KEHF    SÛRESİ 3

İki Sûre Arasındaki Bağlantı 3

Meali; 3

İniş Sebebi 3

İlgili Hadîsler. 4

Kur'ân'ın İndirilmesinin Bazı Sebepleri 4

Kur'ân'da Hiçbir Eğrilik Yoktur. 4

İnkarcı Sapıklardan Yana Üzülmemek. 5

Daha Güzel, Daha İyi Amel 5

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali: 5

Olayın Tarihî Yönü. 6

Ashab-1 Kehf Olayından Mesajlar. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali 8

İNİŞ SEBEBİ 9

İbn Cerîr'in rivayetine göre. Melek Cebrail on beş gün gecikmiştir.. 9

Kuvvet Ve Kudreti Allah'a Çevirmek. 9

Yedi Uyurların Mağarada Kaldıkları Süre. 9

Bundan Daha Yakın Olan Doğru. 10

Allah Sözünü Değiştirecek Yoktur. 10

Âyetler Arasında Bağlanti 10

Meali: 10

İniş Sebebi 11

İlgili Hadisler. 11

Allah'ı Ananlarla Beraber Olmak. 11

Heveslerinin Peşine Takılanlar. 12

Hakkın Hak Olduğunu Allah Belirler. 12

İsteyen İmân Etsin, İsteyen İnkâra Sapsın. 12

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali   : 13

İniş Sebebi 13

İlgili Hadîsler. 13

Müstesna Bir Misal 13

Maşaallah  Demenin Hikmeti 14

Âyetler Arasinda Bağlantı 14

Meali: 14

İlgili Hadîsler. 14

Dünya Hayatının Misali 15

Mal Ve Evlât 15

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 16

İlgili  Hadîsler. 16

Kıyametin  Kopuşundan  Bir Tablo. 17

İlk Yaratıldığı Gibi.. 17

Amel Defterlerinin Açık Şekilde Dağıtılması 17

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali   : 18

İlgili Hadîsler. 18

İblîs'in Secde Etmemesi 18

Allah'ı Bırakıp İblisi Dost Edinmek Ne Fena!. 19

Eşyayı İlâhlaştıranlar. 19

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

İlgili Hadîs. 20

Kur'ân'da Tekrarlanan Ve Açıklanan Hususlar. 20

Her Uzman, Kur'ân'da Kendine Ait Bir Şeyler Bulabilir. 20

İnsan En Cok Tartışan Bir Canlıdır. 21

Felâket Gelince Uyanmak. 21

Allah Dünyada Hesabı Da, Azabı Da Acele Etmez. 21

Hak Ve Bâtıl Kavramları 22

Bâtılı Savunanların Kalpleri Kılıflıdır. 22

Âyetler Arasında Bağlantı 23

Meali: 23

İlgili Hadisler. 24

Musa (A.S.) İle Hızır Olayından Çıkarılan İbretler Ve Öğütler. 24

Musa (A.S.) İle Hızır (A.S.) Olayı Üzerinde Yorumlar Ve Rivayetler. 25

Âyetler Arasında Bağlantı 27

Meali: 27

İniş Sebebi 27

İlgili Hadîsler. 27

Zülkarneyn Kimdir?. 28

Ye'cüc - Me'cüc. 28

Zülkarneyn Kıssasından Öğütler Ve İbretler. 29

Demir Ve Bakır. 29

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 29

İlgili Hadîs. 30

Kıyametten Bir Tablo. 30

İnsanları İlâhlaştıranlar. 30

İnkarcıların  Dünya Hayatındaki Amelleri Bütünüyle Boşa Gitmiştir. 30

İmân Ve Salih Amel 31

Cennet'e Girenler Başka Bir Yere Gitmek İstemezler. 31

Âyetler Arasında Bağlanti 32

Meali: 32

İniş Sebebi 32

İlgili  Hadisler. 32

Rabbımızın Sözleri Tükenmez. 33

Rabbına Selim Bir Kalp İle Kavuşmak İsteyenler. 33

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KEHF    SÛRESİ

 

Kehf Sûresi, ismini dokuzuncu âyette konu edilen ve mağara anlamına gelen    kehf 'ten alır.

Tamamı Mekke'de inmiştir.

Âyet   sayısı      ;    110

Kelime   »          :  1577

Harf       »           : 6360[1]

 

İki Sûre Arasındaki Bağlantı

 

İsrâ Sûresine, Cenöb-t Hakk'a teşbih ve tahmîd ile başlanmış ve Al­lah'ın büyüklüğünü, ululuğunu anmamız emredilerek noktalanmıştır.

Kehf Sûresine de, kulu Muhammed'e (A.S.) kitap indirdiği belirtilerek Allah'a hamd ile başlanmış ve Allah'a ibâdet ve amellerimizde hiçbir şeyi ortak koşmamamız emredilerek bitirilmiştir

Bu sûrenin kapsadığı başlıca konular:

a)  İsrâ sûresinde Musa Peygambere geniş yer verilip İsrail oğullan'-nın yükseliş ve alçalış dönemleri konu edinilip birtakım misaller ve önemli safhalar anlatılır. Bu sûrede ise, daha çok Hıristiyanlar konu edinilmekte­dir.

b)  Dinleri ve imânları uğruna zâlim bir idareden kaçıp mağaraya sığı­nan bir grup dindar hıristiyandan söz edilir. Böylece hem Allah'ın üstün kudreti dile getirilir, hem de o bir grup insanın dinlerini, inançlarını dünya­larına tercîh etmeleri, tarihî bir misal olarak anlatılır.

c)  Arkasından Musa Peygamber ile sâtih bir kulun deniz kenarında buluşmalarına yer verilir ve ledünnî ilme sahip olan o kulun gösterdiği olağanüstü üç olaya yer verilir.

d)  Zulkarneyn'den, Ye'cuc-Me'cuc'dan ve yapılan şedden bazı önemli safhalar nakledilir.

e)  Son olarak dinlerin İslâmiyetle son noktasına ulaştığına işaret edi­lir ve bu konuda özellikle kitap ehli uyarılır. [2]

 

Meali;

 

1-4— Ha m d O Allah'a ki, (inkarcı sapıkları) kendi katından şiddetli bir azap ile korkutmak; iyi-yararlı amellerde bulunan mü'minleri, içinde devamlı kalacakları güzel bir mükâfatla müjdelemek ve «Allah çocuk edin­di» diyenleri uyarmak için kulu (Muhammed'e) kitabı indirdi ve onda hiçbir eğrilik meydana getirmedi; onu dosdoğru sapasağlam tuttu.

5—  (Allah çocuk edindi) iddiasıyla ilgili ne kendilerinin, ne de baba­larının bir bilgisi var. Ağızlarından çıkan söz ne büyük! Onlar yalandan başka bir şey söylemezler.

6—  Bu söze (Kur'ân'a) inanmıyacak olurlarsa, arkalarından üzüntü duyup hayıflanarak kendini yoksa tüketecek misin?

7—  Şüphesiz ki biz yeryüzünde bulunan şeyleri ona bir süs yaptık, tâ ki onlardan (insanlardan) hangisinin daha güzel - iyi amel ettiğini de­neyelim.

8—  Ve şüphesiz biz yeryüzünün üstündeki şeyleri kuru bir toprak ha­line getiricileriz.

 

İniş Sebebi

 

Sûrenin iniş sebebi olarak İbn İshak, Yahudilerin Mekke putperestle­rine öğrettikleri şu üç şeyin Hz. Muhammed'den (A.S.) sorulmasını gös­terir ;

1—  Zalim  bir hükümdardan, dinleri ve  inançları  uğruna  kaçan  bir grup gencin başından geçen olaydan haber verilmesi,

2—  Doğu ile batı arasında hüküm sürüp birçok ülkeleri fetheden bü­yük bir hükümdarın kim olduğu,

3— Ruhun ne olduğunun açıklanması.. [3]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki dünya tatlı ve yeşilliktir ve Allah sizi aVada halîfe olarak yerleştirdi de neler yapacağınıza bakmaktadır. O halde dünyadan da, ka­dından da sakının. Çünkü İsrail oğulları'nda ilk meydana gelen fitne kadın­lar sebebiyle olmuştur.» [4]

«Kim Deccal'e erişirse, ona karşı Kehf Sûresi'nin baş kısmındaki ilk âyetleri okusun.» [5]

«Kim cuma gecesi (perşembeyi cumaya bağlayan gece) Kehf sûre­sini okursa, kendisiyle Beytü'l-Atik (Kabe veya Mescid-i Aksa) arasını aydınlatacak kadar ona nur verilir.» [6]

 

Kur'ân'ın İndirilmesinin Bazı Sebepleri

 

«Hamd o Allah'a ki...... kulu (Muhanv med'e) kitabı indirdi.,»

İlgili 1-4. âyetlerle, Kur'ân'ın Hz. Muhammed'e {A.S.) indirilmesinin bir kısım sebepleri yansıtılarak üç madde halinde açıklanıyor:

1—  inkarcı sapıkları Aflah katından inecek bir azapla korkutup uyar­mak,

2—  iyi, yararlı amellerde bulunan mü'minleri, içinde temelli kalacak­ları güzef bir mükâfatla müjdelemek,

3—  «Allah çocuk edindi» diyen (hıristiyan ve diğer şaşkın)ları uyar­mak..

Cenâb-ı Hakk'ın câri sünnetlerinden biri de şudur: Bir kavim veya ül­keye peygamber göndermedikçe onlara azap etmez. Bundan anlıyoruz ki, Allah, tarih boyunca her kavim ve millete yine kendilerinden seçip pey­gamberler göndermiştir. Her kavim ve milletin peygamber irşadına mutla­ka ihtiyaçları vardır. Nitekim ilgili âyetlerle belirtilen üç husus bu ihtiyacın belirlenmiş birer özeti anlamındadır. Çünkü öldükten sonra dirilmeyi, hesap vermeyi, azap ve mükâfatı akıl yoluyla idrâk çok zor ve hattâ birçok kim­seler hakkında imkânsızdır. O bakımdan Kur'ân'da önce bu hususlara na­zarlarımızı çevirmemiz plânlanıyor, sonra da gereken uyanda bulunuluyor.

Hıristiyanların çoğunun «Baba, Oğul, Ruhu'l-kuds» diye üçlü bir tan­rı inancı ortaya atıp İsa Peygamber'in hâşâ Allah'ın biricik oğlu olduğunu iddia etmeleri, çok düşündürücü, aynı zamanda üzücü bir olay olarak va­sıflandırılıyor. Allah hakkında çok iyi düşünüp araştırmalarının, gerçeği tesbit ettikten sonra konuşmalarının îüzumu üzerinde duruluyor ve Hıris­tiyan din adamları uyarılıyor. Zira böylesine çarpık bir inanç, uluhiyet kav­ramını kökünden sarsmakta ve temelinden yıkmaktadır.

Şöyfe ki: Allah -hâşâ- İsa'nın (A.S.) babası ise, kendisinin de bir baş­kasının oğlu olması ve bu illet -malûl zincirinin sürüp gitmesi gibi ilmî izahı yapılamıyan bir yanlış sonuç doğurması gerekir.

Böylece sûrenin başında gecen dört âyet, bir bakıma Kur'ân'ın özeti mahiyetindedir. Tevhîd İnancı'nı ayakta tutmak, ilâhî yasak sınırlarını aşıp yaratılışlarının amacından sapanları uyarmak ve nihayet ilâhî emirlere uyup sünnetullah doğrultusunda hayatını düzene koyanları ebedî mutlu­lukla müjdelemek, Kur'ân'ı bütün yönleriyle kendinde toplayıp özetleyen temel esaslardır. [7]

 

Kur'ân'da Hiçbir Eğrilik Yoktur

 

İnsan kafasının ürünü olup, onun elinden çıkan her kitap, insan ka­dar kusurlu, onun yanlış bilgileriyle orantılı, onun sınırlı fikir ve görüşle­riyle sınırlıdır. Diğer bir deyimle, onun bilgi seviyesiyle eş değerdedir. O bakımdan insan eseri olan her şey, zaman aşımıyla aşınır, tabii olayların birbirini izlemesiyle eskir ve bir süre sonra tazeliğini yitirir.

Allah'ın kudret kalemiyle Levh-i Mahfuz'a yazılan ve sonra Dünya Semasına = Beytü'l-İzzet'e,oradan da parça parça Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine indirilen Kur'ân, Allah'ın kelâm sıfatı gibi sürekli ve mükemmeldir, Zaman aşımıyla aşınmaz, okundukça tazeliğini kaybetmez; aksine tazeliği ve cilâsı artar.

İşte bu hikmete dayalı olarak Cenâb-ı Hak «Onda hiçbir eğrilik mey­dana getirmedi; onu dosdoğru, sapasağlam tuttu..» buyurarak kendi kita­bının iki ana vasfını açıklıyor.

O bakımdan Kur'ân, hükümleri eskimiyen, değer ölçüsünü her çağda koruyan tek kitaptır. Yeter ki, ilim adamları ondaki hakikatleri, lahutî özel­likleri ve ilâhî kudretin tecellilerini araştırıp anlamaya çalışsınlar..

Kur'ân her bakımdan dosdoğru ve sapasağlamdır. Çünkü insan sözü ona karıştırılamamış, beşer eli onu tahrîf edememiştir. İndiği gibi terütaze durmakta, yazıldığı gibi okunup ezberlenmektedir. [8]

 

İnkarcı Sapıklardan Yana Üzülmemek

 

 <Bu soze inanmayacak olurlarsa, arkalarından üzüntü duyup hayıflanarak kendini yoksa tüketecek misin?!»

Hiç kimse ne Allah kadar merhametlidir, ne de O'nun kadar âdildir. Kaldı ki insanları yaratan, öldüren ve tekrar diriltecek olan biz değilizdir, O halde mürşitlerin, hakkı teblîğ edenlerin görevi, aşırı derecede acımak, üzülmek, hayıflanmak değil, doğru yolu gösterip uyarıda bulunmak; ilâhi rahmeti bütün genişliğiyle, ruhları ferahlatıcı yanlarıyla kalplere işleyip, O'nun adaleti gereği azabının şiddetini günün şartlarını da dikkate almak suretiyle zaman zaman münasebet düştükçe hatırlatmaktır.

Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) Efendimizin, mümeyyiz va­sıflarından ikisine dikkatlerimiz çekiliyor: Reûf ve Rahim.. Bu sıfatlar Hz. Muhammed'in (A.S.) insanlıktan yana sevgi ve merhametle dolu bulundu­ğunu göstermektedir. Her ne kadar Cenâb-ı Hak ona : «Üzüntü duyup ha­yıflanarak kendini yoksa tüketecek misin?» diye tesellide bulunuyorsa da, Onun Reûf ve Rahîm sıfatları zaman zaman içini burkmakta ve merhamet duygusunu harekete geçirmekteydi. O halde, bu husustaki ilâhî teselli ve tavsiye, Peygamber'in (A.S.) fazla üzülmesini, kendini tüketircesine hayıf­lanmasını önlemeye yönelik bir anlam taşımaktadır.

Sonra da Cenâb-ı Hak, insanları dünya denilen aşağı âleme getirme­sinin hikmet ve gayesini bir cümlede özetliyerek, asıl üzerinde durulması gereken noktayı belirliyor: «Şüphesiz ki biz yeryüzünde bulunan şeyleri ona bir süs yaptık, tâ ki onlardan (insanlardan) hangisinin daha güzel, iyi amel ettiğini deneyelim..»

Böyle bir ortamda, insanın aralıksız süren ihtiyaçları, dünya nimetle­rinin bol çeşitleri, çekicilikleri ve ölümden korkup birtakım çarelerin araş­tırılması, insanı çetin bir mücadelenin içine atmakta ve ciddi bir sınavdan geçirmektedir. Bu mücadele ve sınavın hikmetini anlayıp kendini ona göre düzene sokanlar ilâhî iltifata mazhar kılınmakta; idrâk etmeyip hayat diz­ginini nefis ve iblîsin eline teslim edenler ise, o iltirattan kendilerini mah­rum etmektedirler. [9]

 

Daha Güzel, Daha İyi Amel

 

«Şüphesiz ki biz yeryüzünde bulunan şeyleri ona bir süs yaptık, tâ ki onlardan (insanlardan) hangisinin daha güzel, iyi amel ettiğini deneyelim..»

Allah insanı ayrı bir canlı olarak dünya alanına getirince, onu yeme, içme, evlenme, mal ve makam sahibi olma gibi ihtiyaçlarla karşı karşıya bıraktı. Akıl, zekâ, idrâk, düşünce ve hafıza gibi yeteneklerle de donatarak ona yardımcı araçlar verdi. İçinde nefis kuvvetini, dışında İblîs'in vesvese­sini meydana getirerek onu hayat mücadelesinin bitmez, tükenmez sah­nesinde cüz'i iradesiyle başbaşa bıraktı. Ancak yardımcı olarak da pey­gamber ve kitap gönderdi, Şöyle ki : Cenâb-ı Hak, tabir eâizse, un, şeker ve yağ verdi, ama bunları bir araya getirip helva yapmayı ona bıraktı. Son­ra da amaç ve hikmeti açıkladı: Dünya âhiretten yana güzel amellerin ye­tiştirileceği yerdir. Ahiret bu amellerin devşirilip harman edileceği alandır. O bakımdan âhiret ya bütünüyle saadet, ya da azap olabilir. Öyle ki, her kişi saadet ve azabı dünyada yetiştirip yüklenir ve ölünce de beraberinde âhirete taşıyıp götürür. O halde en önemli mesele: «Kimin daha güzel ve yararlı amelde bulunmasıdır. [10]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'ı rahmetinin eseri olarak indiren Allah'ın her zaman hamde lâyık olduğu belirtildi. Kur'ân'ın indirilmesinin üç ana sebebi üzerinde durularak tebliğ ve irşat görevini sürdürenlerin, inkarcı sapıkların küfürde ısrar etmelerine fazla üzülmelerine gerek olmadığı te­selli mahiyetinde anlatıldı. Dünyada asıl yapılması lüzumlu olan «en gü­zel amel» konu edilerek herkesin kendi mesleğini en güzel, en başarılı noktaya getirmesine işarette bulunuldu,

Aşağıdaki âyetlerle, hak ile bâtıl mücadelesinin her devirde mevcut olduğu ve bundan sonra da olacağı hatırlatılıyor. Gerektiğinde din ve vic­dan hürriyetine baskı yapılan ülkeden, bunlara saygı gösterilen ve fırsat tanınan başka bir ülkeye hicret etmekte bir sakınca olmadığı kapalı bir anlatımla işleniyor ve arkasından bu uğurda ülkelerini terkedip dinleri ve inançları uğruna mağaraya sığınan bir grup gencin asil davranışı misal veriliyor. [11]

 

 

Meali:

 

9_ yoksa sen mağara ve yazttı   levha sahiplerini bizim şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?

10—  Hani bir grup genç, mağaraya çekilmişler ve «Ey Rabbimiz! bize kendi katından bir rahmet ver; işimizde doğruyu göster de bizi başarılı kıl» demişlerdi.

11—  Bu sebeple mağarada nice yıllar onların kulakları üzerine (duy­mamaları için engel) koyduk.

12—  Sonra da iki gruptan hangisinin mağarada ne kadar kaldıklarını daha iyi hesaplamasını belirlemek için onları uyandırıp kaldırdık.

13—  Biz sana onların başından geçen olayı gerçek yönüyle anlatı­yoruz; onlar Rablerine imân eden bir grup genç idi; biz de onların doğru yolu bulup (Rablanna daha çok) bağlanmalarını artırdık.

14—  Ve (hükümdarın karşısında) ayakta durup, «Bizim Rabbimiz Qök-lerin ve yerin Rabbıdır, ondan başka hiçbir tanrıya mümkün değil tapma­yız; bunun aksini söylersek ancak yalan söylemiş oluruz,» dedikleri zaman kalplerini (dayanma ve sebat gösterme duygusuyla) pekiştirdik.

15—  İşte şu bizim milletimiz, Allah'tan başka ilâhlar edindiler; onla­rın (ilâh) olduğuna karşılık açık delil ve belge getirselerdi ya,. Artık Al­lah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır?

16—  Onlardan da, Allah'tan başka taptıklarından da ayrılıp çekildiği­niz zaman mağaraya yerleşin ki Rabbiniz üzerinize kendi rahmetinden yay­sın ve işlerinizi de size uygun ve yararlı şekilde hazırlasın.

17—  Bir görsen, güneş doğunca mağaralarının sağına meyleder; ba­tınca da onların sol tarafını kesip geçer. Onlar mağaranın genişçe bir ye­rinde idiler. Bu, Allah'ın açık belgelerinden biridir. Allah kimi doğru yola iletirse, o doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, artık onun için irşâd edecek bir dost ve yardımcı bulamazsın.

18—  Onları uyanık sanırsın, oysa uyku halindedirler; sağa sola onları çevirip dururuz. Köpekleri de iki kolunu (mağaranın) eşiğine uzatmış va­ziyette. Onları bir görseydin dönüp onlardan kaçardın ve için korku dolup ürperirdin.

19—  Kendi aralarında birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırıp kal­dırdık. Onlardan bir sözcü, «Ne kadar burada eyleştiniz?» dedi. «Ya bîr gün, ya da daha az bir süre...» dediler. «Ne kadar kaldığımızı Allah daha iyi bilir. Şimdi siz şu gümüş paranızla birinizi şehre gönderin de daha iyi ve temiz bir yiyeceğe bakıp ondan size bir rızık getirsin; (alış-veriş eder­ken) ince ve nazik davransın, sakın sizi birine sezdirmesin!» dediler.

20—  Çünkü onlar herhalde üzerinize çıkıp gelirlerse, ya sizi taşlaya­rak öldürürler, ya da kendi dinlerine döndürürler ve o takdirde ebediyen kurtuluş bulamazsınız.

21— Böylece, Allah va'dinin  hak olduğunu, kıyametin kopuşunda hiç­bir şüphe bulunmadığını bilmeleri için (insanları) onların durumu hakkında bilgi sahipleri kıldık. Öyle ki, halk onların durumuyla ilgili kendi aralarında tartışıp duruyorlardı: «Onların üzerine bir bina yapın» diyorlardı. Halbuki Rableri onları çok iyi bilendir. Görüşleri üstün gelenler ise, «And olsun ki, onların üzerine herhalde bir mescid kurmalıyız!» dediler.

22—  «Mağaradakiler üçtür, dördüncüleri köpekleridir» derler. «Beştir, altıncıları köpekleridir» derler. Bu, gaybe taş atmaktır. Kimi de, «yedidir, sekizincileri köpekleridir» derler. De ki: «Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onları pek az kimseden başkası bilmez.» Onlar hakkında (şu) orta­ya konulandan fazlasıyla tartışma ve onlar hakkında hiç kimseden bir şey sorma.

 

Olayın Tarihî Yönü

 

Klasik tefsirlerimiz bu «Yedi Uyuyanlar» hakkında ilmî değeri olmayan hayli bilgiler vermiş, senedi olmayan birçok rivayetler nakletmişlerdir. Biz onların hiç birine iltifat etmedik.

Bilindiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de hâkim olan ilâhî metot gereği, tarihî olayların, kıssaların öğüt, ibret ve ders alınacak önemli safhalarına yer ve­rilir, yeri ve tarihî üzerinde durulmaz; şahıs isimlerinden pek söz edilmez. Çünkü önemli olan, meydana ,gelen olay ve kıssayı ibretli bir misal halin­de gözler önüne sermek ve böylece ilâhî emirlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.

Burada da «Yedi Uyuyanlar» olayı, putperest bir ülkede, zalim bir hü­kümdarın din ve vicdan hürriyetine imkân vermediği, inanan kişileri işken­celerle yıldırmaya ve vazgeçirmeye çalıştığı; Allah'a ve O'nun kitabı ile peygamberine imân eden bir grup şuurlu mü'minin, o hükümdara madde­ten karşı koyma imkânları mevcut olmadığından, dinlerini ve inançlarını baskıdan ve zulümden kurtarmak ve korumak için ülkelerini terkettikieri, o yüzden bir mağaraya sığındıkları konu edilmekte ve önce Mekke'de küf­rün amansız saldırısına hedef olup bunalan mü'minler teselli edilmekte, sonra da hicret günlerinin yaklaştığına işaret edilmektedir.

