1. Mağaraya Sığman Delikanlılar:
2. Dinini Yaşamak İçin Zalimlerin Baskısından Kaçmak ve
Uzletin Mahiyeti
3. Allah'tan Doğruya İletmesini İstemek:
2. Mutasavvıfların Bu Âyeti Raks ve Vecdlerine Delil
Göstermeleri:
2. Köpek Barındırma İle İlgili Rivayetler:
3. Beslenmeleri Mubah Olan Köpeklerin Nitelikleri:
4. Hayır ve Salâh Sahibi Kimseleri Sevmenin Bereketi:
1. Paralarıyla Birilerini Göndermeleri:
2. Alınmasını İstedikleri Yiyecek ve Dikkatli Davranma
İstekleri:
4. Vekâlet Akdinin Mahiyeti ve Delilleri:
5. Vekâletin Caiz
Olduğu Alanlar:
6. Mazereti Olanlarla Olmayanların Vekil Tayin Etmesi:
7. Âyet, Ortaklığın da Caiz Oluşuna Delildir:
1. Geleceğe Dair Verilen Sözlerde "İnşaallah"
Kaydını Koymak:
2. Yeminde (İnşaallah diyerek) İstisna Yapmak:
Ashab-ı Kehfin Halihazırdaki Durumu:
1. Herşey Allah'ın Kudretiyledir:
2. "Maşâallah", "Lâ Havle Velâ Kuvvete
İlla Billah"Dualarının Fazileti:
1- Hz. Musa'nın İki Denizin. Birleştiği Yere Yolculuğu:
3- Musa (asjın Yanındaki Genç Delikanlı:
4- "Çok
Yıllar (Hukub)"ın Anlamı:
1- Allah'ın İlmine Nisbetle İnsanın Bilgisi:
2- Hızır'ın Bu Uygulamasından Çıkartılan Fıkhı Hükümler:
1- Misafir Kabul Etmeyen Kasaba Halkı:
2- Misafir Etmeyen Kasabanın Kimliği:
3- Benzer Hallerde Farklı Tutumlar:
4- Aç Kimsenin Yiyecek İstemesi:
7- Hızır'ın Yıkılmaya Yüz Tutmuş Duvarı Düzeltmesi:
8- Yıkılmaya Yüz Tutmuş Yerlerden Geçmek:
10 Veli, Veli Olduğunu Bilebilir mi?
11-Velilik Mal-Mülk Sahibi Olmaya Engel midir?
1- Musa'nın Beraberindeki Delikanlıdan Söz Edilmeme
Sebebi:
2- İncelikli İfadeler Kullanmak:
3- Hızır (as)ın Tasarruflarını Şerf Hükümlerden
Sıyrılmaya Delil Gösterenler:
4- Hızır Ölü Müdür? Diri Midir?:
5- Hızır'ın, Musa (as)a Vasiyeti:
1- Zülkarneyn'e Sed Yapma Teklifi:
2- Fesad Ehli Olanları Hapsetmek İçin Hapishane Yapımı:
1- Yüce Allak'ın Verdiği İmkânları Kullanmayı Tercih
Etmek:
2- Yöneticinin Yönettiklerine Karşı Görevleri ve İslâm
Devleti'nde Mali Siyaset:
1- Amelleri İtibariyle Zararda Olanlar:
2- Allah Nezdinde Değer Taşıyan Kişiler ve Ameller:
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İle (Mekke'de İnmiştir, Yüzon Âyettir)
Bütün müi'essirlerin görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Bir kesimden, sûrenin baş tarafından itibaren: "Kupkuru bir toprak yaparız" (8. âyette kadar olan bölümün Medine'de indiği görüşü de rivayet olunmakla birlikte, birinci görüş daha sahihtir.
Bu sûrenin faziletine dair, Enes yoluyla gelen hadiste şöyle rivayet edilmektedir: Her kira bu sûreyi okuyacak olursa ona, sema ile arz arasını kaplayan bir nur verilir ve onun sayesinde kabir fitnesinden muhafaza olunur.[1]
İshak b. Abdullah b. Ebi Ferve dedi ki: Râsulullah (sav) şöyle buyurdu: "Ben sizlere, azametleri gökler ile yer arasını dolduran, yetmiş bin meleğin uğurladığı ve onu okuyana da benzerinin verileceği bir sûre göstereyim mi?" Onlar: Göster ey Allah'ın Râsulü, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu, Ashab-ı Kehf Sûresi'dir. Kim bu sûreyi Cuma günü okursa, üç gün fazlası ile birlikte gelecek Cumaya kadarki günahlan mağfiret olunur. Ona, semaya ulaşan bir nur verilir ve Deccal'in fitnesinden muhafaza olunur." Bunu, es-Sa'le-bî de zikrettiği gibi. el-Melıdevî de bunu bu anlamda zikretmiştir.[2]
Dârimî'nin Müsned'inde Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Her kim, Cuma gecesi Kehf Sûresi'ni okuyacak olursa, bir nur kendisi İle el-Beytü'1-Atik arasındaki mesafeyi onun İçin aydınlatır[3]
Müslim'in Sahih'inde, Ebu'd-Derdâ'dan, rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim, Kehf Sûresi'nin baş tarafından on âyet-i kerime ezberliyecek olursa Deccal'a karşı korunur. "[4] Bir başka rivayette ise "Kehf Sûresi'nin sonundan" denilmektedir.[5]
Yine Müslim'de, en-Nevvas b. Sem'ân yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir: "Kim ona -yani Deccal'a- yetişecek olursa, ona karşı Kehf Sûresi'-nin baş taraflarını okusun."[6]
Bunu es-Sa'lebî de nakletmiş ve şöyle demiştir; Semure b. Cundub dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kim, ezbere Kehf Sûresi'nden on âyet-i kerime okuyacak olursa, Deccal fitnesinin ona bir zararı olmaz."[7] Kim, sûrenin de tamamını okursa cennete girer. [8]
1. Hamd, kuluna Kitabı indiren ve onda hiç bir eğrilik komayan Allah'adır ki,
2. O, dosdoğru bir Kitaptır. Kendi katından şiddetli bir azabı bildirmek, salih ameller işleyen müminlere de güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için (indirilmiştir).
3. Ki, o mükâfat içinde ebediyen kalacaklardır.
"Hamd, kuluna Kitabı indiren ve onda hiç bir eğrilik komayan Allah'adır ki, o dosdoğru bir Kitaptır" buyruğu (ile ilgili olarak), İbn İshak'ın naklettiğine göre Kureyşliler, en-Nadr b. el-Hâris ve Ukbe b. Ebi Muavt'ı, ya-lıudi ilim adamlarına gönderdiler ve onlara şu talimatı verdiler: Muhammed hakkında bunlara soru sorun ve onJara, Mulıammed'in niteliklerini anlatın. Neler söylediklerini bildirin. Çünkü onlar, kendilerine ilk kitap verilmiş kimselerdir. Ve onların yanında bizim sahip olmadığımız türden Peygamberlerin getirdiği bilgiden malumat vardır. Bunun üzerine en-Nadr ile Ukbe yola çıktılar ve Medine'ye gittiler. Medine'ye vanp yahudi ilim adamlarına, Râ-sulullah (sav) hakkında soru sordular. Onlara durumunu anlattılar, söylediği sözlerin bir bölümünü haber verdiler ve şöyle dediler: Siz, Tevrat ehlisiniz. Biz size, bizim bu arkadaşımızın durumunu bildirmeniz için geldik. Yahudi İlim adamları onlara şöyle dedi: Bizim size söyleyeceğimiz üç hususu ona sorunuz. Eğer bunlara dair size haber verecek olursa o, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Şayet bunu yapmayacak olursa o, Allah'a yalan uyduran bir kimsedir. O takdirde uygun gördüğünüzü ona yaparsınız. Siz ona, eski zamanda ayrılıp gitmiş genç bir takım delikanlıların durumla-nnın ne olduğunu sorunuz. Çünkü, gerçekten onların hayret edilecek bir halleri olmuştu. Yine ona, dünyanın doğulartna ve batılarına ulaşmış, oldukça dolaşmış bir kimseye dair soru sorunuz. Onun haberi ne olmuştur? Yine ona Ruh hakkında sorunuz, o nedir? Eğer size bunları haber verecek olursa, ona uyunuz, o bir peygamberdir. Eğer yapmayacak olursa, biliniz ki o, yalan uyduran bir kimsedir. Onun hakkında uygun göreceğiniz uygulamayı yapınız.
en-Nadr b. el-Haris ile Ukbe b. Ebi Muayt, Medine'den dönüp Mekke'ye geldiler ve Kureyşlilere şöyle dediler: Ey Kureyşliler topluluğu! Biz sizlere, sizin ile Muhammed arasında ayırcl edici hükmü vermenizi sağlayacak bir çözüm getirdik. Yahudi ilim adamlan bizlere, ona sormamızı istedikleri bazı hususlar söylediler. Ve eğer bunlar hakkında size haber verirse o bir peygamberdir. Vermeyecek olursa, yalan uyduran bir kimsedir ve onun hakkında uygun gördüğünüzü yapınız, dediler.
Bunun üzerine Râsulullah (sav)'a gelip şöyle dediler: Ey Muhammed, sen bizlere, ilk zamanlarda ayrılıp gitmiş genç delikanlıların durumunu haber ver. Çünkü onların başından hayret edilecek şeyler geçmişti. İkinci olarak sen bize, yeryüzünün doğularına ve batılarına gitmiş, oldukça dolaşmış bir adam hakkında haber ver, ayrıca bizlere Ruh'un ne olduğunu da bildir.
Râsulullah (sav) onlara: "Yarın size bu istediğiniz hususları haber vereceğim" deyip, "inşaallah" demedi. Onlar da yanından ayrılıp gittiler. İddia edildiğine göre Râsulullah (sav) onbeş gün geçtiği halde yüce Ailah bu konuda ona bir vahiy indirmedi ve Cebrail de yanına gelmedi. Nihayet Mekke-liler, yalan haberler yayarak: Muhammed bize yarın haber vereceğini vadet-tiği haide, işte bu onbeşinci günün sabahı. Kendisine sorduğumuz herhangi bir şeyi haber vermedi, dediler. Nihayet vahyin gecikmesi Râsulullah (sav)'i^üzdü, kederlendirdi. Mekkelilerin konuştukları ona ağır geldi. Daha sonra Cibril (a.s), Allah Cc.c) nezdinden ona Kelıf ashabının sözkonusu edildiği sûreyi getirdi. Bu sûrede, Hz. Peygamber'e, onlar için üzülmesinden dolayı serzenişte bulunulduğu gibi, ona sordukları genç delikanlıların durumu ile dünyayı dolaşıp gezmiş adamın haberini ve Ruh'un mahiyetine dair sorduklarının cevabını getirdi.
İbn İshak dedi ki: Bana nakledildiğine göre Râsuhillah (sav), Hz. Cibril'e: "Ey Cibril! Senin hakkında olumsuz kanaat beslememize sebep teşkil edecek kadar bizden uzak kaldın" dedi, Cibril ona: "Biz, ancak Rabbinin emri ile ineriz. Bizim Önümüzdeki, arkamızdaki ve bu ikisinin arasındaki her şey yalnız O'nundur. Rabbin unutkan değildir" (Meryem, 19/64) dîye cevap verdi.
Şanı yüce Allah sûreye, kendi yüce zatına lıamd ile ve Râsulünün nübüvvetini sözkonusu ederek başladı. Çünkü onlar, Hz. Peygamber'in nübüvvetini inkâr etmişlerdi. Yüce Allah, bu sûreye: "Hamd, kuluna Kitabı indiren... Allah'adır ki" diye buyurdu. Yani, Muhammed'e Kitabı indiren Allah/dır. Sen, Benim tarafımdan gönderilmiş bir Râsulsün. Yani bu, onların senin nübüvvetine dair sordukları hususu tahkik ile ifade etmektedir, "Ve onda hiç bir eğrilik komayan" yani Kitabı, hiç bir tutarsızlığı bulunmayan, son derece mutedil ve uygun şekliyle indiren Allah'adır. "Kİ o, dosdoğru bir Kitaptır. Kendi katından" yani, seni Râsul olarak gönderen Rabbinin nezdinden "şiddetli bir azabı" dünyada acil cezasını, âhirette de can yakıcı azabını "bildirmek, salih ameller işleyen mü'minlere de güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için" indirmiştir. "Ki, o mükâfat içinde ebediyen kalacaklardır." Yani, kendilerinden başkalarının seni yalanladığı, senin getirdiğin hususlarda seni tasdik eden ve emretmiş olduğun amelleri işleyen kimseler, içinde ebediyen Ölmeyecekleri ebedilik yurdunda olacaklardır.
"Ve: Allah çocuk edindi, diyenleri uyarmak için" (el-Kehf, 18/4.) indirmiştir. Yani Allah, Kureyşlileri: Bizler Allah'ın kızları olan meleklere ibadet ediyoruz, dediklerinden dolayı uyarmak içindir. Halbuki "onlarında" kendilerinden ayrılmalarını ve dinlerini ayıplamalarını büyük bir şey olarak değerlendiren "babalarının da buna dair hiç bir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük!" (el-Kehf, 18/5)
Bununla, onların: Melekler Allah'ın kızlarıdır, sözlerini kastetmektedir. "Onlar, ancak yalan söylerler. Bu söze iman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin nerdeyse." (el-Kehf, 18/6) Çünkü Hz. Peygamber, onların iman edeceklerini umuyor idi. Umudu gerçekleşmeyince onlara üzüldü. Bununla, ona böyle yapma, denildi.
İbn Hişam dedi ki: Kendini helak edeceksin" buyruğu, Ebu Ubeyde'nin bana naklettiğine göre, nefsini helake sürükleyeceksin, anlamındadır. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demiştir:
"Ey kederin kendisini helak ettiği kişi!
Takdirin elinden uzaklaştırdığı bir şey sebebiyle..."
Bu kelimenin çoğulu; şekillerinde gelir. Bu beyit, Zu'r-Rimme'ye ait bir kasidede yer almaktadır.
Araplar da; Bütün gayretimi ortaya koyarak ona nasihat verdim ve onun için kendimi helak ettim" derler.
"Hangisi daka güzel amelde bulunacak diye onları imtihan etmek için yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık." (el-Kelıf, 18/7) İbn İshak dedi ki: Yani, onların hangisinin emrime daha çok tabi olacağını, Benim itaatim gereğince amel edeceğini ortaya çıkarmak için böyle yaptık. "Bununla beraber Biz, onun" yani yerin üstünde "olan şeyleri elbet kupkuru bir toprak yaparız." (el-Kelıf, 18/8) Çünkü yeryüzünün üzerindeki her şey fanidir ve zeval bulacaktır. Dönüş de Bana olacaktır ve Ben herkese amelinin karşılığını vereceğim. O bakımdan, senin bu dünyada görüp duyduklarından dolayı kederlenme, bunlar seni tasalandırmasın.
İbn Hişam dedi ki: Toprak" kelimesi, yerin yüzü demektir. Çoğulu da; şeklinde gelir. Zu'r-Rimme, küçük bir ceylan yavrusunu anlatırken şöyle demektedir:
"Sanki o, başın kemiklerinde (etki yapan.) bir şarap sarhoşluğunun Kuşluk vaktinde toprağın üzerine attığı bir yavru gibidir."
Bu beyit, ona ait bir kasidede yer almaktadır. Saîd (toprak), aynı zamanda yol anlamına da gelir. Nitekim hadiste şöyle denilmektedir: “ Suudât'da oturmaktan sakınınız.”[9] Yollarda oturmaktan sakınınız, demek istemektedir.
“Kupkuru" İfadesi hiç bir şey getirmeyen yer demek olup çoğulu: şeklinde gelir. Yağmur yağmayan yıl" demektir. Çoğulu da: Yağmur yağmayan yıllar" anlamındadır. Ayrıca böyle bii yılda kıtlık, kuraklık ve darlık da bulunur. Zu'r-Rimme, bir deveden söz ederken şöyle demektedir:
"Vurup itmek ile kıtlık ve sıkıntılar, karınlarında bulunanları tüketip bitirdi Geriye sadece oldukça kalın kaburga kemikleri kaldı."
İbn İshak dedi ki: Daha sonra Hz. Peygamber'e sordukları bir husus olan genç delikanlıların kıssası ile ilgili vahyi aldı. Orada şöyle buyurulmak-tadır: "Sen, Kekfve Rakîm ashabını âyetlerimiz arasında hayret edileceklerden mi sandın?" (el-Kehf, 18/9) Yani, Benim kullarım arasında koymuş bulunduğum âyetlerim (delil ve belgelerim) arasında bunlardan daha çok hayret edilecek şeyler de vardır.
İbn Hişam dedi ki: Rakîm, onların durumlarına dair haberin yazılı olduğu, yazılı belge demek olup çoğulu "rukum" gelir. el-Accâc dedi ki:
"Ve yazılı bulunan mushafm karar kıldığı yer hakkı için."
Bu mısra da onun recez vcznindeki bir kasidesinde yer almaktadır.
ibn İshak dedi ki: Daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Hani o yiğit delikanlılar bir mağaraya sığınmışlar ve şöyle demişlerdi: Rabbimiz! Bize, tarafından bir rahmet, işimizde bize doğruyu bulma başarısını ver! Bunun üzerine Biz de, nice yıllar mağarada kulaklarına vurduk. Sonra da iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini ayırt edelim diye onları uyandırdık."(el-Kelıf, 18/10-12) Daha sonra şöyle buyurulmakta-dsr: "Biz, sana onların kıssalarını gerçek şekli ile" doğru olarak bildirmek suretiyle "anlatalım: Gerçekten bunlar, Rabblerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetlerini artırmıştık. Dikilip de: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasını ilah diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz, dediklerinde Biz, kalplerine sabır ve metanet vermiştik." (el-Kelıf, 18/13-14) Yani onlar, sizin bana bilginiz olmadık şeyleri ortak koştuğunuz gibi ortak koşmadılar.
İbn Hişam dedi ki: "Şetat: Batıl söz" hakkı aşıp geçmek, aşırıya kaçmak demektir. A'şa b. Kays b. Sa'lebe de şöyle demektedir:
"Siz, (bize zulmetmekten) vazgeçecek inisiniz? Esasen haksızlık yapan ve aşırı giden kimseleri ancak
Yağın da, fitillerin de (tedavi etmek amacıyla) içine doldurulurken kaybolup gittiği derin bir yara gibi hiç bir şey (haksızlığından) alıkoymaz."
Bu beyit de-ona ait bir kasidede yer almaktadır.
îbn İslıak dedi ki: "Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan başka ilahlar edindiler Bari onlara dair açık bir delil getirselerdi." (el-Kehf, 18/15) îbn İslıak dedi ki: Yani kesin, susturucu bir delil getirselerdi ya... demektir. "Artık, Allah'a karşı yalan uydurandan daha. zalim kim olabilir. Madem ki onlardan veAllah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının. Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde size faydalı olanı hazırlasın. Güneş, doğduğu zaman, mağalarıntn sağ tarafına yöneldiğini, battığında da onların sol yanlarından kayıp gittiğini görürdün. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde idiler." (el-Kehf, 18/15-17)
İbn Hişam dedi ki: Meyletti, kayıp gitti" demek o!up; den gelmektedir. Nitekim Ebu'z-Zahf el-Küleybî de bir beldeyi vasf'ederken şöyle demektedir:
"Kurak otlağın gittiğimiz yoldan sapa kalması,
Üç gün susuz bırakılan ve dördüncüsünde suya salınan develeri çokça yorar."
Bu iki mısra da onun recez veznindeki bir kasidesinde yer almaktadır. "Sol yanlarından kayıp gittiğini" onlara değmeyip, sol tarafında onları bıraktığını "görürdün" demektir. Şair Zu'r-Rimme şöyle demektedir:
"Muşrif denilen yerin dağı andıran kum tepelerini sol taraflarında bırakıp geçen,
Sağ taraflarında da el-Fevâris diye bilinen kum tepelerinin bulunduğu hevdeçlerindebulunankadınlara (bakakaldım)."
Bu beyit de Zu'r-Rimme'ye ait bir kasidede yer almaktadır. (sakili}; Genişçe yer" demek olup, çoğulu da; şeklindedir. Şair de şöyle demektedir:
'Sen, kavmine rüsvaylık ve aşağılık (elbisesini) giydirdin Öyle ki, onların saygı duyulması gereken şeyleri mubah kabul edildi ve
yurtlarının düzlüklerine dahi girilmiş oldu."
"Bu, Allah'ın âyetlerindendir." (el-Kehf, 18/17) Yani, kitap ehlinden onların durumlarını bilen kimselere karşı bir delildir. Kitap ehlinden bunlara, sana onlar hakkında soru sormayı emreden kimselere karşı onlara dair haberi gerçek surette verdiği için, senin peygamberliğinin doğruluğu hakkında açık bir belgedir. "Allah kime hidâyet verirse, o doğru yola erdirilmiştir. Kimi de saptırırsa artık onun için doğru yola erdirecek bir veli bulamazsın. Onlar uyuyor oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ yanlarına, sol yanlarına çeviriyorduk. Onların köpeği ise, giriş yerinde iki kolunu uzatmıştır." (el-Kehf, 18/17-18)
İbn Hisara dedi ki: Giriş yeri," kapı demektir. Adi, Abd b. Vehb olan el-Absî de şöyle demektedir:
"Bana karşı kapısı asla kapanmayan ve benim oradaki iyiliğim Münker olarak kabul edilmeyen geniş, düzlük bir arazideki..."
Bu beyit, ona ait birkaç beyitten oluşan şiir de yer almaktadır. Bu kelime aynı zamanda "avlu" anlamına da gelir, Çoğulu; şeklindedir.
"Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın... Onların işine galip gelen kimseler ise..."(el-Kehf, 18/18-21) buyruğunda kastedilen kimseler, aralarından yönetici ve hükümdarlık sahibi kimseler demektir. "Mutlaka biz, yanlarında bir mescid edineceğiz dediler. Sayıları üçtür, dördüncüleri köpekleridir diyecekler" (el-Kehf, 18/22.) buyruğunda kastedilen, bunlara dair soru sorutmasını Kureyşlilere emreden yalıu-dilerin ilim adamlarıdır. "Beştir, altıncıları da köpekleridir, diyecekler. Bu gay-bı taşlamaktır. Yedidir, sekizincileri köpekleridir, diyecekler. De ki:Rabbim onların sayısını en iyi bilendir. Onları pek az kimseden başkası bilemez. O halde bunlar hakkında zahir olan şeyden başkasıyle mücadele etme." Yani, onlarla bu konuda (bilgin olmadığı halde) tartışma. "Bunlara dair onlardan kimseye bir şey sorma."Çünkü onların bu gençlere dair bir bilgileri yoktur. "Hiç bir şey hakkında sakın: Ben bunu mutlaka yarın yapacağım, deme! Meğer ki Allah dilemiş ola. Unuttuğun zaman Rabbini an ve: Umulurki Rabbim beni bundan, doğruya daha yakın olana erdirir, de." (el-Kehf, 18/22-24) Yani, onların sana sordukları herhangi bir şey hakkında, bu mesele hakkında dediğin gibi, ben yarın size haber vereceğim demeyerek, "inşaallah" diye istisna yap. Unuttuğun takdirde de Rabbini an ve Rabbimin, sizin bana hakkında soru sorduğunuz şeyin doğru olanına beni ileteceğini umarım, de. Çünkü sen, Benim bu hususta sana ne yapacağımı bilemezsin.
"Onlar mağaralarında üçyüzyıl kaldılar, dokuz daha kattılar." Yani, onlar böyle söyleyecekler. Sen "de ki: Allah, ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybt yalnız O'nundur. O, ne güzel görendir, ne güzel işitendir. Bunların, O'ndan başka hiçbir velileri yoktur. O, kimseyi hükmüne ortak yapmaz" {el-Kehf, 18/25-26) Yani. onların sana sordukları şeylerden hiçbir şey ona gizli kalmaz.[10]
Derim ki: Siret'de (İbn Hişam'ın Sİret'inde) Kehf ashabının haberine dair yer alan bilgiler bunlardır, biz de bunları orada yer aldığı şekliyle zikrettik. Zülkarneyn'İn haberine dair açıklamalar ileride gelecektir. Bu açıklamaları naklettikten sonra, tekrar sûrenin baştarafına dönerek diyoruz kî:
"Hamd... Allah'adır" ifadesinin anlamına dair açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. el-Ahfeş, el-Kisaî, el-Ferrâ, Ebû Ubeyd ve tevil bilginlerinin büyük çoğunluğunun iddiasına göre bu sûrenin başında bir takdim-tehîr vardır ve buyruk: "Kuluna Kitabı indiren ve onda hiç bir eğrilik koma-yan ve onu dosdoğru olarak indiren Allah'a hamd olsun" demekür. Bu buyruktaki; Dosdoğru" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir. Kaladc ise şöyle demektedir: ifade, Kur'ân-ı Kerİm'deki siyakı üzeredir, takdim İle tehir sözkonusu değildir. Buyruğun anlamı da şöyledir: Biz, o kitapta bir eğrilik koraadık. Aksine onu dosdoğru bir kitap kıldık. ed-Dahhak'ın açıklaması da güzeldir ve ona göre buyruk: O dosdoğru bir kitaptır, demek olup, bu da: Hikmeti dosdoğru olup hatası, tutarsızlığı ve çelişkisi bulunmayan kitap anlamındadır.
"Dosdoğru" buyruğunun, önceki kitapları tasdik eden kitap, anlamında oiduğu söylendiği gibi, ebedî olarak taşıdığı hüccetlerle dosdoğrudur, diye de açıklanmıştır. Eğrilik" kelimesi mef'ulün bihtir. "Ayn" harfi esre-li olarak kullanılırsa dinde, görüşte, İşte ve yolda eğrilik anlamındadır. Üstün okunursa, (avec) ise kereste, duvar ve benzeri cisimlerdeki eğriliği anlatır, buna dair açıklamalar daha önceden (Al-i İmran, 3/99) geçmiş bulunmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir eğrilik, yani hiçbir kusur yoktur. Onda çelişki ve aykırılık bulunmaz. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Eğer o, Mlah'dan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı." (en-Nisa, 4/82)
O, Kur'ân-ı Kerim'i mahluk kıİmadı, diye de açıklanmıştır. Nitekim İbn Ab-bas'ın, yüce Allah'ın: "Hiç bir eğriliği olmayan, Arapça bir Kur'ân olarak (indirilmiştir)" (ez-Zümer, 39/28) buyruğunu, o mahluk değildir diye açıkladığı rivayet edilmiştir. Mukatil, "eğrİHk" kelimesini tutarsızlık ve aykırılık, diye açıklamıştır. Şair de şöyle demektedir:
"Ben arkadaşıma saygım dolayısıyla sevgimi sürekli kılarım Sevgide eğri olan kimseden de hayır gelmez."
"Kendi katından" yani, kendi nezdinden, tarafından "şiddetli bir azabı
bildirmek..." bu azabı bildirecek kişi de Muhammed veya Kur'ân-ı Ke-rim'dir. İfadede hazf edilmiş kelimeler vardır. Yani, kâfirlere Allah'ın cezasını bildirmek içia... takdirindedir. Bu şiddetli azab ise dünyada da olabilir, âhirette de olabilir.
"Kendi katından" buyruğunu Ebu Bekr, Asım'dan rivayetle "dal" harfi sakin ile birlikte işmam ile ve "nûn" harfini de esreli, "he" harfini ise sonunda vasi edilmiş bir "ya" ile okumuştur. Diğerleri "dal" harfini ötreli, "nûn" harfini sakin, "he" harfini de Ötreli okumuşlardır. el-Cevherî der ki: Katı, tarafı" kelimesi şeklinde olmak üzere üç türlü kullanılır. Şair de şöyle demiştir:
"Çenelerinden ta boynuna kadar..."
Yüce Allah'ın: "Salih ameller İşleyen mü'minlere de güzel bir mükâfat olduğunu" ki, o da cennettir "müjdelemekİçin (indirmiştir). Ki, o mükâfat içinde ebediyen" sonu gelmemek üzere "kalacaklardır" ve devamlı olup sonları gelmeyecektir.
"...lere... olduğunu" ifadesi, anlamındadır. Ancak, buradaki "müjdelemek" anlamındaki kelime, eğer beyân (temyiz) kabul edilecek olursa; de, "be" harfi takdirine gerek kalmaz. "Güzel bir mükâfat"; cennete götürecek büyük sevap ve mükâfat demektir. [11]
4. Ve:
"Allah, çocuk edindi" diyenleri uyarmak için (indirmiştir).
5. Onların da, atalarının da buna dair hiç bir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük! Onlar ancak yalan söylerler.
"Ve: Allah, çocuk edindi, diyenleri uyarmak İçin" buyruğunda sözko-nusu edilenler yahudilerdir. Onlar, Uzeyr Allah'ın oğludur, demişlerdir. Hıristiyanlar: Mesih Allah'ın oğludur, dediler. Kureyşliler de: Melekler Allah'ın kızlarıdır, dediler. Sûrenin baştarafindaki uyarıp korkutmak umumidir. Bu ise, Allah'ın oğlu vardır, diyen kimseler hakkında özel bir korkutup uyarmadır.
"Onların da, atalarının" geçmişlerinin "da buna dair hiç bir bilgisi yoktur." Onlar, bu sözlerini bilerek söylemiyorlar. Çünkü onlar, herhangi bir delile bağlı olmaksızın geçmişlerini taklid ederek bu iddiada bulunmuşlardır.
"Ağızlarından çıian bu söz ne büyük!" buyruğundaki: "Söz" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. Bu söz, söz olarak ne büyüktür! demektir. el-Hasen, Mücahid, Yahya b. Ya'mer ve İbn İshak ise bunu merfu' olarak okumuşlardır. Yani, o söz çok büyüktür, demek olup, kastedilen de onların Allah çocuk edindi, şeklindeki iddialarıdır. Bu kıraate göre ayrıca hazf edilmiş kelime takdirine gerek yoktur. Bir şey, büyük ve azametli olduğu takdirde; denilir. ise, adam yaşlandı, anlamındadır.
"Ağızlarından çıkan bu söz" iradesi ise sıfat mahallindedir. "Onlar, ancak yalan söylerler" yalandan başka bir şey söylemezler. [12]
6. Bu söze iman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin nerdeyse.
"Bu söze" Kur'ân-ı Kerim'e "iman etmezler diye arkalarından üzülerek"
küfürde kalışlarına kederlenerek ve öfkelenerek Üzülerek" kelimesi, temyiz olarak nasb edilmiştir- "kendini helak edeceksin" kendini helak edip öldüreceksin "neredeyse" demektir. Buna dair açıklamalar da önceden geçmiştir.
"Arkalarından" kelimesi, “Arkası, İzi" kelimesinin çoğuludur. da denilir. Yani, onların senden yüzçevirip arkalarını dönüp gitmelerinden dolayı kendini nerdeyse helak edeceksin, anlamındadır. [13]
7. Hangisi daha güzel amelde bulunacak diye onları İmtihan etmek için, yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık.
Yüce Allah'ın: "Yeryüzünde bulunanları Biz ona bîr süs yaptık" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halindi sunacağız: [14]
Yüce Allah'ın: "...Yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık" anlamındaki buyrukta yer alan; "...bulunanlar" ile "Bir süs" kelimeleri iki ayrı mef ûldür Buradaki "süs C'zinet.)" yeryüzünde bulunan her şeydir. O bakımdan bu İfade umumidir, çünkü hepsi de bunları yoktan var edene delildir. İbn Cübeyr, İbn Abbas'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Burada "süs" ile erkekleri kastetmiştir. İkrime'nin rivayetine göre İbn Abbas ve ayrıca Mücahid'în görüşlerine göre buradaki süsten kasıt, halifeler ve emirlerdir[15]
İbn Ebİ Necih de Mücahid'den, o, ibn Abbas'tan, yüce Allah'ın: "Yeryüzünde bulunanları Biz ona bir süs yaptık" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: İlim adamları yeryüzünün süsüdür.
Bir kesim de şöyle demektedir: Yüce Allah bununla davarları, elbiseleri, meyve ve mahsulleri, yeşillikleri, sulan ve buna benzer süs özelliğini taşıyan şeyleri kastetmektedir. Çıplak dağlar ile süs özelliği bulunmayan yılanlar ve akrepler gibi şeyler ise; bunun kapsamına girmemektedir.
Ancak, buyruğun umum ifade ettiği ve yeryüzünde bulunan her bir şeyin yaratılması, sanatı ve muhkem kılınışı açısından bir süs özelliğini taşıdığı görüşü daha uygundur.
Âyet-i kerime, Hz. Peygamber'! (sav) teselliyi daha ileriye götürmektedir. Yani, ey Muhammedi Dünya ve dünyada yaşayanlar sebebiyle üzülüp kederlenme! Çünkü Bizler bunları, dünyada yaşayanlar için bir imtihan ve bir sınama sebebi kıldık. Onlardan kimisi iyice düşünür ve iman eder, kimisi inkâr eder. Diğer taraftan önlerinde kıyamet günü vardır, gelecektir. O halde onların küfre sapmaları senin gözünde büyümesin. Nasıl olsa Biz, onlara amellerinin karşılığım vereceğizdir. [16]
Bu âyet-İ kerimenin
anlamı, Peygamber (sav)'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Şüphesiz ki,
dünya yeşildir,
tatlıdır. Allah da sizi orada halifeler yapmıştır, sizin nasıl amelde bulunacağınıza bakmaktadır.[17] Hz. Peygamber'in şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Sizin için en çok korktuğum şey, Allah'ın size karşı çıkartacağı dünya hayatının süsüdür." (Bir adam); Dünya hayatının süsü nedir? diye sordu, O: "Yeryüzünün bereketleridir" diye buyurdu.[18] Bu hadisleri Müslim ve başkaları, Ebu Said el-Hudrî yoluyla rivayet etmişlerdir.
Anlamları da şudur: Dünya, lezzeti itibariyle insanın hoşuna gider. Görünüşü İtibari ile de beğenilir bir durumdadır, Görünüşü, insanın hoşuna giden, lezzet ve tadı güzel olan meyveler buna örnektir. Allah bunlarla, hangilerinin daha güzel amelde bulunacağını ortaya çıkarmak için kullarını imtihan etmektedir, "Daha güzel amelde bulunmak'tan kasıt İse, dünyalığa karşı kimin daha zahid, ve dünyalığı kimin daha çok terk edeceğinin ortaya çıkarılması demektir.
Kulların, Allah'ın süslü gösterdiği bu hususlarda, Allah'ın masiyetinden uzak durmaları ise, ancak Allah'ın bu konuda kendilerine yardımcı olması ile mümkündür. Bundan dolayı Hz. Ömer, Buhârî'nin naklettiğine göre şöyle dermiş: Allah'ım! Bizler, Senin bize süslü ve güzel gösterdiğin şeylerle sevinmekten başkasını yapamayız. Allah'ım! Ben Senden, bunu hakettiği şekilde intak etme inkânını bahşetmeni diliyorum.[19] Böylelikle Hz. Ömer, yüce Al-lah'dan bu güzellikleri hak olan yerlerde harcayıp infak etmeye Allah'ın kendisine yardımcı olması için dua etmiştir. İşte Hz. Peygamber'in: "Kim, o malı (aldığı kimseden) gönül hoşluğu ile alırsa, o kimseye o malda bereket ihsan olunur. Her kim de onu hırs ve tama' ile alırsa, yediği halde doymayan kimseye benzer"[20] buyruğu bu demektir.
İşte dünyalıktan pekçok şey elde etmek isteyen kimse de, ne ele geçirirse bir türlü onunla yetinmez. Aksine, bütün gayretiyle daha çok dünyalık toplamaya çalışır. Bunun sebebi, yüce Allah'dan ve Râsulünden gelen buyrukları gereği gibi kavrayamamaktır. Çünkü dünyalık ile birlikte fitneye düşmek ve kurtulamamak, çoğunlukla görülen bir husustur. Fitneden uzak kalan, kendisine: yetecek kadar rızık verilen ve Allah'ın kendisine verdikleri ile yetinen kimse, gerçekten kurtulmuş olur,
İbn Atiyye der ki: Babam, -Allah ondan razı olsun- yüce Allah'ın: "Hangisi daha güzel amelde bulunacak diye" buyruğu hakkında şöyle derdi: Güzel amel, iman ile birlikte malı hak olan yerden almak, hak olan yere harcamak, farzları eda etmek, haramlardan uzak durmak ve mendup olan işleri de çokça işlemektir.
Derim ki: Bu, güzel bir sözdür. Lafızları itibari ile özlüdür, anlamı itibariyle de beliğdir. Peygamber (sav I ise bunu tek bir cümlecikte toplamıştır. Bu onun, Süfyan b. Abdullah esSekafTnin kendisine: Ey Allah'ın Râsulü! İslâm hususunda bana öyle bir söz söyie ki, senden sonra ona dair hiç bir kimseye soru sormayayım -bir başka rivayette İse "senden başka" şeklindedir- demesi üzerine söylediği: "Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol”[21] sözüdür. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Süfyan es-Sevrî de şöyle demiştir: "Daha güzel amel" dünya hayatında daha çok zâhid olmak demektir. Ebu İsâm el-Askalanî de aynı şekilde: "Daha güzel amel" demek, dünyayı daha çok terk etmek demektir, demiştir.
Zühde dair ilim adamlarının ifadeleri farklı farklıdır. Kimileri şöyle demiştin Zühd, emelin kısa tutulmasıdır. Yoksa katı şeyler yemek ve aba giyinmek değildir. Bu ifadeler Süfyan es-Sevrî'ye aittir.
Bizim (Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız da şöyle demektedir: Süfyan, bu.sö2ünde doğru söylemiştir. Allah ondan razı olsun. Çünkü emelini kısa tutan kimse, yiyeceklerine ileri derecede özenmez, giyecekleri hususunda da ince eleyip sık dokumaz. Dünyadan kolayına gelen kadarını alır ve kendisini maksuduna ulaştıracak kadarıyla yetinir.
Bir kesim de şöyle demiştir: ÖvuS inekten de, övülmeyi sevmekten de nefret etmek demektir. Bu da el-Evzaî'nin ve bu görüşü kabul eden başkalarının kanaatidir.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Dünyayı tümüyle terk etmek, zühdün kendisidir. Kişi onu terketmeyi ister sevsin, ister bundan hoşlanmasın. Fudayl'ın da görüşü budur,
Bişr b. el-Haris'ten şöyle dediği nakledilmektedir: Dünyayı sevmek, İnsanlarla karşılaşmayı sevmek demektir. Dünyaya karşı zahid olmak ise, insanlarla karşılaşmakta zahid olmak (ona rağbet etmemek) dir.
Yine Fudayl'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Dünyada zahid olmanın aîameti İnsanlara karşı zahid olmaktır. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Dünyayı terk etmeyi, dünyalığı ele geçirmekten daha çok sevmedikçe kişi za-lnd olamaz. Bu da İbrahim b. Edhem'in görüşüdür. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Zühd, kalbin İle dünyaya zahid olmak (rağbet etmemek) dir. Bu görüş de İbnü'l-Mübarek'e aittir. Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Zühd, ölümü sevmektir. Ancak, birinci görüş mana itibariyle bütün bu görüşleri kapsayan umumî bir görüştür, o bakımdan onu kabul etmek daha uygundur. [22]
8. Bununla beraber Biz, onun üstünde olan şeyleri elbet kupkuru bir toprak yaparız.
Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden (İbn İshak'dan yapılan nakiller sırasında) geçmiş bulunmaktadır. Ebu Selıl dedi ki: Bundan kasıt, adeta bitkisi koparılmış bitkisiz topraktır. kesmek demektir, Yağışsız yıl" ifadesi de buradan gelmektedir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:
"Yağmur yağmayan o yıllar, onları önüne katıp sürüklemiştir."
"Adeta koparılıp izale edilmişçesine üzerinden herhangi bir bitki, imar ve benzeri hiçbir şey bulunmayan yer" demektir.
Bu buyrukta kıyamet günü kastedilmektedir. O günde yer, dümdüz olacak, arkasında gizlenilip saklanılacak bir yer bulunmayacaktır.
en-Nehhas der ki: Sözlükte “Bitki bulunmayan yer” demektir, el-Kisaî de şöyle demektedir: tabiri, "yerde bitki ve ekin namına bir şey kalmadı" demektir. Bir topluluğun bir yerde bulunan bitki ve ekini tamamiyle yiyip bitirdiklerini anlatmak için kullanılır. Bu şekilde ekini yiyilip bitirilmiş araziye de; denilir. [23]
9- Sen, Kehf ve Bakîm ashabını hayret edilecek âyetlerimizden mi sandın?
Sibeveyh'in görüşüne göre, “Yoksa... mi, ma, mu” edatı, başına is-tiflıam (soru) hemzesi gelmeksizin kullanılacak olursa, hem; "Yoksa, hayır" hem de istifham hemzesi anlamındadır. Ve munkatı' diye bilinen de budur. Buradaki bu edatın "kendini heiâk edeceksin nerdeyse" deki İstifham anlamına atıf olduğu, yahut inkârı istifham hemzesi anlamında olduğu söylenmiştir.
Taberi der ki: Bu, Peygamber (sav)'ın, Kehf ashabının hayret edilecek bir durumda olduğunu zannetmesi üzerine takriri bir istifham olup onun bu durumunun inkârı (yani durumun aslında böyle olmadığı) anlamındadır. Yani, sana bu hususta soru soranların bu konuyu sana karşı büyük gösterdikleri gibi, senin gözünde de bu iş büyümesin. Çünkü Allah'ın sair âyetleri onların bu kıssalarından daha büyük ve daha yaygındır. İbn A.bbas, Mücahid, Ka-tade ve İbn tslıak'ın görüşü budur.
Burada hitap Peygamber (sav)'a dır. Şöyle ki: Müşrikler ona, bir türlü bulunamayan genç delikanlılar, Zülkarneyn ve Ruh'a dair soru sormuşlardı. -Önceden geçtiği üzere- vahyin gelmesi de gecikmişti. Vahiy gelince yüce Allah Peygamberine şöyle dedi: Ey Muhammedi Sen, Kehf ve Rakım ashabının hayret edilecek âyetlerimizden olduğunu mu sandın? Yani, onlar âyetlerimizden hayret edilecek şeyler değildir. Bilakis, âyetlerimiz arasında onların haberlerinden daha çok hayrete düşürecek olanlar da vardır.
el-Kelbî dedi ki: Göklerin ve yerin yaratılışı onların haberlerinden daha çok hayret edilecek bir şeydir. ed-Dahhak dedi ki: Benim, seni haberdar ettiğim gaybe dair hususlar, bunlardan daha çok hayret edilecek şeylerdir, el-Cüneyd de şöyle demektedir: Senin, İsra olayın daha çok hayret edilecek bir husustur. el-Maverdîde şöyle demektedir: İfadenin anlamı nefiydir. Yani, Bizim bu konuda sana haber verişimiz sözkonusu olmasaydı, sen öyle bir şey zannetmeyecektin. Ebu Sehl de şöyle demekledir: Bu istifham, takrir anlamındadır. Yani, sen böyle bir şey mi zannettin? Gerçek şu ki; onlar hayret edilecek bir durumdaydılar.
Kehf (mağara), dağın içindeki geniş bir oyuk demektir. Geniş olmayana ise, ğâr (mağara) denilir. en-Nakkaş, Enes b. Malik'den şöyle dediğini nakletmektedir: Kehf demek, dağ demektir. Ancak bu, dilde meşhur olan bir anlam değildir.
"Rakım" hakkında ilim adamlarının farklı görüşieri vardır. İbn Abbas der ki: Kur'ân'da ne varsa hepsini biliyorum, dört şey .müstesna: Bunlar; Gislîn (el-Hâkka, 69/36), Hannân, (Meryem, 19/13), Evvâh (et-Tevbe, 9/114) ve Ra-kîm kelimeleridir. Bir seferinde de ona Rakîm'e dair soru sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: KaTb, Rakim'in çıkıp ayrıldıkları bir kasaba olduğunu iddia etmişti. Mücahid de, Rakım bir vadidir, demiştir. es-Süddî ise: Rakîm, mağaranın üzerindeki kaya parçasıdır, demiştir.
İbn Zeyd de şöyle demiştir: Rakîm, Allah'ın, durumunu bize karşı örttüğü ve ona dair olayı bize açıklamadığı bir kitaptır (yazıdır). Bir başka kesim de şöyle demektedir: Rakîm, bakırdan bîr tablet üzerindeki bir ya2idır. İbn Abbas da şöyle demiştir: Kâfirler, ellerinden kaçan genç delikanlıların olayını yazdıkları ve bunu kendileri İçin bir tarih başlangıcı olarak kabul ettikleri, üzerinde, aralarından ayrıldıkları zamanı ve kaç kişi olduklarını, kimlerle birlikte bulunduklarını kaydettikleri kurşundan bir tabeladır. el-Ferra da böyle demiştir: Rakîm, kurşundan bir tablet olup orada isimlerini, neseble-rini, dinlerini ve kimden kaçtıklarını yazmışlardı.
İbn Atiyye der ki: Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre bu toplum, olayları tarihleriyle tesbit eden bir toplumdu. Bu ise, o ülkenin önemli bir meziyetidir ve faydalı bir iştir. Bütün bu görüşler ise, "er-Rakîm" kelimesinin anlamından çıkartılmıştır. "Yazılmış bir kitaptır" (el-Mutaffifin, 83/9) buyruğu da buradan gelmektedir, (oldukça zehirli bir yılan türü olan) "el-Erkam" ad) da çizgileri dolayısıyla buradan geldiği gibi suyun akıp saptığı yer anlamındaki "Rakmetü'1-Vadi" de buradan gelmektedir.
İbn Abbas'dan gelen rivayetler arasında çelişki sözkonusu değildir. Çünkü birinci görüşü o, Ka'b'dan işitmişti. İkinci görüşü İse, sonradan Rakim'in anlamım öğrenmesi üzerine ifade etmiş olma ihtimali vardır.
Said b. Cübeyrde ondan şöyle dediğini rivayet etmekledir: tbn Abbas, Kehf ashabını söz konusu ederek şöyle dedi: Bu genç delikanlıların önada olmadıkları anlaşılınca, yakınları onları araştırıp bulmak istediler. Onları bulamadılar. Durum, hükümdara arz edilince şöyle dedi; İleride bunların oldukça önemli bir durumları olduğu ortaya çıkacaktır. Sonra, kurşun bir tablet hazırlattı ve üzerine İsimlerini yazıp onu hazinesine koydurdu, tşte "Rakîm" denilen şey bu tabi enir.
Şöyle de denilmiştir: Hükümdarın sarayında iki mü'min şahıs vardı. Bunlar, bu gençlerin durumunu, isimlerini ve neseblerini kurşun bir tablete yazdırdıktan sonra bakırdan bir sandukanın içine yerleştirdiler ve bu sandukayı da inşaatın içerisine yerleştirdiler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yine Ibn Abbas'dan nakledildiğine göre Rakîm, yanlarında bulunan ve içinde İsa (a.s)!ın dininden şeriat olarak benimseyip kabul ettikten hükümlerin yazılı olduğu bir kitaptır.
en-Nakkaş ise, Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rakîm'den kasıt, onların kullandıkları gümüş paradır.
Enes b. Malik ve eş-Şa'bî de şöyle demektedir: Rakîm, onların köpekleridir, ikrime ise, Rakim divit demektir, demiştir.
Rakîm'in, Hz. Hızır'ın doğrulttuğu duvarın altında bulunan gümüş levhalar olduğu da söylenmiştir. Bİr diğer görüşe göre Rakîm ashabı, üzerlerine mağaranın kapandıktan sonra, onlardan her birisinin kendi sal İh amellerini sözkonusu ederek kurtulan kimselerdir[24]
Derim ki: Bu hususta Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği bir haber vardır[25] Buhârî de bu kanaati benimsemiştir.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Yüce Allah, Kehf ashabına dair haber vermekle birlikte, Rakîm ashabı hakkında hiç bir haber vermemiştir.
ed-Dahhak da şöyle demektedir: Rakîm, Rum diyarında bulunan ve içinde Kehf ashabını andıran bir şekilde uyuyor gibi bulunan yirmi bir kişinin bulunduğu bir mağaradır. Buna göre Rakîm ashabı, Kehf ashabının başından geçenler gibi başlarından bir olay geçen başka bir takım delikanlılardır. Doğrusunu en İyi bilen Allalı'dır.
Rakîm'in, içinde Kehf in bulunduğu ve Filistin yakınlarında bir vadi olduğu da söylenmiştir. Bu kelime, su yatağı demek olan "Rakmetü'l-Vadi"den alınmadır. Mesela, sen rakme'den ayrılma, dıife (kıyıyı) yi bırak, denilir. Bu açıklamayı da el-Gaznevî nakletmektedir.
İbn Atiyye dedi ki: Pek çok kimseden işittiğime göre Şam'da (Suriye topraklarında) İçinde birtakım ölüler bulunan bir mağara varmış. O mağaraya yakın yerlerde bulunanlar, bunların Kehf ashabı olduğunu iddia ederler. Bunların da üzerlerinde Rakım diye adlandırılan bir mescid ve bina ve bir de (yakınlarında) kemikleri çürümüş bir köpek de bulunmaktadır.
Endülüs'te Gırnata taraflarında Levşe adlı bir kasabanın yakınlarında içinde bir takım ölülerin bulunduğu, beraberlerinde de çürümüş bir köpek bulunan bir mağara vardır. Onların çoğunluğunun etleri kemiklerinden soyulmuş olmakla birlikte; bazılarının da etleri durmaktadır. Pek çok asırlar ve nesiller geçmiş bulunmakla birlikte onların hakkında herhangi bir bilgi izine rast-layamadık Bazı kimseler bunların Kehf ashabı olduğunu iddia etmektedir. Ben de, 504 yılında onların bulundukları yere girdim ve bu halde olduklarını gördüm. Üzerlerinde bir mescid bulunuyordu. Onlara yakın bir yerde de Rakîm diye adlandırılan Rum yapısı bir bina da vardı. Bu, adeta bazı duvarları geriye kalmış harabe bir saraya benziyordu. Bu harap olmuş ve mezkur yerden uzak düzlük bir yerde idi. Gımata'mn yüksek taraflarında kıble cihetinde ise, Dakyus şehri diye anılan eski bir Roma kenti bulunmaktadır. Biz bu kentin kalıntıları arasında mezar ve benzeri oldukça garip eserlere rastgeldik.
Derim ki: İbn Atiyye'nin Endülüs'te gördüğünü söylediği Ashab-ı Kehf'den başkalarıdır. Çünkü yüce Allah, Ashab-j Kehf hakkında: "Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın ve hiç şüphesiz onların korkusuyla dolardın" (AS. âyet) diye buyurmaktadır, ibn Abbas da Mu-aviye'ye, onları görmek istemesi üzerine şöyle demişti: Yüce Allah, senden daha hayırlı olan bîr kimseye bu hususta müsaade etmemiştir. Bu buyruğa dair açıklamalar kıssanın sonunda gelecektir.
Mücahid de yüce Allah'ın: "Hayret edilecek âyetlerimizden mi sandın?" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Onlar gerçekten hayret edilecek bir durumda idiler, ibn Güreye de ondan, böyle dediğini rivayet etmektedir. O, kanaatine bu ifadenin Peygamber (sav)'ıh onların hayret edilecek bir durumda olduklarını kabul etmesinin İnkâr edilmediği görüşündedir. Yine İbn Ebİ Necîh, şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bunlar bizim âyetlerimiz arasında en-hayret edilecek olanları değildir, demektir. [26]
10. Hani o yiğit delikanlılar mağaraya sığınmışlar ve şöyle demişlerdi: "Rabbimiz, bize tarafından bir rahmet, İşimizde bize doğruyu bulma başarısını ver!"
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [27]
Yüce Allah'ı n: "Hani, o yiğit delikanlılar mağaraya sığınmışlar... di" buyruğu ile ilgili olarak rivayet edildiğine göre bunlar, kâfir hükümdar Dakyus -Dakinûs ve Dakyanûs da denilmektedir- şehrinin ileri gelenlerinin oğullarından bir topluluk idiler. Yine rivayet edildiğine göre bunlar, alun bilezikler takınan, boyunlarına gerdanlıklar takan ve örüklü kimselerdi. Bunlar, Rumlardan olup Hz, İsa dinine tabi olmuşlardı. ITz. İsa'dan önce oldukları da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi biicn Allah'dır.
İbn Abbas dedi ki: Dakyânûs diye bilinen hükümdarlardan birisi, Üfsûs (Eiesus, Efes) denilen Bizans şehirlerinden bir şehri eline geçirir. Bu şehrin Tarasus (Tarsus) olduğu da söylenmiştir. Bu hükümdar, İsa (a.s) döneminden sonra idi. Putlara tapınmayı emrederek, şehir halkını da putlara tapmaya davet etti. Gizlice Allah'a İbadet eden yedi genç vardı. Onların bu durumları hükümdara iletilince, hükümdardan korkup geceleyin kaçtılar. Beraberinde köpek bulunan bir çobana rastladılar. Çoban da onlara katıldı ve mağaraya sığındılar. Hükümdar onları mağaranın ağzına kadar takip etti. Onların mağaraya girdiklerinin izini görmekle birlikte, çıktıklarının izini lesbit edemedi. Bunun üzerine mağaradan içeriye girdiler. Allah, onların basiretlerini kör ettiğinden hiç bir şey göremediler. Bunun üzerine hükümdar: Üzerlerine mağaranın kapısını kapatınız. Böylelikle mağaranın içinde açlıktan ve susuzluktan ölsünler! talimatını verdi.
Mücahid'in, yine İbn Abbas'dan rivayetine göre, bu genç delikanlılar, putlara ibadet eden, onlara kurban kesen ve Allah'ı inkâr eden bir hükümdarın dini üzere idiler. Şehir halkı da bu konuda hükümdara tabi olmuştu.
en-Nakkaş'ın naklettiğine göre, bu genç delikanlılar Havarilerden birisinden yahut kendilerinden önce iman eden müzminlerden birisinden bazı bilgiler edindiler ve Allah'a iman edip basiretleri ile de insanların yaptıkları işin çirkinliğini gördüler. O bakımdan, bu hak dine ve Allah'a ibadete bağlandılar. Bu durumları hüküdara götürüldü ve ona şöyle denildi: Bunlar senin dininden ayrıldılar, senin ilâhlarını hafife alıp onları inkâr ettiler.
Hükümdar onları huzuruna çağırdı ve kendi dinine tabi olmalarını, ilâhlarına da kurban kesmelerini emretti. Bu yoldan ayrılacak olurlarsa onları öldürülmekle tehdit etti. Rivayet olunduğuna göre onlarda bu hükümdara: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir... Madem ki onlardan ve Allah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız..." C15-16. âyetler) dediler
Yine rivayet edildiğine göre, buna yakın sözlerle ona cevap vermeleri üzerine hükümdar onlara şöyle dedi: Siz, aklı ermeyen, akılsız gençlersiniz. Ben de size karşı aceleci davranmayacak, bunun yerine size karşı temkinli hareket edeceğim. Haydi evlerinize gidiniz, durumunuzu iyice düşünüp görüşünüzü tesbit ediniz ve benim dinîme geri dönünüz. Bu sözlerinden sonra da onlara bir süre belirledi. Daha sonra belirlediği bu süre zarfında yolculuğa çıktı. Gençler, dinlerini kurtarmak için kaçmak konusunda birbirleriyle danıştılar. Birisi onlara şöyle dedi: Ben, fi Lan dağda bir mağara biliyorum. Babam, oraya koyunlarını götürürdü. Haydi biz de oraya gidelim ve Allah bize önümüzü açıncaya kadar orada saklanalım. Kivâye: olunduğuna göre, sopa ve top oynayarak çıktılar, topu kimse onların kaçtığını farketmesin diye, gidecekleri yol istikametinde yuvarlıyorlardı.
Yine rivayet edildiğine göre bunlar, bilgili ve kültürlü kimseler idi. Bir bayram törenine katılmak üzere çıktılar ve herkes ile birlikte bunlar da atlarına bindiler. Daha sonra sopalarıyla oynamaya koyuldular ve bu şekilde kaçıp kurtuldular.
Vehb b. Münebbih'in rivayetine göre; önceleri Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa'nın Havarilerinden birisi, bu As(ıab-ı Kehf in bulunduğu şehire girmek istiyordu. O bakımdan hamamı bulunan birisinin yanında ücretle işçi girdi ve orada çalışmaya başladı. Hamamın sahibi, onun işinde çok büyük bir bereket olduğunu gördü ve bütün işlerini ona teslim elti. Şehirden bazı gençler bu adanı ile tanıştılar. O da onlara yüce Allah'ı tanıttı ve onlar da ona iman ettiler, dini üzere o kişiye tabi oldular. Onunla içli dışlı oldukları her tarafa yayıldı. Birgün, sözü geçen hamama hükümdarın oğlu bir kadın ile başba-şa kalmak istedi. Ancak, havari bu işi yapmamasını ona söyledi, o da yapmadı. Bir defa daha geldi, yine bu işi yapmamasını istedi. Ancak, hükümdarın oğlu ona sövüp saydı ve yanındaki fahişe ile birlikte hamama girmekte kararlı olduğunu gösterdi. Hamama girmekle birlikte ikisi de orada öldüler. Bunun üzerine o havari ve arkadaşları bunları öldürmek ile suçlandı. Hep birlikte kaçıp mağaraya girdiler. Kehf ashabının şehirlerinden çıkışları konusunda bundan başka açıklamalar da vardır.
Köpeğe gelince; rivâyeı edildiğine göre, onlara ait bir av köpeği idi. Bir başka rivayete göre onlar, yolda giderken köpeği bulunan bir çobana rast geldiler. Çoban da kanaatlerini kabul ederek onlara uydu, köpek de onlarla birlikte gitti. Bunu da İbn Abbas söylemiştir. Köpeğin adı Mumrân idi. Kitmir olduğu da söylenmiştir.
Kehf ashabının isimlen ise Arapça değildir. Onların isimleriyle ilgili bilgiyi veren senet oldukça gevşektir. Taberî'nin naklettiği isimler şöyledir: En büyükleri ve onlar adına konuşan kişi olan Mekseimînâ, Mahseymilînînâ ve Yemliha; -uyandıktan sonra aralarından şehire gümüş para vererek gönderdikleri kişi budur.- Martûs, Keşentûş, Deynamûs, Yetûnus ve Birûnus. Mu-katil dedi ki: Köpek, Mekselmînâ'ya ait idi. En yaşlıları oydu ve koyunları bulunan birisi idi. [28]
Bu âyet-i kerime, insanın dinini kurtarmak için ailesini, çocuklarını, yakın akrabalarını, arkadaşlarını, vatanını ve mallarını dininde fitneye düşürülmek korkusu ile karşı karşıya kalacağı mihnetler dolayısıyla dini uğrunda kaçıp hicret etmek hususunda açık bir hüküm ihtiva etmektedir. Peygamber (sav) da dinini kurtarmak için yurdundan kaçmıştır. Ashabı da böyle yapmıştır. en-Nahl Suresİ'nde (.16/81. âyet, 2. başlıkta) geçtiği üzere mağarada bir süre kalmış olduğu gibi, yüce Allah da bunu et-Tevbe Sûresi'nde (9/40. âyette) açık bir nas ile ifade etmiştir; bu buyruğa dair açıklamalar daha Önceden geçmiş bulunmakladır. Hepsi de dinlerinin esenliğe kavuşması ve kâfirlerin fitnesinden kurtuluş ümidiyle vatanlarından göç etmiş, kendi topraklarını, yurtlarını, ailelerini, çocuklarını, yakınlarını, kardeşlerini, terk etmişlerdir. Buna göre, dağlarda yaşayıp mağaralara girmek insanlardan ayrılarak yaratıcı ile başbaşa kalmak ile zalimlerden kaçmanın cevazı, peygamberlerin ve Allah'ın gerçek dostlarının bir sünnetidir. Rasûlullah (sav), uzletin faziletine dikkat çektiği gibi, ilim adamlarından bir topluluk da, özellikle fitnelerin başgösterme-si ve insanların bozulması döneminde bunun faziletine dikkat çekmişlerdir. Yüce Allah da Kitabında bunu açık nas ile belirterek: "O halde mağaraya sığının" diye buyurmaktadır.
İlim adamları derler ki: İnsanlardan ayrılıp uzlete çekilmek, kimi zaman dağlarda ve dağ yollarında, kimi zaman deniz kıyılarında ribatlarda (serhad-lerde), kimi zaman da evlerde olur. Haberde şöyle denilmektedir: "Fitne oldu mu, bulunduğun yeri gizle ve dilini de tut!" Burada da özellikle herhangi bir yer sözkonusu edilmemektedir. İlim adamlarından bir kesim de uzleti, -eğer onlar arasında bulunuyorsan- kötülükten ve kötülük işleyen kimselerden kalbinle ve amelinle uzak durmak, diye kabul etmişlerdir. İbnü'1-Mü-barek uzleti açıklarken şöyle demektedir: Uzlet, beraberinde bulunduğun topluluğun Allah'ı anmaya dalmaları halinde senin de aynı şekilde onlarla Ak-re dalmandır. Başka bir şeye dalacak olurlarsa, senin susmandır.
el-Bağavi, İhtı Ömer'den, o, Peygamber (sav)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "İnsanlarla oturup kalkan ve onların eziyetlerine sabreden bir mü'min, onlarla birlikte oturup kalkmayan ve eziyetlerine sabretm ey enden daha hayırlıdır."[29] Yine Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir. "Mü'minler İçin manastır olarak evleri ne iyidir!"[30] Bu hadis, el-Ha-sen ve başkalarından hasen olarak gelen rivayetlerdendir.
Ukbe b. Amir de, Rasûluüah, (sav)'a: Kurtuluş nedir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle cevap vermişti: "Ey Ukbe, dilini tut, evin sana yetsin ve günahların dolayısıyla da ağla."[31] Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanlar, öyle bir zamana erişeceklerdir ki, müslüman kişinin en hayırlıları fitnelerden kaçarak dinini kurtarmak kastiyle kendileriyle dağların başlarında dolaşacağı ve yağmur düşen yerleri bulup arkalarından gideceği koyunları olacaktır."[32] Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.
Ali b. Sa'd da el-Hascn b. Vâkid'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ra-sûlullah (sav) buyurdu ki: "Yüzseksen yılı oldu mu, artık ümmetim için bekârlık, uzlet ve dağ başlarında ruhbanlık etmek helâl olacaktır. "[33]
Yine Ali b. Sa'd, Abdullah b. el-Mübarek'den, o, Mübarek b. Fedale'den, o, el-Hasen'den, o, Rasûlullalı (sav)'a ref ederek şöyle dediğini nakletmekledir: "İnsanlar, öyle bir zamana geleceklerdir ki, dinine bağlı bir kimsenin dininin esenliğe kavuşması, ancak dini ile bir dağın tepesinden, bir başka dağın tepesine, yahut bir yerden bir başka yere kaçıp giden kimse için mümkün olacaktır. Artık böyle bir şey oldu mu, maişet ancak Allah'a isyan ile elde edilir. Ve bu da oldu mu, artık bekârlık helal olur." Ey Allah'ın Rasûlü diye sordular, sen bize evlenmeyi emrettiğin halde bekârlık nasıl helal olur? Şöyle buyurdu: "Böyle bir şey oldu mu, kişinin fesada uğraması, anne-babası eliyle gerçekleşecektir. Anne-babası olmazsa, bu sefer onun helak oluşu zevcesi vasıtasıyla olacaktır. Eğer onun zevcesi yoksa, onun helaki çocuğu vasıtasıyla olacaktır. Eğer çocuğu yoksa, onun helaki, yakın akrabaları ve komşuları vasıtasıyla gerçekleşecektir." Bu nasıl olur ey Allah'ın Rasûlü, diye sordular, o da şu cevabı verdi: "Geçim darlığı dolayısıyla onu ayıplarlar ve gücünün yetmediği şeylerle onu mükellef tutarlar. İşte o vakit o da kendisinin helak olmasıyla sonuçlanacak yollara sapar. "[34]
Derim ki: Bu hususta insanların durumları birbirinden farklıdır. Nice kişi mağaralarda ve dağlardaki oyuklarda kalabilecek güce sahip olabilir. Bu, uzletin en üstün halidir. Çünkü Allah'ın, peygamberliğinden önceki dönemlerde Peygamberi için seçip tercih ettiği hali budur. Ayrıca Kitab-ı keriminde de bu genç delikanlılardan haber verirken, nass ile tesbit ettiği ha! de budur. Çünkü yüce Allah: "Madem ki onlardan ve A İlah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının" diye buyurmaktadır.
Nice kimseler için de evinde uzlete çekilmek kendisi için daha kolay ve daha sıkıntısızdır. Bedİr'e katılmış bazı kimseler de Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra bu şekilde uzlete çekilerek evlerinde oturmuş ve kabirleri dışında hiçbir yere çıkıp gitmemişlerdi.
Bazı kimseler de bu ikisi arasında ortalarda bir yerdedir. Bu kişi, insanlarla oturup kalkmaya ve onların eziyetlerine sabredebilir. O, zahiren onlarla birlikte olmakla birlikte bâtınen onlara muhaliftir.
tbnü'l-Mübarek şöyle demektedir: Bize, Vuheyb b. el-Verd anlattı, dedi ki: Bir adam, Vehb b. Münebbih'in yanına gelip şöyle dedi: Ahali, içine düştükleri bu hale düştü. Ben de kendi kendime onlarla birlikte olmama kararını verdim. Vehb: Hayır böyie yapma, dedi. Çünkü insanlarla birlikte olmak senin için kaçınılmaz bir şeydir. Onların da seninle birlikte olmaları onlar için kaçınılmazdır. Senin onlara bir çok ihtiyacın oiduğu gibi, onların da sana bir çok ihtiyaçları vardır. Ama sen, onlar arasında işiten bir sağır ve gören bir kör, konuşan bir dilsiz ol. Şöyle de denilmiştir: İnsanlardan uzaklaşmayı sağlayan her bir yer, dağîar ve dağbaşlarının kapsamına girmektedir. Mescidlerde itikat' etmek, rîbat yapmak ve zikir İçin sahillerde bulunmak, insanların şerlerinden kaçarak evlerden ayrılmamak gibi.
Hadis-i şeritlerde dağ başları, dağlar ve koyunların arkasından gitmek gibi hususların söz konusu edilmesi -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- çoğunlukla uzlete çekilmek için seçilen yerlerin bunlar oluşundan dolayıdır. O halde -belirttiğimiz gibi- insanlardan uzaklaşmayı sağlayan her bîr yer bunun kapsamına girmektedir. Muvafakiyet Allah'tandır, günahlardan korunmak da O'nun lütruyla olur.
Ukbe b. Âmir şöyle demektedir: Ben, Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Rabbim, bir dağın tepesinde koyun otlayan, namazı için ezan okuyup namaz kılan kimsenin halini beğenir. Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurur: Kuluma bakınız, ezan okuyor, namaz İçin kamet getiriyor ve Benden korkuyor. Ben, kuluma mağfiret ettim ve onu cennetime koyacağım." Bu hadisi Nesâî rivayet etmiştir.[35]
Yüce Allah'ın: "...İşimizde bize doğruyu bulma başarısını ver" buyruğu şunu göstermektedir: Onlar, kendilerini takip edenlerden kaçtıktan sonra duaya yöneldiler ve yüce Allah'a sığınarak: "Rabbimiz, bize tarafından bir rahmet" yani bir mağfiret ve bir nzık "işimizde de bize doğruyu bulma başarısını ver" bİ2İ doğruya muvaffak kıl, dediler.
İbn Abbas: Mağaradan esenlikle çıkmayı nasib et, diye açıklamıştır. Bize doğruyu göster, diye de açıklanmıştır, İşte bu anlam dolayısıyla Hz. Peygamber, herhangi bir sıkıntıya düştü mü hemen namaza sığınırdı.[36]
11. Bunun üzerine Biz de nice yıllar mağarada kulaklarına vurduk.
Bu buyruk, yüce Allah'ın onları uyuttuğunu anlatan bir tabirdir. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in Arapların benzerini meydana getiremeyeceklerini İkrar ve itiraf ettikleri oldukça fasih ifadelerindendir. ez-Zeccac dedi ki: Biz onların sesleri işitmelerini engelledik. Çünkü uyuyan bir kimse bir ses işitti mi uyanır.
İbn Abbas da şöyle demektedir: Biz, kulaklarına uykuyu vurduk. Yani, seslerin kulaklarına nüfuz etmelerini önleyecek şekilde tıkadık. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz, kulaklarına vurduk. Yani, onların dualarını kabul ettik, kavimlerinin onlara kötülük yapmalarını önledik ve onları uyuttuk.
Bütün bu anlamlar birbirine yakındır. Kulrub da şöyle demiştir: Bu, Arapların: Emirin, yönetimi altındaki kimseleri fesal işlemekten alıkoymasını anlatmak için "emir yönetimi altındakilerin ellerine vurdu (alıkoydu)" tabiri ile efendinin, ticaret yapma iznini verdiği kölesini tasarruftan alıkoymasını anlatmak üzere kullandıkları, "efendi, kölesinin eline vurdu" tabirlerine benzemektedir. el-Esved b, Ya'kub -ki, gözleri görmeyen birisiydi- şöyle demektedir:
"Ve başıma gelen zor olaylardan birisi de -ey Babasız kalmayasıca- şudur ki: Yeryüzüne bana fearşj setler vuruldu. (Gözlerim görmediği için her taraf bana tıkanık gibi geliyor)."
Özellikle "kulakların söz konusu edilmesine gelince; uykunun ve uyku rahatının bozulmasına en büyük etken organın o oluşundan dolayıdır. Uyuyan bir kimsenin uykusu ancak kulağının işittiği seslerden dolayı bozulur. Uykunun başka türlü bozulması nadirdir. Ve sağlam bir uyku da ancak kulağın bir şey duymaması halinde mümkün olur. Uykuda kulağın söz konusu edilmesiyle ilgili ifadelerden birisi de Hz. Peygambcr'in: "İşte bu. şeytanın kulağına işediği bîr kimsedir" ifadesidir. Bunu da Sahilı(-i Buhârî ve Müslim) rivayet etmiştir.[37] Hz. Peygamber bu sözleriyle, uzun süre uyuyan ve geceleyin kalkmayan (namaza uyanmayan) kimseyi kastetmektedir.
“Nice” kelimesi, "yıllar" kelimesinin sıfatıdır. Yani, sayılı yıllar onları uyuttuk demektir. Bu ifade ile kasıl, çokluğu anlatmaktır. Çünkü az bir sürenin "nice" ile belirtilmesine gerek yoktur. Zira, "az süre uyku"nun ne kadar olduğu örfen bilinmektedir.
mastar olup "saymak" demektir. ise, sayı anlamındadır. Ebu Ubeyde der ki: "Nice" kelimesi, mastar (mefûl-i mutlak) olarak nasb edilmiştir.
Bir topluluk da şöyle demektedir: Yüce Allah, bu yılların sayısını daha sonra beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Onlar, mağaralarında üçyüz yıl kaldılar, dokuz daha kattılar." (el-Kehf, 18/25) [38]
12. Sonra da o iki zümreden hangisinin, bekledikleri süreyi daha İyi hesap ettiğini ayırt edelim diye onları uyandırdık.
Yüce Allah'ın: "Sonra da... onları uyandırdık" buyruğu, uykularından sonra onları uyandırdık, demektir. Diriltilen veya uykusundan kaldırılan kimseye "neb'ûs (uyandırılan)" denilir. Çünkü bu kimse daha önceden yerinden kalkmaktan ve bir takım İşleri yapmaktan alıkonulmuş bulunmaktadır.
"İki zümreden hangisinin, bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini ayırd edelim diye" buyruğundaki; " Ayırt edelim (lafzı anlamıyla; bilelim) diye" ifadesi, sözü edilen o şeyin varlık alemine çıkması ve müşaha-de olunacak bir hale gelmesini anlatan bir tabirdir. Bu da Arapların kullandıktan ifadelere uygundur. Yani, Biz bunu varlık âleminde ortaya çıkmış haliyle bilelim, ortaya çıkartalım demektir. Yoksa, yüce Allah zaten her iki zümreden hangisinin bu süreyi daha iyi bildiğini bilmekte idi.
ez-Ziihrî, Ayırt etsin diye" anlamında "ye" ile okumuştur. "İki hizb (zümre)" ise, İki kesim, iki fırka demektir.
Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre, iki zümreden birisi, genç delikanlıların kendileridir. Çünkü onlar kendilerinin az bir süre uykuda kaldıklarını zannetmişlerdi. İkinci zümre ise, genç delikanlıların durumu iîe İlgili tarih kaydının bulunduğu ve genç delikanlıların, dönemlerinde uykudan uyandırıldıkları dönemdeki şehir halkıdır. Müessirlerin çoğunluğunun görüşü budur.
Bir diğer kesim İse şöyle demektedir: Bunlar, kâfirlerden iki ayrı zümredir. Kehf ashabının uykuda kaldıkları süre hakkında anlaşmazlık içerisinde idiler.
Bunların, mü'min İki ayrı zümre oldukları söylendiği gibi, âyetin lafızları ile ilişkisi bulunmayacak şekilde başka görüşler de ileri sürülmüştür.
" Daha iyi hesap etti" ifadesi, mazi bir fiildir. “Süreyi” ifadesi de mef ulun bih olarak nasb edilmiştir. Bu açıklamayı da Ebu Ali yapmıştır. el-Perrâ ise temyiz olarak nasb edildiğini söylerken, ez-Zeccâc zari olmak üzere nasbedildiğini söylemiştir. Bu iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini ayırd edelim diye... demek olur. "Nihai vakit" demektir. Mücahid bunun sayı anlamında olduğunu söylemiştir. Bu ise, manayı daha iyi kavratmak kastıyla mana ile bir tefsirdir.
Taberi ise bu kelimenin; " Bekledikleri" fiili ile nasbedildiğini söylemiştir. İbn Atiyye ise: Bu, uygun bir açıklama değildir demektedir. Bunun, temyiz olarak nasb edildiğini söyleyenlerin görüşüne gelince; daha iyi hesap etti" anlamı verilen kelimenin vezni olan): vezni, istisnalar dışında rubaî fiilden yapılmaz. Daha iyi hesap etti" ise, rubaî bir fiildir. Ancak bu görüşün lehine şöylece delil getirilebilir: Rubaî (dört harfli fiil) de bu vezin çokça kullanılmıştır. Bir kimsenin: O, ne kadar çok mal verir ve ne kadar çok hayır işler" demesi gibi.
Nitekim Peygamber (sav), havuzunun niteliğine dair şöyle buyurmuştur: Suyu sütten daha beyazdır."[39] Ömer b. el-Hattab da: Öyle bir kimse bunların dışında kalan şeyleri daha bir zayi eder" demiştir. [40]
13. Biz, sana onların kıssalarını gerçek şekliyle anlatalım: Gerçekten bunlar, Rabblerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de hidâyetlerini arttırmıştık.
Yüce Allah'ın: "Sonra da iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesabettiğini ayırt edelim diye" buyruğu, genç delikanlıların uykuda kaldıkları süre hakkında bir görüş ayrılığının ortaya çıktığını ifade ettiğinden, yüce Allah" "Biz, sana onların kıssalarını gerçek şekliyle anlatalım" buyruğu ile onların gerçek durumlarını bildiğini haber vermekledir. "Gerçekten bunlar... genç yiğitlerdi" buyruğu da şu demektir: Onlar, genç ve henüz yaşları küçük kimseler olup aracısız olarak iman etmeleri dolayısı ile de onlar hakkında "fütüvvet; yiğitlik, delikanlılık" hükmünü vermiştir.
Dil bilginleri de böyle demişlerdir: Fütüvvet'in başı imandır. Cüneyd de şöyle demiştir: Fütüvvet; mevcudun karşılıksız verilmesi, eziyetin Önlenmesi, şekvanın terk edilmesidir. Yine fütüvvet'in, haramlardan kaçınmak ve üstün ahlâkî değerleri işlemekte eli çabuk tutmak olduğu da söylenmiştir. Bundan başka açıklamalarda da bulunulmuştur. Bu da gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü manası itibariyle "fütüvvet: genç ve yiğit olmak" ile ilgili İleri sürülmüş bütün görüşleri kapsamına alır.
"Dizde hidâyetlerini artırmıştık." Yani, herşeyden ilişkiyi kesip Allah'a yönelmek, insanlardan uzaklaşmak, dünyaya rağbet etmemek (zülıd) gibi sa-lih amel işlemelerini kolaylaştırmıştık. Bu, imandan ayn olarak yapılan güzel işlerdir.
es-Süddî şöyle demektedir: Yüce Allah, onların hidâyetlerini çobanın köpeğini -havlayıp kendilerine dikkat çekmesi korkusu ile- taşlayıp uzaklaştırdıkları sırada, onların hidâyetlerini artırmıştı. Çünkü köpek, dua eden bir kimse gibi, ön ayaklarını semaya doğru kaldırınca, Allah onun konuşmasını sağlayarak şöyle demişti: Ey gençler, ne diye beni kovuyor, niçin beni taşlıyorsunuz, niçin beni vuruyorsunuz? Allah'a yemin ederim, siz O'nu bilip tanımadan kırk yıl öncesinden ben O'nu biüp tanımıştım.
