Kur'an'ın Harf Ve Kelimeleri Hadis Midir?
Mağaranın Önüne Çekilen Duvar Ne Zaman Yapıldı?
Müşrikler Allah'a İnanıyorlar Mıydı?
İslâm'da Yeniden Dirilme Meselesi
Salîh Kişilerin Kabirleri Üzerine Binalar Kurmanın Veya
Mescidler Yapmanın Hükmü
Vakf Olan Mezarlıkta Kubbe Yapmak
Ashab-I Kehf İçin Uydurulanlar
Ashab-I Kehf Hakkında Mücadeleden Kaçınmak
Her Sözün Arkasında İnşallah Demek
Ashab-I Kehf, Kaç Sene Uykuda Kaldı?
Ehl-Î Kitab'ın Ashaba Kehf Hakkındaki İhtilafı
Kül Fiilînin Yaratıcısı Mıdır?
Kâfirden Nerede Yardım İstenir?
Burada İmran'jn Oğlu Musa Kastedildi
Mecma'ül-Bahreyn'den Kasd Olunan Nedir?
Hukub, Kaç Senelik Bir Zamandır?
Hz. Musa'dan Daha Alim Olan Kul Kimdir?
0 Kula Verilen
Rahmetten Ne Kastedilmektedir?
«Hızır Diridir» Diyenlerin Delili
Zül-Karneyn Hakkında Ebv'l-Kelâm Azad'ın Görüşü
Allah'ın Mü'min Kulları Kâfire Dost Olamazlar
Ücretle Okunan Kur'an'dan Sevap Var Mıdır?
îbn Merduveyh ve Beyhaki'nin İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet ettikleri bir hadiste bu sureye Tevrat'ta «eUHaile» ismi verildiği bildirilmektedir. Çünkü bu sure okuyucusu ile ateş arasında perde olur. Beyhaki «Bu hadis münkerdir» demiştir.
Meşhura göre bu surenin butun ayetleri Mekke döneminde nazil olmuştur. Ed-Danî de bu görüşü desteklemektedir. îbn Ab-bas ve İbn Zübeyr'den de bu görüş rivayet edilmiştir.
Bazıları da «Bu sure defaten inen surelerdendir» demişlerdir. Çünkü Deylemi «Müsned'ûUFirdevs» adlı kitabında Enes kanalıyla Rasûlullah'tan şöyle rivayet ediyor: «Kehf Suresi defaten, beraberinde yetmişbin melek olduğu halde indi».
Başka bir rivayet de İbn Abbas'tan geliyor: «Bu sure Mekke döneminde nazil olmuş, ancak surenin 28. ayeti Medine'de nazil olmuştur». (Bu görüş Katade'den de rivayet edilmiştir).
Mukatil: «Bu sure, başlangıcından «curuzan» kelimesine kadar ve «Şüphesiz ki iman ederler» diye başlayan ayetin sonuna kadar Medine döneminde nazil olmuştur».
Bu sure Basrahlar'ın sayımına göre yüzonbir ayettir. Küfeliler'in sayımına göre ise 110 ayettir. Şamlılardın sayımına göre 106, Hicazlılar'a göre de 105 ayettir. Kelimeleri, Hazin'in tesbi-tine göre 1577, Tenvir'ul-Mikbas'a göre 1576'dır. Harfleri Hazin'e göre 6360, Tenvir'ul-Mikbas'ın tesbitine göre ise 6460'dır.
îbn Merduveyh, tbn Ömer'den merfu olarak şöyle rivayet ediyor:
«Kim cuma günü Kehf Suresi'ni okursa onun ayaklarından, göklere kadar yükselen bir nur doğar. Kıyamet'e kadar onun için tşık yapar. Ve iki cuma arasında olan günahları da affolunur».
Ebu Said el-Hudri'den gelen bir rivayet:
«Kim Kehf Suresi'ni cuma günü okursa onunla BeytA Atik (Kabeyin arasını nurlandıracak şekilde bir nur kendisine ihsan edilir».
Ebu TJbeyde ve Beyhaki'nin TTmmu Musa tarikiyle rivayet ettiğine göre, Hz. Hasan her gece Kehf Suresi'ni okurdu.
İbn Merduveyh, Abdullah bin Muğaffel'den merfu olarak şöyle rivayet ediyor: #0 ev ki orada Kehf Suresi okunur, o gece o eve şeytan giremez».
Kehf Suresi'nin cuma günü ve akşamı okunmasının sünnet olduğuna imamlardan birçoğu kail olmuşlardır. Ve hatta onu tekrar tekrar okumanın mendub olduğunu da ilave etmişlerdir.
İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve İbn Hibban, Ebu Derda kanalıyla Rasûlullah'tan şöyle rivayet ederler: «Kim Kehf Suresi'nin başlangıcından on ayet hıfzederse o Deccal'in fitnesinden korunmuş olur».
Başka bir rivayette (ki Ahmed, Müslim, Nesei, îbn Hibban rivayet etmişlerdir); «Kim Kehf Suresi'nin son ayetini okursa Deccal fitnesinden korunmuş olum denilmektedir.
Dikkat edilirse birinci hadiste «başından on ayet ezberlemek» söz konusu iken, ikinci hadiste «sonundan on ayet okumak» söz-konusudur. İkisi birden yapılırsa daha da kesihleşir . [1]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1- Hamd O Allah'a mahsustur ki kuluna Kitab'ı indirdi ve onda hiçbir eğrilik (tenakuz) kılmadı!
2- Dosdoğru (bir Kitap kıldı). Ki kendi katından şiddetli bir azap ile uyarsın. Salih amel işleyen müminlere kendileri için güzel bir ecir bulunduğunu müjdelesin.
3- Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.
4- «Allah çocuk edindi» diyenleri de uyarsın. [2]
(1) «Hamd O Allah'a mahsustur fci...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «kut»dan maksat Hz. Muhammed. Mustafa'dır. *Kitap»ttta maksat ya Kur'an'ın tamamıdır; (ayetin iniş zamanında Kur'an tamam olmadığı halde o anda mevcut olan kısım tağ-lib edilmiş, yani hepsi varmış gibi kabul edilmiştir) veya burada kitap, o zamana kadar inen kısımlarının hepsinden ibarettir. Ra-sûl-ü Ekrem'e «kul» denilmesi ve «Allah» zamirine izafesi (yani «Allah'ın kulu» denilmesi) peygamberin büyüklüğüne işarettir. Ve bir de Hz. Peygamber'e indirilen kitabın büyüklüğüne işaret vardır. Ayrıca Hz. Peygamber'in Allah'ın kulu olmasının gerekliliği hıristiyanlann iddia ettikleri gibi bir peygamberin Allah'ın oğlu olmasının gerekmediği noktasına işaret edilmektedir.
«Onda hiçbir eğrilik kılmadı»; yani Kitap için i'rab cihetin-ten gelen lâfız karışıklığı, fesahata muhalefet, mânâ tenakuzu, hak olmayan meseleleri kapsamak durumu veya Allah'tan başkasına çağıracak durumlardan hiçbirisini bu kitaba koymadı.
Ayetin metninde geçmekte olan «ivac» kelimesi inhiraf etmek, doğruluktan sapmak demektir. Cenab-ı Hakk'ın kitabı kulunun üzerine indirmesi ve kitapta herhangi bir eğrilik kılmaması onun hamde mustehak olmasının nedenidir.
(2-4) «Dosdoğru (bir Kitap kıldı) fci...» Bu Ayetlerin Tefsiri
İbn'ul Munzir'in Dahhak'tan rivayet ettiğine göre bu ayetin başındaki «Kayyimen» kelimesi müstakim, doğru mânasını ifade etmektedir. Bu mânâ aynen îbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Bu tabirden önceki «onda bir eğrilik kılmadı» cümlesi Kur'an'ın lâfzında ve mânâsında da herhangi bir halelin, eksikliğin olmadığını ifade ediyor. «Kayyimen» tabiri ise Kur'an'ın muktedir olduğunu yani kapsadığı tekliflerin ne ifrat ne de tefrit getirmediğini ve böylece kullara zor gelmediğini veya kullan başka bir kitaba muhtaç bırakmadığını ifade ediyor. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette: «Biz Kitap'ta hiçbir şeyi ihmal etmedik» buyurmuştur. Bu niteliğinden dolayı Kur'an, Allah katından inen en son kitaptır ve peygamberlerin en sonuncusuna inmiştir.
Perra, «Kayyimen kelimesi diğer semavi kitaplar üzerinde onların sıhhatli olduklarına dair şahittir demektir» dedi.
Ebu Müslim, «Kayyimen kelimesi; kullann maslahatlarını düzene sokar ve onlara kefil ve onlara onu açıklamaya zemin olur. Çünkü dünya ve Ahiret hayatını tanzim edecek hükümleri kapsar demektir» dedi.
Kayyim kelimesi bu iki yoruma göre te'kid değil tesistir. Sanki şöyle deniliyor: Onu haddi zatında doğru ve başkasını doğrulayıcı veya eksikliklerden uzak, faziletlerle süslenmiş bir ki-tap olarak kıldı. Veya nefsinde kâmil olduğu gibi başkasını da kemale erdiren bir kitap kıldı.
Ayetin başındaki «Kayyimen» kelimesi mukadder bir fiilin mef'uludur. Yani «Onu kayyim kıldın demek olur.
Ayetteki «liyunzire» fiilinin başındaki âlâm» harfi daha önce geçmekte olan «ensele» fiiline bağlıdır. Yani kitabı iman etmeyenleri korkutmak için indirdi.
«Be'sen şediden» kelimesinden maksat, Ahiret azabıdır. Bazı tefsir alimleri; «Dünyadaki azap da bu terime dahil olabilir» demişlerdir.
«Bu kitap Allah katından indirilmiştir» cümlesindeki «Ledun» kelimesi «yanındadır» mânasını ifade eden «inde» mânâsına gelmektedir. Nitekim bu durum büyük tefsir alimi Katade'den rivayet edilmiştir. Rağıb el-İsfehanî «El-Miifredat»mda. «Ledun kelimesi inde kelimesinden daha özeldir» demiştir. Çünkü «Ledun» başlangıcın nihayetine delâlet eder. Fakat bazı yerlerde «inde» mânâsında da kullanılır.
Kitabın iniş hikmetlerinden birisi de salih amellerde bulunan ve kitabı tasdik eden müminlere müjde vermektir. Onlara iman ve salih amel karşılığı olarak «güzel ecir vardır» müjdesini getirmektedir.
Süddi ve bazı muhaddislere göre «Güzel ecir»den maksat çenettir. Zira cennette daimi olan bitmez tükenmez nimetler ve ayrıca büyük sevap vardır.
«Güzel ecir»den maksadın «cennet» olduğuna şu üçüncü ayetin zahiri de delâlet etmektedir: «Orada ebedî olarak kalıcı olduklarını müjdelesin»; yani o ecirde daimidirler. Onun içinde durmalarının bir sonu yoktur. Artık ebedden oradadırlar. Bu ayetlerde Cenab-ı Hak önce «Kur'an'ın inişinin nedeni kâfirleri korkutmaktır» demiş, sonra da «Müminlere müjde vermektir» sebebini eklemiştir. Bunu kâfirlerin halinin korkunçluğunu, küfür ve delâlet neticesinin çok kötü olduğunu sergilemek için dördüncü ayette yeniden tekrar etmiştir. [3]
5- Ne onların ne de atalarının bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor. Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar.
6 - Bu söze (Kur'an'a) inanmazlarsa, arkalarından üzüntüden neredeyse kendini harab edeceksin.
7- Biz insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi ona bir ziynet kıldık.
8- Bununla birlikte, biz mutlaka oradaki her şeyi (sonunda) kupkuru bir toprak yapacağız.
9- Yoksa sen, Kehf ve Rakım ehlini, bizim ibrete şayan ayetlerimizden mi sandın?
10- (Zikret o zamanı) ki, o gençler mağaraya sığınmışlar ve «Ey Rabbinûz! Bize katından rahmet ver ve bize şu (içinde bulunduğumuz) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla» demişlerdi.
11- Bunun üzerine biz de mağarada nice yıllar onlann kulaklarını kapadık.
12- Sonra da iki gruptan hangisinin, kaldıkları süreyi daha iyi hesap edeceğini görmek için onları uyandırdık.
13- Onların başından geçenleri gerçek olarak sana anlatıyoruz. Onlar Bablerine gerçekten iman etmiş bir grup gençti. Biz de onlann hidayetini artırmıştık.
14- Onlann kalplerini sağlamlaştırdık. (Zikret o zamanı) ki (Kral'ın karşısında) kalkıp-demişlerdi ki; «Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz Ondan başkasını ilâh olarak çağırmayız. Aksi takdirde haktan uzak bir söz söylemiş oluruz».
15- «Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka ilâh edindiler. Bari onlar hakkında açık bir delil getirseler. Allah hakkında yalan uydurandan daha zalim kim vardır? [4]
(5) «Ne onlann ne de atalarının...» Bu Ayetin Tefsiri
«Bihi» zamiri, onlann «Allah çocuk edindi» şeklindeki sözlerine racidir. Yani bu sözler hususunda ne onların ne de atalarının herhangi bir bilgileri bahis konusu değildir. Gelişigüzel, hiç düşünmeksizin konuşuyorlar.
Bu zamirin «dediler»den anlaşılan söze raci olması da mümkündür. Yani bu söz hakkında ne onların ne de atalarının herhangi bir bilgisi yoktur. Böyle bir sözü düşünmeden söylüyorlar. Onlar Allah için neyin mümkün, neyin mümteni olduğunu da bilmezler.
Taberi «Bu zamir, Cenab-ı Hakk'a racidir. Yani onlar da ataları da Allah için mümkün ve mümteni olanı bilmezler» demiştir.
«Keburet» fiüinin faili onlann küfür hakkındaki bu sözleridir. Yani ağızlanndan çıkan bu sözler çok korkunç ve dehşet vericidir. Böyle bir sözün ağızlarından çıkması cüretlerinin çok büyük olduğuna delâlet eder.
Bazı kıraatlarda «Kelimeten», «Kelimetun» şeklinde merfu okunmuştur. Bu takdirde «Keburet» fiilinin faili olmuş olur. Fakat mensub okunması mübalağa ve tekidi kuvvetlendirir.
«Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar»; yani bu durumda ancak yalan/asılsız bir söz söylemektedirler ki bu sözün asla ve kafa doğrulukla bir ilgisi yoktur.
îmam Razi, tefsirinde şöyle demektedir: «Şu üç grup, Allah'a, O'nun çocuk edindiği şeklinde bir isnadda bulunmuşlardır: Arap müşrikleri; «Allah melekleri kız edindi»,hırîstiyanlar «Hz. İsa Allah'ın oğludur», yahudilet de «Üseyr Allah'ın oğludur» diyorlar-dîn.
(6) «Bu söze (Kur'an'a) inanmazlarsa...» Bu Ayetin Tefsiri
«Bâhi'un» kelimesi «öldüren, helak eden» demektir. »Jlk yorum, Mücahid, Süddi, İbn Cerir ve İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.)
Kbu Hayyan, bu kelimenin, üzüntüsünün şiddetinden kendisini öldüren zat anlamına geldiğini söylemiştir.
«Arkalarından»; yani onlar imandan yüz çevirip uzaklaştıktan sonra, ngrdeyse kendini helak edeceksin!
îbn Merduveyh, İbn Abbastan şöyle rivayet ediyor:
«ütbe bin Rebia, Şeybe bin Rebia, Ebu Cehil bin Hişam, Nadr bin as, Ümeyye bin Halef, As bin Vail, Esved bin Muttalib ve Ebu'l-Buhteri adlı müşrikler ile Kureyş'in bazı büyükleri birara-ya toplandılar ve (daha önce kararlaştırdıkları gibi) Rasûlullah'i çağırıp konuştular. Hz. Peygamber kavminden olan bu kişilerin kendisine muhalefet ettiklerini ve nasihatlannı dinlemediklerini görünce çok üzüldü. îşte onun bu üzüntüsünü gidermek maksadıyla Cenab-ı Hak mezkur ayeti indirdi.»
Böylece ayetin sebeb-i nüzulü meseleyi, «onların küfr üzere ölmelerinden sonra meydana gelen üzüntü» şeklinde açıklayan yorumun doğruluğunu tevid etmektedir.
«EUHadis» (Söz) kelimesi ile Kur'an kastedilmektedir. Nitekim daha Önce de surenin başında geçen el-kitap ile Kur'an'ın kastedildiğini söylemiştik. [5]
Eş'ariler ile bazı
sünnî alimlere göre, «el-Hadis» kelimesi Kur'an lafızlarının hadis olduğuna
delâlet eder. Zira bu kimseler Kur'an'ın harf ve kelimelerinin hadis olduğuna
kaildirler. Kur'-an*m mânası ise, Allah'ın kadim sıfatıdır. (Bu bahis daha Önce
birkaç yerde geçmişti).
Ayetin sonunda gelen «Esefen» kelimesi «Bâhi'un» kelimesine mef'ulunleh olur. Yani müteessir ve müteessif olduğun için nerdeyse kendini öldüreceksin!
«Esef», Zeccac'ın tefsirine göre aşırı hüzün ve öfke demektir. Ragıb el-İsfehanî «Müfredat»mda.; «Esef, hüzün ile öfkenin bîr-arada olmasına denir» diyor. Bazen bunların her birine de denilir. «Esef»in asıl mânâsı intikam hissinin kabarmasından ötürü kalpte kanın galeyana gelmesi demektir. Bu, kuvvet bakımından daha zayıf birine karşı olursa büyür ve öfkeye dönüşür. Daha zorlu bir kişiye karşı olursa üzüntüye dönüşür. Nitekim îbn Ab-bas'a hüzün ve gazabın ne demek olduğu kendisine sorulduğunda: «Onların çıkış -noktaları birdir, fakat lâfızları değişiktir. Kim kendisinden daha zayıf olana karşı mücadeleye girişirse, bu hüzün onu öfke ve gazap haline getirir. Fakat daha güçlüye karşı mücadele ederse bu kendisinde hüzne yol açar» demiştir.
«Lealle» burada ya terecci, (ricat etmek, ummak) ya tama' (hırsla istemek, açgözlülük) veya işfak (şefkat etmek) manasınadır. Yani, Ey Rasûlüm! Sen öyle bir hale gelmişsin ki onların iman etmeyişlerinden Ötürü meydana gelen üzüntün nedeniyle insanlar senin hakkında, «Kendisini öldürecek» korkusunu yaşamaktadır.
EI-Askerî «Lealle burada nehyin yerine konulmuştur. Âdeta Cenab-n. Hak tarafından RasûluUah'a: «Sakın kendini öldürme» denilmiştir» demektedir.
Bazı müfessirler «lealle burada istifham yerine konulmuştur» demektedirler*
îbn Atiyye «Bu istifham, istifhamı inkârîâir. Yani sakın böyle olma, kendini helak etme» demiştir.
«Lealle»rûn istifham için geldiğini Kûfeliler söylemişlerdir. Fakat en açık mânâya göre, «Lealle» burada işfak içindir ve olacaktan endişe etmek manasınadır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a) teselli edilerek, üzüntüyü terke teşvik olunmaktadır.
(7) «Biz insanların hangisinin daha...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «ma» edatı akıl sahibi olmayan bütün varlıkları kapsamaktadır. Yani akıl sahipleri müstesna, yeryüzündeki her şeyi, (hayvanlar, bitkiler, madenler) yeryüzü için ziynet kılmışız-dır. Yeryüzü onlarla süslenir. Bu aynı zamanda yeryüzünde yaşayanların ziynetlerini de kapsamaktadır.
Her şeyin ziyneti hakikat nokta4 nazarından bakıldığında yeryüzünde yaşayan kimselerin ziynetidir. Bazıları «Burada yeryüzündeki ağaç ve nehirler kastedilmiştim demişlerdir. Bazıları da «Bitkiler kastedilmiştir. Çünkü onlarda değişik renkli ve yararlı çiçekler vardır»; bazıları «Şekilleri, yararları ve fiilleri değişik olan canlıları kastedilmiştir»; bazıları ise «Altın, gümüş, kalay, bakır, yakut, inci, mercan, elmas ve benzeri diğer kıymetli taşlar kastedilmiştir»; bazıları «Yeşiller, sular, nimetler, elbiseler, meyveler kastedilmiştir» der. Bütün bu görüşlerin dayandıkları delilleri bulmak çok zordur.'
Bazıları «burada «ma» edatı akıl sahiplerini de kapsamaktadır. Ondan maksat ise erkeklerdir» demişlerdir. (Nitekim bu görüş İbn Ebi Hatim tarafından İbn Cübeyr, Hasan Basri ve bir rivayete göre de İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.)
Ebu Nasr Secezî'nin «El-İbane» adlı eserinde İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre «burada alimler kastedilmiştir.» Yani yeryüzünde bulunan alimleri yeryüzüne süs kıldık! Halbuki malûmdur ki «ma» edatı zikredilenleri ifade etmektedir. Akü sahiplerine şamil kılınması ise cidden uzak bir tevildir. Bu büyük tefsir alimleri muhtemelen tağlib yoluyla «ma» edatından akıl sahiplerini de, başkalarını kastetmişlerdir.
İşte Beyzavi'nin «En evlası mükelleflerin «ma» edatının kapsamına girmemesidir .Çünkü yeryüzündekiler ?ıaJdkatte yeryüzünün süsü değil, yer ehlinin süsüdürler. Bu da onları denemek maksadıyla olmuştur. Binaenaleyh süs kendisinde olan süsten hariç olur» şeklindeki sözünün hikmeti böylece bilinmiş olur! «Onları denemek için» ifadesindeki zamir yeryüzünde yaşayan bütün mükelleflere racidir. «Nebluve» füli denemek ve tecrübe mânâsında olan «îbtila» kökünden gelir Cenab-ı Hak için «denemek», onlara deneyenin muamelesini yapmak demektir. Yoksa Cenabı- Hak külliyatı da cüziyatı da ezelde bilmektedir. [6]
Hişan bin Hakem'in «Allah hakikati ancak var olduktan sonra bilir. Tâ ki fiilin veya terkin üzerindeki kudretinin yoklu-ğu lâzım gelmesin» şeklindeki iddiası cehaletinden neşet etmiştir, Ehli sünnet alimleri bu iddiayı şiddetle reddetmişlerdir. (Bu konuda kelâm kitaplarına müracaat edilebilir.)
Amelin güzelliği; dünyanın ziyneti hususunda bu dünya ve onun ziynetlerine aldanmamak, dünya halini engin bir şekilde düşünmek, onu Yaratan'ın marifetine vasıta yapmak, şeriatın izin verdiği tarzda ondan istifade etmek, haklarını eda etmek, ondan elde ettiklerine şükretmek, onu şehevî ve fasid hedeflere vesile etmemek, kâfirler ve bâtıl arzuları peşinde koşanlar gibi davranmamak hususundaki zühddür. Güzel amelin mertebeleri değişiktir. İnsanın zühdü ne kadar kuvvetli olursa amelleri de o denli güzel olur.
İbn Ömer, Rasûl-ü Ekrem'den «Ameli daha. güzel olannm ne anlama geldiğini sorduğunda Hz. Peygamber: «Akit en güzel olan, Allah'ın haramlarından en fazla kaçınan ve Allah'ın taatinde devamlı olandır» demiştir. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Hakim.)
îbn Ebi Hatim, Hasan Basri'den şöyle rivayet ediyor: «Amel yönünden en güzel olanlar dünyayı terk yönünden en şiddetli davrananlardır.» (Bunun benzeri Süfyan Sevri'den de rivayet edil-mistir.)
Bazılarına göre amelce en güzel olan zahid olup dünyadan bir yolcunun azığı kadarına kanaat eden kişi demektir. Bunun ötesinde olan ise güzeldir. Yani dünyanın helâlinden çok elde edip onu gereken yerlere sarfedenin de ameli güzeldir. Onu helâl, haram demeden toplayıp arzulan yolunda sarfeden bir kimsenin ameli ise çirkindir.
(8) «Bununla birlikte biz...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani dünyanın ömrü sona erdiği zaman yeryüzünde bulunan ve yer için süs olan her şeyi bitkisiz ve çorak bir toprağa dönüştüreceğiz. «Said» kelimesi toprak demektir. «Cüruz» kelimesi de bitkisiz ve çorak anlamındadır.
Ragıb el-İsfehanî, Müfredat'ında «Said yeryüzü demektir» der. Ebu Ubeyde'ye göre düzgün yer anlamındadır. (Bunun benzeri Süddi'den de rivayet edilmiştir.)
Zeccac, Said kelimesinin anlamının «Bitkisiz yol» olduğunu söylemiştir. İbn Ebi Hatim «Cüruz, harabe yer demektir» demişse de, harabenin cüruz mânâsına gelmesi hakikî değil ancak mecazî olabilir.
«Biz mutlak oradaki her şeyi (sonunda) kupkuru bir toprak S yapacağız» cümlesi, Rasûhillah'm üzülmemesi için ileri sürülen nedenin tamamlayıcısıdır
Yani; «Ey Habibimf Kavminin Kur'an'ı yalanlamalarından ötürü üzülme.Çünkü biz yeryüzündeki eşyayı orada süs kildik fci onunla amellerini deneyelim ve ona göre kendilerini cezalandıran Um. Biz kesinlikle onu yakında yok edecek ve amellere karşılık ceza vereceğiz».
Bu ayetin Rasûlullah'ı teskin edici olduğunu söyleyenler de bu mânâyı kastetmektedirler. Sanki Hz. Peygamber'e: «Üzülme, biz senin adına onlardan intikam alacağız» denilmiştir. [7]
(9-10) «Yoksa sen Kehf ve Rakîm...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetteki hitap Kasûlü Ekrem'edir. Fakat başkası kastedilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber Allah'ın kudretinin idrakinde olduğu için Ashab-ı Kehf hadisesi onu dehşete düşürecek denli bir olay değildi.
Ayetin mânâsı; «Bunların kıssaları her ne kadar harikulade ise de bizim diğer ayetlerimize nisbet edildikleri takdirde hiç de acaip ve garip gelmezler» şeklindedir. Yani onların yaşamaları, uzun bir zaman uyumaları, bizim kudret ve ulûhiyetimize delalet eden deliller cümlesindendir.
Ayetin metnindeki «el-Kehf» bir dağdaki geniş oyuk demektir. Geniş olmadığı takdirde ona mağara denir. İbn Ebi Hatim «Derenin içindeki mağara», Mücahid «İki dağ arasındaki geçit» anlamına gelir demişlerdir. [8]
Enes ve ŞaTn'nin rivayetine göre «Rakîm», onların köpeklerinin ismidir (İbn Cübeyr'den de aynı rivayet gelmiştir ).^Ümeyye bin Ebi Sait'in «Orada komşu olarak ancak rakîm ve bir de avları vardı. Kavm de mağarada uykuya dalmışlardı» şiiri de rakîmin köpek mânâsına geldiğini gösterir.
İbn'uî-Munzir'in tbn Cübeyr'den rivayet ettiğine göre, rakîm, taştan yapılmış bir levhadır. Orada Ashab-ı Kehf'in kıssası ve ahvali yazılıdır. Sonra o taş mağaranın kapışma bırakılmıştır.
Bazıları da «Rakîm taştan yapılmış bir levhadır. Üzerinde Ashab-ı Kehf'in isimleri yazılmıştır ve o taş şehrin suruna konulmuştur» derler (Bu görüş aynı zamanda Süddi'den de rivayet edilmiştir).
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre rakîm, onların beraberinde bulunan bir kitaptır. O kitapta onların amel etmekte oldukları Hz. İsa'nın dini ve şeriatı yazılıdır.
Rakîm kelimesi Arapça bir lâfızdır. Faildir, meful mânâsını ifade eder. Yani merkum '(yazılmış) anlamındadır.
İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, El-Ufi'den, o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Rakîm, Filistin yakınlarında «ile» şehrine yakın bir vadi adıdır. Kehf (mağara) o vadide bulunmaktadır».
İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir İbn Abbas'tan şunu rivayet et-mislerdir: «Ben rakimin ne olduğunu bilmiyordum. Kâb'ul-Ah-bar'âan onun mânâsını sordum: «O gençlerin çıkmış olduğu kö> yün ismidir» dedi».
Bütün bu tefsirlere göre Ashab-ı Kehf ile Ashab-ı Bakim aynı grubun adı olmuş oluyor. Bazı müfessirler de «RaJcîm Ashabı, Ashab-ı Kehf'ten başkadır» demişlerdir.
Buhari, Müslim, Nesei ve Îbn'ul-Munzir, İbn Ömer'den şöyle rivayet ederler: «Allah'ın Rasûlü buyurdular: «Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yürüyordu. Ansızın yağmura yakalandılar ve onlar da hemen bir mağaraya sığındılar. Mağara kapısı onların üzerine kapandı. İçlerinden biri: «Allah'a yemin ederim, sizi buradan ancak doğruluk kurtarabilir. Öyleyse sizden her kişi doğru yapmış olduğu bir işi söyleyip Allah'a dua etsin» dedi. Bunun üzerine aralarından biri «Ey Aîlahvm! Biliyorsun ki benim bir ırgatım vardı. Günlüğü bir ölçek pirinç idi. Hakkı olan pirinci benden almadan gitti. Ben o ölçek pirinci ektim. Onunla bir stğır veya bir sığır sürüsü satın aldım,. Sonra o bana gelerek bir ölçek olan ücretini istedi. Ona: «Şu sığırlara git, onları sür götür» dedim. O bana: «Benim sende sadece bir ölçek pirinç hakkım var» dedi. Bunun üzerine: «Git, bu sığırları sür götür. Onlar senin bu pirincinden satın alınmıştır» dedim. Kişi o sığırları sürüp götürdü. Ya Rabbi! Eğer bunu senin korkundan yapmış olduğumu biliyorsan bu taşı mağaranın kapısından uzaklaştır» dedi. Bu dua üzerine taş oradan biraz uzaklaştı. Bu sefer ikincisi: «Ey Rab-bim! Biliyorsun ki benim ihtiyar bir anne ve babam vardı. Yaşlıydılar. Onlara her gece koyunlarımın sütünü getiriyor ve içiri-yordum. Bir gece geç kaldım. Geldiğimde onların uyuduğunu gördüm. Çoluk çocuğum ve aile efradım açlıktan feryad ediyorlardı. Onlara anne-babama içirmezden önce bir şey vermiyordum. Anne - babamı uyandırmaktan çekindim. Onların süt için zillete düşmelerini de istemedim. Böylece fecr doğuncaya kadar onların uyanmasını bekledim. Eğer bunu senin korkundan yaptığımı biliyorsan bu taşı bizden uzaklaştır» dedi ve böylece taş biraz daha uzaklaştı. Gökyüzünü görmeye başladılar. En sonunda üçüncüsü; «Ey Allahım! Biliyorsun ki benim bir amca kızım vardt. Benim katımda insanların en sevimlisiydi. Onu zinaya davet ettim. Bana: «Ancak yüz dinar verirsen bu iş olur» dedi. Yüz dinar kazanmak için çalıştım ve elde ettim. Ona yüz dinarı getirip verdim. O da kendisini bana teslim etmeyi kabul etti. Tam bu işe tevessül edecektim ki bana: «Allah'tan kork! Şu mührü ancak hakkıyla boz» deyince kalktım ve o yüz dinarı da kendisine bu raktvm. Eğer bunu senin korkundan yapmış olduğumu biliyorsan bize mağara kapısını aç» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak mağaranın kapısını açtı, onlar da oradan çıktılar». (Bunun benzeri İbn Abbas, Enes ve Numan bin Beşir'den de rivayet edilmiştir. Bütün bu sahabeler hadisi Rasûl-ü Ekrem'e kadar refedip götürürler).
Bu hadise göre rakîm, dağdaki bir mağaraya denir. Bazıları «Mağaranın kapısını kapatan taş demektir» bazıları da «dağ mâ-•nâsınadır» demişlerdir. Onun burada zikredilmesi başlarından geçene işaret etmek içindir. Bu hadis gösterir ki Cenab-ı Hak hayr ve şer işleyen hiç kimsenin amelini zayi etmez. Fakat burada kastolunan Ashab-ı Rakîm'in meselesi değildir. Burada asıl anlatılmak istenen Ashab-ı Kehf kıssasıdır.
Fakat bu görüşün ayetin siyakından uzak olduğu gizli değildir. Böyle bir görüşü kabul etmemizi gerektiren sahih hadisler de yoktur.
«Gençler»den maksat Ashab-ı Kehf'tir. Rivayet ediliyor ki onlar Rum eşraf inin evladlarmdan genç kimselerdi. Boyunlarında altından yapılmış gerdanlıklar vardı. Ve omuzlarında saç örgüleri bulunuyordu. Onların Ashab-ı Kehf ismini almaları mağaraya sığınmalarından ileri gelmiştir.
«Ey Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ver» dediler. Yani rahmet hazinelerinden bir rahmet olan mağfiret, rızık ve düş inanlardan eminliği bize ihsan et.
İbn Abbas'ın rivayetine göre Dakyanos isimli bir kral Rum şehirlerinden olan Efsus (Afşin veya Tarsus) şehrini istilâ etti. Bu, Hz. isa'nın zamanından sonraydı. Halka putlara tapmasıiu emretti. Orada yedi genç vardı. Allah'a gizlice ibadet ederlerdi. Durumları krala ihbar edildi. Onlar da kraldan korktukları için geceleyin kaçtılar. [9]
Beraberinde köpek olan bir çobanın yanından geçtiler. Köpek de onların arkasına takılarak gitti. Mağaraya sığındılar. Kral onları mağara kapısına kadar takip etti. Onların mağaraya girdiklerine dair izleri gördü. Fakat çıktıklarına dair herhangi bir ize rastlamadı. Böylece kralın askerleri mağaraya girdiler. Cenab-ı Hak onların gözlerini kör etti. Hiçbir şey göremediler. Kral «Mağara kapısını duvarla kapatın ki orada açlık ve susuzluktan ölsünler» diye emretti.
Mücahid, îbn Abbas'tan rivayet ediyor ki: «Bu gençler putlara tapan bir kralın dinindeydiler. Putlara kurban kesen bu kral Allah'ı inkâr ediyordu. Şehirliler de bu hususta ona uymuşlardı. Bu gençlere Hz. İsa'nın havarilerinin (veya daha önceki müslü-man milletlerin) bazıları tarafından hidayet işaretleri geldi. Allah'a iman ettiler. Basiret gözleriyle halkın yaptıklarının çirkinliğini gördüler. Dine yapışıp Allah'a ibadet ettiler. Durumları krala ihbar edildi. «Bunlar senin dininden ayrılmışlardır» denildi. «Mabudlarını hiçe sayarlar, o mabudları inkâr ederler» diye de ilave edildi. Kral onları yanına çağırarak dinine tabi olmalarım ve mabudlarına kurban kesmelerini emretti. «Eğer bu emrimden ayrılırsanız sizi öldürürüm» diye tehditte bulundu. Onlar da (rivayete göre): «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir» dediler. (İkinci bir rivayete göre) Kral onlara: «Siz daha gençsiniz.
Sizin aklınız bu işlere ermez. Ben sizin hakkınızda acele hüküm vermem. Size mühlet veriyorum. Evlerinize gidin, düşünün, sonra bana gelin» dedi ve kendilerine bir zaman tayin etti. Kral bv zaman arasında yolculuğa çıktı. O gençler de dinleri uğruna kaçmayı planladı. İçlerinden birisi: «Ben filan dağda bir mağara biliyorum, babam koyunlarını oraya götürürdü. Oraya gidip gizlenelim. Ta ki Allah bize bir yol açıncaya kadar» dedi. Halk panayıra çıkmıştı. Onlar da gidip halkla beraber panayıra çıkar gibi yaptılar. Sonra at üzerinde top oynamaya başlayarak, topu o dağa doğru götürdüler ve böylece kurtuldular»[10].
Bu ayet insanoğlunun dini için aile efradını, çoluk çocuğunu, yakınlarını, dostlarını, vatanını ve bütün mallarını bırakıp hicret edebileceğini açıkça ifade etmektedir. Rasûl-ü Ekrem ve Ashabı dinlerini koruyabilmek için yurtlarını terketmişlerdir. Hz. Peygamber (daha önce Nahl Suresi'nin tefsiri'sırasında söylediğimiz gibi) mağaraya çekilmiştir. Nitekim Tevbe Suresi'nde bu husus kesinlikle belirtilmiştir. Müslümanlar vatanlarını, topraklarını, çocuklarını, akraba ve kardeşlerini bırakmışlar ve hicret etmişlerdir. Kâfirlerden, onların fitnelerinden dinlerini sağlam bırakmak ümidiyle bu hicrete kalkmışlardır. Kimi müslümanlar dağlara kaçmış, kimileri mağaralara sığınmıştır. Halktan hicret ederek Hâlık ile başbaşa kalmışlardır. Zalimin elinden (başka çare kalmadıkça) kaçmak, peygamberlerin ve Allah'ın dostlarının sünnetlerindendir. Allah'ın Rasûlü uzleti diğer şeylerden üstün tutmuştur. Alimlerden bir cemaat da fitnenin zahir olduğu bir devrede, halkın fesada girdiği bir zamanda bunu üstün bulmaktadır. Cenab'i Hak bunu «Mağara'ya sığının» emriyle kesin olarak ifade etmektedir. Halktan uzak yaşamak bazen dağlarda, mağaralarda, derelerde, bazen deniz sahillerinde ve hudud boylarında bazen de evlerde olur. Nitekim bir rivayette şöyle denilmektedir: «Fitne olduğu zaman yerini gizle ve dilini tut». Alimlerden bir grup «Uzlet, serden ve şerrin ehlinden kalben ve amelen uzak yaşamak demektir. Velev ki sen onların arasında olsan dahi» demiştir.
Beğavi, İbn Ömer kanalıyla Rasûl-Ü Ekrem'den şöyle rivayet eder: «O müslüman ki halkla karışıp onların eziyetlerine karşı sabır gösterir; o, halka karışmayan ve eziyetlerine sabır göster, meyen müslümandan daha üstündür».
(11) «Bunun üzerine biz de...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu durum Cenab-ı Hakk'ın onlara uykuyu musallat kılmasından ibarettir. Ve bu ibare Kur'an'ın fasih ibarelerindendir ki Araplar böyle bir ibare getirmekten aciz olduklarını itiraf etmişlerdir.
Zeccac'a göre bu ibarenin mânâsı: «Onları dinlemekten me-nettik. Çünkü uykuda olan bir insan ses duyarsa uyanır» şeklindedir.
İbn Abbas'a göre, bu ifade «Onların kulakları üzerine uykuyu vurduk» demektir. Yani seslerin kulaklara varma yollarını 'tıkadık.
Bazı müfessirler «Onların kulaklarının üzerine vurduk ifadesinden maksat; onların dualarını kabul.ettik, kavimlerinin şerlerinden onları uzak tuttuk ve onları uykuya daldırdık demektir» demişlerdir.
Burada kulaklar özellikle zikredilmiştir. Çünkü uykunun fesadına sebep olan azâ odur. Uykuda olan bir kimsenin uyanması çoğu kez kulak yoluyla olur,
Ayetin sonundaki «Adeden» kelimesi bir önceki «sinin» kelimesinin sıfatıdır. Yani sayılı seneleri onların kulakları üzerine vurduk. Bundan çokluk kastedilmektedir. Yani birçok seneleri onların kulakları üzerine vurduk. Azlık sayıya muhtaç değildir; çünkü bilinmektedir.
Ebu Ubeyde, «Adeden» kelimesinin mukadder bir fiilin me-fulu olduğunu söylemiştir. Bir gruba göre, Cenab-ı Hak o senelerin sayısını daha sonra, «onlar mağaralarında 309 sene durdular» mealindeki ayetle beyan etmiştir.
(12) «Sonra da iki gruptan hangisinin...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani uykularından sonra onları (gönderdik) uyandırdık. Nitekim ölümden sonra diriltilen (veya uykudan kaldırılan kişiye) «gö7iderilmiş» denilir. Çünkü o daha Önce gönderilmekten ve tasarruftan menedilmiş bir haldeydi. Diriltmek veya uyandırmak suretiyle o «gönderilmiş» sayılır.
«İki gruptan» birisi Ashab-i Kehf'tir. îkinci grup ise Ashab-i Kehf zamanında diriltilmiş olan şehir sakinleridir. Çünkü As-hab-ı Kehf'in kayıp olduğu devreye ait tarih onlarca biliniyordu. Yani bu iki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık. (Bu tefsir Cumhur'un tefsiridir.)
Tefsir alimlerinden bir kısmı, «Bu iki grup, kâfirlerden iki gruptu. Ashab-Kehf'in müddeti hakkında ihtilafa girmişlerdim der. Bir kısmı ise «Bu iki grup, müslümanlardan iki gruptur» demişlerdir.
«Ahsa» fiil-i mazidir. «Emeden» kelimesi onun mef'u-lunbihi olur. Yani iki gruptan hangisinin o uzun müddet orada kalışlarını daha mazbut sayacağım bilmek için onları uyandırdık.
(13) «Onların başından geçenleri gerçek olarak sana...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin metninde geçmekte, olan «Fityetun» kelimesi iman ve vicdan sahibi gençler anlamındadır. Onlar vasıtasız olarak iman ettikleri için Allah onları kahramanlıkla vasıf landırmıştır. Ehli lisan «Fütuvvetin başı imandır» demişlerdir. Cüneyd Bağdadi: «Fütuvvet, cömertçe vermek, eziyet yapmamak, şikayeti terketmektir» demiştir.
«Biz de onların hidayetini artırmıştık»; yani Allah'a giden yolda salih amel işleyebilmeleri için kendilerine kolaylıklar ihsan ettik. Halktan uzaklaşmak, dünya hususunda isteksiz davranmaları için onlara imkânlar sağladık.
Bir görüşe göre, Ashab-ı Kehf'in kıssası Araplar tarafından biliniyordu.
îbn Ebı Şeybe, tbn'ul-Munzir ve îbn Ebi Hatim'in îbn Ab-bas'tan rivayet ettiklerine göre Ashab-ı Kehf bir kralın memleketinde idiler. Bu kral putperestliği yayıyordu. Bunu görünce o şehirden çıktılar. Aralarında biraraya geleceklerine dair hiçbir söz de yoktu. Böylece Cenab-ı Hak onları birbirleri ile karşılaştirdi. Karşılıklı sordular: «Sen nereye gitmek istiyorsun?» Birisi diğerinden korktuğu halde sonunda birbirlerinden söz aldılar ve birbirlerine haber verdiler. Böylece bir noktada birleştiler ve «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir» dedikten sonra gittiler, mağaraya girdiler. Cenab-ı Hak onların kulaklarının üzerine mühür vurdu. Onlar engin ve derin bir uykuya daldılar. Ailelerinden ayrıldıkları için her yerde arandılar, fakat bir türlü bulunamadılar. Mesele krala götürüldü. Kral, «Bu grubun başına gelenler ilerîki zamanlarda anlaşılacaktır. Bir grup insan çıkmış, nereye gittikleri belli değil. Ne bir cinayet işlemişler ne de herhangi bir suç» dedi ve kalay ve bakırdan olan bir levha istedi. İsimlerini o levhaya yazdı. Sonra onu hazinesine attı. Sonra onların hadisesi Kur'an'm belirttiği gibi oldu.
Ebu Hayyan tefsirinde, «Ashab-ı Kehf'in nasıl biraraya geldi, ği, nasıl çıktıkları hakkında herhangi bir sahih hadis gelmemiş. tir. Ancak Cenab-ı Hakk'm Kur'an'da onların haberinden verdiği kadarı bilinmektedir» der.
Birçok rivayette şöyle anlatılmaktadır; «Kral onların mağaraya sığındıklarını biliyordu. Fakat hiç kimse mağaraya girmeyi beceremedi. Çünkü her kim mağaraya girmek istediğinde dehşet ve korku içerisinde geri dönüyordu. Kral'a dediler ki: «Sen bunları dışarı çıkarırsan öldürmeyecek misin?». «Evet» dedi. «O halde» dediler: «Mağaranın kapısını duvarla ördür. Kendileri içende susuzluktan ve açlıktan ölsünler».
Bu görüş tasvip edildi
ve böyle yapıldı.
(14) «Onların kalplerini sağlamlaştırdık...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani kalplerini sabırla kuvvetlendirdik. Vatanlarından ayrılmaları, aile efradlannı terketmeleri, nimetlerden ve arkadaşlarından uzaklaşmaları onları zaafa düşürmedi. Kralın korkusu da onlara dehşet vermedi. Kafirlerin çokluğu kalplerine menfi yönden bir etki yapmadı.
«Kâmû»; yani onlar azimle Allah'a yönelmek hususunda insanlara karşı gelerek, kıyam ettiler. Dinlerini izhar etmek için ortaya çıktılar.
Îbn'ul-Munzir ve İbn Hatim'in rivayet ettiğine göre onlar şehirden çıktılar. Aralarında herhangi bir söz olmadığı halde bir noktada biraraya geldiler. İçlerinden biri ayağa kalkarak: «Ben bir şey hissediyorum ki onu hiç kimsenin hissettiğini zannetmiyorum» dedi. Onlar: «Ne hissediyorsun?» diye sorunca, o: «Ben, Rabbimin göklerin ve yerin Rabbi olduğu gerçeğini hissediyorum» dedi. Onlar da: «Biz de böyle hissediyoruz» dediler. Böylece hepsi birden: «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbtdir. Hiçbir zaman ondan başka bir ilâh çağırmayacağız» dediler.
Onlar «Bizim Rabbimiz gökler ve yerin Rabbidir» demekle rububiyetin «hiçbir zaman ondan başka bir ilâh tanımayacağız» sözleriyle de uluhiyetin birliğine işaret etmişlerdir. Ancak müşrikler de «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir» derler, fakat «Ondan başka bir ilâh çağırmayacağız» demezler. Nitekim Kur'an bu durumu şöyle ifade etmektedir: [11]
«Eğer onlara (putperestlere): «Yerler ve gökleri kim yarattı?» diye sorsan, «Allah yarattı» derler». Yine Cenab-ı Hak müşriklerden hikâye ederek şöyle buyuruyor: «Onlar; «Biz bu putlarımıza bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler».
Bir rivayette müşriklerin: «Senin hizmetindeyiz. Senin şerikin yoktur. Ancak bir tek ortağın var, o da senin içindir. Onu da, onun mülkünde olanı da sen mülk edinmişsin» dedikleri bildirilmiştir.
«Biz ondan başkasını ilâh olarak çağırmayız. Aksi takdirde haktan uzak bir söz söylemiş oluruz»; Ebu'1-Beka; «Ayetteki «şe-taten» kelimesi «Kulna» fiilinin mefuludur» der. Katade bu kelime için yalan anlamını tercih ederken, îbn Zeyd «Şetat hata etmek demektir» der. Süddi «Şetat» kelimesini zulmetmek şeklinde tefsir etmiştir.
Bütün bu tefsirler kelimenin gereği icabı yapılmış yorumlardır. Zira «şetat»m esas mânâsı (daha önce söylediğimiz gibi) haktan uzak, ifrata kaçan söz demektir. Haktan uzak olan bir söz yalan olur, hata olur, zulm olur. Yani böyle bir söz bu mânâları gerektirir.
Bu cümledeki «lâm» harfi kasemin cevabıdır. Yani «Allah'a yemin ederiz ki eğer biz Allah'tan başka bir ilâh çağırırsak haktan uzak olan ve ifrada kaçan bir söz söylemiş oluruz!»
Allah'tan başka bir ilâhı çağırmak, ona ibadet etmek, haktan uzak bir söz söylemeyi şu noktadan Ötürü gerektirir: «Mabudun uluhiyetini ikrar ve itiraf etmek, ona sığınmak, ibadet kapsamı içine girer».
Bu ayet Ashab-ı Kehf'in putlara ibadete davet edildiklerim ve putlara tapmadıklarından dolayı da kınanmış olduklarını ortaya koymaktadır. Nitekim onların kralın huzuruna götürülmeleri de buna açıkça delâlet eder!
(15) «Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka...»Bu Ayetin Tefsiri
«Allah'tan başka mabudlar edinmek»ten maksad putları elleriyle yapmaları (yontarak meydana getirmeleri) sonra da onlara tapmalarıdır. Bu ayette «edinmenyi «yapmak» şeklinde tefsir etmek, Ebu Hayyan'ın zikrettiği iki ihtimalden birisine binaen-dir. İkinci ihtimal, «Allah'tan başka mabudlar kılmış»; yani başkası tarafından yapılan veya diğer müşriklerden tevarüs eden ma-budlara tapmış olmalarıdır.
Cenab-i Hak burada sadece onların Allah'tan başka mabud edinmelerini haber veriyor değildir. Aynı zamanda bu haberde inkâr mânâsı da vardır. Yani böyle yapmaları ne yazıktır! Niçin bu felaketi irtikâb etmişlerdir? Niçin bu mabudlan ilâh edinmelerinin doğru olduğuna dair açıkça iddialarını ispat eden bir delil getirmiyorlar? Zira din ancak delil ve hüccet sayesinde edinilir.
Bu ayeti celile ile mabudiyetine, uluhiyetine delâlet eden bir delil bulunmayan bir nesnenin mabud olmasının mümkün olmadığının, merdud olduğunun delili vardır.
«Allah'a iftira eden kimseden daha zalim kim vardır?» Yani Allah'a ortaklık nisbet eden kişiden daha zalim kimse yoktur yeryüzünde. Bu sözün Ashab-ı Kehf'in kralın huzurunda, onu susturmak ve aciz bırakmak için söyledikleri bir söz olması muhtemeldir.
Ashab-ı Kehf, kralın «Tapın!» dediği putlara ibadetten, kendilerini teberri etmek için bu sözü yerli yerinde kullanmışlardır. Bu sözü kendi aralarında söylemiş de olabilirler. [12]
16- (İçlerinden bîri): «Madem ki siz onlardan ve Allah'ın dışında taptıkları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki Rabbiniz size rahmetini yaysın ve sizin için işinizde kolaylık sağlasın» (dedi).
17- Güneşi, doğduğu zaman mağaralarının sağına eğilirken, battığı zaman da sol taraftan on lan keser geçerken görürsün. Onlar mağaranın geniş bir köşesinde idiler. İşte bu Allah'ın ayetlerindendir. Allah kime hidayet ederse, o doğru yola ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum bırakırsa, artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.
18- Onlar uykuda oldukları halde, sen onları uyanık sanırsın. Onları (oldukları yerde) sağa-sola çeviririz. Köpekleri de (mağaranın) girişinde kollarını uzatmış yatıyordu. Eğer onları görseydin, dönüp kaçardın ve gördüklerinden dolayı için korku dolardı.
19- Böylece, kendi aralarında birbirlerine sorsunlar diye, onlan uyandırdık. İçlerinden biri, «Ne kadar (uyuya) kaldınız?» dedi. (Diğerleri): «Bir gün veya günün bir parçası kadar» dediler. (Sonra) «Rabbiniz kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz içinizden birini şu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise ondan size erzak getirsin; fakat çok dikkatli davransın ve sakın sizi kimseye belli etmesin» dediler.
20- «Çünkü onlar farkınıza varırlarsa sizi taşlamak suretiyle Öldürürler veya kendi dinlerine döndürürler ki işte o zaman ebediyen iflah olmazsınız».[13]
(16) «{İçlerinden biri): Madem ki siz...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu söz Ashab-ı Kehf arasında söylenen bir sözdür. Yani bazıları diğerlerine; «Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları vardıklarından uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının...» demiştir.
«İ'tezele» fiili bedenen veya kalben sakınmak, uzaklaşmak demektir. İki mânâ da burada kastedilebilir. Yani siz onlardan veya onların tapmakta oldukları mabudlanndan uzaklaştınız. Sadece Allah'a kulluk ediyorsunuz! Veya onlardan veya onların ibadetinden uzaklaştınız ve sadece Allah'ın ibadetine sarılıyorsunuz. O halde mağaraya sığmın; yani onlardan veya onların taptıklarından uzaklaştığınız zaman size imkân verilecek bir yerde Allah'a ihlasla ibadet edin!
Bazıları da «Madem ki siz inanç .bakımından onlardan uzaklaştınız o halde bedenen de onlardan uzaklasın ve Rabbinize ser. bestçe ibadet edin» şeklinde bir mânâ vermişlerdir. Veya, «Madem ki bedenen onlardan uzaklaşmayı irade ettiniz o halde bunu yerine getirin ve mağaraya sığınıp Rabbinize ibadet edinh
Rabbiniz bundan ötürü dünya ve Ahiret'te sizin için rahmetini yayacak ve size imkânları genişletecektir. Sizin dininiz uğrundaki hicretinizi, tam manâsıyla Allah'a yönelme ameliyenizi sizin için kolaylaştıracaktır. Size yararlanacağınız bir ortam meydana getirecektir.
Ayetin zahirine bakılırsa onlar bu sözlerini Allah'ın lütfuna olan güvenlerinden ve pırıl pırıl parlayan inançlarından ötürü söylemişlerdir. Çünkü bunlar Allah'ı tanıyan alim kimselerdi.
Tabarani ve İbn'ul-Munzir, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedirler: «Allah, peygamber olarak gönderdiği bir insanı mutlaka genç göndermiş ve herhangi bir alime de ilmi, genç olduğu; halde vermiştir».
Ashab-ı Kehf'in bu sözü, asırlarında yaşayan bir peygamberin tebliği sonucunda bilmeleri mümkündür. İçlerinden birinin peygamber olması ve Allah'ın vahyi dolayısıyla, bunu arkadaşlarına söylemesi de mümkündür. Tabii bütün bunlar birer ihtimaldir ve böyle olduğuna dair elimizde kesin bir delil yoktur.
Bu ayet, diyar.ı küfürde ve küfür kelimesini açıkça söylemek suretiyle oturmanın mümkün olduğu bir zamanda, dinin selâmeti ve oturmanın kerahati sebebiyle hicret etmenin daha doğru olduğuna delâlet eder.
(17) «Güneşi, doğduğu zaman...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet onların mağaraya sığındıktan sonraki hallerini açıklamaktadır. Buradaki hitap Allah'ın Rasûlü'ne veya muhatap olabilecek herkesedir. Rasûl-ü Ekrem fiilen bu durumu görmüş değildir. Belki Cenab-ı Hak şöyle demek istemektedir: «O mağara öyle bir haldedir ki eğer onu görseydin doğduğu zaman güneşin mağaranın Sağma meylettiğine, batarken de sol taraftan onlara durmaksızın dokunup battığına muttali olurdun.»
Ayetin metnindeki «Tezaveru» fiili «zevr» (veya «zuver») kökünden alınmıştır ve meyletmek demektir. Bazıları «Bu, tabii bir meyildir» demişse de tefsir alimlerinin çoğu «meylin mutlak olduğuna» kaildirler. Yalana da uzun} denilmiştir. Çünkü o hakikatten meyledip, ona uygun düşmemektedir. «Zur» kelimesi aynı zamanda «put» mânâsına da gelmektedir.
«Fecve» kelimesi «geniş saha» demektir. Yani onlar mağaranın geniş bir bölümünde oldukları halde güneş doğduğu zaman mağaranın sağına, battığı zaman da soluna meyledip onların üzerine doğrudan doğmamaktadır. Yani, onlar öyle bir durumdadırlar ki güneş hiçbir zaman onlara isabet etmez ki kendilerine rahatsızlık versin. Onlar mağaranın ortasında olduklarından ötürü de hava alırlar ve mağaranın kokuşan havası ve güneşin harareti onlara rahatsızlık vermez. Bunun nedeni şudur: Mağaranın kapısı (Abdullah bin Müslim ve İbn Atiyye'nin dediği gibi), Benat'ün - Neaş adlı yıldızlara karşıdır, doğu ve batıran onun. hizasına en yakın noktalan yengeç burcunun baş doğusu ile baş batışıdır. Güneşin medarı onun medarı olduğu zaman mağaraya doğru meylettiği halde onun sağ tarafına mukabil olarak doğar, bu da batı tarafına gelen kısımdır. Batarken de sol tarafına muvazi olarak batar ve böylece güneş ışınları mağaranın yanlarına vurarak, onun sıkıcı havasını ortadan kaldırır. Havayı mutedil bir' hale getirir ve bedenlerine eziyet vermemek, elbiselerini çürütmemek için de onların üzerinde doğmazdı. Mağara kapısının batı tarafına meylinin daha fazla olması ve bunun için de güneşin mağaranın üzerine, sağa ve sola kayarak doğması ihtimal dahilindedir.
