onların bilindiğine dair gelen senet de zayıftır» demektedir. [24]

 

Ashab-I Kehf İçin Uydurulanlar

 

Ashab-i Kehf hakkında birçok özellikler zikretmişler ve bü­yücüler onları birtakım tılsım ve büyülerde kullanmaya çalışmış­lardır. Nitekim Nisaburi, îbn Abbas'tan şöyle naklediyor: «Ashab-ı Kehf'in isimleri; istemek, kaçmak, ateşi söndürmek için elverişli, dirler. Bir parça çaputa yazılacaklar, ateşin ortasına atılacak ve ateş sönecektir. Çocukların ağlamaması için yazılır, beşikteki yas­tıklarının altına konur, böylece şifa bulurlar. Ziraat için bir kâr ğıt üzerine yazılır, bir ağaca, ziraatın ortasında dikilmiş bir ağa­ca asılır ve faydası görülür .Cinsi ilişki için asılır. Üçlü sıtma için yazılır. Baş ağrısını gidermek, zengin olmak, mertebe sahibi ol­mak, hükümdarların huzuruna girerek muvaffak olmak için yazı­lır. Çocuk doğurmakta zorluk çeken kadınlar için yazılır, sol apı­şına bağlanır. Malın hıfzedilmesi ,denizde sağlam yolculuk yapıl­ması ve Ölümden kurtulmak için yazılır».

Halbuki, îbn Abbas'tan ve selefi salihinden böyle bir rivayet sahih olarak sureti katiyede gelmemiştir. Bu, meşayihin deyimle­riyle süsleyip, kadınlardan ve akılsızlardan para devşirmek iste­yenlerin uydurduğu iftiralardır. Ancak; «Kadınlardan ve akılsız­lardan para devşirmek, bu isimlerin özelliklerindendir. Denen­miştir ve sıhhatlidir» diyebiliriz. [25]

Böyle bir rivayet îbn Abbas'tan gelmemiştir. Bu, sadece bir­takım uyanıkların para devşirmek için akılsızları ve kadınları kandırmak maksadıyla söyledikleri uydurmalardır. Ancak onlar bu tür insanlardan para devşirebilirler ve bu tür. insanları kandı­rabilirler.

«Ey Rasûlüm! Onlarla bu hususta herhangi bir münakaşaya girme»; yani bu meseleye dalanların yanlışlarını da, doğrularını da görsen onlarla münakaşa etme. Ancak derinlemesine olmayan ve vahyin açıklayıcı noktalarına temas eden bir münakaşa yapabilirsin. Fakat bu münakaşa onları bütünüyle cehaletle itham et­meksizin olmalıdır. Çünkü içlerinde söyledikleri hususlarda isa­bet edenler de vardır. Velev ki az da olsa. Onların cahillerine kar­şı şiddetli konuşmalar olmasın. Çünkü bu şekilde konuşmak gü­zel ahlâka ters düşer. Sen güzel ahlâkı tamamlamak için gönde­rilmiş bir peygamberi zişansin. [26]

 

Ashab-I Kehf Hakkında Mücadeleden Kaçınmak

 

îbn Zeyd «Zahir olan mira, kişinin hasımlara «Sizin bildiği­niz gibi değildir» demesidir» demiştir. Maverdi «Açık miradan maksat zahir bir delile dayanan mücadele demektir» diyor. İbn' uI-Enbari: «Haberin hakikatini yüzdeyüz bilen bir alimin, bilme­yenlerle mücadele etmesidir» diyor. İbn Balar «Açık miradan mak­sat halkın gözle gördüğü bir mücadeledir» derken, Tibrizi «has­mın delilini çürüten mücadeledir» demiştir.

«Onlar (Ashab-ı Kehf) hakkında münakaşa edenlerin hiçbi­risinden bir fetva isteme. Zira sana vermiş olduğumuz fetva seni onlardan fetva istemekten müstağni kılmaktadır». Durum bu ol­duktan sonra onlardan fetva istemen kendileriyle alay etmek de­mek olur ki bu da güzel ahlâka ters düşmektedir.

Bazı alimlere göre ayetin mânâsı, «Ashab-ı Kehf hususunda onlara müracaatta bulunma. Üçüncü sözü de onlardan geldiği için değil, vahiyle geldiği için tasdik et» demektir.

Bazı alimlere göre bunun mânâsı şudur: «Madem ki birinci ve ikinci sözü söyleyenlerin cehaletini bildin, o halde onlarla, As­haba Kehf hususunda zahiri bir cidalden başkasına girişme». Ya­ni vahyin sana bildirdiği kadarını söyle. Ne birinci ne de ikinci gruptan herhangi bir fetva isteme. Çünkü sana gelen vahiy, sana yeter. Bununla beraber, onların bu hususta herhangi bir bilgileri yoktur!

Fakat bu yorum ayetin zahirine muhalif düşmektedir. [27]

 

Her Sözün Arkasında İnşallah Demek

 

(23) «Hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım»,..» Bu Ayetin Tefsiri

Yani yapmayı arzu ettiğin hiçbir şey için «Ben bu şeyi yarın yapacağım veya gelecekte yapacağım» deme. «Ancak Allah diler­se yaparım» de!

Bu ayeti celile Kureyşlilerin «Ruh nedir?», «Ashab-ı Kehf kaç kişidir*!», «Zülkarneyn kimdir?» diye sorduklarında Hz. Pey-gamber'in onlara «Yarın size haber veririm» diyerek «İnşaallah»! söylemeyi unuttuğu bir dönemde nazü olmuştur. Bir rivayete gö­re vahiy onbeş gün gecikmiştir. (Bu rivayet İbn îshak'tan gel­mektedir). Diğer bir rivayette «Üç gün», başka bir rivayette ise «kırk gün» geciktiği ifade edilmiştir. Bu, Hz. Peygamber'e çok ağır gelmişti. Kureyşliler de Hz. Peygamber'i «yalancılık»\a itham etmişlerdi.

(24) «Ancak Allah dilerse yaparım!..» Bu Ayetin Tefsiri

Muhakkik alimlere göre bu istisna 23. ayette geçen nehye bağlanmaktadır. «İnşaallah»a istisna demek, lügat ve isti'malde sabit olmuştur. Nitekim Seyrafi «Şerh'ul-Kitap»ta bunu söyle­mektedir. Ragıb el-İsfehani, Müfredat'ında «İstisna, önceden geçmiş, bir genel tabirin gerektirdiği bir şeyi uzaklaştırmak demefo-tir» diyor. Meselâ kişi «Karım boştur, ancak Allah dilerse» derse «karım boştur» ibaresinin gerektirdiğini «istisna» denilen «inşaaU lah» kaldırır. Hadis-i şerifte «Kim bir şeye dair yemin ettikten sonra inşaallah derse o kişi istisna yapmıştır» buyurulmaktadır.

«Unuttuğun zaman Rabbini zikret»; yani bu hususta herhan­gi bir nisyana maruz kalırsan, sonra da «inşaallah» demediğini hatırlarsan bu kelimeyi söyle! İsterse bu ara kısa, isterse uzun olsun, farketmez.

İbn Cerir, Taberi ve İbn'ul-Munzir, İbn Abbas'tan şöyle riva­yet ederler: «Bir sene sonra dahi yapılsa, bu istisna olur» buyur­muştur. Bu, Ehli Beyt'in de rivayetidir. Aynı zamanda İmam Ah-med de bunu rivayet etmiştir.

İbn'ul-Munzir, İbn.Cübeyr'den şöyle rivayet ediyor: «Yemin edip istisnayı unutan kimse bir aya kadar istisna yapabilir».

İbn Ebi Hatim, Amr bin Dinar tarikiyle Ata'dan şöyle riva­yet ediyor: «Kim bir yemin ederse bir devenin sağıp bitirilmesine kadar istisna edebilir. (Yani istisna yetkisi vardır).»

Tavus, «Yemin ettiği meclisten kalkmadıkça kişinin istisna yetkisi vardır» der.

îbn Ebi Hatim, İbrahim'den şöyle rivayet ediyor: «Konuş* ma içinde bulundukça kişinin istisna hakkı vardır. Konuşmayı bitirdikten sonra ise istisna hakkı kalkmış olur».

Hikâye edildiğine göre, Halife Mansur'un kulağına Ebu Hani-fe'nin bu hususta İbn Abbas'a muhalefet ettiği haberi gelir. Hali­fe, Ebu Hanife'yi azarlamak maksadıyla huzuruna çağırır ve me­seleyi açar. Ebu Hanife   ona:   «Eğer İbn Abbas'ın görüşü kabul edilirse sen zarar edersin. Çünkü sen yemin verdirmek suretiyle halktan biat aldın. Adamlar senin yanından ayrıldıktan sonra «in-şaaîlah» diyerek o biattan çıkar ve sana karşı gelirlerse bunu is­ter misin?» der. Mansur, Ebu Hanife'nin bu yorumunu güzel bu­larak meseleyi kapatır. [28]

 

Îlgînç Bir Mesele

 

Bu hususta ilginç bir hikâye daha anlatırlar: Endülüs alim­lerinden biri, Bağdad alimlerini görmek ister. Onların ilimlerinin hangi noktaya ulaştığını müşahede etmek hevesine düşer. O se­beple onlarla biraraya gelmek maksadıyla Endülüs'ten Bağdad'a ulaşır. Kerh kapısından Bağdad'a girdiğinde önünde iki kişi gö­rür. Bu adamlar başlarında bulunan tabaklar içinde bakla sat­maktadır. Biri arkadaşına şöyle der: «Ey arkadaşım! Ben İbn Abbas'a hayret ediyorum. Nasıl olur da istisnanın faslım caiz gö­rür ve «Ahkâmda bu tesir etmez» der? Eğer durum böyle olsay­dı Cenab-n. Hak, Hz. Eyyüb'e istisnayı emrederdi ki yemininde keffarete maruz kalmasın. Çünkü istisnayı ona emretmek meşak­kat yönünden Cenab-ı Hakk'ın onu irşad ettiği şu noktadan daha kolaydır; «Eline bir deste sap al. Böylece onunla vur ve andını bozma...» (Sa'd 44)- Halbuki Hz. Eyyüb'ün yemini ile Allah'ın kendisine emrettiği arasında bir seneden fazla geçmemiştir». Bu­nun üzerine Endülüs'ten gelen alim memleketine döndü. Gördük­leri ona kâfi gelmişti. Endülüs'te kendisine «Bağdad alimlerini nasıl gördün?» diye sorulunca cevap olarak: «Başının üstünde yollarda bakla satan bir Bağdadlıyt gördüm. İlmi öyle bir nokta­ya gelmişti ki İbn Abbas'a itiraz edebildi. Acaba kendilerini ilim hizmetine adayan medrese ehli nasıldır?» dedi.

Bu hikâyenin bir aslı olup olmadığını Allah bilir. Fakat şu açık bir husustur ki bir bakla satıcısının İbn Abbas gibi ümmetin deniz.misali bir alimine itiraz etmesi pek makul değildir. Üstelik ayetin zahiri de İbn Abbas'm yorumuna uygundur. Aksi takdirde «Hatırladığın zaman Allah'ı an» demenin mânâsı kalmaz.

Bazıları «Bu, Rasûtei Ekrem'in özellikler indendir. RasûLü Ekrem uzun bir zaman sonra da, hatırladığında, istisna edebi­lir, başkası değil» demişlerdir. Nitekim İbn Ebi Hatim, İbn Mer-duveyh ve Tabarani'nin (Kebir'de) muttasıl bir senetle rivayet ettiklerine göre İbn Abbas ayet hususunda şunları söylemiştir: «İstisnayı unuttuğun zaman hatırladığında istisna yap». İbn Ab­bas sonra şöyle dedi: «Bu, Rasûlullah'ın bir özelliğidir. Hiçbiri­miz yeminden sonra istisna etmeye yetkili değiliz».

Bazıları da «Gerek ayette olsun gerek hadiste, bu istisna geç­miş sözden vehmedilen bir hükmü ortadan kaldırmak için değil­dir. Aksine karinesi bulunan bir mukadderden istisnadır. Ayette takdir şöyledir: «Ne zaman Allah'ın zikrini unutursan onu hatır­ladığın zaman zikreyle inşaallah». Hadiste takdir ise şöyledir: «Bugünden sonra artık meşiyeti unutmayacağım ve «inşaallah»ı da terketmeyeceğim» veya «Bundan sonra ,herhangi bir şeyi ya­pacağım dediğimde inşaallaht söyleyeceğim».

Dikkat edilirse bu yorum ayetin zahirinden uzak bir yorum­dur.

Bazı kimselere göre ayet şöyle anlaşılabilir: «İstiğfarı unut­tuğun zaman Rabbini teşbihle, zikreyle». Böylece burada (istis­nanın terkinin; tevbeyi ve istiğfarı gerektiren günahlardandır ilha-mıyla) istiğfara ve istisnaya teşvik vardır.

Bazılarına göre ayetin manâsı: «Allah'ın sana emrettiklerinin bazılarını terkettiğin zaman Rabbini ve O'nun azabını zikreyle ki onu yeniden elde etmek için seni teşvik etsin» şeklindedir. «Unutma»yı «terk»   ile yorumlamak  mecazî bir mânâ olur, aralarında müsebbebiyet ilişkisi vardır.

«De ki: ÜTnarım ki Rabbim beni bundan daha yakın olan bir yola iletir»; yani beni Ashab-ı Kehf'in haberinden, peygamberliği­me delâlet etmek bakımından daha yakın ve daha açık mucize ve delillere irşad eder. Zeccac «Ayette tevil bu şekildedir ve Cenab-ı Hak da peygamberinin bu isteğini vermiştir» eliyor. Meselâ Ra-sûl-ü Ekrem'in zamanından çok uzak dönemlerde yaşayan pey­gamberlerin kıssaları, onların zamanlarında meydana gelen hadi­seler ve Kıyamet'e kadar geçecek zaman içinde vuku bulacak ha­diseler gibi, Ashab-ı Kehf'in haberinden peygamberliğine daha fazla ve daha açık bir şekilde delâlet eden nice mucizeler vermiş­tir.

Cübbai'ye göre bu cümle «Rabbini an» cümlesine bağlıdır. Yani herhangi bir şeyi unuttuğun zaman sana onu hatırlatsın di­ye Rabbini an. Eğer onu buna rağmen hatırlatmazsa de ki: Uma­rım ki Rabbim, unutmuş olduğumdan hayır ve yarar bakımından daha yakınma beni hidayet eder.

İbn'ul-Enbarî'ye göre ayetin mânâsı: «Umulur ki Rabbim ba­na suallerinizin cevabını bildirir ve belirttiğiniz zaman gelmezden önce tarafından bana hayır ve doğruya gitmeyi nasip eder» şek­lindedir.

Beyhaki, Mutemer bin Süleyman tarikiyle şöyle rivayet eder: «Babamdan dinledim. O da Küfe ehlinden birisinden naklediyor­du: İnsan istisnayı unuttuğu zaman onun tevbesi «Umulur ki Rabbim halkı irşad etmek bakımından beni bundan daha yakın olana muvaffak kılar» ayetini okumaktır.»

Ebu Hayyan büyük müfessir Muhammed el-Kûfî'den bunu hikâye etmiştir. Bu ikinci hikâyedeki kişi Mutemer bin Süleyman'ın bahsettiği kişi olabilir. Fakat bu söz, delilsiz bir yorumdur. [29]

 

Ashab-I Kehf, Kaç Sene Uykuda Kaldı?

 

(25) Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani diri olarak uyumak suretiyle 300 sene kaldılar ve dokuz seneyi de buna eklediler. Bu cümle daha önce geçen 11. ayetin açıklayıcısıdır. Bu yorumu birçok tefsir alimi kabul etmiştir.

El Keşf'te müellif: «Eğer 25. ayet daha öncekinin açıklayıcısı ise 26. ayetteki; «De ki: Allah onların ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir» cümlesi onları ağır uykuya daldıran müddetin takriri için olur. Sanki şöyle denilmektedir; «De ki: Allah onların ne ka­dar kaldıklarını daha iyi bilir». Ve bümiştir de. Allah'ın bildiği, etrafında şek ve şüphenin dolaşmadığı doğrunun ta kendisidir.

Bu takriri cümlenin tehir edilmesinin faydası Rasûlullah'ın dönemindeki yahudilerin onların mağarada kaldıkları müddet hususunda ihtilaf etmeleridir. Evvelâ şahısları hakkında ihtüaf etmişler, sonra mağarada ne kadar kaldıklarında ayrılığa düş­müşlerdir. İşte ilk ihtilafın sonunda nasıl «Benim Rdbbim onların sayılarını daha iyi bilir» cümlesi gelmişse, burada da «Onların ne kadar kaldıklarını Rabbim daha iyi bilir» cümlesi getirilmiştir. Ayrıca cümlenin, bu meselenin de Rasûlullah'a bildirilen en gaybî meselelerden birisi olduğuna delâlet yönü de vardır, ki bu da Ra-sûlullah'm mucizesi olur. Eğer Cenab-i Hak «Onların kulakları üze­rine sayıh seneler vurduk» dedikten sonra bu cümleyi onun arka­sından getirseydi bu delâlet, bu cümlede bahis konusu olmazdı. Acaba Cenab-ı Hak niçin 309 sene demedi de «üçyüz sene durdular» dedikten sonra ona «dokuz sene»yi ekledi? Halbuki birinei ta­bir daha kısa ve daha açıktır.

Cevap olarak denilmiştir ki: Kur'an'ın bu tabiri üçyüz sene­nin ehli kitaba göre olduğunu gösterir. Çünkü onların katında sene güneş senesi olarak hesap edilir. Bu da Arap hesabıyla (ya­ni aya göre) 309 sene eder.

Bazıları Hz. Ali'den bu görüşü nakletmişlerdir. Fakat bu gö­rüşe ayet lâfzının delâlet etmesi zahir değildir. Üstelik İmam Fahreddin Razi'nin dediği gibi bu müneccimlerin hesabına da uy­maz. Çünkü güneş senesi onların katında 365 gün, 5 saat, 49 da­kikadır. Nitekim bu durumu İlhanî Rasathanesi böyle tesbit et­miştir. Ay senesi ise 354 gün, 8 saat, 48 dakikadır. Böylece iki he­sap arasındaki fazlalık 11 gün, 20 saat, 1 dakika olur. Bir senenin fazlalığı bu kadar olunca aradaki fazlalık 1187 gün 13 saat 4 da­kika olur ki bu da 3 sene 24 gün 11 saat 16 dakika eder. Böylece üçyüz senenin fazlalığı 9 sene, 73 gün, 9 saat, 48 dakika olur. Bun­dan ötürü, «Hz. Ali'den bu rivayet sabit olmamıştır» denilmiş­tir.

Haffaci, Beyzavi haşiyesi Şehab'ta; «Burada delâletin nedeni açıktır. Çünkü ayetin mânâsı: «Onlar ehli kitap hesabı üzerine 300 sene kalmışlardır. Kavmin ise bu meseleyi ehli kitaptan öğ­renmiştir. Ve senden soru soran kavmin hesabına göre de dokuz yılı artırmıştır» şeklindedir. Zahirden uzaklaşarak ibareye bu şe­kilde mânâ verilmesi bunu iş'ar etmektedir. «Aradaki fazlalık do­kuz senedir» sözü ise yaklaşıktır. Çünkü fazla günler altı ay bile teşkil etmiyorlar. Belki dört ayı bile teşkil etmezler. Onun için o farklılığa önem verilmemiştir. Aradaki fazlalığın dokuz sene ol­ması takribidir. Ve güneş ile ay senelerinin miktarı hakkında söy­lenen sözler tarzında gelmiştir.

Tayyibi; «Ayetteki kısa ibareden bu uzun ibareye udul edilmesinin nedeni şudur: Onlar 300 seneyi doldurduklarında uyanma zamanına yaklaştılar. Sonra dokuz sene daka uykuda kalmalarına karar verildi» diyor. [30]

 

Ehl-Î Kitab'ın Ashaba Kehf Hakkındaki İhtilafı

 

Kitap ehlinin onların sayılarında olduğu gibi uykuda kalış zamanında da ihtilaf etmeleri mümkündür. Bu bakımdan «onlar 300 sene durdular, dokuz yıl da ilave ettiler» ibaresi bu ihtilafı kaldırmak ve hakkı açıklamak için gelmiştir. Böylece «Dokuz yıl da ilave ettiler» cümlesi bu ihtimali takrir etmek ve kaldır­mak içindir. Tıpkı Cenab-ı Hakk'ın şu ayeti gibi: «Nuh on­ların aralarında bin sene kaldı. Ancak elli sene müstesna».

Bazıları; «Onlar azıcık uyandıktan sonra tekraren eski halle­rine döndürüldüler. Bunun için de ayette «onlar dokuzu artırdı­lar» ibaresi konulmuştur» demişlerdir. Bu yorumu İbn Hatim'in daha Önce Katade'den naklettiği rivayet desteklemektedir.

İbn Ebi Şeybe, İbn Cerir, Îbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Dahhak'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Onlar mağaralarında 300 se­ne kaldılar» ibaresi indiği zaman Allah Rasûlü'ne, bunun 300 gün mü, ay mı, yıl mı olduğu sorulmuştur. Bunun üzerine Cenab-ı Hak «sinin» kelimesini indirerek onların yıl olduğunu beyan etmiş­tir».

(26) «De ki: Ne kadar kaldıklarım Allah daha iyi bilir...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «Göklerin ve yerin gaybı O'nundur» cümlesi de­lâlet eder ki; gök ve yerde gayb olan her şey, gök ve yer ehlinin

gizli hallerinin hepsi onun yed-i kudretinde ve mülkiyetindedir. Yani bütün bunlar ilmen Allah'ındır. Bu cümle Cenab-ı Hakk'ın bütün varlıkları bilmesinin sübutunu gerektirir. Çünkü gizliyi bi­len gizli olmayanı zaten bilir.

«Ebsir bihi» ve «Esmt» fulleri taaccub fiilleridir. Yani Ce­nab-ı Hakk'ın görmesi de işitmesi de şayanı hayrettir. O'nun gör­mesi ve işitmesi büyük bir iştir.

Bu sigalarda beyan edilen Cenab-ı Hakk'ın görmesi ve işit­mesi durumu, gören ve işitenlerin üzerinde bulundukları durum­dan hariçtir. Çünkü lâtif-kesif, küçük-büyük, açık-gizli, sır-âlem O'nun nezdinde birdir. Yer ehlinin de göklerin ehlinin de Allah'­tan başka bir yöneticisi ve dostu yoktur. Cenab-ı Hak, hükmün­de hiç kimseyi ortak yapmaz. Hiç kimsenin Allah'ın hükmünde müdahalesi bahis konusu değildir. Bazı müfessirlere göre «on­ların» şeklindeki zamir, gök ve yerin sakinlerine değil. Ashab-i Kehf'e racidir. Yani Ashab-ı Kehf için Allah'tan başka bir dost, emirlerini tedbir eden bir yönetici yoktur. Onlar üzerindeki hü­kümlerde de Cenab-ı Hak mahlûkatından hiç kimseyi kendisine ortak yapmaz.

İbn Atiyye'nin tefsirine göre zamir peygambere düşmanlık yapan kâfirlere racidir. Hz. Pey^amber'e düşmanlık güden kâfir­ler için Allah'tan başka bir yönetici, bir dost, bir yardımcı yok­tur. Mezkûr ayet aynı zamanda bu yoruma binaen tehdid ifade et­mektedir.

Bazı müfessirler, zayıf olmakla beraber, «Bu zamir yer ve göklerdeki mümin kimselere racidir» demişlerdir. Yani yer ye göklerde olan müminler Allah'tan başka bir dost edinmezler!

Bazıları da «Bu zamir Ashab-ı Kehfin mağarada kaldıkları müddet hususunda ihtilafa düşenlere racidir» demişlerdir. Yani o ihtilafa düşenlerin Allah'tan başka herhangi bir dostları yok­tur. Onlar Cenab-ı Hak güç vermezse hiçbir şeyi çözmeye kadir değildirler. O halde Allah onlara bildirmeden Ashab-ı Kehf'in ma­ğarada kaç sene kaldıklarını nasıl bilirler?

Bu yorumlar ayetin zahirine, hatta konunun ruhuna pek uy­gun düşmemektedir.

(27) «Rabbinin kitabından sana vahyediîeni...» Bu Ayet'in Tefsiri

Bu ayetin bir Öncekiyle ilgisi şudur: Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kehf'in kıssasını zikrettiğinde bu kıssalar Rasûl-ü Ekrem'e nis-betle gaybi emirler olduğundan Kur'an'ın bu kıssayı kapsaması onun vahy olduğuna delâlet etmiştir. Kur'an'ın mucizlik yönleri sadece bu kıssayı kapsamıyorsa da, onun bu yönden de muciz ol­duğunu göstermiştir. Cenab-ı Hak, Peygamberi'ne Kur'an'ı sık sık okumasını tavsiye etmiştir. Çünkü ayetin başındaki «Vetlu» emri, «Tilavet» kökünden gelir ve okumak manasınadır. Yani Kur'an'ı ashabına veya tüm insanlık âlemine okumaya devam et. «Bu Kur' an'dan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştin» diyenlerin söz­lerine kıymet verme!

Bazı tefsir alimlerine göre, «Vetlu» emrinin ittiba mânâsını ifade eden «Tıluv» kelimesinden gelmesi de mümkündür. Yani sa­na vahyedilene tabi ol, onunla amel et!

Bazı kimselere göre bu ayetin daha önceki ayetlerle bağlan­tısının nedeni şudur: Ashab-ı Kehf hususunda Cenab-ı Hak engin ve derin bir cidale girilmemesini tavsiye ederek, bunu yasakladık­tan ve hiç kimseden onların durumunu açıklamasını istememe­sini söyledikten sonra, onların durumuyla ilgili olarak kendisine vahyediîeni sık sık okumasını emretti. Sanki Cenab-ı Hak tarafından şöyle denilmektedir: Onların durumuyla ilgili olarak sana vahyediîeni oku, artık başka bir şeye ihtiyaç duyma. Ve Kur'arf da mevcut olanın fazlasına dalma.

Veya sana gelen vahye tabi ol. Bu konuda hasımlarla derin tartışmalara girme ve hiç kimseden de fetva isteme!

Bu yorumlara göre, bu ayet daha önceki yasaklara bağlıdır. Vahyedilenden maksat da Ashab-ı Kehf'in kıssasının açıklaması­nı içeren ayetlerdir.

Bazı müfessirler, 27. ayetin, «Allah onların mağarada ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir» ayetine bağlı olduğunu söylemişlerdir. Yani onlara de ki: Allah onların ne kadar kaldıklarını daha iyi bi­lir. Ve onlara sadece Cenab-ı Hakk'ın bu hususta haber verdik­lerini oku! Bu yoruma göre, vahyedilenden maksat bu haberleri içeren ayetlerdir. Görüldüğü gibi bu yorum daha önceki yorum­dan daha uzak görünmektedir. Nitekim Alusi «Bu yoruma iltifat etmenin uygun olmadığını» söylemiştir. O halde en uygun ve en güvenilir husus, vahyedilenden maksadın gerek bu kıssa, gerekse diğer hüküm ve kıssalar olsun, onları içeren bütün ayetler olma­sıdır. [31]

 

Kur'an'da Tebdil Yoktur

 

«Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur», yani hiç kim­se O'nun kelimelerini değiştirmeye ve bozmaya kadir değildir. Bu­na ancak Cenab-ı Hak kadirdir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın kudreti her şeyi ihata etmiştir. O dilediğini siler, dilediğini sabit bıra­kır.

Bu ayetten anlaşılıyor ki, Nahl Suresi'nin 101. ayetine daya­narak, «Kur'an'da tebdil vardır» diyenin sözü reddedilir. Çünkü ayetin zahirîne bakıldığında burada «Kelimeler»in umumi ol­duğu görülür. Haberler ve diğer konuların hepsi kelimelerin kap­samına girer. îşte bu noktadan hareketle Tabersi; «Cenab-ı Hakk' m haber verdiğini değiştiren, emrini bozan kimse olamaz. Ayetten muzaf düşürülmüştür. Yani kelimelerin hükmünü değiştiren yoktur» demiştir. Fakat bilinmektedir ki Kur'an'daki haberler nes­hi kabul etmezler. Yani haber olarak, kıssa olarak Kur'an'da ge­len ayetler nesh edilmezler. Binaenaleyh irade bununla bağlanmaz ki kudret onunla bağlanmış olsun.

Bazıları; «Bu ayet ve bundan önceki ayetin konusu Ashab-ı Kehf'in haberleriyle ilgili olduğundan dolayı «Kelimeler»den mak­sat haberlerdir» demişlerdir. Bu yoruma göre, olumsuz nekramn tahsisine ihtiyaç yoktur. Çünkü haberde nesh olamaz.

Bazı kimselere göre bu ayetteki, «kelimeler» Cenab-ı Hakk'ın tevhid ehli olan kullarına va'dettikleridir. Sanki Allah tarafından şöyle denilmiştir: «Ey Habibim! Sana vahyolunanı oku. İnatçı kâ­firlere perva etme. Çünkü o tevhid ehline verilmesi gereken va'dîe-ri içermektedir. Bu va'di değiştirebilecek kimse yoktur. Sen vahyi oku, başkasına perva etme. Kesinlikle Allah sana ve senin asha­bına yardımcıdır». Bu yorum da, her ne kadar sonraki uygunluğu daha fazla ise de ayetin nazmından biraz uzaktır.

«Kelimatihi»deki zamir, Mecma'ul-Beyan'dan anlaşıldığına gö­re «KitabüB. racidir. Yani «Kitab'm kelimelerini değiştirecek yok­tur».

Cenab-ı Hakk'a raci olması da mümkündür. Bu takdirde «Al­lah'ın kelimelerini değiştirecek yoktum demek olur. Allah'tan baş­ka bir sığınak da bulamazsın! [32]

 

Meal

 

28- Nefsini sabah-akşam Rabbini sırf rızasını dileyerek ça­ğıranlarla birlikte sabret (tir). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Bizi anmaktan kalbini gafil kıldığı­mız, kötü arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olan kimseye itaat etme!

29- De ki: «Hak, Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman et­sin, dileyen  inkâr etsin. Biz zalimlere öyle ateş hazırladık  ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.   (Susuzluktan) imdat isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile on­lara cevap verilir. O ne fena bir içecek ve ne kötü dayanacak bir yerdir.

30- Kuşkusuz ki biz iman  edip de güzel davranışlarda bu­lunanların; güzel ameller yapanların ecrini zayi etmeyiz!

31- Onlar, içlerinde ırmaklar akan Adn Cennetleri kendile­rine verilenlerdir. Orada tahtlar üzerinde kurularak, altın bile­ziklerle bezenirler. İnce ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek koltuklara yaslanırlar. Bu ne güzel sevap ve ne güzel dayanaktır!

32- Onlara şu iki adamı misâl olarak anlat: Onlardan bi­rine iki üzüm bağı verdik. Her ikisinin de etrafını hurmalarla donattık, aralarında da ekinler bitirdik.

33- İki bağ  da yemişlerini vermiş,  hiçbirini  eksik bırak­mamıştı. İkisinin arasında bir de ırmak fışkırtmıştık.

34- Onun başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla ko­nuşurken O'na; «Ben servetçe senden daha zenginim. Adam sa­yısı bakımından da senden daha güçlüyüm» dedi. [33]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(28)   «Nefsini sabah akşam...»Bu Ayetin Tefsiri

Allâme Şevkâni bu ayetin nüzul sebebini şöyle ifade ediyor:

«İbn. Merduveyh ve Beyhaki, Selmani Farisi'den rivayet edi­yor: Müellefet'ul-Külub'dan olan Uyeyne bin Bedr ve Akra bin Ha­bis Allah'ın Rasûlü'ne gelerek: «Ey Allah'ın Rasûlü.' Eğer meclisin başına gidip oturur, şu kişiler ile onların cübbelerinden gelen ko­kulardan uzaklaşırsan seninle konuşur, seninle oturur ve sözle­rini dinlerdik» dediler. (O kişiler ile Selmani Farisî, Ebu Zer Gi-fari ve diğer fakir müslümanları kastediyorlardı. Zira bu insan, lann sırtlarında yünden yapılmış cübbeler vardı). İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti, «Kesinlikle biz zalimler için bir ateş hazırladık» cümlesine kadar indirdi».

Ebu Şeyh, Selman'dan yaptığı rivayete şunu da eklemekte­dir:

«Bu ayet indikten sonra Rasûl-ü Ekrem kalkıp o fakirleri ara­dı. Onları mescidin sonunda Allah'ı zikreder halde buldu. Bu man­zarayı gören Uz. Peygamber şöyle buyurdu: «Hamd o Allah'a mah­sustur ki beni öldürmezden önce ümmetimden olan bazı kişilerle beraber nefsimi sabretmeye alıştırmamı emretti. Benim dirUiğim de Ölümüm de sizinle beraberdir».

Yani daimi bir şekilde Rablerine ibadet eden kimselerin soh­betinde tut nefsini. O sohbet içerisinde nefsini sabit kıl! Ayetteki «sabah-akşam» tabiri süreklilik bildirir. Zira bu tabir Arap lisa­nında süreklilik için kullanılır. Tıpkı «Zeyd'in hem karnına hem de sırtına vuruldu» cümlesindeki karın ve sırtın bütün bedenden kinaye olması gibi.

Bazı müfessirlere göre, «sabah ve akşam» tabiri hakikî mânâ­da kullanılmıştır. Bütün vakitleri kapsayıcı şekilde onlardan mânâ irade ediliyor değildir. Yani onlar sabah ve akşam, günün iki ta­rafında da Rablerini zikrederler! «Sabah ve akşam» tahsisen zikre­dilmiştir. Çünkü bu vakitler insanların gaflette olduğu ve meşgul bulundukları zamanlardır. Bu ibadetten maksat ya Cenab-i Hakk' m zikridir, —ki bu husus Muğire tarikiyle İbrahim'den nakledil­miştir—; ya da Kur'an okumaktır, —ki bu da Ubeydullah bin Ab­dullah Adiy bin Heyyar'dan rivayet edilmiştir—.

Hakim Tirmizi, İbn Cübeyr'den rivayet ettiğine göre bu iba­detten maksat haram ve helali ayırdetmek suretiyle çalışmaktır.

İbn Ömer ve Mücahid «Bu ibadetten maksat beş vakit na­mazda bulunmaktır}} demişlerdir.

Katade ise «Sabah ve ikindi namazında bulunmaktır» de­miştir. İkinci görüş en kuvvetli olanıdır.

«Rablerini sabah ve akşam çağıranlar» ile kastedilen sahabi-lerin fakirleridir. Onlar Suheyb, Sehnan, İbn Mesud, Bilâl ve benzerleridir. Kureyş kâfirleri (Umeyye bin Halef gibileri, ki bunlar Mekke'nin ileri gelenleri idi) Rasûl-ü Ekrem'e: «Bunları meclisinden uzaklaştırır san seninle gelip otururuz. Çünkü buniarın cübbelerinden gelen koku bizi rahatsız ediyor» dediler ve bu­nun üzerine bu ayet indi.

Bu sözü Rasûl-ü Ekrem'e Umeyye bin Halef gibi Mekkeliler soylemişlerse ayet Mekkî'dir. Eğer daha önce naklettiğimiz riva­yetteki gibi Uyeyne bin Bedr, Akra bin Hasib gibi kişiler soylemiş­lerse ayet Medenî'dir.

Ebu Hayyan «Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü bu surenin tamamı Mekke'de nazil olmuştur» diyor.

Fakat ravilerin çoğunun sözü ikinci ihtimali (yani Medine'de nazil olduğu hususunu) teyid etmektedir. îşte bu teyide binaen bu ayetler surenin hükmünden istisna edilmişlerdir. Niçin onlarla beraber nefsini tutması Rasûl-ü Ekrem'e emrediliyor? Çünkü on­lar sabah/akşam Rablerine ibadet ediyorlardı.

Bu ayet El-Bahr'da yer aldığına göre, En'am Suresi'ndeki «Rab­lerini sabah ve akşam, çağıranları kovma» ayetinden daha beliğ­dir. Onlar bu ibadetleriyle Allah'ın rızasını talep ederler, riya ve şöhret için bunu yapmazlardı.

Ayetin metnindeki «Vechehu» kelimesi Allah rızası demektir. Nitekim İmam Süheyli; «Vech kelimesi Allah'a giden zamire iza­fe edilmiştir. Onda rıza, taat ve Allah katında hoş karşılanan iba­detler kastedilir. Zira bir kimse, kendisinden razı olduğu kimse­ye yüzünü çevirir. Öfkelenirse yine ondan yüzünü çevirir» demiş­tir.

Bazı müfessirlere göre burada yüz mânâsına gelen «vecih» ten maksat Cenab-ı Hakk'ın zatıdır. Bazıları da «Yüz» kelimesinin burada «teveccüh (yönelmek)» mânâsında olduğunu söylemişler­dir. Bu takdirde ayetin  mânâsı   «Onlar Cenab-ı Hakk'a teveccüh etmeyi kastederler ve O'~a yaklaşmayı dilerler» şeklindedir. Fa­kat birinci yorum daha güzeldir.

{(Gözünü onlardan çevirme»; yani onları perişan hallerinden ötürü hakir görme! Bu, onları hakir görmeyi yasaklayan bir cüm­ledir. Onlar gibi olmayan zenginlerle ve dünya ehliyle oturmayı talep etme. [34]

 

Zikir Gafleti Kaldırır Mı?

 

«Bizi anmaktan kalbini gafil kıldığımız kimseye, (fakirleri meclisinden uzaklaştırmak suretiyle) itaat etme!» Bunların kal­bini Cenab-ı Hak zikrinden gafil kılmıştır. Çünkü kalplerinde zi­kir istidadı tamamen yok olmuştur. «Kalpleri Allah'ın zikrinden gafil kılınanlar», fakirleri meclisinden uzaklaştırmasını Rasûlul-lah'tan talep edenlerdir.

«Zikir»den maksat ya bizim bildiğimiz zikirdir veya Kur'-an-ı Kerim'dir.

Bu ayeti celile «İnsanların fiillerini yaratan Allah'tım diyen ehli sünnetin mezhebini açıkça ortaya koymaktadır. Mutezile, ayeti, «Onları hidayetten mahrum kılmak suretiyle kalplerini ga­fil kıldık» şeklinde tevil eder.

Bazı kimseler ayetin mânâsının «onların kalbinin gafil oldu­ğunu tesadüfen gördük» şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Fa­kat bu tevil çürüktür. Zira tesadüfen görmek üimsizliği ve daha Önce mevcut olan bir cehaleti gerektirir. Yani daha önce bundan haberdar değilmiş de Cenab-ı Hak (hâşâ) ansızın bunu görmüş­tür. Böyle bir yorum böyle bir mânâyı ortaya çıkarır ki Allah bi­zi korusun.

Bazıları da «Onların kalbini gafil kıldık»dan maksat onları gaflete nisbet etmek demektir» demişlerdir.

Hevâlanna tâbi olana itaat etme, şehvetleri aramak hususun­da nevaların arkasından gidenlere uyma!

Dinin takrir edilen kaidelerinden birisi de büyük mefsedeti ortadan kaldırmak için daha küçük mefseded yapılabilir kaide-sidir. Dolayısıyla burada «fakir sahabeleri meclisten uzaklaştır­mak suretiyle onlara itiraz eden kâfirleri imana getirmek bahis konusu iken niçin bu yapılmamıştır?» şeklindeki sorunun cevabı şudur:

Cenab-ı Hak bu kâfirlerin hakiki bir imanla iman etmeye­ceklerini biliyordu. Hatta yine biliyordu ki iman ederlerse bu za­hiri bir iman olacaktır. Böyle bir iman ise o fakirleri sohbetten mahrum etmeyi gerektirmez. Bunun için Cenab-ı Hak Rasûlul-lah'a kâfirlere uymamasını emretmiştir.

Hevasma tâbi olanın imanı terketmek hususundaki vaziyeti ihtimam edilmesi gereken bir durumu önemsememektir. Bu ba­kımdan onun durumu ifrat ve israftır. Mukatil «Furuten» kelime­sini israfla tefsir etmiştir.

(29)   «De ki: Hak Rabbinizdendir...» Bu Ayetin Tefsiri  

Yani kalplerini zikrimizden gafil kıldığımız kişilere ve hevâi nefsi peşinde koşanlara de ki: «Bana gelen şu vahy hakkın tâ kendisidir ve Rabbinizden gelmiştir. Binaenaleyh dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun. Ne iman Allah'ı zengin eder, ne de kâ­firlik ona bir noksanlık getirir».

Bu, tehdit dolu bir cümledir ve müslümanları kovması du­rumunda Rasûlullah'a tâbi olmalarının mühim olmadığını, pey­gamberin bu durumdan müstağni olduğunu belirtmektedir.

Bu ayette geçmekte olan «Hak» ile kastedilen Mukatil'den ge­len rivayete göre Kur'an'dır. Dahhak «Tevhiâ'dir» diyor. Kirma-ni «Kur'an ile İslâm'dır» derken, Mekki, «Tevfik ile mahrumiyet, tir» diyor. Yani «De ki: Tevfik de mahrumiyet de Allah katından gelir. Allah dilediğini hidayete muvaffak kılar ve o iman eder. Di­lediğini de hidayetten mahrum "bırakır ve o da kâfir olur. Bu du­rumların hiçbirisi benim elimde değildir, hepsi Cenab-ı Hakk'ın katındandır». Fakat biraz dikkatle bakınca bunun uygun bir tef-sir olmadığı ortaya çıkar. [35]

 

Kül Fiilînin Yaratıcısı Mıdır?

 

Mutezile'ye göre bu ayet kulun fullerinde müstakil olduğunu ve fiillerinin mucidi olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bura­da imanın ve küfrün tahakkuku Allah'ın mutlak meşiyetine bağ­lanmıştır. Zira şart olan bir cümle ceza olan bir cümlenin tam bir illetidir. Bu bakımdan ayet, kişinin küfür ve imanı icad etmekte müstakil olduğunu ortaya koyar. Binaenaleyh hiçbir fiille diğer­leri arasında fark yoktur. Öyleyse insan bütün fiillerinin mucidi­dir.