Cenâb-ı Hakk'ın insanların hayat sahnelerinde binlerce ibretli olayla­rın gelip geçtiğine dikkatleri çekerek, «Ashab-ı Kehf» olayının onlardan bi­ri olduğunu ve o bakımdan pek de şaşılacak bir şey olmadığını hatırlatma­sı, elbetteki çok anlamlıdır.

İşte bize düşen, sözü edilen olayın öğüt ve ibret alınacak safhaları üzerinde durarak birtakım olumlu sonuçlar çıkarmak ve cereyan ettiği yeri ve tarihi ise, daha çok tarihçilere bırakmaktır.

Ancak bu olayla ilgili Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsîrde, değişik tarihî bilgiler verilerek birkaç paragraf halinde anlatılmaya çalışılmıştır. Onları buraya nakletmeyi uygun gördük.

İbn Esîr Tarihi Kâmil'inde şöyle diyor: «Ashab-ı Kehf, Dekyus namında bir melikin zamanında idi. Dekyanus dahi denir. Efsus adındaki Rum şeh­rinde bulunuyorlardı..»

Fakat Tarihi Kâmil'den anlaşıldığına göre Dekyanus, Dekyus'tan baş­ka ve sonra gelmiş görünüyor. Zira Dekyanus «Diyuklenyanus» olmalfdır ki, Kâmil'de buna «Deklitanus» denilmiş ve Dekyus bundan birkaç melik önoe anılmıştır.

Murad Bey'in tarihinde anlatıldığına göre, Hıristiyanlar hakkında iara edilen katliamların en sonuncusu ve en dehşetlisi Diyuklenyanus'un za­manında meydana gelmiştir.

Fransızların «Grand Ansiklopedisinde «Sept Lormans» Yedi Uyurlar namile kıssa hakkında şöyle denilmiştir: Roma imparatoru «Dekyus-Deci-us» Hıristiyanlari katliam ettiği sırada asîl bir aileye mensup yedi kardeş: Maksimyanns, Malkûs veya Margûs, Martinynanus, Diyomisyus, Yohanis ve Sürasiyü, kendilerini dinlerini terke zorlamak isteyen «Efes» valisinin tehditlerine kahramanca karşı koyduktan sonra bir mağaraya iltica etti­ler. Onları ve onlarla birlikte kendilerini sadıkane takip etmiş olan köpek­lerini öldürmek için bu mağaranın kapısını ördüler, duvar bitmeden bir hıristiyan bu olayın münasebeti üzerinde yazmış olduğu bir bakır levhayı mağaradan içeri atmıştı. (Rakîm bu levha demek oluyor) Fedailer uyudular, yüz elli sene veya yüz doksan yedi sene sonra dört yüz kırk sekiz tarihin­de ikinci Teodos zamanında sadece bir gün uyumuş oldukların! zannede­rek uyandılar ve içlerinden birini yiyecek satın almak için şehre gönderdi­ler. Bu adam kapılarda salîp (haç) işaretlerini görerek hayrete düştü. Aynı zamanda alış-veriş ettiği kimselere İmparator Dekyus zamanından kalma sikkeler gösterdiği için onları da hayrete düşürdü. Efes «Efsus» pis­koposu, imparator ve imparatoriçe bu harikayı hayretle seyretmek için der­hal mağaraya gittiler, fakat yedi şehit, ölülerin dirileceğine böylece delil gösterdikten sonra uykuya daldılar, ve bir daha uyanmadılar. Bunların ka­panmış oldukları mağara sonraları mü'minlerin bağlılıklarıyla meşhur ol­du. Bu mağarayı hâlâ seyyahlara (turistlere) gösteriyorlar. Bunların geriye bıraktıkları şeyler Marsilyaya nakledildi. Nakil esnasında kullanılan büyük taş sandık Marsilya'daki Sent Viktor kilisesindedir. 528 tarihinde Suriye Piskoposu «Jean dö Sarağ»un bir kıssa şekline soktuğu bu dasitan son­radan Greguvar dü Loz tarafından Süryanice'den Lâtince'ye terceme ve teksir edildi. Bu eserin ismi (Döglorya Martiromjdur. Bu yedi kişinin isim­leri Yunan ve Lâtin, Habeş ve Rus takvimlerinde bazı değiştirmeler ile yer almıştır. Yunan takvimlerinde sekizinci olarak köpeğin ismi de görülür. Lâ­tin kilisesinde bunların tezkârı (anma törenleri) yedi temmuzda icra edil­miştir. Yunan kilisesine göre, yedi şehidin mağaraya kapandıkları gün, dört ağustos ve uyandıkları gün, yirmi iki teşrin olur,» [12]

 

Ashab-1 Kehf Olayından Mesajlar

 

Cenâb-ı Hak, kâfirler tarafından -sırf hıristiyan oldukları için- zulme ve hakarete uğrayan, ölümle tehdit edilen yedi genç kardeşten söz eder­ken, onların başından geçen ibret dolu safhalardan önemli kısımları Kur'-ân'da zikrederek mü'minlere şu mesajları vermektedir:

1—  Kâinatın her parçası, ilâhî varlığı ve birliği yansıtan belgeler ve mu'çizelerle doludur. Sadece dünyanın şaşmayan bir kanuna göre boş­lukta iki ayrı hareketini -herhangi bir yavaşlama ve noksanlaşma söz konu­su olmaksızın- sürdürmesi, fiziksel bir mu'oize değil midir?  «Yedi  Uyu­yanlar» olayı buna kıyas edilince pek önemsiz kalmaz mı?

İşte Kur'ân bu gerçeği hatırlatıyor. Aklını, vicdanını kullanabilenler için her tarafın mu'cize ve harikalarla dolu olduğunu bildiriyor.

2—  Allah'ı inkâr eden zorba bir idareyi değiştirmek mümkün olmadı­ğı takdirde, canı, dini, imânı ve insan olmanın şerefini koruyup kurtarmak için daha emin, din ve vicdan hürriyetine saygılı bir yere gidilir.

3—  Cenâb-ı Hakk'ın bizim henüz bilmediğimiz öyle kanunları vardır ki, onları harekete geçirince, insan ölmeden asırlarca uykuda kalabilmekte ve bir hastalık da arız olmamaktadır, az bir enerjiyle varlığını sürdürebil­mektedir. İlmî araştırmalar ilerledikçe insanoğlu bu konuda belki birtakım ip uçları elde edebilir. İnsan ruhunun ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu, beden ruha tabi olunca, gıdaya bile ihtiyaç hissedilmiyeceğini belki keş­fedebilir.

4—  Allah dosdoğru inanıp Hakk'a bağlanan o gençlere, kendi yüce kudretini izhar ederek, öldükten sonra diriltilmenin mümkün olduğunu gös­terdi. Üçyüz küsur yıl uyuduktan sonra, bir gün veya daha az bir süre uyu-muşçasına uyanmaları, bunun en açık misalidir.

Belirttiğimiz bu dört madde, olayın özeti ve ana temasıdır. Açıklan­ması ise, kısaca şöyledir;

1.  Genç yaşta nefsin aşırılıklarını frenleyip Allah'a dosdoğru inanmak, imânların en güzelidir. Dine ve ahlâka gençlerin sahip çıkması, inkarcı zor­ba bir idareyi gençlerin bilimsel açıdan zararlı görüp reddetmeleri, gele­ceğe ümitle bakmayı ilham eder.

2.  İmân ve fazilet uğruna üstün cesaret göstermeyen  bir topluluk, her zaman ezilmeğe, itilip kakılmaya mahkûmdur.

3.  Bâtılın  kalpleri  ve  vicdanları  aydınlatmıyacağını  delillerle  ortaya koymak ve küfrün, azgınlığın, hürriyetlere saygısızlığın hiç bir millete ve ülkeye rahmet getirmiyeceğini, onları hiçbir zaman başarılı kılmayacağını ortaya koymak, çok daha bilgili, imanlı gençlerin görevi olduğunu unut­mamak gerekir.

4.  Allah'a, O'nun dinine iftira edip yalan uyduranlardan daha zalim kim vardır veya kim olabilir? Din adına taviz yoktur.. İnkarcı maddecileri memnun etmek için dinin hükümlerini, esaslarını değiştirmek en  büyük haksızlıktır. İşte Kur'ân ilgili âyetlerle bunu haber veriyor.

5.  Küfürden, sapıkların  şerrinden ve onların  bağlı  bulunduğu  bâtıl­dan kurtulmanın yollarını arayanlara, çare bulamadıkları takdirde onlardan uzaklaşmak suretiyle kulluk görevlerini huzur içinde yerine getirenlere Ce­nâb-ı Hak geniş rahmetiyle yönelir ve işlerini kolaylaştırır.

6.  Mağaranın genişçe bir yerinde uyuyup sabah-akşam güneşinin on­lara dokunmadan makaslayıp geçmesi ise, mağaranın yapısı ve yönü hak­kında kısa bir bilgi veriyor. Hem vüeudun bir kısmının güneşte, bir kısmı­nın gölgede kalmasının sağlık için zararlı olabileceğine belki işaret edili­yor. Zira bu hususta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in de ümmetine uyarısı ol­muştur.

7.  İlâhî sünnete, yani insan hayatıyla içice olan kanunlara uyanları Allah doğru yola eriştirir; uymayanları ise, sapıklıkları üzere bırakır.

8.  Uzun yıllar uyuyanların vücutlarının çürümemesi ve kan dolaşımı­nın aksamaması için sık sık melekler tarafından sağa-sola döndürüldük­leri açıklanıyor. Bu, uzun süre uyuyan çocukları ve yatalak olan hastaları belli vakitlerde sağa-sola çevirmemizi ilham ediyor.

9.  Köpeğin ekmeğini yediği kapıya sadık olduğu, yedi uyuyan genç­leri  korumak için  kollarını  eşiğe  uzatıp uyuduğu  bildiriliyor.  Bir tehlike anında köpeğin daha duyarlı olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor.

10.  Uzun yıllar saçları, sakalları ve tırnakları uzayan o gençlerin kor­kunç bir görünüm içinde bulundukları haber veriliyor. Bu, belli sürelerle saç ve sakalı düzeltmenin gereğine işarettir.

11.  Kabir âleminin de böyle bir uyku devresine yakın bir anlam taşı­dığına dikkatler çekiliyor. Ruhlar için bir bakıma zaman kavramının söz konusu olmadığına işaretle, kabir âleminin pek uzun sürmeyeceğine atıf yapılıyor.

12.  Birkaç gün rahat yaşayabilmek için putperestlerin inançlarını be­nimsemek veya onlar gibi bâtıl ilâhlara tapmak, ebedî hayatı kaybetmeye sebep olur. Öyleleri için kurtuluş yolları kapanır ve yardımcı da bulun­maz.

13. Olayın deşifre edilmesi, mağaranın tanıtımının yapılması, insan­lara, Allah'ın va'dinin mutlaka gerçekleşeceğini ve kıyametin, vakti ve saa­ti gelince mutlaka kopacağını kanıtlamak içindir.

14.  Halkın bu gibi olağanüstü sayılan olaylara karşı ilgisinin fazla ol­duğu, ölen kâmil kişilere daha çok saygı duyulduğu, buna ölçü olarak da Yedi Uyurlar üzerine bir bina veya mescit yapılmasını  kararlaştırmaları gösteriliyor.

Oysa mescit ölüler için değil, diriler için yapılır ve öyle olmalıdır.

15.  Uyuyan  gençlerin  sayısı  hakkında  tartışmanın  gereksiz  olduğu, bir bakıma karanlığa taş atma anlamını taşıdığı blidiriliyor. Aynı zamanda hakkında kesin bilgi ve delil bulunmayan bir olay, bir konu hakkında iddia­laşmaya, tartışmaya girilmemesi emrediliyor.

16.  Yerin üstündeki hareketli canlıların ve bitkilerin bir gün kupkuru toprak haline getirileceği belirtildikten sonra Yedi Uyurlar olayı buna cok açık bir misal olarak veriliyor. «Öldürmeden üçyüz şu ka'dar yıl uyutan Al­lah, elbetteki insanları toprak haline getirdikten sonra diriltmeğe kadirdir» inancı telkin ediliyor.

Ashab-ı Kehf hakkında çeşitli rivayetleri toplayıp geniş bilgi veren ün­lü müfessir İbn Cerîr et-Taberî'nin tesbitlerini, hacmimiz müsait olmadı­ğından buraya nakletmedik, Ancak fazla bilgi edinmek isteyenlere onun Camiu'l-Beyan Fi-Tefsîri'l-Kur'ön adlı tefsirini tavsiye ederiz. [13]

Hıristiyan kaynaklara göre, Ashab-ı Kehf olayı M.S. 250 yıllarına rast­lamaktadır. Ancak Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra olay üzerinde daha. fazla durulduğu ve M.S. 447'de Roma İmparatoru II. Theodosius döneminde uykudan uyandıkları sanılmaktadır. Bu tesbite göre, Ashab-ı Kehf'in mağarada 197 yıl uyudukları ortaya çıkıyor ki, tes-bitin sıhhatli olduğu söylenemez. Çünkü Kur'ân'da üçyüz küsur yıl uyu­dukları belirtilmektedir. Allah daha iyisini bilir. [14]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Mekke'de mü'minleri tedirgin edip din ve vicdan hürriyeti tanımayan müşriklerin eza ve cefasına tahammül etme­ğe çalışan mü'minleri teselli etmek ve yakında hicret olayının meydana geleceğini kapah bir şekilde haber vermek üzere Ashab-ı-Kehf misal ve­rildi. Önemli safhaları anlatılarak mü'minlere birtakım mesajlar iletildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Ashab-ı Kehf'in mağarada kaldıkları süre üzerin­de duruluyor. Kesin belge olmadan bir olay, ya da konu üzerinde tartışıl­maması' hatırlatılıyor. Bir iş yapılmak istendiğinde, «Allah dilerse» deme­nin çok yararlı olacağı bildiriliyor. Sonra da dinle ilgili konularda Kur'ân'a bağlı kalmanın gereği belirtiliyor. [15]

 

Meali

 

23-24— Hiçbir şey için «Ben bunu mutlaka yarın yapacağım» deme; ancak Allah dilerse yapacağım, de. Unuttuğun zaman Rabbini an ve de ki: Umulur ki Rabbim beni buncan daha yakın doğruya eriştirir.

25—  Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar ve dokuz da artırdılar,

26—  De ki: Onların ne kadar kaldığını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını (gizli kapalı hususlarını) bilmek Allah'a aittir. O ne güzel görür ve ne güzel işitir! Onların O'ndan başka bir dostu ve yardımcısı yok­tur. O, hiç kimseyi hükmünde ortak tutmaz.

27—  Artık sen Rabbin kitabında sana vahyolunanı oku. O'nun sözle­rini değiştirecek yoktur ve sen O'ndan başka bir dayanak ve sığınak elbet­te bulamazsın.

 

İniş Sebebi      

 

Yahudilerden aldıkları bilgi üzerine, Mekkeli putperestler, Hz. Peygam-ber'e (A.S.) gelerek ruhtan, yedi uyuyanlardan ve bir de Zulkarneyn'den sordular. Peygamber (A.S,) Efendimiz onlara: «Yarın gelin de cevabını ve­reyim» buyurdu ve «inşaallah» demedi. Bunun üzerine Melek Cebrail ge­cikti ve sonra yukarıdaki âyetler indi.[16]

İbn Cerîr'in rivayetine göre. Melek Cebrail on beş gün gecikmiştir..[17]

 

Kuvvet Ve Kudreti Allah'a Çevirmek

 

«Hiçbir şey için «Ben bu­nu mutlaka yarın yapacağım» deme; ancak Allah dilerse yapacağım de..»

Kur'ân, ilgili âyetle mü'minlere konuşma kurallarından birini ve Allah ile olan ilgisinin ölçü ve edebini hatırlatıyor. Varlık âleminin en seçkin par­çası olan insan, her an ilâhî kudretin tasarrufu altında bulunuyor. Vücudu O'nun kudretinin eseri, yetenekleri O'nun inayetinin tecellileri, fiziksel ya­pısı O'nun sanatının harikasıdır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın var kılıp istifade­mize sevkettiği nimetlerden nasibimizi alırken O'nun ismini anarak baş­lamamız ve yine O'nun ismini anarak bitirmemiz ve bir işe başlayacağımıza karar verirken «inşaallah» dememiz kadar tabii ne olabilir? Her şeyden önce Allah'a karşı olan edep, terbiye ve saygımızın gereğidir. Rabbımız her şeyden fazla sevilmeğe, saygı gösterilmeğe ve güven beslenmeğe lâ­yık değil midir? Aslında O'nun ne bizim ibâdetimize, ne duamıza, ne de Besmele ile başlayıp Hamd ile bitirmemize ve yapmak istediğimiz şeyler konusunda «inşaallah» dememize ihtiyacı yoktur. Bütün bunlar kulluğumu­zu idrâk etmemizin sözlü belgelen, imânımızı şüpheden uzak bulundur­mamızın içten dışa vuran tezahürleridir.

Unutmamak gerekir ki, bir işe başlayabilmemiz, bir işi. başarabilmemiz için mutlak surette ilâhi yardım ve rahmete muhtaç bulunuyoruz. O bir an bize taalluk eden kudretinin tecellilerini kesintiye uğrattığı takdirde, bizler güçsüz, enerjisiz ve hareketsiz birer et-kemik yığını olarak kalırız. Yaptı­ğımız her şeyde O'nun kudret ve inayetinin payı yüzde yüzdür. Bu bakım­dan bir şeyi yapmaya karar verdiğimizde «inşaallah», yani «Allah dilerse» dememiz, bütün kuvvet ve kudretleri O'na ait kılmamızın açık ifadesi, tes­limiyetimizin sözlü belgesi, kalbimizin imân ile yatışmış olmasının bir te­zahürüdür.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in, kendisinden üç şey hakkında soru so­ranlara «yarın gelin de cevabını vereyim» demesi ve «inşaallah» sözüyle bağlamaması, ilâhî plân ve programın gerçekleştirdiği bir misaldir. Aynı zamanda bu olay, kişinin, ne kadar bilgili ve yetenekli olursa olsun, ne kadar ileriyi görürse görsün, mutlaka Allah'ın vereceği kuvvet ve rahmete muhtaç bulunduğunu anlatan bir belgedir. [18]

 

Yedi Uyurların Mağarada Kaldıkları Süre

 

«Onlar mağaralarında üç-yüz yıl kaldılar ve dokuz da artırdılar..»

Yedi Uyurlar'ın sığındıkları mağarada ne kadar süre uyuya kaldıkları hakkında hayli farklı tesbit ve yorumlar yapılmıştır. Az yukarıda da nak­lettiğimiz üzere, Roma imparatoru II. Theodosius zamanında daldıkları uy­kudan uyandıklarını îesbit edenlere göre, M.S. 250 yılında olay meydana gelmiş ve sözü edilen imparatorun tahtta bulunduğu 447 yılında uyandık­ları anlaşılmıştır. Bu tesbite göre, sözü edilen genç grup 197 yıl uyumuş­lardır. Bu sayıdan daha az ve daha çok uyuduklarını iddia edenler de ol­muştur.

Kur'ân bu konuda kesin bir rakam vermekte midir? İlgili 25. âyeti iki şekilde yorumlamamız mümkündür. Birincisi, cümlenin 22, âyetle irtibatlı olmadığı; ikincisi ise, irtibatlı olduğu şeklindedir.

Birinci yoruma göre : Kur'ân her türlü tahmin ve farklı tesbitleri bir tarafa itip güneş ve ay yıllarına göre iki süre belirlemektedir. Güneş yılına göre, 300 yıl, Ay yılına göre, yaklaşık 309 yıi uyuduklarını açıklamak­tadır.

İkinci yoruma göre : Mağaraya sığınan gençlerin kaç kişi oldukların­da nasıl farklı görüş ve tesbitler ortaya çıkmışsa, mağarada kaç yıl uyu­dukları hakkında da öylece farklı görüş ve tesbit ortaya çıkmıştır. Kimine göre, 300 yıl, kimine göre ise, 309 yıl..

Klasik tefsirlerimizde birinci yoruma ağırlık verilmiş ve Güneş takvimi ile Ay takvimi arasında 11 gün farkın söz konusu olduğunu belirterek 300 güneş yılının yuvarlak hesapla 309 ay yılına tekabül ettiğini ve Kur'ân'ın bil­hassa bu farka dikkatleri çektiğini söylemişlerdir.

Ne var ki, 26. âyet ikinci yorumun daha isabetli olduğu kanaatini do­ğuruyor. «De ki: Onların ne kadar kaldığını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını (gizli, kapalı hususlarını) bilmek Allah'a aittir...»

Ünlü İngiliz tarihçisi Edvvard GİBBON (1737-1794), Roma İmparator-luğuyla ilgili beş ciltlik tarihinde -ki bu, M.S. 180-1500 yıllarını kapsar- As-hab-ı Kehf olayına da temas etmiş ve Roma İmparatorluğunun Hıristiyan­lığa karşı olduğu, dindarları takibata uğrattığı dönemini ve sonra da adı geçen imparatorluğun Hıristiyanlığı kendilerine din olarak seçip benimse­dikleri dönemi ete alıp incelemiş ve böylece Ashab-ı Kehf'in, yani Yedi Uyurlar'ın mağarada 196 yıl uyuduklarını iddia etmiştir.

Onun bu tesbit veya iddiası doğru ise, ikincilerin yorumuna göre, Kur'­ân'ın beyânına ters düşmemektedir. Birincilerin yorumuna göre ise, Kur'­ân'ın beyânına ters düşmekte ve arada büyük bir fark bulunmaktadır. O takdirde Kur'ân'ın verdiği rakam mutlaka doğru, onun tesbiti ise elbette yanlıştır. Nitekim Meydan Larousse'da ilgili maddenin açıklamasında şu cümle yer almaktadır: «Gibbon'un adı geçen eseri, tarihî bir inceleme ola-rakjdeğerini kaybetmekle beraber edebî açıdan önemlidir.»

Böylece, gençleri öldürmeden asırlarca mağarada uyutan Allah'ın mutlaka ölüleri diriltmeğe kudretinin yettiği ve kıyametin de vakti ve saati gelince kopacağında hiç şüphe bulunmadığı bir defa daha kesinlik kazan­mış oluyor. Sonra da bu olayla, bizim henüz çözemediğimiz birçok esrar ve hikmetin, ilâhî sünnet ve kanunun bulunduğu hatırlatılmaktadır. O ba­kımdan aklımızın ermediği, bilgimizin yetmediği bir konu veya olayı hemen ret veya inkâr etmemizin çok sakıncalı sonuçlar doğuracağına işaret edil­mekte, her konu ve mesele hakkında ciddi araştırma yapmamızın daha doğru olacağı dolaylı şekilde ilham edilmektedir. [19]

 

Bundan Daha Yakın Olan Doğru

 

Mağarada uyuyan gençler, Hıristiyan olup Hak uğruna zâlim putpe­rest bir imparatordan kaçıp imanlarını kurtarmak pahasına dünya nimet­lerine veda eden çok mutlu kişilerdir. Uzun süre uyumaları, hem ilâhî kud­retin yüceliğini yansıtmakta, hem de haktan yana olanların Allah, melek­ler ve insanlar tarafından hayır ve rahmetle anılacakları ve bunun kıya­mete kadar devam edeceği belirtilmekte ve asıl kalıcı olan hayırlı amelin, Allah rızası doğrultusunda gerçekleşmiş bulunandan başkası olmadığı bil­gisi verilmektedir.

Ama bu olaydan çok daha yakın, çok daha tatmin edici olan bir ger­çek vardır, o da Kur'ân mu'cizesidir. Her âyet ayrı bir belge, her hükmü benzersiz bir rahmet, her kıssası yönlendirici bir öğüt ve ibrettir. Ümmî, yani okur-yazar olmayan bir Peygamber'in (A.S.) böylesine her yönüyle mükemmel ve kusursuz bir kitabı teblîğ edip öğretmesi ise, en büyük mu'-cizedir. [20]

 

Allah Sözünü Değiştirecek Yoktur

 

Artık sen Rabbının kitabında sana vahyolunanı oku. O'nun sözlerini değiştirecek yoktur ve sen O'ndan başka bir dayanak ve sığınak da elbette bulamaz­sın.»