Zeccac; «Onların çîlrümemesi Benta'ün-Neaş'a karşı düşüşlerinden, güneşin zikredilen şekilde doğmasından ötürü değildir. Aksine Cenab-ı Hak yed-i kudretiyle güneşi onlara isabet etmeye-cek bir şekilde harikulade ve onlara bir lütuf olarak tanzim etmiştir» diyor. Çünkü bu durumları gayet gariptir. Sanki Cenab-ı Hak güneşe «Sağ ve sollarından olmak üzere onlardan uzaklaş ve onların üzerinde dolaşıp durma» demektedir. Bununla beraber onlar mağaranın geniş bir alanındadırlar ve güneşi onlara dokunmaktan menetmiştir. Zeccac; «Bu durum Allah'ın ayetlerinden* dir» cümlesi de benim bu sözlerimin delilidir» diye ilave etmektedir.
Birinci yoruma göre, güneşin onlara bu şekilde dokunmaması elbiselerinin çürümemesi, bedenlerinin kokuşmaması Cenab-ı Hakk'm kudretine delâlet etmez. Fakat ikinci yoruma göre bunun, Allah'ın kudretinin kemâline ve tevhid ehlinin kerametine delâleti gök ortasındaki güneşten daha belirgindir. Bu ayetteki durum (denildiği gibi), mağaranın kapısı üzerlerine kapatılmazdan öncedir.
Ebu Ali'ye göre ayetin metnindeki «Takridu» fiili, güneşin onlara ışığından vermesi, sonra süratle onların üzerinden kayıp, verdiği ışığı geri almasıdır. Öyle ki güneş tıpkı makas gibidir. Sahibi onunla bir iş görür, sonra geri alır. Ebu Ali'ye göre iki cümlenin mânâsı şudur: «Güneş, sabahleyin onların mağaralarından kayar, akşamleyin hafif bir şekilde kendilerine isabet ederek geçip gider».
Tefsir alimlerinin çoğu güneşin onlara hiç isabet etmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat onlara niçin isabet etmemiş olduğu hususunda ihtilaf vardır. Nitekim bu görüşleri daha önce zikretmiştik.
«Allah kime hidayet ederse»; yani kimi hakka iletirse, kim. sevdiğine ve razı olduğuna muvaffak kılarsa; «O doğru yola ulaşmıştır, yani o dünya ve Ahiret'te en büyük nasibi almış kimsedir».
Ayetin bu cümlesi, Ashab-i Kehf'in medhu senası, onların hedeflerine vardığına dair bir şehadet ve onların ummakta oldukla n rahmete ve yararlı hizmetlere hazırlanmak şeklindeki emellerinin tahakkuku anlamındadır. Bu cümleden maksat, bu mucizelerin benzerlerinin çokluğuna dikkati çekmek de olabilir. Fakat bu tür mucizelerle dilekleri kabul olunanlar Allah'ın, bu mucizeleri düşünmeye, onlara ibret gözüyle bakmaya muvaffak ettiği kimselerdir. Bu bakımdan ayetin başındaki «men» kelimesi ya Ashab-i Kehf olan o genç gruba racidir veya onlar ile başkalarına da işaret eder. Bu aynı zamanda Ashab-ı Kehf'in de medhu senası demektir.
«Allah kimi de hidayetten mahrum bırakırsa, artık onu doğ. rüya yöneltecek bir dost bulamazsın». Velev ki dünyayı karış karış gezsen, tetkik etsen dahi. Çünkü böyle bir yardımcının bulunması muhaldir. Yoksa «Vardır da sen onu bulamazsın, mümkün, dür de sen ona erişemezsin» demek değildir.
(18) «Onlar uykuda olduklan halde...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayeti celilede hazf ve takdir vardır. Yani eğer onian görürsen onları böyle zannedersin. Ayetin metnindeki «Eykazen» kelimesi uyanıklık mânâsına gelen «yekiz» kelimesinin çoğuludur. Böyle sanılmasının nedeni onların bakan bir kimsenin nez-dinde gözlerinin açık oluşundandır. Nitekim bunu birçok müfes-sir söylemiştir.
îbn Atiyye der ki: «Bakan kimsenin onları böyle sanması onlar üzerindeki korunmanın şiddetinden ve az bozulmaktan ileri gelir».
Zeccac: «Onların böyle sanmasının nedeni, onların çokça sa~ ğa-sola çevrilmelerindendir» demiş ve ayrıca görülen birtakım de. liller de getirmiştir. Ancak «onlar uykuda oldukları halde» şeklindeki cümle Zeccac'ın yorumuna uygun düşmemektedir.
Onları uykuda iken çokça sağa ve sola çeviriyoruz ki toprak, onların bedenlerini ve elbiselerini yemesin. Bu yorum Said bin Mensur ve Îbn'ul-Munzir tarafından İbn Cübeyr'den rivayet edilmiştir. Fakat bu yorum da uzak bir yorum şeklinde değerlendirilmiştir. Fahreddin Razi, «Bu yorum acaip bir şeydir. Çünkü onları o kadar uzun müddet diri bırakmaya kadir olan Allah, evirip çevirmeksizin de onların bedenlerini korumaya kadirdir» demiştir. Fakat Fahreddin Razi'ye bazı müfessirler şöyle cevap vermişlerdir: «Allah'ın hikmeti onların bedenlerinin adi ve normal yollardan korunmasını iktiza etmiştir. Ama bunun niçin böyle olduğunu bilemeyiz». Bazı müfessirler; «Onların sağa-sola evirip-çevirilmeleri, daha Önceki adetlerini korumak içindir. Ve bu adetlerini korumak da onların durumuyla Cenaba Hakk'ın ne denli ilgilendiğini göstermek içindir» demişlerdir.
Bazı müfessirler ise, «Burada Cenab-ı Hakk'ın onların üzerindeki kudretinin azametini izhar ihtimali de vardır. Çünkü Cenab-ı Bak onlarda ağır uyku ile aynı uyku halinde çokça evirip-çevir-meyi biraraya getirmiştir. Halbuki ağır uykuda çokça evirip çevirme yoktur» demişlerdir. Fakat bu tevil de uzaktır.
Onların evirip-çevrilme vakitlerinde alimler ihtilaf etmişler-
dir. İbn Ebi Hatim, İbn Merduveyh, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «Onlar altt ayda bir defa evirilip çevirtliyorlardı». (Başka muhaddisler de bunun benzerini Kbu îyad'dan rivayet etmişlerdir.)
Bazıları da «Bu çevrilmeler yılda bir kez oluyordu. Bu da Aşura günilndeydî» demişlerdir.
İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim, Mücahid'den şöyle rivayet ederler: «Bu evirip çevirme ügyüz seneye eklenen dokuz senede olmuştur. Diğer üçyiiz senede olmamıştır».
îbn Ebi Hatim, Katade'den rivayet ediyor ki «Bu evirip çevirme onların birinci uykularında, yani üçyüz sene zarfında olmuştur. Onlar her sene bir defa evirîlip-çeviriliyortardı. İkinci uykularında yani dokuz senelik ek zamanda böyle bir şey olmamıştır».
Fahreddin Razi; «Bu takdirler aklen tesbit edilemeyen şeylerdir. Kur'an'm lâfzı da buna delâlet etmez. Üstelik bu hususta sahih bir haber yoktur» diye itiraz etmiştir. Binaenaleyh ayetin zahiri bu evirmenin çokça olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenab-ı Hak burada yenilenen bir devamlılığa delâlet eden muzari fiilini kullanmıştır. Bu cümlede onların uyanık kimselere çok benzediğine işaret vardır. O kadar ki onlara bakan kendilerini uyanıkmış gibi telakki etmektedir.
«Köpekleri de (mağaranın) girişinde kollarını uzatmış yatıyordu». Ayetin zahirine bakılırsa köpekten maksat bizim bildiğimiz hayvandır. Onun birçok isimleri vardır. Hatta Celâleddin Suyuti o isimler hakkında bir risale yazmıştır,
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre bu, Ashab-ı Kehf'in yanından geçip gittikleri bir çobana aitti. Çoban onların dinine girdi. Onlarla beraber gitti. Köpek de kendilerini arkalarından takip etti.
Ubeyd bin Umeyr, «Bu köpek onlardan birisinin av köpeğiydi» derken, bazı kimseler de, «Bu köpek onların koyunlarım koruyan köpekti» diyor.
Bu ayet, dinimizde korunmak için, koyun için köpek edinmenin caiz olduğuna, bu hususta herhangi bir beis bulunmadığına delâlet eder. Ama korunma maksadı olmaksızın ve çoban köpeği dışında köpek edinmek yasaklanmıştır. Zira Buhari, îbn Ömer' den şöyle rivayet ediyor: «Kim av ve çoban köpeği dışında bir köpek edinirse her gün onun amelinden iki kırat (veya «bir kırat») eksilir!»
Köpeğin rengi konusunda da ihtilaf vardır. Bazı rivayetlere göre sarımtırak idi. Bazı rivayetler kırmızı renkli olduğuna, bazı-lan da katran renginde olduğuna işaret eder.
İbn Ebi Hatim'in Hasan Basri'den rivayet ettiğine göre ismi Kıtmir'dir. Mücahid'den gelen bir rivayete göre Katmur, bazılarına göre Reyyan, bazılarına göre Sevr'dir. Bazıları da başka isimler ileri sürmüşlerdir.
Ayetin metninde geçen «Vesîd» kelimesi kapı yeri, mağaranın giriş noktası demektir. Yoksa orada bizim bildiğimiz şekilde bir kapı yoktur.
Îbn'ul-Munzir İbn Cübeyr'den rivayet eder ki «Vesid toprak demektir» şeklinde rivayet ediyorsa da bu tefsir makbul değildir. Çünkü lügat kitaplarında lâfzın böyle bir mânâya geldiğine dair herhangi bir kayıt yoktur.
Köpeğin kapıda beklemesi, onlarla beraber bulunmamasının hikmeti konusunda şu zikredilmiştir: İçinde köpek olan bir eve melekler girmezler. Meleklerin mağaraya girip çıkmaları için köpek mağarada değil de, kapıda beklemiştir.
Bazıları da «Köpek, daha önce de işaret edildiği gibi, bekçilik yaptığından dolayı orada bulunmuştur» demişlerdir. Nitekim İbn'ul-Munzir, İbn Cüreyc'ten rivayet eder ki köpek mağara kapısını korumak için orada ellerini yayarak duruyordu. Ashab-ı Kehf sağ taraflarına döndürüldüklerinde o da sağ kulağı üzerine yatar, onlar sola döndürüldüğünde bu sefer sol kulağı üzerine yatardı. Yani onlar gibi uyurdu. Zahir olan budur. Fakat İbn Ebi Hatim, Abdullah bin Humeyd el-Mekki'den şöyle rivayet ediyor: «Cenaba Hak köpeğin kendi ellerini yalamastyla onun rızkını vermiştir». Bu rivayetten anlaşılıyor ki onlar uykuya daldıkları gibi köpek uykuya dalmamıştır.
«Eğer onları görseydin dönüp kaçardın ve gördüklerinden dolayı için korku dolardı». Bu hitap ayetle karşı karşıya gelen herkesedir. Aynı zamanda Rasûl-ü Ekrem'e de böyle hitap edilmesi caizdir. Onların bu durumları uyandıktan ve elçilerini şehre gönderdikten sonra meydana gelmiştir. Bu korkuyu gerektiren sebep Cenab-i Hakk'ın onlara verdiği heybet ve korkudur.
Bazı tefsir alimleri; «Cenab-ı Hak onların hâl ve heyetlerini hiç bozmamıştır ve bu açık bir mucizedir» demişlerdir.
İbn Ebi Şeybe ve İbn'ul-Munzir, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar:
«Biz Muaviye ile beraber Rum diyarına doğru Medik Savaşı' na çıktık. Ashab-ı Kehf'in mağarasının yanından geçtik. Muaviye: «Keşke onlar bize gösterilseydi de kendilerine baksaydık» deyince ben; «Onlara bakamazsın. Çünkü Cenaba Hak senden daha hayırlı olan bir kimseyi (yani Hz. Peygamber'i) ondan menede-rek şöyle buyurmuştur: «Eğer onları görseydin, dönüp kaçardın ve gördüklerinden dolayı kesinlikle onlardan yüz çevirirdin, için korku dolardı» dedim. Muaviye: «Onların halini bilmeden gitmem» dedi ve bazı kimseleri vazifelendirerek kendilerine: «Gidin, mağaraya bakzn» diye emretti. Onlar gittiler. Mağaraya girdiklerinde Cenab-ı Hak bir rüzgâr gönderdi. Onları mağaradan silip süpürdü».
Bazı kimseler; «Muaviye'nin İbn Abbas'ın sözüne göre hareket etmemesinin nedeni, onların daha Önceki durumlarının bozulmuş olduğuna kanaat getirmiş olmasıdır. Veya mümkün olduğu kadar onların haline muttali olmak istiyordu» demişlerdir. [14]
îbn Abbas onların bugüne kadar kaldıklarını kabul etmemektedir. Nitekim Abdurrezzak ile İbn Ebi Hatim, îkrime'den ve İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar:
«îbn Abbas, Habîb b. Mesleme ite beraber savaşa gitti. Orada kemikler görüldü. Bir Uşi: «Bu, Ashab-t Kehf'in kemikleridir» deyince İbn Abbas: «Onların kemikleri üçyüz seneden daha Önce çürümüştür» dedi.»
Bu rivayetleri kaydeden Alusi şöyle diyor: «Kalbin meylettiği husus, onların bugün olmamalarıdır. Eğer var iseler de Ce. nab-ı Hakk'ın işaret ettiği hâl üzerinde değildirler».
Ayetteki hitap herhangi bir muayyen kişiye değildir. Aksine ayetten maksat, onlann o vakitte o halde olduklarını haber vermektir.
tbn Merduveyh'in tbn Abbas'tan: «Allah'ın Rasûlü buyurdu M, Ashab't Kehf, Mehdi'nin yardımcılandtr» diye rivayet ettiği hadise gelince, bu hadis sahihse, onların bugün o hal üzerinde mevcut olduklarına delâlet etmez ve Rasûl-ü Ekrem, «o hitap geneldir» dediğimiz takdirde o hitabın muhatapları arasına girmez. Çünkü o Ashab-ı Kehf mucizesinden daha büyük olan göklerin ve yerin melekûtuna muttali olmuştur.
(19-20) «Böylece kendi aralarında birbirlerine sorsunlar diye...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Birçok tefsir alimi «Liyetesaelu» fiilinin başındaki «lam»\n akibet harfi olduğunu söylemiştir. Yani onların uyandınlmalan-nın neticesi birbirlerinden sormalarıdır. Haffaci, bu yorumu destekleyerek; «Cenab-ı Hakk'm fiilinden maksat ,kudretinin kemalini izhar etmektir. Yoksa sadece onlann birbirlerinden sormaları değildir» demiştir.
Onlann en yaşlısı olan Mekselmine (veya nafakalarının na-ziri olan Yemliha) onlardan kaç gün uykuda kaldıklarını sordu. Bu sualin sebebi onların durumlarının mutad bir duruma biraz muhalif olduğunu görmesidir. Veya kazaya kalmış namazlarını gözetmesiydi.
Birçok tefsir aliminin söylediği gibi «em (veya) edatı burada şek içindir. Yani bir gün mü yoksa bir günün bir parçası mı bundan şüphe ediyoruz! Ne kadar kaldığımızı kesinlikle bilmiyoruz. Acaba bir gün kadar mı yoksa bir günün bir miktarı kadar mı bunu tam anlamıyla bilemiyoruz. Onlann böyle söylemeleri uyku sersemliğinin henüz üzerlerinden geçmemiş olması, basiretlerin, den tamamen uzaklaşmamış olmasıydı. Onlar bunu söylediklerinde henüz emarelere bakmış değillerdi.
Bu noktada şüphe yoktur. îsterse onların uykudan uyanmaları topluca olsun, isterse bazıları gündüz bazıları da gece uyanmış olsun, mesele değişmez. Meşhur rivayete göre onlann uykuları kuşluk zamanı, uyanmaları ise günün son saatlerinde gerçekleşmiştir. Bazı tefsirdiler onlann içinde uykuya daldıkları günde mi yoksa ondan sonraki günde mi uyandıklarını bilmediklerini söylemişlerdir.
Fakat bu yoruma şöyle itiraz edilmiştir: Böyle bir durumda onlar günün bir parçasında, bir günde ve bir parçada tereddüt etmiş oluyorlar. Bu noktadan hareket eden bir kimse «evn edatının burada «idrab» (yüz çevirme) için olduğunu söylemiştir. Bunun nedeni şuydu: Onlar günün son saatinde uyandıkları zaman, mağaranın ortasında bulunuyorlardı. Henüz uyku sersemiydiler. Dikkat etmezden önce sözleri şöyledir: «Bir gün kaldık...» sonra güneşin henüz batmadığını görünce bu sefer: «Bir gün veya gü* nün bir parçası kadar» demişlerdir.
Ebu Hayyan: «Ev edatı burada tafsil içindir» demiştir. Yani onlann bir kısmı «biz bir gün kaldık», başka bir kısmı da «biz günün bir parçası kadar kaldık» demişlerdir ve her grubun bu sözü zann-ı galibe binaendir. Dolayısıyla burada yalan sözkonusu değildir.
«Ev» edatının tafsil için olduğu hususu neredeyse insanın aklına gelmeyecek bir ihtimaldir. Üstelik bu emrin zann-ı galibe binaen olmasına da ihtiyaç yoktur. Zira «evn tafsil için olmasa da onlar: «Kesinlikle biz durduğumuz miktarı tahkik etmedik» demek istemişlerdir.
Onlardan bir grup ya ilhamla veya istidlal ederek «Rabbiniz kaldığınız müddeti daha iyi bilir (Yani siz kaldığınız müddeti bilmezsiniz, ancak Allah bilir)» dedi.
«Şimdi siz içinizden birini şu gümüş para ile şehre gönderin» cümlesinde «ehad» kelimesi kullanılmış ancak «vahid» kelimesi kullanılmamıştır. Çünkü «vahid» tabiri kullanılsaydı «Başınızda-kini gönderin» mânâsı vehmedüebilirdi. Zira çoğu kez «kavmin vahidi geldi» (yani başlan geldi) denir.
«Verik» kelimesi sifckeli veya sikkesiz gümüş demektir. Bunun gümüş mânâsına geldiğini Arfece hadisi ispat etmektedir. Zira Arfece'nin burnu savaşta kesildiğinde Verik'ten bir burun edinmişti. O kokunca bu sefer altından bir burun edinmiştir. îş-te zahire göre «Verik» burada altının karşılığı olan gümüştür.
Ayetin bu cümlesi evinden çıkan bir kimsenin yol azığı edinmesinin doğru olduğuna delüdir. Ve böyle bir azık edinme Allah'a tevekküle ters düşmemektedir. Nitekim hadis-i şerifte «Evvela devenin dizini bağla ,sonra Allah'a tevekkül et» denilmektedir. Bazı alimler «Havassın tevekkül etmesi onların sebepleri tamamen terketmeleri demektir» demişlerdir. Saâd bin Ebi Vakkas ve Ebu Müslim el Hulani'nin askerleriyle deniz üzerinde yürümeleri ve Hz. Ömer'in emriyle Temimi Dari'nin içinden ateş çıkan mağaraya girmesi gibi olaylar bu kabilden, yani havassın tevek-külündendir.
îmam Ahmed, îshak ve diğer imamlardan bazıları «Azıksız çöllere dalmanın caiz olduğuna» kesin hüküm getirmişlerdir. Ya-kini ve tevekkülü kuvvetli olan bir kimse için tedavi olmamanın ve maişet için çalışmayı terketmenin de caiz olduğuna delil getirmişlerdir.
îmam Ahnıed, «Tevekkül, insanlardan ümitsiz olmak süretiyle sağa sola bakmayı kesmek demektir» demiş ve bunun delili olarak Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını göstermiştir: Hz îbra, him ateşe atıldığında Cebrail onun karşısına dikilir: «Bir ihtiyacın var mı» diye sorar. Hz. İbrahim: «Benim kimseye ihtiyacım yok» diye cevap verir.
Bazı fâzıl kimselerin kelâmından anlaşıldığına göre sebepleri terketmek sadece sûfiler nezdinde havas tevekkülünün yolu değildir. Bunu sûfilerden başkaları da söylemişlerdir.
Onların kastettikleri şehir, kaçtıkları şehirdir. Bazı müfes-sirlere göre şu anda bu şehrin ismi bizim bildiğimiz Mersin'e bağlı Tarsus'tur. Zira Ashab-ı Kehf'in mağarası en meşhur görüşe göre oradadır. Onların kaçtıkları gün Tarsus'un ismi Efsus idi. Böylece bu husustaki iki değişik rivayet arasında uyum sağlanmış olur. (1)
Onların «Sizden biriniz bu parayı şehre götürsün» demeleri fazla araştırmaya dalmaktan yüz çevirmelerinden ve kendilerini ilgilendiren konuya yönelmelerinden ötürü söylenmiştir.
«Parayı götüren kişi şehirde kimin helâl yemek sattığına daha fazla dikkat etsin» denümiştir. Zira o şehrin o halkı o dönemde putlar için kurban keserlerdi. Nitekim Said bin Mansur ve başka müfessirler bunu tbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
Başka bir rivayette ise «Halk domuzları keser ve yerlerdi Bu sözü onun için söylediler» diye bildirilmiştir.
Dahhak; «O şehir ahalisinin mallarının çoğu gasp suretiyle
(1) Son yaptığım tespitlere göre Efsus, Maraş'ın Afşin kazasının adıdır. Belki de Tarsus, Efsus ile karıştırılmıştır.
elde edilmişti. Hangisinin malının temiz olduğuna bu yüzden dikkat etsin» şeklinde bir yorum yapmıştır.
Âyet metnindeki «Ezka» fiili «artan» mânâsına gelen zekât kelimesinden gelir. Bu da uhrevî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır. Burada manevi artış kastedilmiştir. Çünkü helâli aramakta sevap ve güzel netice vardır.
îbn Said ve Mukatil «En temizini seçsin, hangisi en temizini satıyor ona baksın, demektir» dedi.
tkrime: «Ezka en çok mânâsını ifade eder» demiştir. Yeman bin Veyan, «En ucuz mânâsım ifade eder» derken, Katade: «Kalite bakımından en güzeli demektir» demiştir. Katade'nin tefsiri de güzel bir yorumdur.
Bazı müfessirler, «Ezka kelimesiyle pirinç kastedilmiştir» demişlerdir. Bazıları «hurmanın», bazıları ise «kuru Üzümün» kastedildiğini söylemişlerdir. Fakat Ashab-ı Kehf hakkındaki hüs-nü zanna göre, onlar helâli araştırmış olmalıdırlar!
Ayetin metnindeki «Felyenzur» (baksın) fiili kalp bakışından da gelebilir, normal göz »bakışından da.
Bu ayeti celile İslâm'da başkasına vekâlet vermenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Yani, o grup bir kişiyi kendilerine vekil tayin ettiler ve kendilerine yiyecek almak üzere onu şehre gönderdiler. Cenab-ı Hak, bunu onlar için doğru bir hareket olarak kabul ettiğine göre, vekâlete mutlak şekilde izin verilmiş demektir.
Îbn'ul-Arabi «Vekâlet vermek hususunda en kuvvetli ayet budur» der Ayrıca imam Malik'in talebesi el-Kiya'nın dediği gibi, bir cemaatin, paralarım birleştirip onunla beraber bir şey satın almaları bazıları daha fazla yese dahi beraber yemek yemelerinin caiz olduğunun delili de bu ayette vardır. Fakat fazla yiyen kişi-nin fazla para koymasında beis yoktur.
«Fakat çok dikkatli davransın»; yani nazik davransın ki alıcı ile satıcı arasında herhangi bir husumet meydana gelmesin ve bu husumet de alıcının tanınmasına sebep olmasın. Veya şehre giriş ve çıkışlarında gayet kurnazca davransın ki kimse sizden haberdar olmasın. Veya aldanmamaya dikkat etsin. Şehir halkından herhangi birinin sizi sezmesine sebep olabilecek bir fiilden de kaçınsın.
İmam Fahreddin Razi'ye göre ibare; «Herhangi bir kimseye sizden haber vermesin» anlamını taşımaktadır. Çünkü onlar eğer yerinizi bilirler, sizden haberdar olurlarsa sizi öldürürler. Yani sizden İstediklerini yapmadığınız, onların dinlerine girmediğiniz veya kendi dininizi terketmediğiniz takdirde sizi öldürürler.
O devirde taşla recmetmek adeti mühim bir hususta topluma ters düşen bir kimseye tatbik edilirdi. Çünkü bu kalpleri daha rahat ettirir ve herkes buna katılırdı.
El-Haccac'a göre recmden maksat sözle recmetmektir, yani size söverler demektir. Bu da gurur sahibi kimseler için öldürülmekten daha tesirlidir.
Veya sizi dinlerine sokmaya zorlayacaklar ve istemeye istemeye sizi o dine sokacaklardır. İşte o zaman ebediyyen iflah olmazsınız. Yani hakikatten zoraki şekilde dahi olsa o dine girerseniz artık ne dünya ne de Ahiret hayrım elde edemezsiniz.
Bu hükümler arasındaki bağlantı şöyledir: İnsanın küfre zorlamnası bazen şeytanın onu güzel göstermesine sebep olur. Ve böylece o küfür üzerinde devamlılık sağlanmış olur. İşte bu
tefsirle, şu itiraz nazar-ı itibardan düşer: «Zorla küfrünü açığa vurup da kalbinde imamın gizleyen bir kimse affolunan kimse, terden sayıldığına göre nasıl olur da ayetin son cümlesinde «eğer sisi küfre sokarlarsa ebediyyen iflah olmazsınız» denilmiştir?»
Beyzavi, Hazin, Nesefi, Taberi, Fahreddin Razi ve Celaleyn'in muhaşşileri olan Cemel ve Savi gibi birçok tefsirlerde şu nokta kaydedilmektedir: Şehre gönderilen adam elindeki parayı han-camak için dışan çıkınca şehir halkı paranın üzerinde Kral Dek-yanos'un resmini görür ve adamın bir hazine bulduğunu sanarak onu o devrin hükümdarına götürürler. Aradan uzun zaman geçmiştir ve bu hükümdar hıristiyan dinindeki tevhid akidesine bağlıdır. Genç adam Kral'a başlarından geçeni anlatır. Hep birlikte mağaraya giderler ve gencin anlattıklarının doğruluğunu hayretler içinde görürler. Yeniden dirilmenin imkânını ispatlayan bu müşahededen sonra, Allah bu gençlerin ruhlarını almak suretiyle onları ebediyet uykusuna daldırır. [15]
21- Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve Kiyamet'in geleceğinde hiçbir şüphe bulunmadığını bilsinler diye insanları onlardan haberdar kıldık. (Zikret o zamanı) ki, onlar kendi aralarında (bu gençlerin durumunu) tartışıyorlardı. «Onların üzerine bir bina yapın» dediler. Rableri onların durumlarım daha iyi bilir. Onlann durumuna galip gelenler ise; «Bizler onların üstüne mutlaka bir mescid yapacağız» dediler.
22- (Bazı kimseler): «Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir» diyecekler. (Bazıları da): «Onlar beştir, altıncıları köpekleridir» diyecekler. Bunlar gaybı taşlamaktır. (Bazıları ise): «Onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir» diyecekler. De ki: «Onlann sayılarını Babbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır», O halde onlar hakkında, (sana bildirilen) açık deliller dışında bir münakaşaya girme ve onlar hakkında hiç kimseden bir şey sorma.
23- Hiçbir şey için «Bunu yann yapacağım» deme!
24- Ancak, «Allah dilerse (yaparım)» (de). Bunu unuttuğun takdirde Rabbini an ve, «Umarım ki Rabbim, beni bundan daha yakın olan bir yola iletir» de!
25- Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar. Buna dokuz yıl daha ilave etmişlerdir.
26- De ki: «Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı (bilgisi) Ona aittir. O ne güzel görendir, o ne güzel işitendir! Onlann Allah'tan başka bir dostu da yoktur. O, hükümranlığına kimseyi ortak kılmaz.
27- Rabbinin Kitabı'ndan sana vahyedileni oku! Onun kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur. O'ndan başka sığınak da bulamazsın! [16]
21- «Allah'ın va'dinin hak olduğunu...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani onları uykuya daldırdığımızı ve 309 sene sonra uykudan uyandırdığımızı bilsinler diye insanları onlara muttali kıldık. Böylelikle Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve Kiyamet'in oluşun-« da şek ve şüphe bulunmadığım bilsinler. Burada onlara muttali olan insanlar ile ya bütün insanlar veya onların hemşehrileri kastedilmektedir.
«Bilsinler» fiilindeki zamir onlara muttali kılınan insanlara
racidir. Halk onların acaip ahvalini gördüğü için Allah'ın va'dinin hak olduğunu bilmiştir. Allah'ın va'dinden maksat, ölümden sonra diriltmek ve haşre gönderme va'didir. Bu vaadden maksat Allah'ın bütün vaadleri de olabilir. îster haşr hakkında, isterse başka şeyler hakkında değişmez.
«Hak»ttr; yani doğrudur. Orada herhangi bir muhalefet bahis konusu değildir. Veya sabittir, gelecekte mutlaka olacaktır. Çünkü onlann uzun ve normale muhalif uykuları, 309 sene sonra uyanmaları tıpkı ölüm île haşre göndermek gibidir.
«Saat» kelimesi Kıyamet, yani insanların haşre gönderildiği vakit demektir.
«Onda şüphe yoktur»; yani onun oluşunun mümkün olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü 309 sene sonra insanla-n uyandırıp normal hale getiren zâta, ölüleri yeniden diriltmek hiç de ağır bir şey olamaz.
((Zikret o zamanı ki onlar aralarında (Ashab-ı Kehf'in durumunu) münakaşa ediyorlardı», veya kendi aralarında Ashab-ı Kehf'in durumunu münakaşa ettiği zaman insanları (veya onların hemşehrilerini) kendilerine muttali kıldık! Ki bundan ötürü aralarındaki ihtilaf ortadan kaldırılmış olsun ve hak meydana çıksın.
«Ashab-ı Kehf'in durumunnâan maksat uykudan uyandınl-malandır. Emr'in (durumun) onlara izafe edilmesi onların durumuna Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu ihtimama binaendir. Ayrıca hakiki hâllerine vakıf olunsun diye izafet yapılmıştır. [17]
Haşr hususunda insanlar iki gruba ayrılmıştır: «Vardır» diyenler, «yoktur» diyenler... Bazı kimseler «Sadece ruhlar haşre gönderilir, cesetler gönderilmez» demiş, bazıları da «Ruh ile ceset beraber gönderilir» demişlerdir. Bu ikincisi müslümanlar nez-dinde doğru olan görüştür.
Rivayete göre Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kehf'i ağır bir uykuya daldırıp, onların üzerinde uzun bir zaman geçip de, bırakıp mağaraya kaçtıkları yaşıtlarından kimse kalmadıktan sonra müslü-man bir kral onların ülkesine hakim olur. O kralın vatandaşları haşr hakkında ihtilafa düşerler. Bu durum krala gayet ağır gelir. O da yünden elbise giyerek kum üzerine oturduktan sonra Cenab-ı Hakk'a şöyle yalvarır: «Ey Rabbim! Şunların ihtilaftm görüyorsun. Onlara hasrın durumunu açıklayıcı bir mucize gönder». Böylece Cenab-ı Hak bir çobanı musahhar kılar, O, koyun-larıyla beraber yağmurdan kaçarak mağaranın, Dakyanos tarafından kapatılan kapısını yavaş yavaş açmaya çalışır ve bu işi başarır. Koyunlarını mağaraya sokar. Ertesi gün Ashab-ı Kehf derin uykusundan uyanır. Bir kişiyi kendilerine yemek satın almak üzere şehre gönderirler. O kişi çarşıya girer ve fakat gördüğü insanları tanımaz. Ancak yollan tanır ve şehirde imanın var olduğunu müşahade eder. Dikkatlice yürür. Bir kişiye vararak kendisinden yemek satın alır. Kişi elindeki gümüş paraya bakınca, onu tanıyamaz. Çünkü o para Dakyanos zamanındaki paradır. «Sen bir hazine bulmuşsun» diye iddia ederek, «Ya o hazineyi bana gösterirsin veya seni krala gösteririm» der. Ashab-ı Kehf'ten olan kişi: «Bu kralın sikkesindeki kişi, sizin kralınız filanca değil midir?» deyince bakkal: «Hayır, o değildir. Bizim kralımızın ismi Yendosis'tir» der. Böylece halk başlarına toplanıp, onu krala götürürler. O çok korkmuştur. Kral ona durumunu sorunca, o da hikâyeyi tamamen arzeder. Kral da bir grup gencin çıkıp Dakyanos zamanında kaybolduklarım işitmişti. Şehrin Üeri gelenlerini çağırır. O ileri gelenlerden birisinin yanında Ashab-ı Kehf'in isim ve soy kütükleri vardı. O Ashab-ı Kehf'ten olan gence sorar ve o da ona haber verince, Kral'a «Bu adam doğru söylüyor» der. sonra Kral; «Ey halk, bu bir mucizedir. Allah sizin için bu mucizeyi gönderdi» diyerek, halkıyla beraber, (O kişi de beraberlerinde olduğu halde) çıkarlar. Kral onları görünce boyunlarına sarılır. Çok sevinir. Onların oturduklarını, yüzlerinin pırıl pırıl par-ladiğını görür. Öyleki elbiseleri hiç çürümemiştir. Onlar kralla konuşarak Dakyanos'tan gördükleri zulmü kendisine anlatırlar. Onlar kralın huzurunda iken ona: «Seni Allah'a emanet ediyoruz. Allah'ın selâm ve rahmeti üzerine olsun. Allah seni ve krallığını korusun, seni insan ve cinnin şerrinden Allah'a ısmarlıyoruz» diyerek, yeniden uykularına dönerler. Allah da onların canlarını alır. Kral, elbiselerini onlara kefen yapar. Her birinin altın bir tabuta konulmasını ister. Ancak Ashab-ı Kehf geceleyin kralın rüyasına girerek, «Sen bize altından tabut yapmak istiyorsun. Bunu yapma. Bizi mağaramızda bırak, biz topraktan yaratılmışız ,tekrar oraya dönüyoruz)) derler. Böylece kral onları saçtan yapılmış tabutlara koyar ve mağaranın kapısında bir mescid inşa ettirir.
Başka bir rivayete göre, Ashab-ı Kehf'ten olan genci, o satıcı kralın huzuruna götürdüğünde, Kral: «Sen kimsin?» diye sorar. O da: «Ben bu şehir halkından bir kişiyim. Biz birkaç günden beri yoktuk» der, sonra evini söyler. Hiç kimsenin tanımadığı bazı akrabalarını haber verir. Fakat kral bir grup gencin çıktıklarım ve kaybolduklarını işitmişti. İsimlerinin bir levha üzerinde yazılı olduğunu ve bunun devlet hazinesinde saklandığım da biliyordu. Levhayı istetti. İsimlerine baktı. Gördü ki bu kişi o isimlerden birisidir.
O genç Kral'a: «Bunlar benim arkadaşlarımdır» deyince kral, etbaıyla beraber genci de yanlarına alarak mağaranın kapısına gelirler. Genç, krala: «Bırakın emce ben arkadaşlarımın yanına gideyim. Onlara müjde vereyim. Çünkü onlar sizi benimle beraber görürlerse korkarlar» der. Böylece genç, mağaraya girip arkadaşlarına müjde verdikten sonra Cenab-ı Hak onların ruhlarını kabzeder. Kral ve beraberindekiler bir türlü onların cesetlerini bulamazlar. Onların üzerine bir mescid bina ederler. Onların Ashab-ı Kehf in hallerine vakıf olmaları bu gencin anlattıklarından ileri geliyordu. Onun doğruluğuna itimat etmişlerdi. İşte «Onları muttali kıldık» ifadesiyle kastedilen budur.
«Onlartn emri»ndeki zamir Ashab-x Kehf'e racidir. «Emir» den- maksat onların durumu ve muttali, olunmazdan önceki halleridir. Yani biz halkı, Ashab-ı Kehf üzerine, aralarında onların durumlarım müzakere ettikleri bir dönemde muttali kıldık. Halkın onların durumlarını, yazılan hikâyelerden ve babadan oğula nakledilen rivayetlerden öğrenmiş olmaları muhtemeldir. Fakat onların diri olup olmadıklarını bilmiyorlardı.
«Onların üzerine bir bina yapın, dediler», yani halk Ashab-ı Kehf in bulundukları mağaranın kapısında bir bina yapılmasını istediler. Bu ifadedeki «Bünyan» kelimesi Ragıb el-İsfehanî'nin ifade ettiğine göre cemi olmayan tekil bir kelimedir. Onlar mağaranın kapısında bir bina yapılmasını, kimse onların cenazelerine dokunmasın diye talep ettiler.
«Rableri onların durumlarını daha iyi bilir» sözü Ashab-ı Kehf e muttali olup da kendi aralarında münakaşa edenlerin sözleri olabilir. Sanki onlar Ashab-ı Kehf in durumunu müzakere ettiler, soy ve sopları hakkında konuştular, durumlarım araştırdılar ve uykuda ne kadar kaldıklarını incelediler. Bütün bunların hakikatine kesinlikle vakıf olmadıkları zaman da gaybm alimi olan Allah'a bu ilmi havale ettiler.
Bu cümle aynı zamanda Cenab-ı Hakk'ın kelâmından da olabilir. Bu da onların durumuna dalanların sözlerini reddetmek için varid olmuş olabilir. Bunların Ashab-ı Kehf zamanındakiler veya Rasûl-ü Ekrem dönemindeki ehli kitap olması farketmez.
«Onların durumuna galip gelenler: «Bizler onların üzerine mutlaka bir mescid yapacağız» dediler».
Zemahşeri; «Onların durumuna galip gelenler» sözüyle Ashab-ı Kehf'e muttali kılınan kimseler kastedilmiş olabilir» diyor. «Emirleri ?>nden maksat dinlerinin emridir ki o da haşr meselesidir. Ve muhtemelen zamir Ashab-ı Kehf'e racidir. O zaman ayetin mânâsı «zikret o zamanı ki halk aralarında haşr hususundaki durumlarını (veya Ashab-ı Kehf in durumunu) müzakere ediyor, onların kıssaları hakkında konuşuyorlardı. Allah'ın onlara gösterdiği ayet konusunda beyanda bulunuyorlardı» şeklinde anlaşılir. Veya onlar öldükleri zaman emirlerinin tedbirini aralarında müzakere edip onların yerlerini nasıl gizleyecekleri, onlara varan yollan nasıl kapatacakları hususunu görüşüyorlardı.
Birçok müfessirin kelâmından anlaşıldığına göre bu iki grup ta (yani, «onlar üzerinde bir bina inşa edin» diyenlerle «kesinlikle biz onların üzerine bir mescid yapacağız» diyenler) onlara hürmet için böyle söylemişlerdi.
Abdurrezzak ve İbn Ebi Hatim'in Katade'den rivayet ettiğine göre, «Onların emirlerine galip gelenlerden maksat idarecilerdir». Nitekim «Biz onlar üzerine bir mescid edineceğiz» demeleri de onların idareci olduklarını gösterir. Çünkü idarecüer böyle fulleri kendi nefislerine nisbet ederler.
«Onların emirlerine galip gelmemin mânâsı bir emri irade ettiklerinde o emrin yapılması kendilerine zor gelmeyen kişiler demektir. Onların istekleriyle kendileri arasına hiç kimse gire* mez!
Buradaki mescidden Hz. Muhammed'in ümmetine ait olan bugünkü mescidler kastedilmemektedir. Çünkü o mescid, o günkü müslümanların mabedi anlamındadır. Daha önce de zikredil-diği gibi onlar hıristiyandı. Ayetin zahirine bakılırsa bu mescid, içinde isteyen kimse Allah'a ibadet etsin diye inşa edilmiştir. Ebu Hatim, Süddi'den şöyle rivayet ediyor: «Kral: «Allah'a yemin ede. Hm, ben şu salih kulların yanında bir mescid inşa edeceğim ve ölünceye kadar da bu mescidde Allah'a kulluk ve ibadet edeceğim» dedi».
Hasan Basri'den gelen bir rivayet: «Kral bir mescid bina etti ki Ashab-ı Kehf uyandıklarında orada namaz kılsınlar» şeklindedir. Ancak Hasan Basri'nin bu rivayeti onların ölmedikleri, daha Önce olduğu gibi uyudukları kanaatine binaendir,. Nitekim bazı tefsir alimleri de böyle demişlerdir. Hatta bazıları «Onlar Mehdi gelinceye kadar ölmezler ve Mehdi'nin yardımcıları olacaklardır» demişlerdir. Alusi bu görüşlere itibar edilemeyeceğini ve bunların hurafe iddialar olduğunu söylemektedir. [18]
Bazı alimler «Bu ayet salihlerin kabirleri üzerinde binalar yapmaya, o kabirler üzerinde mescidlerin inşasına ve oralarda namaz kılmaya cevaz verir» demişlerdir. Bunu söyleyenler arasında Beyzavi'nin meşhur haşiyesi Eş-Şehab'm sahibi Haffaçi de vardır. Fakat Alusî bu sözün batü, atıl, fasid ve kasid bir söz olduğunu söyleyerek şu rivayeti ilave ediyor:
«İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve İbn Mace, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «Allah'ın Rasûlü buyurdular: «Kahirleri ziyaret eden kadınlara, kabirler üzerine mescid edinenlere ve o mesddlerde mumlar yakanlara Allah lanet etmiştir».
Hz. Peygamber, başka bir hadisinde «Dikkat edilsin, sizden önceki ümmetlerden bazıları peygamberlerinin kabirlerini mescid ediniyorlardı. Kesinlikle ben sizi böyle yapmaktan nehyediyo. rum» diye buyurmuştur. (Müslim).
İmam Ahmed, Usame'den, Müslim, Buhari, Nesei, Hz. Aişe' den ve Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyorlar: «Cenab-i Hak yahudi ve hıristiyanlara lanet etti. Çünkü onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid ittihaz ettiler».
îmam Ahmed, Müslim, Buhari ve Nesei'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber: «Sizden Önceki ümmetlerin arasında salih bir kişi Öldüğü zaman onun kabri üzerinde bir mescid bina ederlerdi ve o mescidde çeşitli put resimleri yaparlardı. Onlar Kıyamet Günü'nde mahlûkatın en şeriridirler» buyurmuştur.
İmam Ahmed ve Tabarani şöyle rivayet ediyorlar: «İnsanların en şeriri diri oldukları halde Kıyamet'in kendilerine yetiştiği kimselerdir. Bir de kabirleri mescid edinenlerdir».
Abdurrezzak «El-Musannef»inde: «Benim ümmetimin en şerir ve en pis olan grubu kabirleri mescid ittihaz edenlerdir» diye rivayet ediyor.
Yine Abdurrezzak «El Musannef»inde, «îsrailoğulları kabirleri mescidler edindiler ve bundan ötürü de Allah onlara lanet etti» diye rivayet eder.[19]
İbn Hacer, «Ez-Zevacir» adlı kitabında der ki: «Bazı Şafii alimleri kabirler üzerinde mescid edinmeyi ve kabirlere doğru durarak namaz kılmayı, kabirlere, Kabe'ye, Rüknü Yamani'ye ve Hacer'ul-Esved'e el sürüldüğü gibi el sürmeyi, kabirlerin etrafında Kabe'deki tavaf gibi dönmeyi ve benzerlerini büyük günahlardan kabul etmişlerdir», diyor.
Kabri mescid edinmenin böyle tehlikeli olması hususu apaçiktır. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapana lanet etmiş ve salih-lerin kabirleri üzerine mescid bina edenleri, Kıyamet Günü'nde Allah'ın katında en şerir insanlar olarak belirtmiştir. Bu, bizi sakındırmak hususunda büyük bir uyandır. Kabri mescid edinmenin mânâsı kabrin üzerinde durarak veya kabre yönelerek namaz kılmaktır.
Bu hüküm, halk tarafından büyük bilinen bir peygamber ve ya velinin kabri hakkında geçerlidir. Nitekim «Onların içinde salih bir kişi olduğu zaman onun kabrinin üzerinde mescid yaparlardı» şeklindeki rivayet de buna işaret ediyor. Bundan dolayı Hanefîler, peygamberlerin ve evliyaların kabrine teberrük niyetiyle durup namaz kılmanın haram olduğunu söylemişlerdir. Yani dikkat edilirse Hanefîler iki şart ileri sürmektedirler: Birisi, kabir sahibi büyük bir insan olacaktır ve ona durup namaz kılmak kastedilecektir. Ondan bereket ummak, onu birtakım fiilleriyle tazim etmek de onun üzerinde namaz kılmak demektir. Böyle bir durumun büyük günah olduğu hadislerden açıkça anlaşılmaktadır. Sanki kabir üzerinde çıra yakmak gibi kabre yapılan her tazim buna kıyas edilmiştir. Bazı hadislerde kabirlerin üzerinde mum veya lamba gibi bir şeyi yakana lanet edildiği açıkça belirtilmiştir. Hanefi alimlerinden «Bu mekruhtur» diyenlere göre, eğer tazim, kabir sahibinden bereket niyetiyle olmazsa mekruhtur. Yok eğer bu niyet varsa haramdır. [20]
Hanefîlerden bazıları «Kabir üzerinde, kabir sahibinden bereket beklemek niyetiyle namaz kılmak, Allah ve Rasûlü'ne karşı koymaktır. Cenab-ı Hak'kın izin vermediği bir dini yeniden ortaya çıkarmaktır» demişlerdir. Nitekim böyle bir şey icmaen yasaklanmıştır. Zira haramların en büyüğü ve en büyük şirk sebebi kabirlerin yanında namaz kılmak, kabirleri mescid edinmek ve kabirler üzerine binalar kurmaktır. Böyle binaları süratle yıkmak ve kabirler üzerindeki kubbeleri yok etmek vacibtir. Zira bu tür mescidler Mescid-i Dirar'dan daha zararlıdır. Zira bu tür mescidler Allah Rasûlü'ne karşı gelme temeli üzerine bina edilmiştir.
Çünkü Rasûl-ü Ekrem böyle bir namazı, böyle bir mescidi yasaklamıştır ve yükselen kabirlerin yıkılmasını emretmiştir. Kabirlerin üzerindeki kandiller, çıralar, kaldırılması vacip olan şeylerdir ve böyle bir şeyi vakfetmek, sıhhatli değildir. [21]
İmam Nevevi'nin El Minhac'ı ile aynı kitabın îbn Hacer tarafından yapılan şerhinde şu hükümler yer almaktadır: «Kabri kireçlemek, üzerinde, hariminde veya harımı haricinde vakf olmayan kabristanda kubbeler inşa etmek mekruhtur. Ancak kabrin eşilmesinden veya bir hayvanın kabri açmasından veya bir selin kabri yıkmasından korkulduğu takdirde, özel mülklerde böyle bir şey yapılabilir. Fakat vakıf yerlerinde fisebîlillah mezarlıklarda böyle bir şey yapmak haramdır. Kabir üzerine yazı yazmak da mekruhtur. Çünkü bu üç meselede açıkça nehy vardır. İsterse o yazı kabir sahibinin ismi olsun, isterse başka bir ?eV-olsun. Onun yambaşında veya başka bir yerde bir levha yazıp koymak da bu hüküm dahilindedir». Evzai, «Kur'an'm oraya yazılması haramdır» demiştir. Çünkü Kur'an böyle bir durumda ya ayaklarla çiğnenmek veya ikinci kez orada bir defin bahis konusu olursa ve yağmur yağarsa ölülerin irini ile necis olmak ihtimaliyle karşı karşıyadır. Uzun seneler tanınması için üzerinde isim yazmak mendubtur. Hele peygamber ve salihierin kabri olur-sa. Çünkü bu müstehap olan ilam kabilindendir. Bir de Hakim, nehyi rivayet etmiş ve «Bugün amel bunun üzerinde değildir» demiştir. Çünkü müslümanlann imamları doğudan batıya kadar kabirleri üzerine yazı yazdırmışlardır. Öyleyse bu bir ameldir. Halef bunu seleften almıştır. Fakat bu külli kaidenin yasaklanmış olmasıyla Hakim'in bu görüşü reddedilir. Faraza, böyle bir külli kaidenin varlığı kabul edilirse onların kabirleri üzerinde ve vakıf mezarlıklarda kubbeler yapılması yazı yazmaktan daha fazladır. Nitekim Bu Mekke, Medine, Mısır ve benzeri yerlerde görülmektedir. Halbuki alimler böyle kubbelerin yapılmasının Peygamber tarafından yasaklandığını biliyorlardı. Öyleyse bunların üzerindeki yazılar da böyledir. Eğer «Bu bir fiili icmadtr ve fiili icma da hüccettir. Nitekim bunu sarahaten söylemişlerdir» dersen cevap olarak deriz ki: Bunun fiili icma olması memnudur. Belki bu sadece ekseri bir icmadır. Zira böyle bir icma bunu menetmeye taraftar olan alimlerden bile nakledilmemiştir. Bunu fiil-i icma farzedelim. Zahir olduğuna göre onun delil olma yeri ancak zamanların salahı bahis konusu ise olur. Halbuki böyle bir zaman çoktan geçmiş gitmiştir.
Eğer daha önce. söylediğimiz ihtiyaçlardan birisi olmaksızın kabir inşa edilir veya fîsebîlillah olarak bir kabristanda kubbe yapılır ya da içinde ölüleri defnettikleri (veya bu iş için vakfedilen) arazüerde kubbe yapılırsa, vücuben bu kubbelerin yıkılması gerekir. Çünkü haramdır. Üstelik böyle bir durum diğer müs-lümanlar için zorluk getirmiştir. Bununla beraber ölü çürür gider, bina ise daimdir ve halk da orada defnedilmekten mahrum olur.
Acaba mezarın etrafında dört taş koymak, murabba bir şekil meydana getirmek, kabri çevirmek ve etrafım çimento ile birbirine bitiştirmek bina olarak sayılır mı veya örfen bina denil-mediği için sayılmaz mı? Kuvvetli olan görüş birincisidir. Yani bina olarak sayılır. Çünkü binanın yıktırılma sebebi diğer müs-lümanların o bölgeden istifade etmekten mahrum olmasıydı. Bu da aynı mânâyı taşımaktadır.
Bir grup alim Mısır'ın meşhur Karafe mezarlığındaki bütün binaların yıkılmasına, hatta İmam Şafii'nin türbesinin de yıkılmasına fetva vermiştir. O kubbeyi hükümdarlardan bazıları İmam Şafii'nin mezarı üzerinde yapmışlardı. Herkes, bir kargaşadan "kork-madığı takdirde bu binaların yıkılmasıyla vazifelidir. Fakat idareci, îbn tfa'nın «es-Sulh» isimli kitabında söylediğine göre bunları kaldırmak mecburiyetindedir.
Sahih-i Müslim'de Ebu'l Heyyacü Esedi'den şöyle rivayet ediliyor:
«Hz. Ali bana, «Rasûlullah'ın beni vazifelendirdiği bir görevle seni vazifelendiriyorum. Hiçbir şekli bırakmayacak, hepsini yıkacaksın. Bina edilmiş hiçbir kabir bırakmayacak, hepsini düzelteceksin» dedi.»
Îbn'ul-Hemam, Feth'ul-Kadir'inde «Hz. Ali'nin bu sözü ancak yüksek ve güzel binalarla kabirleri bina etmekten ibaret olan işlemlere yorumlanır. Böyle bir işlem varsa bu geçerlidir» diyor.
Hadisler, hadislere tabi olan insaflı alimlerin kelâmları, selefi salibinden bu hususta gelen uyanlar sayılmayacak kadar çoktur.
Kabirler üzerinde yapılan kubbe ve mescidlerin bizden önceki ümmetlerin şeriatlarından olduğu açıkça büinmektedir, denilerek şunlar öne sürülemez: Rasûl-ü Ekrem: «Kim bir namazı uyuyarak veya unutarak bırakırsa onu kaza etsin» dedikten sonra «Beni hatırladığın zaman namazı İkame et» ayetini delil getirmiştir. Halbuki bu ayet Hz. Musa'ya söylenmiştir. Bundan anlaşılıyor ki bizden öncekilerin şeriatından delü getirme yetkisi bizim için de geçerlidir. Ayrıca İmam Muhammed suyu nöbetleşe taksim etmenin caiz olduğuna, «o deve için belli bir günün suyu vardı» ayetini delil getirmiştir. Bir de «su onların aralarında taksim edilmiştir» ayetiyle istidlal etmiştir. Ebu Yusuf, «Onlar üzerine yazdık« ayetiyle kısasın erkek üe kadın arasında cereyan ettiğine dair delü getirmiştir. Kerhî, hür ile kölenin, müslüman ile zımmi arasında kısas olduğunu İsrailoğulları hakkında inen ayetlerden istidlal etmiştir.
Evet, böyle denüemez. Çünkü Öncekilerin şeriatında bize gerekli olan bizim şeriatımızda da vardır. Mutlaka bizden öncekilerin şeriatının bizim şeriatımız olduğuna dair bir hüküm yoktur. Bilâkis Allah onu inkâr etmeksizin bize bildirirse o zaman bizim şeriatımız olur. Hz. Peygamber'in inkârı da Allah'ın inkârı gibidir. Allah Rasûlü'nden kabirler üzerinde mescid inşa edenlere lanet edildiği bildirilmiştir. Bizde, bizden öncekilerin şeriatlarında zikredilenlerin olması da memnudur. Kabirler üzerinde mescid inşası daha Öncekilerin şeriatlarında nasıl olabilir? Halbuki Rasûl-ü Ekrem, yahudi ve hıristiyanlara, peygamberlerinin kabirleri üzerinde mescid edindiklerinden ötürü lanet etmiştir. Bu ayet-i celile, Ebu Yusuf veya İmam Muhammed veya Rasûl-ü Ekrem tarafından hüküm ittihaz edilen ayetler gibi değildir. Bu ayette Ashab-ı Kehf hakkında konuşan bir grup insandan söz edilmekte, onların böyle bir şeye hazırlıklı oldukları sergilenmektedir. Bu onlara bir Övgü olsun diye zikredilmemiştir. Hatta bu hususta onlara uyulması hususunda da herhangi bir teşvik sözkonusu değildir. Onların fiillerine güvenin az olduğunu takviye eden delillerden birisi de tefsir alimlerinin «Bunlardan maksat idarecilerdir, sultanlardır» demeleridir. Nitekim bu durum Katade'den rivayet edilmiştir. Bu hükme binaen birisi şöyle itiraz edebilir:
«Birinci taife mümindi. Kabirler üzerinde mescid inşasının meşru olmadığını biliyorlardı. Onlar mağara kapısının yanında mescid bina edilmesini ve mağaranın kapatılmasını teklif ettiler. Fakat onların teklifi kabul edilmedi. Hatta onların bu şekildeki teklifleri yöneticilerini kızdırdı ve onlar «Biz onların üstünde bir mescid bina edeceğiz» şeklinde yemin ettiler. Birinci taife Ashab-ı Kehf'in cenazelerinin defnine işaret etmediler. Halbuki o zamanda da zahire göre meşhur olan defindir. Nitekim bizim katımızda da ölüler hususundaki yaygın uygulama defindir. Çünkü onlar Ashab-ı Kehf'in öldüklerini kesin olarak bilmiyorlardı. Bu hususu kesin olarak bilememelerinin nedeni mağaranın içerisine girmeye kâdir olamamalarıydı. Çünkü Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kehf 'e korkutucu bir heybet vermişti. Nitekim bu durumu Abdurrezzak ve Îbn'ul-Munzir, Vehb bin Münebbih'ten nakletmektedirler. İşte bunun için birinci taife «onların Rableri onları daha iyi bilim demişlerdir».
