Rahman
ve Rahim Olan Allah 'm Adıyla
9-26.
ayetlerde Kehf ashabının alışılmadık, hayret verici kıssası açıklandığından
dolayı bu sureye Kehf suresi adı verilmiştir. Bu da Yüce Allah'ın göz
kamaştırıcı kudretine somut ve kesin bir delildir.
Bu
sure "elhamdülillah" ibaresiyle başlayan beş sureden birisidir. Bu
şekilde başlayan sureler: Fatiha, En'am, Kehf, Sebe' ve Fâtır sureleridir. Bu başlangıç
insanın Yüce Allah'a ubudiyetini, onun Allah'ın nimet ve lütuflarını kabul
edişini, Yüce Allah'ın şan ve şerefinin övülmesini, O'nun azamet, celal ve
kemalinin itiraf edilmesini hissettirmektedir.
[1]
Bu
surenin İsra suresinden sonra yer alması, bu iki sure arasındaki ilişkileri
birkaç yönden ortaya çıkarmaktadır. Evvelâ, İsra suresi teşbih ile (subhânellezi)
bu sure ise tahmîd (elhamdülillah) ile başlamaktadır. Bunlar ise Kurân-ı
Kerim'de ve hadislerde bir arada yer alırlar. Öyle ki sürekli tesbîh, tahmîdden
önce gelmektedir. Yüce Allah'ın "Rabbini hamd ile teşbih et." (Hicr,
15/98) buyruğunda (Tercümede her ne kadar hamd başa gelmiş ise de) tesbîh daha öncedir.
Hadis-i şerifte de: "Sübhanallahi ve bihamdihi" diye buyurulmaktadır.
Aynı şekilde İsra suresi de hamd ile sona ermektedir. Böylelikle surelerin
başları ile sonları arasında da benzerlik ortaya çıkmaktadır.
Yahudiler
müşriklere Peygamber (s.a.)'e üç hususu sormalarını emretmişlerdi. Bunlar: ruh,
Kehf ashabının kıssası ve Zülkarneyn kıssası idi.
Yüce
Allah İsra suresinin sonlarında birinci soruya değinmekte, daha sonra Yüce
Allah Kehf suresinde diğer iki soruyu cevaplandırmaktadır. Bundan dolayı bu iki
surenin araka arkaya gelmeleri uygun düşmüştür.
Hadis-i
şerifde geldiği üzere "Size ilimden ancak pek azı verilmiştir” buyruğu
nazil olunca Yahudiler şöyle demişlerdir. "Bize her şeyin bilgisi içinde bulunan
Tevrat verilmiştir." Bu sefer Yüce Allah'ın: "De ki: Eğer deniz
Rabbimin sözleri için mürekkep olsa Rabbimin sözleri tükenmeden deniz elbette
tükenirdi..." (Kehf, 18/109) buyruğu nazil oldu.
Şanı
Yüce Allah İsra suresinde: "Ahiret vaadi gelince onları da sizi de bir
araya getireceğiz." (İsra, 17/104) buyruğu yer aldıktan sonra Kehf
suresinde: "Rabbimin va'di gelince onu dümdüz eder, Rabbimin vaadi
haktır... o gün kâfirleri cehennemle yüz yüze getiririz." (Kehf, 98/100)
buyrukları ile bu husus etraflı bir şekilde açıklanmış olmaktadır.
Özetle
söyleyecek olursak, şanı Yüce Allah İsra suresinin sonlarında: "Biz onu
hak olarak indirdik, o da hak olarak indi." (İsra, 17/106) diye
buyurduktan sonra, ona iman eden ilim ehlini söz konusu ederek Kur'ân-ı
Kerim'in onların huşularını artırdığını belirtip kendisine hamdedilmesini
emretti. Herhangi bir evlat edinmediğini de açıkladıktan sonra Yüce Allah,
eğrilikten uzak bütün kitapları doğrultucu, evlat edindiğini söyleyenleri
uyarıcı, iman edenleri de güzel ecir ile müjdeleyici olan bu Kitab'ı indirdiği
için insanlara kendisine hamdetmesini emretmektedir.
Daha
sonra Kureyş kâfirlerinden söz açtığında, ondan sonra da: "Ve onu tekbir
ettikçe et." (İsra, 17/111) buyruğunda mahataba "kuluna" (Kehf,
18/1) buyruğunda ise gaibe geçiş yaptığını görüyoruz. Çünkü "kuluna"
şeklindeki ifade o kulun şereflendirilmesini gerektiren bir mana vardır.
[2]
Sure,
Kur'ân-ı Kerim'i dosdoğru, aykırılığı, lafız ve manasında çelişkisi bulunmayan,
müjdelemek ve uyarmak üzere inen bir kitap olmakla nitelendirerek başladı.
Daha
sonra yeryüzünde bulunan ve gayet açık bir şekilde Yüce Allah'ın kudretini
gösteren süs, güzellik ve hayret verici şeylere dikkatleri çekmektedir.
Sure
Kur'ân-ı Kerim'in en parlak kıssalarından üç kıssayı söz konusu etmektedir.
Bunların birisi Ashab-ı Kehf kıssası, diğeri Hz. Musa ile Hızır'ın kıssası
üçüncüsü ise Zülkarneyn kıssasıdır. Ashab-ı Kehf kıssası (9-26. ayetler arası)
oldukça üstün bir örnektir. Vatanı, aileyi, akrabayı, dostları, mallan, akide
uğrunda feda ederek dinlerini korumak amacıyla putperest kralın tasallutundan
kaçtılar, dağdaki bir mağaraya sığındılar. Yüce Allah onları Kamerî 309 yıllık
bir süre uyuttuktan sonra insanlara öldükten sonra dirilişe kadir olduğuna dair
maddi bir delil sunmak üzere diriltti.
Şanı
Yüce Allah bu kıssanın akabinde Rasulullah (s.a.)'a alçakgönüllülüğü, mümin
fakirlerle oturup kalkmayı, dine davet etmek maksadıyla bile olsa zenginlerle
birlikte oturup kalkmaya yönelmemeyi emretmektedir: "Kendini sabah akşam
Rablerine dua edenlerle beraber bulundur..." (Kehf, 18/28).
Daha
sonra Yüce Allah hakkın açığa çıkmasından sonra kâfirleri tehdit etmekte, onlar
için ahirette hazırlamış olduğu çetin azabı söz konusu etmektedir: "De
ki: Hak Rabbinizdendir..." (Kehf, 18/29). Diğer taraftan şanı Yüce Allah
salih müminler için hazırlamış olduğu Adn cennetleri ile de bunun
karşılaştırmasını yapmaktadır (30-31. ayetler).
Hz.
Musa'nın Hızır ile kıssası ise 60-70. ayetlerde söz konusu edilmekte-din Bu
ilim talep ederken alçakgönüllü olmak hususunda ilim adamlarına bir örnektir.
Kimi zaman Allah'ın salih bir kulu dinin usul ve füruu ile ilgili almayan
hususlara dair peygamberlerin sahip olmadığı bilgilere sahip olabilir. Buna
delil ise gemiyi delme, çocuğu öldürmek ve duvarı inşa etmek olaylarıdır.
83-99.
ayetlerde yer alan Zülkarneyn kıssasına gelince; bu da yönetici ve sultanlar
için ibretli bir kıssadır. Çünkü bu hükümdar dünyaya hakim olmak fırsatını ele
geçirmiştir. Yerin doğusuna da batısına da egemen olmuştur, sahip «iduğu takva,
adalet ve salâh nitelikleri dolayısıyla da büyük ve muazzam bir aeü inşa
etmiştir.
Bu
kıssalar arasında yine göz kamaştırıcı üç örnek yer almaktadır. Bun-fardan amaç
da hakkın, sadece egemenlik ve zenginlikle gerçekleşmeyip, iman de alâkalı
olduğunu ortaya koymaktır. İlk örnek iki bahçe sahibi ile ilgili kıssadır
(32-44. ayetler ) Maksat malına güvenerek aldanan zengin ile imanıyla izzet
bulan fakir arasında bir karşılaştırma yapmaktır. Böylelikle ımmin fakirlerin
durumu ile müşriklerin durumu açıklanmış olmaktadır.
İkinci
örnek ise (45-46. ayetler) dünya hayatına dair örnektir. Bundan «aksat dünyanın
fani olup zeval bulacağını hatırlatıp insanları uyarmaktır. Bunun arkasından da
dağların yürütülmesi, insanların tek bir düzlükte bir «aya getirilip toplanması
ve insanların aniden amel defterleriyle karşı karşıya kalması gibi kıyametin
bir takım dehşet verici sahnelerinin zikredildiğini görüyoruz (47-49. ayetler).
Üçüncü
örnek ise İblis'in ve Adem'e secde etmeyi kabul etmeyişinin kıssasıdır (50-53.
ayetler). Bu da büyüklük ve gururun sebep olduğu kovulmak, mahrumiyet ile
Allah'a kulluk ve alçakgönüllülük arasında bir mukayese yapmak; insanları
şeytanın şerrinden sakındırmak ve ubudiyyet ile alçakgönülülüğün sebep olduğu
Allah'ın rızasını ortaya koymak içindir.
Bundan
sonra da Kur'ân-ı Kerim'in ibret için insanlara öğüt vermeye ehemmiyet verdiği
dile getirilmekte, peygamberlerin asıl görevinin müjdelemek ve uyarmak olduğu,
Yüce Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmekten insanları sakındırmak göreviyle
sorumlu olduklarını açıklamaktır (54-57. ayetler).
Sure
üç konu ile sona ermektedir: Bunların birincisi kâfirlerin amellerinin ahirette
boşa çıkacağı ve bunun sonuç vermeyeceğinin ilân edilmesi (100-106. ayetler),
ikincisi ise salih amel işleyen müminlere ahirette ebedi nimetlere nail
olacaklarının müjdelenmesi (107-108. ayetler), üçüncüsü ise Yüce Allah'ın bilgisi
için sınır olmadığının açıklanması (109-110. ayetler).
[3]
Kehf
Suresinin faziletine dair sahih ve sağlam hadisler vârid olmuştur. Bunlardan
birisini Müslim, Ebu Davud, Neseî ve Tirmizî Ebu'd-Derdâ'dan rivayet
etmişlerdir. Buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kehf Suresinin
başından on ayet-i kerime ezberleyen kişi Deccal'den korunur."
Bir
diğer hadis-i şerif ise İmam Ahmed, Müslim ve Neseî tarafından yine
Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilmiştir. Buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim Kehf suresinin son on ayetini okursa Deccal'in fitnesinden
korunur." Neseî'nin ifadesinde ise: "Kehf suresinden her kim on
ayet-i kerime okursa.." şeklindedir.
Bir
diğer hadisi şerif de Neseî'nin Sünen'inde Sevban'dan kaydettiği rivayettir ki
buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kehf suresinden
son on ayet-i kerimeyi okursa şüphesiz ki onlar, onun için Deccal'e karşı bir
korumadır."
Bu
hadisi şerifler bu surenin ilk on ayetini yahut son on ayetini yahut da
herhangi bir on ayetini okumanın o kişiyi Deccal'in fitnesinden koruyacağını
göstermektedir.
Kehf
Suresinin cuma günü ve gecesi okunması sünnettir. Çünkü Hâkim bu konuda bir
hadis rivayet etmekte ve "İsnadı sahihtir" demektir. Buna göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kehf suresini cuma günü okur
ise iki cuma arası onun için nur ile aydınlatılır." Dârimî ve Beyhakî de
şunu rivayet etmektedir: "Her kim bu Sureyi cuma gecesi okuyacak olursa
el-Beytü'l-Atik arası onun için nur ile aydınlanır."
[4]
1- Hamd Kitab'ı kuluna onda hiçbir eğrilik koymaksızın indiren
Allah'adır.
2-3- Dosdoğru bir kitaptır o. Kendi katından şiddetli bir baskını haber vermek
ve salih amel işleyen müminlere onlar için-içinde temelli kalacakları-güzel bir
mükâfat olduğunu müjdelemek için.
4- Ve: "Allah çocuk edindi" diyenleri de uyarmak için.
5- Ne onların ne de babalarının buna dair bir bilgileri vardır. O
ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür! Onlar yalnız ve yalnız yalan söylerler.
6- Demek bu söze inanmazlarsa onların ardından üzülerek nerdeyse kendini
mahvedeceksin?
7- Yeryüzündeki şeyleri ona bir ziynet kıldık. Onlardan hangisinin daha
güzel amel işleyeceğini deneyelim diye.
8-
Şüphesiz ki biz yeryüzünde
olanları kupkuru bir toprak haline getireceğiz.
"Müjdelemek"
ile "uyarmak" kalimeleri arasında tıbak sanatı vardır.
"Şiddetli
bir baskını haber" buyruğu ile "ve Allah çocuk edindi diyenleri de uyarmak
için" buyruklarından özel olanın genel olandan sonra söz konusu edilmesi
dolayısıyla itnâb sanatı vardır. Bunların her birisinde de bedi' bir hazif
(cümlede eksiltme) vardır. Birinci cümlede birinci mef ul hazfedilmiştir. Yani
takdiri "kâfirlere bir azabı haber vermek için" şeklindedir. İkinci
cümlede de ikinci mef’ul hazf edilmiştir. O da: "Allah çocuk edindi
diyenleri de bir azabla korkutup uyarmak için" takdirindedir.
"Onların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin."
buyruğunda temsilî bir istiare vardır. Hz. Peygamberin müşriklere karşı olan
durumu, sevdiklerinden ayrılan ve onlar için duyduğu üzüntü dolayısıyla
kendisini helak etmeye kalkışan kimsenin durumuna benzetilmektedir.
"Demek...
nerdeyse kendini mahvedeceksin" buyruğu nehiy anlamında inkâr ifade eden
bir soru olup "Onlar imandan yüz çeviriyorlar diye üzülerek kendini helak etme"
demektir.
[5]
"Hamd...
Allah’adır” Hamd ve övgü, Allah içindir. Bununla kullara Yüce Allah'a ne
şekilde övgüde bulunacakları ve üzerlerindeki en büyük nimet olan İslâm ve
Kur'ân-ı Kerim nimetlerine karşılık ona ne şekilde hamd ve senada
bulunacaklarını öğretmektedir.
"Kitabı"
Kur'ân-ı Kerim'i "onda hiçbir eğrilik koymaksızın" yani onda en ufak
bir eğrilik görülmeksizin "indiren Allah'adır." Maksat Kur'ân-ı
Kerim'in mana ve lafızlarında aykırılık ve çelişki olmadığını belirtmektir.
"Dosdoğru
bir kitaptır o." Dosdoğru ve istikâmet üzere bir kitaptır. Onda aşırılık
da yoktur, eksiklik de. İhtiva ettiği mükellefiyetleri aşırı değildir. Zorluk
ve sıkıntıyı bertaraf etmiştir.
"Şiddetli
bir baskını haber vermek için" yani kâfirleri Kitap ile âhiretteki büyük
azapla korkutmak için, "Müminlere onlar için... güzel bir mükâfat
olduğunu" ki bu da cennettir "müjdelemek için..."
"Ne
onların ne de babalarının buna dair bir bilgileri vardır." Bu söze yahut
evlât edinmesine dair kendilerinin de önceki babalarının da bir bilgisi yoktur.
"O ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür!" Burada yerilen şey
hazfedilmiştir. Yani onların söyledikleri bu söz, ne kadar kötüdür! "Demek
ki bu söze" Kur'ân-ı Kerim 'e "inanmazlarsa onların ardından"
yani imandan yüz çevirmelerinden sonra "üzülerek nerdeyse kendini
mahvedeceksin?" İman etmelerini çok istediğin için öfke ve kederinden
dolayı nerdeyse kendini helak edecek yahut öldüreceksin.
"Yeryüzündeki
şeyleri" hayvan, bitki, ağaç, nehir ve diğerlerini "ona bir zinet kıldık.
Hangisinin daha güzel amel işleyeceğini deneyelim diye." insanları bu
denemenin sonucuna bakarak imtihan edelim diye; yani ilişkilerinde bu imtihan
sırasında kimin zühd ile davranacağını, bu süslere kimin aldanmaya-cağmı ve
gereken şekilde hareket edeceğini bilelim diye.
"Şüphesiz
ki biz yeryüzünde olanları kupkuru" hiçbir bitkisi bulunmayan bitki
bitirmeyen "bir toprak haline getireceğiz."
[6]
"Hamd...
Allah'adır." Yüce Allah Kitab'ını, Rasül-i Ekremine (s.a.) indirdiğinden
dolayı kendi zatına hamd etmekte, kendini övmektedir. Çünkü o kitap sayesinde
insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır. Zira O, onu onda eğrilik ve
sapmanın söz konusu olmadığı dosdoğru bir kitap kılmıştır. Yüce Allah'ın:
"Onda hiçbir eğrilik koymaksızın." buyruğunun anlamı, onda herhangi
bir eğrilik, bir sapma koymayıp aksine dosdoğru ve mutedil kılmıştır demektir.
Hamd'in
anlamı ise Yüce Allah'ın güzel fiillerine karşılık, güzel övgülerde bulunup bu
fiillerine şükretmektedir. Esasen Yüce Allah her halde hamde lâyıktır. O kimi
zaman surenin başlarında sonlarında kendisine hamdetmektedir ki, ihsan etmiş
olduğu üstün ve değerli nimetlerine karşılık müminler ne şekilde
hamdedeceklerini öğrensinler. Onun kullarına ihsan ettiği nimetlerin en
önemlisi ise İslâm nimeti ve kulu Muhammed (s.a)'e indirmiş olduğu, insanların
kurtuluşlarını sağlayacak olan Kitab-ı Kerim'idir.
"Dosdoğru
bir kitaptır o..." Eğrilik olmadığını belirttikten sonra Kur'an-ı Kerim'in
dosdoğru oluşunun da zikredilmesinin sebebi, bu hususu pekiştirmektir. Çünkü
nice dosdoğru olan ve doğru olduğuna tanıklık edilen şey vardır ki, dikkatle
tetkik edilip denendiği takdirde, asgarî miktarda da olsa eğrilikten kurtulamaz.
Bir görüşe göre de bunun manası "sair kitaplar üzerinde doğrultucu” ve
onları tasdik edici demektir. Bir diğer açıklamaya göre ise kulların maslahatlarını
sağlayan ve kaçınılmaz olan hükümleri, onlara bildiren demektir..
"Şiddetli
bir baskını haber vermek..." Yani Kitabı inkâr edenleri dünyada acilen
gelip çatacak bir ceza ve intikam ile, ahirette ise bilahare gelecek olan
cehennem ateşi ile korkutup uyarmak üzere. Ayette geçen "Kendi
katından" ibaresinin anlamı ise Yüce Allah'tan sâdır olan bir azap
demektir.
"Salih
amel işleyen müminlere...müjdelemek için." Bu Kur'ân imanlarını salih amel
ile destekleyenleri Allah nezdinde kendileri için güzel bir sevap olduğunu
belirterek müjdelesin diye, inmiştir. Bu güzel ecir ise iyi ve takva sahibi
olanların yurdu olan cennettir. Hayırlı ve ihsan ediciler için ebedîlik yurdu
olan cennettir. O halde güzel ecir cennet demektir.
"İçinde
temelli kalacaklardır." Yani onlar Allah nezdindeki sevapları olan ?bedî
cennette karar bulacak, orada daimi olarak kalacaklardır.
"Ve
Allah çocuk edindi diyenleri de uyarmak için." Yani Allah'ın çocuğu olduğunu
iddia eden kâfirleri de sakındırmak için. Bunlar ise, "Bizler Allah'ın kızları
olan meleklere ibadet ediyoruz" diyen Arap müşrikleri ile Üzeyr'i Allah'ın
oğlu kabul eden Yahudiler ve "Mesih Allah'ın oğludur" diyen Hristiyanlardır.
Daha
önce kâfirlere yönelik olarak geçmiş bulunan genel uyarı ve korkutmanın
kapsamına girmekle birlikte, özellikle bunların söz konusu sdilmelerinin
sebebi, küfrün ve masiyetin en çirkin türünün Yüce Allah'a çocuk isnad etmek
olduğunu ifade etmektir.
"Ne
onların ne de babalarının buna dair bir bilgileri vardır." Yani onların da
geçmişlerinin de, uydurdukları bu söze dair sağlam bir bilgileri yoktur. Allah'ın
çocuk edindiğine yahut babası olduğuna dair hiçbir bilgileri yoktur. Bu aşırı
cehaletlerinden ve atalarını taklit etmelerinden ve şeytanın bu işi onlara güzel
göstermesinden ötürü söylenmiş bir sözdür. Bir şeye dair bilgi sahibi olmamak
ise ya ona dair bilgiye ulaştıran yolu bilmemekten yahut da bizatihi onun
bilinmesine imkân olmadığından yani bilinmeye elverişli olmadığından kaynaklanmaktadır.
"O
ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür!" Yani onların söyledikleri,
ağızlarından çıkarma cesaretini gösterdikleri o küfür sözü, oldukça mesuliyeti
büyük bir sözdür. Bu sözün kendi sözleri dışında da hiçbir dayanağı yoktur.
Bundan dolayı Yüce Allah: "Onlar yalnız ve yalnız yalan söylerler."
buyurmaktadır. Yani onlar ancak yalan ve iftira olan bir sözü, asla gerçeği
olmayan bir sözü söylemektedirler.
Daha
sonra Yüce Allah imanı terkedip ondan uzak durdukları için müşriklere üzülmesi
dolayısıyla rasûlünü (salat ve selam ona) şu buyruklarıyla teselli edip gönlünü
almaktadır:
"Demek
bu sözlere inanmazlarsa onların ardından üzülerek neredeyse kendini
mahvedeceksin..." Yani onlar bu Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiyorlar diye
onlar için üzülerek ve kederlenerek neredeyse kendini öldürecek, ölüme
sürükleyeceksin. Esef ve keder ile nefsini helak etme, onlar için üzülerek,
kızarak, sabırsızlanarak kendini öldürme. Aksine onlara Allah'ın risâletini
tebliğ et. Hidâyet bulan kendisi için hidâyet bulmuş olur, sapıtan da kendi
aleyhine sapıtmış olur. Onların seni bırakıp yüz çevirmelerine üzülme!
Bu
ayet-i kerimenin benzerlerinden bazıları şunlardır "O halde senin nefsin
onlara karşı hasretlere gitmesin." (Fatır, 35/8); "İman etmiyorlar
diye neredeyse kendini öldüreceksin." (Şuara, 26/12); "Onlar için
üzülme. Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntıya düşme."
(Nahl, 16/127).
Daha
sonra Yüce Allah dünyayı fâni ve gelip geçici bir yurt olarak kıldığını, bir
sınav yeri olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzündeki
şeyleri ona bir ziynet kıldık..." Yani bizler yeryüzünde bulunan insan,
hayvan, bitki, maden, ev gibi göz kamaştırıcı ve çekici şeyleri dünya ve
insanlar için gelip geçici bir süs kıldık ki, onlarla insanları sınayalım. Böylelikle
iyilik yapanın ameli de fesat yapanın ameli de ortaya çıksın. Biz de iyilik
yapana sevap ile, kötülük yapana da ceza ile karşılık verelim. Amelin iyi ve
güzel olması dünyaya rağbet etmemek, ona aldanışı terketmek, dünyayı ahiret
için bir köprü olarak değerlendirmektir. Müslim, Ebu Said el-Hudrî'den
rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki dünya
tatlıdır (gözalıcı), yeşildir. Ve şüphesiz Allah sizi orada halifelik makamına
getirmemiştir; sizin nasıl akıl ettiğinize bakmaktadır."
Daha
sonra Yüce Allah kâfirlerden yüz çevirme emrinin sebebini söz konusu ederek,
şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki biz yeryüzünde olanları kupkuru bir
toprak haline getireceğiz." Yani şüphesiz bizler yeryüzünü ve orada
bulunan her şeyi süslü halinden sonra harabeye çevireceğiz, neticede orası
yıkılıp gidecektir. Ayette geçen "Kupkuru bir toprak" ibaresi şu
demektir: Biz orayı yeşillikli, otlak bir yer halinde iken hiçbir bitkinin
bulunmadığı, kendisinden faydalanmanın söz konusu olamayacağı boş bir arazi
haline getireceğiz. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Orayı
dümdüz edecektir. Sen oralarda ne bir alçaklık ne de yükseklik
görebileceksin." (Tâ-Hâ, 20/107).
Ayet-i
kerimeden maksat ise, "Sen üzülme, biz onları helak edecek, onları yok
edeceğiz" diyerek Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmektir.
[7]
Ayet-i
kerimeler Allah'ın kullarına en büyük nimetinin Kur'ân-ı Kerim olduğunu
açıklamaktadır. O insanlığın problemlerine etkili bir ilâç, karanlıktan
kurtarıp aydınlığa çıkartan gerçek adalet ve en ufak bir eğrilik bulunmayan
dosdoğru bir yoldur.
Bu
kitabın fonksiyonlarından bir diğeri de cehennem ateşindeki ağır azap ile,
dünyada da intikam ile korkutarak kâfirleri uyarmaktır. Özellikle de Allah'ın
evlat edindiğini ileri süren müşrikleri korkutmaktır. Bunlar da "Melekler
Allah'ın kızlarıdır" diyen Araplar, "Üzeyir Allah'ın oğludur"
diyen Yahudiler, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen Hristiyanlardır.
Söylediklerine dair kendilerinin de bir delili yoktur, geçmişlerinin de. Bu,
günahı çok büyük bir iştir ve çok büyük bir suçtur.
Kur'ân-ı
Kerim'in bir fonksiyonu daha vardır ki o da Rasulullah (s.a.)'m getirdiklerini
tasdik etmek, emirlere bağlanmak, yasaklardan sakınmak gibi salih amel işleyen
müminleri, mükâfatı ile müjdelemektir. Bu güzel ecir ise sakinlerinin ebedi
kalacağı cennettir. Cennet ebedîlik yurdudur ve oraya girenler ölmezler.
Hiçbir
kimse dünyaya aldanmamalıdır. Onun süsüne, göz kamaştırıcı ve gözalıcı
güzelliklerine kanmamalıdır. Çünkü bütün bunlar denemek içindir, imtihan
içindir. İyi ve salih olan kimseler, günahkâr fesatçılardan ayırt edilsin
diyedir; sonra dünyanın akıbeti yok oluştur, sona eriştir. Dönüş ise herkesi
hesaba çekecek olan mutlak âdil, mutlak ilâh ve mutlak melik olanadır. Böylelikle
her insan amelinin karşılığını görecektir.
Kaçınılmaz
sonuç bu olduğuna göre ey Peygamber! Dünyada görüp işittiklerinden dolayı
kederlenip üzülme! Kur'ân-ı Kerim'e iman etmeyip yüz çevirdikleri için kendini
yormaya, helak etmeye gerek yoktur.
[8]
9-
Yoksa sen Ashab-ı Kehfi ve Rakîm ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?
10- Hani o yiğitler mağaraya sığınmışlardı da:
"Rabbimiz, bize katından rahmet ver, işlerimizde doğruluk ver!" demişlerdi.
11- Bunun üzerine biz de sayılı yıllar boyunca
mağarada onların kulaklarına perde vurduk.
12- Sonra iki gruptan hangisinin bekledikleri
süreyi daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık.
13- Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak
anlatıyoruz. Doğrusu onlar Rab-lerine inanmış genç yiğitlerdi. Biz de onların
hidâyetini artırmıştık.
14-
Kalkıp da: "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasını
ilâh diye asla çağırmayız. Yoksa andol-sun ki batıl söz söylemiş oluruz."
dedikleri zaman kalplerini pekiştirmiştik.
15- "Şu bizim kavmimiz, onu bırakıp başka
ilâhlar edindiler. Bunlara dair apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a
karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir?"
16-
"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız,
o halde mağaraya çekilin ki, Rabbi-niz size rahmetinden genişlik versin,
işinizde kolaylık göstersin."
17- Güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ
tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol taraftan yanlarından kayıp
gittiğini görürsün. Kendileri de ma-
idiler.
Bu Allah'ın ayetlerindendir. Allah kimi hidâyete erdirirse o, doğru yola
ermiştir, kimi de saptıracak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir yardımcı
bulamazsın.
18- Onlar uykuda oldukları halde sen onları
uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürürdük. Köpekleri de kollarını
eşiğe uzatmıştı. Onları görsen onlardan geri dönüp kaçardın ve için onlardan
dolayı korkuyla dolardı.
19- İşte böyle. Biribirlerine sorsunlar diye
onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi.
"Bir gün veya günün bir kısmı" dediler. "Ne kadar kaldığınızı
Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi birinizi şu gümüş parayla şehre gönderin de
yiyeceklere baksın, hangisi daha temiz ise ondan size bir rızık alıp getirsin.
Orada dikkatli davransın da sakın sizi kimseye duyurmasın." dediler.
20-
"Çünkü onların sizden haberleri olacak olursa sizi ya taşla öldürürler
veya dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise ebediyyen iflah olmazsınız."
21-
Böylece onların bulunmalarını sağladık ki Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu,
kıyametin muhakkak kopacağını ve onda şüphe edilmeyeceğini bilsinler.
Nitekim bunlar kendi
aralarında durumları hakkında çekişip duruyorlardı. "Onların
üzerlerinde bir bina kurun." diyorlardı. Rableri onları çok iyi bilir.
Onların işlerine galip gelenler ise "Onların üzerlerinde mutlaka bir mescit
yapacağız." dediler.
22- "Onlar üçtür dördüncüleri köpekleridir"
diyecekler. "Beştir, altıncıları köpekleridir." diyecekler. Bu gayba
taş atmaktır. "Yedidir, sekizincileri köpekleridir." diyeceklerdir.
De ki: "Onların sayısını en iyi bilen Rabbim'dir. Onları pek az kimseden
başkası bilmez." Bu yüzden onlar hakkında zahir olandan başkasıyla
tartışma ve bunlardan kimseye onlara dair bir şey sorma!
23- Bir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka
yapacağım" deme.
24-
Meğer ki Allah dilemiş ola. (İnşaallah diyesin) Unuttuğun zaman da Rabbini an
ve şöyle de: "Umulur ki Rabbim beni bundan doğruya daha yakın olana
eriştirir."
25-
Onlar mağaralarında üçyüz sene eğleştiler; buna dokuz daha kattılar.
26-
"Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir" de. Göklerin ve
yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne güzel işitendir! Bunların
ondan başka velileri yoktur. O kimseyi hükmüne ortak etmez.
"Madem
ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız..."
yani böyle böyle demekle kavminizden ayrıldığınızı hatırlayın, demektir. Bu
buyruktaki ("ma") edatı ya mastar içindir, yani "Hani siz onları
ve onların ibadetlerini Allah'a ibadet dışında terketmiştiniz" anlamında
olur. Ya muzaf hazfedilmiştir. Yahut da ismi mevsuldür. Yani "Hani onları
ve ibadet ettikleri varlıkları terketmiş, ayrılmıştınız" anlamına gelir:
Ya da nefiy edatıdır. O takdirde anlamı şöyle olur: Hani siz Allah'tan başka
hiçbir kimseye ibadet etmeksizin onlardan ayrılmıştınız. O takdirde (âyetin
başındaki) "vâv" harfi de hal edatı olur. "Allah'tan başka"
istisnası muttasıl bir istisna olabilir. Çünkü onlar Mekke halkı gibi
yaratıcıyı kabul etmekle birlikte, O'na başka ilâhları da ortak koşuyorlardı.
Munkatı istisna da olabilir. O takdirde şöyle bir anlam ortaya çıkar: Siz
onların bütün taptıklarından ayrılmıştınız, ancak onların taptıkları varlıklar
arasında yer almayan Allah'a ibadet etmeyi kabul etmiştiniz.
[9]
"Doğrusu
onlar Rablerine inanmış genç yiğitlerdi." Bu buyruk muhatap tarafından
sorulmuş bir soruya bağlı olarak yapılmış bir başlangıçtır, mütekel-limden
gaibe bir geçiş (iltifat sanatı) vardır.
"Hidâyet
eder, saptırır." "Uyanık, uyuyor" "sağ ve sol"
buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.
"Bunun
üzerinde Biz de yıllarca... kulaklarına perde vurduk... sonra... onları
uyandırdık." buyrukları arasında manevi bir tıbâk sanatı vardır. Çünkü
birincisinin anlamı biz onları uyuttuk iken, ikincisi onları uyandırdık,
anlamındadır.
"Bunun
üzerine biz de... kullarına perde vurduk." buyruğunda istiare sanatı
vardır. Burada ağır uyku kulaklara perde vurmaya benzetilmiştir. Tıpkı,
çadırın, içindekiler üzerine vurulması gibi.
"Kalkıp
da, ...batıl söz söylemiş oluruz dedikleri zaman kalplerini pekiştirmiştik."
buyruğu da aynı şekilde istiaredir. Çünkü burada rabt (mealde pekiştirmek)
bağlamak, demektir. Maksat ise, kapların ağızlarının ip ve benzeri şeylerle
bağlandığı gibi, kalplerinin bağlanmasını yani kalplerine sebat verilmesini anlatmaktır.
[10]
"Yoksa
sen" hitap herkesedir. "Ashab-ı Kehfi" mağara arkadaşlarını
"ve Rakım Ehlini." Rakîm, taştan bir levhadır. Onda isimleri ve
nesepleri yazılıdır. Dağın yahut mağaraların içinde bulunduğu vadinin adının
yazılı olduğu da söylenmiştir, "şaşılacak ayetlerimizden olduğunu mu
sandın?" Onlar kıssaları itibariyle bizim ayetlerimizden biri olup
şaşılacak bir özelliğe sahiptiler. Yani onları diğer ayetler arasında şaşılacak
yahut en hayret edilecek bir şey mi zannettin?
"Hani
o yiğitler." Yiğitler anlamına gelen "fitye" fetâ kelimesinin
çoğuludur. Bu da tam ve olgun genç demektir. Bunlar Dakyanus tarafından şirke
girmeleri istenen şerefli gençlerdir. Onlar kâfir kavimlerinin, imanlarına
zarar vereceklerinden korkarak kaçıp "mağaraya sığınmışlardı da: Rabbimiz
bize katından" tarafından "rahmet ver." Bizim mağfiret
olunmamızı, rızık elde etmemizi, düşmandan yana da güvenlik duymamızı
gerektirecek bir rahmet ver, işlerimizde doğruluk ver, kolaylık sağla. İstenene
ulaştıracak yola ilet. İçinde bulunduğumuz bu kâfirlerden ayrılmamızı sağlayıp
hidayet bulmuş olarak, dosdoğru yürüyebileceğimiz bir yola ulaştır, bütün
işlerimizi dosdoğru kıl!
"Bunun
üzerine biz de yıllarca mağarada onların kulaklarına perde vurduk. "
konuşulanları ve her hangi bir sesi işitemiyecekleri şekilde ağır bir uyku
uyumalarını sağladık. Asıl anlamı ise, "Biz onların kulaklarına
işitmelerini önleyecek şekilde perde gerdik ve bunu belli sayıda yıllar
süresince yaptık" şeklindedir.
"Sonra
iki gruptan" onlardan biribirinden farklı iki kesimden yahut da başkaları
arasından iki gruptan; kaldıkları süre hakkında "hangisinin bekledikleri
süreyi daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık."
Burda sözü geçen iki gruptan kasıt "Bir gün yahut bir günün kısmı
uyuduk" diyen kesim ile, "Rabbiniz ne kadar süre kaldığınızı en iyi
bilendir" diyen kesimdir.
"Biz
sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatıyoruz." Onlara dair haberleri
doğru bir şekilde sana bildiriyoruz.
"Kalkıp
da... dedikleri zaman kalplerini pekiştirmiştik." Hak sözü söylemeye,
yurtlarından, ailelerinden, mallarından ayrılığa katlanmaları için kalplerine
güç vermiştik.
"Şu
bizim kavmimiz, onu bırakıp başka ilâhlar edindiler." Bu ifade bu işi
reddettikleri anlamını ihtiva eden bir haberdir. "Bunlara dair apaçık
delil getirmeleri gerekmez mi?" Bu uydurma ilâhlara ibadete dair açıkça
kabul edilebilecek, tartışılamayacak bir delil getirmeleri gerekmez mi? Çünkü
din ancak açık belgeye dayanılarak öğrenilir. Ayrıca bu ifadede dini konularda
delili olmayanın reddolunacağmı, dini hususlarda taklidin caiz olmadığını ifade
etmektedir. "Allah 'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" Yüce
Allah'a ortak nisbet etmek suretiyle yalan iftira edenden daha zalim kimse
yoktur.
"Madem
ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız..."
Burada gençler kendi aralarında konuştular. Siz kavminizden ve Allah'ın dışında
bütün taptıklarından ayrıldınız. Çünkü kavimleri müşrikler gibi hem Allah'a
ibadet ediyor, hem de putlara tapıyorlardı. "Rabbiniz size rahmetinden
genişlik versin." Size geniş bir rızık versin, dünyada da âhirette de
rahmetinden genişlik ihsan etsin, "işinizde kolaylık göstersin."
Sabah-akşam yemeği gibi kendisinden yararlanacağınız şeyler versin. Onların
bunu kesin olarak ifade etmelerinin sebebi, Allah'ın lütfuna olan güçlü
güvenleriydi.