Buna cevap olarak ehli sünnet şöyle der: Eğer kulun meşiyeti (dilemesi), fiilleri meydana getirir şeklinde farz edilse de yine maksat tamamlanmaz. Zira akıl da nakü de kulun meşiyetinin Allah'ın meşiyetine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Akla ge­lince, eğer kulun meşiyeti Allah'ın meşiyetine bağlı olmazsa devir (veya teselsül) lazım gelir. Nakle gelince, Cenab-ı Hak «Allah di­lemedikçe siz dileyemezsiniz» buyuruyor. İşte bu, kulun meşiye­tinin Allah'ın meşiyetine bağlı olmasıyla   beraber kulun meşiyetinde müstakil olmadığını gösterir. Sabit oldu ki kul hem mecbur, dur ve hem de muhtardır. (Bu, Eş'arüerin mezhebidir.)

Süddi, bu ayetin «Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz» aye-tiyle neshedildiğini söylemiştir. Muhtemelen Süddi bu sözüyle, zikredilen ayetten ilk anda insanın zihnine gelen hususun kaste-dilmediğini söylemek istemiştir. Aksi takdirde bu, bâtıl bir söz olur.

«Biz salimler için bir ateş hazırladık» cümlesindeki «zalim­lerden maksat, Allah'tan gelen hakkı inkâr eden kâfirlerdir. Kâ­firlere «zalim» denilmesinin nedeni şu noktaya dikkatleri çekmek içindir: Küfrü dilemek, imana rağmen onu seçmek haddi aşmak­tır. Bir şeyi esas yerine koymamaktır ki bu da zulümdür.

Bu cümle «Dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun» cüm­lesinin nedenidir. «Ateş»ten maksat büyük ve acaip bir ateştir. O ateşin duvarları onları kaplamıştır. Ayetin metninde geçmek­te olan «Suradık» kelimesi —ki biz onu duvar ile tercüme ettik— aslında «çadırlar» elemektir. Öyle ki burada zalimleri kapsayan ve her tarafa yayılan ateşin alevleri, bir çadıra benzetilmiştir.

Bazı müfessirlere göre «Suradık» kelimesi, çadırın etrafında, çadıra varmamak için kazılmış olan çukur demektir.

Bazıları da bu kelimenin yükselen ve eşyayı kaplayan duman olduğunu söylemiştir.

Katade'den gelen rivayete göre bu kelime hem dumana hem de aleve denir.

İbn Cerir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre «Suradtk» kelimesi ateşten meydana gelen duvar demektir.

Kelbi «Suradık kelimesi bir boyundur, ateşten çıkar ve kâfir­leri kapsar» demiştir. [36]

 

Okyanuslar Ateş Mi Olacaklar?

 

Maverdi «Suradık'tan maksat dünyayı kapsayan okyanustur. Kıyamet Günü'nde bu ateş olur, kâfirleri kapsar» der. Maverdi bu tefsiri, îmam Ahmed'in, Buhari'nin, Ibn Ebi Hatim'in ve Beyha-ki'nin, Ya'la "bin Ümeyye'den rivayet ettikleri şu hadisten almak­tadır: «Kesinlikle deniz cehennemdendim diyen Rasûl-ü Ekrem daha sonra «Onları Suradık'ları kapsar...» ayetini okudu.

Rağıb el-İsfehani, Müfredat'ta «Suradik kelimesi Farsçadır, Arapçalaştınlmıştır» eliyor.

Eğer onlar susuzluktan feryad edip, su isterlerse onlara «Muhil» gibi bir su verilir. İbn Cerir ve başka müfessirlerin İbn Abbas ile İbn Cübeyr'den rivayet ettiklerine göre «Muhil» ,zeytin yağı tortusu gibi kaim bir sudur. Bu konuda merfu bir hadis var­dır, îmam Ahmed, Tirmizi, İbn Hibban, Hakim ve Beyhaki, Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ediyorlar. «Muhil, zeytinin bula-niklısı gibidir. Ve insanoğluna yaklaştınldığı zaman insanın yü­zü paramparça olur, onun içerisine dökülür».

Birçok kimse de bu kelimenin yeryüzündeki madenlerden eritilen ve su haline getirilen nesne olduğunu söylemiştir.

Tabarani, Îbn'ul-Munzir ve İbn Cerir, tbn Mesud'tan şöyle ri­vayet ediyorlar. İbn Mesud'tan «Mühihnn mânâsı nedir?» diye so­rulduğunda o; «Bana biraz altın ile gümüş getirin» dedi. İstedik­leri getirildi. Onlar eridikten sonra «İşte cehennem ehlinin içkisi­ne e% benzeyen şey budur. O içkinin rengi gök rengindendir. Ancak cehennem ehlinin içkisi bu altın ve gümüş eriyiğinden hara­ret bakımından daha şiddetlidir» diye buyurdu.

«Vücuh» kelimesi «yüz» mânâsına gelen «vech»\n çoğuludur. Burada insanın hakiki yüzü kastedilmiştir: Bazı kimseler «Bura­da bütün beden kastedilmektedir» demişlerse de bu zayıftır.

Ayetin sonundaki «Murtefekan» kelimesi dayanak mânâsına gelen irtifak kökünden alınmıştır. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre murtefak «konak», «menzil» demektir. (Bu tefsiri İbn Ebi Hatim; Katade'den de rivayet etmiştir).

İbn Ata'nın «İstikrar yeri» (durak) şeklindeki ifadesi de bu mânâya gelir. El-Utbi'nin «meclis demektim sözü de aynı mânâ­ya gelir.

(30-31) «Kuşkusuz ki iman edip de güzel davranışlarda...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayette Cenab-ı Hak, güzel amellerde bulunan kullarına te­minat vermektedir. Zira Cenab-ı Hak «Biz güzel davrananların ecrini zayi etmeyiz» demektedir. «Onların amellerim zayi etme. yeceğiz» sözü Cenab-ı Hakk'ın mümin kullarına vermiş olduğu ilâhî bir teminattır.

Ayetin birinci cümlesi imana teşvik etmenin nedenidir. Ni­çin iman etsinler? Çünkü iman eden ve salın amelde bulunanların ecri zayi edilmeyecektir.

Birinci «inne»mn haberi «inna» ile başlayan ikinci cümlenin tamamıdır. Ayetin takdiri «Kesinlikle iman eden ve salih amel­lerde bulunanlardan olan güzel amelli kimselerin ecrini zayi et­meyiz» oluyor. Şu itiraz burada geçerli değildir: «Madem ki iman edip salih amel işleyenlerden amel yönünden güzel davrananların ecri zayi olmaz, denilmiştir, o halde amel yönünden güzel olma­yanlar da var demektir ki bundan onların ecri zayi oluyor anla­mı çıkar».

Evet, bu itiraz yapılmaz. Çünkü ayetin metnindeki «Min» ke­limesi tümü değil de bir parçayı ifade ettiği takdirde durum böy­ledir. Halbuki burada böyle bir mânânın kesinliği bahis konusu değildir. Çünkü «Min» kelimesi beyaniye olabilir.

Bazı tefsir alimleri, ayetin başındaki «inne»nin haberinin «İşte onlar var ya, onlar için Adn Cennetleri vardır» cümlesi ol­duğunu söylemişlerdir ve en uygun olanı da budur. Aradaki cüm­le bir ara cümlesidir. Bu takdirde ayetin mânâsı şu olur: «O kim­seler ki iman ve salih amel sıfatıyla niteleniyorlar, onlar için ika­me cennetleri vardır». Zira Adn kelimesi ikame ve istikrar mânâ-nâsı taşımaktadır. Cevherlerin bulunduğu yerlere «maden» denil­mesi   orada cevherlerin istikrar etmesindendir. [37]

 

Adn Cenneti

 

İbn Mesud'tan gelen bir rivayete göre «Adn», cennetlerden biridir ve cennetlerin göbeği sayılır. Ayette «Adn Cennetleri» şek­linde tabir edilmiş olması onun çok geniş olmasıdır. Sanki onun her köşesi ayrı bir cennettir. Onlar emin oldukları, cennet köşk­lerinde bulundukları halde altlarında nehirler akar. Cennetlerde onlara altın bilezikler takılır.

«Esâvir» kelimesi «esvire» veya «sıvamın, cemidir ve «bile­zik» demektir. Bu kelime esasında Arapçadır. Fakat Rağıb, Müf-redat'ta «destıvare kelimesinin Arapçalaştırılmışıdır» der.

İbn Merduveyh'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Eğer cennet ehlinden bir kişi ortaya çıkar, kolundaki bilezikler görünürse, güneş diğer yıldızların ışığını kay­bettiği gibi ışığını kaybeder».

Tabarani ve Beyhaki'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre; «Ziynet bakımından cennet ehlinin en düşüğünün üzerin­deki süsler bütün ehli dünyanın ziynetleriyle tartılsa, Allah'ın Ahiret'te ehli cennete verdiği ziynet bütün ehli dünyanın ziynetin­den daha üstün olur».

Bu hadisteki «üstün olur» tabirinden maksat ya kıymet ba­kımından veya parlaklık ve süs vermek bakımından üstün olur, demektir.

«Onlar yeşil elbiseler giyerler», zira yeşil, renklerin en güze­lidir. Diğer renklere göre nefis daha fazla yeşille açılır. Bazı ri­vayetlerde yeşil rengin göz nurunu artırdığı bildirilmektedir. De­nildi ki «Üç şey vardır ki insandan hüznü götürür. Birincisi su, ikincisi yeşillik, üçüncüsü güzel yüz».

Zahire bakılırsa cennet ehlinin elbiseleri sadece yeşil değil­dir. Zira cennette onlar için nefislerin çektiği ve gözlerin hoşuna gidecek her şey vardır.

«S.undus» kelimesi El-Cevaluki'ye göre Farsça bir kelimedir, sonradan Arapçalaştmlmıştır. Mânâsı «ince ipekli» demektir. Kamus'ta, «sundus» kelimesi «dibacın incesi» anlamındadır. Ke­sinlikle Farsça'dan Arapçalaştırılmış olduğu söylenir. Leys; «Ne lûgatçiler ne de tefsir alimleri bu kelimenin Arapçalaştırılmış ol­duğunda ihtilaf etmemişlerdir. Fakat İmam Şafii Sundus'un Arapçalaştırılmış bir kelime olduğu fikrine karşı çıkmıştır» der.»

Şeydele adlı alim «Bu kelime Hinduca'dtr. Dibacın incesi de­mektir» demiştir.

«îstebrak» kelimesinin tefsiri, İbn Cerir, Katade ve îkrime' den gelen bir rivayete göre «ipeklinin kaimi» demektir. İbn Bahr, «istebrak altınla işlenmiş ipeklidir» derken, Kamus sahibi «fca-lın ipeklidir», «altınla işlenmiş ipeklidir», «çok kalın ibrişim elbi. sedir» demiştir. Tefsir alimlerinin çoğu ile lûgatçilerin çoğu, bi­rinci mânâyı desteklemektedirler. Bu kelime İbn Ebi Hatim'in Dahhak'tan rivayet ettiğine göre Farsça «istebreh» kelimesinin Arapçalaştınlmişıdır. Mânâsı kaim nesne demektir. Meşhur olan şudur ki Farsça'da kaim eşyaya «istebr» yani «halsiz» denir.

îbn Kuteybe «Bu, Rumca bir kelimedir, Arapçalaştırilmıştım diyor. İbn Dureys ise «Kelime Süryanice'dir, Arapçalaştınlmıştır» demiştir. Bazılarının iddiasına göre bu kelime Arapça'da da, Fars­ça'da da, «kalın ve güzel ipekli» demektir. Burada Arap ile Fars dili aynı kelimede ittifak etmişlerdir. El-Ezheri de bu son iddia­yı kabul etmektedir.

Bu ayette hem «Sundııs» hem de «İstebrak» kelimesinin ge­tirilmesi işaret eder ki bu kavm için cennette ne isterlerse vardır. İki kelimenin nekra oluşu da tazim içindir. [38]

 

Cennetliklerin Elbiseleri

 

Tayalisi, Buharı ve Nesei, İbn Ömer'den şöyle rivayet eder-

ler:

«Bir kişi: «Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet ehlinin elbiselerinden ha­ber ver. Acaba onlar yaratılırlar mı yoksa örgü ile mi meydana] getirilirler?» diye sordu. Hz. Peygamber: «Cennet elbiseleri cen­net meyvelerinin çiçekleridir» diye buyurdu.

Cenab-ı Hak süs ve takılan elbiseden önce zikretti. Çünkü takılar nefisler için elbiseden daha önce gelirler ve nefisçe daha bü­yük ve sevimlidirler.

Ayetin metnindeki «Eraik»   kelimes.    «Erikemin    cem'idir.

Erike, üzerinde «gelin evi» tabir edilen nesnenin bulunduğu taht demektir. Eğer tahtın üzerinde «gelin evi yoksa ona «erike» denilmez.

Beyhaki, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:

«Erike, bir tahtın üzerindeki gelin evidir. Ona erike denilme­sinin nedeni yerde olmasından, bilinen arak ağacından elde edil­mesinden veya ikamet yeri olmasındandır».

Eraik kelimesinin mânâsı ne olursa olsun ayet burada onla­rın nimetler içerisinde yüzdüklerinden, müreffeh bir hayat yaşa­dıklarından kinayedir. Çünkü gelin evlerindeki tahtlara kurulan­lar ancak zengin ve müreffeh yaşayan insanlardır. Rivayetler açıkça onların tahtlara dayandıklarını, nimetler içerisinde yüz­düklerini ifade etmektedir.

(32-33) «Onlara şu iki adamı misal olarak anlat...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani Rablerini sabah ve akşam durmadan çağıran müminle­re ve onların meclisten kovulmasını isteyen kâfirlere bu iki kişi­nin halini misal olarak anlat.

İki kişiden ya mukadder (yani mevcut olmayan) iki kişi kas­tedilmektedir ki darb-i mesel onların varlığını gerektirmez veya mevcut olan iki kişi söz konusudur. En güvenilir tefsir de bu­dur.

Bazılarına göre, onlar îsraüoğuîları'ndan iki kardeşti. Biri­si kafirdi ve ismi Fertus veya Kıtfir'di. İkincisi ise (İbn Abbas'a  göre) Yehuza'yclı ve mümindi. Mukatil diyor ki {(Müminin ismi yemliha idi».

İbn Abbas'tan gelen diğer bir tefsire göre bunların ikisi de îsrailoğullan'nın krallarından birisinin oğullarıydı. Birisi malını Allah yolunda sarfetmişti. Diğeri de kâfir oldu, Dünya ziyneti ve mallarının artışıyla meşgul oldu. Rivayete göre bunların ikisi de demirci idiler ve çok mal kazandılar. Diğer bir rivayete göre ise onlar babalarından 8.000 altın miras aldılar. Onu paylaştılar. Kâ­fir olan kendi payına düşen altınla, bin altın ödeyerek arazi satın aldı. Mümin ise «Yarabbi, ben bin altım senin yolunda tasadduk ediyorum ve cennette senden bir arazi isterim» dedi ve bin altını tasadduk etti. Sonra kâfir bin altınla bir ev yaptı. Mümin, «Ya­rabbi, ben cennette senden bir evi bin altınla satın alıyorum» di­yerek bin altın sadaka verdi. Sonra kâfir bin altınla bir kadın al­dı. Mümin ise «Yarabbi, bin altını cennetteki huri için mehir kı­lıyorum» diyerek bin altını sadaka olarak dağıttı. Sonra kâfir ge­ri kalan bin altınla hizmetkâr ve ev eşyası aldı. Mümin, «Ey AU lakım! Ben senden bin altınla cennetteki vildan-ı muhalledini sa­tın alıyorum» diyerek sadaka verdi. Sonra mümin muhtaç duru­ma düştü. Kâfir kardeşinin yolunda oturdu. Kardeşi haşmet ve azametle onun yanından geçti. Kardeşinden istekte bulununca onu kovdu ve malım sadaka verdiği için onu kınadı.

Allah bunun hakikatini daha iyi bilir. Ancak bunun güvenilir bir rivayet olmadığı anlaşılmaktadır.

Bazıları bu iki kişinin Beni Manzum kabilesinden iki kardeş olduğunu söylemiştir. Birisi kâfirdi ve ismi Esved bin Esed idi. Birisi de Ebu Seleme Abdullah bin Abd'il-Esed idi.

Mümin ve kâfir gruplar için bunların misal verilmesinden maksat, halleri bakımından değildir. Yani, mümin Ahiret'te şöy­le olacaktır, kâfir ise böyle olacaktır yönünden değildir. Aksine kâfir Allah'ın nimeti içerisinde yüzdüğü halde O'na isyan etme­si, mümin fakirlik zahmetlerini çektiği halde Allah'a itaat etmesi yönünden misâldir. Yani nimetle beraber isyan, fakirlikle beraber taat yönünden iki kişi bu iki grup için misaldirler.

«O iki kişiden birine iki üzüm bağı verdik» denümektedir. Ancak Cenab-ı Hak bu bağların hangi memlekette olduklarını ta­yin buyurmamıştır. Çünkü böyle bir tayinde pek fazla bir fayda yoktur.

Allah Teâlâ, o iki bostanın üzümlerden müteşekkil olduğunu ifade etmektedir. Zira bostan üzümlerden değil de üzüm ağaçla­rından meydana gelir.

«O iki bostanı hurma, ağaçlarıyla çevirmiştik»; yani ikisinin kenarlarında da hurma ağaçlan vardı ve onlar takviye edilmek­teydi.

«O iki bostan arasında ekinler kıldık», kî orada hem ürünler hem de meyveler meydana gelsin ve o iki bostan güzel bir durum­da bulunsun! O iki bostan da meyvelerim tam verdiler ve meyve--ler yenebilecek kıvama geldi. Bostanlar meyvelerini hiç eksütme-diler.

«Bu iki bahçe arasında bir nehir fışkırttık», ki onların su al­maları devam etsin ve su vasıtasıyla onların renkleri daha güzel-leşsin.

Yahya bin Ebu Amir Eş-Şeybani der ki: «Bu nehir Ebi Farras» diye anılan malûm nehirdir».

Bu nehir, İbn Ebi Hatim'e göre, Remle'nin meşhur bir nehri­dir.

(34) «Onun başka geliri de vardı...» Bu Ayetin Tefsin

Bu ayetteki «onun» zamiri iki bahçenin sahiplerine gitmektir. Yani o iki bahçe sahibinin başka çeşit malları da vardı. Evet, bu ayetin metnindeki «semer» kelimesi her ne kadar mânâ bakımın­dan meyve demekse de burada kendisinden malın nevileri kaste­dilmektedir.

O kâfir, mümin arkadaşıyla karşılıklı konuşurken ona dedi ki: «Ben mal bakımından senden daha zenginim. Yardımcılar yönün­den de senden daha üstünüm».

Ayetin metnindeki «Neferen» kelimesi asker, yardımcı demek­tir. Bazıları «erkek çocuklar demektir» dediler. (Katade ve Muka-til'den rivayet edilmiştir). Bu tefsir 39. ayetteki «Eğer malca ve ev­latça beni kendinden güçsüz görüyorsan şunu bil ki...» cümlesiyle teyid edilmektedir. «Erkek evlad»larw. tahsis edilmesi baba ile be­raber ailenin maslahat ve yardımına koşma vazifesinin onlara ait oluşundandır.

Bazı müfessirler, «Neferen» kelimesinin aşiret mânâsında ol­duğunu söylemişlerdir. Çünkü aşiret, kendisinden olan kişinin yar­dımına koşar. [39]

 

Meal

 

35- «Kendi nefsine zulmederek bağına girdi ve «Bu bağın hiçbir zaman yok olacağım   sanmıyorum».

36- «Kıyametsin kopacağını da   sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulurum» dedi.

37- Kendisiyle karşılıklı konuştuğu arkadaşı ona; «Sen, se­ni topraktan, sonra nutfeden yaratan ve bundan sonra da seni bir  «adam»  biçimine sokan  Allah'ı  inkâr mı ettin?».

38- «Lâkin ben: O Allah benim Rabbimdir ve Rabbime hiç­bir şeyi ortak koşmam».

39- «Bağına girdiğin zaman «Mâşaallah, kuvvet yalnız Al­lah'ındır» deseydin ya. Eğer beni mal ve evlat varlığı bakımın­dan kendinden daha güçsüz görüyorsan...».

40- «Umulur ki Rabbim bana senin bağından daha hayır­lısını verir. Senin bağının üzerine gökyüzünden bir afet gönderir de bağın kaygan bir toprak oluverir».

41- «Veya onun suyu dibe çekilir de, onu bir daha arayıp bulamazsın» dedi.

42- Derken onun ürünleri kuşatılıp yok edildi. Böylece bağ için yaptığı masraflardan dolayı ellerini oğuşturup kaldı. O bağın çardakları yere çökmüştü. O da (bu olanlardan sonra)  şöyle di­yordu: «Keşke ben Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım».

43- Allah'tan başka kendisine yardım edebilecek bir toplu­luk yoktur. O, kendi kendisine de yardım edemedi.

44- İşte burada yardımcılık ve   dostluk,   hak olan Allah'a mahsustur. O, sevab bakımından da, netice, bakımından da daha hayırlıdır.

45- Onlara dünya hayatının örneğini açıkla.  (Dünya haya­tı)   gökten indirdiğimiz bir su gibidir. Bu su sayesinde yeryüzü­nün bitkileri birbirine karıştı. Arkasından rüzgârların savurduğu çer-çöp  haline geldi. Allah   her şey  üzerinde muktedirdir. [40]

 

Dirayet Ve Bivayet Tefsiri

 

(35) «Kendisine zulmedici olarak bağına girdi...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada «bağına girdi» diyor, «iki bağına girdi» demiyor. Çünkü iki bağa aynı zamanda girmek mümkün değildir.

İbn Ebi Hatim, Süddi'den şöyle rivayet ediyor. Süddi, «On, lordan birisine iki bağ kıldık» ayetinin tefsirinde, «cennet kelime­si bostan demektir. O kişinin bir tek bostanı vardı -ve tek çeperli idi. Fakat bostanın arasından bir nehir aktığı için Cenab-ı Hak «ona iki bostan verdik» demiştir» dedi.

Bu ayetin siyakından ve karşılıklı konuşmalardan anlaşılıyor ki o zalim, arkadaşıyla beraber bostana girmiştir,

«O, nefsine zulmedicidir»; yani küfürden ötürü nefsini helake arzetmiş, ebedî azaba maruz bırakmıştır.

«Bu bostanın hiçbir zaman yek olacağını sanmam» dedi»; ya-, ni hayat boyunca bu böyle devam edecektir. Burada «ebeden» ke­limesiyle hayat boyu kastedilmiştir. Zira «ebed» tabiri bazen uzun zamana ıtlak olunur. Yoksa «ebeden» burada sonsuz hayat mânâ­sında kullanılmış değildir.

O kişi, bu sözü Kıyamet'i inkâr ettiğinden ve cehaletinden Ötürü ağaçlar yok olsa da onun nev'inin devam edeceği kanaatine var­dığından dolayı söylemiştir.

Bazı tefsircilere göre o kişi, «Bağ ebediyen yok olmayacaktır» demek istemiştir. Tıpkı felsefecilerin «felekler ebediyyen yok ol­mayacaktır» demeleri gibi. Sanki dünya sevgisi ve dünyaya im­renmesi onun aklını başından almış, ona bu sözü söyletmiştir. Ak­si takdirde aklı olan bir kimse böyle bir söz söylemez, fazileti az olan bir kişi dahi böyle bir kanaate razı olmaz.

Ayet hangi şekilde açıklanmış olursa olsun, o bu sözü, arka­daşının «bu kâinatın hepsi yok olacaktır, fanidir, senin bahçelerin de yok olacaktır, bunlarla mağrur olma, salih amellerde bulun, Allah'tan kork» demesine karşı söylemiştir.

(36) «Kıyamet'in kopacağını da sanmıyorum...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani gelecekte Kıyamet'in kopacağına inanmıyorum demek istiyor. Şayet böyle bir şey olur ve senin iddian tahakkuk ederse, kesinlikle ben bundan daha hayırlı bir sonucu Rabbimin katında bulurum!

Ayetin sonundaki «Munkaleb» kelimesi dönüş noktası, herhan­gi bir şeyin sonucu demektir. Acaba kişinin bu ümit ve yalan ye­mininin kaynağı nedir? Bunun kaynağı şudur: O, Cenab-ı Hakk'ın, kendisine bu bağları müstehak olduğu için, zatının kıymetine bi­naen ve Allah katında çok şerefli olduğu kanaatini taşıdığı için verdiği fikrindeydi. İşte bundan dolayı bu sözü sarfetmiştir.

Fakat o kişi bunun kendisi için bir aldatmacadan ibaret oldu­ğunu bilmiyordu.

(37) «Kendisiyle konuşan arkadaşı...» Bu Ayetin Tefsiri

O zalim kişinin topraktan yaratılması, onun ve bütün insan­ların aslı olan Hz. Adem'in topraktan yaratılması zımnında söylen­mektedir. Çünkü her insan Hz. Adem'in yaradılışından bir nasip almaktadır. Zira Adem'in fıtratı, sadece kendi nefsine ait değildi. Belki onun fıtratı bütün insanların fıtratını içeren bir numune idi. Öyleyse kişiye «Allah seni topraktan yarattı» denmesi, asıl itiba­riyle gerçek bir sözdür.

«Sonra seni nutfeden (yani.meni damlasından) yarattı». Bi­naenaleyh halkedilen şey birdir, fakat mebdei müteaddittir. Mese­la toprak ilk asıl maddedir, sonra meni, sonra kan pıhtısı, sonra et çiğnemi ve sonra bunu takip eden safhalar...

O halde «Rabbin seni topraktan yarattı» cümlesinin mânâsı şudur: «Allah Adem'i topraktan yaratmıştır. Adem de senin esa­sındır». Bu balamdan yoruma ihtiyaç kalmaksızın doğrudan «İn­san topraktan yaratıldı» denilebilir.

«Sonra seni bir insan yaptı»; yani seni erkek olarak çeşitli devrelerden geçirdikten sonra mükemmel kıldı. Ayetin metninde­ki «Sevvake» fiili tasviye kökünden geliyor. Tasviye peyderpey bir şeyi kemâle erdirmek demektir. Bazen bu fiil yaratmak ve icat mânâsında da kullanılır. Nitekim bir ayette, «nefse ve nefsi tesviye edene (yani yaratana) yemin ederim» buyurulmuştur. Bu anlam, yaratma ve icat mânâlarıyla beraber gelirse —tm ayette olduğu gi­bi— «seni en mütekâmil bir şekilde yarattı» demek olur. Muhte­melen o kişi hakkı inkâr ettiğinden veya haşr hakkında şüphe için­de olduğundan dolayı arkadaşı kendisini küfre nisbet etmiştir. Zi­ra hasrı inkâr, Allah'ın kudreti konusunda şüpheye düşmektir ki, bu> küfrün ta kendisidir. Serveti ile gururlanan kişinin Ahiret'i

inkâr ettiği hususu 36. ayetten anlaşılmaktadır. 37. ayette ise bu kişi «kâfirlik» le itham edilmektedir. Çünkü, (oütün tefsirlerde de ifade edildiği gibi) Ahiret'i inkâr etmek bir bakıma Allah'ı inkâr­dan ileri gelir. Zira Ahiret'in imkânsızlığını savunmak, Allah'ın gü­cünün sonsuzluğundan şüphe etmenin bir sonucudur. Nitekim bu kişiye yaradılışın safhaları hatırlatılmak suretiyle, kuvvet ve kud­ret sahibi oîan Allah'ın, Kıyamet'i gerçekleştirmek gücünde olduğu hususu ispatlanmak istenmiştir. Bazı müfessirlere göre o kimse müşrikti. Nitekim arkadaşının «Ben Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmam» cümlesi ile «Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşma-saydım» cümlesi bunu tariz etmektedir. Bu zâlim ve kâfir kişinin «Eğer Rabbime döndürülür sem» cümlesi onun müşrik olması hu­susunu ortadan kaldıramaz. Çünkü bu cümleyi arkadaşının iddia­sına göre söylemiştir. Yani senin iddia ettiğin gibi eğer ben Rab­bime döndürülürsem, bana bundan daha güzel bir bağ verilir.

Bütün bunlarla beraber Allah'ın rububiyetini kabul etmek şir­kin yokluğunu gerektirmez. Çünkü puta tapanların çoğu Cenab-i Hakk'm rububiyetini kabul ederler. Fakat aynı zamanda şirk için­dedirler.

(38) «Fakat O Allah benim Rabbimdir...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani o zalimin arkadaşı kendisine: «Sere Allah'ı inkâr ediyor­sun. Fakat ben mümin ve rauvahhidim» demek istemiştir.

Bu ayeti celile çok büyük bir zikri kapsamaktadır. Nitekim İbn Ebi Hatim, Esma binti Umeys'ten şöyle rivayet etmektedir: «Allah'ın Rasûlü bana birkaç kelime öğretti. Ben üzüntü anlarım­da onları okuyorum. O kelimeler de şudur: «Allah benim Rabbim­dir, hiçbir şeyi ona ortak koşmam».

(39) «Bağına girdiğinde...» Bu Ayetin Tefsiri

O müslüman (Yemliha), kâfir arkadaşım böyle söylemeye teş­vik etmekte ve bu sözü terkettiği için de kendisini kınamaktadır. Yani bahçeye girdiğin zaman niçin «Allah neyi dilerse o olacaktır» veya «Emir Allah'ın dilediğidir» demedin?

Bu ayet umuma delâlet eder. Yani ister mahlûkatm fiilleri ol­sun, isterse herhangi bir şey, dünya ve kâinatta cereyan eden her olay Allah dilediği zaman olur, dilemediği zaman da olmaz. Evet, bu sözle Yemliha, kâfir arkadaşım bu bağın ve orada bulunan her şeyin Allah'ın meşiyetiyle olduğuna, Allah dilerse onu daimi bir şekilde bırakacağına, dilerse de helak edeceğine inanmaya teşvik ediyor.

Mutezile'den bazıları «Ayet sadece Cenab-ı Hakk'm yapmayı deruhte ettiği konular hususundadır. Kulların fiilini kapsamıyor» demişlerse de bu görüş gayet zayıftır ve haktan sapmadır.

«Kuvvet ancak Allah'ındır». Bunu söyleyip de niçin kendi aciz-ligini itiraf etmedin? Yani niçin bu zenginliklerin, sana sadece Allah tarafından verildiğini, senin güç ve,, kuvvetinin mahsulü olmadığı­nı, gücünün de sana Allah tarafından verildiğini itiraf etmiyorsun? Bu ayeti celile, daha önce de söylediğimiz gibi, çok kıymetli bir zikri kapsamaktadır. Nitekim İmam Ahmed, Ebu Hureyre tarikiy­le Allah Rasûlü'nden şöyle rivayet etmektedir.

«Allah'ın Rasûlü bana dedi ki: «Seni cennetin arş altındaki ha­zinelerinden birine muttali kılayım rai?» Ben de: «Evet, Ey Allah' %n Rasûlü!» dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber bana: «Şunları söyle: Kuvvet ancak Allah'ındır».»

Amr bin Meymun der ki: «Ben Ebu Hüreyre'ye: «Yoksa bu, lahavle vela kuvvete Ula billah mıdır?» diye sordum. O: «Hayır, bu Kehf Suresi'ndeki La kuvvete illa billah cümlesidir» diye cevap verdi.»

İbn Ebi Hatim, Amr bin Mürre'den şöyle rivayet ediyor: «Du­aların en üstünlerinden birisi de kişinin Mâşaallah demesidir».

Ebu Ya'Ia ve İbn Merduveyh, Enes'ten şöyle rivayet ediyor­lar:

«Allah'ın Rasûlü: gerek aile efradında, gerek malda, gerekse evladda olsun, Allah herhangi bir kuluna bir nimet verdiğinde o kul «Mâşaallah la kuvvete illa billah)) (Allah'ın dilediği olur, kuv­vet ancak Allah'tan gelir) derse Cenab-ı Hak ondan ölümü gelin­ceye kadar, her afeti uzaklaştırır» dedi ve bu ayeti okudu».[41]

 

Eve Girerken Okunacak Dua

 

İbn Ebi Hatim, Mutarrif ten şöyle rivayet ediyor:

«İmam Malik evine girdiğinde Mâşaallah diyordu. Ben ken dişine: «Niçin bu kelimeyi kullanıyorsun?» diye sordum. «Sen Ce-nab-ı Hakk'ın «Bağına girdiğin zaman, Mâşaallah (Kuvvet yalnız Allah'ındır) deseydin ya» ayetini dinlemedin mi?» dedi.»

İbn'ul-Arabi'den nakledildiğine göre İmam Malik bu ayeti evi­ne giren her müslüman için içindeki zikrin söylenmesinin müste-hap olduğuna delil olarak göstermiştir.

Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre kişi bu sözü, kendisine ait olsun veya olmasın hoşuna giden bir şeyi gördüğünde söylemelidir. Kişi bu sözü tekrarladığı zaman, hoşuna gitmiş olan a. şeye nazar değmez.

(40) «Rabbim bana senin bağından daha...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet 39. ayette geçmekte olan şart cümlesinin cevabıdır. Yani beni kendinden mal ve evlad yönünden daha az görüyorsan, (şunu iyi bil ki) Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana ih­san edebilir. Yani beni kendinden daha fakir görüyorsan, ben Ce-nab-i Hakk'ın sende olan zenginlikle bende olan fakirliği değiştir­mesini, imanımdan ötürü bana senin bağından daha hayırlı olan bağı vermesini ve küfründen ötürü bu nimetleri senden almaşım     ve senin bağını yok etmesini umuyorum!

Bazı tefsir alimleri «Bu o kişiye Ahiret'te verilecektir)) der­ken, bazıları da ifadeyi «hem dünyada hem de Ahiret'te verilecek­tim şeklinde yorumlamışlardır. Fakat o kişinin sözüne bakılırsa, bu dünyada olacaktır. Nitekim ikinci cümlede «Senin bağının üze­rine gökten bir azabı gönderim buyurulmaktadır. (İbn Cerir, İbn Abbas'tan böyle nakletmiştir.)

Nafi bin Ezrak, İbn Abbas'a: «Husban kelimesinin ne demek |      olduğunu bana haber verir misin? dedi. İbn Abbas: «O bir ateştir» dedi ve ardından bununla ilgili olarak Hasan bin Sabit'in bir şii­rini okudu.

İbn Ebi Şeybe ve İbn Hatim'in Dahhak'tan rivayet ettikleri de aynı anlamdadır.

Zemahşeri;  «Bu kelime Butlan, Gufran kelimeleri gibi mastardır. Hesap mânâsım ifade eder. Burada kastedilen, hesap edi­len   takdir edilendir»   diyor.  Yani Cenab-ı Hakk'ın  takdir  buyurduğu onun harab olmasına dair olan hüküm ona isabet edecek­tir. Zemahşeri, «Husban»ın, «HusbaneUvcı çoğulu olup, bunun ok ve saldırım gibi fırlatılan şey demek olduğunu ve onunla yıldı­rımların kastedilebileceğini de nakletmektedir. Bazı müfessirler ise «Daha genel bir mânâ taşımaktadır» demişlerdir.

«Said» kelimesi toprak demektir. «Zeîekan» kelimesi ise {(yü­rürken kaymak» anlamına gelir. Yani o bitkisiz bir toprak oluverecektir. (Bu yorum Hasan Basri'ye aittir). İbn Ebi Hatim, Süddi'den de aynı tevili nakletmektedir. Bazıları da «Zeîak keli­mesi baş traşından kinayedir. Burada teşbih vardır» derler. Yani o bahçe kupkuru bir toprağa yani içinde ne ağaç, ne bitki hiçbir şey bitirmeyen yere dönüverecektir. Tıpkı traş olmuş başta, hiçbir şey kalmadığı gibi.

Mücahid ayeti «O bağ korkunç bir kuma dönüşür» şeklinde yorumlamıştır.

(41) «Yahut onun suyu...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Gavren» kelimesi ismi faildir ve yere ba­tan su demektir .Yani onun suyu dehşetli bir şekilde yere batacak­tır. O tersine giden suyu hiçbir şey bir daha yeryüzüne çıkara­maz.

îmanlı kişi kâfir arkadaşının bağının ya semavî veya arzî bir afetle yok olup gideceğini ummaktadır. Ayetin zahirinden anlaşıl­dığına göre mal hususuna değinildiği gibi evlad hususuna da de­ğinmek gerekiyordu denilebilir. Yani o müslüman niçin; «Umulur ki Cenab-ı Hak senin çocuğundan daha hayırlısını bana verir ve senin çocuklarına da bir bela isabet eder, hepsi de helak olur» de­memiştir? Gevap olarak deriz ki: Çocuk hususuna işaret edilmeme-sinin nedeni kâfir kişinin kalbini tamamen mal sevgisine kaptır­mış olmasındandır. Onun bağına gelen bir felaket ve onun müs­lüman arkadaşına verilecek daha hayırlı bir bağ, kendisini azaba duçar etmek hususunda kâfi gelebilir.

Bazıları da «Onun çocukları herhangi bir günah işlemiş değil­dirler ki müslüman onlar aleyhinde bedduada bulunsun?» demiş­lerdir. Fakat bu noktaya şöyle bir itiraz yapılabilir: Peygamber lerden bazıları hem kâfirlerin hem de çocuklarının aleyhinde bed­duada bulunmuşlardır. Meselâ Hz. Nuh: «Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde bir tek ferdi bırakma» şeklinde beddua etmiştir. Fa­kat cevap olarak deriz ki: Bu beddua bu kabilden değildir.

Bazılarına göre, çocuğun verilmesi hususunda mümin kişi bir temennide bulunmamıştır. Çünkü bu kâfirin bağından daha hayır­lısı ona cennette verilecektir. Bu Ahiret'te vuku bulacaktır. Ahiret ise çocuk verilme yeri değildir. Çünkü Ahiret'te üreme sona ermiş olacaktır.

(42-43)   «Derken onun ürünleri kuşatılıp yok edildi...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani onun iki bağı içindeki malları helak oldu.

Ayetin başındaki «Uhite» füli her taraftan düşmanın ihata et-mesi dernektir ve aynı fiil istila ve galebe mânâsında her helak çe­şidi için de kullanılmıştır. Bu helakin gece olduğu muhakkaktır. Çünkü Cenab-ı Hak «Bağı için yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup sabahladı» demektedir.

«Vruş» kelimesi «arş»xa çoğuludur. Burada üzüm asmalarını yüklemek üzere diküen direkler kastedilmektedir. Bağın direkler üzerinde düşmesi direklerin   düşmesinden öncedir.   Muhtemelen azap o bağı hiçbir şeyin üzerinde durmayıp kaybolduğu bir topra­ğa dönüştürmüştür. Burada Cenab-ı Hak o bağlardaki üzüm ağaç­larının haline temas etmiş ve fakat onun etrafındaki hurmalıklara ve içlerindeki ekinlerin haline değinmemiştir. Çünkü burada biz­zat üzümler kastolunmaktadır. Hurma ile ekinler ise onun tamam­layıcılarıdır. Veya bu üzüm bağlarının helak olması orada bulunan hurma ve ekinlerin helak olmasına gerek bırakmamıştır. Çünkü onlar direklere dayandığı halde helak olduğuna göre, diğerlerinin de onların akıbetine uğradığı muhakkaktır. Veya bağa yapılan masrafın çoğu üzüm ağaçlarına sarfedildiği için sadece onlar zik­redilmiştir. Ayrıca bu cümle «Cenab-ı Hak onun üzerine bir ateş gönderdi, onu yaktı ve onun suyunu yere batırdı» şeklindeki riva­yetleri de iptal eder.

Kişinin «Keşke ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmamış ol­saydım» cümlesi onun arkadaşı tarafından yapılan vaz-u nasihat­leri hatırlamasına delâlet ettiği gibi, bu felaketin yalnızca şirk koş­masından ileri geldiğini de hatırlamış olmasına delâlet eder. Bu cümle aynı zamanda kişinin pişman olduğuna, şirkten tevbe etti­ğine, tecdidi imanda bulunduğuna da değinmiş olma ihtimalini ta­şımaktadır. Çünkü daha önceki şirkinden ötürü pişman olması tec­didi iman demektir. Onun şirkten pişman olması, hali hazırda iman ettiğini de işar eder. Sanki O «şu anda Allah'a iman ettim, keşke bu imanım daha imce olsaydı» demektedir. Fakat küfürden sadece pişmanlık duymak imanı gerektirmez. Ancak günahtan piş­manlık bir daha günaha dönmemek azmi varsa bazen tevbe yeri­ne geçer. Kâfir burada küfründen dolayı değil ancak iki bağının helaki sebebiyle pişman olmuştur. Ayet, gelecek cümlelerle onun tevbe etmediğine ve haşri inkâr ettiğine delâlet etmektedir. Bu ki­şinin tevbesi, felaket geldikten sonra yapıldığı için kabul edilme­miştir. Çünkü bu tevbe ümitsizlik anındaki bir tevbedir. Ümitsiz­lik anındaki iman ise kabul edilmez. Ancak bu tür bir cevap aslın­da makul değildir. Zira en azından malının helak olduğunu gör­dükten sonra iman etmiştir.

Bunların o kâfirin Kıyamet Günü'nde söyleyeceği sözler oldu­ğu belirtilmiştir. Eğer bu yorum doğru ise onun imanının kabul edilmediği açıktır. Çünkü Ahiret'te iman tecdidinin hiçbir fayda sağlamayacağı açıktır.

«Fietun» kelimesi aşiret, cemaat demektir. Yani onu Allah'ın azabından koruyacak bir aşireti yoktur. Daha önce iftihar ettiği hizmetçi ve çocuklann devri de sona ermiştir.

(44)  «İşte bu durumda velayet sadece...» Bu Âyetin Tefsiri

Buradaki zamir ile o felaketin geldiği yer ve felaketin geliş durumu kastolunmaktadır. Yani böyle bir durumda yardım an­cak Allah'tan gelir. O'ndan başka hiç kimse buna güç yetiremez. Bu cümle «Allah'tan başka kendisine yardım edecek bir topluluk yoktu» cümlesinin tekididir.