Son kitap bütünüyle Allah sözüdür. Kelime konum ve dizimindeki ola­ğanüstü uyum ve ahenk, manasındaki yüksek hikmet her bakımdan onun ilâhî olduğuna şehadet etmektedir. Yirmi üç ytla yakın bir süre içinde kı­sım kısım, parça parça inmesinin sebeplerinden biri de şudur: İndiği gibi korunsun, vahyedildiği gibi yazılıp ezberlensin ve ona hiçbir zaman insan sözü karışmasın, karıştırılmasın..

Abbasî halîfelerinden Me'mun devrinde İslâm'a giren bir yahudî din âiiminin itirafı, bunun.binlerce kanıtlarından sadece biridir. Bir önceki sû­renin tefsirinde de naklettiğimiz gibi, iyi bir hattat olan yahudi, önce Tev­rat'ı yazıp yer yer ilâveler ve noksanlar meydana getirmiş ve sonra da o vaziyette yazdığı nüshayı hahamlara takdim etmiş. Ne var ki, hiç biri bu­nun farkına varamamış ve en küçük bir itirazda bulunmamıştır. İncil'i de aynı şekilde yazıp papazlara sunmuş, yine herhangi bir itiraz olmamış, üs­telik bu hizmetinden dolayı taltif edilmişti. Sıra Kur'ân'ı yazmaya gelmiş, onu da bazı ilâve ve noksanlaştırmalarla yazıp sahaflara götürmüş, kapağını açan sahhaf, yapılan tahriflerin hemen farkına varmış ve yahudinin üze­rine yürümüştür. Özetini sunduğumuz bu olay üzerine yahudi din âlimi son derece duygulanmış ve «İşte Allah sözü budur ki onu değiştirmek müm­kün değildir» diyerek içindeki bütün şüpheler kalkmış ve gönül yatışkan-lığı içinde İslâm'a girmiştir.

Âyetin bir diğer yorumu ise şöyledir; Din âlimleri, Kur'ân'ı bir bütün halinde korumakla yükümlüdürler. Onun hükümlerini aynen teblîğ etme­leri, soranlara eksiksiz cevap vermeleri; şunu, bunu dine ısındırmak için en küçük bir değişiklik yapmamaları gerekmektedir. Çünkü Allah sözü de­ğiştirilmez, O'nun hükümlerine dokunulmaz ve emirleri kişilerin arzularına veya mantıklarına göre yorumlanmaz. [21]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yedi Uyurlar'ın mağarada kaldıkları süre üzerin­de duruldu ve bir konu veya olay hakkında kesin bilgi edinmeden iddialı olmanın sakıncaları bulunduğuna işaret edildi. Gelecekte yapılması iste­nen bir işi kararlaştırırken «inşaallah» demenin gereğine dikkatler çekildi. Sonra da dinî konularda Kur'ân'a bağlı kalmanın lüzumu belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kendilerini sabah ve akşam ibâdete verip Rabla-rına duâ eden mü'minlerle beraber olmanın faydalarına atıf yapılarak ak­lını, düşüncesini nefsinin emrine verip hevesinin peşine takılan sapıklara iltifat edilmemesi tenbîh ediliyor. Sonra da imân temeli üzerinde salih amel­lerde bulunanlar müjdeleniyor; onların aksine bir yol tutan sapıklar için ha­zırlanan Cehennem azabı hatırlatılıyor. [22]

 

Meali:

 

28— Sabah akşam Allah'ın rızasını dileyerek Rabbına duâ edip yö­nelenlerle beraber (bulunman için) kendine sabretme gücünü ver.. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan (hakka gönül veren kimse­siz fakir mü'minlerden) ayırma ve bir de kalbini bizi anmaktan gaflete dü­şürdüğümüz, hevesinin peşine takılmış kimseye uyma. Zaten o işinde sı­nırı aşmıştır.

29—  De ki: Hak, Rabbinizdendir; artrk isteyen imân etsin, isteyen in­kâra sapsın. Şüphesiz ki biz, zâlimler için ihata duvarları (şeklinde) her taraftan kendilerini kuşatacak bir ateş hazırlamışızdır. Eğer (susuzluktan) sızlanıp yardım isterlerse onlara, (içerken) yüzleri kavuran erimiş katran gibi koyuca bir su verilir. Ne kötü içecektir o! Ve Cehennem de ne fena oturulacak yerdir!

30—  Şüphesiz ki, imân edip güzel yararlı amellerde bulunanlar var ya, doğrusu biz güzel-yararlı amellerde bulunanların ecrini (mükâfatını) boşa çıkarmayız.

31—  İşte onlar için altlarından ırmaklar akan ADN Cennetleri var; orada altın bileziklerle süslenirler; ince ve kalın nefis ipekli yeşil kumaş­tan elbise giyerek tahtlar üzerine kurulurlar. Ne güzel sevap ve ne güzel oturulacak yerlerdir!

 

İniş Sebebi

 

ei-Fezarî kabilesi reisi Uyeyne b. Hısn henüz İslâm'a girmemişti. Bir gün Resülüllah (A.S.) Efendimiz'e geldi. O sırada Resûlüllah'ın (A.S.) ya­nında fakir mü'mînlerden birkaç kişi bulunuyordu. Aralarında Selmân el-Fârisî de bulunuyor ve üzerinde terlemeden mütevellit iyice kararmış yün­den bir üstlük taşıyordu. Uyeyne bu manzaradan pek hoşlanmadı ve Pey­gamberimize (A.S,) şöyle dedi: «Bunların kokusu sizi rahatsız etmiyor mu? Oysa biz Mudar oğullarının ileri gelenleriyiz. İslâm'a girersek bizimle bir­likte birçok kimseler de müslüman olurlar. Ne var ki bizi İslâm'a girmek­ten alıkoyan şu senin çevrendeki fakirlerdir. Bunları uzaklaştır veya bizim için ayrı bir meclis ayır, sana uyalım!» Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [23]

Diğer bir rivayete göre : İlgili âyetler Ashab-ı Suffa hakkında inmiş­tir. [24]

Nitekim bu âyetler inince Resûlüllah (A.S.) Efendimizin: «Ümmetimle beraber olup sabretmem için bana emreden Allah'a hamd olsun,.» demiş­tir. [25] Sa'd b. Ebî Vakkas (R.A.) anlatıyor:

Biz altı kişi Peygamber (A.S.) Efendimiz ile beraber oturuyorduk. Derken müşriklerin ileri gelenleri, Peygamber (A.S.) Efendimize, «etrafında yer alan şu adamları kendinden uzaklaştır da bize karşı bir saygısızlıkta bulunmasınlar..» diye teklifte bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki âyet­ler indi. [26]

 

İlgili Hadisler

 

«Fakirlerin meclisinde oturmam, dört köleyi hürriyetlerine kavuştur­mamdan bana daha sevimlidir.» [27]

«Sabah namazından güneş doğuncaya kadar Allah'ı anan bir toplu­lukla oturmam, benim için üzerine güneşin doğduğu her şeyden sevgilidir. Aynı zamanda ikindi namazından güneş batıncaya kadar Allah'ı anmam, benim için İsmail oğullarından her birinin diyeti on iki bin (dirhem veya di­nar) olan sekiz kişiyi hürriyetine kavuşturmamdan daha sevimlidir.» [28]

«Herhangi bir topluluk Allah'ı anmak için biraraya gelip toplandığı za­man, bununla sırf Allah rızasını arzu ederlerse, mutlaka bir çağrıcı şöyle seslenir: Bağışlanmış, yarlığanmış olarak kalkın. Gerçekten kötülükleriniz iyiliklere çevrilmiştir.» [29]

 

Allah'ı Ananlarla Beraber Olmak

 

«Sabah-akşam Allah'ın rızasını dileyerek Rablanna duâ edip yönelenlerle beraber (bulunman için) kendine sabretme gücünü ver.»

Toplumun manevî desteği, huzur kaynağı, güven dayanağı, kendilerini Allah'a verip sabah-akşam O'nu anan ve sadece ilâhî hoşnutluğu kazan­mak isteyen mü'minlerdir. Bunlar madde ihtirasından kendilerini arındıran, vicdanlarını rahmet havasıyla geliştiren bahtiyarlardır. Dünya nîmetlerini e!de etmek için de çalışırlar, dünyaya kul, mala bekçi olmak için değil, iman selâmetiyle, müslüman olma şerefiyle yaşamak için aiınteri akıtırlar. Zaman zaman böyle bahtiyarlarla beraber bulunmak, şüphesiz ki insanın birtakım aşırılıklarını frenler, Allah'ı daha çok hatırlamamızı sağlar, İmâ­nın daha da kökleşmesine yardımcı olur. İnsanı ferdiyetçilikten kurtarıp cemaatin kopmaz bir parçası düzeyine getirir.

O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e bu hususta verilen emir, daha çok ümmetine yöneliktir. Zaten Allah'a dosdoğru imân eden şuurlu liderlerin en büyük başarıları, halktan biri gibi olmak, Allah'a sıdk-u selâ­metle yönelen mü'minlere kendi meclislerinde yer verip onlarla kaynaş­mayı kendi nefislerine yedirmektir. [30]

 

Heveslerinin Peşine Takılanlar

 

<Ve bir de kalbini bizi anmaktan gaflete düşürdüğümüz, hevesinin peşine takılmış kimseye uy­ma. Zaten o, işinde sınırı aşmıştır.»

Kur'ân-ı Kerîm, birinci grupla beraber olmayı, o hususta dayanma gü­cünü ortaya koymayı emir ve tavsiye ettikten sonra, arkadaşlık ve dostlu­ğa lâyık olmayanların durumuna değinerek uyarıda bulunuyor. Zira bu ikinci grubun daha çok üç ölçüsüz vasfı söz konusudur. Şöyle ki:

a)   Kalpleri gaflete boğulduğundan Allah'ı anmazlar. Çünkü onların tek amacı, dünyalıktır. O bakımdan düşünceleri mal ve makam, zikirleri para, hayalleri şehvettir.

b)  Nefis iklimine tamamen bağlı bulundukları için, sadece bu iklim­den yana hevesler ve arzular peşinde koşarlar.

Bu durumda ne ezan sesi duyacak kulakları, ne minareyi görecek göz­leri, ne de namazdan zevk alacak gönülleri vardır.

c)  Birçok işlerinde ilâhî sınırları aşarlar, yasakla, yasak olmayan ara­sındaki çizgiye pek dikkat etmezler. Zira amaçlan maddedir. Ona ulaşa­bilmek için arada engel sayılan değerleri çiğneyip geçmekte bir sakınca görmezler.

İşte Kur'ân-ı Kerîm, mü'minlere bu üç sıfatı kendinde taşıyan kişilere uymayınız, ama onları kendinize uydurmaya çalışmayı da ihmal etmeyiniz, buyurarak uyarıda bulunuyor.

Peygamber (A.S.) Efendimiz ve arkadaşları, Kur'ân'ın bu yüksek ter­biyesinde kalplerini şekillendirmiş mutlu ve bahtiyar kimselerdi. Onlar hiç­bir zaman sapıklara, maddecilere, şehvetperestlere ve nefislerini imân ve iyi ahlâkla izole etmiyenlere uymadılar. Onları kendilerine uydurmayı dinî borç bilip mesailerini bu uğurda harcadılar. Onun için de Cenâb-ı Hak on­lardan razı oldu, onlar da Cenâb-ı Hak'tan razı oldular. Böylece hem dün­yada, hem âhirette rıza mertebesine yükseldiler. [31]

 

Hakkın Hak Olduğunu Allah Belirler

 

«De  ki: Hak, Rabbinizdendir..»

İnsan yalnız kendi aklı ve zekâsıyla, yığınlarla taş toprak arasından «hak» denilen manevî cevheri bulup çıkaramaz. Çıkarsa bile yabancı bir metali da hak sanabilir. Onun için Kur'ân ölçüleri dışında kişilerin kendi yeteneklerine dayanarak «hak» dedikleri şeyler hem farklılık arzetmek-teler, hem de birbirlerine ters düşmekteler. Öyle ki, birinin hak kabul et­tiğini, diğeri bâtıl, boş ve anlamsız saymakta; diğerinin bâtıl saydığını öbü­rü hak kabul etmektedir. Çünkü her ikisinin de değerlendirmesi ilâhî kısta­sa göre değildir. Yetenekler, anlayış ve inançlar ne kadar farklıysa, «hak» diye iddia ettikleri şeyler de o derece farklıdır. Oysa «hak» birdir, birkaç değildir. Hakkın karşısında ise ancak bâtıl vardır. Hak ile bâtıl arasında üçüncü bir kavram yoktur, yani bir şey ya haktır, ya da bâtıldır; üçüncü bir ihtimal söz konusu değildir.

Bunun için Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden biri de «Hak»tır; aynı zaman­da Allah hem hakkın koyucusu, hem de koruyuousudur. Bütün peygam­berler ve kutsal kitaplar hakkı tanıtmaktan, onu ayakta tutmaktan yana gönderilmişlerdir. Temelinde hak bulunmayan her müessese bâtıldır ve za­rarlıdır. Mayasında hak olmayan her iş ve amel Allah yanında değersizdir. [32]

 

İsteyen İmân Etsin, İsteyen İnkâra Sapsın

 

«Artık isteyen imân etsin,   isteyen   inkâra sapsın..»

Allah ancak hakkı söyler, hakkı indirir, hakkı korur ve hakkı işler. O'nun kimselerin imânına ve ibâdetine ihtiyaoi yoktur. O bakımdan ken­dini hak sınırına getirip o doğrultuda ve ölçüde işlerini düzenleyen kişiler mutlu olurlar ve her iki âlemde lâyık oldukları yerlerini alıp Hakk'ın rıza­sına erişirler. O sınıra gelmeyip bâtılı savunanlar ise, çok gerilerde kalıp ebediyen mutsuz olurlar. Çünkü haktan sonra ancak bâtıl vardır. Hakk'ı kaybeden bâtılın kucağına düşer. Kur'ân'da bu husus şöyle belirtilmekte­dir: «Haktan sonra ancak sapıklık var. O halde nasıl (oluyor da haktan) döndürülüyorsunuz?!» [33]

O halde hakkı hak bilip onu dosdoğru temsîl eden kimse, bâtılın bey­nini parçalamış olur. Çünkü hak gelince bâtıl mutlaka yok olur.

Kur'ân, hakkı inkâr edip zulme sapanları elim bir azap ile müjdele­mektedir ve onun için çizdiği azap tablosu son derece dikkat çekici ve dü­şündürücüdür. Öyle ki, cezanın amelin cinsinden olacağına bir işaret ve adaletin kusursuz tecelli edeceğini hatırlatma söz konusudur.

Hakk'a inanıp kabul edenler, hakkı ayakta tutmaya dikkat ve özen gösterenler ve bu istikamette güzel, yararlı amellerde bulunanlar için ha­zırlanan mükâfat ise, göz ve gönül dolduracak özelliktedir.

Şüphesiz ki Allah ancak hakkı söyler ve doğru yola çağırır..

«Hak ve adalet duygusu, kişilerden başlamalıdır» sözü, «Hakkı bil­meyene hak olmaz yakın» sözüyle birleşince asıl değer ölçüsünü bulmuş olur. «En büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmaktır» diyen şairimiz ise, insanıngerçek anlamda insan olabilmesinin ölçülerinden birini ortaya koy­muştur. [34]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, toplum yapısında kendini Allah'a veren gerçek mü'minlerden yana olmanın lüzumu üzerinde duruldu. Hayat dizginini nefis ve İblîs'in eline verip şehvetten kaynaklanan heveslerin peşine takılanlara uymanın büyük sakıncalar doğuracağı belirtildi. Sonra da her iki grup için âhirette hazırlanan karşılık hatırlatılarak, ölmeden önce Hakk'ın sesine ku­lak vermelerine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle iki bağ ve bahçe sahibi olan zengin bir adam­la, kendini hak düzeyine getirip dünya hayatının bir hazırlık dönemi oldu­ğunu idrâk eden adam misal veriliyor ve mal, mülk ile aldanıp Allah'ı ve âhireti unutanların eninde, sonunda hüsrana uğrayacakları haber verili­yor. [35]

 

Meali   :

 

32—  Onlara iki adamı misâl olarak ver: Birine iki üzümbağı vermiş ve ikisinin de etrafını hurmalarla çevirmişiz ve aralarında ekin meydana getirmişiz.

33—  O iki bağ da yemişlerini verdi, hiçbir şey eksik bırakmadı ve ikisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.

34—  O adamın ayrıca geliri de var. O sebeple arkadaşıyla yüzyüze konuşurken ona dedi ki: Doğrusu ben hem malca senden zenginim, hem de aile fertleri bakımından senden daha aziz ve şerefliyim.

35-36— Kendine yazık ederek bahçesine girdi ve «bu bahçenin hiç­bir zaman bozulup yok olacağını sanmıyorum; Kıyâmet'in kopacağını da zannetmiyorum. Ama eğer Rabbime döndürülürsem, bunun yerine daha hayırlısını bulurum» diyordu.

37—  Arkadaşı onunla konuşurken cevap verip dedi ki: «Seni önce topraktan, sonra bir damla sudan yaratıp sonra da seni düzenleyip bir adam şekline sokan (Rabbini) mi inkâr ettin?»

38—  «Ama ben (derim ki) O Allah, benim Rabbimdir, hiçbir şeyi Rab-bima ortak koşmam.

39—  Bahçene girdiğin zaman beni malca ve evlâdca kendinden az görsen bile, maşaallah, kuvvet ancak Allah iledir, demeli değil miydin?

40-41— Olabilir ki Rabbim bana senin bahçenden daha hayırlısını ve­rir ve seninkinin üzerine gökten bir âfet indirir de kaygan-verimsiz bir yere dönebilir veya suyu çekiliverir de artık bir daha onu arayıp bulamazsın.»

42— Beklenen oldu, meyvasını (felâket) her taraftan çevirdi. Sabah­layıp durumu görünce, ona harcadığına karşı ellerini oğuşturarak (hayıflanıyordu). Bahçesi ise, çardakları çökmüş bir görünümdeydi. «Ah keşke Rabbıma hiçbir şeyi ortak koşmasaydım!» diyordu.

43—  Ona Allah'tan başka yardım edecek bir çevre ve topluluğu da yoktu; kendi kendine yardım edecek durumda da değildi.

44—  İşte burada sahiplik, kuvvet ve yardım Hak olan Allah'a aittir. O sevabca da, cezaca da (en âdil) en hayırlıdır.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'nin Beni Mahzun kabilesinden biri mü'min, diğeri kâfir iki kar­deş hakkında indiği rivayet edilir.

Bir başka rivayete göre, âyetler, el-Fezarî kabilesinden Uyeyne b. Hısn ile Ashab-ı Kirâm'dan Selmân el-Fârisî ve arkadaşları hakkında in­miştir. [36]

İmam Kurtubî'ye göre, ilgili âyetler. Peygamber (A.S.) Efendimiz ile Mekke halkı hakkında inmiştir. [37]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah bir kuluna aile, mal ve evlât ile nimet verir, o kuf da «maşaal­lah! kuvvet ve kudret ancak Allah iledir» derse, ölüm dışında ona bir afet dokunmaz.» [38]

«Seni Cennet hazinelerinden bir hazineye irşat edeyim mi? Kuvvet ve kudret ancak Allah iledir (sözü, bu hazinenin kendisidir).» [39]

«Lâ havle velâ kuvvete illâ billah, cennet hazinelerinden bir hazine­dir.» [40]

 

Müstesna Bir Misal

 

Kur'ön-ı Kerîm bu âyetlerle hicretin pek yakın olduğuna, mal ve ev­lâdın çokluğuyla böbürlenip Peygamber'i (A.S.) ve arkadaşlarını küçük gören Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinin sonlarının yaklaştığına, saa­det güneşinin Arap Yanmadası'nı aydınlatıp her yanı cennete çevirece­ğine; Mekkeli'lerin azizlendikleri, şeref duydukları nimetlerin yakında el­lerinden çekilip alınacağına işaret etmekte; bütün kuvvet ve kudreti, ba­şarı ve zaferi Allah'a ait görenlerin sonunda başarılı olacaklarını haber vermektedir.

Tasvîr mükemmel, tablo muhteşem, uyarı çok tesirli, haber oldukça hazırlanmayı ilham edicidir. Nitekim çok geçmeden Kur'ân'ın işaret ettiği olaylar gerçekleşti ve küfür alaşağı edilerek putperestliğin kökü kazındı. [41]

 

Maşaallah  Demenin Hikmeti

 

Hakk'a dosdoğru imân edenlerin gönülden teslimiyetlerini belgeleyen sözlerden biri de «maşaallah»tır. Bunu «Allah'ın dilediği olur» şeklinde ter-ceme edebiliriz. Bu, kuvvet ve kudreti, meşiet ve tasarrufu bütünüyle Al­lah'a ait kılmayı öğütler. Temelinde imân ve irfan vardır. Onun için bu gü­zel söz, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in iradesinin özünü, davranışının yö­nünü, niyetinin amacını belirlemiştir. Aynr zamanda asırlardır gerçek mü'-minlerin zikri, çocukların koruyucu meleği, evlerin ve sarayların kapt nu­marası olmuştur.

Ne yazık ki, İslâm kültürü, eğitim ve öğretim dışı bırakılınca, Cenâb-ı Hakk'a olan bu güzel teslimiyet ve mahviyet, sadece bazı yörelerde birer ağız alışkanlığı halinde kalmış ve bazan da alay konusu edilerek, «Renç-berin karnını yarsanız içinden kırk tane inşaallah ve maşaallah çıkcr» de­nilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm bu çok anlamlı sözü kalplere enjekte ederken onu hik-metiyle, manasıyla, amaç ve gayesiyle belirlemekte ve kulun Allah'a tes­limiyetinin güzel ve açık belgelerinden biri olduğuna işaret etmektedir. [42]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Mekkeli müşriklerin mal ve evlât ile böbürlenip Allah'a dosdoğru imân eden fakir mü'minleri küçük gören ve onlarla alay eden tavırlarına uygun bir misal verildi ve haktan yana olanların yakında

ilâhî inayete mazhar olup küfrün kökünü kazıyacaklarına atıf yapılarak in­karcılar bir defa daha uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, duygu ve düşünceleri yönlendirmek için dünya hayatına bir misal veriliyor; mal ve evlâdın geçici anlamda dünya hayatı­nın süsleri kılındığı, asıl kalıcı olanın imân temeli üzerinde yükselen sâlih ameller olduğu hatırlatılarak fani şeylere bağlanıp kalmanın insanı ebedî saadete götüremiyeceğine işaret ediliyor. [43]

 

Meali:

 

45—  Onlara dünya hayatının misâlini şöyle ver: O, gökten indirdiği­miz suya benzer ki, onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karışır, derken (çok geçmeden) rüzgârın savuracağı çerçöpe döner. Allah her şeyin üs­tünde (sınırsız) kudret sahibidir.

46—  Mal ve oğullar Dünya hayatının süsleridir. Baki kalan güzel-yararlı ameller ise Rabbın yanında sevapça da daha hayırlıdır, amel ve umutça da daha hayırlıdır.

 

İlgili Hadîsler

 

«SÜBHANELLAHİ VE'L-HAMDU LİLLÂHİ VELÂ İLAHE İLLÂLLAHU VAL-LAHU EKBER, demek benim için üzerine güneş doğan her şeyden sevimli­dir.» [44]

«Baki kalan güzel, yararlı ameller.... sözünü çokça söyleyin.» Bunun üzerine soruldu:

  Onlar nelerdir? Cevap verdi:

  Tekbîr (AUahu Ekber), Tehlîl (Lâ ilahe illallah), Teşbih (sübhanel-lahi ve'l-hamdu lillâhi velâ havle velâ kuvvete illâ billahi'dir.)» [45]

«Cennet bahçelerine uğradığınız zaman yararlanın! Bunun üzerine soruldu:

  Ey Allah'ın Resulü! Cennet bahçeleri nelerdir? Cevap verdi:

  Mescitlerdir.