"Güneşin
doğduğu zaman mağaranın sağ tarafına yöneldiğini" yani güneşin ışığı
onlara düşmeyip rahatsız etmediğini. Çünkü mağara güneye bakıyordu. Yahut da
Yüce Allah güneş ışığını mağaradan sağa sola doğru kaydırmıştı, "battığı
zaman da yanlarından kayıp gittiğini" onlara değmediğini, hiçbir şekilde
onlara isabet etmediğini "görürsün. Kendileri mağaranın genişçe bir
yerinde" mağaranın ortasında, geniş bir yerde esen rüzgarın serinliği ve
esintisi de onlara isabet edecek bir yerde "iç tarafında idiler. Bu"
sözü geçen bu halleri yahut da güneşin bu şekilde kendilerine değmeden geçmesi
"Allah'ın ayetlerindendir." Kudretine delil, belgelerdir. "Allah
kimi hidayete erdirirse o doğru yola ermiştir. Kimi de saptıracak olursa artık
onu doğru yola erdirecek bir yardımcı bulamazsın." Allah her kime
tevfikiyle hidayet verecek olursa işte kurtuluşu elde eden hidayet bulmuş kimse
odur. Bundan kasıt ise ya onlardan övgü ile söz etmektir yahut da bu türden mucizelerin
çokluğuna dikkat çekmektir. Fakat bunlardan asıl yararlananlar Yüce Allah'ın
ayetleri üzerlerinde dikkatle düşünüp bunlar vasıtasıyla basireti açılan
kimselerdir.
"Kimi
de saptıracak olursa" Allah kimi yardımsız bırakacak olursa, sen onun
himayesini üzerine alıp "onu doğru yola erdirecek kimse bulamazsın."
Diğer bir ifade ile her kim Allah'ın ayetleriyle hidayet bulur ve delile dayanarak
imanı seçecek olursa, Allah da ona hidâyet vermiş ve bu seçimi dolayısıyla da
ona muvaffakiyet vermiş demektir. Kim de hidâyet sebeplerine yapışmaz ise
sapmış ve doğru yoldan uzaklaşmış olur, sen onu doğru yola, hidâyete iletecek
kimseyi asla bulamazsın.
"Şayet
sen onları görecek olsan" uykuda oldukları halde "sen onları"
gözleri açık olduklarından dolayı "uyanık sanırdın."
"Biz
onları sağa ve sola döndürürdük." Ta ki yer onların etlerini çürütmesin.
"Köpekleri de kollarını eşiğe uzatmıştı." Yani adı Kıtmîr olan
köpekleri mağaranın düzlüğünde ön ayaklarını uzatmıştı. Düzlükte değil de
mağaranın kapısında uzattığı da söylenmiştir. O da onlar gibi uykuda döner
durur ve uyanık sanılırdı. "Onları görsen" de onlara baksan
"onlardan geri dönüp kaçardın ve için onlardan dolayı korku ile
dolardı." Allah bu korku ile herhangi bir kimsenin yanlarına girmesini
engelledi.
"İşte
böyle" yani sözü geçenlere yaptığımız gibi "biribirlerine" kendi
durumları ve kaldıkları süre hakkında "sorsunlar diye onları uyandırdık...
bir gün veya bir günün bir kısmı dediler." Çünkü güneşin doğduğu sırada mağaraya
girmişler ve batması esnasında uyandırılmışlardı. Böylelikle o batışın oraya
girdikleri güne ait olduğunu sandılar. Onların bu kanaatleri zan-larına dayalı
idi. Çünkü uyuyan bir kimse ne kadar süre kaldığını hesap edemez. Bundan
dolayı bilgiyi Yüce Allah'a havale ederek şöyle dediler: "Ne kadar
kaldığımızı Rabbimiz daha iyi bilir." Kısa bir süre kaldıklarını, onlardan
birisinin ona cevap varmek üzere söyledikleri bir söz olması mümkündür. Çünkü
bunlar işin kendileri için içinden çıkılamaz ve bilinemez olduğunu öğrenince
kendileri için önemli olana yönelerek dediler ki: "Şimdi siz birinizi şu
gümüş paranızla şehre gönderin." İster sikkeli olsun, ister sikke vurulmamış
olsun, gümüş paraya "verık" denilir. Sözü geçen şehrin Tarsus veya
Efes şehri olduğu söylenir. "Yiyeceklere baksın, hangisi daha temiz ise
ondan size bir rızık alıp getirsin." Şehirdeki yiyeceklerin hangisi daha
helâl, daha hoş, daha çok ve daha ucuz ise onu alsın; "orada dikkatli
davransın" Girişeceği ilişkide dikkatli davranmak için bütün gücünü ortaya
koysun ki, aldanmasın yahut da tanınmayacak şekilde alabildiğine kendisini
saklamaya çalışsın "da sakın sizi kimseye duyurmasın." Başkalarının
sizi farketmelerine sebep olacak hiçbir iş yapmasın.
"Çünkü
onların sizden haberleri olacak olursa" sizi farkeder yahut ele geçirecek
olurlarsa. Burada zamir şehir halkına aittir, "sizi ya taşla öldürürler
veya dinlerine döndürürler." istemeseniz bile sizi dinlerine dördürmeye
çalışırlar. "Bu takdirde ise" onların dinlerine dönecek olduğunuz
takdirde "ebe-diyyen iflah olmazsınız."
Böylece
onları uyandırdığımız gibi, "onların" kavimleri ve müminler tarafından
"bulunmalarını sağladık ki" kavimleri "Allah'ın" öldükten
sonra diriliş "vaadinin gerçek olduğunu" sabit ve değişmez olduğunu
"bilsinler." Çünkü onların uyuyup uyandırılmaları, ölüp sonradan
diriltilen kimsenin haline benzer. Bu kadar uzun süre onları uyutmaya ve
gıdasız olarak halleri üzere bırakmaya kadir olan bir kimse elbetteki ölüleri
de diriltmeye kadir olur. "Kıyametin muhakkak kopacağını ve onda şüphe
edilmeyeceğini" herhangi bir tereddüdü gerektirecek bir hususun
olmadığını "bilsinler. Nitekim bunlar kendi aralarında durumları
hakkında" gençler ile ilgili olarak "çekişip duruyorlardı." Yani
müminler ve kâfirler bu konuda onların üzerine bir yapı inşa etmek hususunda
anlaşmazlığa düşmüşlerdi. "Onların üzerine bir bina kurun,
diyorlardı." Kâfirler; etraflarında onları örtecek bir yapı yapılmasını
istiyorlardı. "Rableri onları çok iyi bilir." Bu bir ara cümlesidir
ve Yüce Allah ya onların dönemlerinde anlaşmazlık çıkartanları ya da
Rasulullah (s.a.) döneminde onlar hakkında anlaşmazlığa düşenleri
reddetmektedir veya anlaşmazlık taraflarından birisinin, durumlarını
hatırlamalarından sonra işi Allah'a havale etmeleri için bir hatırlatmadır.
"Onların
işlerine galip gelenler ise..." ifadesindeki galip gelenler şehrin ileri
gelenleri, söz sahibi olan kimselerdi. Bu da gerçek ölüm ile ikinci defa
Allah'ın onları öldürmesi sırasında bulunan müminlerdi, "onların
üzerlerine mutlaka bir mescit yapacağız, dediler." Çevrelerinde içinde namaz
kılınan bir mabed yapacağız. Meşhur olan görüşe göre bunlar Hristiyan idiler ve
bu yapı da mağaranın kapısında yapılmıştı.
"Onlar
üçtür, dördüncüleri köpekleridir, diyecekler." Yani Rasulullah (s.a.)'m
döneminde bu gençlerin sayısı hususunda anlaşmazlığa düşenler biribirlerine
böyle diyeceklerdir. Onlardan kimisi de: "Beştir, altıncıları
köpekleridir, diyecekleridir." Bu iki görüş Necrân Hristiyanlarına aittir.
"Bu gayba taş atmaktır." Yani konu ile ilgili herhangi bir bilgileri
olmaksızın gelişigüzel bir kanaat ortaya atmaktır. Recm (taş atmak) zanna
dayalı söz söylemektir. Gayb ise insanın bilmediği ve görmediği şeydir. Burada
kasıt ise zanna ve tahmine dayanarak söz söylemektir. "Onları pek az
kimseden başkası bilmez."
"Bu
yüzden onlar hakkında zahir olan şeyden başkasıyla tartışma ve onlardan kimseye
dair bir şey sorma!" Kitap Ehli olan Yahudilerden herhangi bir kimseden
görüş isteme yahut da onlardan hiçbir kimseye yol gösterilmesini isteyen bir
edâ ile kıssalarında dair bir şey sorma. Çünkü şüphesiz sana gelen bu vahiyler
başka bir şeye ihtiyaç bırakmamaktadır.
"Bir
şey hakkında, ben bunu yarın mutlaka yapacağım, deme." Herhangi bir şey
için, bunu yarın yapacağım, yahut da gelecek bir zamanda yapacağım, deme.
"Meğer ki Allah dilemiş ola." Yani ancak inşaallah demek suretiyle
işi Allah'ın dilemesine havale ederek böyle bir söz söyleyebilirsin. Bu, Yüce
Allah'ın peygamberine gösterdiği bir usuldür. Yahudiler Kureyşliler'e "Ona
ruh, Ashâb-ı kehf ve Zülkarneyn hakkında soru sorun" demişlerdi. Onlar da
Hz. Peygamber'e soru sordular, o da "Yarın gelin, size haber vereyim"
demişti. Fakat inşaallah dememişti. Vahiy on küsur gün gecikti. Nihayet bu iş
ona ağır geldi, Kureyş de onu yalanlayınca, bu âyet-i kerime nazil oldu.
"Unuttuğun"
yani işi ilâhi meşiete bağlı olarak söz konusu etmeyi unuttuğun "zaman da
Rabbini an." Yani O'nun meşietini yani iradesini işi O'na bağlayarak
hatırla! Bu meşietin unutmaktan sonra hatırlanması ise, konuşma esnasında
anılması gibidir. Elverir ki o mecliste bu iş yapılsın. Nitekim el-Hasen ve
başkaları böyle demiştir. İbni Abbas'tan ise şöyle dediği zikredilmektedir:
İsterse o vaadini bozmadığı sürece bir sene sonra söylemiş olsun, farket-mez.
"Umulur ki Rabbim beni bundan dolayı daha yakın olana eriştirir."
Yani peygamberliğine delil getirme hususunda Ashâb-ı Kehf haberinden, daha
doğruya yakın olanı bana haber verir. Nitekim Allah ona bundan daha büyük
olanını geçmiş peygamberlerin kıssaları ile gösterdi. Kıyamet gününe kadar
gelecekte olacak gaybî bir takım olayları haber vermek gibi.
"Üçyüz
sene." Kitap ehline göre bu güneş senesine göre bir hesaplamadır. Araplara
göre ise kamerî sene bundan dokuz yıl daha fazladır. İşte bundan dolayı
"buna dokuz daha kattılar" yani dokuz yıl daha kattılar, demektir.
Bunun üçyüz senesi güneş senesidir, üçyüzdokuz senesi ise kamerî sene
hesabıyladır.
"Onların
ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir." Bu hususu O, anlaşmazlığa
düşenlerden daha iyi bilir. "Göklerin ve yerin gaybı" yani bilgisi
O'na aittir. O ne güzel görendir!" Yüce Allah ne güzel görendir! "O
ne güzel işitendir. Bunların" yani göklerde ve yerde yaşayanların
"ondan başka velileri" yardımcıları "yoktur.O kimseyi hükmünde
ortak etmez" O verdiği hükümde onlardan hiçbir kimseyi ortak etmez,
onlardan herhangi birisinin müdaheleler-ine imkhan tanımaz. Çünkü O'nun ortağa
ihtiyacı yoktur.
[11]
Yüce
Allah'ın "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir ve size
bilgiden ancak çok azı verilmiştir." (İsra, 17/85) buyruğunu açıklarken,
Ashâb-ı Kehf kıssasının nüzul sebebi de zikredilmişti. Muhammed b. İshâk bu
kıssanın nüzul sebebini etraflı ve gayet açık bir şekilde zikretmiş bulunmaktadır.
Der ki: en-Nadr b. Haris Kureyş'in şeytanî tiplerindendi. Rasulullah s.a.)'a
eziyet verir, ona açıktan düşmanlık yapardı. Hîre'ye gitmiş, orada Rüstem ve
İsfendiyar'a ait hikâyeleri öğrenmişti. Rasulullah (s.a.) da bir mecliste
oturdu mu orada Yüce Allah'ı zikreder, kavmine kendilerinden önceki ümmetlerin
başına gelen musibetleri anlatırdı. Hz. Peygamber kalkıp gitti mi arkasından
en-Nadr gelir ve Allah'a yemin ederim ey Kureyşliler, benim anlattıklarım onun
anlattıklarından güzeldir, haydi geliniz ben sizlere onun anlattıklarından daha
güzel şeyler anlatacağım, der ve İran krallarına dair onlara bir şeyler
anlatırdı.
Daha
sonra Kureyşliler onu ve onunla birlikte Utbe b. Ebî Muayt'ı Medine'deki Yahudi
alimlerin yanına gönderdiler ve onlara şöyle dediler: Siz Yahudi alimlerine,
Muhammed hakkında soru sorunuz. Onun neler söylediğini onlara bildiriniz. Çünkü
onlar ilk kitaba sahip kimselerdir. Onlarda bizim bilmediğimiz peygamberlere
ait bilgiler vardır. Bunun üzerine bu iki kişi Mekke'den çıkıp Medine'ye
geldiler. Yahudi alimlerinden (hahamlara) Muhammed'in (s.a.) durumuna dair
bilgi istediler. Yahudi alimleri onlara şöyle dedi: Ona üç hususa dair soru
sorunuz. Eski zamanda gitmiş genç delikanlıların hali nice oldu? Çünkü onların
hikâyesi hayret vericidir. Yine ona her tarafı dolaşmış bir adama dair haber
sorunuz. Yine ona ruhun ne olduğunu sorunuz. Şayet size haber verirse o bir
peygamberdir; değilse yalan söyleyen bir kişidir. en-Nadr ve arkadaşı Mekke'ye
döndüklerinde "Biz sizlere bizimle Muhammed arasında nihâî hükmü verecek
şeylerle geldik" deyip Yahudilerin söylediklerini bildirdiler. Bunlar da
Rasulullah (s.a.)'a gelip soru sordular, Rasulullah (s.a.) "Hakkında soru
sorduğunuz bu şeyleri yarın size bildireceğim" diye buyurdu. Ancak,
inşâallah demedi. Onlar da onu bırakıp gittiler. Rasulullah (s.a.) da
-tarihçilerin belirttiklerine göre- onbeş gün bekledi. Nihayet Mekkeliler bunu
dillerine dolayıp yalan haberler yaymaya başladı ve şöyle dediler: Muhammed
yarın haber vereceğini vaad etti, bu gün ise üzerinden onbeş gün geçti. Bu
gecikme Rasulullah (s.a.)'a ağır geldi. Arkasından Hz. Cebrail Allah katından
Ashab-ı Kehf suresini getirerek geldi. Ayrıca o surede Yüce Allah'ın onlara
niçin üzüldüğüne dair bir serzenişi ve gençlere dair bilgi ile o her tarafı
dolaşan adamın haberi vardı.[12]
Yüce
Allah'ın "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım..." mealindeki 23. ayetin
nüzulüne gelince: İbni Cerîr, ed-Dahhak'dan, İbni Merdüveyh, İbni Abbas'tan
şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (s.a.) bir şeye dair yemin etti,
üzerinden ondört gün geçtikten sonra Yüce Allah "Bir şey hakkında ben bunu
yarın mutlaka yapacağım deme..." ayeti nazil oldu.
[13]
Şanı
Yüce Allah yeryüzünde bulunan şeylerin bir süs olduğunu ve bunlarda
kıssalardan, kıssalardaki garip hallerden, daha üstün, daha hayret verici ve
harikulade özellikler bulunduğunu söz konusu ettikten sonra, Ashab-ı Kehf
kıssasının diğer ayetleri (ve mucizeleri) arasında tek başına hayret edilecek
bir şey olmadığını; yeryüzünün bitkilerle, insanlarla, canlılarla, ağaçlarla,
nehirlerle ve başka şeylerle süslenmesinden daha az hayret verici olduğunu
beyan etmiştir.
[14]
309
yıl uyku halinde canlı olarak kalan Kehf Ashabı'nın kıssasına dair kesin haber
işte budur. Bu kıssa önceki kitapların işaret etmiş olduğu hayret verici
olaylardan birisidir.
"Yoksa
sen Ashab-ı Kehf i ve Rakım ehlini şaşılacak âyetlerimizden mi sandın..."
Onu dinleyenler Ashab-ı Kehf kıssasından hayrete düştüler ve sınamak kasdıyla
Rasulullah (s.a.)'a bu hususta soru sordular. Yüce Allah da şöyle buyurdu: Sen
bizim ayetlerimiz arasında sadece bunların mı şaşılacak şeyler olduklarını
zannettin? Öyle bir şey sanma! Çünkü bizim ayetlerimizin tümü şaşılacak, hayret
edilecek şeylerdir. Ashab-ı Kehf kıssası ve onların uzun bir süre hayatta
bırakılmaları, dünyanın halinden daha şaşılacak bir şey değildir. Şüphesiz
yeryüzünün süsü ve onun hayret verici yanları bu kıssadan daha harika ve daha
şaşırtıcıdır. Yeryüzünü süslemeye sonra da onu toprak haline getirmeye, gökleri
ve yeri yaratmaya Kadir olan, her şeye kadir demektir. İnsanlardan belli bir
grubu belli bir süre yemeksiz ve içeceksiz koruması da O'nun kudretinin
tecellilerindendir.
Özetle
sen Kehf ve Rakîm ashabı kıssasını ayetlerimizden hayret verici tek bir ayet
olduğunu sanma! -Ki Rakîm onların ya köpeklerinin adıdır ya vadilerinin veya
yapılarındaki yazının adıdır.- Öyle bir kanaate kapılma; çünkü bütün ayetlerimiz
şaşırtıcıdır, gariptir. İbni Cerîr ile İbni Kesîr'in tercih ettiği gibi ayet-i
kerimenin zahirinden anlaşıldığına göre rakîm "yazı" demektir.
"Hani
o yiğitler mağaraya sığınmışlardı." Ey peygamber! Kendilerini dinlerinden
döndürmesinler diye kaçıp da puta tapan kavimlerinden gizlenmek maksadıyla
dağdaki mağaraya sığınmalarım hatırla. Onlar mağaraya girdikleri vakit Yüce
Allah'tan kendilerine rahmetini ihsan etmesini, kendilerine lötufta bulunmasını
isteyerek demişlerdi ki: "Rabbimiz bize katından rahmet mer." Yani
bize kendi katından, bizi esirgeyeceğin ve kavmimizden saklayacağın bir rahmet
ihsan buyur. "İşlerimize doğruluk ver." Yani akıbetimizi doğru kıl,
tizim için faydalı olanı sağlamak ve bizleri sapık değil de doğru yolu bulan,
şaşkın değil de hidayete ileten kimseler kılmak suretiyle; yahut genel olarak
bütün işlerimizi dosdoğru kılmak suretiyle; "işlerimizde doğruluk ver,
demişlerdi."
"Bunun
üzerine biz de sayılı yıllar boyunca mağarada onların kulaklarına perde
vurduk." Mağaraya girdikleri sırada onları ağır bir uykuya daldırdık.
Artık hiçbir ses işitmez oldular. Sayıları belli, pek çok yıl böylece uyudular.
"Sonra
iki gruptan hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesaplamış olduğunu
belirtmek için onları uyandırdık." Yani daha sonra onları bu uykularından
uyandırdık. Böylelikle insanlar da Yüce Allah'ın bu konuda bildiğini açıkça
görsünler. Yani onlar hakkında anlaşmazlığa düşen iki gruptan hangisinin uykuda
kaldıkları süreyi ve uykularının nihai vaktini bilsinler, bundan dolayı da acizliklerini
açıkça görsünler, Allah'ın onlara ne yaptığını bilsinler ve Yüce Allah'ın
öldükten sonra diriltmeye ve diğer hususlara kadir olduğunu kesin olarak kabul
etsinler.
[15]
"Biz
sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatıyoruz." Yani biz sana onların
haberlerini doğru şekliyle bildirmekteyiz. Bu şunu ifade eder: Araplar arasında
onlara dair dillerde dolaşan haberler doğru değildi.
"Doğrusu
onlar Rablerine inanmış genç yiğitlerdi..." Yani onlar Rablerini samimi
olarak tevhîd eden, O'ndan başka ilâh olmadığına tanıklık eden gençlerdi. Biz
de akideleri üzerinde kararlılık, Allah'a yönelmek ve salih ameli tercih etmek
suretiyle hidayeti bulma hususundaki başarılarını daha da artırmıştık. Bu
buyrukta isyana batan ve batıl dinde derinlere gömülen yaşlılara göre,
gençlerin hakka daha bir yönelmek ve doğru yola daha büyük oranda hidayet
bulmak istidadında olduklarına işaret vardır. İşte bundan dolayı -İbni Kesîr'in
de belirttiği gibi- Allah'a ve Rasulün'e icabet edip çağrılarını kabul edenlerin
çoğunluğu genç idi. Kureyş'in yaşlıları ise dinleri üzere kalmaya devam
ettiler; onlardan ancak az kimseler iman etmişti. Taberânî ve İbnü'l-Münzir
İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Allah ne kadar peygamber
gönderdiyse mutlaka o genç idi. Daha sonra Yüce Allah'ın "İbrahim adında
genç bir yiğidin onları diline doladığını işitmiştik, dediler." (Enbiyâ,
21/60); "Hani Musa genç delikanlısına şöyle demişti..." (Kehf, 18/60)
ayetlerini okudu. Kehf ashabı hakkında da "inanmış genç yiğitlerdi"
diye söz etmektedir.
Bu
ayet-i kerimedeki "Biz de onların hidayetini artırmıştık." buyruğu,
imanın artışına ve insanlar arasında birinin imanının diğerinden üstün
olduğuna, imanın artıp eksildiğine, itaatle artıp masiyet dolayısıyla
eksildiğine delil gösterilmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hidayet bulanlara gelince, onların hidayetlerini artırdı ve onlara
takvalarını verdi." (Muhammed, 47/17); "İman edenlere gelince bu
onların imanlarını artırdı ve onlar biribirleriyle müjdeleşirler." (Tevbe,
9/124) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "İmanlarına iman katılıp
imanları artsın diye..." (Feth, 48/4)
[16]
Kehf
ashabının Meryem oğlu İsa Mesih dinine bağlı oldukları zikredilmektedir. İbni
Kesîr ise onların Hıristiyanlıktan önce yaşamış oldukları görüşünü tercih
etmektedir. Buna delil ise Yahudi âlimlerinin onlara dair haberleri bilmeleri,
buna önem vermeleridir. Nitekim nüzul sebebinde bunu açıklamıştık. Bir diğer
delil ise İbni Ebî Şeybe, İbnü'l-Münzir ve İbni Ebi Hâtim'in İbni Ab-bas
(r.a)'tan yaptıkları şu rivayettir: Bu rivayete göre Kehf Ashabı insanları
putlara tapmaya çağıran zorba hükümdarların birisinin ülkesinde yaşıyorlardı.
Onlar bu durumu görünce o şehirden çıkıp gittiler. Yüce Allah aralarında herhangi
bir sözleşme ve haberleşme olmaksızın onları bir araya getirdi Biri diğerine
nereye gitmek istediğini sormuş fakat durumunu gizlemiş, açıklamamıştı. Çünkü
biri ötekinin ne için dışarı çıktığını da bilmiyordu. O bakımdan biribirlerine
durumlarını açıklamak üzere sözler aldılar, yeminler ettiler. Nihayet bir söz
birliği ettiler ve dediler ki: "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin
Rabbi-dir... İşinizde kolaylık göstersin."
Daha
sonra yola koyuldular ve nihayet mağaraya girdiler. Allah da onların kulaklarına
perde vurdu, uykuya daldılar. Aileleri onları aramaya başladılar ancak bütün
çabalarına rağmen bulamadılar. Nihayet durumları krala iletildi, o da şöyle
dedi: Bu günden itibaren bu insanların durumu şöyle olmalıdır: Bunlar herhangi
bir cinayet söz konusu olmaksızın ve bilinen bir sebebe bağlı olmayarak nereye
gittiğini bilmediğimiz aramızdan çıkıp giden insanlardır. Daha sonra kurşundan
bir levha getirilmesini istedi. O levhaya isimlerini yazdı, sonra da bunu
hazinesine koydu. Daha sonra da şanı Yüce Allah'ın bize anlattığı olaylar
başlarından geçti.[17]
"Kalkıp
da bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir... dedikleri zaman kalplerini
pekiştirmiştik." Yani kavimlerine karşı davranışlarında akideleri yolunda
kararlılıklarında sağlam ve güçlü bir şekilde ısrar etmeleri ilhamını vermiştik.
Nihayet kavimlerinin içinde bulundukları rahat yaşayışı ve mutluluğu
terkettiler ve insanları putlara, tağutlara ibadete teşvik eden, onları bu
putlara, tağutlara ibadete zorlayan zalim hükümdar Dakyanus'un önüne dikilip
şöyle dediler: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz
kesinlikle ondan başka bir ilâha ibadet etmeyiz. Zira ondan başka Rab yoktur,
ondan başka mâ-bûd olamaz. Kavimlerin yaptığı putlara secde etmek, onlar için
kurbanlar kesmek ise, ancak gökleri ve yeri yaratan Allah'a yaraşır."
İlk
cümleleri olan "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir."
ifadesiyle Jûhiyyetin tevhidini ilan etmişlerdi. Putlara tapanlar da bunu kabul
ederler. ikinci cümleleri o\an:"Biz ondan başkasını ilâh diye
çağırmayız." cümlesinde de rubûbiyetin tevhidini ilân etmişlerdi. Ancak
puta tapıcılar (müşrikler) bunu kabul etmezler. Bunun delili ise Kur'ân-ı
Kerîm'in bize nakletmiş olduğu şu buyruklardır: "Andolsun eğer onlara göklerle
yeri kim yarattı? diye sorsan, i I bette: Allah diyeceklerdir."
(Lokman,31/25); "Şüphesiz biz bunlara" putlara "ancak bizleri
Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (Zümer, 39/3)
Onlar
inançlarını şu sözleriyle gerekçelendirdiler: "Yoksa andolsun ki batıl söz
söylemiş oluruz." Yani biz Allah'tan başkasına ibadet edecek olursak, şüphesiz
o zaman batıl, yalan ve iftira bir iddiada bulunmuş oluruz. Sözlükte batıl =oz
(şatat) haddi aşmak ve hadden uzaklaşmak demektir. Yani o takdirde biz hakka
uymayan, haddi aşmış bir söz söylemiş oluruz. Bu da onların putlara tapmak
üzere davet olunduklarını, krallarının da putlara ibadeti terkettikle-rinden
dolayı onları kınadığını göstermektedir.
[18]
"Şu
bizim kavmimiz O'nu bırakıp başka ilâh edindiler..." yani Kehf ashabı
Dakyanos döneminde putlara tapan kavimleri hakkında şöyle dediler: Bunların şu
uydurma, batıl ilâhlara tapmak şeklindeki amellerinin doğruluğuna ?.paçık bir
delil getirmeleri gerekmez mi? Niçin bu kabul ettiklerinin doğruluğuna doğru
açık, net bir delil getiremiyorlar?
Bu
da şunu göstermektedir: Bir iddiaya delil getirmek aklen ve mantıken daha
sağlıklı bir yoldur.
"Allah'a
karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" Allah'a yalan uydurup iftira
edip, O'na ortak nispet edenden daha zalim yoktur.
Krallarının
kendilerini tehdit edip korkutmasından sonra belki kabul ettikleri dinden geri
dönerler diye durumlarını gözden geçirmeleri için onlara süre tanıması Allah'ın
o gençlere bir lütfü idi. Onlar da bunu uygun bir fırsat olarak değerlendiler
ve fitne korkusu ile dinlerini kurtarmak amacıyla kaçtılar.
İbni
Kesir der ki: İşte insanlar arasında fitnelerin baş göstermesi esnasında meşru
olan tutum budur. İnsan dinine zarar gelir korkusuyla, onlardan kaçar. Nitekim
Buharî'de ve Ebu Davud'da yer alan bir hadis-i şerife göre Ebu Saîd el- Hudrî
Rasulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: 'Aradan fazla zaman
geçmeden sizden birinizin en hayırlı malı dinini fitnelerden kurtarmak üzere,
kaçmak amacıyla kendileriyle birlikte dağların tepelerini ve yağmur yağan
yerleri takip edeceği birkaç koyun olacaktır." İşte böyle bir durumda
insanlardan uzak kalmak meşrudur, fakat sair hallerde meşru değildir. Çünkü bu
durumda cemaatlere ve cumalara gitmek gibi önemli fırsatlar kaybolur.
[19]
"Madem
ki siz onlardan ve Allah 'tan başka tapmakta olduklarından z-t—Jdınız..."
Ey Kehf Ashabı, siz dininizi kurtarmak amacıyla kavminizden, ayrılmak suretiyle
onlardan maddeten ve dininizde onlara muhalefet etmek suretiyle manen
ayrıldığınızı, Allah'tan başka bütün mabudları reddetmeye karar verdiğiniz
vakit, biribirinize söylemiş olduğunuz o sözleri hatırlayınız.
Yüce
Allah'ın "Allah'tan başka" ifadesi ya -belirttiğimiz gibi- muttasıl
bir istisnadır veya muntakı' bir istisnadır. Bunun bir ara cümlesi olması da
mümkündür. O takdirde bu Yüce Allah tarafından bu gençlere dair Allah'tan
başkasına ibadet etmediklerini ifade eden bir haber olur.
Haydi
bedenlerinizle kavimlerinizden ayrılınız, ruhen de onlardan ayrıldıktan sonra
(dağdaki geniş mağara demek olan) kehfe sığınınız. Şirk ehlinden uzaklarda
tenha bir yerde yalnızca Allah'a ihlâsla ibadet ediniz. Eğer siz böyle bir şey
yapacak olursanız, Allah sizin üzerinize sizi kavminize karşı kendisiyle
koruyacağı bir rahmet yayar ve işinize büyük bir kolaylık sağlar, yani
kendisinden yararlanacağınız ve size kolay gelecek yollar açar.
[20]
"Güneşin
doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini..." yani ey Muhammed
veya ey muhatab alınabilecek herkes, güneşin doğuşu esnasında onların
mağaralarında sağ tarafa doğru kaydığını görürsün. Yani güneş yükselerek ışığı
sağa doğru kaymakta ve böyle bir yerde zeval halinde ışığından bir eser
kalmamaktadır. Batışı esnasında ise güneş ışığı onlardan uzaklaşmakta, onları
bir kenara bırakıp kuzey tarafına yönelmektedir. Halbuki onlar mağaranın
genişçe orta yerinde idiler ve dışardan onlara oldukça latif ve serin hava
geliyordu.
Bununla
kastedilen mağaranın güneşin doğuşu ve batışı sırasında güneşten etkilenmeyen
bir yerinde olduklarını bildirmektir. Yani onlara bütün gün boyunca; doğuşunda
da batışında da güneş ışığı değmiyordu. Halbuki onlar güneş ışığına maruz geniş
bir yerde bulunuyorlardı. Allah güneş ışığının onlara temas etmesini önlemişti.
[21]
Tarihçiler
mağaranın yerini tayin hususunda değişik görüşler zikrederler. Burasının
Filistin'in güneyinde Akabe'de Eyle'ye yakın bir vadi olduğu söylendiği gibi,
Irak'ın kuzeyinde Musul'da Ninova yakınlarında olduğu da söylenmiştir. Eski
Bizans toprakları olan Türkiye'nin güneyinde bir yerde olduğu da söylenmiştir.
Bütün bu görüşlerin bir delile dayandırılma ihtiyaçları vardır.
[22]
"Bu
Allah'ın âyetler indendir." Yani bu gençlerin belli yıllar boyunca mağarada
kalmaları Allah'ın, güneşin doğuş ve batışı esnasında güneşi onlardan
ışınlarını kaydırmak ve hararetini başka tarafa çevirmek suretiyle kaydırması,
Yüce Allah'ın kudretinin mükemmelliğine, bilgisinin genişliğine delâlet eden
şaşırtıcı pek çok ayetlerinden bir ayettir (belgedir). Yüce Allah'ın kulları
arasından ihlâs sahibi olanları koruduğuna, tevhidin hak din olduğuna, putlara
ve heykellere tapmanın sapıklık ve doğruluktan ayrılma olduğuna, Kehf
ashabı'nın da korunmasının Yüce Allah'ın lütfü ve onun inayetiyle olduğuna açık
bir delildir. İşte bundan dolayı Yüce Allah "Allah kimi hidâyete erdirirse
o doğru yola ermiştir." diye buyurmaktadır. Yani Yüce Allah ayet ve
belgeleriyle her kime hidayet bulma tevfikini ihsan eder ve hakka götürecek
şekilde ona yol gösterir, sevdiği ve razı olacağı şeylere ulaşma başarısını
ihsan ederse o kimse -Ashab-ı Kehf gibi- doğru yola iletilen ve dünyada da
âhirette de en büyük nasibe mazhar olan bir kimsedir.
Bundan
kasıt ya Ashab-ı Kehf ten övgüyle söz etmek ve onların arzulanan hedefi
gerçekleştirdiklerine dair tanıklık etmek, yahut da bu kabilden ayetlerin
(belge ve mucizelerin) pek çok olduğuna dikkat çekmektedir. Asıl mutlu kişi,
Yüce Allah'ın bunlar üzerinde dikkatle düşünüp onlarla basiretinin açılıp onlar
vasıtasıyla hidayet bulma başarısını elde edendir.[23]
Kısacası bu gençleri hidayete ileten Yüce Allah'tır.
"Kimi
de saptıracak olursa artık onu doğru yola iletecek bir yardımcı bulamazsın."
Yani kötü seçimi, yerinde olmayan istidadı, duruşunu sapıklık yoluna yönlendirmesi
dolayısıyla Allah her kime ayetleriyle hidâyet bulma başarısını vermeyerek
saptıracak olur ise, kesinlikle sen o kimseyi doğru yola iletecek hayra
götürecek dünya ve âhirette doğruluk yollarına ulaştıracak asla bir yardımcı ve
bir dost bulamazsın. Onu kimse hidayete iletemez. Öldükten sonra dirilişi inkâr
eden kâfirler buna örnektir. Çünkü başarı ihsan etmek ve yardımsız bırakmak
Allah'ın elinde olan bir iştir. O dilediğine tevfikini verir, dilediğini de
yardımsız bırakır.
Hidayete
erdirmenin ve saptırmanın Yüce Allah'a ait olarak vurgulanması Rasulullah
(s.a.)'m kavminden çektiği sıkıntıları hafifletmiş ve davetini kabul etmekten
yüz çevirmelerine duyduğu üzüntü ve kederini gidermiştir.
"Onlar
uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın." Yani sen onları
görecek olsaydın, onların uyanık olduğunu zannederdin. Çünkü uyuyor oldukları
halde gözleri açıktır. Buna sebep ise çürümelerini önlemektir. Onlar bu
halleriyle adeta kendilerini görenlere bakıyor gibiydiler.
"Biz
onları sağa ve sola döndürüyorduk." Yani kimi vakit onları sağ tarafa kimi
vakit de sol tarafa döndürüyorduk. Ta ki toprak onların cesetlerini etkilemesin
ve tenleri gereken şekilde hava alsın.
Bu
döndürülme süresi hakkında tefsir alimlerinin farklı görüşleri vardır. Senede
iki defa olduğu, senede bir defa olduğu söylenmiş ise de, her iki görüşün
lehine delil yoktur. Böyle bir şeyi akıl ile tespit etmek de mümkün değildir.
Kur'ân da buna işaret etmemektedir. Bu hususta sahih bir haber de vârid olmuş
değildir. O halde nas mutlak olduğu halde kalmaktadır. İbni Abbas der ki: Eğer
döndürülmeselerdi yer onları yerdi (çürütürdü).
"Köpekleri
de kollarını eşiğe uzatmıştı." Yüce Allah'ın ilhamıyla onları korumak
üzere arkalarından giden köpekleri ise kollarını mağaranın düzlüğünde yahut da
kapısında onları korumak üzere uzatmıştı. Bu ise köpeğin tabiatından ileri
gelen bir şeydir. Adeta onları koruyor idi. O da bu durumda onların uyudukları
gibi uyudu. İşte hayırlılarla arkadaşlık etmenin faydası budur.
"Onları
görsen onlardan geri dönüp kaçardın ve onlardan dolayı için korkuyla
dolardı." Yani eğer sen onlara bakacak olsaydın, arkanı döner kaçar, ve
onlardan dolayı için korkuyla dolardı. Çünkü Yüce Allah onlara bir heybet ve
bir vakar vermişti. Öyle ki kim onlara baksa mutlaka onlardan korkar ve
çekinirdi. Bu halleri uyur halde kaldıkları süre sona erinceye kadar sürdü.
Böylelikle onların bu hallerindeki nihaî hikmet, geniş rahmet tahakkuk etti.
Allah onlar vasıtasıyla öldükten sonra dirilişe ve yaratıkları tekrar iadeye
kadir olduğuna, kıyamet gününün ise şüphesiz olarak geleceğine dair maddi ve
hissedilir delili açıkça gösterdi.
[24]
Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte böyle... onları uyandırdık..." Yani
biz onların hidayetlerini artırıp uyuttuğumuz, bedenlerini çürümekten, yok
olmaktan koruyup uzun bir süre boyunca yiyip içmeksizin canlı olarak
bıraktığımız ve evirip çevirdiğimiz gibi; evet bunun gibi onları tekrar
dirilttik (uyandırdık). Yani ölümü andıran o uykudan onları canlandırdık.