Eğer ikinci grup hakkında hüsnüzan ile düşünmek gerekirse şöyle denebilir: Onların ölüler üzerinde mescid edinmeleri, faili lanetlenmiş ve yasaklanmış olan bugünkü kabirler üzerinde mescid edinmek gibi değildi. Onlar sadece o ölülerin yanında veya mağaralarına yakın bir yerde mescid inşa etmek istemişlerdi. Hatta Süddi'den nakledilen rivayette «Tnağaramn yanında mescid yaptılar» ibaresi vardır. Vehb bin Münebbih'ten de böyle gelmiştir.
Böyle bir mescid inşası mahzurlu değildir. Çünkü nihayet buna «Ashaba Kehf Mescidi» denmesi mescidin onların içinde bulundukları mağaranın yanında inşa edilmesinden ileri geliyor. Tıpkı Hz. Peygamber'in kabri şerifinin yanında bina edilen mescide «Mescid-i Nebevi» denilmesi gibi.
Kısacası zerre kadar aklı olan bir kişi sahih haberlerin ve sarih rivayetlerin hilafına hareket etmemeli, bu ayetten yapılan istidlallere güvenmemelidir. Çünkü böyle bir istidlal sapıklığın ve akılsızlığın en son noktasıdır.
Alusi diyor ki: «Ben salihlerin kabri üzerinde yapılan binalar, kubbeler gördüm. Cahiller kireç ve kiremitlerle onları inşa etmişler, kandiller takmışlardı. Üstelik o mezarlıklarda durup namaz kılmayı, onların etrafında tavaf etmeyi, onlara el sürmeyi ve onların yanında özel vakitlerde toplanmayı helâl sayan bazı cahil kişiler vardı. Ki bu ayeti delil olarak kullanıyorlardı. Ayrıca bazı rivayetlerde «Onlar için her senenin belli bir gününü bayram yaptı», «Onları saç tabutlara koydu» şeklindeki rivayetlerle
Kehf suresi : ıs
istidlal ediyorlar. Bir kısmım diğerine kıyas ediyorlar. Halbuki bütün bunlar Allah ve Rasûlü'ne karşı meydan okumaktır. Allah'ın izin vermediği bir fiili yapmaktır.
Bu meseledeki hakikati bilmek hususunda Ashab'in, Rasûlul-lah'in kabrine karşı davranışları veya Rasûluilah'ın kabrini ziyaret ederken yaptıkları şeyler kâfi bir delildir. Oysa Rasûlullah'in kabri şerifi yeryüzünde en üstün kabirdir, hatta Arş'tan da ef-daldir. Rasûlullah'ın kabrinde sahabîlerin yaptıklarıyla, sair yer-lerde yapılanlar hakkında ciddi bir şekilde düşünülmelidir. [22]
(22 «(Bazı kimseler): Onlar üçtür ,dÖrdüncüleri,.,j>Bu Ayetin Tefsiri
îbn Atiyye'nin ifadesine göre buradaki «Diyecekler» ifadesi Rasûlullah'ın asrında yaşayan ve Rasûlullah ile zaman zaman münakaşaya girişen yahudilere racidir. Hasan Basri ve diğer tabiin tefsircilerinin «Ashab-ı Kehf, Hz. Musa'dan önce idin şeklindeki sözleri de bu zamirin yahudilere raci olması hususunu tekid etmektedir. Çünkü bu söz yahudüerin az da olsa Ashab-ı Kehf hakkında malûmat sahibi olduklarına delâlet eder. Fakat bu görüş Ashab-ı Kehf'in zikredilmesini gerektirir.
Ayetin zahirine bakılırsa, bu olmayan bir hadiseyi haber vermektir. Sanki Cenab-ı Hak burada: «Ey Peygamberim, sen onlara Ashab-ı Kehf kıssasını zikrettiğin zaman (veya onlar Ashab-î Kehf'in kaç kişi olduklarım sordukları zaman) onlar «onlar üç şahıstır, dördüncüleri köpekleriydi» diyeceklerdir» elemektedir.
«Üçtürler», yani üç şahıstırlar. Dördüncü şahıs ise köpeklericür .Ve diyeceklerdir: «Beş şahıstırlar, altıncıları köpekleridir». Bütün bunlar kendilerinden gayb olan bir haberi ortaya atmaktır. Bu haber hakkında onların herhangi bir malûmatları bahis konusu değildir. Bunu zanna binaen söylemektedirler.
«Resmen» kelimesi esasında herhangi bir hedefe atılıp da isa-bet etmeyen taşlar demektir. Fakat burada mülahazasız, ilimsiz söylenen sözler mânâsında kullanılmıştır.
Onlar «Ashab-ı Kehf yedi kişiydi. Sekizincileri köpekleriydi)) diyecekler. Bu cümlede gramer bakımından ince bir nokta vardır. «Vesâminuhum» lâfzının başındaki «vav» sıfat ile mevsuf arasına getirilmiş bir vavdır. Buna gramerde «bitiştiren» mânâsında «nusuki vav'ı» denilir. Bu «vav» delâlet eder ki bu sabit ve istikrarlı bir sözdür ve bu sözü söyleyen bir ilme dayanarak, kendisinin kesinlikle bildiği bir konuyu ifade etmiştir. Bu sözü söyleyenler uluorta konuşmamışlar, fakat daha önceki sözü söyleyenler böyle yapmışlardır.
Bunun delili şudur: Cenab-ı Hak diğer iki sözün ardından «Recmen bi'l-Gayb» tabirini getirdiği halde bu sözden sonra böyle bir tabir kullanılmamıştır. Aksine bu sözden sonra: «De ki: Benim Rabbim onların sayısını daha iyi bilir» cümlesi vardır.
«Onların sayısını ancak çok az kimse bilir» cümlesi de delâlet eder ki onların sayılarını bilenler de vardır. Fakat azınlıktadırlar. Nitekim İbn Abbas'm kelâmı böyle bir mânâya delâlet etmektedir. Zira rivayete göre îbn Abbas «Vav düştüğü zaman sayı düşmüştür» demiştir. Yani vavlı gelen sayıdan sonra artık herhangi bir sayı yoktur. Yani onların sayısı yedi şahıstır, köpekleriyle sekiz olmaktadır ki bu durum kesindir.
Ata: «Ashaba Kehfin sayısını bilen az bir grup vardır ve onlar da ehli kitaptandır» demiştir.
Bazı tefsirciler «İnsanlık âleminden bir gruptur» demişlerdir. Nitekim Tabarani'nin «Evsatn adlı kitabında sahih bir se-nedle tbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadis de bu son yorumu te-kid etmektedir: «Ben o azlardanım»; yani İbn Abbas «Ben de on. ların sayısını biliyorum» demek istiyor ki kendisi ehli kitaptan değildir. Bu hadisi îbn Abbas'tan çeşitli yollardan birçok muhaddis rivayet etmişlerdir. Ayrıca bunun benzerini İbn Ebi Hatim, İbn Mesud'tan da rivayet etmiştir: İbn Mesud, «Ben de onların sayu sini bilen az kişilerden birisiyim» demiştir.
Bazıları da «Bu az kişiler meleklerdir» demiştir. Yani «02 sayıda melek onların sayısını biliyor» demişlerdir. Fakat bu yorum hiçkimse tarafından uygun görülmemiştir.
Bazı müfessirler; «Üç yerin zamirleri de Rasûlullah'm döne-minde Ashab-a Kehfin kıssalarını konuşan ehli kitap ve müslü-manlara raddir. Fakat bütün ehli kitap ve bütün müslümanlar bunu söylemiştir diye bir şey söz konusu değiîdir» demişlerdir. Aksine onların bir kısmı bunu söylemiştir: Binaenaleyh birinci söz yahudilerindir. Nitekim İbn Ebi Hatim bunu Süddi'den böyle rivayet ediyor. Başka bir görüşe göre birinci söz Necran Arapla-nndan bir hıristiyan Önder olan Seyyid'e aittir. Bu zat, Yakubî mezhebindendi ve Rasûlullah'a gelen Necran heyetine dahildi. Ashab-ı Kehf bahsi orada geçti. O da Ashab-ı Kehf hususunda «Onlar üç şahıstır. Dördüncüleri köpekleridir» şeklinde konuştu. Burada Cenab-ı Hak bir kişi konuşmuş olduğu halde «diyeceklerdir» şeklinde çoğul ifade kullanmıştır. Çünkü onunla beraber olan diğer hıristiyanlar da ona tâbi idiler.
İkinci &6z, Süddi'den gelen rivayete göre hıristiyanlara aittir. Bazıları «hıristiyan papazlarından olan eUAkib bunu söyledi ve bu zat nasturiye mezhebinden idi» demişlerdir.
Üçüncü söz bazı müslümanlara aittir. Cenab-ı Hak bu sözler söylenmezden önce müslümanlara hakkı telkin etmiş ve onlan hakka irşad etmiştir. Ve müslümanın söylediği hakkın ta kendisidir, tşte bu yoruma göre o az bilenlerden maksat, Allah'ın bu alâmet ve mucizelerle irşad ettiği fertlerdir.
Bazı müfessirler: «İbn Abbas olsun, diğer müslümanlar olsun bunu vahy yoluyla bilmişlerdir. Çünkü RasûUü Ekrem onlara Allah'ın vahyinden aldığını söylemiştir» derler. Fakat bu yorum reddedilmiştir. Çünkü böyle bir durum olsaydı eğer, bu husus İbn Abbas'tan gizli kalmazdı ve İbn Abbas o azlardan birisi olduğuna dair delil getirmeye mecbur kalmazdı.
Fakat bu itiraza şöyle cevap verilebilir: İbn Abbas'ın az bir cemaatla böyle bir vahye muttali olmasına hiçbir mâni yoktur. Rasûl-ü Ekrem'in bütün söylediklerine bütün sahabilerin vakıf olması da bahis konusu değildir. Nice haberler vardır ki şer'i bir hükmü içermekte oldukları halde onları bir veya birkaç sahabi Rasûlullah'tan nakletmiştir. Acaba haberler böyle ise kıssalar meselesi nasıl olur? [23]
El-Bahr; «Ashaba Kehf'in isimleri Araplar tarafından bilinmeyen isimlerdir. Herhangi bir şekil ve nokta ile zabtedilmeleri de bahis konusu değildir. Onların bilindiğine dair gelen senet de zayıftır» demektedir. [24]
Ashab-i Kehf hakkında birçok özellikler zikretmişler ve büyücüler onları birtakım tılsım ve büyülerde kullanmaya çalışmışlardır. Nitekim Nisaburi, îbn Abbas'tan şöyle naklediyor: «Ashab-ı Kehf'in isimleri; istemek, kaçmak, ateşi söndürmek için elverişli, dirler. Bir parça çaputa yazılacaklar, ateşin ortasına atılacak ve ateş sönecektir. Çocukların ağlamaması için yazılır, beşikteki yastıklarının altına konur, böylece şifa bulurlar. Ziraat için bir kâr ğıt üzerine yazılır, bir ağaca, ziraatın ortasında dikilmiş bir ağaca asılır ve faydası görülür .Cinsi ilişki için asılır. Üçlü sıtma için yazılır. Baş ağrısını gidermek, zengin olmak, mertebe sahibi olmak, hükümdarların huzuruna girerek muvaffak olmak için yazılır. Çocuk doğurmakta zorluk çeken kadınlar için yazılır, sol apışına bağlanır. Malın hıfzedilmesi ,denizde sağlam yolculuk yapılması ve Ölümden kurtulmak için yazılır».
Halbuki, îbn Abbas'tan ve selefi salihinden böyle bir rivayet sahih olarak sureti katiyede gelmemiştir. Bu, meşayihin deyimleriyle süsleyip, kadınlardan ve akılsızlardan para devşirmek isteyenlerin uydurduğu iftiralardır. Ancak; «Kadınlardan ve akılsızlardan para devşirmek, bu isimlerin özelliklerindendir. Denenmiştir ve sıhhatlidir» diyebiliriz. [25]
Böyle bir rivayet îbn Abbas'tan gelmemiştir. Bu, sadece birtakım uyanıkların para devşirmek için akılsızları ve kadınları kandırmak maksadıyla söyledikleri uydurmalardır. Ancak onlar bu tür insanlardan para devşirebilirler ve bu tür. insanları kandırabilirler.
«Ey Rasûlüm! Onlarla bu hususta herhangi bir münakaşaya girme»; yani bu meseleye dalanların yanlışlarını da, doğrularını da görsen onlarla münakaşa etme. Ancak derinlemesine olmayan ve vahyin açıklayıcı noktalarına temas eden bir münakaşa yapabilirsin. Fakat bu münakaşa onları bütünüyle cehaletle itham etmeksizin olmalıdır. Çünkü içlerinde söyledikleri hususlarda isabet edenler de vardır. Velev ki az da olsa. Onların cahillerine karşı şiddetli konuşmalar olmasın. Çünkü bu şekilde konuşmak güzel ahlâka ters düşer. Sen güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş bir peygamberi zişansin. [26]
îbn Zeyd «Zahir olan mira, kişinin hasımlara «Sizin bildiğiniz gibi değildir» demesidir» demiştir. Maverdi «Açık miradan maksat zahir bir delile dayanan mücadele demektir» diyor. İbn' uI-Enbari: «Haberin hakikatini yüzdeyüz bilen bir alimin, bilmeyenlerle mücadele etmesidir» diyor. İbn Balar «Açık miradan maksat halkın gözle gördüğü bir mücadeledir» derken, Tibrizi «hasmın delilini çürüten mücadeledir» demiştir.
«Onlar (Ashab-ı Kehf) hakkında münakaşa edenlerin hiçbirisinden bir fetva isteme. Zira sana vermiş olduğumuz fetva seni onlardan fetva istemekten müstağni kılmaktadır». Durum bu olduktan sonra onlardan fetva istemen kendileriyle alay etmek demek olur ki bu da güzel ahlâka ters düşmektedir.
Bazı alimlere göre ayetin mânâsı, «Ashab-ı Kehf hususunda onlara müracaatta bulunma. Üçüncü sözü de onlardan geldiği için değil, vahiyle geldiği için tasdik et» demektir.
Bazı alimlere göre bunun mânâsı şudur: «Madem ki birinci ve ikinci sözü söyleyenlerin cehaletini bildin, o halde onlarla, Ashaba Kehf hususunda zahiri bir cidalden başkasına girişme». Yani vahyin sana bildirdiği kadarını söyle. Ne birinci ne de ikinci gruptan herhangi bir fetva isteme. Çünkü sana gelen vahiy, sana yeter. Bununla beraber, onların bu hususta herhangi bir bilgileri yoktur!
Fakat bu yorum ayetin zahirine muhalif düşmektedir. [27]
(23) «Hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım»,..» Bu Ayetin Tefsiri
Yani yapmayı arzu ettiğin hiçbir şey için «Ben bu şeyi yarın yapacağım veya gelecekte yapacağım» deme. «Ancak Allah dilerse yaparım» de!
Bu ayeti celile Kureyşlilerin «Ruh nedir?», «Ashab-ı Kehf kaç kişidir*!», «Zülkarneyn kimdir?» diye sorduklarında Hz. Pey-gamber'in onlara «Yarın size haber veririm» diyerek «İnşaallah»! söylemeyi unuttuğu bir dönemde nazü olmuştur. Bir rivayete göre vahiy onbeş gün gecikmiştir. (Bu rivayet İbn îshak'tan gelmektedir). Diğer bir rivayette «Üç gün», başka bir rivayette ise «kırk gün» geciktiği ifade edilmiştir. Bu, Hz. Peygamber'e çok ağır gelmişti. Kureyşliler de Hz. Peygamber'i «yalancılık»\a itham etmişlerdi.
(24) «Ancak Allah dilerse yaparım!..» Bu Ayetin Tefsiri
Muhakkik alimlere göre bu istisna 23. ayette geçen nehye bağlanmaktadır. «İnşaallah»a istisna demek, lügat ve isti'malde sabit olmuştur. Nitekim Seyrafi «Şerh'ul-Kitap»ta bunu söylemektedir. Ragıb el-İsfehani, Müfredat'ında «İstisna, önceden geçmiş, bir genel tabirin gerektirdiği bir şeyi uzaklaştırmak demefo-tir» diyor. Meselâ kişi «Karım boştur, ancak Allah dilerse» derse «karım boştur» ibaresinin gerektirdiğini «istisna» denilen «inşaaU lah» kaldırır. Hadis-i şerifte «Kim bir şeye dair yemin ettikten sonra inşaallah derse o kişi istisna yapmıştır» buyurulmaktadır.
«Unuttuğun zaman Rabbini zikret»; yani bu hususta herhangi bir nisyana maruz kalırsan, sonra da «inşaallah» demediğini hatırlarsan bu kelimeyi söyle! İsterse bu ara kısa, isterse uzun olsun, farketmez.
İbn Cerir, Taberi ve İbn'ul-Munzir, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «Bir sene sonra dahi yapılsa, bu istisna olur» buyurmuştur. Bu, Ehli Beyt'in de rivayetidir. Aynı zamanda İmam Ah-med de bunu rivayet etmiştir.
İbn'ul-Munzir, İbn.Cübeyr'den şöyle rivayet ediyor: «Yemin edip istisnayı unutan kimse bir aya kadar istisna yapabilir».
İbn Ebi Hatim, Amr bin Dinar tarikiyle Ata'dan şöyle rivayet ediyor: «Kim bir yemin ederse bir devenin sağıp bitirilmesine kadar istisna edebilir. (Yani istisna yetkisi vardır).»
Tavus, «Yemin ettiği meclisten kalkmadıkça kişinin istisna yetkisi vardır» der.
îbn Ebi Hatim, İbrahim'den şöyle rivayet ediyor: «Konuş* ma içinde bulundukça kişinin istisna hakkı vardır. Konuşmayı bitirdikten sonra ise istisna hakkı kalkmış olur».
Hikâye edildiğine göre, Halife Mansur'un kulağına Ebu Hani-fe'nin bu hususta İbn Abbas'a muhalefet ettiği haberi gelir. Halife, Ebu Hanife'yi azarlamak maksadıyla huzuruna çağırır ve meseleyi açar. Ebu Hanife ona: «Eğer İbn Abbas'ın görüşü kabul edilirse sen zarar edersin. Çünkü sen yemin verdirmek suretiyle halktan biat aldın. Adamlar senin yanından ayrıldıktan sonra «in-şaaîlah» diyerek o biattan çıkar ve sana karşı gelirlerse bunu ister misin?» der. Mansur, Ebu Hanife'nin bu yorumunu güzel bularak meseleyi kapatır. [28]
Bu hususta ilginç bir hikâye daha anlatırlar: Endülüs alimlerinden biri, Bağdad alimlerini görmek ister. Onların ilimlerinin hangi noktaya ulaştığını müşahede etmek hevesine düşer. O sebeple onlarla biraraya gelmek maksadıyla Endülüs'ten Bağdad'a ulaşır. Kerh kapısından Bağdad'a girdiğinde önünde iki kişi görür. Bu adamlar başlarında bulunan tabaklar içinde bakla satmaktadır. Biri arkadaşına şöyle der: «Ey arkadaşım! Ben İbn Abbas'a hayret ediyorum. Nasıl olur da istisnanın faslım caiz görür ve «Ahkâmda bu tesir etmez» der? Eğer durum böyle olsaydı Cenab-n. Hak, Hz. Eyyüb'e istisnayı emrederdi ki yemininde keffarete maruz kalmasın. Çünkü istisnayı ona emretmek meşakkat yönünden Cenab-ı Hakk'ın onu irşad ettiği şu noktadan daha kolaydır; «Eline bir deste sap al. Böylece onunla vur ve andını bozma...» (Sa'd 44)- Halbuki Hz. Eyyüb'ün yemini ile Allah'ın kendisine emrettiği arasında bir seneden fazla geçmemiştir». Bunun üzerine Endülüs'ten gelen alim memleketine döndü. Gördükleri ona kâfi gelmişti. Endülüs'te kendisine «Bağdad alimlerini nasıl gördün?» diye sorulunca cevap olarak: «Başının üstünde yollarda bakla satan bir Bağdadlıyt gördüm. İlmi öyle bir noktaya gelmişti ki İbn Abbas'a itiraz edebildi. Acaba kendilerini ilim hizmetine adayan medrese ehli nasıldır?» dedi.
Bu hikâyenin bir aslı olup olmadığını Allah bilir. Fakat şu açık bir husustur ki bir bakla satıcısının İbn Abbas gibi ümmetin deniz.misali bir alimine itiraz etmesi pek makul değildir. Üstelik ayetin zahiri de İbn Abbas'm yorumuna uygundur. Aksi takdirde «Hatırladığın zaman Allah'ı an» demenin mânâsı kalmaz.
Bazıları «Bu, Rasûtei Ekrem'in özellikler indendir. RasûLü Ekrem uzun bir zaman sonra da, hatırladığında, istisna edebilir, başkası değil» demişlerdir. Nitekim İbn Ebi Hatim, İbn Mer-duveyh ve Tabarani'nin (Kebir'de) muttasıl bir senetle rivayet ettiklerine göre İbn Abbas ayet hususunda şunları söylemiştir: «İstisnayı unuttuğun zaman hatırladığında istisna yap». İbn Abbas sonra şöyle dedi: «Bu, Rasûlullah'ın bir özelliğidir. Hiçbirimiz yeminden sonra istisna etmeye yetkili değiliz».
Bazıları da «Gerek ayette olsun gerek hadiste, bu istisna geçmiş sözden vehmedilen bir hükmü ortadan kaldırmak için değildir. Aksine karinesi bulunan bir mukadderden istisnadır. Ayette takdir şöyledir: «Ne zaman Allah'ın zikrini unutursan onu hatırladığın zaman zikreyle inşaallah». Hadiste takdir ise şöyledir: «Bugünden sonra artık meşiyeti unutmayacağım ve «inşaallah»ı da terketmeyeceğim» veya «Bundan sonra ,herhangi bir şeyi yapacağım dediğimde inşaallaht söyleyeceğim».
Dikkat edilirse bu yorum ayetin zahirinden uzak bir yorumdur.
Bazı kimselere göre ayet şöyle anlaşılabilir: «İstiğfarı unuttuğun zaman Rabbini teşbihle, zikreyle». Böylece burada (istisnanın terkinin; tevbeyi ve istiğfarı gerektiren günahlardandır ilha-mıyla) istiğfara ve istisnaya teşvik vardır.
Bazılarına göre ayetin manâsı: «Allah'ın sana emrettiklerinin bazılarını terkettiğin zaman Rabbini ve O'nun azabını zikreyle ki onu yeniden elde etmek için seni teşvik etsin» şeklindedir. «Unutma»yı «terk» ile yorumlamak mecazî bir mânâ olur, aralarında müsebbebiyet ilişkisi vardır.
«De ki: ÜTnarım ki Rabbim beni bundan daha yakın olan bir yola iletir»; yani beni Ashab-ı Kehf'in haberinden, peygamberliğime delâlet etmek bakımından daha yakın ve daha açık mucize ve delillere irşad eder. Zeccac «Ayette tevil bu şekildedir ve Cenab-ı Hak da peygamberinin bu isteğini vermiştir» eliyor. Meselâ Ra-sûl-ü Ekrem'in zamanından çok uzak dönemlerde yaşayan peygamberlerin kıssaları, onların zamanlarında meydana gelen hadiseler ve Kıyamet'e kadar geçecek zaman içinde vuku bulacak hadiseler gibi, Ashab-ı Kehf'in haberinden peygamberliğine daha fazla ve daha açık bir şekilde delâlet eden nice mucizeler vermiştir.
Cübbai'ye göre bu cümle «Rabbini an» cümlesine bağlıdır. Yani herhangi bir şeyi unuttuğun zaman sana onu hatırlatsın diye Rabbini an. Eğer onu buna rağmen hatırlatmazsa de ki: Umarım ki Rabbim, unutmuş olduğumdan hayır ve yarar bakımından daha yakınma beni hidayet eder.
İbn'ul-Enbarî'ye göre ayetin mânâsı: «Umulur ki Rabbim bana suallerinizin cevabını bildirir ve belirttiğiniz zaman gelmezden önce tarafından bana hayır ve doğruya gitmeyi nasip eder» şeklindedir.
Beyhaki, Mutemer bin Süleyman tarikiyle şöyle rivayet eder: «Babamdan dinledim. O da Küfe ehlinden birisinden naklediyordu: İnsan istisnayı unuttuğu zaman onun tevbesi «Umulur ki Rabbim halkı irşad etmek bakımından beni bundan daha yakın olana muvaffak kılar» ayetini okumaktır.»
Ebu Hayyan büyük müfessir Muhammed el-Kûfî'den bunu hikâye etmiştir. Bu ikinci hikâyedeki kişi Mutemer bin Süleyman'ın bahsettiği kişi olabilir. Fakat bu söz, delilsiz bir yorumdur. [29]
(25) Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani diri olarak uyumak suretiyle 300 sene kaldılar ve dokuz seneyi de buna eklediler. Bu cümle daha önce geçen 11. ayetin açıklayıcısıdır. Bu yorumu birçok tefsir alimi kabul etmiştir.
El Keşf'te müellif: «Eğer 25. ayet daha öncekinin açıklayıcısı ise 26. ayetteki; «De ki: Allah onların ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir» cümlesi onları ağır uykuya daldıran müddetin takriri için olur. Sanki şöyle denilmektedir; «De ki: Allah onların ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir». Ve bümiştir de. Allah'ın bildiği, etrafında şek ve şüphenin dolaşmadığı doğrunun ta kendisidir.
Bu takriri cümlenin tehir edilmesinin faydası Rasûlullah'ın dönemindeki yahudilerin onların mağarada kaldıkları müddet hususunda ihtilaf etmeleridir. Evvelâ şahısları hakkında ihtüaf etmişler, sonra mağarada ne kadar kaldıklarında ayrılığa düşmüşlerdir. İşte ilk ihtilafın sonunda nasıl «Benim Rdbbim onların sayılarını daha iyi bilir» cümlesi gelmişse, burada da «Onların ne kadar kaldıklarını Rabbim daha iyi bilir» cümlesi getirilmiştir. Ayrıca cümlenin, bu meselenin de Rasûlullah'a bildirilen en gaybî meselelerden birisi olduğuna delâlet yönü de vardır, ki bu da Ra-sûlullah'm mucizesi olur. Eğer Cenab-i Hak «Onların kulakları üzerine sayıh seneler vurduk» dedikten sonra bu cümleyi onun arkasından getirseydi bu delâlet, bu cümlede bahis konusu olmazdı. Acaba Cenab-ı Hak niçin 309 sene demedi de «üçyüz sene durdular» dedikten sonra ona «dokuz sene»yi ekledi? Halbuki birinei tabir daha kısa ve daha açıktır.
Cevap olarak denilmiştir ki: Kur'an'ın bu tabiri üçyüz senenin ehli kitaba göre olduğunu gösterir. Çünkü onların katında sene güneş senesi olarak hesap edilir. Bu da Arap hesabıyla (yani aya göre) 309 sene eder.
Bazıları Hz. Ali'den bu görüşü nakletmişlerdir. Fakat bu görüşe ayet lâfzının delâlet etmesi zahir değildir. Üstelik İmam Fahreddin Razi'nin dediği gibi bu müneccimlerin hesabına da uymaz. Çünkü güneş senesi onların katında 365 gün, 5 saat, 49 dakikadır. Nitekim bu durumu İlhanî Rasathanesi böyle tesbit etmiştir. Ay senesi ise 354 gün, 8 saat, 48 dakikadır. Böylece iki hesap arasındaki fazlalık 11 gün, 20 saat, 1 dakika olur. Bir senenin fazlalığı bu kadar olunca aradaki fazlalık 1187 gün 13 saat 4 dakika olur ki bu da 3 sene 24 gün 11 saat 16 dakika eder. Böylece üçyüz senenin fazlalığı 9 sene, 73 gün, 9 saat, 48 dakika olur. Bundan ötürü, «Hz. Ali'den bu rivayet sabit olmamıştır» denilmiştir.
Haffaci, Beyzavi haşiyesi Şehab'ta; «Burada delâletin nedeni açıktır. Çünkü ayetin mânâsı: «Onlar ehli kitap hesabı üzerine 300 sene kalmışlardır. Kavmin ise bu meseleyi ehli kitaptan öğrenmiştir. Ve senden soru soran kavmin hesabına göre de dokuz yılı artırmıştır» şeklindedir. Zahirden uzaklaşarak ibareye bu şekilde mânâ verilmesi bunu iş'ar etmektedir. «Aradaki fazlalık dokuz senedir» sözü ise yaklaşıktır. Çünkü fazla günler altı ay bile teşkil etmiyorlar. Belki dört ayı bile teşkil etmezler. Onun için o farklılığa önem verilmemiştir. Aradaki fazlalığın dokuz sene olması takribidir. Ve güneş ile ay senelerinin miktarı hakkında söylenen sözler tarzında gelmiştir.
Tayyibi; «Ayetteki kısa ibareden bu uzun ibareye udul edilmesinin nedeni şudur: Onlar 300 seneyi doldurduklarında uyanma zamanına yaklaştılar. Sonra dokuz sene daka uykuda kalmalarına karar verildi» diyor. [30]
Kitap ehlinin onların sayılarında olduğu gibi uykuda kalış zamanında da ihtilaf etmeleri mümkündür. Bu bakımdan «onlar 300 sene durdular, dokuz yıl da ilave ettiler» ibaresi bu ihtilafı kaldırmak ve hakkı açıklamak için gelmiştir. Böylece «Dokuz yıl da ilave ettiler» cümlesi bu ihtimali takrir etmek ve kaldırmak içindir. Tıpkı Cenab-ı Hakk'ın şu ayeti gibi: «Nuh onların aralarında bin sene kaldı. Ancak elli sene müstesna».
Bazıları; «Onlar azıcık uyandıktan sonra tekraren eski hallerine döndürüldüler. Bunun için de ayette «onlar dokuzu artırdılar» ibaresi konulmuştur» demişlerdir. Bu yorumu İbn Hatim'in daha Önce Katade'den naklettiği rivayet desteklemektedir.
İbn Ebi Şeybe, İbn Cerir, Îbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Dahhak'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Onlar mağaralarında 300 sene kaldılar» ibaresi indiği zaman Allah Rasûlü'ne, bunun 300 gün mü, ay mı, yıl mı olduğu sorulmuştur. Bunun üzerine Cenab-ı Hak «sinin» kelimesini indirerek onların yıl olduğunu beyan etmiştir».
(26) «De ki: Ne kadar kaldıklarım Allah daha iyi bilir...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «Göklerin ve yerin gaybı O'nundur» cümlesi delâlet eder ki; gök ve yerde gayb olan her şey, gök ve yer ehlinin
gizli hallerinin hepsi onun yed-i kudretinde ve mülkiyetindedir. Yani bütün bunlar ilmen Allah'ındır. Bu cümle Cenab-ı Hakk'ın bütün varlıkları bilmesinin sübutunu gerektirir. Çünkü gizliyi bilen gizli olmayanı zaten bilir.
«Ebsir bihi» ve «Esmt» fulleri taaccub fiilleridir. Yani Cenab-ı Hakk'ın görmesi de işitmesi de şayanı hayrettir. O'nun görmesi ve işitmesi büyük bir iştir.
Bu sigalarda beyan edilen Cenab-ı Hakk'ın görmesi ve işitmesi durumu, gören ve işitenlerin üzerinde bulundukları durumdan hariçtir. Çünkü lâtif-kesif, küçük-büyük, açık-gizli, sır-âlem O'nun nezdinde birdir. Yer ehlinin de göklerin ehlinin de Allah'tan başka bir yöneticisi ve dostu yoktur. Cenab-ı Hak, hükmünde hiç kimseyi ortak yapmaz. Hiç kimsenin Allah'ın hükmünde müdahalesi bahis konusu değildir. Bazı müfessirlere göre «onların» şeklindeki zamir, gök ve yerin sakinlerine değil. Ashab-i Kehf'e racidir. Yani Ashab-ı Kehf için Allah'tan başka bir dost, emirlerini tedbir eden bir yönetici yoktur. Onlar üzerindeki hükümlerde de Cenab-ı Hak mahlûkatından hiç kimseyi kendisine ortak yapmaz.
İbn Atiyye'nin tefsirine göre zamir peygambere düşmanlık yapan kâfirlere racidir. Hz. Pey^amber'e düşmanlık güden kâfirler için Allah'tan başka bir yönetici, bir dost, bir yardımcı yoktur. Mezkûr ayet aynı zamanda bu yoruma binaen tehdid ifade etmektedir.
Bazı müfessirler, zayıf olmakla beraber, «Bu zamir yer ve göklerdeki mümin kimselere racidir» demişlerdir. Yani yer ye göklerde olan müminler Allah'tan başka bir dost edinmezler!
Bazıları da «Bu zamir Ashab-ı Kehfin mağarada kaldıkları müddet hususunda ihtilafa düşenlere racidir» demişlerdir. Yani o ihtilafa düşenlerin Allah'tan başka herhangi bir dostları yoktur. Onlar Cenab-ı Hak güç vermezse hiçbir şeyi çözmeye kadir değildirler. O halde Allah onlara bildirmeden Ashab-ı Kehf'in mağarada kaç sene kaldıklarını nasıl bilirler?
Bu yorumlar ayetin zahirine, hatta konunun ruhuna pek uygun düşmemektedir.
(27) «Rabbinin kitabından sana vahyediîeni...» Bu Ayet'in Tefsiri
Bu ayetin bir Öncekiyle ilgisi şudur: Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kehf'in kıssasını zikrettiğinde bu kıssalar Rasûl-ü Ekrem'e nis-betle gaybi emirler olduğundan Kur'an'ın bu kıssayı kapsaması onun vahy olduğuna delâlet etmiştir. Kur'an'ın mucizlik yönleri sadece bu kıssayı kapsamıyorsa da, onun bu yönden de muciz olduğunu göstermiştir. Cenab-ı Hak, Peygamberi'ne Kur'an'ı sık sık okumasını tavsiye etmiştir. Çünkü ayetin başındaki «Vetlu» emri, «Tilavet» kökünden gelir ve okumak manasınadır. Yani Kur'an'ı ashabına veya tüm insanlık âlemine okumaya devam et. «Bu Kur' an'dan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştin» diyenlerin sözlerine kıymet verme!
Bazı tefsir alimlerine göre, «Vetlu» emrinin ittiba mânâsını ifade eden «Tıluv» kelimesinden gelmesi de mümkündür. Yani sana vahyedilene tabi ol, onunla amel et!
Bazı kimselere göre bu ayetin daha önceki ayetlerle bağlantısının nedeni şudur: Ashab-ı Kehf hususunda Cenab-ı Hak engin ve derin bir cidale girilmemesini tavsiye ederek, bunu yasakladıktan ve hiç kimseden onların durumunu açıklamasını istememesini söyledikten sonra, onların durumuyla ilgili olarak kendisine vahyediîeni sık sık okumasını emretti. Sanki Cenab-ı Hak tarafından şöyle denilmektedir: Onların durumuyla ilgili olarak sana vahyediîeni oku, artık başka bir şeye ihtiyaç duyma. Ve Kur'arf da mevcut olanın fazlasına dalma.
Veya sana gelen vahye tabi ol. Bu konuda hasımlarla derin tartışmalara girme ve hiç kimseden de fetva isteme!
Bu yorumlara göre, bu ayet daha önceki yasaklara bağlıdır. Vahyedilenden maksat da Ashab-ı Kehf'in kıssasının açıklamasını içeren ayetlerdir.
Bazı müfessirler, 27. ayetin, «Allah onların mağarada ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir» ayetine bağlı olduğunu söylemişlerdir. Yani onlara de ki: Allah onların ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir. Ve onlara sadece Cenab-ı Hakk'ın bu hususta haber verdiklerini oku! Bu yoruma göre, vahyedilenden maksat bu haberleri içeren ayetlerdir. Görüldüğü gibi bu yorum daha önceki yorumdan daha uzak görünmektedir. Nitekim Alusi «Bu yoruma iltifat etmenin uygun olmadığını» söylemiştir. O halde en uygun ve en güvenilir husus, vahyedilenden maksadın gerek bu kıssa, gerekse diğer hüküm ve kıssalar olsun, onları içeren bütün ayetler olmasıdır. [31]
«Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur», yani hiç kimse O'nun kelimelerini değiştirmeye ve bozmaya kadir değildir. Buna ancak Cenab-ı Hak kadirdir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın kudreti her şeyi ihata etmiştir. O dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır.
Bu ayetten anlaşılıyor ki, Nahl Suresi'nin 101. ayetine dayanarak, «Kur'an'da tebdil vardır» diyenin sözü reddedilir. Çünkü ayetin zahirîne bakıldığında burada «Kelimeler»in umumi olduğu görülür. Haberler ve diğer konuların hepsi kelimelerin kapsamına girer. îşte bu noktadan hareketle Tabersi; «Cenab-ı Hakk' m haber verdiğini değiştiren, emrini bozan kimse olamaz. Ayetten muzaf düşürülmüştür. Yani kelimelerin hükmünü değiştiren yoktur» demiştir. Fakat bilinmektedir ki Kur'an'daki haberler neshi kabul etmezler. Yani haber olarak, kıssa olarak Kur'an'da gelen ayetler nesh edilmezler. Binaenaleyh irade bununla bağlanmaz ki kudret onunla bağlanmış olsun.
Bazıları; «Bu ayet ve bundan önceki ayetin konusu Ashab-ı Kehf'in haberleriyle ilgili olduğundan dolayı «Kelimeler»den maksat haberlerdir» demişlerdir. Bu yoruma göre, olumsuz nekramn tahsisine ihtiyaç yoktur. Çünkü haberde nesh olamaz.
Bazı kimselere göre bu ayetteki, «kelimeler» Cenab-ı Hakk'ın tevhid ehli olan kullarına va'dettikleridir. Sanki Allah tarafından şöyle denilmiştir: «Ey Habibim! Sana vahyolunanı oku. İnatçı kâfirlere perva etme. Çünkü o tevhid ehline verilmesi gereken va'dîe-ri içermektedir. Bu va'di değiştirebilecek kimse yoktur. Sen vahyi oku, başkasına perva etme. Kesinlikle Allah sana ve senin ashabına yardımcıdır». Bu yorum da, her ne kadar sonraki uygunluğu daha fazla ise de ayetin nazmından biraz uzaktır.
«Kelimatihi»deki zamir, Mecma'ul-Beyan'dan anlaşıldığına göre «KitabüB. racidir. Yani «Kitab'm kelimelerini değiştirecek yoktur».
Cenab-ı Hakk'a raci olması da mümkündür. Bu takdirde «Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktum demek olur. Allah'tan başka bir sığınak da bulamazsın! [32]
28- Nefsini sabah-akşam Rabbini sırf rızasını dileyerek çağıranlarla birlikte sabret (tir). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Bizi anmaktan kalbini gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olan kimseye itaat etme!
29- De ki: «Hak, Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Biz zalimlere öyle ateş hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile onlara cevap verilir. O ne fena bir içecek ve ne kötü dayanacak bir yerdir.
30- Kuşkusuz ki biz iman edip de güzel davranışlarda bulunanların; güzel ameller yapanların ecrini zayi etmeyiz!
31- Onlar, içlerinde ırmaklar akan Adn Cennetleri kendilerine verilenlerdir. Orada tahtlar üzerinde kurularak, altın bileziklerle bezenirler. İnce ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek koltuklara yaslanırlar. Bu ne güzel sevap ve ne güzel dayanaktır!
32- Onlara şu iki adamı misâl olarak anlat: Onlardan birine iki üzüm bağı verdik. Her ikisinin de etrafını hurmalarla donattık, aralarında da ekinler bitirdik.
33- İki bağ da yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arasında bir de ırmak fışkırtmıştık.
34- Onun başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken O'na; «Ben servetçe senden daha zenginim. Adam sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm» dedi. [33]
(28) «Nefsini sabah akşam...»Bu Ayetin Tefsiri
Allâme Şevkâni bu ayetin nüzul sebebini şöyle ifade ediyor:
«İbn. Merduveyh ve Beyhaki, Selmani Farisi'den rivayet ediyor: Müellefet'ul-Külub'dan olan Uyeyne bin Bedr ve Akra bin Habis Allah'ın Rasûlü'ne gelerek: «Ey Allah'ın Rasûlü.' Eğer meclisin başına gidip oturur, şu kişiler ile onların cübbelerinden gelen kokulardan uzaklaşırsan seninle konuşur, seninle oturur ve sözlerini dinlerdik» dediler. (O kişiler ile Selmani Farisî, Ebu Zer Gi-fari ve diğer fakir müslümanları kastediyorlardı. Zira bu insan, lann sırtlarında yünden yapılmış cübbeler vardı). İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti, «Kesinlikle biz zalimler için bir ateş hazırladık» cümlesine kadar indirdi».
Ebu Şeyh, Selman'dan yaptığı rivayete şunu da eklemektedir:
«Bu ayet indikten sonra Rasûl-ü Ekrem kalkıp o fakirleri aradı. Onları mescidin sonunda Allah'ı zikreder halde buldu. Bu manzarayı gören Uz. Peygamber şöyle buyurdu: «Hamd o Allah'a mahsustur ki beni öldürmezden önce ümmetimden olan bazı kişilerle beraber nefsimi sabretmeye alıştırmamı emretti. Benim dirUiğim de Ölümüm de sizinle beraberdir».
Yani daimi bir şekilde Rablerine ibadet eden kimselerin sohbetinde tut nefsini. O sohbet içerisinde nefsini sabit kıl! Ayetteki «sabah-akşam» tabiri süreklilik bildirir. Zira bu tabir Arap lisanında süreklilik için kullanılır. Tıpkı «Zeyd'in hem karnına hem de sırtına vuruldu» cümlesindeki karın ve sırtın bütün bedenden kinaye olması gibi.
Bazı müfessirlere göre, «sabah ve akşam» tabiri hakikî mânâda kullanılmıştır. Bütün vakitleri kapsayıcı şekilde onlardan mânâ irade ediliyor değildir. Yani onlar sabah ve akşam, günün iki tarafında da Rablerini zikrederler! «Sabah ve akşam» tahsisen zikredilmiştir. Çünkü bu vakitler insanların gaflette olduğu ve meşgul bulundukları zamanlardır. Bu ibadetten maksat ya Cenab-i Hakk' m zikridir, —ki bu husus Muğire tarikiyle İbrahim'den nakledilmiştir—; ya da Kur'an okumaktır, —ki bu da Ubeydullah bin Abdullah Adiy bin Heyyar'dan rivayet edilmiştir—.
Hakim Tirmizi, İbn Cübeyr'den rivayet ettiğine göre bu ibadetten maksat haram ve helali ayırdetmek suretiyle çalışmaktır.
İbn Ömer ve Mücahid «Bu ibadetten maksat beş vakit namazda bulunmaktır}} demişlerdir.
Katade ise «Sabah ve ikindi namazında bulunmaktır» demiştir. İkinci görüş en kuvvetli olanıdır.
«Rablerini sabah ve akşam çağıranlar» ile kastedilen sahabi-lerin fakirleridir. Onlar Suheyb, Sehnan, İbn Mesud, Bilâl ve benzerleridir. Kureyş kâfirleri (Umeyye bin Halef gibileri, ki bunlar Mekke'nin ileri gelenleri idi) Rasûl-ü Ekrem'e: «Bunları meclisinden uzaklaştırır san seninle gelip otururuz. Çünkü buniarın cübbelerinden gelen koku bizi rahatsız ediyor» dediler ve bunun üzerine bu ayet indi.
Bu sözü Rasûl-ü Ekrem'e Umeyye bin Halef gibi Mekkeliler soylemişlerse ayet Mekkî'dir. Eğer daha önce naklettiğimiz rivayetteki gibi Uyeyne bin Bedr, Akra bin Hasib gibi kişiler soylemişlerse ayet Medenî'dir.
Ebu Hayyan «Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü bu surenin tamamı Mekke'de nazil olmuştur» diyor.
Fakat ravilerin çoğunun sözü ikinci ihtimali (yani Medine'de nazil olduğu hususunu) teyid etmektedir. îşte bu teyide binaen bu ayetler surenin hükmünden istisna edilmişlerdir. Niçin onlarla beraber nefsini tutması Rasûl-ü Ekrem'e emrediliyor? Çünkü onlar sabah/akşam Rablerine ibadet ediyorlardı.
Bu ayet El-Bahr'da yer aldığına göre, En'am Suresi'ndeki «Rablerini sabah ve akşam, çağıranları kovma» ayetinden daha beliğdir. Onlar bu ibadetleriyle Allah'ın rızasını talep ederler, riya ve şöhret için bunu yapmazlardı.
Ayetin metnindeki «Vechehu» kelimesi Allah rızası demektir. Nitekim İmam Süheyli; «Vech kelimesi Allah'a giden zamire izafe edilmiştir. Onda rıza, taat ve Allah katında hoş karşılanan ibadetler kastedilir. Zira bir kimse, kendisinden razı olduğu kimseye yüzünü çevirir. Öfkelenirse yine ondan yüzünü çevirir» demiştir.
Bazı müfessirlere göre burada yüz mânâsına gelen «vecih» ten maksat Cenab-ı Hakk'ın zatıdır. Bazıları da «Yüz» kelimesinin burada «teveccüh (yönelmek)» mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde ayetin mânâsı «Onlar Cenab-ı Hakk'a teveccüh etmeyi kastederler ve O'~a yaklaşmayı dilerler» şeklindedir. Fakat birinci yorum daha güzeldir.
{(Gözünü onlardan çevirme»; yani onları perişan hallerinden ötürü hakir görme! Bu, onları hakir görmeyi yasaklayan bir cümledir. Onlar gibi olmayan zenginlerle ve dünya ehliyle oturmayı talep etme. [34]
«Bizi anmaktan kalbini gafil kıldığımız kimseye, (fakirleri meclisinden uzaklaştırmak suretiyle) itaat etme!» Bunların kalbini Cenab-ı Hak zikrinden gafil kılmıştır. Çünkü kalplerinde zikir istidadı tamamen yok olmuştur. «Kalpleri Allah'ın zikrinden gafil kılınanlar», fakirleri meclisinden uzaklaştırmasını Rasûlul-lah'tan talep edenlerdir.
«Zikir»den maksat ya bizim bildiğimiz zikirdir veya Kur'-an-ı Kerim'dir.
Bu ayeti celile «İnsanların fiillerini yaratan Allah'tım diyen ehli sünnetin mezhebini açıkça ortaya koymaktadır. Mutezile, ayeti, «Onları hidayetten mahrum kılmak suretiyle kalplerini gafil kıldık» şeklinde tevil eder.
Bazı kimseler ayetin mânâsının «onların kalbinin gafil olduğunu tesadüfen gördük» şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu tevil çürüktür. Zira tesadüfen görmek üimsizliği ve daha Önce mevcut olan bir cehaleti gerektirir. Yani daha önce bundan haberdar değilmiş de Cenab-ı Hak (hâşâ) ansızın bunu görmüştür. Böyle bir yorum böyle bir mânâyı ortaya çıkarır ki Allah bizi korusun.
Bazıları da «Onların kalbini gafil kıldık»dan maksat onları gaflete nisbet etmek demektir» demişlerdir.
Hevâlanna tâbi olana itaat etme, şehvetleri aramak hususunda nevaların arkasından gidenlere uyma!
Dinin takrir edilen kaidelerinden birisi de büyük mefsedeti ortadan kaldırmak için daha küçük mefseded yapılabilir kaide-sidir. Dolayısıyla burada «fakir sahabeleri meclisten uzaklaştırmak suretiyle onlara itiraz eden kâfirleri imana getirmek bahis konusu iken niçin bu yapılmamıştır?» şeklindeki sorunun cevabı şudur:
Cenab-ı Hak bu kâfirlerin hakiki bir imanla iman etmeyeceklerini biliyordu. Hatta yine biliyordu ki iman ederlerse bu zahiri bir iman olacaktır. Böyle bir iman ise o fakirleri sohbetten mahrum etmeyi gerektirmez. Bunun için Cenab-ı Hak Rasûlul-lah'a kâfirlere uymamasını emretmiştir.
Hevasma tâbi olanın imanı terketmek hususundaki vaziyeti ihtimam edilmesi gereken bir durumu önemsememektir. Bu bakımdan onun durumu ifrat ve israftır. Mukatil «Furuten» kelimesini israfla tefsir etmiştir.
(29) «De ki: Hak Rabbinizdendir...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani kalplerini zikrimizden gafil kıldığımız kişilere ve hevâi nefsi peşinde koşanlara de ki: «Bana gelen şu vahy hakkın tâ kendisidir ve Rabbinizden gelmiştir. Binaenaleyh dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun. Ne iman Allah'ı zengin eder, ne de kâfirlik ona bir noksanlık getirir».
Bu, tehdit dolu bir cümledir ve müslümanları kovması durumunda Rasûlullah'a tâbi olmalarının mühim olmadığını, peygamberin bu durumdan müstağni olduğunu belirtmektedir.
Bu ayette geçmekte olan «Hak» ile kastedilen Mukatil'den gelen rivayete göre Kur'an'dır. Dahhak «Tevhiâ'dir» diyor. Kirma-ni «Kur'an ile İslâm'dır» derken, Mekki, «Tevfik ile mahrumiyet, tir» diyor. Yani «De ki: Tevfik de mahrumiyet de Allah katından gelir. Allah dilediğini hidayete muvaffak kılar ve o iman eder. Dilediğini de hidayetten mahrum "bırakır ve o da kâfir olur. Bu durumların hiçbirisi benim elimde değildir, hepsi Cenab-ı Hakk'ın katındandır». Fakat biraz dikkatle bakınca bunun uygun bir tef-sir olmadığı ortaya çıkar. [35]
Mutezile'ye göre bu ayet kulun fullerinde müstakil olduğunu ve fiillerinin mucidi olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü burada imanın ve küfrün tahakkuku Allah'ın mutlak meşiyetine bağlanmıştır. Zira şart olan bir cümle ceza olan bir cümlenin tam bir illetidir. Bu bakımdan ayet, kişinin küfür ve imanı icad etmekte müstakil olduğunu ortaya koyar. Binaenaleyh hiçbir fiille diğerleri arasında fark yoktur. Öyleyse insan bütün fiillerinin mucididir.
Buna cevap olarak ehli sünnet şöyle der: Eğer kulun meşiyeti (dilemesi), fiilleri meydana getirir şeklinde farz edilse de yine maksat tamamlanmaz. Zira akıl da nakü de kulun meşiyetinin Allah'ın meşiyetine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Akla gelince, eğer kulun meşiyeti Allah'ın meşiyetine bağlı olmazsa devir (veya teselsül) lazım gelir. Nakle gelince, Cenab-ı Hak «Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz» buyuruyor. İşte bu, kulun meşiyetinin Allah'ın meşiyetine bağlı olmasıyla beraber kulun meşiyetinde müstakil olmadığını gösterir. Sabit oldu ki kul hem mecbur, dur ve hem de muhtardır. (Bu, Eş'arüerin mezhebidir.)
Süddi, bu ayetin «Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz» aye-tiyle neshedildiğini söylemiştir. Muhtemelen Süddi bu sözüyle, zikredilen ayetten ilk anda insanın zihnine gelen hususun kaste-dilmediğini söylemek istemiştir. Aksi takdirde bu, bâtıl bir söz olur.
«Biz salimler için bir ateş hazırladık» cümlesindeki «zalimlerden maksat, Allah'tan gelen hakkı inkâr eden kâfirlerdir. Kâfirlere «zalim» denilmesinin nedeni şu noktaya dikkatleri çekmek içindir: Küfrü dilemek, imana rağmen onu seçmek haddi aşmaktır. Bir şeyi esas yerine koymamaktır ki bu da zulümdür.
Bu cümle «Dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun» cümlesinin nedenidir. «Ateş»ten maksat büyük ve acaip bir ateştir. O ateşin duvarları onları kaplamıştır. Ayetin metninde geçmekte olan «Suradık» kelimesi —ki biz onu duvar ile tercüme ettik— aslında «çadırlar» elemektir. Öyle ki burada zalimleri kapsayan ve her tarafa yayılan ateşin alevleri, bir çadıra benzetilmiştir.
Bazı müfessirlere göre «Suradık» kelimesi, çadırın etrafında, çadıra varmamak için kazılmış olan çukur demektir.
Bazıları da bu kelimenin yükselen ve eşyayı kaplayan duman olduğunu söylemiştir.
Katade'den gelen rivayete göre bu kelime hem dumana hem de aleve denir.
İbn Cerir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre «Suradtk» kelimesi ateşten meydana gelen duvar demektir.
Kelbi «Suradık kelimesi bir boyundur, ateşten çıkar ve kâfirleri kapsar» demiştir. [36]
Maverdi «Suradık'tan maksat dünyayı kapsayan okyanustur. Kıyamet Günü'nde bu ateş olur, kâfirleri kapsar» der. Maverdi bu tefsiri, îmam Ahmed'in, Buhari'nin, Ibn Ebi Hatim'in ve Beyha-ki'nin, Ya'la "bin Ümeyye'den rivayet ettikleri şu hadisten almaktadır: «Kesinlikle deniz cehennemdendim diyen Rasûl-ü Ekrem daha sonra «Onları Suradık'ları kapsar...» ayetini okudu.
Rağıb el-İsfehani, Müfredat'ta «Suradik kelimesi Farsçadır, Arapçalaştınlmıştır» eliyor.
Eğer onlar susuzluktan feryad edip, su isterlerse onlara «Muhil» gibi bir su verilir. İbn Cerir ve başka müfessirlerin İbn Abbas ile İbn Cübeyr'den rivayet ettiklerine göre «Muhil» ,zeytin yağı tortusu gibi kaim bir sudur. Bu konuda merfu bir hadis vardır, îmam Ahmed, Tirmizi, İbn Hibban, Hakim ve Beyhaki, Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ediyorlar. «Muhil, zeytinin bula-niklısı gibidir. Ve insanoğluna yaklaştınldığı zaman insanın yüzü paramparça olur, onun içerisine dökülür».
Birçok kimse de bu kelimenin yeryüzündeki madenlerden eritilen ve su haline getirilen nesne olduğunu söylemiştir.
Tabarani, Îbn'ul-Munzir ve İbn Cerir, tbn Mesud'tan şöyle rivayet ediyorlar. İbn Mesud'tan «Mühihnn mânâsı nedir?» diye sorulduğunda o; «Bana biraz altın ile gümüş getirin» dedi. İstedikleri getirildi. Onlar eridikten sonra «İşte cehennem ehlinin içkisine e% benzeyen şey budur. O içkinin rengi gök rengindendir. Ancak cehennem ehlinin içkisi bu altın ve gümüş eriyiğinden hararet bakımından daha şiddetlidir» diye buyurdu.
«Vücuh» kelimesi «yüz» mânâsına gelen «vech»\n çoğuludur. Burada insanın hakiki yüzü kastedilmiştir: Bazı kimseler «Burada bütün beden kastedilmektedir» demişlerse de bu zayıftır.
Ayetin sonundaki «Murtefekan» kelimesi dayanak mânâsına gelen irtifak kökünden alınmıştır. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre murtefak «konak», «menzil» demektir. (Bu tefsiri İbn Ebi Hatim; Katade'den de rivayet etmiştir).
İbn Ata'nın «İstikrar yeri» (durak) şeklindeki ifadesi de bu mânâya gelir. El-Utbi'nin «meclis demektim sözü de aynı mânâya gelir.
(30-31) «Kuşkusuz ki iman edip de güzel davranışlarda...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayette Cenab-ı Hak, güzel amellerde bulunan kullarına teminat vermektedir. Zira Cenab-ı Hak «Biz güzel davrananların ecrini zayi etmeyiz» demektedir. «Onların amellerim zayi etme. yeceğiz» sözü Cenab-ı Hakk'ın mümin kullarına vermiş olduğu ilâhî bir teminattır.
Ayetin birinci cümlesi imana teşvik etmenin nedenidir. Niçin iman etsinler? Çünkü iman eden ve salın amelde bulunanların ecri zayi edilmeyecektir.