  Yararlanmak nasıldır? diye sorulunca da şöyle buyurdu:

  Sübhanellahi ve'l-hamdu lillâhi velâ ilahe illâllahu vallahu ekber'dir.» [46]

Diğer rivayetler:

Hz. Ali (R.A.) diyor ki :

«Mal ve çocuklar dünya ürünleridir. Güzel, yararlı ameller ise, âhiret ürünüdür. Öyle cemaatler vardır ki, bu iki ürünü de toplarlar.» [47]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Baki kalacak güzel, yararlı ameller: Sübhanellah ve'l-hamdü lillah ve-iâ ilahe ilîâhü vallahü ekber, sözüdür.» [48]

İmam Mâlik'e göre, baki kalan güzel, yararlı ameller, beş vakit na­mazdır. [49]

 

Dünya Hayatının Misali

 

«Onlaı'a dünya hayatının misalini şöylever:....»

Bitkiler buna en güzel misâl olarak gösteriliyor. Aradaki fark, birinde bitkisel hayat var, yeşerdiği yere bağlıdır ve çoğunun ömrü oldukça kısa­dır. Diğerinde ise, hareket ve birçok yetenek sağlayan insani hayat var. Bitkilerin de insanlar gibi üç devresi söz konusudur: Doğarlar, büyürler ve ölürler.. Gökten inen yağmur toprağı harekete geçirir; derken bitkilerin kökleri, tohumları yeniden yeşerme şansına erişir. İnsanlar da öldükten sonra üzerlerine hayat yağmuru yağar, «kün = ol» emri tecelli eder de elementler belli oranda bir araya gelip hücreleri, hücreler de bedeni oluş­tururlar. Arkasından insanı ruhun oluşan bedene girmesiyle ikinci hayat başlar. Ne var ki insanların çoğu gözleriyle gördükleri için bitkilerin öl­dükten sonra yeşereceklerine kesin olarak inanırlar; ama ölen insanların yeniden diriltileceklerine bir türlü akıl erdiremezler. Çünkü onun dirilece­ğini sağlayacak ilâhî kudret ve sünneti bilmezler. Oysa bitkileri yeniden yeşertip hayata kavuşturan ve bunu peryodik olarak sürdüren yüce kudret, ona benzer bir kanun ve tecelli ile elbette ölen insanların elementlerini bir araya getirip hücrelerini ve onları biraraya getirip bedenlerini ikinci hayata döndürmekten âciz değildir,

İnsan hiç yok iken, hazırladığı plân ve program uyarınca onu yokluk karanlığından çıkartıp varlık alanına getiren ve hilkat sanatının erişilmez-liğini onun vücut yapısında ortaya koyan, kudret fırçasıyla onu şekillen­diren Cenâb-ı Hakk'ın onu ikinci defa yaratmaya neden kudreti yetmesin.

İnsanların bu konudaki bütün şüphe ve inkârları, ikinci hayata döndür­meyle ilgili ilâhî sünneti ve onun tecelli ölçü ve yöntemini bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Bitkiler ve diğer canlılarla ilgili sünnetin tecelli ölçü ve yöntemini, yani biyolojik kanunları bildikleri için o hususta şüphe ve inkâra sapmaları söz konusu olmuyor.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu gibi şüphe ve inkârların yersiz ve anlamsız ol­duğuna parmak basılarak konu şöyle noktalanıyor: «Allah her şeyin üstün­de (sınırsız) kudret sahibidir.» [50]

 

Mal Ve Evlât

 

 <Ma' ve oğullar Dünya hayatının süs­leridir.»

Mal ve evlât dünya hayatının geçici süsleridir. Onlarsız hayatı devam ettirmemiz bir bakıma mümkün değildir. Belli bir süre ihtiyaçlarımızı karşı­layabilmemiz için mala, kendimizden sonra dünyayı boş bırakmamamız için de evlâda ihtiyacımız vardır. Yoksa amaç mal ve evlât değildir. Çünkü dün­ya, sonsuz hayata hazırlanmamızı sağlayacak, ora hakkında bilgi verip bizi eğitecek, ruhen olgunlaşmamızı ve öylece ikinci hayata lâyık düzeye gelmemize imkân verecek bir geçiş dönemidir. Buna ihzarı anlamda in­tikal dönemi de diyebiliriz.

Her insan ruhunda taşıdığı din ve Allah duygusuyla gözlerini bu kısa hayata açar. Sınırlı bir ömür içinde bu duygusunu geliştirmek, nereden ve neden bu kampa getirildiğini; süre sona erince nereye, niçin gideceğini bi­lip anlamak zorundadır. Bilindiği gibi, süre oldukça kısa, hayat kanunla­rına intibak hayli zor, ihtiyaçlar ise, sayılmıyacak kadar çok; mücadele ke­sintisizdir. Boşuna harcanacak ne bir günümüz, ne de bir saatimiz vardır.

Dünya nimetleri yaşamamızı sağlayabilmemiz için birer araçtırlar, ama hiçbir zaman amaç değildirler. Mal ve çocuklar hayatımıza renk katan zînetlerdir, nihaî gaye değillerdir.

O halde dünya hayatının anlam ve hikmetini; amaç ve maksadın ne olduğunu ve bu hayatta kendi yerini ve vazifesini bilenler, amaç ve maksa­dı belirleyip ona doğru yönelmiş sayılırlar. Bilmeyenler ise, araeı amaç, sü­sü gaye sanırlar ve gerçek amaçtan uzaklaşırlar.

Kur'ân bu gerçeği şöyle hatırlatıyor: «Mal ve oğullar dünya hayatının süsleridir. Baki kalan güzel, yararlı işler ise, Rabbın yanında sevapça da, emef (ve umutça da) daha hayırlıdır.» Çünkü imân düzeyinde işlenen gü­zel ve yararlı ameller her yönüyle insan ruhunu eğitici, olgunlaştırıcı, Yüee. Yaratan'a yaklaştırıcı ve ebedî mutluluğa lâyık olma alanına getiricidir.

İmam Gazâlî ne güzel söylemiştir: «Şu varlıklar ve şekiller dünyasın­da görülebilen her şey, gerçekte yoktur, fakat var gibi görünür.»

Mal ve evlât, amacına uygun kullanılırsa, cennetin; kullanılmazsa ce­hennemin kapısını açar. Unutmamamız gerekir ki, şu dünyaya hiç bir şey getirmediğimiz halde ayak basmış oluyoruz. Ölürken de beraberimizde iyi­lik ve kötülüklerimizin dışında hiçbir şey götürmemekteyiz. [51]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insan aklına ışık tutmak, düşünce ufkunu açmak için, ölümümüzden sonra ikinci hayata kaldırılmamıza, çer-cöp haline gel­dikten sonra yağan yağmur ile yeniden yeşeren bitkiler misal verildi. Son­ra da kısa ömür içinde birtakım amaçlar ve hikmetler doğrultusunda ken­dimizi yetiştirip olgunlaştırmamız ve öylece ikinci hayata hazırlanmamız konu edildi ve mal ile evlâdın birer süsten ibaret oldukları belirtilerek bun­ların hiçbir zaman amaç ve gaye olmadıkları hakkında aydınlatıcı ve yön­lendirici işaretlerde bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, ikinci hayat hakkında kısa bilgi veriliyor. Kıya­met olayının önemli bir safhasına dikkatler çekilerek insanların Allah'ın huzurunda saf saf yerlerini alacakları hatırlatılıyor ve böylece iki hayat arasında sağlam bir köprü kurmamız isteniliyor. [52]

 

Meali:

 

47—  o gün dağları yerinden ayırıp yürütürüz. Yeryüzünü düz ve pü­rüzsüz görürsün.  (İnsanları)  kaldırılıp mahşer alanına toplarız da onlar­dan hiçbirini geri bırakmamış oluruz.

48—  (Hepsi de) saf saf Rabbımza arzedilmişlerdir. And olsun ki, sîzi ilk yarattığımız gibi bize geldiniz. Ama (ne yazık ki) size va'dimizi gerçek­leştirecek bir yer ve zaman belirlemediğimizi iddia edip durdunuz.

49— Amel defteri konulmuştur. Suçlu günahkârların onda yazılı bulu­nanlardan titreyerek korktuklarım görürsün. «Eyvah bize! Bu nasıl bir def­terdir ki, küçük büyük bir şey bırakmayıp hepsini sayıp dökmüştür!» der­ler. (Dünya'da) işlediklerini  (önlerinde) hazır bulurlar. Rabbin hiçbir kim­seye haksızlık etmez.

 

İlgili  Hadîsler

 

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aramızda bulunuyordu, Bir ara ayağa kalkıp nefis bir konuşma yaptı. Ezcümle buyurdu ki : «Ey insanlar! hepi­niz de baş açık, çıplak ve sünnet edilmedik bir vaziyette, (yaratmaya ilk başladığımız gibi, üzerimize gerekli bir va'd olarak, tekrar yaratıp geri çe­vireceğiz. Şüphesiz ki biz böyle yapacağız) âyetinde ifadesini bulduğu gi­bi, hasredileceksiniz.

Haberiniz olsun ki, kıyamet gününde mahlûkattan ilk giydirilecek İb­rahim Peygamber'dir, Biliniz ki ümmetimden bir grup adam getirilecek, defterleri sol taraflarından verilecek. Ben de «Ya Rabbî! bunlar benim ar­kadaş ve dostlarımdır» diyeceğim. Rabbım bana, «onların senden sonra neler yaptıklarını bilmezsin!..» buyuracak. Bunun üzerine ben sâlih kul İsa'nın dediğini diyeceğim: «Onların arasında bulunduğum sürece kendi­lerine şahit oldum. Benim ruhumu aldıktan sonra artık sen onlar üzerinde hâzır-nâzır bulunuyordun. Şüphesiz ki sen her şey üzerinde hâzır ve na­zırsın. Azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Bağışlarsan, ger­çekten sen yegâne üstün ve hikmet sahibisin,» Bunun üzerine Rabbım ba­na: «Öyle ama, onlar senden sonra durmadan gerisin geri gittiler» buyu­racak.» [53]

Hz. Âişe (R.A.)dan yapılan rivayette, Peygamber (A,S.) Efendimiz şöy­le buyurmuştur: «İnsanlar yalınayak, çıplak ve sünnetsiz bir vaziyette haş-rolü nacaklar.

Bunun üzerine Hz. Âişe (R.A.) diyor ki:

  Ya Resûlellah! Erkeklerle kadınlar hep bir arada, birbirlerine ba­kacaklar mı?

Efendimiz şu cevabı vermiştir:

  Durum onların bu gibi şeylerle ilgilenmesinden çok daha çetin (ve baş döndürücüdür). Herkesin o gün kendine yetecek bir durum (ve meşgu­liyeti) olacak.» [54]

Ashab-ı Kirâm'dan Sa'd b. Cünede (R.A.) anlatıyor:

  Hüneyn savaşı dönüşümüzde boş bir araziye gelip indik. Peygam­ber (A.S.) «Etrafı kolaçan edin de çer-çöp ne bulursanız toplayıp getirin» buyurdu. Bir saat geçmeden getirdiklerimiz kocaman bir yığın oldu. Pey­gamber (A.S.) Efendimiz bize: «Bu yığını görüyor musunuz? İşte bunun gibi sizden bir adamın günahları toplanıp üzerinde bir yığın oluşturur. O halde her kişi Allah'tan korksun; küçük-büyük bir günah işlemesin. Çün­kü işlenen her günah sahibi aleyhine bir araya getirilip sayılır» buyur­du. [55]

Cabir b. Abdullah (R.A.) anlatıyor:

— Nakledeceğim hadîsi, ashab-ı kiramdan birinin Peygamber (A.S.) Efendimizden işittiğini haber aldım. Vakit kaybetmeden bir deve buldum, nevalemi  hazırlayıp yola çıktım.  Bir aylık yorucu  bir yolculuktan  sonra Şam'a vardım. Aradığım kişi Abdullah b. Enîs (R.A.) idi. Kapısına geldim. Kapıcı kim olduğumu sordu.  «Cabir b. Abdullah» dedim. Bunun üzerine Abdullah  b.  Enîs  (R.A.)  üstlüğünü yerden sürüyerek geldi.  Kucaklaştık. Kendisine dedim ki: «Öğrendiğime göre, kısas hakkında Peygamber (A.S.) Efendimiz'den bir hadîs işitmişsiniz. Sen veya ben ölmeden önce o hadîsi duymak istedim, ondan buraya kadar geldim.» Bunun üzerine o bana şöy­le nakletti: «Resûlüllah (A.S,) Efendimiz'den işittim, buyurdu ki: «Allah kı­yamet gününde insanları çıplak, sünnetsiz ve yanlarında bir nesne bulun­maksızın hasredecek. Sonra da yakında olanların duyabileceği gibi uzak­ta olanların da duyabileceği bir sesle şöyle seslenecek: Gerçek hüküm sahibi benim, amellerin karşılığını veren de benim. Cehennem ehlinden hiçbir kimsenin Cennet ehlinden birinin zimmetindeki hakkı -bir tokat bile olsa- ödenmedikçe Cehennem'e girmesi uygun olmaz. Cennet ehlinden de bir kimsenin Cehennem ehlinden birinin zimmetinde bir hakkı -bir tokat bile olsa- ödenmedikçe Cennet'e girmesi lâyık olmaz.» [56]

 

Kıyametin  Kopuşundan  Bir Tablo

 

«O gün dağları yerinden ayırıp yürü­türüz. Yeryüzünü düz ve pürüzsüz görürsün..»

Kıyamet olayı meydana geldiğinde mevcut sistemler alt-üst olur. Yer­küre müthiş bir sarsıntı geçirir ve yörüngesinden çıkar. Dağlar yerinden kayar; dereeesi oldukça yüksek deprem ve sallantı yeryüzünde ne ağaç, ne dağ, ne tepe, ne de bayındır bir yer bırakır. Her taraf dümdüz ve pü­rüzsüz bir görünüm alır, Canlı adına hiçbir şey kalmaz, hepsi ölür.

Sonra yeni düzen kurulur, yeni sistemler yerlerini alır, denge ve düzen sağlanır ve insanlar ikinci hayata kaldırılırlar. Haşır-neşir olayı başlar. Hiç kimse unutulmaz, herkes ameline göre belli bir grupta yerini alır. Amel ve inancına göre, kaderi belirlenir.

Kur'ân'ın açık anlatımından, kıyamet olayından dolayı sistemler bü­tünüyle toz haline gelmiyor, büyük çapta parçalanma olsa bile yeni sis­temler oluşturuluneaya kadar birtakım önemli değişmelere uğruyor. [57]

 

İlk Yaratıldığı Gibi..

 

«And olsun ki sizi ilk yarattığımız gibi bize geldiniz.,»

Her insan anasından çıplak, yalın ayak, baş açık ve sünnet edilmedik bir vaziyette doğar. Kıyamet gününde ikinci hayata kalkış, yeni bir doğum anlamında düşünülebilir. O bakımdan doğduğumuz gibi çıplak, baş açık, yalın ayak ve sünnetsiz bir halde kabirlerimizden kalkarız ve aynı vaziyet­te mahşer alanına sevkediliriz. Üzerimizde dünyalıktan hiç bir şey bulun­maz.

İlgili âyetle bilhassa bu hususa işaret edilmekte ve ölmeden önce mad­de kirinden kendimizi arındırmamız, ciddi bir hazırlıkla âhirete göç etme­miz hatırlatılıyor.

Allah'ın va'di, yani kendi kitabında beyân buyurduğu ve haber verdi­ği şey mutlaka haktır, yerini bulacaktır. Her şey O'nun söz verdiği gibi ola­cak. Çünkü O, va'dinden dönmez, koyduğu kanunlar hedefinden şaşmaz. Hükmü mutlaka geçerli ve nafizdir ve adaleti umumidir. [58]

 

Amel Defterlerinin Açık Şekilde Dağıtılması

 

 «Amel defterleri konulmuştur. Suçlu günahkârların onda yazılı bulunanlardan titreyerek korktuklarını gö­rürsün..»

Kıyametin bir başka safhasından ikinci bir tablo gözler önüne serili­yor. Allah hiçbir zaman zan ve tahminlere göre hüküm vermez. Onun ilmi her şeyi ezelde tesbit edip belirlediği halde, amel defterlerini ilmine şahit olarak ortaya koyar. Her kişi küçük-büyük ne işlemişse, hepsini -en küçük bir hatâ söz konusu olmaksızın- orada yazılı olarak bulur. Her türlü itiraz, mazeret beyân etme, özür dileme kapıları kapanır. Şüpheler kalkar. Amel­lere ve niyetlere göre sonuçlar belirlenir. Haklar alınır, ihtilâflar giderilir, meseleler çözülür. Adâlet-i ilâhiye kılı kırk yararcasma tecelli eder. Hiç kimseye haksızlık edilmez.

Suçlu günahkârlar, işlediklerini bir bir önlerine konulan amel defter­lerinde görünce korkudan titrerler ve kendi kendilerine nasıl bir kötülük ve haksızlık yaptıklarını, ömürlerini bir hiç uğruna harcadıklarını anlarlar; ama ne çare.. Adâiet şaşmaz, defter yalan söylemez ve hiç kimse, zulme uğradığını iddia edemez. Çünkü herkes cennet veya cehennem amellerini beraberinde getirmiştir. Dünyada kendi kader defterini çizip hazırladığı gi­bi, âhiretteki yerini de kendisi hazırlamıştır. Söz söyleme, başkalarını suç­lamaya hakkı yoktur.

«Eyvah bize!.,» diyerek hayıflanmaları dudaklarından yüzbin pişmanlık ve üzüntü ile dökülmeğe başlar. Bütün hakikatler gün ışığına çıkarılır. Hakk'ı inkâr etmenin, azgınlık ve ahlâksızlık gösterip ruhlarına yerleştiri­len din ve Allah duygusunu, diğer bir deyimle fıtrat cevherini küfür ve tuğ­yanla izole etmenin, kendilerini nasıl bir çıkmaza soktuğunu anlarlar.

Âyette dünya hayatının birtakım ölçüleri verildikten hemen sonra âhi-retten iki önemli tablo çizilerek ortaya konulması elbette ki çok anlam­lıdır. Her şeyden önce, yaşamakta olan insanları ilâhî hakikatler karşı­sında uyarmak, ölmeden önce dönüş yapma idrâkini uyandırmak ve doğru yolu arayıp bulmalarına kolaylık sağlamak gelmektedir.

O halde âhiretten söz edilmesi bir uyarıdır, ama rahmetten süzülüp gelmektedir. Gafletten uyanmaya davettir, ama ilâhî gufrandan kaynak­lanmaktadır. Vicdanları katılıktan kurtarmaya yöneliktir ve ilâhî sesi du­yurma hikmetini yansıtmaktadır.

Kısacası insanın ölümlü ve kısa dünya hayatının iki ağlamak arasın­da bir tebessümden ibaret olduğunu anlatan bir rahmet esintisidir. [59]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, âhiret hayatı hakkında kısa bilgi verildi. İkinci hayatın başlangıcı ve ilk gelişme safhası çok duyarlı, uyarıcı ve yönlen­dirici bir anlatımla işlendi. Böylece iki hayat arasında, Kur'ân'ın yüksek beyânı doğrultusunda sağlam bir köprü kurmamız ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, sadece nurdan yaratılan, nefis denilen hayvanı duygulardan tertemiz olan meleklerin ilâhî emre nasıl uydukları; İblîs'in ise nefsinin kibirlenmesinin tesiri altında kaiarak emre muhalefet ettiği belirtiliyor. Bununla İbiîs'in ne için yaratıldığına işaretle, onun kıyamete kadar insanları saptırmaktan başka bir işle meşgul olmayacağı hatırlatı­lıyor. Kâinat plânına göre yerler ve gökler yaratıldığında Cenâb-ı Hakk'in hiç bir mahlûku ona şahit kılmadığı, yani hiçbir şeyden yardım ve destek görmesinin söz konusu olamıyacağı bir bilgi mahiyetinde veriliyor. Sonra da bunca belge ve âyetlere rağmen Allah'ı bırakıp başka şeylere tapan­ların kendi kendilerini nasıl aldatıp mahvettikleri bildiriliyor. Âhirette tap-tıklarıyla kendi aralarına ateşten bir dere konulacağı, Allah'tan başka hiç bir şeyin onlara destek ve yardımcı olmaya güç bulamıyacağı açıklanıyor. [60]

 

Meali   :

 

50— Hani bir zamanlar meleklere, «Âdem'e secde edin» demiştik de onlar hemen secde etmişlerdi; ancak İblîs değil; o cinlerden idi; Rabbınm buyruğunun dışına çıkmıştı. Böyle iken beni bırakıp da onu ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz?! Oysa onlar size düşmandırlar. Zâlimler için ne kötü bir değiştirme!

51— Ben onları ne göklerle yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yara­tılışına şahit kılmadım (hazır bulundurmadım) ve ben saptıranları da (hiç­bir zaman) yardımcı edinmedim.

52— O gün (Allah) «iddia edip durduğunuz ortaklarımı çağırın» buyu­racak. Onlar da çağıracaklar ama kendilerine onlar cevap veremiyecek-ler; aralarına ateşten bir dere koyacağız.

53— Günahkâr suçlular Cehennem'i görürler d© ona düşeceklerini iyice anlarlar, ama bundan çevrilip kurtulacak bir yer bulamıyacaklar.

 

İlgili Hadîsler

 

«Melekler nurdan, İblîs ise yalın ateşten; Âdem de size vasfedilen şey­den (yapışkan karo bir balçık)dan yaratılmıştır.» [61]

Osman b. Ebî Âs (R,A.) anlatıyor: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e dedim ki:

  Ya Resûlellah! doğrusu şeytan benim namazım ve kıraatim arası­na girip beni şaşırtıyor,

Allah Resulü (A.S.) şöyle buyurdu :

  O şeytandır, ona Hanzeb denilir. Onun ara yere girdiğini hisset­tiğinde ondan Allah'a sığın ve sol tarafına üç defa tükürür gibi yap.

Ben de öyle yaptım ve Allah onu benden uzaklaştırıp giderdi..» [62]

Açıklama :

Hadîs senedi itibariyle zayıf görülmüş ve o bakımdan müctehit imam­lar bunu kendilerine belirtilen konuda delil ve dayanak seçmemişlerdir.

«Şüphesiz ki İblîs tahtını su üzerine kurar. Sonra da av a nesini etrafa salar. Onlardan onun katında derece ve makamı en aşağı olanı, en büyük fitne çıkaranıdır. Onlardan biri gelip der ki: «Şöyle şöyle yaptım.» İblîs ona: «Bir şey yapamamışsın» der. Bir diğeri gelip, «ben kadınla kocasının arasını bozup ayırıncaya kadar işimi bırakmadım,» der. İblîs onu kendine yaklaştırır ve: «Evet sen...» diye iltifat eder.» [63]

«Doğrusu kâfir Cehennem'i dört yüz yıllık mesafeden görünce ona düştüğünü sanır.» [64]

 

İblîs'in Secde Etmemesi

 

Kur'ân-f Kerîm'de münasebet düştükçe meleklerin Âdem'e saygı sec­desinde bulundukları, İblîs'in ise, bu hususta ilâhî emre uymadığı on bir

yerde açıklanır. Bu önemli konu bize şu iki hususu hatırlatmaktadır:

1—  Her şey insan için, o da Allah'ı bilip O'na kullukta bulunmak için yaratılmıştır.  Allah'ın  hürmete  lâyık yarattığı  insanın  fiziksel  ve  ruhsal yapıları, her yönüyle yaratanın varlığını, birliğini, kudretinin kemâlini isbat etmekte ve sadece O'nun hilkat.damgasını taşımaktadır. Onun için insan mükerremdir ve öyie olunca da meleklerin ona saygı makamında, ilâhî sa­natın muhteşem eseri önünde eğilmeleri emredilmiştir.

O halde insan kendi yerini, değerini ve saygınlığını bilmeli ve ölünce-ya kadar korumalıdır.

2—  Kendinde hayvanî sıfatları taşıdığından birçok ihtiyaçlarla dün­ya pazarına gelen insanın hayatını iyice hareketlendirmesi; ardı-arkası ke­silmeyen  bir mücadeleye girmesi ve içindeki  cevherin  gerçek değerinin ortaya çıkması için dıştan nefsini harekete geçirecek, onu birtakım heves­ler peşinde koşturacak bir fısıltı ve dürtü söz konusudur. İnsana ebedî düşmanlığını ifân eden İbfîs bu iş için faaliyet halindedir. [65]

O halde varlığındaki sanatın yüoeliğiyle asıl sanatkârı bulup bilen in­san, her zaman saygınlığını, Kur'ân'ın deyimiyle mükerremliğini anlar ve korumaya çalışır. Böyle olunca da İblîs'i dost edinmez.