Ayet meyninde geçen «velâye» kelimesi yardım manasınadır. Cenab-ı Hak dostları için sevap yönünden de netice yönünden de hayrdır. Ebu Hayyan'ın El-Bahr'da söylediğine göre, oradaki za­mir Ahiret yurduna racidir. Yani Ahiret yurdunda yardım, hak olan Cenab-ı Hakk'a mahsustur. Ayetin son cümlesi de bu mânâ­yı desteklemektedir. Bu ayet o zaman tıpkı «Mülk bugün kimindir? Mülk tek ve kahhar olan Allah'a mahsustur» ayeti gibi olur.

(45) «Onlara dünya hayatının bir örneğini...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani süratle zeval bulan parlak ve nurlu hususlarda dünyaya benzeyen şeyleri onlara hatırlat! Ki onlar dünyaya aldanmasınlar, Ahiret'ten yüz çevirmesinler.

«Gökten indirdiğimiz bir su gibidir» cümlesi darb-ı meselin açıklamasına başlamaktır. Yani dünya gökten indirdiğimiz bir su gibidir, O sudan ötürü yeryüzünün bitkileri birbirlerine girecek şekilde gürleşmişlerdir. Çünkü su kendilerine bolca verilmiştir. Veya o su yeryüzü bitkilerine girdi, onları bolca sızladı ve bundan sonra da onlar pırıl pırıl parlayacak şekilde topraktan fışkırdüar. Sonunda da birbirine giren bitkiler parladıktan sonra çer-çöpe dö­nüştüler. Paramparça edilen bir kuru ot haline getirildiler.

«Heşimen» kelimesi «heşime»rûn çoğuludur, «parçalanan, çer-çöp haline dönüşen bitkiler» elemektir. «Esbaha» fiili de «oldu» mânâsına gelmektedir. Binaenaleyh bu fiil bu hadisenin geceleyin yapıldığına delâlet etmez. Bazıları da «Delâlet eder; çünkü gökten gelen bütün afetlerin ekserisi geceleyin vuku bulur» demişlerdir. Fakat bu ikinci yoruma, «bitkilerin çer-çöpe dönüşmesi semavi bir afetten ileri geliyor» şeklinde delil teşkil edebilecek bir kayıt yok­tur. Aksine burada yeşillikten sonraki hâl kastedilmektedir. Çünkü tabii olarak bitkiler kurur, sonra da paramparça olurlar.

«O bitkiyi rüzgârlar paramparça eder» cümlesindeki «Tezru-hu» fiili Ebu Ubeyde'ye göre «parçalar» demektir. Ahfeş'e göre «yükseltip-götürmek» manasınadır. İbn Kisan ise «Onları sağdan sola getirip-götürmek manasınadır» demiştir.

«Allah her şey üzerinde muktedirdir», yani kâmil kudrete sa-hiptir. Dilerse onları meydana getirir, dilerse yok eder.

Cenab-ı Hak 45. ayette benzetme yoluyla dünya hayatının ge­çiciliğini, ibret nazarıyla bakan insanın bir bitkide dahi kendi ha­yatının başlama, gelişme ve tükenip son bulma safhalarını açık bir şekilde görebileceğini belirtmiştir. [42]

 

Meal

 

46- Mal ve oğullar dünya hayatının ziynetidir. Baki kala­cak olan salih ameller ise Rabbinin nezdinde hem sevap bakımın­dan hem de ümit etmek bakımından daha hayırlıdır.

47- (Zikret)  o günü ki dağlan yürütürüz ve yeryüzünü de dümdüz görürsün. Hiçbirim bırakmaksızın, hepsini mahşerde top-lamışızdır.

48- Hepsi  dizi   dizi   Rabbinin   huzuruna   çıkarılmışlardır. Andolsun ki,  sizi ilk defa yarattığımız gibi  bize  geldiniz.  Size va'dedilenlerin tahakkuk edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız değil mi?

49- Kitap   (ortaya)  konulmuştur.  Suçluların onda  (yazılı) olanlardan korktuklarım görürsün;  «Vay halimize!  Bu nasıl ki-tapmış ki küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp döküyor» derler. Böylece yaptıklarını karşılarında hazır bulmuş­lardır. Rabbin hiçkimseye zulmetmez!

50- (Zikret o zamanı)  ki meleklere;  «Adem'e secde edin» demiştik. İblis hariç, hepsi hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi. Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz beni bırakıp da îblis'i ve onun soyunu mu dostlar ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanları-nızdır.   Zalimler  için   bu  ne  kötü  bir   değiştirmedir?

51- Ben   onları   ne  göklerin  ne yerin   ne   de   kendilerinin yaradılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları yardımcı edin­miş değilim.

52- Zikret o günü) ki  (Allah müşriklere): «Benim ortak­larım  olduğunu iddia ettiklerinizi  çağırın»   der.   (Kafirler;   put­ları)   çağırdılar ama kendilerine cevap yermediler.  Biz  onların arasına bir uçurum koyduk.

53- Suçlular ateşi görür görmez, orayı boylayacaklarını iyi­ce anladılar. Fakat ondan kurtuluş yolu da bulamadılar. [43]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(46) «Mal ve oğullar,.m Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet kâfirlerin iftihar nedeni olan dünya hayatının özellik­lerini açıklamaktadır. Evlatlardan önce Cenab-ı Hak malı zikret­ti. Halbuki insanların çoğunun katında evlat, maldan daha azizdir. Muhtemelen bu takdim, dünya ziyneti ve dünyadaki yardımın mal­la ilgili olmasından ileri gelmektedir. Yani dünya hayatı, baba ve çocuğa sahip olan herkes için, her vakitte ziynet sayılır. Oğlan çocuklara gelince, onların ziynet sayılmaları ancak babalık merte­besine erişen kimselere nisbetledir. Ayrıca mal insanın yaşaması için gereklidir. Çocuklar ise nev'in yaşamasını sağlarlar. Mal ih­tiyacı çocuk ihtiyacından daha mühimdir. Çünkü mal, çocuk ol­maksızın ziynet olur, fakat çocuk mal olmaksızın ziynet olmaz. Nitekim malı olmayan bir kişi evladlan ne kadar çoksa o kadar sıkıntıya düşer.

«Ziynet» kelimesi mastardır. İnsana süs olan her şeye ziynet denilir. Mastarın bu konuda kullanılması mübalağa ifade eder. Ziy­netin dünya hayatına izafe edilmesi ise, onun özelliğini ifade için-dir. Yani, onların iftihar nedeni olan mal ve çocuklar dünya haya­tında süs olarak kullanılan bir şeydir. Dünyanın süratle zail oldu­ğu bilindi, izmihlalin yakın olduğu kesinleşti. O halde bu geçici dünya hayatının vasıflarından olan bir şeyin daha önce zail olacağı tabiidir. Sanki şöyle denilmiştir: «Mal ve çocuklar dünya ha­yatının süsüdür. Dünya hayatının süsü olan her şey süratle zail olup gider. Neticede mal ve çocuklar da zayi olup gideceklerdir».

«Baki olan salih ameller»in tefsiri hakkında Said bin Mansur, Ahmed, Ebu Ya'la, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn Merduveyh ve Hakim, Ebi Said el-Hudri'den, o da Allah'ın Rasûlü'nden şu hadisi rivayet ediyorlar: «Baki kalan salih amelleri çokça elde etmeye çalışın».

Sahabilerden biri: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu baki kalan salih amellerle ne kastedilmektedir?» diye sorunca Hz. Peygamber ce­vap olarak: «Tekbir, tehlil (Lâilâheillâllah), teşbih (Subhanallah), tahmid (Elhamdülillah), (La havle velâ kuvvete illâ billah) kaste­dilmektedir» dedi».

Tabarani ve İbn Şahin «Terğib»te ve İbn Merduveyh, Ebu Der-da'dan, o da Allah'ın Rasûlü'nden şöyle rivayet ediyor:

«Allah ortaklar edinmekten münezzehtir. Hamd Allah'a mah­sustur. Allah'tan başka mabud yoktur. Allah her şeyden daha yü­cedir. Günahlardan dönüş, ibadete yöneliş ancak Allah'ın kudre­tiyle olur», İşte bu kelimeler «baki kalan salih ameller» demektir. Bu kelimeler ağaç yaprağını düşürdüğü gibi insanoğlunun yanlış­lıklarını siler götürürler. Bu kelimeler cennetin hazinelerinden-dir».

İbn Abbas, «el-Bakiyat'us-Salihat»ın bütün güzel ameller oldu­ğunu söylemiştir. (İbn Merduveyh, İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim).

Hasan Basri ve İbn Ata'dan gelen rivayete göre, baki kalan salih ameller ile maksat salih niyetlerdir.

Taberi ve bazı müfessirler İbn Abbas'tan son gelen hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü ibare bütün güzel amellerle tefsir edilirse bu hususta söylenen bütün mânâları kapsamış olur.

«Rabbinin katında»; yani Ahiret'te bazılarına göre «Rabbinin katında»mn mânâsı «Rabbinin hükmünde» demektir. [44]

 

Dağların Sökülmesi

 

(47) «(Zikret) o günü ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani dağlan yerlerinden söküp bulutlar gibi havada yürüttü­ğümüz günü zikret! Nitekim şu ayet de bu mânâyı desteklemek­tedir: «Dağları görürsün de onları (yere) saplanmış sanırsın. Hal­buki o dağlar bulutlar gibi yürümektedirler» (Nemi: 88).

Bazı müfessirler «Dağları yürütmekten maksat onları yayıl­mış bir toz haline getirdikten sonra parçalarını yürütmek demek­tir» demişlerdir. Yani, «Zikret o günü ki biz dağları yürütür ve paramparça ederiz». Bu ayet tıpkı şu ayet gibi olur: «Dağlar mu­hakkak parçalanır ve yayılmış bir toza dönüşür». Dağlan yayılmış toza çevirmek ve onu uçurtup götürmek, onları yerlerinden sök­tükten sonra olur. Nitekim mudekkiklerden bazıları ayetlerden şu mânâyı çıkarmışlardır: Dağlar evvelâ yeryüzünden sökülürler, se­mada yürütülürler. Sonra da düşer, korkunç bir yığın haline gelir­ler. Sonra da yayılmış toz zerreciklerine dönüşürler.

Bu ayetlerden maksat müşrikleri korkutmaktır.

«Yeryüzünü de dümdüz görürsün»; çünkü o apaçık ortadadır. Dağların altındaki yerin ortaya çıkması malûm bir husustur. Çün­kü dağlar yürütüldükten sonra orası düz kalır. Dağlar gittikten sonra yeryüzü apaçık ortaya çıkar. Veya dağ, deniz, meskenler, ağaçlar, her şey onun yüzünden silinip götürüldüğünden dolayı arz apaçık görülür.

«Yerin görünmesi yer ehlinin görünmesinden kinayedir» di-yenler de vardır. Yani yer, adeta ölen insanlara gebedir ve bütün bunları kusup ortaya dökecektir.

«Onları hasrettik»; yani onları kabirlerinden çıkardıktan son­ra biraraya topladık.

Allame Zemahşeri, Keşşafta şunları söyler: «İnsanların has­redilmesi dağları yürütmezden ve yeryüzünün tamamı ortaya çık­mazdan öncedir ki insanlar bu korkunç hadiseleri gözleriyle göre­bilsinler». Sanki ayette şöyle denilmektedir: Onları, dağların yürü­tülmesinden, yerin açık saçık ortaya çıkmasından önce hasret­tik!

Fakat Allame Zemahşeri'nin bu fikrine şöyle itiraz edilmiştir: Bazı ayet ve hadislerde bildirildiğine göre dağların yürütülerek ye­rin apaçık ortaya çıkması, birinci defa sûra üfürülüşle nizâm-ı

âlemin bozulduğu anda olacaktır. Üzerine atfedilen hükümler ise sûrun ikinci üfürülüşü anında bulacaktır. Bu bakımdan ayeti «Biz dağları yürütmezden önce onları hasrettik» mânâsına hamletmek uygun değildir ki bu ayet diğer ayetlere muhalif düşmesin.

«Onlardan hiçbir ferdi bırakmaksızın, hepsini mahşerde top-lamzşızdır» ifadesindeki, «Nugadir» fiili «gadara» kökünden gel­mektedir ve «terketmek» anlamındadır.

(48) «Hepsi dizi dizi Rabbinin huzuruna...» Bu Ayetin Tefsin

Onların Allah'ın huzuruna arzedilmeleri, Rablerinin onlar hak­kında vermiş olduğu hüküm üzerine arzedilmeleri demektir.

İbn Mindeh «tevhid» bahsinde Muaz bin Cebel'den şöyle riva­yet ediyor: «Allah'ın Rasûlü buyurdu: «Kıyamet Günü'nde Cenab-ı Hak şöyle nida eder: «Ey Kullarım! Ben Allah'ım! Benden başka mabud yoktur ve ben merhametlilerin en merhametlisi, hakimle­rin en hakimiyim. Hesap edenlerin en süratlisiyim. Hüccet ve de­lilleri hazırlayın. Cevabı kolaylaştırın. Şüphesiz siz kesinlikle he­saba çekileceksiniz. Ey Meleklerim! Kullarımı hesap için ayak parmaklarının "baş uçları üzerinde dizi dizi bir duruma getirin».

Sahih bir hadiste şöyle varid olmuştur: «Cenab-ı Hak geçmiş ve geleceklerin hepsini bir yerde, saflar halinde biraraya getirecek­tir. Öyle biraraya geleceklerdir ki çağıranın sesi işitilecek, baka-nın gözü onları görecektir».

Bazı müfessirlere göre, her ümmet ve her zümre ayrı saflar teşkil edeceklerdir.

«Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi bize geldiniz» cüm­lesindeki hitap hasrı inkâr eden kâfirleredir. Yani onlara böyle denilecektir. Yani ilk başta sizi yarattığımız gibi bizim huzurumu­za yalınayak, çıplak bir halde veya beraberinizde iftihar etmenize vesile olacak mal ve yardımcılar bulunmaksızın geldiniz. Nitekim başka bir ayette: «Andolsun, siz bizim huzurumuza tek tek geldi­niz. Tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi. Size nimet olarak verdikleri­mizi arkanızda bıraktınız» buyurulmuştur.

«Oysa size va'dedilenlerin tahakkuk edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız değil mi?» cümlesi ise bir kelâmdan di­ğer bir kelâma geçiştir. Onları azarlamak, kınamak, kulaklarını çınlatmak için getirilmiş bir cümledir. Bu ayetin metnindeki «Me-viden» kelimesi ism-i zamandır. Yani dünyada sizin hakkınızdaki haşr ve haşre tabi olan konuların tahakkuk edeceği "bir vakti tayin etmediğimizi iddia ettiniz!

(49) «Kitap (ortaya) konmuştur..,)} Bu Ayetin Tefsin

Bu ayetin başındaki «Vudia» fiili 48. ayetin başındaki «Uridu» fiiline atıftır. Ve bu da, vakit zikredilmekle müşriklerin sakınma­ları kastedilen o korkunç durumlar kategorisine girmektedir. Ma­zi fiilinin burada kullanılması takrire delâlet etmesi içindir. «Ki-£ap»tan maksat amellerin yazıldığı kitaptır. Kitab'ın başındaki «el» takısı istiğrak içindir. Yani bütün mahlûkların amellerinin yazılı olduğu kitaplar ortaya konur. «Ortaya koymak»ta,n maksat da ya her kitabın sahibinin sol veya sağ eline verilmesidir veya her ki­tabın mizana konulmasıdır. Burada o kitapları meleklerin ortaya koymaları da kastedilmiş olabilir. Böylece mükelleflerin o kitap­ların içerikleriyle hesaba çekilecekleri anlaşılır. İşte bu yoruma göre, «Kitapnt&n maksat bir tek «Küap»tır. Yani melekler amel sahifelerinin hepsini bir kitaba naklederler ve o kitabı ortaya ko­yarlar ki ona göre hesap görülsün. (Bu yorum ile ilgili olarak her­hangi bir rivayete rastlanmamıştır).

İmam Gazali bu yorumu kesin bir şekilde vermektedir. Zahi­re bakılırsa Gazali ve benzeri alimler bu yorumu, bir rivayete da­yanarak öne sürmüş olmalıdırlar. Çünkü böyle bir yorum sade­ce şahsi fikir olarak ortaya konulmaz.

«Sen mücrimleri görürsün», yani bütün mücrimleri, haşri in­kâr eden kâfirler de dahil bütün suçluları görürsün ki Kitap'da yazılı günahlardan ötürü tirtir korkmaktadırlar. Çünkü hakların­da gerçekleşecek olan hesap artık kesindir. Kitapların içeriğine vakıf olduktan sonra «vay halimize!» derler. Bu nida helâklar ara­sından kendilerine mahsus olan helaki çağırmaktır. Çünkü «Veyl» kelimesi helak demektir. Onu çağırmak, yönelmesi istenilen bir şahsa onu benzetmek kabilinden olur. Sanki kişi «ey helak, yönel, bana gel. Senin zamanındır bu» demektedir. Bu cümlede Kıyamet Günü'nde mücrimler için helâktan başka bir arkadaş olmadığına işaret edilmektedir. Bu sebeble onlar helakin gelmesini talep edi­yorlar ki helak olsunlar da elem verici azabı görmesinler.

Bazılarına göre burada onların yanında hazır olanların çağırıl­ması kastedilmiştir. Sanki şöyle deniliyor: «Ey bizim yanımızda hazır olanlar! Bizim helakimize dikkat edin».

«Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük hiçbir şey bırakmaksı­zın hepsini sayıp döküyor» cümlesindeki istifham burada hayret ve taaccübten kinayedir. Mücrimler o Kitab'ın durumundan hay­rete düşerler. Kitab'ın her şeyi sayması onları kapsamasından ki­nayedir.

İbn Cübeyr'in rivayetine göre «küçük»ten maksat namahrem olan kadının elini sıkmak, onu öpmek gibi çirkin hareketler, «Bil. yük»ten maksat ise fiilen zina etmektir.

İbn Ebi Dünya ve İbn Ebi Hatim İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Büyük günahtan maksat müminlerle istihza etmek ka­bilinden kahkaha ile gülmektir-». İbn Merduveyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiği «Küçük»ten tebessüm, «büyük»ten de gülmek kaste­dilmiştir» şeklindeki yorum birinci yoruma hamledilir. Yani mü­minlerle alay ederek tebessüm etmek küçük, alay etmek ve kah­kaha ile gülmek de büyük günahtır. Bu rivayetlerden anlaşılıyor ki insanların durumuna gülmek günahtır.

Abdullah bin Zem'a'dan gelen bir rivayet şöyledir: «Rasûlullah'ı dinledim, insandan sesli olarak çıkan gaz sebe-

biyle gülme hakkında «Herhangi birinizin yaptıklarından olan bir şey için niçin gülüyorsunuz?» diye buyurdu».

Ebu Hayyan, El-Bahr'da «Küçük günah, büyükten önce zik­redilmiştir ki ona önem verilsin» demiştir.

İbn Ebi Hatim'in rivayet ettiğine göre Katade bu ayet hakkın­da şöyle demiştir: «Mücrimler sizin de dinlediğiniz gibi kitabın küçük ve büyük günahları saymasından şikâyet ediyorlar. Hiç kim­se zulümden şikâyet etmiyor. Bu yüzden zulümlerin küçüklerinden sakının. Çünkü onlar da sahiplerinin üzerine birikir ve sonunda onu helak ederler».[45]

 

Allah Zulmetmez

 

«Rabbin hiç kimseye zulmetmez»; yani işlemediği herhangi bir şeyden dolayı ona ceza tatbik etmez. O kimse ister mücrimler­den olsun, isterse başka kimselerden olsun farketmez. Cenab-ı Hafc sevap ve ceza hakkında çizmiş olduğu çizgiyi geçmez. Gerçi bu çiz­ginin yanında durmak Allah'a vacib değilse de adeti budur, onu ihlal etmez. Yani Cenab-ı Hak, itaat edeni sevap sahibi kılıp, onun sevabını artıracağını; âsi kimseyi de cürmü ne kadarsa o şekilde azaba duçar edip, azabını artırmayacağım va'detmiştir ve bu va'd mutlaka yerine gelecektir. Yine aynı şekilde Allah Teâlâ, şirkin dı­şında dilediği kimseyi affedebileceğini ve dilediği kimseye azap vermeyeceğim va'detmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak çizmiş oldu­ğu hududu geçmez. Sünnet-i ilâhiyesinin cari olduğu noktaya mu­halefet etmez. Hiç kimseye işlemediği bir şeyden ötürü azap ver­mez, işlediğinin de sevabım eksiltmez. Yeter ki bu işledikleri Ce­nab-ı Hakk'm emrettiği ve razı olduğu şeylerden olsun.

«Allah mücrim bir kimsenin (yasağı işlediğinden ötürü,) ce­zasını artırmaza. Bu hususu, bütün müslümanlar ittifakla kabul etmiştir. Ancak «Cenab-ı Hak hiç kimseye zulmetmez» cümlesinin sem'î bir delil ile mi yoksa aklî bir hüccetle mi sabit olduğu hu­susunda ihtilaf vardır. Ehli sünnet «sem'î delilledir», Mutezile «Aklî delilledir» demiştir. Yine Allah'ın çizdiği hududu aşmasının Allah için hakikaten zulüm olup olmayacağı hususunda da ihtilaf edil­miştir. Haffacî, «Zahire göre bu hakiki bir zulümdür» demiştir. Haffaci'nin bu yorumuna göre, kastedilen Allah Teâlâ'nın kulların­dan sadır olduğunda zulüm sayılan bir şeyi yapmayacağıdır. Böy­le bir fiil kullardan sadır olursa bu zulüm olur, eğer Cenab-ı Hakk' tan sadır olursa zulüm olmaz. Çünkü Cenab-ı Hak mülkün sahibi­dir. Mülkünde dilediği şekilde tasarruf eder. Onun hakkında zu­lüm isnadı asla bahis konusu değildir ve düşünülmez. Ehli sünnete göre durum böyledir. Cumhura göre de bu en meşhur görüştür. [46]

 

Hz. Adem'e Yapılan Secde

 

(50) «(Zikret o zamanı) ki meleklere...»Bu Ayetin Tefsiri

«Melekler»den maksat bütün meleklerdir. Nitekim ayetin za­hiri de bunu gerektirmektedir. Sufîlerden bazı kimseler Muheymin meleklerini istisna etmişlerdir. Diğer bir grup da göklerdeki bü­tün melekleri istisna etmiş ve «sadece yerde görevli meleklerdir» demişlerdir. Adem'e yapılan secde «ibadet secdesin değildir. İk­ram ve büyütme secdesidir. Veya «Adem'e secde edin»âen maksat onun yoluna yönelip Allah'a secde edin .demektir. (Bu husustaki tafsilat Bakara Suresi'nde geçmektedir.)

Bütün melekler Allah'ın emrini yerine getirmek maksadıyla Adem'e secde etmişlerdir. Ancak İblis secde edenlerden olmamış­tır. O secde etmekten imtina etti (Yani secde etmedi).

 ((İblis cinlerdendir» cümlesi muste'nifedir. İblis'in niçin sec­de etmediğinin nedenini ortaya koyar. Yani «O lanettik, secde eden­lerden olmadı, çünkü cinlerdendir». Bu ayet açıkça İblis'in melek­lerden olmadığına delâlet etmektedir. O meleklerle beraberdi ve onların sayılarına dahildi. Fakat kendisi onlardan değildi. Nitekim îbn Cerir, Said bin Mesud'dan şöyle rivayet ediyor: «Melekler cin­lerle savaşıyorlardı. İblis'i esir ettiler. O zaman küçüktü. Melek­lerle beraber oldu. Böylece onlarla beraber secde emrine muhatab oldu.» (Bu rivayetin benzeri Şehr bin Havşat'tan da gelmiştir. Ve bu, birçok alimin görüşüdür). Hasan Basri, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim'in kendisinden yaptıkları rivayete göre «İblis'in melek­lerden olduğunu iddia eden bazı kavimleri Allah kahretsin. Halbu­ki Cenab-ı Hak «İblis cinlerdendi» diyor» demiştir.

İbn Cerir ve İbn'ul-Enbari «El~Ezdad»(Xa., Ebu Şeyh «El-Aza-me»de, Hasan Basri'den şunu rivayet ediyorlar: «İblis göz açıp kapayıncaya kadarlık bir zaman bile meleklerden olmamıştır. Hz. Adem insanların aslı olduğu gibi o da cinnin aslıdır».

Hasan Basri'den gelen bu rivayet delâlet eder ki İblis'ten ön­ce cin yoktu. Tıpkı Adem'den Önce insanın olmadığı gibi. Fakat bu rivayetin sahih oluşu hususunda kalp rahat etmemektedir. Ce­maatin «İblis'ten önce cin vardı» sözünün daha sahih olduğu dü­şüncesi akla gelmektedir. Ancak o cinler helak oldular. Onların soylarından ise İblis'ten başkası kalmadı. Binaenaleyh cin ve şey­tanların hepsi bugün İblis'in zürriyetindendirler. İblis cinler ara-sında Hz. Nuh'un insanlar arasındaki makamı gibi makama sahip­tir. Yani nasıl ki Hz. Nuh, ikinci Adem sayılıyorsa İblis de ikinci cin sayılır.

Bazı kimselere göre, İblis meleklerdendir ve cin de melekler­den bir kabilenin adıdır. (Bu görüşü İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, Ebu Şeyh ve Beyhaki İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir).

İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre, «İblis meleklerin eşrafmdandı. Kabile bakımından en üstünlerindendi. Cennetlerin hâziniydi. Sema-i dünyada saltanatı vardı. Rum ve Fars denizinin birleştiği nokta olan Mecma'ul-Bahreyn onundu. O bu noktalardan kendisinde azamet olduğunu vehmetti ve bütün gök ehlinden daha şerefli olduğunu sandı. Onun nefsine kibir girdi. Bu kibri Allah'tan başka hiç kimse bilmiyordu. Ne zaman ki ona Adem'e secde et­mesi emri verildi, o zaman nefsindeki kibri açığa vurdu ve Cenab-ı Hak onu Kıyamet*e kadar lanetledi».

Katade'nin îbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre o şöyle bu­yurmuştur: «Eğer İblis meleklerden olmasaydı secde etmekle em-rolunmazdı». (Fakat bu itiraza daha önce işaret ettiğimiz gibi ce­vap verilir). İbn Cübeyr de buna kail olmuştur.

Bir cemaat İbn Cübeyr'den şunu rivayet etmişlerdir: «Ayet­teki el-cinn, meleklerden bir kabiledir. Onlar durmadan cennet ziynetlerini (Kıyamet kopuncaya kadar) yapıp hazırlamaktadır­lar».

Ayetin metnindeki «Fesaka» fiili «çıktı» demektir. «Rabbinin emri» ile kastedilen Allah'ın taatidir. Nitekim Ferra bunu ifade et­miştir. Yani, İblis, Rabbinin taatinden dışarı çıktı.

Ebu Ubeyde, «fesaka fiilinin terk mânâsına geldiğini görme­dik. Kufartın nüzulünden sonra Araplar bunu terk mânâsında kullandın demiş ve Müberred de bu- hususta ona uymuştur.

Emrin taat mânâsına geldiği de görülmemiştir. Muhtemelen Ferra'nın tevili, mânânın hulâsasının açıklamasıdır.

Yani meleklere verilen emrin hilafına davranmasından ötürü İblis fasık ve kâfir olmuştur.

Cenab-ı Hak, aralarındaki eski düşmanlığı hatırlatmak suretiyle İnsanları İblis'ten sakındırmak için «Şimdi siz beni bırakıp da İblis ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz?» diye buyurmuş­tur. [47]

 

İblis'in Soyu

 

«İblis'in soyumdan maksat çocuklarıdır. Böylece ayet İblis'in çocukları olduğuna delâlet eder ki tefsir alimlerinden bir cemaat böyle söylemiştir,

İbn Zeyd'den rivayet edildiğine göre, Cenab-ı Hak İblis'e: «Ben Adem için bir zürriyet yarattığımda onun bir benzerini de senin için yaratacağım» buyurdu. Binaenaleyh Adem'e her gelen evlatla beraber, bir şeytan da doğup dünyaya gelmektedir.

Katade: «Şeytan evlenir, ürer. Tıpkı insanların ürediği gibi» demiştir. El-Bahr'da Ebu Hayyan; «Dahhak, Â'mes ve Şa'bi de böyle demişlerdir» diyor.

Bazı müfessirlere göre İbîis'in evlatları yoktur. Ayetteki zür-riyetten maksat ona tabi olan ins ve cin şeytanlarıdır. Onlara zür­riyet denilmesi İblis'in evlatlarına benzemeleri sebebiyledir.

Bazıları da «Onun hem evlatları hem de etbaları vardır» de­miştir ve bu yorum hakikate daha yakındır. Bazı haberlere göre, Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya ve bizim pey­gamberimize iman eden İblis evlatları vardır. Mesela bizim pey­gamberimizin şeytanının ismi «Hamme» idi ve Rasûlullah'a teslim olmuştu. Diriyi ölüden çıkaran Allah ortaktan münezzeh ve yüce­dir.

İblis'in çocuklarının dünyaya nasıl doğup geldikleri bize ge­rekli değildir. Zira bizim nezdimizde nice keyfiyeti meçhul eşya vardır. Rivayet sahih ise keyfiyeti meçhulümüz olan şeylerden biri olsa da onun evlatlarının olduğunu kabul ederiz.

İblis'in melek olmadığını ileri süren kimseler bu ayetin zahi­rini kendisine delil getirir. Çünkü bu ayetin zahirinden anlaşıldığı­na göre, İblis'in zürriyeti (evlatları) vardır. Halbuki meleklerin ev­latları yoktur. İblis'in melek olduğunu savunanlar şöyle bir cevap verebilirler: Eğer buradaki «zürriyet» kelimesi evlât mânâsında ise İblis'in evlatları, İblis Allah'a karşı isyan edip mesholunduktan sonra dünyaya gelmişlerdir. Zaten bu devrede İblis melekiyet sıfa­tından çıkmıştı. Böylece onun evlatları olmuştur. Nitekim isyandan önce onun evlatları olduğuna dair herhangi bir delil yoktur.

Böylece bu ayetin, İblis'in meleklerden olmadığına delâlet et­tiğinin mutlakıyet taşımadığı anlaşılmaktadır.  [48]

(51) «Ben onları ne göklerin, ne yerin yaradılışına...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani İblis ile zürriyetini ne göklerin ne de yerin yaradılışında hazır bulundurmadım. Çünkü hem gökler hem de yer İblis ile so­yunun yaradılışından önce meydana getirilmiştir. Hatta onların bir kısmını diğer kısmının yaradılışında da hazır bulundurma­dım!

«Ben yoldan çıkaranları yardımcı edinmiş değilim»; yani şey­tan ve zürriyeti yoldan çıkaranlar, saptıranlardır. Onları yardımcı edinmiş değilim.

Ayetin metnindeki «Aduden» kelimesi esasta insanın pazuları mânâsını ifade eder. Fakat el gibi yardımcı olarak kullanılır. Bu­rada bu kelimeyle yardımcı mânâsı kastedilmektedir.

Bu ayet kâfirlerin akıllarının karışık ve görüşlerinin de çok zayıf olduğunu ilan etmektedir. Çünkü onlar çocuklar için bile kapalı olmayan bu apaçık hususu bir türlü anlayamamaktadırlar.

Fahreddin Razi iki zamirin şeytanlara raci olduğunu naklet­tikten sonra, en yakın olan bu iki zamirin de Rasul-ü Ekrem'e: «Eğer bu fakirleri meclisinden uzaklaştırmazsan sana iman etme­yiz» diyen kâfirlere raci olduğunu söylüyor. Tekid edilen görüş şudur: Zamirin, zikredilenlerden kendisine en yakın hangisi ise ona gitmesi vaciptir. Bu ayete en yakın, şeytan ile soyu değil o kâfirlerdir. Çünkü «zalimler için ne kötü bedeldir» cümlesindeki zalimler o kâfirlerden kinayedir. [49]

 

Kâfirden Nerede Yardım İstenir?

 

Ayetin bu son cümlesi, kâfirlerle cihad gibi dini emirlerde kâ­firlerden yardım istemenin uygun olmadığına delâlet eder. Dünya emirlerinde kâfirlerden yardım istemeye gelince, bunda herhangi bir beis yoktur. İsterse kenefleri silmek gibi kötü bir durumda on­lardan yardım istensin, isterse diğer meselelerde, farketmez. Ni­tekim minberleri, mihrabları yapmakta, terzilik ve benzeri işler­de onlardan yardim istenebilir.

(52) «(Zikret o günü) ki (Allah müşriklere): Benim...» Bu Ayetin Tefsin

Cenab-ı Hak kâfirlere onları aciz bırakmak maksadıyla «size şefaat etmeleri için dünyada benim ortaklarım olduğunu iddia etfiğiniz kimseleri çağırın» diyor. Kâfirler, taptıkları putların Allah'­ın ortaklan oldukları kanaatinde idiler.

Cenab-ı Hak burada İblis ve zürriyetini kastediyor olabilir. Yani, Allah'a ortaktır diye takdim ettiğiniz İblis ve zürriyetini ça­ğırın ki size yardım etsinler.

Burada «Allah'a ortak koştuklarınız» dan maksat Allah'tan başka tapılan her şey de olabilir. Bu ilâhî emir üzerine kâfirler yardım maksadıyla dünyada tapmakta oldukları putları, tağutları çağırırlar. Fakat bu putlar kâfirlere herhangi bir cevap veremez­ler ve herhangi bir yardımda bulunamazlar. Çünkü böyle bir im­kâna sahip değildirler.

Cenab-ı Hak, putların o gün de yardım imkânına sahip olma­dıkları apaçık olmasına rağmen burada onu zikretmek suretiyle kâfirlerle alay etmektedir. Yani, onlar ahmaklıkta öyle bir radde­ye gelmişlerdir ki sarahatten başka bir şeyden anlamazlar!

«Biz onların arasına bir uçurum koyduk»; yani çağıranlarla çağrılmış olanlar arasına bir helak olma noktası kıldık. Çağıranlar da çağırılanlar da o ateşte ortaktırlar.

İbn Ömer, Enes ve Mücahid'den gelen rivayete göre, ayetin metninde yer alan «Mevbıken» kelimesi, cehennemde bir vadinin adıdır. O vadi cehennem ehlinin kan ve irinleriyle dolup taşacak­tır. Yani, «Biz putlara tapanlar ile putlar arasında böyle bir kan ve irin deresi kıldık»,

îkrime; «Mevbık cehennemde bir nehirdir. Bu nehirden ateş akar. O nehrin iki tarafında da simsiyah katırlar kadar büyük yu_ lanlar vardır. O yılanlar onları kurtarmak maksadıyla nehre hü­cum ettiklerinde onlar ateşe dalıp o yılanlardan kurtulmak ister­ler» demiştir.

İbn Abbas'tan gelen rivayete göre «Mevbık» helak yeridir. (Bu, aynı zamanda Mücahid ve diğer tabiin müfessirlerinden de rivayet edilmiştir).

Hasan Basri «Mevbık» kelimesini düşmanlık olarak tefsir et­miştir.

(53) «Suçlular ateşi görür görmez...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin tefsirinde, Ahmed, İbn Cerir ve Hakim Ebu Said el-Hudri'den, şu hadisi rivayet ediyorlar: «Kâfir kırk senelik bir mesafeden bakarak cehennemi görür. Ve cehennemi gören müc­rimler zannederler ki cehennemle karışacaklar», yani karışacakla­rını bilirler. Burada «zan» bilgi manasınadır. Nitekim Abdurrez-zak ve müfessirlerden bir cemaat zarının bilgi mânâsına geldiğini Katade'den rivayet etmişlerdir. Kâfirlerin hâlinden de zaten bu anlaşılır. Cenab-ı Hak «Mücrimler ateşi gördükten sonra ateşe ka­rışacaklarını zannediyorlar» diyor. Yani kesinlikle biliyorlar de­mektir.

Kâfirler ortaklarından imdat istiyorlar, fakat ortakları onlara herhangi bir cevap vermiyorlar. Ortaklar ile tapanlar arasında mevbık vardır. Bütün bunlardan «zannnm burada «ilim» mânâsı­na geldiği anlaşılmış olur.

Bazıları da «Zan burada sanmak mânâsım ifade eder» demiş­tir. Yani mücrimler ateşi görmelerine rağmen kesinlikle o ateşe gireceklerini sanmıyorlar. Çünkü onlar daha Allah'ın rahmetinden ümit kesmiş değildirler. Ateşe girmeden önce Allah'ın rahmetini ummaktadırlar.

Bazı müfessirler;   «Onlar ateşi uzaktan gördüklerinde zannederler ki ateş derhal onları kapsayacaktır. Buna binaen ateşe gir­meleri kesinlikle onların malûmudur. Fakat ateşi gördükleri nok­tada ateşin onları kapacağı zannedilmektedir» diyorlar.

Ayetin sonundaki «Masrifen» kelimesi ya ismi mekândır veya ismi zamandır. Yani onlar sığınacakları bir yer bulamıyorlar veya bir yere sığınacak kadar bir zaman bulamıyorlar. [50]

 

Meal

 

54- Andolsun ki biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü misâli sayıp dökmüşüzdür. Fakat insan her şeyden daha çok ce-delcidir.

55- Kendilerine hidayet geldiğinde insanları  iman etmek­ten ve Rablerinden bağışlanma istemekten alıkoyan şey sadece öncekilerin başına gelenlerin kendi   (baş)larma da gelmesi (ni) veya azabın kendilerini karşı İare asın a gelmesi (ni beklemeleridir).

56- biz peygamberleri sadece müjdeciler ve uyarıcılar ola­rak göndeririz. Kâfir olanlar ise hakkı bâtıl ile geçersiz kılmak için mücadele verirler. Onlar ayetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.

57- Kendisi Rabbinin ayetleriyle uyarıhp da ondan yüzçe-viren  ve  kendi elleriyle  yaptığını   unutandan  daha  zalim  kim vardır?   Biz  onların  kalplerine   bunu  anlamalarına  engel  olan bîr perde, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Onları hidayete ça-ğırsan da onlar sonsuza dek hidayete gelmezler.

58- Senin Rabbin bağışı bol ve merhamet sahibidir. Eğer yaptıkları yüzünden onları muaheze edecek olsaydı onlara aza­bı çarçabuk  verirdi. Fakat kendileri için va'dedilen  bir  zaman vardır. Artık onun dışında asla bir sığınak bulamayacaklardır.

59- İşte o  ülkeler  (halkı)  zulmettikleri  zaman onları he­lak ettik. Onları helak etmek için de bir zaman tayin etmiştik.

60- (Zikret o zamanı) ki Musa genç yardımcısına: «İki de­nizin  birleştiği yere varıncaya kadar gideceğim  veya senelerce yürüyeceğim» demişti.

61- Böylece ikisi iki denizin birleştiği yere varınca balıkla­rını unuttular. (Balık) denizde yolunu tuttu. [51]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(54) «Andölsun ki biz bu Kur'an'da...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani biz insanlar için din ve dünya ihtiyaçlarının tamamını Kur'an'da değişik ifadelerle açıklamışızdır. Bunu, uyanlsınlar, Al­lah'a dönsünler, ibret alsınlar, haramlardan sakınsınlar diye yap­mışızdır. Fakat insanların çoğu bunu kabul etmedi. Sapıklık ve inatlarından vazgeçmedi. Bu sapıklık ve inadın nedeni, insanoğlu­nun cedete her şeyden daha çok düşkün oluşudur. Yani insan ya­radılış itibarıyla çok fazla cedelcidir. Hak'ka dönmez. Nasihata pek kulak vermez.

Bu ayette ümmetlerin peygamberlerine karşı geldikleri ve peygamberlerin Allah katından getirdiklerini inkâr ettikleri açık­lanmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette, kâfirlerin; «O ancak sizin gibi bir beşerdir. Sizin yediğinizden yer içtiğiniz­den içer» dediğini zikrediyor. Hülasa insanın cedeli her şeyden da­ha fazladır. Çünkü Cenab-ı Hak insana çok geniş imkânlar ve kur­nazlıklar ihsan etmiştir. Muaraza kuvveti çok kabarıktır. Çok is­tekleri vardır. Eğer hayr yoluna gelirse meleklerin mertebesine " kadar yükselir. Eğer şeytanın vesveselerine kulafe verirse en alçak derekeye kadar iner. Dilediğini yapar. Artık önünde ne din, ne de elinde akim dizgini vardır. Azimetin doğruluğu da kendisinden tamamen kaybolmuştur.

(55) «Kendilerine hidayet geldiğinde...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette geçmekte olan «sünnet» kelimesi dipten silip götü­ren azap ile helak manasınadır. «Kubulen» kelimesi de çeşitler ve renkler demektir. Yani bu müşrikleri Allah'a iman etmekten, on­lara açık deliller geldiği halde, alıkoyan tek sebep onların inatla­rıdır. O inatlar onları bu iki noktadan birisini istemeğe sürükle­miştir. Ya temellerini kasteden bir azabın kendilerine gelmesini veya birbirini takip eden azabın çeşitlerini dünyada getirmesini peygamberden istiyorlardı.

Nitekim birinci noktada: «Ey Allahım, eğer bu (Kur'an) hak-ktn tâ kendisi ise ve senin katından gelmişse bizim üzerimize gök­lerden taş yağdır. Veya bize elem verici bir azap indim. İkincisin­de «Ey kendisine zikr indirilen peygamber, eğer doğrulardan isen niçin bize melekler getirmiyor sun?» demişlerdi. [52]

 

Yüce Peygamberlerin Vazifesi

 

(56) «Biz peygamberleri sadece müjdeciler ve uyarıcılar...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani biz peygamberleri sadece ehli imanı, Allah ve Rasûlü'nü tasdik edenlere Ahiret'teki bol sevap müjdesini vermek için, kâfir­lere de ebedi hayatlarının yıkılacağı ve azabın çeşitlerine duçar olacakları korkusunu vermek için gönderiyoruz. Biz peygamber­leri, zalimler tahammül edemeyecekleri hadiseleri onlardan iste­sinler de onlar da o hadiseleri meydana getirsinler diye göndermi-yoruz.