Birinci «inne»mn haberi «inna» ile başlayan ikinci cümlenin tamamıdır. Ayetin takdiri «Kesinlikle iman eden ve salih amellerde bulunanlardan olan güzel amelli kimselerin ecrini zayi etmeyiz» oluyor. Şu itiraz burada geçerli değildir: «Madem ki iman edip salih amel işleyenlerden amel yönünden güzel davrananların ecri zayi olmaz, denilmiştir, o halde amel yönünden güzel olmayanlar da var demektir ki bundan onların ecri zayi oluyor anlamı çıkar».
Evet, bu itiraz yapılmaz. Çünkü ayetin metnindeki «Min» kelimesi tümü değil de bir parçayı ifade ettiği takdirde durum böyledir. Halbuki burada böyle bir mânânın kesinliği bahis konusu değildir. Çünkü «Min» kelimesi beyaniye olabilir.
Bazı tefsir alimleri, ayetin başındaki «inne»nin haberinin «İşte onlar var ya, onlar için Adn Cennetleri vardır» cümlesi olduğunu söylemişlerdir ve en uygun olanı da budur. Aradaki cümle bir ara cümlesidir. Bu takdirde ayetin mânâsı şu olur: «O kimseler ki iman ve salih amel sıfatıyla niteleniyorlar, onlar için ikame cennetleri vardır». Zira Adn kelimesi ikame ve istikrar mânâ-nâsı taşımaktadır. Cevherlerin bulunduğu yerlere «maden» denilmesi orada cevherlerin istikrar etmesindendir. [37]
İbn Mesud'tan gelen bir rivayete göre «Adn», cennetlerden biridir ve cennetlerin göbeği sayılır. Ayette «Adn Cennetleri» şeklinde tabir edilmiş olması onun çok geniş olmasıdır. Sanki onun her köşesi ayrı bir cennettir. Onlar emin oldukları, cennet köşklerinde bulundukları halde altlarında nehirler akar. Cennetlerde onlara altın bilezikler takılır.
«Esâvir» kelimesi «esvire» veya «sıvamın, cemidir ve «bilezik» demektir. Bu kelime esasında Arapçadır. Fakat Rağıb, Müf-redat'ta «destıvare kelimesinin Arapçalaştırılmışıdır» der.
İbn Merduveyh'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Eğer cennet ehlinden bir kişi ortaya çıkar, kolundaki bilezikler görünürse, güneş diğer yıldızların ışığını kaybettiği gibi ışığını kaybeder».
Tabarani ve Beyhaki'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre; «Ziynet bakımından cennet ehlinin en düşüğünün üzerindeki süsler bütün ehli dünyanın ziynetleriyle tartılsa, Allah'ın Ahiret'te ehli cennete verdiği ziynet bütün ehli dünyanın ziynetinden daha üstün olur».
Bu hadisteki «üstün olur» tabirinden maksat ya kıymet bakımından veya parlaklık ve süs vermek bakımından üstün olur, demektir.
«Onlar yeşil elbiseler giyerler», zira yeşil, renklerin en güzelidir. Diğer renklere göre nefis daha fazla yeşille açılır. Bazı rivayetlerde yeşil rengin göz nurunu artırdığı bildirilmektedir. Denildi ki «Üç şey vardır ki insandan hüznü götürür. Birincisi su, ikincisi yeşillik, üçüncüsü güzel yüz».
Zahire bakılırsa cennet ehlinin elbiseleri sadece yeşil değildir. Zira cennette onlar için nefislerin çektiği ve gözlerin hoşuna gidecek her şey vardır.
«S.undus» kelimesi El-Cevaluki'ye göre Farsça bir kelimedir, sonradan Arapçalaştmlmıştır. Mânâsı «ince ipekli» demektir. Kamus'ta, «sundus» kelimesi «dibacın incesi» anlamındadır. Kesinlikle Farsça'dan Arapçalaştırılmış olduğu söylenir. Leys; «Ne lûgatçiler ne de tefsir alimleri bu kelimenin Arapçalaştırılmış olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Fakat İmam Şafii Sundus'un Arapçalaştırılmış bir kelime olduğu fikrine karşı çıkmıştır» der.»
Şeydele adlı alim «Bu kelime Hinduca'dtr. Dibacın incesi demektir» demiştir.
«îstebrak» kelimesinin tefsiri, İbn Cerir, Katade ve îkrime' den gelen bir rivayete göre «ipeklinin kaimi» demektir. İbn Bahr, «istebrak altınla işlenmiş ipeklidir» derken, Kamus sahibi «fca-lın ipeklidir», «altınla işlenmiş ipeklidir», «çok kalın ibrişim elbi. sedir» demiştir. Tefsir alimlerinin çoğu ile lûgatçilerin çoğu, birinci mânâyı desteklemektedirler. Bu kelime İbn Ebi Hatim'in Dahhak'tan rivayet ettiğine göre Farsça «istebreh» kelimesinin Arapçalaştınlmişıdır. Mânâsı kaim nesne demektir. Meşhur olan şudur ki Farsça'da kaim eşyaya «istebr» yani «halsiz» denir.
îbn Kuteybe «Bu, Rumca bir kelimedir, Arapçalaştırilmıştım diyor. İbn Dureys ise «Kelime Süryanice'dir, Arapçalaştınlmıştır» demiştir. Bazılarının iddiasına göre bu kelime Arapça'da da, Farsça'da da, «kalın ve güzel ipekli» demektir. Burada Arap ile Fars dili aynı kelimede ittifak etmişlerdir. El-Ezheri de bu son iddiayı kabul etmektedir.
Bu ayette hem «Sundııs» hem de «İstebrak» kelimesinin getirilmesi işaret eder ki bu kavm için cennette ne isterlerse vardır. İki kelimenin nekra oluşu da tazim içindir. [38]
Tayalisi, Buharı ve Nesei, İbn Ömer'den şöyle rivayet eder-
ler:
«Bir kişi: «Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet ehlinin elbiselerinden haber ver. Acaba onlar yaratılırlar mı yoksa örgü ile mi meydana] getirilirler?» diye sordu. Hz. Peygamber: «Cennet elbiseleri cennet meyvelerinin çiçekleridir» diye buyurdu.
Cenab-ı Hak süs ve takılan elbiseden önce zikretti. Çünkü takılar nefisler için elbiseden daha önce gelirler ve nefisçe daha büyük ve sevimlidirler.
Ayetin metnindeki «Eraik» kelimes. «Erikemin cem'idir.
Erike, üzerinde «gelin evi» tabir edilen nesnenin bulunduğu taht demektir. Eğer tahtın üzerinde «gelin evi yoksa ona «erike» denilmez.
Beyhaki, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:
«Erike, bir tahtın üzerindeki gelin evidir. Ona erike denilmesinin nedeni yerde olmasından, bilinen arak ağacından elde edilmesinden veya ikamet yeri olmasındandır».
Eraik kelimesinin mânâsı ne olursa olsun ayet burada onların nimetler içerisinde yüzdüklerinden, müreffeh bir hayat yaşadıklarından kinayedir. Çünkü gelin evlerindeki tahtlara kurulanlar ancak zengin ve müreffeh yaşayan insanlardır. Rivayetler açıkça onların tahtlara dayandıklarını, nimetler içerisinde yüzdüklerini ifade etmektedir.
(32-33) «Onlara şu iki adamı misal olarak anlat...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani Rablerini sabah ve akşam durmadan çağıran müminlere ve onların meclisten kovulmasını isteyen kâfirlere bu iki kişinin halini misal olarak anlat.
İki kişiden ya mukadder (yani mevcut olmayan) iki kişi kastedilmektedir ki darb-i mesel onların varlığını gerektirmez veya mevcut olan iki kişi söz konusudur. En güvenilir tefsir de budur.
Bazılarına göre, onlar îsraüoğuîları'ndan iki kardeşti. Birisi kafirdi ve ismi Fertus veya Kıtfir'di. İkincisi ise (İbn Abbas'a göre) Yehuza'yclı ve mümindi. Mukatil diyor ki {(Müminin ismi yemliha idi».
İbn Abbas'tan gelen diğer bir tefsire göre bunların ikisi de îsrailoğullan'nın krallarından birisinin oğullarıydı. Birisi malını Allah yolunda sarfetmişti. Diğeri de kâfir oldu, Dünya ziyneti ve mallarının artışıyla meşgul oldu. Rivayete göre bunların ikisi de demirci idiler ve çok mal kazandılar. Diğer bir rivayete göre ise onlar babalarından 8.000 altın miras aldılar. Onu paylaştılar. Kâfir olan kendi payına düşen altınla, bin altın ödeyerek arazi satın aldı. Mümin ise «Yarabbi, ben bin altım senin yolunda tasadduk ediyorum ve cennette senden bir arazi isterim» dedi ve bin altını tasadduk etti. Sonra kâfir bin altınla bir ev yaptı. Mümin, «Yarabbi, ben cennette senden bir evi bin altınla satın alıyorum» diyerek bin altın sadaka verdi. Sonra kâfir bin altınla bir kadın aldı. Mümin ise «Yarabbi, bin altını cennetteki huri için mehir kılıyorum» diyerek bin altını sadaka olarak dağıttı. Sonra kâfir geri kalan bin altınla hizmetkâr ve ev eşyası aldı. Mümin, «Ey AU lakım! Ben senden bin altınla cennetteki vildan-ı muhalledini satın alıyorum» diyerek sadaka verdi. Sonra mümin muhtaç duruma düştü. Kâfir kardeşinin yolunda oturdu. Kardeşi haşmet ve azametle onun yanından geçti. Kardeşinden istekte bulununca onu kovdu ve malım sadaka verdiği için onu kınadı.
Allah bunun hakikatini daha iyi bilir. Ancak bunun güvenilir bir rivayet olmadığı anlaşılmaktadır.
Bazıları bu iki kişinin Beni Manzum kabilesinden iki kardeş olduğunu söylemiştir. Birisi kâfirdi ve ismi Esved bin Esed idi. Birisi de Ebu Seleme Abdullah bin Abd'il-Esed idi.
Mümin ve kâfir gruplar için bunların misal verilmesinden maksat, halleri bakımından değildir. Yani, mümin Ahiret'te şöyle olacaktır, kâfir ise böyle olacaktır yönünden değildir. Aksine kâfir Allah'ın nimeti içerisinde yüzdüğü halde O'na isyan etmesi, mümin fakirlik zahmetlerini çektiği halde Allah'a itaat etmesi yönünden misâldir. Yani nimetle beraber isyan, fakirlikle beraber taat yönünden iki kişi bu iki grup için misaldirler.
«O iki kişiden birine iki üzüm bağı verdik» denümektedir. Ancak Cenab-ı Hak bu bağların hangi memlekette olduklarını tayin buyurmamıştır. Çünkü böyle bir tayinde pek fazla bir fayda yoktur.
Allah Teâlâ, o iki bostanın üzümlerden müteşekkil olduğunu ifade etmektedir. Zira bostan üzümlerden değil de üzüm ağaçlarından meydana gelir.
«O iki bostanı hurma, ağaçlarıyla çevirmiştik»; yani ikisinin kenarlarında da hurma ağaçlan vardı ve onlar takviye edilmekteydi.
«O iki bostan arasında ekinler kıldık», kî orada hem ürünler hem de meyveler meydana gelsin ve o iki bostan güzel bir durumda bulunsun! O iki bostan da meyvelerim tam verdiler ve meyve--ler yenebilecek kıvama geldi. Bostanlar meyvelerini hiç eksütme-diler.
«Bu iki bahçe arasında bir nehir fışkırttık», ki onların su almaları devam etsin ve su vasıtasıyla onların renkleri daha güzel-leşsin.
Yahya bin Ebu Amir Eş-Şeybani der ki: «Bu nehir Ebi Farras» diye anılan malûm nehirdir».
Bu nehir, İbn Ebi Hatim'e göre, Remle'nin meşhur bir nehridir.
(34) «Onun başka geliri de vardı...» Bu Ayetin Tefsin
Bu ayetteki «onun» zamiri iki bahçenin sahiplerine gitmektir. Yani o iki bahçe sahibinin başka çeşit malları da vardı. Evet, bu ayetin metnindeki «semer» kelimesi her ne kadar mânâ bakımından meyve demekse de burada kendisinden malın nevileri kastedilmektedir.
O kâfir, mümin arkadaşıyla karşılıklı konuşurken ona dedi ki: «Ben mal bakımından senden daha zenginim. Yardımcılar yönünden de senden daha üstünüm».
Ayetin metnindeki «Neferen» kelimesi asker, yardımcı demektir. Bazıları «erkek çocuklar demektir» dediler. (Katade ve Muka-til'den rivayet edilmiştir). Bu tefsir 39. ayetteki «Eğer malca ve evlatça beni kendinden güçsüz görüyorsan şunu bil ki...» cümlesiyle teyid edilmektedir. «Erkek evlad»larw. tahsis edilmesi baba ile beraber ailenin maslahat ve yardımına koşma vazifesinin onlara ait oluşundandır.
Bazı müfessirler, «Neferen» kelimesinin aşiret mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Çünkü aşiret, kendisinden olan kişinin yardımına koşar. [39]
35- «Kendi nefsine zulmederek bağına girdi ve «Bu bağın hiçbir zaman yok olacağım sanmıyorum».
36- «Kıyametsin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulurum» dedi.
37- Kendisiyle karşılıklı konuştuğu arkadaşı ona; «Sen, seni topraktan, sonra nutfeden yaratan ve bundan sonra da seni bir «adam» biçimine sokan Allah'ı inkâr mı ettin?».
38- «Lâkin ben: O Allah benim Rabbimdir ve Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam».
39- «Bağına girdiğin zaman «Mâşaallah, kuvvet yalnız Allah'ındır» deseydin ya. Eğer beni mal ve evlat varlığı bakımından kendinden daha güçsüz görüyorsan...».
40- «Umulur ki Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir. Senin bağının üzerine gökyüzünden bir afet gönderir de bağın kaygan bir toprak oluverir».
41- «Veya onun suyu dibe çekilir de, onu bir daha arayıp bulamazsın» dedi.
42- Derken onun ürünleri kuşatılıp yok edildi. Böylece bağ için yaptığı masraflardan dolayı ellerini oğuşturup kaldı. O bağın çardakları yere çökmüştü. O da (bu olanlardan sonra) şöyle diyordu: «Keşke ben Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım».
43- Allah'tan başka kendisine yardım edebilecek bir topluluk yoktur. O, kendi kendisine de yardım edemedi.
44- İşte burada yardımcılık ve dostluk, hak olan Allah'a mahsustur. O, sevab bakımından da, netice, bakımından da daha hayırlıdır.
45- Onlara dünya hayatının örneğini açıkla. (Dünya hayatı) gökten indirdiğimiz bir su gibidir. Bu su sayesinde yeryüzünün bitkileri birbirine karıştı. Arkasından rüzgârların savurduğu çer-çöp haline geldi. Allah her şey üzerinde muktedirdir. [40]
(35) «Kendisine zulmedici olarak bağına girdi...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak burada «bağına girdi» diyor, «iki bağına girdi» demiyor. Çünkü iki bağa aynı zamanda girmek mümkün değildir.
İbn Ebi Hatim, Süddi'den şöyle rivayet ediyor. Süddi, «On, lordan birisine iki bağ kıldık» ayetinin tefsirinde, «cennet kelimesi bostan demektir. O kişinin bir tek bostanı vardı -ve tek çeperli idi. Fakat bostanın arasından bir nehir aktığı için Cenab-ı Hak «ona iki bostan verdik» demiştir» dedi.
Bu ayetin siyakından ve karşılıklı konuşmalardan anlaşılıyor ki o zalim, arkadaşıyla beraber bostana girmiştir,
«O, nefsine zulmedicidir»; yani küfürden ötürü nefsini helake arzetmiş, ebedî azaba maruz bırakmıştır.
«Bu bostanın hiçbir zaman yek olacağını sanmam» dedi»; ya-, ni hayat boyunca bu böyle devam edecektir. Burada «ebeden» kelimesiyle hayat boyu kastedilmiştir. Zira «ebed» tabiri bazen uzun zamana ıtlak olunur. Yoksa «ebeden» burada sonsuz hayat mânâsında kullanılmış değildir.
O kişi, bu sözü Kıyamet'i inkâr ettiğinden ve cehaletinden Ötürü ağaçlar yok olsa da onun nev'inin devam edeceği kanaatine vardığından dolayı söylemiştir.
Bazı tefsircilere göre o kişi, «Bağ ebediyen yok olmayacaktır» demek istemiştir. Tıpkı felsefecilerin «felekler ebediyyen yok olmayacaktır» demeleri gibi. Sanki dünya sevgisi ve dünyaya imrenmesi onun aklını başından almış, ona bu sözü söyletmiştir. Aksi takdirde aklı olan bir kimse böyle bir söz söylemez, fazileti az olan bir kişi dahi böyle bir kanaate razı olmaz.
Ayet hangi şekilde açıklanmış olursa olsun, o bu sözü, arkadaşının «bu kâinatın hepsi yok olacaktır, fanidir, senin bahçelerin de yok olacaktır, bunlarla mağrur olma, salih amellerde bulun, Allah'tan kork» demesine karşı söylemiştir.
(36) «Kıyamet'in kopacağını da sanmıyorum...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani gelecekte Kıyamet'in kopacağına inanmıyorum demek istiyor. Şayet böyle bir şey olur ve senin iddian tahakkuk ederse, kesinlikle ben bundan daha hayırlı bir sonucu Rabbimin katında bulurum!
Ayetin sonundaki «Munkaleb» kelimesi dönüş noktası, herhangi bir şeyin sonucu demektir. Acaba kişinin bu ümit ve yalan yemininin kaynağı nedir? Bunun kaynağı şudur: O, Cenab-ı Hakk'ın, kendisine bu bağları müstehak olduğu için, zatının kıymetine binaen ve Allah katında çok şerefli olduğu kanaatini taşıdığı için verdiği fikrindeydi. İşte bundan dolayı bu sözü sarfetmiştir.
Fakat o kişi bunun kendisi için bir aldatmacadan ibaret olduğunu bilmiyordu.
(37) «Kendisiyle konuşan arkadaşı...» Bu Ayetin Tefsiri
O zalim kişinin topraktan yaratılması, onun ve bütün insanların aslı olan Hz. Adem'in topraktan yaratılması zımnında söylenmektedir. Çünkü her insan Hz. Adem'in yaradılışından bir nasip almaktadır. Zira Adem'in fıtratı, sadece kendi nefsine ait değildi. Belki onun fıtratı bütün insanların fıtratını içeren bir numune idi. Öyleyse kişiye «Allah seni topraktan yarattı» denmesi, asıl itibariyle gerçek bir sözdür.
«Sonra seni nutfeden (yani.meni damlasından) yarattı». Binaenaleyh halkedilen şey birdir, fakat mebdei müteaddittir. Mesela toprak ilk asıl maddedir, sonra meni, sonra kan pıhtısı, sonra et çiğnemi ve sonra bunu takip eden safhalar...
O halde «Rabbin seni topraktan yarattı» cümlesinin mânâsı şudur: «Allah Adem'i topraktan yaratmıştır. Adem de senin esasındır». Bu balamdan yoruma ihtiyaç kalmaksızın doğrudan «İnsan topraktan yaratıldı» denilebilir.
«Sonra seni bir insan yaptı»; yani seni erkek olarak çeşitli devrelerden geçirdikten sonra mükemmel kıldı. Ayetin metnindeki «Sevvake» fiili tasviye kökünden geliyor. Tasviye peyderpey bir şeyi kemâle erdirmek demektir. Bazen bu fiil yaratmak ve icat mânâsında da kullanılır. Nitekim bir ayette, «nefse ve nefsi tesviye edene (yani yaratana) yemin ederim» buyurulmuştur. Bu anlam, yaratma ve icat mânâlarıyla beraber gelirse —tm ayette olduğu gibi— «seni en mütekâmil bir şekilde yarattı» demek olur. Muhtemelen o kişi hakkı inkâr ettiğinden veya haşr hakkında şüphe içinde olduğundan dolayı arkadaşı kendisini küfre nisbet etmiştir. Zira hasrı inkâr, Allah'ın kudreti konusunda şüpheye düşmektir ki, bu> küfrün ta kendisidir. Serveti ile gururlanan kişinin Ahiret'i
inkâr ettiği hususu 36. ayetten anlaşılmaktadır. 37. ayette ise bu kişi «kâfirlik» le itham edilmektedir. Çünkü, (oütün tefsirlerde de ifade edildiği gibi) Ahiret'i inkâr etmek bir bakıma Allah'ı inkârdan ileri gelir. Zira Ahiret'in imkânsızlığını savunmak, Allah'ın gücünün sonsuzluğundan şüphe etmenin bir sonucudur. Nitekim bu kişiye yaradılışın safhaları hatırlatılmak suretiyle, kuvvet ve kudret sahibi oîan Allah'ın, Kıyamet'i gerçekleştirmek gücünde olduğu hususu ispatlanmak istenmiştir. Bazı müfessirlere göre o kimse müşrikti. Nitekim arkadaşının «Ben Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmam» cümlesi ile «Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşma-saydım» cümlesi bunu tariz etmektedir. Bu zâlim ve kâfir kişinin «Eğer Rabbime döndürülür sem» cümlesi onun müşrik olması hususunu ortadan kaldıramaz. Çünkü bu cümleyi arkadaşının iddiasına göre söylemiştir. Yani senin iddia ettiğin gibi eğer ben Rabbime döndürülürsem, bana bundan daha güzel bir bağ verilir.
Bütün bunlarla beraber Allah'ın rububiyetini kabul etmek şirkin yokluğunu gerektirmez. Çünkü puta tapanların çoğu Cenab-i Hakk'm rububiyetini kabul ederler. Fakat aynı zamanda şirk içindedirler.
(38) «Fakat O Allah benim Rabbimdir...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani o zalimin arkadaşı kendisine: «Sere Allah'ı inkâr ediyorsun. Fakat ben mümin ve rauvahhidim» demek istemiştir.
Bu ayeti celile çok büyük bir zikri kapsamaktadır. Nitekim İbn Ebi Hatim, Esma binti Umeys'ten şöyle rivayet etmektedir: «Allah'ın Rasûlü bana birkaç kelime öğretti. Ben üzüntü anlarımda onları okuyorum. O kelimeler de şudur: «Allah benim Rabbimdir, hiçbir şeyi ona ortak koşmam».
(39) «Bağına girdiğinde...» Bu Ayetin Tefsiri
O müslüman (Yemliha), kâfir arkadaşım böyle söylemeye teşvik etmekte ve bu sözü terkettiği için de kendisini kınamaktadır. Yani bahçeye girdiğin zaman niçin «Allah neyi dilerse o olacaktır» veya «Emir Allah'ın dilediğidir» demedin?
Bu ayet umuma delâlet eder. Yani ister mahlûkatm fiilleri olsun, isterse herhangi bir şey, dünya ve kâinatta cereyan eden her olay Allah dilediği zaman olur, dilemediği zaman da olmaz. Evet, bu sözle Yemliha, kâfir arkadaşım bu bağın ve orada bulunan her şeyin Allah'ın meşiyetiyle olduğuna, Allah dilerse onu daimi bir şekilde bırakacağına, dilerse de helak edeceğine inanmaya teşvik ediyor.
Mutezile'den bazıları «Ayet sadece Cenab-ı Hakk'm yapmayı deruhte ettiği konular hususundadır. Kulların fiilini kapsamıyor» demişlerse de bu görüş gayet zayıftır ve haktan sapmadır.
«Kuvvet ancak Allah'ındır». Bunu söyleyip de niçin kendi aciz-ligini itiraf etmedin? Yani niçin bu zenginliklerin, sana sadece Allah tarafından verildiğini, senin güç ve,, kuvvetinin mahsulü olmadığını, gücünün de sana Allah tarafından verildiğini itiraf etmiyorsun? Bu ayeti celile, daha önce de söylediğimiz gibi, çok kıymetli bir zikri kapsamaktadır. Nitekim İmam Ahmed, Ebu Hureyre tarikiyle Allah Rasûlü'nden şöyle rivayet etmektedir.
«Allah'ın Rasûlü bana dedi ki: «Seni cennetin arş altındaki hazinelerinden birine muttali kılayım rai?» Ben de: «Evet, Ey Allah' %n Rasûlü!» dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber bana: «Şunları söyle: Kuvvet ancak Allah'ındır».»
Amr bin Meymun der ki: «Ben Ebu Hüreyre'ye: «Yoksa bu, lahavle vela kuvvete Ula billah mıdır?» diye sordum. O: «Hayır, bu Kehf Suresi'ndeki La kuvvete illa billah cümlesidir» diye cevap verdi.»
İbn Ebi Hatim, Amr bin Mürre'den şöyle rivayet ediyor: «Duaların en üstünlerinden birisi de kişinin Mâşaallah demesidir».
Ebu Ya'Ia ve İbn Merduveyh, Enes'ten şöyle rivayet ediyorlar:
«Allah'ın Rasûlü: gerek aile efradında, gerek malda, gerekse evladda olsun, Allah herhangi bir kuluna bir nimet verdiğinde o kul «Mâşaallah la kuvvete illa billah)) (Allah'ın dilediği olur, kuvvet ancak Allah'tan gelir) derse Cenab-ı Hak ondan ölümü gelinceye kadar, her afeti uzaklaştırır» dedi ve bu ayeti okudu».[41]
İbn Ebi Hatim, Mutarrif ten şöyle rivayet ediyor:
«İmam Malik evine girdiğinde Mâşaallah diyordu. Ben ken dişine: «Niçin bu kelimeyi kullanıyorsun?» diye sordum. «Sen Ce-nab-ı Hakk'ın «Bağına girdiğin zaman, Mâşaallah (Kuvvet yalnız Allah'ındır) deseydin ya» ayetini dinlemedin mi?» dedi.»
İbn'ul-Arabi'den nakledildiğine göre İmam Malik bu ayeti evine giren her müslüman için içindeki zikrin söylenmesinin müste-hap olduğuna delil olarak göstermiştir.
Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre kişi bu sözü, kendisine ait olsun veya olmasın hoşuna giden bir şeyi gördüğünde söylemelidir. Kişi bu sözü tekrarladığı zaman, hoşuna gitmiş olan a. şeye nazar değmez.
(40) «Rabbim bana senin bağından daha...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet 39. ayette geçmekte olan şart cümlesinin cevabıdır. Yani beni kendinden mal ve evlad yönünden daha az görüyorsan, (şunu iyi bil ki) Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana ihsan edebilir. Yani beni kendinden daha fakir görüyorsan, ben Ce-nab-i Hakk'ın sende olan zenginlikle bende olan fakirliği değiştirmesini, imanımdan ötürü bana senin bağından daha hayırlı olan bağı vermesini ve küfründen ötürü bu nimetleri senden almaşım ve senin bağını yok etmesini umuyorum!
Bazı tefsir alimleri «Bu o kişiye Ahiret'te verilecektir)) derken, bazıları da ifadeyi «hem dünyada hem de Ahiret'te verilecektim şeklinde yorumlamışlardır. Fakat o kişinin sözüne bakılırsa, bu dünyada olacaktır. Nitekim ikinci cümlede «Senin bağının üzerine gökten bir azabı gönderim buyurulmaktadır. (İbn Cerir, İbn Abbas'tan böyle nakletmiştir.)
Nafi bin Ezrak, İbn Abbas'a: «Husban kelimesinin ne demek | olduğunu bana haber verir misin? dedi. İbn Abbas: «O bir ateştir» dedi ve ardından bununla ilgili olarak Hasan bin Sabit'in bir şiirini okudu.
İbn Ebi Şeybe ve İbn Hatim'in Dahhak'tan rivayet ettikleri de aynı anlamdadır.
Zemahşeri; «Bu kelime Butlan, Gufran kelimeleri gibi mastardır. Hesap mânâsım ifade eder. Burada kastedilen, hesap edilen takdir edilendir» diyor. Yani Cenab-ı Hakk'ın takdir buyurduğu onun harab olmasına dair olan hüküm ona isabet edecektir. Zemahşeri, «Husban»ın, «HusbaneUvcı çoğulu olup, bunun ok ve saldırım gibi fırlatılan şey demek olduğunu ve onunla yıldırımların kastedilebileceğini de nakletmektedir. Bazı müfessirler ise «Daha genel bir mânâ taşımaktadır» demişlerdir.
«Said» kelimesi toprak demektir. «Zeîekan» kelimesi ise {(yürürken kaymak» anlamına gelir. Yani o bitkisiz bir toprak oluverecektir. (Bu yorum Hasan Basri'ye aittir). İbn Ebi Hatim, Süddi'den de aynı tevili nakletmektedir. Bazıları da «Zeîak kelimesi baş traşından kinayedir. Burada teşbih vardır» derler. Yani o bahçe kupkuru bir toprağa yani içinde ne ağaç, ne bitki hiçbir şey bitirmeyen yere dönüverecektir. Tıpkı traş olmuş başta, hiçbir şey kalmadığı gibi.
Mücahid ayeti «O bağ korkunç bir kuma dönüşür» şeklinde yorumlamıştır.
(41) «Yahut onun suyu...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin metnindeki «Gavren» kelimesi ismi faildir ve yere batan su demektir .Yani onun suyu dehşetli bir şekilde yere batacaktır. O tersine giden suyu hiçbir şey bir daha yeryüzüne çıkaramaz.
îmanlı kişi kâfir arkadaşının bağının ya semavî veya arzî bir afetle yok olup gideceğini ummaktadır. Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre mal hususuna değinildiği gibi evlad hususuna da değinmek gerekiyordu denilebilir. Yani o müslüman niçin; «Umulur ki Cenab-ı Hak senin çocuğundan daha hayırlısını bana verir ve senin çocuklarına da bir bela isabet eder, hepsi de helak olur» dememiştir? Gevap olarak deriz ki: Çocuk hususuna işaret edilmeme-sinin nedeni kâfir kişinin kalbini tamamen mal sevgisine kaptırmış olmasındandır. Onun bağına gelen bir felaket ve onun müslüman arkadaşına verilecek daha hayırlı bir bağ, kendisini azaba duçar etmek hususunda kâfi gelebilir.
Bazıları da «Onun çocukları herhangi bir günah işlemiş değildirler ki müslüman onlar aleyhinde bedduada bulunsun?» demişlerdir. Fakat bu noktaya şöyle bir itiraz yapılabilir: Peygamber lerden bazıları hem kâfirlerin hem de çocuklarının aleyhinde bedduada bulunmuşlardır. Meselâ Hz. Nuh: «Ya Rabbi! Kâfirlerden yeryüzünde bir tek ferdi bırakma» şeklinde beddua etmiştir. Fakat cevap olarak deriz ki: Bu beddua bu kabilden değildir.
Bazılarına göre, çocuğun verilmesi hususunda mümin kişi bir temennide bulunmamıştır. Çünkü bu kâfirin bağından daha hayırlısı ona cennette verilecektir. Bu Ahiret'te vuku bulacaktır. Ahiret ise çocuk verilme yeri değildir. Çünkü Ahiret'te üreme sona ermiş olacaktır.
(42-43) «Derken onun ürünleri kuşatılıp yok edildi...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani onun iki bağı içindeki malları helak oldu.
Ayetin başındaki «Uhite» füli her taraftan düşmanın ihata et-mesi dernektir ve aynı fiil istila ve galebe mânâsında her helak çeşidi için de kullanılmıştır. Bu helakin gece olduğu muhakkaktır. Çünkü Cenab-ı Hak «Bağı için yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup sabahladı» demektedir.
«Vruş» kelimesi «arş»xa çoğuludur. Burada üzüm asmalarını yüklemek üzere diküen direkler kastedilmektedir. Bağın direkler üzerinde düşmesi direklerin düşmesinden öncedir. Muhtemelen azap o bağı hiçbir şeyin üzerinde durmayıp kaybolduğu bir toprağa dönüştürmüştür. Burada Cenab-ı Hak o bağlardaki üzüm ağaçlarının haline temas etmiş ve fakat onun etrafındaki hurmalıklara ve içlerindeki ekinlerin haline değinmemiştir. Çünkü burada bizzat üzümler kastolunmaktadır. Hurma ile ekinler ise onun tamamlayıcılarıdır. Veya bu üzüm bağlarının helak olması orada bulunan hurma ve ekinlerin helak olmasına gerek bırakmamıştır. Çünkü onlar direklere dayandığı halde helak olduğuna göre, diğerlerinin de onların akıbetine uğradığı muhakkaktır. Veya bağa yapılan masrafın çoğu üzüm ağaçlarına sarfedildiği için sadece onlar zikredilmiştir. Ayrıca bu cümle «Cenab-ı Hak onun üzerine bir ateş gönderdi, onu yaktı ve onun suyunu yere batırdı» şeklindeki rivayetleri de iptal eder.
Kişinin «Keşke ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmamış olsaydım» cümlesi onun arkadaşı tarafından yapılan vaz-u nasihatleri hatırlamasına delâlet ettiği gibi, bu felaketin yalnızca şirk koşmasından ileri geldiğini de hatırlamış olmasına delâlet eder. Bu cümle aynı zamanda kişinin pişman olduğuna, şirkten tevbe ettiğine, tecdidi imanda bulunduğuna da değinmiş olma ihtimalini taşımaktadır. Çünkü daha önceki şirkinden ötürü pişman olması tecdidi iman demektir. Onun şirkten pişman olması, hali hazırda iman ettiğini de işar eder. Sanki O «şu anda Allah'a iman ettim, keşke bu imanım daha imce olsaydı» demektedir. Fakat küfürden sadece pişmanlık duymak imanı gerektirmez. Ancak günahtan pişmanlık bir daha günaha dönmemek azmi varsa bazen tevbe yerine geçer. Kâfir burada küfründen dolayı değil ancak iki bağının helaki sebebiyle pişman olmuştur. Ayet, gelecek cümlelerle onun tevbe etmediğine ve haşri inkâr ettiğine delâlet etmektedir. Bu kişinin tevbesi, felaket geldikten sonra yapıldığı için kabul edilmemiştir. Çünkü bu tevbe ümitsizlik anındaki bir tevbedir. Ümitsizlik anındaki iman ise kabul edilmez. Ancak bu tür bir cevap aslında makul değildir. Zira en azından malının helak olduğunu gördükten sonra iman etmiştir.
Bunların o kâfirin Kıyamet Günü'nde söyleyeceği sözler olduğu belirtilmiştir. Eğer bu yorum doğru ise onun imanının kabul edilmediği açıktır. Çünkü Ahiret'te iman tecdidinin hiçbir fayda sağlamayacağı açıktır.
«Fietun» kelimesi aşiret, cemaat demektir. Yani onu Allah'ın azabından koruyacak bir aşireti yoktur. Daha önce iftihar ettiği hizmetçi ve çocuklann devri de sona ermiştir.
(44) «İşte bu durumda velayet sadece...» Bu Âyetin Tefsiri
Buradaki zamir ile o felaketin geldiği yer ve felaketin geliş durumu kastolunmaktadır. Yani böyle bir durumda yardım ancak Allah'tan gelir. O'ndan başka hiç kimse buna güç yetiremez. Bu cümle «Allah'tan başka kendisine yardım edecek bir topluluk yoktu» cümlesinin tekididir.
Ayet meyninde geçen «velâye» kelimesi yardım manasınadır. Cenab-ı Hak dostları için sevap yönünden de netice yönünden de hayrdır. Ebu Hayyan'ın El-Bahr'da söylediğine göre, oradaki zamir Ahiret yurduna racidir. Yani Ahiret yurdunda yardım, hak olan Cenab-ı Hakk'a mahsustur. Ayetin son cümlesi de bu mânâyı desteklemektedir. Bu ayet o zaman tıpkı «Mülk bugün kimindir? Mülk tek ve kahhar olan Allah'a mahsustur» ayeti gibi olur.
(45) «Onlara dünya hayatının bir örneğini...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani süratle zeval bulan parlak ve nurlu hususlarda dünyaya benzeyen şeyleri onlara hatırlat! Ki onlar dünyaya aldanmasınlar, Ahiret'ten yüz çevirmesinler.
«Gökten indirdiğimiz bir su gibidir» cümlesi darb-ı meselin açıklamasına başlamaktır. Yani dünya gökten indirdiğimiz bir su gibidir, O sudan ötürü yeryüzünün bitkileri birbirlerine girecek şekilde gürleşmişlerdir. Çünkü su kendilerine bolca verilmiştir. Veya o su yeryüzü bitkilerine girdi, onları bolca sızladı ve bundan sonra da onlar pırıl pırıl parlayacak şekilde topraktan fışkırdüar. Sonunda da birbirine giren bitkiler parladıktan sonra çer-çöpe dönüştüler. Paramparça edilen bir kuru ot haline getirildiler.
«Heşimen» kelimesi «heşime»rûn çoğuludur, «parçalanan, çer-çöp haline dönüşen bitkiler» elemektir. «Esbaha» fiili de «oldu» mânâsına gelmektedir. Binaenaleyh bu fiil bu hadisenin geceleyin yapıldığına delâlet etmez. Bazıları da «Delâlet eder; çünkü gökten gelen bütün afetlerin ekserisi geceleyin vuku bulur» demişlerdir. Fakat bu ikinci yoruma, «bitkilerin çer-çöpe dönüşmesi semavi bir afetten ileri geliyor» şeklinde delil teşkil edebilecek bir kayıt yoktur. Aksine burada yeşillikten sonraki hâl kastedilmektedir. Çünkü tabii olarak bitkiler kurur, sonra da paramparça olurlar.
«O bitkiyi rüzgârlar paramparça eder» cümlesindeki «Tezru-hu» fiili Ebu Ubeyde'ye göre «parçalar» demektir. Ahfeş'e göre «yükseltip-götürmek» manasınadır. İbn Kisan ise «Onları sağdan sola getirip-götürmek manasınadır» demiştir.
«Allah her şey üzerinde muktedirdir», yani kâmil kudrete sa-hiptir. Dilerse onları meydana getirir, dilerse yok eder.
Cenab-ı Hak 45. ayette benzetme yoluyla dünya hayatının geçiciliğini, ibret nazarıyla bakan insanın bir bitkide dahi kendi hayatının başlama, gelişme ve tükenip son bulma safhalarını açık bir şekilde görebileceğini belirtmiştir. [42]
46- Mal ve oğullar dünya hayatının ziynetidir. Baki kalacak olan salih ameller ise Rabbinin nezdinde hem sevap bakımından hem de ümit etmek bakımından daha hayırlıdır.
47- (Zikret) o günü ki dağlan yürütürüz ve yeryüzünü de dümdüz görürsün. Hiçbirim bırakmaksızın, hepsini mahşerde top-lamışızdır.
48- Hepsi dizi dizi Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır. Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi bize geldiniz. Size va'dedilenlerin tahakkuk edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız değil mi?
49- Kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların onda (yazılı) olanlardan korktuklarım görürsün; «Vay halimize! Bu nasıl ki-tapmış ki küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp döküyor» derler. Böylece yaptıklarını karşılarında hazır bulmuşlardır. Rabbin hiçkimseye zulmetmez!
50- (Zikret o zamanı) ki meleklere; «Adem'e secde edin» demiştik. İblis hariç, hepsi hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi. Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz beni bırakıp da îblis'i ve onun soyunu mu dostlar ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanları-nızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değiştirmedir?
51- Ben onları ne göklerin ne yerin ne de kendilerinin yaradılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları yardımcı edinmiş değilim.
52- Zikret o günü) ki (Allah müşriklere): «Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiklerinizi çağırın» der. (Kafirler; putları) çağırdılar ama kendilerine cevap yermediler. Biz onların arasına bir uçurum koyduk.
53- Suçlular ateşi görür görmez, orayı boylayacaklarını iyice anladılar. Fakat ondan kurtuluş yolu da bulamadılar. [43]
(46) «Mal ve oğullar,.m Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet kâfirlerin iftihar nedeni olan dünya hayatının özelliklerini açıklamaktadır. Evlatlardan önce Cenab-ı Hak malı zikretti. Halbuki insanların çoğunun katında evlat, maldan daha azizdir. Muhtemelen bu takdim, dünya ziyneti ve dünyadaki yardımın malla ilgili olmasından ileri gelmektedir. Yani dünya hayatı, baba ve çocuğa sahip olan herkes için, her vakitte ziynet sayılır. Oğlan çocuklara gelince, onların ziynet sayılmaları ancak babalık mertebesine erişen kimselere nisbetledir. Ayrıca mal insanın yaşaması için gereklidir. Çocuklar ise nev'in yaşamasını sağlarlar. Mal ihtiyacı çocuk ihtiyacından daha mühimdir. Çünkü mal, çocuk olmaksızın ziynet olur, fakat çocuk mal olmaksızın ziynet olmaz. Nitekim malı olmayan bir kişi evladlan ne kadar çoksa o kadar sıkıntıya düşer.
«Ziynet» kelimesi mastardır. İnsana süs olan her şeye ziynet denilir. Mastarın bu konuda kullanılması mübalağa ifade eder. Ziynetin dünya hayatına izafe edilmesi ise, onun özelliğini ifade için-dir. Yani, onların iftihar nedeni olan mal ve çocuklar dünya hayatında süs olarak kullanılan bir şeydir. Dünyanın süratle zail olduğu bilindi, izmihlalin yakın olduğu kesinleşti. O halde bu geçici dünya hayatının vasıflarından olan bir şeyin daha önce zail olacağı tabiidir. Sanki şöyle denilmiştir: «Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür. Dünya hayatının süsü olan her şey süratle zail olup gider. Neticede mal ve çocuklar da zayi olup gideceklerdir».
«Baki olan salih ameller»in tefsiri hakkında Said bin Mansur, Ahmed, Ebu Ya'la, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn Merduveyh ve Hakim, Ebi Said el-Hudri'den, o da Allah'ın Rasûlü'nden şu hadisi rivayet ediyorlar: «Baki kalan salih amelleri çokça elde etmeye çalışın».
Sahabilerden biri: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu baki kalan salih amellerle ne kastedilmektedir?» diye sorunca Hz. Peygamber cevap olarak: «Tekbir, tehlil (Lâilâheillâllah), teşbih (Subhanallah), tahmid (Elhamdülillah), (La havle velâ kuvvete illâ billah) kastedilmektedir» dedi».
Tabarani ve İbn Şahin «Terğib»te ve İbn Merduveyh, Ebu Der-da'dan, o da Allah'ın Rasûlü'nden şöyle rivayet ediyor:
«Allah ortaklar edinmekten münezzehtir. Hamd Allah'a mahsustur. Allah'tan başka mabud yoktur. Allah her şeyden daha yücedir. Günahlardan dönüş, ibadete yöneliş ancak Allah'ın kudretiyle olur», İşte bu kelimeler «baki kalan salih ameller» demektir. Bu kelimeler ağaç yaprağını düşürdüğü gibi insanoğlunun yanlışlıklarını siler götürürler. Bu kelimeler cennetin hazinelerinden-dir».
İbn Abbas, «el-Bakiyat'us-Salihat»ın bütün güzel ameller olduğunu söylemiştir. (İbn Merduveyh, İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim).
Hasan Basri ve İbn Ata'dan gelen rivayete göre, baki kalan salih ameller ile maksat salih niyetlerdir.
Taberi ve bazı müfessirler İbn Abbas'tan son gelen hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü ibare bütün güzel amellerle tefsir edilirse bu hususta söylenen bütün mânâları kapsamış olur.
«Rabbinin katında»; yani Ahiret'te bazılarına göre «Rabbinin katında»mn mânâsı «Rabbinin hükmünde» demektir. [44]
(47) «(Zikret) o günü ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani dağlan yerlerinden söküp bulutlar gibi havada yürüttüğümüz günü zikret! Nitekim şu ayet de bu mânâyı desteklemektedir: «Dağları görürsün de onları (yere) saplanmış sanırsın. Halbuki o dağlar bulutlar gibi yürümektedirler» (Nemi: 88).
Bazı müfessirler «Dağları yürütmekten maksat onları yayılmış bir toz haline getirdikten sonra parçalarını yürütmek demektir» demişlerdir. Yani, «Zikret o günü ki biz dağları yürütür ve paramparça ederiz». Bu ayet tıpkı şu ayet gibi olur: «Dağlar muhakkak parçalanır ve yayılmış bir toza dönüşür». Dağlan yayılmış toza çevirmek ve onu uçurtup götürmek, onları yerlerinden söktükten sonra olur. Nitekim mudekkiklerden bazıları ayetlerden şu mânâyı çıkarmışlardır: Dağlar evvelâ yeryüzünden sökülürler, semada yürütülürler. Sonra da düşer, korkunç bir yığın haline gelirler. Sonra da yayılmış toz zerreciklerine dönüşürler.
Bu ayetlerden maksat müşrikleri korkutmaktır.
«Yeryüzünü de dümdüz görürsün»; çünkü o apaçık ortadadır. Dağların altındaki yerin ortaya çıkması malûm bir husustur. Çünkü dağlar yürütüldükten sonra orası düz kalır. Dağlar gittikten sonra yeryüzü apaçık ortaya çıkar. Veya dağ, deniz, meskenler, ağaçlar, her şey onun yüzünden silinip götürüldüğünden dolayı arz apaçık görülür.
«Yerin görünmesi yer ehlinin görünmesinden kinayedir» di-yenler de vardır. Yani yer, adeta ölen insanlara gebedir ve bütün bunları kusup ortaya dökecektir.
«Onları hasrettik»; yani onları kabirlerinden çıkardıktan sonra biraraya topladık.
Allame Zemahşeri, Keşşafta şunları söyler: «İnsanların hasredilmesi dağları yürütmezden ve yeryüzünün tamamı ortaya çıkmazdan öncedir ki insanlar bu korkunç hadiseleri gözleriyle görebilsinler». Sanki ayette şöyle denilmektedir: Onları, dağların yürütülmesinden, yerin açık saçık ortaya çıkmasından önce hasrettik!
Fakat Allame Zemahşeri'nin bu fikrine şöyle itiraz edilmiştir: Bazı ayet ve hadislerde bildirildiğine göre dağların yürütülerek yerin apaçık ortaya çıkması, birinci defa sûra üfürülüşle nizâm-ı
âlemin bozulduğu anda olacaktır. Üzerine atfedilen hükümler ise sûrun ikinci üfürülüşü anında bulacaktır. Bu bakımdan ayeti «Biz dağları yürütmezden önce onları hasrettik» mânâsına hamletmek uygun değildir ki bu ayet diğer ayetlere muhalif düşmesin.
«Onlardan hiçbir ferdi bırakmaksızın, hepsini mahşerde top-lamzşızdır» ifadesindeki, «Nugadir» fiili «gadara» kökünden gelmektedir ve «terketmek» anlamındadır.
(48) «Hepsi dizi dizi Rabbinin huzuruna...» Bu Ayetin Tefsin
Onların Allah'ın huzuruna arzedilmeleri, Rablerinin onlar hakkında vermiş olduğu hüküm üzerine arzedilmeleri demektir.
İbn Mindeh «tevhid» bahsinde Muaz bin Cebel'den şöyle rivayet ediyor: «Allah'ın Rasûlü buyurdu: «Kıyamet Günü'nde Cenab-ı Hak şöyle nida eder: «Ey Kullarım! Ben Allah'ım! Benden başka mabud yoktur ve ben merhametlilerin en merhametlisi, hakimlerin en hakimiyim. Hesap edenlerin en süratlisiyim. Hüccet ve delilleri hazırlayın. Cevabı kolaylaştırın. Şüphesiz siz kesinlikle hesaba çekileceksiniz. Ey Meleklerim! Kullarımı hesap için ayak parmaklarının "baş uçları üzerinde dizi dizi bir duruma getirin».
Sahih bir hadiste şöyle varid olmuştur: «Cenab-ı Hak geçmiş ve geleceklerin hepsini bir yerde, saflar halinde biraraya getirecektir. Öyle biraraya geleceklerdir ki çağıranın sesi işitilecek, baka-nın gözü onları görecektir».
Bazı müfessirlere göre, her ümmet ve her zümre ayrı saflar teşkil edeceklerdir.
«Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi bize geldiniz» cümlesindeki hitap hasrı inkâr eden kâfirleredir. Yani onlara böyle denilecektir. Yani ilk başta sizi yarattığımız gibi bizim huzurumuza yalınayak, çıplak bir halde veya beraberinizde iftihar etmenize vesile olacak mal ve yardımcılar bulunmaksızın geldiniz. Nitekim başka bir ayette: «Andolsun, siz bizim huzurumuza tek tek geldiniz. Tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi. Size nimet olarak verdiklerimizi arkanızda bıraktınız» buyurulmuştur.
«Oysa size va'dedilenlerin tahakkuk edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız değil mi?» cümlesi ise bir kelâmdan diğer bir kelâma geçiştir. Onları azarlamak, kınamak, kulaklarını çınlatmak için getirilmiş bir cümledir. Bu ayetin metnindeki «Me-viden» kelimesi ism-i zamandır. Yani dünyada sizin hakkınızdaki haşr ve haşre tabi olan konuların tahakkuk edeceği "bir vakti tayin etmediğimizi iddia ettiniz!
(49) «Kitap (ortaya) konmuştur..,)} Bu Ayetin Tefsin
Bu ayetin başındaki «Vudia» fiili 48. ayetin başındaki «Uridu» fiiline atıftır. Ve bu da, vakit zikredilmekle müşriklerin sakınmaları kastedilen o korkunç durumlar kategorisine girmektedir. Mazi fiilinin burada kullanılması takrire delâlet etmesi içindir. «Ki-£ap»tan maksat amellerin yazıldığı kitaptır. Kitab'ın başındaki «el» takısı istiğrak içindir. Yani bütün mahlûkların amellerinin yazılı olduğu kitaplar ortaya konur. «Ortaya koymak»ta,n maksat da ya her kitabın sahibinin sol veya sağ eline verilmesidir veya her kitabın mizana konulmasıdır. Burada o kitapları meleklerin ortaya koymaları da kastedilmiş olabilir. Böylece mükelleflerin o kitapların içerikleriyle hesaba çekilecekleri anlaşılır. İşte bu yoruma göre, «Kitapnt&n maksat bir tek «Küap»tır. Yani melekler amel sahifelerinin hepsini bir kitaba naklederler ve o kitabı ortaya koyarlar ki ona göre hesap görülsün. (Bu yorum ile ilgili olarak herhangi bir rivayete rastlanmamıştır).
İmam Gazali bu yorumu kesin bir şekilde vermektedir. Zahire bakılırsa Gazali ve benzeri alimler bu yorumu, bir rivayete dayanarak öne sürmüş olmalıdırlar. Çünkü böyle bir yorum sadece şahsi fikir olarak ortaya konulmaz.
«Sen mücrimleri görürsün», yani bütün mücrimleri, haşri inkâr eden kâfirler de dahil bütün suçluları görürsün ki Kitap'da yazılı günahlardan ötürü tirtir korkmaktadırlar. Çünkü haklarında gerçekleşecek olan hesap artık kesindir. Kitapların içeriğine vakıf olduktan sonra «vay halimize!» derler. Bu nida helâklar arasından kendilerine mahsus olan helaki çağırmaktır. Çünkü «Veyl» kelimesi helak demektir. Onu çağırmak, yönelmesi istenilen bir şahsa onu benzetmek kabilinden olur. Sanki kişi «ey helak, yönel, bana gel. Senin zamanındır bu» demektedir. Bu cümlede Kıyamet Günü'nde mücrimler için helâktan başka bir arkadaş olmadığına işaret edilmektedir. Bu sebeble onlar helakin gelmesini talep ediyorlar ki helak olsunlar da elem verici azabı görmesinler.
Bazılarına göre burada onların yanında hazır olanların çağırılması kastedilmiştir. Sanki şöyle deniliyor: «Ey bizim yanımızda hazır olanlar! Bizim helakimize dikkat edin».
«Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp döküyor» cümlesindeki istifham burada hayret ve taaccübten kinayedir. Mücrimler o Kitab'ın durumundan hayrete düşerler. Kitab'ın her şeyi sayması onları kapsamasından kinayedir.
İbn Cübeyr'in rivayetine göre «küçük»ten maksat namahrem olan kadının elini sıkmak, onu öpmek gibi çirkin hareketler, «Bil. yük»ten maksat ise fiilen zina etmektir.
İbn Ebi Dünya ve İbn Ebi Hatim İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Büyük günahtan maksat müminlerle istihza etmek kabilinden kahkaha ile gülmektir-». İbn Merduveyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiği «Küçük»ten tebessüm, «büyük»ten de gülmek kastedilmiştir» şeklindeki yorum birinci yoruma hamledilir. Yani müminlerle alay ederek tebessüm etmek küçük, alay etmek ve kahkaha ile gülmek de büyük günahtır. Bu rivayetlerden anlaşılıyor ki insanların durumuna gülmek günahtır.
Abdullah bin Zem'a'dan gelen bir rivayet şöyledir: «Rasûlullah'ı dinledim, insandan sesli olarak çıkan gaz sebe-
biyle gülme hakkında «Herhangi birinizin yaptıklarından olan bir şey için niçin gülüyorsunuz?» diye buyurdu».
Ebu Hayyan, El-Bahr'da «Küçük günah, büyükten önce zikredilmiştir ki ona önem verilsin» demiştir.
İbn Ebi Hatim'in rivayet ettiğine göre Katade bu ayet hakkında şöyle demiştir: «Mücrimler sizin de dinlediğiniz gibi kitabın küçük ve büyük günahları saymasından şikâyet ediyorlar. Hiç kimse zulümden şikâyet etmiyor. Bu yüzden zulümlerin küçüklerinden sakının. Çünkü onlar da sahiplerinin üzerine birikir ve sonunda onu helak ederler».[45]
«Rabbin hiç kimseye zulmetmez»; yani işlemediği herhangi bir şeyden dolayı ona ceza tatbik etmez. O kimse ister mücrimlerden olsun, isterse başka kimselerden olsun farketmez. Cenab-ı Hafc sevap ve ceza hakkında çizmiş olduğu çizgiyi geçmez. Gerçi bu çizginin yanında durmak Allah'a vacib değilse de adeti budur, onu ihlal etmez. Yani Cenab-ı Hak, itaat edeni sevap sahibi kılıp, onun sevabını artıracağını; âsi kimseyi de cürmü ne kadarsa o şekilde azaba duçar edip, azabını artırmayacağım va'detmiştir ve bu va'd mutlaka yerine gelecektir. Yine aynı şekilde Allah Teâlâ, şirkin dışında dilediği kimseyi affedebileceğini ve dilediği kimseye azap vermeyeceğim va'detmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak çizmiş olduğu hududu geçmez. Sünnet-i ilâhiyesinin cari olduğu noktaya muhalefet etmez. Hiç kimseye işlemediği bir şeyden ötürü azap vermez, işlediğinin de sevabım eksiltmez. Yeter ki bu işledikleri Cenab-ı Hakk'm emrettiği ve razı olduğu şeylerden olsun.
«Allah mücrim bir kimsenin (yasağı işlediğinden ötürü,) cezasını artırmaza. Bu hususu, bütün müslümanlar ittifakla kabul etmiştir. Ancak «Cenab-ı Hak hiç kimseye zulmetmez» cümlesinin sem'î bir delil ile mi yoksa aklî bir hüccetle mi sabit olduğu hususunda ihtilaf vardır. Ehli sünnet «sem'î delilledir», Mutezile «Aklî delilledir» demiştir. Yine Allah'ın çizdiği hududu aşmasının Allah için hakikaten zulüm olup olmayacağı hususunda da ihtilaf edilmiştir. Haffacî, «Zahire göre bu hakiki bir zulümdür» demiştir. Haffaci'nin bu yorumuna göre, kastedilen Allah Teâlâ'nın kullarından sadır olduğunda zulüm sayılan bir şeyi yapmayacağıdır. Böyle bir fiil kullardan sadır olursa bu zulüm olur, eğer Cenab-ı Hakk' tan sadır olursa zulüm olmaz. Çünkü Cenab-ı Hak mülkün sahibidir. Mülkünde dilediği şekilde tasarruf eder. Onun hakkında zulüm isnadı asla bahis konusu değildir ve düşünülmez. Ehli sünnete göre durum böyledir. Cumhura göre de bu en meşhur görüştür. [46]
(50) «(Zikret o zamanı) ki meleklere...»Bu Ayetin Tefsiri
«Melekler»den maksat bütün meleklerdir. Nitekim ayetin zahiri de bunu gerektirmektedir. Sufîlerden bazı kimseler Muheymin meleklerini istisna etmişlerdir. Diğer bir grup da göklerdeki bütün melekleri istisna etmiş ve «sadece yerde görevli meleklerdir» demişlerdir. Adem'e yapılan secde «ibadet secdesin değildir. İkram ve büyütme secdesidir. Veya «Adem'e secde edin»âen maksat onun yoluna yönelip Allah'a secde edin .demektir. (Bu husustaki tafsilat Bakara Suresi'nde geçmektedir.)
