Kur'ân'ın İndirilmesinin Bazı Sebepleri
Kur'ân'da Hiçbir Eğrilik Yoktur
İnkarcı Sapıklardan Yana Üzülmemek
Ashab-1 Kehf Olayından Mesajlar
İbn Cerîr'in rivayetine göre. Melek Cebrail on beş gün gecikmiştir..
Kuvvet Ve Kudreti Allah'a Çevirmek
Yedi Uyurların Mağarada Kaldıkları Süre
Allah Sözünü Değiştirecek Yoktur
Allah'ı Ananlarla Beraber Olmak
Heveslerinin Peşine Takılanlar
Hakkın Hak Olduğunu Allah Belirler
İsteyen İmân Etsin, İsteyen İnkâra Sapsın
Kıyametin Kopuşundan Bir Tablo
Amel Defterlerinin Açık Şekilde Dağıtılması
Allah'ı Bırakıp İblisi Dost Edinmek Ne Fena!.
Kur'ân'da Tekrarlanan Ve Açıklanan Hususlar
Her Uzman, Kur'ân'da Kendine Ait Bir Şeyler Bulabilir
İnsan En Cok Tartışan Bir Canlıdır
Allah Dünyada Hesabı Da, Azabı Da Acele Etmez
Bâtılı Savunanların Kalpleri Kılıflıdır
Musa (A.S.) İle Hızır Olayından Çıkarılan İbretler Ve Öğütler
Musa (A.S.) İle Hızır (A.S.) Olayı Üzerinde Yorumlar Ve Rivayetler
Zülkarneyn Kıssasından Öğütler Ve İbretler
İnkarcıların Dünya Hayatındaki
Amelleri Bütünüyle Boşa Gitmiştir
Cennet'e Girenler Başka Bir Yere Gitmek İstemezler
Rabbına Selim Bir Kalp İle Kavuşmak İsteyenler
Kehf Sûresi, ismini
dokuzuncu âyette konu edilen ve mağara anlamına gelen kehf 'ten alır.
Tamamı Mekke'de
inmiştir.
Âyet sayısı
; 110
Kelime »
: 1577
Harf »
: 6360[1]
İsrâ Sûresine, Cenöb-t
Hakk'a teşbih ve tahmîd ile başlanmış ve Allah'ın büyüklüğünü, ululuğunu
anmamız emredilerek noktalanmıştır.
Kehf Sûresine de, kulu
Muhammed'e (A.S.) kitap indirdiği belirtilerek Allah'a hamd ile başlanmış ve
Allah'a ibâdet ve amellerimizde hiçbir şeyi ortak koşmamamız emredilerek
bitirilmiştir
Bu sûrenin kapsadığı
başlıca konular:
a) İsrâ sûresinde Musa Peygambere geniş yer
verilip İsrail oğullan'-nın yükseliş ve alçalış dönemleri konu edinilip
birtakım misaller ve önemli safhalar anlatılır. Bu sûrede ise, daha çok
Hıristiyanlar konu edinilmektedir.
b) Dinleri ve imânları uğruna zâlim bir idareden
kaçıp mağaraya sığınan bir grup dindar hıristiyandan söz edilir. Böylece hem
Allah'ın üstün kudreti dile getirilir, hem de o bir grup insanın dinlerini,
inançlarını dünyalarına tercîh etmeleri, tarihî bir misal olarak anlatılır.
c) Arkasından Musa Peygamber ile sâtih bir kulun
deniz kenarında buluşmalarına yer verilir ve ledünnî ilme sahip olan o kulun
gösterdiği olağanüstü üç olaya yer verilir.
d) Zulkarneyn'den, Ye'cuc-Me'cuc'dan ve yapılan
şedden bazı önemli safhalar nakledilir.
e) Son olarak dinlerin İslâmiyetle son noktasına
ulaştığına işaret edilir ve bu konuda özellikle kitap ehli uyarılır. [2]
1-4— Ha m d
O Allah'a ki, (inkarcı sapıkları) kendi katından şiddetli bir azap ile
korkutmak; iyi-yararlı amellerde bulunan mü'minleri, içinde devamlı kalacakları
güzel bir mükâfatla müjdelemek ve «Allah çocuk edindi» diyenleri uyarmak için
kulu (Muhammed'e) kitabı indirdi ve onda hiçbir eğrilik meydana getirmedi; onu
dosdoğru sapasağlam tuttu.
5— (Allah çocuk edindi) iddiasıyla ilgili ne
kendilerinin, ne de babalarının bir bilgisi var. Ağızlarından çıkan söz ne
büyük! Onlar yalandan başka bir şey söylemezler.
6— Bu söze (Kur'ân'a) inanmıyacak olurlarsa,
arkalarından üzüntü duyup hayıflanarak kendini yoksa tüketecek misin?
7— Şüphesiz ki biz yeryüzünde bulunan şeyleri
ona bir süs yaptık, tâ ki onlardan (insanlardan) hangisinin daha güzel - iyi
amel ettiğini deneyelim.
8— Ve şüphesiz biz yeryüzünün üstündeki şeyleri
kuru bir toprak haline getiricileriz.
Sûrenin iniş sebebi
olarak İbn İshak, Yahudilerin Mekke putperestlerine öğrettikleri şu üç şeyin
Hz. Muhammed'den (A.S.) sorulmasını gösterir ;
1— Zalim
bir hükümdardan, dinleri ve
inançları uğruna kaçan
bir grup gencin başından geçen olaydan haber verilmesi,
2— Doğu ile batı arasında hüküm sürüp birçok
ülkeleri fetheden büyük bir hükümdarın kim olduğu,
3— Ruhun ne
olduğunun açıklanması.. [3]
«Şüphesiz ki dünya
tatlı ve yeşilliktir ve Allah sizi aVada halîfe olarak yerleştirdi de neler
yapacağınıza bakmaktadır. O halde dünyadan da, kadından da sakının. Çünkü
İsrail oğulları'nda ilk meydana gelen fitne kadınlar sebebiyle olmuştur.» [4]
«Kim Deccal'e
erişirse, ona karşı Kehf Sûresi'nin baş kısmındaki ilk âyetleri okusun.» [5]
«Kim cuma gecesi (perşembeyi
cumaya bağlayan gece) Kehf sûresini okursa, kendisiyle Beytü'l-Atik (Kabe veya
Mescid-i Aksa) arasını aydınlatacak kadar ona nur verilir.» [6]
«Hamd o Allah'a
ki...... kulu (Muhanv med'e) kitabı indirdi.,»
İlgili 1-4. âyetlerle,
Kur'ân'ın Hz. Muhammed'e {A.S.) indirilmesinin bir kısım sebepleri yansıtılarak
üç madde halinde açıklanıyor:
1— inkarcı sapıkları Aflah katından inecek bir
azapla korkutup uyarmak,
2— iyi, yararlı amellerde bulunan mü'minleri,
içinde temelli kalacakları güzef bir mükâfatla müjdelemek,
3— «Allah çocuk edindi» diyen (hıristiyan ve diğer
şaşkın)ları uyarmak..
Cenâb-ı Hakk'ın câri
sünnetlerinden biri de şudur: Bir kavim veya ülkeye peygamber göndermedikçe
onlara azap etmez. Bundan anlıyoruz ki, Allah, tarih boyunca her kavim ve
millete yine kendilerinden seçip peygamberler göndermiştir. Her kavim ve
milletin peygamber irşadına mutlaka ihtiyaçları vardır. Nitekim ilgili
âyetlerle belirtilen üç husus bu ihtiyacın belirlenmiş birer özeti
anlamındadır. Çünkü öldükten sonra dirilmeyi, hesap vermeyi, azap ve mükâfatı
akıl yoluyla idrâk çok zor ve hattâ birçok kimseler hakkında imkânsızdır. O
bakımdan Kur'ân'da önce bu hususlara nazarlarımızı çevirmemiz plânlanıyor,
sonra da gereken uyanda bulunuluyor.
Hıristiyanların
çoğunun «Baba, Oğul, Ruhu'l-kuds» diye üçlü bir tanrı inancı ortaya atıp İsa
Peygamber'in hâşâ Allah'ın biricik oğlu olduğunu iddia etmeleri, çok
düşündürücü, aynı zamanda üzücü bir olay olarak vasıflandırılıyor. Allah
hakkında çok iyi düşünüp araştırmalarının, gerçeği tesbit ettikten sonra
konuşmalarının îüzumu üzerinde duruluyor ve Hıristiyan din adamları
uyarılıyor. Zira böylesine çarpık bir inanç, uluhiyet kavramını kökünden
sarsmakta ve temelinden yıkmaktadır.
Şöyfe ki: Allah -hâşâ-
İsa'nın (A.S.) babası ise, kendisinin de bir başkasının oğlu olması ve bu
illet -malûl zincirinin sürüp gitmesi gibi ilmî izahı yapılamıyan bir yanlış
sonuç doğurması gerekir.
Böylece sûrenin başında gecen
dört âyet, bir bakıma Kur'ân'ın özeti mahiyetindedir. Tevhîd İnancı'nı ayakta
tutmak, ilâhî yasak sınırlarını aşıp yaratılışlarının amacından sapanları
uyarmak ve nihayet ilâhî emirlere uyup sünnetullah doğrultusunda hayatını
düzene koyanları ebedî mutlulukla müjdelemek, Kur'ân'ı bütün yönleriyle
kendinde toplayıp özetleyen temel esaslardır. [7]
İnsan kafasının ürünü
olup, onun elinden çıkan her kitap, insan kadar kusurlu, onun yanlış
bilgileriyle orantılı, onun sınırlı fikir ve görüşleriyle sınırlıdır. Diğer
bir deyimle, onun bilgi seviyesiyle eş değerdedir. O bakımdan insan eseri olan
her şey, zaman aşımıyla aşınır, tabii olayların birbirini izlemesiyle eskir ve
bir süre sonra tazeliğini yitirir.
Allah'ın kudret
kalemiyle Levh-i Mahfuz'a yazılan ve sonra Dünya Semasına =
Beytü'l-İzzet'e,oradan da parça parça Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine indirilen
Kur'ân, Allah'ın kelâm sıfatı gibi sürekli ve mükemmeldir, Zaman aşımıyla
aşınmaz, okundukça tazeliğini kaybetmez; aksine tazeliği ve cilâsı artar.
İşte bu hikmete dayalı
olarak Cenâb-ı Hak «Onda hiçbir eğrilik meydana getirmedi; onu dosdoğru,
sapasağlam tuttu..» buyurarak kendi kitabının iki ana vasfını açıklıyor.
O bakımdan Kur'ân,
hükümleri eskimiyen, değer ölçüsünü her çağda koruyan tek kitaptır. Yeter ki,
ilim adamları ondaki hakikatleri, lahutî özellikleri ve ilâhî kudretin
tecellilerini araştırıp anlamaya çalışsınlar..
Kur'ân her bakımdan dosdoğru
ve sapasağlamdır. Çünkü insan sözü ona karıştırılamamış, beşer eli onu tahrîf
edememiştir. İndiği gibi terütaze durmakta, yazıldığı gibi okunup
ezberlenmektedir. [8]
<Bu soze inanmayacak olurlarsa,
arkalarından üzüntü duyup hayıflanarak kendini yoksa tüketecek misin?!»
Hiç kimse ne Allah
kadar merhametlidir, ne de O'nun kadar âdildir. Kaldı ki insanları yaratan,
öldüren ve tekrar diriltecek olan biz değilizdir, O halde mürşitlerin, hakkı
teblîğ edenlerin görevi, aşırı derecede acımak, üzülmek, hayıflanmak değil,
doğru yolu gösterip uyarıda bulunmak; ilâhi rahmeti bütün genişliğiyle, ruhları
ferahlatıcı yanlarıyla kalplere işleyip, O'nun adaleti gereği azabının
şiddetini günün şartlarını da dikkate almak suretiyle zaman zaman münasebet
düştükçe hatırlatmaktır.
Rahmet Peygamberi Hz.
Muhammed (A.S.) Efendimizin, mümeyyiz vasıflarından ikisine dikkatlerimiz
çekiliyor: Reûf ve Rahim.. Bu sıfatlar Hz. Muhammed'in (A.S.) insanlıktan yana
sevgi ve merhametle dolu bulunduğunu göstermektedir. Her ne kadar Cenâb-ı Hak
ona : «Üzüntü duyup hayıflanarak kendini yoksa tüketecek misin?» diye
tesellide bulunuyorsa da, Onun Reûf ve Rahîm sıfatları zaman zaman içini
burkmakta ve merhamet duygusunu harekete geçirmekteydi. O halde, bu husustaki
ilâhî teselli ve tavsiye, Peygamber'in (A.S.) fazla üzülmesini, kendini
tüketircesine hayıflanmasını önlemeye yönelik bir anlam taşımaktadır.
Sonra da Cenâb-ı Hak,
insanları dünya denilen aşağı âleme getirmesinin hikmet ve gayesini bir
cümlede özetliyerek, asıl üzerinde durulması gereken noktayı belirliyor:
«Şüphesiz ki biz yeryüzünde bulunan şeyleri ona bir süs yaptık, tâ ki onlardan
(insanlardan) hangisinin daha güzel, iyi amel ettiğini deneyelim..»
Böyle bir ortamda, insanın
aralıksız süren ihtiyaçları, dünya nimetlerinin bol çeşitleri, çekicilikleri
ve ölümden korkup birtakım çarelerin araştırılması, insanı çetin bir
mücadelenin içine atmakta ve ciddi bir sınavdan geçirmektedir. Bu mücadele ve
sınavın hikmetini anlayıp kendini ona göre düzene sokanlar ilâhî iltifata
mazhar kılınmakta; idrâk etmeyip hayat dizginini nefis ve iblîsin eline teslim
edenler ise, o iltirattan kendilerini mahrum etmektedirler. [9]
«Şüphesiz ki biz yeryüzünde
bulunan şeyleri ona bir süs yaptık, tâ ki onlardan (insanlardan) hangisinin
daha güzel, iyi amel ettiğini deneyelim..»
Allah insanı ayrı bir canlı
olarak dünya alanına getirince, onu yeme, içme, evlenme, mal ve makam sahibi
olma gibi ihtiyaçlarla karşı karşıya bıraktı. Akıl, zekâ, idrâk, düşünce ve
hafıza gibi yeteneklerle de donatarak ona yardımcı araçlar verdi. İçinde nefis
kuvvetini, dışında İblîs'in vesvesesini meydana getirerek onu hayat
mücadelesinin bitmez, tükenmez sahnesinde cüz'i iradesiyle başbaşa bıraktı.
Ancak yardımcı olarak da peygamber ve kitap gönderdi, Şöyle ki : Cenâb-ı Hak,
tabir eâizse, un, şeker ve yağ verdi, ama bunları bir araya getirip helva
yapmayı ona bıraktı. Sonra da amaç ve hikmeti açıkladı: Dünya âhiretten yana güzel
amellerin yetiştirileceği yerdir. Ahiret bu amellerin devşirilip harman
edileceği alandır. O bakımdan âhiret ya bütünüyle saadet, ya da azap olabilir.
Öyle ki, her kişi saadet ve azabı dünyada yetiştirip yüklenir ve ölünce de
beraberinde âhirete taşıyıp götürür. O halde en önemli mesele: «Kimin daha
güzel ve yararlı amelde bulunmasıdır. [10]
Yukarıdaki âyetlerle,
Kur'ân'ı rahmetinin eseri olarak indiren Allah'ın her zaman hamde lâyık olduğu
belirtildi. Kur'ân'ın indirilmesinin üç ana sebebi üzerinde durularak tebliğ ve
irşat görevini sürdürenlerin, inkarcı sapıkların küfürde ısrar etmelerine fazla
üzülmelerine gerek olmadığı teselli mahiyetinde anlatıldı. Dünyada asıl
yapılması lüzumlu olan «en güzel amel» konu edilerek herkesin kendi mesleğini
en güzel, en başarılı noktaya getirmesine işarette bulunuldu,
Aşağıdaki âyetlerle, hak ile
bâtıl mücadelesinin her devirde mevcut olduğu ve bundan sonra da olacağı
hatırlatılıyor. Gerektiğinde din ve vicdan hürriyetine baskı yapılan ülkeden,
bunlara saygı gösterilen ve fırsat tanınan başka bir ülkeye hicret etmekte bir
sakınca olmadığı kapalı bir anlatımla işleniyor ve arkasından bu uğurda
ülkelerini terkedip dinleri ve inançları uğruna mağaraya sığınan bir grup
gencin asil davranışı misal veriliyor. [11]
9_ yoksa sen
mağara ve yazttı levha sahiplerini
bizim şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?
10— Hani bir grup genç, mağaraya çekilmişler ve
«Ey Rabbimiz! bize kendi katından bir rahmet ver; işimizde doğruyu göster de
bizi başarılı kıl» demişlerdi.
11— Bu sebeple mağarada nice yıllar onların
kulakları üzerine (duymamaları için engel) koyduk.
12— Sonra da iki gruptan hangisinin mağarada ne
kadar kaldıklarını daha iyi hesaplamasını belirlemek için onları uyandırıp
kaldırdık.
13— Biz sana onların başından geçen olayı gerçek
yönüyle anlatıyoruz; onlar Rablerine imân eden bir grup genç idi; biz de
onların doğru yolu bulup (Rablanna daha çok) bağlanmalarını artırdık.
14— Ve (hükümdarın karşısında) ayakta durup,
«Bizim Rabbimiz Qök-lerin ve yerin Rabbıdır, ondan başka hiçbir tanrıya mümkün
değil tapmayız; bunun aksini söylersek ancak yalan söylemiş oluruz,» dedikleri
zaman kalplerini (dayanma ve sebat gösterme duygusuyla) pekiştirdik.
15— İşte şu bizim milletimiz, Allah'tan başka
ilâhlar edindiler; onların (ilâh) olduğuna karşılık açık delil ve belge
getirselerdi ya,. Artık Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır?
16— Onlardan da, Allah'tan başka taptıklarından
da ayrılıp çekildiğiniz zaman mağaraya yerleşin ki Rabbiniz üzerinize kendi
rahmetinden yaysın ve işlerinizi de size uygun ve yararlı şekilde hazırlasın.
17— Bir görsen, güneş doğunca mağaralarının
sağına meyleder; batınca da onların sol tarafını kesip geçer. Onlar mağaranın
genişçe bir yerinde idiler. Bu, Allah'ın açık belgelerinden biridir. Allah
kimi doğru yola iletirse, o doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, artık
onun için irşâd edecek bir dost ve yardımcı bulamazsın.
18— Onları uyanık sanırsın, oysa uyku
halindedirler; sağa sola onları çevirip dururuz. Köpekleri de iki kolunu
(mağaranın) eşiğine uzatmış vaziyette. Onları bir görseydin dönüp onlardan
kaçardın ve için korku dolup ürperirdin.
19— Kendi aralarında birbirlerine sorsunlar diye
onları uyandırıp kaldırdık. Onlardan bir sözcü, «Ne kadar burada eyleştiniz?»
dedi. «Ya bîr gün, ya da daha az bir süre...» dediler. «Ne kadar kaldığımızı
Allah daha iyi bilir. Şimdi siz şu gümüş paranızla birinizi şehre gönderin de
daha iyi ve temiz bir yiyeceğe bakıp ondan size bir rızık getirsin; (alış-veriş
ederken) ince ve nazik davransın, sakın sizi birine sezdirmesin!» dediler.
20— Çünkü onlar herhalde üzerinize çıkıp
gelirlerse, ya sizi taşlayarak öldürürler, ya da kendi dinlerine döndürürler
ve o takdirde ebediyen kurtuluş bulamazsınız.
21— Böylece,
Allah va'dinin hak olduğunu, kıyametin
kopuşunda hiçbir şüphe bulunmadığını bilmeleri için (insanları) onların durumu
hakkında bilgi sahipleri kıldık. Öyle ki, halk onların durumuyla ilgili kendi
aralarında tartışıp duruyorlardı: «Onların üzerine bir bina yapın» diyorlardı.
Halbuki Rableri onları çok iyi bilendir. Görüşleri üstün gelenler ise, «And
olsun ki, onların üzerine herhalde bir mescid kurmalıyız!» dediler.
22— «Mağaradakiler üçtür, dördüncüleri
köpekleridir» derler. «Beştir, altıncıları köpekleridir» derler. Bu, gaybe taş
atmaktır. Kimi de, «yedidir, sekizincileri köpekleridir» derler. De ki:
«Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onları pek az kimseden başkası
bilmez.» Onlar hakkında (şu) ortaya konulandan fazlasıyla tartışma ve onlar
hakkında hiç kimseden bir şey sorma.
Klasik tefsirlerimiz
bu «Yedi Uyuyanlar» hakkında ilmî değeri olmayan hayli bilgiler vermiş, senedi
olmayan birçok rivayetler nakletmişlerdir. Biz onların hiç birine iltifat
etmedik.
Bilindiği gibi, Kur'ân-ı
Kerîm'de hâkim olan ilâhî metot gereği, tarihî olayların, kıssaların öğüt,
ibret ve ders alınacak önemli safhalarına yer verilir, yeri ve tarihî üzerinde
durulmaz; şahıs isimlerinden pek söz edilmez. Çünkü önemli olan, meydana ,gelen
olay ve kıssayı ibretli bir misal halinde gözler önüne sermek ve böylece ilâhî
emirlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.
Burada da «Yedi
Uyuyanlar» olayı, putperest bir ülkede, zalim bir hükümdarın din ve vicdan
hürriyetine imkân vermediği, inanan kişileri işkencelerle yıldırmaya ve
vazgeçirmeye çalıştığı; Allah'a ve O'nun kitabı ile peygamberine imân eden bir
grup şuurlu mü'minin, o hükümdara maddeten karşı koyma imkânları mevcut
olmadığından, dinlerini ve inançlarını baskıdan ve zulümden kurtarmak ve
korumak için ülkelerini terkettikieri, o yüzden bir mağaraya sığındıkları konu
edilmekte ve önce Mekke'de küfrün amansız saldırısına hedef olup bunalan
mü'minler teselli edilmekte, sonra da hicret günlerinin yaklaştığına işaret
edilmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın
insanların hayat sahnelerinde binlerce ibretli olayların gelip geçtiğine
dikkatleri çekerek, «Ashab-ı Kehf» olayının onlardan biri olduğunu ve o
bakımdan pek de şaşılacak bir şey olmadığını hatırlatması, elbetteki çok
anlamlıdır.
İşte bize düşen, sözü
edilen olayın öğüt ve ibret alınacak safhaları üzerinde durarak birtakım olumlu
sonuçlar çıkarmak ve cereyan ettiği yeri ve tarihi ise, daha çok tarihçilere
bırakmaktır.
Ancak bu olayla ilgili
Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsîrde, değişik tarihî bilgiler verilerek birkaç
paragraf halinde anlatılmaya çalışılmıştır. Onları buraya nakletmeyi uygun
gördük.
İbn Esîr Tarihi
Kâmil'inde şöyle diyor: «Ashab-ı Kehf, Dekyus namında bir melikin zamanında
idi. Dekyanus dahi denir. Efsus adındaki Rum şehrinde bulunuyorlardı..»
Fakat Tarihi Kâmil'den
anlaşıldığına göre Dekyanus, Dekyus'tan başka ve sonra gelmiş görünüyor. Zira
Dekyanus «Diyuklenyanus» olmalfdır ki, Kâmil'de buna «Deklitanus» denilmiş ve
Dekyus bundan birkaç melik önoe anılmıştır.
Murad Bey'in tarihinde
anlatıldığına göre, Hıristiyanlar hakkında iara edilen katliamların en
sonuncusu ve en dehşetlisi Diyuklenyanus'un zamanında meydana gelmiştir.