Kâfirler hakkı ortadan kaldırmak için mücadele ederler. Me­sela müşrikler Rasûl-ü Ekrem'e: «İlk zamanlarda giden gençlerden bize haber ver. Onların durumları nedir? Yer küresinin doğularına ve batılarına varan kişiden bize haber ver. Ruhtan bize haber ver» dediler ve bunlara benzer hakkı ortadan kaldırmak için nice tek- lifler ileri sürdüler. Esasen bunlar bu soruları din veya dünya hu­susunda bir hakikati tesbit için yöneltmiyorlardı. Peygamberi sus­turmak için bu bâtıllarla hakkı ortadan kaldırmak istiyorlardı.

Hülasa peygamberler bâtıl ile mücadeleye tutuşsunlar, bâtıl ile onların dedikleri söndürülsün diye gönderilmemişlerdir. Onlar müjde verıffek ve korkutmak için gönderilmişlerdir: «Siz benim peygamberimin size getirdiği hakkı bâtıl ile çürütmeye çalışıyor­sunuz».

«Onlar benim ayetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri (ilâhî emir­leri) alaya aldılar»; yani onlara indirilen Kur'an'i ve o Kur'an'da getirilen delilleri alaya aldılar. Mesela «Bunlar daha öncekilerin hurafeleridir. Muhammed bunları yazmıştır» dediler. «Bu hurafe­ler sabah ve akşam onun üzerine okunur» ve «Eğer istesek onun benzerini biz de söyleriz» iddiasında bulundular.

(57) «Kendisine Rabbinin ayetleriyle...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Allah'ın ayetleriyle ikaz edildiği halde o ayetlerden yüz çeviren, onları düşünmeyen, onlardan ibret almayan ve daha Ön. ce işlemiş olduğu küfür ve isyanının neticelerini düşünmeyen kim­seden daha zalimi yoktur. Böyle bir kişi daha önceki küfür ve is­yanının neticelerini ^düşünmediği için Rabbine dönmemiştir.

Bu yüz çevirme ve unutkanlığın nedeni,   «Biz onların kalpleri üzerine o ayetleri anlamasınlar diye perdeler gerdik ve kulakları­na da onları dinlemesinler diye ağırlık koyduk» gerçeğidir. Yani onlara varacak bir hayr yoktur. Binaenaleyh o kalp ve kulaklar, okunduğunda hiç bir ayeti düşünecek tarzda anlamak ve dinlemek kabiliyetinde değildirler. Bunun nedeni de onların hakikati kabul etme istidadım kaybetmiş olmalarıdır. Bu keyfiyet kendilerinden gelen çirkin fiil ve sözlerle kirlenmeleri sebebiyle olmuştur.

«Onları hidayete çağırsan bile onlar sonsuza dek hidayete gel­mezler»; yani Ey Muhammedi Onları dine çağırsan bile onlar hiç­bir zaman imana gelmezler! Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın iman etme­yeceklerini bildiği bazı kimseler hakkında inmiştir. Bu ayetin met­nindeki «Huda» kelimesi Hazin'e göre «din», Nesefi'ye göre «iman», İbn Abbas'a göre «tevhid» demektir. Hepsi netice itibariy­le aynı noktada birleşmektedirler.

Bu ayet Allah tarafından iman etmeyecekleri kesinlik kaza­nan kimseler için inmiştir. Yoksa bu ayet va'z ve irşadı kaldırıcı değildir.

Beyzavi, «Ne tahkiki ne de taklidi iman ederler. Çünkü on­lar gelen ayetlerin mânâsını hakkıyla anlamakta ve hakkıyla din­lememektedirler» diyor.

(58) «Senin Rabbin bağışı bol ve merhamet sahibidir...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki «Rabbuke» kelimesi mubtedadır. «El-Ga-fur» kelimesi de onun haberidir. «Zu'r-Rahme» kelimesi de ikinci haberdir.

Fahreddin Razı, «Çenab-ı Hak bu ayette mağfireti mübalağa lafzıyla zikrettiği halde rahmeti bu şekilde zikretmemiştir. Bunun nedeni şudur: Mağfiret zarar vermeyi terketmek demektir. Rahmet ise yarar ulaştırmak demektir. Allah'ın kudreti birincisi­ne taalluk eder. Çünkü o sonsuz zararları terketmektir. İkincisine taalluk etmez; çünkü sonsuz bir şeyi yapmak muhaldir» diyor.

Nisaburi, «Fahreddin Razi'nin bu görüşü, eğer nakil müsaade ederse ince bir farktır» diyor ve şöyle devam ediyor: «Rahmet sa­hibi tabiri de mübalağadan hali değildir. Yani «gafur» kelimesinde mübalağa olduğu gibi «Zu'r-Rahme» kelimesinde de mübalağa vardır. Kur'an-ı Kerinı'de «Gafur, Rahim» tabirleri iki yönden de mübalağalı olarak çokça varid olmuştur. Kudretin mütenahi ol­mayan bir şeyin terkine bağlanmasında nazar vardır. Çünkü Ce-nab~ı Hakk'ın bütün mukadderatı mutenahidir. İster metruk, is­terse başkası olsun».

Nisaburi'ye de itiraz edilmektedir. Bu itirazlar neticesinde Fahreddin Razi'nin haklı olduğu açıklığa kavuşur. Ayrıntı için Alu-si'nin tefsirine bakılabilir. (Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 304-305)

«Eğer kazandıklarının yüzünden onları muaheze edecek olsay­dı onlara azabı çarçabuk verirdin cümlesindeki «Onların kazandık­ları» ile kastedilen işledikleridir. Yani işlemiş oldukları günahlar­dan ötürü —ki bunların içinde bâtıl ile mücadele edip hakkı silme isteyişleri de dahildir— Rabbin onları azaplandırmaya kalkışsay-dı, onlara çarçabuk azabı tatbik etmesi gerekirdi. Çünkü onların amelleri bunu iktiza etmektedir.

«Fakat onlar için bir mev'id vardır» ifadesindeki «mev'id» ke­limesi ya ismi zaman veya ismi mekândır. İsmi zaman ise Bedir Günü veya Kıyamet Günü kastedilmektedir. îsmi mekân ise, ce­hennem kastedilmektedir. Sanki Allah tarafından şöyle deniliyor: «Onlar ansızın azaba duçar edilmeyeceklerdir. Fakat onlar için va'-dedilen bir zaman (veya mekân) vardır. Bundan başka sığınacak yer de bulamayacaklardır».

Bu ayetin sonunda gelen «Mev'ilen» kelimesi Ferra'ya göre kurtuluş yeri, İbn Kuteybe'ye göre ise sığmak demektir. Fakat bu iki mânâ da aynı noktaya çıkmaktadır. «Sığınak»\& tefsir edilmesi İbn Abbas'tan gelen rivayete dayanmaktadır. «Koruyan yer»le il­gili tefsiri Mücahid'den, «kurtuluş yeri» şeklindeki tefsiri ise Dah-hak'tan gelmiştir.

Ebu'1-Beka «Bu kelime ismi zaman da, ismi mekân da olabi­lir» diyor.

«Ondan başka» zamiri, ya o va'dedilen zamana veya azaba ra-cidir. Yani azapdan başka onların bir sığınacak yerleri yoktur ve­ya o va'dedilen zamandan gayri sığınacakları yoktur. Onların asla ve kafa kurtuluşları bahis konusu değildir. Çünkü sığmakları azap olduktan sonra nasıl kurtulacak, nasıl halas bulacaklardır?

(59) «İşte o ülkeler...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ülkelerden Ad, Semud ve Lut kavmi ile benzerleri kaste­dilmektedir.

«Zulmettikleri zaman onları helak ettik»; yani onları helak etmek için de muayyen bir zaman kıldık. O zaman ne bir saat ile­ri alınabilir, ne de bir saat geri götürülebilir. [53]

 

Burada İmran'jn Oğlu Musa Kastedildi

 

(60) «(Zikret o zamanı) ki Musa genç yardımcısına...» Bu Ayetin Tefsiri

Burada îsrailoğulları'nın peygamberi olan Hz. Muşa bin İmran kastedilmektedir. Zira Müslim, Buhari, Tirmizi, Nesei ve mu-haddislerden bir cemaat Said bin Cübeyr tarikiyle şu rivayeti nak­lediyorlar: İbn Abbas'a, «Nufa el-Bukali (ki Ka'b'ul-Ahbar'ın oğ­ludur) Hızır'la biraraya gelen Musa'nın îsrailoğuUarı'nın meşhur peygamberi Hz. Musa olmadığım söylüyor» dediğimde, İbn Abbas; «Allah'ın düşmanı yalan söylüyor» dedikten sonra uzun bir hadis zikretti. (O hadiste bu Musa'nın İsrailoğulları'nm peygamberi Hz. Musa olduğuna dair kesin ifadeler kullanmıştır).

Hızır'ın arkadaşı olan Hz. Musa'nın Musa bin İmran olmadı­ğını yahudiler de iddia etmektedirler. Muhaddislerden ve tarihçi­lerden yahudilerin bu iddiasma katılanlar vardır. Onlara göre bu­radaki Musa bin Nisa bin Yusuf bin Yakub'tur. Bazıları da «Musa bin Efraim bin Yusuf»tur demişlerdir. Buna «ilk Musa» derler.

Yahudiler, «Peygamber olan bir kişi, peygamber olmayan baş­ka bir kişiden bilgi almaz. Bu sebeple Hızır'dan öğrenen bu Mu­sa, Hz. Musa değildir» diyorlar. Fakat onlara şöyle cevap veriyor­lar; «Eğer Hızır'ı peygamber kabul edersek, bu, bir peygamberin diğer bir peygamberden öğrenmesidir».

Fakat yahudiler bunu kabul etseler dahi (Hızır'ın peygamber­liğini teslim etseler de) Hızır'dan Öğrenenin Musa bin İmran ol­madığım kesinlikle savunurlar. Zira peygamberleri olan Musa'nın, Hızır'dan üstün olmasına rağmen, ondan bilgi almasmı nefis­leri bir türlü kabul etmez. Çünkü Hızır «nebi», hatta «rasûl» olsa bile Hz. Musa'nın derecesine varmamıştır.

Bazı mudekkiklere göre yahudiler bunun Musa bin İmran olmadığını sadece bu sebepten dolayı değil Hz. Musa'nın Mısır'dan çıktıktan sonra kavmi ile beraber Tın çölüne girmesi ve çölde vefat etmesi dolayısıyla da kabul etmemektedirler. Onun kavmi vefatın­dan sonra çölden çıktılar. Oysa bu Kur'an'da zikredilen kıssa Hz. Musa'nın Tıh'dan çıkmasını gerektirir. Çünkü Hz, Musa Mısır'd iken, böyle bir hadisenin cereyan etmediğinde ittifak vardır. Yine bu hadise Hz. Musa'nın birkaç gün kendilerinden ayrılmış olması-nı gerektirir. Eğer Hz. Musa birkaç gün kaybolsaydı İsrailoğulla-rı'ndan Musa ile beraber olanlar bunu bilirlerdi. Eğer bu bilinseydî kesinlikle nakledilirdi. Çünkü nakli gerektiren garip bir durumu kapsamaktadır. Madem ki nakil yoktur, öyleyse böyle bir hadise de yoktur.

Cevap olarak deriz ki: Hz. Musa'nın Hızır'dan üstün olması, Hızır'dan birtakım şeyleri öğrenmesine aklen mâni değildir. Zira nice allame vardır ki kendisinden küçük olan alimden istifade eder. Zira bazen üst olanda bulunmayan bir özellik daha aşağıda bulunan bir zatta mevcut olabilir. Ayrıca bu hadisenin ol­ması nakledilmesini gerektirmez. Belki de Cenab-ı Hak bir hik-metten ötürü bu hadiseyi gizlemiştir. Hadise Hz. Musa ile Beni İsrail, Firavun'a galip geldikten ve Kıbtiler'in helakinden sonra orada istikrar bulmasını müteakip meydana gelmiştir. Öyleyse olayın Mısır'da meydana gelmediğine dair ioma olduğu hususu yanlıştır. Yahudiler Kıbtiler'in helakinden sonra Mısır'da durma­dıklarını iddia ederler. Müslümanların çoğu da bu görüştedir. O zaman cevap olarak denilir ki: Hz. Musa'nın çölden çıkmadığı hu­susu kabul edilemez. Ve bu hadisenin cereyanı için Hz. Musa'nın birkaç gün kaybolması da gerekmez. Belki bu, harikulade bir şe­kilde cereyan etmiş bir hadisedir. Tıpkı onların kırk sene çölde dolaşıp durmaları, dağın üzerlerine kaldırılması ve diğer mucize­ler gibi.

Mümkündür ki Hz. Musa çölden çıkmıştır ve birkaç gün ken­dilerinden kaybolmuş ve fakat Hz. Musa'nm bu durum için gitti­ğini bilememişlerdir. Belki de Hz. Musa'nın ibâdet niyetiyle gitti­ğini sanıyorlardı. Hz. Musa.da onlara bu durumu söylememiştir. Çünkü onların anlayışının 'asır olduğunu biliyordu. Böylece «on­lara bu durumu söylersem bunu anlamazlar ve onların katında de­ğerim düşer» diye düşündü. Zira onlar Hz. Musa'ya daha önce «Onların olduğu gibi bize de bir mabud edin. Bize Allah'ı açıkça göster» demişlerdi. Aynı zamanda Hz. Musa yanındaki gence de bunu söylememeyi tavsiye etmiştir. Mümkündür ki Musa kaybol­duktan sonra onlar kaybolduğunun hakikatini bilmiş olsunlar. Fa­kat diğer nesillere bu husus intikal etmemiştir. Zira burada Hz. Musa'nın kadr ve kıymetini düşürecek birtakım hususlar vardır. Binaenaleyh hadiseyi nakledenler azala azala sonunda Buhtunnasr zamanında helak olup gittiler. Tıpkı Tevrat'ı hıfzedenlerin çoğu­nun helak olduğu gibi. Onlardan az bir grubun, Rasûl-ü Ekrem devrine kadar ulaştıkları ve fakat müslümanlan şüpheye sokmak için bu hadiseyi gizlemiş oldukları da ihtimal dahilindedir. Hüla­sa ehl-i kitabın «böyle bir hadise yoktur» demesine kulak aşılma­malıdır. Çünkü bu hadise aklen de mümkündür. Üstelik Cenab-i Hak Kur'an'da, O'nun Rasûlü de hadislerde bu olaya temas ettik­ten sonra işin içinde zerre kadar şek ve şüphe kalmamıştır.

Yahudilerin bu inkârı ile hıristiyanlarm Hz; İsa'nın beşikte konuşmasını inkâr etmeleri birbirine yakın bir tavırdır. Ona da Cenab-i Hakk'm ayeti nazil olduktan sonra iltifat edilmez. Bu ba­kımdan Allah'ın Kitabı'na sarılıp, vesveseleri bırakmak gerekir.

Hz. Musa'nın genç arkadaşı Yuşa bin Nun bin Ef raim bin Yusuf'tur. Bu zat Hz. Musa'ya hizmet eder ve ondan bir şeyler öğrenirdi. Bu sebeple kendisine «Hz. Musa'nın genç arkadaşın de­nilmiştir. Araplar «Genç» mânâsına gelen «feta» kelimesini hiz­metkârlar için kullanırlar. Çünkü hizmetkârların çoğu genç olur. Rivayetlere göre bu zat Hz. Musa'nın kızkardeşinin oğlu (yeğeni) dir. Bazıları da «Bu zat Yuşa değil onun kardeşidir» demişlerdir. Fakat yahudiler Yuşa'nın kardeşi olmadığını ileri sürmektedirler. Bazıları «Gençten maksat kölesidir» demişlerdir. Zira köleye «Fe ta» denilmesinin delili şu hadistir: «Sizden herhangi biriniz «be­nim abdım», «benim cariyem» demesin, «benim fetam desin».[54]

 

Mecma'ül-Bahreyn'den Kasd Olunan Nedir?

 

Ayet metninde geçmekte olan «Mecma» kelimesi birleşme (cem olma) yeri demektir. «İki Deniz»den maksat Fars Denizi olarak Basra Körfezi, Rum Denizi olarak da Akdeniz'dir. Onların «birleştiği nokta» ise doğu tarafına düşen noktadır. Umulur ki ayetten maksat, onların birleşmesinin yakınlaştığı bir mekân ol­sun. Aksi takdirde onlar ancak Hind Okyanusu'nda birleşirler. Ebu Hayyan, burası için «Şam Sahrası'na düşen taraftır» demiş, tir. Muhammed bin Kâb-ul Kurezi'nin dahil olduğu bir gruba gö­re bu iki denizin birleşme noktası Tanca yanındadır. Yani Sebte Boğazı'dır.

Ubey'den gelen rivayete göre ise, bu birleşme noktası Afrika' dadır.

Bazıları, «tuzlu ve tatlı denizlerdir ki mağrib tarafında yeşil adada birleşiyorlar» demişlerdir.

Bazıları da «Bu iki deniz Hz. Musa ile Hz. Hızır'dan kinaye­dir. Çünkü onların ikisi de ilim denizidirler. Onların birleşme nok­talarından maksat buluştukları yerdir» demişlerdir. Fakat bu sûfi meşrebli bir tevildir. Ayetin siyakı bu tevili uzaklaştırır.[55]  

 

Hukub, Kaç Senelik Bir Zamandır?

 

Ayet metnindeki «Hukuben» kelimesi İbn Abbas ve lûgatçıla-rın bir cemaatinden rivayet edildiğine göre «zamana mânâsına ge­lir. İbn Ömer'in Ebu Hureyre'den gelen rivayetine göre «seksen senelik bir zaman» demektir. Hasan Basri «Yetmiş senelik bir zamandır», Ferra da «Bir senelik bir zamandır ve bu kelime Kureyş lügatinde vardır» demektedir. Ebu Hayyan ise «Seneler demektir» diyor.[56]

 

Hz. Musa'dan Daha Alim Olan Kul Kimdir?

 

Hz. Musa'nın bu yolculuğa çıkmasının nedeni, Buharı, Müslim ve başka muhaddislerin İbn Abbas ve Ubey bin Kâb'tan rivayet et­tikleri hadiste bildirilmektedir.

«Hz. Musa İsrailoğulları'na vaz-u nasihat ediyordu. Bu esna­da kendisine insanların en aliminin kim olduğu soruldu. O da ce­vap olarak «benim» dedi. Böylece ilmi Allah'a havale etmemesin­den ötürü Cenab-ı Hak ona hitap ederek şu vahyi gönderdi: «Be-nim bir kulum vardır. İki denizin birleştiği noktadadır. O senden daha alimdir.».

îbn Abbas'ın naklettiği bir rivayette Allah'ın Rasûlü şöyle bu­yurmuştur: «îsrailoğulları'nın Peygamberi olan Hz. Musa Rabbin-. den: «Ey Rabbim! Eğer kullarının arasında benden daha alim bir kimse varsa onu bana göster» diye niyazda bulunur. Cenab-ı Hak da: «Evet, kullarım arasında senden daha alimi vardır» der. Sonra o alimin yerini Hz. Musa'ya bildirerek, onunla buluşması için Hz. Musa'ya izin verir.»

Haberlerin delâlet ettiğine göre Hz. Musa'nm kendisini bul­ması yönünden irşad edildiği kişi Hz. Musa'dan daha alimdi. Kur-an'da «Kullarımızdan bir kul» diye anılan ve Hz. Musa ile karşı­laşan kişinin ismi hususunda alimlerin ihtilafı vardır. Peygamber mi, nebi veya rasûl veya veli mi olup olmadığı hususunda da ih­tilaf edilmiştir. Zamanı hususunda ve şu anda ölü mü veya diri mi olduğu noktasında da ihtilaf vardır.

İsmine gelince alimler «İsmi Hızır'dır» demişlerdir. Bazıları «Belya bin Melkan» bazıları «Elyesa», bazıları «İlyas», bazıları «Meleklerden bir melek» demişlerdir. Babası hususunda da ihtilaf vardır. Bazıları «Adem'in öz oğludur», bazıları «Firavun'un oğlu­dur», bazıları «El-İs'in oğludur», bazıları da «Kelya'nm oğludur» demişlerdir. Fakat cumhura göre onun ismi Belya bin Melkan' dır ve Hızır da onun lâkabıdır. O, nebidir, cumhurdan bazıları ra­sûl olduğunu, bazıları da veli olduğunu ileri sürmüşlerdir ki ek­seriyet bu görüşü desteklemektedir.

Bugün ölü mü diri mi olduğu şeklindeki ihtilâfa gelince, Bu-hari onun şu anda diri olduğu görüşünü inkâr etmiştir. Sahih-i Müslim'de Allah'ın Rasûlü, ölümünden önce: «Bugün nefes alan hiçbir şahıs yoktur ki onun yaşı yüz seneyi bulsun da hâlâ diri olsun» buyurmuştur.

İmam Buhari'ye Hızır'ın diri olup olmadığı sorulduğunda o: «Senden önce de hiçbir beşere ebedi hayat vermedik» (Enbiya: 34) ayetini okumuştur.

Hızır'ın durumu Şeyhülislâm îbn Teymiye'ye sorulduğunda cevap olarak: «Eğer Hızır diri olsaydı Rasûlutlah'a gelip onun hu­zurunda diz çöküp öğrenmesi ve onunla beraber cihada katılması vacip olurdu» demiştir.

İbrahim el-Harbi'den Hızır'ın yaşayıp yaşamadığı hususu so­rulmuş ve cevap olarak: «Kim bir gayb üzerine işi havale ederse o, o hususta insaflı davranmamıştır. Bu hadiseyi insanlar arasına, şeytan soktu» demiştir.

El-Bahr'da Şerafeddin Ebi Abdullah Muhammed bin Ebu'l-Fadl'ıl-Mersi'den nakledildiğine göre Hızır Ölmüştür.

İbn'ul -Cevzi Hızır'ın Öldüğünü Aii bin Musa Er-Rıza'dan nak­letmektedir.

Bazı müfessirler Hızır ile Makedonyalı İskender'in teyzezade olduklarını ve aynı zamanda Hızır'ın Makedonyalı İskender'in ve­zirliğini yaptığını söylerler. Fakat bu cahilane bir sözdür. Çünkü Makedonyalı İskender, Hz. Musa'dan bin seneden daha fazla bir zaman sonra gelmiştir. Hızır onun teyzezadesi nasıl olur ve nasıl Hz. Musa'nın muasırı bulunabilir?

Kur'an-ı Kerim'de bu isim varid olmamıştır. Eğer Buhari, ha­disinde, bu isim varid olmasaydı bu ismin sahibinin varlığına bile inanmazdım. [57]

 

Merağî Hızır İçin Ne Söyledi?

 

Meraği'nin tefsirinde «Hızır'ın peygamberliğini iddia edenler şu delilleri ileri sürmüşlerdir» denilerek bu deliller şöyle sıralan­maktadır:

1) «Katımızdan ona bir rahmet verdik» ayetindeki rahmet, peygamberliktir. Çünkü   Cenab-ı   Hak,   peygamberliği, başka bir ayette: «Onlar Rabbinin rahmetini mi taksim ediyorlar» tarzında «rahmet» ile ifade etmiştir.

2) «O'na katımızdan bir ilim öğrettik». Bu ayet iktiza eder ki Cenab-ı Hak, mürşidin irşadı    olmaksızın Hızır'ı    eğitmiştir. Böyle olan bir kişi peygamberdir.

3 Hz. Musa, Hızır'a: «Bana öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?»   demiştir.   Bir peygamber, peygamber olmayandan bilgi almaz.

4) Hızır, «Bunu ben kendiliğimden işlemedim» demiştir. Yani Allah'tan gelen bir vahye dayanarak işlediğim' söyledi ki bu da peygamberliğinin delilidir.

Fakat bütün bu delillere ayrı ayrı cevaplar verilmiştir. Ehli sünnetin ekserisi Hızır'ın «veli» olduğu hususunda karar kılmıştır.

Meraği, «iki denizin birleştiği nokta» hakkında şunları söylü­yor:

1-  Bu nokta Hind Okyanusu ile Ktzıldeniz'in el-Mendeb derbendinde birleştiği noktadır.

2- Akdeniz ile Atlas Okyanusunun Tanca önünde, Cebeli­tarık Boğazt'nda birleştikleri noktadır [58]

Elmalılı şöyle diyor: «Sahra'dan maksat Kudsi Şerifteki sah­radır. Akdeniz ancak Süveyş Kanalı'yla Hind Okyanusu'na katılır. Bahri Faris, Bahri Muhit'in bir koludur. Azerbaycan'ın arkasından başlayan Fars arazisinden, şimalden cenube doğru gider. «Bah­reyn» kelimesi «Bahrnn tesniyesidir. Veya Hind Okyanusu sahi­linde Basra ile Umman arasında birçok beldeyi kapsayan bir kıta­nın adıdır. Böylece Mecma'ul-Bahreyn'den maksat, Bahreyn kıta­sının toplu yeri ve makarrı demektir. Bu mâna daha açıktır ve Septe Boğazı'ndan daha yakındır. Uzak bir ihtimal değildir ki da­ha Önce Medyen'e giden Musa bu sefer Bahreyn'e bir seyahat yap­mış olsun. Ancak tefsir alimleri bu ihtimale temas etmemiş olmalan sebebiyle nakil yönünden teyid edici kuvvet bulunamıyor. Ni­tekim İstanbul Boğazı hakkındaki şayia da böyledir. Müfessirînin bu mânâyı kale almamalarının sebebi bundan sonraki ayette tes-niye zamiriyle «Mecmea Beynlhima» buyurulmuş olmasıdır. Zira ismi has olana müfred zamiri gelirdi. Bununla beraber tesniye za­mirini Musa ile genç arkadaşına gönderenler de vardır».[59]  

 

Balık Mucizesi

 

(61)   «Böylece ikisi iki denizin birleştiği yere varınca...»

Bu Âyetin Tefsiri

Yani Musa ile genç arkadaşı yürümeye başladılar ve iki deni­zin birleştiği noktaya doğru ilerlediler. Ne zaman ki o noktaya vardılar, o zaman balıklarım unuttular. Balıktan maksat matluba varmanın nişanesi olan balıktır. Çünkü sahih bir rivayette varid olduğuna göre Allah Teâlâ Hz. Musa'ya: «İki denizin birleştiği noktada senden daha alim bir kulum vardır» dediğinde Hz. Musa: «Yarab, ben iki denizin birleştiği noktayı nasıl bulayım?» diye so­rar. Cenab-ı Hak: «Beraberinde bir balık al. Onu bir sepete koy. O nerede kaybolursa işte orası iki denizin birleştiği noktadır» di­ye buyurur. Bunun üzerine Hz. Musa bir balık edinir ve onu bir seleye koyar. Sonra genç arkadaşı beraberinde olduğu halde yola çıkarlar. Bahra'ya geldiklerinde  bu taş iki denizin birleşme nok­tasındaydı  başlarını yere koyup uykuya dalarlar. Seledeki balık sıçrayarak atlar ve denize düşer.

Zahire bakılırsa burada unutkanlık hem Hz. Musa'ya hem de genç arkadaşına nisbet edilmiştir. «Balıklarını  unuttular»,   yani onun halini unuttular. Ancak Hz. Musa'nın unutma hâli ayrı, gen­cin unutma hali de ayrı bir durumdur. Hz. Musa balığın selede olup olmadığı hususunu unutmuştu. Yuşa da onun denize girdiğini ha­ber vermeyi unuttu. Tabii bu görüş, Hz. Yuşa'nm «onun canlan­dığını müşahede ettiği» gerçeğine binaendir. Burada sahih bir ha­ber vardır. Müslim ve Buharı ile bazı muhaddislerin rivayet ettik­leri bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

«Cenab-ı Hak ,Hz. Musa'ya: «Ölü bir balık edin. O nerede can­lanırsa işte o kulum da oradadır» dedi. Hz. Musa bu balığı edin­di. Bir seleye koydu. Genç arkadaşına: «Sana herhangi bir tekli­fim yok. Ancak balık seleden ayrıldığı yerde beni haberdar ede­ceksin» dedi. O da: «Bu çok büyük bir teklif değildir» dedi ve kabul etti. Onlar taşın gölgesinde iken balık canlandı, sıçrayıp denize düştü. Hz. Musa uyuyordu. Genç arkadaşı (Hz. Yuşa) onu uyan­dırmadı. Uyandığı zaman durumu kendisine bildirmeyi kararlaş­tırdı. Fakat Hz. Musa uyandığı zaman da haber vermeyi unut­tu.»

Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir:

«Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya «Onun alameti şudur: Tuzlanmış bir balık alacaksın. Onu nerede kaybedersen işte o oradadır» de­di. Hz. Musa da bu işi yaptı. Sahra'ya vardıklarında Hz. Musa onu aramaya koyuldu. Balığı taşın üstüne koydu. Balık sıçradı ve denize girdi. Genç: «Allah'ın Peygamberi ne zaman gelirse bu haberi ona vereceğim» dedi ve şeytan ona bu işi unutturdu».

f Bu balığın dirilmesinin sebebi, İbn Abbas'a göre şöyledir: «O taşın yanında bir hayat suyu vardı. O sudan kim içerse daimi olarak hayatta kalır, herhangi bir Ölü o suya yaklaştırılırsa der­hal dirilirdi. İşte o sudan balığa dokundu ve balık dirildi».

Diğer bir rivayete göre, Yuşa (aleyhisselam) o sudan abdes aldı. Abdest suyundan birkaç damla balığın üzerine düştü ve ba­lık dirildi.

Bazı rivayetlere göre, balığa su dokunmamiştir. Ancak su­dan gelen serinlik ona dokunmuştur. O da Allah'ın izniyle diril-miştir.

«Herhangi bir şeye dokunursa o dirilir», «ondan balığa bir şey isabet etmiştir» şeklindeki rivayetlerin hepsi Sahih-i Buha-ri'de, El-Kehf Suresi'yle ilgili olan tefsir bölümünde zikredilmiş­lerdir. Fakat Sahih-i Buhari'de «Kim o sudan içerse daimi bir şe­kilde hayatta kalır» ibaresi yoktur. Eğer böyle bir durum bahis konusu olsaydı, Hz. Yuşa'nm da daima diri kalması gerekirdi. Çünkü o sudan abjdest almıştı.

Müslim, Buhari, Tirmizi, Nesei ve bazı muhaddislerin ha­dislerinde «Cenab-î Hak su akıntısını tuttu. Su, balığın üzerinde bir kubbe haline geldi ve balık bulunduğu yerde durdu» denil­mektedir.

îbn Cerir ve tbn.Ebi Hatim, El-Ufi tarikiyle İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar: «O balık denizin hangi yerine dokunduy-sa, orası taş olacak şekilde kurudu».

İşte bu ve daha önceki nakledilenler harikulade işlerdendir. Cenab-ı Hak peygamberlerinden dilediğine, dostlarından seçtik­lerine bunları ihsan eder.[60]

 

Meal

 

62- (Varacakları   yeri)   geçip   gittiklerinde    (Musa),   yar­dımcısına;  «Kuşluk yemeğimizi getir bize. Andolsun şu yolculu­ğumuzda gerçekten yorulduk» dedi.

63- (Yardımcısı): «Gördün mü? Kayaya sığındığımızda ba­lığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytan unutturdu. O (ba-hk) şaşılacak bir şekilde yolunu tutup-gitti» dedi.

64- (Musa): «İşte aradığımız o idi ya!» dedi. Hemen ikisi de izlerinin üzerine geri döndüler.

65- Derken, kullarımızdan bir kul buldular. Biz ona katı­mızdan bir rahmet Ve ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

66- Musa ona dedi ki: «Doğru yol olarak sana Öğretilenden bana bir bilgi öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?»

67- (O da):  «Sen benimle birlikte olmaya sabredemezsin» dedi.

68- «Hakikatini  kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebi­lirsin ki?»

69- (Musa): «înşaallah beni sabreder  bulacaksın.  Emrine karşı gelmem» dedi.

70- (O salih kul): «Eğer bana tâbi olacaksan, ben sana bil­gi verene kadar bana hiçbir şey sorma» dedi,

71- Böylece ikisi yürüdüler. Nihayet bir gemiye bindiler ve o kimse gemiyi deldi.   (Musa):  «Yolcuları boğmak için mi onu deldin? Andolsun sen korkunç bir iş yaptın» dedi.

72- (O salih kul): «Ben sana, benimle birlikte olmaya sab­redemezsin demedim mi?» dedi.

73- (Musa): «Unuttuğum bir şeyden dolayı beni muaheze etme.  Bu  yaptığımdan  dolayı  bana güçlük  çıkarma»   dedi.

74- Yine yürüdüler: Nihayet bir erkek   çocuğa   rastladılar ve (o kul) o çocuğu hemen Öldürdü.  (Musa): «Tertemiz bir ca­nı, bir cana karşılık olmaksızın mı öldürdün? Andolsun sen çir­kin bir iş yaptın» dedi. [61]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(62-63) «(Varacakları yeri) geçip gittiklerinde...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Sahih bir haberde varid olduğuna göre Hz. Musa ile yanın­daki genç o günün kalan kısmıyla, o gece tamamen yürüdüler. Ertesi gün ortalık aydınlanınca Hz. Musa acıkmış olduğunu his- setti ve işte o zaman gence: «Kahvaltılarımızı getir. Zira bu sefe­rimizden ötürü yorgun düştük» dedi.

Ayet metnindeki «Gadacna» günün evvelinde yenilen yemek demektir. Burada balık kastedilmektedir. Çünkü Hz. Yuşa'nm ce­vabının zahirinden bu anlaşılır. Yani Hz. Musa bütün bu sefer bo­yunca bitkin düştük demek istiyor. Ancak bu yolculuğun bir kısmı itibariyledir ki o da ism-i işaretle belirtilen sahradan bu sözün söylendiği noktaya kadar olan kısımdır. Nitekim sahih bir hadiste Allah'ın Rasûlü:

«Musa emredilen noktayı geçmedikçe, onlara yorgunluk do­kunmadın buyurmuştur.

Zikredildiğine göre ayetin hülasasından ve betahsis zikredil­mesinden anlaşılıyor ki Hz. Musa diğer yolculuklarında yorul­mamıştır. Bu emredilen noktayı geçtikten sonraki acıkma ve yo­rulmanın oluşmasındaki hikmet, balığı hatırlaması ve dolayısıy­la mahbubuyla biraraya geleceği noktaya geri dönüp gitmesi­dir.

Hz. Musa'nın yardımcısı: «Gördün mü? Biz taşın yanında otururken balığı unuttum» dedi. Hz. Yuşa'nın böyle bir ifade kul­lanmasının nedeni unutulmayacak derecede büyük hadiselerden olan müşahedesini (buna rağmen) unutmuş olmasıdır. Oysa o ba-hğm yok olması hedefin bulunmasının nişanesi idi. Ayetin zahi­rinden anlaşılan şudur ki buradaki unutma hakiki unutmadır. Binaenaleyh bu balığın kendisine değil onun hatırlanmasına bağ­lıdır.

Unutmanın burada kaybolmaktan kinaye olması da mümkün­dür. O zaman unutma, balığın kendisine bağlanmış oluyor. Fakat tefsir alimlerinin çoğu birinci yorumu benimsemektedir. Yani ba­lığın durumunu sana söylemeyi ve onda gördüğüm acaipîikleri haber vermeyi unuttum. Bunu bana şeytan unutturdu.

Hz. Yuşa'nın şeytan tarafından gelmiş olduğunu ifade etti­ği unutkanlık şudur: Şeytan onu aile efradı hakkında vesveseye düşürmüş, vatanından ayrılması bahsinde kalbine vesveseler sok­muş ve bu vesveseler de Cenab-ı Hakk'm takdiriyle unutmaya se­bep olmuştur. Aksi takdirde o hâl unutulacak durumlardan de­ğildir.

Bazı alimler: «Yuşa, Hz. Musa'dan çok büyük mucizeler gör­düğünden, artık balığın canlanıp denize atlaması mucizesi için onu vesveselerden uzaklaştıracak bir sebep yoktu. Bundan ötürü bu olayı unutmuştur» demektedirler.

«O balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitti» cümlesi tefsir alimlerinin çoğunun ifade ettiklerine göre Hz. Yu­şa'nın kel artımdandır. Ve «Ben balığı unuttum» cümlesinin mü­temmimidir. Burada da onun durumunu başka bir yönden haber vermek söz konusudur. Bu iki cümle arasında gelen cümleler iti­razı

(64) «(Musa): işte aradığımız o idi ya! dedi,,.»Bu Ayetin Tefsiri

Yani bizim aradığımız oydu. Çünkü balığın canlanması bi­zim hedefe varmamızın nişanesi idi. Derken ikisi gerisin geriye döndüler ve izlerini peyderpey takip ettiler. Sonunda balığın ya- nmda canlanıp denize atıldığı kayaya vardılar ve orada kulları­mızdan bir kul buldular. [62]

 

0  Kula Verilen Rahmetten Ne Kastedilmektedir?

 

«Ona katımızdan bir rahmet verdik».

Ayetin metnindeki rahmet kelimesi hakkında şu görüşler gel­miştir:

a) Helâl rızik ve geniş maişet,

b) Halktan uzak yaşamak ve halka muhtaç olmamak,

c) Bünye sağlamlığıyla birlikte uzun yaşamak,Ev

d) Cumhura göre  rahmet  burada  vahy ve  peygamberlik manasınadır. Zira Kur'an'ın birçok ayetinde rahmet bu mânâda kullanılmıştır.

«Rahmet, vahy ve nübüvvet manasınadır» diyenler Hızır'ın nebi olduğunu savunmaktadırlar. Hızır hakkında üç görüş var­dır:

1- Nebi'dir, Rasûl değildir.

2- Easûl'dür.

3- Velî'dir.

Kuşeyrî ve bir cemaat veli olduğu hususunda ısrar etmişler. dir. Fakat cumhurun görüşüne göre nebidir ve bu görüşü riva­yetler takviye etmektedir.

Kadı Ebu Ya'la Hızır'ın hayatta olmadığına dair şu delilleri ileri sürmüştür:

1- Hızır'ın hayatta olduğunu söyleyenler onun Adem'in öz oğlu olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa Hızır'ın Adem'in Öz oğlu ol­duğu hususu iki yönden fasittir.

a) En   azından altıbin   şene yaşamış   olması gerekir. Veya daha fazla... Böyle bir ömrün beşer için uzak bir ihtimal olduğu, herkesin malûmudur.

b) Eğer Hızır'ın, Adem'in Öz veya dördüncü evladı olduğu­nu iddia edenlerin sözleri gerçek olsaydı o korkunç bir iskelete sahip olacaktı.   Upuzun ve çok enli bir iskelet...   Çünkü   Sahihi Müslim ve Buhari'de Ebu Hureyre kanalıyla Rasûlullah'tan şöy­le bir hadis nakledilmektedir. «Adem yaratıldığı zaman uzunlu­ğu 60 zira' idi. Âdem'den bugüne kadar insanların boyu durma­dan küçülmüştür».

«Ben Hızır'ı gördüm» diyenlerden hiç birisi onu bu korkunç heybet üzerinde gördüğünü söylememiştir.

2- Eğer Hızır, Hz. Nuh'tan Önce hayatta olsaydı kesinlikle onunla beraber gemiye binmesi gerekiyordu. Oysa hiç kimse bu­nu nakletmemiştir.

3- Alimler, Hz. Nuh gemiden çıktığı zaman beraberinde gemide olanların hepsinin vefat ettiğini, onun öz soyundan baş­ka kimsenin kalmadığını    söylemişlerdir.    Bunun delili de «Biz onun hürriyetini baki kalanların tâ kendisi kildik» ayetidir.

4- Eğer Adem'in zamanından Kıyamet'in kopmasına kadar bir kişinin hayatta kalması hususu doğru olsaydı, bu en büyük mucize ve en büyük, en acaib hadiselerden olurdu. O zaman Kur', an'da birçok yerde bu zikredilirdi. Çünkü bunlar Allah'ın rubu-biyetini tesbit eden ayetlerdendir. Cenab-ı    Hak   Kur'an'da Hz. Nuh'un 950 sene yaşadığını haber vermiş ve bunu bir mucize ola­rak ortaya koymuştur. Nasıl olur da Hz. Nuh'tan yüzbinlerce yıl daha çok yaşayan bir kimsenin yaşından Kur'an bahsetmez?

5- «Hızır hayattadır»   demek, ilimsiz olarak   Allah adına bir hüküm çıkarmaktır. Böyle bir davranış Kur'an nassıyla ha­ramdır. Eğer onun yaşadığı sabit olsaydı Kur'an veya Sünnet ve­ya icma-i ümmet buna delâlet ederdi. İşte Allah'ın kitabı orta­da. Hızır'ın hayatına dair hangi ayet vardır? İşte Rasûlullah'm hadisleri. Hergangi bir yönden buna delâlet eden hadis nerede­dir? îşte ümetin alimleri. Onlar ne zaman Hızır'ın hayatta oldu­ğunda ittifak etmişlerdir?

6- Hızır'ın hayatta olduğuna dair deliller birtakım hikâye­lerdir. Kişi bu hikâyeleri haber veriyor ve Hızır'ı gördüğünü söy­lüyor. Allah rızası için, acaba Hızır'ı gören kişinin katında, onun Hızır olduğuna dair bir alâmet var mıdır? «Hızır'ı gördüm» diye iddia edenlerin çoğu görülen şahsın «Ben Hızır»ım sözüne aldan­maktadırlar. Halbuki herhangi bir kişinin tasdiki ancak Allah' tan gelen bir delille caiz olabilir. Acaba Hızır'ı gören böyle bir de­lile sahip midir? «Ben Hızır'ım» diyen kimsenin doğru veya ya­lancı olduğu nasıl bilinecektir?

Hızır, Allah'ın kelimi olan Hz. Musa'dan ayrıldı, onunla arkadaşlık yapmaya razı olmadı ve «İşte bu, benimle senin aramı, zm ayrılmasıdır» dedi. Acaba ululazim peygamberlerden olan Hz. Musa gibi zatla arkadaşlık yapmaya razı olmayan Hızır, şeriatı garradan çıkmış, ne cumalara, ne cemaatlara ne de herhangi bir ilim meclisine uğramayan cahil âbidlerle mi biraraya gelmekte­dir? Halbuki bunların her birisi «Hızır bana geldi, Hızır bana va­siyet etti» diyorlar. Acaba Hz. Musa'dan ayrılan Hızır bir cahilin sohbetine nasıl tahammül eder? Olsa olsa bu, Allah'ın dergâhın-dan kovulmuş şeytandır. Yarab, seni tenzih ediyoruz. «Ben Hı­zır'la konuştum, Hızır'la görüştüm, Hızır bana geldi» demek bü­yük bir iftiradır.