Allah, böylelikle onların hidâyetlerini artırmıştı. [41]
14.
(Hükümdarlarının önünde) dikilip de: "Bizim Rabbİmiz, göklerin ve yerin
Rabbİdir. Biz O'ndan başkasını ilah diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son
derece batıl bir söz söylemiş oluruz" dediklerinde Biz, kalplerine sabır
ve metanet vermiştik.
"Biz, kalplerine sabır ve metanet vermiştik" buyruğu, ileri derecedeki kararlılık ve sabrın bir ifadesidir. Allah, onlara öyle,bir azim, sabır ve metanet ihsan etmişti ki, kâfirlerin önünde: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbİdir. Biz O'ndan başkasını ilah diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz" demişlerdi. Dehşete kapılmak, ruhî zayıflık ve güçsüzlük, münasebet yönü ile çözülüşe benzediğinden dolayı; nefsin güçlülüğü, kararlılığı ve ileri derecede metanet göstermesi de sağlamlığa ve metanete benzemektedir. İşte bundan dolayı (âyet-i kerimenin bu bölümünde geçen ve "sabır ve metanet" anlamı verilen kelimeyle aynı kökte olmak üzere): Filan kişi dehşete kapılmaz, sabır ve metanet sahibidir" tabiri dehşet, savaş ve benzeri hallerde korkuya kapıl-mamasını anlatmak için kullanılır. Hz. Musa'nın annesinin kalbine metanet verilmesi de bu kabildendir.
Yine yüce Allah'ın: Kalplerinizi pekiştirmek veonunla ayaklar (iniz) a sebat vermek için tfe..."(el-Enfâl, 8/11) buyruğu da bu kabildendir ki, buna dair açıklamalar önceden (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın: "Dikilip de... dediklerinde" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki ballık halinde sunacağız: [42]
Yüce Allah'ın: "Dikilip de... dediklerinde" buyruğunun üç anlama gelme ihtimali vardır:
1- Bunun, onların -önceden de geçtiği gibi- kâfir hükümdarın huzurunda ayağa kalkıp dikilmelerinin anlatılması amacıyla zikredilmiş olmasıdır. Bu, hükümdarın dinine muhalefet ettikleri ve Allah uğrunda onun heybetine aldırış etmedikleri için kalplerine sebat verilmesini gerektiren bir konumdur.
2- İkinci anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: Bu genç delikanlılar, sözü edilen şehrin ileri gelen büyüklerinin çocukları idiler. Bunlar, aralarında anlaşma ve sözleşme sözkonusu olmaksızın bu şehrin dışına çıktılar ve arka taraflarında bir araya geldiler. Onların en yaşlıları şöyle dedi: Ben içimde, gerçek Rabbimin göklerin ve yerin Rabbi olduğu kanaatini besliyorum. Onlar da: Bizler de aynı kanaati içimizde buluyoruz, dediler. Bunun üzerine hep birlikte kalkıp: "Bizim Kabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz Ondan başkasını ilah diye çağırmayız. O takdirde gerçekten son derece batıl bir söz söylemiş oluruz" dediler. Yani, eğer biz O'ndan başka bir ilaha ibadet edecek olursak, hiç şüphesiz zalimce ve imkânı bulunmayan bir iddiada bulunmuş oluruz.
3- Üçüncü olarak; onların dikilmeleri Allah'a doğru kaçmak ve insanları terk etmek hususunda kararlılıkla yerlerinden kalkıp gitmeleri demektir. Nitekim bir kimse tam bir gayret ve kararlılık ile bir işi yapmak istediği takdirde: “Filan kişi bu iş için dikildi" tabiri kullanılır. [43]
İbn Atiyye der ki: Ayağa dikilmek ve söz söylemek hususunda sufiler, yüce Allah'ın; "Dikilip de.- Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir... dediklerinde" buyruğunu delil diye kabul etmişlerdir.
Derim ki: Bu, doğru olmayan bir delillendirmedir. Çünkü bu âyet-i kerimede kendilerinden söz edilenler, ayağa dikilip Allah'ın hidâyet ettiği şekilde Allah'ı andılar, kendilerine ihsan etmiş olduğu nimet ve bağışlan dolayısıyla O'na şükrettiler. Sonra da kavimlerinden korkarak, onlardan ilişkilerini kesip Rabblerine yöneldiler. İşte Allah'ın rasûüerinde, peygamberlerinde, azimet sahibi (hakta sebatlı, kararlı) veli ve dostları hakkındaki sünneti (kanunu) budur. Bu nerede! ayaklan vurarak, elleri açıp raksetmek nerede. Özellikle de bu zamanımızda tüysüzlerden ve kadınlardan güzel seslilerin nağmelerini İşitmek nerede! Heyhat! bu ikisi arasında gökler ile yer arasındaki gibi bir uzaklık vardır. Diğer taraftan böyle bir tutum, ileride yüce Allah'ın izniyle Lukman Suresi'nde açıklaması da geleceği üzere ilim adamlarının tümüne göre haramdır. Yine Subhân <İsra) Suresi'nde de yüce Allah'ın: "Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme" buyruğu tefsir edilirken de (el-İsra, 17/37; 5- başlıkta) yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
İmam Ebu Bekr et-Tarsusî de su filerin bu konudaki kanaatleri hakkında kendisine soru sorulması üzerine şöyle demektedir: Raks ve vecde gelmeye gelince bunu, ilk olarak ortaya atanlar, Samirînin adamlarıdır, Sâmirî, onlara böğüren bir ceset halinde buzağıyı yapınca, onlar vecde gelerek etrafında kalkıp raksetmeye koyuldular. İşte bu, -ileride de geleceği Üzere- kâfirlerin dinidir; buzağıya İbadet edenlerin yoludur. [44]
15. "Şunlar, şu bizim kavmimiz, O'ndan başka ilâhlar edindiler. Bari onlara dair açık bir delil getirselerdi. Artık Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir!"
Yüce Allah'ın: "Şunlar, şu bizim kavmimiz, O'ndan başka ilahlar edindiler" buyruğu şu demektir: Onların kimisi diğerine: Şunlar, şu bizim kavmimiz, yani gu bizim çağdaşlarımız ve bizim şehrimizde bizimle birlikte yaşayanlar, herhangi bir delile bağlı olmaksızın atalarını taklit ederek putlara tapındılar. "Bari onlara dair açık bir delil" yani, putlara tapmalarına dair açık bir belge "getirselerdi" getirmeli değiller miydi? Buradaki: "C f*M) Onlara" zamirinin, ilahlara raci olduğu söylenmiştir. Yani bunlar, putların ilahlar olduğuna dair apaçık bir delil getirmeli değiller miydi?
Onların; "Bari ...se..." sözleri, âciz bırakmak anlamında bir teşviktir, Onlar, böyle bir delil getirme imkânına sahip olmadıklarına göre, bu putların ilâhiıklanna dair iddialarına da iltifat etmemek gerekir. [45]
16. "Madem ki onlardan ve Allalı'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının. Rabbİniz size rahmetinden genişlik versin, İşinizde size faydalı olanı hazırlasın."
"Madem ki onlardan ...ayrıldınız" buyruğu, denildiğine göre yüce Allah'ın onlara hitabı cümlesindendir. Yani: Siz, onlardan ayrıldığınıza göre, o halde mağaraya sığınınız. Bunun, -İbn Atiyye'nin naklettiğine göre- başkanları
Yemlîha'run söylediği sözler cümlesinden olduğu da söylenmiştir. el-Ğazne-vi de bu sözler onlara, başkanları Mekselmînâ tarafından söylenmiştir, demiştir. Yani, sizler onlardan ve onların taptıklarından uzaklaşıp ayrıldığınıza göre... dedikten sonra, burada "Allah'dan başka" istisnası getirilmiştir. Yani sizler Allah'a İbadetten uzaklaşmadınız, O'nu terk etmediniz. O bakımdan bu, munkatı bir İstisnadır.
İbn Atiyye der ki: Bunun munkatı istisna olması, Ashab-ı Kehf'in kendilerinden kaçtıkları kimselerin, Allah'ı tanımamaları ve Allah'ı hiç bir şekilde bilmedikleri ve ancak putların ilah olduklarına inandıkları varsayımına göredir. Eğer bizler, Araplar gibi Allah'ı tanımakla birlikte putlarını ibadette Allah'a ortak koşan kimseler olduklarını varsayacak olursak, o takdirde istisna muttasıl olur. Çünkü ayrılıp uzaklaşmak, -Allah hakkında müsnesnâ olmak üzere- kâfirlerin bütün ibadet ettikleri şeyler hakkında sözkonusu oimuş olur. Abdullah b. Mes'ud'un Mushaf'ında ise bu buyruk; “Allah'ın dışında tapmakta olduklarından" şeklindedir. Katade dedi ki: Bu buyruğun tefsiri işte budur.
Derim ki: Buna, Hafız Ebu Nuaym'in, Ata el-Horasanı'd en, yüce Allah'ın: "Madem ki onlardan ve Allah dan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız" buyruğu hakkında naklettiği şu sözü de delil teşkil etmektedir: Hem Allah'a, hem de O'nunla birlikte başka bir ilâha tapınan bir kavme mensup bir grup genç delikanlı vardı. Bu genç delikanlılar, bu ilahlara ibadetten uzaklaşmakla birlikte, Allah'a ibadetten uzaklaşmadılar.
İbn Atiyye der ki: Katade'nin açıklamasına göre buradaki: dan başka"...dan başka" takdirinde olur. "Allah'dan başka tapmakta oldukları" buyruğundaki; ...lan" ise nasb mahallinde ve yüce Allah'ın: Onlardan... ayrıldınız" buyruğundaki zamire atf olur.
Bu âyetin muhtevası şudur: Onların bir kısmı diğerine şöyle dediler: Bizler, kâfirlerden uzaklaşıp yalnızca Allah'a ibadete yöneldiğimize göre, mağara bizim sığınağımız, barınağımız olsun ve Allah'a güvenip dayanalım. Şüphesiz ki O, rahmetini önümüzde açacak, bize yayacaktır ve bizim işimize faydalı ve kolay olanı da hazırlayacaktır.
Bütün bunlar, dünya nazar-ı itibara alınarak yapılan bir dua olmakla birlikte, âhiretieri hususunda da Allah'dan, tam bir ümit ve güven sahibi olduklarını göstermektedir. Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn (r.a) dedi ki: Ashab-ı Kehfin mesleği, kılıç, ayna ve benzeri şeyleri düzeltmek ve onlardaki pürüzleri gidermek idi. Mağaranın adı da Hayûm idi.
" Faydalı olan" kelimesi, "mim" harfi hem esreli hem üstün olarak okunmuş olup; kendisinden yararlanılan şey (irtifalı.) demektir. İnsanın dirseğine de aynı şekilde; denilir. Bu kelime, aynı zamanda "mim" harfi üstün ve "fe" harfi esreli olarak (merîak şeklinde) da kullanılır. Dilcilerden "mim" harfi üstün ve "fe" harfi esreli (merfik şeklinde! okunmasını, "mescid" gibi ismi mekân olarak kabul edenler de vardır. Bununla birlikte bu iki şekil, iki ayrı söyleyiştir. [46]
17. Güneş doğduğu zaman, mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığında da onların sol yanlarından kayıp gittiğini görürdün. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kime hidâyet verirse o doğru yola erdirilmiştir. Kimi de saptırırca, artık onun için doğru yola erdirecek bir veli bulamazsın.
18. Onlar, uyuyor oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ yanlarına da, sol yanlarına da çeviriyorduk. Onların köpeği ise, giriş yerinde iki kolunu (ön ayaklarını) uzatmıştı. Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın ve hiç şüphesiz onların korkusu ile dolardın.
"Güneş doğduğu zaman mağaralarımn sağ tarafına yöneldiğini... görürdün." Yani, ey bu buyruklara muhatap olan kimse! Sen, güneşin doğduğu sırada onların mağaralarından meyledip gittiğini görürdün. Yani, sen onları görmüş olsaydın, bu halde olduklarını görecektin. Yoksa burada muhatabın, onları muhakkak gördüğü anlamında bir hitap değildir.
"Meyledip bir tarafa çekilmek" anlamındadır. " Meyletmek" demektir. Gözü bir tarafa kaymış olan bir kimseye "el-Ezver" denilmesi de buradan gelmektedir. Gözün dışındaki kaymalar hakkında da kullanılır. Nitekim İbn Ebt Rebia şöyle demiştir:
"Ve onların korkusuyla yanım meyi etmektedir (ezver)."
Antere'nin şu mısraında da bu kelimenin kökünden gelen fiil kullanılmaktadır:
"Mızrakların boynuna indirdiği şiddetli darbelerden dolayı yana meyletti."
Mute Gazvesi ile ilgili hadiste de Rasûlullah (sav)'ın, Abdullah b. Revâ-ha'nın tahtında Cafer ile Zeyd b. Hârise'nin tahtına nisbetle bir meyil (izvi-râr) gördüğü zikredilmektedir."[47]
Haremeyn ahalisi ile Ebû Amr, "Yöneldi" kelimesini "te" harfini "ze" harfine idğam ile okumuşlardır. Bunun da aslı: şeklindedir. Âsim, Hamza ve el-Kisaî "ze" harfini şeddesiz olarak diye okumuşlardır. İbn Âmir: diye okumuştur. el-Ferra, şeklinde okunduğunu nakletmiştir ki, hepsinin de anlamı birdir.
"Battığında da onların sol yanlarından kayıp gittiğini görürdün" anlamındaki buyrukta geçen; “Onların ...dan kayıp gittiğini" buyruğunu cumhur, "onları öylece bırakıp gittiği" anlamında "te" ile okumuşlardır. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Katade ise, "onlan bu hallerinde ter-kettiğini" diye açıklamıştır. en-Nehhas bu, dilde bilinen bir manadır derken, BasrahlaT, bir kimseyi terk etmeyi anlatmak üzere; "Onu terk etti, eder" denildiğini nakletmektedirler.
Buyruğun anlamı şudur Onlara bir keramet olmak üzere güneş hiç bir şekilde isabet etmiyordu. Bu da İbn Abbas'ın görüşüdür. Yani, güneş doğduğunda, mağaralannın sağ tarafına doğru meylederdi. Güneş battığı takdirde ise mağaralarının sol tarafından meylederdi. Böylelikle günün başlangıcında da, sonunda da güneş onlara isabet etmezdi. Onlann mağaraları, Rum diyarında (küçük ve büyük) ayı yıldızlarına doğru bakıyordu. Güneş doğarken de, batarken de, doğudan batıya doğru hareket ederken de onlardan başka tarafa kayıyor ve sıcağı ile onları rahatsız etmemek, tenlerinin rengini değiştirmemek, elbiselerini de eskitmemek için güneş ışığı onlara ulaşmıyordu.
Şöyle de denilmiştir: Mağaralarının güney tarafından da batı tarafından ela güneşe karşı birer engeli vardı. Onlar da bu iki engelin köşesinde bulunuyorlardı. ez-Zeccâc'ın kanaatine göre ise, mağaranın herhangi bir tarafa açılan ve bunu gerektiren bir kapısı bulunmaksızın güneşin bu durumu, Allah'ın âyetlerinden bir âyet idi.
Bir kesim, bu kelimeyi; şeklinde "ye" ile kesmek anlamına gelen; mastarından gelen bir fiil olarak okumuşlardır. Yani, mağara gölgesi ile onlara gelen güneş ışığını kesiyordu.
"Battığında da onların sol yanlarından kayıp gittiğini" buyruğunun şu anlama geldiği söylenmiştir: Yani, güneş ışığından az miktar onlara cleği-yordu. Bu ise altın ve gümüşün kırıntısı anlamına gelen; kelimesinden alınmadır. Güneş ışınlarının az bir bölümü onlara ulaşıyordu, anlamındadır. Bunlar, bu görüşlerini şöyle açıklamaktadırlar: Akşam vakti güneş ışın-tarının onlara değmesi, bedenlerini ıslah edici bir özeliiğe sahipti.
Özetle söyleyecek olursak, bu konudaki âyet (ilâhî belge) şudur: Yüce Allah, bu niteliklere sahip bir mağarada onları barındırdı. Günün büyük bir bölümünde üzerlerine güneş ışığının gelmesi dolayısıyla rahatsız olacakları bir başka mağarada onları barındırmadı. Bu açıklamaya göre, bir bulutun gölge yapması, yahut bir başka sebep dolayısıyla güneş ışığının onlara ulaşmasının engellenmesi mümkündür. Maksat onların, gerelt bedeni değişiklik, gerekse de tenlerinin renginin değişmesi, diğer taraftan sıcak ya da soğuktan rahatsız olmak gibi rahatsız edici her bir şeyin, ulaşmasına karşı korunduklarının açıklanmasıdır.
"Kendileri İse oranın" yani mağaranın "geniş bir yerinde idiler buyru-ğundaki: Geniş yer" demektir. Çoğulu; İle şeklinde gelir. Şair de şöyle demektedir:
"Kimse başka bir tarafa sapmaksızın ve yalnız başına ayrı da kalmaksızın Her bir vadiyi ve her bir genişliği adamlarla ve atlarla dolduranlar bizleriz."
Buyruk, onlann kendilerine hava, esinti ve meltemlerinin isabet edeceği bir halde olduklarını anlatmaktadır.
"Bu, Allah'ın âyetlerindendir." Allah'ın onlara bir lütrudur. Bu da ez-Zec-cac'ın konu ile ilgili açıklamasını pekiştirmektedir. Tefsir bilginleri şöyle demektedir: Onlar, uyuyor oldukları halde, gözleri açıktı. O bakımdan onları gören herhangi bir kimse onları uyanık zannederdi. Şöyle de açıklanmıştır; Uyanık bir kimsenin yattığı yerde çokça dönüp durması gibi, onların da çokça dönüp durmalarından ötürü, sen onların uyanık olduklarını zannederdin.
"Uyanık (kimseler)" kelimesi,
kelimesinin çoğuludur ve bu da uyanık bulunan kimse demektir.
"Onlar uyuyor oldukları halde" ifadesi ise, Araplann; "Onlar, rükû, sücud ediyor ve oturuyor oldukları halde" ifadesine benzemekle olup çoğul olanlar mastar ile nitelendirilmişlerdir.
"Biz onlan sağ yanlarına da sol yanlarına da çeviriyorduk" buyruğu hakkında İbn Abbas der ki: Yer onların etlerini yiyip bitirmesin diye böyle yapıyordu. Ebu Hureyre dedi kî: Her yıl onlar iki defa döndürülüyorlardı. Yılda bir defa döndürüldükleri de söylenmiştir. Mücahid de şöyle demektedir: Her yedi yılda bir defa döndürülüyorlardı. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Ancak son dokuz yılda döndürülmüşlerdir. Üç yüz yıl içerisinde ise döndürülmediler. Müfessirlerin konu ile ilgili açıklamalarının zahirinden anlaşıldığına göre; onların bu dondürülmeleri Allah'ın bir fiili idi. Bununla birlikte, Allah'ın emriyle bir mHek tarafından yapılması ve böylelikle bu fiilin yüce Allah'a izafe edilmesi de mümkündür. [48]
Yüce Allah'ın: "Onların köpeği ise giriş yerinde İki kolunu (ön ayaklarını) uzatmıştı" buyruğuna dair açıklamalarımız ise dört başlık halinde sunacağız: [49]
Yüce Allah'ın: "Onların köpeği" buyruğu ile ilgili olarak Amr b. Dinar şöyle demektedir: Akrepten alınan sözlerden birisi de, "gece veya gündüz Allah Nuh'a salât ve selâm eylesin" diyen herhangi bir kimseyi sokmaması; köpekten alınan ahidlerden birisi de: "Onların köpeği ise giriş yerinde iki kolunu uzatmıştı" diyerek, üzerine gelen her hangi bir kimseye zarar vermemesidir.
Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre burada sözü edilen köpek, gerçek bir köpektir. -Mukatil'in dediğine göre- onlardan birisinin av köpeği yahut ekinini veya koyunlarını bekleyen bir köpeği idi. Köpeğin rengi ile ilgili -es-Sa'lebî'nin de sözünü ettiği şekilde- çok fazla görüş ayrılıkları vardır. Bunun hülasası şudur: Hangi renkte olduğunu söylersen isabet edersin. O kadar ki, onun rengi taş rengi veya sema renginde idi dahi denilmiştir. Aynı şekilde köpeğin adı konusunda da görüş ayrılığı vardır. Hz. Ali'den Reyyan, İbn Ab-bas'dan Kıtmir, el-Evzaîden Müşir, Abdullah b. Selam'dan Basît, Ka'bdan Silı-ya, Vehb'den Nîkyâ olduğu söyledikleri nakledilmiştir. Kıtmîr olduğu da söylenmiştir kî, bunları es-Sa'lebî nakletmektedir.
Onların dönemlerinde tıpkı günümüzde bizim şeriatimîzde caiz olduğu şekilde köpek beslemek, alıkoymak da caiz idi.
îbn Abbas der ki: Kehf ashabı, geceleyin kaçtılar. Ve bunlar yedi kişi İdiler. Beraberinde köpeği bulunan bir çobanın yanından geçtiler. O da dinlerini kabul ederek arkalarından gitti.
Ka'b dedi ki: Onlar, bir köpeğin yanından geçtiklerinde köpek onlara havladı. Onu kovdular. Ancak, geri döndü, defalarca onu kovdular. Bu sefer köpek, arka ayaklan üzerine dikilip ön ayaklarını dua eden bir kimsenin yaptığı şekilde semaya doğru kaldırıp dile geldi ve: Benden korkmayın, çünkü ben Allah'ın sevdiklerini seviyorum. Siz uyuyun, ben de sizi koruyayım, size bekçilik edeyim, dedi. [50]
Sahih (-İ Müslim) de, İbn Ömer'den gelen rivayete göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim, -av yahut davar köpeği müstesna- bir köpek barındıracak oiursa, her gün onun ecrinden iki kırat eksilir."[51] Yine Sahih (-i Müslim), pbu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav.) buyurdu ki: "Kim, -davar (çoban) yahut av veya ekin köpeği müstesna- bir köpefc edinirse, her gün onun ecrinden bir kırat eksilir. "[52]
ez-Zührî dedi ki: İbn Ömer'e, Ebu Hureyre'nin bu hadisi rivayet ettiği nakledilince şöyle dedi: Allah Ebu Hureyre'ye rahmet ihsan eylesin. O, ekin sahibi bir kimse idi; (o bakımdan bu hadisi iyi bellemiş').[53]
Görüldüğü gibi sabit olan sünnet av İçin, ekinleri beklemek ve davarları korumak için köpek beslemenin caiz olduğuna delildir. Bunların dışında herhangi bir menfaat söz konusu olmaksızın köpek besleyenlerin ecirlerinin eksileceğinin belirtilmesi ise, ya köpeğin müslümanları korkutmasından, havlamasıyla onları şaşırtmasından dolayıdır yahut eve meleklerin girmesine mani olduğundan dolayıdır, ya da -Şafiî'nin görüşüne göre- köpeğin necaseti dolayısıyladır. Yahut da herhangi bir faydası olmayan bir şeyi edinmeye dair yasağın çiğnenme cesaretinin gösterilmesinden dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
Konu İle ilgili iki rivayetten birisinde "iki kırat" denilirken, diğerinde de: "Bir kırat" denilmektedir. Bu, biri diğerinden daha çok e7iyet veren iki köpek türü hakkında olması ihtimaline binaendir. Mesela, Hz, Peygamberin öldürülmesini emrettiği siyah küpek buna bir örnektir. Hz. Peygamber, Hz. Ca-bir yoluyla gelen hadiste açıkça belirtildiği gibi, köpeklerin öldürüimesini neh-yettiği hadisinde, bu gibi siyah köpekleri (öldürülmeyecekler arasında sayarak) bu istisnaya sokmamıştır. Bu hadisi de Sahih (i Müslim) rivayet etmiş olup, buna göre Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur: "İki gözü üzerinde iki nokta bulunan simsiyah köpeği biihassa dikkatli olunuz (öldürünüz)."[54]
Sevap eksilme sebebinin, yerlerin farklılığı dolayısıyla olma ihtimali de vardır. Mesela, Medine veya Mekke'de köpek barındıran kimsenin ecrinden İki kırat, başka yerde barındıranın ecrinden de bir kırat eksilmesi söz konusu olabilir. Edinilmesi mubah olan köpek barındırma ise, tıpkı at ve kedi gibi ecrin eksilmesine sebep olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır. [55]
Malik'e göre beslenmesi mubah olan çoban köpeği, davarlarla birlikte giden köpektir. Yoksa evde hırsızlara karşı onları koruyan köpekler değildir. Ekin köpeği İse, ekinleri geceleyin veya gündüzün vahşi hayvanlara karşı koruyan köpeklerdir; hırsızlara karşı koruyan değil.
Malik'in dışındaki ilim adamları ise, davar ve ekin hırsızlarına karşj köpek edinmeyi de caiz kabul etmişlerdir. Köpeğin hükümleri ile ilgili yeterli açıklamalar, daha önceden el-Maide Sûresi'nde (5/4. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun. [56]
İhn Atiyye dedi kj: Babam -Allah ondan razı olsun- bana şunu anlatmıştı: Ben, Mısır camiinde, Ebu'1-Fadl el-Cevheri'yi, 469 yılında vaaz kürsüsünde şunfan söylerken dinledim: Hayır ehli kimseleri seven kimse, onların bereketinden bir şeylere nail olur. Bir köpek, fazilet ehli kimseleri sevdi ve onlarla birlikte arkadaşlık etti, Allah da indirdiği muhkem Kitabında ondan söz etti.
Derim ki: Bir köpek, salih ve veli kimselerle arkadaşlık edip bunlarla birlikte bulunduğundan dolayı bu üstün dereceye nail olup yüce Allah Kitabında sozkonusu ettiğine göre, mü'min ve muvahhid olup evliyayı ve salih kimseleri seven kimselerle birlikte oturup kalkanlar hakkındaki kanaatimiz ne olabilir! Hatta bu, Peygamber (sav)'a sevgi besleyen, bununla birlikte kemal derecelerine kusurları sebebiyle ulaşamayan mü'miR kimselere bir tesellidir. Sahil» (i Buhârî ve Müslim), Enes b. Malİk'den şöyle dediğini rivayet etmek-tedir(ler): Ben, Allah Rasûlü (sav) ile birlikte mescidden çıkıyorken, Mesctd'in kapısında bir adam bizimle karşı karşıya geldi ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, kıyamet ne zaman kopacak? Rasûlullah (sav): "Kıyamet için ne hazırladın?" diye sordu. Adam, boyun eğer gibi oldu, sonra da ey Allah'ın Rasûlü ben, kıyamete çokça namaz, oruç ve sadaka hazırlamış değilim. Ancak Allah'ı ve Ra-sûlünü seviyorum. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen, sevdiklerinle berabersin."[57]
Bir rivayette de Enes b. Malik şöyle demiştir: İslâm'a girdikten sonra Peygamber (sav.Vın: "Sen, sevdiklerinle berabersin" buyruğundan daha çok hiç bir şeye sevinmiş değiliz. Enes dedi ki: Ben, Allah'ı, Rasûlü'nü, Ebu Bekir ve Ömer'i seviyorum. Her ne kadar onların amelleriyle amel etmediysem de onlarla birlikte olacağımı ümid ediyorum.[58]
Derim ki: Enes'in sözünü ettiği bu husus, nefis sahibi her bir müslüma-nı da kapsar. Her ne kadar biz de kusurlu kimseler isek de bunu ümid ediyoruz. Ehil kimseler olmasak dahi rahmet-i rahmanı umarız. İşte bir köpek, bazı kimseleri sevdiği için Adalı da onu o kimselerle birlikte zikretti. Peki ya biz, imana tam bir inanç ile bağlanmış ve İslâm sözünü söylemiş, Peygamber (sav')'ı da seven kimseler olduğumuza göre... "Andolsun ki Biz, Ademo-ğullarını şerefli ve üstün kıldık. Onlara karada ve denizde taşıyacak vasıtalar verdik. Kendilerine hoş ve temiz nzıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan oldukça üstün kıldık." (ei-İsrâ, 17/70)
Bir kesim de şöyle demiştir: Onlarla beraber bulunduğu söz konusu edilen köpek, gerçek bir köpek değildir. Onlardan birisidir. Bu, mağaranın kapısı yanında, onların Önünde durmuş ve oturmuş birisi idi... Nitekim ikizler burcuna tabi olan yıldıza da köpek denilmesi bundan dolayıdır. Çünkü bu yıldızın ikizler burcuna bağlı oluşu köpeğin insana tabi oluşu gibidir. Ayrıca ona el-Cebbar (ikizlerin bir adı) köpeği de denilir. İbn'Aüyye dedi ki: Bu kimseye, aynı yere bağlı kalan ve oradan ayrılmayan hayvan adı, bundan dolayı verilmiştir. Ancak köpeğin ön ayaklarını uzatmış olduğundan söz edilmesi, bu görüşü zayıflatmaktadır. Çünkü Örfen bu, gerçek anlamıyla köpeğin bir sıfatıdır. Peygamber (sav)'ın: "Sizden, her hangi bir kimse koHarım köpek gibi yaymasın"[59] diye buyurması da bu kabildendir.
Ebu Ömer el-Mutarriz da "Kitabu'l'Yevakît" adlı eserinde; Onların köpeklerinin sahibi ^giriş yerinde iki kolunu uzatmıştı" diye okunduğunu nakletmektedir. Burada "kâlib (köpek sahibi)" İfadesi ile -nakledilen rivayete göre- bu adamın kastedilmiş olma ihtimali vardır. Çünkü yukarı doğru bakmak kastıyla yüzün kaldırılmasıyla beraber kolların uzatılması ve yere yapışmak, kendisini saklamaya çalışan ve şüphelenilmesini istemeyen kişinin durumudar. "Kâlib" kelimesi ile köpeğin kendisinin kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Cafer b. Muhammed es-Sadık da, -köpek sahibi anlamında- bu kelimeyi böylece okumuştur.
"İki kolunu uzatmıştı" buyruğunda, ism-i fail (uzatıcı idi, anlamında) amel etmiştir. Ve burada (mealde görüldüğü gibi) mazi fiil anlamındadır. Çünkü bu bir halin hikâyesidir. Bununla köpeğin yaptığı haber verilmek kastı güdütmemiştir. Zira (kol), dirsek ucundan orta parmak ucuna kadar olan bölgenin adıdır. Diğer taraftan: Kolların (ön ayakların) uzatılması, sürenin uzunluğundan dolayıdır diye açıklandığı gibi, köpek de uyudu ve bu da bu konudaki ilahi belgelerden birisidir, diye de açıklanmıştır. Köpeğin, gözleri açık olarak uyuduğu da söylenmiştir.
"Giriş yeri" kelimesi, (avlu gibi) boşluk, düzlük demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas, Mücahid ve İbn Cübeyr yapmıştır; ki, mağaranın önündeki boşluk anlamındadır. Çoğulu da: ile şeklinde gelir. Mağaranın kapısı anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas da bu açıklamayı yapmıştır.
"Hiç bir yakıtım bulunmadığı ve bana karşı önündeki düzlüğü kapanmayan bir yere (konakladım). Ve benim orada yaptığım iyilikler bilinmektedir; kimse bunları reddetmez."
Bu beyit, daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.
Ata da şöyle açıklamıştır: Bundan kasıt, mağara kapısının eşiğidir. Nitekim; " Kapalı kapı" demektir. "Kapıyı kapattım" anlamındadır. "el-Vasid" aynı zamanda kökleri birbirine yaktn bitki anlamına da gelir. O bakımdan bu kelime müşterek bir lafızdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Yanlarına çıkıp onları görseydin" buyruğunu cumhur, "vav" harfini esreli olarak, el-A'meş ve Yahya b. Vessâb İse ötreli olarak okumuştur.
"Mutlaka onlardan geri dönüp kaçardın." Yani t sen eğer onları görecek olsaydın onlardan kaçardın "ve hiç şüphesiz onların korkusu Üe dolardın."
Buna sebep ise yüce Allah'ın etraflarını kapatıp sardırdığı korkunç hal ile onları bürüyen heybettir. Bunun, bulundukları yerin korkunçluğu dolayısyla olduğu da söylenmiştir. Sanki yüce Allah onları, zahiren korkunç ve issi2 bir yere bannmalarını sağlamak suretiyle, insanların onlardan uzaklaşmasını sağlamak istemiş gibidir.
Şöyle de denilmiştir: İnsanlar, bu korku dolayısı ile onlara yaklaşamıyor ve böylelikle İnsanlar tarafından görülmeleri alıkonulmuş oluyordu. Hiç bir kimse onlara yaklaşma cesaretini gösteremiyordu. Bir diğer açıklamada da şöyle denilmektedir: Onlardan kaçmak, saçlannın ve tırnaklanmn uzunluğundan dolayıdır. Bunu da el-Mehdevî, en-Nehhâs, ez-Zeccâc ve el-Kuşeyrî zekre t mislerdir. Böyle olması, uzak bir ihtimaldir. Çünkü uyandıklarında biri diğerine: Bir gün veya bir günün bir bölümü uykuda kaldık, demişti. İşte bu, onların saçlarının ve tırnaklarının olduğu halde kaldığına delildir. Ancak; onlar bu sözleri, tırnaklarına ve saçlarına bakmadan önce söylemişlerdir, denilmesi müstesna,
ibn Atİyye dedi ki: Onların durumları hakkında doğru olan şu ki: Yüce Allah, uykuya daldıkları sıradaki hallerini olduğu gibi muhafaza etmiştir. Böy-leilkİe bu, hem onlar için hem de başkaları için bir belge teşkil etsin. Onların elbıseleri de eskimedi ve herhangi bir nitelikleri de değişikliğe uğrama-ı. eiıire giden kişi sadece o şehirin alametlerini ve binalarını tanıyamamış-".. îğer kendi nefsinde de benimseyemeyeceği bir durum sözkonusu olsay-:.. elbetteki bu, onun için daha da önemli olurdu.
N'âfî, tbn Kesîr, îbn Abbas, Mekkeliler ile Medineliler;" Onlar dolar taşardın" şeklinde mübalağa olmak üzere lam" harfini şeddeli olarak okumuşlardır. Yani, defalarca dolar taşardın, demek olur. Diğerleri ise, "lam" harfini şeddesiz olarak okumuştur. Şeddesiz okuyuş da dilde daha meşhurdur. el-Muhabbal es-Sa'dînin şu beyitinde ise bu kelimenin "lam" harfi şeddeli olarak geçmektedir:
"en-Nu'man ihramh iken insanlara saldırıp öldürdüğü vakit Sen de Ka'b b. Avfdan (alacağın) zincirleri doldurdukça doldur."
Cumhur, "Korku" kelimesini "ayn" harfini sakin olarak; Ebu Cafer ise ötreli olarak okumuştur. Ebu Hatim: Bu iki okuyuş iki ayrı söyleyiştir, demektedir. "Kaçardın" kelimesi hal olarak riasb edilmiştir. "Korku" anlamındaki kelime ise ya ikinci mef'uldür veya temyizdir. [60]
19. İşte
böylece kendi aralarında soruştursunlar diye onları uyandırdık. Ardından
içlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir gün veya bir
günün birazı kaldık" dediler. Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı
Rabbiniz daha iyi bilendir. Şimdi siz, birinizi bu gümüş paranız ile şehre
gönderin de baksın; hangi yemeği daha temiz bulursa ondan size bir rızık
getirsin. Dikkatlice hareket etsin ve sakın sizi kimseye farkcttirmesin.
20. "Çünkü onlar, sizi ele geçirirlerse sizi ya taşlarlar yahut kendi dinlerine döndürürler. O takdirde ebediyen iflah olmazsınız."
"İşte böylece kendi aralarında soruştursunlar diye onları uyandırdık" buyruğundaki; "Uyandırmak"; hareketsiz iken harekete getirmek anlamındadır. Buyruğun anlamı da şöyledir: Biz, onları uyuttuğumuz, hidâyetlerini artırdığımız ve uykudayken evirip çevirdiğimiz gibi onları uyandırdık da. Yani, onları daha önceki elbiselerinde ve eski hallerinde herhangi bir değişiklik olmaksızın uykularından uyandırdık. Şair, şöyle demektedir:
"Ve seher vaktinde uyandırdığım; hepsi birlikte ama, kimisi henüz yeni sarhoş olmuş,
Kimisi el yordamıyla önünü görmeye çalışır halde kalkan samimi genç arkadaşlar..."
Yüce Allah'ın: "Kendi aralarında soruştursunlar diye" buyruğundaki "lam" lam-ı sayrûra (oluş) lâm'ı diye bilinir. "Akıbet lâm"ı ile aynı şeydir. Yani, bu noktaya varsınlar diye bir anlam ifade eder. Yüce Allah'ın: “Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktır” (el-Kasas, 28/8) buyruğundaki "lam" da böyledir.
O halde onlann uykularından uyandınlmaları birbirlerine soruştursunlar diye olmamıştı.
Yüce Allah'ın: "Bir gün veya bir günün birazı kaldık, dediler" buyruğuna gelince, onların böyle demelerine sebep, sabah öğleden önce mağaraya girmeleri, yüce Allah'ın da onlan gündüzün son saatlerinde uyandırmış olmasıdır. O bakımdan onların başkanları Yemlîha veya Mekselmînâ: Uyuduğumuz süreyi en iyi bilen Allalı'dır, diye cevap verdi. [61]
Yüce Allah'ın: "Şimdi siz, birinizi bu gümüş paranız ile şehre gönderin..." buyruğuna dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [62]
İbn Abbas dedi ki: Onların ellerindeki paralan bahar mevsiminde doğan deve yavrusunun ayak tabanını andırıyordu. İbn Abbas'ın bu sözünü en-Neh-hâs nakletmektedir.
îbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir, el-Kisaî ve Âsım'dan rivayetle Hafs, “Gümüş paranız ile" kelimesini "re" harfini esreli olarak okumuşlardır. Ebu Amr, Hamza ve Âsım'dan rivayetle Ebu Bekir ise bu kelimeyi "ra" harfini sakin olarak okumuşlar ve ağırlığı dolayısıyla esreyi hazf etmişlerdir. Bu iki okuyuş, iki ayrı söyleyiştir. ez-Zeccac ise bu kelimeyi "vav" harfini esreli, "ra" harfini de sakin olarak okumuştur.
Onların aç olarak uyandıkları ve yiyecek almak Üzere gönderdikleri kişinin Yemlîlıâ olduğu da söylenmiştir ki, el-Gaznevî'nin naklettiğine göre bu, yaşça en küçükleri idi. Şehir ise, Üfsus (Efes) şehridir. Tarsus oiduğu da söylenmiştir Bunun, cahiliye döneminde ad: da Üfsus idi. islam gelince oraya Tarsus adını vermişlerdir.
İbn Abbas dedi ki: Bunlarla birlikte kendi çağlannda bulunan kiralın resmini taşıyan dirhemler vardı. [63]
Yüce Allah'ın: "Baksın, hangi yemeği daha temiz bulursa..." buyruğu nu İbn Abbas, hangi hayvanın kesim itibariyle daha helal olduğuna baksın, diye açıklamıştır. Çünkü onların yaşadıkları şehrin ahalisi, bir pul adına hayvanlarını kesiyorlardı. Aralarında imanlarını gizleyen bir topluluk vardı. İbn Abbas: Genel olarak şehir halkt mecusi idi, demektedir.
"Hangi yemeği daha temiz bulursa" ifadesinin, daha bir bereketli olduğunu görürse anlamında olduğu da söylenmiştir. Yine denildiğine göre arkadaşları, gönderdikleri kimseye, kimse onlan farketmesin dîye iki ya da üç kişilik bir yiyecek diye zannedilecek, ancak pişirilmesi halinde de bir topluluğa yetecek kadar bir miktar almasını istediler. Bundan dolayı alınan bu yiyeceğin pirinç olduğu söylenmiştir. Kuru üzüm olduğu, hurma olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Dahatemiz" İfadesinin, daha hoş anlamında olduğu söylendiği gibi, daha ucuz anlamında kullanıldığı da söylenmiştir.
"Ondan size bir rızık" sizin için bir gıda "getirsin, dikkatlice hareket etsin." Yani, şehre girişinde ve yiyeceği satın alışında gereken dikkati göstersin "ve sakın sizi kimseye farkettirmesin" kimseye durumunuzu haber vermesin. Şöyle de denilmiştir: Eğer o, farkedilecek olursa, hiç bir zaman diğer kardeşlerini içine düştüğü bu zor duruma düşürmesin.
"Çünkü onlar sizi ele geçirirlerse, sizi ya taşlarlar..." ez-Zeccac dedi ki: Yani size taş atarlar, sizi taşa tutarlar. Ki, bu öldürme şekillerinin en kötüsü-dür. Bu ifade, size söver sayarlar, tahkir ederler diye de açıklanmış ise de, birinci açıklama şekli daha sahihtir. Çünkü onların kıssaları ile ilgili daha önceden geçen açıklamalardan da anlaşıldığına göre onların öldürülmeleri isteniyordu . Taşa tutmak ise geçmiş dönemlerde, -yine bundan önce açıklandığı üzere- insanların dinlerine muhalefet etmenin bir cezası idi. Çünkü böyle bir cezalandırma, hepsinin ortaklaşa bu cezalandırmaya katılmalan açısından, bütün o din mensuplarını daha bir rahatlatıcı idi. [64]
Aralarından biri sinin, gümüş para ile gönderilmesi, vekâlete ve vekâletin sıhhatine bir delildir. Ali b. Ebi Talib (r.a) da kardeşi Akil'i, Osman (r.a) nez-dinde vekil tayin etmişti. Genel olarak vekâletin sıhhati hususunda herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Vekâlet, cahiliye döneminde de, İslâm geldikten sonra da bilinen bir uygulamadır. Nitekim, Abdurrahman b. Avf da, Umeyye b. HalePi Mekke'de bulunan aile halkı ve diğer yakınları üzerine vekil bırakmıştı. Yani, onları korumalarını istemişti. Umeyye de o sırada müşrik idi. Buna karşılık Abdurrahman b. Avf da Umevye'ye bu yaptıklarına misliyle bir mükâfat olmak üzere Medine'de bulunan yakınlarını korumayı tekeffül etmişti. Buhârî, Abdurrahman b. AvPdan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Umeyye b. Halef İle Mekke'de bulunan aile halkım ve yakınlarımı (sâ-ğiye) koruması, benim de onun Medine'de bulunan yakınlannı korumam üzere bir belge düzenledik. Ben, adımı (Abdur)Ralıman diye sözkonusu edince, o: Ben Rahman diye bir kimse tanımıyorum. Benimle cahiliye dönemindeki İsmini zikrederek yazış, dedi. Ben de onunla Abdu Amr diye yazıştım... diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti[65]
el-Esmaî dedi ki: " Kişinin aile halkı ve yakınları, kişiye meyleden, onun yanına gelen kimseler" demektir. Bu kelime, meyletmek anlamındaki; fiilinden alınmadır. Bir şeye meyleden veya onunla birlikte bulunan her şey hakkında bu fiil kullanılır. Bu açıklamalar onun "Kitabu'l-Efâl" adh eserinden nakiedilmiştir. [66]
Vekâlet, bir nâiblik akdidir. Şanı yüce Allah, bu akde duyulan ihtiyaç ve bu akid sayesinde bir takım maslahatlar gerçekleşeceğinden dolayı izin vermiştir. Çünkü herkesin bütün işlerini başkasının yardımı olmadan veya rahatlıkla kendiliğinden yerine getirme imkânı bulunmaz. O bakımdan kişi bu işleri için kendisini rahatlatacak kimseleri vekil tayin eder.
İlim adamlarımız, vekâletin sıhhatine Kitab-ı Kerimden bir takım âyetleri delil göstermişlerdir. Bu âyetlerden birisi, açıklamakta olduğumuz âyet-i ketime ile, yüce Allah'ın: "...Onu (zekâtı) toplamakla görevlendirilenlere.." (et-Tevbe, 9/60); "Şu gömleğimi götürün de..." {Yusuf, 12/93) buyruklarını delil göstermişlerdir. Sannet-i seniyeden buna delil teşkil edecek hadisler pek çoktur. Bunlardan birisi Urve el-Bârikî yoluyla rivayet edilen hadistir ki, bu hadis daha önceden el-En'âm Sûresi tefsirinin sonlarında (6/164. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Câbir b. Abdullah rivayetle dedi ki: Hayber'e çıkmak istedim. Rasûluilah (sav)'ın yanına varıp ona şöyle dedim: Ben, Hayber'e çıkmak istiyorum. Bana şöyle dedi: "Benim oradaki vekilimin yanına varırsan, sen ondan onbeş vesk (hurma) al. Senden buna dair (bu tahsilatı yapabilme yetkisine sahip olduğuna dair) bir alâmet isteyecek olursa, sen de elini onun gırtlağının üzerine koy!" Bu hadisi de Ebu Dâvûd rivayet etmiştir.[67]
Bu anlamdaki hadisler pek çoktur. Diğer taraftan ümmetin bu akdin caiz oluşu üzerinde icmâ' etmesi de yeterli bir delildir. [68]
Vekâlet, niyâbeten (vekâlet yoluyla) yerine getirilmesi caiz olan bütün haklarda caizdir. O bakımdan gasıp (gasbettiği mal hususunda) birisine vekâlet verecek olsa bu caiz olmaz. Kendisi vekil durumunda olur. Çünkü yapılması haram olan bütün işlerde de vekâlet caiz olmaz. [69]
Bu âyet-i kerimede oldukça güzel bir müjde vardır. O da şudur: Onların aralarından birisini vekil tayin etmeleri, kendilerine bir zarar gelir korkusuyla herhangi bir kimsenin varlıklarını farketmesi korkusu dolayısıyla takiye ile birlikte sözkonusu olmuştu.
Mazeret sahibi olan kimselerin, başkalarını vekil tayin etmelerinin caiz olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Mazereti bulunmayan kimsenin başkasını vekil tayin etmesine gelince, cumhur böyle bir vekâletin caiz olacağını kabul etmiştir. Ebu Hanife ve Suhnun ise caiz değildir, demişlerdir. İbnu'1-Ara-bî der ki: Suhnun, bu görüşünü Esed b. el-Furat'tan almış ve hakimliği döneminde buna göre hüküm vermiş gibi görünüyor. O, belki de bunu zulüm ve zorba kimselere karşı, onlardaki hakları almak ve onlan zelil etmek için yapıyordu ki, bu da hakkın kendisidir. Çünkü vekâlet bir yardım ve destektir. Batıl ehli kimselere ise yardım ve destek olunmaz.
Derim ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Din ve 1'azilet sahibi olan kimseler, fiilen hazır bulunsalar ve o işlerini görebilecek sağlığa sahip olsalar dahi başkalarını vekil tayin edebilirler. Hazır bulunan ve sağlıklı olan kimsenin başkasın* vekil tayin etmesinin caiz ve sahili oluşunun delili, Buhârî, Müslim ve başkalarının, Ebu Hureyre'den naklettikleri şu rivayettir: Ebu Hureyre dedi ki: Bir kimsenin Peygamber (sav)'da belli yaşta bir deve alacağı vardı. Hz. Peygamberin yanına gelerek bu devesini ödemesini isledi. Hz. Peygamber de: "Bunun istediği hakkını veriniz" diye buyurdu. Onun hakkı olan yaştaki deveyi aramakla birlikte bulamadılar. Ancak, yaşça ondan daha büyük deve bulabildiler. Hz. Peygamber yine: "Onu veriniz" diye buyurdu. Adam şöyle dedi: Sen, bana hakkımı tas tamam verdin. Allah da sana tastamam ihsan etsin, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki, sizin en hayırlınız borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdiı."[70] Laliz Buhârî'ye aittir.
İşte bu hadis, sahih olmakla birlikte ayrıca hazır bulunan ve bedenen sağlıklı bîr kimsenin başkasını vekil tayin etmesinin caiz olduğuna delildir. Çünkü Peygamber (sav) ashabına, kendisine vekâleten borcu olan yaştaki deveyi vermelerini emretmişti, jşte bu, onun bu konuda onlara verdiği bir vekalettir. Peygamber (sav) hasta da değildi, yolculukta da bulunmuyordu. Bu ise, Ebu Hanife ile Suhnun'un: Hazır bulunan ve bedenen sağlıklı olan bir kimsenin, ondan davacı olan kişinin rızası müstesna başkasını vekil tayin etmesi caiz değildir, şeklindeki görüşlerini reddetmektedir. Çünkü bu hadis, onların bu konudaki görüşlerine muhaliftir. [71]
İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerime, ortaklığın caiz olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir. Çünkü (sözü ediien) gümüş para, hepsine ait idi. Aynı şekilde âyet, vekâletin caiz olduğu hükmünü de İhtiva eder. Çünkü onlar aralarından birisini göndermiş ve yiyecek satın almak üzere onu vekil tayin etmişlerdi. Arkadaşların birlikte yemek yemeleri ve yiyeceklerini birlikte karıştırmalarının caiz olduğu hükmünü de ihtiva eder. Biri diğerinden daha çok yese bile. Daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/220. âyet, 6. başlıkta) geçtiği üzere yüce Allah'ın: "Şayet onlarla bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir"(el-Bakara, 2/220) buyruğu da buna benzemektedir. Bundan dolayı bizim mezhebimize mensup ilim adamları, kendisine sadaka verilen ve bunu zengine ait bir yiyeceğe karıştırıp onunla birlikte yiyen bir yoksulun bu davranışının caiz olduğunu söylemişlerdir. Yine mezhebimiz alimleri, mudaraba yapan ortağın, kendisine ait yemeği başkasının yemeğine karıştırıp o kimseyle birlikte yemesinin caiz olduğunu da söylemişlerdir. Rasûlullah (sav) da kendisine kurbanlık almak üzere ashabdan birisini vekil tayin etmiş bulunmaktadır.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Âyet-i kerimede buna dair bir delil yoktur. Çünkü onlardan her bir kişinin, gönderdikleri şahsa başlı başına para vermiş olması ihtimali de vardır. O takdirde o kişinin alışverişinde ortaklık sözkonusu olmaz. Yine bu konuda ancak şu iki hadis dayanak teşkil etmektedir: Bunlardan birisine göre îbn Ömer, kuru hurma yiyen bir topluluğun yanından geçmiş ve şöyle demiştir: RasûluJlah (sav), bir kimsenin hurmaları ikişer ikişer yemesini, kardeşinin kendisine izin vermesi hali müstesna nehyetmiştir[72] Diğeri ise, Ebu Ubeyde'nin komutanlığındaki el-Habat sedyesine dair hadis-i şeriftir[73]
Ancak bu, konuya delaleti bakımından birincisinden daha geridedir. Zira, Ebu Ubeyde'nin o gazvede kendilerine gıda teşkil edecek şeyleri asgari ölçüde yetecek kadar verme ve onları bunun için bir araya toplamama İhtimali de vardır.
Derim ki: Bu görüşün aksine, Kitab-ı Kerimden delil teşkil eden buyruklar arasında yüce Allah'ın: "Şayet onlarla bir arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir"(el-Bakara, 2/220) buyruğu ile; "Sizin için topluca veya ayrı ayrı yemenizde de bir vebal yoktur" Cen-Nur, 24/61) buyrukları da vardır. Yüce Allah'ın izniyle ileride açıklaması gelecektir. [74]
21. Böylece bulunmalarını sağladık ki, Allah'ın vadinin gerçek olduğunu ve kıyametin kopacağında asla şüphe bulunmadığını bilsinler. Hani onlar kendi meselelerini aralarında tartışıyorlardı. Bunun üzerine: "Üzerlerine bir bina yapın" demişlerdi. Rabbleri onları daha iyi bilendir. Onların işine galip gelen kimseler İse: "Mutlaka biz, yanlarında bir mescid edineceğiz" dediler.
"Böylece bulunmalarını sağladık." Yani, başkalarını onlara muttali kıldık ve oniarı açığa çıkardık.
"Bulunmalarını sağladık" fiili, "Buldu" fiilînin hemze ile müteaddi olmuş (geçişli yapılımş) şeklidir. Aslında bu, ayağın tökezlenme-si hakkında kullanılır.
"Ki, Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu... bilsinler" buyruğunda Kehf ashabının dönemlerinde uyandırıldığı müslüman ümmet kastedilmektedir. Çünkü Dakyanus ölmüş, aradan birkaç nesil geçmiş, o sırada da o ülkeye sa-lilı bir kimse hükümdar olmuştu. O bakımdan, bu ülke ahalisi öldükten sonra hasredilmek ve kabirlerden cesetlerin diriltilmesi hususunda ihtilâfa düşmüşlerdi. Bu konuda bazıları şüphe ve tereddüde düşmüş, böyle bir dirilişi uzak bîr ihtimal görmüş ve: Ancak ruhlar hasredilir. Cesedi de toprak yer, demeye koyulmuşlardı. Başka bir kesim ise, ruh da ceset de hep birlikte diriltilir, demişlerdi. Bu hükümdara, kabul edilmesi zor bir mesele haline geldi, şaşırıp kaldı, bu hususu diğer insanlara nasıl açıklayabileceğini bilemez oldu. Sonunda kıldan elbiseler giyip küller üzerinde oturmaya başlamış, bu hususa dair delil ve açıklama için yüce Allah'a niyaza koyulmuştu. Yüce Allah da sonunda Kehf ashabının bulunmasını sağlamıştı.
Denildiğine göre Kehf ashabı, aralarından birisini kendilerine yiyecek getirmek üzere şehire gönderdiklerinde hem kişi olarak, hem de aradan geçen uzun zaman dolayısı ile elindeki paralar, şehir halkı tarafından tanınmamış ve garip karşılanmıştı. O bakımdan bu kişi hükümdarın huzuruna çıkartıldı. Hükümdar, salih bir zat İdi. O da, beraberindekiler de iman etmişlerdi. Bu kimseyi görünce: Bu, hükümdar Dakyanus döneminde şehirlerinden çıkan delikanlılardan birisi olabilir. Ben de yüce Allah'a onları bana göstermesi için dua edip duruyordum, dedi. Bu gence durumunu sordu, o da ona durumunu anlattı. Hükümdar bu işe çok sevindi ve şöyle (çevresindekilere) dedi; Allah size (böylece) bir belge göndermiş olabilir. Haydi bununla mağaraya doğru gidelim. Şehir halkı ile birlikte onların yanlarına gitmek üzere bineklerine bindiler. Mağaraya yaklaştıklarında Yemliha: Sizden korkmamaları için on-lann yanına ben gireceğim, dedi. O da yanlarına girip durumu arkadaşlarına haber verdi ve bu gelen topluluğun İslâm ümmeti olduğunu onlara söyledi. Rivayet edildiğine göre onlar bu İşe çok sevindiler, hükümdarın yanına çıktılar, onu tazim ettiler, o da onları tazim elti. Sonra da mağaralarına geri döndüler.
Rivayetlerin çoğunluğu, Yemliiıa'nın durumu onlara haber vermesi ile birlikte -ileride geleceği üzere- gerçek anlamıyla öldüklerini bildirmektedir. Cesetlerin diriltilmesi hususunda şüphe içerisinde bulunanlar da bu konuda kesin bir kanaate sahip olmuş otduJar Yüce Allah'ın: "Bulunmalarım sağladık ki, Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu... bilsinler" buyruğunun anlamı da işte budur. Yani, hükümdar ve onun yönetimi altındakiler, kıyametin de hak olduğunu, öldükten sonra dirilmenin de hak olduğunu bilsinler diye...
"Hani onlar kendi meselelerini aralarında tartışıyorlardı.'' Onlar bu tek kişiyi, Ashab-t KehPin haberlerinin doğruluğuna delil kabul ettiler ve yanlarına girmekten çekindiler. Bunun üzerine hükümdar: Bunların üzerine bir bina yapın, dedi. Genç delikanlıların dini üzere olan kimseler de: Onlann yanında bir mescid edinin, dediler.
Rivayet edildiğine göre kâfir bir kesim: Biz buraya ya bir kilise yahut misafirhane bina edelim, demişler. Ancak müslümanlar onlara engel olarak: Hayır, biz onlann yanında bir mescid edineceğiz, demişlerdi.
Yine rivayet edildiğine göre; bazıları mağarayı üzerlerine kapatmak ve mağarada onları görünmeyecek bir halde bırakmak istemişlerdi. Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre yüce Allah ise o sırada onların izierinin görülmesini engellemiş ve görülmelerini engelleyecek şekilde onları perdele-mişti. İşte onlara bir alamet olmak üzere üzerlerine bir bina yapmaya iten sebep de budur.
Yine denildiğine göre hükümdar; altından bir sanduka içerisinde onlan defnetmek İstedi. Rüyada onlardan birisini gördü, kendisine şöyie dedi: Sen bizi altın bir sanduka içerisine koymak istiyorsun. Böyle bir işi yapma. Biz, topraktan yaratıldık ve ona döneceğiz. Bizi halimize bırak. [75]
Burada kimileri yasak, kimileri caiz bir takım meseleler sözkonusudur. Kabirler üzerinde mescid yapmak, kabristanda namaz kılmak, kabirlerin üzerinde bina yapmak ve buna benzer sünnetin sözkonusu ettiği bir takım hususlar yasaktır, caiz değildir. Çünkü Kbu Dâvûd ve Tirmızî'nin rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Rasulullah (sav) kabri ziyaret eden kadınları, ka-birier üzerinde mescid yapan ve kandil yakanları ianetlemiştir. Tirmizî dedi ki: Bu konuda Ebu Hureyre ve Âişe'den de rivayetler gelmiştir. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadis de basendir.[76]
Buhârî ile Müslim de, Hz. Âişe'den rivayet ettiklerine göre, Um Habibe ile Um Seleme, Habeşistan'da gördükleri ve içinde bir takım tasvirler bulunan bir kiliseden Rasulullah (sav)'a söz ettiler Rasulullah (sav) da şöyle buyurdu: "O kimseler arasında salih bir kişi bulunup da bu salih kişi Öldü mü, hemen onun kabri üzerine bir mescid inşa eder ve orada bu suretleri yapıverirlerdi. Bunlar, kıyamet gününde yüce Allah huzurunda mahlukaün en kötüleridirler." Lafız Müslim'e aittir.[77]
İlim adamlarımız derler ki: işte bu müslümanlara, Peygamberlerin ve ilim adamlarının kabirlerini mescide çevirmelerini haram kılmaktadır. Hadis imamları, Ebu Mersed el-Ganevî'den şöyle dediğini rivayet ederler: Ben, Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "KabU'lere doğru namaz kılmayınız ve kabirler üzerinde oturmayınız." Bu hadisin lafzı da Müslim'e aittiı[78]
Yani, kabirleri yöneldiğiniz bir kıble edinerek, onlar üzerinde veya onlara doğru -yahudiler ve hristiyantann yaptıkları gibi- namaz kılmayınız. Çünkü bu, o kabirlerde bulunan kimselere ibadet etmeye götürür. Nitekim pullara ibadete sebep de bu olmuştu. Peygamber (sav) benzeri bir durumdan sakmdtrmakta ve buna gÖEüren yollan kapatarak şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlerinin ve aralarındaki salih kimselerin kabirlerini mescid edinen bir kavme Allah'ın gazabı çok şiddetlidir.[79]
Buhârî ile Müslim, Hz. Âişe ile Abdullah b. Abbas'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah (sav) hastalanınca kendisine ait bir örtüyü yüzünün üzerine koymaya başladı. Örtü yüzünün üzerinde iken nefes almada güçlük çekince, onu yüzünden açtı ve bu haliyle şöyle buyurdu: "Allah'ın laneti ya-hudilerle hristiyanlar üzerine olsun. Çünkü onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler." Hz. Peygamber bununla, onların yaptıklarını yapmaktan sakındırıyordu.[80]
Müslim de, Hz. Cabİr'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (sav) Kabrin alcı ile sıvanmasını, üzerine oturulmasını ve üzerine bina yapılmasını yasakladı.[81] Bu hadisi ayrıca Ebu Dâvûd ve Tirmizî de H2. Cabir'den rivayet etmişlerdir. O dedi ki: Rasuluüah (sav), kabirlerin alçı ile sıvanmasını, kabirlerinin üzerine yazı yazılmasını, üzerlerine bina yapılmasını ve üzerlerinden geçerek çiğnenmelerinİ yasakladı. Tİrmizîdedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.[82]
Sahih (i Müslim) de, Ebu'l-Heyyâc el-Esedî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ali b. Ebi Talib bana şöyle dedi: Rasuluilah (sav)'ın beni gerçekleştirmek üzere gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi: Ne kadar heykel görürsen, mutlaka onu dümdüz edecek, tanınmaz bir hale getireceksin, ne kadar yükseltilmiş kabir görürsen, mutlaka onu dümdüz edeceksin -Bir rivayette de: Ne kadar suret görürsen mutlaka onu da dümdüz edecek, tanınmaz hale getireceksin- denilmektedir. Bu hadisi Ebu Dâvûd ve Tirmizî de rivayet etmiştir.[83]
İlim adamlarımız derler ki: Bu hadisin zahiri kabirlerin nisbeten tümsek-1 estirilmesini, yükseltilmesini men etmekte ve alçak olmasını gerektirmektedir. Kimi ilim adamı da bu görüşü benimsemiştir.
Ancak cumhur, ortadan kaldınlması emrolunan bu yükseltmenin, deve hör-gücünü andıran bir tepe görünümünden daha fazla olanı hakkındadır. Kabrin, kendisi vasıtası ile tanınmasını ve saygı duyulmasını sağlayacak bir tümseklikte olması gerekir. -Malik'in, Muvatta'da zikrettiğine göre-, Peygamberimiz Muhammed (sav)'ın ve İki arkadaşının (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in) -Allah onlardan razı olsun- kabirleri de bu şekildedir.'[84] Dârakut-nî'nin, İbn Abbas yoluyla rivayetine göre, babamız Adem (a.s)'ın kabri de bu şekildedir.[85]
Cahiliye döneminde Ölüyü tazim ve yüceltmek kastıyla kabrin üzerinde gereğinden fazla binanın yükseltilmesine gelince, bu şekildeki bir bina yıkılır ve ortadan kaldırılır. Çünkü böyle bir iş, âhiretin ilk konağında dünyevi zinetin kullanılması ve kabirleri tazim edip onlara İbadet eden kimselere benzemek söz konusudur.
İşle bu hususlar ve bu konudaki nehyin zahiri dolayısı ile, bu gibi işlerin haram olduğunun söylenmesi gerekir.
Kabrin, deve hörgücü gibi tümsekleştirihnesine (.tesnime) gelince bu, bir karış kadar yükseltilmesi demek olup devenin hörgücü (senam)'den alınmış bir kelimedir, Kabrin üzerindeki topraklan rüzgârın savurmamast için Ü2erine su serpilir. Şafiî, kabrin çamur ile sıvanmasında bir sakınca yoktur der. Ebu Hanife de şöyle demektedir: Kabir, alçı ile de çamur İle de sıvanmaz ve üzerinde düşecek şekilde bina da yükseltilmez. Bununla bîr miktar -bir alamet olmak üzere- taşların konulmasında bir mahzur yoktur. Çünkü Ebu Bekir el-Eslem rivayetle şöyle demiştir: Bize Müsedded anlattı, bize Nuh b. Durâc anlattı o, Cafer b. Muhammed'den naklen dedi ki: RasuLullah (sav)'ın kızı Patıma, Hamza b. Abdulmuttaiib'in kabrini her cuma günü ziyaret eder. Onun kabrine alamet olmak üzere bir taş parçası koymuştu. Bunu da Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) zikretmiştir[86]
Bu buyruğun işaret ettiği caiz meselelerden birisi de tabutla defin meselesidir. Bu, özellikle gevşek arazîde caizdir. Rivayete göre Danyal (a.s) taştan bir tabut içerisinde imiş. Yusuf (a.s) da kendisi için camdan bir tabut yapılmasını ve kendisine ibadet olunur korkusu ile de bir kuyuya atılmasını vasiyet etmiş ve böylece Musa -Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun- dönemine kadar kalmıştır. Hz. Musa'ya, onun tabutunu oldukça yaşlı bir kadın göstermiş, o da o tabutu kaldırıp İshak (a.s)'ın bulunduğu hazireye koymuştu. Sahih'de, Sa'd b. Ebi Vakkas'dan nakledildiğine göre o, ölümüyle sonuçlanan hastalığında şöyle demiş: Bana da tıpkı Rasulullah (savVa yapıldığı gibi lahid açınız ve üzerime kerpiçleri dikine yerleştiriniz[87]
Lahid önce yerin yarılması, sonra da- eğer yer sert ise yarığın kıble tarafından bir başka kabrin kazılarak ölünün oraya yerleştirilmesine, üzerinin de kerpiç ile kapatılmasına denir. Bize göre bu, kabri (dikey) yarık şeklinde açmaktan daha faziletlidir. Çünkü yüce Allah'ın Rasulüne seçtiği şekil budur. Ebu Hanite de bu görüşü kabul etmiş ve sünnet olan lahid şeklinde kabri açmaktır, demiştir. Şafiî ise sünnet olan, kabri yeri yararak açmaktır, demiştir.
Lahid şeklindeki kabirde kireç kullanılması mekruhtur. Şafiî ise kireç kullanmakta bir mahzur yoktur, çünkü o da bir çeşit taştır, demiştir. Ebu Hanife ve arkadaşları İse bunu mekruh görürler. Çünkü kireç, yapılan binayı sağlamlaştırmak için kullanılır. Kabir ve içindekiler ise çürümeye mahkûmdur, ona sağlamlık uygun düşmez. Buna göre, taş ile kireç arasında bir fark kalmamaktadır. Bir diğer görüşe göre kireç, ateşin bir izini taşır. O bakımdan-tefe'ül yoluyla- mekruh kabul edilir. Bu görüşe göre taş ile kireç arasında fark görülmektedir.
Fakihler şöyle demektedir: Kerpiç ve kamış kullanmak müstehaptır. Çünkü rivayete göre Peygamber (sav)'ın kabri üzerine bir demet kamış konulmuştur. Büyük ilim adamı İmam Ebu Bekr Muhammed b. el-Fa di el-Hanefi -Ailalı'ın rahmeti üzerine olsun- den nakledildiğine göre o, kendi bölgelerinde yerin gevşekliği dolayısıyla tabut kullanmanın caiz olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir: Demirden dahi tabut kullanılacak olursa bunda bile bir mahzur yoktur. Ancak, onun iç tarafına toprak serilmeli ve ölü tarafından üst kesimi çamurla sıvanmalı, ince kerpiçler de ölünün sağ ve soluna y erle ş tiril mî ş-dir ki, böylelikle bu lahid konumuna gelsin.
Derim ki: Peygamber (sav)'ın kabrine kadife parçasının yerleştirilmesi de bu kabildendir. Çünkü Medine toprağı hem su sızdı™-, hem de tuzlu (kıraç) bir arazidir. (Hz. Peygamber'in azadlısı) Şükran dedi ki: Allah adına yemin ederim ki, kabirde Rasulullah (sav)'in altına kadife parçasını yerleştiren benim. Ebu İsa et-Tirmizî dedi ki: Şükran'in bu hadisi hasen, garip bir hadistir[88]
22. "Sayıları üçtür, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler. "Beştir, altıncıları köpekleridir" de diyecekler. Bu, gaybı taşlamaktır. "Yedidir, sekizincileri köpekleridir" diyecekler. De ki: "Rabbim, onların sayısını en iyi bilendir. Onları pek az kimseden başkası bilemez." O halde bunlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile mücadele etme! Bunlara dair onlardan kimseye birşey sorma!
"Sayıları üçtür, dördüncüleri köpekleridir, diyecekler" buyruğ undaki; "diyecekler" kelimesindeki zamir ile Tevrat sahipleriyle Muharamed (sav)'ın çağdaşları kastedilmektedir. Çünkü onlar, âyet-i kerimede belirtilen bu şekilde Ashab-ı Kehf in sayısı hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdi.
Bununla, hristiyantann kastedildiği de söylenmiştir. Bir grup lnristiyan, Nec-ran'dan, Peygamber <sav)'ın huzuruna gelmişlerdi. O sırada Ashab-ı Kehf söz konusu edildi. Hıristiyanların Yakubiye kolu, bunlar üç kişiydiler, dördüncüleri de köpeklen idi, dedi. Nasturiler, beş idiler, altıncıları da köpekleri idi, dediler. Müslümanlar da: Yedi kişi idiler, sekizincileri de köpekleri idi, dediler.
Bu buyruğun müşriklere, Peygamber (savYa Kehf ashabına dair soru sormalarını emreden yahudilerin durumunu haber verdiği de söylenmiştir.
Yüce Allah'ın: "Sekizincileri de köpekleridir" anlamındaki buyruğun başına gelen "vav" harfi, nahivcilere göre sayılarına dair verilen haberin sonuna gelmiş bir atıf "vav"ıdır ki, bu da onların durumunu açıklamak ve bu sayının haklarında söylenen nihai sayı olduğuna delâlet etmek içindir. Eğer bu "vav" kullanılmayacak olsaydı bile yine ifade doğru olurdu. Aralarında İbn Haleveyh'in de bulunduğu bîr kesim ise bu vav'ın "vav-ı semaniye (sekiz va-vı)" olduğunu da söylemişlerdir.
es-Sa'lebî'nin, Ebu Bekir b. Ayyaş'dan naklettiğine göre Kureyşliler, sayı sayarken altı, yedi ve sekiz der ve böylelikle sekizin başına "vav" harfini getirirlerdi. el-Kaffâl de buna yakın bir görüş naklederek şöyle demektedir: Bazıları Araplara göre sayının son noktası yedidir. Eğer yediden fazla saysya gerek duyulacak olursa, başına bir vav getirilmek suretiyle yeni bîr haber cümlesine geçilir. Yüce Allah'ın: "Tevbe edenler, ibadet edenler ...ve kötülüklerden vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır" (et-Tevbe, 9/112) buyruğu da bu türdendir. Yine buna cehennemin kapılarını söz konusu ettiği âyet-i kerimede: "Nihayet onlar oraya geleceklerinde kapıları açılacak" (ez-Zümer, 39/71) buyruğunda "vaV'sız iken, cennetten söz edince İse: "Ve kapılan açılacağında" (ez-Zümer, 39/73.) diye "vav" getirilmiştir. Bir başka yerde de: "Sizden hayırlı olmak üzere Allah'a teslim olan... hanımlar" diye buyurduktan sonra, "vav" ile "ve bakireler" (et-Tahrim, 66/5) diye buyurmaktadır.
O halde; şimdi bize göre on nasıl tam ve nihai bir sayı ise, onlarda*da o zaman yedi öylece saymanın bir nihayeti kabul ediliyordu.
el-Kuşeyri Ebu Nasr da şöyle demektedir: Böyle bir İddia, bir delile dayanılarak ileri sürülmüş değildir. Onlara göre yedinin nihai bir sayı olduğu nereden çıkmaktadır? Diğer taraftan yüce Allah'ın: "O Allah'dır ki, O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. Melik'tir, Kuddûs'dür, Selam'dtr, Mü'min'dir, Müheymin'dir, Aziz'dir, Cebbar'dır, Mütekebbir'dirs (el-Haşr, 59/23) buyruğu ile bu iddia nakzedilmekte (çürütülmekte) dir Çünkü görüldüğü gibi burada sekizinci ismin başına vav getirilmiş değildir.
Kelıf ashabının yedi kişi olduğunu ileri sürenlerden bir topluluk da şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın: "Yedidir, sekizincileri köpekleridir" buyruğunda "vav" harfinin getirilmesi, bu sayının onların durumunu bildiren gerçek sayı olduğuna dikkat çekmek ve kitap ehlinin bu hususta ileri sürdüğü sayılardan farklı olduğunu belirtmek içindir. Bundan dolayı yüce Allah bundan önceki iki sayı ile ilgili olarak, "bu gaybı taşlamaktır" diye buyurduğu halde, üçüncü sayıdan sonra bunu söz konusu etmemekte ve bu sayı hakkında her hangi bir tenkitte bulunmamaktadır. Bununla yüce Allah, Peygamber'ine, onlar yedi kişi idiler, sekizincileri de köpekleridir, demiş gibidir.
Recm (taşlamak) ise, zanna dayalı olaraksöz söylemektir. Zan ve tahmin yoluyla söylenen her bir şey hakkında; "Bu hususta tahmini kanaat belirtti, o tahmine dayalı olarak ileri sürülmüştür..." denilir. Nitekim şair de şöyle demektedir:
"Savaş, ancak sizin bildiğiniz ve tattığınız gibidir.
Yoksa onun hakkında zanna dayalı olarak söylenen aözler gibi değildir."
Derim ki: el-Maverdî ile el-Ğaznevî şunu naklederler: İbn Cüreyc ile Mu-hammed b. İshak dediler ki: Kelıf ashabı sekiz kişi idiler. Onlar, yüce Allah'ın: "Sekizincileri köpekleridir" buyruğunu, köpeklerinin sahibi olan kişidir, diye yorumlamışlardır. Bu da nahivcilerin "vav" ile ilgili kanaatlerini ve bu "vav"ın onların dedikleri türden bir "vav" olduğu görüşünü güçlendirmektedir. el-Kuşeyrî ise şöyle demektedir: Yüce Allah: "Dördüncüleri ile altıncıları" buyruğunda "vav"ı kullanmamıştır. Eğer durum bunun aksine olsaydı kullanılması caiz olurdu, Böyle bir "vav"ın hikmet ve illetini araştırmaya koyulmak, uzak bir ihtimal ve bir tekellüftür. Bu da yüce Allah'ın bir başka yerdeki: "Biz, hiç bir kasabayı belli bir yazısı olmaksızın helak etmedik" <el-Hicr, 15/14) buyruğu ile, bir başka yerdeki: "Biz, uyarıcılar olmaksızın hiç bir ülkeyi helak etmiş değiliz... hatırlatmadır" (eş-Şuarâ, 26/209) buyruklarına benzemektedir.
"De ki: Rabbim onların sayısını en İyi bilendir" âyet-i kerimesinde yüce Allah, Peygamberine, onların sayısı hakkındaki bilgiyi Allah'a havale etmesini emretmekte, sonra da insanlar arasından bunu bilenin pek az sayıda kimse olduğunu bildirmektedir. Bundan maksat ise, Ata'nın görüşüne göre kitap ehlinden pek az bir topluluktur. İbn Abbas da şöyle derdi: İşte ben de bu az sayıdaki kimselerdenim. Onlauyedi kişi idiler, sekizincileri ise onların köpekleridir. Daha sonra İbn Abbas bu yedi kişinin isimlerini zikretti, köpeklerinin de adı Kıtmir olup, benekli bir köpek idi; kısa boylu köpeklerden daha yüksek, tarla köpeklerden de daha alçak boylu olduğunu da zikretmektedir.
Muhammed b. Said b. eİ-Müseyyeb ise o, bir Çin köpeği idi demiştir. Sahih ise onun, Zübeyrî olduğudur. Yine Muhammed b. Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Neysabûr'da -bu husus kendisi için mukadder olmayanlar müstesna- benden bu hadisi yazmadık hiç bir muhaddis kalmamıştır. Ebu Amr ellim de bunu benden yazmıştır.
"O halde bunlar hakkında zahir olan şeyden başkası İle mücadele etme!" Yani, Ashab-ı Kent'hakkında ancak Bizim sana vahyettiğimiz ile mücadelede bulun ve tartış. Bu, onların sayılarına dair bilginin yüce Allah'a havale edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. "Zahir olan şeyle mücadele"nin, durum sizin söylediğiniz gibi değildir sözünü ve benzeri sözleri söylemek demek olduğu ve bu hususta Farazi herhangi bîr şeye ihtiyacın olmadığı anlamına geldiği de söylenmiştir.
Bu buyrukta yüce Allah'ın, onların sayısını hiç bir kimseye açıklamadığına dair delil vardır. Bundan dolayı yüce Allah: "Zahir olan şeyden başkasıyla" diye buyurmuştur. Bunun anlamı, geçip giden bir mücadele ve tartışmadır. Nitekim şair de bu kelimeyi bu anlamda kullanmıştır:
"Bu ise, utancı aenden uzaklaşıp gidecek bir şikâyet konusudur."