Fransızların «Grand
Ansiklopedisinde «Sept Lormans» Yedi Uyurlar namile kıssa hakkında şöyle
denilmiştir: Roma imparatoru «Dekyus-Deci-us» Hıristiyanlari katliam ettiği
sırada asîl bir aileye mensup yedi kardeş: Maksimyanns, Malkûs veya Margûs,
Martinynanus, Diyomisyus, Yohanis ve Sürasiyü, kendilerini dinlerini terke
zorlamak isteyen «Efes» valisinin tehditlerine kahramanca karşı koyduktan sonra
bir mağaraya iltica ettiler. Onları ve onlarla birlikte kendilerini sadıkane
takip etmiş olan köpeklerini öldürmek için bu mağaranın kapısını ördüler,
duvar bitmeden bir hıristiyan bu olayın münasebeti üzerinde yazmış olduğu bir
bakır levhayı mağaradan içeri atmıştı. (Rakîm bu levha demek oluyor) Fedailer
uyudular, yüz elli sene veya yüz doksan yedi sene sonra dört yüz kırk sekiz
tarihinde ikinci Teodos zamanında sadece bir gün uyumuş oldukların! zannederek
uyandılar ve içlerinden birini yiyecek satın almak için şehre gönderdiler. Bu
adam kapılarda salîp (haç) işaretlerini görerek hayrete düştü. Aynı zamanda
alış-veriş ettiği kimselere İmparator Dekyus zamanından kalma sikkeler
gösterdiği için onları da hayrete düşürdü. Efes «Efsus» piskoposu, imparator
ve imparatoriçe bu harikayı hayretle seyretmek için derhal mağaraya gittiler,
fakat yedi şehit, ölülerin dirileceğine böylece delil gösterdikten sonra uykuya
daldılar, ve bir daha uyanmadılar. Bunların kapanmış oldukları mağara sonraları
mü'minlerin bağlılıklarıyla meşhur oldu. Bu mağarayı hâlâ seyyahlara
(turistlere) gösteriyorlar. Bunların geriye bıraktıkları şeyler Marsilyaya
nakledildi. Nakil esnasında kullanılan büyük taş sandık Marsilya'daki Sent
Viktor kilisesindedir. 528 tarihinde Suriye Piskoposu «Jean dö Sarağ»un bir
kıssa şekline soktuğu bu dasitan sonradan Greguvar dü Loz tarafından
Süryanice'den Lâtince'ye terceme ve teksir edildi. Bu eserin ismi (Döglorya
Martiromjdur. Bu yedi kişinin isimleri Yunan ve Lâtin, Habeş ve Rus
takvimlerinde bazı değiştirmeler ile yer almıştır. Yunan takvimlerinde
sekizinci olarak köpeğin ismi de görülür. Lâtin kilisesinde bunların tezkârı
(anma törenleri) yedi temmuzda icra edilmiştir. Yunan kilisesine göre, yedi
şehidin mağaraya kapandıkları gün, dört ağustos ve uyandıkları gün, yirmi iki
teşrin olur,» [12]
Cenâb-ı Hak, kâfirler
tarafından -sırf hıristiyan oldukları için- zulme ve hakarete uğrayan, ölümle
tehdit edilen yedi genç kardeşten söz ederken, onların başından geçen ibret
dolu safhalardan önemli kısımları Kur'-ân'da zikrederek mü'minlere şu mesajları
vermektedir:
1— Kâinatın her parçası, ilâhî varlığı ve
birliği yansıtan belgeler ve mu'çizelerle doludur. Sadece dünyanın şaşmayan bir
kanuna göre boşlukta iki ayrı hareketini -herhangi bir yavaşlama ve
noksanlaşma söz konusu olmaksızın- sürdürmesi, fiziksel bir mu'oize değil
midir? «Yedi Uyuyanlar» olayı buna kıyas edilince pek
önemsiz kalmaz mı?
İşte Kur'ân bu gerçeği
hatırlatıyor. Aklını, vicdanını kullanabilenler için her tarafın mu'cize ve
harikalarla dolu olduğunu bildiriyor.
2— Allah'ı inkâr eden zorba bir idareyi
değiştirmek mümkün olmadığı takdirde, canı, dini, imânı ve insan olmanın
şerefini koruyup kurtarmak için daha emin, din ve vicdan hürriyetine saygılı
bir yere gidilir.
3— Cenâb-ı Hakk'ın bizim henüz bilmediğimiz öyle
kanunları vardır ki, onları harekete geçirince, insan ölmeden asırlarca uykuda
kalabilmekte ve bir hastalık da arız olmamaktadır, az bir enerjiyle varlığını
sürdürebilmektedir. İlmî araştırmalar ilerledikçe insanoğlu bu konuda belki
birtakım ip uçları elde edebilir. İnsan ruhunun ne kadar güçlü ve kudretli
olduğunu, beden ruha tabi olunca, gıdaya bile ihtiyaç hissedilmiyeceğini belki
keşfedebilir.
4— Allah dosdoğru inanıp Hakk'a bağlanan o
gençlere, kendi yüce kudretini izhar ederek, öldükten sonra diriltilmenin
mümkün olduğunu gösterdi. Üçyüz küsur yıl uyuduktan sonra, bir gün veya daha
az bir süre uyu-muşçasına uyanmaları, bunun en açık misalidir.
Belirttiğimiz bu dört
madde, olayın özeti ve ana temasıdır. Açıklanması ise, kısaca şöyledir;
1. Genç yaşta nefsin aşırılıklarını frenleyip
Allah'a dosdoğru inanmak, imânların en güzelidir. Dine ve ahlâka gençlerin
sahip çıkması, inkarcı zorba bir idareyi gençlerin bilimsel açıdan zararlı
görüp reddetmeleri, geleceğe ümitle bakmayı ilham eder.
2. İmân ve fazilet uğruna üstün cesaret
göstermeyen bir topluluk, her zaman
ezilmeğe, itilip kakılmaya mahkûmdur.
3. Bâtılın
kalpleri ve vicdanları
aydınlatmıyacağını delillerle ortaya koymak ve küfrün, azgınlığın,
hürriyetlere saygısızlığın hiç bir millete ve ülkeye rahmet getirmiyeceğini,
onları hiçbir zaman başarılı kılmayacağını ortaya koymak, çok daha bilgili,
imanlı gençlerin görevi olduğunu unutmamak gerekir.
4. Allah'a, O'nun dinine iftira edip yalan
uyduranlardan daha zalim kim vardır veya kim olabilir? Din adına taviz yoktur..
İnkarcı maddecileri memnun etmek için dinin hükümlerini, esaslarını değiştirmek
en büyük haksızlıktır. İşte Kur'ân
ilgili âyetlerle bunu haber veriyor.
5. Küfürden, sapıkların şerrinden ve onların bağlı
bulunduğu bâtıldan kurtulmanın
yollarını arayanlara, çare bulamadıkları takdirde onlardan uzaklaşmak suretiyle
kulluk görevlerini huzur içinde yerine getirenlere Cenâb-ı Hak geniş rahmetiyle
yönelir ve işlerini kolaylaştırır.
6. Mağaranın genişçe bir yerinde uyuyup
sabah-akşam güneşinin onlara dokunmadan makaslayıp geçmesi ise, mağaranın
yapısı ve yönü hakkında kısa bir bilgi veriyor. Hem vüeudun bir kısmının
güneşte, bir kısmının gölgede kalmasının sağlık için zararlı olabileceğine
belki işaret ediliyor. Zira bu hususta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in de
ümmetine uyarısı olmuştur.
7. İlâhî sünnete, yani insan hayatıyla içice
olan kanunlara uyanları Allah doğru yola eriştirir; uymayanları ise,
sapıklıkları üzere bırakır.
8. Uzun yıllar uyuyanların vücutlarının
çürümemesi ve kan dolaşımının aksamaması için sık sık melekler tarafından
sağa-sola döndürüldükleri açıklanıyor. Bu, uzun süre uyuyan çocukları ve
yatalak olan hastaları belli vakitlerde sağa-sola çevirmemizi ilham ediyor.
9. Köpeğin ekmeğini yediği kapıya sadık olduğu,
yedi uyuyan gençleri korumak için kollarını
eşiğe uzatıp uyuduğu bildiriliyor.
Bir tehlike anında köpeğin daha duyarlı olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor.
10. Uzun yıllar saçları, sakalları ve tırnakları
uzayan o gençlerin korkunç bir görünüm içinde bulundukları haber veriliyor.
Bu, belli sürelerle saç ve sakalı düzeltmenin gereğine işarettir.
11. Kabir âleminin de böyle bir uyku devresine
yakın bir anlam taşıdığına dikkatler çekiliyor. Ruhlar için bir bakıma zaman
kavramının söz konusu olmadığına işaretle, kabir âleminin pek uzun
sürmeyeceğine atıf yapılıyor.
12. Birkaç gün rahat yaşayabilmek için
putperestlerin inançlarını benimsemek veya onlar gibi bâtıl ilâhlara tapmak,
ebedî hayatı kaybetmeye sebep olur. Öyleleri için kurtuluş yolları kapanır ve
yardımcı da bulunmaz.
13. Olayın
deşifre edilmesi, mağaranın tanıtımının yapılması, insanlara, Allah'ın
va'dinin mutlaka gerçekleşeceğini ve kıyametin, vakti ve saati gelince mutlaka
kopacağını kanıtlamak içindir.
14. Halkın bu gibi olağanüstü sayılan olaylara
karşı ilgisinin fazla olduğu, ölen kâmil kişilere daha çok saygı duyulduğu,
buna ölçü olarak da Yedi Uyurlar üzerine bir bina veya mescit yapılmasını kararlaştırmaları gösteriliyor.
Oysa mescit ölüler
için değil, diriler için yapılır ve öyle olmalıdır.
15. Uyuyan
gençlerin sayısı hakkında
tartışmanın gereksiz olduğu, bir bakıma karanlığa taş atma
anlamını taşıdığı blidiriliyor. Aynı zamanda hakkında kesin bilgi ve delil
bulunmayan bir olay, bir konu hakkında iddialaşmaya, tartışmaya girilmemesi
emrediliyor.
16. Yerin üstündeki hareketli canlıların ve
bitkilerin bir gün kupkuru toprak haline getirileceği belirtildikten sonra Yedi
Uyurlar olayı buna cok açık bir misal olarak veriliyor. «Öldürmeden üçyüz şu
ka'dar yıl uyutan Allah, elbetteki insanları toprak haline getirdikten sonra
diriltmeğe kadirdir» inancı telkin ediliyor.
Ashab-ı Kehf hakkında
çeşitli rivayetleri toplayıp geniş bilgi veren ünlü müfessir İbn Cerîr
et-Taberî'nin tesbitlerini, hacmimiz müsait olmadığından buraya nakletmedik,
Ancak fazla bilgi edinmek isteyenlere onun Camiu'l-Beyan Fi-Tefsîri'l-Kur'ön
adlı tefsirini tavsiye ederiz. [13]
Hıristiyan kaynaklara
göre, Ashab-ı Kehf olayı M.S. 250 yıllarına rastlamaktadır. Ancak Roma
İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra olay üzerinde daha. fazla
durulduğu ve M.S. 447'de Roma İmparatoru II. Theodosius döneminde uykudan
uyandıkları sanılmaktadır. Bu tesbite göre, Ashab-ı Kehf'in mağarada 197 yıl
uyudukları ortaya çıkıyor ki, tes-bitin sıhhatli olduğu söylenemez. Çünkü
Kur'ân'da üçyüz küsur yıl uyudukları belirtilmektedir. Allah daha iyisini
bilir. [14]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Mekke'de mü'minleri tedirgin edip din ve vicdan hürriyeti tanımayan
müşriklerin eza ve cefasına tahammül etmeğe çalışan mü'minleri teselli etmek
ve yakında hicret olayının meydana geleceğini kapah bir şekilde haber vermek
üzere Ashab-ı-Kehf misal verildi. Önemli safhaları anlatılarak mü'minlere
birtakım mesajlar iletildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Ashab-ı
Kehf'in mağarada kaldıkları süre üzerinde duruluyor. Kesin belge olmadan bir
olay, ya da konu üzerinde tartışılmaması' hatırlatılıyor. Bir iş yapılmak
istendiğinde, «Allah dilerse» demenin çok yararlı olacağı bildiriliyor. Sonra
da dinle ilgili konularda Kur'ân'a bağlı kalmanın gereği belirtiliyor. [15]
23-24—
Hiçbir şey için «Ben bunu mutlaka yarın yapacağım» deme; ancak Allah dilerse
yapacağım, de. Unuttuğun zaman Rabbini an ve de ki: Umulur ki Rabbim beni
buncan daha yakın doğruya eriştirir.
25— Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar ve
dokuz da artırdılar,
26— De ki: Onların ne kadar kaldığını Allah daha
iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını (gizli kapalı hususlarını) bilmek Allah'a
aittir. O ne güzel görür ve ne güzel işitir! Onların O'ndan başka bir dostu ve
yardımcısı yoktur. O, hiç kimseyi hükmünde ortak tutmaz.
27— Artık sen Rabbin kitabında sana vahyolunanı
oku. O'nun sözlerini değiştirecek yoktur ve sen O'ndan başka bir dayanak ve
sığınak elbette bulamazsın.
Yahudilerden aldıkları
bilgi üzerine, Mekkeli putperestler, Hz. Peygam-ber'e (A.S.) gelerek ruhtan,
yedi uyuyanlardan ve bir de Zulkarneyn'den sordular. Peygamber (A.S,) Efendimiz
onlara: «Yarın gelin de cevabını vereyim» buyurdu ve «inşaallah» demedi. Bunun
üzerine Melek Cebrail gecikti ve sonra yukarıdaki âyetler indi.[16]
«Hiçbir şey için «Ben
bunu mutlaka yarın yapacağım» deme; ancak Allah dilerse yapacağım de..»
Kur'ân, ilgili âyetle
mü'minlere konuşma kurallarından birini ve Allah ile olan ilgisinin ölçü ve
edebini hatırlatıyor. Varlık âleminin en seçkin parçası olan insan, her an
ilâhî kudretin tasarrufu altında bulunuyor. Vücudu O'nun kudretinin eseri,
yetenekleri O'nun inayetinin tecellileri, fiziksel yapısı O'nun sanatının
harikasıdır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın var kılıp istifademize sevkettiği
nimetlerden nasibimizi alırken O'nun ismini anarak başlamamız ve yine O'nun
ismini anarak bitirmemiz ve bir işe başlayacağımıza karar verirken «inşaallah»
dememiz kadar tabii ne olabilir? Her şeyden önce Allah'a karşı olan edep,
terbiye ve saygımızın gereğidir. Rabbımız her şeyden fazla sevilmeğe, saygı
gösterilmeğe ve güven beslenmeğe lâyık değil midir? Aslında O'nun ne bizim
ibâdetimize, ne duamıza, ne de Besmele ile başlayıp Hamd ile bitirmemize ve
yapmak istediğimiz şeyler konusunda «inşaallah» dememize ihtiyacı yoktur. Bütün
bunlar kulluğumuzu idrâk etmemizin sözlü belgelen, imânımızı şüpheden uzak
bulundurmamızın içten dışa vuran tezahürleridir.
Unutmamak gerekir ki,
bir işe başlayabilmemiz, bir işi. başarabilmemiz için mutlak surette ilâhi
yardım ve rahmete muhtaç bulunuyoruz. O bir an bize taalluk eden kudretinin
tecellilerini kesintiye uğrattığı takdirde, bizler güçsüz, enerjisiz ve
hareketsiz birer et-kemik yığını olarak kalırız. Yaptığımız her şeyde O'nun
kudret ve inayetinin payı yüzde yüzdür. Bu bakımdan bir şeyi yapmaya karar
verdiğimizde «inşaallah», yani «Allah dilerse» dememiz, bütün kuvvet ve
kudretleri O'na ait kılmamızın açık ifadesi, teslimiyetimizin sözlü belgesi,
kalbimizin imân ile yatışmış olmasının bir tezahürüdür.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in, kendisinden üç şey hakkında soru soranlara «yarın gelin de
cevabını vereyim» demesi ve «inşaallah» sözüyle bağlamaması, ilâhî plân ve
programın gerçekleştirdiği bir misaldir. Aynı zamanda bu olay, kişinin, ne
kadar bilgili ve yetenekli olursa olsun, ne kadar ileriyi görürse görsün,
mutlaka Allah'ın vereceği kuvvet ve rahmete muhtaç bulunduğunu anlatan bir
belgedir. [18]
«Onlar mağaralarında
üç-yüz yıl kaldılar ve dokuz da artırdılar..»
Yedi Uyurlar'ın
sığındıkları mağarada ne kadar süre uyuya kaldıkları hakkında hayli farklı
tesbit ve yorumlar yapılmıştır. Az yukarıda da naklettiğimiz üzere, Roma
imparatoru II. Theodosius zamanında daldıkları uykudan uyandıklarını îesbit
edenlere göre, M.S. 250 yılında olay meydana gelmiş ve sözü edilen imparatorun
tahtta bulunduğu 447 yılında uyandıkları anlaşılmıştır. Bu tesbite göre, sözü
edilen genç grup 197 yıl uyumuşlardır. Bu sayıdan daha az ve daha çok
uyuduklarını iddia edenler de olmuştur.
Kur'ân bu konuda kesin
bir rakam vermekte midir? İlgili 25. âyeti iki şekilde yorumlamamız mümkündür.
Birincisi, cümlenin 22, âyetle irtibatlı olmadığı; ikincisi ise, irtibatlı
olduğu şeklindedir.
Birinci yoruma göre :
Kur'ân her türlü tahmin ve farklı tesbitleri bir tarafa itip güneş ve ay
yıllarına göre iki süre belirlemektedir. Güneş yılına göre, 300 yıl, Ay yılına
göre, yaklaşık 309 yıi uyuduklarını açıklamaktadır.
İkinci yoruma göre :
Mağaraya sığınan gençlerin kaç kişi olduklarında nasıl farklı görüş ve
tesbitler ortaya çıkmışsa, mağarada kaç yıl uyudukları hakkında da öylece
farklı görüş ve tesbit ortaya çıkmıştır. Kimine göre, 300 yıl, kimine göre ise,
309 yıl..
Klasik tefsirlerimizde
birinci yoruma ağırlık verilmiş ve Güneş takvimi ile Ay takvimi arasında 11 gün
farkın söz konusu olduğunu belirterek 300 güneş yılının yuvarlak hesapla 309 ay
yılına tekabül ettiğini ve Kur'ân'ın bilhassa bu farka dikkatleri çektiğini
söylemişlerdir.
Ne var ki, 26. âyet
ikinci yorumun daha isabetli olduğu kanaatini doğuruyor. «De ki: Onların ne
kadar kaldığını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını (gizli, kapalı
hususlarını) bilmek Allah'a aittir...»
Ünlü İngiliz tarihçisi
Edvvard GİBBON (1737-1794), Roma İmparator-luğuyla ilgili beş ciltlik tarihinde
-ki bu, M.S. 180-1500 yıllarını kapsar- As-hab-ı Kehf olayına da temas etmiş ve
Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığa karşı olduğu, dindarları takibata
uğrattığı dönemini ve sonra da adı geçen imparatorluğun Hıristiyanlığı
kendilerine din olarak seçip benimsedikleri dönemi ete alıp incelemiş ve
böylece Ashab-ı Kehf'in, yani Yedi Uyurlar'ın mağarada 196 yıl uyuduklarını
iddia etmiştir.
Onun bu tesbit veya
iddiası doğru ise, ikincilerin yorumuna göre, Kur'ân'ın beyânına ters
düşmemektedir. Birincilerin yorumuna göre ise, Kur'ân'ın beyânına ters
düşmekte ve arada büyük bir fark bulunmaktadır. O takdirde Kur'ân'ın verdiği
rakam mutlaka doğru, onun tesbiti ise elbette yanlıştır. Nitekim Meydan
Larousse'da ilgili maddenin açıklamasında şu cümle yer almaktadır: «Gibbon'un
adı geçen eseri, tarihî bir inceleme ola-rakjdeğerini kaybetmekle beraber edebî
açıdan önemlidir.»
Böylece, gençleri
öldürmeden asırlarca mağarada uyutan Allah'ın mutlaka ölüleri diriltmeğe
kudretinin yettiği ve kıyametin de vakti ve saati gelince kopacağında hiç şüphe
bulunmadığı bir defa daha kesinlik kazanmış oluyor. Sonra da bu olayla, bizim
henüz çözemediğimiz birçok esrar ve hikmetin, ilâhî sünnet ve kanunun bulunduğu
hatırlatılmaktadır. O bakımdan aklımızın ermediği, bilgimizin yetmediği bir
konu veya olayı hemen ret veya inkâr etmemizin çok sakıncalı sonuçlar
doğuracağına işaret edilmekte, her konu ve mesele hakkında ciddi araştırma
yapmamızın daha doğru olacağı dolaylı şekilde ilham edilmektedir. [19]
Mağarada uyuyan
gençler, Hıristiyan olup Hak uğruna zâlim putperest bir imparatordan kaçıp
imanlarını kurtarmak pahasına dünya nimetlerine veda eden çok mutlu
kişilerdir. Uzun süre uyumaları, hem ilâhî kudretin yüceliğini yansıtmakta,
hem de haktan yana olanların Allah, melekler ve insanlar tarafından hayır ve
rahmetle anılacakları ve bunun kıyamete kadar devam edeceği belirtilmekte ve
asıl kalıcı olan hayırlı amelin, Allah rızası doğrultusunda gerçekleşmiş
bulunandan başkası olmadığı bilgisi verilmektedir.
Ama bu olaydan çok
daha yakın, çok daha tatmin edici olan bir gerçek vardır, o da Kur'ân
mu'cizesidir. Her âyet ayrı bir belge, her hükmü benzersiz bir rahmet, her
kıssası yönlendirici bir öğüt ve ibrettir. Ümmî, yani okur-yazar olmayan bir
Peygamber'in (A.S.) böylesine her yönüyle mükemmel ve kusursuz bir kitabı
teblîğ edip öğretmesi ise, en büyük mu'-cizedir. [20]
Artık sen Rabbının
kitabında sana vahyolunanı oku. O'nun sözlerini değiştirecek yoktur ve sen
O'ndan başka bir dayanak ve sığınak da elbette bulamazsın.»
Son kitap bütünüyle
Allah sözüdür. Kelime konum ve dizimindeki olağanüstü uyum ve ahenk,
manasındaki yüksek hikmet her bakımdan onun ilâhî olduğuna şehadet etmektedir.
Yirmi üç ytla yakın bir süre içinde kısım kısım, parça parça inmesinin
sebeplerinden biri de şudur: İndiği gibi korunsun, vahyedildiği gibi yazılıp
ezberlensin ve ona hiçbir zaman insan sözü karışmasın, karıştırılmasın..
Abbasî halîfelerinden
Me'mun devrinde İslâm'a giren bir yahudî din âiiminin itirafı, bunun.binlerce
kanıtlarından sadece biridir. Bir önceki sûrenin tefsirinde de naklettiğimiz
gibi, iyi bir hattat olan yahudi, önce Tevrat'ı yazıp yer yer ilâveler ve
noksanlar meydana getirmiş ve sonra da o vaziyette yazdığı nüshayı hahamlara
takdim etmiş. Ne var ki, hiç biri bunun farkına varamamış ve en küçük bir
itirazda bulunmamıştır. İncil'i de aynı şekilde yazıp papazlara sunmuş, yine
herhangi bir itiraz olmamış, üstelik bu hizmetinden dolayı taltif edilmişti.
Sıra Kur'ân'ı yazmaya gelmiş, onu da bazı ilâve ve noksanlaştırmalarla yazıp
sahaflara götürmüş, kapağını açan sahhaf, yapılan tahriflerin hemen farkına
varmış ve yahudinin üzerine yürümüştür. Özetini sunduğumuz bu olay üzerine
yahudi din âlimi son derece duygulanmış ve «İşte Allah sözü budur ki onu
değiştirmek mümkün değildir» diyerek içindeki bütün şüpheler kalkmış ve gönül
yatışkan-lığı içinde İslâm'a girmiştir.