Böylelikle kudretimizin boyutlarını, insanlara yaptığımız işlerin ne kadar
şaşırtıcı olduğunu onlara gösterelim, işleri hakkında basiret sahibi olsunlar,
kendi aralarında biribirlerine soru sorsunlar ve bu noktaya varsınlar diye. O
bakımdan onlardan birisi "Ne kadar süre uyudunuz" diye sordu. Çünkü
uzun süre uyuduklarını hissetmişlerdi. "Bir gün veya günün bir kısmı,
dediler." Yani onlardan birisi şöyle cevap verdi: Bizim değerlendirmemize
göre biz ya tam bir gün uyumuşuz ya da bir günün bir bölümü. Çünkü mağaraya
günün erken saatlerinde girmişlerdi, uyuduklarında ise akşama doğru idi. Bu
bakımdan arkasından "veya günün bir kısmı" deyiverdiler.
"Ne
kadar kaldığınızı Rabbimiz daha iyi bilir..." dediler. Bir diğeri de şu
cevabı verdi: Rabbimiz durumunuzu ve ne kadar gün kaldığınızı daha iyi bilir.
İşte bu, onların hallerinin değişmiş olduğunu gördüklerinden dolayı uzun bir
süre uyuduklarını farkettiklerini ve bu hususta tereddüde düştüklerini göstermektedir.
Yani Allah durumunuzu sizden daha iyi bilir. Siz ne kadar bir süre kaldığınızı
bilmezsiniz. İşte birincilerinin sorduğu soruyu cevaplandırırken uyanık bir
imanın gerektirdiği edep budur.
[25]
Daha
sonra kendi aralarında önemli bir ihtiyaçları hakkında konuşmaya başladılar. Bu
da yiyecek ve içeceğe olan ihtiyaçları idi.
"Şimdi
siz birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderin..." Yani biriniz şu
dirhemlerinizle yahut evlerinden ihtiyaçlarını karşılamak üzere beraberlerinde
bulunan şu gümüşünüzle şehrinize gönderiniz. Bu şehir ise -Râzî'nin de ısrarla
belirttiği gibi- Tarsus'tur.[26]
"Yiyeceklere
baksın, hangisi daha temiz ise ondan size alıp getirsin." Yani hangi
yiyeceğin daha güzel, daha faydalı, daha hoş, daha ucuz olduğuna bir baksın ve
o yiyecekten uygun bir miktar alıp size getirsin.
"Orada
dikkatli davransın da sakın sizi kimseye duyurmasın." Yani bir şey
isterken, şehre girip çıkarken alışverişte bulunurken, yumuşak davransın, şehir
halkından herhangi bir kimseye yerinizi bildirmesin yahut hissettirmesin.
"Çünkü
onların sizden haberleri olacak olursa sizi ya taşla öldürürler ya da dinlerine
döndürürler." Zira kral Dakyanos'un adamları eğer yerinizi farkedecek
olurlarsa sizi taşlayarak öldürürler, yahut da tekrar dinlerine, putperestliğe,
putlara tapıcılığa dönmeniz için sizi zorlarlar.
"Bu
takdirde ise ebediyyen iflah olamazsınız." Yani eğer sizler tekrar onların
dinlerine geri dönme isteklerini uygun bulacak olursanız, dünyada da âhirette
de ebediyyen iflah olmazsınız, kurtulamazsınız.
[27]
"Böylece
onların bulunmalarını sağladık..." Yani biz onları önce uyutup sonra
uyandırdığımız gibi, onları ve hallerini de insanlara gösterdik, haberdar
ettik. Bunların ise Yüce Allah'ın ölüleri diriltme, öldükten sonra diriliş ve
kıyamet hakkında herhangi bir şüpheleri yoktur. Allah Kehf Ashabı m buna bir
delil, bir belge olmak üzere diriltti, böylelikle Yüce Allah'ın öldükten sonra
diriliş vaadinin hak olduğunu ve gerçekleşecek olduğunu, kıyametin gerçekleşmesinin
de şüphe olunmayacak bir husus olduğunu bilsinler. Her kim Kehf Ashâbı'nının
durumlarına tanık olursa, bu haberin doğruluğunu ve Allah'ın öldükten sonra
diriliş vaadinin gerçekliğini de öğrenmiş olur. Çünkü onların uyku halleri ile
bu uykudan sonra uyanmaları, ölüp sonra dirilenin haline benzer.
"Nitekim
bunlar kendi aralarında durumları hakkında çekişip duruyorlardı." Yani
onlar kıyamet hususu hakkında biribirleriyle tartıştıkları zaman o dönem
insanlarına onları gösterdik. O tartışma esnasında insanların kimisi kıyameti
kabul edip inanıyor, kimisi inkâr ediyordu. Kimisi buna iman ediyor, kimisi
iman etmeyip kâfir oluyordu. İşte bu tartışanların Kehf Ashâbı'nı bulmalarını
kabul edenlerin lehine, etmeyenlerin aleyhine bir delil kıldık. Hükümdar ve
halkı da öldükten sonra dirilişe dair Allah'ın bu âyetini (kesin belgesini)
buldukları için sevindiler ve Kıyamet hususunda görüş ayrılığı da ortadan
kalkmış oldu.
[28]
"Onların
üzerlerine bir bina kurun... diyorlardı." Yani Yüce Allah Kehf Ashâbı'nın
canlarını aldıktan sonra onlar hakkında görüşler ikiye ayrıldı. Bir kesim -ki
bunların kâfirler oldukları söylenmiştir- dediler ki: Üzerlerine mağaranın
kapısını kapatalım ve onları bu halleri üzere bırakalım. Çünkü onlar bizim
dinimiz üzeredirler. Yüce Allah'ın: "Rableri onları çok iyi bilir"
buyruğu bir ara cümlesidir. Yani o akideleri hususundaki anlaşmazlık çıkartanlara
neseplerini, isimlerini ve kaldıkları süreyi açıklamak hususunda cevap vermek
üzere hallerini en iyi bilen Rableridir.
Bir
diğer kesim ise görüşleriyle birinci kesime baskın geldiler. Bunlar ise -ki hem
Ashâb-ı Kehf e daha yakın idiler, hem de onlar üzerine bina yapmaya daha
istekliydiler- müslümanlar ve hükümdarlarıdır. "Biz mağara kapısında
içinde müslümanlarm namaz kılacakları ve bu yerin bereketinden yararlanacakları
bir mescit yapacağız."
[29]
"Onlar
üçtür, dördüncüleri köpekleridir, diyecekler." Yani daha sonra insanlar
sayıları hususunda anlaşmazlığa düştüler. Burada kastedilenler Rasulullah
(s.a.) döneminde Kitap Ehli'nden ve müminlerden onların kıssaları hakkında
konuşanlar, söz söyleyenlerdir. Onlar Rasulullah (s.a.)'a Kehf Ashâbı'na dair
soru sordular, Hz. Peygamber de kendisine vahiy gelinceye kadar onlara cevap
vermeyi erteledi. Bu âyet-i kerime sayılarına dair haber vermek üzere indi ve
onlardan doğruyu söyleyenlerin, "Yedidir, sekizincileri
köpekleridir." diyenler olduğunu ifade etti.
Onlardan
kimisi Kehf Ashabı: "Üçtür, dördüncüleri köpekleridir." derken,
diğerleri ise "beştir, altıncıları köpekleridir." demişti. Onlar bunu
söylerken "gaybı taşlamaktadırlar." Yani bilgisizce söz
söylemektedirler. Söyledikleri sırf zan ve tahmindir. Söylediklerinin herhangi
bir delili yoktur ve bununla birlikte kesin bir bilgi de söz konusu değildir.
Bunun delili ise bu konuda söylenen iki sözden sonra "Bu, gayba taş
atmaktır." denilmesidir.
Bir
başka grup ise: "Yedidir, sekizincileri köpekleridir." demişlerdir.
Yüce Allah bu sözü söyledikten sonra, buna dair bir açıklama yapmadı yahut da
olduğu gibi kabul etti. İşte bu da bu görüşün doğruluğunun delilidir ve gerçekte
durumun böyle olduğunu göstermektedir.
Ya
Muhammed de ki: Rabbim, onların sayılarını en iyi bilendir. Onların sayılarını
insanlar arasında ancak pek az kimseler bilirler. Onların sayılarını belirten
Kitap Ehli'nin büyük bir çoğunluğu bunu zan ve tahmine dayanarak zikrederler.
Yüce Allah'ın "Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir." buyruğu ise
bu gibi durumlarda yapılacak en güzel işin ilmi Yüce Allah'a havale etmek
olduğunu göstermektedir. Çünkü bu gibi hususlarda bilgiye dayalı olmaksızın
hüküm vermeyi gerektiren bir durum yoktur.
İbni
Abbâs der ki: Ben Yüce Allah'ın istisna ettiği az kimselerden birisiyim. Onlar
yedi kişi idiler. İbni Cerîr de Atâ'dan İbni Abbâs'm: "Onların sayısı yedi
idi." dediğini rivayet etmektedir.
Ancak
burada önemli olan bu insanların sayılarını bilmek değildir, önemli olan
kıssadan ibret almaktır, kıssanın delâlet ettiği Yüce Allah'ın öldükten sonra
dirilişi ve tekrar yaratmaya kadir olduğunu ortaya koymaktır.
Keşşaf
sahibi şöyle bir soru sorar: Üçüncü cümle olan "yedidir ve sekizincileri
köpekleridir." buyruğunda yer alan bu "vav"= ve" neyin
nesidir ve niçin önceki iki cümlede yer almadığı halde bu cümlede yer almıştır?
Daha sonra bunu şöyle cevaplandırır: Bu "vâv" nekreye sıfat olarak
gelen cümlenin başına gelen vav'dır. Bunun faydası ise sıfatın mevsûfu ile
bitişik olduğunu tekid etmek ve bu sıfat ile nitelenmesinin sabit ve karar
kılmış bir sıfat olduğunu göstermektir. Yani "yedidir ve sekizincileri
köpekleridir." diyenler bu konuda bir bilgiye dayanarak söylemişlerdi.
Onlar diğerlerinin yaptıkları gibi zanna dayalı olarak gayba taş atmadılar.
"Bu
yüzden onlar hakkında zahir olan şeyden başkasıyla tartışma..." Yani sen
Kitap Ehli ile Ashâb-ı Kehf hakkında derinliğine değil de ancak zahir
(yüzeysel) bir şekilde tartış. Bu da senin onlara Allah'ın sana vahyettiğini
açıklamandır, bununla yetinerek başka bir şey ilâve etmemendir. Onların câhil
olduklarını ileri sürmeksizin ve karşılık verirken onları azarlamaksızın
bunları bildirmendir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde "Onlarla en güzel
yol ile mücadele et!" (Nahl, 16/125) diye buyurmaktadır. Bir diğer yerde
de şöyle buyurmaktadır: "Kitap Ehli'yle ancak en güzel yol hangisiyse o
yolla mücadele ediniz." (Ankebût, 29/46).
"Ve
onlardan kimseye onlara dair bir şey sorma!" Yani onlardan herhangi bir
kimseye Ashâb-ı Kehf kıssası hakkında işi yokuşa sürmek isteyen bir tavırla
soru sorma. Çünkü bu sana tavsiye edilen idare yollu olmaya ve güzel ilişki
kurmaya aykırıdır. Ayrıca onlara bu konuda doğruya iletilmek isteyen kimse
tavrıyla da soru sorma. Çünkü Yüce Allah zaten sana onların kıssalarını
vahyetmek suretiyle seni doğru yola iletmiş bulunmaktadır.
İşte
bu da dini konularda Kitap Ehli'ne başvurmanın caiz olmadığını göstermektedir.
[30]
"Bir
şey hakkında ben bunu yarın mutlaka yapacağım, deme." Yani ey Peygamber,
gelecekte yapmayı kararlaştırdığın herhangi bir şey için Aziz ve Celil olan
Allah dilerse, demeden yarın ben bu işi mutlaka yapacağım deme. Yani
"inşâallah" demedikçe böyle bir şey söyleme. Nitekim Buhârî ile Müslim'de
Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Davud oğlu Süleyman-ikisine de selâm olsun- dedi ki: Bu gece yetmiş
hanımımı dolaşacağım -bir rivayette yüz denilmiştir- Onlardan her birisi Allah
yolunda savaşacak bir erkek doğuracaktır. Ona -bir rivayette melek tarafından-:
İnşâallah de, denildi fakat o demedi. Hanımlarını dolaştı, fakat onlardan
yalnızca bir tanesi o da uzuvları eksik bir insan doğurdu. Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim. Eğer inşâallah demiş
olsaydı, yemininde sâdık çıkardı ve bu, onun ihtiyacını karşılardı." Bir
diğer rivayette de: "Hep birlikte at sırtında, elbette Allah yolunda
savaşırlardı." denilmiştir.
Bu
ayet-i kerimenin nüzul sebebini de öğrenmiş bulunuyoruz. Rasulullah (s.a.)'a
Ashab-ı Kehf kıssası hakkında soru sorulunca o, "Size yarın cevap
vereceğim." demiş fakat vahiy onbeş gün gecikmişti.
"Unuttuğun
zaman da Rabbini an." Yani Rabbinin meşietini an ve bunu unutacak olur
isen inşâallah deyiver. Anlamı şudur: Sen istisna sözünü (inşâallah demeyi)
unutur da sonradan farkına varırsan, onu anmak suretiyle telâfi et. Aradaki
zaman fasılası ister uzasın, ister kısa olsun. İbni Abbâs (r.a)'dan
nakledildiğine göre istersen sen -dediğini bozmadığın sürece- bir sene sonra dahi
olsa bunu yap. İbni Cerîr, İbni Abbâs'ın sözünün manasını şöyle açıklamaktadır:
Bu bir kimsenin sözünde yahut da yemininde inşâallah demeyi unutup bir sene
sonra dahi olsa bunu hatırlayacak olur ise, sünnet onun inşâallah demesini
gerektirmektedir. Böylelikle istisna (inşâallah deme) sünnetini yerine getirmiş
olsun. Velev ki bu sözünün gereğini bozduktan sonra olsun. Yoksa bu yeminini
bozma hükmünü kaldırmak ve keffâreti de ıskat etmek için olmaz.
"Ve
şöyle de: Umulur ki Rabbim bundan daha doğruya daha yakın olana
eriştirir." Yani ey Muhammed, de ki: Belki Rabbim beni unuttuğum şeyin
yerine, bir başka şeye yahut da hayır ve menfaati itibariyle daha üstün olana
muvaffak kılar. Sana bilmediğin bir şey sorulacak olursa o hususta sen de Allah'tan
sor ve bu hususta hakka seni muvaffak kılması için O'na yönel.
[31]
Yüce
Allah Rasulüne Kehf Ashâbı'nm mağaralarında Allah'ın uyuttuğu zamandan, tekrar
uyandırdığı vakte kadar kaldıkları süreyi de haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Onlar
mağaralarında üçyüz sene eğleştiler. Buna dokuz daha kattılar." Yani onlar
mağaralarında kamerî yıl hesabıyla üç yüz dokuz yıl kadar bir süre kaldılar. Bu
ise üç yüz güneş senesi eder. Çünkü her yüz yıllık bir sürede kamerî sene ile
güneş senesi arasında üç yıllık bir fark vardır. Bundan dolayı üç yüz yıldan
sonra "buna dokuz daha kattılar." diye buyurmaktadır. Bu haberi de şu
buyruğu ile pekiştirmektedir:
"Onların
ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir, de." Yani onların kaldıkları
süre hakkında sana soru sorulacak olur ve bu konuda sende Allah'tan gelmiş bir
bilgi bulunmuyor ise böyle bir durumda şöyle de: "Onların ne kadar
kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı Ona aittir." Yani
bunları O'ndan başka kimse bilmez, bir de Allah'ın yarattıklarından bildirdiği
kimseler bilebilirler. O halde sen de onlara ait bir delil bulunmadığı sürece
haber vermekte acele etme. Hak, gerçek benim sana verdiğim bu haberdir. Onların
söyledikleri değildir. Zira göklerin ve yerin gaybı yalnız O'nundur, her şeyi
bilen O'dur. Onların ne kadar süre mağarada eğleştiklerini, bu konuda
anlaşmazlığa düşenlerden O daha iyi bilir.
Şanı
Yüce Allah onların kaldıkları süreyi haber verdiğine göre, hakkında şüphe
bulunmayan gerçek de odur. Bu cümlenin sona bırakılmasının faydası, onların
-sayıları hususunda anlaşmazlığa düştükleri gibi- kaldıkları süre hakkında da
anlaşmazlığa düştüklerini ortaya koymaktır. Burada da böyle bir ek açıklamada
bulunuldu. Tıpkı onların sayıları anlatılırken yer alan: "De ki: Onların
sayısını en iyi bilen Rabbimdir" şeklindeki açıklamanın yer aldığı gibi.
Kısacası,
Kehf Ashabı'nın sayıları ile mağaralarında kaldıkları süreye dair açıklama
hususunda kesin haber Yüce Allah'tan gelen haberlerdir. Zira o eşyayı ve
gerçekleri en iyi bilendir. İnsanların söyledikleri sözler ise delili olmayan
zanlardır. Bunlar birtakım şayialara dayalı olarak söylenir. Göklerde ve yerde
gayb olan ve buralardakilerden gizli kalan hususlara dair bilgi yalnızca
Allah'a aittir.
"O
ne güzel görendir, O ne güzel işitendir." Yani muhakkak Yüce Allah onları
çok iyi görendir, çok iyi işitendir, demektir. Bunun anlamı da övmekte ve
şaşkınlıkta mübalağadır. Şöyle denilmiş gibidir: Var olan her şeyi Allah en iyi
görendir, işitilen her bir şeyi Allah en iyi işitendir. Bunlardan hiçbir şey
gizli kalmaz. Katâde şöyle der: Allah'tan daha iyi gören ve ondan daha iyi
işiten hiçbir kimse yoktur.
"Bunların
O'ndan başka velileri yoktur." Yani insanların Allah'tan başka işlerini
çekip çevirecek kimseleri yoktur, O'nun ise bir yardımcısı da yoktur.
"O
kimseyi hükmüne ortak etmez." Yani yaratmak da emretmek de yalnız
Allah'ındır. Kimse O'nun hükmünü sorgulayamaz. İnsanlardan herhangi bir kimse
O'nun kazasında (hükmünde) O'na ortaklık edemez. O'nun hiçbir ortağı da yoktur,
danışmanı da yoktur.
[32]
Ashab-ı
Kehf kıssasından aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Allah'ın hayret verici ayetleri (varlığına, kudretine, egemenliğine
belge olan delilleri) tek başına bu kıssadan ibaret değildir. Allah gökleri,
yeri, onlarda bulunan varlıkları, daha da hayret verici ve göz kamaştırıcı,
olarak kudretine delil olacak şekilde yaratmıştır. O bakımdan ey peygamber! Bu
Ashab-ı Kehf olayı, şu soru soran kâfirlerin büyüttükleri kadar senin de
nazarında büyümesin.
2-
Kâfir kral Dakyanos'un
şehrindeki mümin gençlerin mağaraya sığınmaları, puta tapan kâfirlerin
kendilerini fitneye düşürmelerinden korunmak için dinlerini korumak maksadıyla
bir kaçıştır. İşte bu, dinini korumak üzere kaçmaya, bunun için aileyi,
çocukları, akrabaları, arkadaşları, vatan ve malı terk edip hicret etmeye açık
bir delildir. Bu terk ve hicretin sebebi ise, fitne korkusu ve insanın karşı
karşıya kaldığı mihnetlerdir. Rasulullah (s.a.) da bu yüzden Mekke'den çıktığı
gibi, ashabı da böyle yapmıştır. Nitekim Yüce Allah Tevbe sûresinde bunu açıkça
ifade buyurmuştur. Onlar vatanlarından hicret ettiler. Topraklarını,
yurtlarını, ailelerini, çocuklarını, akrabalarını, kardeşlerini terkettiler.
Bunu ise dinlerinin selâmeti ve kâfirlerin fitnelerinden kurtulmak umuduyla
yaptılar.
İnsanlardan
ayrı kalmanın caiz olduğu bu istisnaî durum, ilim adamlarının itifakıyla dinde
fitneye maruz kalmaktan korkmak haline münhasırdır. Bunun dışındaki hallerde
ise insanlarla oturup kalkmak bir arada bulunmak, insanlardan ayrı kalıp bir
kenara çekilmekten (uzlet) daha hayırlıdır. Begavî, Ahmed, Tirmizî ve İbni Mâce
İbni Ömer'den Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedirler:
"İnsanlarla oturup kalkan, onların eziyetlerine katlanan mümin, onlarla
oturup kalkmayan, eziyetlerine katlanmayan müminden daha faziletlidir."
3- Ashab-ı Kehf kendilerini takip edenlerden kaçtıkları için duaya
yöneldiler ve Yüce Allah'a şu sözleriyle sığındılar: "Rabbimiz! Bize
katından rahmet ver, işlerimizde doğruluk ver." Ey Allahımız! bize
mağfiret ve rızık ver. Bizleri doğruluğa, hakka ve senin istikametinde muvaffak
kıl.
Alimler
Ashab-ı Kehf in yaşadığı dönem ve yer hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Yaşadıkları zamanın Hz. Musa'dan önce olduğu söylenmiştir. Hz. Musa'nın onları
Tevrat'ta zikrettiği belirtilmektedir. İşte bundan dolayı Yahudiler onlara dair
soru sormuşlardır. Bir diğer görüşe göre ise bunlar, mağaraya Hz. Mesih'ten
önce girmişler ve ondan sonra, Hz. Muhammed'den de önce uyandırılmışlardır. Bir
diğer görüşe göre bunlar mağaraya Hz. Mesih'ten sonra girmişlerdir. Bu
mağaranın yerine gelince; kesin olarak yeri bilinmemektedir. Mağaranın eski
Bizans topraklarında, yani Türkiye'nin güneylerinde Tarsus şehrinde olduğu da
söylenmektedir. Daha kuvvetli olan görüş de budur.
4- Ashab-ı Kehf in, mağaralarında üçyüz dokuz yıl kalmaları, onlara uyku
verilmesi ve duymaktan alıkonulmaları Yüce Allah'ın onlara güzel bir takdiri
idi. Çünkü uyuyan bir kimse işitecek olursa uyanır. Daha sonra Yüce Allah
uykularından onları uyandırdı. Sonra da insanlar onların durumlarına muttali
oldu.
Onların
uyandırılmaları ise mağarada kaldıkları süreyi bilmek için insanları
denemekti. Yüce Allah'ın "Sonra iki gruptan hangisinin bekledikleri süreyi
daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık." buyruğunun
anlamı şudur: Yani biz bunu, olduğu hali ile ortaya çıkaralım istedik. Yoksa
Yüce Allah zaten bu iki gruptan hangisinin süreyi daha iyi bildiğini elbetteki
biliyordu. İki grup yahut iki kesim ise az bir süre kaldıklarını zanneden
gençler ile, gençlerin dönemlerinde uyandırıldığı şehir halkıdır. Çünkü bunların
yanında o gençlerin durumuna ait tarihî belge bulunmamaktaydı.
5- Bu genç topluluğun niteliği şöyleydi: Bunlar Allah'a iman etmişti.
Allah da kalplerine sabır ve sebatı ilham etmiş, salih ameli kolaylaştırmak
suretiyle imanlarını artırmıştı. O bakımdan onlar her şeyden ilişkilerini
koparıp Allah'a yönelebilmiş, insanlardan uzaklaşabilmiş ve dünyaya rağbet
göstermemişlerdi.
Onların
ileri derecedeki kararlılıkları ve Allah'ın kendilerine ihsan etmiş olduğu
güçlü sabırlarının bir etkisi de kâfirlerin önünde şu gerçeği ilân etmiş
olmalarıdır: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan
başkasını ilâh olarak tanımayız. Yoksa andolsun ki batıl söz söylemiş
oluruz." Onlar imanlarını kendi aralarında söz konusu ediyorlardı.
Onlardan birisi şöyle demişti: Şu bizim çağdaşlarımız ve bizim şehir halkımız,
herhangi bir delile dayanmasızm taklit yoluyla putlara ibadet ettiler. Puta
tapmalarına dair bir delil getirmeleri gerekmez miydi?
6- Yüce Allah onlara veya onlar biribirlerine şöyle demişlerdi: Siz madem
ayrılıp uzaklaştınız, haydi mağaraya sığınınız. Allah'ın rahmeti sizi
kuşata-caktır. Allah sizin için hayatınızda ve işlerinizde kolayınıza gelecek
ve yararlanacağınız şeyleri hazırlayacaktır.
7- Yüce Allah'ın onlara rahmet ve lütfunun bir tecellisi de uyumaları
esnasında güneşin onlardan çekilip sağa ve sola meyletmesidir. Yani mağaranın
sağına ve soluna meyledip günün başında da sonunda da onlara değmemesidir.
Onları gören ise onları uyanık sanırdı. Çünkü kendileri uyudukları halde
gözleri açıktı. Köpekleri ise onları korumak için mağaranın kapısında ön
ayaklarının üzerine yatmıştı. O da onlar gibi uykudaydı. Yine Yüce Allah'ın
lütfunun bir tecellisi de onları sağa sola çevirmesidir. Ta ki yer onların
etlerini yiyerek çürütmesin. Onların bu şekilde çevrilmeleri Allah'ın bir fiili
idi. Allah'ın emri ile melek tarafından yapılması da mümkündür ve bu fiil o
bakımdan Yüce Allah'a nisbet edilebilir.
8- İhtiyaç için avlanmak ve koruyuculuk kasdı ile köpek edinmek caizdir.
Müslim'in Sahîh'inde İbni Ömer'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu
nakledilmiştir: "Av ve davar gütme dışında her kim evinde köpek besleyecek
olursa her gün ecrinden iki kırat azalır."
İmam
Malik'e göre edinilmesi mubah olan davar köpeği, onlarla birlikte yayılan
köpektir. Evde hırsızlara karşı onları koruyan köpek değildir. Ekin köpeği ise
gece veya gündüzün yırtıcı hayvanlardan ekini koruyan köpektir. Hırsızlara
karşı koruyan değil. İmam Mâlik'in dışında kalan âlimler, davar ve ekin
hırsızlarına karşı köpek edinmeyi caiz görmüşlerdir.
9- İnsan hayırlı kimselerle arkadaşlık etmenin salihlerle ve Allah dostu
kimselerle oturup kalkmanın faydasını görür. Bunun delili ise Ashâb-ı Kehf in
köpeğinin onlarla birlikte söz konusu edilmesidir. O bir grup insanı sevmiş bir
köpekti. Allah da onu onlarla birlikte zikretti. Müslim'in Sahih'inde
rivayetine göre Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Ben Rasulullah (s.a.) ile
birlikte mescidden çıkarken mescidin kapısının yanında bir adamla karşılaştık.
Ey Allah'ın Rasulü, dedi kıyamet ne zamandır? Rasulullah (s.a.): Ona ne
hazırladın? diye sordu (Enes) dedi ki: Adam duraklar gibi oldu, sonra şöyle
dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben kıyamete çokça namaz, çokça oruç, çokça sadaka
hazırlamış değilim, fakat ben Allah'ı ve Rasulünü çok seviyorum. Hz. Peygamber
"Sen sevdiklerinle berabersin." diye buyurdu.
Müfessirlerin
çoğunluğunun görüşüne göre onlarla birlikte olan bu köpek, gerçek bir köpekti.
İçlerinden birisine ait av yahut ziraat veya çoban köpeği idi. Adı Kıtmîr idi,
benekli veya çizgili bir köpek olduğu söylenir.
10- Yüce Allah onlara heybet ve vakar vermişti. Bir insan onları görecek
olsaydı onlardan kaçacak hale gelir, kalbi korkuyla dolardı. İbni Atıyye der
ki: Onlar hakkında doğru olan şu ki, Yüce Allah onları uyudukları hallerinde muhafaza
etti. Böylelikle bu hem kendileri için hem de başkaları için bir ayet (mucize
ve belge) olmuş oldu. O bakımdan ne elbiseleri eskidi, ne bir halleri değişti.
11- Allah onları elbise ve halleri itibariyle eski durumlarında uykularından
uyandırdı. Kendi aralarında uyudukları süre hakkında soru sormaları için bunu
yaptı. O bakımdan onlardan kimisi: "Bir gün yahut bir günün bir
kısmı" uyuduğunu söylerken, diğerleri ise: "Rabbimiz ne kadar
eğleştiğimizi daha iyi bilir" diye cevap vermişti.
12- Yüce Allah'ın "Şimdi siz birinizi şu gümüş paranızla şehre
gönderin de yiyeceklere baksın, hangisi daha temiz ise ondan size bir rızık
alıp getirsin..." âyeti, vekâletin muşruiyetine ve şehre girip çıkarken,
şehir halkından yiyecek satın alırken güzel davranmak ve bu konuda dikkatli
olmak gerektiğine bir işarettir. Ta ki şehir halkı onların halini bilerek
onları taşlayarak öldürmesin. Böylesi ise öldürmenin en kötü şeklidir.
Vekâlet,
cahiliye döneminde de İslâm geldikten sonra da bilinen bir uygulamadır.
Rasulullah (s.a.) ashabından birisini hanımlarından birisi ile kendisini
nikahlamak üzere vekil tayin etmişti. Urve el-Bârikî'nin bir kurbanlık satın
almak üzere vekil olarak görevlendirdiği gibi, Ali b. Ebî Talib (r.a.) de
kardeşi Akîl'i Hz. Osman'ın yanında vekil bırakmıştı.
Vekâlet
Şanı Yüce Allah'ın ihtiyaç duyulduğundan dolayı bir işte maslahatın ayakta
tutulması sebebiyle izin verdiği bir akittir. Çünkü başkalarından yardım
almadan rahat bir şekilde işlerini görüp gözetmek imkânını herkes bulamaz. O
bakımdan gerektiğinde kişi vekâlet verebilir. Kur'ân-ı Kerîm'deki başka ayetler
de vekâletin caiz oluşuna delâlet etmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Ve onu toplamak üzere çalışanlar." (Tevbe,9/60);
"Şu gömleğini alın götürün" (Yusuf, 12/93).
Vekâlet,
mazereti olan için de olmayan için de cumhura göre caizdir. Ebû Hanife ve
Şuhhün der ki: Özrü olmayana vekâlet caiz değildir. Cumhurun delili Buharî'de
Ebu Hureyre'den gelen ve Peygamber (s.a.)in bazı deve türlerini borcunu ödemek
kastı ile vermek üzere vekâlet verdiğini ve "Şüphesiz sizin en hayırlınız
ödemesi en güzel olandır." dediğini delil gösterirler.
13- Şu "Şimdi siz birinizi şu gümüş paranızla... gönderin."
ayet-i kerimesi, gümüş para hepsine ait olduğundan dolayı ortaklığın caiz
olduğunu da belirtmektedir. Zira onlar satın almak üzere vekil ettikleri
birisini göndermişlerdi. Aynı şekilde bu ayet arkadaşlarının yiyeceklerini
karıştırmalarının ve birlikte yemelerinin caiz olduğunu da ortaya koymaktadır.
İsterse onlardan birisi diğerinden daha fazla yesin. Yüce Allah'ın şu buyruğu
da buna benzemektedir: "Şayet
onları kendinize katar,
bir arada yaşarsanız
(onlar) sizin
kardeşlerinizde." (Bakara, 2/220).
14- Şanı Yüce Allah insanlara ibret, öğüt, doğruyu bulmak, Yüce Allah'ın
öldükten sonra diriltmeye, cesetleri kabirlerden çıkartmaya ve hesaba dair
delil olmak üzere Kehf ashabı hakkında bilgi verdi.
15- Kabirlerin üzerinde mescit ve bina yapmak, orada namaz kılmak, bizim
şeriatimize göre caiz değildir. Çünkü Ebu Davud ve Tirmizî, İbni Abbas'tan -unu
rivayet etmektedir: "Rasulullah (s.a.) kabirleri çokça ziyaret eden
kadın-.an ve kabirler üzerinde mescitler edinip kandilller yakanları
kınamıştır."
Tabut
içerisinde defin caizdir. Özellikle arazi gevşek ise. Nitekim Hz. Dan-yâl ve
Hz. Yusuf tabut içerisinde defnedilmişlerdir. Danyâl'm tabutu taştan, Hz. Yusuf
un tabutu ise camdandı. Fakat bizim şeriatimizde mekruhtur.
16- Yüce Allah'ın: "Yedidir ve sekizincileri köpekleridir."
buyruğu bu sayının gerçek olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü nasta bunun
sonrasında herhangi bir açıklama yoktur. Halbuki daha önceki iki cümle
sonrasında Yüce Allah "Bu, gayba taş atmaktır." diye buyurmuştur.
Yüce
Allah'ın "De ki: Onların sayısını en iyi bilen Rabbindir." buyruğu
Peygamber (s.a)'in onların sayılarına dair bilgiyi Yüce Allah'a havale etmesini
isteyen yol gösterici bir emirdir. Daha sonra Yüce Allah insanlar arasında bunu
bilenlerin az olduğunu haber vermektedir.
Yüce
Allah'ın "Bu yüzden onlar hakkında zahir olan şeyden başkasıyla tartışma"
buyruğu, Yüce Allah'ın herhangi bir kimseye sayılarını açıklamadığının
delilidir. Bundan dolayı "zahir olan şeyden başkasıyla" diye buyurmuştur.
Yani geçip giden, ısrarlı olmayan bir şekilde, demektir. Bu, ancak en güzel
yolla tartışmanın mubah olduğuna delildir.
Yüce
Allah'ın "Ve onlardan kimseye onlara dair bir şey sorma" buyruğu
Müslümanların Kitap Ehli'ne müracaatlarını sınırlayan bir delilidir.
17- Şer'î sünnet ve edep, geleceğe dair işlerin Yüce Allah'ın meşîetine
bağlı olarak söz konusu edilmesini gerektirmektedir. Bunun sebebi şu yüce
âyet-i kerimelerdir: "Bir şey hakkında, ben bunu mutlaka yapacağım, deme
velev ki Allah dilemiş ola (inşâallah diyerek ola)." Ayet-i kerime
yeminler hakkında değildir. Ayet-i kerime yemin dışında istisnada bulunmak
hakkındadır.
İnsan
unuttuktan sonra hatırladığı takdirde bunu zikretmekle emrolunur. Velevki ki
bir süre sonra, bir sene daha az veya daha uzun bir süre sonra olsun.
18- Yüce Allah'ın: "Onlar mağaralarında üçyüz sene
eğleştiler..." buyruğu Kehf Ashabı'nın kaldıkları süreyi haber
vermektedir. Bu da üçyüz dokuz senedir. Onlar bu süre zarfında uykuda idiler,
ölmemişlerdi. Yüce Allah onların kaldıkları süreye dair bilgiyi de kendisine
havale edilmesini emretmektedir. Tıpkı onların sayılarını bilmek hususunda
emrettiği gibi. Çünkü Yüce Allah her şeyi en iyi bilendir. Göklerin ve yerin
gaybını en iyi bilen Odur. Onlardaki mahlukatm durumlarını en iyi bilir. O'nun
hiçbir ortağı yoktur, danışmanı yoktur, yardımcısı yoktur, desteği yoktur,
işlerini görmek için yardımcı edinmemiştir.
Zahir
görülen odur ki, Ashab-ı Kehf gerçek manada ölmüşlerdir. Bununla birlikte
cesetlerinin korunmuş olarak çürümeksizin kalmasına şer'an bir mani yoktur.
Çünkü peygamberlerin, şehitlerin salih âlimlerin cesetleri çürümez ve yok olmaz.
19- Bu kıssa şunu göstermektedir: Yüce Allah öldükten sonra diriltmeye ve
kıyameti gerçekleştirmeye kadirdir. Çünkü öldükten sonra diriltme ve kıyametin
ispatının üç esası vardır. Bunlardan birincisi: Yüce Allah mümkün[33] olan
şeylere güç yetirendir. İkinci husus, Şanı Yüce Allah küllî ve cüz'î bütün
malumatı bilendir. Üçüncü husus ise, bazı hallerde meydana gelmesinin mümkün
olan her bir şeyin diğer zamanlarda da meydana gelmesi mümkün olmasıdır.
Bu
kıssa Yüce Allah'ın her şeyi bildiğini ve her şeye kadir olduğunu
göstermektedir. Böylelikle öldürdükten sonra dirilme ve Kıyametin mümkün olduğu
tezi de ispatlamış olmaktadır.
[34]
27- Rabiııiıı Kitabından sana vahyolu-nanı oku.
O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O'ndan başka bir sığınacak da
bulamazsın.
28-
Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de
sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerin onlardan başkasına
kanmasın. Kalbine gaflet vererek bizi anmayı unutturduğumuz, hevasına uymuş,
haddi aşmış kimselere boyun eğme!
29-
De ki: "Hak Rabbimden gelendir. İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin. Şüphesiz
ki biz zalimler için öyle bir ateş hazırladık ki çepeçevre duvarları kendilerini
kuşatmıştır. Onlar feryat edip yardım dilediklerinde, kendilerine erimiş maden
gibi yüzleri kavuran bir su verilir. O ne kötü bir içecektir ve orası ne kötü
bir duraktır!"
30- Doğrusu iman edip salih amel işleyenler
bilsin ki muhakkak biz iyi amel işleyenlerin ecrini boşa çıkarmayız.
31- İşte onlara altlarından ırmaklar akan Adn
cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle süslenirler. İnce ve kalın
ipekliden yeşil elbiseler giyeceklerdir. Orada tahtları üzerine yaslanırlar. O
ne güzel mükafat ve ne güzel duraktır!