Yüce Allah, bu âyet-i kerimede, Hz. Peygamber'e tartışmayı mubah kılmış değildir. "Zahir olandan başkasıyla" buyruğu kitap ehlinin onunla ne şekilde tartışmaları gerektiği konusunda bir istiaredir. Onun onlara cevap verip kanaatlerini reddetmesine tartışma adı verilmiş, sonra da bu tartışma "zahir olmak" ile kayıtlandırılmışım Böylelikle yerilmiş tartışma ile gerçek tartışma arasındaki farkı ortaya koymaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Bunlar hakkında" buyruğundaki zamir, Ashab-ı Kehf e aittir.
"Onlardan" buyruğundaki zamir ise, Hz. Peygamber'e karşı çıkan kitap
ehline aittir. Yüce Allah'ın: "Bunlar hakkında... mücadele etme"
buyruğu ise, onların sayıları hakkında mücadele etme, demektir.
"Sayılan" anlamındaki kelimenin hazf edilmesi, ifadenin zahiri
itibariyle buna zaten delâlet etmesinden dolayıdır.
"Bunlara dair
onlardan kimseye bir şey sorma" buyruğu ile ilgiii olarak rivayet
edildiğine göre; Hz. Peygamber, (önce) onlar hakkında Necran hris-tiyanlarına
soru sormuş ve bu sebepten dolayı da soru sorması ona yasaklanmıştır. Bu ilmi
herhangi bir hususta, müslümanların kitap ehline başvurmalarının
yasaklandığına delil olmaktadır.[89]
23. Hİç bîr
şey hakkında sakın: "Ben bunu mutlaka yar m yapacağım" deme.
24. Meğer ki Allah dilemiş ola. Unuttuğun zaman
Rabbinİ an ve: "Umulur ki Kabbim beni bundan doğruya daha yakın olana erdirir"
de.
"Hiç bir şey
hakkında sakın: Ben bunu mutlaka yarın yapacağım deme. Meğer ki Allah dilemiş
ola" buyruğuna dair açıklamalarımızı iki başhk halinde sunacağız;
[90]
İlim adamları derler
ki: Yüce Allah, Peygamberi, kâfirlerin, kendisine ruh, mağaraya çekilen gene W
ve ZüYkarneyn hakkında soru sormaları üzerine: Yarın sorularınızın cevabını
size bildireceğim deyip bu hususta (inşaallah diyerek) istisna yapmaması
dolayısıyla sitemde bulunmaktadır. Onbeş gün süre ile Hz. Peygamber'e vahiy
gelmedi. Sonunda bu ona ağır gelmeye başladı, kâfirler de bundan dolayı
asılsız dedikodular yaymaya koyuldular. Hz. Peygamber'e bu sûre sıkıntısını
gidermek üzere nazii oldu. Bu âyet-i kerimede de, yarın ben şu şu işi
yapacağım, şeklinde herhangi bir hususa dair işi Allah'ın meşîetine bağlamadan
söz söylememesi emredilmektedir. Böylelikle verdiği haberi gerçekleştireceğini
kesin olarak İfade etmemiş olur. Çünkü: Ben, bu işi yapacağım, dediği halde
yapmayacak olursa, yalan söylemiş olur.
Ama ben bu işi Allah
dilerse (İnşaallah) yapacağım diyecek olursa, bu durumda haber verdiği şeyi
muhakkak olarak gerçekleştireceğine dair söz vermemiş olur.
Yüce Allah'ın: Bir şey
hakkında" buyruğundaki "lâm"...de, da" konumundadır. Yahut
da bu, Bir şey için" denilmiş gibi de olabilir.
[91]
İbn Atiyye der kir
İnsanlar, bu âyet-i kerime (tefsirin) de, yeminde istisnaya dair açıklamalarda
bulunmuşlardır. Âyet-i kerime ise yeminler hakkında değildir. Âyet, ancak
yemin dışındaki sözlerde istisna yapmanın sünnetine dairdir. Yüce Allah'ın;
Meğer ki Allah dilemiş ola" buyruğunda, zahiri ifadenin gerektirdiği ve
i'caz (veciz söz söyleme) nin güzel kıldığı bir hazf de vardır ki, ifadenin
takdiri; "Meğer ki Allah dilemiş ola demedikçe" yahut da;
"Allah dilerse demen müstesna" takdirindedir. O halde âyet; Allah'ın
dilemesini söz konusu etmedikçe... anlamındadır. Buna göre "Allah'ın
dilemesi müstesna (inşaallah)" şeklinde söylenen sözler, yasak kılınmış
sözlerden değildir.
Derim ki: İbn
Atiyye'nin tercih edip beğendiği görüş el-Kisai, el-Ferra ve el-Ahfeş'in de
görüşüdür, Basralilar: Bu; "Allah'ın meşîeti ile olması müstesna"
anlamındadır, derler. Buna göre bir kimse: Ben bu işi inşaallah yapacağım
diyecek olursa anlamı, Allah'ın meşîetiyle yapacağım demek olur,
İbn Atiyye der ki: Bir
kesim buradaki; "Meğer ki Allah dilemiş ola" buyruğunun daha önce
geçen; " Sakın ... deme* buyruğundan istisnadır. (İbn Atiyye devamla) der
ki: Bu, Taberî'nin naklettiği ve reddolunan bir görüştür. Bu, o kadar yanlış ve
tutarsızdır ki, bunun nakle-dilmemesi gerekirdi.
Yeminde istisna ve
bunun hükmüne dair açıklamalar ise daha önceden el-Maide Sûresi'nde (5/89-
âyet, 16. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[92]
"Unuttuğun zaman
Rabbini an" buyruğuna dair açıklanması gereken bir tek mesele vardır. O
da; unutmaktan sonra hatırlama emrinin verilmesidir. Burada emrolunan
hatırlama hakkında farklı görüşler vardır. Bunun, yüce Allah'ın: "Umulur
ki Rabbim beni bundan doğruya daha yakın olana erdirîrde" buyruğu olduğu
söylenmiştir. Mür'essîr Muhammcd ef-Kûfi şöyle demektedir: İşte bunlar,
verdiği sözünde istisna yapmayan herkesin lafiülarıy-la söylemekle emrolunduğu
buyruklardır ve bunlar, istisnayı unutmanın keiTâretidir.
Cumhur ise şöyie
demektedir: Bu, böyle bir tahsis sözkonusu olmaksızın yapılması emrolunan bir
duadır. Bunun, kişinin yemini esnasında söylemeyi unuttuğu
"inşaallah" sözü olduğu da söylenmiştir. İbn Abbas'dan nakledildiğine
göre bir kimse istisnada bulunmayı unutup da bir sene sonra dahi bunu
hatırlayacak olursa, -eğer yemin etmiş İse- (istisna yaptıktan sonra) yemininde
hânis (yeminini bozmuş) olmayacağını söylemiştir. Aynı zamanda bu Mücahid'in
de görüşüdür. İsmail b. İshak da bu görüşü Ebu'l-Âliye'den, yüce Allah'ın:
"Unuttuğun zaman Rabbİni an" buyruğu ile Ügİtİ olarak nakletmektedir.
O: Onu hatırladı mı istisna yapar, demiştir. el-Hasen de: Bunu hatırladığı
mecliste olduğu sürece yapabilir, demiştir. İbn Abbas ise, iki yıllık bir süre
içerisinde bu istisnayı yapar, demiştir. Bu görüşünü de eî-öazne-vî
nakletmektedir. O, şöyle der: O takdirde bu, günahtan kurtulmak kastıyla
istisnada bulunmakla (ihmai edilen) teberrükün böylelikle telafi edileceği
şekilde yorumlanır. Bir hüküm ifade edecek istisna ise, ancak yemin ile
muttasıl olarak yapıldığı takdirde sahih olur.
es-Süddî der ki:
Bununla, unutup da hatırladığı her bir namaz kastedilmektedir. Bunun,
unutmaman için Allah'ın adını anarak istisna yap, anlamında olduğu da
söylenmiştir: Onu ne zaman unutursan hemen hatırla, diye de açıklanmıştır. Bir
diğer açıklamaya göre: Bir şeyi unuttun mu, Allah'ı hatırla, O da sana o şeyi
hatırlatır, şeklindedir. Ondan başkasını unuttuğunda veya kendini unuttuğundu,
sen onu hatırla, diye de açıklanmıştır ki, zikrin (anmanın, hatırlamanın)
gerçek anlamı da budur.
Bu âyet-i kerime, Peygamber
(sav)'a bir hitaptır. Daha sahih kabul edilen bir görüşe göre yeni bir söz
başlangıcıdır. Bunun, yeminde istisna ile bir ilgisi yoktur. Diğer taraftan bu
âyet, Uz. Peygamber'İn bütün ümmetini de kapsamaktadır. Çünkü bu çokça meydana
gelen bir iş olduğundan dolayı bütün insanların karşı karşıya bulundukları bir
husustur. Başarıya ileten Allah'dir.
[93]
25. Onlar,
mağaralarında üçyüz yıl kaldılar, (buna) dokuz yıl daha kattılar.
Bu, yüce Allah'ın,
onların mağarada kaldıkları süreye dair verdiği bir haberidir. İbn Mes'ud'un
kıraatinde: "Dediler ki: Onlar... kaldılar" şeklindedir.
Taberî der ki;
israiloğu 1ları onların bulunmalarından sonra Peygamber (sav)'a kadar geçen
süre hakkında görüş ayrılığına düştüler. Onlardan kimisi, üçyüzdokuz yıl
kaldılar, demişlerdir. Şanı yüce Allah da Peygamberine, bu sürenin uykuda
geçirdikleri süre olduğunu, bundan sonraki sürenin ise insanlar tarafından
bilinemeyeceğini haber vermektedir. Böylelikle yüce Allah, buna dair bilginin
kendisine havale edilmesini emretmektedir.
ibn ACiyye der ki:
Buna göre yüce Allah'ın (bu âyetteki) birinci: "kaldılar" buyruğu
ile mağaradaki uykuyu kastetmektedir. İkinci "kaldıkları" İfadesi
İle de onların yerlerinin bilinmesinden Muhamrned (sav)'a kadar geçen süreyi,
yahut da cesetleri çürüyerek ortadan kalktıkları süreye kadar geçen süreyi
kastetmektedir, Mücahid: Kur'ân'ın indiği süreye kadar, diye açıklarken, ed-Dahhâk:
Öldükleri vakte kadar, diye açıklamıştır. Kimi tefsir alimi de şöyle
demektedir: Yüce Allah: "(Buna) dokuz daha kattılar" diye buyurun-ca,
insanlar bu dokuzun saat mi, gün mü, hafta mı, ay mı, yıl mt olduğunu
bilemediler. îsrailoğulları da buna göre görüş ayahğına düştüler. Yüce Allah da
bu dokuz hususunda bilginin kendisine havale edilmesini emretmektedir. Buna
göre buradaki "dokuz"un ne olduğu müphem bırakılmıştır. Arap dilinin
zahirinden anlaşılan ise, bu dokuzun yıl olduğudur. Ashab-ı Kehf in
durumlarından anlaşılan da şudur: Onlar, Hz.İsa'dan kısa bir süre sonra
hükümdara karşı çıkmışlardı, sonra mağaraya girmişlerdi. Bu sırada Havarilerden
bazıları da hayatta bulunuyordu. İleride geleceği üzere bundan başka görüşler
de ifade edilmiştir. el-Kuşeyrî der ki: Buradaki "dokuz"dan, dokuz
gün, dokuz saat diye birşey anlaşılmaz. Çünkü bundan önce yıllardan söz
edilmiştir. Nitekim sen: Yanında yüz dirhem ve beş vardır, dersen, bundan
anlaşılan beş dirhemdir.
Ebu Ali der ki:
"Dokuz daha kattılar" kalışlarına dokuz daha kattılar demek olup,
"kalış" anlamındaki kelime hazf edilmiştir, ed-Dahhak da şöyle demektedir:
Yüce Allah'ın: "Onlar, mağaralarında üçyüz kaldılar" âyeti nazil
olunca, bunu duyanların: Yıl mı, ay mı, hafta mı, gün mü diye sormaları üzerine,
yüce Allah da: "Yıl" anlamındaki buyruğu indirdi.
en-Nekkaş'ın da
naklettiği bir rivayet şu anlamdadır: Ashab-ı Kehf, güneş senesi hesabıyla
üçyüz yıl kaldılar. Burada, arabî Peygamber'e haber vermek sözkonusu olduğundan
ayrıca dokuz da zikredilmiştir. Zira onun anlayacağı yıllar kamerî yıllardır.
Bu süre fazlahlığı ise, her iki hesap arasındaki fazlalıktan gelmektedir.
el-Gaznevî de buna yakın bir açıklama zikretmiştir. Yani, güneş senesi ile ay
senesi arasındaki farka göre bu dokuz yıl söz konusu edilmiştir. Çünkü, otuzüç
yıl ve dört aylık bir sürede bir yıl fark olur. Buna göre üçyüz (güneş)
senesinde dokuz yıllık bir fark olur.
Cumhur, "Üçyüz
yü" lafzındaki "yüz" anlamındaki kelimeyi tenvin ve
"yıl" anlamındaki kelimeyi de nasb ile -takdim ve tehir üzere- okumuşlardır.
Yani, şeklindeki ifadenin sıfatı mevsufa takdim edilerek okumuştur. Buna göre
"yıl" anlamındaki kelime, bedel veya atf-ı beyandır. Tefsir ve
temyiz olarak nasb edildiği ve; " Yıllar" kelimesinin; "
Yıl" kelimesinin mahallinde olduğu da söylenmiştir.
Hamza ve el-Kisaî ise,
"yüz" anlamındaki kelimeyi "yıllar" anlamındaki kelimeye
izafe ederek okumuş ve tenvinî terk etmiştir. Onlar, bu kfraatleriyle
"yıllar" anlamındaki çoğul kelimeyi "yıl" anlamında tekil
gibi değerlendirmiş gibi görünüyorlar. Çünkü her ikisinin de anlamı birdir. Ebu
Ali der ki: Meşhur olan kullanılışa göre, tekil isimlere izafe oiunan üçyüz
adam, üçyüz elbise gibi sayılar, bazen çoğullara da izafe edilebilir. Abdullah
b. Mes'ud'un Mushaf'ında da -(yıl anlamındaki kelime) tekil olarak-:
"Üçyüz yıl" şeklindedir.
ed-Dahhâk,
"yıl" anlamındaki kelimeyi, "vav" ile çoğul yaparak; diye
okumuştur. Ebu Amr, "dokuz" anlamındaki kelimeyi cumhura muhalif
olarak "te" harfini üstün oimak üzere; (ûli ) şeklinde okumuştur.
Cumhur ise "te" harfini esreli olarak okumuştur.
el-Ferrâ, el-Kisaî ve
Ebu Ubeyde derler ki: İfade; "Onlar, mağaralarında üç yüz yıl süre İle
kaldılar" takdirindedir.
[94]
26. De ki:
"Allah ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı yalnız
O'nundur. O ne güzel görendir, ne güzel işitendir! Bunların O'ndan başka hiç
bir velîleri yoktur. O, kimseyi hükmüne ortak yapmaz."
Yüce Allah'ın:
"De ki: Allah ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir buy
ruğu Mücahid'in
görüşüne göre; ölümlerinden itibaren haklarında Kur'ân-ı
Kerim'in buyrukları indiği vakte kadar; yahut
ed-Dahhak'ın görüşüne göre öldükleri vakte kadar, demektir. Ya da -önceden
geçtiği üzere- çürüyerek değişmeleri vaktine kadar kaldıkları süreyi en iyi
bilen Allah'dır, diye açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre mağarada
kaldıkları süredir. Bu ise, yüce Allah'ın -fazlasını ve eksiğini sözkonusu
etseler dahi- yahudilerden nakledip zikrettiği süredir. Yani, buna dair bilgiyi
Allah'dan ya da O'nun, bu bilgiyi öğrettiği kimselerden başka, hiç bir kimse
bilmez. Çünkü "göklerin ve yerin gaybı yalnız O'nundur."
"O, ne güzel
görendir, ne güzel işitendir!" O, ne iyi gören, ne iyi İşitendir
demektir. Katade dedi ki: Allah'dan daha İyi gören ve daha iyi işiten hiç bir
kimse yoktur. Bunlar, idrâki ifade eden bir takım tabirlerdir. Bununla birlikte;
buyruğunun, O'nun vahiy ve irşadı ile sen, hidâyet yolunu getireceğin
delilleri ve işlerden hak olanı gör ve bunu âleme duyur, anlamında olduğu da
söylenmiştir. O takdirde bunlar, birer taaccüp fiili değil de iki emir olurlar.
Anlamın: Allah'ın onlar hakkında söylediklerini bunlara göster ve İşittir
şeklinde olduğu da söyienmiştir.
"Bunların, O'ndan
başka hiç bîr velileri yoktur." Yani, Ashabı Kehf in korunmalarını
Allah'dan başka üstlenecek herhangi bir velileri, dost ve yardımcıları yoktur.
"Bunların" lafzındaki zamirin Muhammed (sav)'ın çağdaşı olan
kâfirlere ait olma ihtimali de vardır. Yani, Ashab-ı Kehfin kaldıkları süre
hususunda görüş ayrılığına düşen bu kimselerin, işlerini çekip çevirmeyi
üstlenecek Allah'dan başka bir velileri, dost ve yardımcıları bulunamaz. Nasıl
O'ndan daha iyi bilen kimse olabilir? Yahut O'nun kendilerine öğretmesi
olmaksızın bir şey öğrenmeleri nasıl mümkün olabilir?
"O, kimseyi
hükmüne ortak yapmaz" buyruğundaki Ortak yapmaz" kelimesinin
"ya" harfi ile "kef" harfi, yüce Allah hakkında, haber anlamında
ötreli olarak okunmuştur. İbn Âmir, el-Hasen, Ebu Recâ, Katade ve el-Cahderî
ise, Ortak koşma" şeklinde "te" harfi ile ve "kef"
harfi de sakin olarak Peygamber (sav)'a hitab olmak üzere okumuşlardır. O takdirde
"ortak koşma" anlamındaki bu okuyuş, daha önce geçen, "O ne
güzel görendir, ne güzel işitendir" (buyruğunun: O'nun buyruklarını göster
ve işittir, anlamına) atıf olur. Mücahid ise, "ya" harfini ötreli ve
"kef' harfini de sakin olarak okumuş olmakla birlikte, Yakub: Bu okuyuşun
uygun izahını bilemiyorum, demiştir.
[95]
Ashab-ı Kehf, ölüp
çürüdüler mi, yoksa hâlâ uykuda olup cesetleri mab-hız mudur hususunda görüş
aynlığı vardır. İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre o, Şam taraflarında
katıldığı gazalardan birisinde, mağaranın yanından ve mağaranın bulunduğu
dağın yakınından bir takım kimselerle birlikte geçmiş, onunla birlikte
bulunanlar da onunla beraber (mağaraya doğru) yürümüşler, bir takım kemikler
bulunca da: işte bunlar Ashab-ı Kehf in kemikleridir demişler. İbn Abbas da
onlara: Bunlar, uzun bir süreden beri ölüp yok olmuş bir topluluktur, demiş,
Onun bu sözlerini işiten bir rahibin: Ben, Araplardan bunu bilen bir kimsenin
bulunduğunu zannetmiyordum demesi üzerine ona: Bu, bizim Peygamberimizin
amcasının oğludur, demişler.
Bir kesim de Peygamber
(sav)'in: "Andolsun ki, Meryem oğlu isa beraberinde Ashab-ı Kehf olduğu
halde haccedecektir. Çünkü onlar henüz daha hac-cetmemişlerdir" dediğini
rivayet ederler. Bunu, İbn Atİyye nakletmektedir.[96]
Derim ki: Tevrat ve
İncil'de, Meryem oğlu İsa'nın Allah'ın kulu ve Rasu-lü olduğu, onun haccetmek
veya umre yapmak üzere er-Revha denilen yerden geçeceği, yahut da yüce Allah'ın
ona bu ikisini yapma imkânını vermekle birlikte, Havarilerini Kehf ve Rakim
ashabı kılacağı ve bunların haccetmek üzere yola koyulacakları
belirtilmektedir. Çünkü onlar hac da etmemişler ve henüz Ölme mislerdir. Biz,
bu haberi tamamtyle "et-Tezkire" adh eserimizde zikretmiş
bulunuyoruz. Buna göre Ashab-ı Kelıf, uykudadırlar ve kıyamet gününe kadar
ölmeyeceklerdir. Onlar, kıyametin kopmasından az bir süre önce öleceklerdir.
[97]
27. Rabbinin
Kitabından sana vahyolunanı oku. O'nun »özlerini değiştirebilecek yoktur. Sen
Ondan başka bir sığınak asla bulamazsın.
"Rabbinin
Kitabından sana vahyohınanı oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur"
buyruğunun, Ashab-ı Kehf kıssasının bir parçası olduğu söylenmiştir. Yani, sen
Kur'ân-ı Kerim'e uy. Allah'ın sözlerini değiştirecek olmadığı gibi, O'nun,
Ashab-ı Kehf kıssasına dair verdiği haberde bir yanlışlık da yoktur.
et-Taberî: Allah'ın
kendisine karşı asi oianlara, Kitabına muhalefet edenlere tehditte bulunmak
üzere söylediklerini değiştirebilecek kimse yoktur, diye açıklamıştır.
Eğer Kur'ân-ı Kerim'e
uymayacak ve ona muhalefet edecek olursan, "sen, Ondan başka bir
sığmak" bir barınak "asla bulamazsın." Bunun, yönelecek cihet
bulamazsın anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bu anlamı, (*%* ) kelimesi karşılar.
Bunun da asıl anlam: meyletmekten gelir. Zaten bir kimseye sığınılacak olursa,
ona da meyledilmiş olur. el-Kuşeyrî Ebu Nasr Ab-durrahim dedi ki; Ashab-ı Kehf
kıssasının sonu işte budur.
Muaviye, Bizans
topraklarına doğru el-Madik gazasında, beraberinde İbn Abbas'ın da bulunduğu
bir sırada, Ashab-ı Kehf in içinde bulunduğu mağaraya kadar geldi. Muaviye: Bu
mağaradakilerin üzerleri açılsa da biz de onları görsek! dedi. İbn Abbas ona:
Allah senden daha hayırlı olan kimsenin dahi onları görmesini engellemiş ve;
"Yanlarına çıkıp onları görseydin, mutlaka onlardan geri dönüp
kaçardın" (Kehf, 18/18) diye buyurmuştur. Ancak, Muaviye: Ben onların
durumunu bilmedikçe bu işten vazgeçmem diyerek, bu maksatla bir takım kimseleri
gönderdi. Bunlar mağaraya girince, Allah da üzerlerine bir rüzgâr gönderdi ve
onların mağaranın dışına çıkmalarını sağladı. Bunu da es-Sa'lebî
zikretmektedir.
Nakledildiğine göre,
Peygamber (sav) yüce Allah'dan onları kendisine göstermesini dilemiş. Yüce
Allah da: Sen onları dünya yurdunda asla görmeyeceksin. Ama sen onlara, senin
rîsaletini tebliğ etmen ve onları imana davet etmek üzere ashabının
hayırlılarından dört tanesini gönder. Bunun üzerine Peygamber (sav), Cibril
(a.s.)'a: Ben bunları nasıl göndereceğim, diye sorunca, Cibril şöyle dedi:
Elbiseni yay ve onun kenarlarından birisine Ebu Bekir'i, diğerine Ömer'i,
üçüncüsüne Osman'ı, dördüncüsüne de Ali b. Ebi Talib'i oturt. Sonra da
Süleyman'ın emrine verilmiş ve kolaylıkla yumuşak bir şekilde esip giden
rüzgârı çağır. Yüce Allah, o rüzgâra sana itaat etmesini emre-decektir. Hz.
Peygamber, Cibril'in dediğini yaptı ve rüzgâr onları mağaranın kapısına kadar
götürdü. Mağaranın kapısından bir taş söküp çıkardılar. Köpek onların üzerine
hamle yaptı. Onları görünce başını hareket ettirdi, kuyruğunu sallamaya
koyuldu, başıyla da onlara; girin diye işarette bulundu. Onlar da mağaradan
içeri girdiler ve Allah'ın selam;, rahmet ve bereketi üzerinize olsun,
dediler. AUah, genç delikanlılara ruhlarını geri iade etti: Hep birlikte ayağa
kaikıp: Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berakâtuhu diyerek selamı
aldılar. Ashab onlara: Ey genç delikanlılar! Gerçek şu ki, Abdullah oğlu
Peygamber Mulıammed -Allah'ın selat ve selamı üzerine olsun- size selamlarım
iletiyor. Ashab-ı Kehf: Gökler ve yer var oldukça, Allah'ın Ra-sulü Mulıammed'e
de selam olsun. Tebliğ ettiğiniz için size de selam olsun
diyerek, Hz. Peygamber'in dinini kabul ettiler ve
İslama girdiler. Sonra da: Bizden de Allah'ın Rasulü Muhammed'e selam
söyleyiniz. Daha sonra da aynı yerlerine uzandılar ve Mehdi'nin çıkacağı ahir
zamana kadar uykularına çekildiler.
Denildiğine göre
Mehdi, onlara selam verecek, Allah da onları diriltecek, sonra bir daha
uykularına çekilecekler ve arttk kıyamet kopacağı vakte kadar
kalkmayacaklardır. Hz. Cibril, Rasulullah (sav}'a onların bu yaptıklarını haber
verdi. Arkasından aynı rüzgâr, bu dört sahabiyi geri götürdü. Peygamber (sav)
onlara: "Kelıf ashabını nasıl buldunuz?" diye sorunca, onlar da durumu
haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber (sav): "Allahım! Beni, ashabımı
ve akrabalarımı ayırma. Beni, benim ehli beytimi, benîm has yakınlarımı ve
ashabımı sevenlere de mağfiret buyur™ diye dua etti.
Denildiğine göre,
Ashab-ı Kehf, Hz. Mesih'den-once mağaraya girmişlerdir. Yüce Allah da Hz.
Mesih'e onların durumlarını haber verdikten sonra, Hz. İsa ile Hz. Muhammed
(İkisine de selam olsun) arasındaki dönemde diri İtilmişlerdir.
Bİr diğer görüşe göre
Kehf ashabı, Musa (a.s)'dan önce idiler. Hz. Musa'ya inen Tevrat'ta onlardan
söz edilmektedir. İşte yahudilerin Rasulullah (sav)'a onlara dair soru
sormalarının sebebi de budur.
Ashab-ı Kehf in
mağaraya Hz. Mesth'den sonra girdikleri de söylenmiştir. Bunların, hangisinin
doğru olduğunu en iyi bilen Allah'dır.
[98]
28.
Sabah
akşam Babblerinin rızasını dileyerek O'na dua edenlerle beraberliğini sebatla
sürdür. Dünya hayatının güzelliğini isteyerek gözlerin onlardan başkasına
kaymasın. Kalplerine, Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz, hevâ ve
heveslerine uymuş, İşinde haddini aşmış kimselere de İtaat etme!
Yüce Allah'ın:
"Sabah akşam Rabblerinin rızasını dileyerek O'na dua edenlerle
beraberliğini sebatla sürdür" şeklindeki bu buyruğu, el-Hn'âm Sûresi'nde
yer alan: "Sırf O'nun rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua
edenleri kovma" (d-Bn'im, 6/52) buyruğuna benzemektedir. Buna dair açıklamalar
da orada geçmiş bulunmaktadır.
Selman-ı Farisi Cr.a)
dedi ki: Kalpleri tslâm'a ısındırılmak istenen Uyeyne b. Hısn ile el-Akra b.
Habis , Rasuluilah (sav)'ın yanına gelerek şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulü!
Sen, meclisin baş tarafına otursan da yanımızdan şu kişileri ve onların
cübbelerinin kötü kokularını bizlerden uzaklaştırsan... -Onlar, bu sözleriyle
Selman, Ebu Zer ve müslümanlann fakir olanlarını kastediyorlardı. Üzerlerinde
yünden cübbeler bulunuyordu ve bunlardan başka da giyecek birşeyleri yoktu.-
İşte o vakit biz de senin yanına oturur, seninle konuşur ve senden birşeyler
öğrenirdik. Bunun üzerine yüce Allah: "Rabbinin Kitabından, sana
vahyolunanı oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. Sen, O'ndan başka bir
sığınak asla bulamazsın. Sabah akşam Rabblerinin rızasını dileyerek O'na dua
edenlerle beraberliğini sebatla sürdür... Gerçekten Biz, zalimler için
etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş
hazırlamışızdır" buyruğuna kadar olan bölümler, (27-29. âyetler) nazil
oldu. Bununla yüce Allah onları cehennem ile tehdit ediyordu. Bunun üzerine
Peygamber (sav) kalkıp ashab-ı kiramın bu fakİrierini aramaya koyuldu. Nihayet
onları mescidin arka taraflarında yüce Allah'ı zikreder halde bulunca, şöyle
dedi: "Ümmetimden bir takım kimselerle birlikte beraberliğimi sürdürme
emrini verinceye kadar canımı almayan Allah'a hamd olsun. Hayatta da sizinle
birlikte kalacağım, ölümüm de sizinle birlikte olacaktır."[99]
"Rabblerİninrızasını"
O'na itaati "dileyerek..." Nasr b. Âsim, Mâlik b. Dinar ve Ebu
Abdurraiıman, "sabah akşam" buyruğunu; Şeklinde okumuşlardır. Buna dair delilleri
ise, Mushaf'taki yazılışının da "vav" ile olmasıdır. Ancak, Ebu Cafer
en-Nehhas şöyle demektedir: Böyle yazılması bu şekilde okunmasını gerektirmez.
Çünkü, "hayat" ile "salat" kelimeleri de "vav"
ile yazılmıştır. Arapiar ise hemen hemen bu (sabah anlamındaki
"el-ğadaât") kelimeyi bu şekilde "ğudves" diye kullanmazlar.
Çünkü ne şekilde kullanılacağı bilinmektedir.
el-Hasen'in; Gözlerini
onlardan başkasına kaydırma!" şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki,
gözlerin, dünya süsünü talep ederek onlardan dışarda kalan ve dünyaya yönelmiş
kimselere yönelmesin, demektir. Bu kıraati el-Yezidi nakletmektedir.
"Gözlerin onları hakir ve küçük görmesin" anlamına geldiği de
söylenmiştir. Nitekim: " Filan kişiyi göz görmez". Yani, o hakirdir,
küçümsenen bir kimsedir, denilmesi de bu kabildendir.
"Dünya hayatının
güzelliğini isteyerek." Fakirleri meclisinde kovma teklifinde bulunan ve
bu ileri gelen kimseler ile oturmak suretiyle zinete kendini kaptırarak...
demektir. Peygamber (sav) böyie bir işi yapmak istemedi. Ancak, yüce Allah ona
böyle bir işi yapmasını da yasaklamıştır. Buradaki buyruk, yüce Allah'ın:
"Eğer şirk koşarsan andolsun ki amelin boşa çıkar" (ez-Zümer, 39/65)
buyruğundan daha ileri değildir. Her ne kadar Allah onu şirk koşmaktan himaye
etmiş olsa da, ona böyle hitab buyurmuştur.
" istersin"
fiili, hal mevkiinde olup, (isteyerek anlamını verir) mu-zari bir fiildir.
Dünya hayatının güzelliğini zinetini isteyerek gözlerin onlardan başkasına
kaymasın, demektir. Nitekim, İmruu'1-Kays da şöyle demektedir:
"Ona, ağlamasın
gözün dedim. Çünkü biz, bir hükümdarlık
ele geçirmeye
çalışıyoruz. Yahut da (bu uğurda) ölür de mazur görülürüz."
Bazıları da
"gözlerin onlardan başkasına kaymasın" anlamındaki ifadenin:
"Gözlerini onlardan başkasına kaydırma!" şeklinde olması gerektiğini
iddia etmişlerdir. Çünkü buradaki: "Kaymasın" anlamı verilen fiil,
bizatihi müteaddi (geçişli )dir.
Bu iddiada bulunana
şöyle cevap verilir: Tilavette varid olan "gözler" anlamındaki
kelimenin merfu' olarak gelmesi, mana itibariyle onların mansub olmalan ile
ilgilidir. Çünkü, "gözlerin onlardan başkasına kaymasın" anlamındaki
ifade, "Gözlerin onlardan başkasına yönelmesin, bakmasın"
konumundadır. Gözlerinin onlardan başkasına bakmaması ise, sen gözlerini
onlardan başkasına kaydırma demektir. Burada fiil gözlere is-nad ediimiş
olmakla birlikle, gerçekte Peygamber (sav)'a tevcih edilmiştir. Nitekim yüce
Allah: "Artık onların malları... seni imrendirmesin" (et-Tevbe, 9/55)
buyruğunda da İmrendirmeyi mallara isnad etmiştir. Oysa mana; ey Mu-hammed! Sen
onların mallarına imrenme demektir. Bu konuda ez-Zeccac'ın şu sözü daha da
açıklık getirmektedir: Buyruğun anlamı şudur: Sen, gözlerini onları bırakıp
güzel görünüş sahibi, zinet ve debdebe içerisinde bulunan başkalarına çevirme.
"Kalplerine bizi
anmaktan yana gaflet verdiğimiz, neva ve heveslerine" yani şirke
"uymuş, işinde haddini aşmış kimselere de itaat etme." buyruğuna
gelince ed-Dalıhâk'dan, o, İbn Abbas'dan, yüce Allah'ın: "Kalplerine Bizi
anmaktan yana gaflet verdiğimiz... kimselere itaat etme' buyruğu
hakkında şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Bu buyruk, Umeyye b. Halef el-Cumahi hakkında
inmiştir. Çünkü o. Peygamber (sav.)'a hoşuna gitmeyen fakirlerden uzaklaşıp
MekkeiÜenn ileri gelenlerini yaklaştırmaya çağırmıştı. Bunun üzerine yüce
AJlalı da: "Kalplerine Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz... kimselere
de itaat etme" buyruğunu indifa: "Kalplerine Bizi anmaktan"
tevhidi kabul etmekten "yana gaflet verdiğimiz... kimselere de itaat
etme!" demektir.
"İşinde haddini
aşmış" kimse ile ilgili olarak da şöyle denilmiştin da haddi aşmak,
kusurlu hareket etmek ve imanı terkelmek sureliyle acizliğini öne çıkarmak
şeklindeki tefritten gelmektedir. Bunun, haddi aşmak anlamındaki ifrattan
geldiği de söylenmiştir. Bunlar şöyle demişlerdi: Bizler, Mu-darlıların
eşrafıyız. Biz İslâm'a girersek, bütün İnsanlar da İslâm'a girer. Bu ise,
tekebbürden ve sözlerde ifrata kaçmaktan ileri geliyordu.
" Haddini
aşmış" ifadesinin, eskiden beri kötülükte devam edegelen anlamında olduğu
ve bunun; "Bu işi o daha önceden yapmıştı" ifadesinden geldiği de
söylenmiştir.
'Kalplerine... gaflet
verdiğimiz" buyruğunun, kendilerini gaflet içerisinde bulduğumuz...
anlamında olduğu da söylenmiştir.
Nitekim; "Fiian
ile karşılaştım ve onu Övdüm" ifadesinin, ben onu övülmeye değer buldum,
anlamında olması da böyledir. Arar b. Ma'-dikerib de Haris b. Ka'boğullarma:
Allah'a yemin ederim,
biz sizden istedik ve sizi cimri görmedik. Sizlerle çarpıştık, Sizi korkak
bulmadık. Sizlerle hiciv!eştik, yine sizi yenik düşüremedik" demiştir,
Yüce Allah'ın:
"Kalplerine Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz... kimselere de itaat
etme" âyetinin Uyeyne b. Hısn el-Fezarî hakkında indiği söylenmiştir.
Bunu Abdurrezzak nakletmektedir. en-Nehhas da bunu Süf-yan es-Sevrî'den
nakletmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allalı'dır.
[100]
29. De ki:
(O) Rabblnizden gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.
Gerçekten Biz, zalimler için etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre
kuşatmış bir ateş hazırlamışız-dır. Eğer feryad edip yardım isterlerse, erimiş
maden gibi yüzleri kavuran bir su İle yardımlarına varılacaktır. O ne fena içecektir
ve orası ne kötü bir konaktır!"
Yüce Allah'ın:
"De ki: (O) Rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen
kâfir olsun" buyruğundaki "haktır" anlamındaki kelime, hazf
edilmiş bir mübtedânın haberi olmak üzere merfu'dur. Yani, "de ki o... haktır"
anlamındadır. Bunun mübtedâ olarak merfu' olduğu, haberinin yüce Allah'ın:
"Rabbinizden(dir)" buyruğunda olduğu da söylenmiştir. Âyetin anlamı
da şudur Ey Muhammedi Sen, şu kalplerine Bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz
kimselere de ki: Ey insanlar! Hak, Rabbinizden gelendir. Buna muva-fakiyet
vermek de, yardımsız bırakmak da O'na aittir. Hidâyete iletmek de. sapıklıkta
bırakmak da Onun elindedir. O, dilediğine hidâyet verir ve o kimse iman eder.
Dilediğini de sapıklıkta bırakır, o kimse de kâfir olur. Bunlardan herhangi
birisindeki tasarruf benim yetkim dahilinde değildir. Hakkı -zayıf olsa dahi-
dilediğine veren ve -güçlü ve zengin olsa dahi- dilediğini haktan mahrum
bırakan Allah'dır. Ben de sizin heva ve hevesinize uyarak mü'minlerİ kovacak
değilim. Dilerseniz iman ediniz, dilerseniz küfre sapını?..
Ancak bu, İman ile
küfür arasında muhayyer bırakmak ve bu konuda ruhsat vermek anlamında
değildir. Bu bir tehdit ve bir korkutmadır. Yani, eğer küfre sapacak olursanız,
O, sizin İçin cehennem ateşini hazırlamış bulunuyor. Ve eğer iman edecek
olursanız, size cennet vardır.
"Gerçekten Biz,
zalimler için" yani, hakkı bile biie inkâr eden kâfirlere, "etrafını
saran duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş ha zırlamış
izdir."
el-Cevherî der ki:
"Duvar" kelimesi, kelimesinin tekilidir. Bu da evin avlusu üzerinde
uzatılan şeye denilir. Pamuktan yapılmış her bir hücreye de bu isim verilir.
Nitekim şair Ru'le de şöyle demektedir:
"Ey, el-Carud'un
oğlu el-Münzir'in oğlu Hakem,
Şan ve şerefin yüksek
duvarı senin üzerinde uzatılmış bulunuyor."
" Etrafı surla
çevrilmiş ev" denilir. Selâme b. Cendel de (İran hükümdarlarından)
Perviz'İ ve onun, en-Nu'man b. el-Münzir'i fillerin ayaklan altında
öldürmesini söz konusu ederek şöyte demektedir:
"en-Nu'man"
etrafı surla çevrili evden sonra
Tavanını fillerin
göğüsleri teşkil eden bir eve sokan odur."
İbnü'l-A'râbî der ki:
" Duvarları" kelimesi, surları anlamındadır. İbn Abbas'dan
nakledildiğine göre bu, ateşten bîr duvardır. el-Kelbî de şöyle demektedir:
Cehennem ateşinden bir parça çıkacak ve bu, kâfirlerin çevresini bir ağıl gibi
kuşatacaktır. el-Kutebî der ki: Buradaki "duvar (es-Surâ-dik)"den
kasıt, büyükçe bir çadırın etrafında bulunan engel demektir. İbn Aziz de böyle
açıklamıştır.
Bunun, kıyamet gününde
kâfirleri çepeçevre kuşatacak bir duman olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın,
el-Murselât Suresi'nde: "Haydi, üç kola ay-nlmış bir gölgeye gidin"
(el-Murselât, 77/30) buyruğu ile: "Kapkara bil gölgede" (el-Vâkıa,
56/43) buyruğunda sözünü ettiği budur. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.
Bunun, dünyanın
etrafını çevrelemiş deniz olduğu da söylenmiştir. Ya'lâ b. Umeyye şöyle
demektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Deniz, cehennemdir." Daha
sonra da Hz. Peygamber: "Etrafım saran duvarları kendilerini çepeçevre
kuşatmış bir ateş" buyruğunu okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Allah'a
yemin ederim ki, ben de hayatta olduğum sürece ona girmeyeceğim ve ondan bir
damla dahi bana isabet etmeyecektir" diye buyurdu. Bunu el-Maverdî
zikretmektedir.[101]
Îbnü'l-Mübarek, Ebu
Said el-Hudrt'den, Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Cehennem ateşinin etrafını saran duvarları, oldukça enli, dört tane
duvardır. Bu duvarların her birisi kırk yılhk yol mesafesi kadardvr." Bu
hadisi Ebu İsa et-Tirmizî de rivayet etmiş olup, onun hakkında: Bu basen,
sahih, garip bir hadistir, demiştir,[102]
Derim ki: İşte bu,
"sürâdik: Duvarlar"ın, kâfirlerin üstünde yükselecek olan duman veya
ateş olduğuna ve duvarlarının da vasfedilen şekilde olduğuna delildir.
Yüce Allah'ın:
"Eğer feryad edip yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir
su ile yardımlarına varılacaktır" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas
şöyle demektedir; "el-Muhl (erimiş maden gibi su)", zeytinyağı
tortusu gibi oldukça katı bir sudur. Mücahid ise bunu kan ve irin diye
açıklamıştır. ed-Dahhâk, bu siyah bir sudur ve şüphesiz ki, cehennem de
karadır, suyu da karadır, ağacı da karadır, cehennemlikler de karadır. Ebu
Ubeyde dedi ki: "el-Muhl", yeryüzünde bulunan madenlerden demir,
kurşun, bakır, kalay ve buna benzer eritilen ve kaynayarak kabaran her şeydir.
İşte buna el-Muhl denilir. Buna benzer bir açıklama İbn Mes'ud'dan da nakledilmiştir.
Said b. Cübeyr de: Harareti en ileri derecesine ulaşmış olandır, diye
açıklamıştır. Yine Said b. Cübeyr der ki: el-Muhl, bir çeşit katrandır. Mesela,
Deveyi katranladım" denilir. Böylesine de " Katranlanmış"
denilir. Bunun, zehir olduğu da söylenmişür.
Bütün bu görüşlerin
ihtiva ettiği anlam birbirine yakındır.
Tirmizî'de de
Peygamber (sav)'dan yüce Allah'ın: "Erimiş maden gibi (el-Müh O"
buyruğu hakkında şöyle dediği nakledilmektedir: "Bu, zeytinyağı tortusuna
benzer. Onu, yüzüne yakınlaştırdı mı, yüzünün derisi soyulup düşer."
Ebu İsa dedi ki: Bu
hadisi ancak Rişdîn b. Sa'd yoluyla biliyoruz. Rişdîn hakkında ise, hıfzı
bakımından tenkitlerde bulunulmuştur.[103]
Ebu Umame'den de,
Peygamber (sav)'ın, yüce Allah'ın: "Ona irinli sudan içirilecektir. Onu
yudum yudum içmeye çalışacak..." (İbrahim, 14/16-17) buyruğu hakkında
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Su, ağzına yaklaştırılır, ancak ondan
tiksinir. Ona, daha da yaklaştırıldı mı, yüzünü kavurur ve başının perçemi
düşer. O suyu içti mi de bağırsaklarını parçalar ve nihayet bağırsakları
arkasından çıkar. İşte yüce Allah da: "Bağırsakları paramparça eden kaynar
sudan içirilen kimseler" (Muhammed, 47/15) diye buyurmaktadır. (Yine bir
başka yerde): "Eğer feryad edip yardım isterlerse, erimiş, maden gibi
yüzleri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır. O, ne fena içecektir ve
orası ne kötü bir konaktır!" diye buyurmaktadır" (Tirmizî) dedi ki:
Bu, garip bir hadîstir.[104]
Derim ki: İşte bu, bu
hususta nakledilen görüşlerin doğruluğuna ve bunların kastedildiğine delildir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır, Dil bilginleri de bunu aynf şekilde ifade
etmişlerdir. es-Sıhah'da-. "el-Mühla", erimiş bakır demektir"
denilmektedir. İbnu'l-A'râbîder ki: el-Mühl, eritilmiş kurşun demektir. Ebu
Amr da; el-Mühl, zeytinyağı tortusu demektir, der. Yine el-Mühl, kan ve irin
demektir. Hz. Ebu Bekir de şöyle demiştir: Beni, şu iki elbisemle defnediniz.
Çünkü nihayet bunlar kan ve irine (el-mühî) ve toprağa ait olacaktır.
"Orası ne kötü
bir konaktır" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid: O ne kötü bir toplanma
yeridir diye açıklamıştır. O, bununla bu kelimenin (arkadaşlık demek olan)
murat'aka anlamı ile ilgili olduğu kanaatinde gibidir. İbn Ab-bas, konaklanacak
yer, Ata da karar kılınacak yer diye açıklamışlardır. Döşek ve yatak diye de
açıklanmıştır. el-Kutebî meclis demektir, demiştir. Bunların anlamlan
birbirlerine yakındır. Aslı ise, dayanıp yaslanılacak yer demektir. İşte aynı
kökten olmak üzere; "Koluma yaslandım" demektir. Şair şöyle
demiştir:
"Koluna
yaslanarak ona dedi ki: Ey delikanlı!
Günün kuşluk Yakti
saatleri kavmi önüne katmış sürüp götürüyor."
Koluna yaslan:p da
uykusu gelmeyen kimse kendi halini anlatmak üzere; der. Ebu Zueyb el-Hüzelî de
der ki:
"Başbaşa kaldığım
kişi uyudu da, ben geceyi koluma yaslanarak uykusuz geçirdim. Sanki gözümde
(çok acı bir ağaç olan) sütleğen ağacının usaresi sıkılmış gibi[105]
30. İman
edip güzel amellerde bulunanlara gelince, şüphesiz kî Biz, iyi amel edenin
ecrini boşa çıkarmayız.
31. İşte
onlara, evet onlara, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada
tahtları üzerinde kurularak altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın
ipekten yeşil elbiseler giyeceklerdir. O, ne güzel mükâfattır, orası ne güzel
konaktır!
Yüce Allah, kâfirlere
hazırlamış olduğu hakir kılıcı azabı söz konusu ettikten sonra mü'minlerin
görecekleri mükâfatlan söz konusu etmektedir. İfadede hazfedilmiş sözler de
vardır. Yani Biz, onlar arasından güzel amellerde bulunanların mtikâfaatını
boşa çıkarmayız. Mü'min olmayanlardan güzel amelde bulunanlara gelince, onların
amelleri ise boşa gidecektir.
"Amel"
kelimesi, temyiz olmak üzere riasb edilmiştir. Bununla birlikte; "İyi...
eden" kelimesinin mef'ulü de kabul edilebilir.
"Şüphesi ki Biz,
iyi amel edenin ecrini boşa çıkarmayız" buyruğunun, bir ara cümlesi
olduğu, haberin ise yüce Allah'ın: "İşte onlara, evet onlara... Adn
cennetleri vardır" buyruğu olduğu da söylenmiştir.
"Adn
cennetleri" cennetin göbeğidir. Yani, cennetin ortasıdır, diğer cennetler
onun etrafındadır. Çoğul lafzı ile söz konusu edilmesi ise genişliğinden
ötürüdür. Çünkü oranın her bir bölgesi başhbaşına bir cennet olmaya elverişlidir.
"Adn"ın, ikamet etmek anlamında olduğu söylenmiştir. Bir yerde İkamet
etti anlamında: denilir. " O beldeyi vatan edindim" anlamındadır.
"Develer filan yerde kaldılar ve oradan ayrılmadılar" demektir. İşte
Adn cennetleri" ifadesi de buradan gelmekte olup, ikamet olunacak
cennetler anlamındadır. Madene "el-Ma'din" denilmesi de buradan
gelmektedir. Çünkü insanlar orada yaz kış kalırlar. Her şeyin merkezine de o
şeyin "ma'dini" denir, "Âdin" ise, merada kalan dişi deve
demektir. "Aden" de bir şehirdir. Bu açıklamaları el-Cevherî
yapmıştır.
"Altlarından
ırmaklar akan" ifadelerine dair açıklamalar, daha önceden bir kaç yerde
geçmiş bulunmaktadır. (Mesela, bk. et-Tevbe, 9/72; er-Rad, 13/23)
"Orada... altın
bileziklerle süslenecekler" buyruğundaki: " Bilezikler" kelimesi
'ın çoğuludur. Said b. Cübeyr dedi ki: Onların her birisinin üç bileziği
olacaktır. Birisi altından, birisi gümüşten, birisi de inciden.
Derim ki: Bu, Kur'ân-ı
Kerim'de nas ile belirtilmiş bir husustur. Burada "altın bilezik"
diye buyurulmuştur. el-Hac (22/23) ile Fâtır (35/33) de ise, "altın ve
inciden" diye buyurulmakta, ed-Dehr (76/21) Suresi'nde ise "gümüşten
bilezikler" denilmektedir. Ebu Hureyre de der ki: Can dostum (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Mü'minin (cennette) takınacağı süsler (dünyada iken)
abdestin ulaştığı yere kadar ulaşacaktır." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir[106]
el-Ferrâ
"süslenecekler" anlamındaki kelimeyi "ye" harfi üstün,
"ha" harfi sakin, "lam" harfi ise şeddesiz ve üstün olmak
üzere; diye okumuştur, Kadın, göze hoş gelen şeyleri (süsleri) giyinip
takındığı zaman; denilir. " O şey gözüme hoş geldi" anlamındadır. Bu
açıklamayı en-Nelıhas nakletmektedir. Bilezik (sivâr); kadının giyindiği bir
süs eşyası olup, çoğulu; şeklinde gelir. Bu çoğulun çoğulu ise diye gelir.
Nitekim; "Hem üzerine altın bilezikler bırakılmalı... değil miydi"
(ez-Zuhruf, 43/53) âyetindeki "bilezikler" anlamındaki kelime, bir
kıraatte bu şekilde çoğulun çoğulu olarak okunmuştur. Bununla birlikte; ‘ın
normal bir çoğul olması da mümkündür. Yüce Allah da: "Orada... altın
bileziklerle süslenecekler" diye buyurmakta (ve çoğul olarak bu şekil
kullanılmaktadır, Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.
İbn Aziz şöyle
demektedir: “Bilezikler" kelimesi, Bilezikler" kelimesinin (çokluk.)
çoğuludur. Bu ise, ile, 'ın çoğuludur.
Bilezik, kola altından
takınılan süs eşyası dır. Bu, gümüşten olursa buna "kulb" denilir.
Çoğulu ise, "kılebe" şeklinde gelir. Eğer bu boynuz yahut fil
dişinden yapılmış ise, "meseke" adını alır. Çoğulu da
"mesek" diye gelir, en-Nehhas der ki: Kutrub, "Esavir:
bilezikler" kelimesinin tekilinin "isvar" şeklinde geldiğini
nakletmektedir. Ancak Kutrub, oldukça istisna nakillerde bulunan bir kimsedir.
Yakub ve başkaları ise bu görüşü almamış ve bunu söz konusu etmemişlerdir.
Derim ki: "es-Sıhah"da şu ifadeler yer almaktadır: Ebu Amr b. el-Alâ
dedi ki: "Esâvir"in tekili isvâr'dır. Müfessirler de şöyle demektedir:
Kırallar, dünyada bilezikler ve taşlar giyindikleri için yüce Allah bu süsleri
cennetliklere verecektir.
"İnce ve kalın
İpekten yeşil elbiseler giyeceklerdir" buyruğundaki *îündüs* oldukça ince
ve nahif olan demektir. Bunun tekili "sündüse" şek-:nxie gelir. Bu
açıklamayı da el-Kisaî yapmıştır. "İstebrak" ise, İkrime'den nakledildiğine
göre kalın olan ipeğe denir. "Harir" ile aynı şeydir. Şair der ki:
"Kimi zaman
onların bedenlerine yapışan ince elbise giydiklerini görürsün. Kimi zaman da
kalın ipektir, on(lar)ın giydiği."
O halde istebrak,
dibac (yani kalın ipek) demektir. İbn Balır ise, altın ile dokunmuş olandır,
diye açıklar. el-Kutebî bu kelimenin Arapçaîaştınlmış Farsça bir kelime
olduğunu söyler. el-Cevherî de bunun küçültme isminin, "ubeyrık"
şeklinde olduğunu söyler. Bu kelimenin "el-berîk"den "İstef
afe" veznine sokulmuş bir kelime olduğu da söylenmiştir. Doğrusu bu
kelimenin her iki dilde de uygun düşen (sesieş) kelimelerden olduğudur. Çünkü
Kur'ân-ı Kerim'de, daha önceden de geçtiği üzere Arapça olmayan bir kelime
yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
Özellikle yeşil olanın
söz konusu edilmesi ise, yeşilin göze uygun düşmesinden dolayıdır. Zira beyaz
renk, görmeyi dağıtır ve rahatsız edicidir. Siyah renk yerilir. Yeşillik ise,
beyazlıkla siyahlık arasındadır. Bu da ışınlan bir araya toplar. Doğrusunu en
iyi bilen Alialı'dir.
Nesâî'nin rivayetine
göre, Abdullah b. Amr b, eİ-Âs şöyle demiştir: Rasu-lullah (sav)'ın huzurunda
bulunduğumuz bir sırada yansna bir adam gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü!
Bize cennet elbiseleri hakkında haber ver. Bunlar, Allah tarafından özel
olarak mı yaratılacaktır, yoksa belli bir şekilde mi dokunulacaktır? Hazır
bulunanların bazdan buna güldüler. Ona; "Ne diye gülüyorsunuz? Bilen
birisine soru soran bir cahile mi?" Adam, az veya kısa bir süre oturdu,
bunun üzerine Rasulullalı (sav) şöyle buyurdu: "Cennet elbiselerine dair
soru soran kişi nerede?" Adam: O kişi İşte buradadır ey Allah'ın Rasulü,
deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, cennetteki meyveler
yarılarak bu elbiseler aradan çıkacaktır." Hz. Peygamber bu sözü üç defa
tekrarladı.[107]
Ebu Hureyre dedi ki:
Mü'mtnîn evi, ortasında elbiseler dikilen bîr ağacın bulunduğu içi oyulmuş bir
incidir. Mü'min, parmağı İle -veya iki parmağı da demiş olabilir- inci ve
mercan ile süslenmiş yetmiş elbise alır. Bunu, Yahya b. Selam Tefsirin'de,
İbnü'l-Mübârek de er-Rekaik adlı eserinde zikretmişlerdir. Biz de bunun
senedini et-Tezkire adlı kitabımızda kaydettik. Hadiste de nakledildiğine göre,
cennet ehlinden her birisinin üzerinde her biri ayrı bir renk otmak üzere iki
yüzlü elbise olacaktır. Bunlar, işitenin hoşuna gidecek bir sesle konuşurlar. İki
yüzden birisi diğerine: Ben, Allah'ın dostu için senden daha değerliyim. Çünkü
ben, onun bedenine bakan taraftayım, sen öyle değilsin, der. Diğeri ise:
Hayjr, ben Allah'ın dostuna senden daha yakın ve değerliyim. Çünkü ben onun
yüzünü gördüğüm halde sen görmüyorsun, der.
Yüce Allah'ın:
"Orada tahtları üzerinde kurularak" buyruğundaki; "Tahtlar"
kelimesi, in çoğuludur. Bu örtülerle süslenip bezenmiş tahtlar demektir. Bu
şekilde süslenmiş örtüler altındaki döşekler olduğu da söylenmiştir. Bu
açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır. İbn Abbas der kî: Bunlar, altından tahtlar
olup, inci ve yakut iie süslenmişler, üzerlerinde de Örtüler bulunur. Bu
tahtların bir tanesi San'a'dan, Eyle'ye kadar ve Aden ile Câbiye'ye kadar olan
bir alanı kapsar.
“Kurularak,
yaslanarak" kelimesinin asli; şeklindedir. Nitekim " Yaslandı"
kelimesinin asli; dır. Yaslanış'ın aslı da; kelimesidir. Bir şey üzerine
dayanarak yaslanma anlamındaki; kelimesi de buradan gelmektedir. Bu kelimede
"vav" te'ye kalb edildikten sonra idğam yapılmıştır. "Çokça
dayanıp yaslanan adam" demektir.
"O ne güzel
mükâfattır, orası ne güzel konaktır" buyruğunda kastedilen ise
cennetlerdir. Burada ifade "orası ne kötü bir konaktır" buyruğunun'
aksinedir ki, buna dair açıklamalar az önce geçmiş bulunmaktadır. Şayet, Ne
güzel!" kelimesi; şeklinde gelseydi yine caiz olurdu, çünkü bu, cennet
için kullanılmış olurdu. Nitekim "orası ne güzel konaktır" ifadesinde
de böyle gelmiştir. (Yani, cennet kastedilmektedir.)
el-Berâ b. Âzib'in
rivayetine göre bedevi bir Arap, Veda Haccı esnasında Rasulullah (sav)'ın
huzurunda ayağa kalktı. Peygamber (sav.)' da o sırada Ara-fat'da el-Adbâ diye
anılan dişi devesi üzerinde vakfede bulunuyordu. Bedevi dedi ki: Ben, müslüman
bir adamım. Bana şu: "İman edip güzel amellerde bulunanlara gelince..."
âyeti hakkında haber ver. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Sen de
onlardan uzakta değilsin, onlar da senden uzakta değillerdir. Burada sözü
edilenler şu dört kişidir: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali. Sen, kavmine bu
âyet-i kerimenin bunlar hakkında inmiş olduğunu bildir." Bu hadisi
el-Maverdî zikretmiştir.[108]
en-Nehlıas da
"Meâni'l-Kufân" adlı eserinde bunu senediyle kaydetmekte ve şöyle
demektedir: Bize Ebu Abdullah Ahmed b. Ali b. Sehî anlattı, dedi kî: Bize,
Muhammed b. Humeyd anlattı, dedi ki: Bize, Yahya b. ed-Durays anlattı. Yahya,
Züheyr b. Muaviye'den, o, Ebu İshak'dan, o, el-Berâ b. Âzib'den naklen dedi ki:
Bedevi bir Arap kalktı... diyerek hadisi zikretti. Yine es-Süheylî de bunu
"Kitabu'l-Â'lam"[109]
adlı eserinde senediyle birlikte zikretmiştir. Biz de bütün bunları icazet
yoluyla rivayet etmekteyiz. Yüce Allah'a Jıstmd olsun.
[110]
32. Onlara o iki adamı misal ver! Onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, iki bağın etrafını hurma ağaçlarıyla donatmış, aralarında ekinler bitirmiştik.
33. Bu iki bağ, mahsullerini vermiş, hiç bir şeyi eksik bırakmamıştı. Bunların arasında bir ırmak da akıtmıştık.
34. Onun ayrıca bir geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, malca senden zenginim, sayıca da senden güçlüyüm."
Yüce Allah'ın: "Onlara o iki adamı misal ver" şeklindeki bu buyruğu, dünyalık dolayısıyla kendisini üstün ve güçlü bilen, buna karşılık müminlerle birlikte oturup kalkmaktan (büyüklendiği için) çekinen kimseye verilmiş bir misaldir. O bakımdan bu buyruk, yüce Allah'ın: "Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na dua edenlerle beraberliğini sebatla sürdür" (Kehf 18/28) buyruğu ile alakalıdır.
Burada örnek verilen iki kişinin adı ve bunların muayyen olarak kim oldukları hususunda farklı görüşler vardır. el-Kelbî der ki: Âyet-i kerime Mekke ahalisinden Mahzumoğullarına mensup birisi, mü'min olup adı Ebu Seleme Abdullah b. Abdilesed b. Hilâl b. Abdullah b. Ömer b. Mahzura olan ve Peygmaber (sav)'dan önce Umm Seieme'nin kocası oları; diğeri İse kâfir olup el-Esved b. Abdilesed olan iki kardeş hakkında inmiştir. Aynı zamanda es-Sâffat Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Aralarından birisi diyecek ki: Gerçekten benim bir dostum vardı..." (es-Sâffât, 37/51) buyruğunda sözü edilen iki kardeş de bunlardır. Bunların her birisine dön bin dinar miras kalmıştı. Onlardan birisi malını Allah yolunda harcayıp daha sonra kardeşinden kendisine bir şeyler vermesini İstedi, kardeşi de bilinen sözlerini söyledi... Bunu, cs-Sa'lebî ve el-Kuşeyrî zikretmişlerdir.
Âyet-i kerimenin Peygamber (sav) ile Mekke ahalisi hakkında indiği de söylenmiştir.
Bir görüşe göre de bu buyruk, Allah'a iman eden herkes ile inkâr eden herkese dair bir misaldir.
Bir başka görüşe göre bu, Uyeyne b. Hısn ile arkadaşlarının ve Selman, Suheyb ve arkadaşlarımın bir misalidir, İbn Abbas'ın görüşüne göre Allah onları, birileri mü'min olup adı Yahuda otan İsrailoğullarından iki kardeşe benzetmektedir. Mukatil ise bu kişinin adının Temliha olduğunu söylemiştir. Diğeri ise kâfir olup adı Kartuş idi. İşte yüce Allah'ın es-Sâffat Sûresi'nde sözünü ettiği iki kişi de bunlardandır, Muhammed b. el-Hasen el-Mukri de bunu böylece sözkonusu ederek şöyle demektedir: Bu iki kişiden hayırlı olan zatın adı Temliha, diğerinin adı da Kartuş idi. Bunlar, ortaktılar. Daha sonra mallarını paylaştırdılar. Bunların her birine üç bin dinar düştü. Mü'min olanı bin dinara köle satın alıp onları azad etti, bin dinara elbise satın alıp çıplakları giydirdi, bin dinara da yiyecek satın alarak açları yedirdi. Aynı şekilde mcscidler inşa etti, hayır işleri yaptı.
Diğeri ise, sahip olduğu mal ile varlıklı kadınlarla evlendi, adar, İnekler satın aldı ve bunlar çoğaldı. Aşırı derecede bunların yavruları artıp durdu. Parasının geri kalanıyla da ticaret yaptı. Büyük bir kâr sağladı ve bütün çağdaşlarından daha zengin oldu. Birincisi ise muhtaç düştü. Bir bahçede ücretle çalışmak istedi ve kendi kendisine: Eski ortağım ve arkadaşımın yanına gidip ondan, bahçelerinden birisinde beni çalıştırmasını istesem umarım bu benim İçin daha uygundur, diyerek arkadaşının yanına gitti ise de, önündeki teşrifatçıların kabalıkları ve çokluğu dolayısıyla nerdeyse ona ulaşamayacaktı. Arkadaşının yanına varınca arkadaşı onu tanıdı ve ihtiyacını sordu. Ona: Peki, seninle malımızı yan yarıya bölüştürmedik mi? Ma\ına ne yapım? Arkadaşı şu cevabı verdi: Ben, o malımla daha hayırlı ve daha kalıcı olan şeyleri satın aldım. Arkadaşı kendisine: Sen gerçekten bunu tasdik edenlerden misin''1 Ren. kıvametin kopacağını zannetmiyorum. Görüşüme göre de sen anni mahrum bırakmaktan başka bir şey değildir. Benim, malımı ne şekilde kullandığımı görmüyor musun? Nihayet malım işte gördüğün bunca servet ve bu güzel duruma geldi. Bu durumumuzun sebebi, benim kazanıp kâr sağlamam, senin ise beyinsizce harcamandır. Haydi, yanımdan çek git, dedi. Daha sonra Kur'ân-ı Kerim'de sözünü ettiği şekilde mahsullerinin üzerine yüce Allah'ın, semadan göndermiş olduğu afet ile bu zenginin varlığı ve mahsulleri toptan imha edildi.
es-Sa'leb'î bu olayı bir başka lafızla nakletmekle birlikte; onun da ihtiva ettiği anlam buna yakındır.
Ata dedi ki: Bunlar, sekizbin dinarı olan iki ortak idiler. Denildiğine göre, bu serveti babalarından miras almışlardı. Ve bunlar iki kardeş idi. Bu serveti aralarında paylaştılar. Onlardan birisi, bin dinara bir arazi satın aldı. Diğeri ise: Allah'ım, filan kişi bin dinara bir arazi satın aldı. Ben de bin dinara karşılık Senden cennette bir arazi satın alıyorum, deyip o bin dinarı tasad-duk etti. Daha sonra birincileri diğer bin dinara bir ev yaptı. Öteki: Allah'ım, filan kişi bin dinara bir ev inşa etti. Ben de, bin dinara karşılık Senden cennette bir ev satın alıyorum diyerek, bin dinarı tasadduk etti. Daha sonra birincileri evlenip bu evliliği dolayısıyla bin dinar harcadı. Öteki: Allah'ım! Filan kişi bin dinar harcayarak bir kadın ile evlendi, ben de Senden bin dinara karşılık cennet kadınlarından istiyorum, diyerek bin dinar tasadduk etti. Daha sonra diğeri, bin dinara hizmetçiler ve çeşitli eşyalar satın aldı. Öteki: İşte ben de Senden, cennette bin dinara karşılık hizmetçi ve eşyalar satın alıyorum deyip bin dinar tasadduk etti.
Daha sonra ileri derecede muhtaç oldu ve: Olur ki, arkadaşımın bana bir iyiliği dokunur, diyerek arkadaşının yanına gitti, arkadaşı ona: Malına ne oldu deyince, o da yaptıklarını anlattı. Bu sefer, arkadaşı: Sen gerçekten bu söylediklerini tasdik eden birisi misin? Allah'a yemin ederim, ben de sana hiç bir şey vermeyeceğim, dedikten sonra ona şöyle dedi: Sen, semanın ilahına ibadet ediyorsun. Bense ancak bir puta ibadet ediyorum. Bunun üzerine öbürü, Allah'a yemin ederim buna öğüt vereceğim, dedi ve öğüt verip hatırlatmalarda bulundu, korkuttu. Bu sefer diğeri: Haydi beraber gidelim, balık avlayalım.- Kim daha çok balık avlayacak olursa o kişi hak üzeredir, dedi. Öteki: Kardeşim, gerçek şu ki, dünya Allah nezdinde iyilik yapana bir mükâfa-at, kâfire de bir ceza kılınmayacak kadar değersizdir.
Böyle demekle onu kendisi ile birlikte ava çıkmaya zorladı. Allah, her ikisini de sınadı. Kâfir olan ağını atıyor, putunun adını, anıyor ve ağı balıkla dolup taşarak çekiyordu. Mü'min ise Allah'ın adını anarak ağına attığı halde, ağına bir şey takılmıyordu. Diğeri ona: Durumu nasıl görüyorsun? İşte dünyada benim payım da, konumum da, etrafımdakilerin sayısı da senden daha fazladır. Eğer senin iddia ettiğin bu gerçek ise, âhirette de böylece ben senden daha üstün olacağım, dedi.
(Aıa> dedi ki: Onlar üzerinde görevli olan melek, bu işe üzüldü. Bunun üzerine yüce Allah, Hz. Cebrail'e bu meleği alıp cennetlere götürmesini ve ınü'min kişinin o cennetlerdeki yerlerini göstermesini emretti. Melek, Allah'ın mü'min kişi için hazırladıklarını görünce, şöyle eledi: İzzetin hakkı için o sonunda buraya varacak olduktan sonra, dünyada karşı karşıya kalacağı durumların hiç bir zararı olmaz. Diğer taraftan kâfirin cehennemdeki yerini de gösterince aynı melek şöyle dedi: Bunun da varacağı yer burası olduktan sonra, izzetin hakkı için onun dünyadan elde ettiklerinin hiç bir faydası olmaz.
Daha sonra yüce Allah müminin canım aldı, kâfiri de nezdinden gönderdiği bir azab ile helak etti. Mü'min, cennete yerleşip Allah'ın kendisi için hazırladıklarını görecek ve arkadaşları ile birlikte birbirlerine soru soracaklarında o; "Gerçekten benim bir dostum vardı, o diyordu ki: Gerçekten sen inananlardan mısm?" (es-Sâffat. 37/51-52) buyruğunda sözü edilenleri söyleyecektir. Bunun üzerine bir münadi de şöyle seslenecektir: Ey cennet ehli! "Siz de tekrar bakar mısınız? Baktı ve onu cehennemin ortasında gördü," (es-Sâffat 37/51) İşte bunun üzerine "onlara o iki adamı misal ver..." âyeti nazil oldu.
Yüce Allah bu sûrede bu iki kardeşin dünyadaki hallerini beyan ettiği gibi, âhiretleki hallerini de es-Sâffal Sûresi'nde: "Gerçekten benim bir dostum vardı. O diyordu ki, gerçekten sen inananlardan mısın... İşte çalışanlar böylesi için çalışsınlar" (es-Sâffat, 37/51-61) âyetleri beyan etmektedir.
İbn Atiyye dedi ki: İbrahim b. el-Kasım el-Kâtip, "Acaibü'l-Bilâd" adlı eserinde Tinîs Gölü'nün burada sözü edilen iki bahçe olduğunu zikretmektedir. Bu iki bahçe, iki kardeşe ait idi. Onlardan biri hissesini diğerine sattı ve bu aldığı bedeli Allah'a itaat yolunda harcadı. Diğeri de, bu yaptığı dolayısıyla onu ayıpladı ve aralarında -sözü edilen- konuşma cereyan etti. Allah da bir gece içerisinde o bahçeyi su altında bıraktı. Bu âyet-i kerime ile Allah onu kast etmiştir.
Diğer görüşe göre, yüce Allah'ın bu ümmete vermiş olduğu bir misaldir, daha önceden meydana gelmiş bir duruma ait bir haber değildir. Bundan maksat ise, dünyaya rağbeti azaltmak ve rağbeti âhirete yöneltmektir. Bu örneği, bir uyarı ve bir korkutma olarak zikretmiştir. Bu görüşü de el-Maverdi nakletmektedir. Ancak âyetin siyakı bunun aksine delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
"İki bağın etrafını hurma ağaçları ile donatmış" yani, bu bahçelerin çevresini hurma ağaçlan ile çevirmiştik.
"yan ve taraf' demektir. Çoğulu, "ELraf" şeklinde gelir, " Topluluk, filan kimsenin etrafını kuşamlar, çevirdiler" denilir. Yüce Allah'ın: "Melekleri de Arşın etrafını kuşatmış olarak..." (ez-Zümer, 39/75) buyruğu ek buradan gelmektedir.
"Aralarında ekinler bitirmiştik." Yani Biz, üzüm bağının etrafını hurma ağaçlan ile çevirmiş, üzüm bağlarının ortasında da ekin bitirmiştik.
"Bu iki bağ" yani, bunların her birisi, "mahsullerini" eksiksiz olarak "vermiş"dir. Bundan dolayı yüce Allah burada tekil olarak; "Vermiş" diye buyurmuş, " İkisi de vermişlerdi" diye buyurmamıştır.
(Her ikisi anlamına geİen):ile, lafzı tekil midir, yoksa tesniye midir, hususunda görüş ayrılığı vardır. Basralılar bunun tekil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, onlara göre bu iki keiime tesniye olan bir lafzı te'kid etmek için tıpkı çoğulu te'kid etmek için kullanılan; lafzma benzemektedir. O bakımdan bu, tesniye olmayan müfred bir isimdir. Eğer bundan sonra zahir bir isim gelecek olursa bu lafız ref, nasb ve cer hallerinde de aynı şekilde olur. O bakımdan; " Her iki adamı gördüm, bana her iki adanı geldi ve yolum her iki adama da uğradı" denilir (ve hiç birisinde bu lafzın şekli değişmez). Eğer bir zamire bitişecek olursa, sondaki elif, cer ve nasb hallerinde "ya"ya kalbedilerek: "Her ikisini gördüm ve her ikisine de yolum uğradı" denilir. Tıpkı "Onlara, üzerlerine" demek gibi.
el-Ferra ise şöyle demektedir: Bu, tesniye bir lafızdır. "Hepsi, bütünü" lafzından alınmış olup, somındaki lam, tahfif edilmiş ve tesniye dolayısıyla elif ilave edilmiştir. Müennes için kullanılan; de böyiedir. Bunlar, ancak muzaf olarak kullanılırlar ve tekil olarak kullanılmazlar. Şayet tekil olarak kullanılacak olsa o takdirde; denilir. el-Ferra bu görüşüne şairin şu beyi tini de delil göstermektedir:
"Onun (deve kuşunun) her iki ayağının her birinde bir tek fazlalık çıkıntı vardır. İki ayağının her birisinde böyle bir fazlası vardır."
O, bununla iki ayağından birisini kastettiğinden tekil kullanmıştır.
Ancak bu görüş Basrahlara göre zayıftır. Çünkü, eğer bu kelime tesniye olsaydı, nasb ve cer halinde zahir isim ile birlikte kullanıldığı takdirde "elifin "ya"ya dönüşmesi icabederdi. Çünkü; kelimesinin anlamı, kelimesinin anlamından farklıdır. Zira, ikincisi kuşatıcılık için kullanılırken, diğeri belli bir şeye delalet etmektedir. Burada beyiti nakledilen şairin "elifi hazfetmesi ise zaruretten dolayıdır ve o bu "elif'i zâid olarak takdir ettiğinden dolayı lıazfetmiştir. Zarureten söylenen bir sözün ise delil olarak kullanılması caiz değildir. Böylelikle bunun; "Benimle beraber" anlamındaki kelime gibi müfred bir isim olduğu sabit olmada ancak tesniyeye delalet etmek için kullanılmıştır. Nitekim Arapların: "Biz" şeklindeki kelimeleri, tek müfred bir isim olmakla birlikte iki ve daha fazla kişiye delalet etmektedir. Buna şair Cerir'in şu sözleri de delildir:
"Umame'nin her iki günü de engel olma günüdür. Biz, ona ancak seyrek seyrek gitsek bile."
Böylelikle şair burada bu lafzı tek bir gün hakkında haber vermek için kullanmıştır. Nitekim, yüce Allah'ın Vermiş" buyruğunda da haber tekil olarak gelmiştir. Eğer tesniye olsaydı, bunun için "İkisi de vermişti" diye buyurması gerektiği gibi, şairin de burada; "İki gün" demesi gerekirdi.
Aynı şekilde; "ikisi" lafzının "elifi hususunda da ihtilaf edilmiştir. Sibeveyh, bu "elifin te'nis için olduğunu ve buradaki "te" harfinin de lamu'l-fi'l üç harfli kelimenin son harfi) den bedel olduğunu ve aslında bunun "vav" olduğunu, kelimenin aslının ise; şeklinde geldiğini söylemiştir. Bu "vav"in "te"ye ibdatine sebep ise, 'te'' harfinde müenneslik alameti bulunduğundan dolayıdır. deki "elif ise, zamir ile birlikte "ya"ya dönüşebilir ve bu durumda müenneslik alameti olmaktan çıkar. O halde "vav" harfinin te'ye ibdali, te'nis'in tekidi demek olur. Ebu Ömer el-Cermî ise şöyle demektedir: Buradaki "te" mülhaktır, (Sonradan getirilmiştir). "Elif" ise, lamu'l-fi'l'dir, el-Cermî'ye göre bu kelimenin takdiri vezni; şeklindedir. Ancak durum onun dediği gibi olsaydı, Arapların bu kelimeyi ism-i mensub yapmaları halinde; demeleri gerekirdi. Ancak, bunun yerine; diyerek "te"yi düşürmüş olmaları, onların bunu; "Kız kardeş" kelimesini nisbet yaparak; demeleri şeklindeki "te" gibi değerlendirdiklerini göstermektedir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.
Ebu Cafer en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Nahiv bilginleri, Kur'ân-ı Kerim dışında, manayı gözönünde bulundurarak; "Bu iki bağ, mahsullerini vermişler,.." denilmesini caiz kabul etmişlerdir. Çünkü, bunun tercih olunan anlamı, "Her ikisi de vermişlerdir" şeklindedir.
el-Ferrâ -aynı anlamı ifade etmek üzere- denilmesini de uygun kabul etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü bu; "Her iki bahçe de" demektir. (et-Ferra) dedi ki: Abdullah (b. Mes'ud)'un kıraatinde de; şeklindedir. Buna göre ei-Ferrâ'mn kanaatine göre anlam: O, iki bağın hepsi de yemişlerini vermiştir" şeklindedir.
"Mahsul" hurma ve sair ağaçtann meyveleri hakkında kullanılır. Bununla birlikte yenilen her bir şey hakkında da bu lafız kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "Yiyecekleri... devamlıdır" (er-Ra'd, 13/35) buyruğu da bu kabildendir.
"Hiç bir şeyi eksik bırakmamıştı." Herşeyi tam ve mükemmel vermişti.
"Bunların arasında da bir ırmak akıtmıştık." Yani, iki bahçenin ortasından bir ırmak akıtmış ve ona akacak yer (yatak) yapmıştık.