Âyetin bir diğer
yorumu ise şöyledir; Din âlimleri, Kur'ân'ı bir bütün halinde korumakla
yükümlüdürler. Onun hükümlerini aynen teblîğ etmeleri, soranlara eksiksiz
cevap vermeleri; şunu, bunu dine ısındırmak için en küçük bir değişiklik
yapmamaları gerekmektedir. Çünkü Allah sözü değiştirilmez, O'nun hükümlerine
dokunulmaz ve emirleri kişilerin arzularına veya mantıklarına göre yorumlanmaz. [21]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yedi Uyurlar'ın mağarada kaldıkları süre üzerinde duruldu ve bir konu veya
olay hakkında kesin bilgi edinmeden iddialı olmanın sakıncaları bulunduğuna
işaret edildi. Gelecekte yapılması istenen bir işi kararlaştırırken
«inşaallah» demenin gereğine dikkatler çekildi. Sonra da dinî konularda
Kur'ân'a bağlı kalmanın lüzumu belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendilerini sabah ve akşam ibâdete verip Rabla-rına duâ eden mü'minlerle
beraber olmanın faydalarına atıf yapılarak aklını, düşüncesini nefsinin emrine
verip hevesinin peşine takılan sapıklara iltifat edilmemesi tenbîh ediliyor.
Sonra da imân temeli üzerinde salih amellerde bulunanlar müjdeleniyor; onların
aksine bir yol tutan sapıklar için hazırlanan Cehennem azabı hatırlatılıyor. [22]
28— Sabah
akşam Allah'ın rızasını dileyerek Rabbına duâ edip yönelenlerle beraber
(bulunman için) kendine sabretme gücünü ver.. Dünya hayatının süsünü isteyerek
gözlerini onlardan (hakka gönül veren kimsesiz fakir mü'minlerden) ayırma ve
bir de kalbini bizi anmaktan gaflete düşürdüğümüz, hevesinin peşine takılmış
kimseye uyma. Zaten o işinde sınırı aşmıştır.
29— De ki: Hak, Rabbinizdendir; artrk isteyen
imân etsin, isteyen inkâra sapsın. Şüphesiz ki biz, zâlimler için ihata
duvarları (şeklinde) her taraftan kendilerini kuşatacak bir ateş
hazırlamışızdır. Eğer (susuzluktan) sızlanıp yardım isterlerse onlara,
(içerken) yüzleri kavuran erimiş katran gibi koyuca bir su verilir. Ne kötü
içecektir o! Ve Cehennem de ne fena oturulacak yerdir!
30— Şüphesiz ki, imân edip güzel yararlı
amellerde bulunanlar var ya, doğrusu biz güzel-yararlı amellerde bulunanların
ecrini (mükâfatını) boşa çıkarmayız.
31— İşte onlar için altlarından ırmaklar akan ADN
Cennetleri var; orada altın bileziklerle süslenirler; ince ve kalın nefis
ipekli yeşil kumaştan elbise giyerek tahtlar üzerine kurulurlar. Ne güzel
sevap ve ne güzel oturulacak yerlerdir!
ei-Fezarî kabilesi
reisi Uyeyne b. Hısn henüz İslâm'a girmemişti. Bir gün Resülüllah (A.S.)
Efendimiz'e geldi. O sırada Resûlüllah'ın (A.S.) yanında fakir mü'mînlerden
birkaç kişi bulunuyordu. Aralarında Selmân el-Fârisî de bulunuyor ve üzerinde
terlemeden mütevellit iyice kararmış yünden bir üstlük taşıyordu. Uyeyne bu
manzaradan pek hoşlanmadı ve Peygamberimize (A.S,) şöyle dedi: «Bunların
kokusu sizi rahatsız etmiyor mu? Oysa biz Mudar oğullarının ileri gelenleriyiz.
İslâm'a girersek bizimle birlikte birçok kimseler de müslüman olurlar. Ne var
ki bizi İslâm'a girmekten alıkoyan şu senin çevrendeki fakirlerdir. Bunları
uzaklaştır veya bizim için ayrı bir meclis ayır, sana uyalım!» Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [23]
Diğer bir rivayete
göre : İlgili âyetler Ashab-ı Suffa hakkında inmiştir. [24]
Nitekim bu âyetler
inince Resûlüllah (A.S.) Efendimizin: «Ümmetimle beraber olup sabretmem için
bana emreden Allah'a hamd olsun,.» demiştir. [25] Sa'd
b. Ebî Vakkas (R.A.) anlatıyor:
Biz altı kişi
Peygamber (A.S.) Efendimiz ile beraber oturuyorduk. Derken müşriklerin ileri
gelenleri, Peygamber (A.S.) Efendimize, «etrafında yer alan şu adamları
kendinden uzaklaştır da bize karşı bir saygısızlıkta bulunmasınlar..» diye
teklifte bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [26]
«Fakirlerin meclisinde
oturmam, dört köleyi hürriyetlerine kavuşturmamdan bana daha sevimlidir.» [27]
«Sabah namazından
güneş doğuncaya kadar Allah'ı anan bir toplulukla oturmam, benim için üzerine
güneşin doğduğu her şeyden sevgilidir. Aynı zamanda ikindi namazından güneş
batıncaya kadar Allah'ı anmam, benim için İsmail oğullarından her birinin
diyeti on iki bin (dirhem veya dinar) olan sekiz kişiyi hürriyetine
kavuşturmamdan daha sevimlidir.» [28]
«Herhangi bir topluluk
Allah'ı anmak için biraraya gelip toplandığı zaman, bununla sırf Allah
rızasını arzu ederlerse, mutlaka bir çağrıcı şöyle seslenir: Bağışlanmış,
yarlığanmış olarak kalkın. Gerçekten kötülükleriniz iyiliklere çevrilmiştir.» [29]
«Sabah-akşam Allah'ın rızasını
dileyerek Rablanna duâ edip yönelenlerle beraber (bulunman için) kendine
sabretme gücünü ver.»
Toplumun manevî
desteği, huzur kaynağı, güven dayanağı, kendilerini Allah'a verip sabah-akşam
O'nu anan ve sadece ilâhî hoşnutluğu kazanmak isteyen mü'minlerdir. Bunlar
madde ihtirasından kendilerini arındıran, vicdanlarını rahmet havasıyla
geliştiren bahtiyarlardır. Dünya nîmetlerini e!de etmek için de çalışırlar,
dünyaya kul, mala bekçi olmak için değil, iman selâmetiyle, müslüman olma
şerefiyle yaşamak için aiınteri akıtırlar. Zaman zaman böyle bahtiyarlarla beraber
bulunmak, şüphesiz ki insanın birtakım aşırılıklarını frenler, Allah'ı daha çok
hatırlamamızı sağlar, İmânın daha da kökleşmesine yardımcı olur. İnsanı
ferdiyetçilikten kurtarıp cemaatin kopmaz bir parçası düzeyine getirir.
O bakımdan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e bu hususta verilen emir, daha çok ümmetine yöneliktir. Zaten
Allah'a dosdoğru imân eden şuurlu liderlerin en büyük başarıları, halktan biri
gibi olmak, Allah'a sıdk-u selâmetle yönelen mü'minlere kendi meclislerinde
yer verip onlarla kaynaşmayı kendi nefislerine yedirmektir. [30]
<Ve bir de kalbini
bizi anmaktan gaflete düşürdüğümüz, hevesinin peşine takılmış kimseye uyma.
Zaten o, işinde sınırı aşmıştır.»
Kur'ân-ı Kerîm,
birinci grupla beraber olmayı, o hususta dayanma gücünü ortaya koymayı emir ve
tavsiye ettikten sonra, arkadaşlık ve dostluğa lâyık olmayanların durumuna
değinerek uyarıda bulunuyor. Zira bu ikinci grubun daha çok üç ölçüsüz vasfı
söz konusudur. Şöyle ki:
a) Kalpleri gaflete boğulduğundan Allah'ı
anmazlar. Çünkü onların tek amacı, dünyalıktır. O bakımdan düşünceleri mal ve
makam, zikirleri para, hayalleri şehvettir.
b) Nefis iklimine tamamen bağlı bulundukları
için, sadece bu iklimden yana hevesler ve arzular peşinde koşarlar.
Bu durumda ne ezan
sesi duyacak kulakları, ne minareyi görecek gözleri, ne de namazdan zevk
alacak gönülleri vardır.
c) Birçok işlerinde ilâhî sınırları aşarlar,
yasakla, yasak olmayan arasındaki çizgiye pek dikkat etmezler. Zira amaçlan
maddedir. Ona ulaşabilmek için arada engel sayılan değerleri çiğneyip geçmekte
bir sakınca görmezler.
İşte Kur'ân-ı Kerîm,
mü'minlere bu üç sıfatı kendinde taşıyan kişilere uymayınız, ama onları
kendinize uydurmaya çalışmayı da ihmal etmeyiniz, buyurarak uyarıda bulunuyor.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz ve arkadaşları, Kur'ân'ın bu yüksek terbiyesinde kalplerini
şekillendirmiş mutlu ve bahtiyar kimselerdi. Onlar hiçbir zaman sapıklara,
maddecilere, şehvetperestlere ve nefislerini imân ve iyi ahlâkla izole
etmiyenlere uymadılar. Onları kendilerine uydurmayı dinî borç bilip mesailerini
bu uğurda harcadılar. Onun için de Cenâb-ı Hak onlardan razı oldu, onlar da
Cenâb-ı Hak'tan razı oldular. Böylece hem dünyada, hem âhirette rıza
mertebesine yükseldiler. [31]
«De ki: Hak, Rabbinizdendir..»
İnsan yalnız kendi
aklı ve zekâsıyla, yığınlarla taş toprak arasından «hak» denilen manevî cevheri
bulup çıkaramaz. Çıkarsa bile yabancı bir metali da hak sanabilir. Onun için
Kur'ân ölçüleri dışında kişilerin kendi yeteneklerine dayanarak «hak» dedikleri
şeyler hem farklılık arzetmek-teler, hem de birbirlerine ters düşmekteler. Öyle
ki, birinin hak kabul ettiğini, diğeri bâtıl, boş ve anlamsız saymakta;
diğerinin bâtıl saydığını öbürü hak kabul etmektedir. Çünkü her ikisinin de
değerlendirmesi ilâhî kıstasa göre değildir. Yetenekler, anlayış ve inançlar
ne kadar farklıysa, «hak» diye iddia ettikleri şeyler de o derece farklıdır.
Oysa «hak» birdir, birkaç değildir. Hakkın karşısında ise ancak bâtıl vardır.
Hak ile bâtıl arasında üçüncü bir kavram yoktur, yani bir şey ya haktır, ya da
bâtıldır; üçüncü bir ihtimal söz konusu değildir.
Bunun için Cenâb-ı
Hakk'ın isimlerinden biri de «Hak»tır; aynı zamanda Allah hem hakkın koyucusu,
hem de koruyuousudur. Bütün peygamberler ve kutsal kitaplar hakkı tanıtmaktan,
onu ayakta tutmaktan yana gönderilmişlerdir. Temelinde hak bulunmayan her
müessese bâtıldır ve zararlıdır. Mayasında hak olmayan her iş ve amel Allah
yanında değersizdir. [32]
«Artık isteyen imân
etsin, isteyen inkâra sapsın..»
Allah ancak hakkı
söyler, hakkı indirir, hakkı korur ve hakkı işler. O'nun kimselerin imânına ve
ibâdetine ihtiyaoi yoktur. O bakımdan kendini hak sınırına getirip o
doğrultuda ve ölçüde işlerini düzenleyen kişiler mutlu olurlar ve her iki
âlemde lâyık oldukları yerlerini alıp Hakk'ın rızasına erişirler. O sınıra
gelmeyip bâtılı savunanlar ise, çok gerilerde kalıp ebediyen mutsuz olurlar.
Çünkü haktan sonra ancak bâtıl vardır. Hakk'ı kaybeden bâtılın kucağına düşer.
Kur'ân'da bu husus şöyle belirtilmektedir: «Haktan sonra ancak sapıklık var. O
halde nasıl (oluyor da haktan) döndürülüyorsunuz?!» [33]
O halde hakkı hak
bilip onu dosdoğru temsîl eden kimse, bâtılın beynini parçalamış olur. Çünkü
hak gelince bâtıl mutlaka yok olur.
Kur'ân, hakkı inkâr
edip zulme sapanları elim bir azap ile müjdelemektedir ve onun için çizdiği
azap tablosu son derece dikkat çekici ve düşündürücüdür. Öyle ki, cezanın
amelin cinsinden olacağına bir işaret ve adaletin kusursuz tecelli edeceğini
hatırlatma söz konusudur.
Hakk'a inanıp kabul
edenler, hakkı ayakta tutmaya dikkat ve özen gösterenler ve bu istikamette
güzel, yararlı amellerde bulunanlar için hazırlanan mükâfat ise, göz ve gönül
dolduracak özelliktedir.
Şüphesiz ki Allah
ancak hakkı söyler ve doğru yola çağırır..
«Hak ve adalet
duygusu, kişilerden başlamalıdır» sözü, «Hakkı bilmeyene hak olmaz yakın»
sözüyle birleşince asıl değer ölçüsünü bulmuş olur. «En büyük şey kul için
hakkı tutup kaldırmaktır» diyen şairimiz ise, insanıngerçek anlamda insan
olabilmesinin ölçülerinden birini ortaya koymuştur. [34]
Yukarıdaki âyetlerle,
toplum yapısında kendini Allah'a veren gerçek mü'minlerden yana olmanın lüzumu
üzerinde duruldu. Hayat dizginini nefis ve İblîs'in eline verip şehvetten
kaynaklanan heveslerin peşine takılanlara uymanın büyük sakıncalar doğuracağı
belirtildi. Sonra da her iki grup için âhirette hazırlanan karşılık
hatırlatılarak, ölmeden önce Hakk'ın sesine kulak vermelerine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
iki bağ ve bahçe sahibi olan zengin bir adamla, kendini hak düzeyine getirip
dünya hayatının bir hazırlık dönemi olduğunu idrâk eden adam misal veriliyor
ve mal, mülk ile aldanıp Allah'ı ve âhireti unutanların eninde, sonunda hüsrana
uğrayacakları haber veriliyor. [35]
32— Onlara iki adamı misâl olarak ver: Birine iki
üzümbağı vermiş ve ikisinin de etrafını hurmalarla çevirmişiz ve aralarında
ekin meydana getirmişiz.
33— O iki bağ da yemişlerini verdi, hiçbir şey
eksik bırakmadı ve ikisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.
34— O adamın ayrıca geliri de var. O sebeple
arkadaşıyla yüzyüze konuşurken ona dedi ki: Doğrusu ben hem malca senden
zenginim, hem de aile fertleri bakımından senden daha aziz ve şerefliyim.
35-36—
Kendine yazık ederek bahçesine girdi ve «bu bahçenin hiçbir zaman bozulup yok
olacağını sanmıyorum; Kıyâmet'in kopacağını da zannetmiyorum. Ama eğer Rabbime
döndürülürsem, bunun yerine daha hayırlısını bulurum» diyordu.
37— Arkadaşı onunla konuşurken cevap verip dedi
ki: «Seni önce topraktan, sonra bir damla sudan yaratıp sonra da seni
düzenleyip bir adam şekline sokan (Rabbini) mi inkâr ettin?»
38— «Ama ben (derim ki) O Allah, benim Rabbimdir,
hiçbir şeyi Rab-bima ortak koşmam.
39— Bahçene girdiğin zaman beni malca ve evlâdca
kendinden az görsen bile, maşaallah, kuvvet ancak Allah iledir, demeli değil
miydin?
40-41—
Olabilir ki Rabbim bana senin bahçenden daha hayırlısını verir ve seninkinin
üzerine gökten bir âfet indirir de kaygan-verimsiz bir yere dönebilir veya suyu
çekiliverir de artık bir daha onu arayıp bulamazsın.»
42— Beklenen
oldu, meyvasını (felâket) her taraftan çevirdi. Sabahlayıp durumu görünce, ona
harcadığına karşı ellerini oğuşturarak (hayıflanıyordu). Bahçesi ise,
çardakları çökmüş bir görünümdeydi. «Ah keşke Rabbıma hiçbir şeyi ortak
koşmasaydım!» diyordu.
43— Ona Allah'tan başka yardım edecek bir çevre
ve topluluğu da yoktu; kendi kendine yardım edecek durumda da değildi.
44— İşte burada sahiplik, kuvvet ve yardım Hak
olan Allah'a aittir. O sevabca da, cezaca da (en âdil) en hayırlıdır.
Mekke'nin Beni Mahzun
kabilesinden biri mü'min, diğeri kâfir iki kardeş hakkında indiği rivayet
edilir.
Bir başka rivayete
göre, âyetler, el-Fezarî kabilesinden Uyeyne b. Hısn ile Ashab-ı Kirâm'dan
Selmân el-Fârisî ve arkadaşları hakkında inmiştir. [36]
İmam Kurtubî'ye göre,
ilgili âyetler. Peygamber (A.S.) Efendimiz ile Mekke halkı hakkında inmiştir. [37]
«Allah bir kuluna
aile, mal ve evlât ile nimet verir, o kuf da «maşaallah! kuvvet ve kudret
ancak Allah iledir» derse, ölüm dışında ona bir afet dokunmaz.» [38]
«Seni Cennet
hazinelerinden bir hazineye irşat edeyim mi? Kuvvet ve kudret ancak Allah
iledir (sözü, bu hazinenin kendisidir).» [39]
«Lâ havle velâ kuvvete
illâ billah, cennet hazinelerinden bir hazinedir.» [40]
Kur'ön-ı Kerîm bu
âyetlerle hicretin pek yakın olduğuna, mal ve evlâdın çokluğuyla böbürlenip
Peygamber'i (A.S.) ve arkadaşlarını küçük gören Mekke müşriklerinin ileri
gelenlerinin sonlarının yaklaştığına, saadet güneşinin Arap Yanmadası'nı
aydınlatıp her yanı cennete çevireceğine; Mekkeli'lerin azizlendikleri, şeref
duydukları nimetlerin yakında ellerinden çekilip alınacağına işaret etmekte;
bütün kuvvet ve kudreti, başarı ve zaferi Allah'a ait görenlerin sonunda
başarılı olacaklarını haber vermektedir.
Tasvîr mükemmel, tablo
muhteşem, uyarı çok tesirli, haber oldukça hazırlanmayı ilham edicidir. Nitekim
çok geçmeden Kur'ân'ın işaret ettiği olaylar gerçekleşti ve küfür alaşağı
edilerek putperestliğin kökü kazındı. [41]
Hakk'a dosdoğru imân
edenlerin gönülden teslimiyetlerini belgeleyen sözlerden biri de
«maşaallah»tır. Bunu «Allah'ın dilediği olur» şeklinde ter-ceme edebiliriz. Bu,
kuvvet ve kudreti, meşiet ve tasarrufu bütünüyle Allah'a ait kılmayı öğütler.
Temelinde imân ve irfan vardır. Onun için bu güzel söz, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in iradesinin özünü, davranışının yönünü, niyetinin amacını
belirlemiştir. Aynr zamanda asırlardır gerçek mü'-minlerin zikri, çocukların
koruyucu meleği, evlerin ve sarayların kapt numarası olmuştur.
Ne yazık ki, İslâm
kültürü, eğitim ve öğretim dışı bırakılınca, Cenâb-ı Hakk'a olan bu güzel
teslimiyet ve mahviyet, sadece bazı yörelerde birer ağız alışkanlığı halinde
kalmış ve bazan da alay konusu edilerek, «Renç-berin karnını yarsanız içinden
kırk tane inşaallah ve maşaallah çıkcr» denilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm bu çok
anlamlı sözü kalplere enjekte ederken onu hik-metiyle, manasıyla, amaç ve
gayesiyle belirlemekte ve kulun Allah'a teslimiyetinin güzel ve açık
belgelerinden biri olduğuna işaret etmektedir.
[42]
Yukarıdaki âyetlerle,
Mekkeli müşriklerin mal ve evlât ile böbürlenip Allah'a dosdoğru imân eden
fakir mü'minleri küçük gören ve onlarla alay eden tavırlarına uygun bir misal
verildi ve haktan yana olanların yakında
ilâhî inayete mazhar
olup küfrün kökünü kazıyacaklarına atıf yapılarak inkarcılar bir defa daha
uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
duygu ve düşünceleri yönlendirmek için dünya hayatına bir misal veriliyor; mal
ve evlâdın geçici anlamda dünya hayatının süsleri kılındığı, asıl kalıcı
olanın imân temeli üzerinde yükselen sâlih ameller olduğu hatırlatılarak fani
şeylere bağlanıp kalmanın insanı ebedî saadete götüremiyeceğine işaret
ediliyor. [43]
45— Onlara dünya hayatının misâlini şöyle ver: O,
gökten indirdiğimiz suya benzer ki, onunla yeryüzünün bitkileri birbirine
karışır, derken (çok geçmeden) rüzgârın savuracağı çerçöpe döner. Allah her
şeyin üstünde (sınırsız) kudret sahibidir.
46— Mal ve oğullar Dünya hayatının süsleridir.
Baki kalan güzel-yararlı ameller ise Rabbın yanında sevapça da daha hayırlıdır,
amel ve umutça da daha hayırlıdır.
«SÜBHANELLAHİ
VE'L-HAMDU LİLLÂHİ VELÂ İLAHE İLLÂLLAHU VAL-LAHU EKBER, demek benim için
üzerine güneş doğan her şeyden sevimlidir.» [44]
«Baki kalan güzel,
yararlı ameller.... sözünü çokça söyleyin.» Bunun üzerine soruldu:
— Onlar nelerdir? Cevap verdi:
— Tekbîr (AUahu Ekber), Tehlîl (Lâ ilahe
illallah), Teşbih (sübhanel-lahi ve'l-hamdu lillâhi velâ havle velâ kuvvete
illâ billahi'dir.)» [45]
«Cennet bahçelerine
uğradığınız zaman yararlanın! Bunun üzerine soruldu:
— Ey Allah'ın Resulü! Cennet bahçeleri
nelerdir? Cevap verdi:
— Mescitlerdir.
— Yararlanmak nasıldır? diye sorulunca da şöyle
buyurdu:
— Sübhanellahi ve'l-hamdu lillâhi velâ ilahe
illâllahu vallahu ekber'dir.» [46]
Diğer rivayetler:
Hz. Ali (R.A.) diyor
ki :
«Mal ve çocuklar dünya
ürünleridir. Güzel, yararlı ameller ise, âhiret ürünüdür. Öyle cemaatler vardır
ki, bu iki ürünü de toplarlar.» [47]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Baki kalacak güzel,
yararlı ameller: Sübhanellah ve'l-hamdü lillah ve-iâ ilahe ilîâhü vallahü
ekber, sözüdür.» [48]
İmam Mâlik'e göre,
baki kalan güzel, yararlı ameller, beş vakit namazdır. [49]
«Onlaı'a dünya
hayatının misalini şöylever:....»