"Sabah
akşam" kelimeleri ile "isteyen inansın, isteyen inkâr etsin"
ifadeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
"O
ne kötü bir içecektir ve orası ne kötü bir duraktır." buyruğu ile: "O
ne güzel mükâfat ve ne güzel duraktır" buyrukları cennet ile cehennem
arasında bir karşılaştırma (mukabele)dir.
"Erimiş
maden gibi yüzleri kavuran bir su" buyruğu mufassal ve mürsel bir
benzetmedir. Çünkü hem teşbih edatı hem de benzetme yönü zikredilmektedir.
[35]
"Rabbinin
kitabından" yani Kur'ân-ı Kerim'den "sana vahyolunanı oku" ve
onların "Bu Kur'ân'dan bir başkasını getir, yahut onu değiştir"
(Yûnus,10/15) şeklindeki sözlerine kulak asma! "Onun sözlerini"
hükümlerini "değiştirebilecek yoktur." Hiç kimse onun hükümlerini
başkalarıyla değiştirmeye güç yetiremez. "O'ndan başka bir sığınacak da
bulamazsın." Böyle bir şeyi yapmak istediğin takdirde kendisine
gidebileceğin bir sığınağın olamaz.
"Sabah
akşam" yani gündüzün başında ve sonunda "Rablerinin rızasını
dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret!" Yani ibadetlerinde
Allah'ın rızasını, O'na itaati isteyen, bunun dışında dünyevi herhangi bir
maksat gözetmeyen, sabah akşam Rablerine dua eden -özellikle bu vakitlerin söz
konusu edilmesi, insanların bu vakitlerde gaflette olması ve dünyalarıyla
uğraşmalarıdır- kimselerle birlikte sen de sabret, onlarla beraber olmaya bak!
Kendini fakirlerle birlikte bulunmaya katlanacak hale getir. "Dünya
hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerin onlardan başkasına kaymasın."
Sen zenginlerle, nüfuz ve servet sahipleriyle birlikte oturmayı kastetmek
suretiyle gözlerin onlardan başkasına dikilmesin. Yani fakirleri bırakıp
zenginlere ihtimam gösterme! Burada "gözler" ile o gözlerin sahibi
kastedilmektedir.
"Kalbine
gaflet vererek" gafil kılarak -o dönemde bu kimse Uyeyne b. Hısn ile
Umeyye b. Halef ve benzer arkadaşları idi- "bizi anmayı
unutturduğumuz" yani Kur'ân'ı hatırlamasını önlediğiniz "hevasına
uymuş" şirkte nevasının arkasından gitmiş, "haddi aşmış" yahut
mutedil sınırı aşmış, hakkın önüne geçmiş hakkı bir kenara bırakmış, atmış
"kimselere boyun eğme." Bunlar Peygamber (s.a)'den fakirleri
Kureyş'in ileri gelenlerinin hatırı için meclisinden kovmaya çağırmışlardı.
İşte bu buyruk ile böyle bir şeye çağırmanın, aslında kalbin, akıl ile
kavranılabilecek şeylerden gaflete düşüp maddi şeylere alabildiğine daldığına
ve sonunda şerefin temiz bir ruh ile olduğuna, maddiyat ile olmadığına dikkat
edemeyecek derecede gafletten kaynaklandığına dikkat çekilmektedir.
"De
ki" Bu, peygambere ve ashabına bir hitaptır. "Hak Rabbinizden
gelendir." Kur'ân-ı Kerim'in de bir bölümünü teşkil ettiği hak, Allah'tan
gelendir, hevânın gerektirdiği değildir. "İsteyen inansın, isteyen inkâr
etsin." Bu onlar için bir tehdittir. Kadı Beyzâvi der ki: Bununla birlikte
bu, kulun fiileriyle bağımsız olduğu anlamına gelmez, her ne kadar kul fiilini
kendi meşîetiyle (iradesiyle) yapıyor ise de onun bu meşieti de ancak Allah'ın
meşîeti iledir. "Şüphesiz ki biz zalimler" kâfirler "için çepeçevre
duvarları kendilerini kuşatmış bir ateş hazırladık." Burada onların
etrafını çeviren ateş alevi kendilerini çepeçevre kuşatan bir duvara, bir
çadıra benzetilmektedir.
"Onlar
feryad edip yardım dilediklerinde erimiş maden gibi" yağ tortusu, yahut da
bakır kurşun gibi eritilmiş madenlerden bir şey gibi "yüzleri
kavuran" yüzlere içmek üzere yaklaştırıldığında hararetiyle yüzleri
kavuran "bir su verilir. O ne kötü bir içecektir ve orası ne kötü bir
duraktır!" Yani ateş ne kötü bir yerdir.
"Muhakkak
ki biz iyi amel işleyenlerin ecrini boşa çıkarmayız." buyruğu (ayetin baş
tarafındaki) "doğrusu iman edip salih amel işleyenler" buyruğunun
haberidir. Yani biz onların ecirlerini boşa çıkarmayız, ecirlerine uygun sevap
veririz, demektir. Haberin "İşte onlara... Adn cennetleri vardır."
buyruğunun olması da mümkündür. Aralarındaki ifade de mutariza (ara)
cümlesidir. Adn cennetleri; kalınıp yerleşilecek cennetler demektir.
"Sündüs"
Farsça'dan Arapçalaştırılmış bir kelime olup "ince ipek" demektir;
"istebrak" ise "kalın ipek" demek olup bu da Rumca'dan
Arapça'ya geçmiş bir kelimedir. Bu kelime Rahman suresinde de geçmektedir:
"Astarlan isteb-raktandır" (Rahman, 54/55). Her iki türün bir arada
zikredilmesi, orada canların çektiği ve gözlerin görmekten zevk aldığı
şeylerin bulunmasından dolayıdır.
"O,"
cennet ve nimetleri "ne güzel mükâfattır"[36]
"Sabah
akşam Rablerinin rızasını dileyerek... sen de sabret." mealindeki 28.
ayetin nüzulü ile ilgili olarak Selman el-Fârisî'den şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Kalpleri İslama ısındırılacak olan Uyeyne b. Hısn, Akra' b. Habis
ve yakınları Rasulullah (s.a).'a gelip şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulü! Sen
meclisin başında otursan ve şu adamlarla onların elbiselerinin kokularını bizden
uzak tutsan nasıl olur? Bu sözleriyle Selman, Ebû Zerr ve fakir Müslümanları
kastediyorlardı. Bunların giydikleri yün elbiseleri vardı, giyecek başka
şeyleri de yoktu; Hz. Peygamber'e biz de senin yanma oturarak seninle konuşsak,
senden bir şeyler öğrensek diyerek çevresinde bulunuyordu. Bunun üzerine Yüce
Allah: "Rabbinin Kitabından sana vahyolunanı oku. Onun sözlerini
değiştirebilecek yoktur, ondan başka bir sığınacak da bulamazsın. Sabah akşam
rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret...
Şüphesiz ki zalimler için çepeçevre duvarları kendini kuşatmış bir ateş
hazırladık." buyrukları nazil oldu ve ateş ile onları tehdit etti.
Peygamber (s.a) kalkıp bu fakirleri aradı. Nihayet onları mescidin geri
taraflarında Yüce Allah'ı zikreder bulurken şöyle dedi: "Ümmetimin
yiğitlerinden bir takım kimselerle sabretmek emrini bana verinceye kadar canımı
almayan Allah 'a hamdederim. Hayatım da sizinle olsun, ölümüm de sizinle
olsun."[37]
Bu
bir başka rivayette şöyle denilmektedir: Fezâreli Uyeyne b. Hısn Peygamber (s.a.)'in
yanına müslüman olmadan önce gelmişti. Yanında ashabının fakirlerinden bir
topluluk vardı. Bunların arasında Selmân-ı Fârisi de vardı. Üzerinde terlediği
elbisesi, elinde önce yarıp sonra dokuduğu hurma yaprakları vardı. Uyeyne
Rasulullah (s.a.)'a şöyle dedi: Bunların kokusu seni rahatsız etmiyor mu? Biz
Mudar'ın ileri gelenleri ve eşrafıyız. Bizler İslama girsek, diğer insanlar da
İslama girer. Bizim sana tabi olmamızı engelleyen tek şey bunlardır. Bunların
yanından biraz uzaklaştır ki sana uyalım. Yahut da onlara ayrı bir oturum, bize
ayrı bir oturum tertiple. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Ebu
Said el-Hudri ve Ebu Hureyre'den şöyle dedikleri rivayet edilmektedir:
Rasulullah (s.a.)'m geldiği bir seferinde adamın birisi Hicr suresini yahut
Kehf suresini okuyordu. (Hz. Peygamber gelince sustu. Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "İşte kendileriyle bir arada olup sabretmekte
emrolun-duğum meclis budur."
"...
kalbine gaflet vererek bizi anmayı unutturduğunuz... kimselere boyun eğme."
buyruğunun nüzulüne gelince;
İbni
Mürdüvey, İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın "Kalbine gaflet vererek bizi anmayı
unutturduğumuz kimselere boyun eğme." buyruğu hakkında dedi ki: Bu ayet-i
kerime Umeyye b. Halef el-Cumahî hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Rasulullah
(s.a.)'a Allah'ın hoşnut kaldığı fakirleri kovmasını, Mekke zenginleri ile
yakın olmasını söyledi. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
[38]
Şanı
Yüce Allah gaybî hususlardan olduğu için -Kur'ân-ı Kerim'in kendi vahyi
olduğunu ortaya koyan bir husus olarak- insanların çoğunun bilmediği Ashab-ı
Kehf kıssasını söz konusu ettikten sonra Rasûlune ve müminlere birtakım
emirler vermektedir. Bunlar Kur'ân-ı Kerim okumaya ve öğrenmeye çalışan ashabı
ile birlikte oturup kalkmaya devam etmek, Kur'ân-ı Kerim'in ve her bir hakkın
Allah'tan geldiğini ortaya koymaktır.
Daha
sonra Yüce Allah kâfirlerin cezasını, onların can yakıcı azabını, diğer
tarafından ise takva sahiplerinin sevabı ile ebedî nimetlerini söz konusu
ederek her birisinin hak ettiği karşılığı göreceğini dile getirmektedir.
[39]
"Rabbinin
Kitabından sana vahyolunanı oku..." Yüce Allah bu ayet-i kerimede
Rasulüne Kitab-ı Aziz'ini okuyup onu insanlara tebliğ etmesini şu
buy-ruklarıyla emretmektedir: Rabbinden sana vahyolunan Kitab'ı oku, onda yer
alan emir ve yasaklara uy. Çünkü itaat edenlere mükâfaat vaadi, isyan edenlere
de ceza tehdidini ifade eden Rabbinin kelimelerini değiştirecek, tahrif edecek,
ortadan kaldırabilecek kimse yoktur. Kitabın gereğince amel etmeyecek olursan,
sen de tehdidin kapsamına girersin. Allah'tan başka da sığınak, yardım edecek
bir dost bulamazsın.
İşte
bu birinci direktiftir: Kur'ân-ı Kerim'i okuyup gereğince amel etmek. İkinci
direktif ise fakir mustazaflarla oturup kalkmak ile ilgilidir. Yüce Allah bu
konuda şöyle buyurmaktadır: "Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek
O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret..." Yani Allah'ı zikreden, O'na
hamde-den, Onu teşbih eden, Onu tekbir eden, Ondan dileklerde bulunan, her vakit
O'na dua edip yakaran ve bununla O'na itaati, O'nun rızasını yerine getirmek
isteyen kimselerle fakir yahut zengin olsunlar birlikte ol.
Açıkladığımız
gibi; bu ayet-i kerime, Kureyş'in ileri gelenlerinin Rasulul-lah (s.a.)'tan
fakir yahut zayıf, sıradan insanlar olan Bilâl, Ammar, Suhayb, Habbâb ve İbni
Mes'ud gibi ashabı olmaksızın, yalnızca kendileriyle oturmasını, birlikte
meclisler düzenlemesini istemeleri üzerine nazil olmuştur. Yüce Allah ise Hz.
Peygambere böyle bir iş yapmasını yasaklamakta ve bu gibi kimselerle beraber
oturmakta sabır ve sebat göstermesini emretmektedir. Bu ayet-i kerimenin bir
benzeri de şu buyruktur: "Sırf onun rızasını dileyerek sabah akşam
rablerine dua edenleri kovma..." (En'am, 6/52). Kureyş büyüklerinin
söyledikleri bu sözler Nuh kavminin şu sözlerini andırmaktadır: "Sana
bayağı kimseler uymuşken sana iman mı edelim?" (Şuarâ, 26/111). Yüce Allah
daha önce yer alan emrini "...Gözlerin onlardan başkasına kaymasın."
buyruğuyla pekiştirmektedir: Kalbin onlardan başkasına meyletmesin. Onlar
yerine servet ve nüfuz sahiplerini istemeyesin. Burada maksat fakirlikleri ve
yoksullukları dolayısıyla onları küçük görmenin yasaklanmasıdır. Rasulullah
(s.a.) bu ayet-i kerime nazil olunca şöyle buyurdu: "Onlarla birlikte
kalmak üzere sabretmekte emrolunduğum kimseleri ümmetim arasında takdir buyurmuş
olan Allah'a hamdederim."
Daha
sonra Yüce Allah bu yasağı şu buyruğu ile de tekid etmektedir: "Kalbine
gaflet vererek bizi anmayı unutturduğumuz... kimselere boyun eğme..." Yani
sakın bizim gafil olduğuna tanık olduğumuz, dünya ile meşgul olup dine ve
Rabbine ibadete yaklaşmayan, amellerinde, davranışlarında arzularına tabi
olarak aşırıya kaçmış kimseye itaat etmeyesin. Bu buyruk şunu göstermektedir:
Böylelerinden uzak durmanın sebebi dünyanın çekicilikleriyle, süsleriyle
uğraşarak Allah'ın emrine uyma imkânını bulamayışlarıdır.
Üçüncü
direktif ise hakkın Yüce Allah'tan gayet açık ve seçik bir şekilde geldiğini
ilan etmektedir. Öyle ki artık geriye sadece küfürlerine karşılık onları
şiddetlice tehdit etmek ve korkutmaktan başka bir şey kalmamıştır. İşte bu
doğrultuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Hak Rabbinizden
gelendir..." Yani ey Muhammed, insanlara de ki: Benim size Rabbinizden şu
getirdiklerim, hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüdün söz konusu olmadığı
hakkın kendisidir. Hayat için en uygun düzen budur. Dileyen buna iman etsin,
dileyen onu inkâr etsin. Benim size bir ihtiyacım yoktur. Kim salih amel
işlerse kendisine, kim de kötülük işlerse aleyhine yapmış olur. Daha sonra
Rabbiniz amellerinizden dolayı sizi hesaba çekecektir. Bu buyrukta alabildiğine
bir tehdit ve korkutma vardır.
Daha
sonra Yüce Allah küfre karşılık bir çeşit tehditte bulunmakta, salih amel için
de mükâfat vaadinde bulunmaktadır. Küfrün tehdidini şu ifadeleriyle nitelendirmektedir:
"Şüphesiz ki zalimler için duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir
ateş hazırladık." O cehennem ateşinin çevresini de her bir tarafından
yüksekçe bir duvar ile kuşatmıştır. Ta ki o ateşten kurtulamasmlar. Ah-med ve
Tirmizî, Ebû Said el-Hudrî'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu nakletmektedirler:
"Cehennem ateşinin suru oldukça kalın dört duvardır. Her bir duvarın
mesafesi kırk yıldır."
"Onlar
feryad edip yardım dilediklerinde kendilerine erimiş maden gibi yüzleri kavuran
bir su verilir." Yani bu zalim kâfirler cehennem ateşinin sıcaklığı
dolayısıyla susuzluklarını gidermek için ateşte oldukları sırada yardım, imdat
ve su isteyecek olurlarsa, yağ tortusu yahut kan ve irini andıran katılaşmış
bir su ile imdatlarına koşulur. Bu su aşırı sıcağından dolayı kâfir, bu suyu
içmek isteyip de yüzüne doğru yaklaştıracak olursa, yüzünün derisini yakar ve
sonun da yüzünün derisi bu suya düşer. Nitekim Ahmed ve Tir-mizî'nin Ebû Said
el-Hudrî'den naklettikleri bir hadisi şerifte böyle ifade edilmektedir.
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Muhl (erimiş maden gibi su) yağ tortusunu
andırır. Onu yüzüne yaklaştırdı mı suratının derisi içine düşer."
"O
ne kötü bir içecektir ve orası ne kötü bir duraktır!" Bu içecekleri ne
kadar kötü, ne kadar çirkindir! Çünkü hiçbir şekilde susuzluğu gidermez,
harareti dindirmez, aksine harareti daha da artırır. Cehennem de ne kötü
barınaktır! Yani cehennem ne kötü bir yer, ne kötü bir konak, ne kötü bir
toplanma yeridir! Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O ne kötü karar
kılacak bir yer, ne kötü ikâmet edecek bir yerdir." (Furkan, 25/66)
Daha
sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu iman edip salih amel
işleyenler bilsin ki muhakkak ki biz iyi amel işleyenlerin ecrini boşa çıkarmayız."
Yani muhakkak Allah'a iman eden ve peygamberlerin getirdiklerini tasdik eden,
peygamberlerin kendilerine emrettiği şekilde salih amel işleyenlerin Allah, bu
güzel amelleri dolayısıyla ecirlerini boşa çıkarmayacaktır.
İman
ve salih amelin birbirine atfedilmesi salih amelin imandan farklı olduğunu
göstermektedir. Çünkü atıf ayrılığı, farklılığı gerektirir.
Cennetliklerin
içinde bulundukları nimetlerin niteliklerine gelince:
1- "İşte onlara altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri
vardır." Yani evlerinin, köşklerinin altından nehirler akan, devamlı
ikamet edecekleri cennetleri vardır.
2- "Orada altın bileziklerle süslenirler." Yani o cennetlerde
altından yapılmış bilezikler takınır, onlarla süslenirler. Buharî ve Müslim,
Ebu Hureyre'den Rasulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu nakletmektedirler:
"Müminin süsleri abdestin ulaştığı yere kadar ulaşır." Bir başka
âyet-i kerime de şöyle buyurulmaktadır: "Onlar orada altından bileziklerle
ve incilerle süslenecekler. Onların orada giyecekleri de ipektir." (Hacc,
22/23).
3- "İnce ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyeceklerdir."
Onlar ince ipek olan "sündüs" ve kalın ipek olan "istebrak"
giyeceklerdir. Görüldüğü vakit gözü dinlendirdiğinden dolayı da bunlar için
yeşil renk seçilmiştir.
4- "Orada tahtlar üzerine yaslanırlar." Yani o cennette
tahtları üzerinde yanları üzere uzanacaklar. Bu halleri hükümdarların ve
büyüklerin halini andıracaktır.
"O
ne güzel mükâfat ve ne güzel duraktır!" Yani cennet onların amellerinin ne
güzel bir mükâfatıdır! Ne güzel bir konak yeri, karar yeri ve ikametgâhtır.
Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Onlar
orada ebedi kalıcıdırlar. O ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikamet
yeridir!" (Furkan, 25/76).
[40]
Bu
âyet-i kerimeler aşağıdaki direktifleri bulundurmaktadır.
1- Kur'ân'a ve Kur'ân'ın getirdiklerine tabi olmanın gerekliliği: Çünkü
Kur'ân-ı Kerîm'in isyan edenlere ve Allah'ın Kitabı'na muhalif olanlara yaptığı
tehditleri, buna karşılık Allah'ın yasakladıklarından uzak durup emrine uyan
itaatkârlara da yaptığı mükâfat vaadini değiştirecek hiçbir güç yoktur.
2- İslâm eşitlik dinidir. Onun düzeninde yüksektekiler ile alttakiler,
zengin ile fakir, başkan ile yönettikleri arasında bir fark yoktur. Sosyal
katmanlar arasında toplumsal ilişkilerde ayırım gözetmez. Meclislerde,
karşılıklı ilişkilerde hak ve görevlerde herkes birbirine eşittir. Kur'ân-ı
Kerîm: "Sabah akşam Rable-rinin rızasını dileyerek ona yalvaranlarla
beraber sen de sabret..." âyeti ile oturumlarda, konuşmada, söz söylemede
Kureyş'in ileri gelenleri ve efendileri ile Müslümanların fakir ve güçsüzleri
arasındaki ayrıcalıklara son vermiştir.
Hatta
İslâm ameliyle Allah'ın rızasını ve itaatini uman takva sahibi, güçsüzlerin
yanında yer alır, dünya hayatını âhirete tercih edip nevalarının arkasından
giden, isyandaki aşırılıkları ile haddi aşan kimselerden nefret eder.
Peygamber
(s.a.) aslında böyle bir şeyi yapmak istememişti. Fakat buna rağmen Allah ona
böyle bir şey yapmasını yasakladı. Kureyş'in ileri gelenleri şöyle demişti: Biz
Mudarlıların ileri gelenleriyiz. Bizler İslâm'a girersek herkes girer. Bunlar
ise büyüklenmenin ve aşırılığa kaçmanın söylettiği sözlerdi.
3- Hak olan Allah'tan insanlara gelendir. Başarı ihsan etmek de
O'ndandır, yardımsız bırakmak da. Hidayet ve dalâlet O'nun emrindedir. O
dilediğine hidâyet verir. O kişi de iman eder. Dilediğini de saptırır. O kişi
kâfir olur. Bu hususta Peygamber (s.a.)'in dahi elinde bir şey yoktur. Allah,
hakkı -zayıf dahi olsa- dilediği kimseye verir, -güçlü ve zengin dahi olsa-
dilediği kimseyi de ondan mahrum bırakır. Kureyş'in ileri gelenlerinin arzusu
dolayısıyla, Rasulullah (s.a.)'m meclislerinden müminleri kovmak yetkisi
yoktur. O bakımdan ey ileri gelenler! İsterseniz iman edersiniz, isterseniz de
kâfir olursunuz. Bu, iman ile küfür arasında istediğini seçmek için bir
müsaade değildir, aksine bir tehdittir, bir korkutmadır. Yani sizler eğer kâfir
olursanız, sizin için cehennem hazırlanmıştır. Şayet iman ederseniz size cennet
vardır.
Bunun
bir tehdit olduğunun delili ise, bundan hemen sonra Yüce Allah'ın
"Şüphesiz ki zalimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, duvarları
kendilerini çepeçevre kuşatmıştır." buyruğudur. Yani biz inkarcı kâfirlere
alevi oldukça çetin bir ateş hazırladık ve o ateşin duvarı, suru onları
kuşatmıştır. Yahut da bundan kasıt kâfirlerin tepesine yükselen duman veya
ateştir.
Cehennemliklerin
içeceği erimiş madeni andıran "el-Muhl" adı verilen bir içecektir. Bu
da (kabın dibinde kalan) yağ tortusunu andıran bir tortu yahut eritilmiş bakır
ya da kan ve irin gibi bir şeydir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Ona irinli sudan içirilecektir. Onu zorlanarak yudumlamaya çalışacak,
boğazından geçiremeyecek. Ölüm kendisini her yandan gelip saracak; fakat o
ölmez..." (İbrahim, 14/16-17); "Onlara bağırsaklarını paramparça eden
kaynar sudan içirilen kimseler..." (Muhammed, 47/15).
Cehennem
ateşindeki azap ne kadar kötü ve ne kadar çirkindir! Bundan dolayı Yüce Allah
"Ve orası ne kötü bir duraktır!" buyurmaktadır. Yani orası ne kötü
toplantı yeri, karargâh ve bir konaklama yeridir!
4- Yüce Allah kâfirler için hazırladığı aşağılatıcı azabı söz konusu
ettikten sonra müminlerin mükâfatını dile getirmektedir. Şüphesiz Allah iyi
amel işleyen müminlerden kimsenin ecrini boşa çıkarmaz. İşte bu kurtuluşun
esasının salih amel ile birlikte iman olduğunu göstermektedir. Müminlerin
dışında iyi amel işleyenlerin ise amelleri boşa çıkartılacaktır.
Müminlerin
sevabı ise Adn cennetleridir. Yani diğer cennetlerin etrafını sardığı en
ortadaki cennettir. Orada incilerle, altından bileziklerle süslenecekler,
güzel perdeler arasında süslenmiş tahtlara yaslanarak oturacaklardır.
Bu
sevap ne kadar güzel, ne kadar iyidir! İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O ne güzel mükâfat ve ne güzel duraktır!" Yani cennet
mükâfat olarak salih müminler için ne güzeldir! Ne güzel karargahtır, ne güzel
ikametgahdır, ne güzel oturulacak ve toplanılacak yerdir!
[41]
32- Onlara şöyle bir örnek ver: İki adamdan
birisine iki üzüm bağı verip etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında
ekin bitirmiştik.
33-
Her iki bahçe de ürünlerini vermişler ve hiçbir şeyi eksik bırakmamışlardı.
İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.
34-
Onun başkaca gelirleri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona:
"Ben malca da senden zengin, sayıca da senden üstünüm." derdi.
35-
O nefsine böylece zulmederek bahçesine girerken dedi ki: "Bu bahçenin
ebediyen yok olacağını hiç sanmam"
36-
"Kıyametin kopacağını da tahmin etmiyorum. Faraza Rabbime döndürülecek
olsam dahi, andolsun ki bundan daha iyi bir dönüş yerim olur."
37-
Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan
yaratıp sonunda da seni doğru dürüst bir insan haline getireni mi inkâr ediyorsun?
38- "Ben ise şöyle diyorum: O benim Rabbim
olan Allah'tır ve ben kimseyi Rabbime ortak koşmam.
39-
"Bahçene girdiğin zaman: Maşâal-lah, Allah'ın yardımından başka kuvvet
yoktur demen gerekmez miydi? Her ne kadar malca ve evlatça beni kendinden daha
az buluyorsan da;
40-
"Rabbim senin bahçenden daha iyisini bana verebilir ve seninkinin üzerine
gökten bir yıldırım gönderir de kaypak bir toprak haline geliverir.
41-
'Yahut suyu çekilir de bir daha onu bulamazsın."
42-
Nihayet bütün serveti yok edildi. Uğrunda harcadıklarına içi yanarak ellerini
ovuşturmaya koyuldu. Çardakları hep yere düşmüştü ve diyordu ki:
"N'olaydım, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmayaydım."
43-
Allah'tan başka ona yardım edecek adamları da yoktu, kendini de kurtarıp öç
alamadı.
44-
İşte bu makamda nusret ve hakimiyet, hak olan Allah'ındır. O, sevapça da hayırlı,
akıbetçe de hayırlıdır.
"Onlara
şöyle bir örnek ver: İki adamdan birisine iki üzüm bağı verip..." buyruğu
temsilî bir benzetmedir. Çünkü benzetme yönü birden çoktur.
"Uğrunda
harcadıklarına içi yanarak ellerini ovuşturmaya koyuldu." Bu, pişmanlık ve
hasret duymadan kinayedir. Çünkü bir şeye pişman olan kişi elini eline vurur
veya ovuşturur.
[42]
"Onlara"
yani müminlerle birlikte kâfirlere "şöyle bir örnek ver: İki adamdan
birisine" kâfir olanına "iki üzüm bağı" burada bağa
"cennet" denilmesinin sebebi ağaçların gölgesinin arazisini örtüp
üstünü kapatmasıdır "verip etrafını hurmalıklarla çevirmiş"
bahçelerin etrafında hurmalar yetişmiş "ve aralarında ekin
bitirmiştik."
"Her
iki bahçe de ürünlerini" mahsullerini "vermişler ve hiçbir şeyi eksik
bırakmamışlardı. İkisinin arasından" ikisinin ortasından "bir de
ırmak" tatlı su "akıtmıştık."
"Onun
başkaca gelirleri de vardı." Yani bu iki bahçeden aldığı mahsullerin
dışında türlü malları da vardı. Bu kişi "bu yüzden" mümin
"arkadaşıyla konuşurken" onunla söz alışverişinde bulunup tartışırken
"ona, ben malca da senden zengin, sayıca da senden üstünüm, derdi."
Buradaki sayıdan kasıt hizmetçiler, çevresindeki çalışanlar, çocuk ve
yardımcılardır.
"O
nefsine böylece zulmederek" yani kendisine verilenlerle böbürlenerek,
övünerek Rabbinin nimetini inkâr edip böylelikle kendisini Allah'ın gazabına
maruz bırakarak -ki bu zulmün en ileri derecesidir- "bahçesine girerken dedi
ki..." Yani o arkadaşıyla birlikte içinde dolaşarak bahçesinin meyvelerini
gösterip ona karşı övünmek isterken dedi ki... Burada iki bahçe denilmeyip tek
bir bahçeden söz edilmesi onun başka bir cennetinin olmadığına dikkat çekmek
içindir. Yani onun müminlere vaad olunan âhiretteki ebedîlik cennetinde payı
yoktur. İşte onun cenneti, dünyada onun sahip olduğu şeydir başkası değil. Veya
iki bahçesi de birbirine bitişik olduklarından dolayı yahut da adeten önce
birisine sonra ötekine girildiğinden dolayı bu şekilde tekil gelmiş olabilir.
"Bu bahçenin ebediyyen yok olacağını" sonunun geleceğini yahut
mahvolacağını "hiç sanmam."
"...faraza"
senin ileri sürdüğün gibi yeniden diriltilmek suretiyle "Rab-bime
döndürülecek olsam dahi... Bundan daha iyi bir dönüş yeri bulurum." Bu
bahçemden daha iyi bir akıbet ile karşılaşırım. Çünkü benim bu bahçem fâni,
orası ise bakîdir. Ziyanda olan kişinin buna dair yemin etmesinin sebebi ise,
onun Yüce Allah'ın bu nimetleri kendisine bizatihi hak kazandığı için verdiğini
zannetmiş olmasıdır.
"...cevap
vererek dedi ki: Seni topraktan" yani senin ilk atan olan Adem'i topraktan
yaratan "sonra da bir damla sudan" meniden "...doğru dürüst
insan haline getireni mi inkâr ediyorsun?" Yani seni tam ve eksiksiz bir
adam haline getirip düzenleyeni mi inkâr ediyorsun? Arkadaşının öldükten sonra
dirilmeyi inkârı Yüce Allah'ı inkâr olarak değerlendirmesinin sebebi ise, bu
inkârın esasının Yüce Allah'ın kudretinin kemalinde şüphe etmek olduğundan
dolayıdır. Bundan dolayı onun inkâr esasını kendisinin topraktan yaratılmasına
kadar götürmekte ve ona cevap vermektedir. Çünkü insanı ilk olarak topraktan
yaratan tekrar onu iade etmeye kadirdir.
"Bahçene
girdiğin zaman...maşaallah demen gerekmez miydi?" Yani bahçeni görüp
beğendiğinde, yahut oraya girdiğinde; bu Allah'ın dileği ile böyledir yahut
Allah'ın dilediği olur (anlamında olan maşaallah'ı) demen gerekmez miydi?
"Allah'ın yardımından başka kuvvet yoktur." Niye kendin için aczi ve
Allah'ın da kudretini itiraf edecek şekilde "lâ kuvvete illa billah"
demedin? Senin bu bahçeyi bu şekilde imar etmen onun yardımı ve onun verdiği
güç iledir. İbni es-Sünnî'nin Enes'ten rivayet ettiği -zayıf bir hadiste-şöyle
denmektedir: "Her kim bir şey görür de o hoşuna gider ve maşaallah lâ
kuvvete illâ billah diyecek olursa ona nazarın zararı olmaz." Bir diğer
rivayette de şöyle denmektedir: "Her kime aile ya da mal türünden bir
hayır verilecek olur da bu esnada maşaallah lâ kuvvete illâ billah diyecek
olursa o şeyde hoşuna gitmeyecek bir husus görmez."
"Rabbim"
imanım dolayısıyla dünyada ya da ahirette "senin bahçenden daha iyisini
bana verebilir, ve seninkinin üzerine" küfrün sebebiyle "gökten bir
yıldırım gönderir de kaypak bir toprak haline geliverir." Yani ayağın dahi
sebat edemeyeceği kaygan bir arazi haline dönüşebilir.
"Suyu
çekiliverir de bir daha onu bulamazsın." Onu tekrar eski haline döndürecek
imkânın olmaz.
"Nihayet
bütün serveti yok edildi." Malları, bahçesi de dahil olmak üzere
arkadaşının söylediği şekilde telef edildi. "Uğrunda harcadıklarına içi yanarak
ellerini oğuşturmaya koyuldu." Bu ifade hasret ve pişmanlık duymaktan
kinayedir. Yani bahçesini imar etmek için harcadıklarına pişman oldu. "Çardakları
hep yere düşmüştü." Yani önce çardakları yere düşmüş, arkasından bağı o
çardakların üstüne yıkılmıştı "Ve diyordu ki: N'olaydım Rabbime hiç
kimseyi ortak koşmayaydım." Bununla adeta arkadaşının verdiği öğüdü
hatırlamış gibidir.
"Allah
'tan başka ona yardım edecek adamları da yoktu." Serveti telef olup gittiğinde
bu telefi önleyecek bir topluluğu olmadı. Çünkü ancak Allah ona yardıma
kadirdir. "Kendini de kurtarıp öç alamadı." Kendi gücünü ortaya
koyarak Allah'ın intikamına karşı koyamadı, kendisini helak olmaktan kurtaramadı.
"İşte
burada" yani o konumda yahut o durumda veya kıyamet gününde "kudret
ve hâkimiyet, yalnız hak olan Allah'ındır." yardım edecek olan yalnız
O'dur Başkası buna güç yetiremez. Bu anlam "velayet" kelimesindeki
"vav" harfinin üstün okunmasına göredir. Esreli okunmasının anlamı
ise hakimiyet, mülk ve egemenlik Allah'ındır, demektir. "Mükâfatı daha
hayırlı olan" şayet mükâfat verebilecek olsa başkasından daha hayırlı
mükâfat veren ve müminler için akıbet itibariyle "neticelendirmesi de
hayırlı olan Odur."
[43]
Denildiğine
göre bu kıssa Mahzumoğulları'ndan iki kardeş olan el-Esved b. Abdilesved b. Abd
Yalîl -kâfir idi- ile mümin olan Ebu Seleme Abdullah b. el-Esved hakkında nazil
olmuştur ki, bu kişi Rasulullah (s.a.) evlenmeden önce Ümmü Seleme'nin
kocasıydı.
İbni
Abbas'm görüşüne göre de şöyle denilmektedir: Bu kıssa birisi kâfir olup adı
Furtûs, diğeri ise mümin olup adı Yahuza veya Kıtfîr olan İsrailoğulla-rı'ndan
iki kardeş hakkında nazil olmuştur. Bunların babalarından sekiz bin dinar miras
kalmıştı. Bu parayı ikiye böldüler. Kâfir bu para ile bahçeler ve akarlar satın
aldı, Mümin de bu parayı hayır yollarında harcadı ve sonunda Yüce Allah'ın bu
anlattığı durum meydana geldi.
Mukâtil'den
nakledildiğine göre ise bunlar, Sâffât sûresinde Yüce Allah'ın şu buyruklarında
sözü edilen iki kişidir: "Onlardan birisi diyecek ki: Gerçekten benim bir
dostum var idi..." ( Sâffât, 37/51).
[44]
Yüce
Allah peygamberine fakir ashabının meclislerine devam edip onlardan
ayrılmamasını, büyüklük taslayan müşriklerin zayıf müminlerin kovulması
isteklerine olumlu karşılık vermemesini emrettikten sonra, zengin kâfir ile
fakir müminin örneğini verdiğini görüyoruz. Çünkü kâfirler müslüman fakirlere
karşı malları ve yardımcılarını ileri sürerek övünüp böbürlenmişti. Yüce Allah
malın övünme aracı olamayacağını açıkladı. Çünkü fakir bir gün gelir zengin
olabilir, zengin de bir gün fakir olabilir. Asıl övünme Allah'a itaat iledir.
[45]
Bu
Yüce Allah'ın zayıf ve yoksul Müslümanlar ile oturmayı kibirlerine yediremeyip
mal ve güçleriyle, konumlarıyla övünen müşrikler ve benzerleri müstekbirlere
verdiği bir örnektir:
"Onlara
şöyle bir örnek ver: İki adamdan birisine..." Yani ey Peygamber, sabah
akşam ve her vakitte ihlâsla Allah'a dua eden, yalvaran müminleri kovmam
senden isteyen şu Allah'a ortak koşan müşriklere bir misal ver. Bu, iki adamın
misalidir. Allah onlardan birisine çevrelerini hurma ağaçlarının kuşattığı üzüm
bağları vermişti. Ortalarında de ekin vardı. Ağaçlar da ekinler de alabildiğine
güzel ve kaliteli mahsuller verirdi. Böylelikle hem temel gıdalar, hem de
meyveler bu bahçeden mahsul olarak alınabiliyordu. Yüce Allah'ın:
"Etrafını hurmalıklarla çevirmiş..." buyruğu "Biz o iki bahçenin
çevresini de hurma ağaçlarıyla donatmıştık." demektir.
Bu
iki adam İsrailoğulları'ndan iki kardeş, iki arkadaş yahut iki ortaktı.
Onlardan birisi dünyasına aldanmış olan kâfir, diğeri ise Allah'ı tevhid eden
bir mümindi. Bu misalden maksat ise öğüt ve ibrettir. Dünyalığına aldanan
kâfirin sonunda serveti yok oldu, iflâs etti. Buna sebep ise nimetlere karşı
nankörlük ve Allah'a isyan etmesi idi. Fakir mümin ise türlü sıkıntı ve zorluklara
rağmen Allah'a itaat üzere devam etti, Allah da ona cennette ebediliği verdi.