İblîs ile dostluğun anlamına gelince, onu şöyle açıklayabiliriz: Nefsi­mize verdiği şüphe, vesvese sinyalleri doğrultusunda hareket edip ona uymamız, aramızda dostluk bağlarının kurulmasına sebep olur. Kan da­marlarından içeri girmesine, kalbimize ve dimağımıza nüfuz edip bir takım olumsuz tesirler bırakmasına imkân vermiş sayılırız. Bunun aksine on­dan kaçıp uzaklaşmamız, vesvesesinden Allah'a sığınmamız, onunla ara­mızdaki düşmanlığı kuvvetlendirir ve böylece İblîs'in üzerimizde ciddi bir sultası kalmaz. [66]

 

Allah'ı Bırakıp İblisi Dost Edinmek Ne Fena!.

 

<<Böyle iken benî bırakıp da onu ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz?! Oysa onlar size düşmandır­lar.»

Şüphesiz İblîs de, Allah'ın, sözü edilen hikmetleri doğrultusunda yarat­tığı mahlûklardan biridir. Ne Allah'ın ortağıdır, ne de O'na denk ve benzer olabilir. İblîs'i dost edinip peşine takılmak, hayat direksiyonunu onun eli­ne vermek, insanın kendisinden çok aşağı bir mahlûkun buyruğu altına girmesi demektir. Oysa kendi azizliğini bilip Hakk'a kul olmanın idraki için­de bulunan insan meleklerden bile üstündür.

Ne İblîs, ne de ilâhlaştırılan kahramanlar, ne de insan eliyle şekillen­dirilen putlar göklerin ve yerin yaratılışında hazır bulunmuşlar, ne de ken­dileri yaratılırken işin başında bulunmuşlardır. Gerçek bu olunca, onların Allah'ın yardımcıları ve ortaklan olması düşünülemez. [67]

 

Eşyayı İlâhlaştıranlar

 

Allah'ı bırakıp bazı varlıkları Allah'a ortak sayacak şekilde sevip ilâh-laştıranlar, her şeyden önce kendi azizliklerini ve Allah yanındaki şerefli yerlerini zedelemekte, varlık âleminde kendilerine ayrılan «mükerremlik makamından aşağı inmektedirler. Bu bir bakıma insanın önce kendi hıl-katındaki hikmete ve sonra da kâinat düzenine ters düşmesi demektir.

Onun için Cenâb-ı Hak her şeyin ortaya döküleceği gün, bu şaşkın­lara: «İddia ettiğiniz ortaklarınızı çağırın..» buyuracak. Ne çare ki cevap veren bulunmayacak. Çünkü ortak koştukları şeylerin başları dertte, yar­dımcıları azaptadır. O bakımdan aralarına ateşten bir dere konulur. Zira onlar dünyada o yaratıkları kendileriyle Allah arasına bir engel olarak koy­muşlardı..

İşte günahkâr suçluların o günkü hali!. Ne yar, ne yardımcı, ne kar­deş, ne dost, ne de ilâhlaştırdikian şeyler.. Hiçbiri kendine mâlik değildir, her birinin kendine yetecek kadar derdi ve sıkıntısı vardır. [68]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Âdem Peygamber'e saygı ifade eden secde ko­nusunda meleklerle İblîs arasındaki farklı duruma temas edildi. Böylece İblîs'in Âdem'e ve zürriyetine düşman olduğu hatırlatılarak, onun peşine takılmanın insanı dalâlete sürükleyeceğine işaret edildi. Allah'ı bırakıp İb-iîs ve benzeri bâtıl mahlûklara tapmanın insana yakışmadığına atıf yapı­larak inkarcı nankörler için hazırlanan uhrevî azaba dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırt eden Kur'-ân'da insan için lüzumlu her şeyin açıklandığı konu edilerek, sadece ak­lın ve zekânın yeterli olmadığı, ilâhî beyâna mutlaka ihtiyaç bulunduğu belirtiliyor. Bunun aksine bir yol tutanlara, kendilerinden önceki inkarcı sapıkların akibeti hatırlatılıyor. Peygamberlerin hizmet verirlerken iki esas­tan ayrılmadıkları bildiriliyor. İnsanlara, dönüş yapıp doğru yolu seçerler diye son nefeslerine kadar mühlet verileceğine dikkatler çekilerek inkâr­larını zulüm ve ahlâksızlıkla birleştirmedikleri takdirde hemen cezalandırıl-mıyacaklanna işaret ediliyor. Daldıkları gafletten uyanırlar diye bir defa daha yok edilen kavim ve milletlerin başlarına indirilen ilâhî azabın sebe­bi üzerinde duruluyor. [69]

 

Meali:

 

54—  And olsun ki biz bu Kur'ân'da insanlara (bilgiler, ibretler ve öğütler alınacak) her türlü misâli birer birer, tekrar tekrar açıkladık. İn­san her şeyden çok tartışıp durandır.

55—  Kendilerine doğru yolu (gösteren) geldiği halde insanları imân etmekten ve Rablarından bağışlanmalarını dilemekten alıkoyan şey, ken­dilerine de öncekiler hakkında uygulanan (ilâhî) sünnetin gelmesini veya azabın kendilerine yön el ip gelmesini(ni beklemeleri) d ir.

56—  Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak gön­deririz. Küfredenler ise, hakkı bâtıla yerinden kaydırıp çürütmek için uğ­raşıp dururlar. Âyetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarıları alay konusu edinirler.

57—  Rabbının âyetleri kendisine öğüt yollu hatırlatıldığı halde ondan yüzçevirenden ve ellerinin önce işleyip öne sürdüklerini unutandan daha zâlim kim vardır? Şüphesiz ki biz onların kalpleri üzerine anlamalarını en­gelleyecek perdeler gerdik ve kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Onları doğ­ru yola çağırsan, yine de doğru yolu asla bulamazlar.

58—  Rabbın rahmet sahibi olup bağışlayandır. Eğer onları kazanıp elde ettiklerinden dolayı yakalayıp (hesaba   çekseydi)   herhalde   onlara azabı acele ederdi. Ama onlar için va'dedilen bir vakit vardır; (o vakit ge­lince artık) ondan kaçıp sığınılacak hiçbir yer bulamıyacaklardır.

59—  İşte zulmettikleri zaman yok ettiğimiz kasabaların kalıntıları or­tada)! Onların da yok edilmelerine bir süre belirlemiştik.

 

İlgili Hadîs

 

Hz. Ali (R.A.) anlatıyor:

— Bir gece saatinde Resûlüllah (A.S.) kapımıza geldi. Benle Fatıma uyuyorduk. «Kalkıp namaz kılmaz mısınız?» diye seslendi. Ben de : «Yo Resûlellah! canlarımız Allah'ın kudret elinde bulunuyor. O dilediği zaman bizi kaldırır» dedim. Peygamber (A.S.) Efendimiz benim bu sözüm üzerine bir şey demeden ayrılıp gitti. Sonra işittim ki, Efendimiz (A.S.) giderken eli­ni dizine vurup, «Şu insanlar her şeyden daha çok tartışıp çekişirler!» bu­yurmuştur. [70]

 

Kur'ân'da Tekrarlanan Ve Açıklanan Hususlar

 

«And olsun ki biz bu Kur'ân'da insanlara (bilgiler, ibretler ve öğütler alınacak) her türlü misali birer bi­rer, tekrar tekrar açıkladık..»

Kur'ân, insanın sayısız ihtiyaçlarını karşılayacak zenginlikte indiril­miş; beşer hayatını düzende tutacak hükümler, öğütler, ibretler, va'dler ve vaîdlerie donatılrnış ve bilimsel araştırmaya imkân vermek İçin ana fikir­ler, temei bilgiler getirmiştir.

Bazı hükümler, va'dier, vaîdler, misal ve öğütler yer yer tekrarlanır. Aslında bunlar birer tekrar değildir. Çünkü her biri bulunduğu cümle için­de, bağlı bulunduğu konu çerçevesinde farklı mana ve hükümler taşır. İlk bakışta tekrar gibi görünmesi, konuya karşı insan idrâkini uyanık tutmak İçindir, aynı zamanda hafızada bıraktığı izi derinleştirmek gibi bir amaca yöneliktir. Nitekim yer yer bunun açıklamasını misallerle yapmış bulunu­yoruz.

İnsan kafasının ürünü olup onun kaleminden çıkan ve bazı konulan, misalleri ve görüşleri yer yer tekrarlayan her kitap bıkkınlık verir. Hatta aynı paragrafta aynı cümle, ya da kelimenin İki, üç defa tekrar edilmesi, onun akıcılığını, çekiciliğini düşürür; okuyucusundan iyi bir not almaz. Çünkü insan, yaptığı tekrarı ayrı hükümlere veya öğütlere yöneltip deği­şik manalar verecek, muhatabının kafasında farklı bilgiler doğuracak güç­te değildir.

İşte Kur'ân'ı diğer bütün kitaplardan ayıran özelliklerinden biri de budur. Nitekim yukarıda da değindiğim gibi, biz tefsirimizde onun bu özel­liğinin inceliğini ve hikmetinin zerafetini zaman zaman İşleyip açıklama­ya çalıştık.

Kuru ve kısır bir meali veya ilmî değeri olmayan bir tefsiri okuyan ki: silerin Kur'ân hakkında bazan hayal kırıklığına uğradıklarını duymakta­yız. Bunun sebeplerinden biri, Kur'ân'daki yücelik ve inceliği, ilâhî hikmet ve metodu idrâk edememelerindendir. Buna tam olmasa bile, yakın  bîr örnek vermek istersek, yüksek seviyede hukukçuların hazırladığı bir ana­yasayı gösterebiliriz. Hukukî bilgisi olmayan, yasanın gerekçesini bilme­yen bir kişinin onu okuyup anlaması ne derece doyurucu olur? Kur'ân ise, kıyas ölçüsüne girmeyecek bir güç ve kudrette hazırlanıp indirilmiştir. O bütün çağlara, sosyal gelişmelere, gelişen  ilimlere ve milletlere seslen­mektedir. Alanı bu kadar geniş olan bir kitabı dosdoğru anlayabilmek için mutlaka uzman kalemlerden çıkan kapsamlı, plânlı ve programlı tefsîre ih­tiyaç vardır. [71]

 

Her Uzman, Kur'ân'da Kendine Ait Bir Şeyler Bulabilir

 

Kur'ân çok yönlü, çok kapsamlı bir kitaptır. Bütünüyle ilâhîdir. Her sınıf insana rehber olacak, yol gösterecek yüksek anlamda bir kudrettir. O bakımdan bilgi ve kültür seviyesi ne olursa olsun, herkes uzmanlığı, kül­türü, bilgisi, zekâsı ve idrâki nisbetinde Kur'ân'dan nasibini alabilir.

Şüphesiz ki, bu dediklerimiz boş bir övgü, delilsiz ve dayanaksız bir abartma, ya da Kur'ân'ın yüceliğini yansıtma babında edebî bir yakıştır­ma değil, gerçeğin kendisidir. Buna birkaç misal vermek suretiyle merak­lıları aydınlatmaya çalışalım :

a)  Yüksek düzeyde bir fizik âlimi, yerkürenin iki ayrı    hareketi,    bu­lutların elektrik üretmesi, yer ile gökteki cisimlerin önceleri tek bir parça halinde olduğu, zira ikisinde   aynı   elementlere rastlandığı   hakkında ana fikirler, temel bilgiler bulabilir.

b)   Uzman bir biyolog, insanın yaratılışı, hücrelerinin taşıdıkları canlı­lık vasıfları, sperma ve dölyatağı, ceninin ana rahmindeki gelişme safha­ları hakkında temel bilgiler görebilir.

c)  Bir hukukçu, ahkâm-ı şahsiyye, aile hukuku, devletler hukuku, ka­mu hukuku ve hukukun diğer dallarıyla ilgili birçok hükümleri, ana fikirleri bulup çıkarabilir.

d)   Eğitimci, uzman pedagog lüzumu kadar malzeme toplayabilir,

e)   İş adamı, iş ahlâkının bütün inceliklerine rastlayabilir.

f)  Devlet adamı, halkı idare etme sanatının ana hatlarını, idare eden­le, idare edilenler arasındaki münasebetin kural ve prensiplerini bulup tes-bit edebilir.

g) Uzman bir iktisatçı, iktisadî konularda kendine göre, bölümler, fi­kirler, temalar bulabilir.

h) Yine uzman bir psikolog, insan ruhunun birçok yanlarını, incelik­lerini seçip lüzumlu malzemeyi toplayabilir.

İşte ilgili âyetle Kur'ân'ın bu çok yönlülüğüne işaret edilerek ilgimiz : uyandırılmak istenmektedir: «And olsun ki, biz bu Kur'ân'da insanlara (bil­gi, ibret ve öğüt) olacak her türlü misali (konuyu) birer birer, tekrar tekrar açıklamışızdır.» [72]

 

İnsan En Cok Tartışan Bir Canlıdır

 

«İnsan her şeyden çok tartışıp durandır.»

Tartışma duygusu insanda yaratılıştan mevcuttur. Sonra doğup bü­yüdüğü çevre ya bunu geliştirir, ya da köreltir; ya meşru sınırlar içine alıp insaf ölçülerine döndürür, ya da başı boş bırakıp onu mütecaviz, kırıcı, saygısız yapar. Bilindiği gibi, tartışma; benzerleriyle yarışa çıkıp üstün gelme isteğinden kaynaklanır. Ancak bu istek ve doğurduğu tartışmanın temelinde cehalet ve bencillik varsa, kötü ve tehlikeli sonuçlar doğurur ve­ya doğurabilir. Bunun aksine temelinde ilim, irfan, hakkaniyet ve sağlam imân varsa, çok yararlı sonuçların meydana çıkmasını sağlamaya vesîle olur. Nitekim İmam Şafiî diyor ki: «Ne kadar bir ilim adamıyla bir konu üzerinde görüş alış-verişinde bulundumsa, mutlaka hakkın onun dilince tecelli etmesini Allah'tan diledim, onun mahcup olmamasına özen göster­dim..» diyerek tartışmayı bencillik duygusunun dışında tutmayı, ahlâk ve fazilet çerçevesine almayı ve insanları mahcup etmek için en küçük bir girişimde bulunmamayı tavsiye etmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm insanın psikolojik yapısında yer alan bu duyguyu, kü­für ve cehaletle birleştiği için yermekte, fakat insanın bu duygu ile doğ­duğuna işaret ederek yararlı bir seviyeye getirilmesini, meşru sınırlar için­de tutulmasını öğütlemektedir. [73]

 

Felâket Gelince Uyanmak

 

«Kendilerine doğru yolu (gösteren) geldiği halde insanları imân etmekten ve Rablarından bağışlanmalarını dilemekten alıkoyan şey. kendilerine de öncekiler hakkında uygulanan (ilâhî) sünnetin gelme­sini veya azabın kendilerine yönetip ge!mesi(ni beklemeleredir.»

İnsanlardan bir çoğu felâket ve musibet kamçısını âdeta bekler durur. Bunun için ne peygamberi, ne de din mürşitlerini dinlerler. Kulakları hak­ka karşı tıkalı, gözleri kör, kalpleri ters dönmüştür. Daha çok duygularının esiridirler. Ancak gözleriyle gördüklerine inanırlar. O yüzden akıllarının alanını iyice daraltırlar, daha doğrusu akıllarını duygularının emrine verip nefislerinin hevesleri peşine takılırlar.

Bir kısmı da kendilerini duygusallığın dar çerçevesinden çıkarıp akıl­larını ilimle birleştirerek görüş ufuklarını hayli genişletirler. Bununla be­raber kâinattaki denge ve düzende ilâhî damgaya dikkat etmedikleri için yaratanı dosdoğru tanımazlar, O bakımdan kitap, peygamber, kabir, âhi-ret, hesap, ceza, mükâfat ve ebedî hayat hakkında hep şüpheci davranır­lar.

Bunun sebebi açıktır:

Duygunun alanı dar ve çoğu zaman karanlıktır. Akılla birleşip onun rehberliğini kabul ederse, hareket alanı genişler ve önünü görmeğe baş­lar. Bu kadarı da yeterli değildir. O halde aklın da bir güce, yönlendirici bir kudrete ihtiyacı vardır, o da ilim ve irfandır. Bu birleşme ile aklın da gö­rüş ve tesbit alanı hayli genişler, bilgi ve görgüsü artar. Ama bu düzeyde olan kişi her zaman, içinde bir boşluğun varlığını, ruhundan yükselen bir sesin, bu boşluğu bir an önce doldurmasını istediğini duyar. Böylece çok ilerisini karanlık görmeğe başlar ve ümitsizlik bir kâbus gibi sık sık üze­rine çöküp ağırlık yapar. Bu kâbustan kurtulmak için bilgisini, aklıyla bir­likte harekete geçirip arayışa başlar; kâh inkâra, kâh ikrara yönelir. Der­ken bir bocalama havasına girmiş olur.

Bu durumda olan kimse, akılla birleşen ilmini din ve imânla birleştirip bütünleştirirse, ufku genişler, yolundaki engeller bir bir kalkar, içini kemi­rip sıkan umutsuzluk yerini umut ve güvene terkeder. Böylece ruhundaki boşluğu en uygun şekilde doldurur ve buna ne kadar çok muhtaç bulun­duğunu daha iyi anlamaya başlar. Sonra da kendisine doğru yolu göste­ren Cenâb-ı Hakk'ın önünde eğilerek teslimiyet gösterir. [74]

 

Allah Dünyada Hesabı Da, Azabı Da Acele Etmez

 

«Rabbın rahmet sahibi olup bağışlayandır. Eğer onları kazanıp elde ettiklerinden dolayı yakalayıp (hesaba çekseydi) elbette onlara azabı acele ederdi. Ama onlar için va'dedilen bir vakit vardır; (o vakit gelince ar­tık) ondan kaçıp sığınacak hiçbir yer bu la m ly ocaklardır.»

Dünya olgunlaşma, hayatın anlamını anlama, zevkini alma, çilesini çekme, nimetin külfet karşılığında gerçekleşeceğini idrâk etme yeridir. Âhiret ise, hesap, mükâfat ve ceza yeridir. Bu öyle bir sünnet, yani ilâhî kanundur ki değişmez. Eğer dünya işlenilen iyilik ve kötülüklerin, sevap ve günahların Allah tarafından hemen uygulanacak hesap, ceza ve mü­kâfat yeri olsaydı, düzen bozulur, âhiretin anlam ve hikmeti kalkardı ve o takdirde dünyada ölümsüz bir hayatın sürmesi gerekirdi. Öyle olunca da dünya insanlara çok dar gelir, büsbütün bir çıkmaza düşülür ve denge di­ye bir şey kalmazdı. Ayrıca kötülük işleyene Allah tarafından hemen azap verilme kanunu câri olsaydı, insanlar ister istemez kötülükten kaçınacak­lar, benimsemedikleri halde iyi görünmeğe çalışacaklardı. O zaman da aklın, idrâkin, irfanırr ölçü ve değeri olmaz, insan bir robot misali dar.bir çerçeve içinde kalmaya mahkûm olurdu.

İşte bu ve benzeri mahzurlar ortaya çıkmasın diye Cenâb-ı Hak dün­ya hayatını ezelde hazırladığı mükemmel bir plâna ve düzenlediği kusur­suz bir programa bağlamış ve insanların birbirlerini denetlemesini emret­miştir. Artık ne kimsenin iyiliklerinden, ne de inkarcıların kötülüklerinden dolayı o plân ve programını değiştirmez, kurulan hayat düzeni hedefine doğru ağır adımlarla ilerler. Bunun için «Dünya âhiretin tarlasıdır. İyi ve kötü ameller bu tarlaya atılır, âhirette filizlenip ürünleri harman edilir» de­nilmiştir.

Peygamberlerin de görevi, bu iki hayatı bütün özellikleriyle, hikmet ve amaçlarıyla anlatıp insanları irşat etmektir. [75]

 

Hak Ve Bâtıl Kavramları

 

Dünyanın kuruluş düzeninde bu iki kavrama yer verilmiştir. O bakım­dan hak ile bâtılın sürtüşme ve tartışması ilk insanla başlamış ve insan­oğlunun son bulmasıyla son bulacaktır. Neden bu iki zıt kavram? Çünkü biri diğeriyle hem daha iyi bilinmekte, hem de daha ölçülü ve anlamlı gelişme imkânı bulabilmektedir. Zaten dünya hayatı zıtların cirit attığı, sürtü­şüp tartıştığı, çarpışıp vuruştuğu bir ortam özelliğindedir. Dünya olmasının da anlam ve hikmeti budur. Böyle olmasaydı, insanın dünyaya getirilme­sine gerek kalmazdı. Çünkü hayatın tadını, ölçüsünü almanın, çilesini çek­menin gerçek yüzünü, zıtların sürtüşmesi ve tartışması tanıtıp öğretir. Toplumu bu duygu harekete geçirir, fertler böyle bir ortam içinde durma­dan çalışıp mücadele etme ihtiyacını duyarlar.

Öylece insanlar bulundukları yöre ve çevreye, yer aldıkları sosyal mu­hite göre bu iki zıt kavramdan birine sahip çıkarlar. O nedenle fikirler mü­sademeyi yönelir, araştırma ve incelemeler yapılır; eğitim ve öğretim prog­ramları düzenlenir. Derken çeşitli alanlarda yarışmalar başgösterir.

Bâtıldan yana olanlar ise, hakkı yerinden kaydırıp çürütme çabasın­da bulunurlar. Çünkü yetişme tarzları, eğilimleri, aldıkları bilgi ve edindik­leri fikir birikimi sebebiyle hakka ters düşmüşlerdir. O bakımdan kendile­rini için için rahatsız eden bu kavramdan kurtulmak için onu çürütüp be­lirsiz hale sokmak gerekir. Bunun için de ardı-arkası kesilmeyen müca­deleye girişirler, nefisleri hep önde yürür. Bâtılı ideolojik kalıba döküp çe­kici hale getirme gayretleri sürüp gider. Kutsal değerlere inanmazlar, ilâ­hî âyetleri alay konusu edinirler. Dinin afyon olduğunu savunurlar. Kur'ân için «çöl kanunu» veya «ilkel insanlara göre düzenlenmiş bir kitap» diye birtakım gerçek dışı yakıştırmalarda bulunurlar. Hürriyeti tek taraflı ka­bul ederler. Şirretlik, şarlatanlık ise değişmeyen sanatlarıdır,

Hak ise, hiçbir zaman şarlatan ve şirret değildir ve olamaz da.. O hep ağır başlıdır, temkinli adımlarla ilerler. Hoşgörü onun mizacı, sabır onun kalkanı, imân değişmeyen temeli, fazilet mayasıdır. Güzel ahlâk onun ren­gi, terbiye onun karakteridir. İlim rehberi, sağduyu yardımcısı, akıl destek­çisidir. Hak haklılığını isbat edinceye kadar bu vasıflarını eksiltmez, bila­kis artırır. Demagoji yapmaz. Gerçek ortaya çıkınca tereddüt etmeden ka­bul eder.

O halde hakkın üstün gelmesinin bazı şartiarı söz konusudur ki, on­lara kısmen işarette, bulunduk. Hakkı temsil eden, ya da savunanlar, o şartlar ve sıfatlarla kendilerini behemahal donatmalıdırlar. Şüphesiz bu da bir eğitim ve öğretim işidir. [76]

 

Bâtılı Savunanların Kalpleri Kılıflıdır

 

«Şüphesiz ki biz onfann kalpleri üzerine, anlamalarını engelleyecek perdeler gerdik ve kulaklarına da bir ağırlık koyduk..»

Bâtılı savunanların içlerindeki katmerleşmiş inkâr, kalbin yüee âleme açılmasına, ya da yüce âlemden inen feyiz ve rahmet havasını almasına engel teşkil eder. Bu mânevi bir perde, ya da kılıftır ki, kalbi bütünüyle ku­şatır. O bakımdan tesiri kalpten kulağa vurup sağduyuyu mefluç hale ge­tirir ve artık öylesinin Hakk'ın sesini işitmesi zorlaşır ve bazan da imkân­sız hale gelir.