Bütün melekler Allah'ın emrini yerine getirmek maksadıyla Adem'e secde etmişlerdir. Ancak İblis secde edenlerden olmamıştır. O secde etmekten imtina etti (Yani secde etmedi).
((İblis cinlerdendir» cümlesi muste'nifedir. İblis'in niçin secde etmediğinin nedenini ortaya koyar. Yani «O lanettik, secde edenlerden olmadı, çünkü cinlerdendir». Bu ayet açıkça İblis'in meleklerden olmadığına delâlet etmektedir. O meleklerle beraberdi ve onların sayılarına dahildi. Fakat kendisi onlardan değildi. Nitekim îbn Cerir, Said bin Mesud'dan şöyle rivayet ediyor: «Melekler cinlerle savaşıyorlardı. İblis'i esir ettiler. O zaman küçüktü. Meleklerle beraber oldu. Böylece onlarla beraber secde emrine muhatab oldu.» (Bu rivayetin benzeri Şehr bin Havşat'tan da gelmiştir. Ve bu, birçok alimin görüşüdür). Hasan Basri, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim'in kendisinden yaptıkları rivayete göre «İblis'in meleklerden olduğunu iddia eden bazı kavimleri Allah kahretsin. Halbuki Cenab-ı Hak «İblis cinlerdendi» diyor» demiştir.
İbn Cerir ve İbn'ul-Enbari «El~Ezdad»(Xa., Ebu Şeyh «El-Aza-me»de, Hasan Basri'den şunu rivayet ediyorlar: «İblis göz açıp kapayıncaya kadarlık bir zaman bile meleklerden olmamıştır. Hz. Adem insanların aslı olduğu gibi o da cinnin aslıdır».
Hasan Basri'den gelen bu rivayet delâlet eder ki İblis'ten önce cin yoktu. Tıpkı Adem'den Önce insanın olmadığı gibi. Fakat bu rivayetin sahih oluşu hususunda kalp rahat etmemektedir. Cemaatin «İblis'ten önce cin vardı» sözünün daha sahih olduğu düşüncesi akla gelmektedir. Ancak o cinler helak oldular. Onların soylarından ise İblis'ten başkası kalmadı. Binaenaleyh cin ve şeytanların hepsi bugün İblis'in zürriyetindendirler. İblis cinler ara-sında Hz. Nuh'un insanlar arasındaki makamı gibi makama sahiptir. Yani nasıl ki Hz. Nuh, ikinci Adem sayılıyorsa İblis de ikinci cin sayılır.
Bazı kimselere göre, İblis meleklerdendir ve cin de meleklerden bir kabilenin adıdır. (Bu görüşü İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, Ebu Şeyh ve Beyhaki İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir).
İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre, «İblis meleklerin eşrafmdandı. Kabile bakımından en üstünlerindendi. Cennetlerin hâziniydi. Sema-i dünyada saltanatı vardı. Rum ve Fars denizinin birleştiği nokta olan Mecma'ul-Bahreyn onundu. O bu noktalardan kendisinde azamet olduğunu vehmetti ve bütün gök ehlinden daha şerefli olduğunu sandı. Onun nefsine kibir girdi. Bu kibri Allah'tan başka hiç kimse bilmiyordu. Ne zaman ki ona Adem'e secde etmesi emri verildi, o zaman nefsindeki kibri açığa vurdu ve Cenab-ı Hak onu Kıyamet*e kadar lanetledi».
Katade'nin îbn-i Abbas'tan rivayet ettiğine göre o şöyle buyurmuştur: «Eğer İblis meleklerden olmasaydı secde etmekle em-rolunmazdı». (Fakat bu itiraza daha önce işaret ettiğimiz gibi cevap verilir). İbn Cübeyr de buna kail olmuştur.
Bir cemaat İbn Cübeyr'den şunu rivayet etmişlerdir: «Ayetteki el-cinn, meleklerden bir kabiledir. Onlar durmadan cennet ziynetlerini (Kıyamet kopuncaya kadar) yapıp hazırlamaktadırlar».
Ayetin metnindeki «Fesaka» fiili «çıktı» demektir. «Rabbinin emri» ile kastedilen Allah'ın taatidir. Nitekim Ferra bunu ifade etmiştir. Yani, İblis, Rabbinin taatinden dışarı çıktı.
Ebu Ubeyde, «fesaka fiilinin terk mânâsına geldiğini görmedik. Kufartın nüzulünden sonra Araplar bunu terk mânâsında kullandın demiş ve Müberred de bu- hususta ona uymuştur.
Emrin taat mânâsına geldiği de görülmemiştir. Muhtemelen Ferra'nın tevili, mânânın hulâsasının açıklamasıdır.
Yani meleklere verilen emrin hilafına davranmasından ötürü İblis fasık ve kâfir olmuştur.
Cenab-ı Hak, aralarındaki eski düşmanlığı hatırlatmak suretiyle İnsanları İblis'ten sakındırmak için «Şimdi siz beni bırakıp da İblis ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz?» diye buyurmuştur. [47]
«İblis'in soyumdan maksat çocuklarıdır. Böylece ayet İblis'in çocukları olduğuna delâlet eder ki tefsir alimlerinden bir cemaat böyle söylemiştir,
İbn Zeyd'den rivayet edildiğine göre, Cenab-ı Hak İblis'e: «Ben Adem için bir zürriyet yarattığımda onun bir benzerini de senin için yaratacağım» buyurdu. Binaenaleyh Adem'e her gelen evlatla beraber, bir şeytan da doğup dünyaya gelmektedir.
Katade: «Şeytan evlenir, ürer. Tıpkı insanların ürediği gibi» demiştir. El-Bahr'da Ebu Hayyan; «Dahhak, Â'mes ve Şa'bi de böyle demişlerdir» diyor.
Bazı müfessirlere göre İbîis'in evlatları yoktur. Ayetteki zür-riyetten maksat ona tabi olan ins ve cin şeytanlarıdır. Onlara zürriyet denilmesi İblis'in evlatlarına benzemeleri sebebiyledir.
Bazıları da «Onun hem evlatları hem de etbaları vardır» demiştir ve bu yorum hakikate daha yakındır. Bazı haberlere göre, Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya ve bizim peygamberimize iman eden İblis evlatları vardır. Mesela bizim peygamberimizin şeytanının ismi «Hamme» idi ve Rasûlullah'a teslim olmuştu. Diriyi ölüden çıkaran Allah ortaktan münezzeh ve yücedir.
İblis'in çocuklarının dünyaya nasıl doğup geldikleri bize gerekli değildir. Zira bizim nezdimizde nice keyfiyeti meçhul eşya vardır. Rivayet sahih ise keyfiyeti meçhulümüz olan şeylerden biri olsa da onun evlatlarının olduğunu kabul ederiz.
İblis'in melek olmadığını ileri süren kimseler bu ayetin zahirini kendisine delil getirir. Çünkü bu ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, İblis'in zürriyeti (evlatları) vardır. Halbuki meleklerin evlatları yoktur. İblis'in melek olduğunu savunanlar şöyle bir cevap verebilirler: Eğer buradaki «zürriyet» kelimesi evlât mânâsında ise İblis'in evlatları, İblis Allah'a karşı isyan edip mesholunduktan sonra dünyaya gelmişlerdir. Zaten bu devrede İblis melekiyet sıfatından çıkmıştı. Böylece onun evlatları olmuştur. Nitekim isyandan önce onun evlatları olduğuna dair herhangi bir delil yoktur.
Böylece bu ayetin, İblis'in meleklerden olmadığına delâlet ettiğinin mutlakıyet taşımadığı anlaşılmaktadır. [48]
(51) «Ben onları ne göklerin, ne yerin yaradılışına...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani İblis ile zürriyetini ne göklerin ne de yerin yaradılışında hazır bulundurmadım. Çünkü hem gökler hem de yer İblis ile soyunun yaradılışından önce meydana getirilmiştir. Hatta onların bir kısmını diğer kısmının yaradılışında da hazır bulundurmadım!
«Ben yoldan çıkaranları yardımcı edinmiş değilim»; yani şeytan ve zürriyeti yoldan çıkaranlar, saptıranlardır. Onları yardımcı edinmiş değilim.
Ayetin metnindeki «Aduden» kelimesi esasta insanın pazuları mânâsını ifade eder. Fakat el gibi yardımcı olarak kullanılır. Burada bu kelimeyle yardımcı mânâsı kastedilmektedir.
Bu ayet kâfirlerin akıllarının karışık ve görüşlerinin de çok zayıf olduğunu ilan etmektedir. Çünkü onlar çocuklar için bile kapalı olmayan bu apaçık hususu bir türlü anlayamamaktadırlar.
Fahreddin Razi iki zamirin şeytanlara raci olduğunu naklettikten sonra, en yakın olan bu iki zamirin de Rasul-ü Ekrem'e: «Eğer bu fakirleri meclisinden uzaklaştırmazsan sana iman etmeyiz» diyen kâfirlere raci olduğunu söylüyor. Tekid edilen görüş şudur: Zamirin, zikredilenlerden kendisine en yakın hangisi ise ona gitmesi vaciptir. Bu ayete en yakın, şeytan ile soyu değil o kâfirlerdir. Çünkü «zalimler için ne kötü bedeldir» cümlesindeki zalimler o kâfirlerden kinayedir. [49]
Ayetin bu son cümlesi, kâfirlerle cihad gibi dini emirlerde kâfirlerden yardım istemenin uygun olmadığına delâlet eder. Dünya emirlerinde kâfirlerden yardım istemeye gelince, bunda herhangi bir beis yoktur. İsterse kenefleri silmek gibi kötü bir durumda onlardan yardım istensin, isterse diğer meselelerde, farketmez. Nitekim minberleri, mihrabları yapmakta, terzilik ve benzeri işlerde onlardan yardim istenebilir.
(52) «(Zikret o günü) ki (Allah müşriklere): Benim...» Bu Ayetin Tefsin
Cenab-ı Hak kâfirlere onları aciz bırakmak maksadıyla «size şefaat etmeleri için dünyada benim ortaklarım olduğunu iddia etfiğiniz kimseleri çağırın» diyor. Kâfirler, taptıkları putların Allah'ın ortaklan oldukları kanaatinde idiler.
Cenab-ı Hak burada İblis ve zürriyetini kastediyor olabilir. Yani, Allah'a ortaktır diye takdim ettiğiniz İblis ve zürriyetini çağırın ki size yardım etsinler.
Burada «Allah'a ortak koştuklarınız» dan maksat Allah'tan başka tapılan her şey de olabilir. Bu ilâhî emir üzerine kâfirler yardım maksadıyla dünyada tapmakta oldukları putları, tağutları çağırırlar. Fakat bu putlar kâfirlere herhangi bir cevap veremezler ve herhangi bir yardımda bulunamazlar. Çünkü böyle bir imkâna sahip değildirler.
Cenab-ı Hak, putların o gün de yardım imkânına sahip olmadıkları apaçık olmasına rağmen burada onu zikretmek suretiyle kâfirlerle alay etmektedir. Yani, onlar ahmaklıkta öyle bir raddeye gelmişlerdir ki sarahatten başka bir şeyden anlamazlar!
«Biz onların arasına bir uçurum koyduk»; yani çağıranlarla çağrılmış olanlar arasına bir helak olma noktası kıldık. Çağıranlar da çağırılanlar da o ateşte ortaktırlar.
İbn Ömer, Enes ve Mücahid'den gelen rivayete göre, ayetin metninde yer alan «Mevbıken» kelimesi, cehennemde bir vadinin adıdır. O vadi cehennem ehlinin kan ve irinleriyle dolup taşacaktır. Yani, «Biz putlara tapanlar ile putlar arasında böyle bir kan ve irin deresi kıldık»,
îkrime; «Mevbık cehennemde bir nehirdir. Bu nehirden ateş akar. O nehrin iki tarafında da simsiyah katırlar kadar büyük yu_ lanlar vardır. O yılanlar onları kurtarmak maksadıyla nehre hücum ettiklerinde onlar ateşe dalıp o yılanlardan kurtulmak isterler» demiştir.
İbn Abbas'tan gelen rivayete göre «Mevbık» helak yeridir. (Bu, aynı zamanda Mücahid ve diğer tabiin müfessirlerinden de rivayet edilmiştir).
Hasan Basri «Mevbık» kelimesini düşmanlık olarak tefsir etmiştir.
(53) «Suçlular ateşi görür görmez...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin tefsirinde, Ahmed, İbn Cerir ve Hakim Ebu Said el-Hudri'den, şu hadisi rivayet ediyorlar: «Kâfir kırk senelik bir mesafeden bakarak cehennemi görür. Ve cehennemi gören mücrimler zannederler ki cehennemle karışacaklar», yani karışacaklarını bilirler. Burada «zan» bilgi manasınadır. Nitekim Abdurrez-zak ve müfessirlerden bir cemaat zarının bilgi mânâsına geldiğini Katade'den rivayet etmişlerdir. Kâfirlerin hâlinden de zaten bu anlaşılır. Cenab-ı Hak «Mücrimler ateşi gördükten sonra ateşe karışacaklarını zannediyorlar» diyor. Yani kesinlikle biliyorlar demektir.
Kâfirler ortaklarından imdat istiyorlar, fakat ortakları onlara herhangi bir cevap vermiyorlar. Ortaklar ile tapanlar arasında mevbık vardır. Bütün bunlardan «zannnm burada «ilim» mânâsına geldiği anlaşılmış olur.
Bazıları da «Zan burada sanmak mânâsım ifade eder» demiştir. Yani mücrimler ateşi görmelerine rağmen kesinlikle o ateşe gireceklerini sanmıyorlar. Çünkü onlar daha Allah'ın rahmetinden ümit kesmiş değildirler. Ateşe girmeden önce Allah'ın rahmetini ummaktadırlar.
Bazı müfessirler; «Onlar ateşi uzaktan gördüklerinde zannederler ki ateş derhal onları kapsayacaktır. Buna binaen ateşe girmeleri kesinlikle onların malûmudur. Fakat ateşi gördükleri noktada ateşin onları kapacağı zannedilmektedir» diyorlar.
Ayetin sonundaki «Masrifen» kelimesi ya ismi mekândır veya ismi zamandır. Yani onlar sığınacakları bir yer bulamıyorlar veya bir yere sığınacak kadar bir zaman bulamıyorlar. [50]
54- Andolsun ki biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü misâli sayıp dökmüşüzdür. Fakat insan her şeyden daha çok ce-delcidir.
55- Kendilerine hidayet geldiğinde insanları iman etmekten ve Rablerinden bağışlanma istemekten alıkoyan şey sadece öncekilerin başına gelenlerin kendi (baş)larma da gelmesi (ni) veya azabın kendilerini karşı İare asın a gelmesi (ni beklemeleridir).
56- biz peygamberleri sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise hakkı bâtıl ile geçersiz kılmak için mücadele verirler. Onlar ayetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.
57- Kendisi Rabbinin ayetleriyle uyarıhp da ondan yüzçe-viren ve kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır? Biz onların kalplerine bunu anlamalarına engel olan bîr perde, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Onları hidayete ça-ğırsan da onlar sonsuza dek hidayete gelmezler.
58- Senin Rabbin bağışı bol ve merhamet sahibidir. Eğer yaptıkları yüzünden onları muaheze edecek olsaydı onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat kendileri için va'dedilen bir zaman vardır. Artık onun dışında asla bir sığınak bulamayacaklardır.
59- İşte o ülkeler (halkı) zulmettikleri zaman onları helak ettik. Onları helak etmek için de bir zaman tayin etmiştik.
60- (Zikret o zamanı) ki Musa genç yardımcısına: «İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar gideceğim veya senelerce yürüyeceğim» demişti.
61- Böylece ikisi iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. (Balık) denizde yolunu tuttu. [51]
(54) «Andölsun ki biz bu Kur'an'da...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani biz insanlar için din ve dünya ihtiyaçlarının tamamını Kur'an'da değişik ifadelerle açıklamışızdır. Bunu, uyanlsınlar, Allah'a dönsünler, ibret alsınlar, haramlardan sakınsınlar diye yapmışızdır. Fakat insanların çoğu bunu kabul etmedi. Sapıklık ve inatlarından vazgeçmedi. Bu sapıklık ve inadın nedeni, insanoğlunun cedete her şeyden daha çok düşkün oluşudur. Yani insan yaradılış itibarıyla çok fazla cedelcidir. Hak'ka dönmez. Nasihata pek kulak vermez.
Bu ayette ümmetlerin peygamberlerine karşı geldikleri ve peygamberlerin Allah katından getirdiklerini inkâr ettikleri açıklanmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette, kâfirlerin; «O ancak sizin gibi bir beşerdir. Sizin yediğinizden yer içtiğinizden içer» dediğini zikrediyor. Hülasa insanın cedeli her şeyden daha fazladır. Çünkü Cenab-ı Hak insana çok geniş imkânlar ve kurnazlıklar ihsan etmiştir. Muaraza kuvveti çok kabarıktır. Çok istekleri vardır. Eğer hayr yoluna gelirse meleklerin mertebesine " kadar yükselir. Eğer şeytanın vesveselerine kulafe verirse en alçak derekeye kadar iner. Dilediğini yapar. Artık önünde ne din, ne de elinde akim dizgini vardır. Azimetin doğruluğu da kendisinden tamamen kaybolmuştur.
(55) «Kendilerine hidayet geldiğinde...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette geçmekte olan «sünnet» kelimesi dipten silip götüren azap ile helak manasınadır. «Kubulen» kelimesi de çeşitler ve renkler demektir. Yani bu müşrikleri Allah'a iman etmekten, onlara açık deliller geldiği halde, alıkoyan tek sebep onların inatlarıdır. O inatlar onları bu iki noktadan birisini istemeğe sürüklemiştir. Ya temellerini kasteden bir azabın kendilerine gelmesini veya birbirini takip eden azabın çeşitlerini dünyada getirmesini peygamberden istiyorlardı.
Nitekim birinci noktada: «Ey Allahım, eğer bu (Kur'an) hak-ktn tâ kendisi ise ve senin katından gelmişse bizim üzerimize göklerden taş yağdır. Veya bize elem verici bir azap indim. İkincisinde «Ey kendisine zikr indirilen peygamber, eğer doğrulardan isen niçin bize melekler getirmiyor sun?» demişlerdi. [52]
(56) «Biz peygamberleri sadece müjdeciler ve uyarıcılar...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani biz peygamberleri sadece ehli imanı, Allah ve Rasûlü'nü tasdik edenlere Ahiret'teki bol sevap müjdesini vermek için, kâfirlere de ebedi hayatlarının yıkılacağı ve azabın çeşitlerine duçar olacakları korkusunu vermek için gönderiyoruz. Biz peygamberleri, zalimler tahammül edemeyecekleri hadiseleri onlardan istesinler de onlar da o hadiseleri meydana getirsinler diye göndermi-yoruz.
Kâfirler hakkı ortadan kaldırmak için mücadele ederler. Mesela müşrikler Rasûl-ü Ekrem'e: «İlk zamanlarda giden gençlerden bize haber ver. Onların durumları nedir? Yer küresinin doğularına ve batılarına varan kişiden bize haber ver. Ruhtan bize haber ver» dediler ve bunlara benzer hakkı ortadan kaldırmak için nice tek- lifler ileri sürdüler. Esasen bunlar bu soruları din veya dünya hususunda bir hakikati tesbit için yöneltmiyorlardı. Peygamberi susturmak için bu bâtıllarla hakkı ortadan kaldırmak istiyorlardı.
Hülasa peygamberler bâtıl ile mücadeleye tutuşsunlar, bâtıl ile onların dedikleri söndürülsün diye gönderilmemişlerdir. Onlar müjde verıffek ve korkutmak için gönderilmişlerdir: «Siz benim peygamberimin size getirdiği hakkı bâtıl ile çürütmeye çalışıyorsunuz».
«Onlar benim ayetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri (ilâhî emirleri) alaya aldılar»; yani onlara indirilen Kur'an'i ve o Kur'an'da getirilen delilleri alaya aldılar. Mesela «Bunlar daha öncekilerin hurafeleridir. Muhammed bunları yazmıştır» dediler. «Bu hurafeler sabah ve akşam onun üzerine okunur» ve «Eğer istesek onun benzerini biz de söyleriz» iddiasında bulundular.
(57) «Kendisine Rabbinin ayetleriyle...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah'ın ayetleriyle ikaz edildiği halde o ayetlerden yüz çeviren, onları düşünmeyen, onlardan ibret almayan ve daha Ön. ce işlemiş olduğu küfür ve isyanının neticelerini düşünmeyen kimseden daha zalimi yoktur. Böyle bir kişi daha önceki küfür ve isyanının neticelerini ^düşünmediği için Rabbine dönmemiştir.
Bu yüz çevirme ve unutkanlığın nedeni, «Biz onların kalpleri üzerine o ayetleri anlamasınlar diye perdeler gerdik ve kulaklarına da onları dinlemesinler diye ağırlık koyduk» gerçeğidir. Yani onlara varacak bir hayr yoktur. Binaenaleyh o kalp ve kulaklar, okunduğunda hiç bir ayeti düşünecek tarzda anlamak ve dinlemek kabiliyetinde değildirler. Bunun nedeni de onların hakikati kabul etme istidadım kaybetmiş olmalarıdır. Bu keyfiyet kendilerinden gelen çirkin fiil ve sözlerle kirlenmeleri sebebiyle olmuştur.
«Onları hidayete çağırsan bile onlar sonsuza dek hidayete gelmezler»; yani Ey Muhammedi Onları dine çağırsan bile onlar hiçbir zaman imana gelmezler! Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın iman etmeyeceklerini bildiği bazı kimseler hakkında inmiştir. Bu ayetin metnindeki «Huda» kelimesi Hazin'e göre «din», Nesefi'ye göre «iman», İbn Abbas'a göre «tevhid» demektir. Hepsi netice itibariyle aynı noktada birleşmektedirler.
Bu ayet Allah tarafından iman etmeyecekleri kesinlik kazanan kimseler için inmiştir. Yoksa bu ayet va'z ve irşadı kaldırıcı değildir.
Beyzavi, «Ne tahkiki ne de taklidi iman ederler. Çünkü onlar gelen ayetlerin mânâsını hakkıyla anlamakta ve hakkıyla dinlememektedirler» diyor.
(58) «Senin Rabbin bağışı bol ve merhamet sahibidir...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin başındaki «Rabbuke» kelimesi mubtedadır. «El-Ga-fur» kelimesi de onun haberidir. «Zu'r-Rahme» kelimesi de ikinci haberdir.
Fahreddin Razı, «Çenab-ı Hak bu ayette mağfireti mübalağa lafzıyla zikrettiği halde rahmeti bu şekilde zikretmemiştir. Bunun nedeni şudur: Mağfiret zarar vermeyi terketmek demektir. Rahmet ise yarar ulaştırmak demektir. Allah'ın kudreti birincisine taalluk eder. Çünkü o sonsuz zararları terketmektir. İkincisine taalluk etmez; çünkü sonsuz bir şeyi yapmak muhaldir» diyor.
Nisaburi, «Fahreddin Razi'nin bu görüşü, eğer nakil müsaade ederse ince bir farktır» diyor ve şöyle devam ediyor: «Rahmet sahibi tabiri de mübalağadan hali değildir. Yani «gafur» kelimesinde mübalağa olduğu gibi «Zu'r-Rahme» kelimesinde de mübalağa vardır. Kur'an-ı Kerinı'de «Gafur, Rahim» tabirleri iki yönden de mübalağalı olarak çokça varid olmuştur. Kudretin mütenahi olmayan bir şeyin terkine bağlanmasında nazar vardır. Çünkü Ce-nab~ı Hakk'ın bütün mukadderatı mutenahidir. İster metruk, isterse başkası olsun».
Nisaburi'ye de itiraz edilmektedir. Bu itirazlar neticesinde Fahreddin Razi'nin haklı olduğu açıklığa kavuşur. Ayrıntı için Alu-si'nin tefsirine bakılabilir. (Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 304-305)
«Eğer kazandıklarının yüzünden onları muaheze edecek olsaydı onlara azabı çarçabuk verirdin cümlesindeki «Onların kazandıkları» ile kastedilen işledikleridir. Yani işlemiş oldukları günahlardan ötürü —ki bunların içinde bâtıl ile mücadele edip hakkı silme isteyişleri de dahildir— Rabbin onları azaplandırmaya kalkışsay-dı, onlara çarçabuk azabı tatbik etmesi gerekirdi. Çünkü onların amelleri bunu iktiza etmektedir.
«Fakat onlar için bir mev'id vardır» ifadesindeki «mev'id» kelimesi ya ismi zaman veya ismi mekândır. İsmi zaman ise Bedir Günü veya Kıyamet Günü kastedilmektedir. îsmi mekân ise, cehennem kastedilmektedir. Sanki Allah tarafından şöyle deniliyor: «Onlar ansızın azaba duçar edilmeyeceklerdir. Fakat onlar için va'-dedilen bir zaman (veya mekân) vardır. Bundan başka sığınacak yer de bulamayacaklardır».
Bu ayetin sonunda gelen «Mev'ilen» kelimesi Ferra'ya göre kurtuluş yeri, İbn Kuteybe'ye göre ise sığmak demektir. Fakat bu iki mânâ da aynı noktaya çıkmaktadır. «Sığınak»\& tefsir edilmesi İbn Abbas'tan gelen rivayete dayanmaktadır. «Koruyan yer»le ilgili tefsiri Mücahid'den, «kurtuluş yeri» şeklindeki tefsiri ise Dah-hak'tan gelmiştir.
Ebu'1-Beka «Bu kelime ismi zaman da, ismi mekân da olabilir» diyor.
«Ondan başka» zamiri, ya o va'dedilen zamana veya azaba ra-cidir. Yani azapdan başka onların bir sığınacak yerleri yoktur veya o va'dedilen zamandan gayri sığınacakları yoktur. Onların asla ve kafa kurtuluşları bahis konusu değildir. Çünkü sığmakları azap olduktan sonra nasıl kurtulacak, nasıl halas bulacaklardır?
(59) «İşte o ülkeler...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ülkelerden Ad, Semud ve Lut kavmi ile benzerleri kastedilmektedir.
«Zulmettikleri zaman onları helak ettik»; yani onları helak etmek için de muayyen bir zaman kıldık. O zaman ne bir saat ileri alınabilir, ne de bir saat geri götürülebilir. [53]
(60) «(Zikret o zamanı) ki Musa genç yardımcısına...» Bu Ayetin Tefsiri
Burada îsrailoğulları'nın peygamberi olan Hz. Muşa bin İmran kastedilmektedir. Zira Müslim, Buhari, Tirmizi, Nesei ve mu-haddislerden bir cemaat Said bin Cübeyr tarikiyle şu rivayeti naklediyorlar: İbn Abbas'a, «Nufa el-Bukali (ki Ka'b'ul-Ahbar'ın oğludur) Hızır'la biraraya gelen Musa'nın îsrailoğuUarı'nın meşhur peygamberi Hz. Musa olmadığım söylüyor» dediğimde, İbn Abbas; «Allah'ın düşmanı yalan söylüyor» dedikten sonra uzun bir hadis zikretti. (O hadiste bu Musa'nın İsrailoğulları'nm peygamberi Hz. Musa olduğuna dair kesin ifadeler kullanmıştır).
Hızır'ın arkadaşı olan Hz. Musa'nın Musa bin İmran olmadığını yahudiler de iddia etmektedirler. Muhaddislerden ve tarihçilerden yahudilerin bu iddiasma katılanlar vardır. Onlara göre buradaki Musa bin Nisa bin Yusuf bin Yakub'tur. Bazıları da «Musa bin Efraim bin Yusuf»tur demişlerdir. Buna «ilk Musa» derler.
Yahudiler, «Peygamber olan bir kişi, peygamber olmayan başka bir kişiden bilgi almaz. Bu sebeple Hızır'dan öğrenen bu Musa, Hz. Musa değildir» diyorlar. Fakat onlara şöyle cevap veriyorlar; «Eğer Hızır'ı peygamber kabul edersek, bu, bir peygamberin diğer bir peygamberden öğrenmesidir».
Fakat yahudiler bunu kabul etseler dahi (Hızır'ın peygamberliğini teslim etseler de) Hızır'dan Öğrenenin Musa bin İmran olmadığım kesinlikle savunurlar. Zira peygamberleri olan Musa'nın, Hızır'dan üstün olmasına rağmen, ondan bilgi almasmı nefisleri bir türlü kabul etmez. Çünkü Hızır «nebi», hatta «rasûl» olsa bile Hz. Musa'nın derecesine varmamıştır.
Bazı mudekkiklere göre yahudiler bunun Musa bin İmran olmadığını sadece bu sebepten dolayı değil Hz. Musa'nın Mısır'dan çıktıktan sonra kavmi ile beraber Tın çölüne girmesi ve çölde vefat etmesi dolayısıyla da kabul etmemektedirler. Onun kavmi vefatından sonra çölden çıktılar. Oysa bu Kur'an'da zikredilen kıssa Hz. Musa'nın Tıh'dan çıkmasını gerektirir. Çünkü Hz, Musa Mısır'd iken, böyle bir hadisenin cereyan etmediğinde ittifak vardır. Yine bu hadise Hz. Musa'nın birkaç gün kendilerinden ayrılmış olması-nı gerektirir. Eğer Hz. Musa birkaç gün kaybolsaydı İsrailoğulla-rı'ndan Musa ile beraber olanlar bunu bilirlerdi. Eğer bu bilinseydî kesinlikle nakledilirdi. Çünkü nakli gerektiren garip bir durumu kapsamaktadır. Madem ki nakil yoktur, öyleyse böyle bir hadise de yoktur.
Cevap olarak deriz ki: Hz. Musa'nın Hızır'dan üstün olması, Hızır'dan birtakım şeyleri öğrenmesine aklen mâni değildir. Zira nice allame vardır ki kendisinden küçük olan alimden istifade eder. Zira bazen üst olanda bulunmayan bir özellik daha aşağıda bulunan bir zatta mevcut olabilir. Ayrıca bu hadisenin olması nakledilmesini gerektirmez. Belki de Cenab-ı Hak bir hik-metten ötürü bu hadiseyi gizlemiştir. Hadise Hz. Musa ile Beni İsrail, Firavun'a galip geldikten ve Kıbtiler'in helakinden sonra orada istikrar bulmasını müteakip meydana gelmiştir. Öyleyse olayın Mısır'da meydana gelmediğine dair ioma olduğu hususu yanlıştır. Yahudiler Kıbtiler'in helakinden sonra Mısır'da durmadıklarını iddia ederler. Müslümanların çoğu da bu görüştedir. O zaman cevap olarak denilir ki: Hz. Musa'nın çölden çıkmadığı hususu kabul edilemez. Ve bu hadisenin cereyanı için Hz. Musa'nın birkaç gün kaybolması da gerekmez. Belki bu, harikulade bir şekilde cereyan etmiş bir hadisedir. Tıpkı onların kırk sene çölde dolaşıp durmaları, dağın üzerlerine kaldırılması ve diğer mucizeler gibi.
Mümkündür ki Hz. Musa çölden çıkmıştır ve birkaç gün kendilerinden kaybolmuş ve fakat Hz. Musa'nm bu durum için gittiğini bilememişlerdir. Belki de Hz. Musa'nın ibâdet niyetiyle gittiğini sanıyorlardı. Hz. Musa.da onlara bu durumu söylememiştir. Çünkü onların anlayışının 'asır olduğunu biliyordu. Böylece «onlara bu durumu söylersem bunu anlamazlar ve onların katında değerim düşer» diye düşündü. Zira onlar Hz. Musa'ya daha önce «Onların olduğu gibi bize de bir mabud edin. Bize Allah'ı açıkça göster» demişlerdi. Aynı zamanda Hz. Musa yanındaki gence de bunu söylememeyi tavsiye etmiştir. Mümkündür ki Musa kaybolduktan sonra onlar kaybolduğunun hakikatini bilmiş olsunlar. Fakat diğer nesillere bu husus intikal etmemiştir. Zira burada Hz. Musa'nın kadr ve kıymetini düşürecek birtakım hususlar vardır. Binaenaleyh hadiseyi nakledenler azala azala sonunda Buhtunnasr zamanında helak olup gittiler. Tıpkı Tevrat'ı hıfzedenlerin çoğunun helak olduğu gibi. Onlardan az bir grubun, Rasûl-ü Ekrem devrine kadar ulaştıkları ve fakat müslümanlan şüpheye sokmak için bu hadiseyi gizlemiş oldukları da ihtimal dahilindedir. Hülasa ehl-i kitabın «böyle bir hadise yoktur» demesine kulak aşılmamalıdır. Çünkü bu hadise aklen de mümkündür. Üstelik Cenab-i Hak Kur'an'da, O'nun Rasûlü de hadislerde bu olaya temas ettikten sonra işin içinde zerre kadar şek ve şüphe kalmamıştır.
Yahudilerin bu inkârı ile hıristiyanlarm Hz; İsa'nın beşikte konuşmasını inkâr etmeleri birbirine yakın bir tavırdır. Ona da Cenab-i Hakk'm ayeti nazil olduktan sonra iltifat edilmez. Bu bakımdan Allah'ın Kitabı'na sarılıp, vesveseleri bırakmak gerekir.
Hz. Musa'nın genç arkadaşı Yuşa bin Nun bin Ef raim bin Yusuf'tur. Bu zat Hz. Musa'ya hizmet eder ve ondan bir şeyler öğrenirdi. Bu sebeple kendisine «Hz. Musa'nın genç arkadaşın denilmiştir. Araplar «Genç» mânâsına gelen «feta» kelimesini hizmetkârlar için kullanırlar. Çünkü hizmetkârların çoğu genç olur. Rivayetlere göre bu zat Hz. Musa'nın kızkardeşinin oğlu (yeğeni) dir. Bazıları da «Bu zat Yuşa değil onun kardeşidir» demişlerdir. Fakat yahudiler Yuşa'nın kardeşi olmadığını ileri sürmektedirler. Bazıları «Gençten maksat kölesidir» demişlerdir. Zira köleye «Fe ta» denilmesinin delili şu hadistir: «Sizden herhangi biriniz «benim abdım», «benim cariyem» demesin, «benim fetam desin».[54]
Ayet metninde geçmekte olan «Mecma» kelimesi birleşme (cem olma) yeri demektir. «İki Deniz»den maksat Fars Denizi olarak Basra Körfezi, Rum Denizi olarak da Akdeniz'dir. Onların «birleştiği nokta» ise doğu tarafına düşen noktadır. Umulur ki ayetten maksat, onların birleşmesinin yakınlaştığı bir mekân olsun. Aksi takdirde onlar ancak Hind Okyanusu'nda birleşirler. Ebu Hayyan, burası için «Şam Sahrası'na düşen taraftır» demiş, tir. Muhammed bin Kâb-ul Kurezi'nin dahil olduğu bir gruba göre bu iki denizin birleşme noktası Tanca yanındadır. Yani Sebte Boğazı'dır.
Ubey'den gelen rivayete göre ise, bu birleşme noktası Afrika' dadır.
Bazıları, «tuzlu ve tatlı denizlerdir ki mağrib tarafında yeşil adada birleşiyorlar» demişlerdir.
Bazıları da «Bu iki deniz Hz. Musa ile Hz. Hızır'dan kinayedir. Çünkü onların ikisi de ilim denizidirler. Onların birleşme noktalarından maksat buluştukları yerdir» demişlerdir. Fakat bu sûfi meşrebli bir tevildir. Ayetin siyakı bu tevili uzaklaştırır.[55]
Ayet metnindeki «Hukuben» kelimesi İbn Abbas ve lûgatçıla-rın bir cemaatinden rivayet edildiğine göre «zamana mânâsına gelir. İbn Ömer'in Ebu Hureyre'den gelen rivayetine göre «seksen senelik bir zaman» demektir. Hasan Basri «Yetmiş senelik bir zamandır», Ferra da «Bir senelik bir zamandır ve bu kelime Kureyş lügatinde vardır» demektedir. Ebu Hayyan ise «Seneler demektir» diyor.[56]
Hz. Musa'nın bu yolculuğa çıkmasının nedeni, Buharı, Müslim ve başka muhaddislerin İbn Abbas ve Ubey bin Kâb'tan rivayet ettikleri hadiste bildirilmektedir.
«Hz. Musa İsrailoğulları'na vaz-u nasihat ediyordu. Bu esnada kendisine insanların en aliminin kim olduğu soruldu. O da cevap olarak «benim» dedi. Böylece ilmi Allah'a havale etmemesinden ötürü Cenab-ı Hak ona hitap ederek şu vahyi gönderdi: «Be-nim bir kulum vardır. İki denizin birleştiği noktadadır. O senden daha alimdir.».
îbn Abbas'ın naklettiği bir rivayette Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: «îsrailoğulları'nın Peygamberi olan Hz. Musa Rabbin-. den: «Ey Rabbim! Eğer kullarının arasında benden daha alim bir kimse varsa onu bana göster» diye niyazda bulunur. Cenab-ı Hak da: «Evet, kullarım arasında senden daha alimi vardır» der. Sonra o alimin yerini Hz. Musa'ya bildirerek, onunla buluşması için Hz. Musa'ya izin verir.»
Haberlerin delâlet ettiğine göre Hz. Musa'nm kendisini bulması yönünden irşad edildiği kişi Hz. Musa'dan daha alimdi. Kur-an'da «Kullarımızdan bir kul» diye anılan ve Hz. Musa ile karşılaşan kişinin ismi hususunda alimlerin ihtilafı vardır. Peygamber mi, nebi veya rasûl veya veli mi olup olmadığı hususunda da ihtilaf edilmiştir. Zamanı hususunda ve şu anda ölü mü veya diri mi olduğu noktasında da ihtilaf vardır.
İsmine gelince alimler «İsmi Hızır'dır» demişlerdir. Bazıları «Belya bin Melkan» bazıları «Elyesa», bazıları «İlyas», bazıları «Meleklerden bir melek» demişlerdir. Babası hususunda da ihtilaf vardır. Bazıları «Adem'in öz oğludur», bazıları «Firavun'un oğludur», bazıları «El-İs'in oğludur», bazıları da «Kelya'nm oğludur» demişlerdir. Fakat cumhura göre onun ismi Belya bin Melkan' dır ve Hızır da onun lâkabıdır. O, nebidir, cumhurdan bazıları rasûl olduğunu, bazıları da veli olduğunu ileri sürmüşlerdir ki ekseriyet bu görüşü desteklemektedir.
Bugün ölü mü diri mi olduğu şeklindeki ihtilâfa gelince, Bu-hari onun şu anda diri olduğu görüşünü inkâr etmiştir. Sahih-i Müslim'de Allah'ın Rasûlü, ölümünden önce: «Bugün nefes alan hiçbir şahıs yoktur ki onun yaşı yüz seneyi bulsun da hâlâ diri olsun» buyurmuştur.
İmam Buhari'ye Hızır'ın diri olup olmadığı sorulduğunda o: «Senden önce de hiçbir beşere ebedi hayat vermedik» (Enbiya: 34) ayetini okumuştur.
Hızır'ın durumu Şeyhülislâm îbn Teymiye'ye sorulduğunda cevap olarak: «Eğer Hızır diri olsaydı Rasûlutlah'a gelip onun huzurunda diz çöküp öğrenmesi ve onunla beraber cihada katılması vacip olurdu» demiştir.
İbrahim el-Harbi'den Hızır'ın yaşayıp yaşamadığı hususu sorulmuş ve cevap olarak: «Kim bir gayb üzerine işi havale ederse o, o hususta insaflı davranmamıştır. Bu hadiseyi insanlar arasına, şeytan soktu» demiştir.
El-Bahr'da Şerafeddin Ebi Abdullah Muhammed bin Ebu'l-Fadl'ıl-Mersi'den nakledildiğine göre Hızır Ölmüştür.
İbn'ul -Cevzi Hızır'ın Öldüğünü Aii bin Musa Er-Rıza'dan nakletmektedir.
Bazı müfessirler Hızır ile Makedonyalı İskender'in teyzezade olduklarını ve aynı zamanda Hızır'ın Makedonyalı İskender'in vezirliğini yaptığını söylerler. Fakat bu cahilane bir sözdür. Çünkü Makedonyalı İskender, Hz. Musa'dan bin seneden daha fazla bir zaman sonra gelmiştir. Hızır onun teyzezadesi nasıl olur ve nasıl Hz. Musa'nın muasırı bulunabilir?
Kur'an-ı Kerim'de bu isim varid olmamıştır. Eğer Buhari, hadisinde, bu isim varid olmasaydı bu ismin sahibinin varlığına bile inanmazdım. [57]
Meraği'nin tefsirinde «Hızır'ın peygamberliğini iddia edenler şu delilleri ileri sürmüşlerdir» denilerek bu deliller şöyle sıralanmaktadır:
1) «Katımızdan ona bir rahmet verdik» ayetindeki rahmet, peygamberliktir. Çünkü Cenab-ı Hak, peygamberliği, başka bir ayette: «Onlar Rabbinin rahmetini mi taksim ediyorlar» tarzında «rahmet» ile ifade etmiştir.
2) «O'na katımızdan bir ilim öğrettik». Bu ayet iktiza eder ki Cenab-ı Hak, mürşidin irşadı olmaksızın Hızır'ı eğitmiştir. Böyle olan bir kişi peygamberdir.
3 Hz. Musa, Hızır'a: «Bana öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?» demiştir. Bir peygamber, peygamber olmayandan bilgi almaz.
4) Hızır, «Bunu ben kendiliğimden işlemedim» demiştir. Yani Allah'tan gelen bir vahye dayanarak işlediğim' söyledi ki bu da peygamberliğinin delilidir.
Fakat bütün bu delillere ayrı ayrı cevaplar verilmiştir. Ehli sünnetin ekserisi Hızır'ın «veli» olduğu hususunda karar kılmıştır.
Meraği, «iki denizin birleştiği nokta» hakkında şunları söylüyor:
1- Bu nokta Hind Okyanusu ile Ktzıldeniz'in el-Mendeb derbendinde birleştiği noktadır.
2- Akdeniz ile Atlas Okyanusunun Tanca önünde, Cebelitarık Boğazt'nda birleştikleri noktadır [58]
Elmalılı şöyle diyor: «Sahra'dan maksat Kudsi Şerifteki sahradır. Akdeniz ancak Süveyş Kanalı'yla Hind Okyanusu'na katılır. Bahri Faris, Bahri Muhit'in bir koludur. Azerbaycan'ın arkasından başlayan Fars arazisinden, şimalden cenube doğru gider. «Bahreyn» kelimesi «Bahrnn tesniyesidir. Veya Hind Okyanusu sahilinde Basra ile Umman arasında birçok beldeyi kapsayan bir kıtanın adıdır. Böylece Mecma'ul-Bahreyn'den maksat, Bahreyn kıtasının toplu yeri ve makarrı demektir. Bu mâna daha açıktır ve Septe Boğazı'ndan daha yakındır. Uzak bir ihtimal değildir ki daha Önce Medyen'e giden Musa bu sefer Bahreyn'e bir seyahat yapmış olsun. Ancak tefsir alimleri bu ihtimale temas etmemiş olmalan sebebiyle nakil yönünden teyid edici kuvvet bulunamıyor. Nitekim İstanbul Boğazı hakkındaki şayia da böyledir. Müfessirînin bu mânâyı kale almamalarının sebebi bundan sonraki ayette tes-niye zamiriyle «Mecmea Beynlhima» buyurulmuş olmasıdır. Zira ismi has olana müfred zamiri gelirdi. Bununla beraber tesniye zamirini Musa ile genç arkadaşına gönderenler de vardır».[59]
(61) «Böylece ikisi iki denizin birleştiği yere varınca...»
Bu Âyetin Tefsiri
Yani Musa ile genç arkadaşı yürümeye başladılar ve iki denizin birleştiği noktaya doğru ilerlediler. Ne zaman ki o noktaya vardılar, o zaman balıklarım unuttular. Balıktan maksat matluba varmanın nişanesi olan balıktır. Çünkü sahih bir rivayette varid olduğuna göre Allah Teâlâ Hz. Musa'ya: «İki denizin birleştiği noktada senden daha alim bir kulum vardır» dediğinde Hz. Musa: «Yarab, ben iki denizin birleştiği noktayı nasıl bulayım?» diye sorar. Cenab-ı Hak: «Beraberinde bir balık al. Onu bir sepete koy. O nerede kaybolursa işte orası iki denizin birleştiği noktadır» diye buyurur. Bunun üzerine Hz. Musa bir balık edinir ve onu bir seleye koyar. Sonra genç arkadaşı beraberinde olduğu halde yola çıkarlar. Bahra'ya geldiklerinde bu taş iki denizin birleşme noktasındaydı başlarını yere koyup uykuya dalarlar. Seledeki balık sıçrayarak atlar ve denize düşer.
Zahire bakılırsa burada unutkanlık hem Hz. Musa'ya hem de genç arkadaşına nisbet edilmiştir. «Balıklarını unuttular», yani onun halini unuttular. Ancak Hz. Musa'nın unutma hâli ayrı, gencin unutma hali de ayrı bir durumdur. Hz. Musa balığın selede olup olmadığı hususunu unutmuştu. Yuşa da onun denize girdiğini haber vermeyi unuttu. Tabii bu görüş, Hz. Yuşa'nm «onun canlandığını müşahede ettiği» gerçeğine binaendir. Burada sahih bir haber vardır. Müslim ve Buharı ile bazı muhaddislerin rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
«Cenab-ı Hak ,Hz. Musa'ya: «Ölü bir balık edin. O nerede canlanırsa işte o kulum da oradadır» dedi. Hz. Musa bu balığı edindi. Bir seleye koydu. Genç arkadaşına: «Sana herhangi bir teklifim yok. Ancak balık seleden ayrıldığı yerde beni haberdar edeceksin» dedi. O da: «Bu çok büyük bir teklif değildir» dedi ve kabul etti. Onlar taşın gölgesinde iken balık canlandı, sıçrayıp denize düştü. Hz. Musa uyuyordu. Genç arkadaşı (Hz. Yuşa) onu uyandırmadı. Uyandığı zaman durumu kendisine bildirmeyi kararlaştırdı. Fakat Hz. Musa uyandığı zaman da haber vermeyi unuttu.»
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir:
«Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya «Onun alameti şudur: Tuzlanmış bir balık alacaksın. Onu nerede kaybedersen işte o oradadır» dedi. Hz. Musa da bu işi yaptı. Sahra'ya vardıklarında Hz. Musa onu aramaya koyuldu. Balığı taşın üstüne koydu. Balık sıçradı ve denize girdi. Genç: «Allah'ın Peygamberi ne zaman gelirse bu haberi ona vereceğim» dedi ve şeytan ona bu işi unutturdu».
f Bu balığın dirilmesinin sebebi, İbn Abbas'a göre şöyledir: «O taşın yanında bir hayat suyu vardı. O sudan kim içerse daimi olarak hayatta kalır, herhangi bir Ölü o suya yaklaştırılırsa derhal dirilirdi. İşte o sudan balığa dokundu ve balık dirildi».
Diğer bir rivayete göre, Yuşa (aleyhisselam) o sudan abdes aldı. Abdest suyundan birkaç damla balığın üzerine düştü ve balık dirildi.
Bazı rivayetlere göre, balığa su dokunmamiştir. Ancak sudan gelen serinlik ona dokunmuştur. O da Allah'ın izniyle diril-miştir.
«Herhangi bir şeye dokunursa o dirilir», «ondan balığa bir şey isabet etmiştir» şeklindeki rivayetlerin hepsi Sahih-i Buha-ri'de, El-Kehf Suresi'yle ilgili olan tefsir bölümünde zikredilmişlerdir. Fakat Sahih-i Buhari'de «Kim o sudan içerse daimi bir şekilde hayatta kalır» ibaresi yoktur. Eğer böyle bir durum bahis konusu olsaydı, Hz. Yuşa'nm da daima diri kalması gerekirdi. Çünkü o sudan abjdest almıştı.
Müslim, Buhari, Tirmizi, Nesei ve bazı muhaddislerin hadislerinde «Cenab-î Hak su akıntısını tuttu. Su, balığın üzerinde bir kubbe haline geldi ve balık bulunduğu yerde durdu» denilmektedir.
îbn Cerir ve tbn.Ebi Hatim, El-Ufi tarikiyle İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar: «O balık denizin hangi yerine dokunduy-sa, orası taş olacak şekilde kurudu».
İşte bu ve daha önceki nakledilenler harikulade işlerdendir. Cenab-ı Hak peygamberlerinden dilediğine, dostlarından seçtiklerine bunları ihsan eder.[60]
62- (Varacakları yeri) geçip gittiklerinde (Musa), yardımcısına; «Kuşluk yemeğimizi getir bize. Andolsun şu yolculuğumuzda gerçekten yorulduk» dedi.
63- (Yardımcısı): «Gördün mü? Kayaya sığındığımızda balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytan unutturdu. O (ba-hk) şaşılacak bir şekilde yolunu tutup-gitti» dedi.
64- (Musa): «İşte aradığımız o idi ya!» dedi. Hemen ikisi de izlerinin üzerine geri döndüler.
65- Derken, kullarımızdan bir kul buldular. Biz ona katımızdan bir rahmet Ve ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
66- Musa ona dedi ki: «Doğru yol olarak sana Öğretilenden bana bir bilgi öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?»
67- (O da): «Sen benimle birlikte olmaya sabredemezsin» dedi.
68- «Hakikatini kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin ki?»
69- (Musa): «înşaallah beni sabreder bulacaksın. Emrine karşı gelmem» dedi.
70- (O salih kul): «Eğer bana tâbi olacaksan, ben sana bilgi verene kadar bana hiçbir şey sorma» dedi,
71- Böylece ikisi yürüdüler. Nihayet bir gemiye bindiler ve o kimse gemiyi deldi. (Musa): «Yolcuları boğmak için mi onu deldin? Andolsun sen korkunç bir iş yaptın» dedi.
72- (O salih kul): «Ben sana, benimle birlikte olmaya sabredemezsin demedim mi?» dedi.
73- (Musa): «Unuttuğum bir şeyden dolayı beni muaheze etme. Bu yaptığımdan dolayı bana güçlük çıkarma» dedi.
74- Yine yürüdüler: Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar ve (o kul) o çocuğu hemen Öldürdü. (Musa): «Tertemiz bir canı, bir cana karşılık olmaksızın mı öldürdün? Andolsun sen çirkin bir iş yaptın» dedi. [61]
(62-63) «(Varacakları yeri) geçip gittiklerinde...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Sahih bir haberde varid olduğuna göre Hz. Musa ile yanındaki genç o günün kalan kısmıyla, o gece tamamen yürüdüler. Ertesi gün ortalık aydınlanınca Hz. Musa acıkmış olduğunu his- setti ve işte o zaman gence: «Kahvaltılarımızı getir. Zira bu seferimizden ötürü yorgun düştük» dedi.
Ayet metnindeki «Gadacna» günün evvelinde yenilen yemek demektir. Burada balık kastedilmektedir. Çünkü Hz. Yuşa'nm cevabının zahirinden bu anlaşılır. Yani Hz. Musa bütün bu sefer boyunca bitkin düştük demek istiyor. Ancak bu yolculuğun bir kısmı itibariyledir ki o da ism-i işaretle belirtilen sahradan bu sözün söylendiği noktaya kadar olan kısımdır. Nitekim sahih bir hadiste Allah'ın Rasûlü:
«Musa emredilen noktayı geçmedikçe, onlara yorgunluk dokunmadın buyurmuştur.
Zikredildiğine göre ayetin hülasasından ve betahsis zikredilmesinden anlaşılıyor ki Hz. Musa diğer yolculuklarında yorulmamıştır. Bu emredilen noktayı geçtikten sonraki acıkma ve yorulmanın oluşmasındaki hikmet, balığı hatırlaması ve dolayısıyla mahbubuyla biraraya geleceği noktaya geri dönüp gitmesidir.
Hz. Musa'nın yardımcısı: «Gördün mü? Biz taşın yanında otururken balığı unuttum» dedi. Hz. Yuşa'nın böyle bir ifade kullanmasının nedeni unutulmayacak derecede büyük hadiselerden olan müşahedesini (buna rağmen) unutmuş olmasıdır. Oysa o ba-hğm yok olması hedefin bulunmasının nişanesi idi. Ayetin zahirinden anlaşılan şudur ki buradaki unutma hakiki unutmadır. Binaenaleyh bu balığın kendisine değil onun hatırlanmasına bağlıdır.
Unutmanın burada kaybolmaktan kinaye olması da mümkündür. O zaman unutma, balığın kendisine bağlanmış oluyor. Fakat tefsir alimlerinin çoğu birinci yorumu benimsemektedir. Yani balığın durumunu sana söylemeyi ve onda gördüğüm acaipîikleri haber vermeyi unuttum. Bunu bana şeytan unutturdu.
Hz. Yuşa'nın şeytan tarafından gelmiş olduğunu ifade ettiği unutkanlık şudur: Şeytan onu aile efradı hakkında vesveseye düşürmüş, vatanından ayrılması bahsinde kalbine vesveseler sokmuş ve bu vesveseler de Cenab-ı Hakk'm takdiriyle unutmaya sebep olmuştur. Aksi takdirde o hâl unutulacak durumlardan değildir.
Bazı alimler: «Yuşa, Hz. Musa'dan çok büyük mucizeler gördüğünden, artık balığın canlanıp denize atlaması mucizesi için onu vesveselerden uzaklaştıracak bir sebep yoktu. Bundan ötürü bu olayı unutmuştur» demektedirler.
«O balık şaşılacak bir
şekilde denizde yolunu tutup gitti» cümlesi tefsir alimlerinin çoğunun ifade
ettiklerine göre Hz. Yuşa'nın kel artımdandır. Ve «Ben balığı unuttum»
cümlesinin mütemmimidir. Burada da onun durumunu başka bir yönden haber vermek
söz konusudur. Bu iki cümle arasında gelen cümleler itirazı
(64) «(Musa): işte aradığımız o idi ya! dedi,,.»Bu Ayetin Tefsiri
Yani bizim aradığımız oydu. Çünkü balığın canlanması bizim hedefe varmamızın nişanesi idi. Derken ikisi gerisin geriye döndüler ve izlerini peyderpey takip ettiler. Sonunda balığın ya- nmda canlanıp denize atıldığı kayaya vardılar ve orada kullarımızdan bir kul buldular. [62]
«Ona katımızdan bir rahmet verdik».
Ayetin metnindeki rahmet kelimesi hakkında şu görüşler gelmiştir:
a) Helâl rızik ve geniş maişet,
b) Halktan uzak yaşamak ve halka muhtaç olmamak,
c) Bünye sağlamlığıyla birlikte uzun yaşamak,Ev
d) Cumhura göre rahmet burada vahy ve peygamberlik manasınadır. Zira Kur'an'ın birçok ayetinde rahmet bu mânâda kullanılmıştır.
«Rahmet, vahy ve nübüvvet manasınadır» diyenler Hızır'ın nebi olduğunu savunmaktadırlar. Hızır hakkında üç görüş vardır:
1- Nebi'dir, Rasûl değildir.
2- Easûl'dür.
3- Velî'dir.
Kuşeyrî ve bir cemaat veli olduğu hususunda ısrar etmişler. dir. Fakat cumhurun görüşüne göre nebidir ve bu görüşü rivayetler takviye etmektedir.