"Her
iki bahçe de ürünlerini vermişler" yani her iki bahçe de meyvelerini
vermiş "ve hiçbir şeyi bırakmamışlardı." Her yıl ürünlerini tam ve
eksiksiz veriyorlardı. "İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık."
Yani iki bahçenin ortasında her tarafı sulamaları için türlü kollara ayrılan
bir de ırmak akıtmıştık.
"Onun
başkaca gelirleri de vardı." Yani bu bahçelerin sahibinin -ticaret ve
bahçelerinden aldığı mahsulleri geliştirdiğinden dolayı- altın, gümüş gibi daha
başka çeşitli malları da vardı.
Onun
bu zenginliği kendisini şımartmış, büyüklenmeye, mal dolayısıyla gurur duymaya
itmiş ve -her zenginde görüldüğü gibi- gurura kapılmıştı. O bakımdan "bu
yüzden arkadaşıyla konuşurken ona: Ben malca da senden zengin, sayıca da
senden üstünüm derdi." Yani bu iki bahçe sahibi, mümin ve fakir arkadaşına
karşı övünerek şöyle derdi: Benim servetim senden fazladır. Sayıca da senden
daha güçlü, daha kalabalığım. Yani benim hizmetçilerim, taraftarlarım,
çocuklarım daha fazladır. Kendimi savunacak aşiret ve kabilem, taraftarlarım
itibariyle ben daha güçlüyüm.
Onun
bu durumu, bu servetinin devam edeceğini, asla yok olmayacağını zannetmek
noktasına kadar vardı. Buna sebep ise aklının kıtlığı, Allah'a olan inancının
zayıflığı idi. İşte Kur'ân-ı Kerim'in ona dair anlattıkları:
"O
nefsine böylece zulmederek bahçesine girerken..." Yani şu rahat içerisinde
varlıklı ve her bakımdan güçlü olduğunu kabul eden kişi mümin, fakir ve salih
arkadaşı ile birlikte bahçesine girdi. Küfrü, isyanı, büyüklen-mesi, öldükten
sonra dirilişi inkârı sebebiyle kendisine zulmederek, meyveleri, ekinleri
bahçesinde kaynayıp coşan suları görünce gurura kapılarak dedi ki: Ben
ebediyyen bu bahçenin yok olacağını sanmıyorum. Kıyamet gününün geleceğini de
sanmıyorum.
Onun
"kıyametin kopacağını da tahmin etmiyorum" ifadesi kıyamet diye bir
şey olacağını sanmıyorum, demektir. O her iki halde de yanlışlık yapıyordu. Her
bir şeyi lâyık olmadığı yere koymak suretiyle de kendisine zulmediyordu.
Çünkü
onun bu nimete şükretmesi, ahiret üzerinde düşünmesi gerekirdi. Böyle
yapmayışmın sebebi ise emeli, ileri derecedeki hırsı, tam bir gaflet içinde
olması ve dünyaya alabildiğine aldanmasıdır.
Daha
sonra Rabbi ile karşılaşmayı bir ihtimal olarak kabul edecek olsa dahi, daha
iyisiyle karşılaşacağına dair şu sözleriyle yemin etti:
"Faraza
Rabbime döndürülecek olsam dahi, andolsun ki bundan daha iyi bir dönüş yeri
bulurum." Yani öyle bir şey yok ya, olsun diyelim, Rabbime döndürülecek
olursam elbetteki ahirette dünyadaki bu payımdan daha hayırlısını ve daha
iyisini bulacağım. Allah'ın yanındaki değerim ve kıymetim dolayısıyla O bana
bunu verecektir. Zaten ben O'nun nezdinde değerli olmasaydım bana bunları
vermezdi. Eğer ben bunlara hak kazanmayan, ehil olmayan birisi olsaydım
dünyada beni zengin etmezdi. Nitekim bir başka ayet-i kerimede bir kâfirin şu
sözleri nakledilmektedir: "Eğer Rabbime döndürülürsem bile elbette benim
için onun yanında güzellik ve iyilik vardır." (Fussilet, 41/50).
Mümin
ise ona şöylece cevap verdi:
"Arkadaşı
ona cevap vererek dedi ki: Seni topraktan, sonra da bir damla sudan yaratıp
sonunda da seni doğru dürüst bir insan haline getireni mi inkâr
ediyorsun?" Yani mümin arkadaşı ona öğüt vererek içinde bulunduğu küfür ve
aldanıştan dolayı azarlayarak şöyle dedi: Sen seni topraktan yaratanı mı inkâr
ediyorsun? Yani o senin ilk atan olan Adem'i topraktan yaratmıştır. İnsanın ilk
atasının yaratılışı ise kendisinin yaratılışına sebeptir. Dolayısıyla ilk
atasının yaratılması onun yaratılmasıdır. Aynı şekilde senin de hayvanların da
gıdası bitkidir. Bitki ise gıdasını su ve topraktan almaktadır. Sonra bu alınan
gıda kana dönüşür. Onun bir bölümü de yaratılışa vesile olan nutfeye dönüşür.
Bundan sonra Allah seni bu nutfeden, yaratılışı ve organları eksiksiz dosdoğru
bir insan yaptı. Yüce Allah'ın: "Doğru dürüst bir insan haline
getiren" buyruğunun anlamı, seni adam olma yaşına ulaştırıp tam ve
eksiksiz bir insan olarak düzenleyen demektir.
Arkadaşı
onu Allah'ı inkâr eden bir kişi olarak nitelendirdi. Buna sebep ise onun
öldükten sonra diriliş hususunda şüphe içerisinde olmasaydı.
"Ben
ise şöyle diyorum: O benim Rabbim olan Allah 'tır ve ben kimseyi Rabbime ortak
koşmam." Fakat ben senin dediğin gibi demiyorum. Aksine Allah'ın
vahdaniyet ve rubûbiyetini kabul ve itiraf ediyorum, O'na kimseyi ortak
koşmuyorum. O hiçbir ortağı olmaksızın tek başına mâbûd olan Allah'tır.
Daha
sonra Allah'a imanın gereğini hatırlatarak ona şöyle dedi:
"Bahçene
girdiğin zaman... mâşâallah, Allah'ın yardımından başka kuvvet yoktur, demen
gerekmez miydi?" Sen bahçene girip oraya bakıp da ondan hoşlandığın vakit
sana verdiği bu nimetleri dolayısıyla, sana ihsan ettiği, başkalarına vermediği
mal ve servet dolayasıyla Allah'a hamdedip mâşâallah bu ancak Allah'ın gücü
iledir, demen gerekmez miydi? Yani Allah böyle istedi de oldu. Allah neyi
takdir etmişse o olur, demen gerekmezmiydi? Böyle demeliydin ki bu senin
ubûdiyyetini ve acziyetini ortaya koysun.
Bundan
dolayı seleften bazıları şöyle demiştir: Her kim kendi halini, malını yahut
çoluk çocuğunu beğenip hoşlanacak olursa hemen bu âyet-i kerime ile amel
ederek; "Mâşâallah lâ kuvvete illâ billah= Allah'ın dediği olmuştur. Allah'ın
yardımı olmadıkça hiçbir kuvvetin varlığı olamaz" deyiversin. Yine bu
konuda rivayet edilen ve Hafız Ebu Ya'lâ'nm Enes (r.a)'den rivayet ettiği
merfû' hadis ile amel etsin. Buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah bir kula aile, mal yahut çocuk türünden herhangi bir nimet vermiş
ise o da mâşâallah lâ kuvvete illâ billah diyecek olursa, ölümden önce
bunlarda herhangi bir afet görmez." Müslim'in Sahîh'inde de Ebu Musa'dan
Rasulullah (s.a.)'m kendisine şöyle dediğine dair rivayet kaydedilmektedir:
"Ben sana cennet hazinelerinden bir hazineyi göstereyim mi, bu lâ havle
velâ kuvvete illâ billah'tır."
Daha
sonra mal ve çocuk ile öğünme meselesiyle ilgili olarak şu cevabı verdiğini
görüyoruz:
"...
her ne kadar malca ve evlâtça beni kendinden daha az buluyorsan da; Rabbin senin
bahçenden daha iyisini bana verebilir..." Yani eğer sen mal itibariyle
benim senden daha fakir, evlât ve aşiret itibariyle bu fani dünyada daha az
olduğuma bakıyor isen şunu bil ki, ben âhirette durumun tam aksi olacağını
umuyorum. Yine Allah'ın âhirette senin bu bahçenden daha hayırlısını bana
vereceğini, buna karşılık senin asla yok olmayacağını ve sonunun gelmeyeceğini
zannettiğin dünyadaki bu bahçene semâdan -ekin ve ağaçlarını kökünden
kopartacak yağmur yahut yıldırımlar gibi- bir afet göndereceğini ve böylelikle
o nimetinden seni mahrum bırakıp bahçeni tahrip edeceğini, sonunda senin
bahçenin hiçbir bitkisi olmayan dümdüz bir arazi, ayağının üstünde
duramayacağın kaypak bir toprak haline dönüşüvereceğini ve bu düzgünlüğü
dolayısıyla adeta insan ayağını kaydıracak hale gelebileceğini zannediyorum.
Arkadaşının: "Rabbim... verebilir." ifadesi "Olur ki Rabbim
böyle yapar" anlamındadır.
Yahut
da senin bu bahçenin suyu yerin dibine geçer ve sen artık yerin dibine
çekildikten sonra bir daha onu bulamazsın, herhangi bir yol ile yerin dibine
geçmiş olan o suyu geri çıkaramazsın.
Nitekim
müminin umduğu gerçekleşti. Yüce Allah bunu şöyle ifade etmektedir:
"Nihayet
bütün serveti yok edildi, uğrunda harcadıklarına içi yanarak ellerini
oğuşturmaya koyuldu..." Yani Yüce Allah'a yönelmekten kendisini alıkoyan
bahçesi yıldırımlarla, malları ve serveti musibetlerle telef edilerek yok
edildi. Böylelikle bahçesine yapmış olduğu harcamalar yok olduğundan dolayı
hasret duymaya, pişman olmaya başladı. Arkadaşının öğüdünü hatırlayarak:
"Keşke Rabbime ortak koşmayaydım." temennisinde bulundu. "Çardakları
üstüne çökmek" ten kasıt ise, çardaklarının yere düşmesi demektir. Denildiğine
göre Allah bahçesine bir ateş gönderdi, o ateş orayı yakıp bitirdi.
"Allah
'tan başka ona yardım edecek adamları da yoktu, kendi kendini de kurtarıp öç
alamadı." Aşiretinin yahut çocuklarının -kendileriyle öğündüğü ve güçlü
kabul ettiği şekilde- ona hiçbir faydası ve yardımı olmadı. O da kendi gücü ile
Yüce Allah'ın intikamına karşı koyamadı, kendisini koruyamadı.
"İşte
burada kudret ve hakimiyet yalnız hak olan Allah'ındır." Bu önceki cümleyi
tekit etmektedir. Yani böyle bir sıkıntı ve mihnet hallerinde kudret, intikam
almak yalnız Allah'ın gücünde olur ve bu durumda iyi olan da fâcir olan da buna
iman eder. Mümin olsun kâfir olsun, Allah'a, O'nun hakimiyetine boyun eğmeye
-azap gerçekleştiği takdirde- döner. Ayette geçen velayet: egemenlik, otorite,
mülk, yardım ve hüküm demektir.
"Mükâfatı
da hayırlı olan O'dur, neticelendirmesi de hayırlı olan O'dur." Yani
Allah'ın mükâfatı daha hayırlıdır. Mümin kullarına hazırladığı akıbeti daha
üstündür. O onlara yardım eder ve dünyada sahip olmadıklarının bedelini onlara
verir. Allah için yaptıkları amellerinin mükâfatı hayırlı bir mükâfat olur, bu
amellerin akıbeti hoş ve öğülmeye değer olur. Çünkü Yüce Allah kendisine iman
edenlere daha hayırlı mükâfat verir.
Bunun
bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Onlar bizim azabımızı gördüklerinde:
Allah 'a bir olarak inandık, ona eş tutmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik,
derler." (Mümin, 40/84).
[46]
Bu
kıssada bir takım ibretler ve öğütler vardır. Onları şöylece sıralayalım:
1- Bu, müminlerle kâfirlere dair verilmiş açık bir örnektir. Allah'a iman
edip onu tevhit eden, fakir, salih, âhireti dünyaya tercih eden ve bu sebepten
dolayı Allah'ın kendisine cenneti ve büyük mükâfatı verdiği mümin kimsenin
misali ile; dünyasına aldanarak gurura kapılmış, müminlerle oturmaktan uzak
duran, çekinen kâfir bir kişinin misali. Bunlar el-Kelbî'nin naklettiğine göre
Mekke halkından Mahzunoğulları'ndan, yahut da İsrailoğulları'ndan iki
kardeştir. Bu kardeşlerden biri mümin diğeri de kâfir idi. Kâfir kardeşin ağaç,
ekin, meyve ve nehirlerin bulunduğu iki bahçesi ve başka malları da vardı. Bu
kişi Allah'ın nimetlerini inkâr ederek nankörlük etti, malıyla, çoluk çocuğuyla
arkadaşına karşı böbürlendi, öldükten sonra dirilişten şüpheye düştü, Allah da
onun servetini mahvetti, bahçelerini de semâdan gelen yıldırım türü âfetle yok
etti. Buradaki âfet (ayet-i kerimede el-küsbân) son derece hızlı ve şiddetli
yağmur yağdıran bulut yahut azaptır. Bundan dolayı bu kişi yaptığı harcamalara
pişman olup hasret duydu ve: "N'olaydım da Rabbime hiç kimseyi ortak
koşmayaydım" dedi. Yani keşke Allah'ın üzerimdeki nimetlerini bilip itiraf
etseydim. Bunların Allah'ın kudreti ile bana verildiğini bilseydim de onu inkâr
edip kâfir olmasaydım. Ancak onun bu fayda vermeyecek bir zamanda duyduğu
pişmanlıktan ibarettir.
2- Allah lütfunu kâfirden de esirgemez. Allah iki bahçe sahibine pek çok
servet, mal, çocuk ve tabi olacak kimseler vermişti.
3- Allah'ın esirgediği müstesna, zengin daima mallarıyla övünür, dünyaya
aldanır, gurur duyar. Her an yok olma ihtimali olmakla birlikte servetiyle
başkalarına üstünlük taslar.
4- Müminin zengin kâfirin gücü önünde eğilmemesi gerekir. Ona öğüt vermeli,
Allah'a imana irşad etmeli, Allah'ın vahdaniyetini kabule, O'nun nimet ve
lütuflarma şükre yöneltmelidir.
5- Bazan mala aldanıp onunla gurur duymak, öldükten sonra dirilişi,
kıyameti, haşri ve amel sahifelerinin verilmesini inkâra kadar götüren bir
sebep olabilir. Çünkü zalim zengin her şeyi maddede görür. Gafleti ve aklının
kıtlığı dolayısıyla gurur, bazan onu istilâ eder ve dünyalığın kendisine
verilmesi dolayısıyla bunu hak ettiği, bu işe ehil ve layık olduğu kanaatine
sahip olur ve şöyle demek noktasına gelebilir: Eğer öldükten sonra diriliş olsa
dahi elbette dünyada bana bu nimetleri veren Allah, âhirette bunlardan daha
değerlisini de verecektir. Çünkü ben onun için değerli bir kimseyim.
6- İmam Mâlik der ki: Evine giren herkesin "Maşâallah lâ kuvvete
illâ bil-lah" demesi gerekir. Bu söz Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetine
göre Rasul-ullah (s.a.) tarafından cennet hazinelerinden bir hazine diye
nitelendirilmiş ve şöyle demiştir: "Lâ kuvvete illâ billah sözünü kul
söylediği takdirde, Aziz ve Celil olan Allah da der ki: Kulum teslim oldu ve
teslimiyetini arz etti." Bu sözler kıssada mümin kimsenin kâfire olan
tavsiyesi ve ona cevabı olarak yer almaktadır. Kâfir bahçesinin yok olmayacağını
sanıp servetiyle arkadaşına karşı öğündüğü zaman bu sözü söylemiştir.
7- İlâhi bir belâ ve musibet geldiği takdirde dünyada herhangi bir güç
onu önleyemez, kaldıramaz. Artık bunu ortadan kaldırmak için herhangi bir kimseye
sığınmanın faydası yoktur. Ona azap gelip çattığında ne kimse ona yardım eder,
ne de kendisi bu azaptan korunabilir.
8- Şüphesiz velayet yani kudret, mülk ve hükümranlık hak olan Aziz ve
Celil olan Allah'a aittir. Hiç kimse O'nun emrini geri çevirmez ve her zamanda
mülk Allah'ındır: "Ve o gün Mülk Allah'ındır." (İnfitâr, 82/19)
[47]
45-
Dünya hayatının misalini de anlat onlara. O gökten indirdiğimiz bir su gibidir
ki, sonra yeryüzünde yetişen bitkilerle karışır, sonunda da suların savuracağı
çör-çöpe döner. Allah her şeye kadirdir.
46-
Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür.
Ama baki kalacak
salih ameller Rabbinin nezdinde
sevap olarak da emel
olarak da daha hayırlıdır.
"Dünya
hayatının misalini de anlat onlara." Yani göz alıcılığıyla, çabuk geçip
gitmesiyle ve şaşırtıcı hadiseleri itibariyle dünya hayatının neye benzediğini
söyle onlara. "O gökten indirdiğimiz su gibidir ki sonra yeryüzünde
yetişen bitkilerle karışır." Yani su, yağan yağmurlar yoluyla bitkilere
karışır ve bitkiler su ihtiyaçlarını alır, güzelleşirler. "Sonunda da
rüzgârın savuracağı çör-çöpe döner." Bitki kuruyuverir ve darmadağın
ufalmış parçalar haline gelir. Rüzgârlar onu savurup etrafa dağıtır. Yani
burada dünya güzel bir bitkiye benzetilmektedir. Daha sonra bu bitki
kurumakta, kırılıp dökülmekte, rüzgârlar tarafından da etrafa dağıtılmaktadır.
"Allah her şeye kadir'dir." Yani Yüce Allah her şeyi yoktan varetmeye
de varken yok etmeye de kadir olandır, kudreti eksiksizdir.
"Mal
ve oğullar dünya hayatının süsüdür." Dünya hayatında onlarla süslenilir.
"Ama baki kalacak sâlih ameller" Bunlar: "Sübhânallah,
elhamdülillah ve lâ ilahe illalllah vallahu ekber" demektir. Bazıları da
buna "lâ havle vela kuvvete illâ billahi" cümlesini de ilave ederler.
Yahut da baki kalacak salih şeyler bütün salih amellerdir ki beş vakit namaz,
hac, ramazan orucunu tutmak, sübhânallah... demek, bunlar arasındadır, güzel
söz de bunlardandır. "Rabbinin nezdinde sevap" yani mükâfat
"olarak da emel olarak da" insanın Allah katında umduğu ve beklediği
şeyler bakımından da "daha hayırlıdır." Çünkü bu amellerin sahibi
onlar vasıtasıyla âhirette dünyada iken umduğu şeylere kavuşur.
[48]
Bu
da dünyanın önemsizliğine ve kalıcılığının azlığına delâlet eden bir başka
örnektir. Mümin fakirlere karşı büyüklük taslayan müşriklerin kıssası ile
ilgili daha önce geçenlerle ilişkili olarak, açıklamalar devam etmektedir. Yüce
Allah birinci örnekte kâfir ve müminin durumu ile kâfirin böbürlenip
oğünmesinin sonunda helake uğrama halini anlattıktan sonra, bu misalde dünya
hayatının durumunu, yok oluşunu, içinde bulunan nimet ve rahatın neticede
helak olacağını açıklamaktadır.
Yüce
Allah dünyanın çabucak yok olup zeval bulduğunu açıkladıktan sonra, mal ve
çocukların insanların örfüne göre dünya hayatının süsü olduğunu beyân
etmektedir. Dünya hayatının süsü kabilinden olan her şeyin geçip gitmesi, yok
olması çabucak olur. O bakımdan aklı başında bir kimsenin bu süsü ile öğünmesi
yahut da bundan dolayı şımarıp sevinmesi çirkin bir iştir. Bu da mümin
fakirlere karşı çokça mal ve çocuklarıyla böbürlenen müşriklerin sözlerinin
tutarsız ve doğru olmadığının delilidir.
Daha
sonra Yüce Allah o fakir müminlerin zengin kâfirlere üstün olmalarına sebep
teşkil eden hususu söz konusu etmektedir. Bu da onların dünyada iken yaptıkları
salih amellerdir. Bu salih ameller âhiretin devamlı ve kalıcı olan azığıdır.
Devamlı ve kalıcı olan ise sonu gelen ve geçip giden şeyden elbetteki daha
hayırlıdır.
Hadis-i
şeriflerde ayet-i kerimede geçen "baki kalacak salih amellerin neler
olduğunu açıklayan ifadeler bulunmaktadır. Tirmizî'nin rivayetine göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İsra gecesi İbrahim ile karşılaştım.
Bana ya Muhammed, dedi, benden ümmetine selam söyle. Onlara haber ver ki, cennetin
toprağı hoştur, suyu tatlıdır, cennet dümdüz bir arazidir, fakat onun ağaçları,
bitkileri sübhanallahi velhamdülillahi velâ ilahe illahu vallahu
ekberdir."
Saîd
b. Mansur, Ahmed, İbni Cerîr, İbni Merdüveyh ve sahih olduğunu belirterek
Hâkim, Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Baki kalacak salih amelleri çokça işleyiniz." Bunlar
nelerdir ey Allah'ın Rasulü? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Tekbir,
(Allahuekber) tehlîl (la ilahe illallah), teşbih, (Sübhanallah) tahmîd
(elhamdüllih) ve lâ havle velâ kuvvete illâ billah sözleridir." Taberânî
ve İbni Merdüveyh , Ebu'd-Derdâ-dan şöyle dediğini nakletmektedirler:
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sübhanallahi velhamdülillahi velâ ilahe
illallahu vallahu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billah. işte bunlar baki
kalacak salih amellerdir. Bunlar ağacın yapraklarını döktüğü gibi günahları
dökerler, bunlar cennet hazinelerindendirler." Neseî, Taberânî ve Beyhakî
de Ebû Hureyre'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:
"Kalkanlarınızı edininiz!" Ey Allah'ın Rasûlü, hangi düşmana karşı?
diye sorulunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Hayır, ateşe karşı kalkanınızı
edininiz. Bu da: sübhanallahi velhamdü lillâhi velâ ilahe illallahu vallahu
ekber, demektir. Şüphesiz bunlar kıyamet gününde önden gelirler, arkadan ve yan
taraflardan gelirler. Baki kalacak salih ameller de bunlardır."
[49]
Ya
Muhammedi Sen Mekke müşriklerinden olsun diğerlerinden olsun mal ve
yardımcılarını ileri sürerek Müslüman fakirlere karşı böbürlenen insanlara
örnek ver. Dünyanın önemsizliğini, onda az kalınacağını, çabucak yok olup
gidişini açıklayan bir örnek. Çünkü dünya göz alıcılığından, parlaklığından,
göz kamaştırıcı halinden sonra Allah'ın iradesiyle asık suratlı, kapkara, hiçbir
güzelliği ve parlaklığı olmayan bir hale dönüşür. O göz kamaştırıcılığından
sonra zevale doğru gidişi ile çiçekleri, parlaklığı, taneleri bulunan yeşil bir
bitkiye benzer. Gökten yağan yağmurla oluşmuş bir bitkiye. Bütün bunlardan
sonra ise bu bitki kupkuru çör-çöpe dönüşür, rüzgârlar tarafından savrulur.
Yani rüzgârlar onu sağa sola dağıtır, gider.
"Allah
her şeye kadirdir." Yani Allah yoktan var etmeye, var olanı yok etmeye
kadirdir. Yeşil ve göz kamaştırıcı hale de; kurutup yok edip telef etme haline
de gücü yeter. Aklı başında olan bir insanın dünyaya aldanmaması, dünya ile
öğünmemesi, dünya dolayısıyla büyüklük taslamaması gerekir.
Dünya
hayatı gerçekten de bu örneğe çokça benzemektedir. Nitekim Yüce Allah Yunus
sûresinde de şöyle buyurmaktadır: "Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir
suya benzer ki onunla yeryüzünde insanların ve hayvanların yediği bitkiler
karışmıştır..." (Yunus, 10/24), Hadid suresinde de Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir,
bir süstür. Aranızda bir öğünüştür. Mallarda ve çocuklarla bir yarıştır. Ekini,
ekenlerin hoşuna giden bir yağmur gibidir..." (Hadid, 57/20)
"Mal
ve oğullar dünya hayatının süsüdür." Yani mallar ve evlâtlar dünya
hayatının süsünden bir parçadır. Ahiretin daimi, ebedi süsünden değildir. Bunlar
da çabucak yok olur giderler. O halde aklı başında olan bir kimsenin bunlara
aldanmaması, bunlarla gurur duyup öğünmemesi gerekir. Maksat şudur: Bu kısmı da
daha önce dünya hayatının çabucak geçişini, yok olmanın, son bulmanın
kertesinde olduğunu açıklayan önceki örnekteki genel kapsamın içerisine
sokmaktır. Yalnızca mal ve çocukların söz konusu edilmesinin sebebi şudur: Mal
hem güzeldir, hem faydaladır. Çocuklar ise güç kaynağıdır, kişi için bir
savunma aracıdır. O bakımdan her ikisi de dünya hayatının süsü demektir.
Bu
ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Kadınlara,
oğullara, yığın yığın yüklerle altın ve gümüşe, salma atlara... karşı duyulan
sevgi insanlara süslü gösterilmiştir." (Ali İmran, 3/14).
İmam
Ali (k.v.) de şöyle demektedir: Mal ve çocuklar dünyanın ekinidir. Salih amel
ise ahiretin ekinidir. Allah bazı kimseler için bunların hepsini bir arada
vermiş olabilir.
"Ama
baki kalacak sâlih ameller, Rabbinin nezdinde sevap olarak da amel olarak da
daha hayırlıdır." Yani hayırlı işler, itaatler -namaz, sadaka, Allah
yolunda cihad, fakirlere yardım, zikir ve benzeri ameller- sevap itibariyle
Allah nezdinde daha üstündür. Daha çok yaklaştırıcıdır, etkileri daha
kalıcıdır. Çünkü bütün bunların sevabı kişinin kendisine aittir. Amel
itibariyle de daha hayırlıdır. Çünkü bu amellerin sahibi olan bir kimse
âhirette dünyada iken umduğu her şeyi elde edebilir.
İbni
Abbas der ki: "Bakî kalacak salih ameller Sübhanallahi ve'1-hamdulil-lahi
velâ ilahe illallahü hüvallahu ekber'dir." Osman b. Affân da böyle
demiştir: Bu ameller lâ ilahe illallah, sübhanallahi ve'1-hamdüllillahi vallahu
ekber velâ havle velâ kuvvete illa billahi'l- aliyyi'1-azim sözleridir.
[50]
İnsanların
özellikle de mümin fakirlerin kovulmasını isteyen büyüklük taslayanlar, dünya
hayatının neye benzediğinin örneğini çok iyi bilmelidirler. Dünya hayatı kalıcı
olmayışıyla, aynı halde devam etmeyişi itibariyle belli bir yerde karar
kılmayan, belli bir halde devam etmeyen suya benzer. Yine aynı şekilde dünya
hayatı faniliği ile ona benzemektedir. Su geçer, gider yerinde kalmaz. Dünya
hayatı da aynı şekilde böyledir. İçine giren onun fitnesinden, afetinden yana
güvenlik içerisinde değildir. Nitekim suyun girdiği yerde de orası mutlaka
ıslanır. Dünyadan ihtiyaç kadarı faydalıdır. Fazlası zararlıdır. Nitekim su da
uygun miktarı aştığı takdirde zarar vericidir, helak edicidir. Müslim'in
Sahih'inde Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"İslâm'a giren, kendisine ihtiyacı kadar rızık verilen ve Allah'ın
kendisine verdiği ile kanaat eden kişi felah bulmuştur."
Özetle,
bu kıssa dünya hayatının çabucak zeval bulup yok oluşunu göstermektedir.
Yüce
Allah ise tek başına bakî olandır. Var etmek, yok etmek, diriltmek gibi her
şeye muktedir olandır.
Aynı
şekilde dünya hayatı da, mal ve çocuk kabilinden süsleri de çabucak geçer, yok
olur gider. Müslüman fakirlerden Selmân ve Suhayb gibilerinin yaptıkları
itaatler türünden olan bakî kalacak salih ameller ise, Allah nezdinde mükâfat
itibariyle ve salih ameli bulunmayan, fakat mal ve çocuğu olan kimseye göre de
amel itibariyle daha üstündür. Dünya süsünde hayır yoktur. Âhiret nimetlerinin
kalıcılığı Yüce Allah'ın şu buyruğundaki ifadeyi de andırmaktadır: "O günde
cennetliklerin karargâhları daha hayırlı, gün ortası ıstirahatleri de daha
güzeldir." (Furkân, 25/24).
İlim
adamları bakî kalacak salih amellerin ne olduğu hususunda farklı görüşlere
sahiptir. İbni Abbas ve başkalarının dediğine göre bunlar beş vakit namazdır.
Yine önceden de açıkladığımız gibi ondan şöyle bir rivayet de gelmiştir:
Bunlar: "Sübhanallahi ve'1-hamdülillâhi, velâ ilahe illallahü ekber
sözleridir." Cumhur ise der ki: Bunlar fazileti rivayet ile nakledilmiş
sözlerdir. Sübhanallahi ve'1-hamdülillahi velâ ilahe illallah vallahu ekber
velâ kuvvete illa billahi'1-aliyyi'l-azîm" sözleridir. Bu ifadeler ise
Neseî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet ettiği sözden alınmıştır.
Yine
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre âhirette kalan söz yahut fiil olsun her
türlü salih ameldir. Taberî de bunu tercih etmiştir. Kurtubî de der ki:
İnşâallah sahih olan budur. Çünkü ecri kalıcı olan her bir şey hakkında bunu
söylemek mümkündür."
[51]
47-
O gün dağları yürütürüz de sen yeri dümdüz görürsün. Hiçbirini bırakmaksızın
toplarız onları.
48- Saflar halinde Rabbine arz olunacaklardır.
"Andolsun sizi ilk kez yarattığımız gibi bize geldiniz. Halbuki sizi
toplamak için bir zaman tayin etmediğimizi dahi iddia etmiştiniz."
49-
Amel defteri ortaya konulduğunda suçluların onda yazılı olandan korktuklarını
görürsün ve derler ki: "Vah bize, eyvah bize! Bu kitap nasıl olmuş da
küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış?" Evet, onlar bütün
işlediklerini hazır bulurlar, Rabbin kimseye asla zulmetmez.
"O
gün dağları yürütürüz." Yani dağları yerinden söküp onları yeryüzünden
götürüp etrafa savrulan toz haline getireceğimiz o günü hatırla! "Yeri
dümdüz görürsün." Üzerinde dağ, çukur vs. hiçbir şey olmaksızın. "Hiç
birini bırakmaksızın toplarız onları" müminleri de kâfirleri de hesap için
duracakları yere getiririz. Toplamak (haşr) hesap için bir araya getirmek
demektir. Ba's ise canlıların haşre götürülmek üzere kabirlerinden diriltilip
çıkartılmalarıdır.
"Saflar
halinde" her ümmet bir saf ve biri ötekinin görüşünü engellemeyecek
şekilde dizilmiş olarak, "Rabbine arz olunacaklardır." Burada
haşrolacak-ların hali komutanın önünden geçen askerlerin durumuna
benzetilmektedir. Onların bu şekildeki sunuluşları onları tanımak için değil,
onlara emir vermek için olur. "Andolsun ki sizi ilk kez yarattığımız gibi
bize geldiniz." Tek tek, çıplak ayaklı, sünnetsiz, beraberlerinizde mal ve
çocuktan hiç bir şey bulunmaksızın. Çünkü Yüce Allah bir başka yerde:
"Andolsun bize tek tek geldiniz." (En'am, 6/1) diye buyurmaktadır.
"Halbuki
siz, sizi toplamak için bir zaman tayin etmediğimizi dahi iddia
etmiştiniz." O gün öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere böyle
denilecektir. Sizler öldükten sonra diriliş ve amel defterlerinizin verilmesi
için bir zaman belirlememiş olduğumuzu iddia etmiştiniz. Biz verdiğimiz sözde
dururuz, caymayız.
"Amel
defteri ortaya konulduğunda" yani hesap görüleceği vakit her insanın amel
defteri verildiğinde müminin defteri sağına, kâfirinki soluna koyulduğunda
"suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün ve derler
ki..." Defterlerinde yazılı bulunan günahları görecekleri vakit şöyle
diyeceklerdir: "Vah bize, eyvah bize"; helak olduk, gittik. Ey ölüm,
haydi gel, tam geleceğin zamandır. "Küçük büyük" bütün günahlarınızı
"bir şey bırakmaksızın hepsini saymış," sayıp dökmüş, tespit etmiş.
Bu, sözleri söyleyenlerin hayretle dile getirecekleri bir ifadedir.
"Evet,
onlar bütün işlediklerini hazır bulurlar." Defterlerinde yazılıp tespit
edilmiş yahut da onların her birisinin kitabında ayrı ayrı yazılmış olarak göreceklerdir.
"Rabbin kimseye asla zulmetmez." Belirlenmiş olduğu sevap ve cezanın
sınırlarını aşmaz. Günahsız kimseye ceza vermeyeceği gibi hiçbir müminin
sevabını de eksiltmez.
[52]
Şanı
Yüce Allah dünyanın değersizliğini, yok oluculuğunu, kıyametin önemini asıl
kendileriyle övünülecek şeyin mallar değil de salih ameller olduğunu
açıkladıktan sonra, kıyametin bir takım hallerini, kıyametteki tehlike ve
dehşetli durumları, yeryüzünün belli başlı özelliklerinin değişmesini, öldükten
sonra dirilişi, bütün insanların amellerinin yazılarak, her şeyi kapsayan
sahifelerde tespit edilmesi suretiyle mutlak adaletini açıkladı.[53]
Yüce
Allah kıyametin dehşetli hallerini ve orada gerçekleşecek oldukça büyük işleri
haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"O
gün dağları yürütürüz..." Yani ey Muhammed, o gün dağları yerinden yürütüp
kaldıracağımızı, onları bulutlar gibi etrafa savurup darmadağın edeceğimizi
hatırla. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana dağlar hakkında sorarlar,
de ki: Rabbim onları kökünden koparıp savuracaktır..." (Ta-Ha, 20/105) Şu
ayetlerde de aynı olay anlatılmaktadır: "Dağlar parça parça ufalanıp
dağılmış toz haline geldiği zaman..." (Vakıa, 56/5-6); "O gün gök
zeytinyağı tortusu gibi olacak. Dağlar da (atılmış) yün gibi olacak."
(Meâric, 70/8-8) Yani kabartılmış ve atılmış yün gibi.
İşte
bu, durumun değişeceğine, dünyadaki vaziyetin başka bir hal alacağına, dağların
yerlerinden kopartılıp bulutlar gibi yayılmış ve savrulmuş olacağına delildir.
"Sen
yeri dümdüz görürsün." Yani ey insan, bir de bakacaksın ki, bütün yeryüzü
ortada, görünürdedir. Orada hiçbir kimsenin tanıdığı belli bir alâmet, kimsenin
saklanacağı bir yer olmayacaktır. Aksine bütün insanlar tek bir düzlükte
toplanacaklar ve hiçbir şey ondan gizli kalmayacaktır. İşte bu Yüce Allah'ın
daha önce geçen dağların savrulmasını söz konusu ettiği şu âyet-i kerimesinin
anlamını ifade etmektedir: "Allah onları dümdüz edecek, sen orada ne bir
alçaklık, ne de yükseklik göreceksin." (Ta-Ha, 20/106-107) Yani yeryüzü dümdüz
bir satıh haline gelecektir. Onda bir yükseklik, engebelik ve çukur yerler
olmayacaktır.
"Hiçbirini
bırakmaksızın toplarız onları." Yani biz öncekileri de sonrakileri de
hesap için toplar ve bir araya getiririz. Kimseyi geri bırakmayız. Küçük olsun,
büyük olsun terketmeyiz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Şüphesiz öncekiler de sonrakiler de belli bir günün
belli bir vaktinde elbette toplanacaklardır." (Vakıa, 56/49-50) Bir başka
yerde de şöyle buyurmaktadır: "işte o kendisinde bütün insanların bir
arada toplanacakları bir gündür." (Hûd, 11/103) İmam Müslim ve başkaları
Âişe (r.a.)'den şöyle rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Kıyamet gününde insanlar çıplak ayaklı, elbisesiz
ve sünnetsiz olarak mahşerde toplanacaklardır." Ben: Ey Allah'ın Rasulü
erkekler kadınlar hep bir arada, birbirlerine bakmayacaklar mı? diye sordum,
şöyle buyurdu: "Orada karşı karşıya kalacakları hal, biribirlerine
bakmalarına fırsat vermeyecek kadar ağırdır."
Neseî'nin
rivayetinde de şöyle denilmektedir: "O gün herkesin başka bir şeyle
uğraşmasına imkân vermeyecek kadar işi vardır (durumu başka bir şeyle
ilgilenmesine fırsat vermez)." İşte bu, haşrin gerçekleşeceğinin
delilidir.