"Onun, ayrıca bir geliri de vardı" buyruğundaki; "Gelir" kelimesini Ebu Cafer, Şeybe, Âsim, Yakub ve İbn Ebi İshak, peltek "se" ile "mim" harflerini üstün olarak okumuşlardır. Aynı şekilde; "Nihayet bütün serveti yok edildi" (42. âyet) buyruğunda da bu şekilde ve; in çoğulu olarak okumuşlardır. el-Cevherî dedi ki: "Gelir, mahsul" kelimesi, ile in tekilidir. in çoğulu ise, şeklinde gelir. el-Ferra da; in çoğulu; şeklinde gelir demiştir.in çoğulu, şeklinde de gelir. aynı şekilde nemâiandırtlan mal, anlamına gelir. Ebu Amr ise bu kelimeyi peltek "se" ötreli, "mim" harfini de sakin olarak okumuş ve bunu "çeşitli mallar" diye açıklamıştır. Diğerleri İse her i-ki harfi de ötreli olarak okumuşlardır.
îbn Abbas, altın, gümüş ve çeşitli mallar, diye açıklamıştır. Bundan önce el-En'âm Sûresi'nde (6/99. âyet, 4. başlıkta) buna dair geniş açıklamalar geçmiş bulunmaktadır,
en-Nehhas şunu nakletmektedir: Bize Ahmed b. Şuayb anlattı, dedi ki: Bana, İmran b. Bekkâr haber verdi, dedi ki, bize İbrahim b. el-Alâ ez-Zübîdî anlattı, dedi ki, bize Şuayb b. İshak anlattı, dedi ki, Harun dedi ki: B?na Eban, Sa'leb'den anlattı. O, el-A'meş'den naklettiğine göre Haccac şöyle dedi: Eğer ben, "ayrıca onun bir geliri de vardı" anlamındaki buyruğu her hangi bir kimsenin; diye okuduğunu İşitecek olursam, şüphesiz dilini keserim. Bunun üzerine ben el-A'meş'e: Sen bunu kabul ediyor musun dedim o, hayır bunu kabul etmeyi gerektirecek hiç bir taraf yok ki, dedi O bakımdan o, diye okur ve bunu; in çoğulu olarak kabul ederdi.
en-Nehhas dedi ki: Bu görüge göre; in çoğulu; şeklinde gelir. Bundan sonra; in çoğulu ise diye gelir. Bu da Arap dilinde güzel bir şekildir. Ancak, birincisinin doğru olma ihtimali daha kuvvetlidir, doğrusunu en iyi bilen Allah'dır. Çünkü yüce Allah'ın; "Bu îkl bağ mahsullerini vermiş" buyruğu, onun mahsul ve meyvesinin bulunduğuna bir delildir.
"Bu yüzden, arkadaşı ile konuşurken arkadaşına dedi ki..." sözlü olarak onun kanaatini red ederek cevap verdi, demektir.
Muhavere; karşılıklı cevap vermek demektir Tehâvür de birinin diğerine cevap vermesi demektir. Mesela, "Onunla konuştum da o bana karşılık olarak cevap vermedi" denilir. Aynı anlamda olmak üzere tabirleri de kullanılır.
"Ben, malca senden zenginim, sayıca da senden güçlüyüm" buyru-ğundaki "nefer: sayı" kelimesi, on kişiden daha aşağı sayıyı anlatmak üzere kullanılan "raht': demektir. O, burada -önceden açıklandığı üzere- kendisine tabi olanları, hizmetçileri ve çoluk çocuğunu kastetmiştir.[111]
35. O, nefsine zulmede ede bağına girdi. Dedi ki: "Bunun ebediyen yok olacağını sanmıyorum."
36.
"Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbime döndürülecek olsam
dahi, elbette döneceğim yer itibariyle bundan daha hayırlısını bulurum."
"O, nefsine" küfrü sebebiyle "zulmede ede bağına girdi." Denildiğine göre, mü'min kardeşinin elinden tutarak onu bağında, bahçesinde gezdiriyor ve ona bağ ve bahçesini gösteriyordu.
"O, nefsine zulmedende" anlamındaki buyruk, hal mevkiinde bir cümledir. Küfrü sebebiyle kendisini cehenneme sokan bir kimse, elbetteki nefsine zulmeden bir kimsedir.
"Dedi ki: Bunun ebediyen yok olacağını sanmıyorum." Sözleriyle, bu dünya yurdunun yok olacağını kabul etmedi. "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum." Yani ben, öldükten sonra diriliş diye bir şey olacağını zannetmiyorum. "Şayet Rabbime döndürülecek olsam dahi" yani, eğer öldükten sonra diriliş süz konusu olsa bile; O, dünyada bana bunca nimetleri verdiği gibi benim, O'nun nezdindeki üstün konumum ve değerim dolayısıyla bana bunlardan daha iyi ve değerlisini verecektir. İşte yüce Allah'ın: "Elbette döneceğim yer İtibariyle bundan daha hayırlısını bulurum" ifadesinin anlamı da budur. O, bu sözlerini, kardeşinin kendisini öldükten sonra dirilmeye, amellerin karşılıklarının görülmesine iman etmeye çağırması üzerine söylemiştir.
Mekke ve Medine mushaflarında "Bundan" kelimesi yerine; "Bu ikisinden" şeklindedir. Basralıiarla Kürelilerin Mushaf'ında ise tekildir. Tesniye daha uygundur. Çünkü buradaki zamirin, "iki bağ "a etmesi daha yakın bir ihtimaldir. [112]
37. Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: "Seni önce topraktan, sonra da bir damla sudan yaratan, sonra seni tam bir adam yapana kâfir mi oldun?"
38. "Fakat ben (derim ki): O, Allah'dır, benim Rabbimdir. Ben, Rabbime kimseyi ortak koşmam."
"Arkadaşı" ismi ile ilgili farklı görüşlere göre Yahucla veya Temliha "ona cevap vererek dedi ki: Seni önce topraktan, sonra da bir damla sudan yaratan, sonra seni tam bir adam yapana kafir mi oldun?" sözleriyle ona öğüt verdi ve hiç bir kimsenin inkâr etme imkânı bulamadığı ve kendisinin de itiraf ettiği bu şeylerin yaratılmasını, tekrar yaratıp diriîtmekten daha büyük şeyler olduğunu ona açıkladı.
"Seni tam bir adam yapan" ifadesi, seni boyu poşu, hilkati mutedil, azalan sağlıklı ve erkek yapan demektir.
"Fakat ben (derim ki); O, Allah'dır, benim Rabbimdir" anlamındaki buyruğu, Ebu Abdurrahman es-Sülemi ile Ebu'l-Âliye; şeklinde okumuştur. el-Kisaî'den de: "Fakat O Allah'dır..." diye ve "Ancak durum şu ki: O, Allah'dır, benim Rabbimdir" anlamında okuduğu, böylelikle de; in ismini içinde gizli kabul ettiği de rivayet edilmiştir. Diğerleri ise; şeklinde "elifi isbat ile okumuşlardır. el-Kisaî dedi ki: Buyrukta takdim ve tehir vardır, ifadenin takdiri de şöyledir: "Fakat Allah; O'dur, benim Rabbimdir" şeklindedir. Burada; "Ben"deki hemze, çokça kullanım dolayısıyla söyleyiş hafif olsun diye hazfedilmiş ve iki "nûn"dan biri diğerine idğam edildikten sonra da "ben" anlamındaki zamirin "elifi vasıl halinde hazfedilmiş, vakıf halinde ise isbat edilmiş (okunmuş) olmaktadır.
en-Nehhas dedi ki: el-Kisaî, eî-Ferrâ ve el-Mazİnî'nin kanaatine göre bunun asli; şeklindedir. Hemzenin harekesi önceki edatın "nûn"una verildikten sonra hemze hazfedildi ve iki nûn da birbirine idğam edilmiştir. O bakımdan bunun üzerinde vakıf yapılırsa, şeklinde okunur. Bu ise,"Ben" zamirinin "elifidir ve bunun harekesinin beyanı için böyle okunur. Ebu Ubeyd de şöyle demiştir: Bunun aslı; Fakat ben, şeklindedir. Elif hazfedildikten sonra iki nun yanyana geldiğinden dolayı şeddeli okunmuştur, el-Kisaî de bize şu beyiti okumuştur:
"Allah için sen Abalı ve yalan söyleyenin İftiralarından uzak birisisin."
Görüldüğü gibi şair burada; kelimesi ile; Allah için sen" demek istemiş ve "Allah" lafzının iki "lam"ından birisini düşürdükten başka; Muhakkak ki sen" ifadesinin "elifini de hazfetmiştir. Bir başka şair ise aslına uygun olarak şöyle demiştir:
"Göz ucuyla bana iftira ediyor ve sen suçlusun diyorsun.
Üstelik benden de uzaklaşıp ayrılıyorsun. Ama ben senden uzaklaşmayacağım."
Burada şair; ile, Ama ben" demek istemiştir.
Ebu Hatim dedi ki: Âsım'dan; " Ama bana gelince (derim ki):
O Allah'tır benim Rabbimdîr." diye okuduğunu rivayet etmişler ve durak yapmaksızın okunması halinde "elifin okunmasının lahn olduğunu iddia ettiğini nakletmişlerdir. ez-Zeccac ise şöyle demektedir: Durak yapmaksızın (id-râc ile) okumak halinde burada "elifin de okunması güzel bir şeydir. Çünkü, "ben" anlamındaki: zamirinden "elif hazfedilmiş ve burada bu "eli-f"i onun yerine getirmişlerdir. Ubey'in kıraatinde ise bu buyruk; Ama ben O, Allah'tır, Rabbim'dii (derim)" şeklindedir. İbn Âmir ile el-Mesilî, Nâfi'den ve Rüveys'den, onlar da Yakub'dan vakıf ve vasıl halinde de "elifin isbatı ile; şeklinde okuduğu nakledilmiştir. Şair de şöyle demektedir:
"Aşiretin sıyrılmış kılıcıyım beni tanıyın beni Ben, zirvelere tırmanmış Humeyd'im."
el-A'şâ da şöyle demiştir:
"Ben, saçlarım ağardıktan sonra naaıl olur da Kafiye çalmaya yönelirim? Utanç olarak bu yeter."
Vakıf yapılması halinde "elifin okunacağında ise görüş ayrılığı yoktur.
"O, Allah'dır, benim Rabbimdir" buyruğundaki "O" zamiri, kıssa, şan ve durum zamiri olarak bilinir. (Yani, durum şu ki, Allah benim Rabbimdir demek olur.) Bu da yüce Allah'ın: "Bakarsın ki, o kâfirlerin gözleri dehşetle yerinden fırlayarak..." (el-Enbiya, 21/97) buyruğu ile; "De ki: O, AUah'dır, bir tekdir" (el-İhias, 112/1) buyruğuna benzemektedir. "Ben, Rabblme kimseyi ortak koşmam" buyruğun mefhumu, diğer kardeşinin yüce Allah'a ortak koşan, O'ndan başkasına ibadet eden bir kimse olduğuna delalet etmektedir.
O bu sözleri ile şunu kastetmiş olma ihtimali de vardır: Ben, zenginliği de fakirliği de ancak O'ndan bilirim. Ve bilirim ki eğer O, dünyalığa sahip olan kimseden dünyalığı almak isterse buna kadirdir, bana fakirliği veren de O'dur.
Bu sözleriyle şunu kastetmiş de olabilir. Senin, öldükten sonra dirilişi inkâr etmen, yüce Allah'ın buna güç yetirememesi manasınadır, Bu ise, şanı yüce ve münezzeh olan Rabbin âciz olduğunu ileri sürmek demektir. O'nun âciz olduğunu ileri süren kimse, O'nu yaratıklarına benzetmiş demektir. Bu ise, Allah'a ortak koşmak ile aynı şeydir. [113]
39. "Bağına girdiğin zaman maşaallah, Allah'ın yardımı olmadan (hiç bir şeye) güç yetirilemez, demeli değil miydin? Her ne kadar malca ve evlâtça beni kendinden az görüyorsan da;
40. "Belki Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir, se-ninkinin üzerine İse gökten bir felâket indiriverir de kaypak bir toprak haline geliverir;
41. "Yahut suyu yerin dibine çekiliverir de bir daha onu aramaya gücün yetmez."
Yüce Allah'ın: "Bağına girdiğin zaman maşaallah, Allah'ın yardımı olmadan (hiç bir şeye) güç yetirilemez, demeli değil miydin?" buyruğuna dair açıklamalarımızı iki bağlık halinde sunacağız; [114]
Yüce Allah'ın: "Bağına girdiğin zaman maşallah, Allah'ın yardımı olmadan (hiçbir şeye) güç yetirilemez demeli değil miydin" buyruğu, bu sözleri kalbin ile söylemeli değil miydin demektir. Bu sözler, mü'minin kâfire bir azan, ona bir tavsiyesi ve onun sözünü de reddetmesi mahiyeti adedin Çünkü o: "Bunun ebediyen yok olacağını sanmıyorum" (Kehf 18/35) demişti.
Bu buyruktaki; Ma..." ref, mahallindedir ki, bunun da takdiri: Bu bahce, Allah'ın meşîeti iledir, anlamındadır. ez-Zeccâc ile el-Ferrâ şöyle demişlerdir: Bu iş, Allah'ın dilemesi ve iradesiyledir. Yani o, Allah'ın meşîetiyle, iradesiyle olmuştur, demektir. Bunun, cevabının hazfedildiği de söylenmiştir ki, bu da; Allah'ın dilediği olur, dilemediği de olmaz" demektir.
"Allah'ın yardımı olmadan (hiç bir şeye) güç yetîıilemez." Yani, senin eiinde toplanan bunca mal, yüce Allah'ın kudret ve kuvveti iledir. Senin öz kudret ve gücünle değildir. Eğer Allah diterse maundaki bu bereketi kaldırır ve bunca mal senin elinde toplanıp bir araya gelmezdi. [115]
Eşheb dedi ki: Malik dedi ki: Evine giren her bir kimsenin bunu (âyet-i kerimede geçen "maşâallah..." sözlerini, söylemesi gerekir, İbn Vehb de dedi ki: Hafs b. Meysere bana şöyle dedi: Ben, Vehb b, Münebbih'in kapısı üzerinde "Maşâallah, Allah'ın yardımı olmadan hiç bir şeye güç yetirücmez" yazılı olduğunu gördüm.
Peygamber (sav)'ın da Ebu Hureyre'ye şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi? -yahut cennet hazinelerinden bir hazine olan bir sözü demiştir" Öğret ey Allah'ın Rasûİü dedim, şöyle buyurdu: "Bu, La havle velâ kuvvete illa billah'dır. Kul bunu söyledi mi, Aziz ve Celi! olan Allah da: Kulum esenlik buldu ve (Bana) teslimiyetini arzetti, diye buyurur. "[116]
Bu hadisi Müslim Sahihi'nde, Ebu Musa'dan rivayetle zikretmektedir. Bu rivayette şöyle denilmektedir (Rasûlullah) buyurdu ki: "Ey Ebu Musa, yahut ey Abdullah b. Kays, ben sana cennet hazinelerinden ofan bir sözü öğreteyim mi? -Bir rivayette ise: Cennet hazinelerinden bir hazine olan bir sözü... denilmektedir-" Ben: O nedir ey Allah'ın Rasûlü deyince, şöyie buyurdu: "(O), La havle velâ kuvvete illa billah'dır" dedi.[117]
Yine Ebu Musa'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir; Rasûlullah (sav) bana dedi ki: "Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi? -Yahut da cennet hazinelerinden bir hazine olan bir sözü-" diye buyurdu. Ben de; Buyur, öğret dedim. Şöyle buyurdu: "(Bu), La havle velâ kuvvete illa bil-lahil aliyyi'1-azim (sözü)dür" dedi.[118]
Yine rivayet olunduğuna göre bir kimse evine girince yahut çıkınca; "Bismillah, maşaaltah, la kuvvete illa billah" diyecek olursa, şeytanlar onun önünden kaçışır giderler, yüce Allah da üzerine bereketler indirir.
Hz. Âişe de şöyle demiştir: Kişi, evinden çıkıp da "Bismillah" diyecek olursa, melek kendisine: Doğruya iletildin (hidâyet buldun) der. Eğer "maşaallah" derse, melek ona: Bu (kötülüklere karşı) sana yeterli gelir, der. Eğer "la kuvvete illa billah" derse, melek ona: Koruma akına alındın, der.
Bu hadisi, Tirmizî ayrıca Enes b. Malik'den gelen rivayetle de kaydetmektedir. Enes b. Malik dedi ki: Rasûkıllah (sav) şöyle buyurdu: "Her kim, -evinden çıktığı vakit- Bismillah, tevekkeltü alallah la havle vela kuvvete illa buları diyecek olursa, ona: (Bu sözler musibetlere karşı) sana yeterli gelir ve sen koruma altına alındın, denilir, şeytan da ondan uzaklaşır." (Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadistir, biz bunu yalnızca bu yoldan bilmekteyiz.[119]
Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivayet etmekte olup şu fazlalığı da kaydetmiştir: Ona şöyle der: "Hidâyete İletildin, (musibetlere karşı bu sözier) sana yeterli gelir ve koruma altına alındın."[120]
İbn Mace de bu hadisi Ebu Hureyre'den rivayet etmektedir. Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kişi, meskeninin yahut evinin kapısından çıktığında, onunla birlikte onun üzerinde görevli iki melek bulunur. Eğer Bismillah derse, o iki melek ona: Hidâyet buldun, derler. La havle vela kuvvete illa billah derse, korundun, derler, Tevekkeltü alallah derse, bunlar sana yeter, derler. Bu sefer onunla birlikte oian iki kişi (ins ve cin şeytanları) onunla karşılaşırlar, şöyle derler: Doğru yola İletilmiş, korunmuş ve söyledikleri sözler kendisine yeterli gelmiş bir kimseden ne istersiniz."[121]
el-Hakim Ebu Abdullah da "Ulumu'l-Hadis" adlı eserinde şöyle demektedir: Muhammed b. İshak b, Huzeyme'ye, Peygamber (sav)'ın: "Cennet ile cehennem birbiri ile tartıştılar. Bu -yani cennet- bana zayıf kimseler girecektir der.,."[122] hadisinde geçen "zayıflar" ile kimler kastedilmektedir? Muhammed b. İshak dedi ki: (Zayıf kimse), güç ve kuvvetten uzak olduğunu, hiç bir güç ve kuvvete sahip olmadığını ifade eden kimsedir. Yani, (bunu anlatan sözleri) günde yirmi veya elli defa tekrarlayandır.
Enes b. Malik de dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kim, bir şey görüp de onu beğenecek olursa, "maşaallah la kuvvete illa billah" derse ona hiç bir nazar değmez."[123] Bir kesim de şöyle demiştir: Maşaallahu kâne: Allah'ın dilediği olur, deyip de kendisine her hangi bir şey isabet eden herkes, mutlaka ona razı olur,
Yine rivayet olunduğuna göre dört şeyi söyleyen kimse dört şeyden emin olur Bu sözü söyleyen nazar değmesinden yana emin olur, hasbunal-lah ve ni'melvekil diyen şeytanın desiselerinden emin olur, ufevidu emri ilal-lah diyen şeytanın hile ve tuzaklarından emin olur, lâ ilahe illa ence subha-neke innî kuntu minezzalimîn diyen kimse de üzüntü ve kederden emin olur.
"Her ne kadar malca ve evlatça beni kendinden az görüyorsan da..." buyruğundaki; "...sa" şart edatı olup; Beni görüyorsan..." ise, ondan dolayı cezm edilmiş bir fiildir. Cevabı ise: "BelkiRabbim..." buyruğudur, " Ben" ise, fasıla okıp İ'rabta mahalli yoktur. Bununla birlikte, "nun" ile (hazfedilmiş) "ya"yı tekid için nasb mahallinde olması da mümkündür.
İsa b. Ömer "Her ne kadar... beni kendinden az görüyorsan da" buyruğundaki " Az" kelimesini ref iie okumuş ve o, böylelikle; Ben" kelimesini mübteda ve: " Az" kelimesini de onun haberi olarak kabul ederken cümleyi de ikinci mef ul konumunda değerlendirmektedir. Birinci mef'ul ise, "beni... görüyorsan" anlamındaki fiilin sonundaki "nun" ile "ye"dir. Ancak "ye" harfi kesrenin kendisine delâlet etmesi dolayısıyla hazf edilmiştir. "Ye"yi isbat ile okumak da oldukça güzeldir ve aslolan da budur; çünkü hakikatte isim odur.
"Belki" olurki Rabbim "bana, senin bağından daha hayırlısını" âhiret-te; dünyada da denilmiştir, "verir, senlnkinin" senin bağının "üzerine ise gökten bir felâket" gökten atılacak şeyler "indlriverir."
"Felâket" kelimesinin tekiii şeklinde gelir. Bunu el-Ahfeş, el-Kutebî ve Ebu Ubeyde söylemiştir. İbnü'l-A'râbî ise şöyle demektedir: Bu kelime hem bulut, hem yastık, hem de yıldırım anlamına gelir. et-Cevheri de şöyle demektedir: "Azab" demektir. Ebu Ziyad el-Küllâbî der ki: "Bir araziye husban isabet etti" demek, çekirge istilasına uğradı, demektir. Yine bu kelime hesap manasına da gelir. Nitekim yüce Allah: "Ay ve güneş bir hesap i/edir" (er-Rahman, 55/5) diye buyurmaktadır. Burada da "husbân" kelimesi bu şekilde açıklanmıştır. ez-Zeccâc der ki: Husbân, hesab'tan gelmektedir. Yani o, senin bahçenin üzerine hesab azabını gönderir. Bu ise elferînin kazandıklarının hesabı demektir. O halde burada ifade, muzafın hazfedilmesi tü-ründendir. Yine bu kelime, bir defada atılan kısa boylu oklar demektir, Kis-ralar bu şekilde ok atarlardı. Semadan atılan şeyler ise azaptır.
"...de kaypak bir toprak haline geliverir." Yani, üzerinde hiç bir bitkinin bitmediği ve hiç bir ayağın sağlamca duramadığı bir arazi oluverir. Bu, en zararlı arazi türüdür. Oysa bu felaketten önce o en faydalı bir bağ ve bahçe idi.
"Kaypak" kelimesi, "toprak" kelimesinin sıfatını tekid içindir. Yani, o dümdüz olacağından dolayı ayaklar üzerinden kayacaktır. Nitekim; "kaygan yer" demektir. Aslında bu, " Ayağı kaydı, kayar" fiilinden bir mastardır. " Ayağını -başkası- kaydırdı" demektir. -Aynı zamanda- atın kuyruk tarafı anlamındadır. Şair Ru'be şöyle demektedir:
Sanki o, (karın bölgesinde) beyaz renk bulunan ve arka tarafı da siyah beyaz renkli olandır."
"Ayağın üzerinde sebat edemediği yer," demektir. de aynı anlamdadır, " Tıraş" anlamında; "Başını tıraş etti, eder" manasınadır. Hu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Tıraş edilmiş" anlamındadır.
Burada maksat o yerin kaygan ve kaydırın olması değildir. Aksine, anlatılmak istenen tıraş edilen bir baş üzerinde nasılki saç kalmıyorsa, o bahçede, bitki kalmayacağıdır. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî yapmıştır.
"Yahut suyu yerin dibine çekîliverir." O takdirde daha önce suyu en bol bir arazi iken, sudan büsbütün mahrum bir arazi haline geiir.
"Çekilmek" aslında mastar olup isim yerinde kullanılmıştır. Nitekim: "Oruçlu, oruçsuz, adaletli, razı olunan, faziletli, çokça ziyarette bulunan adam..," tabirlerinde de aynı şekilde kullanılmıştır. "Ağıt yakan kadınlar" tabiri de böyledir. Bu kullanımda miizekker, müennes, tesniye ve temi' aynıdır değişmez. Amr b. Küt-sûm der ki:
"Onun aail atları onun için ağıt yakar
Yularları takılmış ve üç ayakları üzerinde durup dördüncüsünün toynağını yere değdirmiş olarak."
Bir başkası da şöyle demektedir:
"Ey Dubaa! Onların gözyaşlarını peş peşe akıt ve Ayakta ağıt yakanlara cevap ver. (sen de katıl)!"
Görüldüğü gibi bu iki beyitte de tekil ve mastar olarak gelen kelime: " Ağıt yakan kadınlar" anlamındadır.
Bu buyruk burada: "Yahut onun suyu yerin dibine çekilmiş bir su oluverir" diye açıklanmıştır. Buna göre burada muzaf hazf edilmiştir. Tıpkı "o kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğunda (kasaba ahalisine sor, anlamında) olduğu gibi. Bunu da en-Nehhas nakletmektedir, el-Kisaî ise, bunu; "Yerin dibine çekilmiş su" diye açıklamıştır. Nitekim; "Su yerin dibine çekildi, çekilir..." demektir. (Son mastarda) "vav" harfinin ötreli olması dolayısıyla hemze ile gelmesi de mümkündür. gözü, başının iç tarafına doğru çekildi," anlamındadır. Bunun, şekli ise bu fiilin bir başka kullanım şekli (şivesi) dir. Şair şöyle demiştir:
"Gözü basma doğru çekildi mi, yoksa çekilmedi mi?"
"Güneş battı, batar" demektir. Ebu Züeyb de şöyle demektedir:
"Zaman denilen şey" bir gece ve onun. gündüzünden
Bir de güneşin doğup sonra da batışından başka bir şey midir?"
"... bir daha onu aramaya gücün yetmez." Yani, yerin dibine çekilmiş olan suyu bir daha geri çeviremezsin ve hiç bir yolla buna gücün yetmez. Şöyle de açıklanmıştır: O suyun yerine ondan başka bir su da bulamazsın, arayamazsın. İşte mü'min kişinin kardeşiyle tarttşması ve onu uyarması burada sona ermektedir. [124]
42. Nihayet bütün serveti yok edildi. Bu sebepten onun İçin harcadıklarına pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı. Çardakları üzerine çökmüş ve: "Ne olurdu, Rabbime hiç bir kimseyi ortak koşmacaydım!" diyordu.
"Nihayet, bütün serveti yok edildi" buyruğundaki: "Yok edildi" meçhul fiilinin ismi (nâib-i faili, sözde öznesi) hazf edilmiştir ki, o da mastardır. Bununla birlikte daha sonra gelen mecrur ismin "bütün serveti" anlamındaki kelimenin) ref mahallinde olması da mümkündür. "Bütün serveti yok edüdi" ifadesi, malı tamamıyla telef edildi, demektir. Bu yüce Allah'ın, kardeşinin kendisine yaptığı uyarılardan gerçekleştirdiği ilk husustur.
"Bu sebepten, onun için harcadıklarına pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı." Yani kâfir, pişmanlık duyarak bir elini diğerine vurmaya koyuldu. Çünkü pişman olan kimsenin yaptığı iş budur,
Şöyle de denilmiştir: O, sahip olduğu servetini evirip çeviriyor, ancak serveti arasında harcadıklarının yerini tutacak bir şey bulamıyordu. Bu anlama gelmesi ise bazen "mülk sahibi o!ma"nın "elde tutma" ile ifade olunmasından dolayıdır ki, bu da Arapların: Mülkiyetinde mal vardır, anlamında: " Elinde mal vardır" şeklindeki tabirlerinden alınmıştır, "Bu sebepten. . başladı" ifadesi, bu telef etmenin geceleyin gerçekleştiğine delildir. Yüce Allah'ın; "Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından saran bir bela sardı da kapkara kesiliverdi" (el-Kalem, 68/19-20) buyruğuna benzemektedir.
"Ben bu ev için bu kadar harcadım, bu eve bu kadar harcadım" anlamında denilir.
"Çardakları üzerine çökmüş" yani, artık bir bölümü diğeri üzerine düşmüş ve tamamıyla boşalmış oldu. Bu ifade, "Yıldızların doğuş zamanlarında (mutad olan şekilde) yağmur yağmadı" tabirinden alınmıştır. de bunun gibidir. "Ev boşaldı" demektir.
Çöktüğü zaman da bu tabir kullanılır. Allah'ın: "İpte zulümleri sebebiyle onların, bomboş (harap olmuş) evleri." (en-Nenıl, 27/52)
Bunun, yıkılmış anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim (bu buyrukta da olduğu gibi) "o, çardakları üzerine çökmüştür," yani, çanları üzerine düşüp yıkılmıştır, denilmektedir.
Yüce Allah, böylelikle o kimsenin hem bütün mahsullerini yok etti, hem de ana sermayesini. Bu ise, karşı karşıya kalınan musibetlerin en büyüğüdür. Bu, onun azgınlığının bir karşılığı (cezası) İdi.
"Ve ne olurdu, Rabbİme hiç. bir kimseyi ortak koşmasaydım, diyordu." Yani, keşke Rabbimin üzerimdeki nimetlerini bilip tanımış olsaydım, bunların yüce Allah'ın kudretiyle gerçekleştiğini bilseydim ve O'nu inkâr ederek kafi: olmasaydım. Bu, fayda vermeyecek bir zamanda duyduğu bir pişmanlıktı. [125]
43. Ona Allah'dan başka yardım edecek bir topluluk yoktu. Kendisi de kendisini kurtaramadı.
Yüce Allah'ın: "Ona, Allah'dan başka yardım edecek bir topluluk yoktu" buyruğundaki; "Bir topluluk" kelimesi, "...du (idi)"in ismidir. Ona" laFzı da onun haberidir. "Ona ...yardım edecek"
buyrukları sıfat mahallinde olup yardım edici bir topluluk demektir. Bununla birlikte (kâne: İdi firlinin) haberi olması da mümkündür. Sibeveyh'e göre birinci şekil daha uygundur. Çünkü "ona" anlamındaki kelime bundan önce gelmiştir. Ebu'l-Abbas ise ona muhalefet etmekte ve bu konuda yüce Allah'ın- "Kimse de O'nun dengi değildir" (el-İhlas, 112/4) buyruğunu delil göstermektedir. Sibeveyh'e, bununla birlikte ikinci şekli de caiz kabul etmektedir.
"Ona... yardım edecek" fiili "bir topluluk" kelimesinin çoğul anlamında olması dolayısıyla böyle (çoğul olarak) gelmiştir. Çünkü bu kelime, kimseler anlamındadır. Eğer bu fiil lafza uygun olarak gelmiş olsaydı, buyruğun; şeklinde olması gerekirdi. Yani, onun kendilerine sığınacağı taraftarları ve bir topluluğu yoktu, demek olurdu.
"Kendisi de kendini kurtaramadı." Katade'nin açıklamasına göre, kendisini (başına gelen bu felaketlere karşı) koruyamadı, demektir. Bu. Elinden gidenlerin yerine başkalarım geri alabilecek gücü bulamadı, diye de açıklanmıştır.
"Bir topluluk" kelimesinin iştikakına (kökten türeyişine) dair açıklamalar daha önceden Al-i İmran Sûresi'nde (3/13. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Sondaki "he" (yuvarlak te) ise, ortasından eksilen "ya" harfinin yerine gelmiştir. Çünkü bu kelimenin aslı, dır.
Böyle olması ise; fiilinden gelmesi dolayısıyladır. Çoğulu: ile şeklinde gelir,
Yani onun, Allah'ın azabına karşı kendisini koruyacak, Allah'ın azabını engelleyecek aşireti, yakınları yoktu. Varlıklarıyla övünüp durduğu hizmetçileri, çoluk çocuklarını ise elinden çıkarmış, kaybetmiş bulunuyordu. [126]
44. İşte bu durumda velayet, hak olan Allah'ındır. O, mükâfatı da hayırlı olandır, sonuçlandırması da hayırlı olandır.
"İşte bu durumda velayet, hak olan Allah'ındır" buyruğunda yer alan; "C tJJt*): İşte bu durumda (asıl anlamı; orada)" buyruğunda zarf olduğu halde, âmilin ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunda, "ona... bir topluluk yoktu" anlamındaki buyruğun amil olduğu söylenmiştir ki, ona yardım edecek bir topluluk yoktu, ve orada da öyle bir şey yoktu anlamındadır. Yani, orada ona yardım olunmadığı gibi, kendisi de kendisini kurtaramadı. Maksat ise, ona isabet eden azabdan kendisini kurtaramadığıdır.
Bir başka görüşe göre; "kendisi de kendisini kurtaramadı" buyruğunda
ifadenin tamamlandığını ve "işte bu durumda" buyruğunda âmil olan kelimenin "velayet" olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ifadenin takdiri, takdim ve tehir olduğu esasına göre; "Orada velayet, hak olan Allah'ındır" şeklinde olup, Kıyamette velayetin Allah'ın olacağı anlamındadır. Ebu Arar ve el-Kisaî ise, Hak olan" kelimesini "veiâyef'e sıfat olmak üzere ref ile okumuşlardır. Medineliler ile Hamza ise "Allah" lafza-i celâlinin sıfatı olarak esre ile okumuşlardır. İfade "Hak sahibi olan Allah..." takdirindedir. ez-Zeccâc der ki: Bu kelimenin mastar ve te'-kid olmak üzere nasb ile okunması da caizdir. Nitekim; Bu gerçekten senindir demek de böyledir.
el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî, "velayet" kelimesini "vav" harfini esreli olarak okumuşlar, diğerleri ise üstün okumuşlardır. Bu iki okuyuş da aynı anlamdadır, Üstün okuyuşun "muvâlât (veli ve dost edinmek)" dan geldiği söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Allah, iman edenlerin velisidir" (el-Bakara, 2/257); "Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah iman edenlerin velisidir." (Muhammed, 47/11) Esreli okuyuşu ise sultan (egemenlik, otorite), kudret ve emirlik anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Ve o günde emir yalnız Allah'ındır" (el-İnfîtâr, 82/19) Yani, o günde mülk ve hüküm yalnız O'nundur. O'nun emri hiç bir kimseye havale edilmez. Esasen her zaman için mülk yalnız Allah'ındır. Fakat, kıyamet gününde ki batıl olsa bu husustaki bütün iddialar ve her türlü vehim ortadan kalkmış olacaktır.
Ebu Ubeyd de şöyle demiştir: Bu kelimenin "vav" harfi üstün okunması halinde yaratıcının sıfatı otur, esreli okunursa, yaratılmışın sıfatı olur.
"O, mükâfatı da hayırlı olandır..." Yani, Allah, kendisine iman edenlere dünyada da âhirette de daha hayırlı mükâfat verecek olandır. Aslında kendisinden mükâfat beklenen O'ndan başka kimse yoktur. Ancak O, cahillerin zanlarındaki bir beklenti dolayısıyla böyle buyurmuştur. Ki O, kendilerinden mükâfat umulanların en hayırlısıdır, demek olur.
"Sonuçlandırması da hayırlı olandır" anlamındaki buyrukta yer alan; "(Cii): Sonuçlandırma" kelimesini Âsim, el-A'meş, Hamza ve Yahya, "kaf" harfini sakin, diğerleri ise ötreli okumuşlardır ki, her ikisi de aynı anlamdadır. Yanı O, kendisinden uman ve kendisine iman eden kimselere en hayırlı âkibeti verendir, "Bu, filanın işinin sonu, âki-betidir" diye kullanılır. [127]
45. Onlara dünya hayatının misalini de ver. O, gökten indirdiğimiz, sonra yeryüzünün bitkileriyle karışan bir suya benzer. Sonra o bitki, rüzgârların kökünden koparıp savurduğu çerçöpe döner. Allah her şeye kadir olandır.
"Onlara dünya hayatının misalini de ver." Bu mü'min ve fakir kimseleri yanından kovmanı isteyen şu mütekebbirlere dünya hayatının misalini ver. Yani, onlara bu dünya hayatının neye benzediğini anlat.
"O, gökten indirdiğimiz, sonra yeryüzünün bitkileri İle" olgunlaşınca-ya kadar "karışan bir suya benzer." Denildi ki: Bitkiler, üzerlerine su indikten sonra birbirlerine karışırlar. Çünkü bitkiler yağmur ile karışırlar ve çoğalırlar. Bu anlamdaki ifadeler geniş açıklamalarıyla daha önceden Yunus Sû-resi'nde (10/24. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Hukemâ, şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın dünyayı suya benzetmesinin sebebi, suyun belli bir yerde karar kılmayışıdır. Dünya da aynı şekilde kimseye kalmaz. Diğer bir sebep, suyun belli bir halde karar kılmadığı gibi, dünyanın da öyle kararsız oluşudur. Ayrıca su, nasıl kalmayıp geçip gidiyorsa, dünya da böylece fanidir. Yine hiç bir kimse suya girip de ıslanmadan çıkamaz. Dünya da böyledir. Kim dünyaya dalarsa, dünyanın fitne ve afetinden kurtulamaz. Su, belli bir ölçüde olursa faydalı olur ve bitkinin yeşermesini sağlar. Ancak, belli ölçüyü aşacak olursa zarar verir ve telef edicidir. Dünyada da aynı şekilde ihtiyaç kadarı fayda verir. Fazlası ise zararlıdır.
Peygamber (sav)'in hadisinde nakledildiğine göre; bir adam ona: Ey Allah'ın Rasülü! demiş. Ben, umduklarını elde eden, korktuklarından emin olan (fevz bulan) kimselerden olmak istiyorum. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Dünyayı bırak ve ondan durgun su gibi bir miktar al. Ondan az bir şey yeterli gelir. Ondan çok miktarı ise azgınlaştırır.[128]
Müslim'in Sahihi'nde de Peygamber (sav)'ın söyle dediği kaydedilmektedir: "İslâm'a giren, ihtiyacı kadar kendisine rızık verilen ve Allah kendisine verilenlere kani olma lütFunu ihsan ettiği kimse, felah bulmuştur."[129]
"Sonra o bitki, rüzgârların kökünden koparıp savurduğu" yani darmadağın ettiği "çerçöpe döner." Kuruluğundan dolayı param parça, darmadağın, kırılıp dökülmüş çerçöp olur. Yani, ona gelen suyun kesilmesiyle bu hale gelir. İfadenin buna delâlet etmesi dolayısıyla îcâz olsun diye bu ifade hazf edilmiştir.
"Kuru bir şeyi kırmak" demektir. (^-^0; bitki hakkında kullanılırsa, kurumuş ve kırılmış olanları kastedilir. Aynı şekilde oduncunun istediği gibi alabildiği çürümüş ağaç hakkında da kullanılır, Arapların, cömert bir kimse hakkında;"Filan ancak çürümüş bir asmadır" ifadeleri de buradan gelmektedir. "Bedenen zayıf adam" demektir. "Filan kişi ona şefkat gösterdi" demektir. "
Dişi devenin memesindeki sütü sağdı" anlamındadır. "Tirit hazırladı" denilir. İşte Abdumenaf in oğluna, adı Amr olmakla birlikte Haşini denilmesi bundan dolayıdır. Nitekim Abdullah b. ez-Zib'ara da onun hakkında şöyle demektedir:
"O, yücelerin Amr'ı, kavmine tirit hazırladı
Mekke!i adamlar ise kıtlık ve kuraklık içinde olup zayıf düşmüşlerdi."
Buna sebep de şuydu: Kureyşliler, yıllarca kıtlıkla karşı karşıya kaldılar ve bu kıtlık bütün servetlerini alıp götürdü. Hâşim, Şam'a çıktı ve çok miktarda ekmek pişirilmesini emr etti. Bu ekmekleri çuvallara doldurarak develer üzerinde taşıdı ve Mekke'ye kadar getirdi. İşte bu ekmekleri kınp tirit yaptı. O develeri de kesti. Sonradan da aşçılara bu develeri pişirmelerini emretti. Arkasından kazanlardan tencereleri doldurup bütün Mekke ahalisini doyurdu. İşte bu, Mekkelilerin kendilerine isabet eden o kıttık yıllarından sonra karşı karşıya kaldıkları ilk bolluk olmuştu. Bundan dolayı Amr'a, Hâşim denilmişti.
"Rüzgârların kökünden koparıp savurduğu" darmadağın ettiği... Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır. İbn Kuteybe savurduğu, İbn Keysan onu götürüp getirdiği, İbn Abbas evirip çevirdiği diye açıklamıştır ki, anlamlar birbirine yakındır.
Talha b. Musarrif bu buyruğu; diye okumuştur. el-Kisaî der ki: Abdullah'ın kıraatinde ise bu, şeklindedir.
Rüzgâr bir şeyi saçıp savurduğunda, havaya uçurduğunda: "Rüzgâr onu havaya uçurdu, uçurur" denilir. el-Ferra ise, "Adamı atından devirdim" şeklindeki bir kullanımı da nakletmektedir. Sibeveyh ve el-Ferrâ, şu beyiti de Zikrederler:
"Ben ona dedim ki: Çok hızlı gitme. Atı yorma.
Çünkü böyle yapmazsan o seni terkinin geri tarafından savurup devirir
ve sen de kayarsın."
"Allah her şeye kadir olandır." Yoktan var etmek, var olanı yok etmek ve diriltmek gibi. O, her türlü eksiklikten münezzehtir. [130]
46. Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Ama bakî kalacak olan salih amellerdir. Rabbinin nezdinde sevapça da hayırlıdırlar, emelce de hayırlıdırlar.
"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür" buyruğunda, -tekil gelen-: "Zî-net: süs" kelimesinin -ikil olarak-şeklinde gelmesi de mümkündür. Bu kelime, ister ikil ister tekil olsun, mübtedânm (mal kelimesinin) haberidir.
Mal ve oğulların dünya hayatının süsü olmasının sebebi, malın güzel ve faydalı olmasından, oğulların da güç ve savunma kaynağı olmalarındandır. O bakımdan her ikisi de dünya hayatının süsüdürler. Ancak beraberlerinde mal ve oğulların sıfatlarının bir karinesi de vardır. Çünkü buyruğun anlamı şudur: Mal ve oğullar, şu hakir ve aşağılık dünyanın süsüdür. O bakımdan, kendinizi onların arkasından koşturmayın, tabi kılmayın.
Bu buyruk böylece Uyeyne b. Hısn ile onun benzerlerine zenginlik ve şerefleri dolayısıyla iftihar etmelerine kargılık bir red mahiyetindedir. Yüce Allah bununla, dünya hayatının süsü olan bir şeyin rüzgârın savurduğu kurumuş çerçöp gibi gelip geçici olduğunu, kalıcı olmayan bir aldanış olduğunu haber vermektedir. Geriye ise ancak kabir azığı ve âhiret hazırlığı olan şeyler kalır. Eskiden beri şöyle denirdi: Sen, gönlünü mala bağlama. Çünkü o geçjp giden bir gölgedir. Kadınlara da bağlama. Çünkü bugün seninle beraberdirler, yarın senden başkalarıyla. Yöneticiye de kalbinden bağlanma. Çünkü o bugün senin lehinedir, yarm başkasının lehine olur. Esasen bu hususta yüce Allah'ın: "Mallarınız da, evlatlarınız da sizin için ancak bir fitnedir" (et-Teğâbun, 64/15) buyruğu yeterlidir. Yine bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki, eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının." (et-Teğabun, 64/14)
'Ama baki kalacak olan" yani, Selman'ın, Suhayb'ın, müslüman fakirlerin yaptıkları itaatler, Hsalih amellerdir. Rabbinin nezdinde" bunlar, "sevapça da hayırlıdırlar" üstündürler, "emelce de hayırlıdırlar." Yani, salih ameli bulunmayıp mal sahibi, oğul sahibi olan kimseden emelleri daha üstün ve de-ğeriidir. Dünya hayatının zînetinde hayır yoktur. Ancak bu yönüyle yüce Allah'ın: "O günde cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok güzeldir." (el-Furkan, 25/24) buyruğunu andırmaktadır[131]
Şöyle de denilmiştir: Burada "hayırlı o!uş"tan kasıt, cahillerin kendi kana-atlerince daha hayırlı olduğunu zannettikleri şeylerden daha hayırlı olduğudur. İlim adamları, "baki kalacak olan salih ameller" buyruğu hakkında farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. İbn Abbas, İbn Cübeyr, Ebu Meysere ve Amr b. Şurahbil bunların beş vakit namaz olduklarını söylerler. Yine İbn Abbas bunların söz ve fiil türünden olsun âhirete kalacak olan her türlü salih amel olduğunu söylemiştir. İbn Zeyd de böyle demiş olup, et-Taberî de bu görüşü tercih etmiştir. İnşaallah sahih ulan açıklama da budur. Çünkü sevabı âhirete kalan her bir şey hakkında bu hükmün verilmesi caizdir.
Ali (r.a) da şöyle demiştir: Ekin iki türlüdür. Mal ve oğullar dünya ekinidir. Âhiret ekini ise kahcı salih amellerdir. Allah, kimi zaman bunları bir arada bazı kimselere verebilir.
Cumhur şöyle demiştir: Burada kaiıcs olan salih amellerden kasıt, faziletleri nakledilmiş bulunan sözlerdir: Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim. Hamd, Allah'a mahsustur. Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur, Allah en büyüktür. Her türiü güç ve takat, ancak yüce ve büyük olan Allah iledir.[132] Bu hadisi Muvatta'da Umare b, Sayyad'dan, o, Sajd b. el-Müseyyeb'den rivayet etmiştir. Umare b, Sayyad, Said b. el-Mü-seyyeb'i, "baki kalacak olan salih ameller" hakkında şöyle derken dinlemiş: Bu, kulun: "Allah en büyüktür. Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Hamd, Allah'a mahsustur. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. Her türlü güç ve takata ancak Allah iledir,"[133]demesidir.
Bu hadisi, Nesâî de müsned olarak Ebu Said el-Hudrî'den şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Baki kalacak olan salih amelleri çokça işleyiniz." Onlar hangileridir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şöyle buyurdu: "Tekbir (Allahu ekber), Tehlil (La ilahe illallah), Teşbih (Subhanallah), Elhamdülillah ve La havle velâ kuvvete illa billah (bütün güç ve kudret ancak Allah iledir)" (demektir.) Ebu Muhammed Abdulhak -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- sahih olduğunu belirtmiştir.
Katade'nin rivayetine göre de Rasûlullah (sav) eline bir dal ahp onun yapraklarını silkeledi ve şöyle buyurdu:"Müslüman bir kimse, "subhanallahi velhamdu lillahi ve lâilâhe illallahu vallahu ekber: Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim, hamd Allah'a mahsustur, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur, Allah en büyüktür" diyecek olursa, bunun yapraklarının düştüğü gibi onun da günahları dökülür. Ey Ebu'd-Derda! Bunlar (söylemek) ile senin arana engel olunmadan önce bunları al (öğren). Çünkü bunlar cennet hazinelerinden ve sözün en seçkinlerindendir. Hem bunlar, baki kalacak olan sa-lih amellerdir." Dunu, es-Sa'lebî zikretmiş olup, İbn Mace bu manada Ebu'd-Derdâ yoluyla gelen bir hadis olarak şöylece zikretmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Subhanallahi, velhamdu lillahi, ve lâilâhe illallahu vallahu ekber sözlerine devam etmeye çalış. Çünkü bunlar, tıpkı bu ağaç yapraklarını döktüğü gibi günahları silkelerler.''[134]
Bu hadisi, Tirmizî de el-A'meş'den, o, Enes b. Malik yoluyla rivayet etmiştir. Buna göre Rasûlullah (sav), yapraklan kurumuş bir ağacın yanından geçti. Bir asa ile ona vurdu, yakrakları etrafa savrulunca şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki, Elhamdu lillahi ve Subhanallahi ve La Üâheillallahu Vallahu ekber demekten dolayı, tıpkı bu ağacın yapraklan döküldüğü gibi kulun da günahları dökülür." (Tirmizî) dedi ki: Bu, garip bir hadistir. Biz, el-A'meş'in, Enes'den hadis duyduğuna dair bir şey bilmiyoruz. Ancak, onu görmüş ve ona nazar etmiştir.[135]
Yine Tirmizî, İbn Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "İsra'ya götürüldüğüm gece İbrahim (a.s) ile karşılaştım. Ey Muhammed! Benden ümmetine selam söyle ve şunları da bildir, dedi: Şüphesiz ki, cennetin toprağı hoş ve güzeldir, suyu tatlıdır. Ancak orada bitki yoktur. Oraya dikilecek ve ekilecek bitkiler Subhanallahi Velhamdu lillahi ve La ilahe îllallahu Vallahu Ekber'dir," (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garip bir hadistir.[136]
el-Maverdî de bu
manada olmak üzere bu hadisi rivayet etmiştir. Orada şöyle denilmektedir:
...ben: Cennete ekilecek ve dikilecek şeyler nelerdir diye sordum, şöyle
buyurdu: "La havle velâ kuvvete illâ billah'tır, dedi.”[137]
İbn Mace'nin de Ebu Hureyre'den naklettiğine göre ağaç dikmekle meşgul iken, Rasûlullah (sav) yanından geçti ve: "Ey Ebu Hureyre! Şu diktiğin şey nedir: Diye sordu. Ben de ona: Dikilecek bazı şeyler (fidanlar), dedim. Şöyle buyurdu: "Ben sana bundan daha hayırlı dikilecek fidanları göstereyim mi: Subhanallahi velhamdulillahi ve lâilahe iUallahu vallahu ekber. Bunların her birisi karşılığında cennetle de bir ağaç dikilir.'[138]
Şöyİe de denilmiştir; Baki kalacak olan salih ameller, niyetler ve içten verilen kararlardır. Çünkü bunlar sayesinde ameller kabui olunur ve semava-ta yükseltilir, bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.
Ubeyd b. Umeyr ise bunlar, kız çocuklarıdır demiştir. Buna da âyeı-i kerimenin baştaraflan delalet etmektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür." Bundan sonra ise: "Ama baki kalacak olan salih amellerdir" diye buyurmaktadır ki, bununla da sali-ha kız çocukları kastedilmektedir. Çünkü bunlar, kendilerine iyilikle davranan babalan için âhirette hem sevapça hayırlıdırlar, hem de emelce hayırlıdırlar. Buna da Âişe (r.anha)'nın rivayet ettiği şu hadis delil teşkil etmektedir: Yanıma yoksul bir kadın girdi...[139] Biz, bu hadisin Nah! Sûresinde yüce Allah'ın: "Kendisine verilen kötü müjdeden ötürü kavminden gizlenir" (en-Nahl, 16/59) buyruğunu açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.
Rivayet olunduğuna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden birisini gördüm. Ateşe atılması emredildi, Ksz çocukları ona sımsıkı sarıldı ve feryad etmeye koyularak: Rabbimiz, o dünya hayalında iken bize iyilikte bulunuyordu, demeye koyuldular, yüce Allah da onlar sebebiyle o kimseye merhamet buyurdu."[140]
Katade de, yüce Allah'ın: "Bu bakımdan Rabbinin onlara, bunun yerine daha temiz ve hayırlısını ve daha merhametlisini vermesini diledik" (el-Ke-hf, 18/81) buyruğu hakkında şöyle demektedir: Yüce Allah onlara, o oğulun yerine bir kız çocuğu ihsan etti. Onunla bir peygmber evlendi, o kız çocuktan o peygamberin, hepsi de peygamber olan onikı oğlu oldu. [141]
47. O günde dağları yürüteceğiz. Ve sen, yeryüzünü çırılçıplak göreceksin. Onları da hiç birini bırakmaksızın mahşerde toplamış olacağız.
"O günde dağları yürüteceğiz ve sen yeryüzünü çırılçıplak göreceksin"
buyruğu ile ilgili olarak kimi nahtvciler şöyle demiştir: İfadenin takdiri şöyledir: Dağları yürüteceğimiz o günde, haki kalacak olan salih ameller Rab-binîn nezdinde daha hayırlıdır.
en-Nehhâs ise şöyle demekledir: Bu, buyruğun başına gelen "vav" harfi dolayısıyla yanlıştır. Dağları yürüteceğimiz o günü hatırlat anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani dağlan, yeryüzündeki yerlerinden kaldırıp bulutları yürüttüğümüz gibi yürüteceğimiz günü hatırla. Nitekim yüce Allah bir başka âyet-i kerimede: "Halbuki onlar (dağlar) bulutların gitmesi gibi giderler" (en-Neml, 27/88) diye buyurmaktadır.
Daha sonra dağlar kırılıp dökülecek ve tekrar yere iade olacaklardır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Dağlar, parça parça ufalandığı, dağılmış toz haline geldiği zaman" (el-Vâkıa, 36/5-6) diye buyurmaktadır.
İbn Ke.sir, d-Hasen, Ebu Amr ve İbn Âmir; "O günde... yürütülecek" şeklinde "te" harfi ötreii "ye" harfi üstün; " Dağlar" kelimesini de meçhul fiil dolayısıyla ötreii okumuşlardır.
tbn Muhaysın ile Mücahid, O günde dağlar yürüyecek" şeklinde "te" harfi üstün olarak ve; "yürüdü" fiilinden muzari olmak üzere okumuşlar, "dağlar" anlamındaki kelimeyi merfu olarak okumuşlardır.
Ebu Amr'ın kıraatinin delili, yüce Allah'ın: "Dağlar yürütüldüğü saman" (et-Tekvir, 81/3) âyetidir. İbn Muhayaın'ın kıraatinin delili ise: "Dağlar da yürür" (et-Tur, 52/10) buyruğudur. Ebu Ubeyd ise "nün" ile ve "yürüteceğiz" anlamındaki kıraati tercih etmiştir. Buna sebep ise yüce Allah'ın: "Onları da... mahşerde toplamış olacağız" buyruğudur.
"Çırılçıplak" ifadesinin anlamı ise, açıkta, görünür, üzerinde orayı örtecek dağ, ağaç, yapı gibi şeylerin bulunmadığı bir hak- sokacağız, demektir. Yani, "o sırada yeryüzünün mahsulleri kökten koparılmış, dağları sökülmüş, binaları yıkılmış, açıkta görünür ve meydanda olacaktır. Tefsir bilginleri bu görüştedirler.
"Ve sen yeryüzünü çırılçıplak göreceksin" ifadesinin, içinde bulunan hazineler ve mallaı açığa çıkmış olacaktır, anlamında olduğu söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçinde ne varsa dışarıya bırakıp bütünüyle boşaldığı." (el-İnşikak, 84/4); 'Yer, içindeki ağırlıklarını dışarıya çıkardığında."(cl-Zilza], 99/2) Bu da Aıa'nın görüşüdür.
"Onları da hiç birini bırakmaksızın" hiç birini terketmeksizin "mahşerde" yani Rabbin huzurunda durmak için tayin edilmiş olan yerde "toplamış olacağız."
Şunu terkettim, bıraktım" denilir. Nitekim Antere de şöyle demiştin
"Azaları yere yıkılmış olarak terkettim onu. Diğerlerinin ise kimi yarah, kimi yere yıkılmıştı."
"öadr etmek" de buradan gelmektedir, çünkü bu da sözüne bağlı kalmayı terketmek demektir. Su birikintisine "el-Ğadîr" denilmesinin sebebi, akan suyun onu bırakıp gitmesinden dolayıdır. Kadının saç örüklerine (çoğulu olan:) "el-Gadâir" denilmesinin sebebi ise bu örüklerini arkasına atmasından dolayıdır.
Yüce Allah burada, Biz onları iyileriyle, günahkârlarıyia, cînleriyle, insanlarıyla mahşerde toplamış olacağız, diye buyurmaktadır. [142]
48. Saf halinde Rabbine arz edilecekler. "Andolsun ki, ilk kez sizi nasıl yaratmış İsek öylece Bize geldiniz. Hatta size va'dettiğimi-zi yerine getireceğimiz bir zaman tayin etmediğimizi ileri sürmüştünüz."
"Saf halinde Rabbine arz edilecekler" buyruğundaki; "Saf halinde" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir. Mukatil der ki: Buniar, namazdaki saflar gibi biri diğerinin arkasında saflar halinde arz edileceklerdir. Her bir ümmet ve her bir zümre bir saf olacaktır. Yoksa hepsi tek bir saf olacaklardır, demek değildir. "Saf halinde" hep birlikte, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah: "Sonra da saf halinde gelin" (Tâ-Hâ, 20/64) buyruğu da, hep birlikte gelin, demektir. Bunun, ayakta arzedileceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Hafız Ebu'l-Kasım Abdurıahman b. Mende'nin, "Kitabu't-Tevhidainde Muaz b. Cebe]'den rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "Muhakkak, şanı yüce ve mübarek olan Allah, kıyamet gününde dehşetli olmayan fakat yüksek bir sesle şöyle nida edecektir: Ey kullarım! Gerçek şu ki Ben Allah'ım. Benden başka hiç bir ilâh yoktur. Merhametlilerin en merhametlisi, hakimlerin en hakimi, hesap görenlerin en çabuk hesap göreniyim, Kullanın! Bu gün sizin için hiç, bir korku da yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de. Haydi, delilinizi hazırlayınız, vereceğiniz cevabı kolaylaştırın iz. Hiç şüphesiz siz sorguya çekileceksiniz ve hesabınız görülecektir, Ey Meleklerim! Kullarımı hesaplarının görülmesi için parmak uçlarına göre (veya parmak uçları üzerinde) saflar halinde ayakta dikiniz,"
Derim ki: Bu hadis, bu âyetin tefsiri hususunda gayet açık ve açıklayıcıdır. Müfessirlerin birçoğu bunu zikretmemektirler. Biz ise bunu "et-Tezkire" adlı kitabımızda kaydettik ve bu hadisi oradan naklettik. Yüce Allah'a hamd olsun.
"Andolsun ki, ilk kez sizi nasıl yaratmış idiysek öylece Bize geldiniz." Yani onlara şöyle denilecektir: Andoisun ki siz, huzurumuza çıplak ayaklı, elbisesiz, beraberinizde mal ve evlat olmaksızın geldiniz. Tek tek geldiniz; diye de açıklanmıştır. Bunun delili yüce Allah'ım "Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz" (el-En'âm, 6/94) buyruğudur ki, buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır, ez-Zeceac da şöyle demektedir: Sizi yarattığımız gibi, öldükten sonra da işte dirilttik, demektir.
"Hatta size... ileri sürmüştünüz" buyruğu, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere bir hitaptır. Yani siz, dünyada iken hiç bir zaman öldükten sonra diriltilmiyeceğinizi ve diriliş için bir araya getirilmeniz için size bir vakit tayin etmediğimizi dahi iddia etmiştiniz,
Müslim'in Sahihi'nde Âişe (r.anha) dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "İnsanlar, kıyamet gününde çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnelsiz olarak halledileceklerdir." Ey Allah'ın Rasûlü! Erkekler ve kadınlar birbirlerine bakacaklar, öyle mi? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Ey Âişe! Durum, biribirlerine bakmalarına imkân vermeyecek kadar dehşetli ve ağır olacaktır."[143]
Buna dair açıklamalar daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/94. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [144]
49. Kitap ortaya konmuş olacak, günahkârları onun içindekilerden korkuya kapılmış göreceksin. "Vay bizim halimize! Bu kitaba ne olmuş, küçük büyük birşey bırakmamış, sayıp dökmüş" diyecek ler. Onlar, İşlediklerini de hazır bulacaklardır. Rabbin kimseye zulmetmez.
"Kitap, ortaya konmuş olacak" buyruğundaki "el-Kitap" cins isim olup iki anlama gelir. Birincisine göre bunlar, kulların ellerinde bulunacak olan amel kitapları (defterleri) dir. Bu açıklama Mukatil'e aittir. İkincisine güre ise, hesabın konulacağı (görüleceği) demektir. Bu açıklamayı da el-Kelbî yapmıştır. Burada hesap'dan "kitap" diye söz edilmiştir. Çünkü o zaman insanlar yazılmış olan amellerine göre hesaba çekileceklerdir.
Ancak, birinci görüş daha güçlüdür. Bunu Jbnü'l-Mübarek zikretmiş olup şöyle demekledir: Bize el-Hakem veya Ebu'l-Hakem, -Nuaym tereddüt etmiştir- İsmail b. Abdurrahman'dan, o, Esedoğullanndan bir adamdan naklen dedi ki: Hz. Ömer, Ka'b'a şöyle dedi: Ne oluyor ey Ka'b! Haydi bize âhireöe olacaklardan sözet! O da olur ey müminlerin emiri dedi. Kıyamet günü oldu mu, Levh-i Mahfuz kaldırılır ve mahlukattan ameline bakmayacak hiç bir kimse kalmayacaktır. -(Devamla) dedi ki:- Sonra, kulların amellerinin yazılı olduğu sa-hifeler getirilir. Bunlar Arşın etrafında yayılırlar. İşte yüce Allah'ın: "Kitap, ortaya konmuş olacak. Günahkârları, onun içindekilerden korkuya kapılmış göreceksin. Vay bizim halimize! Bu kitaba ne olmuş, küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp sayıp dökmüş" buyruğunda kastedilen budur. -el-Esedî dedi ki: "Küçük" şirkten aşağı olan günahlardır, "büyük" ise şirktir ve bunların hepsini sayıp dökmüş olacaktır-. Ka'b dedi ki: Daha sonra mü'min çağırılır ve kitabı ona sağ tarafından verilir. O da o kitaba bakarken, iyilikleri insanlar tarafından görülmektedir. Kötülüklerini ise, kendisi okur. Buna sebep ise, onun: Benim iyiliklerim vardı ve bunlardan söz edilmemektedir, demesin di-yedir. Yüce Allah ona bütün amelini göstermeyi murad ettiğinden böyle olacaktır. Nihayet o, kitapta yazılı olanların eksik olduğunu görecek ve bütün bunların sonunda ise, kendisine mağfiret olunduğunu, -şüphesiz ki sen cennet eh-lindensin (denildiğini)- görecek. İşte o vakit arkadaşlarına yönelecek ve sonra da: "İşte ahn okuyun kitabımı! Ben, zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum" (el-Hakka, 69/19-20) diyecektir. Daha sonra kâfir çağırılacak, ona da kitabı solundan verilecek. Sonra da bu kitabı dürülüp arkasına konulacak ve boynu geriye doğru bükülecektir. İşte yüce Allah'ın; "Kitabı arkasından verilecek kimseye gelince" (el-lnşikak, 84/10) buyruğunda anlatılan budur. O da kitabına bakacak, bütün kötülüklerinin insanlara da göründüğünü görecek. Kendisi de iyiliklerine bakacak. Tâ ki o: Ben, işlediğim kötülüklerden dolayı mı mükâfatlandırılıyorum, demesin.
Fudayl b. lyad da bu âyet-İ kerimeyi okudu mu şöyle derdi: Vay başımıza geleceklere! Büyük musibetler gelmeden önce küçüklerden dolayı yüce Allah'a koşunuz.
İbn Ab bas da şöyle demektedir: Küçükten kasıt gülümsemek, büyükten kasıt da gülmektir. Bununla yüce Allah'a isyan olarak yapılanlarını kastetmektedir. Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir. el-Maverdî'nin İbn Abbas'dan naklettiğine göre, küçükten kasıt gülmektir.
Derim ki: Şayet masiyetten dolayı değilse, gülmenin küçük bir günah olma ihtimali vardır. Çünkü masiyete rıza göstererek gülmek ve masiyete razı olmak bir masiyettir. Buna göre ise gülmek büyük günah ulur. Böylelikle bu iki görüş bu şekilde telif edilmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır. Yahut da el-Maverdînin naklettiği rivayette gülmek, tebessüm olarak yorumlanabilir. Nitekim yüce Allah: "Sözünden dolayı gülercesine tebessüm edip dediii..."(en-Neml, 27/19) diye buyurmaktadır.
Said b. Cübeyr de şöyle demektedir: Küçük günahlar dokunmak, öpmek gibi. Büyük günahlar ise, fuhşiyat ve zina işlemektir. Buna dair açıklamalar daha Önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/31- âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Katade der ki: Bunlar, işledikleri her bir şeyin yazılmış olacağından şikâyet edeceklerdir. Ancak, hiç bir kimse zulme uğramaktan şikâyet edemeyecektir. O bakımdan sizler de küçük ve önemsiz bulduğunuz günahlardan alabildiğine sakınınız. Çünkü bu küçük günahlar sahipleri aleyhine toplanıp bir araya gelir ve sonunda o kimseyi helak ederler. Yine bu açıklama önceden de geçmiş bulunmaktadır.
"Sayıp dökmüş" ifadesi ise, onları çepeçevre kuşatmış ve hepsini birer birer saymış demektir. Burada sayıp dökmenin kitaba İzafe edilmesi, anlam genişletilerek (mecazi olarak) kullanılmıştır.
"Onlar, işlediklerini de hazır bulacaklardır." Yani, bütün yaptıklarının sayılıp dökülme işleminin hazır olduğunu göreceklerdir. Amellerinin karşılığını hazır bulacaklardır, diye de açıklanmıştır.
"Katibin kimseye zulmetmez." Yani, kimseyi başkasının suçundan dolayı sorumlu tutmaz ve hiç bir kimseyi yapmadığından dolayı muaheze etmez. Bu açıklamayı ed-Dehhak yapmıştır.
Şöyİe de denilmiştir: Hiç bir itaatkârın sevap ve mükâfatı eksik verilmez. Hiç bir isyankârın da cezası artırılmaz. [145]
50. Hani Bİ2 meleklere: "Âdem'e secde edin demiştik de, İblis'den başkası hemen secde etmişlerdi O İse cinden olduğu İçin Rab-binin emrinden dışarı çıkmıştı. O halde onlar sizin düşmanınız-ken siz Beni bırakıp da onu ve onun soyunu veliler mi ediniyorsunuz? Zalimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu!"
"Hani Biz meleklere: Âdem'e secde edin demiştik de, İblis'den başkası hemen secde etmişlerdi. O ise cinden olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı" buyruğuna dair yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sû-resi'nde (2/34, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Cafer en-Nehhâs dedi ki: 13u âyet-i kerime ite ilgili olarak şöyle bir soru sorulmaktadır: "Cinden olduğu İçin Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı" buyruğunun anlamı nedir? Bu hususla iki görüş vardır. Birincisi d-Halil ve Sibeveyh'in görüşüdür, Buna göre anlam: Ona emir verilince, emrinin dışına çıkmak isteği (fısk) ona geldi ve o da asi oldu. Bu durumda onun Rabbinin emrinin dışına çıkması (fıskı)nın sebebi, Rabbinin emridir. Nitekim; açlıktan dolayı ona yemek yedirdim, demekte de bu incelik vardır. Diğer görüş ise, Muhammed b. Kutrub'un görüşü olup, buna göre: Rabbinin emrini reddetmekten dolayı o fasık oldu, anlamındadır.
"O halde onlar, sizin düşmanınızken siz Beni bırakıp da onu ve onun soyunu veliler mi ediniyorsunuz?" yüce Allah, kâfirleri azarlamak sureliyle .şöyle ekmekledir: Ey Âdemoğullan! Siz, onu ve onun soyundan gelenleri, onlar sizin düşmanlarınız iken nasıi olur da veli, dost edinirsiniz? Bu buy-nıkLii -tekil olarak geçen-: "Düşman" kelimesi, düşmanlar demek olup, cins isimdir.
"Zalimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu!" Yani, Allah'a ibadet etmek yerine şeytana ibadet etmek ne kötü bir şeydir! Yahut da Allah yerine İblis (i veli edinmek) ne kötüdür!
İbiis'in, kendi sulbünden zürriyeıi olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. eş-Şa'bî dedi ki: Bir adam bana, İbiis'in karısı var mıdır diye sordu ben: Bu, benim hazır bulunmadığım bir düğündür, dedim. Daha sonra yüce Allah'ın: "Onu ve onun soyunu veliler mi ediniyorsunuz" buyruğunu hatırladım, burada karısı olmaksızın onun zürriyetinin olmayacağını anladım, bunun üzerine ona: Evet dedim.
Müeahid dedi ki: İblis, kendi fercini yine kendisinin fercine soktu ve beş tane yumurta çıkardı. İşte zürriyetinin aslı budur. Bir diğer görüşe göre yüce Allah onun sağ baldırında bir erkeklik organı, solunda da ona bir fere yaratmıştır. O da bunu ötekine birleştirmekte ve her gün onun on tane yumurtası çıkmaktadır. Her bir yumurtadan, erkek ve dişi olmak üzere yetmiş şeytan çıkmaktadır, Hu şeytan, çıkmakla birlikte uçuverir. Babaları nezdinde mevkileri en yüksek olanları, Ademoğullan arasında en büyük fitne çıkaranlarıdır.
Kimileri de şöyle demiştir: İbiis'in ne çocukları, ne de zirriyeti vardır. Onun zürriyeti, şeytan arasındaki yardımcılarıdır,
el-Kuşeyrî Ebu Nasr da der ki: Özetle, yüce Allah, İbiis'in bir zürriyetinin ve ona tabi olan kimselerin bulunduğunu haber vermiştir. Bunlar, Ade-moğullarına vesveselerde bulunurlar ve onların düşmanıdırlar. Bizim için onların doğum keyfiyetleri ile İblis'ten zirriyetin meydana gelmesine dair sabit herhangi bir rivayet yoktur. Ü bakımdan bu konuda söz söylemek sahih nakle bağlıdır.
Derim ki: Bu konuda sahih olarak sabit olan el-Humeydî'nin "el-Cem' bey-ne's-Sahiheyn" adlı eserinde İmam Ebu Bekir el-Berkanî'den naklettiği rivayettir. O, kendi kitabında müsned olarak Ebu Muhnmmed Abdulğani b. Sa-id ehHafız'dan, o Âsım'dan, o Ebu Osman'dan, o, Selman'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir; Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Pazara ilk giren kişi de sen oima, son çıkan kişi de sen olma. Çünkü şeytan orada yumurtlamış ve orada yavrulanmıştır."[146]
İşte bu, şeytanın kendi sulbünden zürriyeti bulunduğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Atiyye der ki: Yüce Allah'ın: "Onun soyunu" buyruğu, münker işleyip kişiyi batıla sürükleyen kimselerin vesvese veren şeytanlardan olmalarını gerektirmekledir.
Taberî ve başkalarının da naklettiğine göre Mücahid şöyle demektedir: İb-lis'in soyu şeytanlardır. O bunları şöyle sayardı: Zelenbûr, pazarlarla görevlidir, O, sema ile arz arasındaki bütün pazarlara sancağını diker. Bu sancağı ilk atılan dükkân ile son kapanan dükkân üzerine koyar. Seber ise, musibetlerle görevlidir. Bu kimse (musibetler vukuunda) yüzlere vurmayı, yakaları yırtmayı, vaveyla iie dua etmeyi ve savaşa çağırmayı emreder. el-A'ver ise, zina yapılan kapılar üzerinde görevlidir. Mesûd, haberler ile görevlidir. O, haberleri alır insanların ağzına bırakır. İnsanlar ise (tetkik edecek olurlarsa) bu haberlerin aslı olmadığını görürler. Tasim bir kimse evine girip de selam vermeyip, Allah'ın adını da anmayacak olursa, ev eşyasından kaldırılmayan şeyleri ve güzelce yerine yerleştirilmeyen şeyleri ona gösterir. Yemek ye-yip de Allah'ın adını anmayacak olursa, onunla beraber yer.
el-A'meş der ki: Bazen eve girdiğimde Allah'ın adını anmıyor ve selam vermeyebiliyorum. Bir abdest leğenini görür: Bunu kaldırın derim ve evdeki ler-le tartışmaya koyulurum. Sonra durumu hatırlar: Dâsim, Dâsim (bunlar onun işidir, ondan Allah'a sığınırım) derim.
es-Sa'lebî ve başkaları Mücahid'den ayrıca şunu da naklederler: el-Ebyad ise, Peygamberlere vesvese verendir. Sahr, Süleyman (a.s)'ın yüzüğünü çalandır. Velhân, taharet ile görevlidir ve bu hususta o, vesvese telkin eder. eî-Akyes, namazla görevlidir, namazda vesvese verir. Murre, çalgılar ile görevlidir. Künyesi de budur. (Ebu'l-Mezâmîr) el-Hufâf, çöllerde bulunur, insanların yönlerini kaybetmelerini ve nereye gideceklerini bilmemelerini sağlar, el-Gaylân da onlardan birisidir.
Ebu Mutî1 Meçhul b. el-Fadl el-Nesefî, "Kitabu'l-Lulüiyyat"da, Mücahid'den şöyle dediğini nakletmektedir: el-Hufâf, içki ile görevlidir. Lekus ise, insanları birbirine karşı kışkırtmakla görevlidir, d-A'ver, sultanın kapılarında görevlidir. (Devamla) dedi ki: ed-Darânî de şöyle demektedir: îblis'in "el-Mütekadî" diye bilinen bir şeytanı da vardır. Bu kimse Ademoğlunun yirmi sene öncesinden gizlice işlemiş olduğu (hayırlı) bir ameli çıkartır ve Ademoğlu da bundan açık olarak süz eder (ihlâsla yaptığı ameline riya bulaştırır).
İbn Atiyye der ki: Bu ve buna benzer rivayetler sahih bir senet ile gelmemiş rivayetlerdendir. en-Nekkâş, bu anlamda uzun uzun rivayetler nakletmiş ve şahinlikten alabildiğine uzak hikâyeler toplamıştır. Ben, bu hususta Müslim'in kitabında yer alan şu hadisten başka sahih bir hadisle karşılaşmadım: Namaz ile görevli Hinzib adında bir şeytan vardır.[147] Tirmizî de, el Velehân diye adlandırılan abdest ile görevli bir şeytan bulunduğunu zikretmektedir.[148]
Derim ki; İsmin tayiniyle ilgili olarak söylenen bu sözler doğrudur' Ancak, İblis'in birtakım tabilerinin, yardımcılarının ve askerlerinin bulunduğu kat'î olarak bilinen bir husustur. Biz, sahih hadiste de zikrettiğimize güre -Mücahid ve başklarının da söylediği gibi- kendi sulbünden olan çocukları vardır.
Müslim'in Sahihi'nde de Abdullah b, Mes'ud'dan şöyle dediği naklediimek-tedir: Şüphesiz şeytan, bir adam suretine girer. Bir topluluğun yanına varır ve onlara yalan sözler nakleder. Bunlar, etrafa dağılırlar, onlardan birisi de şöyle der: Ben, yüzünü bildiğim, fakat adının ne olduğunu bilemediğim bir adamı şöyle derken dinledim, der...
el-Bezzâr'ın Müsned'inde Selman ci-Farisî'den söyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Eğer gücün yetiyorsa, pazara ilk giren ve oradan son çıkan kimse olma. Çünkü orası şeytanın bir savaş alanıdır ve sancağını da oraya diker."[149]
Ahmed b. Hanbd'în Müsned'inde de şöyle denmektedir: Bize Abdullah b. el-Mubarek haber verdi. Bize Süfyan, Ata b. es-Satb'den anlattı, o Ebu Ab-durrahman es-Sülemî'den, o Ebu Musa el-Eşarîden dedi ki: İblis, sabah olup da askerlerini etrafa yayınca şöyle der: Müslüman birisini sapıtan kimseye ben tacı giydireceğim. Birisi ona şöyle der: Ben, filana telkinde bulunmaya öyle devam ettim ki, sununda hanımını boşadı. Aradan fazla geçmeden evlenir diye cevap verir. Bir başkası da şöyle der: Ben, filanın yakasını anne-babasına isyan etmedikçe bırakmadım. (İblis) der ki: Aradan fazla zaman geçmez, onlara iyi davranır. Bir diğeri şöyle der: Ben, içki içinceye kadar filanın yakasını bırakmadım. İblis, sen ha! der. O da şöyle söyler: Sonunda zina edinceye kadar da filanın yakasını bırakmadım. O, yine: Sen ha! der, şeytan devamla der ki: Ben, adam öldürünceye kadar yine filanın yakasını bırakmadım. İblis, sen, sen ha! der.
Müslim'in Sahih'incle Uz. Cabir'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlul-lah (sav) buyurdu ki: "İblis, tahtını suyun üzerine koyar. Sonra da birliklerini etrafa gönderir. Mevki itibariyle ona en yakın olanları en büyük fitne çı-kartabıknleridir. Onlardan biri getir, ben şu şu işleri yaptım der, o, bir şey yapmadın, der. Sonra yine onlardan birisi gelir ve: Ben, onunla ailesi arasına tefrika sokmadan onu terketmedim, der, Bunun üzerine İblis onu kendisine yakınlaştınr. Veya fravi) dedi ki; Onu yanından ayırmaz ve sen ne iyisin, der.[150] Bu hadis de daha Önceden geçmiş bulunmaktadır.
Ben, Hocam, İmam Ebu Muhammed Abdu'l-Mu'ti'yi İskenderiye serhad-dinde şöy!e derken dinledim: el-Beydâvî diye adlandırılan bir şeytan vardır. Bu şeytan, aralıksız iftar etmeksizin oruçlarını sürdüren fakirlere görünür. Açlık onlarda sağlam bir yer edinip beyinlerine zarar verecek hale gelince, onlara öyle bir ışık ve öyle bir nur gösterir ki, etraflarındaki bütün evler bu aydınlıkla dolar taşar. Onlar, artık maksatlarına ulaştıklarını ve bunun Allah'dan olduğunu zannederler, oysa durum hiç de zannettikleri gibi değildir. [151]
51. Ben göklerin ve yerin yaradılışında da kendilerinin yaratılışında da onları şahid tutmadım. Ben zaten saptıranları asla yardımcı edinmiş değilim.
52. O gün buyurur ki: "Bana ortak olduklarını zannettiklerinizi çağırın." Onlar da çağıracaklar, fakat bunlar kendilerinin çağrılarına olumlu karşılık vermeyeceklerdir. Aralarına derin bir vadi de koyarız.