Kadı Ebu Ya'la Hızır'ın hayatta olmadığına dair şu delilleri ileri sürmüştür:
1- Hızır'ın hayatta olduğunu söyleyenler onun Adem'in öz oğlu olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa Hızır'ın Adem'in Öz oğlu olduğu hususu iki yönden fasittir.
a) En azından altıbin şene yaşamış olması gerekir. Veya daha fazla... Böyle bir ömrün beşer için uzak bir ihtimal olduğu, herkesin malûmudur.
b) Eğer Hızır'ın, Adem'in Öz veya dördüncü evladı olduğunu iddia edenlerin sözleri gerçek olsaydı o korkunç bir iskelete sahip olacaktı. Upuzun ve çok enli bir iskelet... Çünkü Sahihi Müslim ve Buhari'de Ebu Hureyre kanalıyla Rasûlullah'tan şöyle bir hadis nakledilmektedir. «Adem yaratıldığı zaman uzunluğu 60 zira' idi. Âdem'den bugüne kadar insanların boyu durmadan küçülmüştür».
«Ben Hızır'ı gördüm» diyenlerden hiç birisi onu bu korkunç heybet üzerinde gördüğünü söylememiştir.
2- Eğer Hızır, Hz. Nuh'tan Önce hayatta olsaydı kesinlikle onunla beraber gemiye binmesi gerekiyordu. Oysa hiç kimse bunu nakletmemiştir.
3- Alimler, Hz. Nuh gemiden çıktığı zaman beraberinde gemide olanların hepsinin vefat ettiğini, onun öz soyundan başka kimsenin kalmadığını söylemişlerdir. Bunun delili de «Biz onun hürriyetini baki kalanların tâ kendisi kildik» ayetidir.
4- Eğer Adem'in zamanından Kıyamet'in kopmasına kadar bir kişinin hayatta kalması hususu doğru olsaydı, bu en büyük mucize ve en büyük, en acaib hadiselerden olurdu. O zaman Kur', an'da birçok yerde bu zikredilirdi. Çünkü bunlar Allah'ın rubu-biyetini tesbit eden ayetlerdendir. Cenab-ı Hak Kur'an'da Hz. Nuh'un 950 sene yaşadığını haber vermiş ve bunu bir mucize olarak ortaya koymuştur. Nasıl olur da Hz. Nuh'tan yüzbinlerce yıl daha çok yaşayan bir kimsenin yaşından Kur'an bahsetmez?
5- «Hızır hayattadır» demek, ilimsiz olarak Allah adına bir hüküm çıkarmaktır. Böyle bir davranış Kur'an nassıyla haramdır. Eğer onun yaşadığı sabit olsaydı Kur'an veya Sünnet veya icma-i ümmet buna delâlet ederdi. İşte Allah'ın kitabı ortada. Hızır'ın hayatına dair hangi ayet vardır? İşte Rasûlullah'm hadisleri. Hergangi bir yönden buna delâlet eden hadis nerededir? îşte ümetin alimleri. Onlar ne zaman Hızır'ın hayatta olduğunda ittifak etmişlerdir?
6- Hızır'ın hayatta olduğuna dair deliller birtakım hikâyelerdir. Kişi bu hikâyeleri haber veriyor ve Hızır'ı gördüğünü söylüyor. Allah rızası için, acaba Hızır'ı gören kişinin katında, onun Hızır olduğuna dair bir alâmet var mıdır? «Hızır'ı gördüm» diye iddia edenlerin çoğu görülen şahsın «Ben Hızır»ım sözüne aldanmaktadırlar. Halbuki herhangi bir kişinin tasdiki ancak Allah' tan gelen bir delille caiz olabilir. Acaba Hızır'ı gören böyle bir delile sahip midir? «Ben Hızır'ım» diyen kimsenin doğru veya yalancı olduğu nasıl bilinecektir?
Hızır, Allah'ın kelimi olan Hz. Musa'dan ayrıldı, onunla arkadaşlık yapmaya razı olmadı ve «İşte bu, benimle senin aramı, zm ayrılmasıdır» dedi. Acaba ululazim peygamberlerden olan Hz. Musa gibi zatla arkadaşlık yapmaya razı olmayan Hızır, şeriatı garradan çıkmış, ne cumalara, ne cemaatlara ne de herhangi bir ilim meclisine uğramayan cahil âbidlerle mi biraraya gelmektedir? Halbuki bunların her birisi «Hızır bana geldi, Hızır bana vasiyet etti» diyorlar. Acaba Hz. Musa'dan ayrılan Hızır bir cahilin sohbetine nasıl tahammül eder? Olsa olsa bu, Allah'ın dergâhın-dan kovulmuş şeytandır. Yarab, seni tenzih ediyoruz. «Ben Hızır'la konuştum, Hızır'la görüştüm, Hızır bana geldi» demek büyük bir iftiradır.
8- Ümmet şu noktada icma etmiştir: «Ben Hızır'ım» diyen kişi «Ben RasûluUah'tan şunu şunu dinledim» dese onun hadisine iltifat edilmez ve dinde onun naklettiği hadis de hüccet olamaz. «Hızır hayattadır» diyen bir kişi şu itirazlardan kurtulamaz: Ya diyecektir ki «Hızır Peygamber'e gelmedi, ona biat et. medî» veya diyecektir ki «Peygamber Hızır'a peygamber olarak gönderilmemiştir». Böyle demek ise küfür anlamına gelir.
9- Eğer Hızır hayatta olsaydı onun kâfirlere karşı cihad etmesi, Allah yolunda nöbet beklemesi, harp safında bulunması, Cuma ve cemaate katılması, ümmetin cahillerini irşad etmesi, onun vahşiler arasında, çöllerde ve dağlarda gezmesinden çok üstün olurdu: [63]
«Hızır diridir» diyenlerin elindeki hadisler:
1- Darekutni «El ifrat»t&, İbn Asakir ise Dahhak'tan ve İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:
«Hızır Âdem'in öz oğludur. Cenab-ı Hak onun ecelini uzatmıştır. O Deccal'i yalanlayacağı noktaya kadar yaşayacaktır».
2- İbn Asakir, îbn İshak'tan şöyle rivayet ediyor:
«Bizim arkadaşlarımızın naklettiklerine göre, Adem vefat edeceği zaman çocuklarını biraraya topladı ve onlara: «Ey evlatlarım, Cenab-ı Hak kesinlikle yeryüzüne azap indirecektir. Benim cesedim sizinle beraber mağarada kalsın. Ne zaman indiniz, beni gönderin ve Şam arazisinde defnedin» dedi.» Adem'in cesedi çocuklarıyla beraberdi, Cenab-ı Hak, Nuh'u peygamber olarak gönderdiği zaman o, cesedi yanına aldı. Cenabı Hak tufanı yeryüzüne gönderdiği zaman yeryüzü sulara garkoldu. Hz. Nuh üç çocuğuna cesedi emredilen mağaraya götürüp defnetmelerini söyledi. Çocuklar: «Yeryüzü vahşet içerisindedir. Ünsiyet verilecek hiç kimse yok. Ve biz yolu da bulamayız. Fırsat ver ki insanlar emin olup çoğalıncaya kadar bekletelim» dediler. Nuh onlara: «Adem, Allah'ın katında kendisini defneden kişinin Kıyamet'e kadar diri kalması için niyazda bulunmuştur.», dedi. Buna rağmen Adem'in cesedi Hızır gelinceye kadar durdu. Adem'i defneden Hızır'dır ve bundan dolayı da Cenab-ı Hak onu dilediği kadar yaşatacaktır».
3- Bu konuda üçüncü hadis, Hatib oğlu Asakir'in Hz. Aliden rivayet ettiğidir: «Bir ara Kabe'yi ziyaret ediyordum. Baktım ki birisi Kabe'nin perdesine tutunmuş: «Ey, herhangi bir söz kendisini başka bir sözü dinlemekten alıkoymayan! Ey dileklerin çokluğu kendisini yanlışlığa sevketmeyen! Ey ısrar edercesine isteyenlerin isteklerinden aciz olmayan Allahım! Affının serinliğini, rahmetinin tadını bana tattır» diyordu. Hz. Ali'ye «Ey Allah'ın kulu, bu konuşmayı tekrar et» dedim. O bana; «Sen bunu dinledin mi?» diye sorunca, cevap olarak: «Evet, dinledim» dedim. O, cevap olarak: «Hızır'ın nefsini yedi kudretinde bulunduran Al-laJi'a yemin ederim, bu sözü farz namazdan sonra söyleyen bir kişinin bütün günahları affolunur. Velev ki günahları Aliç Çölü nün kum daneleri, yağmurun doneleri, ağaç yaprakları kadar bol olsun» dedi.»
«Hızır'ın nefsini yed-i kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim» cümlesi onun Hızır olduğunu ifade eder.
4- Hayatta olduğuna dair dördüncü delil Salebi'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadistir: «Hz. Ali der ki: «RasûUü Ekrem vefat ettiği zaman onun teçhiz ve tekfinine başladık. Halk dışarı çıktı. Ev tenhalaştı. Rasûlullah'ı teneşirin üzerine koyduğumda baktım, sesi gaibten gelen birisi, evin köşesinden yüksek sesle: «Sakın Muhammed'i yıkamayın. Zira o tahir ve tahur-dur» dedi. Bu sözden dolayı benim kalbime şek düştü ve dedim ki: «Azap olasıca, sen kimsin? Oysa Allah'ın peygamberi bize ölüleri teçhiz etmeyi emretmiştir. Yıkanmak onun sünnet4 seniyye-sidir». Bunun üzerine gür bir ses şöyle dedi: «Muhammed'i yıka' yın. Çünkü gaybdan iliç gelen söz melun İblis'in sözüydü, Muham-med'in yıkanmış olarak kabrine girmesine hased etti».
Bunun üzerine ben: «Allah sana hayrı versin. Birincisinin Jö-lis olduğunu bana haber verdin. Acaba sen kimsin?» dedim? O bana: «Ben Hızır'ım. Hz. Muhammed'in cenazesinde hazır bulunmak üzere geldim» dedi.»
5- Beşinci delil İbn Asakir'in rivayet ettiği şu haberdir: «îlyas ile Hızır Ramazan aylarında oruçlarını Beytulmukaddes'te tutarlar. Her sene hacca giderler. Zemzemden bir içiş içerler ki, gelecek seneye kadar onlara kâfi gelir»
6- Altıncı delil» İbn Asakir, TJkaylî ve Darekutni'nin tbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu rivayettir: «Hızır ile İlyas her sene hacda biraraya gelirler. Birbirlerinin başını traş ederler ve şu kelimeleri diyerek ayrılırlar: «Allah'ın ismiyle. Allah ne dilerse o olur. Hayrı insanlara Allah sevkeder. Allah ne dilerse o olur. Günahtan dönüş, ibadetlere yöneliş ancak Allah'ın kudretiyledir».
7- Yedinci delili, îbn Asakir, Muhammed bin el-Munke-dir'den rivayet ediyor:
«Hz. Ömer bir cenazenin namazını kıldırıyordu. O anda arkasından (gaybten) bir ses geldi ve: «Ne olursun, bizi de bekle!» dedi. Hz. Ömer de, sesin sahibi gelip birinci safta duruncaya kadar bekledi. O zaman tekbir aldı. Halk da tekbir alıyordu. O gaybdan gelen ses şunları söyledi:«y<zrab, eğer bu kuluna azap verirsen o çok zaman sana isyan etmiştir. Eğer onu affedersen o senin rahmetine muhtaçtır».
Bunun üzerine Hz. Ömer ve arkadaşları o kişiye baktılar. Ölü defnedildikten ve toprağı düzeltildikten sonra o ses şunları söyledi: «Ey kabrin sahibi! Eğer falcı veya zulmederek vergi toplayan, hainlik yaparak devlet hazinesine bakan veya suistimalde bulunan kâtip veya vazifesini kötüye kullanan zabıta memuru değilsen cennet senin olsun».
Hz. Ömer: «Onu tutun da namazını ve konuşmasını soralım. Bunu Tümden rivayet ediyor?» dedi. Bunun üzerine o kişi kayboldu. Onun ayak izine baktılar. Bir zira* kadardı. Hz. Ömer: «İşte bu bize Peygamber'in haber verdiği kişidir» dedi.»
Eğer bu kimse Peygamber'in haber verdiği Hızır'sa bu rivayet Hızır'ın varlığına delâlet eder. Daha nice rivayetler zikretmişlerdir. Onların zikrettiklerinin çoğu Hızır'ın bugün diri olduğuna delâlet etmez. Ancak Basûl-ü Ekrem'in döneminde hayatta olduğuna delâlet eder. O zaman hayatta olması, bugün de hayatta olmasını gerektirmez.
Alusi bunları naklettikten sonra şunu söylüyor:
«Tabiinden ve sufüerden Hızır'la biraraya geldiklerine ve Hızır'dan her asırda ilim aldıklarına dair gelen hikâye ve rivayetler sayılamayacak kadar çoktur».
İki tarafın birbirlerine verdikleri cevaplan uzun uzadıya nakleden Alusi netice olarak şunları söylüyor:
«Meşayihin Hızır'ın diri olduğu hususunda ittifak ettikleri kabul edilmez. Çünkü Şeyh Sadreddin bin îshak Konevi; «TebsU ret'ul-Mubtedi ve Tezkiretul Müntehi» adlı tefsirinde «Hızır'ın varlığı misâl âlemindedir» diyor.»
Hızır'ı gördüklerini iddia edenler arasında sahih olan şudur: Hızır'ın alâmetlerinden birisi sağ elinin baş parmağının kemiksiz oluşudur. Gözlerinden birisinin bebeği civa gibi durmadan dönmektedir. Fakat bunların Hz. Hızır'ın alâmeti oldukları hangi delille sabittir? «De ki: Eğer doğru iseniz delilinizi getiriniz».[64]
(65) «Derken kullarımızdan bir kul...»Bu Ayetin Tefsiri
Biz ona öyle bir ilim öğretmiştik ki o ilmin künhüne bizden başkası vaktf olamaz. Onun kıymetini ancak biz takdir ederiz. Bu da gayb ilmi ile gizli ilimlerin esrarıdır.
Cenab-i Hak bu ayette «katımızdan» demektedir. Çünkü ilim Cenab-ı Hakk'in zatî sıfatlarının hasıdır. Kelâmcılar «İlim bir şeye bağlanmadıktan sonra irade ona bağlanmaz. İrade bağlanmadıktan sonra kudret de ona bağlanmaz. Binaenaleyh şey evvela bilinir, sonra irade edilir. Böylece kudret ona bağlanır ve şey meydana gelir» demişlerdir.
«Bizim katımızdan» tabirinden ve ayet metninde bu tabirin «ilim» kelimesinden önce zikredilişinden anlaşılıyor ki ledunni ilim Cenab-ı Hakk'm özelliğidir. Sanki ayette Allah tarafından şöyle denilmektedir: «Bize mahsus olan, ancak bizim tevfikimizle bilinen bir ilmi ona öğrettik.»
Ayette «vermek» mânâsım ifade eden «Ateyna» fiili yerine «öğrettik» demek olan «Allemna» fiili kullanılmıştır ki bu, ilmin büyüklüğüne işaret içindir. Bu talim muhtemeldir ki meleğin dilinden işitilen vahy yoluyla olsun. Bu, zahiri vahyin birinci kısmı olur. Tıpkı Peygamberimiz'e gaybi haberler hususunda Kur'an'da vahyedilenler gibi. Ve muhtemeldir ki bu vahiy açıklamaksızın meleğin işaretiyle oluşur. Bu da vahyin ikinci kısmıdır ve bu kısma hadiste vaiid olduğu gibi «nefes» denilmektedir. İlham, bazı ibarelerden anlaşıldığına göre, bu kısımdandır. İlham için ilham meleği diye bir melek tesbit ediyorlar. Bu ilhamın hem peygamberlere hem de velilere geldiği icmaen sabittir. Onların gaybi emirlere -muttali olmaları için çeşitli yollar vardır. Hepsi iç alemin tertemiz yapılmasından neşet etmektedir. Bu ayet onların katında ledunni ilmin ispatında bir temeldir. «Ledunni ilim» denüdiği gibi «hakikât ilmi», «bâtın ilmi» de denilir. Fakat bazı alimler, ledunni ilme böyle demeye razı olmamışlardır. Abdülva-hab Şarani «İlimlerin kaynağı» beyanında şunları ifade etmektedir: «Kavmin konusu olan tasavvuf ilminin kaynağı Kitap ve sünnetle amel etmenin neticesidir. Kim bildiğiyle amel ederse oniarın konuştuklanyla konuşur ve onların dediklerinin tamamı onun yanındakilerin bir kısmı olur. Çünkü kul, Allah ile olan edeb babında terakki ettikçe onun konuşması anlayışlara ince gelir.
İşte fakihleri ve ehli hicabtan olan benzerlerini «sofiye ilmi» ne «bâtın ilmi» demeye iten bu noktadır. Halbuki sofiye ilmi, bâtın değildir. Zira bâtın ancak Allah'ın ilmidir. Mahlûkatın öğrenmiş olduğu her şey türleri değişik olmasına rağmen zahir ilimdendir. Çünkü bu ilim halka zahir olmuştur, halk da bunu anlamış, öğrenmiştir.»
Şarani her ne kadar bu iddiada ise de hakikat şudur: Sufîle-rin ilmine «bâtın ilmi» demek bir ıstılahtır. Ve bu ıstılah doğrudur. Bunun üzerinde herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Bu ilme «bâtın ilmi» denmesinin sebebi insanların çoğuna açık olmaması, onun oluşturulmasının kudsi bir kuvvete bağlı olmasıdır. Fikri mukaddimelerle oluşmaz. Bununla beraber her ilme batın ve zahir sıfatı verilebilir. Yani bir ilim, o ilmi bilmeyene nisbetle «bâtın», bilene nisbetle «zahiredir.. Bu tıpkı evfak ilmine «tılsım» ve cifr ilmine «garib ilim» denildiği gibi. Çünkü bunun mevcudu azdır ve bunu bilen de azdır.
Bazıları «Bâtın ilim ile hakikat ilmi, zahir ve şeriat ilminin ahkâmına terstir» diyor. Bu iddia bâtıldır, manasızdır, fasık bir tasavvurdur ve geçersizdir. [65]
(66) «Musa ona dedi ki...»Bu Ayetin Tefsiri
Hz. Musa'nın, Öğretmesi şartıyla Hızır'a tâbi olması hususunda bir izin istenilir. Bu durum ayetin metnindeki «ala» kelimesinden anlaşılır. Çünkü usûl alimlerine göre bu kelime bazen Öyle bir mânâda kullanılır ki «ala»mn arkasında gelen hüküm Önün-ele geçen hükmün şartıdır. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: «Onlar sana şirk koşmamak üzere biat ederler». Yani şirkin yokluğu şartıyla biat ederler.
Ala'nm şart mânâsında olması fakihler katında hakikat men-zilindedir.
Bazı alimler; «Hz. Musa ulu'tazm bir peygamberdir. Bir peygamberin zamanındaki bütün insanlardan daha alim olması gerekir. Nasıl olur da başkasından ilim öğrenir?» demişlerdir. İşte bu noktadan hareketle El-Bukali ve benzerleri «Bu İmran'ın oğlu ve İsraüoğullan'nın peygamberi olan Hz. Musa değildim demişlerdir.
Onlara cevap olarak denilir ki: Peygamber inanç meselelerinde ve şeriatıyla ilgili konularda zamanındaki bütün insanlardan daha alimdir. Fakat bu her sahada geçerli değildir. İşte bunun içindir ki Peygamberimiz: «Siz dünyanızın işlerini benden daha iyi bilirsiniz» buyurmuşlardır. Binaenaleyh peygamberin gaybi ilimleri başkasından Öğrenmesi onun mertebesinin düşmesine sebep olmaz. Zira bu gaybi ilim ve esrarının başkasıyla ilgisi yoktur. Hele o gaybi ilimler ve gizli esrarları öğreten Hızır gibi bir peygamber veya başka bir rasûl ise hiç zararlı değildir. Bunun bir benzeri de müetehid bir alimin (Şafii, Ebu Hanife gibi), cifr ilmini müetehid olmayan bir kimseden öğrenmesi gibidir. Bu, hiç te müetehidin mertebesine zarar vermez. «Zarar verir» demek haksız bir karşı çıkış olur.
Alusi, Ruh'ul-Meani'de bunları kaydettikten sonra şöyle diyor: «Benim meylettiğim şudur: Hz. Musa da hakikat ve bâtın (veya ledunni ilim) denilen ilme vakıftı. Ancak bunlara Hızır daha fasla vakıftı. Hızır da şeriat ilmine —ki buna da zahir ilim deniliyor— vakıftı. Fakat Musa ondan daha fazla bu ilme vakıftı. Binaenaleyh her birisi arkadaşından bir ilim baîısinde daha alimdir».
Hadislerde «Hızır Hz. Musa'dan daha alimdi» şeklinde ge-Zen haberler«fter yönden daha alimdi» mânâsında değildir. Yani, bazı ilimlerde daha bilgiliydi demektir. Zira iki şeyden birinin di-gerinden başka bir yönden daha üstün olması mümkündür. «Hz. Musa'nın nezdindeki ilim Hızır'ın nezdinde yoktur» hükmünün delili Buharı, Müslim, Tirmizi ve Nesei'nin İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet ettikleri şu hadistir:
«Hızır, Hz. Musa'ya: «Ben Allah'ın ilminden bir ilme vakıfım ki onu bana Allah öğretmiştir. Sen bunu bilmezsin. Sen de Allah'ın ilminden diğer bir ilme vakıfsın ki Allah onu sana öğretmiştir, onu da ben bilmiyorum)} dedi.
Cenab-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya (daha Önceki hadislerde belirttiği gibi), «Benim bir kulum vardır, Mecma'ul-Bahreyn'de durur. O senden daha alimdir» demesi «bazı ilimlerde bu böyledir» demektir.Bütün ilimlerde olması halinde bu rivayetlerle Buhari' nin yukarıdaki rivayeti çelişmiş olur.
(67) «(Okul): Sen benimle birlikte olmaya...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu sözü, Hz. Musa'ya Hızır söylemiştir. Yani istenildiği gibi Hz. Musa'nın kendisiyle beraber sabretmekte güç yetiremeyece-ğini ifade ediyor. Doğrudan «sen benimle sabredemezsin» deme-yerek «Benimle sabretmeye güç yetiremezsin» demiştir. Çünkü «güç yetirmek» fiilin çıkış noktasıdır. Güç yetirmek yok oldu mu fiil de yok olur. Ayet metnindeki «sabren» kelimesi nekradır ve aynı zamanda nefy siyakındadır. Bu, umumu ifade etmek içindir. Yani sabrın herhangi bir şeyine benimle güç yetiremezsin. Sabrın ne azına, ne çoğuna ve diğer şekülerine güç yetiremezsin.
(68) «Hakikatini kavrayamadığın...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet ilân ediyor ki Hızır, maksadı gizli olan, zahire göre çirkin düşen birtakım meselelere vakıftır. Hz. Musa gibi bir şeriat sahibinin o meseleleri kendisinden görmesi halinde sıkılma-ması, sabırsızlık göstermemesi mümkün değildir. Sanki Hızır, Hz. Musa'nın hiddetini ve kardeşi Harun'un yakasına yapışacak derecede şeriat konusunda gayretli olduğunu da biliyordu.
Bu ayetle, (Fahreddin Razi'nin de ifade buyurduğu gibi), güç yetirmenin fiilden önce hasıl olmadığına delil getirmişlerdir. Ve demişlerdir ki, güç yetirme, fiilden önce olsaydı, o zaman güç ye* tirme sabrın meydana gelmesinden önce oluşan sabr üzerinde olacaktı. Böylece onu nefyetmek yalan olmuş olurdu ki bu da bâtıldır. Binaenaleyh güç yetirmenin fiilden önce olmaması böylece gerekli olmaktadır,
Cübbai cevap olarak şunları söylemiştir: «Ayetteki sözden maksat «sabretmek sana ağır gelecektir» demektir. Nitekim «falan adam falanı görmeye, onunla birlikte oturmaya güç yetiremiyor» deriz. Yani onunla oturmak, onu görmek kendisine ağır gelmektedir».
İmam Fahreddin Razi, «Bu, ayetin zahirinden sapmaktır» şeklinde Cübbai'ye itirazda bulunmuş ve bahsi geçen delilini başka delillerle desteklemiştir. Fakat insafla bakıldığında İmam Fahreddin Razi'nin delil olarak getirdikleri bu konuya açıkça delâlet etmemektedirler. Çünkü maksat burada sabrın yok olmasıdır.
Tabii bu da sabrın temelini teşkil eden «güç yetirme»mn yok olmasıyla meydana gelir. Bu durum, ister güç yetirme sabırdan önce, isterse beraberinde olsun, meydana gelen bir durumdur. Sonra «istitaa (güç yetirme) fiilden öncedir» diye hükmetmek sadece Mutezile'ye mahsus değildir. Şeyh İbrahim Gürani'nin kelâmından anlaşıldığına göre selefin mezhebi de böyledir.[66]
(69) «(Musa): İnşaallah beni...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Hz. Musa, Hızır'a; «Allah dilerse, seninle beraber sabırlı olacağımı, sana herhangi bir itirazda bulunmayacağımı ve herhangi bir hususta sana isyan etmeyeceğimi görürsün» diyor. Yani «Beni sabredici olarak göreceksin». Eğer meşietin zikredilmesi, («Allah dilersen denmesi) talik için ise şüphe yoktur ki Hz. Musa'nın va'dettiği iş tahakkuk etmemiştir. Ancak «Hz. Musa'ya dine muhalefet etti» denilemez. Eğer, «İnşaallah» kelimesinin zikri sadece teberrüken söylenmiş ise, o zaman deriz ki; «va'detmek» tehdid etmek gibi inşaî bir cümledir. Doğruluk ve yalan ihtimalini aynı anda taşımamaktadır. Veya deriz ki: Bu, makam karinesiyle bilinen diğer bir kayıt ile kayıtlıdır ki, sanki Hz. Musa «İstersem sana isyan etmem, sabrederim» demiştir. Eğer biz bunun inşaî değil haberi bir cümle olduğunu ve kayıt niyeti üzerinde bulunmadığını söylersek müşkülât açıkça görünmüş oluyor. Çünkü sabır göstermemek ve isyan etmek bu takdirde yalan olur. Böyle bir şey de peygamberlik makamına uygun değildir. Çünkü peygamberlikteki ismet sıfatına ters düşmektedir.
Cevap olarak deriz ki: Hz. Musa'dan çıkan bu söz, ikinci ve üçüncü defalarda (birincide olduğu gibi) unutkanlıkla olmuştur. Unutkanlıkla olursa peygamberlik makamına bir zarar getirmez. Çünkü, unutkanlık özürdür.
Fakat şöyle bir itiraz vardır: İkinci ve üçüncü defalarda unutkanlığı kabul etmiyoruz. Zira bu İbn Hacer'in Buhari şerhinde «Birinci defa Hz. Musa tarafından unutkanlıkla olmuştur. İkinci defa şarttır. Üçüncü defa da kasten olmuştur» şeklinde tesbit edilmiştir.
Başka bir rivayette ise «ikincisi kast, üçüncüsü ayrılıştır» diye kaydedilmiştir.
Bazıları şöyle de diyebilir: Hz. Musa'nın kendisinden pey- gamberlik makamına zarar getirecek bir şey çıkmamıştır. Çünkü birinci defadaki, muhalefeti affedilmiştir. Artık birinci defa olduktan sonra ikinci ve üçüncü defalarda muhalefet yoktur.
Fakat bu görüş üzerinde düşünmek gerekir. Kuşeyri: «Hz. Musa kendisinden iki şey va'detti: Sabır va'detti ve bununla bera* ber «Allah dilerse» ibaresini getirdi. Böylece Hızır'ın fiiline sabır gösterdi. İkinci va'di ile, ona isyan etmeyeceğini belirtti. Ama bu ikinci va'di mutlak zikretti. 'Allah dilerse' ile kayıtlamadı. Binaenaleyh ona isyan etti; zira o «benden sorma» demişti. Böy~ lece Hz. Musa ondan sordu ve «inşaallahm da belirtmedi. Dolayısıyla burada muhalefet Hz, Musa'dan sadır olmamıştır. Sadece mutlak olarak söylediğinde muhalefet vardır» demiştir.
(70) «(O kul): Eğer bana tâbi olacaksan...» Bu Ayetin Tefsiri
Hızır, Hz. Musa'ya, cereyan eden hadiselerden sonra kendisine tabi olma iznini bu sözle vermiş oldu. Tabii bu da Hz, Musa'nın sabredeceğini, itaat edeceğini va'detmesinden sonra olmuştur.
«Bana hiçbir şey için soru sorma.»; yani fiillerimden gördüğün hiçbir şey için soru dahi sorma. Münakaşa ve itirazı zaten kabul etmiyorum. Soru dahi sorma. Ta ki ben o yaptığımın açıklamasına başlayıncaya kadar.
Ayetteki «Hatta» kelimesi gaye içindir. Bu gaye kelâmdan anlaşılanın son hudududur. Sanki Hızır tarafından deniliyor ki t «Yaptıklarım için kalben itirazım, olsun ki onu sana açıklayayım».
Bu kelime burada ebediyyet mânâsını da ifade edebilir. Yani hiçbir zaman bana herhangi bir şey sorma. Ta ki kendiliğimden sana ona dair haber vereyim. Haber verildikten sonra zaten sual sormak uygun değildir.
«Hatta» kelimesi burada ister birinci isterse ikinci mânâ için olsun, Hızır'dan gelen her fiilin bir hikmeti olduğunu ve kesinlikle güzel bir sonucu bulunduğunu ortaya koymaktadır. [67]
(71-72) «Böylece ikisi yürüdüler...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetten anlaşılıyor ki Hz. Yuşa, ayrılmıştır. Yürüyenler Hz. Musa ile Hızır'dır. Hz. Yuşa, Hz. Musa'nın tâbü olmak durumundaydı. Sanki yokmuş gibi kabul edilmiştir. Bazıları da «Hz. Musa, Yuşa'yı, Hızır'la buluştuktan sonra îsrailoğuüarı'na gönderdi» demişlerdir.
Buhari, Müslim ve bazı muhaddisler merfu olarak tbn Ab.bas'tan şöyle rivayet ediyorlar:
«Hızır'la Hz. Musa deniz sahilinde yürümeye başladılar. Yanlarından bir gemi geçti. Gemicilere: «Bizi de alın» dediler. Gemiciler Hızır'ı tanıdılar ve onları ücretsiz olarak gemiye aldılar»
Ebu Hatim'in Rebi bin Enes'ten rivayet ettiğine göre, gemide olanlar ikisinin hırsız olduklarını zannettiler. Çünkü bulundukları yer korkunçtu. Onları gemiye almak istemediler. Yalnız yaşlı bir kişi: «Bunlar yüzlerinde nur olan kişilerdir. Kesinlikle onları gemiye alacağım» dedi ve aldı.
Bindikleri gemi (bazı rivayetlere göre) yeni ve kuvvetli bir tekneydi. Daha önce ondan daha güzel bir gemi yanlarından geçmemişti. Sahih rivayetlerden geldiğine göre bu gemi küçük gemilerdendi. Bir sahilden diğerine insanları götürüp getiriyorlardı. Ebu Hatim'in rivayetine göre bu gemi ile sefer yapıyorlardı.
Sahih hadislere göre Hz. Musa ile Hızır gemiye bindiklerinde bir serçe gelerek geminin kenarına kondu. Sonra gagasıyla su aldı. Bunun üzerine Hızır, Hz. Musa'ya: «Benim ve senin ilmin, Allah'ın ilminden, ancak bu serçenin denizden eksilttiği miktar kadar eksiltmiştir» dedi.
Onlar gemiye bindikten sonra Hızır keserle geminin tahtalarından birisini kaldırdı. Hz. Musa, Hızır'a: «Onlar bizi parasız aldılar. Sen de onların gemilerini deldin. Gemide -bulunanları boğmak mı istiyorsun?» diyerek itirazda bulundu.
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki gemide kalanlar Hz. Hızır'ın yaptıklarını görmemişlerdi. Aksi takdirde ona bu imkânı vermezlerdi. (Aliyyulkâri bunu kesin olarak ifade etmiştir).
Îbn'ul-Munzir ile îbn Ebi Hatim, Ebu'l Aliye'den ve Hammad"bin Zeyd tarikiyle Şuayb bin Haccab'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Hızır Öyle bir kuldu ki onu ancak Cenab-ı Hakk'tn istediği kimse görebilirdi. O bu işi yaparken onu Hz. Musa'dan başkası görmedi. Eğer yolcular onu görseydiler kesinlikle mâni olurlardı. Çocuğu öldürürken de Hz. Musa'dan başka onu gören olmamıştır» (Bu rivayet merfu bir hadis değildir. Allah sıhhatini daha iyi bilir.)
«And olsun, sen korkunç bir iş yaptım) cümlesindeki «imren» kelimesi, «korkunç bir felaket» demektir. Esasında çokluk siga-sı kullanılmıştır. Zira İbn Cerir'in de ifade ettiği gibi Araplar sanatın sırrında felaketleri çoklukla nitelendirirlerdi.
(73) «(Musa): Unuttuğum bir şeyden dolayı...» Bu Âyetin Tefsiri
Bu söz tavsiyeyi unuttuğundan dolayı Hz. Musa'nın beliğ bir şekilde özür belirtmesidir. Sanki onun bu işi unuttuğu Hızır'ın nezdinde mutlak sabittir. Yani onu kendi başına ifade etmesine de ihtiyaç yoktu. Ancak o bundan dolayı kınanmamasını Hızır'dan talep etmişti. Hz. Musa, unutması sebebiyle Hızır'dan kendisini kınamamasını istedi. Çünkü kâmil insan da bazen unutkanlıkla muaheze edilebilir. Bu muaheze unutmaya yol açan az Önemsemeden ötürü meydana gelir. Aksi takdirde unutmakla muaheze etmek haklı olmaz. Çüknü unutmak insanın kudreti dahilinde olan bir şey değildir.
(74) «Böylece ikisi yürüdüler...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Hz. Hızır, Hz. Musa'nın Özrünü kabul etti ve ikisi gemiden çıkarak sahilde yürüdüler.
Bir rivayete göre ikisi bir köyden geçtiler. Bu yolculukları genç bir çocuğa rastlaymcaya kadar devam etti. (Buhari «Bu çocuğun ismi Ceysu veya Haysu'dur» demiştir). Sahih rivayetlere göre bu çocuk diğer çocuklarla beraber oynuyordu. On kişi kadardılar. İçlerinde ondan daha güzel, elbisesi daha temiz olanı yoktu. Hızır onu yakaladı ve Öldürdü. (Buhari'nin rivayetinde «Hızır onun başını gövdesinden kopardı» denilmiştir).
Ayetin zahirine bakılırsa çocuk baliğ değildi. Çünkü «gulam» tabiri baliğ olmayanlar için kullanılır. Cumhur da bu görüştedir.
Bazı kimseler «Bu çocuk baliğ bir gençti» demiştir. Nitekim, îbn Ebi Hatim, Said Bin Abdulaziz'den rivayet ediyor ki bu çocuk yirmi yaşındaydı. Araplar 20 yaşındaki delikanlılar için de «gulam» tabirini kullanırlar. «Gulam» tabirinin aslında baliğ olanlar için kullanılması daha doğrudur. Çünkü «gulam» tabiri «şehvetin şiddeti» mânâsına gelen ihtilam kökünden alınmıştır. Bu da ancak baliğ olanlarda bahis konusudur. Küçük çocuğa «gulam» denilmesi mecazidir. Ama ük görüşte olanları şu ifade desteklemektedir: «Tertemiz bir canı, bir cana karşılık olmaksızın öldürdün.»
Baliğ bir kimsenin günahtan arınmış olması az görülmüş bir şeydir. Nitekim İbn Cübeyr'in 'merfu olarak rivayet ettiğine göre, İbn Abbas «Zekiyyeten» kelimesini «küçük» ile tefsir etmiştir. Yani küçük bir canı, bir cana karşılık olmaksızın öldürdün!
İmam Nevevi ve Kirmani'ye göre, burada maksat, Hz. Musa'nın onu haksız olarak oldurduğuna dikkati çekmektir. Ancak Hz. Musa kısas hakkını betahsis zikretti. Çünkü kati makamına en uygun düşeni budur.. Veya onların şeriatında çocuk için de kısas vardı. Nitekim Beyhaki'nin Kitab'ul-Marife'de belirttiği gibi hadis alimleri «Bizim şeriatımızda da hicretten Önce çocuk için kısas vardı» demişlerdir.
Sübki, «Uhud Savaşı'ndan önce vardı, sonra nesholundu» de iniştir.
îbn Merduveyh'in Ubey b. Kaş'tan rivayet ettiğine göre, m. zır o çocuğu öldürdüğü zaman Hz. Musa şiddetli bir şekilde bağırarak, «Günahtan arınmış ve cinayet işlememiş olan bir kim-şeyi mi öldürdün?» demiştir.
Fahreddin Razi, «Münker, afcıüann inkar, nefislerin nefret ettiği şeydir» demiştir.
Ayetin sonundaki «nukremt kelimesi daha önceki ayetin sonundaki «imren» kelimesinden kötüleme hususunda daha beliğdir.
Rağıb, Müfredat'mda «Münker felaket demektir. «İmren» ise bilinmeyen, zor şey demektir» der. Bu mübalağa ifade ettiği için ifadeyi «Daha önce yaptığından daha çirkin olan bir şeyi mi yaptın?» şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. [68]
75- (o salih kul): «Ben sana benimle birlikte olmaya sab-redemezsin demedim mi?» dedi.
76- (Musa): «Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme. (O takdirde) benim tarafımdan sana bir özür ulaşmıştır» dedi.
77- İkisi yine yürüdü. Nihayet bir kasaba halkına varıp onlardan yiyecek istediler, (Fakat kasaba halkı) onlan misafir edinmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Salih kul) onu hemen doğrulttu. (Musa): «İsteseydin, elbette buna karşılık bir ücret alırdın» dedi.
78- (Salih kul): «İşte bu seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin yorumunu (içyüzünü) haber vereceğim» dedi.
79- «O gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu yapmak istedim; zira onların ilerisinde her sağlam gemiye el koyan bir kral vardı.
80- «Erkek çocuğa» gelince, onun anne ve babası mümin kimselerdi. Bundan ötürü onlan azgınlık ve küfrün sarmasından korktuk.
81- «Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.
82- «Duvar ise, şehirde iki erkek yetimindi. Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Babalan ise salih bir kimseydi. Rabbin istedi ki o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rablerınden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendimden yapmadım. İşte hakkında sabredemediğin şeylerin yorumu (içyüzü) budur».
83- (Ey Muhammedi) Sana Zul-Karneyn hakkında soruyorlar. De ki: «Size ondan bir zikr okuyacağım»[69].
(75) «(O salih kul): Ben sana...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet 16. cüzün birinci ayetidir. Bu ayetin aynısı 72. ayette geçmişti. Ancak bu ayette fazladan «leke» kelimesi getirilmiştir. Bunun sebebi Hz. Musa'nın onu uyarmaktan çekinmeyerek ikinci kez burukluk ve infial göstermesinden dolayı, tavsiyeyi terke-dip az sabır göstermesidir.
(76) «(Musa): Eğer bundan sonra...» Bu Ayetin Tefsiri
Hz. Musa; «Eğer bu sualden sonra senin yapacağın acaiplik-lerden birisinin durumunu sorarsam sakın benimle arkadaşlık yapma» der. Hz. Musa'nın «Benimle arkadaşlık yapma» demekten maksadı «Benden ayrılmaya kesinlikle karar ver-» demektir. Yoksa, «Bundan sonra sana soru sorarsam arkadaşlığımı terke-, debilirsin» demek istememiştir. Yani «istersen terkedersin» demek istemiştir. Yani istersen terkedersin istersen etmezsin, dememiştir. Kesinlikle terket. Zira bana karşı bir özür elde etmiş olursun.
îmam Nevevi'ye göre ayetin son cümlesinin mânâsı şudur: «Sen öyle bir noktaya varmış olursun ki ondan ötürü benden dyrılmakta mazeret sahibi sayılırsın. Çünkü defalarca sana muhalefet ettim».
Allah'ın Rasûlü'nden sahih olarak şu rivayet nakledilmiştir: «Allah'ın rahmeti bizim ve Musa'nın üzerine olsun, eğer arkadaşının yaptıklarına sabretseydi birçok acaiplikler görecekti. Fakat onu arkadaşından gayreti alıkoydu ve o da bu sözü söyledi».
(77) aîkisi yine yürüdüler...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette bahsedilen kasaba hususunda çe^tli yorum ve tefsirler nakledilmektedir. Cumhurun görüşüne göre o kasaba Antakya'dır. (Bu görüşü Sa'lebi İbn Abbas'tan rivayet etmiştir).
îbn Hacer, bu husustaki ihtilafın tıpkı «Mecma'ul-Bahreyn» in tayinindeki ihtilaf gibi olduğunu ve rivayetlerin hiç birine güvenilemeyeceğini söylemiştir.
Hadiste «Onlar cimri bir köy halkına vardılar ve orada oturanlardan yemek istediler» denilmektedir.
Hızır o köyün fesada girmesi uygun olmasına rağmen orada herhangi bir menfi hareket yapmadı. Sadece taat için orada ıs-lahata başladı. Çirkin kişilerin yaptıklarına perva etmedi.
Bazıları, «Ayette iki kez zikredilen «ehl» kelimesi aynıdır. Çünkü bir kelime ma'rife olarak tekrarlanırsa ondan ilk kelimenin aynısı kastedilir» demişlerdir. Bazıları da bu kaide daimi ol. madiği için bu görüşe itiraz etmişlerdir. Çünkü «birinci ehli»den maksat köylülerin bir kısmıdır. Zira köye giren kimse ilk bakışta bütün köylüleri göremez. Nitekim rivayete göre Hz. Musa ile Hızır'ın o kasabaya girme zamanı güneş batmazdan önceydi. «İkinci ehl»den de bütün köylüler kastedilmiştir. Çünkü rivayet olunduğuna göre Hz. Musa ile Hızır köyün bütün meclislerini tek tek gezmişler, onlardan yemek istemişlerdir. Eğer ikinci ehl yerine, ?anıir getirilseydi onlann bütün köylülerden değil de bazılarından yemek istemiş oldukları anlaşılırdı. Belki de sadece erginlik çağma varan erkeklerden yemek istemişlerdir. Zira Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette «Erkeklerden yemek istedikten sonra bir kadın onlara «berire» denilen bir yemek yedirdi. Bunun için o kasabanın hanımlarına dua, erkeklerine de lanet okudular» denilmiştir (Rivayetin doğru olup olmadığım Allah bilir). İşte bundan ötürü ayette ikinci kez ehl kelimesi tekrarlanmış, onun yerine zamir getirilmemiştir. Bu görüşün benzeri İmâm Şafii'nin Er-risale adlı kitabında da nakledilmektedir.
«Bunun üzerine kasaba halkı onları misafir etmekten kaçın* düar» cümlesine gelince, bu cümle onlann yemek istemelerinin şeklini açıklamaktadır. Yani onlar doğrudan «bize yemek, ekmek ve su verin» demediler. Bunu «Bizi misafir edin. Biz garibiz» şeklinde söylemişlerdir. Zira «O kasaba ehlinden yemek istediler»» cümlesinin zahirine bakılırsa burada «onlara yemek yedirmekten kaçındılar» tabirini kullanmak gerekiyordu. Bu tabirin kullanılmayıp, «onları misafir etmekten kaçındılar» tabirinin kullanılmasından anlaşılıyor ki, yemek istemeleri doğrudan olmamıştır. Ayrıca «Kasabalılar onlara yemek yedirmekten kaçındılar» tabiri de kullanılmamıştır. Zira cömert bir insan dahi bazen yemek isteyenleri reddedebilir. Buna rağmen garip bir kimseyi misafir etmemek kadar kınanmaz.
Zeyneddin Muhsinî der ki: «Cenab-ı Hak yemek istemeyi Hz. Musa ile Hızır'a, misafir edilmeyi de o kasaba halkına tahsis etti Çünkü yemek talebinde bulunmak, isteyenin vazifesidir. Misafir etmek de istenilenin görevidir. Örf bunu iktiza eder. Nitekim mukim bir kimse misafiri evine götürür, ona yemek yedirir».
Rivayete göre Hz. Musa ile Hızır maili inhidam (yıkılmak üzere) olan duvarın altına, geceleyin sığındılar. Çünkü başka bir sığınak yoktu. Geceler gayet soğuktu. Duvar da yolun kenarındaydı. Hz, Hızır eliyle duvarı düzeltti. (Bu husus İbn Abbas ve îbn Cübeyr'den rivayet edilmiştir). Kurtubi: «Bu sahih bir riva* yettir. Çünkü peygamberlerin haline en uygun olanı budur» demiştir.
Bazıları, «Bu, sahih bir rivayet olamaz. Çünkü Hz. Musa, Hu zıfa: «isteseydin bunun karşılığında ücret alırdın» demiştir. Böyle bir elleme ile duvarın düzeltilmesi ücreti gerektirmeze şeklinde itiraz etmişlerdir. Fakat itirazları şu şekilde reddedilmektedir: Hedef yerini bulduktan sonra ister el vurma şeklinde isterse başka şekillerde olsun, insan o hedefe varmak için gereken ücrete müstehak olur.
Bazıları, «Hz. Hızır duvarın önüne bir direk vurmak suretiyle onu düzeltti» demişlerdir, Mukatil, «Kireçle onu yaptı» diyor. Bazıları da «Evvela duvarı yıktı, sonra yeniden yaptı» dediler.
İbn'ul-Enbari «El Mesahif»te Ubey bin Kâb kanalıyla Rasû-lullah'tan şöyle rivayet ediyor: «Hz. Peygamber bir zaman bu ayeti: «Onlar o kasabada maili inhidam bir duvar buldular. Hu zır onu yıktı, sonra da oturup inşa etti» şeklinde okuyordu».
Bu duvarın yüksekliği Nevevi'nin Vehb bin Münebbih'ten rivayet ettiğine göre 100 zira' idi. Es-Sefini'nin tefsir alimi Sa'lebi' den rivayet ettiğine göre duvarın alanı 100x100 zira' idi. Tabii bu, o kasabanın ölçüsüne güreydi. Uzunluğu 500 zira', genişliği de 50 zira'ydı. Halk korku ile onun altından geçip gidiyordu.
Hz. Musa, Hızır'ı tahrik ederek yaptığına karşılık almak ve alınanla geçimlerini sağlamak kabilinden şöyle sordu: «Dilesey-din buna karşı mutlaka bir ücret alırdın».
Bazıları, «Hz. Musa bu sözü teşvik için değil, onun bu işi yapmasının fuzuli olduğunu belirtmek ve kendisinden istenilmeyen ve faydası da tam olmayan bir işle meşgul olmasının gereksizliğini beyan için söylemiştir» dediler.
Hz, Musa, köylüler tarafından mahrum edildiklerini, üzerlerinde bir şey bulunmadığını, ihtiyaçlarının da şiddetli olduğunu ve zahirde onun malayani ile meşgul olduğunu görünce sabrede-memiş ve bu şekilde itirazda bulunmuştur.
(78) «(O salih kul): İşte bu seninle benim aramızın...» Bu Ayetin Tefsiri
Hz. Musa'nın (birinci ve ikinci değil) üçüncü itirazı ayrılma sebebi olmuştur. Çünkü birinci ve ikinci itirazın zahiri şeriata aykırı idi. Bu nedenle Hz. Musa orada özür sahibi sayılmıştı. Fakat burada öyle değildir. Çünkü kötü bir insana iyilik yapmak kınanmaz, aksine övülür.
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Hz. Musa'nın gemi ve erkek çocuk hakkındaki sözleri Allah rızası içindi. Bu üçüncü meseledeki sözleri ise nefsiydi. Dünya talebi içindi. Bu sebeple üçüncüsü daha basit bir hata olduğu halde, ayrılık sebebi sayılmıştır. (Kuşeyri de bunun benzerini hikâye etmektedir. Fakat bu rivc-yetin İbn Abbas'tan geldiği hususu sahih olmayabilir).
İbn Ebi Dünya, Beyhaki ve îbn Asakir'in Ebu Abdullah el-Malatî (veya Maltiyyi)den rivayet ettiklerine göre, Hızır, Hz. Musa'dan ayrılmak istediğinde, Hz. Musa, Hızır'a «Bana tavsiyede bulun» dedi. Hızır: «Daima menfaat verici ol, zarar verici olma. Daima güler yüzlü ol, Öfkeli olma. Mücadeleden sakın. İhtiyacın olmaksızın bir yere gitme. Hiçbir kişiyi yaptığı suçtan ötürü ayıplama. Ey îmran'm oğlu, kendi hatan için ağla» dedi.
îbn Ebi Hatim ve İbn Asakir, Yusuf bin Esbab'tan şöyle rivayet ediyorlar: Hızır, Hz. Musa'ya ayrılmak istediği zaman şöyle dedi: «Ey Musa! Amel etmek için ilim öğren. Onu halka nakletmek için öğrenme». Hz. Musa da Hızır'a : «Bana dua et!» dedi. Hızır ona: «Allah sana taatini kolaylaştırsın» diye dua etti. (Bu haberlerin sahih olup olmadığını Allah daha iyi bilir.)
«Şimdi sana hakkında sabredemediğin şeylerin tevilini haber vereceğim» cümlesinde geçen «Tevil» kelimesi, esasında, bir şeyi son varacağı noktaya çevirmek elemektir. Yani bir şeyin sonucu demektir. Nitekim burada bir şeyin sonucu haber verilmektedir, yorumu değil.
Ayet metnindeki «ma» edatı Hızır'dan sadır olan fiillerdir. Onlar da gemiyi delmek, erkek çocuğunu Öldürmek, maili inhidam olan bir duvarı düzeltmektir. Bunlar kısaca, gemiyi gâsıb bir kraldan kurtarmak, müslüman anne ve babayı şerir bir evladın şerrinden kurtarıp ondan daha üstününü kendilerine vermek, iki yetime ait hazineleri büyüdükten sonra çıkarmak sebebiyle yapılmıştır.
(79) «O gemi, denizde çalışan...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani delmiş olduğum gemiye gelince o, zalimler karşısında güçsüz ve zayıf olan bazı kimselere aittir.
Bazıları «Bu gemi o fakirlerin gerçek malıydı» derken, bazılan da «Esas mallan değildi. Onlara borç olarak verilmişti» demişlerdir. Fakat bu ikinci yorum zahirin hilafınadır, delilsiz kabul edilmez.
«Miskin» kelimesi en meşhur tefsire göre hiçbir şeyi olmayan kişi demektir. Gemisi olanlara, miskin demek uzak bir ihtimal olur. Fakat burada kendilerine merhamet kasdıyla miskin denilmiştir.
Onlar o gemiyi denizde çalıştırıyor, onunla geçiniyorlardı. Ben o gemiyi delmek suretiyle ayıplı yapmak istedim ki önlerinde bulunan kral onu gasbederek ellerinden almasın. Yoksa gemide bulunanları öldürmek istemiş değilim.
Ayet metnindeki «Verae» kelimesi hem ön, hem arka mânâsına kullanılır. Onların Önünde bir kral vardı veya kendilerini arkadan takip etmekte olan bir kral bulunuyordu. Kur'an-ı Ke-rim'de bu kelime çokça zikredilmektedir. Lügat alimlerine göre bu kelime ihtilafsız «ön» mânâsına gelmektedir. Ancak «arka» veya diğer mânâlara geldiği hususunda ihtilaf vardır. Çoğu «ön, bunun hakiki mânâsıdır» demişlerdir. Bazılarına göre bu kelime zıd anlamlı kelimelerdendir.
Ayetin zahiri delâlet eder ki Hz. Musa daha önce bu hareketin tevilini bilmemiştir. Bu nedenle Rebi'den gelen şu rivayetin telifinde müşkülat vardır: Hızır gemiyi delerek, onu zalim kralın elinden kurtarınca gemi sahiplerine yönelerek: «Geminizi delmemin sebebi size daha hayırlısını irade etmemden ileri geliyor» dedi ve onlar da onun bu fikrini sevinerek kabul ettiler. Sonra gemilerini eskisi gibi, yepyeni bir şekilde onlara geri verdi.
Bu rivayete bakılırsa Hızır onları gemiyi delme hususunun neye dayanmakta olduğuna vakıf kılmıştır. Hz. Musa da o zaman oradaydı. Oysa bu ayete bakıldığında Hz. Musa'nın geminin delinme sebebini bilmediği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu habere güven duyulmaz. «Belki bu hadise olduğu zaman Hz. Musa orada değildin şeklindeki yorum ise asılsızdır.
(80) «Erkek çocuğuna gelince...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Hızır'ın öldürdüğü erkek çocuğa gelince, onun anne ve babası mümindi. El-İtkan'da yazıldığına göre babasının adı Kazır, annesinin adı ise Sehva idi. İbn Abbas'ın kıraatmda ve Ubey' in mııshafında ayet, «Erkek çocuğa gelince o kâfirdi. Fakat anne ve babası mümindi» şeklindedir. Yedi kıraatin mânâsı da böyle olmasına rağmen, onlarda «O kâfirdi» ibaresi yoktur. Bu sadece metinden anlaşılmaktadır.
«O erkek çocuğu baliğ idi» diyen kimseler bu kıraati delil olarak göstermişlerdir. Çünkü küçük çocuk hakiki olarak ne küfürle ne de imanla sıfatlanmaz. İmam Nevevi onların bu görüşlerine iki şekilde cevap vermiştir:
a) O kıraat şazzdrr, delil olmaz.
b) Ona «erkek çocuk» mânâsına gelen «gulam» denilmiştir. Çünkü o, eğer yaşarsa erkek çocuk olarak bulûğa erecektir.
«Bundan ötürü onları azgınlık ve küfrün sarmasından korktuk»; yani anne ve baba evlât sevgisine kapılarak ona tâbi olacaklardır. (Bu yorumu İbn Cübeyr rivayet etmiştir).
Veya onların imanlarını kirletmesinden korktuk. Evvela kirletecek, sonra tamamen götürmeye sebep olacaktır.
Buhari sarihlerinden bazıları «korktuk» mânâsına gelen «Haşeyna» fiilini «ilim»le tefsir etmişlerdir. Yani onun baliğ olduğunda anne ve babasını küfre davet edeceğini, onların da ona icabet edip, kendisini çok sevdiklerinden ötürü onun dinine gireceğini bildik.
Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı; «onlara saldırmasından, onların nimetlerini inkâr etmesinden, varlığının sebebi olduklarını unutmasından ve kötülük yapmasından korktuk» şeklindedir.
Bazı müfessirler de; «Onun, onların imanıyla tuğyan ve küfrü birleştirip aynı evde iki mümin ile bir kâfirin birarada yaşamasından korktuk» şeklinde ayete mânâ vermişlerdir.
Bazı rivayetlerde şöyle varid olmuştur: «O erkek çocuk if-sad ediciydi». Bazı rivayetlerde ise; «yol kesiyor, anne ve babası^ na yemin ederek «ben bunu yapmadım» diyordu. Onlar da bu yeminlere göre onun yapmadığına dair yemin ederek, onu kendisini takip edenlerden koruyorlardı» şeklindedir.
«Baliğ idi» diyenler bu rivayeti de delil göstermişlerdir. «Küçüktü» diyenler ise «Bu rivayeti sahih değildin) diyorlar. Nitekim doğrusu da budur.
Bu söz Cenab-ı Hakk'a mı, Hızır'a mı aittir? Zahire göre bu söz, Hızır'a aittir ve Hz. Musa'ya cevap teşkil etmektedir.
(81) «Böylece istedik ki Rableri...» Bu Ayetin Tefsiri
İbn Abbas'ın tefsirine göre ayetin metnindeki «zekât» kelimesi din demektir. Bu lâzımla tefsir etmektir. Müfessirlerin çoğu bu kelimenin günahlardan ve düşük ahlâktan tertemiz olmak mânâsına geldiğini söylemişlerdir
«Rab» kelimesinin burada kullanılması ve anne ile babaya izafesi, Rablerinin onlara, o Öldürülen çocuktan daha hayırlısını, iman, günahlardan temizlik ve iyilik bakımından daha hayırlısını vereceğini gösterir.