Bitkiler buna en güzel
misâl olarak gösteriliyor. Aradaki fark, birinde bitkisel hayat var, yeşerdiği
yere bağlıdır ve çoğunun ömrü oldukça kısadır. Diğerinde ise, hareket ve
birçok yetenek sağlayan insani hayat var. Bitkilerin de insanlar gibi üç
devresi söz konusudur: Doğarlar, büyürler ve ölürler.. Gökten inen yağmur
toprağı harekete geçirir; derken bitkilerin kökleri, tohumları yeniden yeşerme
şansına erişir. İnsanlar da öldükten sonra üzerlerine hayat yağmuru yağar, «kün
= ol» emri tecelli eder de elementler belli oranda bir araya gelip hücreleri,
hücreler de bedeni oluştururlar. Arkasından insanı ruhun oluşan bedene
girmesiyle ikinci hayat başlar. Ne var ki insanların çoğu gözleriyle gördükleri
için bitkilerin öldükten sonra yeşereceklerine kesin olarak inanırlar; ama
ölen insanların yeniden diriltileceklerine bir türlü akıl erdiremezler. Çünkü
onun dirileceğini sağlayacak ilâhî kudret ve sünneti bilmezler. Oysa bitkileri
yeniden yeşertip hayata kavuşturan ve bunu peryodik olarak sürdüren yüce
kudret, ona benzer bir kanun ve tecelli ile elbette ölen insanların
elementlerini bir araya getirip hücrelerini ve onları biraraya getirip
bedenlerini ikinci hayata döndürmekten âciz değildir,
İnsan hiç yok iken,
hazırladığı plân ve program uyarınca onu yokluk karanlığından çıkartıp varlık
alanına getiren ve hilkat sanatının erişilmez-liğini onun vücut yapısında
ortaya koyan, kudret fırçasıyla onu şekillendiren Cenâb-ı Hakk'ın onu ikinci
defa yaratmaya neden kudreti yetmesin.
İnsanların bu konudaki
bütün şüphe ve inkârları, ikinci hayata döndürmeyle ilgili ilâhî sünneti ve
onun tecelli ölçü ve yöntemini bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Bitkiler ve
diğer canlılarla ilgili sünnetin tecelli ölçü ve yöntemini, yani biyolojik
kanunları bildikleri için o hususta şüphe ve inkâra sapmaları söz konusu
olmuyor.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
gibi şüphe ve inkârların yersiz ve anlamsız olduğuna parmak basılarak konu
şöyle noktalanıyor: «Allah her şeyin üstünde (sınırsız) kudret sahibidir.» [50]
<Ma' ve oğullar Dünya hayatının süsleridir.»
Mal ve evlât dünya
hayatının geçici süsleridir. Onlarsız hayatı devam ettirmemiz bir bakıma mümkün
değildir. Belli bir süre ihtiyaçlarımızı karşılayabilmemiz için mala, kendimizden
sonra dünyayı boş bırakmamamız için de evlâda ihtiyacımız vardır. Yoksa amaç
mal ve evlât değildir. Çünkü dünya, sonsuz hayata hazırlanmamızı sağlayacak,
ora hakkında bilgi verip bizi eğitecek, ruhen olgunlaşmamızı ve öylece ikinci
hayata lâyık düzeye gelmemize imkân verecek bir geçiş dönemidir. Buna ihzarı
anlamda intikal dönemi de diyebiliriz.
Her insan ruhunda
taşıdığı din ve Allah duygusuyla gözlerini bu kısa hayata açar. Sınırlı bir
ömür içinde bu duygusunu geliştirmek, nereden ve neden bu kampa getirildiğini;
süre sona erince nereye, niçin gideceğini bilip anlamak zorundadır. Bilindiği
gibi, süre oldukça kısa, hayat kanunlarına intibak hayli zor, ihtiyaçlar ise,
sayılmıyacak kadar çok; mücadele kesintisizdir. Boşuna harcanacak ne bir günümüz,
ne de bir saatimiz vardır.
Dünya nimetleri
yaşamamızı sağlayabilmemiz için birer araçtırlar, ama hiçbir zaman amaç
değildirler. Mal ve çocuklar hayatımıza renk katan zînetlerdir, nihaî gaye
değillerdir.
O halde dünya
hayatının anlam ve hikmetini; amaç ve maksadın ne olduğunu ve bu hayatta kendi
yerini ve vazifesini bilenler, amaç ve maksadı belirleyip ona doğru yönelmiş
sayılırlar. Bilmeyenler ise, araeı amaç, süsü gaye sanırlar ve gerçek amaçtan
uzaklaşırlar.
Kur'ân bu gerçeği
şöyle hatırlatıyor: «Mal ve oğullar dünya hayatının süsleridir. Baki kalan
güzel, yararlı işler ise, Rabbın yanında sevapça da, emef (ve umutça da) daha
hayırlıdır.» Çünkü imân düzeyinde işlenen güzel ve yararlı ameller her yönüyle
insan ruhunu eğitici, olgunlaştırıcı, Yüee. Yaratan'a yaklaştırıcı ve ebedî
mutluluğa lâyık olma alanına getiricidir.
İmam Gazâlî ne güzel
söylemiştir: «Şu varlıklar ve şekiller dünyasında görülebilen her şey,
gerçekte yoktur, fakat var gibi görünür.»
Mal ve evlât, amacına
uygun kullanılırsa, cennetin; kullanılmazsa cehennemin kapısını açar.
Unutmamamız gerekir ki, şu dünyaya hiç bir şey getirmediğimiz halde ayak basmış
oluyoruz. Ölürken de beraberimizde iyilik ve kötülüklerimizin dışında hiçbir
şey götürmemekteyiz. [51]
Yukarıdaki âyetlerle,
insan aklına ışık tutmak, düşünce ufkunu açmak için, ölümümüzden sonra ikinci
hayata kaldırılmamıza, çer-cöp haline geldikten sonra yağan yağmur ile yeniden
yeşeren bitkiler misal verildi. Sonra da kısa ömür içinde birtakım amaçlar ve hikmetler
doğrultusunda kendimizi yetiştirip olgunlaştırmamız ve öylece ikinci hayata
hazırlanmamız konu edildi ve mal ile evlâdın birer süsten ibaret oldukları
belirtilerek bunların hiçbir zaman amaç ve gaye olmadıkları hakkında
aydınlatıcı ve yönlendirici işaretlerde bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
ikinci hayat hakkında kısa bilgi veriliyor. Kıyamet olayının önemli bir
safhasına dikkatler çekilerek insanların Allah'ın huzurunda saf saf yerlerini
alacakları hatırlatılıyor ve böylece iki hayat arasında sağlam bir köprü
kurmamız isteniliyor. [52]
47— o gün dağları yerinden ayırıp yürütürüz.
Yeryüzünü düz ve pürüzsüz görürsün.
(İnsanları) kaldırılıp mahşer
alanına toplarız da onlardan hiçbirini geri bırakmamış oluruz.
48— (Hepsi de) saf saf Rabbımza arzedilmişlerdir.
And olsun ki, sîzi ilk yarattığımız gibi bize geldiniz. Ama (ne yazık ki) size
va'dimizi gerçekleştirecek bir yer ve zaman belirlemediğimizi iddia edip
durdunuz.
49— Amel
defteri konulmuştur. Suçlu günahkârların onda yazılı bulunanlardan titreyerek
korktuklarım görürsün. «Eyvah bize! Bu nasıl bir defterdir ki, küçük büyük bir
şey bırakmayıp hepsini sayıp dökmüştür!» derler. (Dünya'da) işlediklerini (önlerinde) hazır bulurlar. Rabbin hiçbir kimseye
haksızlık etmez.
İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz aramızda bulunuyordu, Bir ara ayağa kalkıp nefis bir konuşma yaptı.
Ezcümle buyurdu ki : «Ey insanlar! hepiniz de baş açık, çıplak ve sünnet
edilmedik bir vaziyette, (yaratmaya ilk başladığımız gibi, üzerimize gerekli
bir va'd olarak, tekrar yaratıp geri çevireceğiz. Şüphesiz ki biz böyle
yapacağız) âyetinde ifadesini bulduğu gibi, hasredileceksiniz.
Haberiniz olsun ki,
kıyamet gününde mahlûkattan ilk giydirilecek İbrahim Peygamber'dir, Biliniz ki
ümmetimden bir grup adam getirilecek, defterleri sol taraflarından verilecek.
Ben de «Ya Rabbî! bunlar benim arkadaş ve dostlarımdır» diyeceğim. Rabbım
bana, «onların senden sonra neler yaptıklarını bilmezsin!..» buyuracak. Bunun
üzerine ben sâlih kul İsa'nın dediğini diyeceğim: «Onların arasında bulunduğum
sürece kendilerine şahit oldum. Benim ruhumu aldıktan sonra artık sen onlar
üzerinde hâzır-nâzır bulunuyordun. Şüphesiz ki sen her şey üzerinde hâzır ve nazırsın.
Azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Bağışlarsan, gerçekten sen
yegâne üstün ve hikmet sahibisin,» Bunun üzerine Rabbım bana: «Öyle ama, onlar
senden sonra durmadan gerisin geri gittiler» buyuracak.» [53]
Hz. Âişe (R.A.)dan
yapılan rivayette, Peygamber (A,S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «İnsanlar
yalınayak, çıplak ve sünnetsiz bir vaziyette haş-rolü nacaklar.
Bunun üzerine Hz. Âişe
(R.A.) diyor ki:
— Ya Resûlellah! Erkeklerle kadınlar hep bir
arada, birbirlerine bakacaklar mı?
Efendimiz şu cevabı
vermiştir:
— Durum onların bu gibi şeylerle
ilgilenmesinden çok daha çetin (ve baş döndürücüdür). Herkesin o gün kendine
yetecek bir durum (ve meşguliyeti) olacak.» [54]
Ashab-ı Kirâm'dan Sa'd
b. Cünede (R.A.) anlatıyor:
— Hüneyn savaşı dönüşümüzde boş bir araziye
gelip indik. Peygamber (A.S.) «Etrafı kolaçan edin de çer-çöp ne bulursanız
toplayıp getirin» buyurdu. Bir saat geçmeden getirdiklerimiz kocaman bir yığın
oldu. Peygamber (A.S.) Efendimiz bize: «Bu yığını görüyor musunuz? İşte bunun
gibi sizden bir adamın günahları toplanıp üzerinde bir yığın oluşturur. O halde
her kişi Allah'tan korksun; küçük-büyük bir günah işlemesin. Çünkü işlenen her
günah sahibi aleyhine bir araya getirilip sayılır» buyurdu. [55]
Cabir b. Abdullah
(R.A.) anlatıyor:
— Nakledeceğim hadîsi,
ashab-ı kiramdan birinin Peygamber (A.S.) Efendimizden işittiğini haber aldım.
Vakit kaybetmeden bir deve buldum, nevalemi
hazırlayıp yola çıktım. Bir aylık
yorucu bir yolculuktan sonra Şam'a vardım. Aradığım kişi Abdullah b.
Enîs (R.A.) idi. Kapısına geldim. Kapıcı kim olduğumu sordu. «Cabir b. Abdullah» dedim. Bunun üzerine
Abdullah b. Enîs
(R.A.) üstlüğünü yerden sürüyerek
geldi. Kucaklaştık. Kendisine dedim ki:
«Öğrendiğime göre, kısas hakkında Peygamber (A.S.) Efendimiz'den bir hadîs
işitmişsiniz. Sen veya ben ölmeden önce o hadîsi duymak istedim, ondan buraya
kadar geldim.» Bunun üzerine o bana şöyle nakletti: «Resûlüllah (A.S,)
Efendimiz'den işittim, buyurdu ki: «Allah kıyamet gününde insanları çıplak,
sünnetsiz ve yanlarında bir nesne bulunmaksızın hasredecek. Sonra da yakında
olanların duyabileceği gibi uzakta olanların da duyabileceği bir sesle şöyle
seslenecek: Gerçek hüküm sahibi benim, amellerin karşılığını veren de benim.
Cehennem ehlinden hiçbir kimsenin Cennet ehlinden birinin zimmetindeki hakkı
-bir tokat bile olsa- ödenmedikçe Cehennem'e girmesi uygun olmaz. Cennet
ehlinden de bir kimsenin Cehennem ehlinden birinin zimmetinde bir hakkı -bir
tokat bile olsa- ödenmedikçe Cennet'e girmesi lâyık olmaz.» [56]
«O gün dağları
yerinden ayırıp yürütürüz. Yeryüzünü düz ve pürüzsüz görürsün..»
Kıyamet olayı meydana
geldiğinde mevcut sistemler alt-üst olur. Yerküre müthiş bir sarsıntı geçirir
ve yörüngesinden çıkar. Dağlar yerinden kayar; dereeesi oldukça yüksek deprem
ve sallantı yeryüzünde ne ağaç, ne dağ, ne tepe, ne de bayındır bir yer
bırakır. Her taraf dümdüz ve pürüzsüz bir görünüm alır, Canlı adına hiçbir şey
kalmaz, hepsi ölür.
Sonra yeni düzen
kurulur, yeni sistemler yerlerini alır, denge ve düzen sağlanır ve insanlar
ikinci hayata kaldırılırlar. Haşır-neşir olayı başlar. Hiç kimse unutulmaz,
herkes ameline göre belli bir grupta yerini alır. Amel ve inancına göre, kaderi
belirlenir.
Kur'ân'ın açık
anlatımından, kıyamet olayından dolayı sistemler bütünüyle toz haline
gelmiyor, büyük çapta parçalanma olsa bile yeni sistemler oluşturuluneaya
kadar birtakım önemli değişmelere uğruyor. [57]
«And olsun ki sizi ilk
yarattığımız gibi bize geldiniz.,»
Her insan anasından
çıplak, yalın ayak, baş açık ve sünnet edilmedik bir vaziyette doğar. Kıyamet
gününde ikinci hayata kalkış, yeni bir doğum anlamında düşünülebilir. O
bakımdan doğduğumuz gibi çıplak, baş açık, yalın ayak ve sünnetsiz bir halde
kabirlerimizden kalkarız ve aynı vaziyette mahşer alanına sevkediliriz.
Üzerimizde dünyalıktan hiç bir şey bulunmaz.
İlgili âyetle bilhassa
bu hususa işaret edilmekte ve ölmeden önce madde kirinden kendimizi
arındırmamız, ciddi bir hazırlıkla âhirete göç etmemiz hatırlatılıyor.
Allah'ın va'di, yani
kendi kitabında beyân buyurduğu ve haber verdiği şey mutlaka haktır, yerini
bulacaktır. Her şey O'nun söz verdiği gibi olacak. Çünkü O, va'dinden dönmez,
koyduğu kanunlar hedefinden şaşmaz. Hükmü mutlaka geçerli ve nafizdir ve
adaleti umumidir. [58]
«Amel defterleri konulmuştur. Suçlu
günahkârların onda yazılı bulunanlardan titreyerek korktuklarını görürsün..»
Kıyametin bir başka
safhasından ikinci bir tablo gözler önüne seriliyor. Allah hiçbir zaman zan ve
tahminlere göre hüküm vermez. Onun ilmi her şeyi ezelde tesbit edip belirlediği
halde, amel defterlerini ilmine şahit olarak ortaya koyar. Her kişi küçük-büyük
ne işlemişse, hepsini -en küçük bir hatâ söz konusu olmaksızın- orada yazılı
olarak bulur. Her türlü itiraz, mazeret beyân etme, özür dileme kapıları
kapanır. Şüpheler kalkar. Amellere ve niyetlere göre sonuçlar belirlenir.
Haklar alınır, ihtilâflar giderilir, meseleler çözülür. Adâlet-i ilâhiye kılı
kırk yararcasma tecelli eder. Hiç kimseye haksızlık edilmez.
Suçlu günahkârlar,
işlediklerini bir bir önlerine konulan amel defterlerinde görünce korkudan
titrerler ve kendi kendilerine nasıl bir kötülük ve haksızlık yaptıklarını,
ömürlerini bir hiç uğruna harcadıklarını anlarlar; ama ne çare.. Adâiet şaşmaz,
defter yalan söylemez ve hiç kimse, zulme uğradığını iddia edemez. Çünkü herkes
cennet veya cehennem amellerini beraberinde getirmiştir. Dünyada kendi kader
defterini çizip hazırladığı gibi, âhiretteki yerini de kendisi hazırlamıştır.
Söz söyleme, başkalarını suçlamaya hakkı yoktur.
«Eyvah bize!.,»
diyerek hayıflanmaları dudaklarından yüzbin pişmanlık ve üzüntü ile dökülmeğe
başlar. Bütün hakikatler gün ışığına çıkarılır. Hakk'ı inkâr etmenin, azgınlık
ve ahlâksızlık gösterip ruhlarına yerleştirilen din ve Allah duygusunu, diğer
bir deyimle fıtrat cevherini küfür ve tuğyanla izole etmenin, kendilerini
nasıl bir çıkmaza soktuğunu anlarlar.
Âyette dünya hayatının
birtakım ölçüleri verildikten hemen sonra âhi-retten iki önemli tablo çizilerek
ortaya konulması elbette ki çok anlamlıdır. Her şeyden önce, yaşamakta olan
insanları ilâhî hakikatler karşısında uyarmak, ölmeden önce dönüş yapma
idrâkini uyandırmak ve doğru yolu arayıp bulmalarına kolaylık sağlamak
gelmektedir.
O halde âhiretten söz
edilmesi bir uyarıdır, ama rahmetten süzülüp gelmektedir. Gafletten uyanmaya
davettir, ama ilâhî gufrandan kaynaklanmaktadır. Vicdanları katılıktan
kurtarmaya yöneliktir ve ilâhî sesi duyurma hikmetini yansıtmaktadır.
Kısacası insanın
ölümlü ve kısa dünya hayatının iki ağlamak arasında bir tebessümden ibaret
olduğunu anlatan bir rahmet esintisidir. [59]
Yukarıdaki âyetlerle,
âhiret hayatı hakkında kısa bilgi verildi. İkinci hayatın başlangıcı ve ilk
gelişme safhası çok duyarlı, uyarıcı ve yönlendirici bir anlatımla işlendi.
Böylece iki hayat arasında, Kur'ân'ın yüksek beyânı doğrultusunda sağlam bir
köprü kurmamız ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
sadece nurdan yaratılan, nefis denilen hayvanı duygulardan tertemiz olan
meleklerin ilâhî emre nasıl uydukları; İblîs'in ise nefsinin kibirlenmesinin
tesiri altında kaiarak emre muhalefet ettiği belirtiliyor. Bununla İbiîs'in ne
için yaratıldığına işaretle, onun kıyamete kadar insanları saptırmaktan başka
bir işle meşgul olmayacağı hatırlatılıyor. Kâinat plânına göre yerler ve
gökler yaratıldığında Cenâb-ı Hakk'in hiç bir mahlûku ona şahit kılmadığı, yani
hiçbir şeyden yardım ve destek görmesinin söz konusu olamıyacağı bir bilgi
mahiyetinde veriliyor. Sonra da bunca belge ve âyetlere rağmen Allah'ı bırakıp
başka şeylere tapanların kendi kendilerini nasıl aldatıp mahvettikleri
bildiriliyor. Âhirette tap-tıklarıyla kendi aralarına ateşten bir dere
konulacağı, Allah'tan başka hiç bir şeyin onlara destek ve yardımcı olmaya güç
bulamıyacağı açıklanıyor. [60]
50— Hani bir
zamanlar meleklere, «Âdem'e secde edin» demiştik de onlar hemen secde
etmişlerdi; ancak İblîs değil; o cinlerden idi; Rabbınm buyruğunun dışına
çıkmıştı. Böyle iken beni bırakıp da onu ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz?!
Oysa onlar size düşmandırlar. Zâlimler için ne kötü bir değiştirme!
51— Ben
onları ne göklerle yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit
kılmadım (hazır bulundurmadım) ve ben saptıranları da (hiçbir zaman) yardımcı
edinmedim.
52— O gün
(Allah) «iddia edip durduğunuz ortaklarımı çağırın» buyuracak. Onlar da
çağıracaklar ama kendilerine onlar cevap veremiyecek-ler; aralarına ateşten bir
dere koyacağız.
53— Günahkâr
suçlular Cehennem'i görürler d© ona düşeceklerini iyice anlarlar, ama bundan
çevrilip kurtulacak bir yer bulamıyacaklar.
«Melekler nurdan,
İblîs ise yalın ateşten; Âdem de size vasfedilen şeyden (yapışkan karo bir
balçık)dan yaratılmıştır.» [61]
Osman b. Ebî Âs (R,A.)
anlatıyor: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e dedim ki:
— Ya Resûlellah! doğrusu şeytan benim namazım
ve kıraatim arasına girip beni şaşırtıyor,
Allah Resulü (A.S.)
şöyle buyurdu :
— O şeytandır, ona Hanzeb denilir. Onun ara
yere girdiğini hissettiğinde ondan Allah'a sığın ve sol tarafına üç defa
tükürür gibi yap.
Ben de öyle yaptım ve
Allah onu benden uzaklaştırıp giderdi..» [62]
Açıklama :
Hadîs senedi
itibariyle zayıf görülmüş ve o bakımdan müctehit imamlar bunu kendilerine
belirtilen konuda delil ve dayanak seçmemişlerdir.
«Şüphesiz ki İblîs
tahtını su üzerine kurar. Sonra da av a nesini etrafa salar. Onlardan onun
katında derece ve makamı en aşağı olanı, en büyük fitne çıkaranıdır. Onlardan
biri gelip der ki: «Şöyle şöyle yaptım.» İblîs ona: «Bir şey yapamamışsın» der.
Bir diğeri gelip, «ben kadınla kocasının arasını bozup ayırıncaya kadar işimi
bırakmadım,» der. İblîs onu kendine yaklaştırır ve: «Evet sen...» diye iltifat
eder.» [63]
«Doğrusu kâfir
Cehennem'i dört yüz yıllık mesafeden görünce ona düştüğünü sanır.» [64]
Kur'ân-f Kerîm'de
münasebet düştükçe meleklerin Âdem'e saygı secdesinde bulundukları, İblîs'in
ise, bu hususta ilâhî emre uymadığı on bir
yerde açıklanır. Bu
önemli konu bize şu iki hususu hatırlatmaktadır:
1— Her şey insan için, o da Allah'ı bilip O'na
kullukta bulunmak için yaratılmıştır.
Allah'ın hürmete lâyık yarattığı insanın
fiziksel ve ruhsal yapıları, her yönüyle yaratanın varlığını,
birliğini, kudretinin kemâlini isbat etmekte ve sadece O'nun hilkat.damgasını
taşımaktadır. Onun için insan mükerremdir ve öyie olunca da meleklerin ona
saygı makamında, ilâhî sanatın muhteşem eseri önünde eğilmeleri emredilmiştir.
O halde insan kendi
yerini, değerini ve saygınlığını bilmeli ve ölünce-ya kadar korumalıdır.
2— Kendinde hayvanî sıfatları taşıdığından
birçok ihtiyaçlarla dünya pazarına gelen insanın hayatını iyice
hareketlendirmesi; ardı-arkası kesilmeyen
bir mücadeleye girmesi ve içindeki
cevherin gerçek değerinin ortaya
çıkması için dıştan nefsini harekete geçirecek, onu birtakım hevesler peşinde
koşturacak bir fısıltı ve dürtü söz konusudur. İnsana ebedî düşmanlığını ifân
eden İbfîs bu iş için faaliyet halindedir. [65]
O halde varlığındaki
sanatın yüoeliğiyle asıl sanatkârı bulup bilen insan, her zaman saygınlığını,
Kur'ân'ın deyimiyle mükerremliğini anlar ve korumaya çalışır. Böyle olunca da
İblîs'i dost edinmez.
İblîs ile dostluğun
anlamına gelince, onu şöyle açıklayabiliriz: Nefsimize verdiği şüphe, vesvese
sinyalleri doğrultusunda hareket edip ona uymamız, aramızda dostluk bağlarının
kurulmasına sebep olur. Kan damarlarından içeri girmesine, kalbimize ve
dimağımıza nüfuz edip bir takım olumsuz tesirler bırakmasına imkân vermiş
sayılırız. Bunun aksine ondan kaçıp uzaklaşmamız, vesvesesinden Allah'a
sığınmamız, onunla aramızdaki düşmanlığı kuvvetlendirir ve böylece İblîs'in
üzerimizde ciddi bir sultası kalmaz. [66]
<<Böyle iken
benî bırakıp da onu ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz?! Oysa onlar size
düşmandırlar.»