İşte Allah'ın inkarcıların kalpleri üzerine perde germesinin ve kulak­larına bir ağırlık koymasının yorumu budur. Fiillerin Allah'a nisbet edilme­si, suçlu günahkârların O'nun sünnetine ters bir yol tutmalarını düşünme­mize yönelik bir anlatım tarzıdır.

İnsanın iç âleminde öyle cereyanlar, değişmeler, tıkanmalar, duygu­suzluklar dönüp dolaşır ki onları görmek, ya da dıştan bakıp hemen anla­mak mümkün değildir. Kalp nasıl kılıflanır, ya da ilâhî feyiz ve İnayeti al­maya nasıl hazır duruma gelir? Bunu anlayabilmek için küfrün ve karşıtı olan imânın ruh iklimi üzerindeki tesirlerini bilmemiz gerekmektedir. Ruh üzerindeki bilimsel araştırmalar henüz bu incelikleri anlayamamış ve an­layamadığı için de tatminkâr bir çözüm getirememiştir. Bu konuya en do-yuruçu yaklaşımı, Kur'ân ve hadîslerin ışığı altında İslâm tasavvufu sağ­lamıştır.

Kalbin hakiki imân cevherinden mahrum kalması, ruha sıkıntı ve bu­nalım verir, Bu sıkıntı sinir sistemine sirayet eder; derken inkarcının büs­bütün inat ve sapıklığını, körlük ve sağırlığını artırır. İnkâr genellikle ümit ve güven veren bir amaca yönelmediği için, ruhun yüce âlemle olan irti­batını dumura uğratır. Böylece her geçen gün hak ile aralarındaki mesafe açılır ve ona karşı amansız bir hasım kesilir.

Şüphesiz bu  hal,  ruhî ve  kalbi bir marazdır ki,  tedavisi çok zordur Meğer ki Cenâb-ı Hak hidâyet vermiş ola..

Û bakımdan ilgili âyetle «Onları doğru yola çağırsan elbette doğru yo­la gelmezler..» buyurularak, bu marazın ne kadar müzminieşîiğine işarette bulunulmaktadır. [77]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'da insan için lüzumlu olan konuların bir bir açıklandığı belirtildi. İnkârda ısrar eöen sapıkların dönüp geçmişte o yüzden meydana gelen elim olaylara bakmaları hatırlatıldı. Peygamber­lerin insan aklını ve düşüncesini doğruya yönlendirme göreviyle gönderildiklerine işaret edildi. İlâhî tebliğ ve irşattan yüz çevirenlerin kendilerine nasıl haksızlık ettikleri konu edilerek Allah'ın geniş rahmet ve mağfiret sahibi bulunduğu, plânı gereği azap etmekte aceleci olmadığı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Musa Peygamber ile Allah'ın salih kullarından bir kul (Hızır) arasında geçen ve bize bilmediğimiz çok şeyler öğreten ta­rihî kıssanın önemli safhaları, ibretli yanları anlatılıyor. Böylece ledünnî il­min farklı ölçüde tecelli ettiği, bir peygambere verilen bilgi ile, sâlih bir kula, büyük bir veliye verilen bilgi arasında birtakım farklı yanların olduğu izah ediliyor. [78]

 

Meali:        

 

60—  Hani bir zaman Musa, genç (arkadaşına): «Ben iki denizin bir­leştiği yere ulaşıncaya kadar hiç durmadan gideceğim, ya da (bu uğurda) yıllar geçireceğim» demişti.

61—  İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular. Ba­lık ise, denize bir delikten girip yolunu bulmuştu.

62—  Orayı geçtiklerinde Musa, genç arkadaşına, «azığımızı bize ge­tir; and ofsun ki, bu yolculuğumuzdan yorgun ve bitkin düştük» demişti.

63—  O da, «gördün mü, o kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben ba­lığı unutmuştum, onu hatırlamamı bana ancak şeytan unutturdu. Balık ise denizde şaşılacak şekilde yolunu tutup gitmiş» dedi.

64—  Musa ona : «aradığımız bu ya» dedi ve izleri üzerine gerisin ge­ri döndüler.

65—  Böylece onlar kendisine yanımızdan  bir  rahmet  verdiğimiz  ve katımızdan bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul buldular.

66—  Musa ona dedi ki : «öğretildiğin ilimden bana, doğruya iyiye ile­ten hususları öğretmen için sana uyayım mı?»

67—  O, «sen benimle beraber bulunmaya herhalde pek sabredemez-sin» dedi,

68— «İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?»

69—  Musa ona : «inşaallah beni sabırlı bulursun, hiçbir işte sana kar­şı gelmiyeceğtm» dedi.

70—  O, «o halde bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça hiçbir şey­den (sebep ve iç yüzünden) sorma» dedi.

71—  Anlaşıp gittiler. Sonunda bir gemiye bindiler, derken o kul ge­miyi deldi. Musa ona : «içindekilerin! boğmak için mi onu deldin? Doğrusu korkunç bir şey yaptın!» dedi.

72—  o, «ben sana demedim mi, benimle birlikte bulunmaya dayana­mazsın?» dedi.

73—  Musa, «unuttuğumdan dolayı bana çıkışma ve bu işimde bana zorluk çıkarma» dedi.

74—  Derken  yollarına  devam  ettiler;  sonunda  bir  oğlan   çocuğuna rastladılar. O kul, o oğlanı öldürdü. Musa, «bir cana karşılık olmaksızın tertemiz masum bir canı mı öldürdün? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!» dedi.

75—  O, Musa'ya: «ben sana demedim mi, benimle beraber bulunma­ya sabredemezsîn?» dedi.

76—  Musa ona : «bundan böyle senden bir şey sorarsam, artık ba­na arkadaşlık etme, dedi. (Çünkü o zaman) benden yana özür (beyân ede­cek ortama) gelmişsin demektir. (Artık mazur sayılabilirsin).»

77—  Yine yollarına devam ettiler, derken bir kasaba halkına vardılar ve onlardan yiyecek istediler. Onlar bu iki (yabancıyı) misafir edinmekten kaçındılar. O kasabada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvara rastladılar; o kul onu doğrulttu. Musa, «isteseydin buna karşılık ücret alırdın,» dedi.

78—  O kul, «işte bu benimle senin ayrılmamız! O sabredemediğin şey­lerin yorumunu sana anlatacağım :

79—  Gemiye gelince, o, denizde iş gören birkaç yoksulundu, onu kusurlu kılmak istedim ki arkalarında (veya önlerinde) her (sağlam) gemiyi zorla alan bir hükümdar bulunuyordu.

80—  Oğlana gelince, onun ana-babasi ikisi de rnü'min kişilerdi, çocu­ğun onları azgınlığa ve küfre itmesinden endîşe ettik.

81—  Rablarıntn onun yerine onlara temizlikçe daha hayırlısını, mer­hametçe de daha yakınını vermesini diledik.

82—  Duvara gelince, o, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti, altında onlar için bir hazine bulunuyordu; ana babaları da iyi insanlardı. Rabbım o iki çocuğun rüşde erip hazinelerini çıkarmalarını, kendi katından bir rah­met olarak diledi. Ben bu hususları kendi görüşümle yapmadım. İşte sab-redemediğin hususların yorumu budur!» dedi.

 

İlgili Hadisler

 

Tabiînden Saîd b. Cübeyr anlatıyor:

— İbn Abbas'a (R.A.) dedim ki: Nevf el-Bükâlî, Hızır ile buluşan Mu­sa'nın, İsrail oğullan'na gönderilen Peygamber Musa olmadığını iddia edi­yor. Buna ne dersiniz?

İbn Abbas (R.A.) şöyle dedi: «O Allah düşmanı yalan söylüyor. Ubey b. Kâb (R.A.) Peygamber (A.S.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu haber ver­di :

«Şüphesiz ki Musa (A.S.) bir gün İsrail oğulları arasında ayağa kalkıp bir konuşma yapmıştı. O sırada birisi ona: «İnsanların en bilgini kimdir?» diye sormuştu. Musa (A.S.) da, «Benim...» diye cevap vermişti. Bu yüzden Alfah onu, bilgiyi Allah'a ait kılmadığı için kınamış, sonra da ona şöyle vahyetmişti: «Ya Musa! Benim, iki denizin birleştiği yerde bir kulum var.» Musa da, «Ya Rabbi! Onunla nasıl görüşebilirim?» diye sorunca, Cenâb-ı Hak ona: «Yanına bir balık al, onu bir zenbile yerleştir. Artık o balığı ne­rede kaybedersen, işte sözünü ettiğim kulum oradadır» diye buyurmuştur. Bunun üzerine Musa (A.S.) balığı zenbile koyup genç Yusa1 b. Nun'u da yanına alarak yola çıkmışlar. Sonunda bir kayaya gelip orada uyumuşlar. Balık orada kendine bîr yol bulup gitmiş. Ama Allah onu o kesimde dur­durmuş. Musa (A.S.) ile arkadaşı uyanınca, Yuşa' balığın kaybolduğunu hatırlatmayı unutmuş ve öylece yollarına devam etmişler. Günün kalan kısmında ve gecesinde yol almışlar. Sabah olunca Musa (A.S.) ona: «Bu yolculuğumuzdan bize yorgunluk ve bitkinlik geldi...» demiş.. Ve olay Kur'-ân'da açıklandığı şekilde anlatılmış. Dönüşlerinde o kayanın yânında Hızır ile karşılaşmışlar.....» [79]

İbn Cerîr'in İbn Abbas'dan (R.A.) yaptığı rivayette ise, olayın başlan gıcı şöyle ifade edilmiştir:

  Musa (A.S.), Rabbına niyazla demiş ki:

  Ey Rabbım! hangi kulun sana daha sevgilidir? Allah ona :

  Beni anan, unutmayan kulum... Diye cevap vermiştir.

  Hangi kulun daha iyi hükmeder?

  Hak ile hükmedip kendi hevesine uymayan...

  Hangi kulun daha bilgilidir?

  Kendisini doğruya irşat eden bir söz elde eder, ya da kendisini bir felâketten çevirir diye insanların bilgisini kendi bilgisine katan kimse....

  Böyle bir kulunuz yeryüzünde var mıdır?

  Evet.

Ya Rabbî! o kulun kim ola?  

— Hızır...

— Onu nerede bulabilirim?

  Deniz kenarında kayanın yanında balığın kurtulup denize girece­ği yerde... [80]

Böylece Musa (A.S.) yola çıkıyor ve olay anlatıldığı gibi aynen sürüp gidiyor, [81]

 

Musa (A.S.) İle Hızır Olayından Çıkarılan İbretler Ve Öğütler

 

1—  İlim genellikle biri kesbî, diğeri vehbî veya ledünnî olmak üzere iki kısma ayrılır. Kesbî ilimde olduğu  gibi,  ledünnî   ilim de   kişilerin de­rece ve yakınlığına, yani Allah katındaki mevkilerine göre farklılık arzeder.

2—  Peygamberlerin  ilmi  genellikle vehbî,  yani  ledünnîdir.  Allah'tan alıp öylece bilgi sahibi olurlar. Ama her peygamberin özelliğine, içinde bu­lunduğu şartlara, hitap ettiği kavim ve milletin kültür seviyesine göre ken­ti)

dişine bu ilimden verilir. O bakımdan bütün peygamberler Tevhîd İnancı esasında birleşirler, ama diğer fer'î ilimlerde farklı derecelere ayrılırlar. Sebebine gelince: Allah'ın ilminin sonsuz ve sınırsız olduğunu bildirmek ve her bilenden daha çok bir bilenin bulunabileceğini hatırlatmak ve ilim sahiplerinin bilgilerinin farklı olduğuna dikkatleri çekmek söz konusudur. Nitekim ledünnî ilme sahip olan Musa (A.S.)ın bildiklerinin çoğunu Hızır (A.S.) bilmezdi, Hızır'ın (A.S.) bildiklerinin bir kısmını veya çoğunu Musa (A.S.) bilmezdi.

Nitekim Buharî'nin tesbitine göre, Hızır'ın : «Ey Musa! Ben Allah'ın bana öğrettiği bir bilgi üzereyim ki, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın sa­na öğrettiği bir bilgi üzeresin ki onu ben bilmem» dediği rivayet edilmek­tedir. [82]

3— Kişi kendi bilgisiyle böbürlenmemen, daha bilgili kişilerin ve hep­sinin üstünde de Allah'ın daha bilgili bulunduğunu hatırından çıkarmama­lıdır. Çünkü her ilim sahibinin üstünde ondan daha fazla ve farklı bir bilen vardır.

4__Yanımızdaki hizmetçi, kapıcı ve odacılara «efendi» veya «ar­kadaş.,.» diye hitap etmeli, onları üzecek, kıracak isim ve sıfatları kullan­maktan kaçınmalıyız. İlgili âyette, Musa Peygamber'e refakat edip hizme­tinde bulunan Yuşa' b. Nun için «fetâ = genç» tabiri kullanılmıştır.

5—  Bilmediğimiz konuları öğrenebilmek için bazı zorluklara katlan­masını bilmeliyiz. Nîmet külfetsiz olmuyor. Nitekim Musa (A.S.), Hızır'ın il­minden yararlanmak için uzun ve yorucu bir yolculuk yapma ihtiyacını duy­muş ve katlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın muradı da böyle olmasından yana idi. Zira dileseydl Hızır'ı Musa'nın yanına sevkederdi. Nitekim Ashab-ı Ki-râm'dan bazı zatlar, İslâm ülkelerine dağılan arkadaşlarının  Peygamber (A.S.) Efendimiz'den bizzat duydukları hadîsleri onların ağzından dinlemek için develerine binip haftalarca yolculuk yapmışlardır.

6—  Bilgisinden yararlanmak istediğimiz kişiye uymasını, saygı gös­terilmesinin  gereğini,  lüzumsuz  soru  sormaktan   kaçınmasını   bilmeliyiz. Çünkü ilim çok şereflidir, azizdir ve kıymetlidir. Ona sahip olan da o nis-bette şerefli ve azizdir. İlim adamına saygı göstermek, peygamberlerin sün­netidir. Musa Peygamber'in (A.S.) bir bakıma Hızır'a uyup bilgisinden ya­rarlanmaya çalışması bize bu sünneti hatırlatır.

7—  Bilmediğimiz bir konuyu öğrenmekte çok sabırlı ve dikkatli olma­mız gerekmektedir. Çünkü ilim ancak zevk, heves, ilgi ve sabırla elde edi­lebilir.

8—  İç yüzünü bilmediğimiz bir olay, bir mesele ile karşılaştığımızda, duygusallıktan uzak kalıp onun iç yüzünü öğreninceye kadar, bir hüküm vermemek en isabetli yoldur. Bu gibi hususlarda hissimizle değil, aklımız ve imanımızla çözüm aramalıyız.

9—  Karşımıza çıkan bir kazanın hayırlı olacağını, iyi sonuç vereceği­ni düşünmemiz, ilâhî takdire teslimiyetin ifadesidir. Çünkü Allah hiçbir za­man haksızlık yapmaz. O'nun her yaptığında mutlak hayır vardır. Hızır'ın sağlam gemiyi delip kusurlu hale sokması, zahiren masum bir çocuğu öl­dürmesi, kendilerini konuk edinmeyen bir kasabada yıkılmak üzere olan duvarı doğrultması, bunun açık örneklerinden bir kaçıdır.

10—  İyilik yapmayana iyilikte bulunmak, onun için hayırlı olanını dü­şünmek, mü'mine yakışan bir haslettir. Kendilerini konuk edinmeyen ve yiyecek bir şey de vermeyen kasaba halkına ait yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır'ın (A.S.) elini dokundurup doğrultması bize bu gerçeği öğret­mektedir.

11—  Bir velî bir keramet gösterirse, onu kendi re'yiyle göstermez; Rabbının emir ve ilhamı ile gösterir. Hz. Hızır'ın açıklamada bulunması, bunun en güzel misali sayılır. [83]

 

Musa (A.S.) İle Hızır (A.S.) Olayı Üzerinde Yorumlar Ve Rivayetler

 

1— Olayda ismi geçen Musa hakkında farklı görüşler ve yorumlar ortaya çıkmıştır. İlim adamlarının çoğuna göre, adı geçen zat, İsrail oğul-ları'na peygamber olarak gönderilen Musa (A.S.)dır. Çünkü Kur'ân'da sa­dece bu Musa'dan söz edilmektedir. Eğer başka bir Musa olsaydı, her­halde onu diğerinden ayıran bazı sıfatları ortaya konur ve ona göre anı­lırdı. Ayrıca Sahîh-i Buharî'de bu konuda yapılan rivayet o zatın Musa Pey­gamber olduğunu net biçimde açıklamaktadır. Nitekim hadîs bölümünde sözü edilen rivayete yer vermiş bulunuyoruz. İbn Abbas (R.A.)dan yapılan sahîh rivayetlerle bu anlamda açık bilgi verilmektedir.

Bazı tarihçiler sözü edilen kıssada adı geçen Musa'nın, Musa b. Mîşâ b. Yusuf b. Yakub olduğunu belirtmişlerdir. Rivayete göre, bu, İsrail oğullan'na gönderilen Musa (A.S.)dan önce gönderilen birinci Musa'dır. Bunların delillerini şöyle özetliyebiliriz :

a) Hz. Musa (A.S.), Ulû'l-azm'den olup büyük mu'oizelerle destek­lenen yüce bir peygamberdir. Bu durumda onun bilgi bakımından noksan olup başka birinden yararlanması düşünülemez.

b)  Musa Peygamber (A.S.) Mısır'dan çıkıp çöle girdikten ve İsrail oğul-ları'nı Arz-ı Mev'ûd'a yerleştirdikten sonra iki denizin birleştiği yere git­memiş ve çok geçmeden vefat etmiştir.

İki denizin birleştiği yer hakkında ayrı ayrı maddede bilgi vereceğiz.

c)  Böyle bir olay meydana gelseydi, herhalde Yahudi ilim adamları bi­lir ve bunu tesbit edip tarihlerine yazarlardı.

Birincilerin tesbit ve görüşü daha sıhhatli ve daha mâkuldür. Hem bu hususta -haber-i vahid bile olsa- sahih hadîs varit olmuştur.

2— Musa Peygamberle beraber Hızır'ı görmeye giden «fetâ = genç» kimdir? Aslında «fetâ» ismi, genç erkek hakkında asıl olmakla beraber kul ve hizmetçi mânalarında da kullanılmıştır. Müfessirlerimizin çoğuna göre, bu, Yuşa' b. Nun'dur ki, Yusuf Peygamber'in (A.S.) torunlarındandır. Bu genç, Musa Peygamber'e hem hizmet eder, hem de ondan dinî hüküm­leri öğrenirdi. Sonradan kendisine peygamberlik verildiği de rivayetler ara­sında yer alır. Zayıf da olsa bazı hadîslerde Yuşa'dan ve onun peygamber olduğundan bahsedilir.

3—  İki denizin birleştiği yer hakkında farklı yorumlar ve birtakım ih­timaller ortaya çıkmıştır. Onları özetleyip şöyle maddeleştirebiliriz :

a)  Kızıldeniz ile Akdeniz'in birleştiği yer. Bugünkü Süveyş Kanalı.

b)  Kızıldeniz ile Umman denizinin birleştiği el-Şâtıb kesimi.

c)  İran körfeziyle Umman körfezinin birleştiği yer.

d)  Hartum yöresinde Nil'in iki kolunun birleştiği yer.

e)  Mısır'ın kuzeyinde Nil'in iki kola ayrıldığı yer.

Musa Peygamber ister Mısır'da bulunduğu dönemde, ister Filistin'e gelip yerleştikten sonraki dönemde, isterse bu iki dönemden önceki bir zamanda olsun, Hızır ile birleştiği yer, ya Kızıldenizin Akdeniz ile birleştiği bugünkü Süveyş Kanalıdır, ya da Mısır'ın kuzeyinde Gize ile Tanta arasın­da Nil'in iki kola ayrıldığı yerdir. Çünkü bu iki yer de hem Mısır'a, hem Fi­listin'e en yakın olan «Mecmaa'l-Bahreyn = İki denizin veya iki ırmağın birleştiği» yerlerdir. Allah daha iyisini bilir.

4—  Musa Peygamber'in (A.S.), iki denizin veya iki ırmağın birleştiği yerde görüştüğü zatın Hızır olup olmadığı da tartışma konusu olmuşsa da Buharî'nin Saîd b. Cübeyr tankıyla İbn Abbas (R.A.)dan, onun da Ubey b. Kâb'den (R.A.) yaptığı rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, o zatın Hızır olduğunu açıklamıştır. Buna yakın bir rivayeti Müslim kendi Sahîh'inde,

Tirmizî kendi Sünen'inde, Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde rivayet et­mişlerdir. [84]

Ancak İbn Abbas (R.A.)dan bununla ilgili yapılan rivayette, Musa Peygamberin İsrail oğulları'm yeniden alıp Mısır'a getirerek yerleştirdikten sonra bu olayın meydana geldiği belirtilir. [85] Ne var ki Musa Peygamber (A.S.) Mısır'dan hicret edip Sina çölüne ve oradan da Filistin'e gelip yer­leştikten sonra hiçbir tarih onun tekrar İsrail oğulları'm alıp Mısır'a döndü­ğünü ve kavmini oraya yerleştirdiğini belgeliyememiştir. Zira Musa Pey­gamber (A.S.) İsrail oğulları'm Arz-ı Mev'ûd'a getirip yerleştirdikten son­ra daha çok iç İslahat ile ve ülkenin düzeniyle meşgul olmuş ve bir süre sonra da vefat etmiştir.

5—  Hızır peygamber midir ve hâlen hayatta mıdır?

a)  Hızır'ın peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır. İlim adam­larının çoğuna göre, Allah'ın sâlih ve velî kullarından biridir. Geniş çapta ilâhî iltifat ve inayete mazhar kılınmış ve ledünnî ilimle donatılmıştır. Asıl adının Belyâ b. Melkân olduğu; oturduğu, bastığı yerler yeşillendiği için sonradan Hızır İsmiyle anıldığı söylenir.

b)  Bir kısım  ilim adamlarına göre,  peygamberdir.  Çünkü  Kur'ân'da «Kendi tarafımızdan kendisine rahmet verdiğimiz..» deniliyor ki, bu rah­met peygamberlik payesi olabilir. Ayrıoa, «Kendi katımızdan ona bir ilim öğrettik..» mealindeki âyet de bu manayı kuvvetlendirmektedir. Sonra Mu­sa Peygamber'in  (A.S.) ona  uyması da, onun  peygamber olduğuna  bir başka delil sayılmıştır. Çünkü bir peygamber anoak başka bir peygambere uyabilir.

Nitekim müfessir Kurtubî'nin tesbitine göre, Musa (A.S.), Hızır (A.S.) ile birleştiklerinde, Hızır (A.S.) ona şöyle söylemiştir:

«Sen, Allah'ın sana öğrettiği bir ilim üzere bulunuyorsun ki, ben onu bilmiyorum. Ben de, Allah'ın bana öğrettiği bir ilim üzere bulunuyorum ki, sen onu bilmiyorsun.» [86]

6—  Hızır (A.S.) sağ mıdır?

İlim adamlarından bir kısmı Buharî'de Abdullah b. Ömer (R.A.)dan ri­vayet edilen : «Size bildireyim ki, bu gecenizden itibaren yüz yılın sonuna kadar yeryüzünde   yaşayanlardan hiçbir   kimse   sağ   kalmayacaktır.» [87]

mealindeki hadîse dayanarak Hızır'ın da öldüğünü istidlal etmişlerdir. Mü-fessir Alûsî de aynı görüştedir. Çünkü bunun aksini isbat veya beyân eden sahîh bir hadîs varit olmamıştır.

Şeyh Muhyiddin Arabî, Sadruddin el-Kunevî, ünlü Faslı velî Abdülaziz ed-Debbağ (Allah hepsinden razı olsun) ve benzeri ehl-i keşfe göre, Hızır (A.S.) hâlen hayattadır. Ancak bu hayat, bedenin ruha dönüşmesiyle nef-sanî ve şehevî istek ve ihtiyaçların iptal edilmesiyle yorumlanır ki, gerçek olan da budur.