53. Günahkârlar ateşi görünce İçine düşeceklerin kendileri olacaklarını anlayacaklar; fakat ondan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.
"Ben, göklerin ve yerin yaratılışında da kendilerinin yaratılışında da onları şahid tutmadım" buyruğunda geçen ("onları" anlamındaki) zamirin İblis'e ve onun soyundan gelenlere ait olduğu söylenmiştir. Yani ne göklerin ve yerin yaratılışında ne de kendilerinin yaratılışında onlara danıştım. Aksine Ben onları dilediğim şekilde yarattım.
Bir diğer açıklama da şöyledir: Ben, İblis'i ve onun soyundan gelenleri göklerin ve yerin yaratılışında da "kendilerinin" yani müşriklerin "yaratılışında da onları şahid tutmadım." Peki nasıl olur da müşrikler Beni bırakıp onları veli edindiler?
Başka görüşe göre yüce Allah'ın: "Ben...onları şahid tutmadım" buyru-ğundakî zamir müşriklere ve genel olarak bütün insanlara raci'dir. Buna göre âyeti kerime, müneccimlerden, tabâ'iyyûn (karakter lahlilcilerin)dan, hadlerine düşmeyen iddialarda bulunan tabiplerden ve bu gibi hususlarda ileri-geri konuşan ve onlardan sayılan kimselerden oluşan çeşitli görüş sahiplerinin kanaatlerinin reddedilmesini de ihtiva etmektedir.
İbn Atiyye der ki: Ben babamı (Allah ondan razı olsun) söyle derken dinledim: el-Mehdiyye'de, Fakih Ebu Abdullah Muhammed b. Muâz el-Mehdî'yi şöyle derken dinledim: Ben Abdulhakk es-Sakalî'yi bu kanaati belirtirken ve bu âyet-t kerime ile ilgili olarak böylece açıklamada bulunurken dinledim. O âyet-İ kerimenin bu gibi taifelerin kanaatlerini reddetmekte olduğunu söylüyordu, Bu kanaati bir lakını usülcüler de zikretmişlerdir.
İbn Atiyye der ki: Ben de derim ki: Öncelikle bu âyet-i kerimede kastedilen İblis ve onun soyundan gelenlerdir. Bu açıklama ile hem sözü edilen taifelerin kanaatlerinin reddedildiği görüşü; hem de cahillere, Araplara ve-. Bu vadinin güçlü ve büyük sahibine sığınırım, diyerek cinleri ta'ziuı edenlerin kanaatlerine dair bir reddi ihtiva ettiği seklindeki görüşler açıklık kazanmaktadır. Çünkü bütün bu fırkalar İblis ve onun soyundan gelenlere Ea-yık olmadığı bir şekilde şirin gözükmeye çalışırlar, Halbuki asıl bunların hepsini saptıranlar İblis ve onun soyundan gelenlerdir. O halde "saptıranlar" ile öncelikle kastedilenler onlardır ve sözü edilen bu taifeler de onların kapsamına girmekledir.
es-Sa'lebî der ki: Kimi ilim ehli: "Ben göklerin... yaratılışında... onları
şahid tutmadım" buyruğu; Felekler yeryüzünde ve birbirleri üzerinde bir takım etkilere sahiptirler, diyen müneccimlerin kanaatlerini; "yerin yaratılışında da" buyruğu ise: Yer küreseldir, diğer felekler onun altından cereyan etmektedir. İnsanlar ise yerin üzerinde ve feleklerin altında yapışıktırlar; diyen hendese ile vığraşanların kanaatlerini; "kendilerinin yaratılışında da..." buyruğu ise; nefislerde asıl etki sahibi olan tabiatlardır iddiasında bulunan karakter tahlilcilerin kanaatlerini reddetmeyi ihtiva etmektedir,
Ebu Ca'Fer "Ben... onları şahid tutmadım" anlamındaki buyruğunu ta'zim anlamı ifade etmek üzere "nûn" ve elif ile: " Biz onları şahid tutmadık" şeklinde okumuştur. Diğerleri ise ("ben..." anlamında) "te" ile okumuşlardır. Bu okuyuşlarına delil: "Ben zaten... edinmiş değilim" buyruğudur. Yani göklerin ve yerin yaratılışında onların yardımlarım almadığım gibi, onlara danışmadım da.
"Ben zaten saptıranları" yani şeytanları, bir görüşe göre de kâfirleri "asla yardımcı edinmiş değilim".
" Yardımcı" anlamında kullanılmıştır. Bir kimsenin yardımı alınıp, onunla güç kazanıldığı takdirde: "Filanın yardımını, desteğini aldım" denilir. Bu ifade aslında; " Elin pazusu" tabirinden alındıktan sonra, yardım ve destek manasına kullanılmıştır. Çünkü elin gücü pa-zudan gelir. Birisine herhangi bir hususça yardım edilip, ona bu konuda güç verilecek olursa; denilir. Allah'ın: " Pazunu (gücünü) kardeşinle pekiştireceğiz" (ei-Kasas, 28/35) buyruğu, kardeşini sana yardımcı yapacağız, demektir. Burada "el-adud" kelimesi temsili bir ifade olarak (pazıı demek olmakla birlikte,güç anlamında) kullanılmıştır. Çünkü yüce Allah'ın herhangi bir kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Özellikle saptırıcıları söz konusu etmesi ise yergi ve azarın daha ileri çapta olması içindir.
Ebu Cafer el-Cahderî de "değilim" anlamındaki buyrukta yer alan "ıe" harfini üstün ile; "Değilsin" şeklinde okumuştur, yani; Ey Muhammedi sen saptırıcıları asla yardımcı edinmiş değilsin, demek uiur.
"Adud" kelimesi sekiz türlü okunabilir:
1- "Ayn" harfi üstün, "dat" harfi öLrdi okuyuş. Cumhur'un kıraati olup, en fasih söyleyiş budur.
2- -Ayn" harfi üstün, "daf" harfi sakin okuyuş. Bu da Temim oğullarının şivesidir.
3- "Ayn" harfi de, "dat" harfi de ötreli okuyuş. Ebu Amr ile el-Hasen'in kıraatidir.
4- "Ayn" harfi ötreli, "dat" harfi sakin okuyuş. İkrime'nin kıraatidir.
5- "Ayn" harfi esreli, "dat" harfi üstün okuyuş. ed-Dahhak'ın kıraatidir.
6- "Ayn" harfi de, "dat" harfi de üstün okuyuş. Bu da İsa b. Ömer'in kıraatidir.
7- Marun el-Kari' de "ayn" harfi üstün, "dat" harfi esreli bir okuyuşu nakletmektedir.
8- Sekizinci okuyuş da (kul anlamında) kitf, (baldır anlamında) fihz diyenlerin söyleyişine uygun olarak "ayn" harfi esreli, "dat" harfi de cezimli okuyuştur. [152]
"O gün buyurur ki: Bana ortak olduklarını zannettiklerinizi çağırın";
yüce Allah'ın Benim ortaklarım nerede, diyeceği günü hatırlayın. Bu da: Bana ortak koşmuş olduklarınızı çağırın da Benim sizi azaplandırmama engel olsunlar, demektir. Yüce Allah bu sözleri puta tapıcılara söyleyecektir.
"Buyurur" anlamındaki fiili Hainza, Yahya ve İsa b. Ömer "nûn" ile; " Deriz" şeklinde okumuşlardır. Diğerleri ise "ya" ile (buyurur) anlamında okumuşlardır. Çünkü yüce Allah burada: "Bana ortak zannettiklerinizi" diye buyurmuş, fakat bize ortak zannettiklerinizi... diye buyurmamış-tır.
"Onlar da çağıracaklar" yani denileni yapacaklar.
"Fakat bunlar kendilerinin çağrılarına olumlu karşılık vermeyeceklerdir", Onların yardım isteklerini kabul etmeyecekler, az da olsa onlardan azabı uzaklaştıramayacak, ona engel olamayacaklardır.
"Aralarına derin bir vadi de koyarız". Enes b. Malik der ki: Buradaki "derin vadi" (tnevbık) cehennemde kan ve irinle dolu bir vadidir. îbn Abbas da şöyle demiştir: Biz mü'mirilerle, kâfirler arasında bir engel koyduk, demektir.
Putlar İle onlara ibadet edenler arasında böyle bir engel koyacağız diye de açıklanmıştır. Bu da yüce Allah'ın: "Sonra onları birbirinden tamamen ayıracağız" (Yunus, 10/28) buyruğuna benzemektedir.
İbnu'l-A'râbî der ki: İki şey arasında engel teşkil eden herbir şeye; (âyet-i kerime'de kullanıldığı gibi) "mevbık" denilir.
İbn Vehb, Mücahid'den yüce Allah'ın: "derin bir vadi" buyruğu hakkında şunları söylediğini nakletmektedir: Cehennemde "mevbık" diye adlandırılan bir vadi vardır. Nevf el-Bikâlî de böyle demiştir. Ancak o; Bu derin vadi cehennemliklerle mü'minlerin arasında engel teşkil edecektir, ilavesini de yapmıştır.
İkrime der ki: Bu, cehennemde ateş halinde akan bir nehirdir. Onun iki kıyısında katırları andıran siyah yılanlar vardır. Bu yılanlar onları yakalamak için üzerlerine gittiğinde kendilerini ateşe atarak kurtulmaya çalışacaklardır.
Zeyd b. Dirhem de Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivayet eder: "Mevbık" cehennemde kan ve irinden bir vadidir.
Ata ve ed-Dahhak: Bu, cehennemde helak edici bir yerdir, demişlerdir. İşte bu anlam ilişkisi dolayısıyla; "(tiL,ı *j^i «i^D: Günahları onu alabildiğine helak etti" denilir.
Ebu Ubeyde bunu hetâk oluş için tesbit edilmiş bir vade diye açıklamıştır.
el-Cevherî der ki: " helak oldu" demektir. ise bu fiil kökünden mefıl veznindendir. Yüce Allah'ın: "Aralarına derin bir vadi de koyarız" buyruğu da buradan gelmektedir.
Bu fiilin bir diğer kullanış sekli; olup, üçüncü bir kullanım da her iki kipinde esreli olmak üzere; şeklindedir. "Onu helak etti" anlamındadır. Züheyr der ki:
"Kim malı ile güzel övgüleri satın alırsa,
Şeref ve haysiyetini helak edici her türlü çirkinliğe karşı korumuş olur."
el-Ferrâ der ki: Yüce Allah onların dünya hayatındaki ilişkilerim âhirette helak oluşlarına sebeb kılmıştır. [153]
Günahkârlar ateşi görünce" buyruğundaki: "Gördü" fiilinin asli; şeklindedir. "Ya" harfi, hem kendisi hem de ondan önceki harf fethalı olduğundan dolayı "elif" e kalbedilmiştir. Bundan dolayı Kûfeliler bu fiilin "ya" ile yazılacağını iddia etmişlerdir. Bazı Basrah-lar da bu hususta aynı kanaatdedirler. Ancak aralarında Muhammed b. Ye-zid'in de yer aldığı işin erbabı Basralı ilim adamları bu fiiii "elif" ile yazarlar. en-Nehhas der ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Mu-hammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: "Gitti, attı" ve buna benzer aslı itibariyle "ya"lı olan bütün fiiller ancak "elif" ile yazılır. Yazıda, kelimenin aslının "ya"lı yahutta "vav"lı olması arasında fark gözetilmez. Tıpkı lafızla aralarında bir fark olmadığı gibi. Şâyel "ya" harfli olanların "ya" ile yazılması gerekmiş olsaydı, "vaV'lılann da "vav" ile yazılması gerekirdi. Bununla birlikte onlar bu konuda çelişkiye düşerek; "Attı" fiilini "ya" ile yazarken; "Onu attı" fiilini "elif İle yazarlar. Şayet bu yazmanın illeti onun "ya"lı oluşu olsaydı, bu fiili de (elif ile değil) ya ile yazmaları gerekirdi. Diğer taraftan onlar; "Kuşluk vakitleri" kelimesini; in çoğulu olarak; "Kisveler" kelimesini de; "in çoğulu olarak kutlanmaktadırlar. Ve "vav"lı olan bu kelimeleri "ya" ile yazmaktadırlar. Bu ise asıl kaideye binaen kabuî edilemez ve isbatlanamaz bir görüştür.
"İçine düşeceklerin kendileri olacaklarını anlayacaklar" buyruğundaki; "Anlayacaklar" (anlamı verilen) fiil, burada yakın ve bilgi anlamında kullanılmıştır. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Onlara: Silahlarını kuşanmış ikibin kişi hakkında Zarurinizi (keain kanaat ve bilginizi) söyleyiniz, dedim."
Buradaki "zannediniz" kesin hiliniz anlamında olup daha önceden (Bk. el-Bakara, 2/46) de geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas der ki: Ateşe düşenlerin kendileri olacağına kesin kanaat gelirdiler, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar cehennemi uzakça bir yerden görecekler, kendilerinin oraya düşeceklerini sanacaklar ve derhal bu cehennem ateşinin kendilerini alıveroceğini zannedecekler.
Haberde belirtildiğine göre: "Kâfir cehennemi kırk yıllık bir mesafeden görür ve kendisinin oraya hızlıca düşeceğini zanneder (kesinlikle anlar)."[154]
Alkame'den rivayete göre o, bu âyetin bölümünü; "Orada coplanacaklarını anlayacaklar" diye okumuştur.
"Fakat ondan kaçacak bîr yer de bulamayacaklardır." Çünkü onları herbir yandan kuşatmış olacaktır, el-Kutebî: Kendisine yönelip gidecekleri bir başka yer bulamayacaklardır, demektir. Sığınacakları, barınacakları bir yer bulamayacaklardır, diye de açıklanmıştır. Mana birdir. Bir başka açıklamaya göre putlar, ateşi müşriklerden uzaklaştırabilecekleri bir yer, bir imkân bulamayacaklardır, demektir[155]
54. Andolsun kî BİZ, bu Kur'ân'da insanlara her misali geniş geniş açıkladık. İnsan ise tartışması herşeyden çok olandır.
55. İnsanlara hidâyet geldiği zaman, onları iman etmekten ve Rabblerinden mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey; ancak öncekilerin başına gelen sünnetin kendilerine de gelip çatmasını, yahut onlara gözleri önünde azabın gelmesini beklemeleridir.
56. Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve korkutucu kimseler olmak üzere göndeririz. Kâfir olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak İçin batıl İle mücadele verirler. Âyetlerimi ve kendisi İle tehdit edildikleri şeyi ise alaya alırlar.
57. Kendisine Kabbinin âyetleri hatırlatılıp, onlardan yüz ç e v i -ren, iki elinin önden gönderdiğini unutandan daha zalim kim olabilir? Gerçekten Biz onların kalpleri üstüne onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen onları doğru yola davet etsen -bile o bakımdan- ebediyyen hidâyete eremezler.
58. Bununla beraber Rabbin Gafurdur, rahmet sahibidir. O zaman şayet onları kazandıkları yüzünden sorgulasaydı, elbette onlara azabı çabuklaştınrdı. Fakat onlar için belirlenmiş bir zaman vardır ki, onun karşısında hiçbir sığınak bulamayacaklardır.
59. İşte zulmettikleri vakit helak ettiğimiz ülkeler! Biz, onları helak İçin de belli bir süre tayin etmiştik.
"Andolsun ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her misali geniş geniş açıkladık" buyruğunun iki anlama gelme ihtimali vardır:
1- Yüce Allah'ın Kur'ân'ı Kerim'de insanlara anlattığı çeşitli ibretler ve geçmis, kavimler.
2- Onlara rubûbiyetinin delillerine dair yaptığı açıklamalar. Buna dair açıklamalar daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/41, âyet ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Birinci anlama göre bu bir azardır, ikincisine göre ise bir açıklamadır.
"İnsan İse tartışması herşeyden çok olandır." Yani insanın tartışması, mücadelesi pek çoktur. Burada kastedilen en-Nadr b. el-Hâris ve onun Kur'ân hakkındaki tartışmalarıdır. Âyetin Ubeyy b. Halef hakkında olduğu da söylenmiştir.
ez-Zeccac der ki: Buyruk; kâfir tartışması herşeyden çok olandır, anlamındadır. Bu buyrukla kâfirin kastedildiğinin delili ise (biraz sonra gelecek olan): "Kâfir olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak için bâtıl İle mücadele verirler" buyruğudur.
Enes, Peygamber (sav)den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kıyamet gününde kâfirlerden bir adam getirilir. Allah ona: Benim sana rasûlüm-le gönderdiklerime karşı tutumun ne oldu, ne yaptın? diye sorar. Adam der ki: Rabbim Sana iman ettim, rasûllerini tasdik ettim, kitabın gereğince amel ettim. Allah ona der ki: İşte bu senin (amellerinin yazılı olduğu) sahifen! Onda bu söylediklerinin hiçbirisi yok. Adam der ki: Rabbim ben bu sahifede yazılı olanları kabul etmiyorum. Bu sefer ana şöyle denir: İşte hafaza melekleri! Onlar da senin aleyhine şahidlik ediyorlar. Adam der ki: Rabbim ben onları da kabul etmiyorum. Hem onları nasıl kabul edeyim ki, onlar ne benim nezdimdendirler ne de benim tarafımdan. Yüce Allah şöyle buyurur: İşte kitabın anası olan Levlvi Mahfuz! O da bu şekilde senin hakkında şahidlik ediyor. Adam der ki: Rabbim Sen beni zulümden korumadın mı? (Bana zulmetmeyeceğini bildirmedin mi?) Yüce Allah şöyle buyurur-. Evet, korudum. Adam der ki: Rabbim ben kendi aleyhime kendimden olmadıkça hiçbir şahidi kabul etmem. Yüce Allah şöyle buyurur: Derhal Biz de senin aleyhine, senin nefsinden bir şahid göndereceğiz. Adam kendi nefsinden, kendi aleyhine kimin şahidlik edeceği hakkında düşünürken ağzına mühür vurulur. Sonra da azalan dile gelerek şirk koştuğunu söylerler. Daha sonra konuşmasına da müsaade edilir. Azalarının biri diğerine lanet okuyarak cehennem ateşine girer. Azalarına der ki: Allah'ın laneti üzerinize olsun, ben sizin için mücadele edip duruyordum. Bu sefer azalan ona şöyle der: Allah'ın laneti senin üzerine olsun, sen yüce Allah'tan tek bir sözün dahi gizlenemeyeceğini bilmiyor muydun? İşte yüce Allah'ın: "İnsan İse tartışması herşeyden çok olandır" buyruğu bunu anlatmaktadır. Bu hadisi bu manada Müslim yine Enes (ra)dan rivayet etmiştir.[156]
Müslim'in, Sahih'inde Ali (ra)dan gelen rivayete göre Peygamber (sav) bir seferinde gelip -kendisi ve Fatıma (ranha) içerde bıılunuyorlarken- kapılarını çalar. Ve: "Namaz kılmaz mısınız?" diye buyurur. Ali (ra) der ki: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, canlarımız Allah'ın elindedir. O bizi canlandırmak istedi mi canlandırır. Ben bu sözleri Rasûlullah (sav)a söyleyince o da ayrılıp gitti. Sonra da onun elini baldırına vurarak: "İnsan ise tartışması herşeyden çok olandır" buyruğunu okuyup, gittiğini duydum.[157]
"İnsanlara hidâyet* Kur'ân, İslâm ve Muhammed (sav) "geldiği zaman onları iman etmekten ve Rabblerinden mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey, ancak öncekilerin başına gelen sünnetin" yani onları helak etmek hususundaki sünnetimizin "kendilerine de gelip çatmasını... beklemeleridir." Yani onları iman etmekten alıkoyan şey, Benim onlar hakkında bu husustaki hükrnümdür. Eğer Ben onlar hakkında iman edeceklerine dair hüküm vermiş olsaydım, iman ederlerdi.
"Öncekilerin başına gelen sünnet"den kasıl, kökten imha edici azap hususunda öncekilere uygulanması adet haline gelmiş azaptır.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: İnsanları iman etmekten alıkoyan tek şey, onların kendilerinden öncekilerin başına gelen sünnetin kendilerinin de başına gelmesini istemeleridir. Buna göre burada hazfedilmiş ifadeler vardır.
Öncekilerin sünneti ise (imha edici) ilâhî azabı gözleriyle görmek istemektir. Müşrikler bunu İstediler ve: "Ey Allah! Eğer bu, senin katından hakkın kendisi ise... yahut bize acıklı bir azap gönder" (el-Enfai, 8/32) demişlerdi.
"Yahut onlara gözleri önünde azabın gelmesini beklemeleridir" buyruğunda yer alan; "Gözleri önünde" kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Göz, görerek anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. el-Kel-bî: Bu Bedir günü kılıçtan geçirilmeleridir derken; Mukatil kasıt, ansızın gelmesini istemektir, demiştir.
Ebu Ca'fer, Asım, A'meş, Hamza, Yahya ve Kisaî iki ötre ile; diye okumuşlar ve bununla azabın bütün tür ve çeşitlerini kastetmişlerdir. Buna göre bu kelime; in çoğuludur. "Yol" kelimesinin çoğulunun; gelmesi gibi.
en-Nehhas der ki: el-Ferra'nın görüşüne göre iki ötreli okuyuş; in çoğulu olup ardı arkasına ayrı ayrı, kısım kısım demektir. Yine ona göre; güz göre göre anlamında olması da mümkündür.
el-A'rec der ki: Onun
kıraati iki ötreli olup topluca, hep birlikte anlamındadır, Ebu Amr ise; onun
kıraati; şeklinde olup, gözleri önünde göz göre göre anlamındadır, demiştir.
[158]
"Biz Peygamberleri ancak" iman edenleri cennet ile "müjdeleyici ve" kâfir olanları da azap ile "korkutucu kimseler olmak üzere göndeririz." Bu buyruğun benzerleri daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Kâfir olanlar İse hakkı yerinden kaydırmak İçin batıl ile mücadele verirler." Denildiğine göre bu buyruk, Rasûlullah (sav) hakkında tartışarak sihirbaz, deli, şair ve kahin gibi değişik kanaatler ileri süren "bölüşenler" hakkında nazil olmuştur. Önceden (el-Hicr, 15/8990. âyetler ve tefsirinde) geçtiği gibi.
"Yerinden kaydırmak" buyruğu yerinden izale etmek, iptal edip çürütmek anlamındadır. Bunun asıl anlamı ayağın kayması manasınadır. "Ayağı kaydı" demektir. Muzari' ve mastarı: d'Ye gelir. "Güneş semanın ortasından (batı'ya doğru) kaydı" demektir. "delili çürük oldu" anlamındadır. "Allah onu (delilini) çürüttü'' demektir. ise kaydırmak demektir. Sırat köprüsünün niteliği hakkında da Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Ve cehennemin üzerine köprü kurulur, artık şefaat(e) izin verilir ve tahakkuk eder. Onlar (köprüden geçerlerken) Allah'ım esenlik ver, Allah'ım esenlik ver, diye dua ederler*'. Ey Allah'ın Rasûlü! Köprü nedir? diye sorulunca, O: "( iÂy '^ji-î ): Üzerinde ayakların kaydığı kaygan bir yerdir" diye buyurdu...[159]
Şair Tarafe der ki;
"Ey EM Münzir, sen vefakârlığı isteyip durdun ve onu pek büyük bildin, Tıpkı bir deve gibi, ayağı kaydırıcı zeminlerden de uzak geçtin."
"Âyetlerimi" Kur'ân-ı Kerim'i "ve kendisi ile tehdit edildikleri" korkutuldukları "şeyi ise alaya alırlar."
"Kendisi ile tehdit edildikleri şeyi" buyruğunckki; mastar manasını verir. Buna göre, kendilerine yapılan tehditleri alaya ahrlar, anlamındadır. Bunun; ism-i mevsûlu anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar Kur'ân-ı Kerim'i ve kendisi ile tehdit edildikleri, korkutup uyarmaları, alaya aldılar yani bir oyun ve batıl bir şey olarak bellediler. el-Baka-ra Sûresi'nde (2/231. âyet 4. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiştir.
Bunun Ebu Cehil'in tereyağı ve hurmayı alıp, işte zakkum budur, demesi İle ilgili olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre bu, onların Kur'ân-ı Kerim hakkında: O bir sihirdir, anlamsız rüyai ardır, öncekilerin efsaneleridir, şeklindeki sözlerine işarettir. Allah Rasûlü hakkında da: "Bu sizin gibi bir adamdan başka mıdır?" (ei-Enbiya, 21/3); "Ve dediler ki: Bu Kur'ân iki kasabanın birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (ez-Zuh-ruf, 43/31); "Ama kâfirler: Allah bu misal ile ne kastetmiştir, derler" (el-Ba-kara, 2/26) demişlerdi. [160]
"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp, onlardan yüz çeviren...den daha zalim kim olabilir". Yani Rabbinin âyetleri ile kendisine öğüt verildiği halde bunları önemsemeyen ve bunları kabul etmeyerek yüz çeviren kimseden daha zalim kimse olmaz, demektir.
"İki elinin önden gönderdiğini unutan" küfür ve masiyetlerini terkedip bunlardan tevbe etmeyen demektir. Burada "nisyân (unutmak)" terketmek anlamındadır. Anlamın kendisi için önden neler gönderip ne tür bir azabı ha-kettiğini unutan... şeklinde olduğu da söylenmiştir, her iki mana da birbirine yakındır.
"Gerçekten, Biz onların kalpleri üstüne onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da bir ağırlık koyduk" küfürleri sebebiyle Biz onlara böyle yaptık, yani imanın kalplerine ve kulaklarına girmesine Biz engel olduk.
"Sen onları doğru yola" hidâyete yani imana "davet etsen bile o bakımdan ebediyyen hidâyete eremezler." Bu buyruk, muayyen kimseler hakkında inmiştir. Aynı zamanda bu Kaderiyenin görüşlerini de reddetmektedir. Bu âyet-i kerime ile aynı anlamı dile getiren bir lakım âyet-i kerimeler el-İsra Sûresi'nde (17/46. âyette ve tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. [161]
"Bununla beraber, Rabbin Gafurdur" yani günalılan bağışlayıcıdır, "rahmet sahibidir." Bu da yalnız iman ehline mahsustur, kâfirlerin bundan payları yoktur. Buna delil de yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" (en-Nisâ, 4/48,116) buyruğudur.
"Rahmet sahibidir" buyruğu ile ilgili dört açıklama söz konusudur:
1- Af edicidir.
2- Mükâfat ve sevap verendir. Bu iki açıklamaya göre bu buyruk, yalnızca İman ehline hastır. Kâfirlerin bunda bir paylan yoktur.
3- Nimet sahibidir,
4- Hidâyet verendir. Bu iki açıklamaya göre de bu buyruk hem iman ehlini, hem kâfirleri kapsar. Çünkü yüce Allah dünya hayatında rnü'mine nimetini ihsan ettiği gibi kâfire de nimet verir. Her ne kadar onun hidâyeti yi e kâfirler doğru yolu bulmayıp mü'minler doğru yolu bulsalar da, hidâyetini mü'mine açıkladığı gibi, kâfire de açıklamıştır.
"Şayet onları kazandıkları" küfür ve masiyetler "yüzünden sorgula-saydı elbette onlara azabı çabuklaştırırdı." Fakat o mühlet verir. "Fakat onlar için belirlenmiş bir zaman" kendisinden sonraya bırakılmayacakları, geciktirilmeyecekleri tesbit edilmiş bir süreleri, bir ecelleri "vardır."
Yüce Allah'ın şu buyrukları da buna benzemekledir: "Her bir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır" (ehEn'âm,. 6/67); "Her bir va'denin yazılmış bir hükmü vardır (süresi belirlenmiştir)". (er-Ra'd, 13/38) Yani bu ecel geldi mi ister dünyada, ister âhirette olsun geriye kalmaz.
"Onun karşısında hiçbir sığınak" İbn Abbas ve İh Zeyd'in açıklamalarına göre barınak "bulamayacaklardır". d-Cevherî bu açıklamayı "es Sıhah"ta nakletmiştir. " Sığındı, iltica etti" demektir. "Ondan kendisini kurtarmasını istedi" demektir.
Mücahid korunak diye açıklarken, Katade dost, yardımcı, veli; Ebu Ubey-de kurtuluş yeri diye açıklamıştır. Bu (yine kurtuluş yeri demek olan): Mahîs diye de açıklanmıştır. Bu açıklamaların anlamı birdir. Araplar: "Kurtulmayasıca!" derler. Şairin şu beyti de bu kabildendir:
"Kurtulmayasıca sen kendini
Terkettin Âminlere, hiçbir yara almaksızın".
el-A'şâ da şöyle demektedir:
"Bazen ev sahibinin gafil olduğu anı yakalamak isterim, O da bana karşı kendisini korumak isteyebilir ama sonra da (kendisini benden) koruyamaz. (Kurtulamaz)."[162]
"İşte zulmettikleri vakit helak ettiğimiz ülkeler" buyruğunckki:
"İşte" mübtedâ olarak ref mahallindedir. "Ülkeler" anlamındaki (el-Kurâ) kelimesi de sıfat yahut bedeldir. " (Kendilerini) helak ettik" buyruğu da haber mahallinde olup manaya ha mi edil mistir, çünkü burada "ülkelerin halkı, ahalisi" anlamındadır.
"İşte" anlamındaki kelime; "Zeyd'i vurdum" kullanılışını kabul edenierin görüşüne göre nasb mahallindedir. Yani işte Bizim sana Ad, Semûd, Medyen ve Lût kavmi ülkeleri gibi, haberlerini anlatmış olduğumuz ülkeleri zulmedip küfre sapmaları üzerine helak ettik.
"Biz onları helak için de belli bir süre" yani geride kalmayan ileri de gitmeyen, bilinen bir vakit "tayin etmiştik".
"Onları helak etmek için" anlamındaki kelimenin; seki indeki okunuşu helak edilmeleri için belirlenen vakic demektir. ise "Helak edildilerden" (ism-i zaman)dır. Âsim bu kelimeyi "mim" ve "lam" harflerini üstün ile: şeklinde okumuştur ki bu da; Helak oldu, fiilinin mastarıdır. el-Kisaî ve el-Ferrâ bu kelimenin; şeklinde "mim" harfini üstün, "İarrTı da esreli okumuşlardır,
en-Nehhâs der ki: el-Kisaî dedi ki: Bu okuyuşu ben daha çok severim, çünkü bu kelime; Helak oldu fiilinden gelmektedir.
ez-Zeccac der ki: Bu bir zaman ismidir ve ifadenin takdiri: Onların helak edilecekleri vakit anlamındadır. Nitekim: "Dişi deve, erkek deve tarafından aşılandığı zamana uygun geldi (doğurdu)" sözierine benzemektedir. [163]
60. Hani
Musa genç delikanlısına şöyle demişti: "Ben iki denizin birleştiği yere
varıncaya kadar durmadan gideceğim yahut çok yıllar geçireceğim."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [164]
"Hani Musa genç delikanlısına şöyle demişti" buyruğunda geçen "Musa" ilim adamlarının ve tarih bilginlerinin büyük çoğunluğunun görüşüne göre; Kıır'ân-ı Kerim'de sözü edilen Musa b. İmran'dır. Kur'ân-ı Kerim'de başka bir Musa'dan söz edilmemekledir. Aralarında Nevf el-Bikâli'nin de bulunduğu bîr kesim de şöyle der: Burada sözü edilen kişi İmran oğlu Musa değildir. Bu Yakub'un oğlu, Yusuf'un oğlu, Menşa'nın oğlu Musa'dır. Bu İmran oğlu Musa'dan önce peygamber olmuştur.
Ancak bu görüşü Sahih-i Buhârî'de belirtildiğine göre İbn Abbas ve daha başkaları reddetmişlerdir.[165]
Onun genç delikanlısı ise Yûşa' b. Nündür. el-Mâide Sûresi (5/26. âyetin tefsirinde) ile Yusuf Sûresi'nde (12/101. âyetin tefsirinde) ondan söz edilmişti. Burada sözü edilen Musa'nın Menşâ oğlu olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre ise onun genç delikanlısı Yuşâ b. Nûn değildir,
"Durmadan gideceğim" kesintisiz olarak yürümemi sürdüreceğim, demektir. Şair de şöyle demektedir:
"Allah kavmimi var ettiği sürece
Hamd ederim O'na, sözlerimle, güzel övgülerde".
"Durmadan gideceğim" (manasını verdiğimiz) tabirinin senden hiç ayrılmayacağını anlamında olduğu da söylenmiştir.
"İki denizin birleştiği" biribirlerine kavuştukları "yere varıncaya kadar..." Katade der ki: Bu, Bizans ve İran denizidir. Mücahid de böyle demiştir. İbn Atiyye der ki: Bu, Azerbaycan'ın arka taraflarından Fars topraklarındaki büyük denizden ayrılan kuzeyden güneye doğru akan bir koldur. Bu görüşe göre; Şam bölgesinin karasına yakın olan yerdeki iki denizin bir araya geldiği yer iki denizin kavuştuğu yer olmalıdır.
Bu iki denizin Ürdün denizi ile Kulzul (Kızıl) denizi olduğu söylendiği gibi, Tanca yakınlarındaki iki denizin birleştiği yer olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Muhammed b. Ka'b yapmıştır. Ubey b. Ka'b'dan bunun Afrika'da olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. es-Süddî der ki: el-Kurr ve er-Ress denilen nehirler olup bunlar Ermenistan'dadır.
Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Bu, Endülüs'ün kıyılarının bulunduğu okyanustur. Bunu da en-Nekkaş nakletmiştir, bu da çokça zikredilendir. Bir başka kesim de şöyle demektedir. İki denizden kasıt Musa ile Hızır (ikisine de selam olsun)dır. Ancak bu zayıf bir görüştür. İbn Abbas'tan da nakledilmiş olmakla birlikte bu sahih değildir. Çünkü hadislerden anlaşıldığına göre buradaki deniz suların bulunduğu bir denizdir.
Bu kıssanın sebebi de Buhârî ile Müslim'in Ubey b. Ka'b'dan yaptıkları şu rivayette yer almaktadır. Ubey b. Ka'b Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Musa (as) İsrailoğullarına bir hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı, Kendisine: İnsanların en bilgilisi kimdir? diye soruldu. O da: Benim, dedi. İlmi, Allah'a havale etmediği için yüce Allah ona sitem etti. Ona şunu vah-yetti: Benim iki denizin birleştiği yerde bir kulum var. O senden daha bilgilidir. Musa: Rabbim, onunla nasıl görüşebilirim? diye sorunca, yüce Allah şöyle buyurdu: Beraberine bir balık alır, onu bir zenbile koyarsın. Balığı kaybedeceğin yerde o kulu da orada bulacaksın" diye hadisin geri kalan bölümlerini nakletti. -Lafız Buhârî'ye aittir.[166]
İbn Abbas der ki: Musa (as) ve kavini Mısır topraklarında üstünlük sağlayınca kavmini Mısır'da yerleştirdi. Orada yerleşme işleri tamamlandıktan sonra yüce Allah kendisine: Onlara Allah'ın günlerini hatırlat, diye emir verdi. O da kavmine hitab etti, onlara Allah'ın kendilerine ihsan etmiş olduğu hayırları, nimetleri, Firavun hanedanından onları kurtarışını, düşmanlarını helak edişini ve kendilerini yeryüzünde onların yerine halifelik makamına getirişini hatırlattıktan sonra şunları söyledi: Ve Allah .sizin peygamberinizle özel bir şekilde konuştu. Onu kendisi için beğenip seçti. Kendi nezdinden onun üzerine bir sevgi bıraktı. Sizlere ne istedinizse hepsinden verdi, sizi yeryüzündeki insanların en faziletlisi kıldı. Önceleri zelilken sizi aziz kıldı, fakır iken zengin kıldı. Cahil iken size Tevrat'ı verdi.
İsrailoğullarından birisi ona şöyle dedi: Biz senin bu söylediklerini biliyoruz. Yeryüzünde senden daha bilgili bir kimse var mıdır? Ey Allah'ın peygamberi! Hayır, deyince yüce Allah ilmi kendisine havale etmediği için ona sitem etti. Allah, Cibril (as)ı gönderdi: Ey Musa! Benim ilmimi nereye tevdi ettiğimi (kime verdiğimi) sen ne bilirsin, dedi. İki denizin birleştiği yerde senden daha bilgili bir kulum vardır... diyerek hadisin geri kalan bölümlerini nakletti.[167]
İlim adamlarımız der ki: Hadiste zikredilen: "O senden daha bilgilidir" ifadesi şu demektir: O teferruat kabilinden bir takım vakaların; muayyen, belirli bir takım olayların hükümlerini senden daha iyi bilir, yoksa mutlak olarak senden daha bilgilidir, demek değildir. Buna delil de Hızır'ın, Musa (as)a söylediği şu sözlerdir: Hiç şüphesiz sen, benim bilmediğim Allah'ın sana öğretmiş olduğu bir bilgiye sahipsin. Ben de Allah'ın bana öğretmiş olduğu fakat senin bilmediğin bir bilgiye sahibim. Buna göre onların her birisi diğerine nisbecle bir bakıma daha bilgilidir. Onların birisinin bildiği diğerinin bilmediği konuda, bilen bilmeyenden daha bilgilidir.
Musa (as) bunu işitince onun faziletli nefsi ve bilmediklerini öğrenmek için üstün gayreti dolayısıyla, kendisi hakkında: O senden daha bilgilidir, denilen kişi ile kavuşma arzusu harekete geçti. O bakımdan buna karar verdi ve zilletle boyun eğerek onunla görüşmenin yolunu sordu. Her halükârda yola koyulmakla emrolundu. Kendisine: Bir zembilde tuzlanmış bir balık taşı, diye emredildi. Bu balığın canlanıp onu kaybedeceğin yerde o kişi iie kavuşacaksın, diye haber verildi. O da gayretle, arzu ve istekle: "Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmadan gideceğim" diyerek teklifini kabul eden delikanlısıyla birlikte yola koyuldu.
"Yahut çok yıllar geçireceğim buyruğundaki: ""çok yıllar" kelimesi "ha" ve "kaP harfleri ötreîi olarak okunmuştur ki zaman demektir, çoğulu; şeklinde gelir. Bu kelimenin (tekilinin) "kaf" harfi sakin olarak da okunur. Bu da seksen yıl demektir, bundan daha fazla bir süre olduğu da söylenmiştir. Çoğulu; şeklinde gelir. kelimesi, tekili olup bu da; yıllar, demektir. [168]
Bu buyruktaki fıkhı inceliklerin bazıları şunlardır: İlim adamı daha çok bilgi elde etmek maksadıyla yolculuğa çıkabilir, bu hususta hizmetçi ve arkadaşının yardımını alabilir. Fazilet sahibi ve ilim adamı kimselerle karşılaşma fırsatını -bulundukları bölgeler uzak olsa dahi- bir ganimet bilmelidir.
Selef-i Salih'in adeti de hep bu idi. Bundan dolayı ilim için yolculuk yapanlar bu hususta üstün pay sahibi oldular, gayretleriyle üstün başarılar elde ettiler, ilimlerde ayaklarıyla yere sağlam bastılar. O bakımdan gerek şan-ian-şöhrecleri, gerek ecirleri, gerekse de faziietleri bakımından en üstün payı elde ettiler.
Buharı der ki: Cabir b. Abdullah bir hadis için Abdullah b. Üneys'in yanına bir aylık mesafeyi katcdip gitti.[169]
Yüce Allah'ın: "Hani Musa genç delikanlısına şöyle demişti" buyruğu ile ilgili olarak iiim adamlarının üç görüşü vardır:
1-Bu onunla birlikle olup ona hizmet eden hizmetçisiydi. Arapçada "el-fetâ" genç, delikanlı demektir. Hizmetçiler çoğunlukla genç olduklarından dolayı güzel edebin bir neticesi olarak hizmetçiye "fetâ" denilmiştir. Şeriat-'da, Peygamber (sav)ın şu buyruğunda görüldüğü gibi bu edebi teşvik etmiştir: "Sizden herhangi bir kimse benim kölem, benim cariyem, demesin bunun yerine genç oğlum, genç kızım (fetâye-fetâli) desin"[170]
İşte bu alçak gönüllülüğe bir teşviktir. Yusuf Sûresi'nde (12/36. âyetin tefsirinde) bu açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Âyel-i kerimede "fetâ"dan kasıt hizmetçidir. Bu da Yusuf (as)ın oğlu İf-râim'in oğlu Nun oğlu Yuşa'dır. Bunun Musa (as)ın kızkardeşinin oğlu olduğu da söylenmiştir.
2-Burada "Musa'nın fetâsı" denilmesi bu kişinin -hür olsa dahi- ilim öğrenmek için onunla birlikte bulunmasından dolayıdır. Bu da birinci mana ile aynıdır.
3- Ona fetâ denilmesi, kölenin yerini tutmasından dolayıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır; 'Yusuf, fetâlarma (görevlilerine): Bedellerini yüklerinin içine koyuverin... demişti". (Yusuf, 12/62); "Aziz'in karısı, hizmetçi delikanlısından (fetâ) murad almak istiyormuş." (Yusuf, 12/30)
İbnu'l-Arabî der ki: Kur'ân-i Kerim'in ifadesinin zahirinden anlaşılan onun köle olduğudur. Hadiste de bu kimsenin Yûsa b. Nûn olduğu belirtilmektedir. TefsiKe dair gelmiş rivayetler) de belirtildiğine güre o, onun kızkardeşinin oğludur. Bütün bunlar ise kafi olarak söylenebilecek hususlardan değildir. Bu konuda tevakkuf etmek (görüş açıklamamak) daha iyidir. [171]
Allah'ın: "Yahud çok yıllar geçireceğim" buyruğu ile ilgili olarak Abdullah b. Ömer der ki: Hukub, seksen yıl demektir. Mücahid, yetmiş yıldır. Ka-tade, uzun bir süredir derken, en-Nehhâs şunları söyler: Dilbilginlerinin bildiklerine göre hukub ve hıkbe sınırlan belirli olmayan, belirsiz bir zaman demektir. "Raht" ve "kavim" kelimeleri de müphem ve sınırları belli olmayan (insan topluluğu) demektir. Bunun çoğulu da "ehkaab" diye gelir. [172]
61. Nihayet onlar, bu İki deniz arasının birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular. Balık denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu.
62. Uzaklaşıp, geçtikleri vakit genç adamına: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan gerçekten yorgun düştük" dedi.
63. Dedi ki: "Gördün mü; o kayaya sığındığımız zaman doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. O şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitti."
64. Musa: "İşte, dedi. Aradığımız o ya." Hemen İzlerini takip ederek gerisin geriye döndüler.
65. Orada kendisine tarafımızdan bir rahmet vermiş ve nezdimiz-den bir ilim öğretmiş olduğumuz kullarımızdan bir kul buldular.
"Nihayet onlar, bu iki deniz arasının birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular. Balık denizde bir deliğe doğru yolunu tutmuştu" buyruğunda yer alan: ""İkisinin arasındaki zamir iki denize aittir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır (meal de bvına göre yapılmıştır).
"Delik" gidecek yer, demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Katade ise, su donmuş ve o bakımdan içinden gidilecek bir gedik gibi bir hal almıştı, demiştir.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre balığın yol aldığı yer boş kaldı. Musa da balığı takip ederek bu boş yerin üzerinden yürüdü. Nihâyel yol onu denizdeki bir adaya kadar götürdü. İşte orada Hızır'ı buldu.
Ancak rivayetlerin ve Kitabın zahiri onun Hızır'ı deniz kıyısında buiup gördüğünü göstermektedir.
"Balıklarını unuttular" diye buyurulmakla birlikte, unutan sadece Musa'nın yanındaki genç delikanlıdır. O bakımdan anlam şöyledir denilmiştir: O gördüğü balığın bu halini Musa'ya bildirmeyi unuttu, birlikte olduklarından doiayı unutmak ikisine de nisbet edildi. Bu yönüyle yüce Allah'ın: "O iki denizden inci ve mercan çi^ar" (er-Rahman, 55/22) buyruğunu andırmaktadır. Halbuki bunlar ancak tuzlu denizden çıkartılmaktadır. Şu buyruk ta bu kabildendir: "Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan... peygamberler gelmedi mi?"(el-En'âm, 6/130) Halbuki peygamberler sadece insanlardan gönderilmiştir, cinlerden peygamber gönderilmemiştir.
Buhârî'de de şöyle denilmekledir: "(Musa) genç delikanhsına dedi ki: Benim senden istediğim, balığın senden ayrılacağa vakti ve zamanı bana bildir-mendir. Delikanlı ona: Sen bana fazla bir yükümlülük yüklemedin, dedi. İşte aziz ve celil olan Allah'ın: "Hani Musa genç delikanlısına" yani Yûşa' b. Nûn'a -ki adının böyle olduğu (hadisin ravilerinden) Said b. Cübeyr tarafından verilmemiştir, "-"dedi ki..." buyruğu bunu anlatmaktadır. O toprağı nemli bir yerde bir kayanın gölgesinde bulunuyor iken -Musa da uykuda iken-balık (zembil içinde) hareket etmeye başladı. Beraberindeki genç delikanlı onu uyandırmayayım dedi, uyanınca da ona durumu bildirmeyi unuttu. Balık hareketini sürdürdü, nihayet denize daldı. Yüce Allah denizin balık üzerinden geçmesi gereken akıntısını tultu. Adeta o taşta iz bırakırcasına, iz bıraktı. (İbn Cüreyc) dedi ki: Amr bana dedi ki: İşle bu şekilde adeta onun izi taşın içinde imiş gibi çıkıyordu, dedi ve iki elinin baş parmakları ile onlara bitişik olan (şehadet) parmaklarını halka yaptı. Bir diğer rivayette şüyle denilmektedir: Yüce Allah balığın üzerinden akıntının geçmesini engelledi ve böylelikle üzerinde bir tak gibi oldu. (Musa) uyanınca, arkadaşı kendisine balığın durumunu haber vermeyi unuttu. Günün geri kalan bölümünü ve gece boyunca yol aldılar. Ertesi günü Musa yanındaki delikanlıya: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan gerçekten yorgun düştük" eledi. Musa (as) Allah'ın emretmiş olduğu yeri geçip geride bırakıncaya kadar yorgunluk duymamıştı. Beraberindeki genç delikanlı ona: "Gördün mü; o kayaya sığındığımız zaman doğrusu ben babğı unutmuşum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı dedi, .[173]
Her ikisinin de unuttuğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah: "Balıklarını unuttular" buyruğunda unutmayı ikisine nisbet etmiştir. Çünkü balığı ilkin taşıyan -taşıma emri kendisine verilmiş olduğundan- Musa (as) idi. Yollarına devam ettikten ve bir süre yol aldıktan sonra balığı yanındaki delikanlısı taşımıştı.
"Uzaklaşıp geçtikleri vakit" onlar balığı orada unutarak terk ettikleri vakit... demektir.
Musa Cas) kuşluk yemeğini isteyince genç delikanlı onunla konuşurken unutmayı kendisine nisbet etti. İki denizin birleştiği yer olan kayanın yanına ulaştıklarında ise yüce Allah her ikisinin de unuttuğunu zikretmektedir. Çünkü Musa (as) da unutmakta ortaktı; unutmak (nisyân) geride bırakmak anlamındadır. Nitekim birisine dua ederlerken: "Allah ecelini geciktirsin, tehir etsin" diye dua etmeleri de bu anlamdadır.
Kayanın yanından ayrılıp gittiklerinde balıklarını taşımayı da geriye bırak-ular (unuttular) ve hiçbiri balığı taşımadı. O bakımdan her ikisinin balığı bırakıp oradan ayrılıp gitmeleri dolayısıyla unutmanın her ikisine de nisbet edilmesi uygun düşmüştür,
"Kuşluk yemeğimizi getir" buyruğu ile ilgili bir hususu açıklamamız gerekmektedir, Bu da yolculuklarda azık edinmek meselesidir. Bu bir, tek ve kahhâr olan Allah'a tevekkül ettikleri iddiası ile kuraklık bölgeleri ve çölleri azık edinmeksizin aşmaya kalkışan bilgisiz ve cahil sufilerin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü işte Allah'ın peygamberi ve onun Kelimi Musa yeryüzünde yaşayan bir insan olarak ve kulların Rabbine tevekkül etmesine; iyiden iyiye bilmesine rağmen azık edinerek yola çıkmıştır.
Buhârî'nin, Sahih'inde belirtildiğine göre, Yemenlilerden bir takım kimseler azık edinmeksizin hacca gelirler ve: Biz tevekkül eden kimseleriz, derlerdi. Hacca geldiklerinde de insanlardan dilenirlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Birde azık edinin" buyruğunu indirdi[174] Bu hadis daha önce el-Ba-kara Sûresi'nde (2/197. âyet 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Musa (as)ın beraberinde aldığı azığın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır, İbn Abbas'ın dediğine göre bir zembil içinde tuzlanmış bir balık idi. Onlar sabah-akşam bu balıktan yerlerdi. Deniz kıyısındaki kayalığa vardıklarında beraberindeki genç zembili koydu, Deniz akıntısı balığa değince zembil içindeki balık hareket etmeye başladı. Zembili devirdi ve balık denizde yolunu aidi. Genç delikanlı da Musa'ya balığın bu durumunu hatırlatmayı unuttu.
Bir diğer görüşe göre balık Hızır'ın bulunacağı yeri göstermek üzere bir delildi; çünkü hadiste: "Beraberinde zembil içinde bir balık taşt. Balığı kaybedeceğin yerde o kişiyi bulacaksın" denilmektedir. Buna göre o, bu balığın dışında başka bir şeyi beraberinde azık olarak götürmüş olmalıdır. Bunu da hocamız İmam Ebu'l-Abbas nakletmiş ve tercih etmiştir.
İbn Atiyye der ki: Babam (Allah ondan razı olsun) dedi ki: Ben Ebu'1-Fadl el-Cevherî'yi vaazı esnasında şöyle derken dinledim: Musa rnünacatta bulunmak üzere yola koyuldu. Kırk gün yemek ihtiyacı duymaksızın orada kaldı. Ama bir insanın yanına gitmek için yola koyulunca günün bir bölümünde dahi acıktı.
"Yorgun düştük" yorulduk demektir. "Nesab" yorgunluk ve meşakkat anlamındadır. Burada açlığı kastettiği de söylenmiştir. İşte bu ifade insanın hissettiği acı ve hastalıkları bildirmesinin caiz olduğuna, bunun kadere rızaya da, ilahi kaza ve takdire teslimiyete de aykırı olmadığına delildir. Ancak bu bildirmenin herhangi bir usanç ve kızgınlığın etkisi i!e sadır olmaması şarttır.
"Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı" buyruğunda-ki: " Onu hatırlamamı" ifadesi fiil ile birlikte mastar anlamında olup "Onu... unutturmadı" buyruğundaki zamirden bedel-i istimal olmak üzere nasb mahallindedir. Bu da zahirin (açık ismin) zamirden bedel olmasıdır, yani bana onu hatırlamayı unutturan şeytandan başkası değildir. Abdullah (b. Mes'ud)un, Mushaf ında bu buyruk: "Onu hatırlamamı bana unutturan şeytandan başkası değildir" şeklindedir.
Bu ifadeleri Musa (as)ın: Benim senden tek istediğim balığın senden ayrılacağı vakti (ve yeri) bana haber vermenden ibarettir demesi, üzerine Yûşa'nın: Sen benden fazla bir şey istemiyorsun, şeklindeki sözleri dolayısıyla son söylediği bu sözleriyle özürünü beyan etmiş oluyordu.
"O şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup, gitti" buyruğundaki ifadelerin, Yuşa'nın, Musa (as)a söylediği sözlerin bir bölümü olma ihtimali vardır. Balık insanlara hayret verecek şekilde denizde yol aldı demektir. Bununla birlikte; "o denizde yolunu tutup, gitti* ifadesinin verdiği haberin tamamını teşkil etmesi daha sonra da hayret ve şaşkınlık ifade eden bir sözü kullanarak kendisinin bu işe şaştığını belirtmek üzere; "Bu, şaşılacak bir şeydir" demiş olması da mümkündür. Hayret konusu ise balığın ölmüş olmasına, sol yarısının yenilmiş olmasına rağmen daha sonra dirilmesidir.
Ebu Şüca', et-Taberî kitabında der ki: Ben bu balığı gördüm. Bu tek gözlü ve bir balığın yansıdır. Öbür yansında hiçbir şey yoktur. İbn Atiyye der ki; Ben de bu balığı gördüm. Hiçbir şey bulunmayan öbür yarısında akında kılçık dahi bulunmayan ince bir kabuğu vardır[175]
"O... yolunu tutup, gitti" buyruğunun yüce Allah tarafından verilmiş bir haber olma ihtimali de vardır, Bu da iki şekilde açıklanabilir: Ya Musa (as)ın balığın denizde yol almasından dolayı hayret ettiğini, buna şaşıp kaldığını haber vermesi manasınadır. Ya da balığın şaşılacak bir şekilde yol alışını insanlara haber vermesi anlamındadır.
Buhârî de bu âyetin kıssası ile ilgili olarak İbn Abbas'tan rivayet edilen ga-rib (hayret edilecek) hususlardan birisi de şudur; Bu balığın dirilmesinin sebebi, orada değdiği şeyi mutlaka canlandıran hayat pınarı (ab-ı hayat) diye adlandırılan bir pınar suyunun ona değmiş olmasıydı[176]
Tefsir'de belirtildiğine göre alâmet balığın canlanması idi. O bakımdan şöyle denilmiştir: Musa yol yorgunluğundan sonra yanında alı hayatın bulunduğu kayaya konaklayınca suyun bir kısmı balığa değdi, o da canlandı.
Tİrmizî naklettiği hadisinde der ki: Süfyan dedi ki; Bir takım kimseler bu kayanın yanında ab-ı hayatın bulunduğunu ve bu pınarın suyu neye değer-se onun yaşayıp, gittiğini iddia ederler. (Devamla) dedi ki: Bu balığın bir kısmı yenilmişti. Ona bu sudan bir damla değince hayat buldu[177]
"el-Arûs" adlı eserin sahibinin naklettiğine göre: Musa (as) hayat pınarından abdest aldı. Sakalından bir damla balığın üzerine düşünce, balık canla-nıverdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"İşte aradığımız o ya" buyruğu, Musa yanındaki delikanlıya dedi ki: Balığın bu durumu ve onu yitirmiş olmamız bizim aradığımız şeydi. Kendisini bulmak üzere geldiğimiz adam işte oradadır, demektir.
Bunun üzerine yollarını kaybetmemek için gerisin geri izlerini takip ederek geri döndüler. Buhârî'de şöyle denilmektedir:
"... Hızır'ı denizin ortasında elbisesiyle örtünmüş olarak küçük bir yeşil yaygı üzerinde buldular. Örtüsünün bir tarafını ayaklarının allına, diğer tarafını başının akına almıştı. Musa ona selam verdi. Yüzünü açarak: Senin bulunduğun yerde selam diye bir şey var mı? Sen kimsin? dedi. Ben Musa'yım dedi. İsrailoğıülannın Musa'sı mı? diye sordu. Musa: Evet deyince, ne işin var? diye âordu. Musa dedi ki: Sana Öğretilen doğru ilimden bana da öğretmen üzere geldim, dedi..."[178] ve hadisin geri kalan bölümlerini zikretti.
es-Sa'lebî de "el-Arâis" adlı eserinde der ki: Musa ve beraberindeki genç delikanlı Hızır'ı suyun üzerinde yeşi! bir yaygıya uzanmış uyur halde buldular. Üzerinde de yeşil bir örtü vardı. Musa ona .selam verdi, yüzünü açıp dedi ki: Bizim bu topraklarımızda selam da nerden geldi? Sonra başını kaldırıp olurdu ve: Sana da selam olsun, ey İsrailoğullarının peygamberi, dedi. Musa ona: Sen beni nereden tanıyorsun? Benim İsrailoğullarının peygamberi olduğumu, sana kim haber verdi!'' dedi. Hızır: Sana beni haber veren ve benim bulunduğum yeri bildiren bana söyledi, dedikten sunra şöyle devam etti: Ey Musa, senin İsrailoğulları arasında bir meşguliyetin vardı. Musa (as) dedi ki; Rabbim beni sana uyayım ve senin bilginden bir şeyler öğreneyim diye gönderdi. Sonra oturup, konuşmaya koyuldular. Bu sırada dişi bir kırlangıç geldi ve gagasıyla sudan aldı... ileride geleceği üzere hadisin geri kalan bölümünü zikretti.
"Orada "kullarımızdan bir kul buldular" buyruğundaki ukuTdan kasıt cumhurun görüşüne ve sabit hadisler gereğince Hızır (as)dır. Görüşüne itibar edilmeyen bir takım kimseler muhalefet ederek: Musa'nın gördüğü bu şahıs Hızır değildir, bir başka alimdir, demişlerdir. el-Kuşeyrî de bu görüşü nakleder ve şöyie der: Bir takım kimseler bu kişi salih bir kuldur, demişlerdir. Ancak doğru olan görüş bunun Hızır olduğudur. Çünkü Peygamber (sav)dan varid olan haberler bunu böylece bildirmişlerdir.
Mücahid der ki: Hızır'a bu ismin veriliş sebebi namaz kıldığı vakit etrafının yeşernıesidir.
Tirmizîde yer alan rivayete göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Hızır'a bu ismin veriliş sebebi, beyaz bir posta oturup o postun altının aniden sarsılarak yeşermesidir" (Tirmizî der ki): Bu sahih, ga-rib bir hadistir.[179]
Buradaki post (ei-ferve)den kasıt yeryüzüdür. Bunu el-Hattabî ve başkaları böylece açıklamışlardır,
Hızır, cumhurun kanaatine göre bir peygamberdir. Onun peygamber olmayıp salih bir kul olduğu da söylenmiştir. Ancak âyet-i kerime peygamberliğine tanıklık etmektedir. Çünkü onun fiillerinin iç yüzü ancak vahiy ile olabilir. Aynı şekilde bir kimse ancak kendisinden daha üstün bir kişiden öğrenir ve ona uyar. Peygamber olmayan bir kimsenin ise peygamberden üstün olması mümkün değildir.
Bir görüşe göre o bir melek idi. Yüce Allah Iviusa'ya o melekten ona öğretmiş olduğu bâtın ilminin bir bölümünü öğrenmesini sağlamıştı. Ancak birinci görüş doğru olandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Kendisine tarafımızdan bir rahmet gelmiş..." Bu âyet-i kerimedeki "rahmet" peygamberlik demektir, nimet olduğu da söylenmiştir.
"Ve nezdimizden bir ilim öğretmiş olduğumuz..." Buyruğundaki ilim de gayb ilmidir. îbn Atİyye der ki: Hızır'ın bilgisi kendisine vahiy ile verilmiş, işlerin içyüzlerini bilmek ilmi idi. Onun yaptığı fiillerin hükümleri zahiren görülen şekillere göre verilmezdi, Diğer taraftan Musa'nın bilgisi, insanların söz ve fiillerinin zahirine göre hüküm ve fetva vermek ilmi idi.[180]
66. Musa ona: "Sana öğretilen doğru ilimden bana da öğretmen İçin sana tabi olayım mı?" dedi.
67. O dedi ki: "Doğrusu sen benimle beraber olmaya asla dayanamazsın."
68. "Sen İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanacaksın?" 69.0 da: "İnşaallah sen beni sabredki bulacaksın. Sana hiç bir işte karşı gelmeyeceğim" dedi.
70. "Bana uyarsan sana o hususta açıklama yapıncaya kadar bana hiçbir şey sorma" dedi.
Yüce Allah'ın: "Musa ona: «Sana öğretilen doğru ilimden bana da öğretmen için sana tabi olayım mı?» dedi" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [181]
Yüce Allah'ın: "Musa ona: Sana... tabi olayım mı? dedi" buyruğundaki bu soru oldukça yumuşak ifadelerle sorulmuş, son derece edebli bir tavır takınmanın hitabını dile getirmektedir. Böyle bir şey senin için uygun düşer mi? sana ağır gelmez mü* demektir. Bu da hadis-i şerifte geçen: Rasûlullah (sav)ın nasıl abdest aldığını bana gösterebilir misin? sorusundakı üslûbu andırmaktadır.
Bir yorum şekline göre el-Mâide Sûresi'nde (5/112. âyetin tefsirinde) açıklandığı üzere; "Rabbin. gökten bize bir sofra indirebilir mi?" (el-Mâide, 5/112) buyruğundaki soru da bu kabildendir, [182]
Bu âyet-i kerimede öğrencinin -mertebeler farklı olsa dahi- ilim adamına tabi olacağına dair delil vardır. Musa'nın, Hızır'dan ilim öğrenmesinde onun Musa'dan daha faziletli olduğuna delil teşkil edecek bir taraf olduğu zanne-diİnlemelidir. Çünkü İstisnai olarak daha faziletli olan kimse faziletçe kendisinden aşağıda olanın bildiklerini bilmeyebilir. Fazilet de Allah'ın üstün kıldığı kimseye aittir. Hızır bir veü olsa dahi Musa ondan daha faziletlidir. Çünkü o bir peygamberdir, peygamber de veliden faziletlidir. Eğer bir peygamber idiyse, Musa'nın rısalet sahibi olması dolayısıyla ondan üstün olduğu açıktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Doğru ilimden" ifadesi "bana da öğretmen için" (anlamındaki) fiilin ikinci mef ûlü'dür.
Hızır, "dedi ki; Doğrusu sen benimle beraber olmaya asla dayanamazsın." Yani Ey Musa, benim sahip olduğum ilmin tecellilerini görmeye tahammülün olmaz. Çünkü senin bilmiş olduğun zahir bilgisi benim yaptıklarıma uygun değildir. Sen hatalı olduğunu göreceğin ve ondaki hikmet yönü sana haber verilmemiş, doğru yulu gösterilmemiş, bir şeye nasıl tahammül edersin!'' Yüce Allah'ın: "Sen İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanacaksın" buyruğunun anlamı İşte budur. Peygamberler hiçbir zaman münke-re karşı sessiz duramazlar. Münkere karşı tepki göstermemeleri caiz değildir. Yani adetin üzere ve (peygamber oiarak) hükmün gereği sen benim yapacaklarıma karşı sessiz duramazsın.
"İç yüzünü" kelimesi failden aktarılmış temyiz olarak nasb edilmiştir. Manası ifadenin zannında bulunan bir fiilin mutlak mef ulü olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah'ın: "kavrayamadığın" fiili; "sana haber verilmemiş..." demektir. "Sana haberi bildirilmemiş kir seyc..." denilmiş gibidir. Mü-cahid de buna işaret etmiştir. İşlerden haberdar (Habîr) ise isterin gizliliklerini ve işlerin haber alınan iç yüzlerini bilen kimse demektir.
Yüce Allah'ın: "O da; İnşaallah sen beni sabredici bulacaksın" buyruğu, Allah'ın izni ve iradesiyle sabredeceğim demektir. "Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" yani ben kendimi sana itaate mecbur edeceğim.
Âyet-i kerimedeki istisna (inşaallah) hakkında acaba bu "sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" buyruğunu da kapsar mı kapsamaz m»? hususunda farklı görüşler vardır. Bunun yüce Allah'ın: "Allah'ı çokça zikreden erkeklerle, zikreden kadınlar" (el-Ahzab, 33/35) buyruğunda olduğu gibi kapsar, denildiği gibi o sabır hususunda istisnada bulunmuş ve sabretmiştir de denilmiştir. "Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" buyruğunda (inşallah diyerek) istisna yapmamıştır. O bakımdan hem itiraz etti, hem de soru sordu.
İlim adamlarımız der ki: Onun bu şekilde davranmasının sebebi şudur: Sabır gelecekteki bir hadisedir. Bu konuda durumunun ne olacağını bilmiyordu. İsyan etmeyeceğini belirtmesi ise hali hazırda gerçekleşen ve verilen bir karardır. O bakımdan bu hususta istisnada bulunmak, kararlı olmaya aykırıdır.
Aralarında şöylece bir ayırım görmek de mümkündür: Masiyet işlemenin ve onu terketmenin hilâfına sabır her şeyiyle (ve Allah'ın tevfiki olmadan) bizim kazandığımız bir şey değildir. Oysa masiyet işlemek ve sabrı terk etmek tamamen bizim kesbimizdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Bana uyarsan sana o hususta söyleyinceye kadar bana hiçbir şey sorma, dedi." Yani ben onu sana açıklamadıkça sen bana sorma. Bu Hızır'ın bir te'dibi ve arkadaşlıklarının devamını gerektirecek sebebi göstermesidir. Eğer sabretmiş ve arkadaşlığı devam etmiş olsaydı, hayret edilecek şeyler görecekti. Ancak çokça itirazlarda bulundu, ondan dolayı ayrılmaları ve birbirlerinden uzak düşmeleri kaçınılmaz oldu, [183]
71. Bunun üzerine ikisi yola koyuldular. Nihayet bir gemiye bindiklerinde o bu gemiyi deliverdi. "İçindekileri suda boğmak için mi onu deldin? Atıdolsun ki sen büyük bir iş yaptın" dedi.
72. O: "Ben sana benimle beraber olmaya asla dayanamazsın demedim mi?" dedi.
73. "Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma, şu işimde de bana güçlük çıkarma" dedi.
Yüce Allah'ın "Bunun üzerine ikisi yola koyuldular. Niftâyet bir gemiye bindiklerinde o bu gemiyi deliverdi" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [184]
Müslim'in, Sahih'inde ve Buharı'de şöyle denilmektedir: "...Denizin kıyısında yürümeye koyuldular. Bir gemi geçti, kendilerini gemiye almak üzere sahipleriyle konuştular. Hızır'ı tanıdıklarından ondan ücret almaksızın gemiye bindirdiler. Gemiye bindikten sonra, Musa bir de baktı ki Hızır, gemi tahtalarından birisini keserle yerinden söküp çıkarmış. Musa ona dedi ki: Bunlar bizi ücretsiz olarak taşıdılar, sen kalktın içinde bulunanlar suda boğulsun diye onların gemilerini deliverdin: "Andolsun ki sen büyük bir iş yaptın. O: Ben sana benimle beraber olmaya asla dayanamazsın, demedim mi? dedi. (Musa) Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma, şu işimde de bana güçlük çıkarma, dedi"
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: Bu birincisi Musa'nın unutmasının bir neticesi idi. Derken bîr kuş gelip, geminin kenarına (harfine) kondu. Gagasını bir defa denize sokup, çıkardı. Hızır ona dedi ki: Benim de bilgimin, senin de bilginin Allah'ın ilmine göre durumu ancak bu kuşun bu denizden eksilttiğine benzer.[185]
İlim adamlarımız derler ki: "Geminin kenan" onun kıyısı ve en dıştaki yanı demektir. Dağın kenarı (harfi), sivri olan zirve kısmıdır. Burada ilim ma'lum (bilinen şey) anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Onun ilminden hiçbir şey kuşatamazlar" (el-Bakara, 2/255) buyruğunda olduğu gibi; onun malumatından yani bildiği şeylerden hiçbir şey kuşatamazlar, demektir. Hızır'ın bu ifadesi bir temsildir. Yani benim bildiklerimle, senin bildiklerinin Allah'ın ilmi karşısında sözü edilmez. Tıpkı kuşun bu denizden aldıklarından denizin suyuna nisbetle hiçbir etkisinden söz edilemeyişi gibi. bu hususu denizi örnek göstererek anlatmasının sebebi ise, bizim gördüklerimiz arasında en çok miktarı en çok olanın deniz oluşundan dolayıdır. Burada "eksiltme" lafzı da temsil ve kavratma kastı ile kullanılmış bir mecazdır. Zira Allah'ın ilminde eksilme söz konusu olmadığı gibi, onun bildiklerinin (ilminin) de sonu olmaz. Bu hususu Buharı açıklamış ve şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim, benim de bilgimin, senin de bilginin Allah'ın ilmi karşısında durumu, ancak bu kuşun gagasıyla denizden aldığı gibi olabilir.
Tefsir'de Ebu'l-Âliye'den şöyle dediği nakledilmektedir: Hızır'ın gemiyi delmesini Musa'dan başka kimse görmedi. Çünkü Hızır ancak yüce Allah'ın göstermeyi dilediği kimsenin gözüyle görülebilen birisiydi. Eğer gemi sahipleri onu görmüş olsalardı, gemiyi delmesini engellerlerdi.
Şöyle de denilmiştir: Gemi sahipleri bir adaya çıkmışlar, geride Hızır kalmış ve gemiyi o vakit delmişti.
İbn Abbas der ki: Hızır gemiyi deldiğinde Musa bir kenara çekildi ve kendi kendisine şöyle dedi: Ben bu adamın arkadaşlığını ne yapayım? İsrailoğul-ları arasında sabah-akşam onlara Allah'ın Kitabını okuyor, onlar da bana ita-at ediyorlardı. Hızır ona, ey Musa dedi. İçinden neyi geçirdiğini sana haber vermemi ister misin? O, evet deyince, Hızır şunları şunları içinden geçirdin, dedi. Musa da, doğru söyledin, diye cevap verdi. Bunu da es-Sa'lebî "el-Arâ-is" adlı eserinde zikretmektedir. [186]
Gemiyi delmesinde, yetimin velisinin uygun görmesi halinde, yetimin malını eksiltebileceğine delil vardır, Mesela yetimin malına bir zalimin göz dikmesinden korkacak olursa, onun bir kısmını tahrip edebilir. Ebu Yûsuf der kî: Yetimin malının geri kalanını korumak maksadıyla, yetimin velisinin, malın bir bölümünü yöneticinin gönlünü hoş etmek için vermesi caizdir.
Hamza ve el-Kisâî "suda boğasın diye" anlamındaki kelimeyi "nûn" harfi yerine "yâ" harfi ile şeklinde ve "lam" harfi mansııb olan "İçindekileri" anlamındaki kelimeyi fiilin faili olarak; şeklinde merfu okumuşlardır. ("İçindekiler boğulsun diye" anlamına gelir).
Çoğunluğun kıraatine göre; "Suda boğmak İçin" buyruğundaki "lâm" meal (âkibet ve sonuç) "lâm"ıdır. Yüce Allah'ın: "Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktı" (el-Kasas, 28/8) buyruğundaki "lamva benzemektedir. Hamza'nın kıraatine göre ise burdaki "lâm", "key îâm'f dır (.,. için anlamını verir).
Musa (as); beni suda boğman için, demedi. Çünkü o halde diğer insanlara karşı duyduğu şefkat ve onların haklarına riâyet daha baskındı.
"Büyük" kelimesi hayret edilecek, şaşılacak anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kutebî yapmıştır. Münker (görülmedik) bir iş diye de açıklanmıştır ki bu da Mücahid'in açıklamasıdır. Ebu Ubeyde ise bu kelime pek büyük bir musibet demektir der ve şu beyiti delil gösterir:
"Benim akranlarım benden görülmedik, alışılmadık Pek büyük ve pek müthiş bir musibetle karşılaştılar."
cl-Ahfeş der ki: Bir iş şiddetli ve celin bir hal aldığı vakit; denilir. Bunun ismi de; şeklinde gelir.
"Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma... dedi" buyruğunun anlamına dair iki görüş vardır. Birincisine göre İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir; Bu ta'riz (üstü kapalı) ifadelerdendir. Diğer görüşe göre; o unuttu ve bundan dolayı da özür diledi. Bu ifadede unutmanın sorumlu tutulmamayı gerektirmediğine, unutanın tekliften sorumlu olmadığına, talak ve daha başka hükümlerin unutmaya taalluk etmediğine delil vardır. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Eğer ikincisinde de unutsaydı, yine özür dileyecekti. [187]
74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocuğa rastgeldiler. O hemen çocuğu öldürdü. (Musa) dedi ki: "Tertemiz bir cana, başka bir can karşılığında olmaksızın kıydın öyle mi? Gerçekten sen çok kötü bir şey yaptın."
75. Dedi ki: "Ben sana benimle beraberliğe asla dayanamazsın demedim mi?"
76. "Eğer bundan sonra sana birşey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın" dedi.
"Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocuğa rastgeldiler. O hemen çocuğu öldürdü." Buhârî'de şöyle denilmektedir: Ya'la dedi ki: Said dedi ki: Oyun oynamakta olan çocuklar gördü. Kâfir bir çocuğu alıp yere yatırdıktan sonra onu bıçakla kesti. "(Musa) Dedi ki: Tertemiz" hiç günah işlememiş "bîr cana, başka bir can karşılığında olmaksızın kıydın öyle tni?"[188]
Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin Sahihinde de şöyle denilmektedir: Sonra gemiden çıktılar. Kıyıda yürüyorlarken Hızır başka çocuklarla oynayan bir çocuk gürdü. Hızır eliyle kafasını tuttu ve kafasını koparıp onu öldürdü. Musa ona dedi ki: "Tertemiz bir cana, başka bir can karşılığında olmaksızın kıydın öyle mi? Gerçekten sen kötü bir şey yaptın. Dedi ki: Ben sana benimle beraberliğe asla dayanamazsın demedim mi?" (Süfyan b. Uyeyne) Dedi ki: Bu İse birincisinden daha ağır idi. "Eğer bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın, dedi." Bu, Buhârî'nin lafzıdır[189]
Tefsir'de de şöyle denilmektedir: Hızır, oynamakta olan çocukların yanından geçti. Bir çocuğu yakaladı, aralarında ondan daha güzeli yoktu. Bir taş aldı, kafasını kırıp, beynini parçalayıncaya kadar o taşla kafasını dövdü ve onu öldürdü, Ebu'l-Âliye der ki: Onu Musa'dan başkası görmüyordu, Görmüş olsalardı bu işi yapmasına engel olurlardı.
Derim ki: Bu üç durum arasında herhangi bir tutarsızlık yoktur. Çünkü önce taşla kafasını kırmış olması, sonra onu yatırıp kesmiş, sonra da kafasını koparmış olması muhtemeldir. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Sahih rivayetlerde yer alan bize yeter.
Cumhur "tertemiz (günahsız)" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "elif" île okumuşlardır, Kürelilerle, İbn Âmir ise "elıf:siz ve "ya" harfini şeddeli olarak; diye okumuşlardır. Anlamın bir olduğu söylenmiştir. Bunu tla el-Kisâî demiştir. Sa'leb der ki; "Elif"siz ve "ya"nın şeddeli okunuşu daha beliğdir. Ebu Amr da der ki: ".Elifle okuyuş, hiç bir şekilde günah işlememiş demektir. "EliPsiz ve "ya"nın şeddelisi şeklindeki okuyuş ise günah işlemiş, sonra tevbe etmiş kişi demektir.
Yüce Allah'ın: "Bir erkek çocuk" buyruğunda geçen "çocuğun" baliğ olup olmadığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. el-Kel-bî der ki: Bu çocuk baliğ idi ve iki kasaba arasında yol kesicilik yapardı. Babası da bu iki kasabadan birisinin büyükleri arasında idî. Annesi ise öbür kasabanın büyükleri arasında yer alıyordu. Hızır bu çocuğu alıp yere yıktı ve kafasını bedeninden kopardı.
el-Kelbî der ki: Bu çocuğun adı Şemûn idi. ed-Dahhak adının Haysûn olduğunu söyler. Vehb ise der ki: Babasının adı Sülâs, annesinin adı da Ruh-mâ idi.
Süheylî'nin naklettiğine göre babasının adı Kâzîr, annesinin adı da Seh-vâ imiş.
Cumhur ise der ki: Çotuk henüz baliğ değildi. Bundan dolayı Musa; hiç günah işlememiş, tertemiz bir cana kıydın, diye itiraz elti. Diğer taraftan "ğu-lâm" lafzının gerektirdiği budur. Çünkü baliğ olmamış erkek çocuğa ğulâm denilir. Aynı durumdaki kız çocuğa ise câriye denilir. Hızır'ın onu öldürmesi, onun iç yüzünü ve sahih hadiste belirtildiği üzere kâfir tabiatlı oluşunu bilmesinden idi. Diğer taraftan eğer yetişmiş olsaydı, anne- babasını küfre zorlayacaktı. Eğer bu hususta Allah'ın izni varsa, küçük bir çocuğun öldürülmesi de imkânsız bir şey değildir. Çünkü dilediğini yapan ve dilediğine kadir olan yüce Allah'tır.
"el-Arâis" adlı eserde belirtildiğine göre Musa, Hızır'a: "Tertemiz bir cana başka bir can karşılığında olmaksızın kıydın öyle mi?" deyince, Hızır kızdı ve çocuğun sol kolunu kopartıp, üzerinden eti sıyırdı. Kolunun kemiği üzerinde şunların ya2ilı olduğunu gördü: Bu bir kâfirdir, ebediyyen Allah'a iman etmeyecektir.