«Buhmen» kelimesi «rahmet» demektir. Zira her iki kelime de mastar olarak bu mânâda kullanılmaktadır. Yani Allah, on. îara rahmet etmek, onlara iyi davranmak bakımından daha ya kınını kendilerine vermek istedi.
İbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Atiyye'den şöyle rivayet ederler: «Ayetin mânâsı; anne ile babanın kendilerine verilecek evladı, daha önceki evlatlarından daha fazla sevecekleri ve ona karşı daha merhametli olacakları şeklindedir».
Bu mânâya binaen ayetten maksat şudur: Anne ve babanın katında sonradan verilen çocuk, öldürülenden daha sevimli olur. Bu da ya güzel ahlâk veya fizyonomi bakımından veya hem ahlaken hem de fizik bakımından daha güzel olmasından ileri gelmektedir.
İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre «O erkek çocuk yerine, Cenab-i Hak onlara bir kız verdi ve o kız da bir peygamber doğurdu».
Sa'lebi; «Bu kıs Hz. Yunus bin Metta'ya yetişti. Peygamberlerden birisi onunla evlendi ve o bir peygamber doğurdu. Allah o peygamberin eliyle bir ümmeti hidayete erdirdi» demektedir.
İbn'ul-Munzir'in Yusuf bin Ömer'den rivayet ettiğine göre bu kız iki peygamber doğurmuştur.
Bazıları; «Cenaba Hak bu anne ile babaya, kendileri gibi mümin bir evladı, o öldürülen evlad yerine verdi» demişlerdir.
(82) «Duvar ise, şehirde iki yetimindi...» Bu Ayetin Tefsin
Bu iki çocuğun isimleri bir rivayete göre Esrem ve Serin'di. Yetim ve küçüktüler. Babaları ölmüştü. Zira insanların yetimliği babanın ölümüyledir. Hadisi şerifte «Baliğ olduktan sonra yetimlik bahis konusu değildir» diye varid olmuştur.
İbn Atiyye; «Muhtemel ki bu iki çocuk baliğdi. Fakat baliğ olmayan çocuğa ıtlak olunan «gulam» kelimesi onlara şefkat için kullanılmıştır» demişse de İbn Atiyye'nin bu tevili biraz uzaktır.
«Bu şehir»âen maksat, daha önce bahsedilen yerdir Burada «şehir» mânâsına gelen «el-Medine» kelimesi kullanılmıştır. Bu, onun içinde yaşayan iki yetime verilen önemden dolayı şehre verilen önemi belirtmek içindir. Zira o iki çocuk o şehirli idiler ve babaları salih bir insandı.
Ayet metnindeki «Kenz» kelimesi yere gömülmüş altın ve gümüş para, hazine demektir (Nitekim Buhari «Tarih»inâe, Tir-mizi ve Halcim, böyle rivayet etmişlerdir).
İkrime de «Kenz»in toprağın altına gömülmüş altın ve gümüş para olduğunu söylemiştir.
«Burada hazineyi meydana getiren kişi «salihlik»le vasıflandırılmıştır. Oysa hazine kuranlar hakkında gelen yerici rivayetler buna ters düşmektedirler» denirse, biz de, cevap olarak deriz ki: Yerilen hazine hukuken çıkartılmayan hazinedir. Şer'an çıkartılmış hazineye yerilmiş mânâda hazine denilmez. Nitekim «Zekatı verilmeyen her mal hazinedir» sözü de buna işaret etmektedir. Zira Hz. Peygamber burada hazinenin lügat mânâsını değil şer'i ahkâmım beyan etmektedir. Çünkü peygamber lûgavî mefhumları belirtmek için gönderilmemiştir.
«Haşine ister Şer'an çıkarılmış olsun, ister olmasın haramdır; çünkü istifçilik haramdır» diyen kimseye «Hazinenin helâl olması, bizden önceki ümmetlerin şeriatında vardı» denir. Delil olarak da Tabaranî'nin Ebu Derda'dan naklettiği bu ayetle ilgili şu rivayet ileri sürülür: «Onlar için hazineler helâl ganimetler haram kılındı. Bizim için ganimetler helâl, hazineler (yani parayı tedavülden çekmek istif etmek) haram kılındın (Abdurrezzak, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Katade'den bunun benzerini rivayet etmişlerdir).
Sakın hiç kimse «hazine niçin bizden önceki ümmetlere helâl, bize haram kılınıyor?» demesin. Çünkü Cenab-ı Hak dilediğini helâl, dilediğini haram kılar. Bunlar sünnetler ve farzlardır. Bir ümmete helâl, bir ümmete de haram kılınırlar.
Hakim, İbn Abbas'tan sahih olduğunu söyleyerek şunu naklediyor: «O hazine altın ve gümüş değildi. Sadece ilim sahifele-riydin (Bunun benzeri İbn Cübeyr'den de rivayet edilmiştir).
«Onların babaları salih bir kişiydi» ibaresindeki «Baba» kelimesinden zahire göre öz kastedildiği anlaşılıyor.
İbn Ebi Şeybe, Ahmet, İbn Ebi Hatim, Hayseme'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. İsa buyurdu ki:
«Mümin bir kişinin soyuna cennet olsun. Sonra yine cennet olsun. Onun arkasından nasıl korunurlar?» (Hayseme bunları naklettikten sonra bu ayeti okudu).
Abd bin Humeyd, İbn'ul-Münzir, Vehb'den şöyle rivayet ediyorlar: «Cenab-ı Hak salih bir kulun yüzü suyu hürmetin? kabilesini insanların şerrinden korur».
Hz. Hasan bazı Haricilerle tartışırken onlardan birine; «Kur'an'da bahsi geçen iki çocuğun malını Allah ne adına korudu?» diye sorunca, o Haricî: «Babalarının salih olması yüzü suyu hürmetine korudu» dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan dedi ki: «Benim babam ve dedem ondan daha hayırlıdır». O zaman, Haricî; «Allah bize sizin hasmınızı mağlub edecek bir kavim olduğunuzu haber vermiştir» dedi ve tartışmadan vazgeçti.
Bu kişinin salihliği hakkında bildirilenlere göre, halk, emanetlerini onun yanma bırakıyor o da onları olduğu gibi sahiplerine teslim ediyordu. Bazıları, bu kişinin seyyah olduğunu söylemişlerdir.
Rabbin (yani senin işlerini tedbir eden, senin işlerine sahip bulunan yüce Allah), o iki yetimin erginlik çağma ermelerini ve hazinelerini o duvarın altından çıkarmalarını istedi. Eğer ben duvarı düzeltmeseydim duvar yıkılacak ve hazine duvarın altından çıkacaktı. Fakat onlar henüz hazinelerini koruyup, ondan yararlanabilmeye muktedir değillerdi.
Tefsirciler derler ki: İki yetim de duvarın altında hazine bulunduğunu bilmiyordu. Bir vasileri vardı ve o bu işi biliyordu. Fakat o da ortada yoktu. Duvar da yıkılmaya yüz tutmuştu. Eğer yıkılsaydı hazine zayi olacaktı. Onun için Hızır duvarı yeniden inşa etti.
Rabbim bunu bir rahmet olarak istedi. Yani böyle irade etmesinin nedeni onlara merhamet buyurmasıdır.
«Ben onu kendimden (yani kendi görüşüme göre) yapmadım. İşte bu söylediklerim, ortaya koyduğum neticeler, hakkın da sabredemediğin şeylerin tevili ve yorumudur.»
60. ayetten 82. ayete kadar gelen bu bölüm Hz. Musa ile Hızır hadisesini içermektedir ve burada bitmiştir.
(83) (Ey Muhammed!) Sana Zu'l-karneyn hakkında...» Bu Ayetin Tefsiri
Meşhur tefsire göre bu suali Rasûlullah'a Kureyşlüer sormuşlardır. Tabii yahudilerin teşvikiyle ve imtihan maksadıyla...
Bazı müfessirler «Yahudiler sormuşlardır» derler ve bu görüşü Süddi'den de bu şekilde rivayet ederler. Rivayetlerin çoğu «Bu ayet bu sorudan sonra inmiştir» şeklinde gelmektedir. Binaenaleyh burada istikbal sigasınm kullanılması sadece geçmişteki bir olayın muhatapların gözlerinin önüne getirilmesi için-
Bazıları {(İstikbal sigasınm kullanılması onların bu sualde ısrar etmeleri sebebiyledir» demişlerdir. Bazı rivayetler, «Bu, ayetin sualden önce nazil olduğuna delâlet eder» şeklinde gelmiştir. Mesela Ukbe bin Amr'dan gelen bir rivayete göre, kitap ehlinden bir grup sahife ve kitaplar getirerek dediler ki: «Bize Rasûlullah' tan izin al da yanına gidelim». Ben Hz. Peygamber'e gittim. On-larm geldiklerini ve durumlarını haber verdim. Hz. Peygamber: «Onların benimle ne ilgileri var? Onlar bana, benim bilmediklerimi soruyorlar. Ben ancak bir kulum. Rabbimin bana bildirdiğinden başkasını bilmem» dedi. Sonra da: «Bana su getir de ab-dest alayım» dedi. Suyu getirdim, abdest aldı. Sonra evindeki mescide girdi. İki rekât namaz kıldı. Namazdan kalktığında yüzünde sevinç vardı. Bana dedi ki: «Git onları getir. Kapıda saha-bilerden kim varsa onları da içeriye davet et». Onları içeri gotürdüm. Rasûl-ü Ekrem kendilerini gördüğünde: «Eğer isterseniz bana soracaklarınızı size haber vereyim, isterseniz siz söyleyiniz» dedi. Onlar, Rasûlullah'a: «Sen bize haber ver» dediler.
Cumhur birinci görüştedir. Çünkü rivayetin sıhhati kesinlikle sabit olmamıştır. [70]
Zü'1-karneyn konusunda ihtilaf edilmiştir.
Zü'1-karneyn «iki boynuz sahibi» demektir ve bu kişi hakkında çeşitli rivayetler gelmiştir:
1) O, Allah tarafından yeryüzüne gönderilen ve her şeyden kendisine bilgi verilen bir melektir (Bu Cübeyr bin Mufeyr'den rivayet edilmiştir).
2 O salih bir kuldur. Cenab-ı Hak ona yeryüzünün hükümranlığını vermiştir. İlim ve hikmet ihsan etmiştir. Onu halkın gözünde heybetli kılmıştır. Fakat kim olduğunu bilmiyoruz.
Ona Zü'1-karneyn (iki boynuzlu) denmesinin nedenleri de şudur:
a) O insanları Allah'a davet etmiştir. Onun sağ tarafına, (sağ boynuzuna) vurulmuş, ölmüştür. Sonra Allah onu yeniden diriltmiş, tekrar insanları Allah'a davet etmiştir. Bu sefer sol tarafına vurularak öldürülmüştür. Allah onu tekrar göndermiş ve böylece iki boynuzlu lakabını almıştır. Ve yeryüzü onun hakimiyetine verilmiştir.
b) Onun vaktinde iki nesil inkıraza uğradığı için kendisine «iki boynuzlu» denmiştir.
c) Başındaki miğfer bakırdandı ve çift boynuzluydu (Bu Vehb bin Münebbih'ten rivayet edilmiştir).
d) Başında iki Örgü gibi iki boynuz vardı. Bunları kapatmak için ilk sarık saran odur (Bu rivayet Ubey bin Ya'la'dan gelmiştir) .
e) Tacının iki boynuzu vardı.
f) O dünyanın iki boynuzunu, (yani doğusunu-batısını) gezdiği için bu ismi almıştır (Bu merfu bir hadiste varid olmuştur).
g) îki saç örgüsü vardı. (Bunu Katade ve Yunus bin Ubeyd rivayet etmiştir).
ğ) Kendisine Nur ve Zulmet musahhar kılınmıştır. Yola çıktığında Önünde nur (yani ışık), arkasında karanlık uzardı. Arkasından kimse kendisine yetişemez ve Önünden kimse kaçamazdı.
h) O, nur ile zulmetli yere girdi.
i) Uykusunda güneşe yükseldiğini ve güneşi iki boynuzundan tuttuğunu gördü.
j) Belki yiğitliğinden ötürü kendisine bu lâkab verilmiştir. Sanki boynuzlanyla diğer insanları toslardı. Nitekim Ezdeşir Behmen de «iki uzun elli» lâkabını bu sebeple almıştır. Çünkü emri istediği noktaya kadar uzanırdı.
Bu görüşlerin her birisine göre bir veya birkaç rivayet belirtilmekteyse de bunlar arasmda sahih denebilecekler hemen hemen pek azdır.
3) O, Feridun (veya Efridun) bin Esfiyan bin Cemşid'dir. Fars krallarının beşincisidir. Adil ve Allah'a itaat eden bir hükümdardı.
«Suver'il-Eklam» adlı eserinde Ebu Zeydi Belhi, «O vahiyle takviye edilmişti» diyor. Yani kendisine peygamberlik verilmişti. Diğer tarihlerin hemen hemen hepsinde «Yeryüzünün hakimiyetini hemen hemen elde ettiği; Ayraç, Selem ve Tor isimli üç oğ-lu arasında yeryüzünü taksim ettiği, Ayraç'a Irak, Hind ve Hicaz'ı verip, onu veliahd (taht sahibi) kıldığı, Selem'e Mısır, Rum ve Mağrib memleketlerini, Tor adlı oğluna da Çin, Türk ve doğuyu verdiği, her birisi için hükmedebileceği birer kanun koyup, onlara (o üç kanuna) «siyaset» ismini verdiği» belirtilir.
Bu kişiye Zü'1-karneyn (iki boynuzlu) denmesi, dünyanın iki tarafını mülküne geçirmesi veya saltanatının uzun sürmesi seli bebiyledir. Nitekim, «Ravdat'us-Safa» adlı eserde «beşyüz sene» hükmettiği zikredilmektedir.
Şecaat ve kahramanlığı diğer kralları mağlup ettiği için, bunun nişanesi olarak kendisine bu ismin verildiği de söylenmiştir. Tarihçiler, bu kişinin şark ve garba sefer yapmadığını, ancak bütün memleketleri kendi hükmüne sokanın Gavah el-İsfahani adlı, Dahhakî Mari'nin saltanatını yıkan bir «haddad» olduğunu ve onun ölümüne kadar ordularının başında kaldığım söylerler.
4) O Yunanlı İskender'dir.
Îbn'ul-Kesir, «İskender, Filis'in oğludur» der ve atalarını Hz. İbrahim'e kadar sayar. Payitahtı Makedonya'ydı. İbn Zeydin «Onun payitahtı Mısır'dı» demesi yanlıştır. Küçük Dara'yı mağlub eden Makedonyalı İskender'dir. Fars memleketini tamamen elde etti. Onun doğumu Büyük Dara'nın saltanatının 13. yılma tesadüf etmektedir. Hatta bazıları «Bu Makedonyalı İskender, Büyük Dara'nın oğludur» şeklinde iddiada bulunmuşlardır. Bu iddiaya göre Büyük Dara, Filokos'un kızıyla evlenmiş, onunla gerdeğe girdiğinde kendisinden pis bir koku geldiğini hissetmiş, bu sebeple kadını babasının evine göndermiştir. O da İskender* den hamile kalmıştır. Doğduktan sonra İskender, babası Filikos1 un himayesinde büyüdüğü için kendisine nisbet edilmiştir.
İskender'in Büyük Dara'nın oğlu olduğuna dair delil olarak şunlar ileri sürülmektedir: İskender, Küçük Dara'yı mağlup ettiğinde, Küçük Dara son nefesini vermekteyken ona yetişti. Başını kollarına bırakarak: «Ey kardeşim, bana seni bu hâle kimin getirdiğini söyle ki intikamını ondan alayım» dedi. Fakat bu iddia bâtıl ve asılsızdır. Böyle bir hadise olsa bile «Ey kardeşim» sözü bir hükümdarın diğer bir hükümdara ikramı kabilinden-dir.
İskender'e «Zü'l-karneyn» denilmiştir. Çünkü yeryüzünün iki tarafını işgal etmiştir veya şecaatinin nişanesi olarak böyle bir lâkab almıştır.
Bu görüşü savunanlar tarafından bu salih kişinin bütün yeryüzünün hakimiyetini elde ettiğine değinen Kur'an ayetleri delil gösterilmiştir. Böyle bir kralın zikrinin daimi bir şekilde olması, gündemde tutulması gerekir. Tarih kitaplarmda bu hadde kadar mülk ve hakimiyeti varan kral, ancak Makedonyalı İskender* dir. Çünkü babası öldüğünde mağrib krallarının tamamını yendi ve hepsini kahretti. Yeşil Deniz'e vardıktan sonra Mısır'a döndü. El-İskenderiye kasabasını inşa etti. Sonra Şam'a girdi. İsrail'e yöneldi Kudüs'e vardı. Kudüs'ün mezbahmda kurban kesti. Sonra Azerbaycan'a yöneldi. Kafkasya'daki Demirkapı'ya vardı.
Iraklılar'ın tamamı onun hükmüne girdi. Kıptî ve Berberilerin hepsi onun hakimiyetini kabul ettiler. Dara'yı istila etti, Hindistan ve Çin'e seferler düzenledi. En uzak milletlerle savaşlar yaptı ve Horasan'a dönünce birçok şehir bina etti. Irak'a vardı, Zur şehrinde hastalandı ve burada öldü. Bazıları da ölümü hakkında başka şeyler söylemişlerdir. Onu altından yapılmış bir tabuta koydular, İskenderiye'ye götürdüler. 32 sene yaşadı. Krallık müddeti 12 senedir. Bazıları «36 sene yaşadı, 16 sene hakimiyeti vardır» demişlerdir.
Kur'an'la sabit olduğuna göre, Zü'l-karneyn dünyanın en büyük bölümünü elde etmiştir. Tarihle de böyle bir hükümdarın Makedonyalı İskender olduğu sabit olmuştur. O halde Zü'l-kar-neyn'den maksat kesinlikle İskender'dir. İmam Fahreddin Razi bunu böyle zikretmiştir.[71]
Fakat bu görüşte kuvvetli bir şüphe vardır: Makedonyalı İskender Aristo'nun talebesidir. Aristo Atina'da bulunuyordu. Babası onu Aristo'ya teslim etti. O beş sene Aristo'nun yanında kaldı. Felsefeyi ondan öğrendi ve felsefede mahir bir insan olarak ortaya çıktı ve Aristo'nun ekolü üzerindeydi. Bu nedenle Cenab-i Hakk'm onu Kur'an'da tazim etmesi Aristo'nun ekolünün hak olmasını gerektirir. Oysa bu mezhebin hak olmasına imkân yoktur.
Bu itiraza şöyle cevap verilebilir:
Onun her hususta Aristo'nun ekolü üzerinde olması gerekmez. Zira bir şahsın talebeliğini yapmak, her hususta ona uymak gibi bir durum ortaya çıkarmaz. Nitekim, İmam Ebu Ha-nife'nin talebeleri birçok hususlarda hocalarına muhalefet etmişlerdir. İskender'in de Aristo'ya küfrü gerektiren hususlarda muhalefet etmiş olması mümkündür. Kudüs mezbahmda kurban kesmesi hukemanın ileri sürdükleri her şeye kani olmadığına delâlet eder.
Fakat bu cevap uzak bir ihtimal şeklinde değerlendirilmiştir. Meşhur odur ki İskender, hukemanın dediklerinin aynısına hükmediyordu. Mezbahada kurban kesmesine gelince, bu olay kesinlikle sabit değildir. Bunun delil olması, zayıf bir ihtimaldir.
Bazıları da «iskender'in o devirde Aristo ekolüne bağlanması küfrünü gerektirmez. Çünkü o, Allah'ı bilir, onu tazim eder, ondan başkasına tapmazdı» demişlerdir. Nitekim Şehristani'nin şu nakli de buna delâlet eder: «iskender'i tazim bakımından secde etmek hususunda filozoflar birleştikleri zaman, İskender onlara «yaradandan başkasına secde etmek caiz değildir» dedi. İskender'e bir peygamber de gelmemişti. Çünkü o Hz. İsa'nın doğuşundan 300 sene önceydi. Peygamber o dönemde İsrailoğulla-rı'ndan geliyordu ve onlara gönderiliyordu. İskender ise îsrailo-ğullan'ndan değildi. Şu halde İskender'in hükmü, fetret ehlinin hükmü gibidir (yani iki peygamber arasındaki zamanda yaşayanların hükmü gibidir ki bunlar bazı hakaik ehline göre mesul değildirler. Nitekim Cenab-ı Hak: «Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap verici değiliz» buyurmaktadır.) Bu cevabı kabul etsek dahi şüphe tamamen ortadan kalkmaz. Çünkü Cenab-ı Hak fetret ehline ait hükümlerle hükmeden bir kimseyi Kur'an ayet-lerinin delâlet ettiği tarzda tazim etmez.
Tarihlerde sabit olan şudur ki, Makedonyalı İskender'in yanında Aristo vezir (yani başbakan) mesabesindeydi. Mühim hususlarda onunla istişare ediyor, onun fikriyle iş yapıyordu. O tarihlerde İskender'in Hızır'la biraraya geldiği zikredilmemiştir. Onu vezir edinmesi de bahis konusu değildir. Oysa Zü'1-karneyn' in Hızır'ı vezir edindiği sabittir.
5) İskender Rumî'dir. Yunanlı İskender'den çok evvel dünyaya gelmiştir. Ona «En büyük Zü'l-karneyn» denilmektedir. Adı Merzuban bin Merdebe'dir ve Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in soyundan gelmektedir. Siyah benizli bir kişiydi. Bazıları isminin Abdullah bin Dahhak olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise onun isminin Musab bin Abdullah bin Kaynun bin Mansur bin Abdullah bin Ezd bin Avn bin Zeyd bin Kehlan ve Seba bin Ya'reb bin Kahtan olduğunu söylemişlerdir.
Bazı müdekkiklere göre Yunanlı İskender ile Rumî İskender, Küçük Dara'yı mağlûp eden kişiye isim olarak verilmiştir. Rum, Süryani ve İran tarihleri, bu İskender'i Rumî'ye nisbet ediyorlar.
Bazı müdekkikler bu tarihi Solonos bin Tabahos adlı Antakya'yı bina eden hükümdara nisbet ederler. İbn Ebi Şükr bunu tashih etmiştir. Uîumbek gibi bazı tarihçiler de rumî tarihi bu iki şahsa nisbet etmekten çekinmişlerdir. Çünkü tearuz eden deliller vardır.
Bazıları «Geçmiş zamanda krallar arasında iki İskender bu-lunmamıştır. Sadece Dara'yı mağlûp eden, Fars memleketlerine hakim olan İskender vardır» demişlerdir. Kur'an'da zikredüen Zü'l-karneyn muhtemelen bu İskender olabilir. Ancak başkası olması da muhtemeldir.
Ekseriyetin ittifak ettiği nokta şudur: Geçmiş krallar arasında iki kişi vardır. Bu iki kişinin arasında ise ikibin senelik bir tarih mevcuttur. İşte ilk İskender, Kur'an'da zikredilen «Zü'l-kar. neyn» lakabıyla adlandırılmıştır.
Bazıları buna Rumî İskender, bazıları da Yunanî İskender derler. İşte uzun zaman yaşayan ilk İskender budur. Bazı kimselere göre 1600 sene, bazılarına göre 2000 sene yaşamış, bazılarına göre de 3000 sene yaşamıştır. Fakat bu hususta kesinlik ifade eden bir haber yoktur.
6) Ebu Reyhan El-Biruni El-Herevi «ELAsar'ul-Bakiye An' il-Kurun'ul-Haliye» adlı kitabında; Zü'1-karneyn'in Şems bin Ubeyr bin Efrikaş el-Himyerî olduğu, onun iktidarının yeryüzünün doğu ve batısına vardığı ve Himyer şairlerinden birisinin şiirlerinde onunla iftihar ettiği yazılıdır. Ebu Reyhan; «Bu söz ha~ kikate en yakın bir söze benzer. Çünkü «zi» veya «zü» takısını isimlerinin başlarına takanların çoğu Yemenlidir. Onların isimleri «si» takısından hâli değildir. Mesela Zi'nnad, Zi'nevaz, Zi'-nun, Zi'yezen, Zi'geden hep onların kullandığı lâkaplardır» diyor.
7) Zü'1-karneyn, Şemmere bin Elfikis'tir. Babası ElfÜds hakkında şunu söylemiştir: O mağribe (Fas'a) doğru Berber ülkesine savaş açtı. Tanca'ya kadar geldi. Berberîleri, Filistin, Mısır ve sahillerden bugünkü meskenlerine nakletti. İfrikiyye şehrini bina edenin o olduğunu söylüyorlar ve kendi ismini ona vermiştir. 164 sene hükümdarlık yapmıştır. Aynı eserde onun Irak'a, Çin'e doğru gittiği, Semerkand'ı kaleleştirdiği, Zü'1-karneyn lâkabını iki örgüsü olduğundan dolayı aldığı yazılıdır. İbn Kutey-be'nin rivayetine göre 136 sene krallık yapmıştır. Mesudî 53 sene krallık yaptığını söylüyor. Başkaları da 87 sene krallık yaptığını söylüyorlar.
Alusi, Fahreddin Razî ve birçok müfessir Zü'1-karneyn'in Makedonyalı İskender olduğu fikrine meyyaldirler. Müfessir Elma-lılı Hamdi Efendi, Makedonyalı İskender olmadığını, onun Sad bin Rayiş olduğunu kaydetmektedir.
Alusi; «Zü'1-karneyn hakkında gelen bütün görüşler dedikodudan hâli değildir. Onları gördükten, onlara verilen cevaplan, itirazları, okuduktan sonra onun îskenderli Felikos olduğunu tercih edersin. Bir iddiaya göre aynı zamanda buna îskenderî Rumî denildiği gibi îskenderî Yunanî de deniliyor. Kendisi Allah'a iman etmişti. îmanında, söz ve fiillerinde küfrü gerektiren hiçbir şey yoktu. Aristo'ya talebe olması da buna mâni değildir. Zira Cebrail'in terbiye ettiği Musa (Karun) kâfir, Firavn'ın terbiye ettiği Musa da peygamber olmuştur» diyor.
Üstad Ebu'l-Hasan Nedvi «Teemmulatı fi Suret'il-Kehf» adlı risalesinde, Zü'1-karneyn'den bahsetmek münasebetiyle Seyyid Kutub'un şunları söylediğini yazmaktadır:
<(Nas, Zü'1-karneyn'in şahsiyeti hakkında herhangi bir şey belirtmiyor. Zaman ve mekânı konusunda da herhangi bir açıklama yoktur. Bu, Kur'an'daki kıssaların genel bir üslûbudur. Çünkü maksat, kıssalardan istifade edilmesi gereken ibret dersidir. İbret dersi ise çok kere zaman ve mekân tahdidine ihtiyaç olmaksızın tahakkuk eder. Tedvin edilen tarih bize îskenderî Zü'l-kar-neyn diye bir kral tanıtmaktadır. Kesin olan şudur ki bu zat Kur'an'da zikredilen Zü'1-karneyn değildir. Binaenaleyh Makedonyalı İskender putperestti. Kur'an'ın bahsettiği İskender ise ehli tevhiddir, Allah'a iman etmiştir. Ahiret'e imanı vardır».
Daha sonra bizim daha önce Ebu Reyhan el-Biruni'den naklettiğimiz haberi naklederek şunu demektedir:
«Mümkündür ki bu görüş doğru olsun. Fakat bunu tetkik etme imkânına sahip değiliz. Şöyle ki: Tedvin edilen tarihte Kur'an'ın bahsettiği Zü'1-karneyn'in hayatıyla ilgili bir nebze bir şey yoktur. Bunun durumu Kur'an'da varid olan diğer kıssaların çoğunun durumu gibidir. Nuh, Hud, Salih kavimleri gibi. Binaenaleyh tarih yakın bir zamanda doğmuştur. Beşeriyetin yaşına kiyas edilirse pek yakın sayılır. Bu tedvin tarihinden önce birçok hadiseler meydana gelmiştir ki onlar hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Öyleyse bu konuda tarihten fetva istenilmez. Eğer Tevrat'ta tahrifat olmasaydı, o bu hususta güvenilir bir kaynak olabilirdi. Fakat Tevrat hurafelerle doldurulmuştur. Hem de öyle hurafeler ki hurafe olduklarında zerre kadar şüphe yoktur. Birtakım rivayetlerle doldurulmuştur ki şüphesiz o rivayetler, Hz. Musa'ya Allah tarafından vahyedilen Tevrat'a sonradan eklenmiştir. Böylece Tevrat'ta zikredilen tarihi kıssalar için kesin bir kaynak olamaz. Durum böyle olduktan sonra Kur'an'dan başka kaynak yok demektir. O Kur'an ki tahriften korunmuştur. O, içinde zikredilen tarihi kıssaların tek kaynağıdır. Kur'an'ı tarih önünde muhakeme etmenin caiz olmadığı ise iki sebepten dolayı çok açıktır:
a) Tarih yenidir. Beşeriyetin tarihinde sayılmayacak kadar hadiseler, tedvin edilen tarihten daha önce meydana gelmiştir. Tedvin edilen tarih katında onlar hakkında hiçbir bilgi yoktur. Kur'an bu tür hadiselerden bazılarını rivayet etmektedir.
b) Tarih bu hadiseleri her ne kadar içeriyorsa da o, beşerin eksik eserlerinden biridir. Beşerin diğer amellerine isabet eden kusur, yanlışlık ve tahrifat ona da isabet edebilir. Biz zamanımızda görüyoruz ki bir tek hadise veya bir tek haber çeşitli şekillerde rivayet ediliyor ve kendilerine değişik zaviyelerden bakılarak gerçeğe ters düşecek şekilde açıklanıyor. Oysa bizim zamanımızda araştırma vesileleri bildiğiniz gibi ileri bir noktadadır. İşte tarih bu yığınlardan meydana getiriliyor. Her ne kadar sonradan tetkik ve tahkik ediliyorsa da. Binaenaleyh Kur'-an-ı Kerim'de geçen kıssalar hususunda tarihten fetva isteme. Bu öyle bir kelâmdır ki ne Kur'an'a iman eden, ne de eşit olarak yapılan ilmi araştırmalara inananlar bunu söyleyebilir. O ancak cidaldir».[72]
Zü'1-karneyn bahsinde Üstad Nedvi «Bizim muasırlarımız olan bazı fazilet sahipleri —ki onların en meşhurları Mevlânâ Ebu'l-Kelâm Azad'dır, müslüman bir önder ve yazardır. Hind Cumhuriyetinde daha önce Maarif Bakanlığı da yapmıştır— Zü'l-karneyn'in Yunanlıların Sayrus, Yahudilerin Horos, Arap tarihçilerinin Keyhüsrev dedikleri kişi olduğuna kail olmuşlardır».
Üstad Nedvi, kitabının haşiyesinde Ebu'l-Kelâm Azad'ın Zü'l< karneyn hakkındaki görüşünü şöyle hülasa ediyor:
«Sayrus milattan 559 sene önce ortaya çıktı. Fars'ın iki büyük memleketini, birleştirdi. Onlar uzun zamandan beri birbirlerinden ayrılmışlardı. Bu iki yer şimal tarafını teşkil eden ve Arap tarihçileri tarafından «Mead» ismini alan ve Midya ile Cenup tarafım teşkil etmekte olan İran'dır. Sayrus bunların ikisini birleştirerek Fars'ın en büyük imparatorluğunu meydana getirdi. Sonra adalet, şefkat, mazlumlara yardım gibi sıfatlara sahip olarak savaşlar yaptı. Karadeniz ile Bacteria arasında bulunan bütün devlet ve ülkeler ona baş eğdiler. Tarihen onun bir defasında Fas, Tunus, Cezayir ve Libya'ya doğru savaşa çıktığı sabittir. Küçük Asya'nın batısına kadar gitti. Başşehri «Sardis» olan Iidya devletini fethetti. Sonunda Uzak Batı'da denize ulaştı. Gördü ki deniz dalgalıdır. Güneşin denizde battığı yere baktı. Orada harp gemileri olmadığı için durdu. Garip değildir ki bu zat Akdeniz'in sahillerinden birisine varmıştır ki orası Semernak civanndaymış. Deniz orada bir gölcük gibi görülmekte ve onun gözünde güneş orada adeta çamura batıyormuş gibi gözükmektedir. İşte Kur'an-ı Kerim'in «tağruou fi aynin hamietin» tabiri bunu tasvir etmektedir. İkinci kez doğuya doğru savaşa çıktı. Bu seferinde Nikran, Belh denilen ülkelere kadar gitti. Vahşi hayat yaşayan bütün kabileler ona başeğdiler. Sonra aşılması zor olan Babil başkentine doğru yöneldi. Beni İsrail'i Buht'un-Nasr'm tasallutundan, zulmünden, esaret ve zilletten kurtardı. Böylece Ya-hudilerin kurtarıcısı oldu. Yahudiler onu zikrettiler, övdüler ve daima ondan sual sordular. İşte Tevrat'ta gelen Beni İsrail'in Tevrat'taki haberleri böylece tahakkuk etmiştir.
Üçüncü gazvesi şimal tarafmadir. Hazar Denizi'ni sağına alarak Kafkas Dağları'na kadar gitti. Orada bir büyük dereye rast-ladı. O dereye Yecuc ve Mecuc giriyor ve o topraklarda yaşıyorlardı. İşte orada Çin Seddi'ni yaptı. Sayrus M. Ö. 529'da vefat etti. 1838'de Astahar harabelerinde tunçtan bir heykel bulundu. Başında koçların boynuzlarına benzer iki boynuz vardır. Boynuzlardan biri Lidya — diğeri de Fars memleketini temsil ediyordu. Bu iki memleketi birleştiren Sayrus'tur. İşte bundan dolayı Zül-karneyn ismini almıştır. Çağdaş tarihçiler Sayrus'un kerem-li, adil, şahsiyetli ve faziletli bir kişi olduğuna şahitlik yaparak (Bu hususta daha geniş bilgiye sahip olmak isteyenler Prof. B. Grundi'nin «Universal History of The World» adlı kitabının ikinci cildine baksın). [73]
Hülasa; Allah ona imkân ve mülk vermiştir. Bütün dünya kralları ona boyun eğmektedirler. Rivayete göre bütün dünyayı baştanbaşa elde eden dört kişi vardır. İkisi mümin, ikisi kâfirdir. Müminler Süleyman bin Davud ile İskender'dir, kâfirler de Nemrud ile Buht'un-Nasr'dır. Bu ümmetten beşinci bir kişi bütün dünyaya hakim olacaktır. Çünkü Cenab-ı Hak onu bütün dinlere galip gelsin diye göndermiştir ki o da Kurtubi'nin zikrettiğine göre Hz. Nebi'dir. [74]
— ONUNCU CİLDİN SONU —
84- Gerçekten biz onu yeryüzünde sarsılmaz bir iktidar sahibi kıldık ve her şeyden ona bir sebeb, (bir yol) verdik.
85- Böylece o da bir sebeb (yol) tuttu.
86- Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara balçıklı bir gözete batar buldu. Onun yanında bir kavme rastladı. Bunun üzerine dedik ki: «Ey Zü'1-karneyn! Onlara ya azap edersin veya (öğüt vererek) onların içinde bir güzellik edinirsin».
87- (Zü'1-karneyn): «Haksızlık edeni cezalandıracağız. Sonra o Rabbine gönderilecektir. O (Allah) da onu müthiş bir azapla azaplandıracaktır» dedi.
88- «îman edip de salih amellerde bulunan kimseye gelince, onun için de güzel bir mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan en kolay olanım söyleriz».
89- Sonra yine bir yol tuttu.
90- Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca güneşi öyle bir kavim üzere doğar buldu ki onlar için güneşe karşı bir siper kılmamış tık.
91- İşte böylece biz onun yanında olan her şeyi (bilgimizle) kuşatmıştık.
92- Sonra yine bir yol tuttu.
93- Nihayet iki dağın arasına ulaştığında, onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu.
94- Dediler ki: «Ey Zü'1-karneyn! Yecuc-Mecuc yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onlar arasında bîr sed yapman için sana vergi verelim mi?»
95- (Zü'1-karneyn): «Babbimin beni içinde sağlamca bulundurduğu daha hayırlıdır:. Siz bana kuvvet yönünden destek olun da sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.
96- Bana demir kütleleri getirin. Nihayet iki dağın arasını aynı seviyeye getirince: «Körükleyim» dedi. Onu kor haline sokunca da; «Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim» dedi.
97- Artık onu ne aşabildiler ne de delebildiler![75]
(84-85) «Gerçekten biz onu...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetler Rasûl-ü Ekrem'in Zü'1-karneyn hakkında okumayı va'dettiği zikrin başlangıcıdır.
«Mekkenna» fiili «temkin» kökünden gelir. Bunun mânâsı kudret vermek, sebepleri hazırlamak demektir. Bu takdirde ayetin mânâsı; «Biz Zu'Ukarneyn'e yeryüzünde tasarruf etmesi için imkân ve kudret verdik» olur. Yani yeryüzünü tedbir edecek akla ve fikre sahipti. Askerleri çoktu. Heybet ve vakan vardı.
Bazılarına göre, onu yeryüzünde «temkin sahibi» kılmanın mânâsı şudur: «Bulutlan onun emrine verdik, sebepler hususunda ona geniş bir yetki sağladık. Nur onun için yayıldı. Onun katında gece ve gündüz eşitti». Bu hususta bir rivayet zikrediliyor-sa da, Alusi «Bu rivayetin sahih olduğunu zannetmiyorum» demiştir.
Bazıları, «Bu temkin, peygamberlik ve onun elinden mucizeleri icra etmek suretiyle verilmiştir» diyorlar.
Hz. Ali'nin kendisine sorulan bir soru üzerine, Zü'l-karneyn hakkında; «Peygamber değildi. Kral veya diktatör de değildi. Fakat salih bir kuldu. Allah'ı sevdi, Allah için nasihatta bulundu.
Cenab-t Hak da onu muvaffak kıldı» şeklindeki cevabı onun peygamber olduğuna dair ileri sürülen delillere ters düşmektedir. (îbn Abdulhakem, İbn'ul-Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn'ul-Enbari, İbn Merduveyh).
îbn Ebi Hatim, îbn Zeyd'den rivayet ediyor:
«Zü'Ukarneyn iki dağa yetişti. Kendisi uyarıcı idi. Fakat ben bihakkın onun peygamber olduğunu işitmedim».
Zü'1-karneyn'in peygamber olmadığı hususunda cumhurun da görüşü vardır. Bazı kimseler «Ne peygamberdi derim, ne de değildi derim» diyor. Nitekim Abdürrezzak ve arkadaşları Ebu Hureyre'den şunu rivayet ediyorlar: «Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: «Bilmiyorum, Yemen hükümdarı Tubba acaba lanete uğramış mı uğramamış mı? Zü'l-karneyn peygamber miydi değil miydi? Yine bilmiyorum, tatbik edilen cezalar tatbik edilenler İçin keffaret olur mu olmaz mı?»
Alusi bu hadisi naklettikten sonra; «Bu bilmemezliğin, vefatı anına kadar Rasûlullah'ta devam etmediğini biliyorsun. Çünkü son noktaya kadar peygamberin bilgisiz kalması mümkün değildir. Bu bakımdan Rasûl-ü Ekrem'e bilahare Zü'l-karneyn'in peygamber olmadığının bildirilmesi mümkündür» demiştir.
(86) «Nihayet güneşin battığı yere...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani batı tarafında yer küresinin son noktasına kadar gidip Okyanus'a dayandı. Buraya varan Zü'l-karneyn denizin kıyısında durdu.
Güneşin «siyah çamurlu» veya «sıcak bir gözede» battığım gördü. Bu «Siyah çamurlu gözenden maksat ya denizin içinde bulunan bir^gözedir veya denizin ta kendisidir. Denize «göze» demekte herhangi bir beis yoktur. Hele denizi Allah'ın azametine nisbet edersek o bir katre su kadar kalır. Fakat bizim gözümüzde büyüktür.
Bağdad alimlerinden bazılarının iddiasına göre ayetin metnindeki «Fi» kelimesi, «İnde» kelimesi manasınadır. Yani siyah çamurlu veya sıcak bir gözenin kenarında durup batıyordu.
Bazıları «Ayeti tevile ihtiyaç yoktur. Zira Cenab-ı Hakk'tn güneş gibi büyük bir cürmü bir gözeye sokması hiç de mühim bir hal değildir» demişlerdir. Fakat Alusi, «Biz de Allah'ın azametine inanıyoruz, ancak böyle bir iddiaya iltifat etmiyoruz» diyor. Ve şöyle devam ediyor: «Tartuşi'nin «güneşi bir balık yutuyor» deme. si de bu kabildendir. Bu konuşmaları ancak çocuklar ve benzer, leri kabul edebilirler. Zira güneş bazı memleketlerde altı ay hiç kaybolmaz, bazılarında da altı ay görülmemektedir. Nitekim 90, enlem ufkunda görünür. Bazı memleketlerde bir saat kadar kay. bolur. Sonra doğu tarafında onun ışığı ortaya çıkar».
Zü'1-karneyn deniz sahilinde (veya o gözenin yanında) bir kavim buldu. Elbiseleri vahşi hayvanların postlarından, yiyecekleri de denizin kıyıya attığı nesnelerdendi.
Vehb bin Münebbih «Bu, Nasık denilen bir kavimdir. Onların ne kadar olduğunu Allah'tan başkası bilemez» demiştir.
Ebu Zeyd Süheyli: «Bu Semud soyundan gelen bir kavimdir, Cebersa denilen büyük bir şehirde otururlardı. Cebersa'ya Sür-yanice «Cercisa» derler» demiştir (Bunun benzeri İbn Cüreyc'den de rivayet, edilmiştir).
İbn Said: «Onların aralarında müminler ve kâfirler vardı» der.
Cumhurun üzerinde durdukları nokta şudur: Onların hepsi kafirdi. Allah onları Öldürmek suretiyle azaba duçar etmek veya iman etmek arazında Zü'1-kameyn'i muhayyer kıldı.
Zü'lkarneyn'in peygamberliğini savunanlar bu ayeti delil olarak göstermektedirler. «Peygamber değildir» diyenler ise «Bu hitab doğrudan Zü'l-karneyn'e değil belki o asırda yaşayan bir peygambere yapılmıştır». Veya «Bu vahy yoluyla değil de ilhamla Zü'l-karneyn'e verilmiştin* derler. Bu iki durum da o dönemdeki peygamberin şeriatına uygundur. Fakat ölümü gerektirici böyle bir durumda ilham ile amel etmek caiz değildir. Velev ki o günkü şeriata uygun olsun.
«İlhamla amel edilir» diyenler Hz. İbrahim'in rüyasında oğlu İsmail'i kurban ettiğini görmesi hadisesini delil olarak ileri sürmektedirler. Onlar «Rüya ilhamdan daha aşağı bir derecededir. Onunla amel edildiğine göre ilhamla da edilir» fikrini savunmuşlardır.
Fakat buna şöyle cevap veriliyor: «Peygamberlerin rüya ve ilhamları vahy iledir».
Ali bin İsa: «Ayette takdir vardır. Mânâsı: «Ey Muhammedi Zü'l-kameyn'le beraber olan askerler bu sözü söylediler» diyor.
Bazıları «Bu sözü söyleyen onunla beraber olan alimlerdir. İctihad ve istişare ederek böyle söylemişlerdir ve bu söz mecazen Allah'a isnad edilmiştir)) derler. Doğrusu şudur ki bu ayet onun peygamberliğine açıkça delâlet etmektedir.
«Ben bunu kendiliğimden yapmadım» ayeti Hızır'ın peygamber olduğuna delil gösteriliyor da, niçin yukarıdaki ayet Zül-kar-neyn'in peygamberliğine delil gösterilmiyor. Sanmıyorum ki bu ayetin zahirinden kaymasına onun peygamber olmadığını savunan delil ve haberler sebep olmaktadırlar.
Alusi; «En güzeli ayeti, «Bu sözü ona Allah bir peygamber vasıtasıyla söyledi» şeklinde tevil etmektir» demiştir.
(87) «(Zü'l-karneyn): Haksızlık edeni...}} Bu Ayetin Tefsiri
Zü'l-karneyn o peygambere veya yanında bulunan özel adamlarına (Allah'ın emrini telâkki ettikten sonra ikinci şıkkı seçerek) şöyle dedi: «Nefsine zulmeden, benim davetimi kabul etmeyen veya zulmünde ısrar eden, şirki savunan bir kimseye gelince, onu öldürmek suretiyle azaba duçar kılacağız»,
İbn Ebi Hatim, Süddi'den şöyle rivayet etmiştir: «Onlara azabı, onları büyük bir kazana koyup, altında ateş yakarak tattıracağız ki orada paramparça olsunlar» (Bu rivayet sahih değildir).
(88) «İman edip te salih amellerde bulunan kimseye...» Bu Ayetin Tefsiri
Benim çağrıma icabet suretiyle iman eden veya imanın gereği olarak salih ameller işleyen kimseye gelince... Onun için dünyada da Ahiret'te de en güzel mükâfat vardır. Yani o en güzel mükâfatı alır.
(89 «Sonra yine bir yol tuttu...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani batıdan dönüp doğuya gitmek için yola koyuldu, demektir.
(90) «Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca...» Bu Ayetin Tefsiri
«Güneşin doğuş yen»nden maksat üzerinde doğduğu arazidir. Bu, mamur bir arazinin doğu yönünden en son noktasıdır. Zü'l-karneyn'in halinden ve her şeyin kendisine verilmesinden anlaşılıyor ki kısa bir zamanda o yolun en son noktasına (yani Hind Ok-yanusu'nun en son noktasına) varmıştır. Fakat bazı kimseler «batıdan doğuya yaptığı seferi 12 senede tamamlamıştır» demişlerdir. Bu, zahirin hilafınadır. Ancak Zü'l-karneyn seferi esnasında bazı yerlerde bir sene, altı ay gibi bir müddet ikamet ettiği takdirde bu rivayet kabul edilebilir.
İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh; «Süren» kelime-sinin, güneşin hararetinden insanı koruyan şey demek olduğunu söylemişlerdir. Yani orada hiçbir bina yoktu. Güneş doğduğu zaman onlar yer altındaki izbelere giriyor, güneş çıktıktan sonra ç>. İtiyorlardı.
Rivayet olunduğuna göre, Hasan Basri, Semurre hadisini zikrettikten sonra «Onların arazisi bina yapmaya elverişli değildi» demiştir. Güneş çıktığında onlar sulara dalıyorlar, kaybolduktan sonra sudan çıkarak hayvanların otlaması gibi sağda solda otlu-yorlardi.
Bazılarına göre, bu ifade onları koruyacak elbise ve binaların olmadığı anlamına gelir.
Bazı rivayetlere göre onlar Zenc, bazı rivayetlere göre de Hind kavmindendiler.
(91) «İşte böylece, biz...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki «Kezalike» kelimesi hazfedilmiş bir mübte-danın haberidir. Yani Zü'1-karneyn batıya vardı, doğuya gitti ve yapacaklarını yaptı. Burada maksat, Zü'1-karneyn'i ve onun hali-ni tazim etmektir. Veya; Zü'1-karneyn'in onlar hakkındaki emri, batıdakiler hakkındaki emri gibiydi. İsterse onları öldürür, isterse imana davet ederdi.
«Biz Zü'l-karneyn'in yanında bulunanları ilim yönünden kuşattık»; yani onun askerlerini, aletlerini ve saltanatının diğer sebeplerinin hepsini ihata ettik. Onların hepsi ilmimiz dahilindedir. Onların görünen ve gizli taraflarını biliyoruz.
Bu ayet, onun durumunun ancak Allah'ın ihata edebileceği bir vasıfta .olduğunu bildirmektedir.
Ayetin mânâsı; «Onun yolculuk esnasında çektiği zorlukları ihata etmişizdir)) şeklinde de anlaşılabilir.
(92) «Sonra yine,,.» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet daha önce geçen iki ayet gibidir. Buradaki «yol» Zü'l-karneyn'in üçüncü yoludur. Bu batı ile doğu arasında vuku bulmuştur. Yani güneşin doğuş noktasından başlayarak şimale doğru gitmiştir. [76]
(93) «Nihayet iki dağın arasına ulaştığında...»
Bu Ayetin Tefsiri
«İki sedE»den maksat iki dağdır. Bu dağlar, bu ayetin muhataplarına malûmdu. Zira «Sed» kelimesi dağ mânâsında kullanılmıştır.
Bu dağlara «Sed» denilmesinin sebebi onlann yeryüzündeki bir derinliği kapatmış olmalarıdır.
Bazıları, «Bu dağlar ile Sed arasında komşuluk olduğundan dolayt bu dağlara da sed denilmiştir» diyorlar.
Yahudi alimlerinden bazılar: «Ye'cuc ile Me'cuc şimalin son noktasındadırlar. Öyle ki onlardan başkası buralarda yaşayamaz. Onlar bu kıtanın bir zaviy esindedirler». Fakat yahudi alimlerine göre onların kuzeyinden doğusuna doğru olan kısmında mı, kuzeyin batısına doğru olan kısmında mı oldukları belirtilmemiştir. Bazılarına göre, bu iki dağdan maksat Ermenistan ile Azerbaycan arasmdaki dağlardır. (Bu rivayet İbn Abbas'a da nisbet edilmiştir). Beyzavi de tefsirinde tauna meyletmektedir. Fakat Alusi; «Bu bir hatadır. Bunun İbn Abbas'a nisbet edilmesi doğru değildir» demiştir. Alusi delil göstermemektedir. Bunu söyleyen bir kimse, Zü'1-karneyn şeddinin bugün Demirkapı'da meşhur olan sed olduğu düşüncesindedir. Bu Yecuc ile Mecuc'un Türk olmalarım ge rektirir ki bu da tarihçilerin görüşüne ters düşmektedir. Çünkü bu sedcii bazı tarihçilere göre Kisra Nuşirevan, bazılarına göre îsfendiyar yapmıştır.
Bazılarına göre bu iki sed, bizim bilmediğimiz bir yerdedir.
Zira yeryüzünde daha nice meçhul yerler vardır. Belki de bizimle onun arasına okyanuslar girmiştir. Bütün kara ve deniz parçalarının tetkik edildiği, her yerin görüldüğü iddiası kabul edilemez.
«Zü'lkarneyn o iki şeddin önünde bir kavim gördü» yanı insanlardan bir grupla karşılaştı. Bazıları «Bu grup Türkler'dir», bazıları da «can denilen mahlûkattır» demişlerdir. Fakat bu ikinci şık bâtıl bir görüştür. Nitekim Ebu Hayyan da böyle söylemiştir.
Şeddin berisinde rastladığı kavim Zü'1-karneyn'in etbaınm hiç bir sözünü anlayamıyorlardı. Veya kendilerinden olmayan kimselerin dilini hemen hemen anlamıyor gibiydiler. Çünkü dilleri gayet garipti ve diğer dillerden farklıydı. Üstelik diğer dillere benzer tarafları da yoktu. Bununla beraber zekâları da pek azdı. Zira anlayışları yakın, zekâları gelişmiş olsaydı kendilerine ne söylendiğini işaretlerle de olsa anlarlardı.
(94-95) «Dediler ki: Ey Zü'lkarneyn..m Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani onlar tercümanları vasıtasıyla bunu söylediler. Bu tercüman onların memleketlerine yakın bir bölgeden olabilirdi. İbn Mesud'un mushafmdaki ibare de bunu desteklemektedir. Onlar bu sözü bizzat söylemiş de olabilirler. Zira Zül-karneyn onların lisanım bilecek ve onlara bir şeyler anlatacak imkânlara mazhar olmuştu. Cenab-ı Hakk'ın ona verdiği nimetlerden biri de buydu.
Bazıları, burada söz söyleyenlerin, söz anlamayan gruptan başkası olabileceğini iddia etmişlerdir. Bunu tercüme yoluyla söylememişlerdir. Bu, İbn Mesud'un mushafmdaki hükümle de teyid edilmektedir. Onlar:
«Ey Zü'l-karneyn! Yecuc ve Mecuc yeryüzünü ifsad ediyorlar» dediler. Yecuc ile Mecuc, Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in soyundan gelen iki kabiledir. Vehb bin Munebbih ve başkaları bunu kesinlikle ifade ediyorlar. Tarihçilerin çoğu da bu habere dayanmaktadır.
Abdurrezzak'tan gelen rivayete göre Yecuc ve Mecuc'dan 22 kabile meydana gelmiştir. Zü'l-karneyn bu şeddi yaparken 21 kabile içerdeydi. Diğer kabile ise savaşmak üzere çıkmıştı. Onlar sunin dışında kaldılar ve böylece onlara «Türk» ismi verildi.
Ebu Hureyre'den gelen merfu bir hadiste Nuh için; «Sam, Ham ve Yafes dünyaya geldiler. Şam'ın evlatları Araplar, Farslar ve Kumlardır. Ham'ın evlattan Kiptiler, Berberiler ve Sudanlilardır. Yafes'in çocukları ise Yecuc, Mecuc, Türk ve Sakalibe boylarıdtr» denilmektedir.
Tevrat'ın birinci sifr, 10. faslında açıkça Yecuc'un Yafes evla-| dından olduğu söylenmektedir. Yahudilerden bazıları «Yecuc on-§ ların bulundukları memleketin ismidir, kabile ismi değildir» demişlerse de bu iddiaları bâtıldır.
«Yeryüzünü ıfsad ederler»; yani bizim memleketimizi öldür-İ mek, memleketi tahrip etmek suretiyle ve diğer şekülerde ifsadla-rını icra ederler. Bütün gıdalarımızı alıp yerler.
Rivayete göre onlar yazın memleketlerinden dışarı çıkar, her yeşilliği yer ve bütün kuru yiyecekleri alıp götürürlerdi.
Ayetin metnindeki «Harcen» kelimesi bazı rivayetlerde «Haracen» şeklinde okunmuştur. İkisi de aynı mânâyı ifade eder. Sa'-lebî tefsirinde, «hare haraçtan daha özeldir» denilmiştir. Bazıları da «Harç bir defada verilen mal», «haraç ise daima tekerrür eden bir vergidir» demişlerdir.
Bazıları da; «Hare senin kendiliğinden verdiğin, haraç ise devlet tarafından senden alınan vergi demektir» demişlerdir.
Zü'l-karneyn onlara: «Rabbimin bana verdiği saltanat, mal ve diğer servetler bana kâfidir. Sizin kastettiklerinizden daha hayırlıdır. Benim sizden gelen vergiye ihtiyacım yok. Ancak maksadı yerine getirmek hususunda gerekli olan araç ve aletlerle veya insanlarla (Veya hem araçlarla hem de insanlarla) bana yardımcı olun. Sizinle onların arasında bir kale, asılmaz bir engel yapayıma dedi.
Ayetin metnindeki «Radmen» kelimesi perde, kale, aşılmaz engel demektir. Ve şedden daha büyüktür. Sed daha küçüğüne denilir. Üstelik Sed'den daha sağlamdır.
Bazıları «Sedle aynı mânâyı ifade eder» demişlerdir. Fakat birinci görüşü İbn Ebi Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu rivayet takviye etmektedir: «Radm, engellerin en şiddetlisidir. Böylece Zü'l-karneyn onların isteklerini yerine getirmek hususunda kendilerine söz vermiş oldu».
(96-97) «Bana demir kütleleri getirin...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Ayetin metnindeki «Zuber» kelimesi «zubrenrdn çoğuludur. Mânâsı, «büyük demir parçası» demektir.
Rivayet edildiğine göre, Nafi bin Ezrak, İbn Abbas'a «Zuber'-eUHadid nedir?» diye sordu. İbn Abbas: «Demirin büyük bir parçasıdır» dedi ve buna dair Kâb bin Malik'in şiirini okudu.
Onlar demirleri getirdiler. O da yavaş yavaş inşaata başladı.
İki dağın arasındaki boşluğu dağların seviyesine çıkaracak kadar doldurdu.
«Sadaf» kelimesi dağın, diğer dağın yamacma bakan tarafıdır. Ebu Ubeyde «Sadaf, büyük ve yüksek binaların hepsine denir» dediyse de bu mânâ burada geçerli değildir.