Şüphesiz İblîs de,
Allah'ın, sözü edilen hikmetleri doğrultusunda yarattığı mahlûklardan biridir.
Ne Allah'ın ortağıdır, ne de O'na denk ve benzer olabilir. İblîs'i dost edinip
peşine takılmak, hayat direksiyonunu onun eline vermek, insanın kendisinden
çok aşağı bir mahlûkun buyruğu altına girmesi demektir. Oysa kendi azizliğini
bilip Hakk'a kul olmanın idraki içinde bulunan insan meleklerden bile
üstündür.
Ne İblîs, ne de
ilâhlaştırılan kahramanlar, ne de insan eliyle şekillendirilen putlar göklerin
ve yerin yaratılışında hazır bulunmuşlar, ne de kendileri yaratılırken işin
başında bulunmuşlardır. Gerçek bu olunca, onların Allah'ın yardımcıları ve
ortaklan olması düşünülemez. [67]
Allah'ı bırakıp bazı
varlıkları Allah'a ortak sayacak şekilde sevip ilâh-laştıranlar, her şeyden
önce kendi azizliklerini ve Allah yanındaki şerefli yerlerini zedelemekte,
varlık âleminde kendilerine ayrılan «mükerremlik makamından aşağı
inmektedirler. Bu bir bakıma insanın önce kendi hıl-katındaki hikmete ve sonra
da kâinat düzenine ters düşmesi demektir.
Onun için Cenâb-ı Hak
her şeyin ortaya döküleceği gün, bu şaşkınlara: «İddia ettiğiniz ortaklarınızı
çağırın..» buyuracak. Ne çare ki cevap veren bulunmayacak. Çünkü ortak
koştukları şeylerin başları dertte, yardımcıları azaptadır. O bakımdan
aralarına ateşten bir dere konulur. Zira onlar dünyada o yaratıkları
kendileriyle Allah arasına bir engel olarak koymuşlardı..
İşte günahkâr
suçluların o günkü hali!. Ne yar, ne yardımcı, ne kardeş, ne dost, ne de
ilâhlaştırdikian şeyler.. Hiçbiri kendine mâlik değildir, her birinin kendine
yetecek kadar derdi ve sıkıntısı vardır. [68]
Yukarıdaki âyetlerle,
Âdem Peygamber'e saygı ifade eden secde konusunda meleklerle İblîs arasındaki
farklı duruma temas edildi. Böylece İblîs'in Âdem'e ve zürriyetine düşman
olduğu hatırlatılarak, onun peşine takılmanın insanı dalâlete sürükleyeceğine
işaret edildi. Allah'ı bırakıp İb-iîs ve benzeri bâtıl mahlûklara tapmanın
insana yakışmadığına atıf yapılarak inkarcı nankörler için hazırlanan uhrevî
azaba dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırt eden Kur'-ân'da insan için lüzumlu her
şeyin açıklandığı konu edilerek, sadece aklın ve zekânın yeterli olmadığı,
ilâhî beyâna mutlaka ihtiyaç bulunduğu belirtiliyor. Bunun aksine bir yol
tutanlara, kendilerinden önceki inkarcı sapıkların akibeti hatırlatılıyor.
Peygamberlerin hizmet verirlerken iki esastan ayrılmadıkları bildiriliyor.
İnsanlara, dönüş yapıp doğru yolu seçerler diye son nefeslerine kadar mühlet
verileceğine dikkatler çekilerek inkârlarını zulüm ve ahlâksızlıkla
birleştirmedikleri takdirde hemen cezalandırıl-mıyacaklanna işaret ediliyor.
Daldıkları gafletten uyanırlar diye bir defa daha yok edilen kavim ve
milletlerin başlarına indirilen ilâhî azabın sebebi üzerinde duruluyor. [69]
54— And olsun ki biz bu Kur'ân'da insanlara
(bilgiler, ibretler ve öğütler alınacak) her türlü misâli birer birer, tekrar
tekrar açıkladık. İnsan her şeyden çok tartışıp durandır.
55— Kendilerine doğru yolu (gösteren) geldiği
halde insanları imân etmekten ve Rablarından bağışlanmalarını dilemekten
alıkoyan şey, kendilerine de öncekiler hakkında uygulanan (ilâhî) sünnetin
gelmesini veya azabın kendilerine yön el ip gelmesini(ni beklemeleri) d ir.
56— Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve
uyarıcılar olarak göndeririz. Küfredenler ise, hakkı bâtıla yerinden kaydırıp
çürütmek için uğraşıp dururlar. Âyetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarıları
alay konusu edinirler.
57— Rabbının âyetleri kendisine öğüt yollu
hatırlatıldığı halde ondan yüzçevirenden ve ellerinin önce işleyip öne
sürdüklerini unutandan daha zâlim kim vardır? Şüphesiz ki biz onların kalpleri
üzerine anlamalarını engelleyecek perdeler gerdik ve kulaklarına da bir
ağırlık koyduk. Onları doğru yola çağırsan, yine de doğru yolu asla
bulamazlar.
58— Rabbın rahmet sahibi olup bağışlayandır. Eğer
onları kazanıp elde ettiklerinden dolayı yakalayıp (hesaba çekseydi)
herhalde onlara azabı acele
ederdi. Ama onlar için va'dedilen bir vakit vardır; (o vakit gelince artık)
ondan kaçıp sığınılacak hiçbir yer bulamıyacaklardır.
59— İşte zulmettikleri zaman yok ettiğimiz
kasabaların kalıntıları ortada)! Onların da yok edilmelerine bir süre
belirlemiştik.
Hz. Ali (R.A.)
anlatıyor:
— Bir gece saatinde
Resûlüllah (A.S.) kapımıza geldi. Benle Fatıma uyuyorduk. «Kalkıp namaz kılmaz
mısınız?» diye seslendi. Ben de : «Yo Resûlellah! canlarımız Allah'ın kudret
elinde bulunuyor. O dilediği zaman bizi kaldırır» dedim. Peygamber (A.S.)
Efendimiz benim bu sözüm üzerine bir şey demeden ayrılıp gitti. Sonra işittim
ki, Efendimiz (A.S.) giderken elini dizine vurup, «Şu insanlar her şeyden daha
çok tartışıp çekişirler!» buyurmuştur. [70]
«And olsun ki biz bu
Kur'ân'da insanlara (bilgiler, ibretler ve öğütler alınacak) her türlü misali
birer birer, tekrar tekrar açıkladık..»
Kur'ân, insanın
sayısız ihtiyaçlarını karşılayacak zenginlikte indirilmiş; beşer hayatını
düzende tutacak hükümler, öğütler, ibretler, va'dler ve vaîdlerie donatılrnış
ve bilimsel araştırmaya imkân vermek İçin ana fikirler, temei bilgiler
getirmiştir.
Bazı hükümler,
va'dier, vaîdler, misal ve öğütler yer yer tekrarlanır. Aslında bunlar birer
tekrar değildir. Çünkü her biri bulunduğu cümle içinde, bağlı bulunduğu konu
çerçevesinde farklı mana ve hükümler taşır. İlk bakışta tekrar gibi görünmesi,
konuya karşı insan idrâkini uyanık tutmak İçindir, aynı zamanda hafızada
bıraktığı izi derinleştirmek gibi bir amaca yöneliktir. Nitekim yer yer bunun
açıklamasını misallerle yapmış bulunuyoruz.
İnsan kafasının ürünü
olup onun kaleminden çıkan ve bazı konulan, misalleri ve görüşleri yer yer
tekrarlayan her kitap bıkkınlık verir. Hatta aynı paragrafta aynı cümle, ya da
kelimenin İki, üç defa tekrar edilmesi, onun akıcılığını, çekiciliğini düşürür;
okuyucusundan iyi bir not almaz. Çünkü insan, yaptığı tekrarı ayrı hükümlere
veya öğütlere yöneltip değişik manalar verecek, muhatabının kafasında farklı
bilgiler doğuracak güçte değildir.
İşte Kur'ân'ı diğer
bütün kitaplardan ayıran özelliklerinden biri de budur. Nitekim yukarıda da
değindiğim gibi, biz tefsirimizde onun bu özelliğinin inceliğini ve hikmetinin
zerafetini zaman zaman İşleyip açıklamaya çalıştık.
Kuru ve kısır bir
meali veya ilmî değeri olmayan bir tefsiri okuyan ki: silerin Kur'ân hakkında
bazan hayal kırıklığına uğradıklarını duymaktayız. Bunun sebeplerinden biri,
Kur'ân'daki yücelik ve inceliği, ilâhî hikmet ve metodu idrâk
edememelerindendir. Buna tam olmasa bile, yakın
bîr örnek vermek istersek, yüksek seviyede hukukçuların hazırladığı bir
anayasayı gösterebiliriz. Hukukî bilgisi olmayan, yasanın gerekçesini bilmeyen
bir kişinin onu okuyup anlaması ne derece doyurucu olur? Kur'ân ise, kıyas
ölçüsüne girmeyecek bir güç ve kudrette hazırlanıp indirilmiştir. O bütün
çağlara, sosyal gelişmelere, gelişen
ilimlere ve milletlere seslenmektedir. Alanı bu kadar geniş olan bir kitabı
dosdoğru anlayabilmek için mutlaka uzman kalemlerden çıkan kapsamlı, plânlı ve
programlı tefsîre ihtiyaç vardır. [71]
Kur'ân çok yönlü, çok
kapsamlı bir kitaptır. Bütünüyle ilâhîdir. Her sınıf insana rehber olacak, yol
gösterecek yüksek anlamda bir kudrettir. O bakımdan bilgi ve kültür seviyesi ne
olursa olsun, herkes uzmanlığı, kültürü, bilgisi, zekâsı ve idrâki nisbetinde
Kur'ân'dan nasibini alabilir.
Şüphesiz ki, bu
dediklerimiz boş bir övgü, delilsiz ve dayanaksız bir abartma, ya da Kur'ân'ın
yüceliğini yansıtma babında edebî bir yakıştırma değil, gerçeğin kendisidir.
Buna birkaç misal vermek suretiyle meraklıları aydınlatmaya çalışalım :
a) Yüksek düzeyde bir fizik âlimi, yerkürenin
iki ayrı hareketi, bulutların elektrik üretmesi, yer ile
gökteki cisimlerin önceleri tek bir parça halinde olduğu, zira ikisinde aynı
elementlere rastlandığı hakkında
ana fikirler, temel bilgiler bulabilir.
b) Uzman bir biyolog, insanın yaratılışı, hücrelerinin
taşıdıkları canlılık vasıfları, sperma ve dölyatağı, ceninin ana rahmindeki
gelişme safhaları hakkında temel bilgiler görebilir.
c) Bir hukukçu, ahkâm-ı şahsiyye, aile hukuku,
devletler hukuku, kamu hukuku ve hukukun diğer dallarıyla ilgili birçok
hükümleri, ana fikirleri bulup çıkarabilir.
d) Eğitimci, uzman pedagog lüzumu kadar malzeme
toplayabilir,
e) İş adamı, iş ahlâkının bütün inceliklerine
rastlayabilir.
f) Devlet adamı, halkı idare etme sanatının ana
hatlarını, idare edenle, idare edilenler arasındaki münasebetin kural ve
prensiplerini bulup tes-bit edebilir.
g) Uzman bir
iktisatçı, iktisadî konularda kendine göre, bölümler, fikirler, temalar
bulabilir.
h) Yine
uzman bir psikolog, insan ruhunun birçok yanlarını, inceliklerini seçip
lüzumlu malzemeyi toplayabilir.
İşte ilgili âyetle
Kur'ân'ın bu çok yönlülüğüne işaret edilerek ilgimiz : uyandırılmak
istenmektedir: «And olsun ki, biz bu Kur'ân'da insanlara (bilgi, ibret ve
öğüt) olacak her türlü misali (konuyu) birer birer, tekrar tekrar
açıklamışızdır.» [72]
«İnsan her şeyden çok
tartışıp durandır.»
Tartışma duygusu
insanda yaratılıştan mevcuttur. Sonra doğup büyüdüğü çevre ya bunu geliştirir,
ya da köreltir; ya meşru sınırlar içine alıp insaf ölçülerine döndürür, ya da
başı boş bırakıp onu mütecaviz, kırıcı, saygısız yapar. Bilindiği gibi,
tartışma; benzerleriyle yarışa çıkıp üstün gelme isteğinden kaynaklanır. Ancak
bu istek ve doğurduğu tartışmanın temelinde cehalet ve bencillik varsa, kötü ve
tehlikeli sonuçlar doğurur veya doğurabilir. Bunun aksine temelinde ilim,
irfan, hakkaniyet ve sağlam imân varsa, çok yararlı sonuçların meydana
çıkmasını sağlamaya vesîle olur. Nitekim İmam Şafiî diyor ki: «Ne kadar bir
ilim adamıyla bir konu üzerinde görüş alış-verişinde bulundumsa, mutlaka hakkın
onun dilince tecelli etmesini Allah'tan diledim, onun mahcup olmamasına özen
gösterdim..» diyerek tartışmayı bencillik duygusunun dışında tutmayı, ahlâk ve
fazilet çerçevesine almayı ve insanları mahcup etmek için en küçük bir
girişimde bulunmamayı tavsiye etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm insanın
psikolojik yapısında yer alan bu duyguyu, küfür ve cehaletle birleştiği için
yermekte, fakat insanın bu duygu ile doğduğuna işaret ederek yararlı bir
seviyeye getirilmesini, meşru sınırlar içinde tutulmasını öğütlemektedir. [73]
«Kendilerine doğru
yolu (gösteren) geldiği halde insanları imân etmekten ve Rablarından
bağışlanmalarını dilemekten alıkoyan şey. kendilerine de öncekiler hakkında
uygulanan (ilâhî) sünnetin gelmesini veya azabın kendilerine yönetip
ge!mesi(ni beklemeleredir.»
İnsanlardan bir çoğu
felâket ve musibet kamçısını âdeta bekler durur. Bunun için ne peygamberi, ne
de din mürşitlerini dinlerler. Kulakları hakka karşı tıkalı, gözleri kör,
kalpleri ters dönmüştür. Daha çok duygularının esiridirler. Ancak gözleriyle
gördüklerine inanırlar. O yüzden akıllarının alanını iyice daraltırlar, daha
doğrusu akıllarını duygularının emrine verip nefislerinin hevesleri peşine
takılırlar.
Bir kısmı da
kendilerini duygusallığın dar çerçevesinden çıkarıp akıllarını ilimle
birleştirerek görüş ufuklarını hayli genişletirler. Bununla beraber kâinattaki
denge ve düzende ilâhî damgaya dikkat etmedikleri için yaratanı dosdoğru
tanımazlar, O bakımdan kitap, peygamber, kabir, âhi-ret, hesap, ceza, mükâfat
ve ebedî hayat hakkında hep şüpheci davranırlar.
Bunun sebebi açıktır:
Duygunun alanı dar ve
çoğu zaman karanlıktır. Akılla birleşip onun rehberliğini kabul ederse, hareket
alanı genişler ve önünü görmeğe başlar. Bu kadarı da yeterli değildir. O halde
aklın da bir güce, yönlendirici bir kudrete ihtiyacı vardır, o da ilim ve
irfandır. Bu birleşme ile aklın da görüş ve tesbit alanı hayli genişler, bilgi
ve görgüsü artar. Ama bu düzeyde olan kişi her zaman, içinde bir boşluğun
varlığını, ruhundan yükselen bir sesin, bu boşluğu bir an önce doldurmasını
istediğini duyar. Böylece çok ilerisini karanlık görmeğe başlar ve ümitsizlik
bir kâbus gibi sık sık üzerine çöküp ağırlık yapar. Bu kâbustan kurtulmak için
bilgisini, aklıyla birlikte harekete geçirip arayışa başlar; kâh inkâra, kâh
ikrara yönelir. Derken bir bocalama havasına girmiş olur.
Bu durumda olan kimse,
akılla birleşen ilmini din ve imânla birleştirip bütünleştirirse, ufku
genişler, yolundaki engeller bir bir kalkar, içini kemirip sıkan umutsuzluk
yerini umut ve güvene terkeder. Böylece ruhundaki boşluğu en uygun şekilde
doldurur ve buna ne kadar çok muhtaç bulunduğunu daha iyi anlamaya başlar.
Sonra da kendisine doğru yolu gösteren Cenâb-ı Hakk'ın önünde eğilerek
teslimiyet gösterir. [74]
«Rabbın rahmet sahibi
olup bağışlayandır. Eğer onları kazanıp elde ettiklerinden dolayı yakalayıp
(hesaba çekseydi) elbette onlara azabı acele ederdi. Ama onlar için va'dedilen
bir vakit vardır; (o vakit gelince artık) ondan kaçıp sığınacak hiçbir yer bu
la m ly ocaklardır.»
Dünya olgunlaşma,
hayatın anlamını anlama, zevkini alma, çilesini çekme, nimetin külfet
karşılığında gerçekleşeceğini idrâk etme yeridir. Âhiret ise, hesap, mükâfat ve
ceza yeridir. Bu öyle bir sünnet, yani ilâhî kanundur ki değişmez. Eğer dünya
işlenilen iyilik ve kötülüklerin, sevap ve günahların Allah tarafından hemen
uygulanacak hesap, ceza ve mükâfat yeri olsaydı, düzen bozulur, âhiretin anlam
ve hikmeti kalkardı ve o takdirde dünyada ölümsüz bir hayatın sürmesi
gerekirdi. Öyle olunca da dünya insanlara çok dar gelir, büsbütün bir çıkmaza
düşülür ve denge diye bir şey kalmazdı. Ayrıca kötülük işleyene Allah
tarafından hemen azap verilme kanunu câri olsaydı, insanlar ister istemez
kötülükten kaçınacaklar, benimsemedikleri halde iyi görünmeğe çalışacaklardı.
O zaman da aklın, idrâkin, irfanırr ölçü ve değeri olmaz, insan bir robot
misali dar.bir çerçeve içinde kalmaya mahkûm olurdu.
İşte bu ve benzeri
mahzurlar ortaya çıkmasın diye Cenâb-ı Hak dünya hayatını ezelde hazırladığı
mükemmel bir plâna ve düzenlediği kusursuz bir programa bağlamış ve insanların
birbirlerini denetlemesini emretmiştir. Artık ne kimsenin iyiliklerinden, ne
de inkarcıların kötülüklerinden dolayı o plân ve programını değiştirmez,
kurulan hayat düzeni hedefine doğru ağır adımlarla ilerler. Bunun için «Dünya
âhiretin tarlasıdır. İyi ve kötü ameller bu tarlaya atılır, âhirette filizlenip
ürünleri harman edilir» denilmiştir.
Peygamberlerin de
görevi, bu iki hayatı bütün özellikleriyle, hikmet ve amaçlarıyla anlatıp
insanları irşat etmektir. [75]
Dünyanın kuruluş
düzeninde bu iki kavrama yer verilmiştir. O bakımdan hak ile bâtılın sürtüşme
ve tartışması ilk insanla başlamış ve insanoğlunun son bulmasıyla son
bulacaktır. Neden bu iki zıt kavram? Çünkü biri diğeriyle hem daha iyi
bilinmekte, hem de daha ölçülü ve anlamlı gelişme imkânı bulabilmektedir. Zaten
dünya hayatı zıtların cirit attığı, sürtüşüp tartıştığı, çarpışıp vuruştuğu
bir ortam özelliğindedir. Dünya olmasının da anlam ve hikmeti budur. Böyle
olmasaydı, insanın dünyaya getirilmesine gerek kalmazdı. Çünkü hayatın tadını,
ölçüsünü almanın, çilesini çekmenin gerçek yüzünü, zıtların sürtüşmesi ve
tartışması tanıtıp öğretir. Toplumu bu duygu harekete geçirir, fertler böyle
bir ortam içinde durmadan çalışıp mücadele etme ihtiyacını duyarlar.
Öylece insanlar
bulundukları yöre ve çevreye, yer aldıkları sosyal muhite göre bu iki zıt
kavramdan birine sahip çıkarlar. O nedenle fikirler müsademeyi yönelir,
araştırma ve incelemeler yapılır; eğitim ve öğretim programları düzenlenir.
Derken çeşitli alanlarda yarışmalar başgösterir.
Bâtıldan yana olanlar
ise, hakkı yerinden kaydırıp çürütme çabasında bulunurlar. Çünkü yetişme
tarzları, eğilimleri, aldıkları bilgi ve edindikleri fikir birikimi sebebiyle
hakka ters düşmüşlerdir. O bakımdan kendilerini için için rahatsız eden bu
kavramdan kurtulmak için onu çürütüp belirsiz hale sokmak gerekir. Bunun için
de ardı-arkası kesilmeyen mücadeleye girişirler, nefisleri hep önde yürür.
Bâtılı ideolojik kalıba döküp çekici hale getirme gayretleri sürüp gider.
Kutsal değerlere inanmazlar, ilâhî âyetleri alay konusu edinirler. Dinin afyon
olduğunu savunurlar. Kur'ân için «çöl kanunu» veya «ilkel insanlara göre
düzenlenmiş bir kitap» diye birtakım gerçek dışı yakıştırmalarda bulunurlar.
Hürriyeti tek taraflı kabul ederler. Şirretlik, şarlatanlık ise değişmeyen
sanatlarıdır,
Hak ise, hiçbir zaman
şarlatan ve şirret değildir ve olamaz da.. O hep ağır başlıdır, temkinli
adımlarla ilerler. Hoşgörü onun mizacı, sabır onun kalkanı, imân değişmeyen
temeli, fazilet mayasıdır. Güzel ahlâk onun rengi, terbiye onun karakteridir.
İlim rehberi, sağduyu yardımcısı, akıl destekçisidir. Hak haklılığını isbat
edinceye kadar bu vasıflarını eksiltmez, bilakis artırır. Demagoji yapmaz.
Gerçek ortaya çıkınca tereddüt etmeden kabul eder.
O halde hakkın üstün
gelmesinin bazı şartiarı söz konusudur ki, onlara kısmen işarette, bulunduk.
Hakkı temsil eden, ya da savunanlar, o şartlar ve sıfatlarla kendilerini
behemahal donatmalıdırlar. Şüphesiz bu da bir eğitim ve öğretim işidir. [76]
«Şüphesiz ki biz
onfann kalpleri üzerine, anlamalarını engelleyecek perdeler gerdik ve
kulaklarına da bir ağırlık koyduk..»
Bâtılı savunanların
içlerindeki katmerleşmiş inkâr, kalbin yüee âleme açılmasına, ya da yüce
âlemden inen feyiz ve rahmet havasını almasına engel teşkil eder. Bu mânevi bir
perde, ya da kılıftır ki, kalbi bütünüyle kuşatır. O bakımdan tesiri kalpten
kulağa vurup sağduyuyu mefluç hale getirir ve artık öylesinin Hakk'ın sesini
işitmesi zorlaşır ve bazan da imkânsız hale gelir.
İşte Allah'ın
inkarcıların kalpleri üzerine perde germesinin ve kulaklarına bir ağırlık
koymasının yorumu budur. Fiillerin Allah'a nisbet edilmesi, suçlu
günahkârların O'nun sünnetine ters bir yol tutmalarını düşünmemize yönelik bir
anlatım tarzıdır.
İnsanın iç âleminde
öyle cereyanlar, değişmeler, tıkanmalar, duygusuzluklar dönüp dolaşır ki
onları görmek, ya da dıştan bakıp hemen anlamak mümkün değildir. Kalp nasıl
kılıflanır, ya da ilâhî feyiz ve İnayeti almaya nasıl hazır duruma gelir? Bunu
anlayabilmek için küfrün ve karşıtı olan imânın ruh iklimi üzerindeki tesirlerini
bilmemiz gerekmektedir. Ruh üzerindeki bilimsel araştırmalar henüz bu
incelikleri anlayamamış ve anlayamadığı için de tatminkâr bir çözüm
getirememiştir. Bu konuya en do-yuruçu yaklaşımı, Kur'ân ve hadîslerin ışığı
altında İslâm tasavvufu sağlamıştır.