Hemen ifade edelim ki, Hızır (A.S.) olayı, başlı başına bir araştırma konusudur. Zira bu hususta çok şeyler söylenmiş ve çok şeyler yazılmıştır. Ancak tefsîrimizin hacmi buna müsait olmadığından konunun detayına in­mek istemedik.

Yukarıda ismini andığımız Abdülaziz ed-Debbağ (K.S.)dan nakledilip Ahmed el-Mübarek tarafından yazılan el-İbriz'de konuya geniş yer veri!--mistir. Meraklılara tavsiye ederim. [88]

Musa ve Hızır kıssasının bir başka yönü :

Yahudilerden önemli bir kısmının, özellikle çok müteassıp din adam­larının Musa Peygamber'den daha bilgili, daha büyük bir peygamber ne gelmiştir, ne de gelecektir, şeklinde birtakım iddiaları olmuştu. İlâhî üs­lûp gereği, önce biri bağ ve bahçesi olan zengin, diğeri mal ve servetçe ondan hayli aşağı iki adamın anlayış, inanış ve tutumları değerlendirilerek nefis bir misal verildi. Onunla hem Mekkeli mağrur müşrikler, hem de çev­redeki Yahudiler uyarıldı ve mü'minlere gelecek günlerin çok parlak ol­duğu müjdesi verildi. Arkasından Musa (A.S.) ile Hızır (A.S.) kıssası ele alındı ve her peygamberin birtakım özelliklerine göre farklı bilgileri bulun­duğu; Musa'nın (A.S.) bildiğinin çoğunu Hızır'ın (A.S.); Hızır'ın da bildik­lerinin çoğunu Musa'nın (A.S.) bilmediği konu edilerek, ilâhî ilmin sınırsız olduğu belirtildi ve bu durumun bir peygamber için nakise teşkil etmiyece-ğine işaret edildi. Aynı zamanda Yahudi din adamlarının birtakım boş ve anlamsız iddialarda bulunmamalarının çok isabetli olacağı hatırlatıldı. Sonra da günün şartlarına, olayların cereyan tarzlarına, geçici ihtişam, makam ve böbürlenmelere bakıp ona göre bir değerlendirme yapmanın; bunların altında ne gibi hikmetlerin yattığı incelenmeden, nasıl bir neti­ce vereceği hesaba katılmadan ahkâm çıkarmanın pek isabetli olmayacağına atıf yapılıyor. Böylece Mekke'de dış görünüşü itibariyle zayıf ve yardımsız sayılan mü'minlerin geleceğinin hiç de müşriklerin ve yahudile-rin sandığı gibi olmayacağı, çok geçmeden bu vakarlı gidişin zaferle so­nuçlanacağı ilham ediliyor. Hızır (A.S.)ın da ortaya koyduğu üç olay dış görünüşü itibariyle üzücü bir manzara arzediyordu. Ama hakikat hiç de dıştan görüldüğü ve anlaşıldığı gibi değildi. Mekke'deki barbar zorbaların, azgın ileri gelenlerin o günkü üstünlüğü ve ihtişamı üa öyle idi. Dış gö­rünüşüyle yıldırıcı, korkutucu ve mü'minleri ümitsizliğe itici İdi. Ama iç yüzüyle hiç de öyle değildi. Qok geçmeden baş aşağı geleceklerine delâlet eden birçok işaretler ve deliller söz konusuydu. Ne var ki bu gerçeği gö­recek gözleri, idrâk edecek kalpleri yoktu. [89]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, ilâhî ilmin sınırsızlığına işaret edildi. Musa Peygamber ile Hızır (A.S.) kıssası düşündürücü, yönlendirici ve mü'minlere parlak bir geleceği va'dedici anlamda anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Mekkeli müşriklerin Yahudilerden aldıkları bilgi ve talimat doğrultusunda Peygamber (A.S.) Efendimiz'den sordukları Zül-karneyn kıssasının öğüt alınacak ibretli safhaları anlatılıyor. Böylece hak­tan yana olanların eninde sonunda üstün gelecekleri ve her yerde onların yapıcı olup yıkıcı olmadıkları hatırlatılıyor. [90]

 

Meali:

 

83—  Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki: Ondan size bir haber anlatacağım :

84—  Şüphesiz ki biz onu yeryüzünde kudretli biçimde yerleştirip im­kân verdik ve ona (gereken) her şeyden (kolaylaştırıcı bir) sebep verdik.

85—  O da bir sebebi (seçip ona göre) bir yol izledi.

86—  Sonunda Güneş'in battığı yere (iyice Batı cihetine) ulaştı; onu kara balçıklı bir suya batar (görünümünde) buldu. O kesimde bir millete rastladı. Biz de ona, «Ey Züikarneyn! ya azaba uğratırsın, ya da hakların­da güzel muamelede bulunabilirsin, (bu hususta serbestsin)» dedik.

87—  Dedi ki: «Kim zulmederse, ona azap edeceğiz; sonra da o Rab-bına döndürülür. O da ona görülmedik bir azap ile azap eder.

88—  Ama kim imân edip iyi-yararlı amelde bulunursa, ona da en gü­zel mükâfat vardır ve ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleyeceğiz.»

89—  Sonra o başka bir yol tuttu.

90—  Tâ ki Güneş'in doğduğu yere (iyice doğu kesimine) ulaşınca, güneşi öyle bir millet üzerine doğuyor buldu ki, onlara Güneş'ten (koruna­cak) bir siper yapmamıştık.

91—  İşte böylece onun yanında olan her şeyi kuşatıp biliyorduk.

92—  Sonra o başka bir yol tuttu.

93—  Tâ kî, iki sed arasına ulaştığında, onların önünde neredeyse hiç söz anlamaz bir millete rastladı.

94—  Onlar, «Ey Züikarneyn! doğrusu şu Ye'cûc-Me'cûc yeryüzünde durmadan fesat çıkarıyorlar; bizimle onlar arasında bir SED yapman için sana bir harç (gereken vergi ve masrafı) versek olmaz mı?» dediler.

95—  Zülkarneyn onlara dedi ki: «Rabbimin bana verdiği imkân, kud­ret ve iktidar daha hayırlıdır. Bununla beraber siz gücünüzle bana yardım edin de sizinle onlar arasına sağlam bir SED yapayım.

96—  Bana demir kütleleri getirin.» Bununla İki dağ arası  (doldurup) eşit duruma gelince Zülkarneyn, «körükleyin!» diye emretti. Sonunda de­mirler ateş haline gelince, «bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim» dedi.

97—  Artık o Ye'cûc-Me'cûc ne onu aşabildiler, ne de bir gedik aç­maya güç getirebildiler.

98—  Zülkarneyn, «bu Rabbimden verilen bir rahmettir. Rabbimin be­lirlediği vakit gelince bunu yerle bir eder. Rabbimîn verdiği söz haktır (he­definden, amacından) şaşmaz,» dedi.                                                       -vtr.

 

İniş Sebebi

 

Katade'ye göre, Yahudilerden birkaç kişi iki boynuzlu kralın kim ol­duğunu Peygamber (A.S.) Efendimiz'den sordular. Bunun üzerine ilgili âyet­ler indirilmiştir. [91]

Diğer bir rivayette ise, Mekkeliler Kitap Ehli olan Yahudilere adam gönderip Hz. Muhammed'i (A.S.) çetin bir sınavdan geçirmek için birkaç soru hazırlayıp göndermelerini istemişlerdi. Onlar da şu üç şeyden sokma­larını tavsiye etmişler; Ruh, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn..

Bunun üzerine ilgili âyetler iniyor. [92]

 

İlgili Hadîsler                                                            

 

«Peygamber (A.S.) Efendimiz şehadet parmağını baş parmağının or­ta kısmına getirip halka yaptı ve şöyle buyurdu: «Yaklaşmakta olan ser­den vay Arapların haline! Bugün şu gördüğünüz (halka) gibi, Ye'cüc ve Me'cüc'un sağlam şeddi fetholundu (açıldı).» [93]

«And olsun ki, Ye'cüc ve Me'cüc çıktıktan sonra da Beytullah'a hac­cedilecek ve umre yapılacaktır.» [94]

 

Zülkarneyn Kimdir?

 

Bu isim ve başardığı fütuhat hakkında gerek bazı tarihçilerin, gerekse müfessirlerin farklı görüş, tesbit ve yorumları olmuştur. Detayına geçme­den bu görüş .ve tesbitleri özetler halinde aşağıya sıralamayı uygun gör­dük :

1_ Medlerle Fârislerin hükümdarıdır. Nitekim Zülkarneyn bu iki ül­keyi zapt edip kendi idaresi altına almıştır. (M.Ö. 1000)

2—  Birinoi Dara. Bu, İran (Pers) imparatoru olarak tarihe geçmiştir. (M.Ö. 350-486)

Darâ'nın Zülkarneyn olduğunu daha çok Yahudi Ansiklopedisi yazmış­tır. Sınırları ise, Ermenistan, Kafkasya, Hindistan ve Turan steplerini içine almaktadır. Anoak yapılan oiddi tesbitlere göre. Dara Zerdüştür. Kur'ân-ı Kerîm'in tanımlamasına göre, Zülkarneyn bir olan Allah'a inanan bir mu-vahhittir.

3—  Makedonyalı  Büyük  İskender.  (M.Ö. 356-323)

Kur'ân'da Züklarneyn ile ilgili tarifler buna da uymamaktadır. Önoe Büyük İskender; ünlü filozof Aristoteles'in eğitimi altında yetişmiştir.. Bi­lindiği gibi, Aristo tek tanrı inancına bağlı değildi. Sonra Büyük İskender İranlıları da yendikten sonra yarı tanrı sayılan en yüksek kral unvanını al­dı. Ayrıca Olympos tanrıları adına, kule biçiminde on iki sunak yaptırdığı da bilinmektedir. Diğer yandan birçok ülkeleri fethederken çok zalimce davranmış, bazan girdiği şehirleri yerle bir etmiştir. [95]

4—  Afridun B. Esfiyan. (İbrahim Peygamber devrine rastlar)

5—  Merziban b. Merduye (İbn İshak'ın görüş ve tesbiti)

6—  Ebû Kerb Semiy b. Ubeyd el-Efrîkış el-Himyerî. (Ebû Reyhan 8i-rûnî'nin tesbit ve görüşü)

7—  Râyis oğlu Sa'b. (Tarih-i Ebû'l-Fidâ'nın tesbit ve görüşü}

8—  İran kralı Kisra (Hüsrev).

Görüldüğü gibi önümüzde sekiz kadar kral ismi bulunuyor. Şüphesiz ki bunlardan hangisinin Kur'ân'ın tarif ettiği Züikarneyn olduğunu net ve kesin çizgileriyle ortaya koymak çok zordur. Geniş araştırmaya ve uzun süreye ihtiyaç vardır.

Tarihçiler daha çok bu tarifin Dara (Darius)a uyduğu üzerinde durur­larsa da, Pers İmparatoru Hüsrev üzerinde duranların tesbit ve yorumları biraz daha inandırıcıdır. Nitekim Hüsrev'e Araplar Nuşirevan-ı-âdil demiş­lerdir. Gerçi bundan önce de Hüsrevler gelip geçmiştir. Çünkü gerek Kis-ra, gerekse Hüsrev, İran krallarına verilen genel bir isimdir. O bakımdan M.Ö. altıncı asırda imparatorluk kuran Kisra'nın yapmış olduğu geniş fü­tuhatın, Zülkarneyn'le ilgili tariflere birçok yönden uyduğunu söyleyenler olmuştur. Ama bunların hiçbirisi için kesin bir ifade kullanmamız mümkün değildir. Zira Zülkarneyn'in hangi hükümdar olduğunu az veya çok tesbit edip anlayabilmemiz için, önce doğuda, batıda, güney ve kuzeyde yaptığı fetihleri tesbit etmek, sonra meydana getirdiği şeddin nerede oiduğunu be­lirlemek ve sonra da Ye'cüc ve Me'cuç'dan hangi ülke insanlarının kas-dedildiğini araştırıp ortaya koymak gerekir.

O halde önce Kur'ân'ın belirttiği ölçüler içinde Zülkarneyn'in özellik­lerini tesbit edip sıralamamızda, sonra da Ye'cüc, Me'cüc ve Sed hakkında toplayabildiğimiz bilgileri vermemizde yarar vardır.

Zülkarneyn'in özellikleri:

Kur'ân-ı Kerîm bu peygamber yolunda olan hükümdarın birtakım va­sıf ve özelliklerini vermek suretiyle tarihçilere ve araştırıcılara ip uçları vermektedir. Onları şöyle sıralayabiliriz :

a)  Üstün yeteneklere, geniş kudret ve imkânlara sahip,

b)  Yeterince bilgili, kültürlü olup dünya coğrafyasının önemli bir kıs­mını bilen ve ilâhî inayete mazhar,

c)  Zâlimlere  hadlerini  bildirip azap eden;  âhiret azabına  kesinlikle inanan ve iyi ahlâklı dindar toplumları ve kavimleri himaye eden,

d)  Kuvvet ve kudreti, başarı ve zaferi bütünüyle Allah'a döndüren, kendi haddini bilip Hakk'a karşı teslimiyet gösteren,

e)  Kıyametin bir gün kopacağına, mevcut düzen ve sistemlerin bozu­lacağına inanan büyük bir lider..

Sözü edilen ve Züikarneyn sanılan sekiz hükümdarda, Kur'ân'da be­lirtilen bu vasıfları aramak gerekir. Şüphesiz ki, böyle bir tesbite kapı aç­mak, hem yorucu olur, hem de başlı başına bir kitap hazırlamayı gerektirir. O bakımdan biz bu tesbiti inanmış uzman tarihçilere bırakmayı daha uygun bulduk.

Ayrıca iki dağ arasında demir ve bakırdan meydana getirdiği sağlam şeddin nerede olduğu da aynaa bir araştırma konusudur. Kafkas dağla­rında olduğu ihtimali, tarihçiler tarafından daha kuvvetli görülmekte ve bunun Dağıstan yöresinde Derbent Seddiyle yakından benzerlik arzettiği belirtilmektedir. Allah daha iyisini ve daha doğrusunu bilir, [96]

 

Ye'cüc - Me'cüc

 

Bu iki isim üzerinde de hayli durulmuş ve farklı tesbitler ve yorumlar yapılmıştır. Onları şöyle özetliyebiiiriz :

1—  Tevrat'ta «Me'oüç»ün, Hz. Nuh'un (A.S.) oğlu   Yafes'in    iki   oğlu olan Gömer ile Maday arasında gösterilir. Gömer Cimmerleri; Maday, Med-leri temsil eder.[97]

2—  Ansiklopediya Britannika'da Gağ ile Maguğ'un İskitler oldukları belirtilir. Bu durumda Me'cüc'ün, Karadeniz'in kuzey ve doğu kesimlerini kapsadığı düşünülebilir.

3—  Birinci Darâ'nın Azerbaycan ile Ermenistan dağları arasında rast­ladığı İskitler, ya da Sakalar'a bu isim verilmiş olabilir. [98]

Tatarlar olduğu da sanılmaktadır. Şöyle ki: Tatarlar'a Ye'cüa, Moğollar'a Me'cüc denildiği iddia edilir. Bunların ülkesi, Tibet'ten Çin'e ve batıda Türkistan'a kadar uzanırdı. Timuçin (Cengizhan)m yeryüzünde çı­kardığı bozgunculuk buna delil gösterilir. Nitekim ilgili hadîsler bölümün­de naklettiğimiz hadîsin Cengiz istilâsına işaret olduğu sanılmaktadır.

Batılı ilim adamlarının bunlara Yagog, Magug dedikleri ve yer­yüzünü fitne ve fesada boğmakta sanki İblîs'in soyundan gelen bozgun­cu bir ırk olduklarını ileri sürdükleri de bilinmektedir. [99]

 

Zülkarneyn Kıssasından Öğütler Ve İbretler

 

— Hükümdar sağlam bir imâna sahip olunca, ülkesinde ve çevresin­de kudretinin tesirleri hissedilir.

  Hükümdar, bütün kuvvet ve kudreti, başarı ve olumlu sonuçları Allah'a döndürürse, yani O'na ait olduğuna inanırsa, Allah da onun kal­bini ve kafasını en doğru ve en yararlı konulara ve yollara açar, fetihte bulunur.

  Bu düzeye gelen  hükümdar yeryüzünde Allah'ın  halîfesi  sayılır. Allah adına zalimleri cezalandırır, iyileri mükâfatlandırır.

  Yeryüzünde bozgunculuk yapanların azgınlık ve taşkınlıklarını dur­durur ve her yönüyle İslahatçı olur.

  Allah'ın verdiği mülk ve kudretin kıymetini ve hikmetini bilir. Baş­kalarını ezip zulmetmez, haklan çiğnemez.

  Elde ettiği her başarıyı Allah'ın kendisinden yana indirdiği bir rah­met kabul eder ve bunun şükrünü yerine getirmeğe çalışır.

  Allah'ın koyduğu hayat kanunlarına ve insana ayırdığı şerefli yere bağlı kalır. Allah'ın sözlerinin mutlaka gerçekleşeceğine inandığı için hiç­bir zaman umutsuzluğa düşmez, paniğe kapılmaz. [100]

 

Demir Ve Bakır

 

Şeddin iki dağ arasındaki boşluğu veya geçidi aşılmayacak yüksek­likte demir kütleleri ile doldurması, körükleterek akkor haline getirilmesi­ni sağlaması ve sonra da üzerine eritilmiş bakır döktürerek tek parça ha­line sokması çok dikkat çekici bir olaydır. Şöyle ki:

a)  Bu iki madenin tarihlerinin çok gerilere gittiği kesindir.

b)  O bölgede bol miktarda demir ve bakır yataklarının bulunduğunda şüphe yoktur.

c)  Yine o bölgede bu iki maddenin işletildiği anlaşılıyor.

d)  Bu iki madeni karıştırıp Zülkarneyn'in talimatı doğrultusunda işle­yen ustaların o bölgede bulunduğu da ayrı bir ip ucudur. Çin Şeddi olabilir mi?

4000 Km. yi bulan ve Tibet yaylasının içlerine kadar uzanan bu set, önce demir ve bakırdan değil, taştan yapılmıştır. Buna teşebbüs eden Zül-karneyn değil, Şi Huang adlı bir imparatordur. Onun, bu şeddi Çinli'lere kamçı, dayak, işkence ve ıstırap vererek yaptırdığı bilinmektedir. Oysa Zülkarneyn âdil bir hükümdardı. Kimseye zulüm ve işkence etmemiştir. [101]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hem Yahudilerle müşriklerin bir sorusu cevap­landırılmış, hem de âdil, kudretli bir hükümdarın icraatından örnek alına­cak pasajlar verilmiş oldu. Son olarak da Zülkarneyn'in şeddi yaptırdıktan ve gerekli fetihlerde bulunduktan sonra, «Bu Rabbımdan verilen bir rahmet­tir. Rabbimin belirlediği vakit gelince bunu yerle bir eder. Rabbımın verdiği söz haktır, şaşmaz..» diyerek tam bir teslimiyet içinde mahviyetkâr bir duy­guyla Hakk'a baş eğdiği açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, kıyametin ilk safhalarından biri tasvir ediliyor. İn­sanı yönlendirip yüzünü Hakk'a döndüren Kur'ân'a gönül kapısını açma­yan inkarcı şaşkınların kıyamet günü büsbütün şaşkınlaşaçaklan anlatılı­yor. O gün insan için ancak imân ve sâlih amellerinin fayda vereceğine işaretle hayatlarını bir hiç uğruna harcayanların durumu çok duyarlı ve düşündürücü bir anlatımla işleniyor. Arkasından imân düzeyinde sâlih amellerde bulunanlara Firdevs cennetlerinde mükâfatlar hazırlandığı müj­deleniyor. [102]

 

Meali:

 

99— o gün onları bırakırız da dalgalanır halde kaynaşırlar. Sûr'a üf­lenince onları hep biraraya getiririz.

100-101— Beni anmak (öğüdümü kabullenmek) hususunda gözleri perdeli olup (Kur'ân'ı) dinlemeye tahammülleri olmayan kâfirlere o gün Cehennem'i gösterip karşıkarşıya getiririz.

102—  O küfredenler beni bırakıp kullarımı kendilerine yardımcı dost (ve ilâh) edineceklerini mi sanırlar? Şüphesiz ki Cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık.

103—  De ki, (Kıyamet günü) amelleri cîhetîyle en çok zarara uğra­yanları size haber verelim mi?

104—  Onlar ki dünya hayatında inkârlarından dolayı işleri boşa git­miştir. Oysa onlar güzef-yararlı iş yaptıklarını sanıyorlar.

105—  Onlardır ki, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr et­mişlerdir. O sebeple amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü onlar için bir tartı tutmayacağız.

106—  İşte bu inkârlarından, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya al­dıklarından dolayı cezaları Cehennem'dir.

107—  İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlara ise, Firdevs Cen­netleri onlar için konaktır.

108—  Orada ebedî kalırlar; başka yere çıkıp gitmek istemezler.

 

İlgili Hadîs

 

«Kıyamet gününde irikıyım yağlı bir adam getirilir de Allah katında bir sivrisinek kanadına bile denk gelmez. İsterseniz, «Kıyamet gününde on lar için bir tartı tutmayacağız..» âyetini okuyunuz.» [103]

 

Kıyametten Bir Tablo

 

 O gün  onları bırakırız da dalgalanır halde kaynaşırlar. Sûr'a üflenince onları hep biraraya ge­tiririz.»

Kıyamet gününde ikinci defa Sûr'a üfürüldüğünde bütün insanlar ve cinler kalkarlar. Herkes şaşkınlık içinde ne yapacağını, nereye gideceğini ve ne olacağını bilmez. Böylece diriltilip kaldırılmanın verdiği korku, heye­can, helecan ve şaşkınlık arttıkça artar; o yüzden insanlar dalgalar ha­linde bulundukları yerde kaynaşıp dururlar.

Sonra tekrar Sûr'a üfrülür ve insanlarla cinlerin hepsi biraraya ge­tirilip mahşer alanına sevkedilirler. Cehennem'le kâfirler arasındaki engel­ler kaldırılır. Manzara çok korkunç ve ürkütücüdür. İnkarcılar da, mü'min-ler de Cehennemin ne korkunç ve ne kötü bir yer olduğunu anlarlar. Ne var ki, kâfirler henüz hesaba çekilmeden Cehennem'i ve orada kendileri için hazırlanan yerlerini görürler. Mü'minler ise, Cennet'e giderken, Sırat'ı geçerken Cehennem'i görürler ve ondan kurtuldukları için Rablarına hamd-u senada bulunurlar.

Kâfirlerin hesaptan önce Cehennem'deki yerlerini görmelerine ge­lince, bunun iki sebebi vardır: Onlar dünyada iken ilâhî öğütleri almada gözleri perdeli idi. O kadar ki, Allah'ın adını anandan, din adına öğüt ve­renden nefret edip gözlerini başka yana çevirirlerdi. Kur'ân'ı dinlemeğe ise, hiç tahammülleri yoktu. Onların bu amellerine karşılık olmak üzere kıyamet gününde Cehennem gözlerinin önüne getirilir. [104]

 

İnsanları İlâhlaştıranlar

 

«O küfredenler beni bırakıp kullarımı kendilerine yardımcı dost (ve ilâh) edineceklerini mi sanırlar?...»

Kur'ân burada önemli bir hususa dikkatimizi çekiyor. Şöyle ki : Al­lah'ı bırakıp O'nun kullarını tek kurtarıcı sayanların ve onları böylece ilâh-laştıranların ne kadar küçüldüklerine işarette bulunuyor. İnsanlığındaki kemâlatı, bedenindeki ilâhî sanatın eşsizliğini, ruhundaki kudretin kay­nağını, gözlerinin önüne serilen sayısız, fakat ölçülü nimetleri, indirilen rahmet ve inayetlerin tezahürlerini göremiyerek fânilerin önünde eğilen­lerin bu çok sakıncalı davranışları, onları ebedî saadet yurdu olan Cennet'e lâyık ve ehil olma derecesinden düşüreceğini ve kula kul olma gafletinde bulunan bu idraksizler için amellerine uygun Cehennem'in hazırlandığını haber vermek suretiyle ölmeden önce uyanmalarını istiyor. Çünkü insan şu kâinatın özü ve hulâsasıdır. Her şey O'nun için, o da Allah'a kul olmak için yaratılmıştır. Kendisi için yaratılan eşyayı ilâhlaştırması büyük bir hak­sızlık, aynı zamanda hilkatinin hikmetine bütünüyle terstir. Kendisi gibi bir insanı ilâhlaştırması ise, insanlığa karşı büyük bir hakaret ve saygı­sızlık sayılır. [105]

 

İnkarcıların  Dünya Hayatındaki Amelleri Bütünüyle Boşa Gitmiştir

 

De ki: (K|Vâmet günü) amelleri cihetiy-le en çok zarara uğrayanları size haber verelim mi?,...»