Zü'l-karneyn, amelelere: «Demirin o büyük parçalarını körükleyerek eritin» dedi. Onlar da bunu yaptılar. Yapı bittikten sonra Zü'l-karneyn bakırı eritmekle görevli olanlara (veya körükleri işletenlere)»: «Bana bakır getirin ki bunların üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim» dedi.
Ayetin metnindeki «Kitren» kelimesi eritilmiş bakır demektir. Bazıları eritilmiş kurşun, bazıları da eritilmiş demir demek olduğunu söylemişlerdir.
Onlar artık o şeddin üzerine çıkmaya güç yetiremediler. Çünkü sed gayet yüksek ve kaygandı. Bazıları «Şeddin yüksekliği 200 zira' idi», bazıları da «î 800 zira' idi» demişlerdir. Onlar çok katı ve kalın olduğundan dolayı şeddi delmeye de güç yetiremediler. Çünkü şeddin genişliği 50 zira' idi. Temelleri suya dayanmaktaydı. Orada taş ve eritilmiş bakır kullanılmıştı. O demir kütleleri toprağı sağlamlaştırmak için getirildi. Üzerlerine, eritilmiş bakır dökülmesi onları ateş haline getirdi. Bu şeddin uzunluğu 100 fersahtı. Böyle bir şeddin amelelerin çalışmasıyla meydana getirilmesi çok zordur. Ancak ilâhî bir emirle, bir mucize ile meydana getirilmiştir. Zira ateş gibi kızgın demirlerin yakınında insanların durması mümkün değildir. Bu, onların demiri ateş haline getirecek kadar teknik imkânlara sahip olduklarını da göstermektedir. Bun-lann yapılması Zü'1-karneyn'e verilen birtakım yeteneklerle meydana gelmişti. Belki de bugün hiç kimsenin bilmediği bir şeyle meydana getirilmişti.
Basılan «Şeddi taşlarla yaptı. Onları demirlerle birbirine kelepçeledikten sonra üzerlerine eritilmiş bakır döktü. Artık bunda herhangi bir deliğin kalması bahis konusu değildi» demişlerdir. [77]
98- (Zü'1-karneyn): «Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin va'di geldiğinde, Rabbim bunu yerle bir eder. Rabbi-min va'di haktır» dedi.
99- Biz o gün onları birbirinin içinde çalkalanır bir halde bırakmışızdır. Sûra da üfürülmüştü. Böylece onları hep birara-ya getirmişizdir.
100- O gün cehennemi kâfirlere açıkça sunduk.
101- Onlar ki beni anmaya gözleri bir engeldi. Kulak vermeye de tahammül edemezlerdi.
102- Kâfirler beni bırakıp da kullarımı kendilerine dostlar edineceklerini mi sandılar? Kuşkusuz ki biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.
103- (Ey Muhammed) De ki, «Sizlere amellerinden en çok hüsrana uğrayanları söyleyeyim mi?»
104- «Onlar iyi işler yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatında tüm çabalan boşa gitmiştir.»
105- İşte onlar Rablerinin ayetlerim ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir. Kıyamet Günü'nde onlar için hiçbir tartı tutmayız.
106- İnkâr ettikleri, ayetlerimi ve rasûllerimi alaya aldıkları için, onların cezası cehennemdir.
107- İman edip, salih amellerde bulunanlara gelince, onlar için konak olarak Firdevs cennetleri vardır.
108- Orada ebedi kalıcıdırlar, oradan ayrılmak da istemezler.
109- De ki «Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek, Rabbimin sözleri bitmeden, deniz tükenir».
110- De ki: «Ben de sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın sadece bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın».[78]
(98) «(Zü'1-karneyn): Bu Rabbimden...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani bu sed veya bu imkân ve kudret ki şeddi yapacak kadar verilmiştir Rabbimden insanlar için gönderilmiş bir rahmettir. Zira Rabbim bu vasıta ile bu kavimle Yecuc ve Mecuc arasında saldırganlıklarını Önleyecek bir şeddin yapılmasına bizi muvaffak etti.
{{Rabbimin va'di geldiğinde onu yerle bir edecektir». İbn Kesir «Rabbimin hak olan va'di yaklaştığında demektir» diyor. Yani hadise Kıyamet'ten önce olacaktır. Nesefi ise «Kıyamet'in gelmesi yaklaştığı hemen hemen gelmek üzere olduğu zaman bu tahakkuk edecektir» diyor.
«Rabbimin va'di haktır»; yani kesinlikle olacaktır, yerini bulacaktır.
Bu mesele (yani Zü'1-karneyn konusu), Allah tarafından büyük bir saltanata sahip olan müslüman bir kişinin meselesidir. Allah onu yeryüzünde imkân sahibi kılmış, kendisine büyük imkânlar ihsan etmiştir. Bütün sebepleri teşhir edecek kuvvete onu kavuşturmuştur. Zü'1-karneyn kıssası, «Allah dilediğine hesapsız n-z%k verir» ayetinin tefsiridir ve İslâm'ı terkeden, müslümanlarla alay eden, dünya hayatının süsleri için onları küçümseyen kimseler aleyhinde ilâhi bir reddiyedir.
Hiç kimse «İslâm dinine mensup olan, yeryüzünden istifade etmez» zanmna kapılmamalıdır. Bilakis hu ayetler yeryüzünün bütün imkânlarına sahip olmanın en büyük nimetlerden olduğunu hatırlatmaktadır. Hiç kimse «İslâm'a girmek sebepleri terketmek demektir. İslâm bir lokma bir hırka felsefesi demektir» sanmasın. Bilakis İslâm bunun tam tersini emretmektedir. Çünkü İslâm'a girmek bütün sebeplere başvurmak demektir. Bununla beraber her şey Allah'ın tevfiki ile olur. Çünkü bu enerji yerinde kullanılmıştır. Hiç kimse «İslâm'a giren nziktan mahrum olur» kanaatini taşımamalıdır. Bilakis İslâm'a giren bir kimse daima helâl rızkı beraberinde bulundurur ve bulundurmak mecburiyetindedir. Hiç kimse «İslâm'a girmek insanın kıymetini eksiltir» zannetmesin. Aksine İslâm insanları daha kâmil bir hale getirir. Müslümanlar âlemin sebepleri içinde İslâm'ı ikâme etmekle, yaşatmakla mükelleftirler. Cenab-ı Hak bazen onlara harikuladeleri vermek suretiyle dâvalarım destekler. Fakat sorumluluk, İslâm'da sebepler âleminin temeli üzerinde kurulmuştur. Bu, müslümanların bütün sebepleri ve bir şey yapmak için gereken bütün vasıtaları elde etmelerini iktiza eder. Müslümanlar Allah'ın kelimesini kâinatta yüceltmekle mükelleftirler. îşte bu kelimeyi yüceltmek için gereken sebeplere sarılmalıdırlar. Her yer veya zamanda müslümanların başına bir iş gelirse onu araştırmak, lüzumlu sebepleri bulmak ve doğrusunu ikâme etmek için çalışmaları gerekir. Biz Zü'l-kar-neyn'in kıssasını arzettiğimizde şunu gördük: Allah her şeyden ona bir sebep vermiş, o da hedeflere götürücü sebeplerin peşinden gitmiş ve o sebepler de onu hedeflere götürmüştür. Müslümanların çoğu bizim bu zamanımızda bu hadiseden habersizdirler. Çoğu zaman kendilerine gerekli olan hedefe götüren yollara gitmiyorlar. Gereken bütün vasıta ve sebepleri edinmeye çalışmıyorlar.
Seyyid Kutub, «Güneşin battığı yere varıncaya kadar...» ayetinin tefsirinde şunları söylüyor:
«Güneşin batışı, kişinin, güneşi ufkun arkasına geçiyorken gördüğü nokta demektir. Bu da yerlerin değişikliğine göre değişik-lik arzeder. Mesela bazı yerlerde güneşin bir dağın arkasında battığı görülür. Bazı yerlerde suda, bazı yerlerde geniş okyanus ve denizlerde, bazı yerlerde ise kumlarda battığı görülür. Tabii bu dümdüz sahralarda bulunduğu zamanda olur. Ayetin nassından açıkça şu anlaşılıyor: Zü'1-karneyn batı tarafına, Atlas Okyanusu'nun kıyısındaki bir noktaya kadar varmıştır. Atlas Okyanusu'na aynı zamanda «Karanlıklar Denizi» de denilmiştir. O zannetmiştir ki kara parçası orada sona eriyor. Çünkü o güneşin Atlas Okyanusu'nda battığını görmüştür. En kuvvetli görüş şudur ki, o Atlas Okyanusu' na dökülen nehirlerden birinin denize döküldüğü noktaya varmış-tır. Çünkü orada otlar çoğalır, etrafında yapışkan ve siyah bir çamur meydana gelir. Ve su birikintisi teşekkül ede:. Sanki onlar sulu göze ve çeşmelerdir. Fakat Zü'1-karneyn'in vardığı bu noktayı tahdid etmek imkânsızdır. Çünkü nass onu hudutlandırmamakta-dır. Nasstan başka güveneceğimiz bir kaynak yoktur. Bundan başka söylenenlerin hiçbiri kesin değildir. Çünkü sahih bir kaynağa dayanmamaktadır».
Seyyid Kutub, «İki şeddin arasına varıncaya kadar gitti» ayetinin tefsiri münasebetiyle şunları söylüyor:
«Biz Zü'1-karneyn'in iki sed arasında varmış olduğu mekân için «kesinlikle şu yerdir» diyemeyiz. Bu iki sed nerededir? Bunu tayin edemeyiz. Ancak nasstan anlaşılıyor ki o iki tane tabii şeddin arasında bulunan bir noktaya varmıştır. Veya insanlar tarafından daha önce yapılan üü şeddin arasındaki noktaya varmıştır ki bu iki yapay sedlerin arasında bir geçit vardır. Şeddin berisinde (yani vardığı noktada) çok geri kalmış bir kavim buldu. Neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlardı. Onlar Zü'1-karneyn'in kuvvetli bir fatih olduğunu anlayıp, onda kudret ve salah alâmetlerini müşahede ettiklerinde ona kendilerini zaman zaman taciz eden ve memleket, lerini altüst eden Yecuc ve Mecuc'un şerrinden emin olmaları için o geçitte bir sed yapmasını teklif ettiler ve buna karşılık ta aralarında toplayacakları bir malı vereceklerini söylediler».
Büyük müfessir Elmalılı, sed ile Yecuc-Mecu^ hakkında özet olarak şunları söyler:
«Bazılarına göre sed «Çin seddi»6ir. Yecuc ve Mecuc'dan maksat da Moğollar ve Tatarlardır. Bu bir zandır tabii. Gerçi Pekin yakınlarında, denizden başlayarak Altay dağlarının altlarına doğru yüzlerce saatlik bir mesafede uzayıp giden Çin şeddi, Hicret ten 9 asır önce ve 4. Çin sülâlesi devrinde şimalden Moğol ve Ta-tarlar'ın tecavüzlerine karşı yapılmış olduğu tarihte nakledilmektedir. Bu sed dünyadaki harikuladeliklerin en büyüklerindendir. Fakat bu şeddin yapılmasından az bir zaman sonra bu sed aşılmıştır. Bu şeddin metaneti ve binası Kur'an'da zikredilen vasıflara mutabık değildir. Diğer taraftan bazıları da «Bu, Demirkapî'daki seddtr» demişler ve Yecuc ve Mecuc'u bugünkü Rusya sahasında tasavvur etmişlerdir. Bu sed de harap olmuştur. Doğrusu Kur'an daki evsaf ikisine de mutabık olmadığı gibi diğer yerlerde bulunan sedlerin hiçbirisine de uymamaktadır. Allahualem Kur'an'ın haber verdiği bu sed Zül-karneyn'den onun yapılmasını talep eden kavmin bu sayede teşkil ettikleri heyeti içtimaiyeleri olsa gerektir. Ki demir kütleleri gibi salabetli olan unsurlarına-akıtılan feyzu Rabbani ile teşekkül etmiş maddî ve manevî bir sed demek olur. Eğer bu kavim tefsircilerin naklettikleri gibi Türkler ise burada Zü'1-karneyn'e kuvvetle yardım eden Türklerin mazide yeryüzünü fesattan kurtarmak için yaptıkları hizmetin ehemmiyeti iş'ar edü-miş olduğu gibi Peygamber'in zamanından sonra İslâm'a yapacakları hizmete de işaret edilmiş demektir. Ve şu halde Türkler'in in-kırazi Yecuc ve Mecuc şeddinin yıkılması ve yeryüzü nizamının fesadı demek olacaktır ki Kıyamet'in alâmetlerindendir. Hülasa şarki ve garbı dolaşan Zü'1-karneyn'in en büyük işi mahza bir rahmeti rabbaniye olan bu şeddin inşasıdır ki yıkılması yeryüzünde beşeriyetin pek büyük felaketi olacaktır.» [79]
«Getirin bana üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim» ayeti hakkında S. Kutub şunları söylemektedir.
«Demirin takviyesi hususunda Zü'1-karneyn'in tatbik ettiği bu formül şimdiki teknolojide de tatbik edilmektedir. Deneyler neticesinde anlaşılmıştır ki bakırdan bir miktarı demire eklemek demirin mukavemet ve dayanıklılığını kat be kat artırır. İşte Ce-nab-ı Hak, Zü'1-karneyn'i buna hidayet etmiş ve ebedi kitabında bunu tescil etmiştir. Bu beşer teknolojisi henüz meydanda yokken olmuş bir hadisedir. Hem de sayısı ancak Allah'a malûm olan asırlar önce.
Tirmiz şehrinin yakınında bir sed keşfedilmiştir. Bu, Demir-kapı diye bilinmektedir. M. 5. yüzyılın başlarında bir Alman alimi bu hususu kitabında tescil etmiştir. Bunu bir İspanyol tarihçi M. 1403 tarihli seyahatnamesinde zikretmektedir. «Demirkapı şehrinin şeddi Semerkand ve Hindistan yolu üzerindedir» demektedir. Bu Zü'1-karneyn'in yaptığı sed de olabilir. Ben (Seyyid Kutub) derim ki: Bazıları bunun Çin'in büyük şeddi olduğunu söylüyorlar. Çin'i ziyaret eden muasırlarımdan birisi, bana Çinliler'in kendisine söylediğine göre, hâlâ Çin'de Yecuc ve Mecuc ismiyle bilinen kabileler varmış».
Bazılarına göre bu sed Hindistan'da şu anda maruf bir mıntıkada mevcuttur. Asya'nın doğusunu batısından ayıran bir noktadadır. Ve orada hâlâ kalıntıları vardır. İki dağın yamaçlarında demir parçalan vardır. Fakat bütün bu nakiller bu konuda güvenilir değillerdir.[80]
1- Bu ayetin sebeb-i nüzulü sadedinde gelen rivayetlerden idrak ediyoruz ki Zü'1-karneyn'in kıssası ehli kitap katında Hz. Muhammed'in peygamberliğine işaret ve alamettir. îşte bundan ötürü bu kıssa Kur'an'da zikredilmiş ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine dair delil getirilmiştir. Mesele böyle olunca çözülmesi zorlaşmıştır. Bu mesele hakkında kitaplarda yer alan rivayetlerin çokluğu delâlet eder ki bunların ekserisi temelsizdir. Ehli kitabın uydurmalanndandır. Kur'an'i bu bâtıl rivayetlerden tenzih etmemiz gerekir.
îbn Kesir bu konuda şunları söyler:
«Bu rivayetlerin çoğu ehli kitabın hurafelerinden ve zındıkların uydurma ve yalanlanndandır. Binaenaleyh nass bize neyi veriyorsa, ince ilim bize neyi açıyorsa, onun yanında durmak, böyle yerlerde en uygun olandır. Çünkü ehli kitaptan nakledilen görüşler hatta ehli kitaptan müslüman olan bazı kimselerden nakledilen fikirler içinde tasdik edilmesi mümkün olmayan şeyler vardır.
fbn Kesir şöyle demektedir: «Muaviye'nin Kâb*ul-Ahbar'âan gelen bu rivayeti sahih bulmaması doğruluğun tâ kendisidir ve bu hususta hak Muaviye ile beraberdir. Çünkü Muaviye, Kâb'ul-Ahbar'dan bahisle şöyle diyordu: «Biz onun naklettiklerini gerçeğe aykırı buluyoruz, O bunu sahifelerinde olmayanı nakletmek suretiyle kasten yapıyor. Bu sahifeler israiliyaVtandır. israiliyaVtan gelen meseleler tebdil, tashif, tahrif edilmiş, ve uydurulmuştur. Allah ve Rasûlü'nün haberiyle beraber başka bir habere, onların hiç. bir şeyine ihtiyacımız yoktur. Çünkü İsrailiyaVtan halkın arasına birçok şey girmiş, geniş bir fesadat meydana gelmiştir. Kâb'ın ayeti bu şekilde tevil etmesi, sahifesinde «Zü'l-karneyn atım yıldızlara bağlıyordu» diye bulduğu hükme delil göstermesi sahih değildir ve hakikate de uygun bulunmamaktadır. Çünkü hiçbir beşer atını Süreyya'ya bağlamaya yol bulamaz».
2- Birinci faydada hurafelerin bizim kitaplarımıza, ehl-i kitap katında mevcut olan rivayetler vasıtasıyla sızdığını görmüştük. Bu hurafeler onların bâtıllanna uygundur. Bizim hakkımıza mutabık değildir. Zü'l-karneyn lâkabının o salih kula verilmesi, onun zamanı, işi, fiilleri ve onun gördüğü kavimlerin sıfatlan hakkındaki rivayetler ve diğer görüşler güvenilir bir senede dayanmamaktadırlar.
İbn Kesir bunlan nakletmiştir ve sonunda «Bu asılsızdır», «Bunu nakleden kişi güvenilir değildir» şeklinde açıklamalar yapmış, bir kısmını da sadece nakletmekle yetinmiş, tenkid etmemiştir. Ancak aslı olmadığı halde sadece îbn Kesir zikretmiştir diye bunlara güvenilemez. Bu, «Hakkında bilgin olmadığı bir şeyin ar-dına düşme» ayetinden alınan İslam ruhundan uzaktır.
îbn Kesir'in zikredip de zayıf olduğu hususuna dikkati çekmediği noktalardan birisi de Hızır'ın Zü'1-karneyn'in veziri olduğu iddiasıdır. Aynca Zü'1-karneyn'in Hz. İbrahim ile beraber Kabe'yi ta-vaf ettiği rivayeti de bunlardan biridir. Biz bu rivayeti de şiddetle reddediyoruz. Zira peygamberlerden ve onların durumlarından bahsedildiğinde, Allah tarafından tahdid edilmeyen bir zamanı tahdid etmek ve bu hususta sadece hikayecilerin sözüne güvenmek yeterli değildir.
3- Bazı kimseler Zü'1-karneyn'i Aristo'nun talebesi Makedonyalı İskender sanmışlardır. İbn Kesir bunu şiddetle reddeder. Nitekim müfessirlerin çoğu da bu hususta İbn Kesir'in görüşünü savunurlar. Çünkü Makedonyalı İskender putperesttir. Kur'an'da zikredilen ise, salih bir kişidir. Bazı kimseleri şüpheye düşüren bu husus Makedonyalı İskender'in doğu ve batıda birçok savaşlar yapması ve ekseriyetle galip gelmesidir. Nitekim Alusi bile (daha Önce naklettiğimiz gibi), Makedonyalı İskender' in «Zü'Lkarneyn» olduğu görüşünü tercih etmiştir. O tarihin onu belki de yanlışlıkla putperest olarak nitelendirmiş olabileceğini söylemektedir.
4- tbn Kesir, Zü'1-karneyn'e bu ismin verilmesinin neden-leri arasında doğuya ve batıya gitmiş olmasını saymaktadır. Çünkü Araplar güneşin doğduğu noktaya «güneş boynuzu» derlerdi.
5- Kissacüann hurafeleri, ehl-i kitabın tahrifatı onların ister aslı, isterse vasıflan hususunda olsun, Zü'1-karneyn kıssasını kapsadığı gibi Yecuc ve Mecuc konusuna da bulaşmıştır.
İbn Kesir bu hurafelerden birisini naklettikten sonra şunu söylüyor:
«Bu, cidden garip bir sözdür. Ne aklî ne de naklî bir delili vardır. Yecuc ve Mecuc hususunda ehl-i kitaptan bazılarının hikâye ettiklerine güvenmek caiz değildir. Çünkü onların katında uydurma birtakım haberler ve hadisler vardır. Biz bu konuda hulâsa olarak şöyle diyoruz: Yecuc ve Mecuc, Adem'in evlatlarm-dandirlar. Yeryüzündeki insanlara nisbetle her dönemde ekseriyeti onlar teşkil etmektedir. Nitekim daha önce zikrettiğimiz sahih hadiste bu husus varid olmuştur.
îmam Ahmed'in «Müsned»inde, Semurre'den gelen bir hadiste Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: «Sam Arapların, Ham Sudanlıların, Yafes de Türklerin babasıdır».
Bazı alimler de «Yecuc ve Mecuc, Yafes'in soyundandır» demişlerdir.
Zeynep binti Caş'tan gelen ve sahih olduğunda ittifak bulunan hadis şöyledir:
«Rasûl-ü Ekrem uykusundan yüzü kıpkızıl kesilmiş bir halde uyanarak «Allah'tan başka mabud yoktur. Yaklaşan bir serden ötürü vay Arapların haline! Bugün Yecuc ve Mecuc'un şeddinden şu kadar açıldı» dedikten sonra başparmağını şehadet parmağıyla birleştirerek o açılan deliği tasvir buyurdu. Ben: «Ey Allah'ın Rasûlü, bizim içimizde salih kimseler olduğu halde biz helak mi olacağız?» diye sordum. Cevap olarak şöyle buyurdu: «Evet, habaset çok olduğu zaman böyle olacaktır».
İşte bu hadisten ötürü bazıları Moğol, Tatar, hatta Arî ırkının tamamının Yecuc ve Mecuc olduklarını sanmışlardır. (Meselâ Necidli Abdullah bin Sadi'nin bu konudaki kitabına müracaat edilebilir.) Çünkü Tatar, Moğol ve Haçlı seferleri hep bu dönemde olmuştur. Bundan önce Araplara şiddetli bir şer isabet etmiştir.
îbn Kesir ve Nesefi; «Rabbinin va'di geldiğinde onu yerle bir edecektir» ayetini «Allah'ın va'di yaklaştığında» şeklinde yorumlamışlardır. Bunun delili, Enbiya Suresi'nin 96-97. ayetleridir.
Burada şeddin paramparça olması olayının Kıyamet Günü'n-den önce vuku bulacağı mânâsı vardır. Bu da Kıyamet'e yakın ol duğuna delâlet eder. Bizim dediğimiz ise şudur: Bizim peygamberimizin gönderilmesi Kıyametin yaklaştığının alâmetidir. Binaenaleyh o şeddin bu duruma getirilmesinin Kıyamet'ten hemen önce olması şart değildir. Ancak Yecuc ve Mecuc için açılan gedik, onların yeryüzüne yayılmaları, Şam arazisinde Hz. Mesih'i zamanına varmaları, Kıyamet'in kopmasından az bir zaman öncedir. Dolayısıyla bu ayetten «Sed o zaman açılacaktır» şeklinde bir mânâ çıkarmak yanlıştır.
Asrımızın alimlerinden Ebu'l-Kelâm Azad gibi tarihi müşkülatlan tahkike ehil, bununla beraber dinî ve tarihî kültüre sahip hiç kimseyi tanımıyoruz.- Ebu'l-Kelâm Azad, Zü'1-karneyn'den, onun şeddinden, Yecuc ve Mecuc'dan maksadın ne olduğunu tahkik etmiş ve bu hususta büyük bir araştırma yapmıştır. Bu incelemesini «Ve yes'eluneke an Zi'l-kameyn» adı altmda neşretmiş-tir. Bu eser yüz sahife kadardır. Ebu'l-Kelâm'ın incelemesinde yöneldiği nokta eğer doğru ise Zü'1-karneyn kıssası Kur'an'm en büyük mucizelerinden oluyor demektir. Öyle bir mucize ki her insanı ilzam ediyor. Ebu'l-Kelâm bu incelemeye, incelemenin baş-langıcı için uygun olan bir noktayı tahdid etmekle başlıyor: «Madem ki Zü'î-karneyn'ie ilgili sualin arkasında yahudiler vardır» diyerek incelemesine yahudi kitaplarından başlıyor. Bütün kitaplarım tarayan bir incelemeden sonra Zü'1-karneyn'in Eş'iya sıf-nnda aynı tabir ile zikredüdiğini belirtir. Yahudi kitaplarının tamamını taradığı ve Zü'1-kameyn'in Eş'iya sıfnnda ne maksatla kullanıldığını inceledikten sonra Zül-karneyn'in M. Ö. 6. asırda yaşayan Koreş olduğunu ortaya çıkarıyor. Koreş'in îran'da iki boynuzlu, iki kanatlı bir heykeli bulunmuştur. Bu heykel onun Sıfr-ı Eş'iya'daki vasfına uygundur.
Sıfr-ı Eş'iya'da Zü'1-karneyn'den maksadın ne olduğunu incelerken şu noktaya varmıştır: «Zü'l-karneyn M.Ö. 6 .asırda yaşayan Koreş'tir. Koreş'in İran'da iki boynuzlu, iki kanatlı bir heykeli bulunmuştur. Bu heykel Ahdi Kadim kitaplarındaki vasfa tu patıp uymaktadır». Sonra Ebu'l-Kelâm incelemesine devam ederek Kur'an'da Zü'1-fcarneyn hakkında zikredilen her hususun Ko-reş'e tıpatıp uyduğunu ispat eder. Binaenaleyh Koreş tevhid ve Ahiret inancı' üzerinde bina edilen Zerdüşt'ün sahih dini üzerindeydi. Onun niyeti saelamdı. sözü doeruvdu. ameli de salihti. O fetihler hususunda doğuya yönelmiş, Belh Sa-hrası'na gelmiştir. Yine fetih için batıya yönelerek îzmir'e yakın olan Ege Denizi'ne || varmıştır. Kuzeye doğru fethe çıkmış, şu anda «Daryal Darboğazı» diye adlandırılan ve Kafkas Dağları'nda bulunan yere varmıştır. Ebu'l-Kelâm, «sed hakkında Kur'an'da ne gelmişse hepsi bu yere tıpatıp uymaktadır» der. Sedin Derbend kapısındaki veya Demirkapı'daki sed olup, bu şeddin Hazer Denizi'nden Kafkas Dağları silsilesine kadar devam ettiğini iddia edenlerin yanıldığını belirtir. Nitekim bu şeddin Çin'in büyük şeddi olduğunu söyleyenler de aynı şekilde yanılmışlardır.
Ebu'l-Kelâm burada bu münasebetle Yecuc ve Mecuc hakkın. da nefis bir inceleme yapmıştır. Bu incelemede yahudi kitapların, da varid olan, tarihten gelen ve bu konu ile lisanlarda dolaşan her şeyi tetkik ederek şu neticeye varmıştır: «Yecuc ve Mecuc zaman zaman akın edip İslâm diyarım tarumar eden Tatar ve Moğollar-
M dır. Daryal Darboğazı'nın kapatılması onların batıya doğru yaptıkları akınların yolunu kesen tek engeldir. Ve halen de Zü'l-kar-neyn'in yapmış olduğu şeddin kalıntıları Kur'an'm vasıflandırdı-
İJ ğı şekilde orada mevcuttur. Kur'an'daki bu vasıflar tefsir alimle. ri tarafından ileri sürülen hiçbir şedde uygun değildir». Ancak bununla beraber biz Ebu'l-Kelâm'ın bu arttırmasının vardığı noktaya kesin gözüyle bakamayız. Fakat bu araştırma îslâm Ta-rihi'nde Zü'l-karneyn hakkındaki en kuvvetli araştırmadır. [81]
(99) «Biz o gün onları,..» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «Ba'zehum» kelimesinin sonundaki zamir, Ahisi' njn Ebu Hayyan'dan nakline göre Yecus ve Mecuc'a racidir. Yani Yecuc ve Mecuc'un bir kısmının diğer bir kısmı içinde dalgalandığı halde (yani şedden çıktıkları zaman ve memleketlere yayılmak için yapmış oldukları izdiham halinde) onları bıraktık. Bu, Hz. İsa'nın nüzulünden sonra olur.
Alusi bu ayetin tefsirinde «O gün bazı mahlûkların denizin dalgalanması gibi birbiri içinde dalgalandıkları halde onları bıraktık» demektedir. Bu dalgalanmanın nedeni birinci Sûr'a üfü-rülüşten evvel meydana gelen büyük felaketler ve korkunç belâlardır.
Nesefi bu ayeti; «O gün bazı insanları bazılarına karışır bir halde kılmışizdır» şeklinde yorumlamaktadır.
Kurtubi'ye göre, bu zamir insan ve cinlere racidir. Bu durum Kıyamet Günü'nde olur. Yani onlar Kıyamet Günü'nde birbirlerinin içine dalgalanıp katılmış oldukları halde onları terket-mişizdir.
Bazıları da «Sed tamam olduğunda onlar şeddin ardından çıkıp yeryüzünü ifsad etmek için birbirlerinin içinde dalgalanıp izdiham etmekteydiler» derler. Yani şaşkın ve mutereddid idi. ler, ne yapacaklarım bilmiyorlardı.
Bazıları da «Şeddin açıldığı gün Yecuc ve Mecuc birbirlerine karışmış oldukları halde dünyaya yayılmak hususunda dalgalanıp giderler» şeklinde bir mânâ vermiştir.
«Sûr'a üfürüldü ve onları hesap vermek üzere biraraya ge. tirdik» yani sevap ve ikab için bütün mahlûkatı biraraya topladık. (Veya insanlar bölük pörçük oldukları halde hepsini hesap vermek üzere biraraya topladık).
(100) «O gün cehennemi...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani cehennemi kafirler için ortaya çıkardık. Onlar cehennemi gördüler.
(101) «Onların gözleri...» Bu Ayetin Tefsiri
Bunlar cehennemi gören kâfirlerin vasıflandır. Yani benim ayetlerimi görmeleri dolayısıyla beni hatırlayıp, beni tazim etmekten gözleri perde içerisinde olan o kâfirlere cehennemi gösterdik. Veya Kur'an'ı görmekten, onun mânâlarını düşünmekten gözleri kapalı olan kâfirlere cehennemi gösterdik. Onlar gaflete dalmış, körleşmiş, sağırlaşmış kimselerdi. Hidayeti kabul etmezler, hakka tabi olmazlardı. Hakka tabi olmayı bir tarafa bırakın, hakkı dinlemeye dahi güçleri yoktu. Binaenaleyh onlar sağırlar me-sabesindedirler.
(102) «Acaba kâfirler..,» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin başındaki «Hasibe» fiili zan manasınadır. «Allah' tan başka dost edinen kullarndan maksad Hz. îsa, melekler ve Hz. Üzeyr'dir. [82]
«Onlar benim kullarımdan benden başka dost edinirlerse onlan cezalandırmayacağımı mı sandılar?» Veya «bu dost edinmenin onlara yarar sağlayacağım mı zannediyorlar?)). Yani kâfirler İslâm'a girmeyi terkettüderi, şeytanın adımlarına tâbi oldukları, iman edenlerle alay ettikleri halde kullarımın onlara dost olacağını sanmasınlar. Çünkü Allah'ın kullan, kâfirlerin dostu ve yardımcısı olamazlar. Onlara nasıl dost ve yardımcı olsunlar ki? Onlar İslâm'a girmeyi kabul etmiyorlar, iman ve iman edenlerle alay ediyorlar.
Bu hitap burada çok mühimdir. Zira Cenab-ı Hak bu ayette müslümanlara kâfirlerle dostluk ve yardımlaşmayı haram kılmaktadır. Ve bu ayet aynı zamanda kâfirleri ehli iman hasebi üzere bir dereceleri olma ihtimalinden de ümitsiz bırakmaktadır. Binaenaleyh bir kafire dostluk ve yardım eden dalâlete düşmüş demektir. [83]
Ayetin sonundaki «Nuzulen» kelimesi ya misafirlere takdim edilen ziyafet veya konak anlamındadır.
«Onların cezası; dünyada ehî-İ iman onlara dost olmayacak, yardımda bulunmayacaktır. Ahiret'te de cezalan ateştir. Bunun nedeni de onların dünya sevgileri, ehl-i imam alaya almaları, /s-lâm'a girmekten kaçınmaları, şeytanın izine tabi olmalarıdır».
(103.104) «Ve kî: Size...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Cenab-ı Hak, Peygamberi'ne onlara kâr ve zarar mantığıyla hitap etmeyi emrediyor. Çünkü onlar dünya hayatının peşinden koşuyor ve daima kâr istiyorlar. Bu ayet Hariciler (yani Haruri-ler) adlı taifeye hitap etmektedir. Fakat insan derin düşünürse yalnız onlara değil bütün insanlara hitap edildiğini anlayabilir.
İbn Kesir şunu. söyler: «Buhari, Mus'ab'tan şöyle rivayet ediyor: «Babam'a, yani Sa'd bin Ebi Vakkas'a «Bu ayet Haruriler (yani Hariciler) hakkında mı nazil olmuştur?» diye sordum. Şöyle dediler: «Hayır, bunlardan maksat yahudi ve Hıristiyanlar dır. Yahudiler Hz. Muhammed'i yalanladılar. Hıristiyanlar ise cenneti inkâr ettiler, «Cennette ne yiyecek ne de içecek vardır» dediler. Haruriler de Cenab-ı Hakk'a vermiş oldukları sözü nakzedenlerdir».
Sa'd (R.A.) Harurilere «fastklar» eliyordu.
Hz. Ali'den ve Dahhak'tan «Bu ayet Harurileri de kapsar» diye rivayet edilmiştir.
Hz. Ali'den: «Bu ayet-i kerime Harurileri de kapsar. Tıpkı yahudiler, Hıristiyanlar ve diğerlerini kapsadığı gibi» diye rivayet edilmiştir. Bu ayet sadece Haruriler veya sadece hıristiyan ve yahudiler hakkında nazil olmuş değildir. Aksine ayet geneldir. Çünkü bu ayet Mekke DÖnemi'nde nazil olmuştur. Bu dönemde henüz yahudi ve hıristiyanlara hitap yoktu. Hariciler de o dönemde mevcut değüdiler.
Bu ayet Allah'a, razı olmadığı bir yolda ibadet edip o ibadetlerde doğru olduklarını, amellerinin makbul olduğunu sanan ve haddi zatında ameli merdud ve kendisi yanlış olan herkes hakkında nazil olmuştur.
(105) «îşte onlar...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet amel yönünden en zararlı olan kimselerin durumu. na değinmektedir. Amellerinin yanlış olduğunu ve Kıyamet Günü' nde hiçbir tartıya tutulmadığını beyan etmektedir. Bu ayetle ilgili birtakım hadisleri naklederek ayeti daha güzel bir şekilde anlatalım:
1- Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber; «Andolsun, şişman ve kocaman kişi Kıyamet Günü'nde gelir, onun Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar ağırlığı yoktur» dedikten sonra, ashabına; «İsterseniz «Biz onlar için Kıyamet Günü'nde herhangi bir tartı tutmayız» ayetini okuyun» buyurdu (Buhari).
2- Ebu Hureyre Allah'ın Rasûlü'nden şöyle nakletmektedir: «Çok yeyip içen, kocaman gövdeli kişi Kıyamet Günü'nde getirilir. Bir dane karşılığında tartılır ve dane dahi onu tartmaz olur». Bunu söyledikten sonra Hz. Peygamber mezkur ayeti okudu (îbn Ebi Hatim).
3- Bezzar, Bureyde'den şöyle rivayet ediyor: «Rasûlullah'ın yanında bulunduğumuz bir anda Kureyş'ten birisi bir kürke bürünmüş olarak çıkageldi. Peygamber'in yanına geldiğinde: «Ey Bureyde, işte şu kişi, Kıyamet Günü'nde Allah tarafından hiçbir tartıya tutulmayan kişidir» buyurdular.»
(106) «İşte küfürlerinden ötürü...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenabı Hak önce onların amellerinin yanıp kül olduğunu beyan etti. Sonra küfür ve diğer isyanlarının neticesini bu ayetle açıkladı.
«Onların cezası cehennemdir» cümlesi «ZaHfce»nin açıklamasidir. Zira «Zalike» mukadder bir mübtedanm haberidir. Yani emir ve durum budur. Bu da «onların cezalan cehennemdir» demektir. Bu cehennem, küfürlerinden ötürüdür. «Ve ayetlerimi, peygamberlerimi alaya almalarından dolayıdır»; zira onlar sadece ayet ve peygamberleri inkârla kalmadılar, üstelik-onları alaya da aldılar.
Bu ayetin metnindeki «Ayetlernâen maksad, peygamberlerin eliyle ortaya çıkan mucizeler ve onlara inen ilâhî sahifelerdir.
(107-108) «İmün edip salih amelde bulunanlara gelince...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
«Onlar için Firdevs cennetleri vardır»; yani Allah'ın hükmünde sebkat edene bu mükâfat vardır. Allah'ın va'dinde bu mevcut-tur.
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi der ki: «Bu ayette Allah'ın ezeli şefkatinden ötürü rahmetin onlara varacağının işareti vardır».
Ama kâfirler için konak kılınan cehennem hakkındaki hüküm ise sadece kâfirlerin kötü seçeneklerinden Ötürü onlara verilir.
Cenab,ı Hak daha önce söylediği gibi burada «Biz onlar için cennetleri hazırladık» demedi. İşaret etti ki cennetlerin durumu daha tamam değildir. Belki de cennetlere her gün bir şey eklenmektedir. Çünkü bir şeyi hazırlamak onun tamam olması demektir. Kemâle erme manasınadır. Bir rivayette şu varid olmuştur: «Her teşbih ile mümin için cennette bir ağaç dikilir. Demek oluyor ki Kiyamet'e kadar müminlerin teşbihlerinden Ötürü cennete bir şeyler eklenecektir. [84]
Îbn*ul-Munzir ve îbn Ebi Hatim, MücahicTden şunu rivayet ediyorlar: «Firdevs, Rumca'da bostan demektir».
İbn Ebi Hatim, Süddi'den şöyle rivayet ediyor: «Firdevs keli-mesi Nebt (eski Mısır) dininde «üzüm bağları» demektir. Esası «ferdasandır».
Îbn Ebi Şeybe'nin rivayet ettiğine göre, İbn Abbas, Firdevs'i Kâb'dan sordu. Kâb: «Firdevs, Süryanice'de «üzüm bağların demektir» dedi.
îkrime; «Habeşçe'de, «cennet» demektir», dedi.
Buhari, Müslim ve îbn Ebi Hatim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Dilekte bu. lunduğunuz zaman Allah'tan Firdevs'i isteyin. Çünkü Firdevs cennetin ortasıdır, oranın en yücesidir. Onun üzerinde Rahman'm arşı vardır. Ondan cennet nehirleri fışkırmaktadır».
Ebu Ubeyde bin Cerrah merfu olarak şunu söylemektedir: «Cennet yüz dereceden meydana gelir. Her iki derecenin arası yer ile gök arası kadardır. Firdevs ise cennetin en doruk noktasıdır. Binaenaleyh Allah'tan dilekte bulunduğunuz zaman Firdevs'i isteyin».
Kâb'tan rivayet ediliyor ki; «Cennette Firdevs'ten daha yüksek bir yer yoktur. Firdevs'te emr-i bil maruf, nehy-i ani'l münker yapanlar ikâmet ederler».
Sahih bir hadisle sabit olmuştur ki «Firdevs ehli arşın çatısını dinler».
îbn Ebi Hatim, Ebu Musa el-Eş'ari'den merfu olarak şöyle rivayet ediyor: «Firdevs, Rahman'm maksuresidir».
Bütün bu rivayetler Pirdevs'in «bostan» şeklindeki lûgavî mânâsına ters düşmemektedir. Zira cennetin en doruk noktasının bostan olmasına hiçbir mâni yoktur. Fakat Firdevs son derece geniş olduğu için onun her parçasına cennet denilmiş, bunun için Ce-nab-ı Hak burada «Firdevs cennetleri» buyurmuştur.
Lâkin bu yorumun anlaşılması şu noktalardan dolayı zordun Bu ayet bütün müminlerin «cennetleri kapsamakta olan Firdevs» de olduklarını ifade ediyor. Bu da Firdevs'in cennetlerin en yük-seği olduğunu söyleyen görüşe ters düşüyor. Çünkü onların mertebelerinin değişik olduğunda şüphe yoktur. îman edip salih amellerde bulunmaktan maksat, mutlak müminler arasında özel bir grubun olduğunu söylemek te hiçbir mânâ ifade etmez. Çünkü burada Cenab-ı Hak kâfirlerin karşısındaki müminleri zikretmektedir.
Ebu Hayyan der ki: «Zahir şudur: Firdevs cennetlerinin mânâsı onun etrafındaki bostanlardır. Bunun için de Firdevs'e «cennetler» kelimesi izafe edilmiştir». Bu yorumun da ikna edici olmadığı görülmektedir. Çünkü bu yorum kabul edildiği takdirde ayetin bütün müminlerin Firdevs etrafındaki cennetlerde oldukları ifade edilmiş oluyor. Halbuki müminlerden bir kısmı vardır ki Firdevs' in içindedirler.
Bazı müfessirlere göre, Ebu Hayyan'ın söylediği doğrudur. Ancak ayette istihdam lâzım gelir.
Bazı kimseler; «Firdevs cennetlerinden maksat bütün cennetlerdir» demektedirler. «Cennetler» kelimesinin Firdevs'e izafe edilmesinin nedeni Firdevs'in onların en yükseği olmasından ileri gelmektedir. Aynı zamanda cennetler onu da kapsamaktadırlar.
Ayetin sonundaki «Nüzulen» kelimesi (daha önce de belirttiğimiz gibi) eğer misafirlere hazırlanan ziyafet sofrası anlamında ise, ifade; «Onlar için Firdevs cennetleri vardır ve bu ziyafet onlara verilir», veya «Cennetlerin tâ kendileri onlara ziyafet olur» şeklinde anlaşılır. Bu takdirde «Salih kullanma gözün görmediği, kulağın işitmediği, herhangi bir beşerin aklının alamayacağı ve düşünemeyeceği nimetleri hazırladım» hadis-i kudsisi onlara nisbetle ziyafettir.
«Onlar o Firdevs cennetlerinde ebedidirler»; yani onlar Firdevs cennetlerine girdikten sonra artık oradan ayrılmazlar. Artık o hayatın sonu yoktur. Evet, sonsuz hayattır. Onlar oradan başka bir yere gitmek de istemezler. Çünkü onlar katında oradan daha aziz, daha yüce hiçbir şey yoktur ki nefisleri onu istesin, gözleri onu arzulasın. Dereceleri ne kadar değişik olursa olsun hepsine göre durum budur. Kısacası, oradan başka bir yeri tahayyül etmemelerinden maksat; cennetin, konakların en temizi ve en yücesi olmasıdır.
Bazıları «Onlar oradan başka bir yere intikal etmeyi istemedikten sonra intikal etmezler. Çünkü Ahiret aleminde artık zorlama yoktur» demektedirler. Ayrıca onlar oradan çıkmayı irade etmezler, onlar için orada ebedi kalmak söz konusudur. Çünkü bu iki durum arasında başka bir durum bahis konusu değildir.
«Onlar oradan intikal etmek istemezler* tabiri cennette ebedi kalmanın insana usanç getirmeyeceğini ifade etmektedir. [85]
(109) «De ki: Rabbimin sözleri için...» Bu Ayetin Tefsin
Allah'ın sözlerinden maksat, onun ilim ve hikmetidir. Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmeti sonsuz ve sınırsızdır. Denizler ise çokluğuna rağmen sonlu ve sınırlıdırlar. O halde Allah'ın ilim ve hikmetini yazmak için mürekkep olarak denizlerin dahi yetersiz geleceği aşikârdır.
«Deniz»den maksat denizin cinsidir. Yani yeryüzündeki Atlas Okyanusu, Büyük Okyanus, Hind Okyanusu ve diğer denizlerin hepsi kastedilmektedir. Hepsi mürekkep olsalar ve hepsi de Ce-nab-ı Hakk'in kelimelerini yazmaya hazırlansalar (yani ondaki malûmat ve hikmetleri yazmaya hazırlansalar) çokluğuna rağmen denizler biter, bir tek damla kalmaz. Çünkü bunlar sonludurlar. Rab-binin kelimeleri bitmezden önce onlar biteceklerdir. Çünkü Rab-binin kelimeleri sonsuzdur. Velev ki o cennetlere yardım olarak ve fazlalık olarak onların kat kat benzerleri getirilse dahi. Çünkü sonu olan şeylerin mecmuu da sonlu olur. Arka arkaya vücuda giren veya biraraya gelen her şey sonludur. Bu, Allah tarafından gelmiş bir kelâmdır. Telkin edilen kelâma dahil değildir. Onun içeriğini tahkik etmek, mânâsını tasdik için en mükemmel surette getirilmiştir.
Bu ayetin sebebi nüzulü şudur:
Huyey bin Ehtab isimli yahudi, Tirmizi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre şöyle bir sual sorar: «Kitabınızda «Kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir» ayeti vardır. Sonra siz «Size ilimden ancak azı verilmiştir» şeklinde bir ayet okuyorsunuz». Bu sözün maksadı Kur'an'a itiraz etmektir. Yani ona göre, bu iki ayet arasında çelişki vardır. Çünkü hikmet ilmin ta kendisidir. Çok hayır da hikmetin ta kendisidir, onun eserleri değildir. Zira aynı şey aynı zamanda hem çok hem de az olamaz. İşte bu ayet bu sinsice sualin cevabını teşkil etmektedir. Ayet kâfir ve benzerlerini azlık ve çokluğun izafî hususlardan olduğuna irşad etmektedir. Zira haddi zatında çok olan bir şey, başka bir şeye nisbet edilirse pekâlâ az olabilir. Meselâ deniz büyüklük ve çokluğuna ve birkaç misli kendisine eklendiği zaman varacağı genişliğe rağmen Allah'ın kelimelerine izafe edildiğinde az olur.
Bazı kimselere göre bu ayetin nüzul sebebi, yahudilerin Allah'ın Rasûlü'ne şöyle demiş olmalarıdır:
«Sen nasıl oluyor da bütün ümmetlerin peygamberi olduğunu ve tüm milletlere gönderildiğini iddia edebiliyorsun? Halbuki sana ilimden ancak insanların muhtaç olduğu kadarı verilmiştir. Halbuki senden ruh soruldu. Sen cevap vermedin». Maksatları Ra-sûl-ü Ekrem'in davasıyla hâli arasında çelişki olduğunu belirtmek, ti. Tabii bu tenakuz onların iddiasına göredir. Çünkü onlar ruhun hakikatini bilmenin insanların ihtiyaç duyduğu ilimden olduğu kanaatini taşıyorlardı. Rasûl-ü Ekrem ruhun hakikatini ne bir ibare ile ne de bir işaretle ifade etti. Onların bu itirazlarının cevabı şudur: Ruhun hakikatinin bilinmesi, insanların din hususunda muhtaç olduğu ilimlerden değildir. Peygamberlerin getirilmesi için gönderilmiş olduğu bilgiden değildir. «Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz» diyen bir zat, insanlann mutlaka muhtaç olduğu her şeyin bilgisini bildiğini iddia etmez.
Bu ayet (eğer nüzul sebebi bu itirazlar ise), ancak bir sonraki ayet kendisine eklendiği takdirde o itiraza karşı cevap teşkil edebilir. Böyle olsa da bir nevi tekellüfe ihtiyaç vaki olur. [86]
(110) «De ki: Ben ancak sizin...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani onlara Allah'ın kelimelerinin durumunu açıkladıktan sonra peygamber şöyle demektedir: «Ben sizin gibi bir beşerim. AL îah'm bütün kelimelerinin hepsini biliyorum iddiasında butuna, mam. Bana vahyediliyor ki sizin ilâhınız ancak tek bir ilâhtır. İşte bu vahy edilme noktasında sizden ayrılıyorum!»
«Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa...» cümlesindeki «yeren» fiili «rica» kökünden geliyor. Bu da istikbalde sevinci gerektiren bir şeyin olmasını ummak demektir. Bazen korku manâsında da kullanılır. Burada «Allah'ın likası»nâan maksat, ölüm meleğinin, hasrın, hesabın, cezanın telakkisinden meydana gelen neticeye varmak için bir benzetmedir. Bu hâl, tıpkı uzun bir zamandan sonra neyi getirip neyi bıraktığı haberi kendisine büdirilen bir kölenin efendisinin huzuruna gelmesi haline benzetilmiştir. Efendisi ya onu sevinçle, yaptıklarından razı olarak karşılayacaktır veya bu yaptıklarından hoşlanmadığı için bunun tam tersiyle ona muamele edecektir.
Bu yoruma ve «yercu» fiilinin birinci mânâda olmasına göre, ayetin mânâsı şöyle olur: «Kim o hali umuyorsa ve o halde Rab-binden gelen bir müjde ile karşılaşmak istiyorsa onu elde etmek için salih bir amelde bulunsun».
Bazı kimseler ise «Bu, hasrı ve onu takip eden durumlardan kinayedir» demişlerdir. Yani kim hasrı ummakta ise, kim güzelce haşrolmayı ummakta ise salih amelde bulunsun.
Ayetten maksat, «kim haşnn olacağını bekliyorsa salih amelde bulunsun» şeklindedir. Yani salih amel böyle bir kimseden Alah tarafından istenilmektedir. Hasrın vuku bulacağını kesinlik-le bilen bir kimseden bu nasıl istenmez?
Bazı tefsirciler «Lika'dan maksat Allah'ın Cemali'ni görmektir» demişlerdir. Yani kim Allah kendisinden razı olduğu halde Kıyamet Günü'nde Allah'ın Cemali'ne doya doya bakmak istiyorsa, salih amelde bulunsun.
Eğer «lika» burada «korku» şeklinde anlaşılırsa ayetin mânâsı «Kim Rabbinin likasından veya Allah'tan gelen cezanın likasından korkuyorsa salih amelde bulunsun» olur.
«Ve Rabbinin ibadetine hiç kimseyi ortak etmesin» cümlesindeki «şirkaten maksat ya açık veya gizli olandır. Açık şirk, Allah'ın ayetlerini ve likasını inkâr edenlerin yaptıkları gibi bir şirktir. Gizli şirk de riya ehlinin ameliyle dünyayı isteyenlerin yaptıkları şirktir.
İbn Cübeyr «Buradaki şirk, riyadır» demiştir. (Bunun benzeri Hasan Basri'den de rivayet edilmiştir), Hadis-i şerifte riyaya «En küçük şirk» denildiği de bu şekilde tesbit edilmiştir.
Burada şirkten riyanın kastedildiğini, «Kim Allah'ın likasını umarsa salih amelde bulunsun» ayeti de tekid etmektedir.
Bir kişi: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bazı yerlerde durur, Allah' m rızasını irade ederim. Fakat bununla beraber benim dünyadaki mertebemin de bilinmesini seviyorum. Acaba durumum nedir?» diye sordu. Hz. Peygamber bu ayet nazil oluncaya kadar bu soruya hiçbir cevap vermedi (Mücahid de bu şekilde söylemiştir).
A'meş, Şehr bin Havşeb'ten şöyle rivayet etmiştir: «Bir kişi Ubâde bin Samit adlı sahabeye vardı: «Sana soracağım sualden bana haber ver» dedi. «Bir kişi Allah'ın rızasını isteyerek namaz kılıyor. Fakat bununla beraber halk tarafından da övülmeyi seviyor. Oruç tutuyor, Allah'ın rızasını talep ederek sadaka veriyor, bununla beraber halkın kendisini övmesini de arzuluyor. Allah'ın rızasını talep ederek hacca gidiyor ve halk tarafından sevilmeyi de istiyor. Acaba onun durumu nedir?»
Ubade b. Samit: «Onun bu amellerinden hiçbir kazancı yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak «Ben ortakların en hayırlısıyım. Kimin benimle beraber bir malı varsa o malın tamamı onundur. Benim ortak mala ihtiyacım yoktur» demiştir.» (Yani Cenab-ı Hak «Benimle beraber başka bir mahlûk için yapılan bir amelin tamamını o mahlûka veriyorum. Çünkü ben şirki kabul etmem» buyurur) diye cevap verir.»
Bu hususta İbn Kesir bunun gibi daha birçok hadis rivayet etmiştir. İsteyenler ilgili yere bakabilirler (İbn Kesir, Tefsir'ül-Kur'an'il-Azim, cilt: 4, sh: 432-435).
İbn'ul-Münzir İbn Abbas tarikiyle şöyle rivayet etmektedir: «Bu ayet, Allah ile beraber başka bir mabuda tapan müşrikler hakkında nazil olmuştur. Bu ayetin müminlerle hiçbir ilgisi yoktur».
İbn Abbas belli ki burada şirki «hafi» değil de «celi» mânâsına almıştır. Bu takdirde ameli salih emrinin şirkin nehyinden önce gelmesinin artık hiçbir yönü olamaz. Ancak zoraki bir tevil ile İslah edilebilir. Umulur ki burada şirki, mutlak mânâya, celiyi hafi mânâsına almak daha evlâdır. Her ne kadar şirk, şirk-i celide daha şayi ise de. [87]
Bu genel anlam içine, ücret ile ölüler için okutulan Kur'an da dahildir. Bu Kur'an'da ölü için de, okuyan için de herhangi bir sevap yoktur. Bu belâ ve felaket yaygın bir hale gelmiştir. Halk bundan gafildir. Uyandırılmak isteniyor, fakat uyanmak istemiyorlar. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn.
«Kim abdest gibi taatlarda başkasından yardım talep ederse o da yasak olan şirkte bulunmuş olur» şeklinde bu genel anlamı yorumlamaya kalkışan bir kimse mübalağa etmiş olur. [88]
— KEHP SURESİ'NÎN SONU —
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/379-381.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/383.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/384-386.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/388.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/389-391.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/391-394.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/394-396.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/396.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/397-400.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/400-401.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/401-406.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/406-409.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/411.
[14] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 227-228
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/412-428.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/430.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/431-432.
[18] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 236-237
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/432-437.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/437-438.
[20] Alusî, Ruhful-Meani, cilt: 15, sh: 236-237
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/438-440.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/440-445.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/445-448.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/448.
[25] Alusi, Ruh'ul - Meani, cilt: 15, sh: 246-247
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/448-450.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/450-451.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/451-453.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/453-456.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/456-458.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/458-461.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/461-462.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/464.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/465-468.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/468-470.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/470-472.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/472-474.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/474-476.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/476-480.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/482.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/483-488.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/488-494.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/496.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/497-499.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/499-504.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/504-505.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/505-508.
[48] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 294-295
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/508-510.
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/510-513.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/515.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/516-517.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/517-521.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/521-524.
[55] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 312
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/525.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/525-526.
[57] Abdulvehhab Neccar, Kisas'ul-Enbiya, sh: 296
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/526-528.
[58] Meraği, Tefsir, cilt: 15, sh: 173
[59] Elmablı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, cilt: 5,
sh: 3256, vd
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/528-530.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/530-532.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/534.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/535-537.
[63] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 320321
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/537-540.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/540-544.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/544-546.
[66] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 333-335
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/546-552.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/552-556.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/558.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/559573.
[71] Fahreddin Razi, Mefatih'ui-Gayb, cilt: 5, sh: 750
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/573-582.
[73] Said Havva, el-Esas fi't-Tefsir, cilt: 6, sh: 3220, vd
[74] Feth'ul-Beyan, cilt: 6, sh: 446, vd
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/583-584
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/7.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/7-14.
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/15-20.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/22.
[79] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, cüt: 5,
sh: 3291-3292
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/22-27.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/27-28.
[81] Said Havva, el-Esas fi't-Tefsir, 3230 vd
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/28-35.
[83] Burada sır vermek tarzındaki dostluk kastedilmektedir. İnsanî ve ticarî
dostluklar kastedilmemektedir
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/35-39.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/40-42.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/42-44.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/44-47.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/47-48.