"Saflar
halinde Rabbine arzolunacaklardır. Andolsun ki sizi ilk kez yarattığımız gibi
bize geldiniz." Yani bütün insanlar Allah'ın önünde tek bir saf halinde
sunulacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbin geldiği
ve melekler saf saf dizildiği zaman..." (Fecr, 89/22) Evet andolsun ey
insanlar! Hepiniz birlikte diriltilmiş olarak bize geldiniz. Tıpkı sizleri
dünyada iken yarattığımız halinizle. Çıplak ayaklı, elbisesiz ve beraberinizde
bir şey olmaksızın. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade ettiği gibi:
"Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, tek tek bize
geldiniz Size ihsanımız olan şeyleri geride bıraktınız..." (En'âm, 6/94)
Bu
ifadeler öldükten sonra dirilişi inkâr edenler için bir tehdit, insanlar önünde
onlara bir uyarıdır. Bu Yüce Allah'ın huzurunda hesaplarının görülmek üzere arz
edilmelerini ispat etmektedir. O bakımdan Yüce Allah onlara hitaben şöyle
buyuracaktır:
"Halbuki
sizi toplamak için bir zaman tayin etmediğimizi dahi iddia etmiştiniz."
Yani sizler Allah'ın huzuruna çıkıp onunla karşılaşmayacağınızı zannetmiş,
böyle bir şeyin başınıza gelmeyeceğini ve olmayacağını sanmıştınız.
"Amel
defteri ortaya konulduğunda suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün."
Yani insanların işledikleri küçük büyük günahlarının yazılı olduğu amel defteri
önlerine konulduğu vakit günahkâr ve isyankârların orada yazılı olan kötü
amellerinden, çirkin fiillerinden dolayı korktuklarını görürsün. Ayet-i
kerimede geçen "el-kitâb"dan kasıt, amellerin yazılı olduğu
sahifelerdir.
"Ve
derler ki: Vah bize, eyvah bize bu kitap nasıl olmuş da küçük büyük bir şey
bırakmaksızın hepsini saymış..." Yani o günahkârlar şöyle diyeceklerdir:
Yazıklar
olsun bizlere, ameldeki kusurumuz dolayısıyla çok yazık bize! Şu kitaba ne
oluyor ki küçük olsun, büyük olsun hiçbir günahı bırakmamış. Giden gelen ne
varsa hepsini kaydetmiş, tespit etmiş. O her şeyi kapsamaktadır: "Hatırla
ki sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır. O
bir söz söylemeye dursun; mutlaka onun yanında görüp gözetlemeye hazır bir
(melek) vardır." (Kâf, 50/17-18); "Şüphesiz üzerinizde bekçiler, çok
şerefli yazıcılar vardır. Onlar yaptıklarınızı bilirler." (İnfitâr,
80/10-12).
Ayet-i
kerime küçük ve büyük bütün günahların tespit edildiğini göstermektedir. Bu
konuda bütün müslümanlar arasında görüş birliği vardır.
"Evet
onlar bütün işlediklerini hazır bulurlar." yani insanlar ne işlemişler-se
hayır veya şer olsun amel defterlerinde tespit edildiğini göreceklerdir. Bundan
kasdın yaptıklarının karşılığı olduğu da söylenmiştir. Nitekim Yüce Allah bir
başka ayette şöyle buyurmaktadır: "O gün herkes dünyada iyilik olarak ne
işlediyşe onu hazır bulacaktır; kötülükten de ne işlediyse..." (Âli İmran,
3/30) Yüce Allah bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: "O gün insana
önceden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir..."
(Kıyâme, 75/13).
"Rabbin
kimseye asla zulmetmez." Rabbinin hükmünde insanlara, yarattıklarına en
ufak bir zulüm yoktur. Çünkü mükâfat ve cezanın temel ilkesi mutlak ve ilâhî
adaletin bir gereğidir. Ta ki böylelikle iyilik yapanı mükâfatlandırsın,
kötülük yapanı cezalandırsın. Hatta Yüce Allah rahmetinin tecellisi ve gereği
olarak affeder, bağışlar. Mağfiret buyurur, merhamet eder. Yarattıklarından
dilediğini kudret, hikmet ve adaleti gereğince azaplandırır. O kafirleri
cehennem ateşinde ebedî bırakır, orada günahkârları azaplandırır, sonra da
mümin günahkârları oradan kurtarır. Onun hükmü her durumda adalettir. O asla
zulmetmeyen, haksızlık yapmayan hâkimdir. İnsanın aleyhine işlemediğini
yazmaz. Cezayı hak edenin cezasını artırmaz, yahut günahı olmadığı halde
azaplandırmaz.
Şu
buyruklar da buna benzemektedir: "Şüphesiz Allah zerre ağırlığı kadar
zulmetmez. Şayet bir iyilik olursa onu kat kat artırır." (Nisa, 4/40);
"Kıyamet gününe has adalet terazilerini koyarız. Hiçbir kimseye hiçbir
şeyle zulm olunmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz.
Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (Enbiyâ, 21/47) İşte ayet-i kerime;
"İnsanların amel defterleri, iyilikleri de kötülükleri de kapsar"
ilkesi üzerinde yükselen Allah'ın huzurundaki hesabın son merhalesini
açıklamaktadır.
[54]
Ayet-i
kerimeler kıyametin başlangıcını ve hesabın sonunu beyan etmektedir. Önce
dünyanın belirgin özelliklerinin değiştirileceğini açıklayarak başlamakdır.
Dağların yürütüleceğinden, yani yeryüzündeki yerlerinden kaldırılıp bulutların
yürütüldüğü gibi yürütüleceğinden söz etmektedir. Nitekim bir başka ayet-i
kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Ve o dağlar bulutların geçip gitmesi
gibi geçip gider." (Nemi, 27/88) Daha sonra bu dağlar parçalanır. Yüce
Allah nitekim şöyle buyurmaktadır: "Dağlar parça parça ufalandığı,
dağılmış toz haline geldiği..(zaman)" (Vakıa, 56/5-6) Ve yer artık dümdüz,
açıkta, görünür bir hal alır. Onun üzerinde görüntüyü kapatacak ne bir dağ
bulunur, ne bir ağaç, ne de bir yapı.
Bundan
sonra ise haşr merhalesi, yani insanların hesaba çekilecekleri yerde toplanma
aşaması gelir. Kimse o toplantının dışında tutulmaz. Bütün mahlukat tek bir
düzlükte biraraya getirilir. Şanı Yüce Rabbin huzurunda hesaba çekilmek üzere.
Onlar
Allah'a ardı arkasına saflar halinde sunulurlar, namazdaki saflar gibi. Her bir
ümmet ve her bir zümre bir saf olacaktır, yoksa hepsi tek bir saf olacaklar
anlamında değildir. Hafız Ebu Kasım Abdurrahman b. Mende, et-Tevhîd adlı
kitabında Muâz b. Cebel'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Muhakkak şanı yüce ve mübarek olan Allah, kıyamet gününde
ürkütücü olmayan yüksek bir sesle şöyle nida edecektir: "Kullarım, Ben
Allah 'im. Benden başka ilâh yoktur. Ben Erhamurrâhimîn 'im. Hüküm verenlerin
en güzel hüküm vereni, hesaba çekenlerin en çabuk hesaba çekeniyim. Kullarım!
Bu gün sizin için korku yoktur, bu gün siz üzülmeyeceksiniz de. Cevaplarınızı
hazırlayınız. Siz sorgulanacak ve hesaba çekileceksiniz! Meleklerim! Kullarımı
saflar halinde hesaba çekilmek üzere ayaklarının parmak uçlarına göre
diziniz."
Daha
sonra insanlar hesaba çekilecekleri yere (mevkıf) kabirlerinden çıplak ayaklı
ve sünnetsiz olarak geleceklerdir. Beraberlerinde ne mal bulunacak, ne de
evlat. Tıpkı dünyada doğdukları gibi. Bu arada kulların amel kitapları,
defterleri küçük büyük her şeyi bulunduracak şekilde sunulacaktır. el-Esedî der
ki: Küçükten kasıt şirk dışındaki günahlar, büyükten kasıt ise şirktir.
Hz.
Ömer (r.a) Kâ'b el-Ahbâr'a şöyle demiş: Ey Ka'b! Haydi bize ahiretin
hallerinden anlat. Ka'b şöyle dedi: Olur, müminlerin emiri: Kıyamet günü olduğu
vakit Levh-i Mahfuz kaldırılır. Yaratıklardan ameline bakılmayacak kimse
kalmayacaktır. Sonra insanların amellerinin yazılı olacağı sahifeler getirilir.
Arşın etrafında saçılır. İşte Yüce Allah'ın "Amel defteri ortaya koyulduğunda
suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün..." buyruğu bunu
anlatmaktadır.
Daha
sonra mümin çağırılır, ona kitabı sağından verilir. Kitabına bakar,
kötülüklerini okurken: Benim iyiliklerim vardı, bunlardan söz edilmedi, demesin
diye iyilikleri insanlar tarafından da görülecektir. Çünkü Allah ona bütün
amelini göstermeyi murad etmiştir. Sen cennet ehlindensin denilecektir. İşte o
vakit bu mümin kişi arkadaşlarına dönecek ve şöyle diyecektir: "Bakın,
okuyun kitabımı, ben zaten şüphesiz hesabımla karşı karşıya geleceğime
inanıyordum." (Hakka, 69/19-20).
Daha
sonra kâfir çağırılır, ona kitabı solundan verilir, sonra dürülür. Bu kitap ona
arkasından verilir, boynunu geri doğru büker. İşte Yüce Allah'ın: "Kitabı
sırtının arkasından verilene gelince..." (İnşikâk, 84/10) buyruğu bunu anlatmaktadır.
Kitabına bakar. Bütün kötülüklerinin de insanlar tarafından görülmekte olduğunu
anlar. Hasenatına da bakar. Böylelikle: Ben sadece kötülüklerimin cezasını mı
göreceğim? demesi önlenmiş olacaktır
[55]
50-
Hani meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik de İblis'ten başka hepsi
secde etmişti. O cinlerdendi. Bu bakımdan Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı.
Şimdi siz beni bırakıp da bana düşman oldukları halde onu ve soyunu mu veli
ediniyorsunuz? Zalimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu?
51- Ben onları ne göklerin ve yerin
yaratılmasında ne de kendilerinin yaratılmasında şahit tuttum. Saptıranları da
hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.
52- O gün: "Bana ortak olarak iddia
ettiklerinize seslenin." der. Onları çağırırlar, ama hiçbirisi kendilerine
cevap vermez. Aralarına bir de uçurum koyarız.
53- Suçlular ateşi görürler de ona düşeceklerini
anlarlar ve ondan kaçacak yer bulamazlar.
"O
halde onu ve soyunu mu veli ediniyorsunuz?" buyruğundaki soru inkâr
(onları veli edinmeyi red) ve böyle bir işin hayret verici olduğunu anlatmak
içindir.
[56]
"Hani"
hatırla ki: "Meleklere, Adem'e secde edin demiştik." Onu selamlamak,
onun saygınlığını ve üstünlüğünü kabul etmek üzere eğilme şeklinde secde edin.
Hz. Adem'e secde emri birkaç yerde tekrarlanmıştır. Çünkü bu böyle bir durumda
açıklanması gözetilen işlere bir giriş durumundadır. Burada da Yüce Allah
malları ile öğünenlerin yaptıkları işin kötülüğünü ortaya koyduktan sonra
böyle bir yaklaşımın, tutumun İblis'in tutumu türünden olduğunu belirtmektedir
"İblis'ten başka hepsi secde etmişti. O cinlerdendi." Eğer cin
meleklerden bir tür olarak kabul edilirse istisna muttasıldır, aksi takdirde
muntakı'dır. İblis cinlerin babasıdır, zürriyeti vardır, meleklerin ise
zürriyeti yoktur.
"Bu
bakımdan Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı." Secdeyi terk etmekle Rabbine
itaatin dışına, yahut da Rabbinin kendisine emrettiği buyruğu dışına çıkmış
oldu.
"Şimdi
siz beni bırakıp size düşman oldukları halde onu ve soyunu mu veli
ediniyorsunuz?" Burada hitap, Hz. Adem'e ve onun soyundan gelenleredir.
"Onu ve soyunu" kelimelerindeki zamirler de İblis'e aitttir. Soy
(zürriyet), çocuklar yahut tâbi olanlardır, mecazen tâbi olanlara da zürriyet denilmiştir.
İşte siz bunlara mı itaat ediyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandırlar,
"Zâlimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu!" Allah'a itaat edecek yerde
İblis'e ve onun soyundan gelenlere itaat etmek suretiyle yaptıkları bu
değişiklik çok kötüdür.
"Ben
onları" İblis'i de onun soyundan gelenleri de. "ne göklerin... ne de
kendilerinin yaratılmasında şahit tuttum." Birini ötekinin yaratılışında
bulundurmadım. "Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş
değilim." Şeytanların yardımını asla almam, (ayet-i kerimede yardımcı
diye mealini verdiğimiz) el-adud kelimesi aslında dirsek ile omuz arasındaki
bölge (pazu bölümü) dir. Yardımcı anlamına da kullanılır, el ve benzeri
tabirlerde olduğu gibi. Burada da kasıt yardımcıdır. Yani ben yaratmakta
şeytanların yardımını almadım, siz nasıl olur da onlara itaat edersiniz? Bu
Allah'tan başkalarını veli edinmelerini, ibadette O'na ortak koşmalarını
reddetme ifade eder. Çünkü ibadete hak kazanmak yaratmaya bağlı bir husustur.
" Saptıranlar" \n zamir yerine kullanılması da onları yermek ve
onların desteğini almanın olacak şey olmadığını açıklamak içindir.
"O
gün" hatırla o günü ki "bana ortak olarak iddia ettiklerinize"
benim ortaklarım olduklarını yahut da azabımdan sizi korumak üzere size
şefaatte bulunacaklarını sandıklarınıza "seslenin" putları ve
diğerlerini çağırın. Burada "bana ortak olarak iddia ettikleriniz"
denilmesi onların kendi kanaatlerinin böyle olduğu belirtilerek azarlanmaları
içindir. "Onları çağırırlar," yardım etsinler diye çağıracaklar
"ama hiçbirisi kendilerine cevap vermez." Onlara yardım edemezler
yahut karşılık veremezler. "Aralarına" putlar ile onlara tapanlar,
yahut kâfirlerle edindikleri ilâhlar arasına "bir de uçurum koyarız."
Hepsinin ortaklaşa bulunacakları helak yerine koyarız. Bu da cehennemdir, yahut
da cehennem vadilerinden bir vadidir. Hep birlikte orada helak olacaklardır.[57]
Daha
önce sözü edilen müşriklerin işleri olan mal ve yardımcılarını ileri sürerek
fakir müslümanlara karşı öğünmeleri ile Hz. Âdem'e karşı büyüklük taslayan
İblis'in işi arasında bir benzerlik vardır. Çünkü İblis yaratılışının aslı ve
soyu ile öğünmüş Yüce Allah'a: Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan
yarattın. O halde ben asıl ve soy itibariyle ondan daha şerefliyim, nasıl olur
da onun önünde alçalırım, demişti. Müşrikler de şöyle demişti: Biz bu
fakirlerle birlikte nasıl oturabiliriz. Bizim soylarımız şerefli, onların
soyları aşağılık, biz zengin onlar ise fakirdir. İşte İblis'in yolu da budur.
Burada kıssa aradaki benzerliğe dikkat çekmek üzere söz konusu edilmiştir. Yüce
Allah da bu yolu izlemekten ve böyle bir tavra uymaktan sakmdırmaktadır.
İblis
kıssası Kur'ân-ı Kerim'de birkaç yerde tekrarlanmıştır. Bunun sebebi ise her
bahsedildiği yerde, o yerin, bağlamın maksadına uygun farklı ve yeni bir manayı
ifade etmektedir.
[58]
Bununla
Ademoğullarının İblisin kendilerine, kendilerinden önce de atalarına beslediği
düşmanlığa dikkat çekilmektedir. Ayrıca Ademoğulları arasından ona uyanlar ve
böylelikle yaratıcısına, mevlâsına aykırı harekette bulunanlar azarlanmaktadır.
Yüce
Allah buyuruyor ki: "Hani meleklere Adem'e secde edin demiştik..."
Yani ey Muhammed onlara şunu hatırlat: Bir zamanlar biz bütün meleklere ilham
yoluyla Adem'e selamlamak ve insan ikramda bulunmak kasdıyla secde etmelerini
emretmiştik. Bu husus aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim'in pek çok ayet-i kerimesinde
defalarca söz konusu edilmiştir.
Bunlardan
bazıları: Bakara sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Hani biz meleklere
Adem'e secde edin, demiştik de derhal secde ettiler. Ancak İblis müstesna. O
dayattı, kibirlenerek kâfirlerden oldu." (Bakara, 2/34). Bir diğer ayet-i
kerime de Hicr suresinde yer almaktadır: "Ben ses veren kuru bir çamurdan,
değiştirilmiş bir balçıktan bir beşer yaratacığım, demişti. O halde onun
yaratılışını tamamlayıp tam bir insan suretine getireceğim ve ona ruhumdan
lifleyeceğim zaman siz de derhal onun için secdeye kapanın." (Hicr,
15/29-29). Bunlardan birisi de Kehf sûresinde yer almaktadır: "Hani
meleklere: Adem 'e secde edin, demiştik de iblis'ten başka hepsi secde etmişti,
o cinlerden idi..."
İblis'in
Hz. Adem'e secde etmeyi kabul etmeyişinin sebebi, yaratılış aslına ve soyuna
bakıp aldanmasıydı. O ateşin dumansız alevinden yaratılmıştı. Melekler ise asıl
itibariyle nurdan yaratılmıştı. Adem de topraktan yaratılmıştı. Nitekim
Müslim'in Sahih 'inde Peygamberimizin şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Melekler nurdan yaratılmıştır. İblis dumansız alevden yaratılmıştır. Adem
de size anlatılan şeyden yaratılmıştır." Önceki ayet-i kerimeden İblis'in
cinlerden olduğu açıkça anlaşıldığı gibi, bir diğer ayette de onun ateşten,
Adem'in de çamurdan yaratıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın şu
ayetinde olduğu gibi: "Ben ondan hayırlıyım beni ateşten yarattın, onu ise
çamurdan yarattın." (Sâd, 38/76).
Hasan-ı
Basrî der ki: İblis bir göz açıp kırpacak zaman kadar dahi meleklerden
olmamıştır. O cinlerin aslıdır. Nitekim Hz. Adem (a.s.)'de insanların aslıdır.
"O
cinlerdendi." Yani İblis'in isyan etmesinin sebebi cinlerden oluşu idi. O
bakımdan meleklerin yaptığı gibi yapmadı. Bundan dolayı Yüce Allah "Bu
bakımdan Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı." buyurmaktadır. Yani Allah'a
itaatin dışına çıkmıştır. Çünkü "fısk" çıkmak demektir. Taze hurma, kabuğundan
dışarı çıktığı vakit bu tabir kullanılır. İşte bu buyruk onun fâsıklığmın
(emrin dışına çıkmasının) cinlerden yani şeytanlardan oluşu dolayısıyla
olduğunu göstermektedir. Cinlerin özelliği ise isyan ve emre itaat etmemektir.
Buna sebep ise mayalarının kötülüğüdür. Kısacası Yüce Allah'ın: "O
cinlerdendi" buyruğu İblis'in secde edenlerden istisna edilişinden sonra
bir çeşit gerekçe durumundadır. Yüce Allah'ın "Bu bakımdan... dışarı
çıkmıştı, "buyruğundaki "fe" harfi sebep bildirmektedir.
Böylelikle onun cinlerden oluşunu fâsıklığına sebep göstermektedir. Çünkü melek
olsaydı Rabbinin emrinin dışına çıkmazdı. Zira melekler cin ve insanların
aksine Rabbin emrinin dışına çıkmaktan korunmuşturlar.
Bir
başka ayet-i kerimede onun meleklerden olduğu şeklindeki ifade^ ile bu ayet
çelişmemektedir. Çünkü melekler hakkında da insanların gözlerine görünmedikleri
için "cin" tabiri kulanılabilmektedir (Cin görülmeyen, gözle varlığı
tespit edilmeyen anlamındadır).
Daha
sonra Yüce Allah bu kıssanın sonrasında şöyle buyurmaktadır:
"Şimdi
siz beni bırakıp size düşman oldukları halde onu ve soyunu mu veli
ediniyorsunuz?" Yüce Allah küfür ve masiyetler hususunda İblis'e ve onun
yolundan gidenlere itaat edenlerin işlerinin şaşılacak olduğunu belirtmekte ve
Adem'e karşı takındığı tutumu gösterdikten sonra Allah'tan başka ve Allah'ın
yerine yardımcılar edinerek ona uyup itaat edenleri uyarmaktadır. İşte bundan
dolayı Yüce Allah: "Zalimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu" diye
buyurmaktadır. Yani kendilerine zulmeden kâfirlerin bu tercihleri ne kadar
kötüdür! Çünkü onlar Allah'ı bırakıp -kendilerine nimetler veren Allah olduğu
halde- İblis'i ve onun soyundan gelenleri dost ve veli edinirler, yardımcı
edinirler.
İblis'in
meleklerden olmadığını gösteren delillerden birisi de şudur: Şanı Yüce Allah bu
ayet-i kerimede İblis'in zürriyetinin, soyunun olduğunu tespit etmektedir.
Meleklerin ise zürriyetleri, soyu sopu yoktur. O bakımdan İblis'in meleklerden
olmaması gerekir. Daha sonra Yüce Allah kendisi dışında kalan ve zatına ortak
koşulanlar ile İblis ve şeytanların veli olamayacaklarını belirterek şöyle
buyurmaktadır:
"Ben
onları ne göklerin ve yerin yaratılmasında ne de kendilerinin yaratılmasında
şahit tuttum." Çoğunluğun benimsediğine göre buyruğun anlamı şudur: Sizin
Allah'a ortak koşarak "velâ" edindiğiniz varlıkları, ben göklerin ve
yerin yaratılmasında hazır bulundurmadığım gibi, onlardan kimisinin
yaratılışına kimisini hazır bulundurmuş da değilim. Hepsi sizin gibi kullardır,
hiçbir şeye mâlik değillerdir. Göklerin ve yerin yaratılışı sırasında da bunlar
yoklardı. Bu ortak koştuğunuz varlıklar aslında kendileri hakkında
1-
Ancak İblis'in meleklerden olduğunu açıkça ifade eden herhangi bir ayet-i
kerime yoktur. Bütün ilgili ayetlerde, İblis'in secde edenlerden olmadığını
secde edenlerden istisna yoluyla ifade edilmektedir. Bu istisnalar ise müfessir
ve dilcilerin ittifakıyla munkatı'dır. Yani istisna edilen İblis, kendilerinden
istisna edilen meleklerden cinsi itibariyle farklıdır. Bu da konu ile ilgili
diğer ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır. (Çeviren)
İblis'in
size vesvese verdiği varlıklardır ve sonunda siz onları bana ortak koştunuz.
Fahrüddin
Râzî, zamirin Rasulullah (s.a.)'a karşı şu sözleri söyleyen kâfirlere ait
olduğunu tercih etmektedir: Eğer sen meclisten şu fakirleri kovmayacak olursan
biz de sana iman etmeyeceğiz. Sanki Yüce Allah da onlara şöyle buyurmuş
gibidir: Şu anlamsız teklifte bulunanlar, kâinatı idare edişimde bana ortak
değillerdir.[59]
"Saptıranları
da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim." Yani ben sapkınları ve
saptırıcıları destek ve yardımcı edinmedim. Hitap Rasulullah (s.a.)'a olup
anlamı şöyledir: Senin de onların yardımını alman uygun değildir. Onların
gücüyle güç kazanmak gibi bir hevese kapılmamalısın. Onlar yaratmakta bana
yardımcı olmadıklarına göre ibadette onları bana ortak koşmamanız gerekir.
Daha
sonra Yüce Allah kıyamet gününde onları azarlamak üzere herkesin önünde
müşriklere ne şekilde hitap edeceğini haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"O
gün: Bana ortak olarak iddia ettiklerinize seslenin, diyecek. Onları çağırırlar
ama hiçbirisi kendilerine cevap vermez" Yani ey Paygamber, kıyamet gününde
bir araya gelineceği günü hatırlat. Allah kâfirlere azarlayıcı bir üslupla:
Haydi bana ortak olduklarını iddia ettiğiniz kimseleri içinde bulunduğunuz bu
halden sizleri kurtarmak, sizlere yardım etmek üzere çağırınız. Onları çağıracaklar
fakat herhangi bir şekilde cevap veremeyecekler. Hiçbir şekilde onlara
faydaları dokunmayacaktır. Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle
buyurmaktadır: "İçinizde gerçekten (Allah'ın) ortakları olduklarını boşuna
iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi sizinle birlikte görmüyoruz. Onlarla aranız
(daki bağlar) kesilmiştir ve (şefaatçi) sandığınız şeyler de önünüzden kaybolup
gitmiştir" (En'âm, 6/94).
"Aralarına
bir de uçurum koyarız." Yani müşriklerle iddia ettikleri ilâhları arasında
alabildiğine uzak ve helak edici bir mekân koymuşuz, yani helak olma için bir
yer takdir buyurmuşuz. Bu da cehennem ateşi, yahut da cehennemdeki bir
vadidir. İbni Abbas der ki: Mevbik (uçurum), engel demektir. İbnü'l-A'râbî ise
der ki: İki şey arasında engel olan her şey mevbik demektir. Yani Yüce Allah,
bu müşriklerin dünyada iken ilâhları olduklarını iddia ettikleri bu varlıklara
ulaşmalarına imkân olmayacağını açıklamaktadır.
"Suçlular
ateşi görürler de ona düşeceklerini anlarlar." Buradaki "anlamak"
kesin olarak bilmek demektir. "Ve ondan kaçacak yer bulamazlar." Yani
müşrikler ateşi görecekleri vakit kaçınılmaz olarak oraya düşeceklerini, kesinlikle
oraya varıp gireceklerini anlayacaklardır. "Ve ondan kaçacak yer bulamazlar."
Onlar başka bir yere geçebilmek için bir yol bulamazlar, ateşten başka hiçbir
yere gidemezler, çünkü her taraftan onları kuşatmıştır. İbni Cerîr, Ebu Saîd
el-Hudrî'den nakletiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kâfir cehennemi
görecek ve dörtyüz senelik bir uzaklıktan onun içerisine düşeceğini kesinlikle
anlayacaktır."
[60]
Ayet-i
kerimeler bize aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Yüce Allah Hz. Adem (a.s.) ile insan türünü yaratmasının başlangıcında
meleklere ona-ibadet ve takdis secdesi değil de- selamlama ve saygı secdesinde
bulunmalarını emretmekle babamız Hz. Adem (a.s.)'i ve bütünüyle insan türünü
şereflendirmiş, yüceltmiş olmaktadır.
2- Bütün melekler secde emrine itaat etmiş ancak cinlerden olan İblis
secde etmemişti. O secde etmeyi kabul etmeyerek Rabbinin emrinin ve Yüce
Allah'a itaat çerçevesinin dışına çıkmıştı.
3- İblis'in secde etmeyi kabul etmeyişi insanlığa düşmanlığı da
beraberinde getirmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah şeytanı ve ona tabi olanları
veli, yani yardımcı ve dost edinenleri azarlamıştır. Çünkü bunlar düşmandır.
Düşman ise hiç bir zaman düşmanlık ettiği kimseye yardım etmez ve onun yardım
edeceğinden yana güven duyulmaz. Aynı şekilde bu secde etmeyişi Adem'e karşı
büyüklenmeyi, üstünlük taslamayı da beraberinde getirmiştir. O kendi aslının
Adem'in aslından daha üstün ve değerli olduğunu iddia etmekle bunu ileri sürmüş
olmaktadır. Gerekçesi ise kendisinin ateşten, Adem'in ise çamurdan yaratılmış
olmasıydı. Bu ise ona göre Adem'den daha şerefli olmasını gerektirmektedir.
Adeta Yüce Allah neseplerinin şerefi, mevkilerinin yüksekliği ile Müslüman
fakirlere karşı övünen o kâfirlere şöyle demiş gibidir: Sizler bu sözlerinizle
Adem'e karşı büyüklük taslaması yoluyla İblise uymuş oldunuz. İşte sözü geçen
bütün bu sebepler dolayısıyla Yüce Allah'a ibadet etmek yerine şeytana ibadet,
yahut da Allah'a ibadet yerine İblisi dost edinmek ne kötüdür!
4- Yüce Allah'ın "Şimdi siz beni bırakıp... onu ve soyunu mu veli
ediniyorsunuz?" buyruğu İblis'in soyunun olduğunu ispatlamaktadır. Ayrıca
bu, İblis'in zevcesi olduğuna da delildir. Çünkü zürriyet ancak zevceden olur.
Bazıları da İblis'in çocukları ve zürriyeti şeytanın yardımcılarıdır derler.
Ebu Nasr el-Kuşeyri de der ki: Kısacası Yüce Allah İblis'e tabi olanların ve
zürriyetinin olduğunu, bunların Ademeoğullarına vesvese verdiklerini,
Ademoğullarının düşmanları olduklarını haber vermektedir. Onların nasıl çocuk
sahibi olduklarına ve İblis'ten zürriyetin nasıl meydana geldiğine dair sabit
bir haber bulunmamaktadır. O bakımdan bu hususta sahih nakil tespit edilinceye
kadar kanaat belirtmekten kaçınmak gerekir.
Bu
konuda el-Humeydi'nin el-Cem' Beyne's-Sahihayn'de zikrettiğine göre Selman'dan
şu buyruk sabit olmuştur: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sakın pazara ilk
giren ve en son çıkan sen olmayasın. Çünkü şeytan orada yumurt-lamış ve
yavrulamıştır." Kurtubi der ki: İşte bu şeytanın kendi sulbünden bir
zürriyetinin olduğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen ise Yüce Allah'tır.
5- Şanı Yüce Allah göklerin ve yerin yaratılışında hiç bir kimseden
yardım almış değildir. Yaratma esnasında da kimse onun yanında var ve hazır
değildi. Müşrikler olsun, İblis ve onun zürriyeti olsun, yaratmaya şahit olmuş
değillerdir. Yani gökleri, yeri, onları yaratmak hususunda onların görüşünü,
fikrini sormamıştır; aksine dilediği şekilde onları yaratmıştır. Yaratıkların o
bakımdan Yüce Allah'ı bırakıp onları veli edinmeleri uygun değildir.
Bu
ayetler bütün batıl inanışları da reddetmektedir.
6- Müminlerle kâfirler arasında, müşriklerle ilâh diye zannedilen putlar
ve diğerleri arasında kıyamet gününde bir engel bulunacaktır. Kâfirler ortak
koştuklarından yararlanamayacaklar ve ortakları onların azabını önleyemeyecektir.
Hepsi de cehennemde helak olup gidecektir.
7- Müşrikler cehennemi görecekleri vakit artık oraya gireceklerine kesinlikle
inanacaklardır. Fakat ondan kurtulacak yer bulamayacaklar hiç bir yere
kaçamayacaklardır; çünkü cehennem onların her bir tarafını kuşatmış olacaktır.
er-Razi
"zan (mealde anlamak)"ran tefsiri ile ilgili olarak şunu tercih
etmektedir: Bu kafirler uzak bir yerden ateşi görecekler ve anında herhangi bir
gecikme ve süre geçmeksizin oraya düşeceklerini sanacaklar. Buna sebep ise
cehennemin çıkardığı insanı dehşete düşüren sesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O ateş onları uzaktan görünce onun oldukça gazaplanıp
çıkaracağı şiddetli sesini işiteceklerdir." (Furkan,25/12).
[61]
54-
Andolsun ki biz bu Kur'an'da insanlara her türlü misali gösterip açıkladık.
İnsan ise tartışması her şeyden çok olandır.
55- İnsanlara hidayet geldiğinde onları
inanmaktan ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey, öncekilerin
başına gelen sünnetin kendilerine de gelmesini veya onlara gözleri önünde
azabın gelmesini beklemeleridir.
56-
Biz peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kafir olanlar
ise hakkı yerinden kaydırmak için batılı ileri sürerek mücadele ederler ve
onlar ayetlerimi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar
57-
Kendilerine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren ve ellerinin
önceden gönderdiklerini unutan kimseden daha zalim kim vardır? Biz onların
kalplerinin üstüne onu iyice anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarına da
ağırlık koyduk. O bakımdan sen onları hidayete çağırsan da onlar asla hidayete
gelmezler.
58-
Bununla beraber Rabbin Gafur'dur, merhamet sahibidir. Eğer onları yaptıklarından
dolayı hemen yakalasaydı elbette onlara çabucak azabı gönderirdi. Fakat
onların bir vadesi vardır ve ondan kaçıp sığınacak yer bulamazlar.
59- İşte zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz
şehirler. Helakleri için de bir süre tayin etmiştik.
"Müjdeci
ve uyarıcılar" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
[62]
"Her
türlü misali gösterip açıkladık" Yani öğüt alsınlar diye her çeşit misalden
tekrar tekrar, geniş geniş açıkladık.
"
İnsan ise tartışması her şeyden çok olandır." Yani genel olarak insan
türü, özel olarak da kafir haksız yere çokça tartışır. "İnsanlara"
yani Mekke kafirlerine ve benzerlerine "hidayet" Kur'an-ı Kerim
"geldiğinde onları inanmaktan alıkoyan tek şey... öncekilerin başına
gelen sünnetin" bizim öncekilere uyguladığımız sünnet olan kendileri için
takdir ettiğimiz helakin -ki bu kökten yok edilmeleri idi- "kendilerine de
gelmesini veya onlara gözleri önünde azabın gelmesini beklemeleridir."
Bedir gününde öldürülmeleri gibi.
"Biz
peygamberleri sadece müjdeci" müminlere müjde verici, buna karşılık
kafirleri de "korkutucu" uyarıcı "olmak üzere göndeririz. Kafir
olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak için batılı ileri sürerek mücadele
ederler." Yani onlar hakkı iptal etmek ve izale etmek maksadıyla Allah
bize bir insanı mı peygamber göndermiştir, derler ve buna benzer türlü
mucizeleri göstermesini teklif ederler.
"Ve
onlar ayetlerimizi" yani Kur'an-ı Kerim'i "ve kendilerine yapılan
uyarıları alaya alırlar." Onların uyarılmalarını, korkutulmalarını yahut
da kendilerine haber verilen cezayı alay konusu ederler, onunla alay ederler.
"Kendilerine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da bunlardan yüz çeviren"
o ayetler üzerinde düşünmeyip onları hatırlayarak öğüt almayan "ve
ellerinin önceden gönderdiklerini unutan" yani işlemiş olduğu küfür ve
masiyetleri unutarak bunların akıbeti üzerinde düşünmeyen "kimseden daha
zalim kim olabilir1?"
"Biz
onların kalplerinin üstüne iyice anlamalarına engel olan" yani onu
anlamaktan hoşlanmadıkları için "örtüler, kulaklarına da ağırlık
koyduk." Bu onların yüz çevirmelerinin sebebini açıklamaktadır. Buna sebep
olarak kalplerinin mühürlü olduğu ifade edilmektedir. "O bakımdan sen
onları hidayete çağır san da... hidayete gelmezler." İşte sözü geçen bu
ağırlık ve perdeler dolayısıyla onların hidayet bulmalarından ümit kesilmiştir.
Çünkü onlar ne Kur'an'ı anlarlar, ne işitirler; bilakis alabildiğine
sağırdırlar. Bu buyruk onların sadece Rasulün davetiyle hidayet
bulamayacaklarını göstermektedir. Yani onlar hidayet bulmalarına sebep olması
gereken şeyleri onu önleyecek bir sebep haline getirdiler.
"Eğer
onları" dünyada "yaptıklarından dolayı hemen yakalasaydı elbette
onlara çabucak azabı gönderirdi." Dünyada hemen onlara azap verirdi.
"Fakat onların bir vadesi vardır" o da kıyamet günüdür "ve ondan
kaçıp sığınacak" kendilerini kurtarmak için sığınacakları "yer
bulamazlar."
"İşte
zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz şehirler" yani halkını helak
ettiğimiz şehirler. Bunlar ise Ad, Semud, Lut kavmi ve benzerlerinin
şehirleridir. Bunlar, Kureyşliler gibi yalanlayarak, tartışarak ve türlü
masiyetler işleyerek küfre saptılar. "Helakleri için" veya helak
edilecekleri zaman için "bir süre tayin etmiştik." Belli bir zaman
belirlemiştik; ondan bir an dahi geri kalmazlar ve bir an dahi öne alınmazlar.
Ondan dolayı bunların helaklerinden ibret alsınlar, azaplarının ertelenmesine
aldanmasınlar.
[63]
Yüce
Allah sahip oldukları çokça malı ve tabilerini ileri sürerek müslü-man
fakirlere karşı övünen kâfirlere cevap verdikten sonra, hemen akabinde
üzerlerinde düşünen kimseler için Kur'an-ı Kerim'de misallerin pek çok olduğunu
açıkladı. Bu gerçek misallere ve gönülleri rahatlatan cevaplara rağmen
kafirler, mücadeleyi, tartışmayı terk etmemektedirler. Çünkü insan çokça
tartışan bir varlıktır. Daha sonra Yüce Allah şu soru ile iman etmeyişlerinden dolayı
onları tehdit etmektedir. Kökten onları imha edecek azabın inmesinden yahut göz
göre göre gelmesinden başka onları iman etmekten alıkoyan bir başka sebep var
mıdır? Ayrıca burada peygamberlerin görevinin din hususunda müminleri cennetle
müjdelemek, isyankârları da ateşle uyarıp korkutmak yoluyla tartışmak olduğunu
beyan etti ve en büyük zalimin Kur'an-ı Kerim'in hidayetinden yüz çeviren insan
olduğunu açıkladı. Belki doğru yola dönerler diye.