Kalbin hakiki imân
cevherinden mahrum kalması, ruha sıkıntı ve bunalım verir, Bu sıkıntı sinir
sistemine sirayet eder; derken inkarcının büsbütün inat ve sapıklığını, körlük
ve sağırlığını artırır. İnkâr genellikle ümit ve güven veren bir amaca yönelmediği
için, ruhun yüce âlemle olan irtibatını dumura uğratır. Böylece her geçen gün
hak ile aralarındaki mesafe açılır ve ona karşı amansız bir hasım kesilir.
Şüphesiz bu hal,
ruhî ve kalbi bir marazdır
ki, tedavisi çok zordur Meğer ki Cenâb-ı
Hak hidâyet vermiş ola..
Û bakımdan ilgili
âyetle «Onları doğru yola çağırsan elbette doğru yola gelmezler..»
buyurularak, bu marazın ne kadar müzminieşîiğine işarette bulunulmaktadır. [77]
Yukarıdaki âyetlerle,
Kur'ân'da insan için lüzumlu olan konuların bir bir açıklandığı belirtildi.
İnkârda ısrar eöen sapıkların dönüp geçmişte o yüzden meydana gelen elim
olaylara bakmaları hatırlatıldı. Peygamberlerin insan aklını ve düşüncesini
doğruya yönlendirme göreviyle gönderildiklerine işaret edildi. İlâhî tebliğ ve
irşattan yüz çevirenlerin kendilerine nasıl haksızlık ettikleri konu edilerek
Allah'ın geniş rahmet ve mağfiret sahibi bulunduğu, plânı gereği azap etmekte
aceleci olmadığı anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Musa Peygamber ile Allah'ın salih kullarından bir kul (Hızır) arasında geçen ve
bize bilmediğimiz çok şeyler öğreten tarihî kıssanın önemli safhaları, ibretli
yanları anlatılıyor. Böylece ledünnî ilmin farklı ölçüde tecelli ettiği, bir
peygambere verilen bilgi ile, sâlih bir kula, büyük bir veliye verilen bilgi
arasında birtakım farklı yanların olduğu izah ediliyor. [78]
60— Hani bir zaman Musa, genç (arkadaşına): «Ben
iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar hiç durmadan gideceğim, ya da (bu
uğurda) yıllar geçireceğim» demişti.
61— İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca
balıklarını unuttular. Balık ise, denize bir delikten girip yolunu bulmuştu.
62— Orayı geçtiklerinde Musa, genç arkadaşına,
«azığımızı bize getir; and ofsun ki, bu yolculuğumuzdan yorgun ve bitkin
düştük» demişti.
63— O da, «gördün mü, o kayaya sığındığımız vakit
doğrusu ben balığı unutmuştum, onu hatırlamamı bana ancak şeytan unutturdu.
Balık ise denizde şaşılacak şekilde yolunu tutup gitmiş» dedi.
64— Musa ona : «aradığımız bu ya» dedi ve izleri
üzerine gerisin geri döndüler.
65— Böylece onlar kendisine yanımızdan bir
rahmet verdiğimiz ve katımızdan bir ilim öğrettiğimiz
kullarımızdan bir kul buldular.
66— Musa ona dedi ki : «öğretildiğin ilimden
bana, doğruya iyiye ileten hususları öğretmen için sana uyayım mı?»
67— O, «sen benimle beraber bulunmaya herhalde
pek sabredemez-sin» dedi,
68— «İç
yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?»
69— Musa ona : «inşaallah beni sabırlı bulursun,
hiçbir işte sana karşı gelmiyeceğtm» dedi.
70— O, «o halde bana uyacaksan, ben sana
anlatmadıkça hiçbir şeyden (sebep ve iç yüzünden) sorma» dedi.
71— Anlaşıp gittiler. Sonunda bir gemiye
bindiler, derken o kul gemiyi deldi. Musa ona : «içindekilerin! boğmak için mi
onu deldin? Doğrusu korkunç bir şey yaptın!» dedi.
72— o, «ben sana demedim mi, benimle birlikte
bulunmaya dayanamazsın?» dedi.
73— Musa, «unuttuğumdan dolayı bana çıkışma ve bu
işimde bana zorluk çıkarma» dedi.
74— Derken
yollarına devam ettiler;
sonunda bir oğlan
çocuğuna rastladılar. O kul, o oğlanı öldürdü. Musa, «bir cana karşılık
olmaksızın tertemiz masum bir canı mı öldürdün? Doğrusu çok kötü bir iş
yaptın!» dedi.
75— O, Musa'ya: «ben sana demedim mi, benimle
beraber bulunmaya sabredemezsîn?» dedi.
76— Musa ona : «bundan böyle senden bir şey
sorarsam, artık bana arkadaşlık etme, dedi. (Çünkü o zaman) benden yana özür
(beyân edecek ortama) gelmişsin demektir. (Artık mazur sayılabilirsin).»
77— Yine yollarına devam ettiler, derken bir
kasaba halkına vardılar ve onlardan yiyecek istediler. Onlar bu iki (yabancıyı)
misafir edinmekten kaçındılar. O kasabada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvara
rastladılar; o kul onu doğrulttu. Musa, «isteseydin buna karşılık ücret
alırdın,» dedi.
78— O kul, «işte bu benimle senin ayrılmamız! O
sabredemediğin şeylerin yorumunu sana anlatacağım :
79— Gemiye gelince, o, denizde iş gören birkaç
yoksulundu, onu kusurlu kılmak istedim ki arkalarında (veya önlerinde) her
(sağlam) gemiyi zorla alan bir hükümdar bulunuyordu.
80— Oğlana gelince, onun ana-babasi ikisi de
rnü'min kişilerdi, çocuğun onları azgınlığa ve küfre itmesinden endîşe ettik.
81— Rablarıntn onun yerine onlara temizlikçe daha
hayırlısını, merhametçe de daha yakınını vermesini diledik.
82— Duvara gelince, o, şehirde iki yetim erkek
çocuğa aitti, altında onlar için bir hazine bulunuyordu; ana babaları da iyi
insanlardı. Rabbım o iki çocuğun rüşde erip hazinelerini çıkarmalarını, kendi
katından bir rahmet olarak diledi. Ben bu hususları kendi görüşümle yapmadım. İşte
sab-redemediğin hususların yorumu budur!» dedi.
Tabiînden Saîd b.
Cübeyr anlatıyor:
— İbn Abbas'a (R.A.)
dedim ki: Nevf el-Bükâlî, Hızır ile buluşan Musa'nın, İsrail oğullan'na
gönderilen Peygamber Musa olmadığını iddia ediyor. Buna ne dersiniz?
İbn Abbas (R.A.) şöyle
dedi: «O Allah düşmanı yalan söylüyor. Ubey b. Kâb (R.A.) Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber verdi :
«Şüphesiz ki Musa
(A.S.) bir gün İsrail oğulları arasında ayağa kalkıp bir konuşma yapmıştı. O sırada
birisi ona: «İnsanların en bilgini kimdir?» diye sormuştu. Musa (A.S.) da,
«Benim...» diye cevap vermişti. Bu yüzden Alfah onu, bilgiyi Allah'a ait
kılmadığı için kınamış, sonra da ona şöyle vahyetmişti: «Ya Musa! Benim, iki
denizin birleştiği yerde bir kulum var.» Musa da, «Ya Rabbi! Onunla nasıl
görüşebilirim?» diye sorunca, Cenâb-ı Hak ona: «Yanına bir balık al, onu bir
zenbile yerleştir. Artık o balığı nerede kaybedersen, işte sözünü ettiğim
kulum oradadır» diye buyurmuştur. Bunun üzerine Musa (A.S.) balığı zenbile
koyup genç Yusa1 b. Nun'u da yanına alarak yola çıkmışlar. Sonunda bir kayaya
gelip orada uyumuşlar. Balık orada kendine bîr yol bulup gitmiş. Ama Allah onu
o kesimde durdurmuş. Musa (A.S.) ile arkadaşı uyanınca, Yuşa' balığın
kaybolduğunu hatırlatmayı unutmuş ve öylece yollarına devam etmişler. Günün
kalan kısmında ve gecesinde yol almışlar. Sabah olunca Musa (A.S.) ona: «Bu
yolculuğumuzdan bize yorgunluk ve bitkinlik geldi...» demiş.. Ve olay
Kur'-ân'da açıklandığı şekilde anlatılmış. Dönüşlerinde o kayanın yânında Hızır
ile karşılaşmışlar.....» [79]
İbn Cerîr'in İbn
Abbas'dan (R.A.) yaptığı rivayette ise, olayın başlan gıcı şöyle ifade
edilmiştir:
— Musa (A.S.), Rabbına niyazla demiş ki:
— Ey Rabbım! hangi kulun sana daha sevgilidir?
Allah ona :
— Beni anan, unutmayan kulum... Diye cevap
vermiştir.
— Hangi kulun daha iyi hükmeder?
— Hak ile hükmedip kendi hevesine uymayan...
— Hangi kulun daha bilgilidir?
— Kendisini doğruya irşat eden bir söz elde
eder, ya da kendisini bir felâketten çevirir diye insanların bilgisini kendi
bilgisine katan kimse....
— Böyle bir kulunuz yeryüzünde var mıdır?
— Evet.
Ya Rabbî! o kulun kim
ola?
— Hızır...
— Onu nerede
bulabilirim?
— Deniz kenarında kayanın yanında balığın
kurtulup denize gireceği yerde... [80]
Böylece Musa (A.S.)
yola çıkıyor ve olay anlatıldığı gibi aynen sürüp gidiyor, [81]
1— İlim genellikle biri kesbî, diğeri vehbî veya
ledünnî olmak üzere iki kısma ayrılır. Kesbî ilimde olduğu gibi,
ledünnî ilim de kişilerin derece ve yakınlığına, yani Allah
katındaki mevkilerine göre farklılık arzeder.
2— Peygamberlerin ilmi
genellikle vehbî, yani ledünnîdir.
Allah'tan alıp öylece bilgi sahibi olurlar. Ama her peygamberin özelliğine,
içinde bulunduğu şartlara, hitap ettiği kavim ve milletin kültür seviyesine
göre kenti)
dişine bu ilimden
verilir. O bakımdan bütün peygamberler Tevhîd İnancı esasında birleşirler, ama
diğer fer'î ilimlerde farklı derecelere ayrılırlar. Sebebine gelince: Allah'ın
ilminin sonsuz ve sınırsız olduğunu bildirmek ve her bilenden daha çok bir
bilenin bulunabileceğini hatırlatmak ve ilim sahiplerinin bilgilerinin farklı
olduğuna dikkatleri çekmek söz konusudur. Nitekim ledünnî ilme sahip olan Musa
(A.S.)ın bildiklerinin çoğunu Hızır (A.S.) bilmezdi, Hızır'ın (A.S.)
bildiklerinin bir kısmını veya çoğunu Musa (A.S.) bilmezdi.
Nitekim Buharî'nin
tesbitine göre, Hızır'ın : «Ey Musa! Ben Allah'ın bana öğrettiği bir bilgi
üzereyim ki, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın sana öğrettiği bir bilgi
üzeresin ki onu ben bilmem» dediği rivayet edilmektedir. [82]
3— Kişi
kendi bilgisiyle böbürlenmemen, daha bilgili kişilerin ve hepsinin üstünde de
Allah'ın daha bilgili bulunduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Çünkü her ilim
sahibinin üstünde ondan daha fazla ve farklı bir bilen vardır.
4__Yanımızdaki
hizmetçi, kapıcı ve odacılara «efendi» veya «arkadaş.,.» diye hitap etmeli,
onları üzecek, kıracak isim ve sıfatları kullanmaktan kaçınmalıyız. İlgili
âyette, Musa Peygamber'e refakat edip hizmetinde bulunan Yuşa' b. Nun için
«fetâ = genç» tabiri kullanılmıştır.
5— Bilmediğimiz konuları öğrenebilmek için bazı
zorluklara katlanmasını bilmeliyiz. Nîmet külfetsiz olmuyor. Nitekim Musa
(A.S.), Hızır'ın ilminden yararlanmak için uzun ve yorucu bir yolculuk yapma
ihtiyacını duymuş ve katlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın muradı da böyle olmasından
yana idi. Zira dileseydl Hızır'ı Musa'nın yanına sevkederdi. Nitekim Ashab-ı
Ki-râm'dan bazı zatlar, İslâm ülkelerine dağılan arkadaşlarının Peygamber (A.S.) Efendimiz'den bizzat
duydukları hadîsleri onların ağzından dinlemek için develerine binip haftalarca
yolculuk yapmışlardır.
6— Bilgisinden yararlanmak istediğimiz kişiye
uymasını, saygı gösterilmesinin
gereğini, lüzumsuz soru sormaktan kaçınmasını
bilmeliyiz. Çünkü ilim çok şereflidir, azizdir ve kıymetlidir. Ona sahip
olan da o nis-bette şerefli ve azizdir. İlim adamına saygı göstermek, peygamberlerin
sünnetidir. Musa Peygamber'in (A.S.) bir bakıma Hızır'a uyup bilgisinden yararlanmaya
çalışması bize bu sünneti hatırlatır.
7— Bilmediğimiz bir konuyu öğrenmekte çok
sabırlı ve dikkatli olmamız gerekmektedir. Çünkü ilim ancak zevk, heves, ilgi
ve sabırla elde edilebilir.
8— İç yüzünü bilmediğimiz bir olay, bir mesele
ile karşılaştığımızda, duygusallıktan uzak kalıp onun iç yüzünü öğreninceye
kadar, bir hüküm vermemek en isabetli yoldur. Bu gibi hususlarda hissimizle
değil, aklımız ve imanımızla çözüm aramalıyız.
9— Karşımıza çıkan bir kazanın hayırlı
olacağını, iyi sonuç vereceğini düşünmemiz, ilâhî takdire teslimiyetin
ifadesidir. Çünkü Allah hiçbir zaman haksızlık yapmaz. O'nun her yaptığında
mutlak hayır vardır. Hızır'ın sağlam gemiyi delip kusurlu hale sokması, zahiren
masum bir çocuğu öldürmesi, kendilerini konuk edinmeyen bir kasabada yıkılmak
üzere olan duvarı doğrultması, bunun açık örneklerinden bir kaçıdır.
10— İyilik yapmayana iyilikte bulunmak, onun için
hayırlı olanını düşünmek, mü'mine yakışan bir haslettir. Kendilerini konuk
edinmeyen ve yiyecek bir şey de vermeyen kasaba halkına ait yıkılmak üzere olan
bir duvarı Hızır'ın (A.S.) elini dokundurup doğrultması bize bu gerçeği öğretmektedir.
11— Bir velî bir keramet gösterirse, onu kendi
re'yiyle göstermez; Rabbının emir ve ilhamı ile gösterir. Hz. Hızır'ın
açıklamada bulunması, bunun en güzel misali sayılır. [83]
1— Olayda
ismi geçen Musa hakkında farklı görüşler ve yorumlar ortaya çıkmıştır. İlim
adamlarının çoğuna göre, adı geçen zat, İsrail oğul-ları'na peygamber olarak
gönderilen Musa (A.S.)dır. Çünkü Kur'ân'da sadece bu Musa'dan söz
edilmektedir. Eğer başka bir Musa olsaydı, herhalde onu diğerinden ayıran bazı
sıfatları ortaya konur ve ona göre anılırdı. Ayrıca Sahîh-i Buharî'de bu konuda
yapılan rivayet o zatın Musa Peygamber olduğunu net biçimde açıklamaktadır.
Nitekim hadîs bölümünde sözü edilen rivayete yer vermiş bulunuyoruz. İbn Abbas
(R.A.)dan yapılan sahîh rivayetlerle bu anlamda açık bilgi verilmektedir.
Bazı tarihçiler sözü
edilen kıssada adı geçen Musa'nın, Musa b. Mîşâ b. Yusuf b. Yakub olduğunu
belirtmişlerdir. Rivayete göre, bu, İsrail oğullan'na gönderilen Musa (A.S.)dan
önce gönderilen birinci Musa'dır. Bunların delillerini şöyle özetliyebiliriz :
a) Hz. Musa
(A.S.), Ulû'l-azm'den olup büyük mu'oizelerle desteklenen yüce bir
peygamberdir. Bu durumda onun bilgi bakımından noksan olup başka birinden
yararlanması düşünülemez.
b) Musa Peygamber (A.S.) Mısır'dan çıkıp çöle
girdikten ve İsrail oğul-ları'nı Arz-ı Mev'ûd'a yerleştirdikten sonra iki
denizin birleştiği yere gitmemiş ve çok geçmeden vefat etmiştir.
İki denizin birleştiği
yer hakkında ayrı ayrı maddede bilgi vereceğiz.
c) Böyle bir olay meydana gelseydi, herhalde
Yahudi ilim adamları bilir ve bunu tesbit edip tarihlerine yazarlardı.
Birincilerin tesbit ve
görüşü daha sıhhatli ve daha mâkuldür. Hem bu hususta -haber-i vahid bile olsa-
sahih hadîs varit olmuştur.
2— Musa
Peygamberle beraber Hızır'ı görmeye giden «fetâ = genç» kimdir? Aslında «fetâ»
ismi, genç erkek hakkında asıl olmakla beraber kul ve hizmetçi mânalarında da
kullanılmıştır. Müfessirlerimizin çoğuna göre, bu, Yuşa' b. Nun'dur ki, Yusuf
Peygamber'in (A.S.) torunlarındandır. Bu genç, Musa Peygamber'e hem hizmet
eder, hem de ondan dinî hükümleri öğrenirdi. Sonradan kendisine peygamberlik
verildiği de rivayetler arasında yer alır. Zayıf da olsa bazı hadîslerde
Yuşa'dan ve onun peygamber olduğundan bahsedilir.
3— İki denizin birleştiği yer hakkında farklı
yorumlar ve birtakım ihtimaller ortaya çıkmıştır. Onları özetleyip şöyle
maddeleştirebiliriz :
a) Kızıldeniz ile Akdeniz'in birleştiği yer.
Bugünkü Süveyş Kanalı.
b) Kızıldeniz ile Umman denizinin birleştiği
el-Şâtıb kesimi.
c) İran körfeziyle Umman körfezinin birleştiği
yer.
d) Hartum yöresinde Nil'in iki kolunun
birleştiği yer.
e) Mısır'ın kuzeyinde Nil'in iki kola ayrıldığı
yer.
Musa Peygamber ister
Mısır'da bulunduğu dönemde, ister Filistin'e gelip yerleştikten sonraki
dönemde, isterse bu iki dönemden önceki bir zamanda olsun, Hızır ile birleştiği
yer, ya Kızıldenizin Akdeniz ile birleştiği bugünkü Süveyş Kanalıdır, ya da
Mısır'ın kuzeyinde Gize ile Tanta arasında Nil'in iki kola ayrıldığı yerdir.
Çünkü bu iki yer de hem Mısır'a, hem Filistin'e en yakın olan
«Mecmaa'l-Bahreyn = İki denizin veya iki ırmağın birleştiği» yerlerdir. Allah
daha iyisini bilir.
4— Musa Peygamber'in (A.S.), iki denizin veya
iki ırmağın birleştiği yerde görüştüğü zatın Hızır olup olmadığı da tartışma
konusu olmuşsa da Buharî'nin Saîd b. Cübeyr tankıyla İbn Abbas (R.A.)dan, onun
da Ubey b. Kâb'den (R.A.) yaptığı rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, o
zatın Hızır olduğunu açıklamıştır. Buna yakın bir rivayeti Müslim kendi
Sahîh'inde,
Tirmizî kendi
Sünen'inde, Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde rivayet etmişlerdir. [84]
Ancak İbn Abbas
(R.A.)dan bununla ilgili yapılan rivayette, Musa Peygamberin İsrail oğulları'm
yeniden alıp Mısır'a getirerek yerleştirdikten sonra bu olayın meydana geldiği
belirtilir. [85] Ne var ki Musa Peygamber
(A.S.) Mısır'dan hicret edip Sina çölüne ve oradan da Filistin'e gelip yerleştikten
sonra hiçbir tarih onun tekrar İsrail oğulları'm alıp Mısır'a döndüğünü ve
kavmini oraya yerleştirdiğini belgeliyememiştir. Zira Musa Peygamber (A.S.)
İsrail oğulları'm Arz-ı Mev'ûd'a getirip yerleştirdikten sonra daha çok iç
İslahat ile ve ülkenin düzeniyle meşgul olmuş ve bir süre sonra da vefat
etmiştir.
5— Hızır peygamber midir ve hâlen hayatta mıdır?
a) Hızır'ın peygamber olup olmadığı hakkında
ihtilâf vardır. İlim adamlarının çoğuna göre, Allah'ın sâlih ve velî
kullarından biridir. Geniş çapta ilâhî iltifat ve inayete mazhar kılınmış ve
ledünnî ilimle donatılmıştır. Asıl adının Belyâ b. Melkân olduğu; oturduğu,
bastığı yerler yeşillendiği için sonradan Hızır İsmiyle anıldığı söylenir.
b) Bir kısım
ilim adamlarına göre,
peygamberdir. Çünkü Kur'ân'da «Kendi tarafımızdan kendisine
rahmet verdiğimiz..» deniliyor ki, bu rahmet peygamberlik payesi olabilir.
Ayrıoa, «Kendi katımızdan ona bir ilim öğrettik..» mealindeki âyet de bu manayı
kuvvetlendirmektedir. Sonra Musa Peygamber'in
(A.S.) ona uyması da, onun peygamber olduğuna bir başka delil sayılmıştır. Çünkü bir
peygamber anoak başka bir peygambere uyabilir.
Nitekim müfessir
Kurtubî'nin tesbitine göre, Musa (A.S.), Hızır (A.S.) ile birleştiklerinde, Hızır
(A.S.) ona şöyle söylemiştir:
«Sen, Allah'ın sana
öğrettiği bir ilim üzere bulunuyorsun ki, ben onu bilmiyorum. Ben de, Allah'ın
bana öğrettiği bir ilim üzere bulunuyorum ki, sen onu bilmiyorsun.» [86]
6— Hızır (A.S.) sağ mıdır?
İlim adamlarından bir
kısmı Buharî'de Abdullah b. Ömer (R.A.)dan rivayet edilen : «Size bildireyim
ki, bu gecenizden itibaren yüz yılın sonuna kadar yeryüzünde yaşayanlardan hiçbir kimse
sağ kalmayacaktır.» [87]
mealindeki hadîse
dayanarak Hızır'ın da öldüğünü istidlal etmişlerdir. Mü-fessir Alûsî de aynı
görüştedir. Çünkü bunun aksini isbat veya beyân eden sahîh bir hadîs varit
olmamıştır.
Şeyh Muhyiddin Arabî,
Sadruddin el-Kunevî, ünlü Faslı velî Abdülaziz ed-Debbağ (Allah hepsinden razı
olsun) ve benzeri ehl-i keşfe göre, Hızır (A.S.) hâlen hayattadır. Ancak bu
hayat, bedenin ruha dönüşmesiyle nef-sanî ve şehevî istek ve ihtiyaçların iptal
edilmesiyle yorumlanır ki, gerçek olan da budur.
Hemen ifade edelim ki,
Hızır (A.S.) olayı, başlı başına bir araştırma konusudur. Zira bu hususta çok
şeyler söylenmiş ve çok şeyler yazılmıştır. Ancak tefsîrimizin hacmi buna
müsait olmadığından konunun detayına inmek istemedik.
Yukarıda ismini
andığımız Abdülaziz ed-Debbağ (K.S.)dan nakledilip Ahmed el-Mübarek tarafından
yazılan el-İbriz'de konuya geniş yer veri!--mistir. Meraklılara tavsiye ederim.