Birinci görüşün sahipleri, Araplar, ğulâm adını genç delikanlı hakkında da kullanmaya devam ettiklerini söyleyerek, görüşlerine delil getirirler. Leylâ el-Ahyeliyye'nin şu beyiti de bu kabildendir:
"Kendisinde bulunan o onulmaz hastalıktan şifaya kavuşturdu onu, Bir delikanlı ki (ğulâm) mızrağını salladığında orayı (kanla) sular."
Sâfvan da Hassân'a şöyle demiştir:
"Benden karşılık olarak kılıcın sivri ucunu al, çünkü ben,
Kendisi ile hicivleşildiği zaman şair olmayan bir delikanlıyım (ğulâm)."
Haberde nakledildiğine göre; bu genç yeryüzünde fesad çıkartıyor. An-ne-babasına ise böyle bir şey yapmadığına dair yemin ediyordu. Onlar da çocuklarının yeminine güvenerek, yemin ediyor ve kendisini cezalandırmak isteyenlere karşı himaye ediyorlardı. Karşıt görüştekiler derler kî: Yüce Allah'ın: Eğer bunun yaptığı kötülükler birilerini öldürmek olsaydı, "Başkabir can karşılığında olmaksızın" buyruğu gereği öldürülmesinde bir sakınca olmaması gerekirdi, İşte bu da bu gencin yaşça büyük olduğunun delilidir. Yoksa baliğ olmamış olsaydı bir başkasını öldürmesi karşılığında öldürülmesi gerekmezdi. Onun öldürülmesinin caiz oluşu isyankâr ve baliğ olduğundandı.
İbn Abbas der ki: Bu yol kesen bir genç idi. İbn Cübeyr'in kanaatine göre de bu kişi teklif yaşına ulaşmıştı. Çünkü Ubeyy ve İbn Abbas'ın kıraati şu şekildedir: "Çocuğa gelince o bir kâfirdi. Anne-babası ise mü'min idiler."[190] Küfür ve iman ise mükelleflerin nıtelikle-rindendir. Mükellef olmayan kimse hakkında ancak anne-babasına tabi olarak bu hükümlerden birisi verilir. Bu çocuğun anne ve babası ise nass ile mü'min idiler. Onun hakkında kâfir adının kullanılması ancak baliğ olması halinde söz konusu olur. O halde bu görüşün kabul edilmesinden başka yol yoktur.
"Gulam: Çocuk" kelimesi karsı cinse aşırı şehvet ve düşkünlük duymak-anlamına gelen "iğtilâm"den türemiştir.
"Çok kötü" kelimesi ile "Büyük bir iş" (71. âyetin sonu) kelimelerinden hangisinin daha beliğ olduğu hususunda insanlar arasında görüş ayrılığı vardır. Bir kesim şöyle demiştir: Burada açıkça bir öldürme vardır. Öbüründe ise ilende gerçekleşmesi beklenen muhtemel bir öldürme vardır. O bakımdan buradaki ifade daha beliğdir.
Bir başka kesim şöyle demektedir: Burada bir kişinin öldürülmesi; öbür tarafta bîr topluluğun öldürülmesi söz konusudur, O bakımdan oradaki ifade daha beliğdir.
İbn Atiyye der ki: Kanaatimce bunlar iki ayrı mana içindir. Yüce Allah'ın: "Büyük bir iş" buyruğu beklenen ve gerçekleşmesi umulan olayın büyüklüğü bakımından daha korkunç ve daha dehşetlidir. Diğer taraftan "çok kötü bir şey" anlamındaki kelimede ise apaçık bir fesat görülmektedir. Çünkü onun hoşlanmadığı iş, fiilen meydana gelmiş bulunuyor. Bu da açıkça anlaşılan bir husustur.
"Eğer bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme" buyruğunda koşulmuş bir şart vardır ve bu şart bağlayıcıdır. Müslümanlar şartlarına bağlı kalırlar. Yerine getirilmesi en çok gerekli şart ise peygamberlerin bağlı kalmayı taahhüt ettikleri şartlardır. Peygamberlerin şartlarına bağlı kalmaları bir yükümlülüktür.
"O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın" buyruğu kayıtsız ve şartsız olarak tek bir defa ile kişinin mazur sayılabileceğine ve ikinci defadan itibaren delilin ortaya konulmuş olacağına delil teşkil etmektedir, Bu açıklamayı îb-nu'i-Arabî yapmıştır. İbn Atiyye der ki: Aynı şekilde bu kıssa bekleme süreleri üç gün olarak öngörülmüş bir takım hükümlerdeki vadelere de dayanak olabilir. Bunu dikkatle- düşünmek gerekir.
"Artık benimle arkadaşlık etme" buyruğunu, Cumhur bu şekilde okumuş olup bana tabi olma, benimle birlikte gelme, demektir. el-A'rec ise "Kesinlikle benimle arkadaşlık etme" şeklinde "teT' ve "be" harflerini fethâlı, "nun" harfini de şeddeli olarak okumuştur. Bu kelime " Bana tabi olma, bana arkadaşlık etme" şeklinde de okunmuştur. Ya'kub i.se; şeklinde "te" harfini ölrdi "ha" harfini de esreli okumuştur. Bu okuyuşu da Sehl, E bu Amr'dan rivayet etmiştir. e!-Kisâî der ki: Benim .seninle arkadaşlık etmeme, seninle beraberliğime müsaade etme, demektir.
"O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın" yani benimle arkadaşlık etmeyi urketmekte mazur görüleceğin bir noktaya varmış olacaksın.
Cumhur "Tarafımdan" kelimesini "dal" harfini ütreli okumuş olmakla birlikte Nâfi' ve Âsim "nun" harfini şeddesiz okumuşlardır. Çünkü sonuna mütekeltim "ya"sı gelmiş, bir; "Taraf" kelimesidir. Ve bundan dolayı da "ya"dan önceki harf benzeri diğer kelimelerde olduğu gibi esreli gelmiştir. Ancak Ebu Bekr'in rivayetine göre Âsim, "lam" harfini üstün, "dal" harfini sakin, "nun" harfini de şeddesiz olarak okumuştur. Yine Âsım'dan "lam" harfini ötreli, "dal" harfini de sakin okuduğu da rivayet edilmiştir. İbn Mü-cahid der ki: Bu yanlıştır. Ebu Ali der ki; Böyle bir yanlışlık iddiasının rivayet cihetinden olma ihtimali vardır. Arapçadaki kıyasa göre doğrudur.
Cumhur "Mazur" şeklinde okumuşlardır. Ancak İsa buradaki "zel': harfini Ötreli okumuştur. ed-Dânînin naklettiğine göre Ubeyy, Peygamber (sav)dan "re" harfini esreii ve ondan sonra da bir harf-i med olan "ya" ile: diye okuduğunu rivayet etmektedir. [191]
Taberî senedini kaydederek der ki; Rasûlullah (sav) birisine dua etti mi kendisine dua etmekle başlardı. Bir gün buyurdu ki: "Allah'ın rahmeti bizim ve Musa'nın üzerine olsun. Eğer arkadaşının yaptıklarına sabretmiş olsaydı, hayret edilecek şeyler görecekti. Ancak o: "Artık benimle arkadaşlık etme. O takdirde tarafımdan mazur sayılırsın" dedi.[192]
Müslim'in, Sahih'indeki İfade ise şu şekildedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: 'Allah'ın rahmeti bizim ve Musa'nın üzerine olsun. Eğer acete etmemiş olsaydı, hayret edilecek şeyler görürdü. Fakat o arkadaşından utandı, sabretmiş olsaydı hayret edilecek şeyler görecekti." (Ravi devamla) Dedi ki; Peygamberlerden birisini andı mı önce kendisine (dua etmekle) başlardi: Allah'ın rahmeti üzerimize ve şu kardeşimin üzerine olsun (derdi)[193]
Buharî'de de şöyle denilmektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Allah, Musa'ya rahmet eylesin. Arzu ederdik ki daha da sabretsin; tâ ki (yüce Allah) bize onların başlarından geçeni anlatmış olsun."[194]
Sanki Musa (as) ona tekrar muhalefet edip ters düşmekten ve ağır bir şekilde yaptıklarına tepki göstermekten utanmış gibiydi. [195]
77. Yine gittiler. Nihayet bir kasaba ahalisinin yanına vardılar. Ora halkından yiyecek İstediler. Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. O bu duvarı doğrultuverdİ. Dedi ki: "Dikseydin, elbet buna karşılık bir ücret alırdım."
78. O da
dedi ki: "İşte bu benimle, senin ayrılışımı/dır. Dayanamadığın şeylerin İç
yüzünü sana haber vereyim...
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız;
[196]
"Nihayet bir kasaba ahalisinin yanma vardılar." Müslim'in, Sahih'inde Uheyy b. Ka'b'dan, Peygamber (sav)dan (şöyle dediği rivayet edilmektedir: Adi ve bayağı kimselere uğradılar. Bunlar meclisleri dolaştılar da "ora halkından yiyecek istediler. Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler. Orada yıkılmaya yüz tutmuş" -meyletmiş, yan yatmış demek istiyor- "bir duvar buldular da* Hızır eliyle "bu duvarı doğrultuverdi." Musa ona dedi ki: Biz bunların yanına bizi misafir etmeleri için geldik, onlar bize yiyecek dahi vermediler. "Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın. O da dedi ki: İşte bu benimle senin ayrılışımızda-. Dayanamadığın şeylerin İç yüzünü sana haber vereyim." Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah, Musa'ya rahmet buyursun. İsterdim ki sabretmiş olsun- tâ ki Allah bize onların haberlerini anlatsın."[197]
İlim adamları bu kasabanın hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Katâde'nİn dediğine göre bu Ubulle'dir. Muhammed b. Şîrîn de böyle demiştir. Bu en cimri ve semadan (ilahi rahmetten) en uzak bir kasabadır. Buranın Antakya olduğu söylendiği gibi, Endülüs'te bir adadaki bir kasaba olduğu da söylenmiştir. Bu da Ebu Hureyre ve başkalarından rivayet edilmiştir. Bunun el-Cezîreıu'1-Hadra (yeşil ada) olduğu söylenir.
Bir kesim de burasının Azerbaycan taraflarında Bacervan diye bilinen bir yerdir. Süheylî de buranın Berkâ olduğunu nakletmektedir, es-Salebî der ki: Bu, Nasıra diye bilinen ve hristiyanların da kendilerine nisbet edildiği, Bizans şehirlerinden bir şehirdir.
Bütün bu görüş ayrılıkları Musa (as)ın kıssasının yeryüzünün hangi tarafında cereyan ettiği ile ilgili görüş ayrılıklarına binaendir. Bunun hangisinin gerçek olduğunu en iyi bilen Allah'tır. [198]
Musa (as), Şuayb'ın kızlarının koyunlarını suladığı vakitteki yemeğe olan ihtiyacı Hızır ile birlikte kasabaya geldikleri vakittekinden daha fazlaydı. O, Şuayb'ın kızlarından yiyecek istemeksizin iik iş olarak koyunlarını suladı. Kasabada ise Hızır'la birlikte yiyecek istediler. Bu hususta ilim adamlarının değişik, etraflı açıklamaları vardır. Bunlardan birisi şudur: Musa, Medyen'deki olayda tek başına idi. Hızır kıssasında ise başkasına tabi idi.
Derim ki: Bu kıssanın baş. taraflarında beraberindeki delikanlıya söylediği: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan gerçekten yorgun düştük."(Yiehf 18/62) sözleri de bu manayı ihtiva etmektedir. Arkadaşı Yûşa ile birlikte oluşuna uygun bir şekilde açlığını hissetmiş oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Şöyle de açıklanmıştır: Musa'nın bu yolculuğu bir te'dib yolculuğu olduğundan dolayı, zorluklan karşılamak işi ona bırakıldı. Ancak öbür yolculuğu bir hicret yolculuğu idi. O bakımdan ilahi yardım ve gıdasını kolaylıkla sağlamak gibi lütuflara mazhar oldu. [199]
Bu âyet-i kerîme'de yiyecek istenebileceğine ve acıkan kimsenin -cahil mutasavvıfların aksine- açlığını giderecek miktardaki şeyleri istemesinin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü "istifam" yemek yedirmeyi istemek demektir. Burada kasıt kendilerinin misafir edilmesini istemektir. Buna delil yüce Allah'ın: "Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler" buyruğudur. İşte bundan dolayı o kasaba halkı yerilmeyi hak ettiler. Peygamberimiz'in (sa-lât ve selam ona) kendilerini nitelendirdiği şekilde bayağılık ve cimrilik ile nitelendirilmeye layık görüldüler.
Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak Katade der ki: En kötü kasaba misafir kabul etmeyen, yokunun hakkını vermeyen kasabadır.
Bundan da anlaşıldığına göre onları misafir edip ağırlamak, kasaba halkı için vacip idi. Hızır ve Musa (ikisine de selam olsun) kendileri için bir hak olan misafirliği istediler. Peygamberlere, faziletli kimselere ve evliyaya daha yakışan da budur. Ziyafete dair gerekli açıklamalar -yüce Allah'a hamd olsun ki- daha önce Hud Sûresi'nde (11/69-71. âyetlerin tefsiri 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Allah, Harirî'ye merhamet buyursun. Çünkü o bu âyet-i kerîme'yi hafife almış, edep sınırlarının dışına çıkmış, doğru olmayan ifadeler kullanmış ve ayağı kaymıştır. O bu âyet-i kerîme'yi dilenciliğe ve dilenirken de ısrar etmeye delil göstermiş, bunu yapanın da ayıplanmayacağını ve bunun bir eksiklik olmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir:
"Eğer redd ohmuraan, reddolunmakta bir eksiklik yoktur, Senin için; çünkü senden önce Musa da redd olundu, Hızır da."
Derim ki: Bu din ile oynamaktır. Peygamberlere gereken saygıyı göstermekten sıyrılmaktır. Bu edebî bir tekerleme ve bayağı bir yanılmadır. Allah, Selef-i Salih'e rahmet eylesin. Oniar üstün akıl sahibi herkese vasiyette bulunmakta oldukça üstün gayret göstermiş ve şöyle demişlerdir: Her ne ile oynarsan oyna, ama sakın dininle oynama. [200]
Yüce Allah'ın: " Bir duvar" buyruğu ile söyleyişi aynı anlamdadır. Peygamber (sav) de: " Tâ ki su bahçenin etrafında yükselttiğin yerlere (duvar diplerine) ulaşıncaya kadar sulamaya devam et" [201]diye buyurmuştur.
"Etrafında bir duvar yapılmış yer" demektir. Asıİ anlamı yüksekliktir, "Ağaç yerden yükseldi" demektir. "el-Cuderî: Çiçek hastalığı" da buradan gelmektedir. [202]
Yüce Allah'ın: "Yıkılmak isteyen (mealde yıkılmaya yüz tutmuş)" yıkılmaya yakın demektir. Bu bir mecaz ve kelimenin anlamını genişletmedir. Hadiste, Peygamber (sav): "meyletmiş, yan yatmış" diye açıklamıştır. İşte bu Kur'ân-ı Kerim'de mecazın varlığına bir delil teşkil etmektedir. Cumhur'un görüşü de budur. Konuşan ve canlı tarafından yerine getirilmesi uygun olan bütün fiiller eğer bir cansıza yahut bir hayvana nisbet edilecek olursa bu bir istiaredir. Yani bunların yerine bir insan olsaydı, bu fiili yerine getirecekti, Böyle bir anlatım üslûbu, Arapların konuşmalarında, şiirlerinde pek çoktur. Bunlardan birisi el-A'şâ'nın şu beyitidir
"Vazgeçer misiniz? Zalimlik edeni vazgeçiremez hiçbir şey, Yağı da, fitilleri de karnın içine geçiren bir mızrak yarası gibi."
Burada görüldüğü gibi vazgeçirmeyi mızrak yarasına izafe etmiş bulunmaktadır.
Bir diğer şairin şu beyiti de bu kabildendir:
"Mızrak, Ebu Berâ'nm göğsüne saplanmak ister, Ama Akîloğullarının kanından yüz çevirir,"
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Şüphesiz develer(in)le beni bir araya getiren bir zaman, Elbetteki iyiliği dokunacak bir zamandır."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Kurak ve uzak bir yerde onların kafaları koparıldı, Tıpkı çapaların yeri yarması gibi -kılıçların keskin taraflarına
doğru gelmek istediklerinde-"
Burada şair kılıçların tepelerine inişini, çapaların yere saplanmasına benzetmekledir. Çapalar yere saplanır ve adeta çıkmamacasına derine iner.
Hassan b. Sabit de der ki:
"Eğer adiliğin nesebi olsaydı o hiç şüphesiz çirkin yüzlü, Sakiflilere mensub, bir gözü kör köle olurdu."
Antere de der ki:
"Göğsüne saplanan mızrak yaralarından (atım) yana meyletti, Ve bana gözyaşları ile göğsündeki hırıltılarla şikâyet etti."
Sonra da bu manayı şu süzieriyle anıkladığım görüyoruz:
"Eğer karşılıklı konuşmanın ne olduğunu bilmiş olsaydı, şüphesiz şikâyet ederdi."
Bu kabilden sözler gerçeklen çoktur. İnsanların konuşma esnasında benim evim filanın evine bakar demeleri, hadis-i şerifte geçen "ateş Rabbine şikâyette bulundu"[203] ifadesi de bu kabildendir.
Bazıları da Kur'ân'da mecaz olduğunu kabul etmezler. E bu İshak el-İsfe-râyînî, Ebu Bekr Muhammed b. Davûd el-Asbaham ve başkaları bunlardandır. Çünkü yüce Aliah'ın ve Rasûlünün sözlerini, fazilet ve din sahibi kimseler için hakikate hamledip, yorumlamak daha uygundur. Çünkü yüce Allah Kitabında haber verdiği üzere bize hakkı anlaür. Bu konuda getirdikleri delillerden birisi de şudur: Eğer yüce Ailah bize mecazi ifadelerle hitap etse idi; -aynı şekside, Kur'ân-ı Kerim'in mecazi ifadeler taşıyan bir kitap olmakla da nitelendirmesi gerekirdi. Hakikati bırakıp mecaza yönelmek, ifade etmekten acizliği gerektirir. Bu ise yüce Allah hakkında imkânsız bir şeydir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onların 'dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söyleyerek aleyhlerine şehadet edeceklerdir." (en-Nûr, 24/24); "O gün de Biz cehenneme doldun mu? diye soracağız . O da: Daha var mı? diyecek." (Kâf, 50/30); "O ateş onları uzaktan görünce onun büyük bir öfke ile çıkaracağı şiddetli uğultusunu işiteceklerdir." (el-Furkan, 25/12); "O (ateş) yüz çeviren ve arkasına donen kimseyi çağırır." (el-Meârk, 70/17); "Ateş (cehennem) Rabbine şikâyette bulundu"[204] "Ateş ile cennet birbirleriyle tartıştılar."[205] liu ve benzeri ifadeler hakikattir. Bunları yarattp herşeyi konuşturan bunları da konuşturacaktır.
Müslim'in, Sahih'inde Enes (ra) yoluyla gelen hadise göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ağzına mühür vurulur, baldırına: Konuş denilir. Baldırı, eti, kemikleri konuşmaya başlar ve yaptıklarını söylerler. Bu şekilde kendi nefsinden şahitler getirilerek ileri sürebilecek bir mazeretinin bırakılmaması içindir. Bu (şekilde muamele görecek kişi) münafıktır. İşte, Allah'ın kendisine gazaplanacağı kimse de budur. "[206]
Bunlar âhirette olacaktır. Dünyaya gelince, Tirmizî de Ebu Said el-Hud-rî'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Nefsim elinde olana yemin olsun ki; yırtıcı hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kamçısının ucu ve ayakkabısının bağı kişi ile konuşarak, baldırı kendisinden sonra aile halkının neler yaptıklarını ona haber vermedikçe kıyamet kopma -yacaktır." Ebu İsa dedi ki: Bu hususta, Ebu Hureyre'den de gelmiş bir rivayet vardır ve bu hasen, garib bir hadisür.[207]
Yüce Allah'ın: "O
bu duvarı doğrultuverdi" buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre
duvarı yıktıktan sonra onu tekrar bina etmeye koyuldu. Bunun üzerine Musa
(as): "Dlleseydin elbet buna karşılık bîr ücret alırdın"
dedi. Çünkü bu, ücrete hak kazandıran bir iştir.
Ebu Bekr el-Enbârî'nin İbn Abbas'tan naklettiğine göre; Ebu Bekr, Rasûlullah (sav)ı bu buyruğu: "Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. (Hızır) onu yıktı, sonra onu yeniden bina etmeye koyuldu" diye okumuştur. Ebu Bekr (el-Enbârî) dedi ki: Eğer hadisin senedi sahih ise; bu Rasûlullah (sav)ın Kur'ân-ı Kerim'i tefsiri kabilindendır. Bazı nakikiler de Kur'ân-ı Kerim'in tefsiri olan ifadeleri bir yere yerleştirmişler ve bu böylelikle -bir takım kastî dil uzatanların söyledikleri gibi- Osman'ın Mushaf'ından, Kur'ân'dan eksilmiş bölümleri olarak nakledilmiştir.
Said b, Cübeyr der ki: Eliyle duvarı sıvazladı ve onu doğrultunca o da doğ-ruluverdi, Sahth olan görüş ve peygamberlerin, hatta velilerin fiillerine daha çok benzeyen tavır bu olmalıdır.
Kimi haberlerde şöyle denilmektedir; Bu duvarın kalınlığı o dönemin arşını ite otuz arşın idi. Yeryüzündeki uzunluğu beşyüz arşın, eni elli arşın idi. Hızır (as) eliyle onu düzeltti, o da düzeliverdi. Bunu da es-Sa'lebt "el-Arâ-is" adlı eserinde zikretmiştir.
Bunun üzerine Musa, Hızır'a: "Dikseydin elbet buna karşılık bir ücret
alırdın" yani yiyeceğin bir yemek alırdın, dedi.
İşte bu, evliyanın kerametine bir delildir. Aynı şekilde bu hususta Hızır (as)ın halleriyle ilgili olarak anlatılan bütün hususlar olağanüstü işlerdendir. El betteki bunları keramet kabul edişimiz, onun bir peygamber değil bir veli olduğunu kabul etmemiz halinde söz konusu olur.
Yüce Allah'ın: "Ben bunları kendiliğimden yapmadım" (82. âyet) buyruğu onun nebi olduğuna ve ona diğer peygamberlere vahyolunduğu gibi teklif ve ahkâm vahyedildiğine delil teşkil etmektedir. Şu kadar var ki o bir ra-sûl değildi. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [208]
İnsana düşen yıkılmasından korkulan, yana doğru kaymış herhangi bir duvarın akında oturmamaktır. Aksine böyle bir yerden geçecek olursa çabucak geçmelidir, Çünkü, Peygamber (sav)ın hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Sizden herhangi bir kimse yıkılmaya yüz tutmuş bir ttrbâlîn yanından geçecek olursa oradan hıziı yürüyüp geçsin."[209]
Ebu Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm der ki; Ebu Ubeyde şöyle derdi: Tırbâi manastıra ve yüksekçe binaya benzeyen, Acemlerin gözetleme yerlerini andıran benzer bir yerdir (kule) Cerir der ki:
"Zayıflıktan damarları görünen, onu kapıp istediği yere götürdü, Sanki o bir tırbal üzerinde oturdu."
"es-Sıkah"dA şöyle denilmektedir; Tırbâi, duvarın yüksekçe bölümü, dağın uçurum kenarlarındaki büyükçe kaya demektir. Şam bölgesinin tarabîlî (tırb'alîn çoğulu) oranın manastırları demektir. Küçük abdest bozarken belini yukarı doğru yükseltmesini anlatmak üzere de; denilir. [210]
Sabit haberlerin ve mütevâtir âyetlerin delâleti üzere evliyanın kerametleri sabittir. Kerametleri ya inkarcı bir bidatçı yahut haktan sapmış bir fasık-tan başkası inkâr etmez. Yüce Allah'ın -bundan önce geçtiği üzere- Meryem ile ilgili olarak haber vermiş olduğu yaz ayındaki kış meyveleri, kış ayında yaz meyvelerinin yanında bulunması, kendisinin emir vermesi üzere kurumuş olan hurma ağacının meyve verivermesi gibi -ki Meryem konu ile ilgili görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte peygamber değildir.- Yine Hızır (as) vasıtası İle meydana gelen geminin delinmesi, çocuğun öldürülmesi, duvarın onanlıp düzeltilmesi de kerametlere delildir.
Kimi ilim adamı der ki: Hızır hakkında peygamberdir demek caiz değildir. Çünkü ahad haberlere dayanarak birisinin peygamber olduğunu söylemek caiz değildir. Bilhassa te'vil edilme ihtimali olmayacak şekilde tevatür ile, ümmetin icma'ı ile, Peygamber (sav)ın: "Benden sonra peygamber yoktur"[211] hadisi rivayet edilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah da: "Vepeygamberlerin sonuncusudur" (el-Ahzab, 33/40) diye buyurmaktadır. Hızır ve İlyas ise bu keramet ile birlikte hayattadırlar. O bakımdan ikisinin de peygamber olmamaları gerekir. Çünkü peygamber olsalardı, bizim peygamberimizden sonra bir peygamber olması gerekirdi. Ancak İsa (aslın ondan sonra ineceğine dair hadislerde delilin ortada olması dolayısıyla o, bundan müstesnadır.
Derim ki: Hızır da -önceden geçtiği üzere- bir nebi idi. Bizim peygamberimizden sonra elbette bir nebi gelmeyecektir. Bu ela ondan sonra hiçbir kimse nübüvvet İddiasında (doğru olarak) bulunmayacaktır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [212]
Veli olan bir kimsenin kendisinin veli olup olmadığını bilmesinin mümkün olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardjr. Bir görüşe güre kendisinin veli olduğunu bilemez. Onun vasıtasıyla meydana gelecek olağanüstü olaylan, korku ve dininde fitneye düşüp ayağının kayma ihtimali bulunan bir husus olarak değerlendirmesi gerekir. Çünkü bunun ayağını kaydıracak bir husus yahut onun için bir isttdrâc olup olmadığından emin olamaz.
es-Serrî (es-Sakatî)den şöyle dediği nakledilmektedir: Bir kimse bir bahçeye girse, her bir ağacın tepesinden bir kuş gayet anlaşılır bir lisanla onunla konuşarak: Ey Allah'ın velisi selam olsun sana, dese bu işin ayağının kaydırılacağı bîr husus olduğundan korkmayacak olursa, hiç şüphesiz bu husus sebebiyle onun ayağı kaymış olur. Çünkü kendisinin bir veli olduğunu bilecek olsaydı, korkmasına gerek kalmaz ve kendisini emniyette hissederdi. Halbuki velinin şartlarından birisi ise (ölüm halinde) meleklerin onun üzerine ineceği vakte kadar havf (korku) halini sürdürmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... Melekler üzerlerine: Korkmayın, üzülmeyin ve size uaad olunan cennetle sevinin, diye inerler." (Fussilet, 4l/3O)
Diğer taraftan veli dünyadan saadet ile ayrılacağı takdir edilmiş olan kimsedir. Akıbetler ise örtülüdür. Hiçbir kimse ecelinin bu şekilde bitip bitmeyeceğini bilemez. İşte bundan dolayı Peygamber (sav): "Ameller ancak hatimelerle (dünyadan son ayrılış haliyle)dir'[213] diye buyurmuştur.
İkinci görüşe göre velinin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkündür. Nitekim, Peygamber (sav)in veli olduğunu bilmesi mümkündür. O halde başkasının kendisinin Allah'ın velisi olduğunu bilmesinin mümkün olacağında görüş ayrılığı da yoktur. Bundan dolayı velinin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkün kabul edilmelidir.
Peygamber (sav) ashabı arasından Aşere-i Mübcşşere'nin durumlarını haber vererek cennetliklerden olduklarını bildirmiştir. Ancak bu onların havf (korku)larını ortadan kaldırmamıştır. Aksine yüce Allah'ı daha bir ta'ziın ediyorlar, daha çok korkuyorlar ve heybet duyuyorlardı. Aşere-i Mü-beşşere için bu mümkün olduğuna, bunu bilmeleri de kendilerini havfm sınırlarının dışına çıkarmadığına göre başkaları da böyledir.
Şîblî şöyle derdi: Ben bu cihetin emanıyım. O vefat edip de defnedildikten sonra aynı gün Deylemliler, Dicle'yi aştılar, karşı tarafa geçtiler, Bağdat'ı istila ettiler. İnsanlar: Birisi Şiblî'nin ölümü, diğeri ise; Deylemlilerin Dicle'nin karşı kıyısına geçmeleri karşı karşıya kaldığımız iki musibettir, derlerdi.
Bunun bir istidrâc olma ihtimali vardır, denilemez. Çünkü böyle bir şey caiz olsa peygamberin kendisinin nebt olduğunu ve Allah'ın velisi olduğunu da bilmemesi mümkün kabul edilmelidir. Çünkü bu bir istidrâc olabilir. Böyle bir şey -mucizeleri iptal anlamına geleceğinden- caiz olmadığına göre bu da caiz (mümkün) değildir. Çünkü bunu kabul etmek kerametleri de iptai etmek olur. Bel'âm vasıtası İle kerametlerin ortaya çıkıp bundan sonra da -yüce Allah'ın: "O da onlardan sıyrılıp, çıktı" (el-A'raf, 7/175) buyruğu dolayısıyla dinden sıyrılmasına dair- gelen rivayetlere gelince; bir defa bu âyet-i kerimede onun veli olduğu sonra da veliliğin ondan, sıyrılıp alındığına dair bir ifade yoktur. Onun keramete benzer şeyler gösterdiğine dair yapılan nakillere gelince, bunlar ahad haberlerdir. Kesin bilgi sahibi olmayı gerektiren ifadeler değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Keramet ile mucize arasındaki farka gelince, kerametin şartlarından birisi gizii tutulmasıdır. Mucizenin şartlarından birisi ise açığa çıkarılmasıdır.
Bir görüşe göre keramet ortada bir iddia olmaksızın görülen haldir. Mucize ise peygamberlerin peygamberlik davası ile birlikte çıkan bir haldir. Onlardan peygamberliklerine dair delil istenir ve bunun akabinde mucize ortaya çıkar. Bu kitabımızın mukaddimesinde mucizenin şartlarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Hiçbir ortağı bulunmayan bir ve tek olan yüce Allah'a hamdıı senalar olsun.
Kerametlerin sabit olduğuna delil teşkil edecek mahiyette varid olmuş hadislere gelince: Bunlardan birisi Buharî'nin kaydettiği, Ebu Hureyre'den gelen bir rivayettir. Ebu Hureyre dedi ki: Rasûlullah (sav) on kişilik bir seriy-ye'yi (düşmanı) gözetlemek üzere gönderdi. Onların başlarınada Ömer b. el-Hattab (ra)ın oğlu, Âsım'ın dedesi olan Âsim b. Sabit el-Ensarî'yi[214] emir tayin etti. Usfân ile Mekke arasında bir yer olan el-Hed'e'ye kadar yol aldılar.
Orada bulundukları bir sırada Lihyânoğulları diye anılan Huzeyllilerden bir takım kimselere kendilerinden süz edildi. Lihyânoğulları hepsi de iyi ok atıcısı olan ikiyüz kişi dolaylarında bir süvari birliği ile üzerlerine gittiler, izlerini takip ettiler. Sonunda (seriyyedekilerin) Medine'den azsk olarak beraberlerinde aldıkları, yedikleri hurma artıklarını buldukları bir yere kadar gittiler. Bunun üzerine: Bu Yesrib hurmasıdır, diyerek izlerini takip etmeye devam ettelir. Âsim ve beraberindekiler onları görünce Fedfed diye bilinen yüksekçe bir tepeye sığındılar. Gelen süvariler etraflarını kuşattı ve onlara; İnin, bize teslim olun. Sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğimize dair söz ve teminat veriyoruz, yemin ediyoruz, dediler. Seriyyenin kumandanı Âsim b. Sabit dedi ki: Allah'a yemin ederim ki ben bugün bir kâfirin himayesine sığınarak buradan inmeyeceğim. Allah'ım sen bizim durumumuzu peygamberine haber ver. Lihyanoğullarından olan okçular, ok atmaya başladılar ve yedi ok ile Asım'ı öldürdüler. Onlardan üç kişi söz ve ahidlerine güvenerek indiler. Bu üç, kişi ensardan olan Hubeyb, İbnu'd-Desinne ve bir başka kişi idi. Onları ellerine geçirdikten sonra yaylarının kirişlerini çözüp, onları bağladılar. Üçüncü kişi: tşte bu, verilen sözü bozan ilk harekettir. Allah'a yemin ederim, ben sizinle birlikte olmam. -Şehid edilenleri kastederek- Bunlar bana örnektir, dedi. Beraberlerinde götürmek üzere, onu çekip sürüklemek istedilerse de kabul etmedi ve sonunda onu da öldürdüler.
Hubeyb ve İbnu'd-Desinne'yi beraberlerinde götürdüler ve Bedir vakasından sonra bunları Mekke'de sattılar. Hubeyb'i, Haris b. Âmir b. Nevfel b. Ab-dimenafoğulları satın aldı. Bedir günü Haris b. Amir'i öldüren, Hubeyb idi. Hubeyb yanlarında esir kaldı.
Ubeydullah b. İyad'ın dediğine göre, Haris'in kızı kendisine şunu anlatmış: "Onu (öldürmek üzere) karar verdikleri için Haris'in kızından (etek) tra-şı olmak üzere bir ustura istedi, O da bu usturayı ona verdi. Farkında olmadığım bir sırada, onun yanına gitmiş bulunan oğlumu aldı. Kadın dedi ki: Ustura elinde bulunduğu halde oğlumu baldırının üstünde oturtmuş olduğunu gördüm. Öyle bir dehşete kapıldım ki korktuğumu Hubeyb de yüzümden anlamıştı. Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun? Asla böyle bir şey yapacak değilim, dedi. Haris'in kızı der ki: Allah'a yemin ederim, Hubeyb'ten daha hayırlı hiçbir esir görmüş değilim. Allah'a yemin ederim, bir gün elinde bir üzüm salkımı bulunduğunu ve ondan yemekte olduğunu gördüm. Bu sırada kendisi zincirlere bağlı idi ve Mekke'de de meyva namına bir şey yoktu. Haris'in kızı derdi ki: Hiç şüphesiz o yüce Allah'ın Hubeyb'e gönderdiği bir rızıktı. Hubeyb'i öldürmek üzere onu Harem'in dışına çıkarttıkları vakit, Hubeyb onlara: Bırakın iki rek'at namaz kılayım, dedi. İki rek'at namaz klimasına müsaade ettiler, Sonra dedi ki: Eğer benim ölümden korktuğumu zannetmeyecek olsaydınız daha da kılardım.
Sonra şöyle dua etti: "Allah'ım onların hepsini tek tek tesbit etmişsindir. Onların herbirisini layık olduğu şekliyle arka arkaya öldür. Onlardan geriye kimseyi bırakma." Daha sonra da dedi ki:
"Müslüman olarak öldürüldükten sonra aldırış etmem,
Allah yolunda hangi yanıma düşüp öldüğüme.
Bu ölüm Allah için olmuşsa eğer, dilerse O;
Azaları parça parça edilmiş bir vücudun eklemlerini mübarek kılar."
Harisoğulları -sonra- onu öldürdüler.
Bu şekilde idam edilen herbir müslüman için iki rek'at namaz kılma sünnetini ilk başlatan Hubeyb oldu.
Yüce Allah öldürüldüğü günü Âsım'ın duasını kabul buyurdu. Peygamber (sav) ve ashabına onların durumları ve karşı karşıya kaldıkları haller haber verildi.
Âsım'ın Öldürüldüğü kendilerine haber verilen Kureyş kâfirlerinden bazıları ona ait olduğunu bilecekleri vücudundan bir parça getirsinler diye bir takım şâhıslar gönderdiler. Çünkü Âsim, Bedir günü onların ileri gelenlerinden birisini öldürmüştü. Yüce Aİlah Âsım'ın üzerine adeta bîr gölge, bir bulut gibi eşek arısı sürüsü gönderdi ve arılar Kureyş'in gönderdikleri adamlara karşı Âsım'ı korudular, onun etinden bir parça kesme imkânını bul ama -dılar.[215]
İbn İshâk bu kıssa ile ilgili olarak der ki: Âsim b. Sabit öldürüldüğünde Kuzeyli iler, Sa'd b. Şubeydin kızı Sülâfe'ye salmak maksadıyla onun başını almak istediler. Çünkü Sülâfe'nin, Uhud'da iki oğlu öldürülünce; eğer onun başını eline geçirecek olursa kafatası ile şarap içeceğine dair adak adamıştı. Aneak gönderilen arılar onun kafasını almalarına imkan vermemişti.
Bu arılar onlara engel olunca kendi aralarında: Akşam oluncaya kadar ona ilişmeyin, dediler. Akşam olunca arılar yanından uzaklaşacak, biz de kafasını alırız. Daha sonra yüce Allah vadide bir sel baskını gönderdi, bu sel Âsım'ı alıp gitti. Âsim yüce Allah'a hiçbir müşrike el cleğdirmemek ve hayatta kaldığı sürece hiçbir müşrikin kendisine elinin dokunmasına imkân vermemek üzere süz vermişti. Yüce Allah da hayatında kabul etmediği bu işi vefatından suma da engelledi.
Rasûluüah (sav)ın tek başına gözcü olarak gönderdiği Amr b. Ümeyye ed-DaınıTden şöyle dediği nakledilmektedir: Hubeyb'in idam edildiği dar ağacının yanına vardım, üzerine çıktım. Bununla birlikte çevredeki gözcülerden korkuyordum, hemen onu çözdüm, yere düştü. Sonra aşağı indim, bir süre bekledim. Ona doğru baktım, adeta yer onu yutmuştu.
Bir başka rivayette şöyle denilmektedir: Şu ana kadar biz Hubeyb'in cesedinin ne olduğunu bilmiyoruz. Bunu Beyhakî zikretmiştir. [216]
Veli olan bir kimsenin kendisi ile malını ve bakmakla yükümlü olduğu ço-luk-çocuğıınu koruyacağı şekilde mal-mülk sahibi olması kabul edilmeyecek bir şey değildir. Hem veli, hem de fazilet sahibi olmakla birlikte Ashab-ı Ki-ram'ın mallarının bulunmuş olması bize yeterlidir. Onlar başkalarına karşı delildir. Müslim'in, Sahih'indeki rivayete göre Ebu Hureyre, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Bir adam geniş düzlük bir arazide bulunuyorken, bir bulut içerisinde: Filanın bahçesini sula! diye bir ses işitti. Bunun üzerine bu bulut o tarafa doğru çekildi ve sularını kara taşlık bir yere boşalttı. Oradaki su yataklarından birisi bu suyun tamamını içine aldı. Adam bu suyu takip etti. Elindeki çapası ile suyu bir tarafa doğru yönlendiren, bahçesinde dikilmiş bir adam gördü. Ey Allah'ın kulu, dedi, senin adın ne? Adam, bu soruyu soranın bulutta işitmiş olduğu sesin zikrettiği ismi vererek filandır, dedi. Sonra da soruyu sorana: Ey Allah'ın kulu, benim adımı ne diye sordun1'' deyince, şu cevabı verdi: Ben şu .suyu akıtan bulul içerisinde senin adını zikrederek filanın bahçesini sula, diyen bir ses işittim. Sen bu bahçeyi (mahsulünü) ne yapıyorsun!'' Adam dedi ki: Madem böyle diyorsun, sana söyleyeyim. Ben bu bahçeden aldığım mahsule bakarım, üçte birini sadaka olarak veririm. Üçte birini ben ve geçindirmekle yükümlü olduğum ço-luk-çocuğumla yeriz. Geri kalan üçte birini tekrar bu bahçeye (tohum olarak) geri iade ederim." Bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Üçte birini yoksullara, dilencilere ve yolculara ayırırım."[217]
Derim ki: Peygamber (sav)mn şu hadisi buna aykırı değildir: "Sizler gelir getirecek mal-mülk, ticaret edinmeyiniz. O takdirde dünyaya meyledersiniz." Bu hadisi Tircnizî, İbn Mes'ud'dan gelen rivayet yoluyla kaydetmiş olup hakkında: Ilasen bir hadistir, demiştir.a) Bu hadis, daha çok mal ile başkalarına karşı öğünmek, daha çok nimetlere gömülmek ve dünyanın süs ve güzellikleriyle daha çok yararlanmak isteyen kimseler hakkında yorumlanır. Çeşitli gelir kaynaklarını, dinini ve geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri korumak, geçim sağlamak maksadıyla edinen kimselere gelince; bu niyetle geçim kaynaklarına sahip olmak, en faziletli amellerdendir. Bu gibi mallar da en faziletli mallardandır. Peygamber (sav)da şöyle buyurmuştur: "Salih olan mal, salih olan kişiye ne güzel de yakışır."[218]
İnsanlar, evliyanın kerametleri İle ilgili çokça söz söylemişlerdir. Bizim burada açıkladıklarımız yeterlidir. Doğru yolu izleme başarısını veren Allah'tır. [219]
Yüce Allah'ın: "Dileseydin elbet buna karşılık bîr ücret alırdın" buyruğunda icare akdinin caiz olduğuna ve sahih oluşuna delil vardır. îcare ileride yüce Allah'ın izniyle el-Kasas Sûresi'nde (28/23-28.âyetler, 12. başlık ve devamında) da geleceği üzere peygamberlerin ve velilerin sünnetidir.
Cumhur; Elbette... ücret alırdın" diye okurken Ebu Amr diye okumuştur. Bu da İbn Mes'ud, el-Hasen ve Katâde'nin okuyuşudur. Her iki okuyuş aynı kökten gelen, aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Bu da; "Tabi oldu, takva sahibi oldu" demeye benzer.
Bazı kıraat alimleri "zel" harfini "te"ye idğam ederken, bazıları da idğam etmemişlerdir.
Ubey b. Ka'b'ın naklettiği hadiste; "Dileseydin, sana ücret vermelerini isteyebilirdin" denilmektedir,
Bu ifade Musa (as) tarafından itiraz olsun diye değil, teklif suretinde bir soru şeklinde söylenmiştir. Bunun üzerine Hızır, ona: "Dedi ki: İşte bu" senin kendin için koşmuş olduğun şart gereğince "ayrılışimizdir." Onun "benimle senin" ifadelerini tekrarlayarak "ikimizin" demeyişi te'kid manasını ihtiva etsin diyedir. Sibeveyh der ki: Nitekim, Allah benden ve senden kim yalanaysa onu rezÜ etsin, sözünün bizden kim yalancıysa... anlamında kullanılması da böyledir.
İbn Abbas der ki: Gemide ve çocuk hakkında Musa'nın söyledikleri Allah içindi. Duvar ile ilgili olarak söylediği sözler ise bir kısım dünyalığa talip olmak maksadıyla kendisi içindi. îşte ayrılışın sebebi bu olmuştur.
Vehb b. Münebbih der ki: Bu duvarın yüksekliği altıyüz arşın idi. [220]
"Dayanamadığın şeylerin iç yüzünü sana haber vereyim" buyruğunda geçen "te'vil: işin iç yüzünü bildirmek" bir şeyin sonu, akıbeti demektir. Yani ona: Ben sana yaptıklarımı, ne diye yaptığımı haber vereyim, dedi.
Musa ile Hızır (İkisine de selâm olsun)ın başından geçen olaylar Üe ilgili bu âyetlerin tefsiri hakkında denildi ki: Bunlar bir taraftan Musa <as)a karşı bir delildi, bir taraftan da onun bu tutumunun hayret edilecek olduğunu ifade eder. Şöyle ki; Geminin delinmesine tepki gösterince ona şöyle seslenildi: Ey Musa, sen o sandukada denize atılmış iken ne haldeydin, şimdi bu tedbirin ne oluyor? Çocuğun öldürülmesini tepkiyle karşılayınca ona şöyle denildi: Sen Kıpti'ye bir yumruk vurup onu öldürürken nerdeydin? Senin bu tepkin ne oluyor? Duvarın doğrultuluvermesine karşı çıkınca da ona şöyle seslenildi: Senin Şuayb'ın kızları yerine kuyunun üzerindeki taşı ücretsiz olarak kaldırman neydi? Buna niye itiraz ediyorsun? [221]
79. "O gemi denizde çalışan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla gasbe-dcn bir hükümdar vardı.
80. "Erkek çocuğa gelince, annesi de, babası da mü'min kimselerdi. Bunun anne-babasına azgınlık ve nankörlük ederek onları sıkıntıya sokmasından endişe ettik.
81. "Bu bakımdan, Babbinin onlara bunun yerine daha temiz ve hayırlısını ve daha merhametlisini vermesini diledik.
82. "O duvara gelince; şehirdeki iki yetim erkek çocuğundu. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları salih bir kimseydi. Bu sebeble, Rabbin ikisinin de rüştlerine ermelerini ve -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- definelerini çıkarmalarını diledi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte senin tahammül gösteremediğin şeylerin İç yüzü budur."
"O gemi denizde çalışan yoksullarındı" buyruğunu: "Miskin (yoksul) fakirden daha iyt durumdadır" diyenler bu görüşlerine delil göstermişlerdir. Bu anlamdaki açıklamalar yeteri kadar et-Tevbe Sûresi'nde (9/60. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Şöyle de denilmiştir: Bunlar aslında ticaretle uğraşan kimselerdi. Fakat az bir malla denizin ortasında yolculuk yaptıkları ve belli bir duruma karşı kendilerini korumaktan yana zayıf düşmüş oldukları için, onlar hakkında "miskinler (yoksullar) tabiri kullanılmıştır. Zira içinde bulundukları bu hat sebebiyle onlar şefkate muhtaç kimselerdi, Bu açıklama senin dehşete yahut zor bir duruma düşmüş, zengin bir kimseye: Miskin (zavallı) demene benzer.
Ka'b ve başkaları derler kî: Bu gemi on tane yoksul kardeşe babalarından miras kalmıştı. Bunların beşi kötürüm, beşi de denizde çalışıyorlardı,
Şöyle de denilmiştir: Bunlar yedi kişi idiler. Bunların her birisinin ötekinden farklı bir kötürümlüğü vardı. en-Nekkâş bunların sakatlıklarının adını da zikretmektedir. Bunlardan çalışanlardan birisi cüzzamlı, diğerinin bir gözü kör, üçüncüleri topal, dördüncülerinin hayaları şişkin, beşincileri ve aynı zamanda en küçükleri olanları hiçbir şekilde ateşi düşmeyen devamlı hummalı birisi idi. Çalışamayan beş kişiye gelince, bunların birisi kör, birisi sağır, birisi dilsiz, birisi yatalak, diğeri de deli idi. Çalıştıkları deniz de Fars ve Rum ülkeleri arasında bir denizdi. Bunları es-Sa'Iebî nak[etmiştir.
Bazıları 'Yoksullar" anlamına gelen "mesakin" kelimesini "sin" harfini şeddeli olarak; diye okumuşlardır. Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Bunun gemi tayfaları anlamına geldiği söylenmiştir. Çünkü "messâk" geminin dümenini tutan kimseye denilir. Bütün gemi hizmetleri için elverişli ve uygundur. O bakımdan hepsine birden "messâkîn" adı verilmiştir.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: "Messâkîn" (deri demek olan) meşk tabak I ayıcılığı işiyle uğraşanlar, demektir.
Ancak daha güçlü delile dayanan okuyuş şekli "miskin" kelimesinin çoğulu olarak "mesâkîn: yoksullar" okuyuşudur. Bunun da anlamı şudur: Gemi kendilerine şefkat duyulması gereken zayıf, güçsüz bir topluluğa ait idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ben onu kusurlu yapmak istedim." Onu ayıplı kılmak istedim, "O şeyi ayıplı, kusurlu kıldım" demektir. Kusurlu olan şeye de; ile denilir.
"Çünkü arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla gasbeden bir hükümdar vardı" {diye meali verilen) bu buyruğu İbn Abbas ve İbn Cübeyr "Sağlam" kelimesi ziyadesiyle okumuşlardır. Aynı şekilde İbn Abbas ve Osman b. Affan'ın da; "Sağlam, kusursuz" ilavesiyle okudukları nakledilmiştir.
kelimesi asıl anlamı itibariyle: "Arkasında" demektir. Bazı müfes-sirler derler ki: Bu hükümdar onların arkalarında idi ve ona döneceklerdi. Çoğunluk ise bu kelimenin orada gidecekleri yerde, Önlerinde anlamında olduğunu kabul etmektedirler. İbn Abbas ve İbn Cübeyr'in bunu:
"Onların önlerinde sağlam her bir gemiyi gasbederek alan bir hükümdar vardı" şeklindeki kıraatleri bunu desteklemektedir,
İbn Atiyye der ki: "Arkalarında" kelimesi kanaatimce asıl manası üzeredir. Çünkü bu gibi lafızlar zaman göz önünde bulundurularak kullanslır. Şöyle ki: Daha önceden meydana gelmiş, var olmuş olan bir olay, emam (ön, ön-ce)dir. Ondan sonra gelen olay ise arkadır, o da geriye kalan demektir. Bu ise ilk anda anlaşılan manadan farklı bir manadır. Bundan dolayı bu gibi lafızları geçtikleri yerde iyice düşünecek olursak bu kaidenin sürekli uygulama alanı bulduğunu görebiliriz. Buna göre bu âyet-i kerimenin manası şudur: Bunların yaptıkları bu işlerinden sonra zaman itibariyle bu hükümdarın gasb etmesi olayı gelir. "Önlerinde" diye okuyanlar ise bununla mekânı kastetmişlerdir. Yani sanki onlar belli bir yere gidiyorlarmış (ve orada bu gasb olayı cereyan edecekmiş) gibi bir manaya gelir, Peygamber (sav)ın: "Namaz önündedir (ileride kılınacaktır)[222] hadisinde de mekân itibariyle önü kastetmektedir. Yoksa unların içinde bulundukları (ve bu sözün söylendiği) o vakit zaman itibariyle namazın önünde (öncesinde) idi, Bu açıklamayı iyice düşününüz. Böyle bir açıklama bu konudaki lafız karışıklıklarından yana rahata kavuşturur, Taberî'nin Kitab'ında Katadc'den "arkalarında... bîr hükümdar vardı" buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediği nakledilmektedir: Bu, önlerinde demektir. Nitekim yüce Allah'ın: "Arkalarında cehennem vardır. "(el-Câsiye, 45/10) Halbuki cehennem onların önlerinde bulunmaktadır. Bit açıklama sağlıklı bir açıklama değildir. Esasen bu el-Hasen b. el-Hasen'in kızmasına sebeb teşkil eden Arapçanın fesahatine uygun olmayan açıklama şekilleridir. Bunu ez-Zeccâc söylemiştir.
Derim ki: Bu imamın tercih ettiği bu görüşü daha önceden İbn Arafe de ifade etmiştir, el-Herevî der ki: tbn Arafe dedi ki: Kişi soruyor: İleride önünde olduğu halde nasıl olur da "arkasından" demektedir? Ebu Ubeyd ile Ebu Ali Kutrub'un iddialarına göre bu kelime ezdad (zıd anlamlılardandır. Ve burada "verâ (arka)" "kuddâm (ön)" anlamındadır. Ancak bu bir sonuç vermez. Çünkü "emâm" kelimesinin "vera" kelimesinin zıddı olması zaman ile ilgili anlatımlarda uygun düşmektedir. Mesela bir adam Receb ayında, Ramazan ayında gerçekleştirmek üzere sana bir vaatte bulunacak olur da sonra da: "Daha senin arkanda -önünde olsa dahi- Şa'ban da vardır" diyecek o!sa bu uygun bir ifadedir. Çünkü Şa'ban, Ramazan ayına yakınlaştırıcı ve Recebin yerine geçen bir zamandır. Bu görüşe aynı şekilde ei-Kûşeyrî de işaret etmiş ve şöyie demiştir: Bu ifade vakitler, zamanlar ile ilgili bu şekilde kullanılabilir. Yoksa mekân itibariyle senin arkanda bulunan bir kişi hakkında; önündedir denilmez. ei-Ferrâ der ki: Ondan başkaları bunu caiz kabul etmişlerdir.[223] Gemide bulunanlar bu hükümdarın durumunu bitmiyorlardı. Yüce Allah bu durumu Hızır'a bildirince o da gemide böyle bir kusur meydana getirdi. Bunu ez-Zeccac da nakletmektedir,
el-Maverdî der ki: "Verâ" kelimesinin "emam" kelimesi yerine kullanılması hususunda Arap dilbilginlerinin üç ayrı görüşü vardır:
1-Her durum ve her mekânda kullanılması mümkündür, zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim Allah: "Arkalarında (verâ) cehennem vardır." (el-Câsiye, 45/10) buyruğunda: "Önlerinde" anlamındadır. Şair şöyle demektedir:
"Mervânoğulları benim dinleyip itaat edeceğimi mi umar? Hem benim kavmim Tfemim'dir ve uçsuz bucaksız çöller de arkam (verâ)dadır."
Bununla: Ünümde demek istemiştir.
2- Verâ kelimesi zaman ile ilgili anlatımlarda emam (ön) yerine kullanılır. Çünkü insan bu zamanlan aşıp geçer ve onun arkasında kalmış olurlar. Başka yerde bu şekilde kullanımı mümkün değildir.
3- Karşılıklı ve biri diğerinin arkasında bulunan, yüzü arkası bulunmayan iki taşta olduğu gibi cisimlerde kullanılabilir, başkaları hakkında kullanılamaz. Bu Ali b. İsa'nın görüşüdür.
Sözü edilen hükümdarın ismi hakkında farklı görüşler vardır. Adının Huded b, Buded olduğu söylendiği gibi el-Cdendî olduğu da söylenmiştir ki bunu da es-Süheyll ifade etmiştir. Buhârî gasb yoluyla herbir gemiyi alan bu hükümdarın adını zikrederek bu kişi Huded b. Buded idi, demekte-dir.[224] Öldürülen çocuğun adı ise Ceysur'du. Biz adını Yezid el-Mervezî'nin rivayetinden el-Camî'de böylece kaydettik. Bundan başka bir rivayette ise -ha harfi ile- Haysûr'dıır. Bendeki kitabın haşiyesinde üçüncü bir rivayet daha vardır ki o da Haysûn'dur.[225] Bu hükümdar güzel ve iyi olan herbir gemiyi gasbedip müsadere ediyordu. İşte Hızır'ın bu gemiyi kusurlu kılıp, delmesinin sebebi budur.
Bu uygulamadan, maslahatın yönü muhakkak olarak bilindiği takdirde me-sâlih ile amel edilebileceğine dair bir fıkhî hüküm anlaşılmaktadır. Aynı şekilde bir bölümünü ifsad etmek suretiyle malın tamamını ıslah etmenin caiz olduğu da anlaşılmaktadır ki; az önce geçmiş bulunmaktadır.
Müslim'in, Sahİh'inde geminin delinmesindeki hikmet şu sözlerle açıklanmaktadır: Nihayet karşılıksız olarak gemileri gasb eden kişi gelince onun delinmiş olduğunu gördü ve ona ilişmeden geçip, gitti. Sonra da bir tahta parçasıyla onu düzelttiler...[226]
Bu kıssadan zorluk ve sıkıntılara sabretmenin teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Böyle hoşlanılmayan bu gibi hallerin kapsamında nice faydalar vardır. Nitekim yüce Allah'ın: "Bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur" (el-Bakara, 2/216) buyruğunun anlamı da budur.
"Erkek çocuğa gelince annesi, babası da mü'min kimselerdi" buyruğu ile ilgili olarak sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Bu çocuk hakkında mühür basıidtğı zaman o kâfir olarak mühürlenmişti" denilmektedir[227]
Bu İfadenin zahiri onun baliğ olmadığı görüşünü desteklemektedir. Bununla birlikte baliğ olmakla beraber ona dair verilmiş bir haber olma ihtimali de vardır, daha önce geçmiş bulunmaktadır.
"Bunun anne-babasına azgınlık ve nankörlük ederek, onları sıkıntıya sokmasından endişe ettik" buyruğu iie ilgili olarak; bu sözlerin Hızır (as)ın sözleri olduğu söylenmiştir. İfadelerin akışı da buna tanıklık etmektedir. Pek çok müfessir de bu görüştedir. Yani bizler bu çocuğun azgınlık ve nankörlük ederek, -anne-babasını zorluğa ve sıkıntılara düşürmesinden korktuk. Yüce Allah bu gibi hal ve maksatlarla insanları öldürmek hususunda içtihatta bulunmayı ona mubah kılmıştı.
Bu buyrukların yüce Allah'ın buyrukları olduğu ve Hızır'ın da onun buyruğunu ifadelendirmiş olduğu da söylenmiştir. Taberî der ki: Bu ("endişe ettik" ifadesi) "Bildik" demektir. îbn Abbas da böyle demiş ve: Bildik demektir, diye açıklamıştır, Bu ise yüce Allah'ın: "Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarlarsa" (el-Bakara, 2/229) buyruğunda bilmeyi "havf (korkmak)" diye ifadelendirmesine benzemektedir,
Ubeyy'in: "Rabbin...bildi" diye okumuş olduğu rivayet edilmiştir
Buradaki "endişe (haşyet)" in mekruh görmek, hoşlanmamak anlamına geldiği de söylenmiştir. Mesela birbirleriyle kavga ederler korkusuyla, onları birbirinden ayırdım derken, bu işten hoşlanmadığım, istemediğim için bunu yaptım, demek istenir.
İbn Atiyye der ki: Bu yorumun en güçlü açıklaması -lafız buna uygun görülmemekle birlikte- ifadenin istiare olduğudur. Yani bu, yaratıkların ve muhatabların zannına göre böyledir: Eğer onlar o çocuğun halini bilmiş olsalardı anne ve babasını sıkıntıya sokacağından korkarlardı. İbn Mes'ud da; " Rabbin korktu" diye okumuştur ki burada istiare olduğu apaçıktır. Bu da Kur'ân-ı Kerim'de yüce Allah hakkında kullanılan "belki, olur ki, umulur ki" anlamındaki tabirlere benzemektedir.[228] Bütün bunlardaki umut-landırıcı ifadeler, beklentiler, korku ve endişe ihtimalleri, ey muhataplar- sizin kendi durumunuza göredir.
Onları sıkıntıya sokmasından" buyruğu onlara zora koşmasından, ağır yükümlülüklerle karşı karşıya bırakmasından... endişe ettik, demektir. Yani onların çocuklarına karşı duydukları sevgi, arkasından gitmelerine sebeb teşkil edecek, ikisi de sapacak ve onun dininin yolunu tutacaklardı, demektir.
"Bu bakımdan Rabbinüi onlara bunun yerine daha temiz... vermesini diledik" buyruğunda "bunun yerine" anlamındaki lafzını cumhur "be': harfini üstün, "dal" harfini de şeddeli okumuştur. Âsim ise "be" harfini sakin, "dal" harfini de şeddesiz okumuştur. Allah'ın unlanı bir evlat ihsan edip bağışlamasını diledik, demektir.
"Daha teiniz ve hayırlısını" buyruğu da daha teiniz bir dine sahip ve salah sahibi birisini vermesini diledik, demektir. Burada: "Yerine vermek, değiştirmek" fiili; şeklindeki kullanımı ile aynı manayadır. (Cumhurun okuyuşu birinci şekilden, Asım'in okuyuşu da ikinci şekildendir.) Nitekim; " Mühlet verdi, indirdi"; fiillerinde ve benzerlerinde de durum böyledir.
"Ve daha merhametlisini" buyruğunu tbn Abbas "ha" harfini (sakin değil) ötreli olarak okumuştur. Şair der ki:
"Kendisinden yumuşaklık ve merhamet görülen Bir kıza nasıl zulmedilebilir!"
Diğerleri ise bu harfi sakin olarak okumuştur. Ru'be b. el-Accac'ın şu be-yitinde de böyle kullanılmıştır;
"Ey.rahmeti İdris'e indiren, Ve ey laneti tblis'e indiren."
Ebu Amr'dan ise farklı rivayetler gelmiştir.
"Merhamet" kelimesi", "Temiz ve hayırlı" kelimesine at-fedilmiştir. Sonundaki "eliP' te'nis içindir. Müzekkeri "elif'siz olarak; şeklinde gelir.
Burada "ruhm"ın "rahim (akrabalık bağı)" anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas da bu buyruğu; "Akrabalık bağını daha bir gözeten[229] diye okumuştur.
Aynı şekilde: "Daha temiz" yerine: şeklinde okumuştur.
İbn Cübeyr ve İbn Cüreyc'den nakledildiğine göre; o çocukları yerine o anne ve babaya bir kız çocuk verildi. el-Kelbî der ki: Bu kız çocukla peygamberlerden birisi evlendi ve o kızın da bir peygamber oğlu oldu. Yüce Allah onun vasıtası ile ümmetlerden birisine hidâyet verdi. Katade, oniki peygamber doğurdu, demiştir. Yine İbn Cüreyc'ten nakledildiğine göre çocuğun annesi çocuk öldürüldüğü-günü müslüman olacak bir çocuğa hamile idi. Öldürülen ise kâfirdi.
İbn Abbas'tan gelen rivayete göre annesi bir kız çocuğu doğurdu. O da bir peygamber doğurdu.
Bir rivayette de yüce Allah o anne ve babaya o çocuklarının yerine yetmiş peygamber doğuran bir kız çocuğu verdi. Ca'fer b. Muhammed de bunu babasından nakletmiştjr.
İlim adamlarımız derler ki: Bu uzak bir ihtimaldir. İsrailoğulları dışındaki ümmetler arasında pek çok peygamber gönderildiği bilinmemektedir. Bu kadın da İsraİloğullarından değildi,
Bu âyet-i kerimeden şu anlaşılmaktadır: Çocuklar her ne kadar insan ciğerinin bir parçası ise de onları yitirmek musibeti böylelikle hafifletilmiş oiur. Esasen kaza ve kadere teslim olan kimsenin akıbeti aydınlıktır.
Katade der ki: O çocukları doğduğunda anne-babası sevinmişti. Öldürüldüğünde de onun için üzülmüşlerdi. Ama hayatta kalmış olsaydı, onların helak olmalarına sebeb olacaktı. O bakımdan herkese düşen yüce Allah'ın kazasına rıza göstermektir. Şüphesiz ki yüce Allah'ın, mü'minler hakkındaki hoşlarına gitmeyen takdiri, sevdikleri şekildeki takdirlerinden onlar için daha hayırlıdır.
"O duvara gelince şehirdeki İki yetim erkek çocuğundu." Bu iki çocuk yaşça küçük idiler. Bunu onları ""yetim" olmakla nitelendirmiş olması karinesinden anlamaktayız. Bu çocukların adları Asram ve Surâym idi. Peygamber (sav) da: "Baliğ olduktan sonra yetimlik söz konusu değildir"^1' diye buyurmuştur. Kuvvetli (zahir) olan görüş budur. Eğer yetim İdilerse, onlara şefkat duymak anlamıyla baliğ olduktan sonra da yetimlik vasfını taşımaya devam etmeleri ihtimali de vardır.
İnsanlar hakkında yetimliğin babayı kaybetmek ile, onların dışındaki caniılarda İse annenin kaybedilme siyi e söz konusu olacağına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/83- âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,
"Şehirde (Medine)" buyruğu da kasabaya (el-karyeye) medine denilebileceğine delil vardır. "Ben diğer kasabaları (e!-kura) yiyen bir kasaba(ya hicret etmek) ile emrolundum."[230] hadisinde de karye (kasaba) medîne (şehir) anlamında kullanılmıştır. Hicret hadisinde de: "Sen kimlere aitsin (kimlerdensin)" diye soruya muhatap olan adam, Mekke'yi kastederek: "Ben, medine ahaltsindenim" demiştir.
"Altında da onlara ait bir define vardı." İnsanlar bu define hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İkrime ve Katade derler ki: Bu pek çok miktarda bir mal idi. Define (kenz) admdan anlaşılan budur. Çünkü kenz sözlükte bir araya toplanıp getirilmiş mal demektir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (et-Tevbe, 9/34. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas der ki: Bu yerin altına gömülmüş bir sahifedeki bir bilgi idi. Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Bu üzerinde: Btsmillahirrahmanirrahîm. Kadere iman eden kimsenin nasıl üzüldüğüne hayret ederim. Rızka iman eden kimsenin nasıl çalışıp didindiğine şaşarım. Ölüme inanan bir kimsenin nasıl sevindiğine şaşarım. Hesaba inanan bir kimsenin nasıl gaflete düştüğüne şaşarım. Dünyaya ve dünyanın, dünyada yaşayanların hallerinin değişip durmasına inanan kimsenin, yine dünyaya rahat ve huzur içerisinde meyle-dişine şaşarım. Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, Muhammed Allah'ın Rasû-ludür, yazılı, altından bir levha idi.
Buna yakın bir rivayet İkrirne'den ve Ğufra'nın azatlı kölesi Ömer'den de rivayet edilmiştir. Ayrıca Osman b. Affan bunu Peygamber (sav)dan rivayet etmiştir.
"Babaları salih bir kimse İdi" lafzının zahirinden ve ilk olarak hatıra gelen manadan anlaşıldığına göre bu onların Öz, en yakın babalandır. Yedinci babaları olduğu da söylenmiştir. Bu Ca'fer b. Muhammed'in görüşüdür. Onuncu göbekten babalan olduğu da söylenmiştir. Bu atalarının salihliğinden söz edilmiyor olmakla birlikte, onun salihliği sebebiyle bu çocukları korunmuş idi. Bunun adı Kâşih'di. Bu açıklama Mukatil'e aittir. Annelerinin adı da Dinyâ idi. Bunu da en-Nekkaş zikretmiştir.
Bu buyrukta yüce Allah'ın salih olan bir kimseyi bizzat koruduğu gibi, ondan neseb itibariyle uzaklarda bulunan çocuklarını, torunlarını dahi koruyacağına delil vardır. Yüce Allah'ın, salih bir kimse dolayısıyla soyundan yedi kişiyi muhafaza edeceğine dair rivayet nakledilmiştir: Yüce Allah'ın: "Benim velim o kitabı indiren Allah'tır ve o salihleri veli edinir." (el-A'raf, 7/196) buyruğu da buna delildir.
Yüce Allah'ın: "Ben bunları kendiliğimden yapmadım" buyruğu Hızır'ın bir nebi olmasını gerektirmektedir. Bu konudaki görüş ayrıhğı önceden geçmiştir.
"İşte senin tahammül gösteremediğin şeylerin iç yüîEÜ" yani açıklaması "budur."
"Tahammül gösteremediğin" buyruğunu bir kesini; şeklinde "sin"den sonra "te" ile okumuşlardır. Cumhur ise "te"siz olarak; iye okumuştur. Ebu Hatim der ki: Mushaf ların hattında olduğu gibi biz de böyle okuruz.
Burada açıklığa kavuşturulması gereken beş husus vardır: [231]
Bu âyetlerin başında da sonunda da Musa'nın beraberindeki genç adamdan hiç söz edildiğini duymadık diye soran birisine şöyle cevap verilir: Bu hususta görüş ayrılığı vardır. İkrime, İbn Abbas'a: Genç kişi Musa ile birlikte olduğu halde niçin ondan söz edildiğini görmüyoruz? diye sorunca, İbn Abbas şöyle demiş: O genç kişi o sudan içti ve ebedileşürildi. O ilim adamı da onu aldı ve onu bir gemiye kapattıktan sonra onu denize saldı. Bu gemi kıyamet gününe kadar deniz dalgaları üzerinde onu yüzdürecektir. Çünkü onun o sudan içmemesi gerekirdi, ama içti.
el-Kuşeyri der ki: Eğer bu sabit ise burada sözü edilen genç şahıs Yûşa b. Nûn değildir. Çünkü Yûşa b, Nûn, Musa (as)dan sonra uzun bir süre yaşadı ve onun halifesi oldu. Daha kuvvetli görülen odur ki Musa, Hızır ile karşılaşınca beraberindeki genç delikanlıyı geri gönderdi.
Hocamız İmam Ebu'l-Abbas der ki: Kendisine tabi olunanı (Musa'yı) söz konusu etmekle yetinüip tabi olanı zikretmeye gerek görmemiş olma ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [232]
Hızır'ın, çocukların hazinelerini çıkartmayı yüce Allah'a izafe ederken gemiyi delme işini "onu kusurlu yapmak İstedim" diyerek kusurlu yapmayı kendisine izafe etmiş olması nasıl izah edilir? diye sorana şöyle cevap verilir:
Duvarın düzeltilmesinde iradenin yüce Allah'a isnad edilmesi, uzun bir zaman sonra ve gaybîardan olan bir hususa dair oluşundan dolayıdır. Her ne kadar Hızır da bunu irade etmiş idiyse de böyle bir iradede bulunmayı ona öğreten Allah'tır.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu tamamıyla hayır bir iş olduğundan dolayı yüce Allah'a izafe etmiştir. Geminin kusurlu kılınmasını da edebe riâyet ederek kendi nefsine izafe etti. Çünkü bu bir kusur lafzı ite ifade edilmektedir. Bu hususta iradeyi yalnızca kendisine isnad etmek suretiyle edebini göstermiştir. Nitekim İbrahim (as) da: "Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur" (eş-Şuarâ, 26/80) sözlerinde daha önce geçen fiilde ve sonrasında fiili yüce Allah'a isnad edip, hastalanma fiilîni kendisine isnad ederken, aynı şekilde edebe riâyet etmiştir. Çünkü hastalanmak bir eksiklik ve bir musibet anlamını taşır. O halde yüce Allah'a ancak güzel görülen lafızlar izafe olunur, çirkin görülen lafızlar izafe edilmez. Bu da yüce Allah'ın: "Hayır ancak senin elindedir" (Âl-i İmran, 3/26) buyruğuna benzemektedir. Sadece hayır zikredilmiş olup, şerr O'na nisbet edilmemiştir. Her ne kadar hayır da, şerr de, zarar da, fayda da O'nun elinde olsa dahi. Çünkü, O herşeye kadir olandır ve O herşeyden haberdar olandır. Peygamber (sav)ın aziz ve celil olan Rabbinin kıyamet gününde şöyle buyuracağına dair bize yaptığı nakli ileri sürerek itiraza kalkışmak, yerinde değildir: Kıyamet gününde yüce Allah şöyle buyuracaktır; "Ey Âdemoğlu, Ben hastalandığım halde sen Beni ziyaret etmedin. Ben senden, Bana yemek yedirmeni istediğim halde sen Bana yemek yedirmedin. Senden, Bana su içirmeni istediğim halde sen Bana su içirmedin..,"[233] Çünkü bu, hitapta bir tenezzüldür ve sitemde oldukça lutufkârane bir ifadedir. Bunun da manası, celal ve ikram sahibi olan Allah'ın lutuflan-nı, O'nun bu amellere vereceği mükafatın ne kadar çok olduğunu anlatmaktır. Bu kabilden açıklamalar daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kendi zatı hakkında dilediği İfadeyi kullanmak Allah'ın hakkıdır. Bizler ise ancak O'nun bize izin vermiş olduğu güzel vasıfları ve şerefli fiilleri O'nun hakkında kullanabiliriz. Her türlü eksiklikten, afetten çok yüce ve münezzehtir, alabildiğine yüksektir.
Çocuk hakkında da; "Diledik" ifadesini kullandığını görüyoruz. Burada öldürmeyi kendi nefsine, onun yerine daha hayırlı birisim vermeyi de yüce Allah'a izafe etmiş gibidir.
" Rüşt,
reşittik" ise hem hilkatin hem de aklın kemâl derecesini anlatır. Buna
dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/151-153. âyetler 12.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.
[234]
Hocamız İmam
Ebu't-Abbas der ki: Bâtıniye’nin zındıklarından bir kesim bir rakım şer'î
hükümlerin (haklarında) uygulanmasını gerekli kılan bir yol izlemeye
kalkışmışlar ve şöyle demişlerdir: Bu genel şer'î hükümler ile, peygamberler ve
avam hakkında hüküm verilir. Veliler ile havasa gelince, onların bu gibi
nasslara ihtiyaçları yoktur. Onlardan istenen, kalplerinde doğan şeylerden
ibarettir. Kalplerinde etkin olarak geçen düşünceler ile onlar hakkında hüküm
verilir. Yine bunlar derler ki: Buna sebep ise kalplerinin bulandırıcı
konulardan arınmış, ağyardan uzak düşmüş olmasıdır. Bu sebepten ötürü onlara
ilahi ilimler ve Rabbani hakikatler tecelli eder. Kâinatın sırlarına vakıf
olurlar, cüz'iyyâtın ahkâmını bilirler. Böylelikle şeriatın külliyâtına dair
hükümlere ihtiyaçları kalmaz. Nitekim Hızır da böyle davranmıştır. O kendisine
tecelli eden ilimler vasıtası ile Musa'nın nezdinde bulunup Kitaptan anlaşılan
hükümlere ihtiyaç duymamıştır.
Onların yaptıkları nakiller
arasında şu da vardır: Müftüler sana fetva verecek olsa dahi sen fetvayı
kalbine sor.
Hocamız -Allah ondan
razı olsun- dedi ki: Böyle bir söz söylemek zındıklıktır ve küfürdür. Bu
sözleri söyleyen öldürülür ve tevbe etmesi dahi istenmez. Çünkü bu sözler
kat'î olarak bilinen şer'i hükümleri inkâr etmektir. Yüce Allah'ın sünneti,
hükümlerinin ancak kendisiyle kulları arasında elçilik vazifesini yapan
rasûlleri aracılığıyla bilinmesi şeklindedir ve hikmeti bunu gerektirmiştir.
Rablerinin mesajlarını ve kelâmını alıp tebliğ edenler onlardır. Onun şeriat ve
hükümlerini onlar açıklarlar. Yüce Allah bu görev için onları seçmiş ve bu
önemli vazifeyi onlara vermekle, onları ayrıcalıklı kılmıştır. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah, meleklerden ve insanlardan rasûller
seçer. Muhakkak Allah herşeyi işitendir, herşeyi görendir" (el-Hacc,
22/75) 'Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir."
(el-En'âm, 6/24); "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberleri
müjdele-yici ve korkutucular olmak üzere gönderdi..." (el-Bakara, 2/213)
ve buna benzer daha başka âyet-i kerimeler. Özetle söyleyecek olursak, Yüce
Allah'ın emir ve nehiylerini ihtiva eden, hükümlerini bilmenin tek yolunun
ancak peygamberler olduğu ve ancak onlar vasıtasıyla bunların öğrenileceği
konusunda kat'î bir bilgi ve kesin bir yakîn vardır. Bu konuda ümmetin selefi
de, halefi de icmâ1 halindedir. Her kim: Peygamberlerin dışında ve
peygamberlere ihtiyaç bırakmayacak şekilde Allah'ın kendisi vasıtasıyla emir ve
yasaklarının bilinebileceği başka bir yol bulunduğunu söyleyecek olursa bu
kimse kâfirdir, öldürülür, tevbe etmesi de istenmez. Bu konuda onunla tartışıp,
ona soru sorup cevap vermeye de gerek yoktur. Diğer taraftan böyle bir iddia
Peygamberimiz Muhammed (sav)dan sonra bir takım peygamberlerin varlığını da kabul
etmek demektir. Oysa yüce Allah onu peygamberlerinin ve rasûllerinin sonuncusu
kılmıştır. Ondan başka ne bir nebî ne de bir rasûl gelecektir.
Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Ben hükümleri kalbimden alırım, kalbimde geçen ne ise yüce
Allah'ın hükmü odur ve gereğince amel ederim. Bu varken ayrıca Kitab ve sünnete
ihtiyacım yoktur, diyen bir kimse özel olarak kendisinin nebî olduğunu iddia
etmiş demektir. Böyle bir iddia, Peygamber (sav)ın: "Ruhu'l-Kudüs
(Cebrail) Benim kalbime şunu üfledi (telkin etti)" hadisinde[235]
söylediklerini andırmaktadır.
[236]
İnsanların cumhuru,
Hızır (as)ın ölmüş olduğu kanaatindedir. Bir kesim de şöyle demektedir: O hayat
pınarından içtiğinden dolayı hayattadır, yer-yüzündedir ve Beytullah'ı
haccetmektedir.
İbn Atiyye der ki:
en-Nekkaş bu hususta uzun uzadıya açıklamalarda bulunmuş, kitabında Ali b. Ebi
Tâlib'ten ve başkalarından hiçbirisi de ayakları üstünde duramayacak şekilde
pek çok şeyler zikredip nakletmiştir. Eğer, Hızır (as) hayatta olup da haccetse
idi, İslâm milleti arasında görülmesi gerekirdi. Eşyanın tafsilatını bütün
incelikleriyle bilen yüce Allah'tır. O'ndan başka Rab yoktur. Elan, Hızır
tas)ın ötmüş, olmasını gerektiren hususlardan birisi de Peygamber (sav)ın şu
hadis-i şerifidir: "Şu gecenizi görüyor musunuz? (yüzyıl sonra) Bugün
yeryüzünde bulunanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır."[237]
Derim ki: Buhâri de bu
görüştedir. Kadı Ebu Bekr İbnu'l-Arabî de bunu tercih etmiştir. Ancak sahih
olan ikinci görüştür; yani ileride belirteceğimiz üzere o hayattadır.