Allah'ın mülkünde, O'nun hazırlayıp verdiği yetenekler ve imkânlarla bir şeyler bulup icat edenler, -hizmetleri yaygın bile olsa- bunun karşılığı­nı tamamen dünyada almış bulunuyorlar. Çünkü her amel kişinin niyetine ve inancına göre değer kazanır ve karşılık görür. Yaptığı hizmet ve orta­ya koyduğu keşif ve icatla, bütün kuvvet ve kudreti, başarı ve olumlu so­nuçları kendi şahsında bulup Allah'ı inkâr eden ve yaptığı iş ile sadece dünyada meşhur olmayı, belli makamlara yükselmeyi ve takdir toplamayı plânlayanın âhirette iş ve amelleri boş ve anlamsız kalır. Mükâfatının ta­mamını -niyet ve inancına göre- dünyada elde ettiğine göre, öylesine âhi­rette bir nasip yoktur. Çünkü inkarcı mucit, sonunda amacına ulaşmış, arzuladığı şan ve şöhrete erişmiş ve beklediği takdiri toplamıştır. Gerçek bu olunca biz âhirette ona mükâfat vardır demeğe veya Cennet'i ona lâ­yık görmeğe yetkili değiliz. Zaten kendisi de hem âhirete ve oradaki ni­metlere, mükâfatlara inanmıyor, hem de böyle şey beklemiyordu. Üstelik büyük bir nankörlük içinde bulunuyordu. Allah ise, ancak kendi rızası doğ­rultusunda iyi niyetle yapılan amelleri, ortaya konulan keşif ve icatları, verilen hizmetleri ve yapılan ibâdetleri kabul eder ve âhirette fazlasıyla mükâfatlandırır.

Şunu da hatırlatalım ki, kâinatta mevcut olmayan bir şeyi bulup icat etmek mümkün değildir. Cenab-ı Hak kâinat plânına birtakım kanunları koymasaydı, yer altı ve yer üstü kaynaklan, elementleri hazırlamasaydı, insan neyi bulup çıkarabilirdi veya neyi icat edip dehasını simgeliyebilirdi?

Buna birkaç misal verelim :

a)  Cenâb-ı Hak gen denilen harikayı yaratmasaydı, hangi biyolog bu harikayı meydana getirebilirdi veya hangi ilim adamı o harikadan söz ede­bilirdi? Aynı zamanda hangi kimyacı ataların irsî meziyet ve kusurlarını bütün ölçüleriyle kendinde taşıyan öylesine küçük bir model ortaya ko­yabilirdi?

b)  Cenâb-ı Hak yeryüzünde Uranyum (U-238) cevherini var kılmamış olsaydı, hangi uzman veya kahraman böyle bir cevher meydana getire­bilirdi veya mevcut olmayan bu cevheri nasıl bulup icat edebilirdi?

c)  O sonsuz kudret sahibi, atomu, atom çekirdeğini ve etrafında dö­nen elektronları var kılmamış olsaydı, hangi fizikçi onu buiup ortaya çı­karabilir veya hangi ilim adamı onun bir benzerini icat edebilirdi?

Görülüyor ki, ilim adamı ancak Allah'ın kendisine verdiği birtakım ye­teneklerini kullanmak suretiyle, yine Allah'ın varlık âlemine koyduğu bir­takım kanunları, düzenleri bulup ortaya çıkarabilmekte, mevcut olmayan bir şeyi var kılamamaktadır. O halde Allah'ın verdiği akıl, zekâ ve yete­neklerle, Allah'ın mülkünde, Allah'ın koymuş olduğu birtakım fiziksel, kim­yasal olayları bulup keşfeden ilim adamına yakışan nedir? Her şeyden ev­vel Cenâb-ı Hakk'a yönelip şükretmesi gerekmektedir. Bunun aksine bir düşünce ve davranış, onun basiretsizliğine ve nankörlüğüne delâlet etmez mi?

Dinî bilgisi, Kur'ân kültürü kıt olanlar, o gibilerini Cennet'in en üst köşesine oturtma cömertliğinde bulunurlar. Kimin nimetini, hangi kıstas ve ölçüye göre kime lâyık görüyorlar?

Kur'ân bu konuda da kesin hükmünü bildiriyor: «Onlar kî inkârların­dan dolayı dünya hayatında işleri, amelleri boşa gitmiştir. Oysa onlar gü­zel bir iş yaptıklarını sanırlar.»

Kur'ân bu hükmünü biraz daha pekiştirip her türlü şüpheyi ve yanlış yorumda bulunmayı kaldırmak için tekrarlıyor: «Onlardır ki, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr etmişlerdir. O sebeple amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü onlar için bir tartı tutmayacağız.»

Neden? Zira tartı ancak, imânla beraber iyilik ve kötülüğü, sevap ve günahı olanlar içindir. İmânı olmayanın, âhirete yarar bir iyiliği de yok de­mektir. O halde küfür ve sapıklığı tartmanın gereği yoktur. [106]

 

İmân Ve Salih Amel

 

«'man edip iyi, yararlı amellerde bulunanlara ise, Firdevs Cennetleri onlar için konaktır.»

İman, Allah ile kulu arasında tek bağlantıdır. Amel-i sâlih, yani iyi, yararlı iş ve ameller ancak bu bağlantıyı kuvvetlendiren faktörlerdir. Di­ğer bir deyimle, bunlar imânın en tabii ürünleridir. Sütteki yağ, topraktaki altın, ağaçtaki kök ve gövde ne ise, iyi-yararlı işlerdeki imân da odur.

Bunun için Kur'ân, imân bağlantısını sağlayıp Allah ile manevî irtibat kuran mü'minlerin iyi ve yararlı amellerinin boşa gitmeyeceğini belirterek Firdevs cennetinin onlara konak olarak hazırlanıp tahsis edildiğini müjde­lemektedir. [107]

 

Cennet'e Girenler Başka Bir Yere Gitmek İstemezler

 

«Orada ebedî kalırlar; başka yere çıkıp gitmek istemezler.»

Bunun nedeni gayet açıktır: Cennet, her yanıyla ve her nîmetiyle Al­lah'ın kudret eliyle dekore edilmiştir. Aynı zamanda Cenâb-ı-Hakk'ın kud­reti sonsuz ve sınırsızdır. Tecellilerinin ardı-arkası yoktur. Her an tecellide bulunacağına göre. Cennet her an değişik manzaralara bürünmekte ve birbirinden güzel, çekici görüntüler vermektedir. O bakımdan bıkkınlık, daha iyisini düşünmek veya aramak söz konusu değildir. Çünkü daha gü­zelini ve iyisini düşünmek mümkün değildir, O bakımdan Cennet'e girenler, ebedî selâmet yurduna kavuşmanın her ân tazeliğini ve ilk heyecanını du­yar ve duydukça da Allah'a hamd ederler.

Cennet'in bu tazeliğini kaybetmeyen güzelliğini bir misal ile açıkla­mamız gerekirse, herhalde Kur'ân'ı gösterebiliriz. Kur'ân bütünüyle Allah kelâmı olduğu ve O'nun kudret kalemiyle yazılıp Hz. Muhammed'in kalbi­ne Cibrîl vasıtasıyla ilka edildiği içindir ki, okundukça tazeliği artmakta, incelendikçe zevk vermekte, yeni yeni bilgiler ilham etmekte ve asırların geçmesiyle parlaklığından hiç bir şey kaybetmemektedir. Çünkü Allah'ın kudret kalemiyle hazırlanıp öylece yeryüzüne indirilmiştir. Her kelimesi ve âyeti Hakk'ın kelâm sıfatının yüksek tecellisini terennüm etmekte, her sû­resi O'nun söz hazinesinin ayrı bir cevherini yansıtmaktadır.

İşte Cennet de böyle... [108]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, kıyametin ilk safhalarından biri tasvir edildi. Al­lah kelâmıyla amel etmeyen inkarcılar uyarıldı; kıyamette onlar için hazır­lanan azap hatırlatılarak ölmeden önce dönüş yapmaları istenildi. İyi, ya­rarlı amellerde bulunan mü'minler ise, Firdevs cennetleriyle müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın sözlerinin, O'nun yüksek kudretinden kaynaklandığı için yazmakla bitmiyeaeği, denizler mürekkep olsa yine de buna yetmiyeceği açıklanıyor. Böylece O'nun sözlerinden bir kısım olan Kur'ân'ın kıyamete kadar insanın maddî ve manevî ihtiyaçlarına cevap ve­recek, çare getirecek kudrette olduğuna işaret ediliyor. Her asırda tefsîr edilmesinin gereği üzerinde kapalı şekilde durulup ilim adamlarına ilham­da bulunuluyor. Sonra da Kur'ân'ı insanlara tebliğ eden Hz. Muhammed'in (A.S.) bir insan olduğu belirtilerek aradaki farkın sadece O'na Allah'ın bir olduğuyla ilgili vahiy indiği bildirilerek, Hıristiyanların İsa Peygamberi ilâh-laştırmalannın çok büyük bir günah ve suç olduğuna dolaylı şekilde tel­mihte bulunuluyor ve Hz. Muhammed'in (A.S.) ilâhlaştırılmaması bilhassa tenbih ediliyor. En yüce dost olan Allah'a kavuşmayı dileyenlerin ancak O'na kulluk ederek, iyi yararlı amellerde bulunmaları emrediliyor. [109]

 

Meali:

 

109—  De ki: Rabbîmin sözlerini (yazmak) için deniz(ler) mürekkep olsa ve bir o kadarı da ilâve edilse, Rabbimin sözleri bitmeden denizler tü­kenirdi.

110—  De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, (şu farkla ki) ilâhı­nızın bir tek ilâh olduğu bana vahyolundu. Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, iyi-yararlı amelde bulunsun ve Rabbına ibâdette (kullukta) hiçbir ortak tutmasın.

 

İniş Sebebi

 

Yahudi bilginlerinden birkaç kişi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gele­rek dediler ki :

— Ya Muhammedi Sen hem getirdiğin kitapta «Bize hikmet verilmiş­tir. Artık kime hikmet verilmişse, cidden ona birçok hayırlar verilmiştir.» diyorsun, hem de aynı kitapta, «Size ilimden pek az şey verilmiştir.» denil­mektedir. Bu iki zıt sözü bağdaştırmak mümkün mü?

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [110]

 

İlgili  Hadisler

 

«Kim insanlar duysun diye amel ederse, Allah onu öyle teşhir eder. Kim de insanlar görsün diye amel ederse,  Allah   onu   da   öyle   teşhir eder.» [111]

Kutsî Hadîs :   

Allah buyuruyor:

«Ben ortaklıkta ortakların en ganisiyim. Artık kim bir amel işler de başkasını onda bana ortak tutarsa, onu da, ortağını da kendi hallerine terkederim, (ben ondan da, amelinden de beriyim).» [112]

Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelip, «Ben birçok yerlerde durup hem Allah'ın rızasını diliyorum, hem de halkın benim yerimi (duru­mumu) görmesini istiyorum» dedi. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona cevap vermedi. Cok geçmeden yukarıdaki âyetler indi. [113]

«Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir.»

Bunun üzerine soruldu : 

— Ya Resûlellah! Küçük şirk nedir? Cevap verdi:

— Gösteriştir. Kıyamet günü insanların amellerinin karşılığı verilir­ken Allah onlara şöyle buyurur: «Dünyada kimler için gösteriş yaptınızsa, onlara gidin, bir bakın. Onların yanında bir karşılık bulabilecek misi­niz?» [114]

«Kim Kehf sûresinin baş kısmından on âyet ezberlerse, Deccal'ın fit­nesinden korunmuş olur.»

Diğer bir rivayette ise, «Kehf   sûresinin   sonundan....»   buyurulmuştur. [115]

«Şirk (Allah'a ortak koşmak) sizde, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir. Ama sizi bir şeye irşat edeyim ki, onu yaptığınızda şirkin küçüğü­nü de, büyüğünü de alıp götürür: Deyin ki: Allahım! bildiğimiz halde sana ortak koşmaktan sana sığınırız ve bilmediğimiz bir şirkten de senin mağfi­retini dileriz. Bu duayı üç defa okursunuz.» [116]

 

Rabbımızın Sözleri Tükenmez

 

«De ki: Rabbımın sözlerini (yazmak) için deniz(ler) mürekkep olsa ve bir o kadarı da ilâve etsek, yine de Rabbımın sözleri bitmeden denizler tükenirdi.»

Öncesi ve sonrası olmayan, ezelle ebed arasını ilmiyle, kudretiyle, ka­hır ve tasarrufuyla kapsayan Allah için bir son olmadığına göre, O'nun sözleri için de bir son ve sınır yoktur. O bakımdan bütün denizler mürek­kep olsa ve bir o kadarı da ona katılsa yine de Rabbımızın sözleri bitme­den onlar tükenir.

Bize Cebrail vasıtasıyla indirdiği sözü, bizim ihtiyacımız oranındadır. Öyle ki, kıyamete kadar dünya ve âhiretimizi düzenleyecek, ruhumuzu arındıracak, önümüzü aydınlatacak, düşünce ufkumuzu genişletecek, duy­gularımızı yönlendirecek hükümleri kapsamakta ve bütün milletlere ses­lenmek, yol göstermektedir. Böyle olmasına rağmen Kur'ân-ı Kerîm bit­mez, tükenmez bir ilim hazinesi olarak elimizde bulunuyor. Her cağda in­sanları Hakk'a çevirecek, gelişerek doğruyu bulan ilimle bağdaşacak özel­liktedir. Çünkü Allah sözüdür, o bakımdan kapsamlı ve kudretlidir.

Biz henüz fizik âlemi hakkında her şeyi çözmüş ve anlamış değiliz. Bilmediklerimiz bildiklerimizden cok fazladır. Mâna âlemi, yani fizikötesi hakkında ise, ilmin kayda değer bir tesbiti yoktur. Allah'ın kudretinin var­lık alemindeki tecellilerinden milyarda birini belki ancak bilebiliyoruz.

Mi'rac gecesi Resûlülfah (A.S.) Efendimiz'e gösterilen sır ve hikmet­ler, açılan kapılar bile, ilâhî gaybın milyarda biri değildir.

Bütün bunları bir tarafa bırakalım da sadece insan bedenini ve ru­hunu ele alalım. Bu birbirinden ayrı iki varlığın yapılarındaki ilâhî sanat ve kudretin pek az ölçüde sır ve hikmetini çözebiliyoruz. Bize bu kadar yakın olan beden ve ruhumuz hakkındaki bilgimiz yeterli olmadığına göre, diğer varlıkların hakikatini bütün boyutlarıyla nasıl bilebiliriz. O sonsuz ve sınır­sız kudretin karşısında aczimizi, sınırlılığımızı mahviyetkâr bir dille anlat­maktan başka ne diyebiliriz? [117]

 

Rabbına Selim Bir Kalp İle Kavuşmak İsteyenler

 

Artık kim Rabbına selim bir kalp, arınmış bir ruh, gelişmiş bir vicdan, berraklaşmış bir gönül ile kavuşmak istiyorsa, önce Rabbının makamının yüceliğini, kendi kulluğunun anlam ve hikmetini anlayarak sâlih ameller­de bulunsun. Çünkü Cenâb-ı Hak, ancak işin, sözün ve düşüncenin iyisini, güzelini, faydalı ve doğru olanını sever ve kabul eder. O'nun yaptığı her şey mükemmeldir ve mutlak anlamda faydalıdır. Noksan iş O'nun elinden çıkmaz. Noksanlık bizim srfatımızdır. Yanlış düşünceler bize aittir. Kud­ret kalemi yanlış yazmaz. Allah kendi mülkünde mutlak hükümrandır. İlim ve kudreti her şeyi kapsayıp kuşatmıştır.

Kehf sûresine, Allah'a hamd ile başlandı ve Allah'a ibâdette hiçbir şeyi O'na ortak koşmamakla noktalandı. En güzel övgülere lâyık olan Rabbımız her türlü ortaktan, benzerden ve noksanlıktan pak-ve yücedir.

Bizi bu sûrenin tefsirinde başarılı kıldığı için de Rabbımıza sâlih kul­larının hamdiyle hamd ederiz. Kalan sûrelerin tefsirini de tamamlamayı müyesser kılmasını diler, yine hamd ile O'nu tesbîh eder, Resûlüllah'a (A.S.) selât ve selâmla ta'zimatımtzı sunarız. [118]

 



[1] Lübabu't-te'vil : 3/185

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3606.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3606-3607.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3609.

[4] Tirmizî/fiten: 26, zühd: 41- İbn Mâce/fiten:  19- Dâremî/rikak:  37- Ah-med: 3/7, 19, 22, 46, 61, 74- 6/68

[5] Ebû Dâvud/melahim :   14

[6] Sünen-i Dâremî/fezâil-i Kur'ân :  2/326-3409 nolu hadîs

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3609-3610.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3610-3611.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3611.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3611-3612.

[10] Geniş bilgi için bak : Mülk Sûresi 2. âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3612-3613.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3613.

[12] Hak Dini Kur'ân Dili :  5/3233, 3234

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3618-3619.

[13] Bak :  Camiu'l-Beyan Fi'Tefsîri'l-Kur'ân :   15/132-137

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3620-3622.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3622-3623.

[16] Lübdbu't-te'vil :   3/195

[17] Câmiu'l-Beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân :   15/127,  128

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3624.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3624-3625.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3625-3626.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3627.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3627-3628.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3628.

[23] Lübabu't-te'vîl : 3/196 - Esbab-ı Nüzul

[24] »               »         s    »

[25] >               ,

[26] Sahîh-i Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3630-3631.

[27] Müsned-i Ahmed

[28] Ebû Dâvud/illm:   13

[29] Müsned-i Ahmed: Enes b. Mâlik (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3631.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3631-3632.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3632.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3633.

[33] Yunus Sûresi:  32

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3633-3634.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3634.

[36] Ltibabu't-te'vîl:  3/197  - Tefsîr-i Kurtubî:   10/399

[37] Tefsîr-i Kurtubî :   10/399

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3637.

[38] îbn Mâce/edeb :  55- Ahmed:   2/403

[39] Buharî/mağazî; 38, daavat: 51, 68, kader: 7- Müslim/zikir: 44, 45, 46-Ebû Dâvud/vitir: 26- Tirmizî/daavat: 57- İbn Mâce/edeb; 59- Ahmed: 2/298, 309- 4/400. 402. 403-  R/14*   ı*n    1"

309- 4/400, 402, 403-  5/145,  150,   152

[40] Ahmed:   5/156

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3637.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3638.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3638.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3638-3639.

[44] Sahîh-i Müslim :  Ebû Hüreyre   (R.A.)den

[45] Müsned-i Ahmed:   3/75

[46] Tirmizî/daavat:   82- Ahmed:   3/150

[47] Lübabu't-te'vîl :   3/200

[48]  »            »              »

[49] Tefsîr-i Kurtubî:  10/414

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3640.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3641.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3642.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3643.

[53] Buharı/enbiya ;  8, tefsir:  5. 14, 15 -2/21, rikak:  45- Müslim/cennet:  58-Tirmizi kıyamet:   3-  tefsir:   21- Nesâî/cermiz:   119-   Ahmed:   5/3

[54] Buhari/tefsîr: 5, 14, 21- Ahmed;  1/223, 235, 253 - 3/495 - 6/53 Müslim/ Cennet; 56

[55] Taüeranî

[56] Ahmed:   1/223, 229. 235, 253  -  3/495  -  6/53, 60,  90

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3644-3646.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3646.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3646-3647.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3647-3648.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3648.

[61] Müslim/zühd:   60

[62] Müsned-i Ahmed :  5/6

[63] Müslim/münafikin:  66, 67- Ahmed:   3/314, 332, 354,  366, 384

[64] Müsned-i Ahmed: 3/75

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3650.

[65] Bilgi için bak : Bakara Sûresi: 34, A'raf Sûresi:  11, tsrâ Sûresi- 61   Tâ-Hâ Sûresi:  116, Hicir Sûresi: 33, Sad Süresi: 75. âyetlerin tefsirine

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3650-3651.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3651-3652.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3652.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3652-3653.

[70] Buharî/teheccüd:  5, tefsir:   18, i'tisam :   18, tevhîd:  31- Müslim/mtlsafi-rîn: 206- Ahmed;  1/112

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3654-3655.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3655-3656.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3656-3657.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3657.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3658.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3659.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3659-3660.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3660-3661.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3661-3662.

[79] Sahih-i Buharı : Said b. Cübeyr'den n/118 ve 102 nolu hadîs

[80] Câmi'u'l-Beyân Fi Tefsîri'l'-Kur'ân : 15/179

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3666-3667.

[82] Câmiu'l-Beyân  Pi-Tefsiri'1-Kur'ân :   15/180

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3667-3669.

[84] Bilgi için bak : Buhari/ilim: 44, tefsir : 2/18, 3/18, 4/18, enbiyâ 27- Müs-lim/fezâil:   170- Tirmizî/tefsîr:   18- Ahmed:  5/118,  120

[85] Tefsîr-i Kurtubî:   11/10

[86] Tefsîr-i Kurtubî :   11/10

[87] Buharî/ilim:   41,  mevakıyt-i salât:   40-  Ahmed:   2/121

[88] el-İbriz tarafımdan 1979 yılında iki cilt halinde tercüme edilerek Demir Yayınevi tarafından basılmıştır.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3669-3673.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3673.

[91] Esbab-ı Nüzûl/Nisabûrî :  75

[92] Tefsîr-i   îbn   Kesîr :    3/100-   Câmiu'l-Beyân   Fi-Tefsîrİ'1-Kur'ân:    16/7

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3676.

[93] Buharî/fiten: 4, 28, enbiyâ: 7. menakıb: 25, talâk: 24- Müslim/f iten: I, i- Tırmızı/fiten: 23- İbn Mâce/fiten: 9- Ahmed: 2/341, 530- 6/428   429

[94] Buharî/hac :  47-  Ahmed:   3/27, 48. 64

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3676-3677.

[95] Bilgi  için  bak:   Meydan  LAROUSSE

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3677-3679.

[97] Fazla bilgi için bak :   Hezekiel :  238- 39/6

[98] Bilgi için bak :  Tanrı Buyruğu :   2/493

[99] Fazla bilgi için bak :  Tefsir-i Merâğî :   16/13,  14

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3679.

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3679-3680.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3680.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3681.

[103] Buharî tefsir: 6/18 - Müslim/münafıkîn : 18

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3683.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3683.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3683-3684.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3684-3685.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3686.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3686.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3687.

[110] Lübabu't-te'vîl - Tefsîr-i Kurtubî: 11/69'dan özetlenerek

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3688.

[111] Buharî/rikak :   36,  ahkâm:   9-  Müslim/zühd:   47,  48-  Tirmizî/nikâh:   11. zühd:  48- İbn Mâce/zühd:  21- Ahmed:  3/40-5/45

[112] Tirmizî/tefsir:  6/18 - İbn Mâce/zühd:  21- Ahmed:  4/215

[113] İbn Ebi Hatim :  Abdülkerim el-Ceziri tarikiyle Tavus'dan

[114] Tirmizi/hudud:  24. fiten :  59, zühd:  21- İbn Mâce/hudud:   12, zühd:  21-Ahmed:   1/22, 44   - 3/7. 30.  382- 4/126-  5/428. 429

[115] Müslim/nıüsafirîn:   257-   Ebû  Dâvud/melahim:   14-   Ahmed:   5/196-   6/449

[116] Müsned-i Ahmed: 4/403

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3689-3690.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3690.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3691.