[88]
Musa ve Hızır
kıssasının bir başka yönü :
Yahudilerden önemli
bir kısmının, özellikle çok müteassıp din adamlarının Musa Peygamber'den daha
bilgili, daha büyük bir peygamber ne gelmiştir, ne de gelecektir, şeklinde
birtakım iddiaları olmuştu. İlâhî üslûp gereği, önce biri bağ ve bahçesi olan
zengin, diğeri mal ve servetçe ondan hayli aşağı iki adamın anlayış, inanış ve
tutumları değerlendirilerek nefis bir misal verildi. Onunla hem Mekkeli mağrur
müşrikler, hem de çevredeki Yahudiler uyarıldı ve mü'minlere gelecek günlerin
çok parlak olduğu müjdesi verildi. Arkasından Musa (A.S.) ile Hızır (A.S.)
kıssası ele alındı ve her peygamberin birtakım özelliklerine göre farklı
bilgileri bulunduğu; Musa'nın (A.S.) bildiğinin çoğunu Hızır'ın (A.S.);
Hızır'ın da bildiklerinin çoğunu Musa'nın (A.S.) bilmediği konu edilerek,
ilâhî ilmin sınırsız olduğu belirtildi ve bu durumun bir peygamber için nakise
teşkil etmiyece-ğine işaret edildi. Aynı zamanda Yahudi din adamlarının
birtakım boş ve anlamsız iddialarda bulunmamalarının çok isabetli olacağı
hatırlatıldı. Sonra da günün şartlarına, olayların cereyan tarzlarına, geçici
ihtişam, makam ve böbürlenmelere bakıp ona göre bir değerlendirme yapmanın;
bunların altında ne gibi hikmetlerin yattığı incelenmeden, nasıl bir netice
vereceği hesaba katılmadan ahkâm çıkarmanın pek isabetli olmayacağına atıf
yapılıyor. Böylece Mekke'de dış görünüşü itibariyle zayıf ve yardımsız sayılan
mü'minlerin geleceğinin hiç de müşriklerin ve yahudile-rin sandığı gibi
olmayacağı, çok geçmeden bu vakarlı gidişin zaferle sonuçlanacağı ilham
ediliyor. Hızır (A.S.)ın da ortaya koyduğu üç olay dış görünüşü itibariyle
üzücü bir manzara arzediyordu. Ama hakikat hiç de dıştan görüldüğü ve
anlaşıldığı gibi değildi. Mekke'deki barbar zorbaların, azgın ileri gelenlerin
o günkü üstünlüğü ve ihtişamı üa öyle idi. Dış görünüşüyle yıldırıcı,
korkutucu ve mü'minleri ümitsizliğe itici İdi. Ama iç yüzüyle hiç de öyle
değildi. Qok geçmeden baş aşağı geleceklerine delâlet eden birçok işaretler ve
deliller söz konusuydu. Ne var ki bu gerçeği görecek gözleri, idrâk edecek
kalpleri yoktu. [89]
Yukarıda geçen
âyetlerle, ilâhî ilmin sınırsızlığına işaret edildi. Musa Peygamber ile Hızır
(A.S.) kıssası düşündürücü, yönlendirici ve mü'minlere parlak bir geleceği
va'dedici anlamda anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Mekkeli müşriklerin Yahudilerden aldıkları bilgi ve talimat doğrultusunda
Peygamber (A.S.) Efendimiz'den sordukları Zül-karneyn kıssasının öğüt alınacak
ibretli safhaları anlatılıyor. Böylece haktan yana olanların eninde sonunda
üstün gelecekleri ve her yerde onların yapıcı olup yıkıcı olmadıkları
hatırlatılıyor. [90]
83— Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki: Ondan
size bir haber anlatacağım :
84— Şüphesiz ki biz onu yeryüzünde kudretli
biçimde yerleştirip imkân verdik ve ona (gereken) her şeyden (kolaylaştırıcı
bir) sebep verdik.
85— O da bir sebebi (seçip ona göre) bir yol
izledi.
86— Sonunda Güneş'in battığı yere (iyice Batı
cihetine) ulaştı; onu kara balçıklı bir suya batar (görünümünde) buldu. O
kesimde bir millete rastladı. Biz de ona, «Ey Züikarneyn! ya azaba uğratırsın,
ya da haklarında güzel muamelede bulunabilirsin, (bu hususta serbestsin)»
dedik.
87— Dedi ki: «Kim zulmederse, ona azap edeceğiz;
sonra da o Rab-bına döndürülür. O da ona görülmedik bir azap ile azap eder.
88— Ama kim imân edip iyi-yararlı amelde
bulunursa, ona da en güzel mükâfat vardır ve ona buyruğumuzdan kolay olanı
söyleyeceğiz.»
89— Sonra o başka bir yol tuttu.
90— Tâ ki Güneş'in doğduğu yere (iyice doğu
kesimine) ulaşınca, güneşi öyle bir millet üzerine doğuyor buldu ki, onlara
Güneş'ten (korunacak) bir siper yapmamıştık.
91— İşte böylece onun yanında olan her şeyi
kuşatıp biliyorduk.
92— Sonra o başka bir yol tuttu.
93— Tâ kî, iki sed arasına ulaştığında, onların
önünde neredeyse hiç söz anlamaz bir millete rastladı.
94— Onlar, «Ey Züikarneyn! doğrusu şu
Ye'cûc-Me'cûc yeryüzünde durmadan fesat çıkarıyorlar; bizimle onlar arasında
bir SED yapman için sana bir harç (gereken vergi ve masrafı) versek olmaz mı?»
dediler.
95— Zülkarneyn onlara dedi ki: «Rabbimin bana
verdiği imkân, kudret ve iktidar daha hayırlıdır. Bununla beraber siz
gücünüzle bana yardım edin de sizinle onlar arasına sağlam bir SED yapayım.
96— Bana demir kütleleri getirin.» Bununla İki
dağ arası (doldurup) eşit duruma gelince
Zülkarneyn, «körükleyin!» diye emretti. Sonunda demirler ateş haline gelince,
«bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim» dedi.
97— Artık o Ye'cûc-Me'cûc ne onu aşabildiler, ne
de bir gedik açmaya güç getirebildiler.
98— Zülkarneyn, «bu Rabbimden verilen bir
rahmettir. Rabbimin belirlediği vakit gelince bunu yerle bir eder. Rabbimîn
verdiği söz haktır (hedefinden, amacından) şaşmaz,» dedi.
-vtr.
Katade'ye göre,
Yahudilerden birkaç kişi iki boynuzlu kralın kim olduğunu Peygamber (A.S.)
Efendimiz'den sordular. Bunun üzerine ilgili âyetler indirilmiştir. [91]
Diğer bir rivayette
ise, Mekkeliler Kitap Ehli olan Yahudilere adam gönderip Hz. Muhammed'i (A.S.)
çetin bir sınavdan geçirmek için birkaç soru hazırlayıp göndermelerini
istemişlerdi. Onlar da şu üç şeyden sokmalarını tavsiye etmişler; Ruh, Ashab-ı
Kehf ve Zülkarneyn..
Bunun üzerine ilgili
âyetler iniyor. [92]
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz şehadet parmağını baş parmağının orta kısmına getirip halka yaptı ve
şöyle buyurdu: «Yaklaşmakta olan serden vay Arapların haline! Bugün şu
gördüğünüz (halka) gibi, Ye'cüc ve Me'cüc'un sağlam şeddi fetholundu (açıldı).»
[93]
«And olsun ki, Ye'cüc
ve Me'cüc çıktıktan sonra da Beytullah'a haccedilecek ve umre yapılacaktır.» [94]
Bu isim ve başardığı
fütuhat hakkında gerek bazı tarihçilerin, gerekse müfessirlerin farklı görüş,
tesbit ve yorumları olmuştur. Detayına geçmeden bu görüş .ve tesbitleri
özetler halinde aşağıya sıralamayı uygun gördük :
1_ Medlerle
Fârislerin hükümdarıdır. Nitekim Zülkarneyn bu iki ülkeyi zapt edip kendi
idaresi altına almıştır. (M.Ö. 1000)
2— Birinoi Dara. Bu, İran (Pers) imparatoru
olarak tarihe geçmiştir. (M.Ö. 350-486)
Darâ'nın Zülkarneyn
olduğunu daha çok Yahudi Ansiklopedisi yazmıştır. Sınırları ise, Ermenistan,
Kafkasya, Hindistan ve Turan steplerini içine almaktadır. Anoak yapılan oiddi
tesbitlere göre. Dara Zerdüştür. Kur'ân-ı Kerîm'in tanımlamasına göre,
Zülkarneyn bir olan Allah'a inanan bir mu-vahhittir.
3— Makedonyalı
Büyük İskender. (M.Ö. 356-323)
Kur'ân'da Züklarneyn
ile ilgili tarifler buna da uymamaktadır. Önoe Büyük İskender; ünlü filozof
Aristoteles'in eğitimi altında yetişmiştir.. Bilindiği gibi, Aristo tek tanrı
inancına bağlı değildi. Sonra Büyük İskender İranlıları da yendikten sonra yarı
tanrı sayılan en yüksek kral unvanını aldı. Ayrıca Olympos tanrıları adına,
kule biçiminde on iki sunak yaptırdığı da bilinmektedir. Diğer yandan birçok
ülkeleri fethederken çok zalimce davranmış, bazan girdiği şehirleri yerle bir
etmiştir. [95]
4— Afridun B. Esfiyan. (İbrahim Peygamber
devrine rastlar)
5— Merziban b. Merduye (İbn İshak'ın görüş ve
tesbiti)
6— Ebû Kerb Semiy b. Ubeyd el-Efrîkış
el-Himyerî. (Ebû Reyhan 8i-rûnî'nin tesbit ve görüşü)
7— Râyis oğlu Sa'b. (Tarih-i Ebû'l-Fidâ'nın
tesbit ve görüşü}
8— İran kralı Kisra (Hüsrev).
Görüldüğü gibi
önümüzde sekiz kadar kral ismi bulunuyor. Şüphesiz ki bunlardan hangisinin
Kur'ân'ın tarif ettiği Züikarneyn olduğunu net ve kesin çizgileriyle ortaya
koymak çok zordur. Geniş araştırmaya ve uzun süreye ihtiyaç vardır.
Tarihçiler daha çok bu
tarifin Dara (Darius)a uyduğu üzerinde dururlarsa da, Pers İmparatoru Hüsrev
üzerinde duranların tesbit ve yorumları biraz daha inandırıcıdır. Nitekim
Hüsrev'e Araplar Nuşirevan-ı-âdil demişlerdir. Gerçi bundan önce de Hüsrevler
gelip geçmiştir. Çünkü gerek Kis-ra, gerekse Hüsrev, İran krallarına verilen
genel bir isimdir. O bakımdan M.Ö. altıncı asırda imparatorluk kuran Kisra'nın
yapmış olduğu geniş fütuhatın, Zülkarneyn'le ilgili tariflere birçok yönden
uyduğunu söyleyenler olmuştur. Ama bunların hiçbirisi için kesin bir ifade
kullanmamız mümkün değildir. Zira Zülkarneyn'in hangi hükümdar olduğunu az veya
çok tesbit edip anlayabilmemiz için, önce doğuda, batıda, güney ve kuzeyde
yaptığı fetihleri tesbit etmek, sonra meydana getirdiği şeddin nerede oiduğunu
belirlemek ve sonra da Ye'cüc ve Me'cuç'dan hangi ülke insanlarının
kas-dedildiğini araştırıp ortaya koymak gerekir.
O halde önce Kur'ân'ın
belirttiği ölçüler içinde Zülkarneyn'in özelliklerini tesbit edip sıralamamızda,
sonra da Ye'cüc, Me'cüc ve Sed hakkında toplayabildiğimiz bilgileri vermemizde
yarar vardır.
Zülkarneyn'in
özellikleri:
Kur'ân-ı Kerîm bu
peygamber yolunda olan hükümdarın birtakım vasıf ve özelliklerini vermek
suretiyle tarihçilere ve araştırıcılara ip uçları vermektedir. Onları şöyle
sıralayabiliriz :
a) Üstün yeteneklere, geniş kudret ve imkânlara
sahip,
b) Yeterince bilgili, kültürlü olup dünya
coğrafyasının önemli bir kısmını bilen ve ilâhî inayete mazhar,
c) Zâlimlere
hadlerini bildirip azap
eden; âhiret azabına kesinlikle inanan ve iyi ahlâklı dindar
toplumları ve kavimleri himaye eden,
d) Kuvvet ve kudreti, başarı ve zaferi bütünüyle
Allah'a döndüren, kendi haddini bilip Hakk'a karşı teslimiyet gösteren,
e) Kıyametin bir gün kopacağına, mevcut düzen ve
sistemlerin bozulacağına inanan büyük bir lider..
Sözü edilen ve
Züikarneyn sanılan sekiz hükümdarda, Kur'ân'da belirtilen bu vasıfları aramak
gerekir. Şüphesiz ki, böyle bir tesbite kapı açmak, hem yorucu olur, hem de
başlı başına bir kitap hazırlamayı gerektirir. O bakımdan biz bu tesbiti
inanmış uzman tarihçilere bırakmayı daha uygun bulduk.
Ayrıca iki dağ
arasında demir ve bakırdan meydana getirdiği sağlam şeddin nerede olduğu da
aynaa bir araştırma konusudur. Kafkas dağlarında olduğu ihtimali, tarihçiler
tarafından daha kuvvetli görülmekte ve bunun Dağıstan yöresinde Derbent
Seddiyle yakından benzerlik arzettiği belirtilmektedir. Allah daha iyisini ve
daha doğrusunu bilir, [96]
Bu iki isim üzerinde
de hayli durulmuş ve farklı tesbitler ve yorumlar yapılmıştır. Onları şöyle
özetliyebiiiriz :
1— Tevrat'ta «Me'oüç»ün, Hz. Nuh'un (A.S.)
oğlu Yafes'in iki
oğlu olan Gömer ile Maday arasında gösterilir. Gömer Cimmerleri; Maday,
Med-leri temsil eder.[97]
2— Ansiklopediya Britannika'da Gağ ile Maguğ'un
İskitler oldukları belirtilir. Bu durumda Me'cüc'ün, Karadeniz'in kuzey ve doğu
kesimlerini kapsadığı düşünülebilir.
3— Birinci Darâ'nın Azerbaycan ile Ermenistan
dağları arasında rastladığı İskitler, ya da Sakalar'a bu isim verilmiş
olabilir. [98]
Tatarlar olduğu da
sanılmaktadır. Şöyle ki: Tatarlar'a Ye'cüa, Moğollar'a Me'cüc denildiği iddia
edilir. Bunların ülkesi, Tibet'ten Çin'e ve batıda Türkistan'a kadar uzanırdı.
Timuçin (Cengizhan)m yeryüzünde çıkardığı bozgunculuk buna delil gösterilir.
Nitekim ilgili hadîsler bölümünde naklettiğimiz hadîsin Cengiz istilâsına
işaret olduğu sanılmaktadır.
Batılı ilim
adamlarının bunlara Yagog, Magug dedikleri ve yeryüzünü fitne ve fesada
boğmakta sanki İblîs'in soyundan gelen bozguncu bir ırk olduklarını ileri
sürdükleri de bilinmektedir. [99]
— Hükümdar sağlam bir
imâna sahip olunca, ülkesinde ve çevresinde kudretinin tesirleri hissedilir.
— Hükümdar, bütün kuvvet ve kudreti, başarı ve
olumlu sonuçları Allah'a döndürürse, yani O'na ait olduğuna inanırsa, Allah da
onun kalbini ve kafasını en doğru ve en yararlı konulara ve yollara açar,
fetihte bulunur.
— Bu düzeye gelen hükümdar yeryüzünde Allah'ın halîfesi
sayılır. Allah adına zalimleri cezalandırır, iyileri mükâfatlandırır.
— Yeryüzünde bozgunculuk yapanların azgınlık ve
taşkınlıklarını durdurur ve her yönüyle İslahatçı olur.
— Allah'ın verdiği mülk ve kudretin kıymetini
ve hikmetini bilir. Başkalarını ezip zulmetmez, haklan çiğnemez.
— Elde ettiği her başarıyı Allah'ın kendisinden
yana indirdiği bir rahmet kabul eder ve bunun şükrünü yerine getirmeğe
çalışır.
— Allah'ın koyduğu hayat kanunlarına ve insana
ayırdığı şerefli yere bağlı kalır. Allah'ın sözlerinin mutlaka gerçekleşeceğine
inandığı için hiçbir zaman umutsuzluğa düşmez, paniğe kapılmaz. [100]
Şeddin iki dağ
arasındaki boşluğu veya geçidi aşılmayacak yükseklikte demir kütleleri ile
doldurması, körükleterek akkor haline getirilmesini sağlaması ve sonra da
üzerine eritilmiş bakır döktürerek tek parça haline sokması çok dikkat çekici
bir olaydır. Şöyle ki:
a) Bu iki madenin tarihlerinin çok gerilere
gittiği kesindir.
b) O bölgede bol miktarda demir ve bakır
yataklarının bulunduğunda şüphe yoktur.
c) Yine o bölgede bu iki maddenin işletildiği
anlaşılıyor.
d) Bu iki madeni karıştırıp Zülkarneyn'in
talimatı doğrultusunda işleyen ustaların o bölgede bulunduğu da ayrı bir ip
ucudur. Çin Şeddi olabilir mi?
4000 Km. yi bulan ve
Tibet yaylasının içlerine kadar uzanan bu set, önce demir ve bakırdan değil,
taştan yapılmıştır. Buna teşebbüs eden Zül-karneyn değil, Şi Huang adlı bir
imparatordur. Onun, bu şeddi Çinli'lere kamçı, dayak, işkence ve ıstırap
vererek yaptırdığı bilinmektedir. Oysa Zülkarneyn âdil bir hükümdardı. Kimseye
zulüm ve işkence etmemiştir. [101]
Yukarıdaki âyetlerle,
hem Yahudilerle müşriklerin bir sorusu cevaplandırılmış, hem de âdil, kudretli
bir hükümdarın icraatından örnek alınacak pasajlar verilmiş oldu. Son olarak
da Zülkarneyn'in şeddi yaptırdıktan ve gerekli fetihlerde bulunduktan sonra,
«Bu Rabbımdan verilen bir rahmettir. Rabbimin belirlediği vakit gelince bunu
yerle bir eder. Rabbımın verdiği söz haktır, şaşmaz..» diyerek tam bir
teslimiyet içinde mahviyetkâr bir duyguyla Hakk'a baş eğdiği açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kıyametin ilk safhalarından biri tasvir ediliyor. İnsanı yönlendirip yüzünü
Hakk'a döndüren Kur'ân'a gönül kapısını açmayan inkarcı şaşkınların kıyamet
günü büsbütün şaşkınlaşaçaklan anlatılıyor. O gün insan için ancak imân ve
sâlih amellerinin fayda vereceğine işaretle hayatlarını bir hiç uğruna
harcayanların durumu çok duyarlı ve düşündürücü bir anlatımla işleniyor.
Arkasından imân düzeyinde sâlih amellerde bulunanlara Firdevs cennetlerinde
mükâfatlar hazırlandığı müjdeleniyor. [102]
99— o gün
onları bırakırız da dalgalanır halde kaynaşırlar. Sûr'a üflenince onları hep
biraraya getiririz.
100-101—
Beni anmak (öğüdümü kabullenmek) hususunda gözleri perdeli olup (Kur'ân'ı)
dinlemeye tahammülleri olmayan kâfirlere o gün Cehennem'i gösterip karşıkarşıya
getiririz.
102— O küfredenler beni bırakıp kullarımı
kendilerine yardımcı dost (ve ilâh) edineceklerini mi sanırlar? Şüphesiz ki
Cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık.
103— De ki, (Kıyamet günü) amelleri cîhetîyle en
çok zarara uğrayanları size haber verelim mi?
104— Onlar ki dünya hayatında inkârlarından dolayı
işleri boşa gitmiştir. Oysa onlar güzef-yararlı iş yaptıklarını sanıyorlar.
105— Onlardır ki, Rablerinin âyetlerini ve O'na
kavuşmayı inkâr etmişlerdir. O sebeple amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü
onlar için bir tartı tutmayacağız.
106— İşte bu inkârlarından, âyetlerimi ve
peygamberlerimi alaya aldıklarından dolayı cezaları Cehennem'dir.
107— İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlara
ise, Firdevs Cennetleri onlar için konaktır.
108— Orada ebedî kalırlar; başka yere çıkıp gitmek
istemezler.
«Kıyamet gününde
irikıyım yağlı bir adam getirilir de Allah katında bir sivrisinek kanadına bile
denk gelmez. İsterseniz, «Kıyamet gününde on lar için bir tartı tutmayacağız..»
âyetini okuyunuz.» [103]
O gün onları bırakırız da dalgalanır halde
kaynaşırlar. Sûr'a üflenince onları hep biraraya getiririz.»
Kıyamet gününde ikinci
defa Sûr'a üfürüldüğünde bütün insanlar ve cinler kalkarlar. Herkes şaşkınlık
içinde ne yapacağını, nereye gideceğini ve ne olacağını bilmez. Böylece
diriltilip kaldırılmanın verdiği korku, heyecan, helecan ve şaşkınlık arttıkça
artar; o yüzden insanlar dalgalar halinde bulundukları yerde kaynaşıp
dururlar.
Sonra tekrar Sûr'a
üfrülür ve insanlarla cinlerin hepsi biraraya getirilip mahşer alanına
sevkedilirler. Cehennem'le kâfirler arasındaki engeller kaldırılır. Manzara
çok korkunç ve ürkütücüdür. İnkarcılar da, mü'min-ler de Cehennemin ne korkunç
ve ne kötü bir yer olduğunu anlarlar. Ne var ki, kâfirler henüz hesaba
çekilmeden Cehennem'i ve orada kendileri için hazırlanan yerlerini görürler.
Mü'minler ise, Cennet'e giderken, Sırat'ı geçerken Cehennem'i görürler ve ondan
kurtuldukları için Rablarına hamd-u senada bulunurlar.
Kâfirlerin hesaptan
önce Cehennem'deki yerlerini görmelerine gelince, bunun iki sebebi vardır:
Onlar dünyada iken ilâhî öğütleri almada gözleri perdeli idi. O kadar ki,
Allah'ın adını anandan, din adına öğüt verenden nefret edip gözlerini başka
yana çevirirlerdi. Kur'ân'ı dinlemeğe ise, hiç tahammülleri yoktu. Onların bu
amellerine karşılık olmak üzere kıyamet gününde Cehennem gözlerinin önüne
getirilir. [104]
«O küfredenler beni
bırakıp kullarımı kendilerine yardımcı dost (ve ilâh) edineceklerini mi
sanırlar?...»
Kur'ân burada önemli
bir hususa dikkatimizi çekiyor. Şöyle ki : Allah'ı bırakıp O'nun kullarını tek
kurtarıcı sayanların ve onları böylece ilâh-laştıranların ne kadar
küçüldüklerine işarette bulunuyor. İnsanlığındaki kemâlatı, bedenindeki ilâhî
sanatın eşsizliğini, ruhundaki kudretin kaynağını, gözlerinin önüne serilen
sayısız, fakat ölçülü nimetleri, indirilen rahmet ve inayetlerin tezahürlerini
göremiyerek fânilerin önünde eğilenlerin bu çok sakıncalı davranışları, onları
ebedî saadet yurdu olan Cennet'e lâyık ve ehil olma derecesinden düşüreceğini
ve kula kul olma gafletinde bulunan bu idraksizler için amellerine uygun
Cehennem'in hazırlandığını haber vermek suretiyle ölmeden önce uyanmalarını
istiyor. Çünkü insan şu kâinatın özü ve hulâsasıdır. Her şey O'nun için, o da
Allah'a kul olmak için yaratılmıştır. Kendisi için yaratılan eşyayı
ilâhlaştırması büyük bir haksızlık, aynı zamanda hilkatinin hikmetine
bütünüyle terstir. Kendisi gibi bir insanı ilâhlaştırması ise, insanlığa karşı
büyük bir hakaret ve saygısızlık sayılır. [105]
De ki: (K|Vâmet günü)
amelleri cihetiy-le en çok zarara uğrayanları size haber verelim mi?,...»