Hadisi Müslim,
Sahih'inde, Abdullah b. Ömer'den gelen rivayet yoluyla kaydetmektedir. Abdullah
b. Ömer dedi ki: "Rasûlullah (sav) hayatının sonlarına doğru bir gece
bize yatsı namazını kıldırdı. Sonra ayağa kalkıp dedi ki: Şu gecenizi görüyor
musunuz? Bundan itibaren yüz seneye kadar yeryüzünde bulunanlardan hiçbir
kimse kalmayacaktır." İbn Ömer dedi ki: İnsanlar Rasûlullah (sav)ın
söylediği o sözler hakkında kendi aralarında yüz sene ile ilgili söyledikleri
sözlerde yanıldılar. (Onların yüz sene sonra kıyametin kopacağına dair
söyledikleri sözlerine işaret ediyor.) Oysa, Peygamber (sav) şunları
söylemişti: "Bugün yeryüzünde bulunanlardan kimse kalmayacaktır. " O
bu sözleriyle bu neslin (bu süre zarfında) ölmüş olacağını kastetmiştir.[238]
Bunu aynı şekilde
Câbir b. Abdullah yoluyla da rivayet etmektedir. (Ca-bir) dedi ki: Ben,
Rasûlullah'ı vefat etmeden bir ay önce şöyle buyururken dinledim: "Siz
kıyametin ne zaman kopacağı hakkında bana soru soruyorsunuz. Onun bilgisi
ancak Allah'ın nezdindedir. Ben, Allah adına yemin ederim ki yeryüzünde doğmuş
bulunan hiçbir nefis üzerinden (bu andan itibaren) yüzyıl geçmeyecektir."
[239] Bir
diğer rivayette Sâlim'in şöyle dediği kaydedilmektedir: Biz kendi aramızda:
"O gün yaratılmış bulunan" (nefislerden) diye konuştuk."[240]
Bir başka rivayette de
şöyle denilmektedir: "Bugün doğmuş bulunan hiçbir nefsin üzerinden yüzyıl
geçtikten sonra hayatta kalacak yoktur."[241]
Sikâye (Hac mevsiminde
hacılara su dağıtmak) ile görevli Abdu'r-Rahrnan bunu tefsir ederek ömürlerin
eksilmesidir, demiştir.[242] Ebu
Said el-Hûd-rî'den de buna yakın bir hadis rivayet edilmiştir[243]
İlim adamlarımız
derler ki; Bu hadisin muhtevası özetle şudur: Peygamber (sav) vefatından bir
ay önce Âdemoğullarından o esnada hayatta bulunan herhangi bir kimsenin
ömrünün (o andan itibaren) yüzyılı aşmayacağını bildirmiştir. Çünkü, Peygamber
(sav); "Doğmuş bulunan her bir nefis" diye buyurmuştur. Bu lafız ise
melekleri ve cinleri kapsamaz. Zira onlar hakkında bu ifadenin kullanılması
doğru değildir. Akıl sahibi olmayan canlılar da bunun kapsamına girmez. Çünkü
Hz. Peygamber: "Yeryüzünde bulunan canlılardan bir kimse" diye
buyurmuştur. Burada da ifade aslı itibariyle akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılan
bir ifadedir. O kasıt Âdemoğullarından başkası olamaz. İbn Ömer de bu manayı
açıklamış ve şöyle demiştir: O bu sözleriyle (bu zaman zarfında) bu neslin
ölmüş olacağını kastetmiştir.
Hz. Peygamber'in:
"Doğmuş bulunan hiçbir nefis" ifadesinin umûmî oluşu dolayısıyla
Hızır hayattadır, diyenlerin görüşlerinin batıl olduğuna, bu hadisi delil
gösterenlerin lehine delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü onun her ne kadar
istiğrakı (bütünü kapsayıcılığı) pekiştirici ise de onun hakkında özel
bir nass değildir. Aksine bu umûm İfadenin tahsis
edilmesi mümkündür. Nitekim bu hadis İsa (as)ı da kapsamına almamaktadır. İsa
(as) ötmediği gibi öldürülmedi de; o Kur'ân'ın nassı ve manası gereğince
hayattadır. Aynı şekilde bu hadis -hayatta olmakla birlikte- Deccal'i de kapsamına
almaz. Dec-cal'in hayatta oluşuna delil ise el-Cessâse hadisi diye bilinen
hadistir[244] Aynı şekilde bu hadis
Hızır (as)ı da kapsamaz ve Hızır İnsanlar tarafından da görülmez. Onlarla
beraber oturup kalkanlardan da değildir ki; birbirleriyle konuştukları vakit
Hızır mıdır? diye kimsenin hatırından geçmesin. İşte bu gibi umûmî ifadeler
özel halleri kapsamaz.
Ashab-ı Kehf'in de
hayatta oldukları, İsa (as) ile birlikte haccedecekleri -önceden geçtiği gibi-
de söylenmiştir, Aynı şekilde daha önce belirttiğimiz gibi İbn Abbas'ın
görüşüne göre Musa'nın genç adamı da bu haldedir.
Ebu îshâk es-Sa'lebî
"el-Arâis" adlı kitabında şunları söylemektedir. Sahih olan Hızır'ın
uzun ömür verilmiş ve gözlerin görmesine karşı perdelenmiş bir peygamber
olduğudur. Muhammed b. el-Mütevekkil, Damra b. Ra-bia'dan, o Abdullah b.
Şevzeb'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hızır (as) FarisoğuUanndandır. İlyas
da İsrailoğullanndandır. Bunlar her sene hac mevsiminde bir araya gelirler. Amr
b. Dinar'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Hızır da, İlyas da, Kur'ân
yeryüzünde kaldığı sürece hayatta kalacaklardır. Kur'ân kaldırıldı mı onlar da
ölecekler.
Hocamız İmam Ebu
Muhammed Abdu'l-Mû'ti b. Mahmud b. Abdi'l-Mû'ti el-Lahrnî, Kuşeyrî'ye ait
"er-Risale" şerhinde salih pek çok erkek ve pek çok kadından bir
takım hikâyeler nakletmektedir ki, bunlara göre bu kimseler Hızır (as)ı görmüş
ve onunla karşılaşmışlardır. Bunların toplamı, en-Nekkâş, es-Sa'lebî ve
diğerlerinin de zikrettikleri ile birlikte onun hayatta olduğuna dair zannı
oldukça kuvvetlendirmektedir.
Müslim'in, Sahih'inde
yer alan hadiste şöyle bu vurulmuştun "Deccal, Medine yakınlarındaki
verimsiz yerlerden birisine gelecektir. O gün insanların en hayırhlan olan bir
adam -yahut- insanların en hayırlılarından bir adam onun karşısına
çıkacaktır..." Hadisin sonlarında şu kaydedilmektedir; Ebu İs-hâk dedi ki;
Denildiğine göre bu adam Hızır (as)dır[245]
İbh Ebi'd-Dünya
"ehHevâtif adlı eserinde Ali b. Ebi Tâiib (ra)'a ulaşan mevkuf bir senet
ile naklettiğine göre Ali (ra) Hızır ile karşılaşmış ve (Hızır) ona şu duayı
öğretmiş ve bu duayı her namazın akabinde tekrarlayan kimseye pek büyük bir
sevap, mağfiret ve rahmet olacağını da zikretmektedir. Dua şöyledir:
Cl) tik. Müslim, Fiten
119 vd; Kbü Dâvûd, Metâhim 15; Tirmlzi, Firen 66; İbnMâce, Fiten
"Ey bir şeyi
işitmek, başka bir şeyi işitmekten alıkoymayan! Ey isteklerin kendisini
şaşırtmadığı! Ey ısrar edenlerin ısrarlarından ötürü kendisine usanç gelmeyen!
Bana affının serinliğini, mağfiretinin tatlılığını tattır."
Yine Ömer b. el-Hattâb
(ra)dan, Ali b. Ebi Tâlib (ra)ın Hızır'dan duyduğu belirtilen bu duaya yakın
bir duayı işittiğini de zikretmektedir. İlyâs'ın, Peygamber (sav) ile bir
araya gelişini de zikretmiştir.
İlyâs (as)ın,
Peygamber (sav)ın dönemine kadar kalışı mümkün olduğuna göre Hızır'ın hayatta
kalışı da mümkündür. Senede bir defa Beyt'in yanında bir araya geldiklerini ve
ayrıldıktan vakit şu sözleri söylediklerini de nakletmektedir:
"Maşaallah, maşaallah! Kötülüğü Allah'tan başkası kimse önleyemez.
Maşaallah, maşaallah! Ne kadar nimet varsa hepsi Allah'tandır. Maşaallah,
maşaallah! Allah'a tevekkül ettim, güvenip, dayandım, Allah bize yeter, O ne
güzel vekildir!"
İlyâs'a dair bilgiler
de yüce Allah'ın izniyle es-Sâffat Sûresi'nde (37/123. âyet-i kerime'nin
tefsirinde) gelecektir.
Ebu Ömer b.
Abdî'I-Berr, "et-Temhid" adlı eserinde Ali (ra)dan şöyle dediğini
zikretmektedir: Peygamber (sav) vefat edip de üzeri bir örtü ile örtülünce
evin bir tarafından söyleyeni görülmeyen bir ses işitildi. Onlar bu sesi
işitiyorlar fakat bu sesin sahibini görmüyorlardı. Şöyle diyordu: Allah'ın selamı,
rahmet ve bereketleri üzerinize olsun. Ey bu hâne halkı, selam size. Her bir
nefs ölümü tadacaktır. Şüphesiz Allah ölen herkesin halefidir. Yokolup giden
herkesin yerine geçecek olan başkasını verir. Her bir musibete karşı teselli
kaynağıdır. O bakımdan Allah'a güvenin, O'ndan ümit edin. Çünkü şüphesiz ki
asıl musibetzede ilahi mükâfattan mahrum olandır. Onların kanaatlerine göre bu
sözleri Hızır (as) söylemişti. Kastettiği ise Peygamber (sav)ın ashabıdır.
Hz. Peygamber'in
hadisindeki "yeryüzünde" ifadesindeki "elif-lam" cins için
değil ahd İçindir. Bu da Arap topraklarıdır. Buna delil ise onların bu topraklarda
tasarruf etmeleri ve çoğunlukla orada bulunmalarıdır.
Bu ifadeyle Ye'cuc ve
Me'cuc'un yaşadığı topraklar, Hint ve Sind taraflarında bulunan kulakların
duymadığı, hakkında hiçbir şey bilinmeyen uzak adalar girmez.
Deccal'e dair (itiraz
İle İlgili olarak) bir cevap vermek gerekmez.
Süheylî der ki:
Hızır'ın ismi hususunda insanlar birbirinden oldukça farklı kanaatlere
sahiptir. İbn Münebbih'ten şöyle dediği nakledilmektedir: O, Eb-leyâ b. Melkân
b. Fâliğ b. Şâlth b. Erfahşed b. Sâm b. Nûh'dur. Bir diğer görüşe göre o, İbn
Âmîl b. Sümahikîn b. Erya b. Alkâmâ b. îysû b. İshâk'dır, Babası bir hükümdar
imiş, annesi de Farslı olup adı da Elma İmiş. O, mağarada kasabadaki
adamlardan birisinin koyunları arasından kendisini her gün emziren bir koyun
ile birlikte bulunmuş. Onu bulan bu adam alıp beslemiş. Gençlik yaşına gelip
de -babası olan- hükümdar bir kâtip edinmek istemiş. İbrahim ile Şit üzerine
indirilen sahifeleri yazmak üzere bu konuda bilgi ve maharet sahiplerini
toplamış. Onun huzuruna gelen kâtiplerden birisi de oğlu Hızır imiş. Kendisi de
oğlunu tanımıyormuş. Yazısının ve bilgisinin güzel olduğunu görmüş ve onun bu
üstün özelliklerini ve durumunu araştırınca oğlu olduğunu öğrenmiş. Onu yanına
alıp insanların işlerini görmek ve yönetmek üzere görevlendirmiş. Ancak daha
sonra Hızır anlatılması uzun sürecek bir takım sebebler dolayısıyla hükümdarın
yanından kaçmış. Nihayet Hayat Pınarı'nı bulmuş ve ondan içmiş. O, Deccal
çıkıncaya kadar hayatta kalacaktır. Deccal'in öldüreceği, bölüp parçalayacağı
sonra da yüce Allah'ın hayat vereceği adam işte odur. Peygamber (sav)ın dönemine
yetişmediği de söylenmiştir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).
Ancak bu görüş sahih
değildir.
Buhârî ve aralarında
hocamız Ebu Bekr İbnu'l-Arabî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-nin de bulunduğu
hadis ehlinden bir kesim şöyle demişlerdir: O, Peygamber (sav)ın belirttiği:
"Yüzyılın nihâyetinde bugün yeryüzünde bulunanlardan hiçbir kimse
kalmayacaktır." Yüzyılın bitmesinden önce vefat etmiştir. Çünkü o bu
sözleriyle, bu sö2ü söylediği zaman hayatta olanlardan kimse hayatta
kalmayacaktır, demek istemiştir.
Derim ki: Biz bu
hadisi ve bu hadis ile ilgili açıklamaları zikrettik ve Hızır'ın şu ana kadar
hayatta olduğunu açıkladık. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır.
[246]
Denildiğine göre
Hızır, Musa (as)dan ayrılmak isteyince Musa ona: Bana tavsiyede bulun, demiş. O
da şunları söylemiş: Çokça tebessüm et, ama çok gülme. Israrı bırak. Gereksiz
hiçbir işi yapma. Hata edenleri yaptıkları hatalar dolayısıyla ayıplama.
Ey İmran'ın oğlu hatan
dolayısıyla da ağla!
[247]
83. Sana,
Zülkaracyn'i de soruyorlar. De ki: Size ona dair haber okuyayım:
84. Gerçekten, Biz ona yeryüzünde büyük bir
iktidar vermiş ve ona her şeyin yolunu göstermiştik.
85. O da bir
yol tuttu.
86. Nihayet
güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü. Onun
yanında bir kavim buldu. Dedik ki: "Ey Zülkarneyn onları istersen
azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede de bulunabilirsin."
87. Dedi ki:
"Kim zulmederse onu azaplandıracağız. Sonra o Rab-bine döndürülecek, Babbİ
de onu şiddetli bir azab İle azablan-diracak.
88.
"Fakat kim iman edip de salih amel işlerse onun için en güzel bir mükâfat
vardır. Ona emrimizden en kolay olanı söyleyeceğiz."
89. Sonra
bir başka yol tuttu.
90. Nihayet
güneşin doğduğu yere vardığı zaman onun güneşe karşı kendilerine hiçbir siper
yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü.
91. İşte
böyle. Zaten Biz ellerinde ne bulunuyor idiyse, hepsini ilmimizle kuşatmıştık.
"Sana,
Zülkarneyn'i de soruyorlar. De ki: Size ona dair bir haber okuyayım"
buyruğu ile ilgili olarak İbn İshak dedi ki: Zülkarneyn'e dair haberlerde
belirtildiğine göre, ona başkalarına verilmemiş olan şeyler verilmişti.
Sebebler onun için alabildiğine çoğaltılmış ve kolaylaştırılmıştı. Nihayet
yeryüzünün doğularına da, batılarına da gitmişti. Ayağı nereye bastıysa ora
halkına üstün kılındı. Nihayet doğuya, batıya, ötesinde hiçbir mahlûkun bulunmadığı
yerlere kadar yolculuklarını bitirdi, İbn İshak der ki: Arap olmayanlardan bir
takım haberler nakleden kimselerin bana anlatüklanna göre Zül-karneyn ile
ilgili bilgilerden miras olarak ders aldıklarına göre o, Mısır ahalisinden
olup adı Yunanlı Merzubân b. Merdube imiş. Yunan b. Yâfes b, Nuh'un
soyundanmış. İbn Hisam der ki: Adı İskender olup, İskenderiye'yi kuran odur.
Bundan dolayı şehir ona nisbet edilmiştir.
İbn İshak der ki:
Bana, Sevr b. Yezîd, Halid b. Ma'dân el-Kelâîden -ki Hâ-lid pek çok kimseye
yetişmiş bir kişi idi- anlattığına göre, Rasûlullah (sav)a Zülkarneyn'e dair
soru sorulmuş. O da şu cevabı vermiş: "O yeryüzünü alt tarafından İzlediği
yollarla tamamen dolaşmış bir hükümdardır." Hâlid dedi ki: Ömer b.
el-Hattab (ra) bir adamın birisine: Ey Zülkarneyn! diye seslendiğini işitince
şöyle demiş: Allah'ım mağfiretini dilerim. Sizler peygamberlerin isimlerini
kullanmakla yetinmeyerek şimdi de meleklerin isimlerini mi kullanmaya
başladınız? İbn İshak der ki: Zülkarneyn'in bunların hangisi olduğunu en iyi
bilen Allah'tır. Rasûlullah gerçekten bunu söyledi mi, söylemedi mi Allah
bilir. Doğru onun söylediğidir.
Derim ki: Ali b. Ebi
Tâlib (ra)dan da Ömer (ra)tn sözünün bir benzeri rivayet edilmiştir. O
birisinin diğerine: Ey Zülkarneyn! diye seslendiğini işitince şöyle demiş:
Peygamberlerin isimlerini kullanmanız size yetmedi de meleklerin isimlerini mi
kullanmaya başladınız?
Yine ondan gelen bir
rivayete göre Zülkarneyn salih, hükümdar bir kul idi. O, Allah'a samimiyetle
bağlanmış, Allah da ona yardımcı olmuştu.
Allah tarafından
gönderilmiş ve yüce Allah'ın ona yeryüzünü fethetmeyi nasib etmiş olduğu da
söylenmiştir.
Dârakutnî, "Ki ta
b u 'I Ah bâr "da, Rabâkîl adındaki bir meleğin Zülkarneyn'e İndiğinden
söz etmektedir. Kıyamet gününde yeryüzünü katlayıp, dürecek olan melek de
budur. O -kimi ilim adamının naklettiğine göre- yeryüzünü birbirinden çözüp
ayıracak ve bütün mahtukatın ayaklan (yüce Allah'ın yeniden yaratacağı yer
olan) es-Sâhire'nin üzerine düşecektir.
es-Süheylî der ki: Bu,
bu meleğin yeryüzünün doğu ve batısını kateden Zülkarneyn'in üzerine inmekle
görevlendirilmiş olmasına benzemektedir. Nitekim Hâlid b. Sinan'a ateşin
musahhar kılınması ile ilgili kıssa da ateş üzerinde görevli olan meleğin
durumuna uygun düşmektedir. Bu görevli melek ise Malik'tir. Ona ve bütün
meleklere selam olsun.
İbn Ebi Hayseme,
"Kİtabu'l SedA"adh eserinde Hâlid b. Sinan el-Absî'yi söz konusu eder
ve onun peygamber olduğunu bildirir. Bu peygambere meleklerden ateşin bekçisi
Malik'in görevlendirilmiş olduğunu bildirir. Hâlid b. Sinan'ın peygamberliğinin
alâmetlerinden (mucizelerinden) birisi de şu idi: Nâru'l-Hadesân diye
adlandırılan bir ateş mağaradan insanlar üzerine çıkıyor ve onları yakıyordu.
Onlarsa bu ateşi geri çeviremiyorlardı. Hâlid b. Sinan bu ateşi geri çevirdi
ve bir daha da bu ateş oradan çıkmadı.
Zülkarneyn'in adının
ne olduğu ve hangi sebepten ötürü kendisine bu ismin verildiği hususunda pek
çok görüş ayrılıkları vardıf. Adının Yunan -Makedonyalı Kral İskender olduğu
söylenmiştir. Adının Hermes olduğu söylendiği gibi Herdis olduğu da
söylenmiştir. İbn Hişâm der ki: O, Vail b. Hİm-yer'in oğullarından, Himyerlı
es-Sa'b b. Zi Yezen adını taşır. İbn İshak'ın görüşü de az önceden geçmiş
bulunmaktadır.
Vehb b. Münebbih der
ki: Zülkarneyn, Romalıdır.
Taberî de Peygamber
(sav)dan bir hadis zikrederek Zülkarneyn'in bir Romalı genç olduğunu
bildirmektedir. Ancak bu, senedi oldukça gevşek (vâ-hî) bir hadistir. Bunu da
İbn Atİyye ifade etmiştir.
es-Süheylî der ki:
Haberler ilminden anlaşıldığına göre; bunlar iki kişi idiler. Bunlardan birisi
İbrahim (as) döneminde olup denildiğine göre; Şam'da bulunan Bi'ru's-Seb'
hususunda onun hükmüne başvurduklarında, İbrahim (as)ın lehine hüküm veren
kişidir.
Diğeri ise İsa (as)
dönemine yakın bir zamanda yaşamıştır.
Onun İbrahim (as)
döneminde yahut ondan az bir süre önce yaşamış azgın hükümdar olan ve
Erendâseb oğlu Beyurâseb'i öldürmüş bulunan Efri-dun (Feridun) olduğu da
söylenmiştir.
Ona bu ismin
(Zülkarneyn) veriliş sebebi ile ilgili görüş ayrılıklarına gelince; Onun iki
tane saç örüğünün bulunduğu ve bundan dolayı ona bu ismin verildiği
söylenmiştir ki, bunu es-Salebî ve başkaları nakletmektedir, Çünkü örükler de
başın kamları (boynuzları -ki Zülkarneyn boynuzları olan, boynuz sahibi
demektir-)dır. Şairin şu beyitinde de böyledir:
"Örüklerinden
yakalayarak öptüm ağzını, Su içmesi yasaklanmış sıtmalının, kaya çukurunda
birikmiş
soğuk suyu içmesi
gibi."
Denildiğine göre; o
krallığının ilk dönemlerinde rüyasında güneşin iki tarafını yakalıyormuş gibi
görmüş, bunu anlatınca güneşin aydınlattığı her tarafa galip gelip hükmünün
altına geçireceği şeklinde yorumlanmış, bundan dolayı da ona Zülkarneyn adı
verilmiş.
Bir diğer görüşe göre;
bu ismin ona veriliş sebebi hem doğuya hem batıya ulaşmış olmasıdır. O
böylelikle adeta dünyanın iki boynuzunu eline geçirmiş gibi oldu.
Bir kesim de şöyle
demektedir: Güneşin doğuş yerine varınca oradaki boynuzlan görmüş, yahutta
onun etrafındaki şeytanın iki boynuzunu görmüş, o bakımdan ona Zülkarneyn adı
verilmiş.
Vehb b. Münebbih der
ki: Sarığının altında iki tane boynuzu (örüğü) vardı.
İbnu'l-Kevvâ, Ali
(ra)a, Zülkameyn'e dair: O bir peygamber miydi, yoksa bir hükümdar mıydı? diye
sormuş. Şu cevabı vermiş: Ne bu, ne o, O sa-lih bir kul idi. Kavmini yüce
Allah'a davet etti. Onun bir karn'ım (alnının bir tarafını) yaraladılar. Sonra
yine onlan davet etti, bu sefer diğerini yaraladılar. O bakımdan ona Zülkarneyn
denildi.
Zülkarneyn'in çağı
hakkında da görüş ayrılığı vardır. Kimisi Musa'dan sonra İdi derken, kimisi
İsa'dan sonraki fetret döneminde yaşamıştır, der. İbrahim ve İsmail döneminde
olduğu da söylenmiştir. Hızır (as) onun en büyük bayrağını taşıyan idi. Biz
bunu el-Bakara Sûresi'nin (el-Bakara, 2/259. âyetin) tefsirinde zikretmiş
bulunuyoruz.
Hülasa; yüce Allah ona
yeryüzünde iktidar vermiş, bütün hükümdarların itaatine girdiği bir
hükümdardır.
Rivayete göre bütün
dünyaya hükmetmiş olan krallar dörttür, tkisi mü'min, ikisi kâfirdir. Mü'min
olanlar Davud oğlu Süleyman (ikisine de selam olsun) ile İskender, kâfir
olanlar ise Nemrut ve Buht Nassar'dır. Bu ümmet arasında da beşinci birisi
daha bütün dünyaya hakim olacaktır. Çünkü yüce Allah: "Onu bütün dinlerin
üstüne hakim kılmak için..." (et-Tevbe, 9/33) diye buyurmuştur, bu da
Mehdî'dir.
Şöyle de denilmiştir:
Ona Zülkarneyn denilmesinin sebebi, her iki cihetten de oldukça asil bir
soydan gelmiş olmasıdır. Hem baba tarafı, hem anne tarafı şerefli aile mensubu
idiler.
Bir diğer görüşe göre;
onun çağında kendisi hayatta olduğu halde insanlardan iki kam (nesil) helak
olmuştur. Yine denildiğine göre; bu ismin ona veriliş sebebi, savaştığı vakit
aynı anda hem İki eliyle hem de bineğinin iki yanından savaşması idi. Ona zahir
ve bâtın ilmi verildiği için bu ismin verildiği de söylenmiştir. Bir diğer
görüşe göre o, karanlığa ve nura girdiğinden dolayı, bir başkasına göre de o
hem Fars'lara hem de Rumlara hakim olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
[248]
"Gerçekten, Biz
ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş..." Ali (ra) dedi ki: Yüce Allah
ona bulutları musahhar kılmış ve yollar önünde alabildiğine açılmış, önü hep
aydınlatılmış idi. O bakımdan onun için gece de gündüz de birdi. Ukbe b. Âmir
yoluyla gelen hadisçe, Peygamber (sav) kendisine Zülkarneyn hakkında soru
soran kitab ehlinden bir takım kimselere şöyle demiştir: "O önceleri
Rumlardan bir delikanlı idi. Sonra kendisine hükümdarlık verildi. Mısır'a
gelinceye kadar yeryüzünde yol aldı. Orada İskenderiye diye anılan bir şehir
inşa etti. Bu işi bitirince ona bir melek geldi ve onu yükseltti. Kendisine
altında bulunanlara bir bak, dedi, O da sadece yaptığım şehri görüyorum, ondan
başka bir şey görmüyorum, dedi. Melek ona: İşte o yerin tamamıdır. Senin
etrafını çevirdiğini gördüğün o siyahlık ise denizdir. Yüce Allah sana yeri
göstermek murad etti. Sana orada bir saltanat verdi. Haydi yeryüzünde yürü,
cahile öğret, ilim adamına da güç ve sebat ver."[249]
"Ve ona herşeyin yolunu
göstermiştik.'' İbn Abbas der ki: Dilediğine ulaşmasına sebeb teşkil edecek
her bir şeye dair bilgi vermiştik. el-Hasen der ki: Dilediği yere ulaşması
imkanını vermiştik. Bir açıklamaya göre; mahlukatın gerek duyacağı herşeyden
vermiştik. Bir diğer görüşe; göre hükümdarların şehirleri" fethetmek,
düşmanları kahretmek için kendilerine yardımcı olacak herşeyden vermiştik,
demektir.
"Sebeb (mealde;
yol)" ise halat ve ip demektir. Kendisi vasıtası île bir şeye ulaşılan
her şey hakkında istiare yoluyla kullanılır olmuştur.
O da bir yol
tuttu" buyruğunu İbn Âmir, Âsim, Hamza ve el-Kisaî "eliFi kat' ile
(yani hemze şeklinde) okumuşlardır. Medineliler ve Ebu Amr ise; şeklinde vasi
ile okumuşlardır. Kendisine verilmiş olan se-beblerden (yollardan) bir yolu izledi,
demektir.
el-Ahfeş der ki: Bu
iki ayrı okuyuşta fiilin kullanılmış iki şekli olan: aynı manadadır. Tıpkı;
Onun terkisine bindim, fiili gibi. Yüce Allah'ın; "Meğer ki hızlıca
hırsızlayıp bir şey kapan olsun; hemen arkasından parlak, delici bir alev ona
yetişir" (es-Sâffât, 37/10) buyruğundaki fiil de bu türdendir,
"Hasen-be-sen; kabîh-şakîh: güzel-mü zel; çirkin-mirkin" gibi kelâmda
itbâ' da bu köktendir,
en-Nahhâs der kî: Ebu
Ubeyd, Kûfelİlerin kıraatini tercih etmiş ve: Çünkü bu yol almaktan gelmektedir,
diyerek açıklamıştır. O da, el-Asrnai de; yol alıp ona yetişmemesi halinde;
şeklinin kullanılacağını yetişmesi halinde ise; şeklinin kullanıldığını
nakletmişlerdir. Ebu Ubeyd der ki: "Güneş doğarken onların ardından
gittiler" (eş-Şuarâ, 26/60) buyruğunda da bunun gibidir.
en-Nahhâs der ki:
Böyle bir ayırımı el-Asmai nakletmiş olsa dahi bir gerekçe yahutta bir delil
olmadıkça kabul edilmez. Yüce Allah'ın: "Güneş doğarken onların ardından
gittiler" buyruğunda onlara yetiştiklerinden söz edilmemektedir. Söz
edilen: Musa (as) ve arkadaşları denizden çıktıktan sonra, Firavun ve
arkadaşlarının onların geçtikleri yerden geçince deniz üzerlerine kapanmış
olduğudur. Bu hususta doğru olan bu fiilin her üç şeklinin de aynı anlamda ayrı
söyleyişler olduğudur ve üçü de yol almak manasınadır. Bu yol almakla birlikte
yetişmenin olması da mümkündür. Sözkonusu olmaması da mümkündür.
"Nihayet güneşin
battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü"
buyruğunda geçen "Kara çamurlu" kelimesini İbn
Âsim, Âmir, Hamza ve el-Kİsaî sıcak anlamında, diye
okumuşlardır. Diğerleri ise "elif'siz ve hemzeli okumuşlardır. Yani dibe
çöken kara çamuru bol demektir. "Kuyunun çamuaınu çekip çıkardım"
demektir. Buna karşılık; "ise kuyunun dibindeki kara çamur çoğaldı"
demektir. Bununla birlikte Âsim ve diğerlerinin kıraatinin de hemzeli kıraatten
gelmesi ve hemzenin tahfif edilerek "ya"ya kalb edilmiş olması da
mümkündür. Bazen her iki kıraat bir arada açıklanarak: O pınar hem sıcak, hem
de kara çamurlu idi, denilir.
Abdullah b. Amr dedi
ki: "Peygamber (sav) battığı vakit güneşe baktı ve şöyle dedi: "İşte,
Allah'ın kızgın ateşi. Eğer Allah'ın emri onu alıkoymasaydı, yeryüzünde ne
varsa hepsini yakardı."[250]
İbn Abbas dedi ki:
Bunu bana Ubeyy, Rasûlullah kendisine okuttuğu şekilde: (*v- Oî" ^) diye
okuttu.
Muâviye de: O
"elif" iledir, deyince Abdullah b. Amr b. el-As: Ben mü'minlerin
emiri ile aynı kanaatteyim, deyince aralarında Ka'b'ı hakem tayin ederek: Ey
Ka'b, Tevrat'ta sen bunu nasıl olduğunu görüyorsun, diye sordular. O: Benim
gördüğüm kara bir pınarda battığı şeklindedir, diyerek İbn Abbas'a uygun kanaat
belirtti.
Şair -ki o Yemenli
hükümdar Tubba'dır- dedi ki:
"Zül karneyn
bende a önce müslümandı,
Bir hükümdardı.
Hükümdarlar ona itaat eder, secde ederdi,
Doğulara ve batılara
kadar ulaştı. Hikmeti sonsuz ve yol
Göstericinin emrinin
yollarını arayarak.
Gördü, güneşin battığı
vakitte batış yerinin,
Siyah birikmiş bir
çamurlu pınarda battığını."
el-Kaffâl der ki: Kimi
ilim adamı şöyle demiştir: Maksat güneşin kendisine ulaşıp temas edinceye
kadar doğuş ve batış yerine ulaştığı değildir. Çünkü güneş yere yapışmaksızın
arzın etrafında sema ile birlikte deveran eder ve yeryüzünde bilinmeyen bir
yerdeki bir pınara sığmayacak kadar-, hatta güneş yeryüzünden kat kat daha
büyüktür. Bundan maksat onun batı ve doğu taraflarından yeryüzünün ma'mur
olduğu en uç noktalara kadar vardığıdır. İşte o vakit onun gözüne güneşin kara
çamurlu bir suda battığı göründü. Nitekim bizler düzlük bir arazide güneşin
yerin içine girdiğini görüyoruz. Bundan dolayı yüce Allah: "Onu, güneşe
karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu
gördü" diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise güneşin doğuşu esnasında
onlara çarptığını ve değdiğini anlatmak değildir. Aksine güneşin üzerine ilk
doğduğu kimselerin durumunu anlatmak istemiştir.
el-Kutebî der ki: Bu
pınarın denizin bir parçası olması da mümkündür. Güneşin bu pınarın arka
tarafında yahut onunla beraber, ya da onun yakınında batması mümkündür.
Böylelikle sıfat, o sıfata sahip olanın yerine ikame edilmiş olmaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
"Onun yanında da
bir kavim buldu." Yani o pınarın yanında yahut o pınarın bittiği yerin
yakınında bir kavim buldu, Bunlar Cabers halkı idi. Sürya-nice'de buna Cercîsâ denilir.
Burada, geriye kalanları Salih (as)a iman etmiş, Semûd neslinden bir kavim
yaşamaktaydı. Bunu es-Süheylî nakletmiştir.
Vehb b. Münebbih dedi
ki: Zülkarneyn, Rumlardan birisi olup, Rum yaşlı kadınlanndan birisinin oğlu
idi. Bu kadının ondan başka da çocuğu yoktu. Adı, İskender'di. Ergenlik yaşına
geldiğinde -salih bir kul idi- Yüce Allah ona: Ey Zülkarneyn dedi. Ben seni
yeryüzü ümmetlerine göndereceğim. Bunların dilleri birbirinden farklıdır. Bu
ümmetler yeryüzündeki bütün ümmetlerdir. Bunlar sınıf sınıftır. İki ümmetin
arasında yeryüzünün bütün boylamı yer alır. İkisi arasında da yeryüzünün bütün
enlemi bulunmaktadır. Kimileri de yeryüzünün ortasındadırlar. Cinler,
insanlar, Ye'cuc ile Me'cuc bunlardandır. Yeryüzü boylamının aralarında
bulunduğu iki ümmete gelince, bunların birisi güneşin batı tarafında olup
Nâsîk diye anılır. Diğeri ise güneşin doğu tarafındadır. Buna da Mensik
denilir. Yeryüzü enleminin aralarında bulunduğu iki ümmete gelince; bunların
birisi yeryüzünün sağ yansındadır ve bunlara Hâvîl denilir. Diğeri ise sol
bölümünde olup, bunlara da Tâvîl denilir.
Zülkarneyn dedi ki: Ey
ilahım. Sen, beni boyutlarını senden başka hiçbir kimsenin bilemediği büyük bir
iş için seçtin. Bana bu ümmetlerle hangi güçle baş edeceğimi, hangi sabırla
bunlara katlanacağımı, hangi dille bunlarla konuşacağımı haber verir misin? Ben
yanımda hiçbir güç yokken onların dillerini nasıl anlayacağım? Yüce Allah
şöyle buyurdu: Sana yüklemiş olduğum bu görevi başarı ile yerine getirmeni
sağlayacağım. Kalbine bir genişlik vereceğim ve herbir şeyi anlayabileceksin.
Kavrayışını sağlamlaştıracağım, herşeyi kavrayabileceksin. Sana bir heybet
vereceğim, hiçbir şeyden de korkmayacaksın. Aydınlığı ve karanlığı emrine
vereceğim, ikisi senin askerlerinden bîr asker olacak. Aydınlık senin önünde
yol gösterecek, karanlık arkandan seni koruyacak.
Kendisine bu sözler
söylenince, kendisine uyanlarla birlikte yola koyuldu. Güneşin battığı yerin
yakınında bulunan ümmete doğru yürüdü. Çünkü ümmetler arasında ona en yakın o idi.
Bu ümmetin de adı Nâsik'di. Orada sayısını Allah'tan başka kimsenin bilmediği
pek büyük kalabalıklar, Allah'tan başkasının güç yetiremeyeceği pek büyük
çapta güç ve kuvvet buldu. Oldukça değişik diller ve değişik inanışlarla
karşılaştı. O da onların çokluklarına karşı karanlıkla çıktı. Onların
etraflarına her taraftan onları kuşatacak kadar karanlık askerlerinden üç
askeri çevrelerine yerleştirdi, Nihayet
bu
karanlık onları tek bir yerde topladı. Daha sonra aydınlıkla onların üzerine
girdi. Kendilerini yüce Allah'a ve O'na ibadete davet etti. Kimisi ona iman
etti, kimisi kâfir oldu ve onun önünde engel teşkil etti. Yüz çevirenler üzerine
karanlığı saldı, dört bir yandan onları kapladı. Bu karanlık ağızlarından,
burunlarından, gözlerinden girdi. Evlerine girdi, herbir taraftan onları kuşattı.
Şaşırıp kaldılar, dalgalar halinde birbirlerine girdiler. Helak olmaktan
korkmaya başladılar. Hep bir ağızdan: Biz iman ettik, diye bağrıştılar. Bu sefer
üzerlerindeki karanlığı açtı ve kılıç zoruyla onları eline geçirdi, davetini
kabul ettiler. Batıdaki bu insanlardan pek büyük toplulukları asker etti ve hepsini
tek bir ordu haline getirdi. Sonra da onları kumandası altına alarak yola
koyuldu. Arkalarından karanlık onları ileri doğru götürüyor ve arkasından (gelecek
tehlikelere karşı) onu koruyordu. Aydınlık ise önlerinden gidip ona yol
gösteriyordu.
Yeryüzünün sağ
tarafında bulunan Havil denilen ümmete ulaşmak üzere yeryüzünün sağ tarafından
yol alıyordu. Yüce Allah onun elini, kalbini, aklını ve görme duyusunu
musahhar kıldı. Bîr iş yaptı mı yanlışlık yapmıyordu. Büyükçe bir nehire yahut
bir denize varacak olurlarsa ayakkabı parçaları gibi küçük tahta parçalarından
gemiler yapar ve kısa bir süre içerisinde bunları bir araya getirirdi. Bu
gemilerin bitiminden sonra beraberinde bulunan bütün ümmetleri bunlara
doldururdu. Denizleri, nehirleri aştıktan sonra bu parçaları birbirinden çözer
ve herbir kişiye bir tahta parçası verirdi. Böylelikle bunu taşımaktan
yorulmazdı.
Nihayet, Havil denilen
ümmetin butunduğu yere geldi. Bunlara da Nâsik denilen ümmete yaptığını yaptı.
Onlar da iman ettiler. Onların işini bitirdikten ve askerlerini beraberine
aldıktan sonra yeryüzünün diğer tarafına gitmek üzere yola koyuldu. Nihayet
güneşin doğuş yeri yakınındaki Mensik'e ulaştı. Bunlara da aynı şeyleri yaptı
ve ilkine yaptığı şekilde bunlardan da ordular aldı. Daha sonra Tâvil üzerine
gitmek üzere yeryüzünün sol tarafına doğru yola koyuldu. Bu ümmet Hâvil'in
karşı tarafında bulunan ümmetti ve bu iki ümmet arasında yeryüzünün enlemi
bulunuyordu. Bunlara da öncekilere yaptığını yaptı. Daha sonra yeryüzünün
ortalarında bulunan cinlerden, insanlardan, Ye'cuc ve Me'cuc'tan oluşan
ümmetlerin üzerine yöneldi.
Doğu tarafında
Türklerin diyarının sol noktasına bitişik yere kadar geldiğinde, insanlardan
salih olan bir ümmet ona şöyle dedi: Ey Zülkarneyn şu iki dağın arasında
sayılamayacak kadar pek çok Allah'ın yarattığı bir takım varlıklar vardır.
Bunlar insanlara benzemezler, bunlar hayvanları andırıyorlar. Otları yerler,
yırtıcı hayvanların yaptığı gibi çeşitli canlıları ve evcil olmayan hayvanları
avlarlar, Yılan, akrep, kertenkele ve yüce Allah'ın yeryüzünde canlı olarak
yaratmış olduğu her türlü haşeratı yerler. Bir yıl içerisinde yüce Allah'ın
yarattığı hiçbir varlık onlar kadar artıp çoğalmaz. Eğer durum böylece devam
edecek olursa, yeryüzünü dolduracaklar ve orada bulunanları sürecekler. Biz
sana belli bir gelir vermenin karşılığında bizimle onlar arasında btr set
yapar mısın? diye bu sözün geri kalan kısımlarını da nakletti. İleride Ye'cuc,
Me'cuc ve onlardan bir tür olan Türklerin niteliklerine dair yeterli
açıklamalar gelecektir.
"Dedik ki: Ey
Zülkarneyn" el-Kuşeyrî Ebu Nâsr der ki: Eğer Zülkarneyn bir peygamber
idiyse bu bir vahiydir, eğer peygamber değil ise o takdirde bu, yüce Allah
tarafından ona gelmiş bir ilhamdır.
Onları İstersen
azaplandırabllirsin yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin." İbrahim
b. es-Serrî der ki: Yüce Allah, Muhammed (sav)ı "Eğer sana gelirlerse
aralarında ister hükmet, ister anlardan yüz çevir" (el-Mâide, 5/42) vb.
buyruklarda muhayyer bıraktığı gibi onu da bu iki husustan birisini işlemekte
muhayyer bırakmıştır.
Ebu İshâk ez-Zeccac
der ki: Bu buyruğun anlamı şu ki: Yüce Allah bu iki hükümden birisini seçmekte
onu serbest bırakmıştır.
en-Nahhas der ki:
Ancak Ali b. Süleyman onun bu görüşünü reddetmiştir. Çünkü, Zülkarneyn'in
peygamber olduğu sahih olarak sabit değildir ki bu şekilde hitab etmesi söz
konusu olsun. O yüce Rabbi hakkında:
"Sonra o, Rabbine
döndürülecek" nasıl desin ve nasıl: "Onu azaplandı-racağız"
diyerek çoğul olarak hitab etsin? Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: Biz Ey
Muhammed dedik. Onlar da: Ey Zülkarneyn... dediler.
Ebu Ca'fer en-Nehhas
der ki: Ebu'l-Hasen'in söylediği bu sözün hiçbir manası yoktur. Çünkü yüce
Allah'ın: "Dedik ki: Ey Zülkarneyn..." buyruğunda yüce Allah'ın ona
çağında bulunan bir peygamber vasıtası ile böylece hitab etmiş olması mümkün
olduğu gibi, Peygamberine: "Bundan sonra ister karşılıksız bırakın, ister
fidye alın." (Muhammed, 47/4) dediği gibi; ona da böyle bir şey söylemiş
olması mümkündür.
Yüce Allah'ın:
"...Onu azaplandiracağız. Sonra o, Rabbine döndürülecek" buyruğunda
açıklanması zor görülen hususa gelince; bunun da takdiri şöyledir; yüce Allah:
"Onları İstersen azaplandırabilirsin..." buyruğunda belirtildiği
gibi onları öldürmek ile diğer taraftan: "Yahut onlara güzel muamelede
bulunabilirsin" buyruğunda da onları hayatta bırakmak arasında muhayyer
bırakınca o da o kavme şunları söyledi: "Kim zulmederse" yani aranızdan
küfür üzere kalmaya devam ederse "onu" öldürmek
suretiyle'azaplan-dıracağtz. Sonra o" kıyamet gününde "Rabbine
döndürülecek, Rabbi de onu" cehennemde oldukça çetin "şiddetli bir
azap ile azaplandıracak.
"Fakat kim"
küfürden tevbe edip "iman edip de salih amel işlerse..."
Ahmed b. Yahya dedi
ki: "Onları istersen azaplandırabilirsin, yahut onlara güzel muamelede
bulunabilirsin" buyruğunda yer alan; nasb mahallindedir. Bununla birlikte
merfu kabul edİ-lîrse; o da doğru olur ve; "Yahutta o (yapacağın
iş)..," anlamında olur. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Haydi yürümeye
koyul, ya ihtiyacınız olan bir işi göreceksiniz Yahutta güzel bir öğle uykusu
ile bir arkadaş bulacaksınız."
" Onun için en
güzel bir mükâfat vardır" buyruğunu Medineliler, Ebu Amr ve Âsımr şeklinde
(tenvinli ve fethalı değil de) mübtedâ yahutta İstikrar[251]
üzere ref ile okumuşlardır. ise izafet İle cerr mahallindedir. İzafet
dolayısıyla da tenvin hazfedilir. Onun için âhirette Allah nezdinde en güzel
bir mükafat -ki o da cennettir- vardır. Burada görüldüğü gibi mükâfat cennete
izafe edilmiştir. Allah'ın: "Hakku'l-Yakîn"; (el-Vakıa, 56/95); Ve
şüphesiz âhiret yurdu..." (el-En'âm 5/32) buyruklarında olduğu gibi. Bu
açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır.
"En güzel bir
mükâfat" -diye meali verilen- "el-Hüsnâ" ite sa-lih amellerin
kastedilme İhta mali de vardır.
Mükâfatın Zülkarneyn
tarafından verilmesinin de kastedilmiş olması mümkündür. Yani ben ona bağışta
bulunurum ve fazladan da ona lütfederim.
İki sakinin arka
arkaya gelmesi dolayısı ile tenvinin hazfi caiz olduğu gibi uel-hüsnâ"
kelimesinin Basralılara göre bedel olarak, Kûfeliiere göre ise tercüme olarak
ref mahallinde olabilir. İbn Ebi İshak'ın; şeklindeki kıraati buna göre
açıklanır. Ancak burada tenvin hazfedilmez, hazfedilme-mesi daha güzeldir. Sair
Kûfelİler ise tenvinli ve nasb ile; diye okumuşlardır ki bu da; "ceza
olarak ona el-Hüsnâ vardır" takdirinde demektir.
el-Ferrâ der ki:
"mükâfat olarak" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. Masdar (mef
ul-ü mutlak) olarak nasb edildiği de söylenmiştir, ez-Zeccac ise der ki: Bu hal
konumunda bir mastardır; yani"Ona karşılık olarak bu verilecektir"
demek olur.
İbn Abbas ve Mesrûk
ise mansub fakat tenvinsiz oiarak; diye okumuşlardır. Bu okuyuş İbn Ebi Hatim'e
göre iki sakinin yanyana gelmesi dolayısıyla tenvin hazfedilmiştir. Ötreli ve
tenvinsiz okuyuşun iki izahından birisinde olduğu gibi.
en-Nehhâs der ki:
Ancak bu ondan başkalarına göre bir yanlışlıktır. Çünkü burası, iki sakin
dolayısıyla tenvinin hazfedileceği bir yer değildir ve buna göre ifade;
"İyiliğinin mükâfatı olarak ona sevab vardır" takdirindedir.
"Sonra bir başka
yol tuttu." Bundan önce bu fiilin çeşitli kullanım şekillerinin aynı
manada olduğuna dair açıklamalar geçmiştir. Başka bir yol izledi ve çeşitli
konaklardan geçti, anlamındadır.
"Nihayet güneşin
doğduğu yere vardığı zaman" buyruğunda geçen;” "Doğduğu yer"
kelimesini Mücahid ve İbn Muhaysin "mim" ile "lam" harfini
üstün ile okumuşlardır, "Güneş ve yıldızlar doğdu, doğmak, doğuş"
denilir. "Lam" harfinin üstün ve es-reli okunuşu aynı zamanda güneşin
doğuş yeri anlamına da gelir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır.
Yani o, sonunda
kendileri ile güneşin doğuş yeri arasında insan diye kimselerin bulunmadığı
bir kavmin bulunduğu yere vardı. Güneş ise bunun ötesinde oldukça uzak bir yerde
doğuyordu. İşte yüce Allah'ın: "...Bir kavmin üzerine doğduğunu
gördü" buyruğunun anlamı budur.
Bunlar hakkında görüş
ayrılıkları vardır. Bunların kim olduklarına dair Ve-hb b. Münebbih'in kanaati
önceden geçmiş bulunmaktadır. Ona göre bunlar Mensik adında ve Nâsîk denilen
ümmetin karşısında yer alan bir ümmet idi. Mukatil de böyle demiştir. Katade
ise her ikisine de Zinc denildiğini söylemiştir. el-Kelbî ise bunlar Tarîs,
Hâvîl ve Mensik adını taşıyan ümmetlerdi, demiştir. Bunlar çıplak ayaklı, elbisesiz
ve hakka kargı kör kimselerdi. Köpekler gibi birbirlerine yaklaşır ve eşekler
gibi birbirlerine karışırlardı.
Bunların Câbelk
ahalisi olduğu da söylenmiştir. Bunlar da Hûd'a iman etmiş olan Âd kavminin
mü'mirilerinin soyundan geliyorlardı. Süryanice'de bunlara Markîsâ denilir.
Güneşin battığı yerde
bulunanlar ise Cabers ahalisidir. Bu iki şehirden her birisinin onbin kapısı ve
her bir kapısı arasında bir fersahlık mesafe vardır. Cabelk'in ötesinde başka
ümmetler de vardır. Bunlar ise Tâfîl ve Târis'dirler. Ye'cuc ile Me'cuc'e
komşudurlar. Cabers ve Cabelk ahalisi, Peygamber (sav)a iman etmişlerdir. İsrâ
gecesi onların yanından geçmiş, onları davet etmiş, onlar da davetini kabul
etmişlerdir. Diğer ümmetleri de davet ettiği halde onun çağrısını kabul
etmediler. Bunu da es-Süheylî zikreder ve şöyle der:
Ben bütün bunları
Mukatil b. Hayyân'ın, İkrime'den, onun İbn Abbas'tan, onun da Peygamber
(sav)dan rivayet ettiği uzunca bir hadisten özetledim. Bunu Taberî de, MukauTe
kadar senedi ile kayd ettikten sonra, Mukatil tarafından Peygambere nisbet
ederek naklettiği bir hadis olarak rivayet etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
"...Güneşe karşı
kendilerine hiçbir siper yapmadığımız" yani güneşin doğuşu esnasında ona
karşı kendilerini koruyabilecek bîr engelleri bulunmayan "bir kavmin
üzerine doğduğunu gördü."
Katade der ki: Bu
kavim ile güneş arasında herhangi bir örtü yoktu. Çünkü onlar üzerinde bina
yapılamayan bir yerde bulunuyorlardı. O bakımdan onlar bir takım tüneller
içerisinde yaşıyorlardı. Güneş çekilip gitti mi maişetlerini kazandıklan
yerlere ve tarlalarına geri dönerler. Yani içine girip, barınacakları ne
dağdaki bir mağaraları, ne de güneşe karşı kendilerini koruyacak bir evleri
vardı,
Umeyye dedi ki; Ben,
Semerkant'ta insanlarla konuşan bir takım kişiler gördüm. Onlardan birisi dedi
ki: Çin'i aşıp geçinceye kadar yola koyulup gittim. Ona: Seninle onlar
arasında bir gün, bir gecelik kadar bir mesafe vardır. Bunun üzerine ben de
onları bana gösterecek bir adamı ücretle tuttum. Nihayet sabahleyin onların
yurduna vardım. Onlardan herhangi bir kimsenin kulağını altına yatak gibi
yaydığını, diğerini de yorgan gibi üzerine örttüğünü gördüm. Benîm yol
arkadaşım onların dilini biliyordu. Onlarla birlikte geceyi geçirdik. Ne dîye
geldiniz, diye sordular. Biz güneşin nasıl doğduğunu görmek için geldik,
dedik. Bu sırada bir çıngırak sesi gibi bir ses işit tik. Ben baygın düştüm,
uyandığımda bana sürdükleri yağla vücudumu ovalıyorlardı. Güneş su üzerinde
doğunca suyun üzerinde adeta zeytinyağını andırıyordu. Semanın bir tarafı da
bir çadır şeklinde idi. Güneş yükselince beni tünellerine soktular. Gün
yükselip güneş tepelerinden yana doğru kayınca balık avlamak üzere çıktılar.
Avladıkları bu batıkları güneşe bırakıyor ve pişiyordu.
İbn Cüreyc der ki: Bir
gün onlara bir ordu geldi. Oranın ahalisi onlara: Siz burada iken güneş
doğmasın. Onlarsa güneş doğmadıkça buradan gitmeyeceğiz, dediler. Daha sonra:
Bu kemikler nedir? diye sordular. Onlara: Allah'a and olsun ki bu kemikler
üzerlerine güneşin doğduğu bir ordunun kemikleridir, hemen buracıkta
ölüverdiler, dediler. (İbn Cüreyc) dedi ki: Bunun üzerine hemen gerisin geri
kaçmaya koyuldular.
el-Hasen der ki:
Onların yaşadıkları yerde ne dağ ne de ağaç vardı. Orada bina yapılamıyordu.
Üzerlerine güneş doğdu mu suya girerlerdi. Güneş yükseldi mi sudan çıkarlar ve
hayvanların otladığı gibi otlarlardı.
Derim ki: Bu sözler
orada hiçbir şehir bulunmadığını göstermektedir. Doğrusunu en İyi bilen
Allah'tır. Onların bir bölümünün suya girdiği, bir bölümünün de tünellere
girdiği de söylenebilir. O takdirde el-Hasen ile Katade'nin sözleri arasında
çelişki söz konusu olmaz.[252]
92. Sonra
bir yol tuttu.
93. Nihayet
İki dağ arasına ulaştığı zaman önlerinde hemen hemen
hiçbir söz anlamayan
bir kavim buldu,
94. Dediler
ki: "Ey Zülkarneynl Gerçekten Ye'cûc ve Me'cûc bu yerde bozgunculuk yapanlardır. Sana bir vergi
versek de buna
karşılık bizimle onların arasında bir set
yapıversen."
95. Dedi ki:
"Rabbimin bana verdiği imkânlar daha hayırlıdır. Siz bana (bedeni) güçle
yardım edin ki, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.
96.
"Bana büyük demir parçaları getirin." Nihayet dağlatın İki yanını
tam denkleştirdiği vakit: "Üfleyin" dedi Nihayet onu bir ateş haline
getirince: "Getirin bana üzerine erimiş bakır dökeyim" dedi.
97. Artık
onu ne aşabildiler, ne de onu delmeye güç bulabildiler.
98.
"İşte bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va'dl gelince onu dümdüz eder.
Rabbimin va'di haktır" dedi.
"Sonra bir yol
tuttu."
"Nihayet İki dağ
arasına ulaştığı zaman..." bunlar Ermenistan ve Azerbaycan taraflarında
iki dağdır. Ata el-Horasanî, İbn Abbas'tan: "tki dağ arasına"
buyruğundan kasıt, Ermenistan ve Azerbaycan'daki iki dağdır, dediğini rivayet
etmektedir.
"Önlerinde* yani
o dağların arka taraflarından "hemen hemen hiçbir söz
anlamayan bir kavim
buldu." (Mealindeki buyrukta): "Anla(ma)yan" kelimesini Hamza ve
el-Kisaî "ya" harfini ötreli "kaf" harfini esreli olarak;
şeklinde; fiilinden muzari diye okumuşlardır. Bu da kendileri konuşmakla
birlikte konuştuklarına başkalarını anlatamayanlar anlamındadır. Diğerleri İse
"ya" harfini de "kaP harfini de üstün okumuşlardır ki; bu da
anlamayanların kendileri olduğu manasınadır. Her iki kıraat te sahihtir. Bu;
hem kendileri başkalarının sözlerini anlamıyorlar, hem de kendileri başkalarına
söylediklerini anlatamıyorlar, demektir.
İnsanlardan salih bir
ümmet ona: "Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde
bozgunculuk çıkaranlardır."
el-Ahfeş dedi ki:
"Ye'cûc" kelimesini hemzeli okuyanlar "Me'cûc" kelimesindeki
hemzeleri asıldan kabul eder ve "Ye'cûc"un vezni "yefûT,
"Me'cûc"un vezni de "mef ûl" olur. Bu şekliyle-,
"Ateşin alev alması, alevlen-mesi"nden türemiş gibidir. Hernzesiz
telaffuz edenler ve bunları fazladan "elif" olarak kabul edenler ise
"Yâ'cûc" diye söylerler ki; bu; den "Mâ'cûc" de; den gelmiş
olur. Bu iki özel isim de munsarıf değildir. Ru'be (bu söyleyişe uygun olarak)
der ki:
"Şayet Yâ ette ve
Macuc hep birlikte,
Âd kavmi de avdet
edip, Tubba'ı galeyana getirecek olurlarsa..."
Bunu el-Cevherî
zikretmektedir:
Şöyle de
açıklanmıştır: Bunlar Arapça olmayan iki isim olduklarından dolayı munsarıf
değildirler. Tıpkı Tâlût ve Câlût gibi. Ayrıca bunlar Arapça kökten de türemiş
değildirler. Munsarıf olmalarını önleyen ise Arapça olmayışları, nıarife ve
müennes oluşlarıdır.
Bir kesim de şöyle
demiştir: Bu iki kelime; den gelmekte olup, Arapçalaştırılmışiardır. Munsarıf
olmayışlarının illeti ise marife ve te'nis'dir.
Ebû Ali der ki: Bu iki
kelimenin Arapça olmaları da mümkündür. Çünkü "Ye'cûc" kelimesini
hemzeli okuyanlara göre bu kelime "Cerbua" kelimesinin fiili yef ûl
veznindedir. Bu da; ateş aleviyle etrafı aydınlattı, demek olan; dan gelir.
Alev almak anlamındaki; da; "Acı, tuzlu" ifadesi de buradan
gelmektedir.
Hem2esi2 telaffuz
edenlerin ise bu kelimedeki hemzeyi hafifleterek "elif'e kalb etmiş olması
mümkündür. (Baş anlamındaki); in hemzesiz okunuşu gibi. "Me'cûc"
kelimesi de; den mef'ul veznindedir. Her iki kelime iştikak bakımından aynı
kökten gelirler. Bunu hemze'siz okuyanların da hemzeyi hafifletmiş olmaları
mümkün olduğu gibi; bu kelimenin den "fâûl" vezninde olması da
mümkündür. Her iki kelimenin munsartf olmayış sebebi ise müenneslik ve marife
oluşlarıdır. Çünkü kabile ismini andırmaktadırlar.
Yeryüzünde fesad
çıkarmalarına gelince, bu hususta farklı görüşler vardır. Said b. Abdulaziz
der ki: Onların fesad çıkarmaları Âdemoğullarını yemeleridir. Bir kesim de
şöyle demektedir: Onların fesad çıkarmaları beklenen bir şeydi. Yani fesad
çıkaracaklar. O bakımdan onlardan korunmak maksadıyla böyle bir istekte
bulundular.
Bir diğer kesim de
şöyle demektedir: Fesad çıkarmaları zulüm, baskı, öldürmek ve insanların
yaptığı bilinen diğer fesad şekilleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Onların nitelikleri,
setlerinden çıkışları ve Yâfes'İn çocukları olduklarına dair bir takım haberler
de varid olmuştur. Ebu Hureyre, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Nuh (as)ın, Sâm, Hâm ve Yâfes adında oğulları oldu. Araplar,
Farslar ve Rumlar, Sâm'ın çocuklarıdırlar, hayır da bunlardadır.
Ye'cuc, Me'cuc,
Türkler ve İskitler de Yâfes'İn çocuklarıdır, bunlarda hayır yoktur. Kıptfler,
Berberîier ve Sudan (yani siyahiler) Hâm'ın çocuklarıdırlar."[253]
Ka'b el-Ahbar dedi ki:
Âdem (as) ihtilam oldu ve suyu (menisi) toprağa karıştı. Bundan dolayı üzüldü,
o bakımdan (Ye'cuc ile Me'cuc) bu sudan ya-ratıidtlar. Bundan dolayı onlar anne
tarafından değil de, baba tarafından bize ulaşırlar.
Ancak bu haber su
götürür bir haberdir. Çünkü peygamberler (Allah'ın sa-"ât ve selamı
üzerlerine olsun) ihtilâm olmazlar. Onlar (Ye'cuc ile Me'cuc) Yâ-fes'in
çocuklarıdırlar. Nitekim Mukâtil ve başkaları da böyle demişlerdir.
Ebu Said el-Hudrî,
Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Onlardan (yani
Ye'cuc ile Me'cuc'den) herhangi bir kimsenin sulbünden bin adam doğmadıkça
birisi ölmez."
Ebu Said (el-Hudrî)
dedi ki: Bunlar Ye'cuc ile Me'cuc'un soyundan gelen yirmibeş kabiledirler.
Gerek bunlardan, gerekse de Ye'cuc ile Me'cuc'den birisinin sulbünden bin kişi
doğmadıkça bir kişi Ölmez. Bunu el-Kuşeyrî nak-! etmektedir.
Abdullah b. Mes'ud
dedi ki: Peygamber (sav)a Ye'cuc ile Me'cuc hakkında soru sordum. O şöyle
buyurdu: "Ye'cuc ile Me'cuc iki ümmettirler. Bu ümmetin herbirisi
dörtyüzbin ümmettir. Bu ümmetin herbirisinin sayısını da Allah'tan başka hiç
kimse bilmez. Onlardan birisinin sulbünden hepsi de silah :aşıyacak yaşa gelen
bin erkek çocuk doğmadıkça, kimse ölmez." Ey Allah'ın Rasûlü, bize onların
niteliklerinden söz et denilince, şöyle buyurdu: "Bunlar üç sınıftırlar.
Bir sınıf dağ selvisini -ki bu Şam topraklarında yetişen ve her-birisinin
yüksekliği yirmi zira'ı bulan bir ağaçtır- gibidir. Bir diğer kesimin eni boyu
yaklaşık bir zira' kadar aynıdır. Bir diğer kesim ise bir kuiağını kendisine
yatak yapar, öbür kulağını da yorgan yapar, Bunların karşısına fil, ya-nani
hayvan, domuz ne çıkarsa mutlaka onu yerler. Aralarından öleni de yerler.
Onların öncü kuvvetleri Şam topraklarında, ardçıları da Horasan'da olacaktır.
Bunlar doğudaki nehirleri içecekler, Taberiye gölünü içecekler. Allah, Mekke,
Medine ve Beytulmakdîs'e girmelerini de engelleyecektir."[254]
Ali (ra) da şöyle
demiştir: Onlardan bir kesimin boyu bir karıştır. Bunla-nn yırtıcı hayvanlar
gibi pençeleri ve parçalayıcı azı dişleri vardır. Güvercinler gibi
birbirlerine seslenirler, Hayvanlar gibi çiftledirler, kurtlar gibi ulurlar.
Sıcağa ve soğuğa karşı kendilerini koruyacak tüyleri vardır. Kulakları çok
büyüktür. Bunlardan birisi kışı içinde geçirdikleri
bir tüydür. Diğeri ise yazı içinde geçirdikleri bir deridir. Bunlar şeddi
kazırlar, tam onu delip çıkacakları vakit yüce Allah onu eski haline geri
çevirir. Yüce Allah'ın izniyle onu yarın deleriz, diyecekler. İşte o vakit onu
delecek ve çıkacaklardır. İnsanlar kalelere sığınarak korunmaya çalışacaklar.
Bunlar semaya doğru ok atacaklar, attıkları ok kana bulanmış olarak
kendilerine geri dönecektir. Sonra yüce Allah onları boyunlarında çıkacak (ve
develerin, koyunların burunlarında meydana gelen kurtçuklara benzer)
kurtçuklarla helak edecektir. Bunu el-Gaznevî zikretmektedir.
Ali (ra) da, Peygamber
(sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ye'cuc dörtyüz tane
kumandanları bulunan bir ümmettir. Me'cuc da böyle. Onlardan herhangi birisi
ata binmiş bin tane çocuğunu görmedikçe ölmez.[255]
Derim ki: Ebu Hureyre
yoluyla gelen merfu bir hadisi İbn Mâce, Sünen'in-de rivayet etmiş
bulunmaktadır. Buna göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Ye'cuc ile
Me'cuc her gün (şeddi delmek maksadıyla) kazıyıp dururlar. Tanı güneşin ışığını
görmeye yaklaştıklarında başlarındaki (âmir) şöyle der: Haydi geri dönün, artık
bunu yarın kazırsınız. Ancak yüce Allah öncekinden daha sağlam bir şekilde iade
eder. Nihayet onların (şedde kalacakları) süre dolacağında ve yüce Allah onları
insanların üzerine göndermeyi murad edeceğinde, yine şeddi kazıyacaklar ve
güneşin ışığını görmeye yakınlaştıkları bir noktada amirleri geri dönün, yüce
Allah'ın izniyle yarın onu kazıyacaksınız (ve deleceksiniz) der. Böylelikle
(inşaallah diyerek) istisna yapmış olacaklar. (Ertesi gün) tekrar oraya
geleceklerinde onu bıraktıkları şekilde bulacaklar ve orayı da kazıyacaklar.
İnsanların üzerine yürüyecekler, suyu içip kurutacaklar. İnsanlar kalelerine
sığınarak onlara karşı korunmak isteyecekler. Oklarını yukarı doğru atacaklar,
okları üzerlerinde kan izleri olduğu halde geri dönecek. -Ravi der ki:
Hıfzettiğime göre böyle.- Bunun üzerine: Bizler yeryüzündeki insanları
kahrettik. Semadakilerin de üzerine çıktık. Bunun üzerine yüce Allah, boyun
bölgelerinde bir takım kurtçukları üzerlerine salacak ve bunlarla onları öldürecektir."
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Nefsim elinde'olana yemin ederim ki yeryüzü
hayvanları onların etlerinden dolayı semirecek ve memeleri süt ile
dolacaktır."[256]
Vehb b. Münebbth dedi
ki: Zülkarneyn bunları gördü. Onlardan birisinin boyu bizden orta boylu bir
adamın boyunun yarısı kadardır. Tırnakların olduğu yerde onların hayvan
pençelerini andıran tırnakları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi azı dişleri ve
parçalayıcı dişleri vardır, Çeneleri deve çenelerini andırır. Kılları serttir.
Bütün vücutlarını örtecek kadar kıllıdırlar. Herbirleri-nin büyükçe iki kulağı
vardır. Bunlardan birisini yorgan olarak kullanır, öbürünü de yatak olarak.
Onların herbiri ecelinin ne zaman geleceğini de bilir. Eğer erkek ise sulbünden
bin tane erkek çıkmadıkça ölmez. Dişi ise bin dişi doğurmadıkça ölmez.
es-Süddî ile ed-Dahhâk
derler ki: Türkler Ye'cûc ile Me'cûc'den küçük bir bölümdür. Bunlar ortaya
çıkıp değişiklikler yapmaya koyuldular. Zülkarneyn gelip şeddi yaptı ve şeddin
bu tarafında kaldılar.
es-Süddî der ki: Sed yirmi
bir kabile üzerine yapıldı. Onlardan tek bir kabile şeddin beri tarafında
kaldı, bunlar da Türklerdir. Bunu da Katade demiştir.
Derim ki: Eğer bu
böyle ise şunu bilelim ki Peygamber (sav) Ye'cûc ile Me'cûc'u nitelendirdiği
gibi; Türkleri de nitelendirmiştir. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlar yüzleri kat kat kalkanı andıran, giydikleri, kıldan
elbiseler olan kıl İçerisinde yürüyen" -bir başka rivayette de; kıldan yapılmış
ayakkabılar giyen -"bir kavim olan Türklerle savaşmadıkça kıyamet
kopmayacaktır." Bu hadisi Müslim, Ebu Dâvûd ve başkaları rivayet etmiştir.[257]
Peygamber (sav)
sayılarını, çokluklarını ve ne kadar güçlü olduklarını bildiğinden dolayı:
"Türkler size İlişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz" diye buyurmuştur.[258]
Onlardan şu dönemde
yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin sayılarını bilmediği ve yüce Allah'tan
başka kimsenin müslümanlardan geriye püskürte-meyeceği pek çok ümmetler çıkmış
bulunmaktadır. Bunlar sanki Ye'cûc ve Me'cûc yahutta bunların mukaddimeleri
(öncü kuwetleri)dirler.
Ebu Davûd'da, Ebu
Bekre'den gelen bir rivayete göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden bir takım kimseler Dicle adı verilen bir nehrin yakınında
Basra diye adlandırılan düz bir yerde konaklayacaklar. Bu nehrin üzerinde bir
köprü olacaktır. Oranın ahalisi çoğalacak ve orası muhacirlerin -İbn Yahya
dedi ki: Ebu Ya'mer dedi ki: Müslümanların -şehirlerinden bir şehir olacaktır.-
Âhir zamanda ise yüzleri geniş, gözleri küçük, Kantûrâ-oğuüan gelecek ve bu
nehrin kıyısına konaklayacaklardır. O şehrin ahalisi üç gruba ayrılacak. Bir
grup İneklerin kuyruklarının arkasına takılıp çöle gidecekler, bunlar helak
olacaklar. Bir grup kendileri için (bunlardan teminat) alacak ve böylece kâfir
olacaklar. Bir grup da çoluk-çocuklarım arkalarına
alacak ve savaşa koyulacaklar. İşte şehidler
bunlardır."[259]
"Basra"
gevşek, yumuşak taş demektir. Basra şehrine bu isim bundan dolayı verilmiştir.
"Kantûrâoğulları" Türklerdir. Denildiğine göre; Kantura İbrahim
(sa)ın cariyelerinden birisinin adıdır. Bu cariyenin Hz. İbrahim'den çocukları
oldu. Türkler de bunların soyundan geldi. (Allah en iyisini bilir).[260]
"Sana bir vergi
versek de buna karşılık bizimle onların arasında bir set yaptırıversen"
buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[261]
"Sana bir vergi
versek..." ifadesi güzel bir edeble sorulmuş bir sorudur.
" Vergi"
belli bir miktarda mal, anlamındadır. Bu kelime "ra" harfinden sonra
"elif" ile (harâc şeklinde) diye de okunmuştur. "Elif"siz
söyleyiş, "elif"li söyleyişe göre daha özel bir anlam ifade eder. O
bakımdan; " Kendi baş vergini ve şehrinin haracını öde" denilir.
el-Ezherî der ki:
Harâc keiimesi vergi, fey malı, cizye ve gelir anlamlarında kullanılır. Aynı
şekilde harâc mallarda verilmesi gereken farz hisselerin de adıdır.
"EliPsiz "hare" ise mastardır.
"Buna karşılık
bizimle onların arasında bir sed yapıversen" buyruğun-daki sed;
"redm; yığılarak yapılan engel" demektir. Redm birbiri ile bitişik ve
kaynaşmış şekilde üstüste yapılan yığma demektir, "Yamanmış elbise"
demektir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır.
Mesela: "Yarığı
(çatlağı, çukuru) kapattım" demektir. Redm aynı zamanda isim olup, sed
demektir. Redm'in şedden daha beliğ bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir.
Çünkü sed kendisi ile bir boşluğun, açığın kapatıldığı herşey anlamındadır.
Redm ise taş, toprak ve buna benzer şeyleri tam bir engel teşkil edecek şekilde
üstüste koyup yerleştirmek demektir. Nitekim elbisesini kalın ve üstüste
yamalarla yamayan bir kimsenin halini anlatmak üzere -bu kökten- denilir.
Antere'nin şu mısra'ı da burdan gelmektedir.
"Acaba şairler
yama yapılması gereken bir yeri, (yamamaksızın) terk ettiler mi?"
Üstüste terkib
edilecek, söylenmesi gereken bir sözü söylemeksizin bırakmışlar mıdır,
demektir.
"Sed"
kelimesi "sin" harfi üstün olarak; diye okunmuştur, el-Halil, ile
Sîbeveyh şöyle derler: "Sin" ötreli olursa isim olur, üstün olursa
mastardır. el-Kisaî der ki: Üstün ve ötreii okuyuş aynı anlamdaki iki ayrı
söyleyiştir. İkrime, Ebu Amr b. el-A'lâ ve Ebu Ubeyde de şöyle derler: Allah
tarafından yaratılmış olup da insanların herhangi bir katkıda bulunmadıkları
engeller için ötreli söyleyiş, insan tarafından yapılmış olanlar için de
üstünlü söyleyiş kullanılır. Ancak bu görüşü kabul eden kimselerin "sin"
harfini burada üstün ile okumaları, bundan önceki; "İki dağ arasına"
lafzını da ötreli okumaları gerekir.
Ebu Hatim ise İbn
Abbas ve İkrime'den, Ebu Ubeyde'nin söylediklerinin aksini nakletmektedir, İbn
İshak da şöyle demektedir: Gözlerinle gördüklerini "sin" harfi
ötreli olarak "süd" şeklinde, görmediklerini de üstün ile
"sed" şeklinde zikredersin.
[262]
Bu âyet-i kerîmede
hapishaneler yapıp, fesad ehli kimseleri burada hapsetmeye, onları diledikleri
şekilde tasarrufta bulunmalarını engellemeye, fesadları üzere
bırakılmayacaklarına, aksine canlarını incitecek şekilde dövül ecekierine,
hapsedileceklerine yahutta kefalet altında bırakılacaklarına -Ömer (ra)ın
yaptığı gibi- delil vardır.
[263]
"Eabbiinin bana
verdiği İmkânlar daha hayırlıdır..." buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı
da iki başlık halinde sunacağız:
[264]
"Rabbimin bana
verdiği imkânlar daha hayırlıdır" buyruğunun anlamı şudur: Zülkarneyn
onlara dedi ki: Yüce Allah'ın bana vermiş olduğu güç. ve hükümdarlık imkânları
sizin vereceğiniz vergiden ve mallarınızdan daha hayırlıdır, ama beden gücüyle
bana yardım ediniz. Yani aranızdan beden ile çalışacak kimseler ve adamlar ile
şeddi yapmakta kullanacağım araçlar veriniz.
Bu da yüce Allah'ın
aralarında cereyan eden bu konuşmada Zülkarneyn'i
bir te'yididir. Çünkü orada bulunanlar eğer ona belli bir vergi vermek
üzere aralarından mal toplayıp vermiş olsalardı, kimse ona yardım etmezdi. O
şeddi bina etme işini ona bırakırlardı. Bizzat ona yardımcı olmaları ise onun
için daha güzeldi ve bu işin daha çabuk bitmesini sağladı. Belki de bu şekilde
çalışmaları onun kendisine vereceklerinden söz ettikleri vergiden daha da
fazla miktara tekabül ediyordu.
Yalnız İbn Kesîr
"bana verdiği imkânlar" (anlamındaki) lafzı; şeklinde iki
"nun" ile, diğerleri ise tek "nûn" ile; diye okumuşlardır.
[265]
Bu âyet-i kerîmede
hükümdar kimsenin yönettiklerinin ülkelerini korumakla yükümlü olduğuna,
onların gediklerini kapatmak, serhadlerini düzeltip sağlamlaştırmak için
çalışmasının farz olduğuna, bunları da faydalarını görecek olan yönetilenlerin
mallarından ve kendi himayesi ve gözetimi altında hazinelerinde toplanan hak
ettiklerinden karşılayacağına delil vardır. İsterse bu hakİarı yerine getirmek
isterken bütün malları tükenmiş olsun ve bu yükümlülükler servetlerini tamamen
bitirmiş olsun. Yönetilenler bütün bu açıklan, gedikleri kendi mallarından
kapatmakla yükümlü oldukları gibi yöneticinin de onlara güzel bir şekilde
bakması, koruması görevidir. Bu da üç şartla olur;
1- Hiçbir
hususta kendisini onlara tercih etmeyecek.
2- Önce
muhtaç olanların ihtiyaçlarını görmekle işe bağlayacak, onlara yardımcı
olacak.
3- Vereceği
atiyyelerde (devlet hazinesinden yapacağı bağışlarda) konumlarına uygun olarak
aralarında eşitlik sağlayacak.
Bundan sonra bu hazine
tamamıyla bitip boşalacak olursa, karşılaşılan olaylar görülmesi gereken bir
işi ortaya çıkmasına sebeb olurlarsa, mallarından önce canlarını ortaya
koyarlar. Bunun faydası olmazsa o takdirde belli bir değerlendirmeye göre
mallarından alınır ve güzel bir tedbir ile bu mallar harcanır.
İşte, Zülkarneyn'e
çekindikleri Ye'cûc ile Me'cûc saldırısını kendilerinden önlemesi maksadı ile
ona mal vermelerini teklif ettiklerinde, O: Benim malınıza ihtiyacım yok,
benim size ihtiyacım var. O bakımdan "siz bana (bedeni) güçle yardım
edin" yani benimle birlikte bizzat hizmette bulunun, dedi. Çünkü benim
yanımda mal var, sizin yanınızda da adam var. Onların verecekleri malın
kendilerine ihtiyacı ortadan kaldırmayacağını, eğer bu malı bir ücret olarak
alırsa bunun ihtiyaç duyduğu asıl gücü azaltmış olacağını,
o bakımdan tekrar onlara ücretle çalıştırmak için
müracaat edeceğini gördü. Dolayısıyla bedenen hizmetçe bulunmalarının daha
uygun olduğunu tesbit etti.