8- Ümmet şu noktada icma etmiştir: «Ben Hızır'ım» di­yen kişi «Ben RasûluUah'tan şunu şunu dinledim» dese onun ha­disine iltifat edilmez ve dinde onun naklettiği hadis de hüccet olamaz. «Hızır hayattadır» diyen bir kişi   şu itirazlardan kurtu­lamaz: Ya diyecektir ki «Hızır Peygamber'e gelmedi, ona biat et. medî» veya diyecektir ki    «Peygamber Hızır'a peygamber olarak gönderilmemiştir». Böyle demek ise küfür anlamına gelir.

9- Eğer Hızır hayatta olsaydı onun kâfirlere karşı cihad etmesi, Allah yolunda nöbet beklemesi, harp safında bulunması, Cuma ve cemaate katılması, ümmetin   cahillerini   irşad etmesi, onun vahşiler arasında, çöllerde ve dağlarda gezmesinden çok üs­tün olurdu: [63]

 

«Hızır Diridir» Diyenlerin Delili

 

«Hızır diridir» diyenlerin elindeki hadisler:

1- Darekutni   «El ifrat»t&,   İbn Asakir ise Dahhak'tan ve İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:

«Hızır Âdem'in öz oğludur. Cenab-ı Hak onun ecelini uzat­mıştır. O Deccal'i yalanlayacağı noktaya kadar yaşayacaktır».

2- İbn Asakir, îbn İshak'tan şöyle rivayet ediyor:

«Bizim arkadaşlarımızın naklettiklerine göre, Adem vefat edeceği zaman çocuklarını biraraya topladı ve onlara: «Ey evlat­larım, Cenab-ı Hak kesinlikle yeryüzüne azap indirecektir. Be­nim cesedim sizinle beraber mağarada kalsın. Ne zaman indiniz, beni gönderin ve Şam arazisinde defnedin» dedi.» Adem'in cese­di çocuklarıyla beraberdi, Cenab-ı Hak, Nuh'u peygamber olarak gönderdiği zaman o, cesedi yanına aldı. Cenabı Hak tufanı yer­yüzüne gönderdiği zaman yeryüzü sulara garkoldu. Hz. Nuh üç çocuğuna cesedi emredilen mağaraya götürüp defnetmelerini söy­ledi. Çocuklar: «Yeryüzü vahşet içerisindedir. Ünsiyet verilecek hiç kimse yok. Ve biz yolu da bulamayız. Fırsat ver ki insanlar emin olup çoğalıncaya kadar bekletelim» dediler. Nuh onlara: «Adem, Allah'ın katında kendisini defneden kişinin Kıyamet'e ka­dar diri kalması için niyazda bulunmuştur.», dedi. Buna rağmen Adem'in cesedi Hızır gelinceye kadar durdu. Adem'i defneden Hı­zır'dır ve bundan dolayı da Cenab-ı Hak onu dilediği kadar yaşa­tacaktır».

3- Bu konuda üçüncü hadis, Hatib oğlu Asakir'in Hz. Ali­den rivayet ettiğidir: «Bir ara Kabe'yi ziyaret ediyordum. Baktım ki birisi Kabe'nin perdesine tutunmuş: «Ey, herhangi bir söz ken­disini başka bir sözü dinlemekten alıkoymayan! Ey dileklerin çokluğu kendisini yanlışlığa sevketmeyen! Ey ısrar edercesine is­teyenlerin isteklerinden aciz olmayan Allahım! Affının serinliğini, rahmetinin tadını bana tattır»   diyordu. Hz. Ali'ye   «Ey Allah'ın kulu, bu konuşmayı tekrar et» dedim. O bana; «Sen bunu dinledin mi?» diye sorunca, cevap olarak: «Evet, dinledim» dedim. O, cevap olarak: «Hızır'ın nefsini yedi kudretinde bulunduran Al-laJi'a yemin ederim, bu sözü farz namazdan sonra söyleyen bir kişinin bütün günahları affolunur. Velev ki günahları Aliç Çölü  nün kum daneleri, yağmurun doneleri, ağaç yaprakları kadar bol olsun» dedi.»

«Hızır'ın nefsini yed-i kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim» cümlesi onun Hızır olduğunu ifade eder.

4- Hayatta olduğuna dair dördüncü delil Salebi'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadistir: «Hz. Ali der ki: «RasûUü Ek­rem vefat ettiği zaman onun teçhiz ve tekfinine başladık. Halk dışarı çıktı. Ev tenhalaştı. Rasûlullah'ı teneşirin üzerine koydu­ğumda baktım, sesi gaibten gelen birisi, evin köşesinden yük­sek sesle: «Sakın Muhammed'i yıkamayın. Zira o tahir ve tahur-dur» dedi. Bu sözden dolayı benim kalbime şek düştü ve dedim ki: «Azap olasıca, sen kimsin? Oysa Allah'ın peygamberi bize ölü­leri teçhiz etmeyi emretmiştir. Yıkanmak onun sünnet4 seniyye-sidir». Bunun üzerine gür bir ses şöyle dedi: «Muhammed'i yıka' yın. Çünkü gaybdan iliç gelen söz melun İblis'in sözüydü, Muham-med'in yıkanmış olarak kabrine girmesine hased etti».

Bunun üzerine ben: «Allah sana hayrı versin. Birincisinin Jö-lis olduğunu bana haber verdin. Acaba sen kimsin?» dedim? O bana: «Ben Hızır'ım. Hz. Muhammed'in cenazesinde hazır bulun­mak üzere geldim» dedi.»

5- Beşinci delil İbn   Asakir'in rivayet ettiği şu   haberdir: «îlyas ile Hızır Ramazan aylarında oruçlarını Beytulmukaddes'te tutarlar. Her sene hacca giderler. Zemzemden bir içiş içerler ki, gelecek seneye kadar onlara kâfi gelir»

6- Altıncı delil» İbn Asakir, TJkaylî ve Darekutni'nin tbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu rivayettir: «Hızır ile İlyas her sene hacda biraraya gelirler. Birbirlerinin başını traş ederler ve şu ke­limeleri diyerek ayrılırlar: «Allah'ın ismiyle. Allah ne dilerse o olur. Hayrı insanlara Allah sevkeder. Allah ne dilerse o olur. Gü­nahtan dönüş, ibadetlere yöneliş ancak Allah'ın kudretiyledir».

7- Yedinci delili, îbn Asakir, Muhammed bin el-Munke-dir'den rivayet ediyor:

«Hz. Ömer bir cenazenin namazını kıldırıyordu. O anda ar­kasından (gaybten) bir ses geldi ve: «Ne olursun, bizi de bekle!» dedi. Hz. Ömer de, sesin sahibi gelip birinci safta duruncaya ka­dar bekledi. O zaman tekbir aldı. Halk da tekbir alıyordu. O gaybdan gelen ses şunları söyledi:«y<zrab, eğer bu kuluna azap verirsen o çok zaman sana isyan etmiştir. Eğer onu affedersen o senin rahmetine muhtaçtır».

Bunun üzerine Hz. Ömer ve arkadaşları o kişiye baktılar. Ölü defnedildikten ve toprağı düzeltildikten sonra o ses şunları söyledi: «Ey kabrin sahibi! Eğer falcı veya zulmederek vergi top­layan, hainlik yaparak devlet hazinesine bakan veya suistimalde bulunan kâtip veya vazifesini kötüye kullanan zabıta memuru de­ğilsen cennet senin olsun».

Hz. Ömer: «Onu tutun da namazını ve konuşmasını soralım. Bunu Tümden rivayet ediyor?» dedi. Bunun üzerine o kişi kay­boldu. Onun ayak izine baktılar. Bir zira* kadardı. Hz. Ömer: «İş­te bu bize Peygamber'in haber verdiği kişidir» dedi.»

Eğer bu kimse Peygamber'in haber verdiği Hızır'sa bu riva­yet Hızır'ın varlığına delâlet eder. Daha nice rivayetler zikretmiş­lerdir. Onların zikrettiklerinin çoğu Hızır'ın bugün diri olduğu­na delâlet etmez. Ancak Basûl-ü Ekrem'in döneminde hayatta olduğuna delâlet eder. O zaman hayatta olması, bugün de hayatta ol­masını gerektirmez.

Alusi bunları naklettikten sonra şunu söylüyor:

«Tabiinden ve sufüerden Hızır'la biraraya geldiklerine ve Hı­zır'dan her asırda ilim aldıklarına dair gelen hikâye ve rivayetler sayılamayacak kadar çoktur».

İki tarafın birbirlerine verdikleri cevaplan uzun uzadıya nakleden Alusi netice olarak şunları söylüyor:

«Meşayihin Hızır'ın diri olduğu hususunda ittifak ettikleri kabul edilmez. Çünkü Şeyh Sadreddin bin îshak Konevi; «TebsU ret'ul-Mubtedi ve Tezkiretul Müntehi» adlı tefsirinde «Hızır'ın var­lığı misâl âlemindedir» diyor.»

Hızır'ı gördüklerini iddia edenler arasında sahih olan şu­dur: Hızır'ın alâmetlerinden birisi sağ elinin baş parmağının ke­miksiz oluşudur. Gözlerinden birisinin bebeği civa gibi durmadan dönmektedir. Fakat bunların Hz. Hızır'ın alâmeti oldukları hangi delille sabittir? «De ki: Eğer doğru iseniz delilinizi getiriniz».[64]

 

Îlm-Î Ledünni

 

(65) «Derken kullarımızdan bir kul...»Bu Ayetin Tefsiri

Biz ona öyle bir ilim öğretmiştik ki o ilmin künhüne bizden başkası vaktf olamaz. Onun kıymetini ancak biz takdir ederiz. Bu da gayb ilmi ile gizli ilimlerin esrarıdır.

Cenab-i Hak bu ayette «katımızdan» demektedir. Çünkü ilim Cenab-ı Hakk'in zatî sıfatlarının hasıdır. Kelâmcılar «İlim bir şe­ye bağlanmadıktan sonra irade ona bağlanmaz. İrade bağlanma­dıktan sonra kudret de ona bağlanmaz. Binaenaleyh şey evvela bilinir, sonra irade edilir. Böylece kudret ona bağlanır ve şey meydana gelir» demişlerdir.

«Bizim katımızdan» tabirinden ve ayet metninde bu tabirin «ilim» kelimesinden önce zikredilişinden anlaşılıyor ki ledunni ilim Cenab-ı Hakk'm özelliğidir. Sanki ayette Allah tarafından şöyle denilmektedir: «Bize mahsus olan, ancak bizim tevfikimizle bilinen bir ilmi ona öğrettik.»

Ayette «vermek» mânâsım ifade eden «Ateyna» fiili yerine «öğrettik» demek olan «Allemna» fiili kullanılmıştır ki bu, ilmin büyüklüğüne işaret içindir. Bu talim muhtemeldir ki meleğin di­linden işitilen vahy yoluyla olsun. Bu, zahiri vahyin birinci kısmı olur. Tıpkı Peygamberimiz'e gaybi haberler hususunda Kur'an'da vahyedilenler gibi. Ve muhtemeldir ki bu vahiy açıklamaksızın meleğin işaretiyle oluşur. Bu da vahyin ikinci kısmıdır ve bu kıs­ma hadiste vaiid olduğu gibi «nefes» denilmektedir. İlham, bazı ibarelerden anlaşıldığına göre, bu kısımdandır. İlham için ilham meleği diye bir melek tesbit ediyorlar. Bu ilhamın hem peygamberlere hem de velilere geldiği icmaen sabittir. Onların gaybi emirlere -muttali olmaları için çeşitli yollar vardır. Hepsi iç alemin tertemiz yapılmasından neşet etmektedir. Bu ayet on­ların katında ledunni ilmin ispatında bir temeldir. «Ledunni ilim» denüdiği gibi «hakikât ilmi», «bâtın ilmi» de denilir. Fakat bazı alimler, ledunni ilme böyle demeye razı olmamışlardır. Abdülva-hab Şarani «İlimlerin kaynağı» beyanında şunları ifade etmek­tedir: «Kavmin konusu olan tasavvuf ilminin kaynağı Kitap ve sünnetle amel etmenin neticesidir. Kim bildiğiyle amel ederse oniarın konuştuklanyla konuşur ve onların dediklerinin tamamı onun yanındakilerin bir kısmı olur. Çünkü kul, Allah ile olan edeb ba­bında terakki ettikçe onun konuşması anlayışlara ince gelir.

İşte fakihleri ve ehli hicabtan olan benzerlerini «sofiye ilmi» ne «bâtın ilmi» demeye iten bu noktadır. Halbuki sofiye ilmi, bâ­tın değildir. Zira bâtın ancak Allah'ın ilmidir. Mahlûkatın öğren­miş olduğu her şey türleri değişik olmasına rağmen zahir ilim­dendir. Çünkü bu ilim halka zahir olmuştur, halk da bunu anla­mış, öğrenmiştir.»

Şarani her ne kadar bu iddiada ise de hakikat şudur: Sufîle-rin ilmine «bâtın ilmi» demek bir ıstılahtır. Ve bu ıstılah doğru­dur. Bunun üzerinde herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Bu ilme «bâtın ilmi» denmesinin sebebi insanların çoğuna açık olmaması, onun oluşturulmasının kudsi bir kuvvete bağlı olma­sıdır. Fikri mukaddimelerle oluşmaz. Bununla beraber her ilme batın ve zahir sıfatı verilebilir. Yani bir ilim, o ilmi bilmeyene nisbetle «bâtın», bilene nisbetle «zahiredir.. Bu tıpkı evfak ilmine «tılsım» ve cifr ilmine «garib ilim» denildiği gibi. Çünkü bunun mevcudu azdır ve bunu bilen de azdır.

Bazıları «Bâtın ilim ile hakikat ilmi, zahir ve şeriat ilminin ahkâmına terstir» diyor. Bu iddia bâtıldır, manasızdır, fasık bir tasavvurdur ve geçersizdir. [65]

 

Hızır'la Görüşen Musa Kimdir?

 

(66)  «Musa ona dedi ki...»Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Musa'nın, Öğretmesi şartıyla Hızır'a tâbi olması hususunda bir izin istenilir. Bu durum ayetin metnindeki «ala» kelime­sinden anlaşılır. Çünkü usûl alimlerine göre bu kelime bazen Öy­le bir mânâda kullanılır ki «ala»mn arkasında gelen hüküm Önün-ele geçen hükmün şartıdır. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: «Onlar sana şirk koşmamak üzere biat ederler». Yani şirkin yokluğu şartıyla biat ederler.

Ala'nm şart mânâsında olması fakihler katında hakikat men-zilindedir.

Bazı alimler; «Hz. Musa ulu'tazm bir peygamberdir. Bir pey­gamberin zamanındaki bütün insanlardan daha alim olması ge­rekir. Nasıl olur da başkasından ilim öğrenir?» demişlerdir. İşte bu noktadan hareketle El-Bukali ve benzerleri «Bu İmran'ın oğ­lu ve İsraüoğullan'nın peygamberi olan Hz. Musa değildim de­mişlerdir.

Onlara cevap olarak denilir ki: Peygamber inanç meselelerin­de ve şeriatıyla ilgili konularda zamanındaki bütün insanlardan daha alimdir. Fakat bu her sahada geçerli değildir. İşte bunun içindir ki Peygamberimiz: «Siz dünyanızın işlerini benden daha iyi bilirsiniz» buyurmuşlardır. Binaenaleyh peygamberin gaybi ilimleri başkasından Öğrenmesi onun mertebesinin düşmesine sebep olmaz. Zira bu gaybi ilim ve esrarının başkasıyla ilgisi yoktur. Hele o gaybi ilimler ve gizli esrarları öğreten Hızır gibi bir peygamber veya başka bir rasûl ise hiç zararlı değildir. Bu­nun bir benzeri de müetehid bir alimin (Şafii, Ebu Hanife gibi), cifr ilmini müetehid olmayan bir kimseden öğrenmesi gibidir. Bu, hiç te müetehidin mertebesine zarar vermez. «Zarar verir» demek haksız   bir karşı çıkış olur.

Alusi, Ruh'ul-Meani'de bunları kaydettikten sonra şöyle di­yor: «Benim meylettiğim şudur: Hz. Musa da hakikat ve bâtın (veya ledunni ilim) denilen ilme vakıftı. Ancak bunlara Hızır daha fasla vakıftı. Hızır da şeriat ilmine —ki buna da zahir ilim de­niliyor— vakıftı. Fakat Musa ondan daha fazla bu ilme vakıftı. Binaenaleyh her birisi arkadaşından bir ilim baîısinde daha alim­dir».

Hadislerde «Hızır Hz. Musa'dan daha alimdi» şeklinde ge-Zen haberler«fter yönden daha alimdi» mânâsında değildir. Yani, bazı ilimlerde daha bilgiliydi demektir. Zira iki şeyden birinin di-gerinden başka bir yönden daha üstün olması mümkündür. «Hz. Musa'nın nezdindeki ilim Hızır'ın nezdinde yoktur» hükmünün delili Buharı, Müslim, Tirmizi ve Nesei'nin İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet ettikleri şu hadistir:

«Hızır, Hz. Musa'ya: «Ben Allah'ın ilminden bir ilme vakı­fım ki onu bana Allah öğretmiştir. Sen bunu bilmezsin. Sen de Allah'ın ilminden diğer bir ilme vakıfsın ki Allah onu sana öğret­miştir, onu da ben bilmiyorum)} dedi.

Cenab-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya (daha Önceki hadislerde belirt­tiği gibi), «Benim bir kulum vardır, Mecma'ul-Bahreyn'de du­rur. O senden daha alimdir» demesi «bazı ilimlerde bu böyledir» demektir.Bütün ilimlerde olması halinde bu rivayetlerle Buhari' nin yukarıdaki rivayeti çelişmiş olur.

(67) «(Okul): Sen benimle birlikte olmaya...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu sözü, Hz. Musa'ya Hızır söylemiştir. Yani istenildiği gibi Hz. Musa'nın kendisiyle beraber sabretmekte güç yetiremeyece-ğini ifade ediyor. Doğrudan «sen benimle sabredemezsin» deme-yerek «Benimle sabretmeye güç yetiremezsin» demiştir. Çünkü «güç yetirmek» fiilin çıkış noktasıdır. Güç yetirmek yok oldu mu fiil de yok olur. Ayet metnindeki «sabren» kelimesi nekradır ve aynı zamanda nefy siyakındadır. Bu, umumu ifade etmek için­dir. Yani sabrın herhangi bir şeyine benimle güç yetiremezsin. Sabrın ne azına, ne çoğuna ve diğer şekülerine güç yetiremezsin.

(68) «Hakikatini kavrayamadığın...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet ilân ediyor ki Hızır, maksadı gizli olan, zahire göre çirkin düşen birtakım meselelere vakıftır. Hz. Musa gibi bir şe­riat sahibinin o meseleleri kendisinden görmesi halinde sıkılma-ması, sabırsızlık göstermemesi mümkün değildir. Sanki Hızır, Hz. Musa'nın hiddetini ve kardeşi Harun'un yakasına yapışacak derecede şeriat konusunda gayretli olduğunu da biliyordu.

Bu ayetle, (Fahreddin Razi'nin de ifade buyurduğu gibi), güç yetirmenin fiilden önce hasıl olmadığına delil getirmişlerdir. Ve demişlerdir ki, güç yetirme, fiilden önce olsaydı, o zaman güç ye* tirme sabrın meydana gelmesinden önce oluşan sabr üzerinde olacaktı. Böylece onu nefyetmek yalan olmuş olurdu ki bu da bâ­tıldır. Binaenaleyh güç yetirmenin fiilden önce olmaması böylece gerekli olmaktadır,

Cübbai cevap olarak şunları söylemiştir: «Ayetteki sözden maksat «sabretmek sana ağır gelecektir» demektir. Nitekim «fa­lan adam falanı görmeye, onunla birlikte oturmaya güç yetiremi­yor» deriz. Yani onunla oturmak, onu görmek kendisine ağır gel­mektedir».

İmam Fahreddin Razi, «Bu, ayetin zahirinden sapmaktır» şeklinde Cübbai'ye itirazda bulunmuş ve bahsi geçen delilini baş­ka delillerle desteklemiştir. Fakat insafla bakıldığında İmam Fah­reddin Razi'nin delil olarak getirdikleri bu konuya açıkça delâlet etmemektedirler.   Çünkü maksat   burada sabrın yok olmasıdır.

Tabii bu da sabrın temelini teşkil eden «güç yetirme»mn yok ol­masıyla meydana gelir. Bu durum, ister güç yetirme sabırdan önce, isterse beraberinde olsun, meydana gelen bir durumdur. Sonra «istitaa (güç yetirme) fiilden öncedir» diye hükmetmek sadece Mutezile'ye mahsus değildir. Şeyh İbrahim Gürani'nin kelâmından anlaşıldığına göre selefin mezhebi de böyledir.[66]  

(69) «(Musa): İnşaallah beni...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Hz. Musa, Hızır'a; «Allah dilerse, seninle beraber sabır­lı olacağımı, sana herhangi bir itirazda bulunmayacağımı ve her­hangi bir hususta sana isyan etmeyeceğimi görürsün» diyor. Ya­ni «Beni sabredici olarak göreceksin». Eğer meşietin zikredilme­si, («Allah dilersen denmesi) talik için ise şüphe yoktur ki Hz. Musa'nın va'dettiği iş tahakkuk etmemiştir. Ancak «Hz. Musa'ya dine muhalefet etti» denilemez. Eğer, «İnşaallah» kelimesinin zikri sadece teberrüken söylenmiş ise, o zaman deriz ki; «va'detmek» tehdid etmek gibi inşaî bir cümledir. Doğru­luk ve yalan ihtimalini aynı anda taşımamaktadır. Veya deriz ki: Bu, makam karinesiyle bilinen diğer bir kayıt ile kayıtlıdır ki, sanki Hz. Musa «İstersem sana isyan etmem, sabrederim» demiş­tir. Eğer biz bunun inşaî değil haberi bir cümle olduğunu ve ka­yıt niyeti üzerinde bulunmadığını söylersek müşkülât açıkça gö­rünmüş oluyor. Çünkü sabır göstermemek ve isyan etmek bu takdirde yalan olur. Böyle bir şey de peygamberlik makamına uygun değildir. Çünkü peygamberlikteki ismet sıfatına ters düş­mektedir.

Cevap olarak deriz ki: Hz. Musa'dan çıkan bu söz, ikinci ve üçüncü defalarda (birincide olduğu gibi) unutkanlıkla olmuştur. Unutkanlıkla olursa peygamberlik makamına bir zarar getirmez. Çünkü, unutkanlık özürdür.

Fakat şöyle bir itiraz vardır: İkinci ve üçüncü defalarda unut­kanlığı kabul etmiyoruz. Zira bu İbn Hacer'in Buhari şerhinde «Birinci defa Hz. Musa tarafından unutkanlıkla olmuştur. İkinci defa şarttır. Üçüncü defa da kasten olmuştur» şeklinde tesbit edilmiştir.

Başka bir rivayette ise «ikincisi kast, üçüncüsü ayrılıştır» diye kaydedilmiştir.

Bazıları şöyle de diyebilir: Hz. Musa'nın kendisinden pey- gamberlik makamına zarar getirecek bir şey çıkmamıştır. Çün­kü birinci defadaki, muhalefeti affedilmiştir. Artık birinci defa olduktan sonra ikinci ve üçüncü defalarda muhalefet yoktur.

Fakat bu görüş üzerinde düşünmek gerekir. Kuşeyri: «Hz. Musa kendisinden iki şey va'detti: Sabır va'detti ve bununla bera* ber «Allah dilerse» ibaresini getirdi. Böylece Hızır'ın fiiline sabır gösterdi. İkinci va'di ile, ona isyan etmeyeceğini belirtti. Ama bu ikinci va'di mutlak zikretti. 'Allah dilerse' ile kayıtlamadı. Bi­naenaleyh ona isyan etti; zira o «benden sorma» demişti. Böy~  lece Hz. Musa ondan sordu ve «inşaallahm da belirtmedi. Dolayı­sıyla burada muhalefet Hz, Musa'dan sadır olmamıştır. Sadece mutlak olarak söylediğinde muhalefet vardır» demiştir.

(70) «(O kul): Eğer bana tâbi olacaksan...» Bu Ayetin Tefsiri

Hızır, Hz. Musa'ya, cereyan eden hadiselerden sonra kendi­sine tabi olma iznini bu sözle vermiş oldu. Tabii bu da Hz, Musa'nın sabredeceğini, itaat edeceğini va'detmesinden sonra olmuş­tur.

«Bana hiçbir şey için soru sorma.»; yani fiillerimden gördü­ğün hiçbir şey için soru dahi sorma. Münakaşa ve itirazı zaten kabul etmiyorum. Soru dahi sorma. Ta ki ben o yaptığımın açık­lamasına başlayıncaya kadar.

Ayetteki «Hatta» kelimesi gaye içindir. Bu gaye kelâmdan anlaşılanın son hudududur. Sanki Hızır tarafından deniliyor ki t «Yaptıklarım için kalben itirazım, olsun ki onu sana açıklaya­yım».

Bu kelime burada ebediyyet mânâsını da ifade edebilir. Yani hiçbir zaman bana herhangi bir şey sorma. Ta ki kendiliğimden sana ona dair haber vereyim. Haber verildikten sonra zaten sual sormak uygun değildir.

«Hatta» kelimesi burada ister birinci isterse ikinci mânâ için olsun, Hızır'dan gelen her fiilin bir hikmeti olduğunu ve kesin­likle güzel bir sonucu bulunduğunu ortaya koymaktadır. [67]

 

Hz. Yuşa Onlardan Ayrıldı Mı?

 

(71-72)   «Böylece ikisi yürüdüler...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetten anlaşılıyor ki Hz. Yuşa, ayrılmıştır. Yürüyenler Hz. Musa ile Hızır'dır. Hz. Yuşa, Hz. Musa'nın tâbü olmak duru­mundaydı. Sanki yokmuş gibi kabul edilmiştir. Bazıları da «Hz. Musa, Yuşa'yı, Hızır'la buluştuktan sonra îsrailoğuüarı'na gön­derdi» demişlerdir.

Buhari, Müslim ve bazı muhaddisler merfu olarak tbn Ab.bas'tan şöyle rivayet ediyorlar:

«Hızır'la Hz. Musa deniz sahilinde yürümeye başladılar. Yan­larından bir gemi geçti. Gemicilere: «Bizi de alın» dediler. Gemi­ciler Hızır'ı tanıdılar ve onları ücretsiz olarak gemiye aldılar»

Ebu Hatim'in Rebi bin Enes'ten rivayet ettiğine göre, gemi­de olanlar ikisinin hırsız olduklarını zannettiler. Çünkü bulun­dukları yer korkunçtu. Onları gemiye almak istemediler. Yalnız yaşlı bir kişi: «Bunlar yüzlerinde nur olan kişilerdir. Kesinlikle onları gemiye alacağım» dedi ve aldı.

Bindikleri gemi (bazı rivayetlere göre) yeni ve kuvvetli bir tekneydi. Daha önce ondan daha güzel bir gemi yanlarından geç­memişti. Sahih rivayetlerden geldiğine göre bu gemi küçük ge­milerdendi. Bir sahilden diğerine insanları götürüp getiriyorlar­dı. Ebu Hatim'in rivayetine göre bu gemi ile sefer yapıyorlardı.

Sahih hadislere göre Hz. Musa ile Hızır gemiye bindiklerinde bir serçe gelerek geminin kenarına kondu. Sonra gagasıyla su aldı. Bunun üzerine Hızır, Hz. Musa'ya: «Benim ve senin ilmin, Allah'ın ilminden, ancak bu serçenin denizden eksilttiği miktar kadar eksiltmiştir» dedi.

Onlar gemiye bindikten sonra Hızır keserle geminin tahta­larından birisini kaldırdı. Hz. Musa, Hızır'a: «Onlar bizi parasız aldılar. Sen de onların gemilerini deldin. Gemide -bulunanları boğmak mı istiyorsun?» diyerek itirazda bulundu.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki gemide kalanlar Hz. Hızır'ın yaptıklarını görmemişlerdi. Aksi takdirde ona bu imkânı vermez­lerdi. (Aliyyulkâri bunu kesin olarak ifade etmiştir).

Îbn'ul-Munzir ile îbn Ebi Hatim, Ebu'l Aliye'den ve Hammad"bin Zeyd tarikiyle Şuayb bin Haccab'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Hızır Öyle bir kuldu ki onu ancak Cenab-ı Hakk'tn istediği kim­se görebilirdi. O bu işi yaparken onu Hz. Musa'dan başkası gör­medi. Eğer yolcular onu görseydiler kesinlikle mâni olurlardı. Çocuğu öldürürken de Hz. Musa'dan başka onu gören olmamış­tır» (Bu rivayet merfu bir hadis değildir. Allah sıhhatini daha iyi bilir.)

«And olsun, sen korkunç bir iş yaptım) cümlesindeki «imren» kelimesi, «korkunç bir felaket» demektir. Esasında çokluk siga-sı kullanılmıştır. Zira İbn Cerir'in de ifade ettiği gibi Araplar sa­natın sırrında felaketleri çoklukla nitelendirirlerdi.

(73) «(Musa): Unuttuğum bir şeyden dolayı...» Bu Âyetin Tefsiri

Bu söz tavsiyeyi unuttuğundan dolayı Hz. Musa'nın beliğ bir şekilde özür belirtmesidir. Sanki onun bu işi unuttuğu Hızır'ın nezdinde mutlak sabittir. Yani onu kendi başına ifade etmesine de ihtiyaç yoktu. Ancak o bundan dolayı kınanmamasını Hızır'­dan talep etmişti. Hz. Musa, unutması sebebiyle Hızır'dan kendi­sini kınamamasını istedi. Çünkü kâmil insan da bazen unutkan­lıkla muaheze edilebilir. Bu muaheze unutmaya yol açan az Önem­semeden ötürü meydana gelir. Aksi takdirde unutmakla muaheze etmek haklı olmaz. Çüknü unutmak insanın kudreti dahilinde olan bir şey değildir.

(74) «Böylece ikisi yürüdüler...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani Hz. Hızır, Hz. Musa'nın Özrünü kabul etti ve ikisi ge­miden çıkarak sahilde yürüdüler.

Bir rivayete göre ikisi bir köyden geçtiler. Bu yolculukları genç bir çocuğa rastlaymcaya kadar devam etti. (Buhari «Bu ço­cuğun ismi Ceysu veya Haysu'dur» demiştir). Sahih rivayetlere göre bu çocuk diğer çocuklarla beraber oynuyordu. On kişi ka­dardılar. İçlerinde ondan daha güzel, elbisesi daha temiz olanı yoktu. Hızır onu yakaladı ve Öldürdü. (Buhari'nin rivayetinde «Hızır onun başını gövdesinden kopardı» denilmiştir).

Ayetin zahirine bakılırsa çocuk baliğ değildi. Çünkü «gulam» tabiri baliğ olmayanlar için kullanılır. Cumhur da bu görüşte­dir.

Bazı kimseler «Bu çocuk baliğ bir gençti» demiştir. Nitekim, îbn Ebi Hatim, Said Bin Abdulaziz'den rivayet ediyor ki bu ço­cuk yirmi yaşındaydı. Araplar 20 yaşındaki delikanlılar için de «gulam» tabirini kullanırlar. «Gulam» tabirinin aslında baliğ olanlar için kullanılması daha doğrudur. Çünkü «gulam» tabiri «şehvetin şiddeti» mânâsına gelen ihtilam kökünden alınmıştır. Bu da ancak baliğ olanlarda bahis konusudur. Küçük çocuğa «gulam» denilmesi mecazidir. Ama ük görüşte olanları şu ifade desteklemektedir: «Tertemiz bir canı, bir cana karşılık olmaksı­zın öldürdün.»

Baliğ bir kimsenin günahtan arınmış olması az görülmüş bir şeydir. Nitekim İbn Cübeyr'in 'merfu olarak rivayet ettiğine göre, İbn Abbas «Zekiyyeten» kelimesini «küçük» ile tefsir etmiştir. Yani küçük bir canı, bir cana karşılık olmaksızın öldürdün!

İmam Nevevi ve Kirmani'ye göre, burada maksat, Hz. Mu­sa'nın onu haksız olarak oldurduğuna dikkati çekmektir. Ancak Hz. Musa kısas hakkını betahsis zikretti. Çünkü kati makamına en uygun düşeni budur.. Veya onların şeriatında çocuk için de kısas vardı. Nitekim Beyhaki'nin Kitab'ul-Marife'de belirttiği gibi hadis alimleri «Bizim şeriatımızda da hicretten Önce çocuk için kısas vardı» demişlerdir.

Sübki, «Uhud Savaşı'ndan önce vardı, sonra nesholundu» de  iniştir.

îbn Merduveyh'in Ubey b. Kaş'tan rivayet ettiğine göre, m. zır o çocuğu öldürdüğü zaman Hz. Musa şiddetli bir şekilde ba­ğırarak, «Günahtan arınmış ve cinayet işlememiş olan bir kim-şeyi mi öldürdün?» demiştir.

Fahreddin Razi, «Münker, afcıüann inkar, nefislerin nefret ettiği şeydir» demiştir.

Ayetin sonundaki «nukremt kelimesi daha önceki ayetin so­nundaki «imren» kelimesinden kötüleme hususunda daha beliğ­dir.

Rağıb, Müfredat'mda «Münker felaket demektir. «İmren» ise bilinmeyen, zor şey demektir» der. Bu mübalağa ifade ettiği için ifadeyi «Daha önce yaptığından daha çirkin olan bir şeyi mi yaptın?» şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. [68]

 

Meal

 

75- (o salih kul): «Ben sana benimle birlikte olmaya sab-redemezsin demedim mi?» dedi.

76- (Musa): «Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam ar­tık benimle arkadaşlık etme. (O takdirde) benim tarafımdan sa­na bir özür ulaşmıştır» dedi.

77- İkisi yine yürüdü. Nihayet bir kasaba halkına varıp on­lardan  yiyecek istediler,   (Fakat kasaba  halkı)    onlan   misafir edinmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Salih kul)  onu hemen doğrulttu. (Musa): «İsteseydin, elbette buna karşılık bir ücret alırdın» dedi.

78- (Salih kul): «İşte bu seninle benim aramızın ayrılma­sıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin yorumunu  (içyüzünü) haber vereceğim» dedi.

79- «O gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu ku­surlu yapmak istedim; zira onların ilerisinde her sağlam gemi­ye el koyan bir kral vardı.

80- «Erkek çocuğa» gelince,   onun   anne   ve babası   mü­min kimselerdi. Bundan ötürü onlan azgınlık ve küfrün sarma­sından korktuk.

81- «Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine on­dan daha temiz ve daha merhametlisini versin.

82- «Duvar ise, şehirde iki erkek yetimindi. Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Babalan ise salih bir kimseydi. Rabbin istedi ki o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rablerınden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendim­den yapmadım.  İşte hakkında sabredemediğin şeylerin yorumu (içyüzü) budur».

83- (Ey Muhammedi)   Sana Zul-Karneyn  hakkında  soru­yorlar. De ki:  «Size ondan bir zikr okuyacağım»[69].

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(75) «(O salih kul): Ben sana...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet 16. cüzün birinci ayetidir. Bu ayetin aynısı 72. ayette geçmişti. Ancak bu ayette fazladan «leke» kelimesi getirilmiştir. Bunun sebebi Hz. Musa'nın onu uyarmaktan çekinmeyerek ikin­ci kez burukluk ve infial göstermesinden dolayı, tavsiyeyi terke-dip az sabır göstermesidir.

(76) «(Musa): Eğer bundan sonra...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Musa; «Eğer bu sualden sonra senin yapacağın acaiplik-lerden birisinin durumunu sorarsam sakın benimle arkadaşlık yapma» der. Hz. Musa'nın «Benimle arkadaşlık yapma» demek­ten maksadı «Benden ayrılmaya kesinlikle karar ver-» demektir. Yoksa, «Bundan sonra sana soru sorarsam arkadaşlığımı terke-, debilirsin» demek istememiştir. Yani «istersen terkedersin» de­mek istemiştir. Yani istersen terkedersin istersen etmezsin, de­memiştir. Kesinlikle terket. Zira bana karşı bir özür elde etmiş olursun.

îmam Nevevi'ye   göre  ayetin son cümlesinin mânâsı şudur: «Sen öyle bir noktaya varmış olursun ki ondan ötürü benden dyrılmakta mazeret sahibi sayılırsın. Çünkü defalarca sana muha­lefet ettim».

Allah'ın Rasûlü'nden sahih olarak şu rivayet nakledilmiştir: «Allah'ın rahmeti bizim ve Musa'nın üzerine olsun, eğer arkada­şının yaptıklarına sabretseydi birçok acaiplikler görecekti. Fa­kat onu arkadaşından gayreti alıkoydu ve o da bu sözü söyle­di».

(77)   aîkisi yine yürüdüler...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette bahsedilen kasaba hususunda çe^tli yorum ve tef­sirler nakledilmektedir. Cumhurun görüşüne göre o kasaba An­takya'dır. (Bu görüşü Sa'lebi İbn Abbas'tan rivayet etmiştir).

îbn Hacer, bu husustaki ihtilafın tıpkı «Mecma'ul-Bahreyn» in tayinindeki ihtilaf gibi olduğunu ve rivayetlerin hiç birine gü­venilemeyeceğini söylemiştir.

Hadiste «Onlar cimri bir köy halkına vardılar ve orada otu­ranlardan yemek istediler» denilmektedir.

Hızır o köyün fesada girmesi uygun olmasına rağmen orada herhangi bir menfi hareket yapmadı. Sadece taat için orada ıs-lahata başladı. Çirkin kişilerin yaptıklarına perva etmedi.

Bazıları, «Ayette iki kez zikredilen «ehl» kelimesi aynıdır. Çünkü bir kelime ma'rife olarak tekrarlanırsa ondan ilk kelime­nin aynısı kastedilir» demişlerdir. Bazıları da bu kaide daimi ol. madiği için bu görüşe itiraz etmişlerdir. Çünkü «birinci ehli»den maksat köylülerin bir kısmıdır. Zira köye giren kimse ilk bakış­ta bütün köylüleri göremez. Nitekim rivayete göre Hz. Musa ile Hızır'ın o kasabaya girme zamanı güneş batmazdan önceydi. «İkinci ehl»den de bütün köylüler kastedilmiştir. Çünkü rivayet olunduğuna göre Hz. Musa ile Hızır köyün bütün meclislerini tek tek gezmişler, onlardan yemek istemişlerdir. Eğer ikinci ehl yerine, ?anıir getirilseydi onlann bütün köylülerden değil de ba­zılarından yemek istemiş oldukları anlaşılırdı. Belki de sadece erginlik çağma varan erkeklerden yemek istemişlerdir. Zira Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette «Erkeklerden yemek istedikten sonra bir kadın onlara «berire» denilen bir yemek yedirdi. Bu­nun için o kasabanın hanımlarına dua, erkeklerine de lanet oku­dular» denilmiştir (Rivayetin doğru olup olmadığım Allah bilir). İşte bundan ötürü ayette ikinci kez ehl kelimesi tekrarlanmış, onun yerine zamir getirilmemiştir. Bu görüşün benzeri İmâm Şa­fii'nin Er-risale adlı kitabında da nakledilmektedir.

«Bunun üzerine kasaba halkı onları misafir etmekten kaçın* düar» cümlesine gelince, bu cümle onlann yemek istemelerinin şeklini açıklamaktadır. Yani onlar doğrudan «bize yemek, ekmek ve su verin» demediler. Bunu «Bizi misafir edin. Biz garibiz» şek­linde söylemişlerdir. Zira «O kasaba ehlinden yemek istediler»» cümlesinin zahirine bakılırsa burada «onlara yemek yedirmekten kaçındılar» tabirini kullanmak gerekiyordu. Bu tabirin kullanıl­mayıp, «onları misafir etmekten kaçındılar» tabirinin kullanıl­masından anlaşılıyor ki, yemek istemeleri doğrudan olmamıştır. Ayrıca «Kasabalılar onlara yemek yedirmekten kaçındılar» tabiri de kullanılmamıştır. Zira cömert bir insan dahi bazen yemek is­teyenleri reddedebilir. Buna rağmen garip bir kimseyi misafir et­memek kadar kınanmaz.

Zeyneddin Muhsinî der ki: «Cenab-ı Hak yemek istemeyi Hz. Musa ile Hızır'a, misafir edilmeyi de o kasaba halkına tahsis etti Çünkü yemek talebinde bulunmak, isteyenin vazifesidir. Misafir etmek de istenilenin görevidir. Örf bunu iktiza eder. Nitekim mu­kim bir kimse misafiri evine götürür, ona yemek yedirir».

Rivayete göre Hz. Musa ile Hızır maili inhidam (yıkılmak üzere) olan duvarın altına, geceleyin sığındılar. Çünkü başka bir sığınak yoktu. Geceler gayet soğuktu. Duvar da yolun kenarın­daydı. Hz, Hızır eliyle duvarı düzeltti. (Bu husus İbn Abbas ve îbn Cübeyr'den rivayet edilmiştir). Kurtubi: «Bu sahih bir riva* yettir. Çünkü peygamberlerin haline en uygun olanı budur» de­miştir.

Bazıları, «Bu, sahih bir rivayet olamaz. Çünkü Hz. Musa, Hu zıfa: «isteseydin bunun karşılığında ücret alırdın» demiştir. Böy­le bir elleme ile duvarın düzeltilmesi ücreti gerektirmeze şeklin­de itiraz etmişlerdir. Fakat itirazları şu şekilde reddedilmekte­dir: Hedef yerini bulduktan sonra ister el vurma şeklinde isterse başka şekillerde olsun, insan o hedefe varmak için gereken üc­rete müstehak olur.