[64]
"Andolsun
ki biz... açıkladık." Yani andolsun biz insanlara bu Kur'ân'da din ve
dünyaları ile ilgili gerek duydukları her şeyi açıkladık. Böylelikle hak ve
hidâyet yolunu bilsinler de sapmasınlar. Örneklerin geniş geniş açıklanması
farklı üsluplarla aynı anlamın tekrarlanmasını gerektirir.
"İnsan
ise tartışması her şeyden çok olandır." Yani bu rahatlatıcı beyana ve
yeterli açıklamaya rağmen insanın batılı ileri sürerek hakka karşı mücadelesi,
tartışması ve karşı çıkması çoktur. Bundan istisnalar ise Allah'ın hidâyet
ettikleri ve kurtuluş yolunu gösterdiği kimselerdir.
Bu,
insanın tartışmayı sevdiğini göstermektedir. Çünkü insanın çare ve kaçamak
bulma imkânları geniş, zekâsı kuvvetli, eğilim ve arzulan farklı farklıdır.
Kur'ân-ı
Kerim'in beyânına, kâfirlerin gördükleri apaçık belgeye rağmen onlar eskiden
beri hakka karşı bâtılda direnen, baş kaldıran kimselerdir. Yüce Allah:
"İnsanlara... onları inanmaktan alıkoyan tek şey.." yani Mekke Halkı
olan müşrikleri Allah'a iman etmekten -Allah'ın varlığına ve birliğine
dair-apaçık delil ve belgeleri gördükleri vakit Allah'a iman etmekten,
Rablerinden mağfiret dileyip günahlarından dolayı tevbe etmekten alıkoyan
sadece iki husustan birisini istemeleridir:
Onlar
öncekilerin sünnetlerinin de kendilerinin başlarına gelmesini azabın
kendilerini çepeçevre kuşatmasını ve kendilerini yok etmesini istediler. Bu ise
toptan helak etme azabıdır. Nitekim bir cemaat peygamberlerine şöyle
demişti:
"Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize Allah'ın azabını getir."
Ankebut,
29/29) Kureyşliler ise şöyle demişlerdi: "Ey Allah! Eğer bu senin katından
gelmiş hakkın kendisi ise, durma bizim üzerimize gökten taş yağdır yahut bize
can yakıcı bir azabı getir." (Enfal, 8/32) İman etmek için istedikleri
ikinci husus ise azabı göz göre göre karşılarında görmek istemeleriydi.
Yani
onlar ancak kendilerini kökten yok edecek ve böylelikle kendilerini helak
edecek azabın inmesi yahut da dünya hayatında kalmaları halinde türlü azap ve
belâların arka arkaya gelmesi halinde iman ederler.[65]
Keşşafta
şöyle denmektedir: İnsanların iman edip mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey,
onların geçmiş ümmetlerin sünnetlerinin kendilerine gelmesini -ki bu da helak
edilmektir- beklemeleri yahut da âhiret azabının karşılarında yani gözleri göre
göre kendilerine gelmesini beklemeleri idi.[66]
Azabın
gelişi ancak Allah'ın elinde olan bir şeydir. Rasûlün yapacağı bir iş değildir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz
peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcılar olarak göndeririz." Yani
peygamberlerin görevi ya kendilerine iman edenleri itaatlerine karşılık mükafat
ve sevap ile müjdelemek yahut da kendilerini yalanlayıp muhalefet edenleri de
masiyetlerine karşıhk-isteyerek iman etsinler diye- ceza göreceklerini
hatırlatarak korkutmaktır.
Bu
haller ile birlikte hakkı yerinden kaydırmak için kâfirler bâtılı ileri sürerek
tartışmaya koyulurlar. Yüce Allah onların durumunu haber vererek şöyle
buyurmaktadır:
"Kâfir
olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak için bâtılı ileri sürerek mücadele
ederler." Yani kâfirler hak ile değil, batılı ileri sürerek tartışırlar.
Bundan maksatları da bu tartışmaları ile peygamberlerin getirdiği hakkı
zayıflatmaktır. Ancak onlar bu maksatlarına ulaşamayacaklardır. Çünkü onlar
mucizelerin apaçık ortaya çıkmasından sonra da birtakım mucizelerin gelmesini
teklif ederler ve peygamberlere şöyle derler: "Bu, ancak sizin gibi bir
beşerdir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah dileseydi, elbette
melekler gönderirdi..." (Mü'minûn, 23/24).
"Ve
onlar âyetlerimi ve kendilerine yapılan uyanları alaya alırlar." Allah'ın
ayetlerini alay konusu ettiler. Bunlar Kur'ân-ı Kerim, belgeler, deliller,
peygamberlerin getirdiği harikulade olaylar olan mucizeler, onları kendileriyle
uyarıp korkuttukları azabıdır. Bu ise yalanlamanın en aşırı şeklidir. Bütün
bunlar cehaletin ve katılığın onları istilâ ettiğini göstermektedir.
Yüce
Allah kâfirleri batılı ileri sürerek tartışmalarını aktardıktan sonra
horlanmalarını ve yardımsız kalmalarını gerektiren şu özelliklerle onları nitelendirmektedir:
1- "Kendilerine Rabbinin ayetleri hatırlatıp da onlardan yüz çeviren
ve ellerinin önceden gönderdiklerini unutan kimseden daha zalim kim
vardır?" Yani Allah'ın ayetlerinden yüz çevirip işlediği küfür ve masiyeti
unutan kimseden daha zalim hiç kimse olamaz. Yahut da hakka ve imana delil olan
belge ve mucizeleri gördükten sonra onlardan yüz çeviren ve ellerinin önden
gönderdiği münker işler ve batıl gidişleri -ki bunların başında Allah'ı inkâr
etmek gelir- unutan kimseden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Unutmaktan kasıt
daha önce yapmış olduğu küfür ve inkârından gafil olan ve bunu unutmak
maksadıyla başka şeylerle uğraşmaya çalışan demektir.
"Biz
onların kalplerinin üstüne onu iyice anlamalarına engel olan örtüler,
kulaklarına da ağırlık koyduk." Yani bunların kalplerine örtü ve perdeler
koymak, kulaklarına ise doğruyu ve hakkı işitip üzerinde düşünmelerine engel
teşkil edecek şekilde manevi sağırlık koymaktan dolayı onların yüz çevirip
unutmalarının sebebi, bu Kur'ân-ı Kerim'i beyanı anlamamaları ve anlamaya
yanaşmamalandır.
"O
bakımdan sen onları hidâyete çağırsan da onlar asla hidayete gelmezler."
Yani ey Muhammedi Sen bunları hakka, hidayete ve doğruluğa çağıracak olsan bile
asla onlardan bir karşılık göremezsin ve Kur'ân ile ne kadar delil getirsen
dahi asla hidayete yol bulamaycaklardır.
Bütün
bunlara sebep ise imanı ve doğruluğu kabul etmek istidadını yitirmiş
oJmaJarıdır. Bunun de sebebi küfür ve isyan üzerindeki ısrarlarıdır. Nitekim bu
husus Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi başka birtakım ayet-i
kerimelerde de dile getirilmiştir.: "Hayır, aksine onların kazandıkları
kalpleri üzerine baskın gelip bir perde çekmiştir." (Mutaffifin, 83/14);
"Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur, gözleri üzerinde
perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap da vardır." (Bakara, 2/7). Bu
ayet-i kerimeler yüce Allah'ın kâfir olarak öleceklerini bildiği Mekke
müşriklerinden bir grup hakkındadır.
Daha
sonra Yüce Allah sahip olduğu rahmeti ve isyankarların tevbe etmelerine fırsat
tanıyarak azabı çabuklaştırmamasını dile getirerek şöyle buyurmaktadır:
Bununla
beraber Rabbin Gafûr'dur, merhamet sahibidir. Eğer onları yaptıklarından dolayı
hemen yakalasaydı elbette onlara azabı çabucak gönderirdi. Yani ey Muhammed,
Rabbin bağışlayıcıdır, hataları örtendir, geniş bir rahmet sahibidir. Şayet
insanları kazandıkları günahlar ve işledikleri yanlışlıklar dolayısıyla derhal
sorguya çekecek olsaydı, dünya hayatında amellerine uygun olan azabı onlara
çabucak gönderirdi. Gafur, ileri derecede mağfiret sahibi demektir. Rahim ise
rahmet ile muttasıf olandır. Şu ayet-i kerimeler de bunun benzeridir:
"Eğer Allah insanları yaptıkları dolayısıyla sorgulayacak olsaydı
yeryüzünde hiç bir canlı bırakmazdı." (Fâtır, 35/45); "Şüphesiz
Rabbin zulümlerine rağmen insanlara mağfiret edicidir ve şüphesiz Rabbin cezası
pek çetin olandır." (Rad, 13/6).
Daha
sonra Yüce Allah Rasulullah (s.a.)'a düşmanlıklarından aşırı gitmelerine
rağmen Mekkelileri mühlet vermeksizin acil bir azap ile yakalaya-mayışmı delil
göstererek şöyle buyurmaktadır:
"Fakat
onların bir vadesi vardır ve ondan kaçıp sığınacak yer bulamazlar." Yani
şüphesiz Allah azap için belirlediği bir vakit tespit etmiştir. Bu da ya kıyamet
günüdür ya da dünyadadır ki, Bedir günü veya diğer zafer günleridir. O vakit
geldiğinde asla sığınacak ve kurtulacak yer bulamayacaklardır. Kısacası azabın
yahut cezanın ertelenmesi bir mühlet vermedir, ihmal etme değildir.
Bir
diğer delil de şudur: "İşte zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz
şehirler..." Yani işte geçmiş ümmetlerden helak ettiğimiz şehirler, yani
oranın halkı Ad, Semûd, Medyen ve Lût kavmi gibi. Onlar zulme dalınca küfür ve
inatları sebebiyle biz de onları helak ettik. Helâkları için belli bir vakit
tayin etmiştik. Bundan asla kurtuluş olmaz. Yani ey müşrikler! Sizlerin haliniz
de budur. Onların başına gelen musibetin size de gelip çatmasından sakınınız.
Siz de peygamberinizi yalanladınız ve siz bizim için onlardan daha değerli
değilsiniz. "Mehlik" ya helak etmek demektir yahut helak etmenin
vaktidir. "Mev'id" ise ya zaman ismi yahut da söz vermek anlamında
mastardır. Maksat şudur: Biz onların helâklarını çabuklaştırdık. Bununla
birlikte tevbe ederler diye yine de onun için belli bir vakit tayin ettik.
[67]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki ilkeleri açıklamaktadır:
1- Kur'ân-ı Kerim'in rubûbiyet ve vahdaniyetin delillerini, geçmiş kavimlerin
ibretli hallerini genişçe açıklaması Kur'ân vasıtasıyla hidâyet bulma maksadını
en mükemmel şekilde gerçekleştirmektir.
2- İnsanlar ve özellikle kâfirlerler, hakkı gizlemek, kendisi için hoş
gördüğü, beğendiği şeylere tabi olmak, geçmişleri ve ataları taklit edip küfrü
kucaklamak, dünyevî liderlik ve maddî kazançları korumak için çokça tartışmaya
yönelir.
3- İnsan çoğunlukla kısır görüşlüdür. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in, İslâmın ve
Muhammed (a.s.)'ın gelişinden sonra insanları imandan, Rablerinden mağfiret
dileyip Ona yönelmekten alıkoyan tek şey, ancak ve ancak şu iki hususu beklemeleridir:
Ya geçmişlerin adeti üzre tamamen yok edici azabın gelmesi veya azabı gözle
görmeleridir. Nitekim müşrikler fiilen bunu istemiş ve şöyle demişlerdir:
"Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise durma bizim üzerimize
gökten taş yağdır yahut bize acıklı bir azap getir." (Enfal, 8/32).
4- Azabın gelişi yalnızca Allah'ın elinde olup onun uygun göreceği hikmet
ve adalete göre gelir. Allah tarafından gönderilmiş peygamberlere gelince;
onların görevi iman edenleri cenneti ile müjdelemek, küfre sapanları da azap
ile korkutmaktır. Doğruya ileten bunca delile rağmen yine de kâfirler bâtılı
ileri sürerek tartışırlar. Ayak direttikleri konu Allah'a ve Kurân-ı Kerim'ine
iman etmektir. Onlar küfrün gülünçlerini ve bâtıllıklarını korumak, Kur'ân-ı
Kerim'i ve kendisi ile tehdit olundukları azabı alay konusu edinmek için bu
tartışmalarda bulunurlar.
5- Rabbinin âyetleri ile kendisine öğüt verildiği halde bunları önemsemeyen,
bunları kabul etmekten yüz çeviren, küfrü ve masiyetlerini terk etmeyip
bunlardan tevbe etmeyen kimseden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Ayet-i
kerimede geçen "unutmak" terk etmek anlamındadır.
6- Yüce Allah, Mekkelilerden ve benzerlerinden belli birtakım kimselerin
asla iman etmeyeceğini bildiğinden dolayı, onlar hakkında imanın kalplerine ve
kulaklarına girmesini engellediği şeklinde haber vermektedir. Artık bundan
sonra Rasulullah (s.a.)'ın onları imana davet etmesinin bir faydası asla olmayacaktır
ve ebediyyen onlar da imana yol bulamayacaklardır. Buna sebep ise küfür üzere
ısrarları, hidâyeti kabul etmek istidadını yitirmiş olmalarıdır.
7- Yüce Allah'ın sıfatları arasında kullarının günahlarını bağışlayıcı
obuası, iman edip tevbe ettikleri ve kendisine yöneldikleri takdirde de onlara
çokça merhametli olması yer alır. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, fakat bundan
başkasından dilediklerini bağışlar." (Nisa 4/48).
Çabukça
sorguya çekmeyişi yahut da küfür ve masiyete karşılık alelacele ceza vermeyişi
de onun rahmeti dolayısıyladır. O çabucak ceza vermek yerine mühlet verir, ceza
vermeyi erteler, belki kullar tevbe eder, diye. Azaba belli bir vakit tayin
eder. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Her bir haberin (gerçekleşmesi için)
kararlaştırılmış bir zamanı vardır." (En'am, 6/68); "Her vadenin
yazılmış bir hükmü vardır." (Rad, 13/38). Yani o vakit geldiği zaman
azapları ertelenmez. İster dünya da olsun ister âhirette. O vakit insanların
azapdan kaçıp kurtulacakları sığınacakları bir yerleri de olmaz.
8- Yüce Allah ibret olmak üzere ve kötülükleri terketmek için bir örnek
olur diye bazı geçmiş şehirlerin halklarını helak etmiştir. Ad, Semûd, Medyen
ve Lût kavminin şehirleri gibi. Bunlar zulmedip küfre sapınca helak edildiler.
Allah onların helaki için belli bir vakit ve sınırlandırılmış bir vade tespit
etmişti ki asla bunu aşamazlardı.
[68]
60-
Hani Musa genç arkadaşına demişti ki: "Ben iki denizin birleştiği yere
ulaşıncaya kadar durmadan yürüyeceğim yahut çok yıllar geçireceğim."
61-
İkisi, iki denizin birleştiği yere gelince balıklarını unutmuşlardı. O bir
delikten kayıp denizi boylamıştı.
62- Oradan uzaklaştıkları vakit Musa yanındaki
gence: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzda gerçekten yorgun
düştük" dedi.
63-
Yanındaki genç dedi ki: "Kayalığa vardığımız yer var ya, işte orada balığı
unutmuşum. Bana onu hatırlatmayıp unutturan şeytandan başkası değildir. O
denizi boylayıvermiş, hayret bir şey!"
64- Musa: "Zaten istediğimiz buydu."
dedi. Hemen izlerinin üstünden gerisin geri döndüler.
65- Derken kullarımızdan bir kul buldular ki biz
ona katımızdan bir rahmet vermiş ve kendisine nezdimizde bir ilim de
öğretmiştik.
66- Musa ona dedi ki: "Sana öğretilen
ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden geleyim mi?"
67-
O da dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla dayanamazsın;
68-
"Anlayamayacağın bir bilgiye nasıl dayanırsın?"
69- Dedi ki: "İnşaallah beni sabredici
göreceksin. Sana hiç bir işte karşı gelmeyeceğim."
70-
"O halde bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında
soru sorma!"
71- Bunun üzerine ikisi kalkıp yola koyuldular.
Nihayet bir gemiye bindiklerinde o, bu gemiyi deliverdi. Musa dedi ki:
"Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin, doğrusu büyük bir şey
yaptın."
72-
Dedi: "Sen beraberimde sabretmeye asla muktedir olamazsın demedim
mi?"
73- Dedi ki: "Unuttuğum şeyden dolayı bana
çıkışma. Şu işimde bana güçlük çıkarma."
74-
Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. O hemen bunu öldürdü. Ona:
"Tertemiz masum bir canı, diğer bir can karşılığı olmaksızın bir kimseye
mi kıydın? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın." dedi.
"Derken
kullarımızdan bir kul" buyruğunda "bir kul" un nekre (belirtisiz)
gelmesi onun şanını yükseltmek ve yine o kulun "kullarımızdan"
kelimesi ile Allah'ın kendisine izafesi de şerefine dikkat çekmek içindir.
[69]
"Hani
Musa genç arkadaşına demişti ki..." İsraioğulları'nın peygamberi İmrân
oğlu Musa kendisine hizmet eden, arkasından giden ve ondan ilim öğrenen Yûşâ b
Nûn b. Efram b. Yusuf (hepsine selâm olsun) adındaki genç arkadaşına:
"Ben iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar durmadan yürüyeceğim,,
yahut çok yıllar geçireceğim." Uzak olduğu takdirde ise ona ulaşıncaya
kadar uzun zaman geçireceğim.
"İkisi
iki denizin birleştiği" kavuştuğu "yere gelince balıklarını unutmuşlardı."
Yûşâ b. Nûn bu balığı yola koyuldukları vakit almayı unuttuğu gibi, Hz. Musa da
ona bunu hatırlatmayı unutmuştu. "O bir delikten kayıp denizi
boyla-mıştı." Balık denizde kendisine gidecek bir yol edinmişti. Delik
anlamı veri/en "serba" çıkışı olmayan uzunca yarık, demektir.
"Oradan
uzaklaştıkları vakit" ertesi günün kuşluk vaktine kadar yürüyerek oradan
ayrıldıklarında, Musa "yanındaki gence kuşluk yemeğimizi getir,"
kuşluk yemeği için ayırdığımız balığı getir, "yorgun düştük" oldukça
yorulduk. "dedi."
"Yanındaki
genç dedi ki: Kayalığa vardığımız yer var ya!" Gördün mü şu başıma
gelenleri? Hani biz oradaki kayalığa - Musa'nın yanında uykuya daldığı kayaya-
varmış ve orada durmuştuk ya, "orada balığı unutmuştum." Onu
kaybettim yahut bunu anlatmayı, hatırlamayı unuttum. "Bana onu
hatırlat-mayıp unutturan şeytandan başkası değidir." Onu hatırlamayı
unutturan yalnızca şeytandır. 'Bu şeytanın kendisini vesveseleriyle
uğraştırmasından dolayı unutmasına karşılık mazerettir. "O denizi
boylayıvermiş, hayret bir şey" Yani balık denizde hayret edilecek
şaşırtıcı bir yol tutturmuştu ve Musa ile yanındaki genç bu işe şaşırmıştı.
Musa
"Zaten istediğimiz buydu" dedi. Bizim asıl aradığımız balığı
yitirmekti. Çünkü bu bizim istediğimizi bulacağımızın alâmetidir. "Hemen
izlerinin üstünden gerisin geri döndüler." Yolda daha önce bıraktıkları
ayak izlerini takip ederek kayalıklara varıncaya kadar yürüdüler.
"Derken
kullarımızdan bir kul buldular." Cumhurun görüşüne göre bu Hızır (a.s.)
dır. Adı da Melkân oğlu Belyâ'dır. "Biz ona katımızdan bir rahmet
vermiş" yani ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre velilik
vermiştik, bir görüşe göre de vahiy ve peygamberlik vermiştik. "Ve
kendisine nezdimizden bir ilim de öğretmiştik." Bizim tarafımızdan gaybî
bir takım bilgiler öğretmiştik.
"Musa
ona dedi ki: Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden
geleyim mi?" yani sana öğretilen doğru bir bilginin bir bölümünü yahut
kendisiyle doğruyu bulacağım gerçek bilgiyi öğretmen şartıyla arkandan geleyim
mi? Dinî hususlarda şart olmayan bazı şeyleri başkasından öğrenmek, Hz.
Musa'nın peygamberliğine ve bir şeriat sahibi olmasına aykırı değildir. Çünkü
peygamberin kendilerine peygamber olarak gönderildiği kimselerin en âlimi
olması gerekmekle birlikte bu dinî esaslarda ve onun fer'î konularında,
peygamber olarak gönderildiği hususlara dairdir. Yoksa mutlak olarak her alanda
böyle olacağı, anlamına değildir. Bu hususta Hz. Musa ilim tahsili uğrunda
oldukça alçak gönüllü olup edebe riayet etmiştir.
"Kavrayamayacağın
bir bilgiye nasıl dayanırsın?" Yani gerçek mahiyeti sana bildirilmemiş bir
bilgiyi nasıl kavrayabilirsin?
"İnşaallah
beni sabredici olarak göreceksin, sana hiç bir surette karşı
gelmeyeceğim." Yani bana ne emredersen sana itaat edeceğim, karşı çıkmayacağım.
Hz. Musa sabredeceğine dair söz verirken bunu Allah'ın meşîetine .bağlı olarak
kayıtlandırması, verdiği bu söze bağlı kalacağından yana emin olmadığından
dolayıdır. Peygamberlerin adeti de budur. Onlar bir an dahi kendi nefislerine
güvenmezler. Diğer taraftan bu kulların fiillerinin Allah'ın meşietiyle ortaya
çıktığının da delilidir.
"O
halde, bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında soru
sorma." Sahip olduğun bilgiye göre uygun görmediğin, şeye dair ben sana
onu açıklayıp onun sebebini de birlikte sana anlatıncaya kadar kendiliğinden
soru sorma. Hz. Musa ilim öğrenenin alime karşı duyması gereken edebe uygun
olarak şartını kabul etti.
;
"Bunun üzerine ikisi" deniz kıyısında yürüyerek "yola
koyuldular. Nihayet" önlerinden geçen "bir gemiye bindiklerinde o bu
gemiyi deliverdi." Hz. Hızır balta ile deniz tarafından, denizin
ortasında, dalgalar arasında yol alırken bir yahut iki tahta parçasını
söküverdi. "Musa dedi ki: Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin?"
Çünkü geminin delinmesi, içindekilerin suda boğulmasına götürecek şekilde suyun
gemi içine girmesine sebeptir. "Doğrusu büyük bir şey yaptın."
Oldukça büyük ve görülmedik bir iş işledin. Rivayete göre su oradan gemiye
girmedi.
"Unuttuğum
şeyden dolayı bana çıkışma." Hz. Musa kendisine, itiraz etmemek üzere
yaptığı tavsiyeyi unuttuğundan dolayı çıkışmamasını istemiştir. Bu da unutmayı
mazeret olarak beyan etmektir. "Şu işimde bana güçlük çıkarma."
Seninle arkadaşlığımda bana zorluk çıkarma, zorluk yükleme. Yani sen bana af
ve kolaylık esaslarına göre davran.
"Yine
gittiler" gemiden çıktıktan sonra yürüyerek yollarına devam ettiler.
"Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar." Henüz ergenlik çağına
ulaşmamış küçük çocuklarla oynayan bir çocuk gördüler. Hepsinden daha bir
güzeldi. "O bunu hemen öldürdü." Yani Hz. Hızır bu çocuğu ya bıçakla
kesmek suretiyle veya bir başka şekilde öldürdü. Burada "öldürdü"
fiilinin başına "fe" harfinin gelmesi, onu görür görmez,
beklemeksizin ve herhangi bir durumun ortaya çıkması için tetkike
girişmeksizin, karşılaşmasıyla öldürmesinin bir olduğunu anlatmak içindir. Ona
"Cana karşılık olmaksızın tertemiz, günahsız bir kimseye mi kıydın?"
Yani Musa yaptığı bu işi reddedecek bir üslûpla nasıl olur günahlardan arınmış
tertemiz bir kişiyi öldürebilirsin? dedi. "zekiyeten (tertemiz,
günahsız)" kelimesi "zakiyeten" şeklinde de okunmuştur. Yani
senin uygulaman gereken bir kısas hakkı olmaksızın onu nasıl öldürürsün,
anlamındadır. "Doğrusu çok kötü bir iş yaptın." Yani sen gerçekten
akılların ve insanların tepki ile karşılayacağı münker ve hoş olmayan, uygun
olmayan bir iş işledin.
[70]
Yüce
Allah öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu ispat etmek için Ashab-ı Kehf
kıssasını, arkasından da hakkın, izzetin ve üstünlüğün mal ve kuvvet çokluğu
ile ilgli olmayıp akide ve iman ile ilgili olduğu gerçeğini vurgulamak üzere
üç tane örnek zikretti. Bunlar ile mümin fakirlere karşı övünen ve onlarla
birlikte oturmayı kabul etmeyen müşriklerin bu hakikati idrâk etmelerini
sağlamak istedi. Bundan sonra Yüce Allah bize ikinci bir kıssa sunmaktadır. Bu
da ondan ilim öğrenmek üzere Hz. Musa'nın Hızır ile olan kıssasıdır. Böylelikle
müşriklerin şunu anlaması istenmiştir: Allah Tealâ ile konuşan Kelimullah
Peygamber Hz. Musa, ilim ve amelinin çokluğuna rağmen salih kul Hızır'dan bilgi
öğrenmekle emrolundu. İşte bu alçakgönüllülüğün kibirden, büyüklenmekten daha
hayırlı olduğunu göstermektedir.
Hadiste
Hz. Musa ile Hızır Kıssası:
Buharî
ve Müslim'in Übeyy b. Kâ'b (r.a) dan rivayet ettiklerine göre Rasu-lullah (s.a)
şöyle buyurmuş: "Musa İsrailoğulları'na bir hutbe irâd etmek üzere ayağa
kalktı. Ona insanların en bilgilisinin kim olduğu soruldu, benim dedi. Yüce
Allah da Hz. Musa'nın bu sözü dolayısıyla ona sitem etti. Çünkü bu konuda
bilgiyi ona havale etmemişti. Bunun üzerine Allah ona: Benim iki denizin
birleştiği yerde bir kulum vardır, o senden daha bilgilidir, diye vahyetti. Hz.
Musa "Rabbim ben onu nasıl bulabilirim?" dedi. Yüce Allah "Bir
balık al, onu bir zembile koy. O balığı kaybettiğin yerdedir bu kulum."
diye buyurdu. Hz. Musa beraberindeki genç arkadaşı Yûşâ b. Nûh bulunduğu halde
yola koyuldu. Nihayet kayaya vardılar. Başlarını koyup uyudular. Balık ise
zembilde hareket etmeye başladı, zembilden çıkıp denize düştü. "O da bir
delikten kayıp denizi boyladı."
Allah
toalığa karşı suyun akıntısını tuttu. Su onun üstünde bir tak halini aldı.
(Musa) uyandığında arkadaşı ona balığın durumunu haber vermeyi unuttu. Gün ve
gecelerinin geri kalan bölümünde yollarına devam ettiler. Ertesi gün olunca
Musa genç arkadaşına: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzda
gerçekten yorgun düştük." dedi. Musa Allah'ın kendisine emretmiş olduğu
yeri aşıp geçinceye kadar yorgunluk duymamıştı. Genç arkadaşı ona:
"Kayalığa vardığımız yer var ya, işte orada balığı unutmuşum. Bana onu
hatırlatmayıp unutturan şeytandan başkası değildir. O denizi boylayıvermiş,
hayret bir şey" dedi.
Böylelikle
balığın içinden kayıp geçtiği delik Hz. Musa'nın genç arkadaşının da hayretini
mucip olmuştu. Hz. Musa dedi ki: "Zaten istediğimiz buydu. Hemen izlerinin
üstünden gerisin geri döndüler." İzlerini takip ederek geri döndüler.
Nihayet kayanın yanma vardılar. Onu bir elbise ile örtülü gördüler. Musa ona
selâm verdi. Hızır "Selâmın olmadığı bu yerde bu selâm da ne oluyor, sen
kimsin?" diye sordu. Ben Musa'yım dedi. İsrailoğulları'nın Musa'sı mı diye
sordu? Hz. Musa "Evet. Ben, sana öğretilen ilimden doğru olarak öğretmen için
yanına geldim." O da dedi ki: "Doğrusu sen benimle birlikte olmaya
asla dayanamazsın." Ey Musa ben Allah'ın ilminden bir ilme sahibim. Sen
onu bilmezsin. Onu bana O öğretmiştir. Sen de Allah'ın sana öğretmiş olduğu bir
bilgiye sahipsin, ben de onu bilmem. Bunun üzerine Musa şöyle dedi:
"İnşaal-lah beni sabredici göreceksin. Sana hiç bir işte karşı
gelmeyeceğim." Bunun üzerine Hızır ona şöyle dedi: "O halde bana
uyacaksan ben sana anlatmadıkça sen herhangi bir şey hakkında soru sorma."
Nihayet sahil boyunca yürümeye koyuldular. Bir gemi geçti, kendilerini
taşımaları hususunda onlarla konuştular. Onlarda Hızır'ı tanıdılar, ücret
almaksızın onları taşıdılar. Musa, Gemiye biner binmez aniden Hızır'ın gemi
tahtalarından birisini keser ile söktüğünü görüverdi. Musa ona "Bunlar
bizi ücretsiz olarak taşımış kimselerdir. Sen ise gemilerine kastedip onu
deldin. İçindekileri boğmak için mi?" "Doğrusu büyük bir iş
yaptın." dedi. Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Bu ilk itiraz, unutkanlık
eseri olmuştu. Nihayet bir kuş geldi, geminin kenarına kondu. Denizden gagasıyla
su aldı, Hızır ona dedi ki: Benim de ilmim, senin de ilmin Yüce Allah'ın ilmine
göre ancak bu kuşun bu denizden eksilttiği kadardır.
Sonra
gemiden çıktılar. Sahil boyunca yürürlerken Hızır aniden başka çocuklarla
oynayan bir çocuk gördü. Hızır onun başını alıp kopararak çocuğu öldürdü. Musa
ona "Cana karşılık olmaksızın tertemiz günahsız bir kimseye mi kıydın,
doğrusu çok kötü bir iş yaptın." deyince Hızır şöyle dedi: "Ben sana
benimle birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi?" Süfyan (hadis
ravilerinden birisi): Bu ise birincisinden daha ağırdı.
"Eğer
bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme. O zaman benim
tarafımdan mazur sayılırsın, dedi. Yine gittiler ve nihayet bir kasaba
halkının yanına vardılar. Ora halkından yiyecek istediler. Onlar ise bu ikisini
misafir etmek istemedi. İkisi yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler."
Hızır eliyle şöyle yaptı, yani eliyle işaret etti- o duvarı doğrulttu. Musa
dedi ki: Biz bunlara geldik, fakat onlar bize yemek dahi vermediler, bizi
misafir etmediler. "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin."
Hızır dedi ki: "İşte bu, seninle benim ayrılışımızdır. Dayanamadığın
şeyin içyüzünü sana anlatacağım..."
Rasulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Allah Musa'ya rahmet eylesin. İsterdim ki sabretseydi,
Allah da onların olan haberlerini bize anlatırdı."
[71]
Bu
Şanı Yüce Allah'ın Kehf Ashabından sonra bu sûrede zikrettiği üçüncü kıssadır.
İki bahçe ve servet sahibi kişiyle bir fakirin anlatıldığı kıssa ile birlikte
aynı şekilde dünya hayatının gökten yağan suya benzetilmesi ile insanların mal
ve çocuklarla öğünmesi bakımından ortak tarafı olduğu, diğer iki kıssa ile
başkalarına karşı övünmeyi büyüklenmeyi ve üstünlük taslamayı terketmek
açısından da ortak bir özelliğe sahip oldukları beyan edilmektedir. Böylelikle
kendileri için özel bir meclis ayrılmasını ve peygamberimizin meclisinde fakirlerle
oturmak istemeyip onların kovulmalarını isteyen Kureyş'in ileri gelenlerine
oldukça etkileyici bir ders ve öğüt olmaktadır. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani
Musa genç arkadaşına demişti ki..." Yani ey Peygamber! Sen Musa'nın genç
arkadaşına şöyle dediğini hatırlat: Ben iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya
kadar yürümeye devam edeceğim. İsterse uzun bir süre yol alayım. Ayet-i
kerimede geçen ve "uzun süre" diye meali verilen "hukub"
kelimesi seksen yahut yetmiş yıl anlamındadır. Buradaki Maksat ise sınırsız
bir zamandır.
İlim
adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre Musa diye kastedilen kişi İsrailoğulları'nm
Peygamberi, apaçık mucizelerin ve Tevrat'ın sahibi İmrân oğlu Musa (a.s.)'dır.
Onun
genç arkadaşı ise Yuşa b. Nun b. Efraim b. Yusuf (a.s.)'dır. Hz. Musa'nın
hizmetçisi idi. Arap dilinde hizmetçiye fetâ (genç delikanlı) adı verilir.
"İki
denizin birleştiği yer"e gelince, bunlar çoğunluğun görüşüne göre Bizans
ve İran denizidir. Yani Kızıldeniz'in Hint okyanusu ile Babülmendep boğazında
birleştikleri yerdir. Bu birleşme yerinin Bizans denizi ile Atlas okyanusunun
birleştiği yer yani Akdeniz'in Tanca yakınlarında Cebelitarık boğazında Atlas
okyanusu ile birleştiği yer olduğu da söylenir. İşte Hz. Musa'ya Hızır ile
karşılaşacağı vaad olunan yer burasıydı.
"İkisi
iki denizin birleştiği yere gelince balıklarını unutmuşlardı. O bir delikten
kayıp denizi boylamıştı." Yani Allah'ın salih kulu ile buluşacakları yer
olan iki denizin birleştiği yere ulaştıklarında balıklarını unuttular. O da
denizde kendisine bir yol edinmiş ve su onu örtmüştü. O kadar ki su onun
üzerinde bir köprü gibi olmuştu. Bu da balık için geçip gideceği bir menfez,
Musa ve genç arkadaşı için de hayret edilecek bir iş olmuştu.
"Oradan
uzaklaştıkları vakit Musa yanındaki gence: Kuşluk yemeğimizi getir, bu
yolculuğumuzda gerçekten yorgun düştük." dedi. Yani Musa ve genç arkadaşı
Yuşâ balığı unuttukları yer olan iki denizin birleştiği yeri geçip de günün
geri kalan bölümü ile gece boyunca yol alıp ertesi günün de kuşluk vakti
gelince, Musa açlığının farkına vardı. Genç arkadaşına; Haydi kuşluk yemeğimizi
getir, biz artık yolculuktan yorgun düştük, demişti.
Bunun
sebebi ise şu idi: Musa'ya beraberinde tuzlanmış bir balık alması emrolunmuş ve
Allah'ın kullarından bir kulun yanında Musa'nın bilmediği bir takım bilgilerin
olduğu ve bu kulun iki denizin birleştiği yerde bulunduğu ona söylenmişti. Hz.
Musa da bu kişinin yanına gitmek istemişti. Hz. Musa'ya şöyle denilmişti:
Nerede balığı kaybedersen o adam da oradadır. Böylelikle genç arkadaşıyla yola
koyuldu. Nihayet iki denizin birleştiği yere vardılar. Balık Yûşâ (a.s.) ile
birlikte bir zembilde bulunuyordu. Balık suya düştü ve suda yol almaya başladı.
Ölümünden
sonra balığın tekrar hayata dönmesi Hz. Musa için bir mucize idi. Ayrıca
Hızır'ın bulunduğu yere de alâmetti. Hızır ise Hz. Musa'nın kendisinden bir
şeyler öğrenmesi emrolunan salih kulun lakabıdır. Rivayete göre asıl adı Belyâ
b. Melkâm'dır. Daha sahih kabul edilen görüşe göre peygamber değildir.
"Yanındaki
genç- dedi ki: Kayalığa vardığımız yer var ya! İşte orada balığı unutmuşum.
Bana onu hatırlatmayıp unutturan şeytandan başkası değildir. O denizi
boylayıvermiş, hayret bir şey." Yani arkadaşı ona şöyle dedi: Sen bana iki
denizin birleştiği yerde kayanın yanında oturup dinlendiğimiz vakit başından
neler geçtiğini bir bilsen. Ben sana balığının durumunu sana haber vermeyi
unuttum. Balık çırpınmaya başladı. Sonra canlandı ve denize düştü. Bundan sana
söz etmemi unutturan şeytandan başkası değildir. Balık hayret verilecek bir
şekilde denizde kendisine bir yol tuttu. Unutmaktan kasıt, insan kalbinin
şeytanın fiili olan birtakım vesveselerle uğraşmasıdır.
"Musa,
zaten istediğimiz buydu, dedi." Yani Musa şöyle dedi: Bizim istediğimiz
budur işte. Çünkü bu bizim maksadımızı elde ettiğimizin emâresiydi.