Bu konuda ilke şudur:
Hiçbir kimsenin malı karşı karşıya kalınacak bir zaruret olmadıkça helâl
olmaz. Bu durumda da bu mal gizli değil açıkça alınır. Bir takım kimseleri
tercih ederek, kayırarak değil, adaletle harcanır. Kişisel baskı ve dayatma
usulüyle değil, cemaatin görüşüne göre harcanır. Doğruya muvaffak kılan yüce
Allah'tır.
[266]
"Bana büyük demir
parçaları getirin" yani bana büyük demir parçalarını verin, elime teslim
edin. Onlara araç taşımalarını emretmiş oldu. Bütün bunlar hibe anlamı
taşımaksızın vermeye davettir. Bu ona gerekli araçları elleriyle vermeye bir
çağrıdır. Çünkü o kendilerinden vergi almayacağını söylemişti. Geriye sadece
gerekli araçları verme ve bedenen çalışmaya çağırmaktan başka bir şey
kalmıyordu.
"Büyük demir
parçaları" demir kesitleri demektir. kelimesinin aslı toplanıp, bir araya
gelmek demektir. Aslanın boynunun çevresinde toplanan tüylere; " Arslan
yelesi" denilmesi de buradan gelmektedir. "Kitabı yazdım ve
harflerini bir araya getirip topladım" demektir.
Ebu Bekr ve
el-Mufaddal; şeklinde gelmek fiilindenmsş gibi okumuşlardır. Bu da; "Bana
demir kütleleri getirerek geliniz" anlamındadır. Cer harfi düşünce (kütle
anlamındaki "zübar" kelimesi) fiil ile nasbedilmiştir. Şairin şu
mısra ında olduğu gibi:
"Sana hayrı
emrettim..."
Burada da cer edatı
hazfedildiğinden fiil nasbetmiştir.
Cumhur
"züber" kelimesinin "be" harfini üstün olarak okumuştur.
el-Ha-sen ise bunu ötreli okumuştur. Her iki şekilde de büyük parça demek olan
"zübre'nin çoğuludur.
"Nihayet dağların
iki yanını" yaptığı inşaat ile "tam denkleştirdiği vakit"
demektir. Asıl söz konusu olan inşaat olduğundan dolayı ayrıca zikredilmeyerek
hazfedil mistir.
" Dağların İki
yanını" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Ubeyde der ki: Kasıt dağın iki
yanıdır. Ona "sadefeyn" isminin veriliş sebebi iki yanın
biribirlerine tesadüf etmesi yani birbirlerinin karşılarında bulunması, biri
diğerine mülakî olmasıdır. Bu açıklamayı ez-Zühri[267] ve
İbn Abbas yapmıştır. Biri diğerinden sanki yüz çeviriyormuşçasına
"sudûPdan gelen bu isim verilmiştir. Şair der ki:
"Onun aydınlığı
dağın her iki yanını da aşıp geçiyor, Karanlıktaki kandil gibi alev
saçıyor."
Yüksekçe binaya da
dağın kenarına (yar'ına) benzetilerek "sadef' denilir. Hadis-i şerifte de
şöyle denilmektedir: "Meyletmek üzere olan bir sadefin yanından geçti mi
hızlıca yürürdü,"[268] Ebu
Ubeyd dedi ki: Sadef ve hedef yüksekçe ve büyük her yapıya verilen isimdir.
İbn Atiyye der ki:
"İki sadeP karşılıklı iki dağa verilen isimdir. Yalnız birisine
"sadef" denilmez. Ama ikisine "sadefân" denilir. Çünkü biri
diğerine tesadüf etmektedir.
Nâfi', Hamza ve
el-Kisaî; kelimesini "sad" harfi üstün ve şeddeli "dai"
harfi de üstün olarak okumuştur. Aynı zamanda bu Ömer b, el-Hat-tab (ra)ın ve
Ömer b. Abdulaziz'in de kıraatidir. Bu, Ebu Ubeyde'nin de tercih ettiği
kıraattir. Çünkü en meşhur olan lügat (söyleyiş) budur.
İbn Kesîr, İbn Âmir ve
Ebu Amr ise "sad" ve "dal" harflerini ötreli okumuşlardır.
Ebu Bekr yoluyla gelen
rivayetinde Âsim ise "sad" harfini Ötreli, "dal™ harfini sakin
okumuştur. "Curf" ve "cüruf gibi. Bu da bir tahfiftir.
İbnu'l-Macişûn
"sad" harfini üstün, "dal" harfini ötreli okumuştur.
Kata-de ise "sad" harfini üstün "dal" harfini sakin
okumuştur. Bütün bu okuyuşların anlamı birdir ve karşılıklı iki dağ demektir.
"Üfleyin,
dedi" buyruğundan itibaren âyetin sonuna kadar buyruğun anlamı şudur;
Körüklerle, demir kütleleri üzerine üfleyin. Çünkü o bir kat demir kütlesi ve
taş konulduktan sonra odun ve kömürü tutuşturup ateş bunları kızdınncaya kadar
körüklemelerini emrederdi. Demirin üzerine ateş yakıldı mt o da tıpkı ateş
gibi olur. İşte yüce Allah'ın; "Nihayet onu bir ateş haline
getirince" buyruğunun anlamı budur. Sonra da Câyet-İ kerîmede geçen):
"el-Kıtr" ile ilgili görüş ayrılıklarına göre: Eritilmiş bakır yahut
kurşun veya demir getirilir, bunu da hazırlanmış olan bu tabakanın üzerine
boşaltırdı. Bu şekilde birbirlerine kaynaşıp iyice birbirine geçip yapıştıktan
sonra tekrar yeniden aynı şekilde bir tabaka daha koyardı. Bu da iş tamamlanıncaya
kadar ve bu boşluk da son derece sağlam bir dağ haline gei inceye kadar devam
etti.
Katade der ki: Bu dağ
çizgili bir elbise gibidir. Bir yol siyah ve bir yol kırmızıdır.
Rivayet edildiğine
göre bir adam Rasûlullah (sav) gelmiş ve: Ey Allah'ın Rasûlu, ben Ye'cûc ile
Me'cûc şeddini gördüm, demiş. Peygamber ona: "Onu nasıl gördün"
deyince, şu cevabı vermiş: Ben onu çizgili bir elbise gibi gördüm, bir yol
san, bir yol kırmızı, bir yol sihaytı. Rasûlullah (sav): "Sen onu
gerçekten görmüşsün" diye buyurdu.[269]
"Nihayet onu bir ateş haline getirince" buyruğu ateş gibi olunca
demektir.
"Getirin bana
üzerine erimiş bakır dökeyim" buyruğu da şu demektir: Bana bakır getirin,
onun üzerine dökeyim, anlamında takdim ve te'hir yapılmış bir ifadedir.
"Getirin
bana" buyruğunu; şeklinde okuyanlara göre anlamı şu olur: Gelin onun
üzerine bakır boşaltayım ki, müfessirierin çoğuna göre "kıtr"
eritilmiş bakır, demektir. Bunun da aslı; "Damlamak'tan gelmektedir. Çünkü
eritilmesi halinde suyun damlaması gibi o da damlar. Bir başka kesim de
"kıtr" eritilmiş demirdir derken, aralarında İbnu'l-Enbarî'nin de yer
aldığı bîr başka kesim, eritilmiş kurşun demektir, der. Bu kelime;
"Damladı, damlar,. Biz ona erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık"
(Sebe1, 34/12) buyruğunda ki "el-kıtr" kelimesi de buradan gelmektedir.
[270]
"Artık onu ne
aşabildiler" Ye'cûc ile Me'cûc üzerine çıkamadılar, ona tırmanamadılar.
Çünkü bu sed dağın seviyesine gelmiş dümdüz kaygan bir zemindi. Dağ da
aşılamayacak kadar yüksekti. Şeddin yüksekliği ikiyüzelli zira' idi. Rivayete
göre iki dağ arası uzunluğu ikiyuz fersah, eni de elli fersah idi. Bunu da Vehb
b. Münebbih söylemiştir.
"Ne de onu
delmeye güç bulabildiler." Buna sebeb ise hem eninin fazla oluşu, hem de
çok sağlam bir yapı oluşudur. Sahih hadiste Ebu Hureyre yoluyla gelen rivayette
Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bugün Ye'cûc île
Me'cûc şeddinden bu kadar bir gedik açıldı" dedi ve Vehb b. Münebbih parmaklarını
doksan gibi birbirine getirdi. Bir rivayette de: Baş parmak ile şehadet
parmağını halka yaptı, diyerek hadisin geri kalan kısmını zikretmektedir.[271]
Yahya b. Sellâm, Sa'd
b. Ebi Arûbe'den, o Katâde'den, o Ebu Rafî'den, o Ebu Hureyre'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: Ye'cuc ile Me'cuc her gün şeddi
del(meye çalışOrlar. Nihayet tam güneş ışığını gördüklerinde başlarındaki:
Geri dönün, onu yarın deleceksiniz, der. Ama yüce Allah önceki gibi en sağlam
şekline iade eder. Nihayet onların süreleri dolunca yüce Allah da insanların
üzerine onları göndermeyi murad edeceği vakit kazımaya koyulurlar ve güneşin
ışığını görecek noktaya yaklaştıklarında başlarında bulunan kişi: Haydi geri
dönün, inşaallah onu kazıyacaksınız (deleceksiniz) der. Tekrar oraya
geleceklerinde onu bıraktıkları şekilde bulacaklar, şeddi delecekler ve
insanların üzerine çıkacaklar."[272]
Hadîs az Önce geçmiş bulunmaktadır.
"Ne de... güç
bulabildiler" buyruğunu Cumhur "ti" harfini şed-desiz olarak
okumuştur. Bunun; anlamında bir söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Şöyle de
denilmiştir: Hatta aynen budur. Çünkü Araplarca bu fiil çokça kullanıldığından
dolayı kimileri "te" harfini tamamen hazfederek; diye
kullanmışlardır. Bazıları da "tf harfini hazfederek; diye kullanmışlardır.
Bu da-, anlamındadır ve bu meşhur bir söyleyiştir.
Yalnız Hamza
"ti" harfini şeddeli okumuştur ki o da bu okuyuşuyla fiilin; şeklinde
olduğuna işaret etmek istemiş gibidir. Sonra da "te" harfini
"tf harfine idğam edip, "ti" harfini şeddeli okumuştur. Bu da
izah bakımından zayıf bir kıraattir. Ebu Ali İse caiz değildir, demiştir.
el-A'rneş de
"Artık onu ne aşabildiler, ne de onu delmeye güç bulabildiler"
buyruğunda her iki yerde de "te" harfi ile okumuştur.
[273]
"İşte bu,
Rabbinden bir rahmettir" sözlerini söyleyen Zülkameyn'dir. "Bu"
ile de yaptığı şedde, buna güç yetirmeye, Ye'cûc ile Me'cûc'ten gelecek zararı
önlemek suretiyle ondan yararlanmaya işaret etmiştir. İbn Ebi Abte;
"Bu" zamirini müennes (ve rahmete işaret) olarak; diye okumuştur.
"Rabbimİn
vaadi" yani kıyamet günü, bir diğer görüşe göre oniann çıkacakları vakit
"gelince onu dümdüz eder" yerle bir olur, demektir.
Dümdüz" kelimesi
ile yüce Allah'ın: "Yer parça parça ve dümdüz edildiğinde" (el-Fecr,
89/21) buyruğunda da aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır. İbn Arafe der ki:
Yer, herhangi bir yüksekliği olmaksızın dümdüz edildiğinde, demektir. Yüce
Allah'ın: "Onu dümdüz eder" buyruğu da bu kökten gelmektedir,
el-Yezidî der ki: Bu da dümdüz etmesi demektir. Hörgücü gitmiş deveye de;
denilir. el-Kutebî der ki; Onu yere yapışmış ve alçaltılmış kılar, demektir.
el-Kelbî ise kırık, dökük parçalar haline getirir anlamındadır, demiştir. Şair
der ki:
"Sabah yola
çıkandan başkası bir mağarayı parça parça edip de yıkan var mıdır?"
el-Ezherî der kî: Bu
fiil dövüp, ufalamak anlamındadır.
diye okuyan dağın
küçük bir tepe haline getirilmiş olması anlamını kasteder. Çünkü bu kelime dağ
seviyesine ulaşmayan küçük tepe hakkında kullanılır. Çoğulu da; diye gelir.
Hamza, Âsim ve
el-Kîsaî ise hörgücü olmayan deve demek olan "ed-Dek-kâ'"ya
benzeterek med ile; diye okumuşlardır.
Buyruk şu takdirde
olup, ondan hazfedilmiş bir ifade vardır: Onu bir tepecik gibi kılar. Böyle
bir takdir kaçınılmazdır. Çünkü sed müzekkerdir ve sonu hemze ile biten bu kelime
ile sıfatlandınlamaz.
Şeklinde okuyanlara
gelince; bu da yıkılıp, ufalanmayı ifade eden; fiilinin mastarıdır.
Etti, kıldı fiilinin
yarattı anlamında olma ihtimali de vardır, O takdirde; hâl olarak nasb edilir.
Bunu med ile (yani sonu hemze ile) okuyanların kıraatinde de nasb ile okunması
da aynı şekilde iki şekilde açıklanabilir.
[274]
99. O gün
onları birbiri içine dalgalanır bir halde bırakmışızdır. Sûr'a da üfürühnüş
olacaktır. Bu suretle hepsini toplayacağız.
100. O gün
kâfirleri cehennemle yüzyüze getiririz.
101. Onlar
ki, Senim öğüdüme karşı gözleri perdeli İdi. Dinleyecek güçleri de yoktu,
102. O
kâfirler, Beni bırakıp kullarımı veliler edineceklerini tnİ sandılar? Biz,
cehennemi o kâfirlere bir konak olarak hazırladık.
103. De ki:
"Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları sîze haber verelim mi?
104.
"Onlar o kimselerdir ki, dünya hayatında yaptıkları boşa gitmiştir.
Üstelik kendilerinin muhakkak İyi yaptıklarını zannederler.
105.
"Onlar, Rabblerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edip amelleri boşa
gitmiş olanlardır. Biz kıyamet günü onlar için Ölçü tutmayacağız.
106.
"İşte böyle. Onların cezası kâfir oldukları, âyetlerimi ve peygamberlerimi
alaya aldıkları için cehennemdir."
107.
Gerçekten iman edip, salih ameller işleyenlerin ise konakları Firdevs
cennetleridir.
108. Onlar
orada ebediyyen kalıcıdırlar. Oradan ayrılmak da istemezler.
109. De ki:
"Rabbimin sözleri için denîz(ler) mürekkep olsa, buna yardımcı olarak bir
o kadar daha katsak, Rabbünin sözleri tükenmeden o deniz(ler) tükenir."
110. De ki;
"Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Yalnız bana ilâhınızın ancak tek
bir İlâh olduğu vahyedillyor. Artık kim Rabbi-ne kavuşmayı ümid ediyorsa; salih
bir amel işlesin ve Rabbî-ne İbadetinde kimseyi ortak koşmasın."
"O gün onları birbiri
içine dalgalanır bir halde bıraknuşızdtr" buyruğunda
"bırakmısızdır" daki zamir yüce Allah'a aittir. Yani Biz kıyamet gününde
cinleri ve insanları birbiri içine dalga dalga karışacak halde bırakırız.
Şöyle de
açıklanmıştır: Biz o gün yani Şeddin (süresinin) tamamlanacağı vakitte Ye'cûc
ile Me'cûc'u birbiri içine dalgalanır halde bırakacağız.
Burada
"dalgalanma" tabiri, herhangi bir keder ya da korkudan dolayı aklı
başından gitmiş, hayret içerisinde ve biri diğerinin içine karışmış olduğu
halde gidip gelmelerini anlatmak maksadıyla kullanılan bir istiaredir. Bununla
kendilerini birbirine karışan deniz dalgalarına benzetmektedir.
Bir başka açıklamaya
göre; Bizler Şeddin açılacağı gün Ye'cûc ile Me'cûc'u dünyada çoklukları
dolayısıyla birbirine karışmış halde bırakacağız.
Derim ki: Bunlar üç
ayrı görüştür. En kuvvetlileri ortadaki görüştür. En uzak ihtimalde olanı
sonuncusudur. Birinci görüş de güzel bir görüştür. Çünkü yüce Allah'ın:
"Rabbünin va'di gelince" buyruğunun te'vilinde kıyametin söz konusu
olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Sûr'a da
üfürülmüş olacaktır" buyruğu ile ilgili açıklamalar daha önceden el-En'âm
Sûresi'nde (6/73. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Bu suretle
hepsini" yani cinleri ve insanları kıyametin Arasat'ında "toplayacağız.".
"O gün kâfirleri
cehennemle yüzyüze getiririz" yani onlara açıktan açığa gösteririz.
"Onlar ki, Benim
öğüdüme karşı gözleri perdeli idi," Onlar yüce Allah'ın kesin belgelerine
bakmayan, gözü örtütü kimseler durumunda idiler. "Onlar kî anlamındaki;
"kâfirler'e sıfat okrak cer mahallindedir.
"Dinleyecek
güçleri de yoktu," Yani yüce Allah'ın kelâmını kulak verip dinleyecek
takatleri yoktu, onlar sağır durumunda idiler.
"O kâfirler, Beni
bırakıp da kullarımı" İsa'yı, melekleri ve Uzeyr'i "veliler
edineceklerini" ve Benim kendilerini cezalandırmayacağımı -buna göre
ifadede bir hazf vardır- "mı sandılar?"
ez-Zecçac Bunun
kendilerine fayda sağlayacağını mı sandılar? anlamındadır, demiştir.
Ali, İkrime, Mücahid
ve İbn Muhaysın "...mı sandı(lar)" kelimesini "sin"
harfini sakin ve "be" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu da; bunun
onlara yeterli geleceğini mi sandılar? anlamındadır. "Biz, cehennemi o
kâfirlere bir konak olarak hazırladık."
[275]
"De ki: Amelleri
açısından en çok ziyana uğrayanları size haber verelim mi..." buyruğundan
itibaren: ".„ Biz, kıyamet günü onlar için Ölçü tutmayacağız"
buyruğuna kadafki âyetlere dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[276]
"De ki: Amelleri
açısından en çok ziyana uğrayanları size haber verelim mi?" buyruğunda
şuna delâlet vardır: Kimi insanlar iyilik yaptığı zannı ile bir amelde bulunur.
Ancak onun ameli boşa gitmiştir. Amelin boşa gitmesini gerektiren ya itıkad
bozukluğudur ya da riyakârlıktır. Burada maksat ise küfürdür.
Buhârî kaydettiği bir
rivayette Mus'ab'ın şöyle dediğini rivayet eder: Babama: "De ki: Amelleri
açısından en çok ziyana uğrayanları size haber
verelim mi?" buyruğunda kastedilenler Hârûrâlılar (Haricîler)
mıdır? diye sordum. O: Hayır, dedi. Onlar yahudiler ve hristiyanlardır.
Yahudiler, Mu-hammed (sav)ı yalanladılar. Hristiyanlar ise cenneti inkâr
ettiler ve orada ne yiyecek var, ne de içecek, dediler. Hârûrâlılar ise iyice
sağlamlaştirdıktan sonra Allah'ın ahdini bozan kimselerdir. Sa'd oniarı
fasıklar diye adlandırıyordu[277]
Âyet-i kerîme azar
manasını ihtiva etmektedir. Yani, Benden başkalarına ibadet eden şu kâfirlere
de ki: Yarın onların bütün yaptıkları boşa çıkacak, bütün ümitlerinin boş
olduğunu anlayacaklardır. O bakımdan onlar amelleri itibariyle en çok zarara
uğrayacaklar olacakttr. Bunlar aynı zamanda "o kimselerdir ki dünya
hayatında yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik kendilerinin* Benden başkasına
ibadet etmek suretiyle"muhafckak iyi yaptıklarını zannederler."
İbn Abbas der ki:
Bununla Mekke kâfirlerini kastetmektedir. Ali (ra) ise bunlar Hâricilerdir yani
Hârûrâlılardır, Bir seferinde de: Bunlar manastırlarına çekilmiş rahiplerdir,
demiştir.
Rivayete göre İbn
el-Kevvâ ona (Ali -ra.-e) amelleri açısından en çok ziyana uğramış olanlar
hakkında soru sormuş, ona sen ve arkadaşların, diye cevap vermiştir.
İbn Atiyye der ki:
Ancak bundan sonra gelen yüce Allah'ın şu buyruğu bütün bu görüşlerin zayıf
olduğunu ortaya koymaktadır: "Onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O'na
kavuşmayı inkâr edip, amelleri boşa gitmiş olanlardır."
Bu taifeler arasında
ise Allah'ı inkâr eden, O'na kavuşmayı, öldükten sonra dirilişi, amellerin
karşılıklarının verilmesini inkar eden yoktur. Bunlar ancak putlara tapan Mekke
müşriklerinin vasıflandır. Ali ile Sa'd (ra)ın sözünü el-tikleri kimseler ise
bu âyet-i kerîmeden paylarına düşeni almış bulunan kimselerdir.
"Amelleri
açısından " buyruğu temyiz olarak nasbedilmiştir. "Boşa
gitmiştir" buyruğunu, Cumhur "be" harfini esreli olarak okumuştur.
İbn Abbas ise "be" harfini üstün olarak okumuştur.
[278]
"Biz, kıyamet
günü onlar İçin ölçü tutmayacağız" buyruğundaki "Tutmayacağız"
buyruğunu Cumhur azamet "nûn"u ile (yani yüce Allah'a ra-ci' olan
birinci çoğul zamiriyle) okumuşlardır. Mücahid ise gaib "ya"sı ile
okumuştur kî; Allah onlar için ölçü tutmayacaktır, anlamında olur. Ebu Ubeyd b.
Umeyr ise; diye okumuştur. O takdirde ölçü anlamındaki kelimenin sonunu
"elif siz olarak şeklinde okumalıdır. Nitekim mücahid de aynı şekilde;
"Kıyamet gününde hiçbir ağırlıkları olmayacaktır" diye okumuştur.
Ubeyd b. Umeyr der ki:
Kıyamet gününde iriyarı, uzun boylu, çok yiyen -çok içen birisi getirilir de
yüce Allah nezdinde sivrisinek kanadı kadar bir ağırlığı olmayacaktır.
Derim ki: Bu ve
benzeri bir kanaat, kişisel görüşe dayanılarak söylenemez, Bu manada merfu bir
hadis olarak Buhârî ve Müslim'in, Sahih'lerinde Ebu Hureyre'den gelen bir hadis
sabit olmuştur. Buna göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde
iriyarı, oldukça şişman adam gelecek de sivrisinek kanadı kadar bir ağırlığı
olmayacaktır. Arzu ederseniz: "Biz kıyamet günü onlar için ölçü
tutmayacağız" buyruğunu okuyunuz."[279]
Onların hiçbir
mükâfatları olmayacaktır, demektir. Onların bütün amellerine azab ile karşılık
verilecektir. Çünkü onların kıyamet günü kurulacak terazilerde tartılabilecek
türden hiçbir iyilikleri bulunmayacaktır. İyiliği bulunmayan kimse ise
cehennemdedir.
Ebu Said el-Hudrt der
ki: Tihâme dağlan gibi ameller getirilecek fakat bunların hiçbir ağırlığı
olmayacaktır.
Şöyle de
açıklanmıştır; Buyruğun mecaz ve istiare kastı ile zikredilmiş olma ihtimali
de vardır, O gün onların bizim yanımızda hiçbir kıymetleri olmayacaktır,
denilmiş gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
(Zikrettiğimiz)
hadis-i şerifteki fıkhı incelikler arasmda şunlar da vardır: Şişmanlamak için
gayret gösterenlerin şişmanlığı yerilmektedir. Çünkü bu maksat ile yiyecekler
için bir takım külfetlere girilir ve üstün ahlâkî değerler bırakılarak
bunlarla meşgul olunur. Hatta lüks ve şişmanlamak maksadı ile yeteri miktardan
fazla yemek yemenin haram olduğuna dahi delil de görülebilir. Nitekim peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şanı yüce Allah tarafından en çok
buğzedilen adamlar, şişman habr (ilim adam)dır."[280]
İmran b. Husayn
tarafından rivayet edilen hadiste Peygamber (savjın şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Sizin en hayırlınız benim çağdaşlanm-dır. Sonra onların
arkasından gelenlerdir, -İmran dedi ki: Kendi neslinden sonra iki mi yoksa üç
nesil mi zikrettiğini bilemiyorum. Ondan sonra, sizden sonra öyle bir kavim
gelecek ki şahidlik etmeleri istenmeksizin şahidlik edecekler. Hainlik
edecekler, kendilerine güvenilmeyecek, adakta bulunacaklar, adaklarını yerine
getirmeyecekler ve aralarında şişmanlık başgösterecektir."[281]
İşte bu, yerici bir
ifadedir. Buna sebeb de şudur: Kişinin isteği ile (kes-biyle) meydana gelen
şişmanlık çokça yemekten ve oburluktan; rahatlıktan, güvenlik duymaktan ve
nefsin arzu ve isteklerini sınır tanımadan yerine getirmekten dolayıdır. Böyle
bir kimse Rabbinin değil, nefsinin kuludur. Bu durumda olan bir kimse hiç
şüphesiz harama düşer. Haramdan oluşan her bir ete ateş her şeyden çok yaraşır.
Nitekim yüce Allah kâfirleri pek çok yediklerinden ötürü yererek şöyle
buyurmaktadır: "Kâfirler ise; onlar faydalanırlar ve davarların yediği
gibi yerler. Kalacak yerleri ise ateştir onların," (Muhammed, 47/12)
Mü'min onlara
benzemeye çalışacak ve bütün hal ve zamanlarında onların nimetlerden istifade
ettiği gibi istifade etmeye kalkışacak olursa, imanın hakikati nerede kalır?
İslâm'ın görevlerini yerine getirmek nerde kalır? Yemesi, içmesi çoğalan bir
kimsenin oburluğu da artar. Yemeye, içmeye daha düşkün olur. Geceleyin
tembelliği ve uykusu artar, gündüzü ise boş işlerle geçer, Gecelen uyur kalır,
el-A'râf Sûresi'nde (7/31. âyet 4. başlıkta) bu anlamdaki açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır.
Yine aynı sûrede (8 ve
Ş.âyederin tefsirinde) Mizan'dan söz edilmiş, o Mizan'ın, amel sahifelerinin
kendilerinde tartılacağı iki kefesinin bulunduğu belirtilmiştir, tekrarlamanın
anlamı yoktur.
Peygamber (sav) da İbn
Mes'ud'un hurma ağacına tırmanırken ince bacakları dolayısıyla ashabın
gülmesinden ötürü şöyle demişti; "Sizler yeryüzü ahalisinin amelleri
ağırlığınca gelecek bir bacaktan dolayı mı gülüyor-sunu2?"[282] Bu
şahısların da tartılacağına delildir. Bunu da el-Gaznevî zikretmiş
bulunmaktadır.
[283]
"İşte böyle"
buyruğuyla tartılmamaya, ölçü tutmamaya işaret edilmektedir. Mübtedâ olarak ref
mahallindedir. "Onların cezası" anlamındaki buyruk da onun haberidir.
"Cehennemdir" buyruğu, "işte böyle" anlamındaki mübteda'dan
yahut ta "kâfir oldukları...için" buyruğundaki dan bedeldir. Bu
"mâ" (mastar manasını veren) mastariyyedir.
Alaya almak (istihza)
hafife almak ve alay etmek demektir. Buna dair açıklamalar da önceden geçmiş
bulunmaktadır.
[284]
"Gerçekten İman
edip, sallh ameller işleyenlerin ise konakları Firdevs cennetleridir."
Katade der ki: Firdevs, cennetin tepesi, en ortası, en yüksek yeri, en üstün ve
en yüce yeridir. Ebu Umame el-Bâhilî der ki: Firdevs cennetin göbeğidir. Ka'b
da der ki: Cennetler arasında Firdevs cennetinden daha yücesi yoktur. Orada
iyiliği emredip münkerden alıkoyanlar vardır.
Buhârî'nin, Sahih'inde
Ebu Hureyre yoluyla gelen rivayette şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Kim Allah'a ve Rasûlüne iman eder, namazı dosdoğru
kılar, Ramazan orucunu tutarsa yüce Allah üzerinde onu cennete sokma hakkı
olur. Allah yolunda ister cihad etsin, isterse de doğduğu toprakta
otursun," Ey Allah'ın Rasûlü, dediler, insanlara müjdelemiyelim mi? Şöyle
buyurdu: "Cennette yüz derece vardır. Yüce Allah bu dereceleri Allah
yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arası gök ile yer
arası kadardır. Bu sebebten yüce Allah'tan dileyeceğiniz vakit O'ndan Fİrdevs'i
isteyiniz. Firdevs cennetin en ortası ve cennetin en yücesidir. -Zannederim
şöyle de buyurdu-: Onun üstünde de Rahman'ın Arşı vardır. Cennet ırmakları
oradan kaynar."[285]
Mücahid dedi ki:
Firdevs, Rumca'da bahçe demektir. el-Ferrâ: O Arapça bir kelimedir, der,
Firdevs cennette bir bahçedir. Firdevs aynı şekilde Yemâme'den beride bir bahçe
adıdır. Çoğulu, ferâdîs gelir Umeyye b. Ebi's-Salt es-Sakafî der ki:
"Ö sıralarda
onların evleri yüksekçe idi.
Orda ferâdîs
(Firdevsler) vardı, sarımsaklar ve soğan (vardı).*
el-Ferâdîs aynı
zamanda Şam'da bir yerin adıdır. ise çardaklı üzüm asması demektir.
"Onlar orada
ebediyyen kalıcıdırlar." Devamlı orada kalacaklardır.
"Oradan ayrılmak
da istemezler." Başka bir yere götürülsünler istemezler. Bu buyrukta
geçen "el-hivel" tahvj] anlamındadır ki, Ebu Ali bunu böylece
açıklamıştır. ez-Zeccac der ki: "Yerini değiştirdi" de nilir. Vezin
itibariyle; "Büyüdü, irileşti" gibidir. Bununla birlikte bu kelimenin
"hile" kökünden gelmesi de mümkündür. Yani onlar oradan başka bir yere
gitmek için çare aramazlar.
el-Cevherî der ki:
Tehavvül, bir yerden bir başka yere taşınmak demektir. İsim "hivel"
gelir. Yüce Allah'ın: "Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Oradan ayrılmak
(hivel) da İstemezler" buyruğu da buradan gelmektedir.
"De ki: Rabbimin
sözleri İçin deniz(ler) mürekkep olsa buna yardımcı olarak bir o kadar daha
katsak" yani o denizlere sayıca yahut ağırlık itibariyle o kadarını da
eklesek "Rabbimln sözleri tükenmeden o deniz(ler) tükenir."
ifadesi bir şeyin
bitip, boşalmasını anlatmak için kullanılır. Buna dair açıklamalar önceden (bk.
en-Nahl, 16/96) geçmiş bulunmaktadır.
Ubeyy'in, Mushaf ında;
"Yardımcı olarak" kelimesi; "şeklindedir. Mücahid, İbn Muhaysin
ve Umeyd de böyle okumuşlardır. (Buna göre âyet meali: Bir o kadar daha
mürekkep getirsek, demek olur).
Bu kelimenin mansub
olarak gelmesi, temyiz ya da hal olduğundan dolayıdır.
İbn Abbas dedi ki:
Peygamber (sav) yahudilere: "Size ilimden ancak pek az bir şey
verilmiştir." (el-İsrâ, 17/85) deyince ona şöyle dediler: Bize Tevrat
verilmişken bu nasıl olabilir? Kendisine Tevrat verilmiş olanlara pek büyük bir
hayır verilmiş demektir. Bunun üzerine: "De kii Rabbimin sözleri için
denîz(ler) mürekkep olsa...o denizUer) tükenir" âyeti nazil oldu.[286]
Şöyle de denilmiştir:
Yahudiler: Sana hikmet verilmiş bulunuyor. Her kime hikmet verilmiş ise ona pek
büyük bir hayır da verilmiş demektir. Sonra da kalkmış sen ruh hakkında bir şey
bilmediğini iddia ediyorsun, dediler. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu:
"De ki: Bana Kur'ân, size Tevrat verilmiş olsa bile bunların Allah'ın
kelimelerine nisbeti pek azdır."
İbn Abbas dedi ki:
"Rabbimİn sözleri" Rabbimin öğütleri anlamındadır. Şöyle de
açıklanmıştır: "Kelimeler" ile sonu gelmez kadîm kelâmını kastetmiştir.
Bu tek bir kelâm olsa dahi -tek tek kelimeler ihtiva ettiğinden ötürü-çoğul
olarak ifade edilmesi mümkündür ve çünkü bu tek tek kelimeler onun yerini
tutar. Dolayısıyla onun bir olan kelâmını anlamak için şanını yüceltmek
kastıyla çoğul kipiyle ifade edilmesi mümkündür. el-A'şâ der ki:
"Bir yüz ki rengi
tertemiz, arı durudur,
Süsler onu boynuyla
birlikte; gerdanlar ve bilekler."
Görüldüğü gibi burada
gerdan tek olmakla birlikte çoğul kullanılmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Bizsizin velifariniziz." (Fussilet, 41/31); "Şüphesiz Zikr'i
Biz indirdik" (el-Hicr, 15/9); "Şüphesiz hayat verenler ve
öldürenler, Bizleriz" (el-Hicr, 15/23) diye buyurulmaktadır.
"Şüphesiz İbrahim tek başına bir ümmetti" (en-Nahl, 16/120) buyruğu
da böyledir; çünkü o tek başına bir ümmetin yerini tutuyordu.
Şöyle de denilmiştir:
Kelâmından anlaşılan mefhumlara delâlet eden ibareler ve delil oluş şekilleri,
yönleri bitip tükenmez. es-Süddî der ki: Eğer deniz Rabbimin kelimelerine
mürekkep olsa, mükâfat yurdu olan cennetin sıfatlan bitip tükenmeden önce deniz
biter, tükenir.
İkrime de şöyle
demiştir: Lâ ilahe illallah, diyenin sevabı tükenmeden deniz tükenir.
Bu âyetin bir benzeri
de yüce Allah'ın: "Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de
ardından yedi deniz daha ona katılsa yine de Allah'ın sözleri tükenmezdi."
(Lukman, 31/27)
Hamza ve el-Kisâî de
"tükenmeden" anlamındaki fiili "te" ile değilde
"ye" ile okumuşlardır. Bu okUuUŞa Sebeb (ayni kökten) fiilin önceden
geçmiş olmasıdır; (Anlam aynıdır)
[287]
"De kİı Ben ancak
sîzin gibi bir beşerim. Yalnız bana...vahyedUiyor,n
Yani ben ancak yüce
Allah'ın bana öğrettiklerini bilebilirim. Allah'ın ilminin ise sayımı-dökümü
imkânsızdır. Ve ben sizlere ancak Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığını tebliğ
etmekle emrolundum,
"Artık kim
Rabbine kavuşmayı" O'nu görmeyi, O'nun mükâfatını almayı "ümid
ediyorsa" ve cezasından da korkuyorsa "salih bir amel işlesin ve Rabbine
ibadetinde kimseyi ortak koşmasın."
İhlas ve Riya:
İbn Abbas dedi ki: Bu
âyet-i kerîme Cündeb b. Züheyr el-Âmirî hakkında nazil olmuştur. O dedi ki: Ey
Allah'ın Rasûlü, ben yüce Allah için bir amelde bulunuyorum. Sadece yüce
Allah'ın rızasını diliyorum. Şu kadar var ki başkası tarafından da bilinecek
olursa bu beni sevindirir, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah
hoş ve temizdir. Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder, O (ihlasla yapılması
gerektiği halde) kendisinde ortak koşulan hiçbir şeyi kabul etmez." Bunun
üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.[288]
Tavus dedi ki: Bir
adam, ey Allah'ın Rasûlu dedi. Ben Allah yolunda ci-had etmeyi seviyorum.
Bununla birlikte benim konumumun ne olduğunun görülmesini de seviyorum. Bunun
üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
Mücahid dedi ki; Bir
adam, Peygamber (sav) gelerek dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü ben sadaka veririm,
akrabalık bağını gözetirim. Burtlan da ancak yüce Allah için yaparım. Benim
bunları yaptığımdan sözedilir ve bundan dolayı övülecek olursam da bu beni
sevindirir ve hoşuma gider. Rasûlullah (sav) sustu, birşey demedi. Bunun
üzerine yüce Aiiah: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa salih bir
amel İşlesin ve Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" buyruğunu
İndirdi.
Derim ki: Bunların
hepsi kastedilmiş hususlardır. Âyet-i kerîme bütün bunları da, bunların
dışındaki diğer amelleri de kapsar. Bundan önce Hûd Sûre-si'nde (11/15- âyetin
tefsirinde} bütün insanlar arasında ilk olarak haklarında hüküm verilecek olan
üç kişi ile ilgili Ebu Hureyre'den gelen sahih hadisi zikretmiş bulunuyoruz.
en-Nisâ Sûresi'nde de, (4/36. âyet, 1. başlıkta) riyaya dair açıklamalar
geçmiştir. Orada konu ile ilgili haberleri yeteri kadar zikrettik.
el-Maverdî der ki:
Bütün tevil ehli alimler şöyle demiştir; "Rabbine ibadetinde kimseyi ortak
koşmasın" buyruğunun anlamı, işlediği ameiiy-le kimseye karşı riyakârlık
yapmasın şeklindedir.
et-Tirmizî el-Hakîm
(yüce Allah'ın rahmeıi üzerine olsun) de "Nevâdiru'l-Usûl" adlı
eserinde şunu rivayet etmektedir: Bize babam -yüce Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- anlattı, dedi ki: Bize Mekkî b. İbrahim anlattı, dedi ki:
Bize Abdu'l-Vâhid b.
Zeyd, Ubâde b. Nüsey'den anlattı, dedi ki: Ben Şeddad b. Evs'İn yanına, namaz
kıldığı yerde iken gittim; ağlıyordu. Ona: Ey Abdu'r-Rahman'ın babası seni
ağlatan sebeb ne? dedim. Dedi ki: Bir gün Rasûluilah (sav)dan duyduğum bir
hadistir. O sırada yüzünde hoşuma gitmeyen bir ifade görmüştüm. Şöyle dedim:
Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Rasûlü. Yüzünü bu şekilde görmeme sebeb
nedir? O şöyle dedi: "Benden sonra ümmetim adına korktuğum bir iş"
Ben: Bunun mahiyeti nedir? ey Allah'ın Rasûlü dedim. Şöyle buyurdu: "Şirk
ve gizli şehvet." Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Senden sonra ümmetin şirk
koşacak mı? Şöyle buyurdu: "Ey Şeddâd onların güneşe, aya, taşa, puta
tapmaları manasına hayır. Fakat amelieriyle insanlara karşı riyakarlık
yapacaklar." Ben: Riya şirk midir? dedim. O; "Evet" diye buyurdu.
Ben: Peki gizli şehvet nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Onlardan
birisi oruçlu olarak sabah eder, dünya isteklerinden bir istek hatırına gelir
ve bunun için orucunu açar."[289]
Abdu'l-Vahid dedi kî: el-Hasen'le karşılaştım. Ben ona: Ey Ebu Said dedim.
Bana riyadan haber ver. O bir şirk midir? O, evet dedi. Sen yüce Allah'ın:
"Artık kim Rabblne kavuşmayı ttmid ediyorsa, salih bir amel işlesin ve
Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" âyetini okumuyor musun?[290]
İsmail b. İshak
rivayetle dedi ki: Bize Muhammed b. Ebi Beki anlattı, dedi ki: Bize
el-Mu'temir b. Süleyman, Leys'ten anlattı. Leys, Şehr b. Havşeb'den dedi ki:
Ubâde b. es-Samit ile Şeddâd b. Evs oturuyorlardı. Şöyle dediler: Biz bu ümmet
adına şirkten ve gizli şehvetten korkarız. Gizli şehvet kadınlar tarafından gelir.
Yine dediler ki: Rasûluilah (sav)ı şöyle buyururken dinledik: "Her kim
riyakârlık yapmak maksadıyla bir namaz kılacak olursa şirk koşmuş olur. Kim
riyakârlık maksadıyla oruç tutarsa şirk koşmuş olur." Sonra yüce Allah'ın:
"Artık kim Rabbine kavuşmayı üraid ediyorsa salih bir amel İşlesin ve
Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" âyetini okudu.[291]
Derim ki: Gizli
şehvetin mahiyetine dair bundan farklı açıklamalar da yapılmıştır. Biz bu
açıklamayı en-Nisâ Sûresi'nde (4/36.âyet, 1.başlıkta) yapmış bulunuyoruz.
Selıl b. Abdullah dedi
ki: el-Hasen'e ihlas ve riya hakkında soru soruldu. Şu cevabı verdi:
İyiliklerinin gizlenmesini, buna karşılık kötülüklerinin gizlenmemesini
İstemek ihlâstandır. Şayet yüce Allah senin hasenatını açığa çıkartacak olursa:
Bu senin lütfün ve senin ihsanındır, dersin. Bu benim yaptığım benim kendi işim
değildir, desin ve yüce Allah'ın: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid
ediyorsa salih bîr amel islesin ve Rabbine ibadetinde kimseyl ortak
koşmasın" âyetini ve: "Verdiklerini verirlerken, Rabblerinin huzuruna
dönecekler diye kalpleri ürperenler..." (el- Mu'minûn, 23/60) âyetlerini
hatırlasın. Bunlar İhlâsla amel ettikleri halde amellerinin kabul olunmayacağından
korkan kimselerdir. Riyakârlığa gelince; o da nefsin amelinin payını dünyada
istemesi demektir. Ona: Bu nasıl olur diye soruldu. Şu cevabı verdi: Her kim
kendisi ile yüce Allah arasında kalması gereken bir amel ile Allah'tan
başkasının rızasını ve âhiret yurdundan başkasını arayacak olursa o riyadır.
İlim adamlarımız -yüce
Allah onlardan razı olsun- derler ki: Riya kimi zaman kişiyi insanların
kendisi ile alay edecekleri bir noktaya kadar götürebilir. Nakledildiğine göre
Tahir b. el-Huseyn, Ebu Abdullah el-Merve2Î'ye şöyle sormuş: Ey Abdullah'ın
babası, ne zamandan beri Irak'a geldin? O da şu cevabı vermiş: Ben, Irak'a
yirmi yıldan beri geldim ve otuz yıldan beri oruçluyum. Ona: Abdullah'ın
babası, biz sana bir husus hakkında soru sorduk. Sen bize iki hususa dair cevap
verdin.
el-Asmaî'nin
naklettiğine göre; bir gün bii bedevi namaz kıldı ve namazını uzattıkça uzattı.
Yanında da bazı kimseler vardı. Ona: Sen ne güzel namaz kıldın, dediler. O da:
Bununla birlikte bir de oruçluyum, demiş.
Bu nerede çabucak
kılan el-Eşâs b. Kays'a: Sen çabucak namaz kıldın, demeleri üzerine: O da: Ama
ona riyakârlık karışmadı, deyip onların namaz kılışını önemsemeyişlerinden
riyakâr olmadığını belirterek ve namazda yap-mactklıktan kaçmış olduğunu
bildirerek kurtulması nerededir?
Yine en-Nisâ
Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) Lukman'ın riyakârlığın ilacına dair
sözleri geçmiş ve bunun ameli gizleyip saklamak olduğu bildirilmiştir.
Yine et-Tirmizî
el-Hakîm rivayetle der ki: Babam -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bize
anlattı, dedi ki: Bize el-Himmâni haber verdi, dedi ki: Bize Cerir, Leys'ten
haber verdi. O bir hadis hocasından, o Ma'kil b. Yesâr'dan dedi ki: Ebu Bekr
bu hususta Rasûlullah (sav) hakkında şahidlikte bulunarak dedi ki: Rasûlullah
(sav) şirki söz konusu etti ve şöyle buyurdu: "O sizin içinizde
karıncanın yürüyüşünden bile daha gizlidir. Ben sana kendisini yerine
getirdiğin takdirde senden küçüğüyle büyüğüyle şirki uzaklaştıracak bir şeyi
göstereyim rm?
Şöyle dersin:
"Allah'ım bildiğim halde, Sana bir şey ortak koşmaktan Sana sığımnm,
bilmediğim şeylerden ötürü de mağfiretini diterim." Bu sözleri üç defa
tekrarlıyacaksın."[292]
Ömer b. Kays el-Kindî
dedi ki: Muaviye'yi minber üzerinde iken şu: "Artık kim Rabbine kavuşmayı
ümid ediyorsa..." âyetini okuduğunu dinledim. (Devamla) dedi ki: Bu
semadan inmiş son âyettir.
Ömer (ra) dedi ki:
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Bana şu vahyolun-du: Her kim: "Artık
kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa saiih bir amel işlesin" âyetini
okursa, onun için Aden'den Mekke'ye kadar içerisini kendisine dua eden ve
kendisi için mağfiret dileyen meleklerin dolduracağı bir nur yükseltilir.[293]
Muâz b. Cebel dedi ki:
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kim Kehf Sûre-si'nin başını ve sonunu
okuyacak olursa onun için tepeden tırnağa kadar bir nur olur. Kim onun tamamını
okursa, bu onun için yerden göğe kadar bir nur olur."[294]
İbn Abbas'tan gelen
rivayete göre adamın birisi ona şöyle demiş: Ben içimden geceleyin bir süre
namaz kılmayı geçiriyorum. Ancak uyku beni bastırıyor. Ona şöyle dedi: Gecenin
istediğin saatinde uyanmak istiyorsan yatağına çekildiğin vakit: "De ki:
Rabbimin sözleri için...11 buyruğundan itibaren surenin sonuna kadar oku. Yüce
Allah gecenin istediğin saatinde seni uyandıracaktır.
Bu faziletleri
es-Sa'lebî -yüce Allah ondan razı olsun- zikretmiş bulunmaktadır.
Ebu Muhammed
ed-Darimînin Müsned'inde de şöyle denilmektedir: Bize Muhammed b. Kesir,
el-Evzaî'den haber verdi: O Abde'den, o Zir b. Hubeyş'ten dedi ki: Her kim Kehf
Sûresi'nin sonlarını geceleyin uyanmak istediği bir vakit için okursa o vakit
uyanır. Abde dedi ki: Biz bunu denedik ve böyle olduğunu gördük.[295]
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Hocamız et-Turtuşî el-Ekber şöyle derdi: Zamanınızı denk olan kimselerle
karşılıklı hücumla ve kardeşlere gidip gelmekle geçirmeyin. Yüce Allah
beyanını: "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa salih bir amel
İşlesin ve Rabbine ibadetinde kimseyi ortak koşmasın" buyruğu ile nihayete
erdirmiştir.[296]
[1] Mııâz b. Eoes el-Cuhenîden rivayete göre. Peygamber
(sav) şöyle buyurmuşiıır: "Kim KehF Sfıresi'nin baş taraftarı ile
sonlarını okursa, bıı sûre onun için tepeden tırnağa, kadar bir nur olur. Kim
de tamamını okursa, omın için gök ile yer .ırasında bir nur olur."
iMüsned, III. 439)
[2] Yakın manada Hz. Âişe'den gelen bir rivayet: Sııyiirî.
ed-Durru'l-Mensur, V, 356.
[3] Dârimi, Fedaili'l-Kuran 18.
[4] Müslim, Salâm'l-Müsâtirin 257: Ebâ Dâvüd, Metinim 14;
Müsned, V, 196, VI. 449.
[5] Müslim, SaJStu-Mils.tfirîn 257: Ebâ Dâvüd, Melâlıîm
14.
[6] Müslim, Filen 110; Ebû Dâvûd, Melâhİın 14; Tirmizl,
Fiten 59: îbnMâce, Fiten 33
[7] Bu hadisi Semure b. Cundııb'ıın rivayeti ile tesbit edemedik.
Esasen, Müslim'in Ebu'd-Derdâ'dnn kaydettiği az önce zikredilen rivayet buna
ihtiyaç bırakmamaktadır.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/523-524
[9] Müsned, 111,61
[10] İbn Hişam, Slret, I. 240-244.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/524-532
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/533
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/533-534
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/534
[15] îbn A.tiyye, el-Muharrar, X, 365'deki Madenin
tercümesi şöyledir: "İbn Cilbeyr, İbn Ab-bâs'tan şöyle dediğini
nakletmektedir: Bununla erkekleri kasten niş tir. Miicahid de böyle demiştir,
İkrime'nin İbn Abbas'ınn rivayetine göre, "süs" ile halifeler,
âlimler ve
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/534-535
[17] Müslim, Zikr 99; Tirmizl, Fiten 26; İbn, Mâce, Fiten
19; Müsned, III, 19, 61,
[18] Müslim, Zekât 123. Ayrıca bk. Bukârî, Zekât 47,
CihılcI 37, Rikaak 7; Müslim, Zekfıt 121. 122: Nesûî, Zekât 81; 76» M6ce, Fiten
18; Mîisned, II, 7, 21, 91.
[19] Buharı, Rikaak 11
[20] Buhârî, Zekât 50, Vesâyâ 9. Rikaak 11; Müslim, Zekât
96; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 29; Nesâl, Zekât 50, 93; Dârimî, Rikaak 37;
Müsned, III, 434,
[21] Müslim, İman 62; Müsned,
III, 413,
IV,
385.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/535-537
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/537-538
[24] Buhârî, kare 12; Müslim, Zikv 100; Ebû Dâvüd, BııyıV
28; Müsıted, II. İlâ. IV. 274-275
[25] Bir önceki nota takınız. Ayrıca; Müsned, IV, 274te
"Rakîıırden kastedilenlerin bu üç kişi olduğu nçıkhmnsı, bizz;ıl Hz.
Peygambere nrfedilmektedir.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/538-541
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/542
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/542-544
[29] Tirmizî, Sıfam'l-Kiyânıe 55: İbn Mâce, Fiten 23:
Müsned, II, 43, V, 365
[30] Yakıtı manada bir rivayeti es-Sehâvî,
el-Mekasidu'lHasene, 1258de zikretmektedir. iKur-tubl. Dnrul-Hadıs baskısı, X,
369. dn: 2).
[31] Tirmizî, Züht) 61; Müsned, IVT 148, 158, V, 259
[32] Buharı, İman 12, Mennkıb 2% BedVl-Halk 15, Rikank 34,
Firen 14; Nesâî, İman 30; İbn Mâce, Fiten 13; Muvatta', İstizan 16: Müsned,
III, 6. 30, 57.
[33] ... yüz seksen..." yerine: "... üçyüz
seksen...' şeklinde: İbnvrl-Cevîî, el-Mevdûât, III. 198de mevzu (uydurma) bir
hadis olduğunu söylemektedir.
[34] Elimizin altındaki kaynaklarda tesbit edemedik
[35] Ebû Dâvud, Snlatu's-Sefer 3: Nesâî, Ezan 26; Müsned, IV,
145 (kısmen), 157.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/544-546
[36] Müsned, V, 388'de belirtildiğine göre, "Peygamber
(sav) önemli (ya da; zorlu ve stkın--. ı; bit dununla karsı karsıya kaldı mı.
namaz kılardı."
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/547
[37] Buhârî, Tehecciid 13. BecTıı'1-Halk 11; Müslim,
SıılatırUMiisâfirin 205; Nesâi, Kıynnuıl-Lcyl 5; İbn Mâce, İfcımclııs-Salât
174; Müsned, I, 375, ^H, II, 26O: 427.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/547-548
[39] Peygamber (sav); "Benîm Havz'ıındn suyu), kardan
daha beyazdır (beyâdan)" (Müslim, Tahüre 36: Tirmizî, Sıfatıı'l-Kıyâıne
15..) diye buyurmuştur.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/548-549
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/550
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/551
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/551-552
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/552-553
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/553
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/553-555
[47] İbn Hişnm, Siret, IV, 18.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/555-558
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/558
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/558-559
[51] Buhârî, Zebâih 6; Müslim, Mıısâkaat 51, 52, 54, 55:
Tirmizî, Sayd 17; Nesâî, S;ıyd 12, 13. 14: Dârimî, Sayd 2, Muvatta1, fsti'zSn
13; Müsned, II, 4, 8. 37. 47, 55, 60, 101. 113, 147, 156
[52] Buhârî, Hars 3, Bed'u'1-Halk 17; Müslim, Mîisakaat 53,
56-60; EbüD&vûd, Edâhi, 22; Tirmizî, Sayd 17: Nesâî, Snyd 10, 12. 14; İbn
Mâce, Sayd 2; Müsned, II, 267, 345.
[53] Müslim, Mlısâkııal 46. }8; Tirmizî, Sayd 17-, Müsned,
El, 4,
[54] Müslim, Miisîîkam 47; Müsned, TIL 333.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/559-560
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/560
[57] Buhârî, Feda il u Ashâbi'n-Nebjyy 6. Edeb 95, 96,
Ahkâm 10; Müslim, Bire 161-164: Tirmizî, Ziihd 50; Müsned, III. 104, 110. 165,
167, 168, 172. 173, 178...
[58] Bahârî, Fedâilıı Aslınbi'n-Nebiyy 6: Müslim, Birr 163;
Müsned, III, 227T 288.
[59] Buhâri, Ezan 141; Müslim, Salât 23î; Tirmizt, Saint
69; Nesâi, İftitâh 89, Tatbik 53; İbn Mâce, İkametn's-SaUit 21; Dârimi, Salât
75; Müsned, 111, 115, 177, 179, 191...
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/561-564
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/564-565
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/565
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/565-566
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/566-567
[65] Buhâri, Vekfılet 2
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/567
[67] Ebû Dâvûd, Akdiyc 30.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/567-568
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/568
[70] Buhârî, Vekâler 5, İstikraz 6. 7; Müsned, II, 377,
393, 431. Ayrıca bk. Müslim, Miis.îkm
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/568-569
[72] Buhârî, Mezâlim 14, Etime 44; Müslim, Eşribc 150; Ebü
Dâvûd, Etline 43; Tlrmizl, Etime 16; Dârim'i, Et'iıne 25; Müsned, II, 7, 46,
81, 103-
[73] el-Habat Gazvesi ile ilgili rivayetler için bk.:
Buhârî, Zebâih 12, Meğâzi 65: Müslim, Sayd 17-21: Ebû Dâvûd, Et'ime 46; Müsned,
IH, 311.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/569-570
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/571-572
[76] Ebü Dâvud, Cenâİ7. 78; Tirmizî, Salât 121: Nesâî,
Cenâiz 104: Musııed, 1, 229, 287, 324, 337
[77] VI) Buharı, Salâl İS, 54, Cenâiz 71. Menâkıbu'l-Ensâr
37; Müslim, Mesâcid 16: Nesâî, Me- siîeid 13; Musııed, VI. 51
[78] Müslim, Cenauz97, 9&JBia D&vüd, Cenâiz 73:
Tirmizt, Cenniz 57: Nesâî, Kıble 11; Müsned, IV, 135.
[79] Muvatta, Kcısru's-Snln 85; Müsned, II, 246 (kısmen).
[80] Bukârl, Cenniz 62. 96, Enbiyâ 50, Meğnzi 83; Müslim,
Mesâcict 19-22, Eb&Dâvûd, Ce-niuz 72, Nesâl, Mesâcid 13. Cenniz 106;
Dârimî, Salât 120: Muvatta, Medine 17: Müs ned, I, 218. II. 284, 285... VI. 34.
80, 121, 146...
[81] Müslim, Cenâiz 94; Ebû Dâvûd, Cenâiz 72; Tirmizî,
Cenâiz 5»; Nesâî, CenÜiz 96-98; İbn Mâce, Cenâiz 43; Müsned, III, 295; VJ, 299
(Um Seleme'den), III, 332 ile 399 (kısmen)
[82] Ebû Dâvûd, Cenâiz 72; Tirmizî, Ceniiiz 58: Nesâi,
Cenniz 96.
[83] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvûd, Cenâiz 68; Tirmizî,
Cenniz 56; Nesâi, Cenüiz 99; Müsned, I. 96, 129, 145
[84] Muvatta'da böyle bir rivayet tesbit edemedik. Anoık
Bukâri, Cenâiz 96'da: Süfynn et-Teraıtıör'ın Peygamber (snv)in kabrini -deve
hörgiicil gibi- tilmsekleştirîlıniş gördüğüne dair ifadeleri yer nlınaktadır.
[85] Dârakutnî, 11, 70.
[86] İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, III, 234.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/572-575
[87] Müslim, Cenâiz 90; Nesâî, Cenâiz 85: İbn Mâce, Cenâiz
39; Müsned, 1, 169, 173, 184.
[88] Timıiz'i, Cenâiz 55. Ancak bu manada gelen bnşkn
livnyerler de vnrdır. Bk. Müslim, Cemiz 91: Tirmizl, Cenâiz 55: Nesâî, Cenâiz
88: Müsned, L 228. 355-
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/575-576
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/576-580
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/580
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/580-581
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/581
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/581-582
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/582-584
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/584-585
[96] İbn Atiyye el-Mııkarrar, X, 391
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/585-586
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/586-588
[99] el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 305-306; Suyûtî,
ed-Durru'lMensur, V, 380.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/588-591
[101] el-Mâverctî, en-Nuket,
III, 30J. Bu sekliyle rivayetten bu sözlerin tümünün
Rasiilullah (sav)a ait olduğu izlenimi doğmaktadır. Ancak bu rivayet, Müsned,
IV, 223'de şu şekildedir: "Peygamber, deniz Cehenneın'in kendisidir, diye
buyurdu. Ya'IS'ya -etrafındakiler (bir şeyler)- söyleyince, Yâ'lS eledi ki:
Yüce Allah'ın: "Etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre
kuşatmış" diye buyurduğunu görmüyor musunuz? Ya'lâ'nm canı elinde olana yemin
ederim ki, Rabbinin huzuruna çıkarılıncaya kadar oraya girmeyeceğim, Yüce
Allah'a kavuşuncaya kadar ondan bana bir damla dahi isabet etmeyecektir."
[102] Tırmızi, Sıfatu Cehennem 4: Müsned, III, 29
[103] Tirmizî, Sıfatlı Cehennem 4; Müsned, V, 265.
[104] Tirmizî, Sıfatu Cehennem 4.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/592-595
[106] Müslim, Tahâre 40; Nesâî, Tahâre 109; Müsned, II, 232,
371
[107] Müsned, II. 203. 225
[108] el-Maverdî, en-Nüket, III, 304
[109] es-Süheylî'ye ait bu eserin tam adı, SuyCıtî,
&l-ttkan. I, 10'da belirttiğine göre: "et-Ta'ri-fu oe'l-İ'lâm fîmâ
Vekaa fı'l-Kur'âni mine'l-Esmâi ve'l-A'lâm" şeklinde olup İbn Asâkir'in de
buna bir zeyli vardır.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/596-599
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/7-14.
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/14-15.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/15-18.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/18.
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/18-19.
[116] Müsned, II, 298, 335, 520. "... la havle velâ kuvvece
iilâ biilâh'tır" bölümüne kadar: II, 355, 363, 403. 469, 525, 535- Aynca
bk..- V, 145, 150, 152, 157, 179, 265
[117] Buhâri, Meğâzi 38, Deavât 50, 67, Kader 7, Tevhîd 9;
Müslim, Zikir 45-47; Ebü Dâvüd, Vitr 26; Tirmitl, Deavât 57; yakın lafızlarla:
Müsned, IV, 402, 403.
[118]Müslim, Zikr 44; İbn Mâce, Edeb 59; Müsned, IV, 407,
418.
[119] Tirmizî, Deavât 34
[120] Ebû Dâvüd, Edeb 102
[121] İbn Mâce, Dua 18
[122] Hadisin tamamı için bk,: Buhârî, Tefsir 50. sûre 1;
Müslim, Cennet 34-36; Tirmizt, Sı-fatu'l-Cenne 22; Müsned, II, 276, 314, 450,
III, 79.
[123] el-Heysetnî, Mecmau'z-Zevâid, V, 109, râvilerinden Ebû
Bekr el-Hüzeli'nin "oldukça za.-
[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/19-24.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/24-25.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/25-26.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/26-27.
[128] Elimizin altındaki kaynaklarda teslıit edemedik,
[129] Müslim, ZekSt 125; Tinnizî, Zıihd 35; Müsned, II, 168,
173.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/27-30.
[131] Bundan dolaylı olarak cehennemliklerin kalıç
yerlerinin hayırlı olacağı manası anlaşılsa hile, cehennemliklerin kalacağı
yerde hayır olmadığı gibi, salih amellerin daha hayırlı olduğu belirtilmekle
birlikte, salih olmayan amellerde hayır bulunduğu manası anlaşılmamalıdır.
Merhum müfessir âyetlerin muhtevalarını bu yönleriyle birbirine benzetmektedir.
[132] Muvatta, Kıır'ân 23
[134] İbn Mâce, Edeh 56. Hadis ile ilgili olarak ez-Zevâid'den
nakledildiğine gfire râvilerin-den: Ömer h, fiâşid, çeşitli bakımlardan tenkid
edilmiştir.
[135] Tirmizî, Deavât 97. Bundan sonraki ifadeler elimizdeki
matbu nüshada bulunmamaktadır.
[136] Tirmizî, Deavât 57.
[137] el-Mâverclî, en-Nuket, III, 31O-3V1, Müsned, IV. 418.
[138] lbnMâce, Edeb 56.
[139] Bukârî, Zekat 10, Eden 18; Müslim, liirr 147; Tinnızl,
Hin 13; Müsned, VI, 33, HH, 166. 243.
[140] Hadis olarak yerini teshit ödemedik. Meçhul bir kip
(uıviye; rivayet olundu...) kullanması, esasen rivayetin pek güvenilir olmadığını
ortaya koymaktadır
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/30-33.
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/34-35.
[143] Muslim, Cennet 56: İbn Mâce, Zülul 33; Müsned, VI,
=>3.
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/35-36.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/37-39.
[146] Aynı manada, yakın lafızlarla bir hadis: Müslim,
FedSilu's-Sahâbe 100.
[147] Müslim, Selâm 68.
[148] Timizi, Tahâre 43; İbn Mâce, Tatıâre 48; Müsned, V,
136
[149] Müslim, Fedâilııs-Sahâhe 100
[150] Müslim, Sıfâru'l-Münâfikîn 67
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/39-43.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/43-45.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/45-47.
[154] Müsned, III, 75
[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/47-48.
[156] Müslim, Zühd 16, 17.
[157] Buhâri, Tellettik! 5, Tefsir 18. sûre 1, frisam İH;
Müslüm, Salâtu'l-Müsâfirîn 206; Müs-ned, i, 112
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/49-51.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/51-52.
[159] Buhârî, Tevhîd 24; Müslim, İman 302; Müsned, III, 17.
[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/52-53.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/53.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/54-55.
[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/55.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/56.
[165]Buhârî, İlm AA, Tefsir İH. sûre 2, 3; Müslim, Fedlil
170; Tinnizt, Tefsir 18. sûre I, Mus-ııed, V, 117. 11H.
[166] Buhârî, İ!m AA, Enbiyâ Z7, Tefsir 18. sûre 2, }, 4;
Müslim, Kedâil 170; Tirmız'ı, Tefsir 18
sûre 1; Müsned, V, 117, 118
[167] Suyûti, ed-Durru'l-Mensar, V, 418
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/56-58.
[169] Buhûrî, İlm 19
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/58-59.
[170] Buhârî, İtk 17; Müslim, Elfâz 13-15, Ebû Dâvûd, Eclefc.
75; Müsned, II, 316, 423, 444, 463. 4H4, 4yi. 496, 508.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/59.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/59.
[173] Buhâri, Tefsir 18. sûre 3
[174] Buhârl, Hacc 6; Ebû Dâvüd, Menâsik 4
[175] Hâla balıkçılarda satılan bir halik çeşidi olupMağrib
(Ffis)lilar buna "Hûtu Mûsâ; Musa Balığı" adını verirler. Fransızca
buna "sûl" denilmektedir. (İbn Atiyye. el-Mukarrar, X, 424, dn: 19İ)
[176] Buhârî, Tefsir 18. sûı-e 4.
[177] Tirmizî, Tefsir 18. sûre 1.
[178] Buhûri, Tefsir İH. sûre 3; Müsned, V, 12(1
[179] Tirmizi, Tefsir 18. sûre 3.
[180] Bütün bu rivayetlerin doğruluğunu ancak Allah bilir.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/60-66.
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/66.
[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/66-67.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/67-68.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/68-69.
[185] Buhârî, tim 44, Enbiyâ 27, Tefsir 18. sûre 2, 4;
Müslim, FeclM 170; Tirmizt, Tefsir 18. sûre lj Müsned, V, 118
[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/69-70.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/70-71.
[188] Buhârî, Tefsir 18. sflre 3; Musned, V, 120
[189] Buhârî, tim 4-4, Enbiyâ 27, Tefsir İH. sûre 2, 4;
Müslim, Fedâil 170; Tirmizî, Tefsiı- 18. sûre 1; Müsned, V, 118
[190] Buhârî, Tefsir 18. sûre 2.
[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/71-75.
[192] Müsned, V, 121 (az farkla)
[193] Müslim, Fedai! 172
[194] Buhârî, İlm 44, Enbiyâ 27, Tefsir 18. sûre 2, 4;
Tirmizi, Tefsir 18. sûre 1; Müsned, V, 118.
[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/75-76.
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
11/76.
[197] Müslim, Fedâil 170; Buhârî, İlm 44
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/76-77.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/77.
[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/77-78.
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/78-79.
[201] Yakın lafızlarla-. Buhârl, Tefsir 4. sûre 12, Sulh 12,
Müsâkaat 6-8; Müslim, Fedâil 129; EbÛ. Dâvüd, Akdiye 31; Tirmızî, Ahkâm 26,
Tefsir 4 sûre 13, İbn Mûce, Mukaddime 2; Wâî, Kudât 19, 27; Müsned, I, 166.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/79.
[203] Buhâri, Bed'ul-hHİk 10, Mcvâkitıı's-Salât 9; Tirmızl,
Cehennem 9, İbn Möce, Zühtl 38; Muuattâ', Vukıil 27, 2H; Müsııed, II, 23«, 277.
462, 503
[204] Bir önceki nota bakiniz.
[205]Buhârî, Tefsir 50. sike 1; Müslim, Cennet 34-36;
Tinnîzî, Sıfatu'L-Cenne 22; Miisned, II, 276, 314, 450, III, 79.
[206] Müslim, Zühd 16
[207] Tinnizî, Fiten 19, Müsned, 111, 84.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/79-82.
[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/82-83.
[209] İbnu'1-Esîr, en-Nihâye, 111, 117.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/83.
[211] Meselâ: Buhârî, Meğâzî 78; Tirmizî, Menâkıb 20;
Müsned, I, 177, 179, 182, 184, III, 32, ÜS, VI, 369, 43».
[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/83-84.
[213] Buhârî, Kader 5, Rikaak 33; Müsned,
V,
335-
[214] Âsim b. Sabit, Âsim b. Ömer in dayımıdır; dedesi
değildir, (Hkz. İhn Hâcer. Fethu'l-Bâ-rî, VII, 361)
[215] Buhûri, Cihâd 170, Meğâzî, 10, 28; Müsned, II, 294,
3U.
[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/84-88.
[217] Müslim, Zuhd 45, Müsned, II. 296
[218] el-Azm, es-Sirâci't-Munir Şerhu'l-C&mii's-Sağlr,
III, 418 (.3) Mdsned, IV, 197. 202.
[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/88-89.
[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/89-90.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/90.
[222] Hadis, Hz. Peygamber in hacda akşam ile yatsı namazlarını
hır arada (cem ile) kılması ile ilgilidir. Buharı, Hacc 95; Müslim, Hacc 276;
Ebû Dâvûd, Hacı- 63; İbn Mâce, Me-nâsik 59 v,s...
[223] Gerek el-Feırâ'mn Meânî'l-Kur'ân adlı eserine, gerekse
Kurtııbî'nin el-Ferrâ'nın kanaatlerini genellikle naklettiği kaynak olan
en-Nehhâs'ın İ'râbu'l-Kur'ân'ına baktığımız halde, el-Ferrâ'nın: "o'-
demekte kimi kastettiğini teshil edemedik.
[224] Buhârî, Tefsir 18. sûre 3
[225] Uk. İhn Hacer, Fethu'l-Bârî, VİN, 274
[226] Müslim, Fetlâil 172
[227] Bu şekliyle: Müslim, Feciâil 172; Müsned. V, 119;
Buhârî, Enbiyâ 27, TeFsic 18 sûre 2, 3, 4 ile Miisned, V, 120de: "Çocuğa
gelince n kâfir idi" anlamında
[228] Yüce Al!ah"m bu gibi umutlandıran buyruklarının
kesin vaad anlamında olduğuna işaret etmektedir.
[229] Ebû Dâvûd, Vesâyâ 9
[230] Buhâri Fedailıı'l-Medine 2; Müslim, Hacc 488; Muvatta,
Medine 5; Müsned, II, 537.
[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/91-99.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/99.
[233] Müslim, Birr43
[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/99-100.
[235] Devamı: "... kimse rızkını tamamlamadan asla
ölmeyecektir. Binâenaleyh Allah'tan korkun ve (rızkınızı) güzel bir şekilde
arayın." {el-Aclnî, Keşfu'l-Hafa, I, 231, hn, 707de belirtildiğine göre
hadisi İbn Ebi'd-Diinya, Ebû Nııaym, Taberâni, et-Bezzar ve Hâkim rivayet
etmiş, Hakim sahih olduğuna söylemiştir).
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/101-102.
[237] Hadis biraz sonra tam olarak ve nisbeten farklı
rivâyeileriyle zikredilecek ve kaynaklan orada gösterileceklerdir.
[238] Müslim, FedâilıTs-Sahâbe 217; Buhârl, Mevâkitu's-Salât
40; Ebû Dâvûd, Melâhim 18; Tirmizî. Fiten 64
[239] Müslim, Fedâilus-Sahâbe 218; Tirmizî, Fiten 64
[240] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 220
[241] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 218
[242] Aynı yer
[243] Müslim, Fedâilu's-Sahâhe 219- Ayrıca bk. Buhârî, İlm
41, Mevâkîtu's-Salât 20; Müsned, 1,93, 140,11, 88, 121, 131-
[244] Müsned, VI, 373, 413, 417, 418.
[245] Müslim, Filen 112
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/102-106.
[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/106.
[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/107-111.
[249] Suyûti, ed-Durnı'l-Mensur, V, 437. Zülkarneyn'e dair
görüşlerin hepsi de, itibar edilebilecek sağlam bir delil niteliğinde
değildir. Çünkü bunların hiçbirisi sahih sünnete dayalı görüş değildir.
[250] Müsned, II, 207 (az farkla).
[251] İstikrar (yani hal) üzere ref ile değil, nasb ile
okunması halinde sözkonusu olabilir. (Bk. Hıısayn b. Ebi'1-İzz et-Hemedinî,
el-Ferîd fi İ'rûbi'l- Ku^âni'l-Mecîd, III, 367)
[252] Zülkarneyn'e dair daha önce kayd etıiğimte
değertendirmeye ek olarak şunu da belirtelim: Zttlkarneyn kıssası ile ilgili
olarak anlatılanlar da; diğer hususlara dair söylenen ya da ileri sürülen
görüşlerin tabi tutuldukları aynı kıstaslara tabidir. Dolayısıyla Kur'ân'dan ya
da sahih sünnetten bir delile dayanılarak yapılan açıklamalar dışındaki diğer
açıklamaları her zaman için ihtiyatla karşılarız. Bu gibi rivayet ve nakilleri
aklın ve ilmin süzgecinden geçirmek zorundayız.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/111-120.
[253] Tirmizî, Tefsir 37. sûre 4, Menâkıb 69 "hasen bir
hadistir" kaydıyia; Müsned, V, 9-10, U'de şöyle bir rivayet yer
almaktadır: Semûre'den, Peygamber (sav)'den buyurdu ki: "Sâm, Arapların
babası, Hâro, Haberlilerin babası, Yâfes, Rumların babasıdır,"
[254] İhnu'l-Cevzî, el-Mevzüât, I, 206'da; uydurma olduğunu
ifade etmektedir.
[255] Elimizin altındaki hadis kaynaklarında cesbit
edemedik.
[256] İbn Mâce, Fiten 33.
[257] Buhârl, Cihâd 96; Müslim, Fiten 62-65; Ebâ Dâvûd,
Melâhim y; İbn Mâce, Fiten 36; Müs-
ned, II, 239, 271, 475,
493.
[258] Ebû D&v&d, Melâhim 11; d-Heysemî
Mecmau'z-Zevâid, V, J04, "Havilerinden Mervân b. Sâlim'in Metruk (yaptığı
rivayetler alınmayan bir ravi) olduğu" kaydıyla
[259] Ebû Dâvûd, Melâhim 10.
[260] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/120-126.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/126.
[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/126-127.
[263] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/127.
[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/127.
[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/127-128.
[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/128-129.
[267] el-Mâverdî, en-Nuket ve'l-Uyûn, III, 343'cle
"ez-Zührî" yerine: "el-Ezherî"
[268] İbn Kesîr, en-Nihâye, III, 17de bu lafızla; Müsned,
II, 356'cla: "Peygamber yan yatmış bir duvarın (cidar) ya da hir bahçe
duvarının (hâit) yanından geçti de yürüyüşünü hızlandırdı..." şeklînde
[269] İbn Kesir, Ttfsir, V, 192'de bu hadisi İbn Cerîrden
naklettikten sonra; "Bu, mürsel bir hadistir" kaydını düşmekledir.
[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/129-131.
[271] Buhârî, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 3; Müsned, II, 34l,
530 (Ebii Hureyre'den); Buhârî, Fiten 4, 28, Talâk 24; Müslim, Fiten 1, 2;
Tirmisl, Fiten 23; İbn Mâce, Fiten 9; Müsned, VI, 428, 429 (Zeyneb hint
Cahş'tan).
[272] İbn Mâce. Fiten 33.
[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/131-133.
[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/133.
[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/134-136.
[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/136.
[277] Buhâri, Tefsir 18. sûre 5. Sözü geçen Mus'ah, Sa'd b.
Ebi Vakkas'ın oğlu Mus'abclır, Buna göre Sa'd'dan kasıt da babası Sa'd h Ebî
Vakkas'ıır. (tbn Hacer, Fetku'l-Bârî, VIII, 278)
[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/136-137.
[279] Buhârî, Tefsir 18. sûre 6; Müslim. Sıfatul-Münâfikîn
18.
[280] Bk. el-Aclânî, Keşfu'l-Hafâ, I. 248, h. no: 761.
[281] Bukûrl, Şehâdât 9, Fedâilu Ashâbin-Nebiyy 1, Rikaak 7,
Eymân 27; Müslim, FedâiluV Sahâbe 214; Ebû Dâvûd, Sünne 9; Tirmizi, Fiten 45;
Nesâi, Eymân 29; Müsned, IV, 426, 427, 440.
[282] Müsned, î, 114, 420-42 İde: Ashabın bazılarının
Abdullah b. Mesudun bacaklarının inceliğine gülmeleri üzerine; Hz. Peygamber:
"Kıyamet gününde Lıu bacakların Uhııddan daha ağır basacaklarını"
bildiren bir rivayet yer almaktadır.
[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/137-139.
[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/139-140.
[285] Buhari, Cihâd 5, Tevhîcl 22; Müsned, I(, 335.
[286] el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s 307; Sııyutî,
ed-Durru'lMensûr, V, 333de ayru anlamdaki bir rivayeti kaydetmektedir. Ancak
orada bu seheble indiği belirtilen hu değil; yakın manadaki Lukmân, 31/27-28,
âyetleri olduğu Zikredilmektedir,
[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/140-141.
[288] el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s, 307, Bu
rivâyerin senedini "uydurmacılar zinciri" oluşturduğu, rivayetle
ilgili notta teSirtilmektedir.
[289] Bu manadaki rivâyeıter için bk.: İbn Mâee, Ztthd 21;
Müsned, IV, 124, 126.
[290] Neoâdirul-Usûl, II, 585.
[291] Müsned, IV, 126.
[292] Nevâdiru'lUsûl, II, 583- Yakın bir rivayet; Müsned,
IV, 403.
[293] el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 371, ilgili notta,
"et-Telkis'de (râv i [erinden) Ebû Kurrâ'nın, zayıf görülmemekle birlikte
nisbecen meçhul bir râvi olduğu" kaydedilmekte; el-Hey-semî,
Mecmau'z-Zevûid, X, 126'cla: "Ebû Kurra'dan en-Nadr b. Şumeyl'den başkası
hadis rivayet etmemiştir" denilmektedir.
[294] İbn Kesir, V, 131de belirttiğine göre sadece İ, Ahmed
Larafından rivayet edilmiştir.
[295] Dârimî, Fedâilui-Kur'ân 18-
[296] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/141-146.