Bazıları, «Hz. Hızır duvarın önüne bir direk vurmak suretiy­le onu düzeltti» demişlerdir, Mukatil, «Kireçle onu yaptı» diyor. Bazıları da «Evvela duvarı yıktı, sonra yeniden yaptı» dediler.

İbn'ul-Enbari «El Mesahif»te Ubey bin Kâb kanalıyla Rasû-lullah'tan şöyle rivayet ediyor: «Hz. Peygamber bir zaman bu ayeti: «Onlar o kasabada maili inhidam bir duvar buldular. Hu zır onu yıktı, sonra da oturup inşa etti» şeklinde okuyordu».

Bu duvarın yüksekliği Nevevi'nin Vehb bin Münebbih'ten ri­vayet ettiğine göre 100 zira' idi. Es-Sefini'nin tefsir alimi Sa'lebi' den rivayet ettiğine göre duvarın alanı 100x100 zira' idi. Tabii bu, o kasabanın ölçüsüne güreydi. Uzunluğu 500 zira', genişliği de 50 zira'ydı. Halk korku ile onun altından geçip gidiyordu.

Hz. Musa, Hızır'ı tahrik ederek yaptığına karşılık almak ve alınanla geçimlerini sağlamak kabilinden şöyle sordu: «Dilesey-din buna karşı mutlaka bir ücret alırdın».

Bazıları, «Hz. Musa bu sözü teşvik için değil, onun bu işi yapmasının fuzuli olduğunu belirtmek ve kendisinden istenilme­yen ve faydası da tam olmayan bir işle meşgul olmasının gerek­sizliğini beyan için söylemiştir» dediler.

Hz, Musa, köylüler tarafından mahrum edildiklerini, üzerle­rinde bir şey bulunmadığını, ihtiyaçlarının da şiddetli olduğunu ve zahirde onun malayani ile meşgul olduğunu görünce sabrede-memiş ve bu şekilde itirazda bulunmuştur.

(78) «(O salih kul): İşte bu seninle benim aramızın...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Musa'nın (birinci ve ikinci değil) üçüncü itirazı ayrılma sebebi olmuştur. Çünkü birinci ve ikinci itirazın zahiri şeriata aykırı idi. Bu nedenle Hz. Musa orada özür sahibi sayılmıştı. Fa­kat burada öyle değildir. Çünkü kötü bir insana iyilik yapmak kınanmaz, aksine övülür.

İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Musa'nın gemi ve erkek çocuk hakkındaki sözleri Allah rızası içindi. Bu üçüncü me­seledeki sözleri ise nefsiydi. Dünya talebi içindi. Bu sebeple üçün­cüsü daha basit bir hata olduğu halde, ayrılık sebebi sayılmıştır. (Kuşeyri de bunun benzerini hikâye etmektedir. Fakat bu rivc-yetin İbn Abbas'tan geldiği hususu sahih olmayabilir).

İbn Ebi Dünya, Beyhaki ve îbn Asakir'in Ebu Abdullah el-Malatî (veya Maltiyyi)den rivayet ettiklerine göre, Hızır, Hz. Mu­sa'dan ayrılmak istediğinde, Hz. Musa, Hızır'a    «Bana tavsiyede bulun» dedi. Hızır: «Daima menfaat verici ol, zarar verici olma. Daima güler yüzlü ol, Öfkeli olma. Mücadeleden sakın. İhtiyacın olmaksızın bir yere gitme. Hiçbir kişiyi yaptığı suçtan ötürü ayıplama. Ey îmran'm oğlu, kendi hatan için ağla» dedi.

îbn Ebi Hatim ve İbn Asakir, Yusuf bin Esbab'tan şöyle ri­vayet ediyorlar: Hızır, Hz. Musa'ya ayrılmak istediği zaman şöy­le dedi: «Ey Musa! Amel etmek için ilim öğren. Onu halka nak­letmek için öğrenme». Hz. Musa da Hızır'a : «Bana dua et!» de­di. Hızır ona: «Allah sana taatini kolaylaştırsın» diye dua etti. (Bu haberlerin sahih olup olmadığını Allah daha iyi bilir.)

«Şimdi sana hakkında sabredemediğin şeylerin tevilini haber vereceğim» cümlesinde geçen «Tevil» kelimesi, esasında, bir şeyi son varacağı noktaya çevirmek elemektir. Yani bir şeyin sonucu demektir. Nitekim burada bir şeyin sonucu haber verilmektedir, yorumu değil.

Ayet metnindeki «ma» edatı Hızır'dan sadır olan fiillerdir. Onlar da gemiyi delmek, erkek çocuğunu Öldürmek, maili inhi­dam olan bir duvarı düzeltmektir. Bunlar kısaca, gemiyi gâsıb bir kraldan kurtarmak, müslüman anne ve babayı şerir bir evla­dın şerrinden kurtarıp ondan daha üstününü kendilerine vermek, iki yetime ait hazineleri büyüdükten sonra çıkarmak sebebiyle yapılmıştır.

(79) «O gemi, denizde çalışan...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani delmiş olduğum gemiye gelince o, zalimler karşısında güçsüz ve zayıf olan bazı kimselere aittir.

Bazıları «Bu gemi o fakirlerin gerçek malıydı» derken, bazılan da «Esas mallan değildi. Onlara borç olarak verilmişti» de­mişlerdir. Fakat bu ikinci yorum zahirin hilafınadır, delilsiz ka­bul edilmez.

«Miskin» kelimesi en meşhur tefsire göre hiçbir şeyi olmayan kişi demektir. Gemisi olanlara, miskin demek uzak bir ihtimal olur. Fakat burada kendilerine merhamet kasdıyla miskin denil­miştir.

Onlar o gemiyi denizde çalıştırıyor, onunla geçiniyorlardı. Ben o gemiyi delmek suretiyle ayıplı yapmak istedim ki önlerin­de bulunan kral onu gasbederek ellerinden almasın. Yoksa gemi­de bulunanları öldürmek istemiş değilim.

Ayet metnindeki «Verae» kelimesi hem ön, hem arka mânâ­sına kullanılır. Onların Önünde bir kral vardı veya kendilerini arkadan takip etmekte olan bir kral bulunuyordu. Kur'an-ı Ke-rim'de bu kelime çokça zikredilmektedir. Lügat alimlerine göre bu kelime ihtilafsız «ön» mânâsına gelmektedir. Ancak «arka» veya diğer mânâlara geldiği hususunda ihtilaf vardır. Çoğu «ön, bunun hakiki mânâsıdır» demişlerdir. Bazılarına göre bu kelime zıd anlamlı kelimelerdendir.

Ayetin zahiri delâlet eder ki Hz. Musa daha önce bu hareke­tin tevilini bilmemiştir. Bu nedenle Rebi'den gelen şu rivayetin telifinde müşkülat vardır: Hızır gemiyi delerek, onu zalim kra­lın elinden kurtarınca gemi sahiplerine yönelerek: «Geminizi del­memin sebebi size daha hayırlısını irade etmemden ileri geliyor» dedi ve onlar da onun bu fikrini sevinerek kabul ettiler. Sonra gemilerini eskisi gibi, yepyeni bir şekilde onlara geri verdi.

Bu rivayete bakılırsa Hızır onları gemiyi delme hususunun neye dayanmakta olduğuna vakıf kılmıştır. Hz. Musa da o za­man oradaydı. Oysa bu ayete bakıldığında Hz. Musa'nın geminin delinme sebebini bilmediği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu habe­re güven duyulmaz. «Belki bu hadise olduğu zaman Hz. Musa orada değildin şeklindeki yorum ise asılsızdır.

(80) «Erkek çocuğuna gelince...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani, Hızır'ın öldürdüğü erkek çocuğa gelince, onun anne ve babası mümindi. El-İtkan'da yazıldığına göre babasının adı Ka­zır, annesinin adı ise Sehva idi. İbn Abbas'ın kıraatmda ve Ubey' in mııshafında ayet, «Erkek çocuğa gelince o kâfirdi. Fakat anne ve babası mümindi» şeklindedir. Yedi kıraatin mânâsı da böyle olmasına rağmen, onlarda «O kâfirdi» ibaresi yoktur. Bu sadece metinden anlaşılmaktadır.

«O erkek çocuğu baliğ idi» diyen kimseler bu kıraati delil olarak göstermişlerdir. Çünkü küçük çocuk hakiki olarak ne kü­fürle ne de imanla sıfatlanmaz. İmam Nevevi onların bu görüş­lerine iki şekilde cevap vermiştir:

a) O kıraat şazzdrr, delil olmaz.

b) Ona «erkek çocuk» mânâsına gelen   «gulam»   denilmiş­tir. Çünkü o, eğer yaşarsa erkek çocuk olarak bulûğa erecektir.

«Bundan ötürü onları azgınlık ve küfrün sarmasından kork­tuk»; yani anne ve baba evlât sevgisine kapılarak ona tâbi ola­caklardır. (Bu yorumu İbn Cübeyr rivayet etmiştir).

Veya onların imanlarını kirletmesinden korktuk. Evvela kir­letecek, sonra tamamen götürmeye sebep olacaktır.

Buhari sarihlerinden bazıları «korktuk» mânâsına gelen «Haşeyna» fiilini «ilim»le tefsir etmişlerdir. Yani onun baliğ oldu­ğunda anne ve babasını küfre davet edeceğini, onların da ona icabet edip, kendisini çok sevdiklerinden ötürü onun dinine gi­receğini bildik.

Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı; «onlara saldırmasın­dan, onların nimetlerini inkâr etmesinden, varlığının sebebi ol­duklarını unutmasından ve kötülük yapmasından korktuk» şek­lindedir.

Bazı müfessirler de; «Onun, onların imanıyla tuğyan ve küf­rü birleştirip aynı evde iki mümin ile bir kâfirin birarada yaşa­masından korktuk» şeklinde ayete mânâ vermişlerdir.

Bazı rivayetlerde şöyle varid olmuştur: «O erkek çocuk if-sad ediciydi». Bazı rivayetlerde ise; «yol kesiyor, anne ve babası^ na yemin ederek «ben bunu yapmadım» diyordu. Onlar da bu yeminlere göre onun yapmadığına dair yemin ederek, onu kendi­sini takip edenlerden koruyorlardı» şeklindedir.

«Baliğ idi» diyenler bu rivayeti de delil göstermişlerdir. «Küçüktü» diyenler ise «Bu rivayeti sahih değildin) diyorlar. Ni­tekim doğrusu da budur.

Bu söz Cenab-ı Hakk'a mı, Hızır'a mı aittir? Zahire göre bu söz, Hızır'a aittir ve Hz. Musa'ya cevap teşkil etmektedir.

(81) «Böylece istedik ki Rableri...» Bu Ayetin Tefsiri

İbn Abbas'ın tefsirine göre ayetin metnindeki «zekât» keli­mesi din demektir. Bu lâzımla tefsir etmektir. Müfessirlerin çoğu bu kelimenin günahlardan ve düşük ahlâktan tertemiz olmak mânâsına geldiğini söylemişlerdir

«Rab» kelimesinin burada kullanılması ve anne ile babaya izafesi, Rablerinin onlara, o Öldürülen çocuktan daha hayırlısını, iman, günahlardan temizlik ve iyilik bakımından daha hayırlı­sını vereceğini gösterir.

«Buhmen» kelimesi «rahmet» demektir. Zira her iki kelime de mastar olarak bu mânâda kullanılmaktadır. Yani Allah, on. îara rahmet etmek, onlara iyi davranmak bakımından daha ya kınını kendilerine vermek istedi.

İbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Atiyye'den şöyle rivayet ederler: «Ayetin mânâsı; anne ile babanın kendile­rine verilecek evladı, daha önceki evlatlarından daha fazla seve­cekleri ve ona karşı daha merhametli olacakları şeklindedir».

Bu mânâya binaen ayetten maksat şudur: Anne ve babanın katında sonradan verilen çocuk, öldürülenden daha sevimli olur. Bu da ya güzel ahlâk veya fizyonomi bakımından veya hem ah­laken hem de fizik bakımından daha güzel olmasından ileri gel­mektedir.

İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet et­tiklerine göre «O erkek çocuk yerine, Cenab-i Hak onlara bir kız verdi ve o kız da bir peygamber doğurdu».

Sa'lebi; «Bu kıs Hz. Yunus bin Metta'ya yetişti. Peygamber­lerden birisi onunla evlendi ve o bir peygamber doğurdu. Allah o peygamberin eliyle bir ümmeti hidayete erdirdi» demektedir.

İbn'ul-Munzir'in Yusuf bin Ömer'den rivayet ettiğine göre bu kız iki peygamber doğurmuştur.

Bazıları; «Cenaba Hak bu anne ile babaya, kendileri gibi mümin bir evladı, o öldürülen evlad yerine verdi» demişlerdir.

(82) «Duvar ise, şehirde iki yetimindi...» Bu Ayetin Tefsin

Bu iki çocuğun isimleri bir rivayete göre Esrem ve Serin'di. Yetim ve küçüktüler. Babaları ölmüştü. Zira insanların yetimliği babanın ölümüyledir. Hadisi şerifte «Baliğ olduktan sonra ye­timlik bahis konusu değildir» diye varid olmuştur.

İbn Atiyye; «Muhtemel ki bu iki çocuk baliğdi. Fakat baliğ olmayan çocuğa ıtlak olunan «gulam» kelimesi onlara şefkat için kullanılmıştır» demişse de İbn Atiyye'nin bu tevili biraz uzak­tır.

«Bu şehir»âen maksat, daha önce bahsedilen yerdir Burada «şehir» mânâsına gelen «el-Medine» kelimesi kullanılmıştır. Bu, onun içinde yaşayan iki yetime verilen önemden dolayı şehre ve­rilen önemi belirtmek içindir. Zira o iki çocuk o şehirli idiler ve babaları salih bir insandı.

Ayet metnindeki «Kenz» kelimesi yere gömülmüş altın ve gümüş para, hazine demektir (Nitekim Buhari «Tarih»inâe, Tir-mizi ve Halcim, böyle rivayet etmişlerdir).

İkrime de «Kenz»in toprağın altına gömülmüş altın ve gü­müş para olduğunu söylemiştir.

«Burada hazineyi meydana getiren kişi «salihlik»le vasıflan­dırılmıştır. Oysa hazine kuranlar hakkında gelen yerici rivayet­ler buna ters düşmektedirler» denirse, biz de, cevap olarak deriz ki: Yerilen hazine hukuken çıkartılmayan hazinedir. Şer'an çıkartılmış hazineye yerilmiş mânâda hazine denilmez. Nitekim «Zekatı verilmeyen her mal hazinedir» sözü de buna işaret et­mektedir. Zira Hz. Peygamber burada hazinenin lügat mânâsını değil şer'i ahkâmım beyan etmektedir. Çünkü peygamber lûgavî mefhumları belirtmek için gönderilmemiştir.

«Haşine ister Şer'an çıkarılmış olsun, ister olmasın haram­dır; çünkü istifçilik haramdır» diyen kimseye «Hazinenin helâl ol­ması, bizden önceki ümmetlerin şeriatında vardı» denir. Delil olarak da Tabaranî'nin Ebu Derda'dan naklettiği bu ayetle ilgili şu rivayet ileri sürülür: «Onlar için hazineler helâl ganimetler haram kılındı. Bizim için ganimetler helâl, hazineler (yani parayı tedavülden çekmek istif etmek) haram kılındın (Abdurrezzak, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Katade'den bunun benzerini ri­vayet etmişlerdir).

Sakın hiç kimse «hazine niçin bizden önceki ümmetlere he­lâl, bize haram kılınıyor?» demesin. Çünkü Cenab-ı Hak dilediği­ni helâl, dilediğini haram kılar. Bunlar sünnetler ve farzlardır. Bir ümmete helâl, bir ümmete de haram kılınırlar.

Hakim, İbn Abbas'tan sahih olduğunu söyleyerek şunu nak­lediyor: «O hazine altın ve gümüş değildi. Sadece ilim sahifele-riydin (Bunun benzeri İbn Cübeyr'den de rivayet edilmiştir).

«Onların babaları salih bir kişiydi» ibaresindeki «Baba» ke­limesinden zahire göre öz kastedildiği anlaşılıyor.

İbn Ebi Şeybe, Ahmet, İbn Ebi Hatim, Hayseme'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. İsa buyurdu ki:

«Mümin bir kişinin soyuna cennet olsun. Sonra yine cennet olsun. Onun arkasından nasıl korunurlar?» (Hayseme bunları naklettikten sonra bu ayeti okudu).

Abd bin Humeyd, İbn'ul-Münzir, Vehb'den şöyle rivayet edi­yorlar: «Cenab-ı Hak salih bir kulun yüzü suyu hürmetin? kabi­lesini insanların şerrinden korur».

Hz. Hasan bazı Haricilerle tartışırken onlardan birine; «Kur'an'da bahsi geçen iki çocuğun malını Allah ne adına koru­du?» diye sorunca, o Haricî: «Babalarının salih olması yüzü su­yu hürmetine korudu» dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan dedi ki: «Benim babam ve dedem ondan daha hayırlıdır». O zaman, Ha­ricî; «Allah bize sizin hasmınızı mağlub edecek bir kavim oldu­ğunuzu haber vermiştir» dedi ve tartışmadan vazgeçti.

Bu kişinin salihliği hakkında bildirilenlere göre, halk, ema­netlerini onun yanma bırakıyor o da onları olduğu gibi sahiple­rine teslim ediyordu. Bazıları, bu kişinin seyyah olduğunu söyle­mişlerdir.

Rabbin (yani senin işlerini tedbir eden, senin işlerine sahip bulunan yüce Allah), o iki yetimin erginlik çağma ermelerini ve hazinelerini o duvarın altından çıkarmalarını istedi. Eğer ben du­varı düzeltmeseydim duvar yıkılacak ve hazine duvarın altından çıkacaktı. Fakat onlar henüz hazinelerini koruyup, ondan yarar­lanabilmeye muktedir değillerdi.

Tefsirciler derler ki: İki yetim de duvarın altında hazine bu­lunduğunu bilmiyordu. Bir vasileri vardı ve o bu işi biliyordu. Fakat o da ortada yoktu. Duvar da yıkılmaya yüz tutmuştu. Eğer yıkılsaydı hazine zayi olacaktı. Onun için Hızır duvarı yeniden inşa etti.

Rabbim bunu bir rahmet olarak istedi. Yani böyle irade et­mesinin nedeni onlara merhamet buyurmasıdır.

«Ben onu kendimden (yani kendi görüşüme göre) yapmadım. İşte bu söylediklerim, ortaya koyduğum neticeler, hakkın da sabredemediğin şeylerin tevili ve yorumudur.»

60. ayetten 82. ayete kadar gelen bu bölüm Hz. Musa ile Hı­zır hadisesini içermektedir ve burada bitmiştir.

(83) (Ey Muhammed!) Sana Zu'l-karneyn hakkında...» Bu Ayetin Tefsiri

Meşhur tefsire göre bu suali Rasûlullah'a Kureyşlüer sor­muşlardır. Tabii yahudilerin teşvikiyle ve imtihan maksadıyla...

Bazı müfessirler «Yahudiler sormuşlardır» derler ve bu gö­rüşü Süddi'den de bu şekilde rivayet ederler. Rivayetlerin çoğu «Bu ayet bu sorudan sonra inmiştir» şeklinde gelmektedir. Bi­naenaleyh burada istikbal sigasınm kullanılması sadece geçmiş­teki bir olayın muhatapların gözlerinin önüne getirilmesi için-

Bazıları {(İstikbal sigasınm kullanılması onların bu sualde ısrar etmeleri sebebiyledir» demişlerdir. Bazı rivayetler, «Bu, ayetin sualden önce nazil olduğuna delâlet eder» şeklinde gelmiştir. Mesela Ukbe bin Amr'dan gelen bir rivayete göre, kitap ehlinden bir grup sahife ve kitaplar getirerek dediler ki: «Bize Rasûlullah' tan izin al da yanına gidelim». Ben Hz. Peygamber'e gittim. On-larm geldiklerini ve durumlarını haber verdim. Hz. Peygamber: «Onların benimle ne ilgileri var? Onlar bana, benim bilmedikle­rimi soruyorlar. Ben ancak bir kulum. Rabbimin bana bildirdi­ğinden başkasını bilmem» dedi. Sonra da: «Bana su getir de ab-dest alayım» dedi. Suyu getirdim, abdest aldı. Sonra evindeki mescide girdi. İki rekât namaz kıldı. Namazdan kalktığında yü­zünde sevinç vardı. Bana dedi ki: «Git onları getir. Kapıda saha-bilerden kim varsa onları da içeriye davet et». Onları içeri gotürdüm. Rasûl-ü Ekrem kendilerini gördüğünde: «Eğer isterse­niz bana soracaklarınızı size haber vereyim, isterseniz siz söy­leyiniz» dedi. Onlar, Rasûlullah'a: «Sen bize haber ver» dediler.

Cumhur birinci görüştedir. Çünkü rivayetin sıhhati kesinlik­le sabit olmamıştır. [70]

 

Zü'l-Karneyn Kimdir?

 

Zü'1-karneyn konusunda ihtilaf edilmiştir.

Zü'1-karneyn «iki boynuz sahibi» demektir ve bu kişi hakkın­da çeşitli rivayetler gelmiştir:

1) O, Allah tarafından yeryüzüne gönderilen ve her şeyden kendisine bilgi verilen bir melektir (Bu Cübeyr bin Mufeyr'den rivayet edilmiştir).

2 O salih bir kuldur. Cenab-ı Hak ona yeryüzünün hüküm­ranlığını vermiştir. İlim ve hikmet ihsan etmiştir. Onu halkın gözünde heybetli kılmıştır. Fakat kim olduğunu bilmiyoruz.

Ona Zü'1-karneyn (iki boynuzlu) denmesinin nedenleri de şudur:

a) O insanları Allah'a davet etmiştir. Onun sağ tarafına, (sağ boynuzuna) vurulmuş, ölmüştür. Sonra Allah onu yeniden diriltmiş, tekrar insanları Allah'a davet etmiştir. Bu sefer sol ta­rafına vurularak öldürülmüştür. Allah onu tekrar göndermiş ve böylece iki boynuzlu lakabını almıştır. Ve yeryüzü onun hakimi­yetine verilmiştir.

b) Onun vaktinde iki nesil inkıraza uğradığı için kendisine «iki boynuzlu» denmiştir.

c) Başındaki   miğfer bakırdandı ve çift   boynuzluydu (Bu Vehb bin Münebbih'ten rivayet edilmiştir).

d) Başında iki Örgü gibi iki boynuz vardı. Bunları kapat­mak için ilk sarık saran odur (Bu rivayet Ubey bin Ya'la'dan gel­miştir) .

e) Tacının iki boynuzu vardı.

f)  O dünyanın iki boynuzunu, (yani doğusunu-batısını) gez­diği için bu ismi almıştır   (Bu merfu bir   hadiste varid olmuş­tur).

g) îki saç örgüsü vardı. (Bunu Katade ve Yunus bin Ubeyd rivayet etmiştir).

ğ) Kendisine Nur ve Zulmet musahhar kılınmıştır. Yola çıktığında Önünde nur (yani ışık), arkasında karanlık uzardı. Ar­kasından kimse kendisine yetişemez ve Önünden kimse kaçamaz­dı.

h) O, nur ile zulmetli yere girdi.

i) Uykusunda güneşe yükseldiğini ve güneşi iki boynuzun­dan tuttuğunu gördü.

j) Belki yiğitliğinden ötürü kendisine bu lâkab verilmiştir. Sanki boynuzlanyla diğer insanları toslardı. Nitekim Ezdeşir Behmen de «iki uzun elli» lâkabını bu sebeple almıştır. Çünkü emri istediği noktaya kadar uzanırdı.

Bu görüşlerin her birisine göre bir veya birkaç rivayet be­lirtilmekteyse de bunlar arasmda sahih denebilecekler hemen hemen pek azdır.

3) O, Feridun (veya Efridun) bin Esfiyan bin Cemşid'dir. Fars krallarının beşincisidir. Adil ve Allah'a itaat eden bir hü­kümdardı.

«Suver'il-Eklam» adlı eserinde Ebu Zeydi Belhi, «O vahiyle takviye edilmişti» diyor. Yani kendisine peygamberlik verilmişti. Diğer tarihlerin hemen hemen hepsinde «Yeryüzünün hakimiye­tini hemen hemen elde ettiği; Ayraç, Selem ve Tor isimli üç oğ-lu arasında yeryüzünü taksim ettiği, Ayraç'a Irak, Hind ve Hi­caz'ı verip, onu veliahd (taht sahibi) kıldığı, Selem'e Mısır, Rum ve Mağrib memleketlerini, Tor adlı oğluna da Çin, Türk ve do­ğuyu verdiği, her birisi için hükmedebileceği birer kanun koyup, onlara   (o üç kanuna) «siyaset» ismini verdiği» belirtilir.

Bu kişiye Zü'1-karneyn (iki boynuzlu) denmesi, dünyanın iki tarafını mülküne geçirmesi veya saltanatının uzun sürmesi se­li    bebiyledir. Nitekim, «Ravdat'us-Safa»   adlı eserde   «beşyüz sene» hükmettiği zikredilmektedir.

Şecaat ve kahramanlığı diğer kralları mağlup ettiği için, bunun nişanesi olarak kendisine bu ismin verildiği de söylenmiş­tir. Tarihçiler, bu kişinin şark ve garba sefer yapmadığını, ancak bütün memleketleri kendi hükmüne sokanın Gavah el-İsfahani adlı, Dahhakî Mari'nin saltanatını yıkan bir «haddad» olduğunu ve onun ölümüne kadar ordularının başında kaldığım söylerler.

4) O Yunanlı İskender'dir.

Îbn'ul-Kesir,   «İskender, Filis'in oğludur»   der   ve   atalarını Hz. İbrahim'e kadar sayar. Payitahtı Makedonya'ydı. İbn Zeydin «Onun payitahtı Mısır'dı» demesi yanlıştır. Küçük Dara'yı mağlub eden Makedonyalı İskender'dir. Fars memleketini tama­men elde etti. Onun doğumu Büyük Dara'nın saltanatının 13. yı­lma tesadüf etmektedir. Hatta bazıları «Bu Makedonyalı İsken­der, Büyük Dara'nın oğludur» şeklinde iddiada bulunmuşlardır. Bu iddiaya göre Büyük Dara, Filokos'un kızıyla evlenmiş, onun­la gerdeğe girdiğinde kendisinden pis bir koku geldiğini hissetmiş, bu sebeple kadını babasının evine göndermiştir. O da İskender* den hamile kalmıştır. Doğduktan sonra İskender, babası Filikos1 un himayesinde büyüdüğü için kendisine nisbet edilmiştir.

İskender'in Büyük Dara'nın oğlu olduğuna dair delil olarak şunlar ileri sürülmektedir: İskender, Küçük Dara'yı mağlup et­tiğinde, Küçük Dara son nefesini vermekteyken ona yetişti. Ba­şını kollarına bırakarak: «Ey kardeşim, bana seni bu hâle kimin getirdiğini söyle ki intikamını ondan alayım» dedi. Fakat bu id­dia bâtıl ve asılsızdır. Böyle bir hadise olsa bile «Ey kardeşim» sözü bir hükümdarın diğer bir hükümdara ikramı kabilinden-dir.

İskender'e «Zü'l-karneyn» denilmiştir. Çünkü yeryüzünün iki tarafını işgal etmiştir veya şecaatinin nişanesi olarak böyle bir lâkab almıştır.

Bu görüşü savunanlar tarafından bu salih kişinin bütün yer­yüzünün hakimiyetini elde ettiğine değinen Kur'an ayetleri delil gösterilmiştir. Böyle bir kralın zikrinin daimi bir şekilde olma­sı, gündemde tutulması gerekir. Tarih kitaplarmda bu hadde ka­dar mülk ve hakimiyeti varan kral, ancak Makedonyalı İskender* dir. Çünkü babası öldüğünde mağrib krallarının tamamını yendi ve hepsini kahretti. Yeşil Deniz'e vardıktan sonra Mısır'a döndü. El-İskenderiye kasabasını inşa etti. Sonra Şam'a girdi. İsrail'e yöneldi Kudüs'e vardı. Kudüs'ün mezbahmda kurban kesti. Son­ra Azerbaycan'a yöneldi.    Kafkasya'daki    Demirkapı'ya    vardı.

Iraklılar'ın tamamı onun hükmüne girdi. Kıptî ve Berberilerin hepsi onun hakimiyetini kabul ettiler. Dara'yı istila etti, Hindis­tan ve Çin'e seferler düzenledi. En uzak milletlerle savaşlar yap­tı ve Horasan'a dönünce birçok şehir bina etti. Irak'a vardı, Zur şehrinde hastalandı ve burada öldü. Bazıları da ölümü hakkında başka şeyler söylemişlerdir. Onu altından yapılmış bir tabuta koydular, İskenderiye'ye götürdüler. 32 sene yaşadı. Krallık müd­deti 12 senedir. Bazıları «36 sene yaşadı, 16 sene hakimiyeti var­dır» demişlerdir.

Kur'an'la sabit olduğuna göre, Zü'l-karneyn dünyanın en bü­yük bölümünü elde etmiştir. Tarihle de böyle bir hükümdarın Makedonyalı İskender olduğu sabit olmuştur. O halde Zü'l-kar-neyn'den maksat kesinlikle İskender'dir. İmam Fahreddin Razi bunu böyle zikretmiştir.[71]  

Fakat bu görüşte kuvvetli bir şüphe vardır: Makedonyalı İs­kender Aristo'nun talebesidir. Aristo Atina'da bulunuyordu. Ba­bası onu Aristo'ya teslim etti. O beş sene Aristo'nun yanında kal­dı. Felsefeyi ondan öğrendi ve felsefede mahir bir insan olarak ortaya çıktı ve Aristo'nun ekolü üzerindeydi. Bu nedenle Cenab-i Hakk'm onu Kur'an'da tazim etmesi Aristo'nun ekolünün hak olmasını gerektirir. Oysa bu mezhebin hak olmasına imkân yok­tur.

Bu itiraza şöyle cevap verilebilir:

Onun her hususta Aristo'nun ekolü üzerinde olması gerek­mez. Zira bir şahsın talebeliğini yapmak, her hususta ona uymak gibi bir durum ortaya çıkarmaz. Nitekim, İmam Ebu Ha-nife'nin talebeleri birçok hususlarda hocalarına muhalefet etmiş­lerdir. İskender'in de Aristo'ya küfrü gerektiren hususlarda mu­halefet etmiş olması mümkündür. Kudüs mezbahmda kurban kesmesi hukemanın ileri sürdükleri her şeye kani olmadığına de­lâlet eder.

Fakat bu cevap uzak bir ihtimal şeklinde değerlendirilmiştir. Meşhur odur ki İskender, hukemanın dediklerinin aynısına hük­mediyordu. Mezbahada kurban kesmesine gelince, bu olay ke­sinlikle sabit değildir. Bunun delil olması, zayıf bir ihtimaldir.

Bazıları da «iskender'in o devirde Aristo ekolüne bağlanma­sı küfrünü gerektirmez. Çünkü o, Allah'ı bilir, onu tazim eder, ondan başkasına tapmazdı» demişlerdir. Nitekim Şehristani'nin şu nakli de buna delâlet eder: «iskender'i tazim bakımından sec­de etmek hususunda filozoflar birleştikleri zaman, İskender on­lara «yaradandan başkasına secde etmek caiz değildir» dedi. İs­kender'e bir peygamber de gelmemişti. Çünkü o Hz. İsa'nın do­ğuşundan 300 sene önceydi. Peygamber o dönemde İsrailoğulla-rı'ndan geliyordu ve onlara gönderiliyordu. İskender ise îsrailo-ğullan'ndan değildi. Şu halde İskender'in hükmü, fetret ehlinin hükmü gibidir (yani iki peygamber arasındaki zamanda yaşayan­ların hükmü gibidir ki bunlar bazı hakaik ehline göre mesul de­ğildirler. Nitekim Cenab-ı Hak: «Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap verici değiliz» buyurmaktadır.) Bu cevabı kabul etsek dahi şüphe tamamen ortadan kalkmaz. Çünkü Cenab-ı Hak fetret ehline ait hükümlerle hükmeden bir kimseyi Kur'an ayet-lerinin delâlet ettiği tarzda tazim etmez.

Tarihlerde sabit olan şudur ki, Makedonyalı İskender'in ya­nında Aristo vezir (yani başbakan) mesabesindeydi. Mühim hu­suslarda onunla istişare ediyor, onun fikriyle iş yapıyordu. O tarihlerde İskender'in Hızır'la biraraya geldiği zikredilmemiştir. Onu vezir edinmesi de bahis konusu değildir. Oysa Zü'1-karneyn' in Hızır'ı vezir edindiği sabittir.

5) İskender Rumî'dir. Yunanlı İskender'den çok evvel dün­yaya gelmiştir. Ona «En büyük Zü'l-karneyn» denilmektedir. Adı Merzuban bin Merdebe'dir ve Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in soyun­dan gelmektedir. Siyah benizli bir kişiydi. Bazıları isminin Ab­dullah bin Dahhak olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise onun is­minin Musab bin Abdullah bin Kaynun bin Mansur bin Abdullah bin Ezd bin Avn bin Zeyd bin Kehlan ve Seba bin Ya'reb bin Kahtan olduğunu söylemişlerdir.

Bazı müdekkiklere göre Yunanlı İskender ile Rumî İskender, Küçük Dara'yı mağlûp eden kişiye isim olarak verilmiştir. Rum, Süryani ve İran tarihleri, bu İskender'i Rumî'ye nisbet ediyor­lar.

Bazı müdekkikler bu tarihi Solonos bin Tabahos adlı An­takya'yı bina eden hükümdara nisbet ederler. İbn Ebi Şükr bunu tashih etmiştir. Uîumbek gibi bazı tarihçiler de rumî tarihi bu iki şahsa nisbet etmekten çekinmişlerdir. Çünkü tearuz eden de­liller vardır.

Bazıları «Geçmiş zamanda krallar arasında iki İskender bu-lunmamıştır. Sadece Dara'yı mağlûp eden, Fars memleketlerine hakim olan İskender vardır» demişlerdir. Kur'an'da zikredüen Zü'l-karneyn muhtemelen bu İskender olabilir. Ancak başkası olması da muhtemeldir.

Ekseriyetin ittifak ettiği nokta şudur: Geçmiş krallar arasında iki kişi vardır. Bu iki kişinin arasında ise ikibin senelik bir ta­rih mevcuttur. İşte ilk İskender, Kur'an'da zikredilen «Zü'l-kar. neyn» lakabıyla adlandırılmıştır.

Bazıları buna Rumî İskender, bazıları da Yunanî İskender derler. İşte uzun zaman yaşayan ilk İskender budur. Bazı kim­selere göre 1600 sene, bazılarına göre 2000 sene yaşamış, bazıları­na göre de 3000 sene yaşamıştır. Fakat bu hususta kesinlik ifade eden bir haber yoktur.

6) Ebu Reyhan El-Biruni El-Herevi   «ELAsar'ul-Bakiye An' il-Kurun'ul-Haliye»    adlı kitabında;    Zü'1-karneyn'in    Şems bin Ubeyr bin Efrikaş el-Himyerî olduğu, onun iktidarının yeryüzü­nün doğu ve batısına vardığı ve Himyer şairlerinden birisinin şi­irlerinde onunla iftihar ettiği yazılıdır. Ebu Reyhan; «Bu söz ha~ kikate en yakın bir söze benzer.   Çünkü «zi» veya «zü» takısını isimlerinin başlarına takanların çoğu Yemenlidir. Onların isim­leri  «si» takısından hâli değildir. Mesela Zi'nnad, Zi'nevaz, Zi'-nun, Zi'yezen, Zi'geden hep onların    kullandığı    lâkaplardır» di­yor.

7) Zü'1-karneyn,   Şemmere   bin   Elfikis'tir.   Babası ElfÜds hakkında şunu söylemiştir: O mağribe (Fas'a) doğru Berber ül­kesine savaş açtı. Tanca'ya kadar geldi. Berberîleri, Filistin, Mı­sır ve sahillerden bugünkü meskenlerine   nakletti. İfrikiyye   şeh­rini bina edenin o olduğunu söylüyorlar ve kendi ismini ona ver­miştir. 164 sene hükümdarlık yapmıştır. Aynı eserde onun Irak'a, Çin'e doğru gittiği,   Semerkand'ı kaleleştirdiği,   Zü'1-karneyn lâ­kabını iki örgüsü olduğundan dolayı aldığı yazılıdır. İbn Kutey-be'nin rivayetine göre 136 sene krallık yapmıştır. Mesudî 53 sene krallık yaptığını söylüyor. Başkaları da 87 sene krallık yaptığını söylüyorlar.

Alusi, Fahreddin Razî ve birçok müfessir Zü'1-karneyn'in Ma­kedonyalı İskender olduğu fikrine meyyaldirler. Müfessir Elma-lılı Hamdi Efendi, Makedonyalı İskender olmadığını, onun Sad bin Rayiş olduğunu kaydetmektedir.

Alusi; «Zü'1-karneyn hakkında gelen bütün görüşler dediko­dudan hâli değildir. Onları gördükten, onlara verilen cevaplan, itirazları, okuduktan sonra onun îskenderli Felikos olduğunu tercih edersin. Bir iddiaya göre aynı zamanda buna îskenderî Rumî denildiği gibi îskenderî Yunanî de deniliyor. Kendisi Al­lah'a iman etmişti. îmanında, söz ve fiillerinde küfrü gerektiren hiçbir şey yoktu. Aristo'ya talebe olması da buna mâni değildir. Zira Cebrail'in terbiye ettiği Musa (Karun) kâfir, Firavn'ın ter­biye ettiği   Musa da peygamber olmuştur» diyor.

Üstad Ebu'l-Hasan Nedvi «Teemmulatı fi Suret'il-Kehf» adlı risalesinde, Zü'1-karneyn'den bahsetmek münasebetiyle Seyyid Kutub'un şunları söylediğini yazmaktadır:

<(Nas, Zü'1-karneyn'in şahsiyeti hakkında herhangi bir şey be­lirtmiyor. Zaman ve mekânı konusunda da herhangi bir açıkla­ma yoktur. Bu, Kur'an'daki kıssaların genel bir üslûbudur. Çünkü maksat, kıssalardan istifade edilmesi gereken ibret dersidir. İb­ret dersi ise çok kere zaman ve mekân tahdidine ihtiyaç olmak­sızın tahakkuk eder. Tedvin edilen tarih bize îskenderî Zü'l-kar-neyn diye bir kral tanıtmaktadır. Kesin olan şudur ki bu zat Kur'an'da zikredilen Zü'1-karneyn değildir. Binaenaleyh Make­donyalı İskender putperestti. Kur'an'ın bahsettiği İskender ise ehli tevhiddir, Allah'a iman etmiştir. Ahiret'e imanı vardır».

Daha sonra bizim daha önce Ebu Reyhan el-Biruni'den nak­lettiğimiz haberi naklederek şunu demektedir:

«Mümkündür ki bu görüş doğru olsun. Fakat bunu tetkik et­me imkânına sahip değiliz. Şöyle ki: Tedvin edilen tarihte Kur'­an'ın bahsettiği Zü'1-karneyn'in hayatıyla ilgili bir nebze bir şey yoktur. Bunun durumu Kur'an'da varid olan diğer kıssaların ço­ğunun durumu gibidir. Nuh, Hud, Salih kavimleri gibi. Binaena­leyh tarih yakın bir zamanda doğmuştur. Beşeriyetin yaşına kiyas edilirse pek yakın sayılır. Bu tedvin tarihinden önce birçok hadiseler meydana gelmiştir ki onlar hakkında hiçbir şey bilin­memektedir. Öyleyse bu konuda tarihten fetva istenilmez. Eğer Tevrat'ta tahrifat olmasaydı, o bu hususta güvenilir bir kaynak olabilirdi. Fakat Tevrat hurafelerle doldurulmuştur. Hem de öy­le hurafeler ki hurafe olduklarında zerre kadar şüphe yoktur. Bir­takım rivayetlerle doldurulmuştur ki şüphesiz o rivayetler, Hz. Musa'ya Allah tarafından vahyedilen Tevrat'a sonradan eklen­miştir. Böylece Tevrat'ta zikredilen tarihi kıssalar için kesin bir kaynak olamaz. Durum böyle olduktan sonra Kur'an'dan başka kaynak yok demektir. O Kur'an ki tahriften korunmuştur. O, içinde zikredilen tarihi kıssaların tek kaynağıdır. Kur'an'ı tarih önünde muhakeme etmenin caiz olmadığı ise iki sebepten dolayı çok açıktır:

a) Tarih yenidir. Beşeriyetin tarihinde sayılmayacak kadar hadiseler, tedvin edilen tarihten daha önce meydana gelmiştir. Tedvin edilen tarih katında onlar hakkında hiçbir bilgi yoktur. Kur'an bu tür hadiselerden bazılarını rivayet etmektedir.

b) Tarih bu hadiseleri her ne kadar içeriyorsa da o, beşe­rin eksik eserlerinden biridir.    Beşerin diğer amellerine   isabet eden kusur, yanlışlık ve tahrifat ona da isabet edebilir. Biz za­manımızda görüyoruz ki bir tek hadise veya bir tek haber çe­şitli şekillerde rivayet ediliyor ve kendilerine değişik zaviyeler­den bakılarak gerçeğe ters düşecek şekilde açıklanıyor. Oysa bi­zim zamanımızda araştırma vesileleri bildiğiniz gibi ileri bir nok­tadadır. İşte tarih bu yığınlardan meydana getiriliyor. Her ne ka­dar sonradan tetkik ve tahkik ediliyorsa da. Binaenaleyh Kur'-an-ı Kerim'de geçen kıssalar hususunda tarihten fetva isteme. Bu öyle bir kelâmdır ki ne Kur'an'a iman eden, ne de eşit olarak yapılan ilmi araştırmalara inananlar bunu söyleyebilir. O ancak cidaldir».[72]

 

Zül-Karneyn Hakkında Ebv'l-Kelâm Azad'ın Görüşü

 

Zü'1-karneyn bahsinde Üstad Nedvi «Bizim muasırlarımız olan bazı fazilet sahipleri —ki onların en meşhurları Mevlânâ Ebu'l-Kelâm Azad'dır, müslüman bir önder ve yazardır. Hind Cumhuriyetinde daha önce Maarif Bakanlığı da yapmıştır— Zü'l-karneyn'in Yunanlıların Sayrus, Yahudilerin Horos, Arap tarih­çilerinin Keyhüsrev dedikleri kişi olduğuna kail olmuşlardır».