Allah'ın mülkünde,
O'nun hazırlayıp verdiği yetenekler ve imkânlarla bir şeyler bulup icat
edenler, -hizmetleri yaygın bile olsa- bunun karşılığını tamamen dünyada almış
bulunuyorlar. Çünkü her amel kişinin niyetine ve inancına göre değer kazanır ve
karşılık görür. Yaptığı hizmet ve ortaya koyduğu keşif ve icatla, bütün kuvvet
ve kudreti, başarı ve olumlu sonuçları kendi şahsında bulup Allah'ı inkâr eden
ve yaptığı iş ile sadece dünyada meşhur olmayı, belli makamlara yükselmeyi ve
takdir toplamayı plânlayanın âhirette iş ve amelleri boş ve anlamsız kalır.
Mükâfatının tamamını -niyet ve inancına göre- dünyada elde ettiğine göre,
öylesine âhirette bir nasip yoktur. Çünkü inkarcı mucit, sonunda amacına
ulaşmış, arzuladığı şan ve şöhrete erişmiş ve beklediği takdiri toplamıştır.
Gerçek bu olunca biz âhirette ona mükâfat vardır demeğe veya Cennet'i ona lâyık
görmeğe yetkili değiliz. Zaten kendisi de hem âhirete ve oradaki nimetlere,
mükâfatlara inanmıyor, hem de böyle şey beklemiyordu. Üstelik büyük bir
nankörlük içinde bulunuyordu. Allah ise, ancak kendi rızası doğrultusunda iyi
niyetle yapılan amelleri, ortaya konulan keşif ve icatları, verilen hizmetleri
ve yapılan ibâdetleri kabul eder ve âhirette fazlasıyla mükâfatlandırır.
Şunu da hatırlatalım
ki, kâinatta mevcut olmayan bir şeyi bulup icat etmek mümkün değildir. Cenab-ı
Hak kâinat plânına birtakım kanunları koymasaydı, yer altı ve yer üstü
kaynaklan, elementleri hazırlamasaydı, insan neyi bulup çıkarabilirdi veya neyi
icat edip dehasını simgeliyebilirdi?
Buna birkaç misal
verelim :
a) Cenâb-ı Hak gen denilen harikayı
yaratmasaydı, hangi biyolog bu harikayı meydana getirebilirdi veya hangi ilim
adamı o harikadan söz edebilirdi? Aynı zamanda hangi kimyacı ataların irsî
meziyet ve kusurlarını bütün ölçüleriyle kendinde taşıyan öylesine küçük bir
model ortaya koyabilirdi?
b) Cenâb-ı Hak yeryüzünde Uranyum (U-238)
cevherini var kılmamış olsaydı, hangi uzman veya kahraman böyle bir cevher
meydana getirebilirdi veya mevcut olmayan bu cevheri nasıl bulup icat
edebilirdi?
c) O sonsuz kudret sahibi, atomu, atom
çekirdeğini ve etrafında dönen elektronları var kılmamış olsaydı, hangi
fizikçi onu buiup ortaya çıkarabilir veya hangi ilim adamı onun bir benzerini
icat edebilirdi?
Görülüyor ki, ilim
adamı ancak Allah'ın kendisine verdiği birtakım yeteneklerini kullanmak
suretiyle, yine Allah'ın varlık âlemine koyduğu birtakım kanunları, düzenleri
bulup ortaya çıkarabilmekte, mevcut olmayan bir şeyi var kılamamaktadır. O
halde Allah'ın verdiği akıl, zekâ ve yeteneklerle, Allah'ın mülkünde, Allah'ın
koymuş olduğu birtakım fiziksel, kimyasal olayları bulup keşfeden ilim adamına
yakışan nedir? Her şeyden evvel Cenâb-ı Hakk'a yönelip şükretmesi
gerekmektedir. Bunun aksine bir düşünce ve davranış, onun basiretsizliğine ve
nankörlüğüne delâlet etmez mi?
Dinî bilgisi, Kur'ân
kültürü kıt olanlar, o gibilerini Cennet'in en üst köşesine oturtma
cömertliğinde bulunurlar. Kimin nimetini, hangi kıstas ve ölçüye göre kime
lâyık görüyorlar?
Kur'ân bu konuda da
kesin hükmünü bildiriyor: «Onlar kî inkârlarından dolayı dünya hayatında
işleri, amelleri boşa gitmiştir. Oysa onlar güzel bir iş yaptıklarını
sanırlar.»
Kur'ân bu hükmünü
biraz daha pekiştirip her türlü şüpheyi ve yanlış yorumda bulunmayı kaldırmak
için tekrarlıyor: «Onlardır ki, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr
etmişlerdir. O sebeple amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü onlar için bir
tartı tutmayacağız.»
Neden? Zira tartı
ancak, imânla beraber iyilik ve kötülüğü, sevap ve günahı olanlar içindir.
İmânı olmayanın, âhirete yarar bir iyiliği de yok demektir. O halde küfür ve
sapıklığı tartmanın gereği yoktur. [106]
«'man edip iyi,
yararlı amellerde bulunanlara ise, Firdevs Cennetleri onlar için konaktır.»
İman, Allah ile kulu
arasında tek bağlantıdır. Amel-i sâlih, yani iyi, yararlı iş ve ameller ancak
bu bağlantıyı kuvvetlendiren faktörlerdir. Diğer bir deyimle, bunlar imânın en
tabii ürünleridir. Sütteki yağ, topraktaki altın, ağaçtaki kök ve gövde ne ise,
iyi-yararlı işlerdeki imân da odur.
Bunun için Kur'ân,
imân bağlantısını sağlayıp Allah ile manevî irtibat kuran mü'minlerin iyi ve
yararlı amellerinin boşa gitmeyeceğini belirterek Firdevs cennetinin onlara
konak olarak hazırlanıp tahsis edildiğini müjdelemektedir. [107]
«Orada ebedî kalırlar;
başka yere çıkıp gitmek istemezler.»
Bunun nedeni gayet
açıktır: Cennet, her yanıyla ve her nîmetiyle Allah'ın kudret eliyle dekore
edilmiştir. Aynı zamanda Cenâb-ı-Hakk'ın kudreti sonsuz ve sınırsızdır.
Tecellilerinin ardı-arkası yoktur. Her an tecellide bulunacağına göre. Cennet
her an değişik manzaralara bürünmekte ve birbirinden güzel, çekici görüntüler
vermektedir. O bakımdan bıkkınlık, daha iyisini düşünmek veya aramak söz konusu
değildir. Çünkü daha güzelini ve iyisini düşünmek mümkün değildir, O bakımdan
Cennet'e girenler, ebedî selâmet yurduna kavuşmanın her ân tazeliğini ve ilk
heyecanını duyar ve duydukça da Allah'a hamd ederler.
Cennet'in bu tazeliğini
kaybetmeyen güzelliğini bir misal ile açıklamamız gerekirse, herhalde Kur'ân'ı
gösterebiliriz. Kur'ân bütünüyle Allah kelâmı olduğu ve O'nun kudret kalemiyle
yazılıp Hz. Muhammed'in kalbine Cibrîl vasıtasıyla ilka edildiği içindir ki,
okundukça tazeliği artmakta, incelendikçe zevk vermekte, yeni yeni bilgiler
ilham etmekte ve asırların geçmesiyle parlaklığından hiç bir şey
kaybetmemektedir. Çünkü Allah'ın kudret kalemiyle hazırlanıp öylece yeryüzüne
indirilmiştir. Her kelimesi ve âyeti Hakk'ın kelâm sıfatının yüksek tecellisini
terennüm etmekte, her sûresi O'nun söz hazinesinin ayrı bir cevherini
yansıtmaktadır.
İşte Cennet de
böyle... [108]
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyametin ilk safhalarından biri tasvir edildi. Allah kelâmıyla amel etmeyen
inkarcılar uyarıldı; kıyamette onlar için hazırlanan azap hatırlatılarak
ölmeden önce dönüş yapmaları istenildi. İyi, yararlı amellerde bulunan
mü'minler ise, Firdevs cennetleriyle müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın sözlerinin, O'nun yüksek kudretinden kaynaklandığı için yazmakla
bitmiyeaeği, denizler mürekkep olsa yine de buna yetmiyeceği açıklanıyor.
Böylece O'nun sözlerinden bir kısım olan Kur'ân'ın kıyamete kadar insanın maddî
ve manevî ihtiyaçlarına cevap verecek, çare getirecek kudrette olduğuna işaret
ediliyor. Her asırda tefsîr edilmesinin gereği üzerinde kapalı şekilde durulup
ilim adamlarına ilhamda bulunuluyor. Sonra da Kur'ân'ı insanlara tebliğ eden
Hz. Muhammed'in (A.S.) bir insan olduğu belirtilerek aradaki farkın sadece O'na
Allah'ın bir olduğuyla ilgili vahiy indiği bildirilerek, Hıristiyanların İsa
Peygamberi ilâh-laştırmalannın çok büyük bir günah ve suç olduğuna dolaylı
şekilde telmihte bulunuluyor ve Hz. Muhammed'in (A.S.) ilâhlaştırılmaması
bilhassa tenbih ediliyor. En yüce dost olan Allah'a kavuşmayı dileyenlerin
ancak O'na kulluk ederek, iyi yararlı amellerde bulunmaları emrediliyor. [109]
109— De ki: Rabbîmin sözlerini (yazmak) için
deniz(ler) mürekkep olsa ve bir o kadarı da ilâve edilse, Rabbimin sözleri bitmeden
denizler tükenirdi.
110— De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım,
(şu farkla ki) ilâhınızın bir tek ilâh olduğu bana vahyolundu. Artık kim
Rabbine kavuşmayı arzu ederse, iyi-yararlı amelde bulunsun ve Rabbına ibâdette
(kullukta) hiçbir ortak tutmasın.
Yahudi bilginlerinden
birkaç kişi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek dediler ki :
— Ya Muhammedi Sen hem
getirdiğin kitapta «Bize hikmet verilmiştir. Artık kime hikmet verilmişse,
cidden ona birçok hayırlar verilmiştir.» diyorsun, hem de aynı kitapta, «Size
ilimden pek az şey verilmiştir.» denilmektedir. Bu iki zıt sözü bağdaştırmak
mümkün mü?
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [110]
«Kim insanlar duysun
diye amel ederse, Allah onu öyle teşhir eder. Kim de insanlar görsün diye amel
ederse, Allah onu
da öyle teşhir eder.» [111]
Kutsî Hadîs :
Allah buyuruyor:
«Ben ortaklıkta
ortakların en ganisiyim. Artık kim bir amel işler de başkasını onda bana ortak
tutarsa, onu da, ortağını da kendi hallerine terkederim, (ben ondan da,
amelinden de beriyim).» [112]
Bir adam Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e gelip, «Ben birçok yerlerde durup hem Allah'ın rızasını
diliyorum, hem de halkın benim yerimi (durumumu) görmesini istiyorum» dedi.
Peygamber (A.S.) Efendimiz ona cevap vermedi. Cok geçmeden yukarıdaki âyetler
indi. [113]
«Sizin hakkınızda en
çok korktuğum şey, küçük şirktir.»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ya Resûlellah! Küçük
şirk nedir? Cevap verdi:
— Gösteriştir. Kıyamet
günü insanların amellerinin karşılığı verilirken Allah onlara şöyle buyurur:
«Dünyada kimler için gösteriş yaptınızsa, onlara gidin, bir bakın. Onların
yanında bir karşılık bulabilecek misiniz?» [114]
«Kim Kehf sûresinin
baş kısmından on âyet ezberlerse, Deccal'ın fitnesinden korunmuş olur.»
Diğer bir rivayette
ise, «Kehf sûresinin sonundan....» buyurulmuştur. [115]
«Şirk (Allah'a ortak
koşmak) sizde, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir. Ama sizi bir şeye irşat
edeyim ki, onu yaptığınızda şirkin küçüğünü de, büyüğünü de alıp götürür:
Deyin ki: Allahım! bildiğimiz halde sana ortak koşmaktan sana sığınırız ve
bilmediğimiz bir şirkten de senin mağfiretini dileriz. Bu duayı üç defa
okursunuz.» [116]
«De ki: Rabbımın
sözlerini (yazmak) için deniz(ler) mürekkep olsa ve bir o kadarı da ilâve
etsek, yine de Rabbımın sözleri bitmeden denizler tükenirdi.»
Öncesi ve sonrası
olmayan, ezelle ebed arasını ilmiyle, kudretiyle, kahır ve tasarrufuyla
kapsayan Allah için bir son olmadığına göre, O'nun sözleri için de bir son ve
sınır yoktur. O bakımdan bütün denizler mürekkep olsa ve bir o kadarı da ona
katılsa yine de Rabbımızın sözleri bitmeden onlar tükenir.
Bize Cebrail
vasıtasıyla indirdiği sözü, bizim ihtiyacımız oranındadır. Öyle ki, kıyamete
kadar dünya ve âhiretimizi düzenleyecek, ruhumuzu arındıracak, önümüzü
aydınlatacak, düşünce ufkumuzu genişletecek, duygularımızı yönlendirecek
hükümleri kapsamakta ve bütün milletlere seslenmek, yol göstermektedir. Böyle
olmasına rağmen Kur'ân-ı Kerîm bitmez, tükenmez bir ilim hazinesi olarak
elimizde bulunuyor. Her cağda insanları Hakk'a çevirecek, gelişerek doğruyu
bulan ilimle bağdaşacak özelliktedir. Çünkü Allah sözüdür, o bakımdan kapsamlı
ve kudretlidir.
Biz henüz fizik âlemi
hakkında her şeyi çözmüş ve anlamış değiliz. Bilmediklerimiz bildiklerimizden
cok fazladır. Mâna âlemi, yani fizikötesi hakkında ise, ilmin kayda değer bir
tesbiti yoktur. Allah'ın kudretinin varlık alemindeki tecellilerinden milyarda
birini belki ancak bilebiliyoruz.
Mi'rac gecesi
Resûlülfah (A.S.) Efendimiz'e gösterilen sır ve hikmetler, açılan kapılar
bile, ilâhî gaybın milyarda biri değildir.
Bütün bunları bir
tarafa bırakalım da sadece insan bedenini ve ruhunu ele alalım. Bu birbirinden
ayrı iki varlığın yapılarındaki ilâhî sanat ve kudretin pek az ölçüde sır ve hikmetini
çözebiliyoruz. Bize bu kadar yakın olan beden ve ruhumuz hakkındaki bilgimiz
yeterli olmadığına göre, diğer varlıkların hakikatini bütün boyutlarıyla nasıl
bilebiliriz. O sonsuz ve sınırsız kudretin karşısında aczimizi,
sınırlılığımızı mahviyetkâr bir dille anlatmaktan başka ne diyebiliriz? [117]
Artık kim Rabbına
selim bir kalp, arınmış bir ruh, gelişmiş bir vicdan, berraklaşmış bir gönül
ile kavuşmak istiyorsa, önce Rabbının makamının yüceliğini, kendi kulluğunun
anlam ve hikmetini anlayarak sâlih amellerde bulunsun. Çünkü Cenâb-ı Hak,
ancak işin, sözün ve düşüncenin iyisini, güzelini, faydalı ve doğru olanını
sever ve kabul eder. O'nun yaptığı her şey mükemmeldir ve mutlak anlamda
faydalıdır. Noksan iş O'nun elinden çıkmaz. Noksanlık bizim srfatımızdır.
Yanlış düşünceler bize aittir. Kudret kalemi yanlış yazmaz. Allah kendi
mülkünde mutlak hükümrandır. İlim ve kudreti her şeyi kapsayıp kuşatmıştır.
Kehf sûresine, Allah'a
hamd ile başlandı ve Allah'a ibâdette hiçbir şeyi O'na ortak koşmamakla
noktalandı. En güzel övgülere lâyık olan Rabbımız her türlü ortaktan, benzerden
ve noksanlıktan pak-ve yücedir.
Bizi bu sûrenin
tefsirinde başarılı kıldığı için de Rabbımıza sâlih kullarının hamdiyle hamd
ederiz. Kalan sûrelerin tefsirini de tamamlamayı müyesser kılmasını diler, yine
hamd ile O'nu tesbîh eder, Resûlüllah'a (A.S.) selât ve selâmla ta'zimatımtzı
sunarız. [118]
[1] Lübabu't-te'vil : 3/185
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3606.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3606-3607.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3609.
[4] Tirmizî/fiten: 26, zühd: 41- İbn Mâce/fiten: 19- Dâremî/rikak: 37- Ah-med: 3/7, 19, 22, 46, 61, 74- 6/68
[5] Ebû Dâvud/melahim :
14
[6] Sünen-i Dâremî/fezâil-i Kur'ân : 2/326-3409 nolu hadîs
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3609-3610.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3610-3611.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3611.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3611-3612.
[10] Geniş bilgi için bak : Mülk Sûresi 2. âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3612-3613.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3613.
[12] Hak Dini Kur'ân Dili :
5/3233, 3234
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3618-3619.
[13] Bak :
Camiu'l-Beyan Fi'Tefsîri'l-Kur'ân :
15/132-137
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3620-3622.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3622-3623.
[16] Lübdbu't-te'vil :
3/195
[17] Câmiu'l-Beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân : 15/127,
128
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3624.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3624-3625.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3625-3626.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3627.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3627-3628.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3628.
[23] Lübabu't-te'vîl : 3/196 - Esbab-ı Nüzul
[24] »
» s »
[25] >
,
[26] Sahîh-i Müslim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 7/3630-3631.
[27] Müsned-i Ahmed
[28] Ebû Dâvud/illm:
13
[29] Müsned-i Ahmed: Enes b. Mâlik (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3631.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3631-3632.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3632.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3633.
[33] Yunus Sûresi:
32
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3633-3634.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3634.
[36] Ltibabu't-te'vîl:
3/197 - Tefsîr-i Kurtubî: 10/399
[37] Tefsîr-i Kurtubî :
10/399
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3637.
[38] îbn Mâce/edeb :
55- Ahmed: 2/403
[39] Buharî/mağazî; 38, daavat: 51, 68, kader: 7-
Müslim/zikir: 44, 45, 46-Ebû Dâvud/vitir: 26- Tirmizî/daavat: 57- İbn
Mâce/edeb; 59- Ahmed: 2/298, 309- 4/400. 402. 403- R/14*
ı*n 1"
309- 4/400, 402,
403- 5/145, 150,
152
[40] Ahmed: 5/156
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3637.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3638.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3638.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3638-3639.
[44] Sahîh-i Müslim :
Ebû Hüreyre (R.A.)den
[45] Müsned-i Ahmed:
3/75
[46] Tirmizî/daavat:
82- Ahmed: 3/150
[47] Lübabu't-te'vîl :
3/200
[48] » » »
[49] Tefsîr-i Kurtubî:
10/414
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3640.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3641.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3642.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3643.
[53] Buharı/enbiya ;
8, tefsir: 5. 14, 15 -2/21,
rikak: 45- Müslim/cennet: 58-Tirmizi kıyamet: 3-
tefsir: 21- Nesâî/cermiz: 119-
Ahmed: 5/3
[54] Buhari/tefsîr: 5, 14, 21- Ahmed; 1/223, 235, 253 - 3/495 - 6/53 Müslim/
Cennet; 56
[55] Taüeranî
[56] Ahmed: 1/223,
229. 235, 253 - 3/495
- 6/53, 60, 90
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3644-3646.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3646.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3646-3647.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3647-3648.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3648.
[61] Müslim/zühd:
60
[62] Müsned-i Ahmed :
5/6
[63] Müslim/münafikin:
66, 67- Ahmed: 3/314, 332,
354, 366, 384
[64] Müsned-i Ahmed: 3/75
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3650.
[65] Bilgi için bak : Bakara Sûresi: 34, A'raf Sûresi: 11, tsrâ Sûresi- 61 Tâ-Hâ Sûresi: 116, Hicir Sûresi: 33, Sad Süresi: 75.
âyetlerin tefsirine
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3650-3651.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3651-3652.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3652.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3652-3653.
[70] Buharî/teheccüd:
5, tefsir: 18, i'tisam : 18, tevhîd:
31- Müslim/mtlsafi-rîn: 206- Ahmed;
1/112
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3654-3655.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3655-3656.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3656-3657.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3657.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3658.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3659.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3659-3660.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3660-3661.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3661-3662.
[79] Sahih-i Buharı : Said b. Cübeyr'den n/118 ve 102 nolu
hadîs
[80] Câmi'u'l-Beyân Fi Tefsîri'l'-Kur'ân : 15/179
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3666-3667.
[82] Câmiu'l-Beyân
Pi-Tefsiri'1-Kur'ân : 15/180
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3667-3669.
[84] Bilgi için bak : Buhari/ilim: 44, tefsir : 2/18, 3/18,
4/18, enbiyâ 27- Müs-lim/fezâil: 170-
Tirmizî/tefsîr: 18- Ahmed: 5/118,
120
[85] Tefsîr-i Kurtubî:
11/10
[86] Tefsîr-i Kurtubî :
11/10
[87] Buharî/ilim:
41, mevakıyt-i salât: 40-
Ahmed: 2/121
[88] el-İbriz tarafımdan 1979 yılında iki cilt halinde
tercüme edilerek Demir Yayınevi tarafından basılmıştır.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3669-3673.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3673.
[91] Esbab-ı Nüzûl/Nisabûrî : 75
[92] Tefsîr-i
îbn Kesîr : 3/100-
Câmiu'l-Beyân Fi-Tefsîrİ'1-Kur'ân: 16/7
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3676.
[93] Buharî/fiten: 4, 28, enbiyâ: 7. menakıb: 25, talâk:
24- Müslim/f iten: I, i- Tırmızı/fiten: 23- İbn Mâce/fiten: 9- Ahmed: 2/341,
530- 6/428 429
[94] Buharî/hac :
47- Ahmed: 3/27, 48. 64
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3676-3677.
[95] Bilgi için bak:
Meydan LAROUSSE
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3677-3679.
[97] Fazla bilgi için bak : Hezekiel :
238- 39/6
[98] Bilgi için bak :
Tanrı Buyruğu : 2/493
[99] Fazla bilgi için bak :
Tefsir-i Merâğî : 16/13, 14
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3679.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3679-3680.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3680.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3681.
[103] Buharî tefsir: 6/18 - Müslim/münafıkîn : 18
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3683.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3683.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3683-3684.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3684-3685.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3686.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3686.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3687.
[110] Lübabu't-te'vîl - Tefsîr-i Kurtubî: 11/69'dan
özetlenerek
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3688.
[111] Buharî/rikak :
36, ahkâm: 9-
Müslim/zühd: 47, 48-
Tirmizî/nikâh: 11. zühd: 48- İbn Mâce/zühd: 21- Ahmed:
3/40-5/45
[112] Tirmizî/tefsir:
6/18 - İbn Mâce/zühd: 21-
Ahmed: 4/215
[113] İbn Ebi Hatim :
Abdülkerim el-Ceziri tarikiyle Tavus'dan
[114] Tirmizi/hudud:
24. fiten : 59, zühd: 21- İbn Mâce/hudud: 12, zühd:
21-Ahmed: 1/22, 44 - 3/7. 30.
382- 4/126- 5/428. 429
[115] Müslim/nıüsafirîn:
257- Ebû Dâvud/melahim: 14-
Ahmed: 5/196- 6/449
[116] Müsned-i Ahmed: 4/403
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3689-3690.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3690.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3691.