Üstad Nedvi, kitabının haşiyesinde Ebu'l-Kelâm Azad'ın Zü'l< karneyn hakkındaki görüşünü şöyle hülasa ediyor:

«Sayrus milattan 559 sene önce ortaya çıktı. Fars'ın iki bü­yük memleketini, birleştirdi. Onlar uzun zamandan beri birbir­lerinden ayrılmışlardı. Bu iki yer şimal tarafını teşkil eden ve Arap tarihçileri tarafından «Mead» ismini alan ve Midya ile Ce­nup tarafım teşkil etmekte olan İran'dır. Sayrus bunların ikisini birleştirerek Fars'ın en büyük imparatorluğunu meydana getir­di. Sonra adalet, şefkat, mazlumlara yardım gibi sıfatlara sahip olarak savaşlar yaptı. Karadeniz ile Bacteria arasında bulunan bütün devlet ve ülkeler ona baş eğdiler. Tarihen onun bir defa­sında Fas, Tunus, Cezayir ve Libya'ya doğru savaşa çıktığı sabit­tir. Küçük Asya'nın batısına kadar gitti. Başşehri «Sardis» olan Iidya devletini fethetti. Sonunda Uzak Batı'da denize ulaştı. Gördü ki deniz dalgalıdır. Güneşin denizde battığı yere baktı. Orada harp gemileri olmadığı için durdu. Garip değildir ki bu zat Akdeniz'in sahillerinden birisine varmıştır ki orası Semernak civanndaymış. Deniz orada bir gölcük gibi görülmekte ve onun gözünde güneş orada adeta çamura batıyormuş gibi gözükmekte­dir. İşte Kur'an-ı Kerim'in «tağruou fi aynin hamietin» tabiri bu­nu tasvir etmektedir. İkinci kez doğuya doğru savaşa çıktı. Bu seferinde Nikran, Belh denilen ülkelere kadar gitti. Vahşi hayat yaşayan bütün kabileler ona başeğdiler. Sonra aşılması zor olan Babil başkentine doğru yöneldi. Beni İsrail'i Buht'un-Nasr'm ta­sallutundan, zulmünden, esaret ve zilletten kurtardı. Böylece Ya-hudilerin kurtarıcısı oldu. Yahudiler onu zikrettiler, övdüler ve daima ondan sual sordular. İşte Tevrat'ta gelen Beni İsrail'in Tevrat'taki haberleri böylece tahakkuk etmiştir.

Üçüncü gazvesi şimal tarafmadir. Hazar Denizi'ni sağına ala­rak Kafkas Dağları'na kadar gitti. Orada bir büyük dereye rast-ladı. O dereye Yecuc ve Mecuc giriyor ve o topraklarda yaşıyor­lardı. İşte orada Çin Seddi'ni yaptı. Sayrus M. Ö. 529'da vefat etti. 1838'de Astahar harabelerinde tunçtan bir heykel bulundu. Başında koçların boynuzlarına benzer iki boynuz vardır. Boynuz­lardan biri Lidya — diğeri de Fars memleketini temsil ediyor­du. Bu iki memleketi birleştiren Sayrus'tur. İşte bundan dolayı Zül-karneyn ismini almıştır. Çağdaş tarihçiler Sayrus'un kerem-li, adil, şahsiyetli ve faziletli bir kişi olduğuna şahitlik yaparak (Bu hususta daha geniş bilgiye sahip olmak isteyenler Prof. B. Grundi'nin «Universal History of The World» adlı kitabının ikin­ci cildine baksın). [73]

Hülasa; Allah ona imkân ve mülk vermiştir. Bütün dünya kralları ona boyun eğmektedirler. Rivayete göre bütün dünyayı baştanbaşa elde eden dört kişi vardır. İkisi mümin, ikisi kâfir­dir. Müminler Süleyman bin Davud ile İskender'dir, kâfirler de Nemrud ile Buht'un-Nasr'dır. Bu ümmetten beşinci bir kişi bü­tün dünyaya hakim olacaktır. Çünkü Cenab-ı Hak onu bütün din­lere galip gelsin diye göndermiştir ki o da Kurtubi'nin zikrettiği­ne göre Hz. Nebi'dir.  [74]

— ONUNCU CİLDİN SONU —

 

Meal

 

84- Gerçekten biz onu yeryüzünde sarsılmaz bir iktidar sa­hibi kıldık ve her şeyden ona bir sebeb, (bir yol) verdik.

85- Böylece o da bir sebeb (yol) tuttu.

86- Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara balçıklı bir gözete batar buldu. Onun yanında bir kavme rastladı. Bu­nun üzerine dedik ki: «Ey Zü'1-karneyn! Onlara ya azap edersin veya  (öğüt vererek)  onların içinde bir güzellik edinirsin».

87- (Zü'1-karneyn): «Haksızlık edeni cezalandıracağız. Son­ra o Rabbine gönderilecektir. O (Allah) da onu müthiş bir azap­la azaplandıracaktır» dedi.

88- «îman edip de salih amellerde bulunan kimseye gelin­ce, onun için de güzel bir mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan en kolay olanım söyleriz».

89- Sonra yine bir yol tuttu.

90- Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca güneşi öyle bir kavim üzere doğar buldu ki onlar için güneşe karşı bir siper kıl­mamış tık.

91- İşte böylece biz onun yanında olan her şeyi (bilgimiz­le) kuşatmıştık.

92- Sonra yine bir yol tuttu.

93- Nihayet iki dağın arasına ulaştığında, onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu.

94- Dediler ki:  «Ey Zü'1-karneyn!  Yecuc-Mecuc yeryüzün­de bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onlar arasında bîr sed yap­man için sana vergi verelim mi?»

95- (Zü'1-karneyn):   «Babbimin  beni  içinde  sağlamca  bu­lundurduğu daha  hayırlıdır:. Siz bana kuvvet yönünden destek olun da sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.

96- Bana demir kütleleri getirin. Nihayet iki dağın arasını aynı seviyeye getirince:  «Körükleyim» dedi. Onu kor haline so­kunca da; «Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim» dedi.

97- Artık onu ne aşabildiler ne de delebildiler![75]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(84-85) «Gerçekten biz onu...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetler Rasûl-ü Ekrem'in Zü'1-karneyn hakkında okuma­yı va'dettiği zikrin başlangıcıdır.

«Mekkenna» fiili «temkin» kökünden gelir. Bunun mânâsı kudret vermek, sebepleri hazırlamak demektir. Bu takdirde aye­tin mânâsı; «Biz Zu'Ukarneyn'e yeryüzünde tasarruf etmesi için imkân ve kudret verdik» olur. Yani yeryüzünü tedbir edecek ak­la ve fikre sahipti. Askerleri çoktu. Heybet ve vakan vardı.

Bazılarına göre, onu yeryüzünde «temkin sahibi» kılmanın mânâsı şudur: «Bulutlan onun emrine verdik, sebepler hususun­da ona geniş bir yetki sağladık. Nur onun için yayıldı. Onun ka­tında gece ve gündüz eşitti». Bu hususta bir rivayet zikrediliyor-sa da, Alusi «Bu rivayetin sahih olduğunu zannetmiyorum» de­miştir.

Bazıları, «Bu temkin, peygamberlik ve onun elinden mucize­leri icra etmek suretiyle verilmiştir» diyorlar.

Hz. Ali'nin kendisine sorulan bir soru üzerine, Zü'l-karneyn hakkında; «Peygamber değildi. Kral veya diktatör de değildi. Fa­kat salih bir kuldu. Allah'ı sevdi, Allah için nasihatta bulundu.

Cenab-t Hak da onu muvaffak kıldı» şeklindeki cevabı onun pey­gamber olduğuna dair ileri sürülen delillere ters düşmektedir. (îbn Abdulhakem, İbn'ul-Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn'ul-Enbari, İbn Merduveyh).

îbn Ebi Hatim, îbn Zeyd'den rivayet ediyor:

«Zü'Ukarneyn iki dağa yetişti. Kendisi uyarıcı idi. Fakat ben bihakkın onun peygamber olduğunu işitmedim».

Zü'1-karneyn'in peygamber olmadığı hususunda cumhurun da görüşü vardır. Bazı kimseler «Ne peygamberdi derim, ne de değildi derim» diyor. Nitekim Abdürrezzak ve arkadaşları Ebu Hureyre'den şunu rivayet ediyorlar: «Allah'ın Rasûlü şöyle bu­yurdu: «Bilmiyorum, Yemen hükümdarı Tubba acaba lanete uğ­ramış mı uğramamış mı? Zü'l-karneyn peygamber miydi değil miydi? Yine bilmiyorum, tatbik edilen cezalar tatbik edilenler İçin keffaret olur mu olmaz mı?»

Alusi bu hadisi naklettikten sonra; «Bu bilmemezliğin, vefatı anına kadar Rasûlullah'ta devam etmediğini biliyorsun. Çünkü son noktaya kadar peygamberin bilgisiz kalması mümkün değil­dir. Bu bakımdan Rasûl-ü Ekrem'e bilahare Zü'l-karneyn'in pey­gamber olmadığının bildirilmesi mümkündür» demiştir.

(86) «Nihayet güneşin battığı yere...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani batı tarafında yer küresinin son noktasına kadar gidip Okyanus'a dayandı. Buraya varan Zü'l-karneyn denizin kıyısında durdu.

Güneşin «siyah çamurlu» veya  «sıcak bir gözede»   battığım gördü. Bu «Siyah çamurlu gözenden maksat ya denizin içinde bu­lunan bir^gözedir veya denizin ta kendisidir. Denize «göze» de­mekte herhangi bir beis yoktur. Hele denizi Allah'ın azametine nisbet edersek o bir katre su kadar kalır. Fakat bizim gözümüz­de büyüktür.

Bağdad alimlerinden bazılarının iddiasına göre ayetin met­nindeki «Fi» kelimesi, «İnde» kelimesi manasınadır. Yani siyah çamurlu veya sıcak bir gözenin kenarında durup batıyordu.

Bazıları «Ayeti tevile ihtiyaç yoktur. Zira Cenab-ı Hakk'tn güneş gibi büyük bir cürmü bir gözeye sokması hiç de mühim bir hal değildir» demişlerdir. Fakat Alusi, «Biz de Allah'ın azametine inanıyoruz, ancak böyle bir iddiaya iltifat etmiyoruz» diyor. Ve şöyle devam ediyor: «Tartuşi'nin «güneşi bir balık yutuyor» deme. si de bu kabildendir. Bu konuşmaları ancak çocuklar ve benzer, leri kabul edebilirler. Zira güneş bazı memleketlerde altı ay hiç kaybolmaz, bazılarında da altı ay görülmemektedir. Nitekim 90, enlem ufkunda görünür. Bazı memleketlerde bir saat kadar kay. bolur. Sonra doğu tarafında onun ışığı ortaya çıkar».

Zü'1-karneyn deniz sahilinde (veya o gözenin yanında) bir kavim buldu. Elbiseleri vahşi hayvanların postlarından, yiyecek­leri de denizin kıyıya attığı nesnelerdendi.

Vehb bin Münebbih «Bu, Nasık denilen bir kavimdir. Onla­rın ne kadar olduğunu Allah'tan başkası bilemez» demiştir.

Ebu Zeyd Süheyli: «Bu Semud soyundan gelen bir kavimdir, Cebersa denilen büyük bir şehirde otururlardı. Cebersa'ya Sür-yanice «Cercisa» derler» demiştir (Bunun benzeri İbn Cüreyc'den de rivayet, edilmiştir).

İbn Said: «Onların aralarında müminler ve kâfirler vardı» der.

Cumhurun üzerinde durdukları nokta şudur: Onların hepsi kafirdi. Allah onları Öldürmek suretiyle azaba duçar etmek veya iman etmek arazında Zü'1-kameyn'i muhayyer kıldı.

Zü'lkarneyn'in peygamberliğini savunanlar bu ayeti delil olarak göstermektedirler. «Peygamber değildir» diyenler ise «Bu hitab doğrudan Zü'l-karneyn'e değil belki o asırda yaşayan bir peygambere yapılmıştır». Veya «Bu vahy yoluyla değil de ilham­la Zü'l-karneyn'e verilmiştin* derler. Bu iki durum da o dönem­deki peygamberin şeriatına uygundur. Fakat ölümü gerektirici böyle bir durumda ilham ile amel etmek caiz değildir. Velev ki o günkü şeriata uygun olsun.

«İlhamla amel edilir» diyenler Hz. İbrahim'in rüyasında oğ­lu İsmail'i kurban ettiğini görmesi hadisesini delil olarak ileri sürmektedirler. Onlar «Rüya ilhamdan daha aşağı bir derecede­dir. Onunla amel edildiğine göre ilhamla da edilir» fikrini savun­muşlardır.

Fakat buna şöyle cevap veriliyor: «Peygamberlerin rüya ve ilhamları vahy iledir».

Ali bin İsa: «Ayette takdir vardır. Mânâsı: «Ey Muhammedi Zü'l-kameyn'le beraber olan askerler bu sözü söylediler» diyor.

Bazıları «Bu sözü söyleyen onunla beraber olan alimlerdir. İctihad ve istişare ederek böyle söylemişlerdir ve bu söz mecazen Allah'a isnad edilmiştir)) derler. Doğrusu şudur ki bu ayet onun peygamberliğine açıkça delâlet etmektedir.

«Ben bunu kendiliğimden yapmadım» ayeti Hızır'ın peygam­ber olduğuna delil gösteriliyor da, niçin yukarıdaki ayet Zül-kar-neyn'in peygamberliğine delil gösterilmiyor. Sanmıyorum ki bu ayetin zahirinden kaymasına onun peygamber olmadığını savunan de­lil ve haberler sebep olmaktadırlar.

Alusi; «En güzeli ayeti, «Bu sözü ona Allah bir peygamber va­sıtasıyla söyledi» şeklinde tevil etmektir» demiştir.

(87) «(Zü'l-karneyn): Haksızlık edeni...}} Bu Ayetin Tefsiri

Zü'l-karneyn o peygambere veya yanında bulunan özel adam­larına (Allah'ın emrini telâkki ettikten sonra ikinci şıkkı seçerek) şöyle dedi: «Nefsine zulmeden, benim davetimi kabul etmeyen ve­ya zulmünde ısrar eden, şirki savunan bir kimseye gelince, onu öldürmek suretiyle azaba duçar kılacağız»,

İbn Ebi Hatim, Süddi'den şöyle rivayet etmiştir: «Onlara aza­bı, onları büyük bir kazana koyup, altında ateş yakarak tattıraca­ğız ki orada paramparça olsunlar» (Bu rivayet sahih değildir).

(88) «İman edip te salih amellerde bulunan kimseye...» Bu Ayetin Tefsiri

Benim çağrıma icabet suretiyle iman eden veya imanın gere­ği olarak salih ameller işleyen kimseye gelince... Onun için dünya­da da Ahiret'te de en güzel mükâfat vardır. Yani o en güzel mükâ­fatı alır.

(89 «Sonra yine bir yol tuttu...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani batıdan dönüp doğuya gitmek için yola koyuldu, demek­tir.

(90)   «Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca...» Bu Ayetin Tefsiri

«Güneşin doğuş yen»nden maksat üzerinde doğduğu arazidir. Bu, mamur bir arazinin doğu yönünden en son noktasıdır. Zü'l-karneyn'in halinden ve her şeyin kendisine verilmesinden anlaşılı­yor ki kısa bir zamanda o yolun en son noktasına (yani Hind Ok-yanusu'nun en son noktasına) varmıştır. Fakat bazı kimseler «ba­tıdan doğuya yaptığı seferi 12 senede tamamlamıştır» demişlerdir. Bu, zahirin hilafınadır. Ancak Zü'l-karneyn seferi esnasında bazı yerlerde bir sene, altı ay gibi bir müddet ikamet ettiği takdirde bu rivayet kabul edilebilir.

İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh; «Süren» kelime-sinin, güneşin hararetinden insanı koruyan şey demek olduğunu söylemişlerdir. Yani orada hiçbir bina yoktu. Güneş doğduğu za­man onlar yer altındaki izbelere giriyor, güneş çıktıktan sonra ç>. İtiyorlardı.

Rivayet olunduğuna göre, Hasan Basri, Semurre hadisini zik­rettikten sonra «Onların arazisi bina yapmaya elverişli değildi» demiştir. Güneş çıktığında onlar sulara dalıyorlar, kaybolduktan sonra sudan çıkarak hayvanların otlaması gibi sağda solda otlu-yorlardi.

Bazılarına göre, bu ifade onları koruyacak elbise ve binaların olmadığı anlamına gelir.

Bazı rivayetlere göre onlar Zenc, bazı rivayetlere göre de Hind kavmindendiler.

(91) «İşte böylece, biz...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «Kezalike» kelimesi hazfedilmiş bir mübte-danın haberidir. Yani Zü'1-karneyn batıya vardı, doğuya gitti ve yapacaklarını yaptı. Burada maksat, Zü'1-karneyn'i ve onun hali-ni tazim etmektir. Veya; Zü'1-karneyn'in onlar hakkındaki emri, batıdakiler hakkındaki emri gibiydi. İsterse onları öldürür, ister­se imana davet ederdi.

«Biz Zü'l-karneyn'in yanında bulunanları ilim yönünden ku­şattık»; yani onun askerlerini, aletlerini ve saltanatının diğer se­beplerinin hepsini ihata ettik. Onların hepsi ilmimiz dahilindedir. Onların görünen ve gizli taraflarını biliyoruz.

Bu ayet, onun durumunun ancak Allah'ın ihata edebileceği bir vasıfta .olduğunu bildirmektedir.

Ayetin mânâsı; «Onun yolculuk esnasında çektiği zorlukları ihata etmişizdir)) şeklinde de anlaşılabilir.

(92) «Sonra yine,,.» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet daha önce geçen iki ayet gibidir. Buradaki «yol» Zü'l-karneyn'in üçüncü yoludur. Bu batı ile doğu arasında vuku bul­muştur. Yani güneşin doğuş noktasından başlayarak şimale doğ­ru gitmiştir. [76]

 

Ye'cüc İle Me'cuc

 

(93)   «Nihayet iki dağın arasına ulaştığında...»

Bu Ayetin Tefsiri

«İki sedE»den maksat iki dağdır. Bu dağlar, bu ayetin muha­taplarına malûmdu. Zira «Sed» kelimesi dağ mânâsında kullanıl­mıştır.

Bu dağlara «Sed» denilmesinin sebebi onlann yeryüzündeki bir derinliği kapatmış olmalarıdır.

Bazıları, «Bu dağlar ile Sed arasında komşuluk olduğundan dolayt bu dağlara da sed denilmiştir» diyorlar.

Yahudi alimlerinden bazılar: «Ye'cuc ile Me'cuc şimalin son noktasındadırlar. Öyle ki onlardan başkası buralarda yaşayamaz. Onlar bu kıtanın bir zaviy esindedirler». Fakat yahudi alimlerine göre onların kuzeyinden doğusuna doğru olan kısmında mı, kuze­yin batısına doğru olan kısmında mı oldukları belirtilmemiştir. Bazılarına göre, bu iki dağdan maksat Ermenistan ile Azerbaycan arasmdaki dağlardır. (Bu rivayet İbn Abbas'a da nisbet edilmiş­tir). Beyzavi de tefsirinde tauna meyletmektedir. Fakat Alusi; «Bu bir hatadır. Bunun İbn Abbas'a nisbet edilmesi doğru değildir» de­miştir. Alusi delil göstermemektedir. Bunu söyleyen bir kimse, Zü'1-karneyn şeddinin bugün Demirkapı'da meşhur olan sed oldu­ğu düşüncesindedir. Bu Yecuc ile Mecuc'un Türk olmalarım ge rektirir ki bu da tarihçilerin görüşüne ters düşmektedir. Çünkü bu sedcii bazı tarihçilere göre Kisra Nuşirevan, bazılarına göre îsfendiyar yapmıştır.

Bazılarına göre bu iki sed, bizim bilmediğimiz bir yerdedir.

Zira yeryüzünde daha nice meçhul yerler vardır. Belki de bizim­le onun arasına okyanuslar girmiştir. Bütün kara ve deniz parça­larının tetkik edildiği, her yerin görüldüğü iddiası kabul edilemez.

«Zü'lkarneyn o iki şeddin önünde bir kavim gördü» yanı in­sanlardan bir grupla karşılaştı. Bazıları «Bu grup Türkler'dir», bazıları da «can denilen mahlûkattır» demişlerdir. Fakat bu ikinci şık bâtıl bir görüştür. Nitekim Ebu Hayyan da böyle söylemiştir.

Şeddin berisinde rastladığı kavim Zü'1-karneyn'in etbaınm hiç bir sözünü anlayamıyorlardı. Veya kendilerinden olmayan kimse­lerin dilini hemen hemen anlamıyor gibiydiler. Çünkü dilleri gayet garipti ve diğer dillerden farklıydı. Üstelik diğer dillere benzer ta­rafları da yoktu. Bununla beraber zekâları da pek azdı. Zira an­layışları yakın, zekâları gelişmiş olsaydı kendilerine ne söylendiği­ni işaretlerle de olsa anlarlardı.

(94-95) «Dediler ki: Ey Zü'lkarneyn..m Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani onlar tercümanları vasıtasıyla bunu söylediler. Bu ter­cüman onların memleketlerine yakın bir bölgeden olabilirdi. İbn Mesud'un mushafmdaki ibare de bunu desteklemektedir. Onlar bu sözü bizzat söylemiş de olabilirler. Zira Zül-karneyn onların lisa­nım bilecek ve onlara bir şeyler anlatacak imkânlara mazhar ol­muştu. Cenab-ı Hakk'ın ona verdiği nimetlerden biri de buydu.

Bazıları, burada söz söyleyenlerin, söz anlamayan gruptan başkası olabileceğini iddia etmişlerdir. Bunu tercüme yoluyla söy­lememişlerdir. Bu, İbn Mesud'un mushafmdaki hükümle de teyid edilmektedir. Onlar:

«Ey Zü'l-karneyn! Yecuc ve Mecuc yeryüzünü ifsad ediyorlar» dediler. Yecuc ile Mecuc, Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in soyundan ge­len iki kabiledir. Vehb bin Munebbih ve başkaları bunu kesinlikle ifade ediyorlar. Tarihçilerin çoğu da bu habere dayanmaktadır.

Abdurrezzak'tan gelen rivayete göre Yecuc ve Mecuc'dan 22 kabile meydana gelmiştir. Zü'l-karneyn bu şeddi yaparken 21 ka­bile içerdeydi. Diğer kabile ise savaşmak üzere çıkmıştı. Onlar su­nin dışında kaldılar ve böylece onlara «Türk» ismi verildi.

 Ebu Hureyre'den   gelen   merfu bir hadiste Nuh için; «Sam, Ham ve Yafes dünyaya geldiler. Şam'ın evlatları Araplar, Farslar ve Kumlardır. Ham'ın evlattan Kiptiler, Berberiler ve Sudanlilardır. Yafes'in çocukları ise Yecuc, Mecuc, Türk ve Sakalibe boylarıdtr» denilmektedir.

Tevrat'ın birinci sifr, 10. faslında açıkça Yecuc'un Yafes evla-| dından olduğu söylenmektedir. Yahudilerden bazıları «Yecuc on-§ ların bulundukları memleketin ismidir, kabile ismi değildir» demişlerse de bu iddiaları bâtıldır.

«Yeryüzünü ıfsad ederler»;   yani  bizim memleketimizi öldür-İ     mek, memleketi tahrip etmek suretiyle ve diğer şekülerde ifsadla-rını icra ederler. Bütün gıdalarımızı alıp yerler.

Rivayete göre onlar yazın memleketlerinden dışarı çıkar, her yeşilliği yer ve bütün kuru yiyecekleri alıp götürürlerdi.

Ayetin metnindeki «Harcen»  kelimesi bazı rivayetlerde  «Haracen» şeklinde okunmuştur. İkisi de aynı mânâyı ifade eder. Sa'-lebî tefsirinde, «hare haraçtan daha özeldir» denilmiştir. Bazıları da «Harç bir defada verilen mal», «haraç ise daima tekerrür eden bir vergidir» demişlerdir.

Bazıları da; «Hare senin kendiliğinden verdiğin, haraç ise dev­let tarafından senden alınan vergi demektir» demişlerdir.

Zü'l-karneyn onlara: «Rabbimin bana verdiği saltanat, mal ve diğer servetler bana kâfidir. Sizin kastettiklerinizden daha hayırlı­dır. Benim sizden gelen vergiye ihtiyacım yok. Ancak maksadı ye­rine getirmek hususunda gerekli olan araç ve aletlerle veya insan­larla (Veya hem araçlarla hem de insanlarla) bana yardımcı olun. Sizinle onların arasında bir kale, asılmaz bir engel yapayıma dedi.

Ayetin metnindeki «Radmen» kelimesi perde, kale, aşılmaz engel demektir. Ve şedden daha büyüktür. Sed daha küçüğüne de­nilir. Üstelik Sed'den daha sağlamdır.

Bazıları «Sedle aynı mânâyı ifade eder» demişlerdir. Fakat birinci görüşü İbn Ebi Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu ri­vayet takviye etmektedir: «Radm, engellerin en şiddetlisidir. Böy­lece Zü'l-karneyn onların isteklerini yerine getirmek hususunda kendilerine söz vermiş oldu».

(96-97) «Bana demir kütleleri getirin...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Zuber» kelimesi «zubrenrdn çoğuludur. Mânâsı, «büyük demir parçası» demektir.

Rivayet edildiğine göre, Nafi bin Ezrak, İbn Abbas'a «Zuber'-eUHadid nedir?» diye sordu. İbn Abbas: «Demirin büyük bir par­çasıdır» dedi ve buna dair Kâb bin Malik'in şiirini okudu.

Onlar demirleri getirdiler. O da yavaş yavaş inşaata başladı.

İki dağın arasındaki boşluğu dağların seviyesine çıkaracak kadar doldurdu.

«Sadaf» kelimesi dağın, diğer dağın yamacma bakan tarafıdır. Ebu Ubeyde «Sadaf, büyük ve yüksek binaların hepsine denir» de­diyse de bu mânâ burada geçerli değildir.

Zü'l-karneyn, amelelere: «Demirin o büyük parçalarını körük­leyerek eritin» dedi. Onlar da bunu yaptılar. Yapı bittikten sonra Zü'l-karneyn bakırı eritmekle görevli olanlara (veya körükleri iş­letenlere)»: «Bana bakır getirin ki bunların üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim» dedi.

Ayetin metnindeki «Kitren» kelimesi eritilmiş bakır demektir. Bazıları eritilmiş kurşun, bazıları da eritilmiş demir demek oldu­ğunu söylemişlerdir.

Onlar artık o şeddin üzerine çıkmaya güç yetiremediler. Çün­kü sed gayet yüksek ve kaygandı. Bazıları «Şeddin yüksekliği 200 zira' idi», bazıları da «î 800 zira' idi» demişlerdir. Onlar çok katı ve kalın olduğundan dolayı şeddi delmeye de güç yetiremediler. Çünkü şeddin genişliği 50 zira' idi. Temelleri suya dayanmaktay­dı. Orada taş ve eritilmiş bakır kullanılmıştı. O demir kütleleri top­rağı sağlamlaştırmak için getirildi. Üzerlerine, eritilmiş bakır dö­külmesi onları ateş haline getirdi. Bu şeddin uzunluğu 100 fersah­tı. Böyle bir şeddin amelelerin çalışmasıyla meydana getirilmesi çok zordur. Ancak ilâhî bir emirle, bir mucize ile meydana getiril­miştir. Zira ateş gibi kızgın demirlerin yakınında insanların dur­ması mümkün değildir. Bu, onların demiri ateş haline getirecek kadar teknik imkânlara sahip olduklarını da göstermektedir. Bun-lann yapılması Zü'1-karneyn'e verilen birtakım yeteneklerle mey­dana gelmişti. Belki de bugün hiç kimsenin bilmediği bir şeyle meydana getirilmişti.

Basılan «Şeddi taşlarla yaptı. Onları demirlerle birbirine ke­lepçeledikten sonra üzerlerine eritilmiş bakır döktü. Artık bunda herhangi bir deliğin kalması bahis konusu değildi» demişlerdir. [77]

 

Meal

 

98- (Zü'1-karneyn): «Bu, Rabbimden bir  rahmettir.   Fakat Rabbimin va'di geldiğinde, Rabbim bunu yerle bir eder. Rabbi-min va'di haktır» dedi.

99- Biz o gün onları birbirinin içinde çalkalanır bir halde bırakmışızdır. Sûra da üfürülmüştü. Böylece onları  hep birara-ya getirmişizdir.

100- O gün cehennemi kâfirlere açıkça sunduk.

101- Onlar ki beni anmaya gözleri bir engeldi. Kulak ver­meye de tahammül edemezlerdi.

102- Kâfirler beni bırakıp da kullarımı kendilerine dostlar edineceklerini mi sandılar? Kuşkusuz ki biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.

103- (Ey Muhammed)   De ki, «Sizlere amellerinden en çok hüsrana uğrayanları söyleyeyim mi?»

104- «Onlar iyi işler yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatında tüm çabalan boşa gitmiştir.»

105- İşte onlar Rablerinin ayetlerim ve O'na kavuşmayı in­kâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan   kimselerdir. Kıyamet Günü'nde onlar için hiçbir tartı tutmayız.

106- İnkâr ettikleri, ayetlerimi  ve  rasûllerimi  alaya aldık­ları  için,  onların  cezası  cehennemdir.

107- İman edip, salih amellerde bulunanlara gelince, onlar için konak olarak Firdevs cennetleri vardır.

108- Orada ebedi kalıcıdırlar, oradan ayrılmak da istemezler.

109- De ki «Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek, Rabbimin sözleri bitmeden, deniz tü­kenir».

110- De ki:  «Ben de sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın sadece bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine ka­vuşmayı umuyorsa, salih amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın».[78]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(98)   «(Zü'1-karneyn): Bu Rabbimden...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani bu sed veya bu imkân ve kudret ki şeddi yapacak ka­dar verilmiştir Rabbimden insanlar için gönderilmiş bir rah­mettir. Zira Rabbim bu vasıta ile bu kavimle Yecuc ve Mecuc ara­sında saldırganlıklarını Önleyecek bir şeddin yapılmasına bizi mu­vaffak etti.

{{Rabbimin va'di geldiğinde onu yerle bir edecektir». İbn Ke­sir «Rabbimin hak olan va'di yaklaştığında demektir» diyor. Yani hadise Kıyamet'ten önce olacaktır. Nesefi ise «Kıyamet'in gelmesi yaklaştığı hemen hemen gelmek üzere olduğu zaman bu tahakkuk edecektir» diyor.

«Rabbimin va'di haktır»; yani kesinlikle olacaktır, yerini bu­lacaktır.

Bu mesele (yani Zü'1-karneyn konusu), Allah tarafından bü­yük bir saltanata sahip olan müslüman bir kişinin meselesidir. Al­lah onu yeryüzünde imkân sahibi kılmış, kendisine büyük imkân­lar ihsan etmiştir. Bütün sebepleri teşhir edecek kuvvete onu ka­vuşturmuştur. Zü'1-karneyn kıssası, «Allah dilediğine hesapsız n-z%k verir» ayetinin tefsiridir ve İslâm'ı terkeden, müslümanlarla alay eden, dünya hayatının süsleri için onları küçümseyen kimse­ler aleyhinde ilâhi bir reddiyedir.

Hiç kimse «İslâm dinine mensup olan, yeryüzünden istifade etmez» zanmna kapılmamalıdır. Bilakis hu ayetler yeryüzünün bütün imkânlarına sahip olmanın en büyük nimetlerden olduğunu hatırlatmaktadır. Hiç kimse «İslâm'a girmek sebepleri terketmek demektir. İslâm bir lokma bir hırka felsefesi demektir» sanmasın. Bilakis İslâm bunun tam tersini emretmektedir. Çünkü İslâm'a girmek bütün sebeplere başvurmak demektir. Bununla beraber her şey Allah'ın tevfiki ile olur. Çünkü bu enerji yerinde kullanıl­mıştır. Hiç kimse «İslâm'a giren nziktan mahrum olur» kanaatini taşımamalıdır. Bilakis İslâm'a giren bir kimse daima helâl rızkı beraberinde bulundurur ve bulundurmak mecburiyetindedir. Hiç kimse «İslâm'a girmek insanın kıymetini eksiltir» zannetmesin. Aksine İslâm insanları daha kâmil bir hale getirir. Müslümanlar âlemin sebepleri içinde İslâm'ı ikâme etmekle, yaşatmakla mükel­leftirler. Cenab-ı Hak bazen onlara harikuladeleri vermek sure­tiyle dâvalarım destekler. Fakat sorumluluk, İslâm'da sebepler âleminin temeli üzerinde kurulmuştur. Bu, müslümanların bütün sebepleri ve bir şey yapmak için gereken bütün vasıtaları elde et­melerini iktiza eder. Müslümanlar Allah'ın kelimesini kâinatta yü­celtmekle mükelleftirler. îşte bu kelimeyi yüceltmek için gereken sebeplere sarılmalıdırlar. Her yer veya zamanda müslümanların başına bir iş gelirse onu araştırmak, lüzumlu sebepleri bulmak ve doğrusunu ikâme etmek için çalışmaları gerekir. Biz Zü'l-kar-neyn'in kıssasını arzettiğimizde şunu gördük: Allah her şeyden ona bir sebep vermiş, o da hedeflere götürücü sebeplerin peşinden git­miş ve o sebepler de onu hedeflere götürmüştür. Müslümanların çoğu bizim bu zamanımızda bu hadiseden habersizdirler. Çoğu za­man kendilerine gerekli olan hedefe götüren yollara gitmiyorlar. Gereken bütün vasıta ve sebepleri edinmeye çalışmıyorlar.

Seyyid Kutub, «Güneşin battığı yere varıncaya kadar...» aye­tinin tefsirinde şunları söylüyor:

«Güneşin batışı, kişinin, güneşi ufkun arkasına geçiyorken gördüğü nokta demektir. Bu da yerlerin değişikliğine göre değişik-lik arzeder. Mesela bazı yerlerde güneşin bir dağın arkasında battı­ğı görülür. Bazı yerlerde suda, bazı yerlerde geniş okyanus ve de­nizlerde, bazı yerlerde ise kumlarda battığı görülür. Tabii bu düm­düz sahralarda bulunduğu zamanda olur. Ayetin nassından açıkça şu anlaşılıyor: Zü'1-karneyn batı tarafına, Atlas Okyanusu'nun kı­yısındaki bir noktaya kadar varmıştır. Atlas Okyanusu'na aynı za­manda «Karanlıklar Denizi» de denilmiştir. O zannetmiştir ki kara parçası orada sona eriyor. Çünkü o güneşin Atlas Okyanusu'nda battığını görmüştür. En kuvvetli görüş şudur ki, o Atlas Okyanusu' na dökülen nehirlerden birinin denize döküldüğü noktaya varmış-tır. Çünkü orada otlar çoğalır, etrafında yapışkan ve siyah bir ça­mur meydana gelir. Ve su birikintisi teşekkül ede:. Sanki onlar sulu göze ve çeşmelerdir. Fakat Zü'1-karneyn'in vardığı bu noktayı tahdid etmek imkânsızdır. Çünkü nass onu hudutlandırmamakta-dır. Nasstan başka güveneceğimiz bir kaynak yoktur. Bundan baş­ka söylenenlerin hiçbiri kesin değildir. Çünkü sahih bir kaynağa dayanmamaktadır».

Seyyid Kutub, «İki şeddin arasına varıncaya kadar gitti» aye­tinin tefsiri münasebetiyle şunları söylüyor:

«Biz Zü'1-karneyn'in iki sed arasında varmış olduğu mekân için «kesinlikle şu yerdir» diyemeyiz. Bu iki sed nerededir? Bunu tayin edemeyiz. Ancak nasstan anlaşılıyor ki o iki tane tabii şeddin arasında bulunan bir noktaya varmıştır. Veya insanlar tarafından daha önce yapılan üü şeddin arasındaki noktaya varmıştır ki bu iki yapay sedlerin arasında bir geçit vardır. Şeddin berisinde (ya­ni vardığı noktada) çok geri kalmış bir kavim buldu. Neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlardı. Onlar Zü'1-karneyn'in kuvvetli bir fatih olduğunu anlayıp, onda kudret ve salah alâmetlerini müşahede ettiklerinde ona kendilerini zaman zaman taciz eden ve memleket, lerini altüst eden Yecuc ve Mecuc'un şerrinden emin olmaları için o geçitte bir sed yapmasını teklif ettiler ve buna karşılık ta ara­larında toplayacakları bir malı vereceklerini söylediler».

Büyük müfessir Elmalılı, sed ile Yecuc-Mecu^ hakkında özet olarak şunları söyler:

«Bazılarına göre sed «Çin seddi»6ir. Yecuc ve Mecuc'dan mak­sat da Moğollar ve Tatarlardır. Bu bir zandır tabii. Gerçi Pekin yakınlarında, denizden başlayarak Altay dağlarının altlarına doğ­ru yüzlerce saatlik bir mesafede uzayıp giden Çin şeddi, Hicret  ten 9 asır önce ve 4. Çin sülâlesi devrinde şimalden Moğol ve Ta-tarlar'ın tecavüzlerine karşı yapılmış olduğu tarihte nakledilmek­tedir. Bu sed dünyadaki harikuladeliklerin en büyüklerindendir. Fakat bu şeddin yapılmasından az bir zaman sonra bu sed aşılmış­tır. Bu şeddin metaneti ve binası Kur'an'da zikredilen vasıflara mutabık değildir. Diğer taraftan bazıları da «Bu, Demirkapî'daki seddtr» demişler ve Yecuc ve Mecuc'u bugünkü Rusya sahasında tasavvur etmişlerdir. Bu sed de harap olmuştur. Doğrusu Kur'an  daki evsaf ikisine de mutabık olmadığı gibi diğer yerlerde bulu­nan sedlerin hiçbirisine de uymamaktadır. Allahualem Kur'an'ın haber verdiği bu sed Zül-karneyn'den onun yapılmasını talep eden kavmin bu sayede teşkil ettikleri heyeti içtimaiyeleri olsa gerektir. Ki demir kütleleri gibi salabetli olan unsurlarına-akıtılan feyzu Rabbani ile teşekkül etmiş maddî ve manevî bir sed demek olur. Eğer bu kavim tefsircilerin naklettikleri gibi Türkler ise burada Zü'1-karneyn'e kuvvetle yardım eden Türklerin mazide yeryüzünü fesattan kurtarmak için yaptıkları hizmetin ehemmiyeti iş'ar edü-miş olduğu gibi Peygamber'in zamanından sonra İslâm'a yapacak­ları hizmete de işaret edilmiş demektir. Ve şu halde Türkler'in in-kırazi Yecuc ve Mecuc şeddinin yıkılması ve yeryüzü nizamının fe­sadı demek olacaktır ki Kıyamet'in alâmetlerindendir. Hülasa şarki ve garbı dolaşan Zü'1-karneyn'in en büyük işi mahza bir rahme­ti rabbaniye olan bu şeddin inşasıdır ki yıkılması yeryüzünde be­şeriyetin pek büyük felaketi olacaktır.» [79]

 

Demir Mucizesi

 

«Getirin bana üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim» ayeti hakkında S. Kutub şunları söylemektedir.

«Demirin takviyesi hususunda Zü'1-karneyn'in tatbik ettiği bu formül şimdiki teknolojide de tatbik edilmektedir. Deneyler neti­cesinde anlaşılmıştır ki bakırdan bir miktarı demire eklemek de­mirin mukavemet ve dayanıklılığını kat be kat artırır. İşte Ce-nab-ı Hak, Zü'1-karneyn'i buna hidayet etmiş ve ebedi kitabında bunu tescil etmiştir. Bu beşer teknolojisi henüz meydanda yokken olmuş bir hadisedir. Hem de sayısı ancak Allah'a malûm olan asır­lar önce.

Tirmiz şehrinin yakınında bir sed keşfedilmiştir. Bu, Demir-kapı diye bilinmektedir. M. 5. yüzyılın başlarında bir Alman alimi bu hususu kitabında tescil etmiştir. Bunu bir İspanyol tarihçi M. 1403 tarihli seyahatnamesinde zikretmektedir. «Demirkapı şehri­nin şeddi Semerkand ve Hindistan yolu üzerindedir» demektedir. Bu Zü'1-karneyn'in yaptığı sed de olabilir. Ben (Seyyid Kutub) de­rim ki: Bazıları bunun Çin'in büyük şeddi olduğunu söylüyorlar. Çin'i ziyaret eden muasırlarımdan birisi, bana Çinliler'in kendisi­ne söylediğine göre, hâlâ Çin'de Yecuc ve Mecuc ismiyle bilinen kabileler varmış».

Bazılarına göre bu sed Hindistan'da şu anda maruf bir mıntı­kada mevcuttur. Asya'nın doğusunu batısından ayıran bir noktadadır. Ve orada hâlâ kalıntıları vardır. İki dağın yamaçlarında de­mir parçalan vardır. Fakat bütün bu nakiller bu konuda güveni­lir değillerdir.[80]

 

Faydalar:

 

1- Bu ayetin sebeb-i nüzulü sadedinde gelen rivayetlerden idrak ediyoruz ki Zü'1-karneyn'in kıssası ehli kitap katında Hz. Muhammed'in peygamberliğine işaret ve alamettir. îşte bundan ötürü bu kıssa Kur'an'da zikredilmiş ve Hz. Muhammed'in pey­gamberliğine dair delil getirilmiştir. Mesele böyle olunca çözül­mesi zorlaşmıştır. Bu mesele hakkında kitaplarda yer alan riva­yetlerin çokluğu delâlet eder ki bunların ekserisi temelsizdir. Ehli kitabın uydurmalanndandır. Kur'an'i bu bâtıl rivayetlerden tenzih etmemiz gerekir.

îbn Kesir bu konuda şunları söyler:

«Bu rivayetlerin çoğu ehli kitabın hurafelerinden ve zındıkla­rın uydurma ve yalanlanndandır. Binaenaleyh nass bize neyi veri­yorsa, ince ilim bize neyi açıyorsa, onun yanında durmak, böyle yerlerde en uygun olandır. Çünkü ehli kitaptan nakledilen görüş­ler hatta ehli kitaptan müslüman olan bazı kimselerden nakledi­len fikirler içinde tasdik edilmesi mümkün olmayan şeyler var­dır.

fbn Kesir şöyle demektedir: «Muaviye'nin Kâb*ul-Ahbar'âan gelen bu rivayeti sahih bulmaması doğruluğun tâ kendisidir ve bu hususta hak Muaviye ile beraberdir. Çünkü Muaviye, Kâb'ul-Ahbar'dan bahisle şöyle diyordu: «Biz onun naklettiklerini gerçeğe aykırı buluyoruz, O bunu sahifelerinde olmayanı nakletmek sure­tiyle kasten yapıyor. Bu sahifeler israiliyaVtandır. israiliyaVtan gelen meseleler tebdil, tashif, tahrif edilmiş, ve uydurulmuştur. Allah ve Rasûlü'nün haberiyle beraber başka bir habere, onların hiç. bir şeyine ihtiyacımız yoktur. Çünkü İsrailiyaVtan halkın arasına birçok şey girmiş, geniş bir fesadat meydana gelmiştir. Kâb'ın ayeti bu şekilde tevil etmesi, sahifesinde «Zü'l-karneyn atım yıldız­lara bağlıyordu» diye bulduğu hükme delil göstermesi sahih de­ğildir ve hakikate de uygun bulunmamaktadır. Çünkü hiçbir beşer atını Süreyya'ya bağlamaya yol bulamaz».

2- Birinci faydada hurafelerin bizim kitaplarımıza, ehl-i ki­tap katında mevcut olan rivayetler vasıtasıyla sızdığını görmüştük. Bu hurafeler onların bâtıllanna uygundur. Bizim hakkımıza mu­tabık değildir. Zü'l-karneyn lâkabının o salih kula verilmesi, onun zamanı, işi, fiilleri ve onun gördüğü kavimlerin sıfatlan hakkında­ki rivayetler ve diğer görüşler güvenilir bir senede dayanmamakta­dırlar.

İbn Kesir bunlan nakletmiştir ve sonunda «Bu asılsızdır», «Bunu nakleden kişi güvenilir değildir» şeklinde açıklamalar yap­mış, bir kısmını da sadece nakletmekle yetinmiş, tenkid etmemiş­tir. Ancak aslı olmadığı halde sadece îbn Kesir zikretmiştir diye bunlara güvenilemez. Bu, «Hakkında bilgin olmadığı bir şeyin ar-dına düşme» ayetinden alınan İslam ruhundan uzaktır.

îbn Kesir'in zikredip de zayıf olduğu hususuna dikkati çekme­diği noktalardan birisi de Hızır'ın Zü'1-karneyn'in veziri olduğu id­diasıdır. Aynca Zü'1-karneyn'in Hz. İbrahim ile beraber Kabe'yi ta-vaf ettiği rivayeti de bunlardan biridir. Biz bu rivayeti de şiddetle reddediyoruz. Zira peygamberlerden ve onların durumlarından bahsedildiğinde, Allah tarafından tahdid edilmeyen bir zamanı tahdid etmek ve bu hususta sadece hikayecilerin sözüne güven­mek yeterli değildir.

3- Bazı kimseler Zü'1-karneyn'i Aristo'nun   talebesi   Make­donyalı İskender sanmışlardır.   İbn Kesir   bunu şiddetle reddeder. Nitekim müfessirlerin çoğu da bu hususta İbn Kesir'in gö­rüşünü savunurlar. Çünkü Makedonyalı İskender putperesttir. Kur'an'da zikredilen ise, salih bir kişidir. Bazı kimseleri şüphe­ye düşüren bu husus Makedonyalı İskender'in doğu ve batıda bir­çok savaşlar yapması ve ekseriyetle galip gelmesidir. Nitekim Alusi bile (daha Önce naklettiğimiz gibi), Makedonyalı İskender' in «Zü'Lkarneyn» olduğu görüşünü tercih etmiştir. O tarihin onu belki de yanlışlıkla putperest olarak nitelendirmiş olabileceğini söylemektedir.

4- tbn Kesir, Zü'1-karneyn'e bu ismin verilmesinin neden-leri arasında doğuya ve batıya gitmiş olmasını saymaktadır. Çün­kü Araplar güneşin doğduğu noktaya «güneş boynuzu» derlerdi.

5- Kissacüann   hurafeleri,   ehl-i kitabın   tahrifatı onların ister aslı, isterse vasıflan hususunda olsun, Zü'1-karneyn kıssası­nı kapsadığı gibi Yecuc ve Mecuc konusuna da bulaşmıştır.

İbn Kesir bu hurafelerden birisini naklettikten sonra şunu söylüyor:

«Bu, cidden garip bir sözdür. Ne aklî ne de naklî bir delili vardır. Yecuc ve Mecuc hususunda ehl-i kitaptan bazılarının hi­kâye ettiklerine güvenmek caiz değildir. Çünkü onların katında uydurma birtakım haberler ve hadisler vardır. Biz bu konuda hulâsa olarak şöyle diyoruz: Yecuc ve Mecuc, Adem'in evlatlarm-dandirlar. Yeryüzündeki insanlara nisbetle her dönemde ekseri­yeti onlar teşkil etmektedir. Nitekim daha önce zikrettiğimiz sa­hih hadiste bu husus varid olmuştur.

îmam Ahmed'in «Müsned»inde, Semurre'den gelen bir ha­diste Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: «Sam Arapların, Ham Sudanlıların, Yafes de Türklerin babasıdır».

Bazı alimler de «Yecuc ve Mecuc, Yafes'in soyundandır» de­mişlerdir.

Zeynep binti Caş'tan gelen ve sahih olduğunda ittifak bulu­nan hadis şöyledir:

«Rasûl-ü Ekrem uykusundan yüzü kıpkızıl kesilmiş bir hal­de uyanarak «Allah'tan başka mabud yoktur. Yaklaşan bir ser­den ötürü vay Arapların haline! Bugün Yecuc ve Mecuc'un şed­dinden şu kadar açıldı» dedikten sonra başparmağını şehadet parmağıyla birleştirerek o açılan deliği tasvir buyurdu. Ben: «Ey Allah'ın Rasûlü, bizim içimizde salih kimseler olduğu halde biz helak mi olacağız?» diye sordum. Cevap olarak şöyle buyurdu: «Evet, habaset çok olduğu zaman böyle olacaktır».

İşte bu hadisten ötürü bazıları Moğol, Tatar, hatta Arî ırkı­nın tamamının Yecuc ve Mecuc olduklarını sanmışlardır. (Mese­lâ Necidli Abdullah bin Sadi'nin bu konudaki kitabına müracaat edilebilir.) Çünkü Tatar, Moğol ve Haçlı seferleri hep bu dönem­de olmuştur. Bundan önce Araplara şiddetli bir şer isabet et­miştir.

îbn Kesir ve Nesefi; «Rabbinin va'di geldiğinde onu yerle bir edecektir» ayetini «Allah'ın va'di yaklaştığında» şeklinde yo­rumlamışlardır. Bunun delili, Enbiya Suresi'nin 96-97. ayetleri­dir.

Burada şeddin paramparça olması olayının Kıyamet Günü'n-den önce vuku bulacağı mânâsı vardır. Bu da Kıyamet'e yakın ol duğuna delâlet eder. Bizim dediğimiz ise şudur: Bizim peygam­berimizin gönderilmesi Kıyametin yaklaştığının alâmetidir. Bi­naenaleyh o şeddin bu duruma getirilmesinin Kıyamet'ten hemen önce olması şart değildir. Ancak Yecuc ve Mecuc için açılan ge­dik, onların yeryüzüne yayılmaları, Şam arazisinde Hz. Mesih'i  zamanına varmaları, Kıyamet'in kopmasından az bir zaman ön­cedir. Dolayısıyla bu ayetten «Sed o zaman açılacaktır» şeklin­de bir mânâ çıkarmak yanlıştır.

Asrımızın alimlerinden Ebu'l-Kelâm Azad gibi tarihi müşkü­latlan tahkike ehil, bununla beraber dinî ve tarihî kültüre sahip hiç kimseyi tanımıyoruz.- Ebu'l-Kelâm Azad, Zü'1-karneyn'den, onun şeddinden, Yecuc ve Mecuc'dan maksadın ne olduğunu tah­kik etmiş ve bu hususta büyük bir araştırma yapmıştır. Bu ince­lemesini «Ve yes'eluneke an Zi'l-kameyn» adı altmda neşretmiş-tir. Bu eser yüz sahife kadardır. Ebu'l-Kelâm'ın incelemesinde yöneldiği nokta eğer doğru ise Zü'1-karneyn kıssası Kur'an'm en büyük mucizelerinden oluyor demektir. Öyle bir mucize ki her insanı ilzam ediyor. Ebu'l-Kelâm bu incelemeye, incelemenin baş-langıcı için uygun olan bir noktayı tahdid etmekle başlıyor: «Ma­dem ki Zü'î-karneyn'ie ilgili sualin arkasında yahudiler vardır» diyerek incelemesine yahudi kitaplarından başlıyor. Bütün kitap­larım tarayan bir incelemeden sonra Zü'1-karneyn'in Eş'iya sıf-nnda aynı tabir ile zikredüdiğini belirtir. Yahudi kitaplarının ta­mamını taradığı ve Zü'1-kameyn'in Eş'iya sıfnnda ne maksatla kullanıldığını inceledikten sonra Zül-karneyn'in M. Ö. 6. asırda yaşayan Koreş olduğunu ortaya çıkarıyor. Koreş'in îran'da iki boynuzlu, iki kanatlı bir heykeli bulunmuştur. Bu heykel onun Sıfr-ı Eş'iya'daki vasfına uygundur.

Sıfr-ı Eş'iya'da Zü'1-karneyn'den maksadın ne olduğunu ince­lerken şu noktaya varmıştır: «Zü'l-karneyn M.Ö. 6 .asırda yaşa­yan Koreş'tir. Koreş'in İran'da iki boynuzlu, iki kanatlı bir hey­keli bulunmuştur. Bu heykel Ahdi Kadim kitaplarındaki vasfa tu patıp uymaktadır». Sonra Ebu'l-Kelâm incelemesine devam ede­rek Kur'an'da Zü'1-fcarneyn hakkında zikredilen her hususun Ko-reş'e tıpatıp uyduğunu ispat eder. Binaenaleyh Koreş tevhid ve Ahiret inancı' üzerinde bina edilen Zerdüşt'ün sahih dini üzerin­deydi. Onun niyeti saelamdı. sözü doeruvdu. ameli de salihti. O fetihler hususunda doğuya yönelmiş, Belh Sa-hrası'na gelmiştir. Yine fetih için batıya yönelerek îzmir'e yakın olan Ege Denizi'ne || varmıştır. Kuzeye doğru fethe çıkmış, şu anda «Daryal Darboğa­zı» diye adlandırılan ve Kafkas Dağları'nda bulunan yere varmış­tır. Ebu'l-Kelâm, «sed hakkında Kur'an'da ne gelmişse hepsi bu yere tıpatıp uymaktadır» der. Sedin Derbend kapısındaki veya Demirkapı'daki sed olup, bu şeddin Hazer Denizi'nden Kafkas Dağları silsilesine kadar devam ettiğini iddia edenlerin yanıldığı­nı belirtir. Nitekim bu şeddin Çin'in büyük şeddi olduğunu söy­leyenler de aynı şekilde yanılmışlardır.

Ebu'l-Kelâm burada bu münasebetle Yecuc ve Mecuc hakkın. da nefis bir inceleme yapmıştır. Bu incelemede yahudi kitapların, da varid olan, tarihten gelen ve bu konu ile lisanlarda dolaşan her şeyi tetkik ederek şu neticeye varmıştır: «Yecuc ve Mecuc zaman zaman akın edip İslâm diyarım tarumar eden Tatar ve Moğollar-

M dır. Daryal Darboğazı'nın kapatılması onların batıya doğru yap­tıkları akınların yolunu kesen tek engeldir. Ve halen de Zü'l-kar-neyn'in yapmış olduğu şeddin kalıntıları Kur'an'm vasıflandırdı-

İJ ğı şekilde orada mevcuttur. Kur'an'daki bu vasıflar tefsir alimle. ri tarafından ileri sürülen hiçbir şedde uygun değildir». Ancak bununla beraber biz Ebu'l-Kelâm'ın bu arttırmasının vardığı noktaya kesin gözüyle bakamayız. Fakat bu araştırma îslâm Ta-rihi'nde Zü'l-karneyn hakkındaki en kuvvetli araştırmadır. [81]

(99) «Biz o gün onları,..» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «Ba'zehum» kelimesinin sonundaki zamir, Ahisi' njn Ebu Hayyan'dan nakline göre Yecus ve Mecuc'a racidir. Yani Yecuc ve Mecuc'un bir kısmının diğer bir kısmı içinde dalga­landığı halde (yani şedden çıktıkları zaman ve memleketlere yayılmak için yapmış oldukları izdiham halinde) onları bıraktık. Bu, Hz. İsa'nın nüzulünden sonra olur.

Alusi bu ayetin tefsirinde «O gün bazı mahlûkların denizin dalgalanması gibi birbiri içinde dalgalandıkları halde onları bı­raktık» demektedir. Bu dalgalanmanın nedeni birinci Sûr'a üfü-rülüşten evvel meydana gelen büyük felaketler ve korkunç belâ­lardır.

Nesefi bu ayeti; «O gün bazı insanları bazılarına karışır bir halde kılmışizdır» şeklinde yorumlamaktadır.

Kurtubi'ye göre, bu zamir insan ve cinlere racidir. Bu du­rum Kıyamet Günü'nde olur. Yani onlar Kıyamet Günü'nde bir­birlerinin içine dalgalanıp katılmış oldukları halde onları terket-mişizdir.

Bazıları da «Sed tamam olduğunda onlar şeddin ardından çı­kıp yeryüzünü ifsad etmek için birbirlerinin içinde dalgalanıp iz­diham etmekteydiler» derler. Yani şaşkın ve mutereddid idi. ler, ne yapacaklarım bilmiyorlardı.

Bazıları da «Şeddin açıldığı gün Yecuc ve Mecuc birbirlerine karışmış oldukları halde dünyaya yayılmak hususunda dalgala­nıp giderler» şeklinde bir mânâ vermiştir.

«Sûr'a üfürüldü ve onları hesap vermek üzere biraraya ge. tirdik» yani sevap ve ikab için bütün mahlûkatı biraraya topla­dık. (Veya insanlar bölük pörçük oldukları halde hepsini hesap vermek üzere biraraya topladık).

(100) «O gün cehennemi...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani cehennemi kafirler için ortaya çıkardık. Onlar cehen­nemi gördüler.

(101)    «Onların gözleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Bunlar cehennemi gören kâfirlerin vasıflandır. Yani benim ayetlerimi görmeleri dolayısıyla beni hatırlayıp, beni tazim et­mekten gözleri perde içerisinde olan o kâfirlere cehennemi gös­terdik. Veya Kur'an'ı görmekten, onun mânâlarını düşünmekten gözleri kapalı olan kâfirlere cehennemi gösterdik. Onlar gaflete dalmış, körleşmiş, sağırlaşmış kimselerdi. Hidayeti kabul etmez­ler, hakka tabi olmazlardı. Hakka tabi olmayı bir tarafa bırakın, hakkı dinlemeye dahi güçleri yoktu. Binaenaleyh onlar sağırlar me-sabesindedirler.

(102) «Acaba kâfirler..,» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki «Hasibe» fiili zan manasınadır. «Allah' tan başka dost edinen kullarndan maksad Hz. îsa, melekler ve Hz. Üzeyr'dir. [82]

 

Allah'ın Mü'min Kulları Kâfire Dost Olamazlar

 

«Onlar benim kullarımdan benden başka dost edinirlerse onlan cezalandırmayacağımı mı sandılar?» Veya «bu dost edinmenin onlara yarar sağlayacağım mı zannediyorlar?)). Yani kâfirler İslâm'a girmeyi terkettüderi, şeytanın adımlarına tâbi oldukları, iman edenlerle alay ettikleri halde kullarımın onlara dost olaca­ğını sanmasınlar. Çünkü Allah'ın kullan, kâfirlerin dostu ve yar­dımcısı olamazlar. Onlara nasıl dost ve yardımcı olsunlar ki? On­lar İslâm'a girmeyi kabul etmiyorlar, iman ve iman edenlerle alay ediyorlar.

Bu hitap burada çok mühimdir. Zira Cenab-ı Hak bu ayette müslümanlara kâfirlerle dostluk ve yardımlaşmayı haram kıl­maktadır. Ve bu ayet aynı zamanda kâfirleri ehli iman hasebi üzere bir dereceleri olma ihtimalinden de ümitsiz bırakmaktadır. Binaenaleyh bir kafire dostluk ve yardım eden dalâlete düşmüş demektir.  [83]

Ayetin sonundaki «Nuzulen» kelimesi ya misafirlere takdim edilen ziyafet veya konak anlamındadır.

«Onların cezası; dünyada ehî-İ iman onlara dost olmayacak, yardımda bulunmayacaktır. Ahiret'te de cezalan ateştir. Bunun nedeni de onların dünya sevgileri, ehl-i imam alaya almaları, /s-lâm'a girmekten kaçınmaları, şeytanın izine tabi olmalarıdır».

(103.104) «Ve kî: Size...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-ı Hak, Peygamberi'ne onlara kâr ve zarar mantığıyla hitap etmeyi emrediyor. Çünkü onlar dünya hayatının peşinden koşuyor ve daima kâr istiyorlar. Bu ayet Hariciler (yani Haruri-ler) adlı taifeye hitap etmektedir. Fakat insan derin düşünürse yalnız onlara değil bütün insanlara hitap edildiğini anlayabilir.

İbn Kesir şunu. söyler: «Buhari, Mus'ab'tan şöyle rivayet edi­yor: «Babam'a, yani Sa'd bin Ebi Vakkas'a «Bu ayet Haruriler (yani Hariciler) hakkında mı nazil olmuştur?» diye sordum. Şöy­le dediler: «Hayır, bunlardan maksat yahudi ve Hıristiyanlar dır. Yahudiler Hz. Muhammed'i yalanladılar. Hıristiyanlar ise cenne­ti inkâr ettiler, «Cennette ne yiyecek ne de içecek vardır» dediler. Haruriler de Cenab-ı Hakk'a vermiş oldukları sözü nakzedenler­dir».

Sa'd (R.A.) Harurilere «fastklar» eliyordu.

Hz. Ali'den ve Dahhak'tan «Bu ayet Harurileri de kapsar» di­ye rivayet edilmiştir.

Hz. Ali'den: «Bu ayet-i kerime Harurileri de kapsar. Tıpkı yahudiler, Hıristiyanlar ve diğerlerini kapsadığı gibi» diye riva­yet edilmiştir. Bu ayet sadece Haruriler veya sadece hıristiyan ve yahudiler hakkında nazil olmuş değildir. Aksine ayet geneldir. Çünkü bu ayet Mekke DÖnemi'nde nazil olmuştur. Bu dönemde henüz yahudi ve hıristiyanlara hitap yoktu. Hariciler de o dönem­de mevcut değüdiler.

Bu ayet Allah'a, razı olmadığı bir yolda ibadet edip o ibadet­lerde doğru olduklarını, amellerinin makbul olduğunu sanan ve haddi zatında ameli merdud ve kendisi yanlış olan herkes hakkın­da nazil olmuştur.

(105) «îşte onlar...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet amel yönünden en zararlı olan kimselerin durumu. na değinmektedir. Amellerinin yanlış olduğunu ve Kıyamet Günü' nde hiçbir tartıya tutulmadığını beyan etmektedir. Bu ayetle ilgili birtakım hadisleri naklederek ayeti daha güzel bir şekilde anla­talım:

1- Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygam­ber; «Andolsun, şişman ve kocaman kişi Kıyamet Günü'nde ge­lir, onun Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar ağırlığı yok­tur» dedikten sonra, ashabına; «İsterseniz «Biz onlar için Kıya­met Günü'nde herhangi bir tartı tutmayız» ayetini okuyun» bu­yurdu (Buhari).

2- Ebu Hureyre   Allah'ın Rasûlü'nden şöyle   nakletmekte­dir: «Çok yeyip içen, kocaman gövdeli kişi Kıyamet Günü'nde ge­tirilir.   Bir dane   karşılığında tartılır ve dane  dahi   onu tartmaz olur». Bunu söyledikten sonra Hz. Peygamber mezkur ayeti oku­du (îbn Ebi Hatim).

3- Bezzar, Bureyde'den şöyle rivayet ediyor: «Rasûlullah'ın yanında bulunduğumuz bir anda Kureyş'ten birisi bir kürke bü­rünmüş olarak çıkageldi.   Peygamber'in yanına   geldiğinde:   «Ey Bureyde, işte şu kişi, Kıyamet Günü'nde Allah tarafından hiçbir tartıya tutulmayan kişidir» buyurdular.»

(106) «İşte küfürlerinden ötürü...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenabı Hak önce onların amellerinin yanıp kül olduğunu be­yan etti. Sonra küfür ve diğer isyanlarının neticesini bu ayetle açık­ladı.

«Onların cezası cehennemdir» cümlesi «ZaHfce»nin açıklamasidir. Zira «Zalike» mukadder bir mübtedanm haberidir. Yani emir ve durum budur. Bu da «onların cezalan cehennemdir» demektir. Bu cehennem, küfürlerinden ötürüdür. «Ve ayetlerimi, peygamber­lerimi alaya almalarından dolayıdır»; zira onlar sadece ayet ve peygamberleri inkârla kalmadılar, üstelik-onları alaya da aldılar.

Bu ayetin metnindeki «Ayetlernâen maksad, peygamberlerin eliyle ortaya çıkan mucizeler ve onlara inen ilâhî sahifelerdir.

(107-108) «İmün edip salih amelde bulunanlara gelince...»

Bu Ayetlerin Tefsiri

«Onlar için Firdevs cennetleri vardır»; yani Allah'ın hükmün­de sebkat edene bu mükâfat vardır. Allah'ın va'dinde bu mevcut-tur.

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi der ki: «Bu ayette Allah'ın eze­li şefkatinden ötürü rahmetin onlara varacağının işareti vardır».

Ama kâfirler için konak kılınan cehennem hakkındaki hüküm ise sadece kâfirlerin kötü seçeneklerinden Ötürü onlara verilir.

Cenab,ı Hak daha önce söylediği gibi burada «Biz onlar için cennetleri hazırladık» demedi. İşaret etti ki cennetlerin durumu daha tamam değildir. Belki de cennetlere her gün bir şey eklen­mektedir. Çünkü bir şeyi hazırlamak onun tamam olması demek­tir. Kemâle erme manasınadır. Bir rivayette şu varid olmuştur: «Her teşbih ile mümin için cennette bir ağaç dikilir. Demek olu­yor ki Kiyamet'e kadar müminlerin teşbihlerinden Ötürü cennete bir şeyler eklenecektir. [84]

 

Fîrdevs Cenneti Kime Verilir?

 

Îbn*ul-Munzir ve îbn Ebi Hatim, MücahicTden şunu rivayet ediyorlar: «Firdevs, Rumca'da bostan demektir».

İbn Ebi Hatim, Süddi'den şöyle rivayet ediyor: «Firdevs keli-mesi Nebt (eski Mısır) dininde «üzüm bağları» demektir. Esası «ferdasandır».

Îbn Ebi Şeybe'nin rivayet ettiğine göre, İbn Abbas, Firdevs'i Kâb'dan sordu.   Kâb:   «Firdevs, Süryanice'de «üzüm bağların de­mektir» dedi.

îkrime; «Habeşçe'de, «cennet» demektir», dedi.

Buhari, Müslim ve îbn Ebi Hatim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Dilekte bu. lunduğunuz zaman Allah'tan Firdevs'i isteyin. Çünkü Firdevs cen­netin ortasıdır, oranın en yücesidir. Onun üzerinde Rahman'm arşı vardır. Ondan cennet nehirleri fışkırmaktadır».

Ebu Ubeyde bin Cerrah merfu olarak şunu söylemektedir: «Cennet yüz dereceden meydana gelir. Her iki derecenin arası yer ile gök arası kadardır. Firdevs ise cennetin en doruk noktasıdır. Binaenaleyh Allah'tan dilekte bulunduğunuz zaman Firdevs'i iste­yin».

Kâb'tan rivayet ediliyor ki; «Cennette Firdevs'ten daha yük­sek bir yer yoktur. Firdevs'te emr-i bil maruf, nehy-i ani'l münker yapanlar ikâmet ederler».

Sahih bir hadisle sabit olmuştur ki «Firdevs ehli arşın çatısı­nı dinler».

îbn Ebi Hatim, Ebu Musa el-Eş'ari'den merfu olarak şöyle ri­vayet ediyor: «Firdevs, Rahman'm maksuresidir».

Bütün bu rivayetler Pirdevs'in «bostan» şeklindeki lûgavî mâ­nâsına ters düşmemektedir. Zira cennetin en doruk noktasının bostan olmasına hiçbir mâni yoktur. Fakat Firdevs son derece ge­niş olduğu için onun her parçasına cennet denilmiş, bunun için Ce-nab-ı Hak burada «Firdevs cennetleri» buyurmuştur.

Lâkin bu yorumun anlaşılması şu noktalardan dolayı zordun Bu ayet bütün müminlerin «cennetleri kapsamakta olan Firdevs» de olduklarını ifade ediyor. Bu da Firdevs'in cennetlerin en yük-seği olduğunu söyleyen görüşe ters düşüyor. Çünkü onların merte­belerinin değişik olduğunda şüphe yoktur. îman edip salih amel­lerde bulunmaktan maksat, mutlak müminler arasında özel bir grubun olduğunu söylemek te hiçbir mânâ ifade etmez. Çünkü bu­rada Cenab-ı Hak kâfirlerin karşısındaki müminleri zikretmekte­dir.

Ebu Hayyan der ki: «Zahir şudur: Firdevs cennetlerinin mânâ­sı onun etrafındaki bostanlardır. Bunun için de Firdevs'e «cennet­ler» kelimesi izafe edilmiştir». Bu yorumun da ikna edici olmadığı görülmektedir. Çünkü bu yorum kabul edildiği takdirde ayetin bü­tün müminlerin Firdevs etrafındaki cennetlerde oldukları ifade edilmiş oluyor. Halbuki müminlerden bir kısmı vardır ki Firdevs' in içindedirler.

Bazı müfessirlere göre, Ebu Hayyan'ın söylediği doğrudur. Ancak ayette istihdam lâzım gelir.

Bazı kimseler; «Firdevs cennetlerinden maksat bütün cennet­lerdir» demektedirler. «Cennetler» kelimesinin Firdevs'e izafe edil­mesinin nedeni Firdevs'in onların en yükseği olmasından ileri gel­mektedir. Aynı zamanda cennetler onu da kapsamaktadırlar.

Ayetin sonundaki «Nüzulen» kelimesi (daha önce de belirtti­ğimiz gibi) eğer misafirlere hazırlanan ziyafet sofrası anlamında ise, ifade; «Onlar için Firdevs cennetleri vardır ve bu ziyafet onla­ra verilir», veya «Cennetlerin tâ kendileri onlara ziyafet olur» şek­linde anlaşılır. Bu takdirde «Salih kullanma gözün görmediği, ku­lağın işitmediği, herhangi bir beşerin aklının alamayacağı ve düşü­nemeyeceği nimetleri hazırladım» hadis-i kudsisi onlara nisbetle ziyafettir.

«Onlar o Firdevs cennetlerinde ebedidirler»; yani onlar Fir­devs cennetlerine girdikten sonra artık oradan ayrılmazlar. Artık o hayatın sonu yoktur. Evet, sonsuz hayattır. Onlar oradan başka bir yere gitmek de istemezler. Çünkü onlar katında oradan daha aziz, daha yüce hiçbir şey yoktur ki nefisleri onu istesin, gözleri onu arzulasın. Dereceleri ne kadar değişik olursa olsun hepsine göre durum budur. Kısacası, oradan başka bir yeri tahayyül etme­melerinden maksat; cennetin, konakların en temizi ve en yücesi olmasıdır.

Bazıları «Onlar oradan başka bir yere intikal etmeyi isteme­dikten sonra intikal etmezler. Çünkü Ahiret aleminde artık zorla­ma yoktur» demektedirler. Ayrıca onlar oradan çıkmayı irade et­mezler, onlar için orada ebedi kalmak söz konusudur. Çünkü bu iki durum arasında başka bir durum bahis konusu değildir.

«Onlar oradan intikal etmek istemezler* tabiri cennette ebedi kalmanın insana usanç getirmeyeceğini ifade etmektedir. [85]

 

Allah'ın Kelimeleri Sonsuzdur

 

(109) «De ki: Rabbimin sözleri için...» Bu Ayetin Tefsin

Allah'ın sözlerinden maksat, onun ilim ve hikmetidir. Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmeti sonsuz ve sınırsızdır. Denizler ise çok­luğuna rağmen sonlu ve sınırlıdırlar. O halde Allah'ın ilim ve hik­metini yazmak için mürekkep olarak denizlerin dahi yetersiz ge­leceği aşikârdır.

«Deniz»den maksat denizin cinsidir. Yani yeryüzündeki Atlas Okyanusu, Büyük Okyanus, Hind Okyanusu ve diğer denizlerin hepsi kastedilmektedir. Hepsi mürekkep olsalar ve hepsi de Ce-nab-ı Hakk'in kelimelerini yazmaya hazırlansalar (yani ondaki ma­lûmat ve hikmetleri yazmaya hazırlansalar) çokluğuna rağmen de­nizler biter, bir tek damla kalmaz. Çünkü bunlar sonludurlar. Rab-binin kelimeleri bitmezden önce onlar biteceklerdir. Çünkü Rab-binin kelimeleri sonsuzdur. Velev ki o cennetlere yardım olarak ve fazlalık olarak onların kat kat benzerleri getirilse dahi. Çünkü sonu olan şeylerin mecmuu da sonlu olur. Arka arkaya vücuda giren veya biraraya gelen her şey sonludur. Bu, Allah tarafından gelmiş bir kelâmdır. Telkin edilen kelâma dahil değildir. Onun içeriğini tahkik etmek, mânâsını tasdik için en mükemmel surette getirilmiştir.

Bu ayetin sebebi nüzulü şudur:

Huyey bin Ehtab isimli yahudi, Tirmizi'nin îbn Abbas'tan ri­vayet ettiğine göre şöyle bir sual sorar: «Kitabınızda «Kime hik­met verilmişse ona çok hayır verilmiştir» ayeti vardır. Sonra siz «Size ilimden ancak azı verilmiştir» şeklinde bir ayet okuyorsu­nuz». Bu sözün maksadı Kur'an'a itiraz etmektir. Yani ona göre, bu iki ayet arasında çelişki vardır. Çünkü hikmet ilmin ta kendisi­dir. Çok hayır da hikmetin ta kendisidir, onun eserleri değildir. Zira aynı şey aynı zamanda hem çok hem de az olamaz. İşte bu ayet bu sinsice sualin cevabını teşkil etmektedir. Ayet kâfir ve ben­zerlerini azlık ve çokluğun izafî hususlardan olduğuna irşad etmek­tedir. Zira haddi zatında çok olan bir şey, başka bir şeye nisbet edilirse pekâlâ az olabilir. Meselâ deniz büyüklük ve çokluğuna ve birkaç misli kendisine eklendiği zaman varacağı genişliğe rağmen Allah'ın kelimelerine izafe edildiğinde az olur.

Bazı kimselere göre bu ayetin nüzul sebebi, yahudilerin Allah'­ın Rasûlü'ne şöyle demiş olmalarıdır:

«Sen nasıl oluyor da bütün ümmetlerin peygamberi olduğunu ve tüm milletlere gönderildiğini iddia edebiliyorsun? Halbuki sana ilimden ancak insanların muhtaç olduğu kadarı verilmiştir. Hal­buki senden ruh soruldu. Sen cevap vermedin». Maksatları Ra-sûl-ü Ekrem'in davasıyla hâli arasında çelişki olduğunu belirtmek, ti. Tabii bu tenakuz onların iddiasına göredir. Çünkü onlar ruhun hakikatini bilmenin insanların ihtiyaç duyduğu ilimden olduğu ka­naatini taşıyorlardı. Rasûl-ü Ekrem ruhun hakikatini ne bir ibare ile ne de bir işaretle ifade etti. Onların bu itirazlarının cevabı şu­dur: Ruhun hakikatinin bilinmesi, insanların din hususunda muh­taç olduğu ilimlerden değildir. Peygamberlerin getirilmesi için gön­derilmiş olduğu bilgiden değildir. «Siz dünya işlerinizi benden da­ha iyi bilirsiniz» diyen bir zat, insanlann mutlaka muhtaç olduğu her şeyin bilgisini bildiğini iddia etmez.

Bu ayet (eğer nüzul sebebi bu itirazlar ise), ancak bir sonra­ki ayet kendisine eklendiği takdirde o itiraza karşı cevap teşkil edebilir. Böyle olsa da bir nevi tekellüfe ihtiyaç vaki olur. [86]

 

Hz. Muhammed De Bir Beşerdir

 

(110) «De ki: Ben ancak sizin...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani onlara  Allah'ın  kelimelerinin  durumunu  açıkladıktan sonra peygamber şöyle demektedir: «Ben sizin gibi bir beşerim. AL îah'm bütün kelimelerinin hepsini biliyorum iddiasında butuna, mam. Bana vahyediliyor ki sizin ilâhınız ancak tek bir ilâhtır. İşte bu vahy edilme noktasında sizden ayrılıyorum!»

«Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa...» cümlesindeki «yeren» fiili «rica» kökünden geliyor. Bu da istikbalde sevinci ge­rektiren bir şeyin olmasını ummak demektir. Bazen korku manâ­sında da kullanılır. Burada «Allah'ın likası»nâan maksat, ölüm me­leğinin, hasrın, hesabın, cezanın telakkisinden meydana gelen neti­ceye varmak için bir benzetmedir. Bu hâl, tıpkı uzun bir zaman­dan sonra neyi getirip neyi bıraktığı haberi kendisine büdirilen bir kölenin efendisinin huzuruna gelmesi haline benzetilmiştir. Efen­disi ya onu sevinçle, yaptıklarından razı olarak karşılayacaktır ve­ya bu yaptıklarından hoşlanmadığı için bunun tam tersiyle ona muamele edecektir.

Bu yoruma ve «yercu» fiilinin birinci mânâda olmasına göre, ayetin mânâsı şöyle olur: «Kim o hali umuyorsa ve o halde Rab-binden gelen bir müjde ile karşılaşmak istiyorsa onu elde etmek için salih bir amelde bulunsun».

Bazı kimseler ise «Bu, hasrı ve onu takip eden durumlardan kinayedir» demişlerdir. Yani kim hasrı ummakta ise, kim güzelce haşrolmayı ummakta ise salih amelde bulunsun.

Ayetten maksat, «kim haşnn olacağını bekliyorsa salih amel­de bulunsun» şeklindedir. Yani salih amel böyle bir kimseden Alah tarafından istenilmektedir. Hasrın vuku bulacağını kesinlik-le bilen bir kimseden bu nasıl istenmez?

Bazı tefsirciler «Lika'dan maksat Allah'ın Cemali'ni görmek­tir» demişlerdir. Yani kim Allah kendisinden razı olduğu halde Kıyamet Günü'nde Allah'ın Cemali'ne doya doya bakmak istiyor­sa, salih amelde bulunsun.

Eğer «lika» burada «korku» şeklinde anlaşılırsa ayetin mânâsı «Kim Rabbinin likasından veya Allah'tan gelen cezanın likasından korkuyorsa salih amelde bulunsun» olur.

«Ve Rabbinin ibadetine hiç kimseyi ortak etmesin» cümlesin­deki «şirkaten maksat ya açık veya gizli olandır. Açık şirk, Allah'ın ayetlerini ve likasını inkâr edenlerin yaptıkları gibi bir şirktir. Gizli şirk de riya ehlinin ameliyle dünyayı isteyenlerin yaptıkları şirktir.

İbn Cübeyr «Buradaki şirk, riyadır» demiştir. (Bunun benze­ri Hasan Basri'den de rivayet edilmiştir), Hadis-i şerifte riyaya «En küçük şirk» denildiği de bu şekilde tesbit edilmiştir.

Burada şirkten riyanın kastedildiğini, «Kim Allah'ın likasını umarsa salih amelde bulunsun» ayeti de tekid etmektedir.

Bir kişi: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bazı yerlerde durur, Allah' m rızasını irade ederim. Fakat bununla beraber benim dünyadaki mertebemin de bilinmesini seviyorum. Acaba durumum nedir?» diye sordu. Hz. Peygamber bu ayet nazil oluncaya kadar bu soru­ya hiçbir cevap vermedi (Mücahid de bu şekilde söylemiştir).

A'meş, Şehr bin Havşeb'ten şöyle rivayet etmiştir: «Bir kişi Ubâde bin Samit adlı sahabeye vardı: «Sana soracağım sualden bana haber ver» dedi. «Bir kişi Allah'ın rızasını isteyerek namaz kılıyor. Fakat bununla beraber halk tarafından da övülmeyi sevi­yor. Oruç tutuyor, Allah'ın rızasını talep ederek sadaka veriyor, bununla beraber halkın kendisini övmesini de arzuluyor. Allah'ın rızasını talep ederek hacca gidiyor ve halk tarafından sevilmeyi de istiyor. Acaba onun durumu nedir?»

Ubade b. Samit: «Onun bu amellerinden hiçbir kazancı yok­tur. Çünkü Cenab-ı Hak «Ben ortakların en hayırlısıyım. Kimin benimle beraber bir malı varsa o malın tamamı onundur. Benim ortak mala ihtiyacım yoktur» demiştir.» (Yani Cenab-ı Hak «Be­nimle beraber başka bir mahlûk için yapılan bir amelin tamamı­nı o mahlûka veriyorum. Çünkü ben şirki kabul etmem» buyurur) diye cevap verir.»

Bu hususta İbn Kesir bunun gibi daha birçok hadis rivayet etmiştir. İsteyenler ilgili yere bakabilirler (İbn Kesir, Tefsir'ül-Kur'an'il-Azim, cilt: 4, sh: 432-435).

İbn'ul-Münzir İbn Abbas tarikiyle şöyle rivayet etmektedir: «Bu ayet, Allah ile beraber başka bir mabuda tapan müşrikler hak­kında nazil olmuştur. Bu ayetin müminlerle hiçbir ilgisi yoktur».

İbn Abbas belli ki burada şirki «hafi» değil de «celi» mânâsı­na almıştır. Bu takdirde ameli salih emrinin şirkin nehyinden ön­ce gelmesinin artık hiçbir yönü olamaz. Ancak zoraki bir tevil ile İslah edilebilir. Umulur ki burada şirki, mutlak mânâya, celiyi ha­fi mânâsına almak daha evlâdır. Her ne kadar şirk, şirk-i celide daha şayi ise de. [87]

 

Ücretle Okunan Kur'an'dan Sevap Var Mıdır?

 

Bu genel anlam içine, ücret ile ölüler için okutulan Kur'an da dahildir. Bu Kur'an'da ölü için de, okuyan için de herhangi bir se­vap yoktur. Bu belâ ve felaket yaygın bir hale gelmiştir. Halk bun­dan gafildir. Uyandırılmak isteniyor, fakat uyanmak istemiyor­lar. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn.

«Kim abdest gibi taatlarda başkasından yardım talep ederse o da yasak olan şirkte bulunmuş olur»   şeklinde bu genel anlamı yorumlamaya kalkışan bir kimse mübalağa etmiş olur. [88]

KEHP SURESİ'NÎN SONU

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/379-381.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/383.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/384-386.

 

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/388.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/389-391.

 

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/391-394.

 

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/394-396.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/396.

 

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/397-400.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/400-401.

 

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/401-406.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/406-409.

 

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/411.

[14] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 227-228

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/412-428.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/430.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/431-432.

 

[18] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 236-237

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/432-437.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/437-438.

[20] Alusî, Ruhful-Meani, cilt: 15, sh: 236-237

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/438-440.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/440-445.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/445-448.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/448.

[25] Alusi, Ruh'ul - Meani, cilt: 15, sh: 246-247

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/448-450.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/450-451.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/451-453.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/453-456.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/456-458.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/458-461.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/461-462.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/464.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/465-468.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/468-470.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/470-472.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/472-474.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/474-476.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/476-480.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/482.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/483-488.

[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/488-494.

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/496.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/497-499.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/499-504.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/504-505.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/505-508.

[48] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 294-295

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/508-510.

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/510-513.

[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/515.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/516-517.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/517-521.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/521-524.

[55] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 312

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/525.

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/525-526.

[57] Abdulvehhab Neccar, Kisas'ul-Enbiya, sh: 296

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/526-528.

[58] Meraği, Tefsir, cilt: 15, sh: 173

[59] Elmablı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, cilt: 5, sh: 3256, vd

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/528-530.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/530-532.

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/534.

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/535-537.

[63] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 320321

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/537-540.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/540-544.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/544-546.

[66] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 333-335

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/546-552.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/552-556.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/558.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/559573.

[71] Fahreddin Razi, Mefatih'ui-Gayb, cilt: 5, sh: 750

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/573-582.

[73] Said Havva, el-Esas fi't-Tefsir, cilt: 6, sh: 3220, vd

[74] Feth'ul-Beyan, cilt: 6, sh: 446, vd

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/583-584

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/7.

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/7-14.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/15-20.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/22.

[79] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, cüt: 5, sh: 3291-3292

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/22-27.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/27-28.

[81] Said Havva, el-Esas fi't-Tefsir, 3230 vd

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/28-35.

[83] Burada sır vermek tarzındaki dostluk   kastedilmektedir. İnsanî ve ticarî dostluklar kastedilmemektedir

[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/35-39.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/40-42.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/42-44.

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/44-47.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/47-48.