"Hemen
izlerinin üstünden gerisin geri döndüler." Yani geldikleri yoldan
bıraktıkları izleri takip ederek geri dönmeye koyuldular. el-Bikâi dedi ki: Bu,
o yerin, üzerinde bir alâmet bulunmayan kumluk bir arazi olduğunu göstermektedir.
"Derken
kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve
kendisine nezdimizden bir ilim de öğretmiştik. Musa ona dedi ki: Sana öğretilen
ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden geleyim mi?" Yani Musa ve
genç arkadaşı geri döndüklerinde iki denizin birleştiği yerde, kayanın
yakınında Allah'ın kullarından salih bir kul ile karşılaştılar. Çoğunfuk der
ki: Bu salih kul Hızır'dır. Üzeri beyaz bir elbise ile örtülüydü. Musa ona
selam verdi, Hızır "Bu yerde selâmın işi ne?" dedi. Yüce Allah'ın
"Kendisine nezdimizden bir ilim de öğretmiştik." buyruğu bu ilimlerin
herhangi bir aracı olmaksızın Allah tarafından kendisine verildiğini
göstermektedir.
Ona
"Ben Musa'yım" deyince, Hızır "İsrailoğulları'nın Musası
mı?" diye sordu. O da Evet dedi. Hz. Musa ona "Allah'ın sana
öğrettiği ve ben de kendisi vasıtasıyla işimde kılavuz edineceğim salih amel
türünden olan faydalı bir bilgiyi bana öğretmen için seninle arkadaşlık edeyim
mi?" dedi. Bu, oldukça edepli ve nazik bir üslûpla sorulmuş bir sorudur.
Bunda herhangi bir zorlama ve bağlayıcılık yoktur. İşte ilim öğrenmek isteyenin
âlimden bu şekilde sorması gerekir.
Hızır
ona "Doğrusu sen benimle asla dayanamazsın, dedi." Yani Hızır Musa'ya
şöyle dedi: Sen benimle arkadaşlık yapmaya güç yetiremezsin ve göreceğin
şeylere katlanamazsın. Çünkü ben Allah'ın bana öğrettiği ve senin bilmediğin
bir bilgiye sahibim. Nitekim sen de Allah'tan gelmiş, Allah'ın sana öğrettiği
ve benim bimediğim bir ilme sahipsin. Bizim her birimiz birbirimizden farklı
işlerle mükellefiz. O bakımdan sen bana arkadaşlık yapamazsın.
"Kavrayamayacağın
bir bilgiye nasıl dayanırsın?" Yani sana tekrar ederek söylüyorum ki, sen
benden göreceğin herhangi bir şeye sabredemezsin, tahammül gösteremezsin.
Hikmet ile bâtını maslahatına benim muttali olduğum senin ise bilemediğin,
gerçeğine muttali olmadığın bir şeye sabredemeyeceğini vurguluyorum. Burada
"kavrayamayacağın" kelimesinin anlamı senin bilgi olarak idrak
edemediğin ve ondaki hikmet yolunu ve doğruluk tarafını bilemediğin iş
demektir.
"Dedi
ki: İnşâallah beni sabredeci göreceksin. Sana hiç bir işte karşı
gelmeyeceğim." Yani Hz. Musa şöyle demişti: Allah'ın izniyle senden
göreceğim işlere benim sabrettiğimi ve hiç bir hususta sana muhalefet
etmediğimi göreceksin.
"O
halde dedi, bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında soru
sorma." Yani Hızır Hz. Musa'ya şu sözleriyle şart koşarak dedi ki: Benimle
gelecek olursan, meydana gelecek bir işe dair ben açıklayıncaya kadar bana soru
sorma.
[72]
"Bunun
üzerine ikisi kalkıp yola koyuldular. Nihayet bir gemiye bindiklerinde o bu
gemiyi deliuerdi." Yani Musa arkadaşı Hızır ile birlikte yola koyuldu.
Deniz kıyısında binecek bir gemi aramak üzere yürümeye başladılar. Bir gemi
gördülür. Gemi sahipleriyle gemiye binmek üzere konuştular. Onlar Hızır'ı
tanıdılar, ona bir ikram olsun diye ücret almaksızın onları gemiye bindirdiler.
Gemi denizde yol almaya başlayınca Hızır kalkıp elindeki balta ile gemiyi
delmeye koyuldu. Gemi tahtalarından bir ikisini çıkarttı, sonra da orayı tamir
etti.
"Musa
dedi ki: Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin, doğrusu büyük bir iş
yaptın." Yani Musa (a.s) kendisine hakim olamayıp bu işi reddedici bir
üslûpla şöyle dedi: Sonunda gemidekileri suda boğmak için mi deldin? Yani senin
açtığın bu gedik yolcuların boğulmasına sebep olur. Sen çok büyük ve oldukça
kötü karşılanacak bir iş yaptın. Hızır Hz. Musa'ya "Ben sana benimle
birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi? dedi?"
"Dedi
ki: unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma! şu işimde bana güçlük çıkarma."
Yani Hz. Musa Hızır'a şu sözleri ile özür beyan etti: Unuttuğum için beni
sorgulama, yani yaptığın tavsiyeni yerine getirmediğim için bana çıkışma ve
bana ağır gelecek bir işi yükleme. Yani sana uymamda zorluk çıkarma, hatalarıma
göz yumup durumumu kolaylaştır.
[73]
"Yine
gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen bunu öldürdü."
Yani daha sonra gemiden çıktılar ve yine sahil boyunca yürümeye başladılar.
Hızır bir çocuk gördü. Bu çocuk yaşıtı olan diğer çocuklarla oynuyordu. Hızır
boynunu döndürerek yahut başını duvara vurarak veya başka bir yolla onu
öldürdü. Hz. Musa ona şöyle dedi: Sen günahlardan arınmış, günah işlememiş
tertemiz bir canı başka bir canı öldürmediği halde, yani kısası gerektirecek
bir durum olmadığı halde, nasıl öldürürsün? Hz. Musa'nın özellikle öldürülmeyi
mubah kılan bu durumu söz konusu etmesi, çoğunlukla vaki olan şeklin bu
olduğundan dolayıdır. "Doğrusu çok kötü bir iş yaptın, dedi." Yani
sen münker bir iş işledin. Öldürmek şeklindeki bu münker ve çirkin durum gemiyi
delmekteki çirkinlikten daha ileri derecedir. Çünkü bir canı öldürmek gemiyi
delmekten daha büyük bir suçtur. Çünkü geminin delinmesi muhakkak can kaybını
gerektirmeyebilir.
[74]
îşte
bu İsrailoğulları'nın peygamberi İmrân oğlu Musa ve genç arkadaşı
Yuşâ'nın-ikisine de selâm olsun- salih kul olan Hızır (a. s) ile birlikte
buluşmak üzere yaptıkları yolculuğun kıssasıdır. Bu buluşmaktan kasıtları ise
ilimde ona alçakgönüllülüğü öğretmek ve Allah tarafından gönderilmiş bir
peygamber olsa dahi, bazı kulların ondan (bazı alanlarda) daha bilgili olacağını
göstermektir.
Bu
olayda bir takım fıtrî incelikler vardır: Alim bir kimsenin ilmini daha da
artırmak, için yolculuk yapması, bu iş için hizmetçi ve arkadaşının yardımını
alması, fazilet sahibi ilim adamlarıyla karşılaşmayı ganimet bilmesi selef-i
salihinin adeti olan işlerdendir.
Müslüman
fakirlere karşı mal ve yardımcılarının çokluğu ile övünen kâfirlere cevap
vermek bakımından bu kıssanın özel faydası şudur: Musa (a.s.) bilgisinin ve
amelinin çokluğu, makamının yüksekliğine rağmen alçakgönüllülük göstererek,
Hızır'ın yanına gitmiştir. İşte bu alçakgönüllülüğün büyüklenmek-ten daha
hayırlı olduğunu gösterir. Bu kıssanın Ashab-ı Kehf kıssası ile birlikte
anılmasının açıklanmasına gelince: Yahudiler Mekke kâfirlerine şöyle
demişlerdi: Eğer Muhammed (s.a.) sizlere bu kıssaya dair haber verirse, o bir
peygamberdir, aksi takdirde değildir. Halbuki bir kişinin Yüce Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber olması bütün kıssaları ve olayları bilmesini
gerektirmez. Aynı şekilde Hz. Musa'nın Allah tarafından doğru sözlü bir
peygamber olması da Allah'ın ona kendisinden bir şeyler öğrenmek üzere Hızır'a
gitmeyi emretmesine aykırı değildir.
Hz.
Musa'nın söylediği söz olan Yüce Allah'ın: "Kuşluk yemeğimizi getir."
sözü insanlara yolculukları için azık edinmeyi öğretmeye delildir. Bunun Yüce
Allah'a tevekküle aykırı düşmediğini göstermektedir. İşte Allah'ın peygamberi
ve Allah ile konuşmuş (kelîmullah) olan Hz. Musa Rabbini tanımakla ve Rab-bine
tevekkül etmekle birlikte beraberinde azık taşımaktadır.
Balığın
canlanması Musa (a.s.)'ın bir mucizesi, salih kulun bulunduğu yerin bir alâmeti
idi. İşte bundan dolayı genç arkadaşı durumu kendisine bildirince Hz. Musa
sevinçle: "Zaten istediğimiz buydu." demişti. Yani Hz. Musa genç
arkadaşına şöyle demişti: Balığın bu durumu ve onun elimizden gitmesi, işte
bizim istediğimiz buydu ya. Çünkü bizim kendisini görmek üzere geldiğimiz adam
oradadır.
Salih
kul sahih kabul edilen görüşe göre Hızır'dır. Bu bir grubun görüşüne göre
aşağıdaki deliller dolayısıyla bir peygamberdir:
1- Evvela Yüce Allah: "Biz ona katımızdan bir rahmet
vermiştik..." diye buyurmaktadır. Rahmet ise peygamberliğin kendisidir.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin rahmetini onlar mı
paylaştıracaklar?" (Zuhruf, 43/32); "Sana. bu Kitabın verileceğini
-rabbinden bir rahmet ile olması müstesna- ummuyordun." (Kasas, 28/86).
2- Yüce Allah'ın: "Ve kendisine nezdimizden bir ilim de
öğretmiştik." buyruğu. İnsanlardan bir aracı olmaksızın Allah'ın öğrettiği
her insanın Allah'tan gelen vahiyle muhatap olmuş bir peygamber olması
gerekmektedir.
3- Hz. Musa: "Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için
peşinden geleyim mi?" demişti. Peygamber ise öğretim hususunda peygamberden
başkasına tâbi olmaz.
Ancak
tercih edilen görüşe göre Hızır peygamber değildi. O kelâm (tevhid) âlimlerinin
tespit ettiği gibi "salih bir kul"du. Bunları delil diye ileri sürmek
doğru değildir. Şöyle ki: Birinci delile göre her bir rahmetin peygamberlik
olması gerekmez. Çünkü Yüce Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. İkinci
delile gelince; zorunlu bilgiler öncelikle değildir. Üçüncü delile gelince, bir
peygamberin peygamberlik ile ilgisi olmayan bilgiler konusunda peygamber
olmayana tabi olmasını engelleyen bir sebep yoktur.
Yüce
Allah'ın: "Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden
geleyim mi?" buyruğu da şunu göstermektedir: İlim öğrenecek olan alime
tabidir. İsterse aradaki mertebeler farklı olsun. Herhangi bir kimse Hızır'ın
durumunun Hz. Musa'dan daha faziletli olduğunu zannetmesin. Çünkü fazilet; Allah
kime vermişse onundur. Hızır bir veli kuldu. Hz. Musa ondan daha faziletlidir.
Nebî dahi olsa Hz. Musa'yı Allah, risalet ile üstün ve faziletli kılmıştır.
Musa (a.s.) salih kula tepki göstermekte de haklıydı. Çünkü peygamberler
olumsuzluklara karşı sessiz kalmazlar. İşte bundan dolayı gelecekte meydana
gelecek herhangi bir hususa karşı katlanmasını Allah'ın meşîetine bağlı olarak
söz konusu etmiştir. Çünkü kendisinin tutumunun ne olacağını bilememektedir.
Hz.
Musa'nın: "Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden
geleyim mi?" şeklindeki sözlerinde pek çok edep ve incelik bulunmaktadır.
Bunlardan birisi de onun kendisini Hızır'a tabi kılmış olması ve bu tabilik
için ondan izin istemiş olmasıdır. Ayrıca "bana öğretmen için" sözü
ile kendisinin bilgisizliğini itiraf ederken, hocasının da alim olduğunu kabul
etmiştir.
Hızır'ın:
"O halde bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında
soru sorma." sözünün anlamı da şudur: Yani onu ben sana açıklamadıkça sen
soru sormayacaksın. Bununla Hızır, arkadaşlığın devamı için gerekli olan bir
yol göstermede bulunmuş ve bir edebi öğretmiş olmaktadır. Şayet Hz. Musa
sabredip bu arkadaşlığı sürdürebilseydi hayret verecek şeyler görecekti.
"Fakat o çokça itiraz, etti, o bakımdan. ayn\ma\an.k&ÇMYÛnvaz, oldu.
Geminin
delinmesinde şuna delil vardır: Yetimin velisi, bir maslahat görecek olursa
yetimin malını eksiltebilir. Mesela, bir malın zalimin ele geçeceğinden
korkarsa onun bir kısmını tahrip edebilir. Ebu Yusuf der ki: Velinin yetimin
bir malını kullanarak -kalanını korumak maksadı ile- yöneticiye karşı hoşuna
gidecek bazı işleri yapması caizdir.
Hz.
Musa'nın: "Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma." sözünde şuna delil
vardır: Unutmak sorumlu tutulmayı gerektirmez ve mükellefiyetin kapsamına girmez.
Boşama olsun, başkası olsun ona herhangi bir hüküm taalluk etmez. İsterse
ikinci bir defa daha unutsun, durum değişmez.
Bir
kişiyi öldürmek gemiyi delmekten daha ağır bir günahtır. Bundan dolayı Hz. Musa
çocuğun öldürülmesi ile geminin delinmesi hakkında da: "Doğrusu büyük bir
şey yaptın." demiştir. "Kötü bir iş" ise daha önceden de geçtiği
gibi "büyük bir şey" den daha büyüktür.
İkinci
seferinde de Hızır'ın çıkışması daha ağırdı. Çünkü (72. ayette) ona "ben,
benimle birlikte olmaya dayanamazsın" derken daha sonra (70. ayette)
"Ben sana benimle birlikte olmaya dayanamazsın." diyerek
"sana" kelimesini eklemiştir. Böylelikle ikinci seferinde
sabretmeyişine karşılık azarlamanın şiddeti de daha artmıştır.
Kıssanın
geri kalan bölümü ile ondan çıkartılacak diğer hükümler Allah'ın izniyle bundan
sonraki cüzde gelecektir.
[75]
75-
O "Ben sana benimle birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi?" dedi.
76-
"Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme. O zaman
benim tarafımdan mazur sayılırsın" dedi.
77-
Yine gittiler. Nihayet bir kasaba halkının yanına uğradılar. Ora halkından
yiyecek istediler. Onlar ise bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi orada
yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. O bunu doğrultu ver di. Musa:
"Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" dedi.
78-
O dedi ki: 'İşte bu, seninle benim ay-rılışımızdır. Dayanamadığın işlerin iç
yüzünü sana anlatacağım:
79- "Gemi denizde çalışan yoksullara aitti.
Onu kusurlu kılmak istedim. Çünkü arkalarında her (sağlam) gemiye zorla el
koyan bir hükümdar vardı.
80-
"Erkek çocuğa gelince: Onun babası, anası inanmış kimselerdi. Azgınlık ve
inkâr ile onlara meşakkat vermesinden korkmuştuk.
81-
"Bu bakımdan Rablerinin onlara bu çocuk yerine hem ondan daha temiz ve
hayırlısını ve hem daha merhametli birisini vermesini istedik.
82-
"Duvar ise o şehirdeki iki yetim erkek çocuğa aitti. Altında da onlara
ait bir define vardı. Babaları da salih bir kimse idi. Rabbin onların ergenlik
çağına ulaşmasını -ve Rabbinden bir rahmet olarak- kendi definelerini çıkarmasını
istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzü
budur."
"Gemiye
gelince...", "erkek çocuğa gelince...", "duvar ise..."
ibareleri ile gemiye binmenin, erkek çocuğun öldürülmesinin ve duvarın bina
edilmesinin söz konusu edilmesi oranında burada mürettep (düzenli) leff ü neşir
sanatı vardır.
"Her
sağlam gemiye" buyruğunda hazf ile icaz vardır. (Aslında burada hazfedilen
"sağlam" anlamına gelen bir kelimedir; ancak mealde zikredilmiştir.)
Bu hazfin sebebi ise "onu kusurlu kılmak istedim" ifadesinin buna
delâlet etmesidir.
"Erkek
çocuğa gelince" buyruğunda da "kâfir" lafzı hazfedilmiştir.
Çünkü : "Onun ana babası inanmış kimselerdi." ifadesi buna delâlet etmektedir.
"Yıkılmaya
yüz tutmuş" buyruğunda istiare vardır. Çünkü istemek (ayet-i kerimede bu
anlama gelen kelime kullanılmış; mealde ise bunu "yüz tutmuş" diye
ifade ettik) aklı başında olan varlıkların sıfatlarındandır. Bu iradenin duvara
isnat edilmesi ise, istiare ve mecaz yoluyladır.
"Onu
kusurlu kılmak istedim" ile "istedik" ve "Rabbin...
istedi." buyruklarında (Hz. Hızır) zahiren kötü olan bir şeyi kendisine
isnat ettiği halde, hayırlı olan şeyi Yüce Allah'a isnat etmiş, bunu da Yüce
Allah'a karşı edebi dolayısıyla yapmıştır.
[76]
"Bundan
sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme", beni arkadaş kabul
etme. "O zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın", yani ben seni
mazur görmüş olurum. Çünkü ben üç defa sana rağmen soru sordum. Artık benden
ayrılışında sen mazursun "dedi".
"Bir
kasaba halkının yanına uğradılar." İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre
bu kasaba Antakya veya Basra'ya bağlı Übülle kasabası yahut da Nâsırâ
kasabasıdır. Ancak bu kasabanın muayyen olarak hangisi olduğunu doğru bir
şekilde tespit etmek için ortada güvenilir bir delil yoktur. "Ora
halkından yiyecek istediler." Kendilerini misafir olarak ağırlayıp yemek
getirmelerini istediler. "Orada yıkılmaya yüz tutmuş" yan yatmış,
yıkılmak üzere olan "bir duvar gördüler. O bunu doğrultuverdi." Yani
Hz. Hızır o duvarı tamir edip düzeltti yahut da ona bir direği destek yaptı.
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre eliyle onu düzeltivermiştir. Bir diğer
görüşe göre ise o duvarı yıktıktan sonra yeniden bina etmiştir, yaygın olan
görüş budur.
"Düeseydin
buna karşı bir ücret alabilirdin, dedi" Çünkü onlar aç olmamıza rağmen
bizi misafir etmediler. Bu ifadede aynı zamanda ihtiyaç halinde kullanmak üzere
ücret almaya bir teşvik vardır. Ayrıca kendisi için faydalı olmayan bir işle
uğraşıp fuzulî bir iş yapmasına, dolaylı olarak sitem etmektedir.
"O
dedi ki: İşte bu seninle benim ayrılışımızdır." Yani Hz. Hızır ona: İşte
bu seninle benim ayrılış zamanımızdır. Senden ayrılmadan önce
"Dayanamadı-ğın işlerin iç yüzünü sana anlatacağım." dedi.
"Gemi
denizde çalışan yoksullara aitti." Bu kimseler sayısı onu bulan gemileriyle
yük taşıyarak geçimlerini kazanmaya gayret ediyorlardı. "Çünkü arkalarında..."
yani şu anda varacakları yerde veya nihayet varacakları yerde, geri döndükleri
takdirde arkada bıraktıkları bölgelerde, "her sağlam gemiye zorla el
koyan" ve onu sahiplerinden bu yolla alan "bir hükümdar vardı."
"Azgınlık
ve inkâr ile onlara meşakkat vermesinden." yani onlara karşı gelerek,
onların anne baba olarak üzerindeki haklarına karşı nankörlük edip onlara
kötülük etmesinden yahut onların imanları ile birlikte kendisinin azgınlık ve
kusurunu ortaya koyarak, aynı evde iki mümin ve bir azgın kâfir olmasından
yahut da onun bu küfür ve azgınlığının onlara da sirayet ederek onları
saptırmak suretiyle irtidat etmelerinden "korkmuştuk". Müslim'deki
bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: "O kimse kâfir olarak yaratılmıştı.
Eğer yaşamış olsaydı anne babasının ona olan sevgileri dolayısıyla bu iş onları
meşakkate sürüklerdi. Bu hususta onlar da ona tabi olurlardı." Öldürülen
bu kişinin adının Haysûr olduğu söylenmiştir.
"Hem
ondan daha temiz" daha salih ve daha takvalı "ve hayırlısını, hem
daha merhametli", ondan daha şefkatli "birisini vermesini
istedik." Bu ise anne babasına karşı iyiliği idi. Yüce Allah bu çocukları
yerine onlara bir peygamber ile evlenen ve bir peygamber doğuran bir kız çocuk
vermiş, bu peygamber vasıtasıyla da Yüce Allah bir ümmete hidayet nasip
etmişti.
"Altında
da onlara ait bir define vardı." Altın ve gümüşten olup yere gömülmüş bir
servet vardı, "Babaları da salih bir kimse idi" O iki gencin babaları
takva sahibi salih bir kimse idi. Babalarının salih olması dolayısıyla Allah
hem kendilerine, hem de mallarına lütuf ve ihsanda bulunmuştu. Denildiğine
göre bu iki genç ile kendisi sebebiyle servetlerinin ve kendilerinin korunduğu
ataları arasında yedi nesil ataları vardı, bunun da adı Kâşih idi.
"Onların ergenlik çağına ulaşmalarını", yani reşid olmalarını, olgun
bir görüşe sahip olmalarını. Bir görüşe göre bu iki kişinin adı da Asram ve
Sureym idi. "ve Rabbinden bir rahmet olarak" Rabbin her ikisine
merhamet ve ihsanda bulunarak, "definelerini çıkarmasını istedi. Ben
bunları kendiliğimden" yani sözü geçen gemiyi delme, çocuğu öldürme,
duvarı doğrultma gibi işleri kendi seçim ve tercihimle "yapmadım."
aksine Allah'tan gelen bir emre göre yaptım.
"İşte
dayanamadığın", yani güç yetiremediğin "işlerin içyüzü budur."
[77]
Bu
buyrukların kendisinden önceki buyruklarla ilişkisi gayet açıktır. Çünkü
bunlar da Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın kıssaları hakkındadır. Bu kıssadan Al-lahu
teâlâ'nın Hz. Hızır'a, Peygamber Musa'yı muttali kılmadığı özel bir takım
bilgileri verdiğini gördüğümüz gibi, Hz. Hızır'a öğretmediği bir bilgiyi de Hz.
Musa'ya verdiğini görüyoruz. İşte bu, yani çocuğun öldürülmesi, Hz. Hızır'ın
Hz. Musa'nın sabrını denediği geminin delinmesi olayından sonraki ikinci olaydır.
Hz. Musa ise şeriatindeki zahir buyruklara aykırı olduğundan dolayı sabır
gösterememişti. Çünkü öldürmek ancak -bazan başka bir sebep dolayısıyla da
olabilmekle birlikte- yine öldürmeye karşılık kısas sebebiyle olabilir.
"O
"Ben sana benimle birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi?"
dedi."
Hızır
şarta aykırı davranan Hz. Musa'ya şöyle dedi: "Ben sana benim yapacağım
işlere katlanmanın mümkün olmayacağını ve yapacağım işlere karşı sessiz
kalmayacağını bildirmedim mi?" Dikkat edilecek olursa burada önceki
ifadelerden ayrı olarak "sana" kelimesi ilâve edilmiştir. Zira
burada serzenişte bulunmaya iten sebep, daha önceki hatırlatmadan sonra daha
açık ve daha güçlüdür. Ayrıca Hz. Musa'nın uymayı taahhüt ettiği şart veya söze
aykırı davranışı bir defa daha tekrarlanmıştır. Kasabada diğer çocuklarla
birlikte oynayan çocuğun öldürülmesi geminin delinmesinden daha büyük ve ağır
bir suç olmakla birlikte bu, böyledir. İşte bundan dolayı Hz. Musa da bu işe
karşılık: "Doğrusu çok kötü bir iş yaptın." diye tepkisini
göstermişti. Kötü bir iş olmakla nitelendirilen bir davranış ise elbette ki:
"büyük bir iş" diye nitelendirilenden daha çirkindir. İşte bu da
çocuğun öldürülmesinin, geminin delinmesinden daha çirkin bir iş olduğuna bir
işarettir. Çünkü bir canın telef edilmesi, malın telef edilmesinden daha
mühimdir.
Hz.
Musa da şu sözleriyle özür beyan etti: "Eğer bundan sonra sana bir şey
sorarsam, benimle arkadaşlık etme! O zaman tarafımdan mazur sayılırsın."
Yani Hz. Musa Hz. Hızır'a şöyle demişti: "Şayet bundan sonra meydana
gelebilecek herhangi bir şeye itiraz edersem benimle arkadaşlık etme. Çünkü sen
arka arkaya birkaç defa beni mazur görmüş olacaksın. Bir defa daha itiraz
edersem sana üç defa muhalefet etmiş olacağım." Bu, son derece pişman
olmuş bir kimsenin söyleyebileceği bir sözdür.
İbni
Cerîr, Übeyy b. Ka'b'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.)
herhangi bir kimseyi söz konusu edip de ona dua etti mi, önce kendisine dua
etmekle işe başlardı. Günün birinde şöyle buyurdu: "Allah bize de Musa 'ya
da rahmet eylesin. Eğer arkadaşıyla birlikte kalmaya devam etseydi hayret verici
şeyler görürdü. Fakat o: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle
arkadaşlık etme, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın" demişti."
Üçüncü
olaya gelince:
"Yine
gittiler ve nihayet bir kasaba halkının yanına vardılar. Ora halkından yiyecek
istediler. Onlar ise bu ikisini misafir etmek istemedi." Hz. Hızır ile Hz.
Musa ilk iki olaydan sonra yine yola koyuldular, nihayet bir kasabaya vardılar.
Kasaba halkından yemek istedilerse de onlar bunu kabul etmediler. Bu hareket,
insanlık görevini ihlâl olup cimrilikti. Sözü geçen bu kasaba Antakya'dır.
"İkisi
orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler; o bunu doğrultuver-di." Hz.
Hızır ile Hz. Musa o kasabada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hz. Hızır
onu sağlamlaştırdı. Sahih hadiste belirtildiğine göre: "Elini duvara sürdü
ve duvar doğruluverdi." Bu Hz. Hızır'ın kerametlerindendir.
Burada
irâdenin (mealde: yüz tutma) duvara isnat edilmesi, önceden de belirtildiği
gibi bir istiaredir. Çünkü irade bu gibi yaratıklarda "meyletmek"
anlamındadır. Birincisi (irade), akıllı yaratıkların işlerinden; ikincisi ise
cansız varlıkların niteliklerindendir.
İşte
bu sırada Hz. Musa Hz. Hızır'a şöyle dedi: "Dikseydin buna karşı bir ücret
alabilirdin." Yani Hz. Musa, Hz. Hızır'a şöyle dedi: "Keşke bu duvarı
doğrultmak ve tamir etmek karşılığında ücret istesen. Bunlar bizi misafir etmediklerinden
dolayı, bunlara ücretsiz bir iş yapmamalıydın." Hz. Hızır ona şöyle cevap
verdi: "O dedi ki: İşte bu, seninle benim ayrılışımızdır. Dayanama-dığın
işlerin içyüzünü sana anlatacağım." Yani Hz. Hızır Hz. Musa'ya dedi ki:
İşte senin tekrar tekrar gösterdiğin bu tepkiler veya itirazların bizim ayrılış
sebebinıizdir; yahut bizim birbirimizden ayrılmamızı gerektiriyor. Bu ayrılık
ise senin kendi adına kabul ettiğin şart dolayısıyladır. Çünkü sen çocuğun öldürülmesinden
sonra: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık
etme." demiştin. Ben sana senin tepki gösterdiğin ve tahammül gösteremediğin
işlerin iç yüzünü açıklayıp bildireceğim. Söz konusu bu işler ise gemiyi delmek,
çocuğu öldürmek ve duvarı doğrultmaktı.
Bu
ifadeler, sabır ve tahammül göstermemeye karşılık bir serzeniş ve bir
kınamadır. Daha sonra Hz. Hızır, yaptığı üç işin sebebini açıklamaktadır:
1- "Gemi denizde çalışan yoksullara aitti. Onu kusurlu kılmak istedim.
Çünkü arkalarında her (sağlam) gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı."
Yani kusurlu kılmak için deldiğim gemi yararlanabilecekleri başka hiçbir
şeyleri olmayan güçsüz bir kaç yetime aitti. Gemilerini denizde yolculuk
yapanlara kiralıyor, bu yolla geçiniyorlardı. Kendilerini zalimlere karşı
savunacak güçleri yoktu. Ben de bu gemiyi delmek suretiyle onu kusurlu kılmak
istedim. Çünkü onların önlerinde (yani gidecekleri yerde) her sağlam gemiye el
koyan, haklı herhangi bir sebep olmaksızın zulmen ve hak ölçülerini aşarak
gaspeden zorba bir hükümdar vardı. İşte benim yaptığım o iş, bu gemiyi güçsüz
sahipleri lehine korumak amacına yönelikti. Ben kötü bir iş yapmış olmadım.
Sadece daha büyük olan bir zararı bertaraf etmek için iki zarardan hafif olanını
işledim.
İbni
Cüreyc, Şuayb el-Cübbâî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu hükümdarın
adı Beded oğlu Heded idi. Bu kişiden, İshak oğlu Is soyundan gelenler arasında
Tevrat'ta söz edilir.
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah'ın: "Arkalarında" buyruğu, önlerinde yani
gidecekleri yerde demektir. Yüce Allah'ın: "arkalarında ise cehennem vardır.
" (Câsiye, 45/10) buyruğu ile: "Ve onlar arkalarında çok ağır bir
günü terke-diyorlar." (İnsan, 76/27) buyruklarında da böyledir.
2- "Erkek çocuğa gelince: Onun babası, anası inanmış kimselerdi.
Azgınlık ve inkâr ile onlara meşakkat vermesinden korkmuştuk." Bu çocuğun adının Şem'ûn, Haysûr veya Haysûn
olduğu söylenir. Bu çocuk kâfir idi. Allah onun geleceğini Hızır'a gösterdi.
Onun anne babası mümin idiler. Fakat büyüdüğü zaman çocuklarına olan sevgileri
dolayısıyla küfür, zulüm ve isyana düşüp münkerleri işlemek hususunda ona
uymalarından korktu. Çünkü çocuk sevgisi fıtrîdir. Hz. Hızır'ın yaptığı
seddüzerâi' (kötülüğe giden yolları kapamak) veya iyiliğe giden yolları açmak
kabilindendir. Çünkü bir maslahata götüren her bir yol aynı zamanda
maslahattır.
Katâde
şöyle der: Bu çocuk dünyaya geldiğinde anne babası sevinmişlerdi. Öldüğünde ise
üzüldüler. Fakat hayatta kalmış olsaydı onun sebebiyle helak olurlardı. O bakımdan
her kişi Allah'ın kaza ve kaderine razı olmalıdır. Çünkü mümin için hoşuna
gitmeyen hususlara dair Allah'ın takdiri, hoşuna giden hususlardaki
takdirinden daha hayırlıdır. Hadis-i şerifte de şu buyruklar sahih olarak bize
ulaşmış bulunmaktadır: "Allah bir mümin için herhangi bir kaza hükmünü
verirse, mutlaka bu onun hayrınadır." Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Hoşlanmadığınız bir şey de sizin için hayırlı olabilir." (Bakara,
2/216).
"Bu
bakımdan Rablerinin onlara o çocuk yerine hem ondan daha temiz ve hayırlısını,
hem daha merhametli birisini vermesini istedik." Olayların iç yüzünü
bilen Hz. Hızır şöyle demektedir: Bizler Yüce Allah'ın bu çocuk yerine anne
babasına daha hayırlı, rahmeti, şefkati, iyilik ve bağlılığı daha fazla
birisini rızık olarak vermesini istedik. Burada dikkat edilecek olursa
"gulâm= erkek çocuk" kelimesi, bulûğa ermiş olanı da küçük yaşta
olanı da kapsamına alır. Cumhurun görüşüne göre ise bu çocuk henüz bulûğa
ermemişti. Bundan dolayı Hz. Musa: "Bir cana karşılık olmaksızın tertemiz
günahsız bir kimseye mi kıydın?" diye tepki göstermişti. el-Kelbî ise, bu
çocuk baliğ idi, demektedir.
3- "Duvar ise o şehirdeki iki yetim erkek çocuğa aitti. Altında da
onlara ait bir define vardı. Babaları da salih bir kimse idi. Rabbin onların
ergenlik çağına ulaşmasını -ve Rabbinden bir rahmet olarak- definelerini
çıkarmasını istedi. " Hz. Hızır'ın tamir edip düzelttiği bu duvar Antakya
kasabasında iki küçük yetim çocuğa aitti. Duvarın altında da bir define vardı.
Bu çocukların yedi nesil önceki dedeleri salih bir insandı. Allah bu salih
insan sebebiyle hazineyi o küçük çocukların lehine korumak istedi. O bakımdan
Cenab-ı Allah Hz. Hızır'a o duvarı tamir etmesini emretti. Çünkü o duvar
yıkılsaydı define ortaya çıkar ve alınırdı. Allah bu definenin çocukların
olgunlaşmalarından sonra ortaya çıkmasını murat etti. Bu, atalarının salâhı
sebebiyle onlara bir rahmet olmak üzere indi. Buradaki şehirden kasıt ise daha
önce geçen: "Nihayet bir kasaba halkının yanına vardılar..."
ifadesindeki kasabadır. Bu ise şehir hakkında el-Karye (kasaba) adının
kullanılacağına bir delildir. Görüldüğü kadarıyla bu iki erkek çocuk, onları
"yetim" olarak nitelendirmiş olması karinesi dolayısıyla küçük
idiler. Çünkü Hz. Peygamber, Ebu Davud'un Hz. Ali yoluyla rivayet ettiği bir
hadis-i şerifinde: "Ergenlikten sonra yetimlik yoktur" buyurmuştur.
Dikkat
edilecek olursa burada da irade Yüce Allah'a isnat edilmiştir. Çünkü onların
ergenlik yaşma ulaşmalarını, Yüce Allah'tan başka kimse sağlamak kudretine
sahip değildir. Gemide ise fiil, bilgi sahibi Hz. Hızır'a isnat edilerek şöyle
buyurulmuştur: "Onu kusurlu kılmak istedim." Burada edep gereği hayır
fiiller Allah'a, kötü fiiller ise kullara isnat edilmiştir.
"Ben
bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzleri
budur." Yani benim yaptığım bu üç iş, benim şahsî içtihat ve görüşümle olmuş
değildir. Fakat bunların hepsi Allah'ın emri, ilhamı ve vahyi ile olmuştur.
Mala zarar vermek, cana kıymak ve duvarı düzeltmek gibi işleri yapmaya kalkışmak
ise ancak vahiy ve kesin nass ile olabilir.
İşte
senin tahammül edemediğin işlerin sebep ve hikmeti bunlardır.
[78]
Ayet-i
kerimeler bizlere aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Hz. Hızır'ın işlediği üç iş, iki zarardan daha hafif olanını seçmek ve
daha büyük bir zararı önlemek için daha hafif bir zarara katlanmak
kabilinden-dir. İşte Yüce Allah'ın: "Ve Rabbinden bir rahmet olarak"
buyruğunun anlamı budur. Her ne kadar bu olanlar, zahiren tepki gösterilmesi
gereken hususlar olup Hz. Musa tepki ve itirazında haklı ise de gerçekte bunlar
bir hayırdır. Ancak böyle bir iddiada bulunmak açık bir vahiy söz konusu
olmaksızın herkes için mümkün değildir. Vahiy hali dışında ilim adamı ile
peygamber hakkındaki hükümler, işlerin zahirine, vahiy halinde ise gerçek
sebeplere bağlıdır.
Vahiy
almak ise ancak bir peygamber yahut bir rasul için söz konusudur. Cumhur,
önceden de geçtiği gibi, Kur'an-ı Kerim'de geçen bu şahsın peygamber olduğunu
kabul etmektedir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Derken kullarımızdan bir kul
buldular." (Ayet, 65) buyruğu onun peygamberliğini göstermektedir. Çünkü
işlerin iç yüzleri ancak vahiy ile anlaşılır. Diğer taraftan insan ancak kendisinden
daha üstün olan birisinden ilim öğrenir ve ona tabi olur. Peygamber olmayan
bir kimse ise bir peygamberden üstün olamaz.
Başkalarının
görüşüne göre ise Hz. Hızır peygamber değildi. Kimi zaman fazileti daha az
olanda, kendisinden daha faziletli olanda bulunmayan özellikler bulunabilir.
Bazı ilim adamları şöyle demiştir: Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemek
caiz değildir. Çünkü vahid haberlerle birisinin peygamberliğini tespit etmek
caiz değildir. Akaid kitaplarında tahkik sonucu varılan netice budur.
"Ben bunları kendiliğimden yapmadım." buyruğu ile anlatılmak istenen
ise vahiy değil, ilhamdır.
2- Şer'an mendup olan şekilde misafir ağırlamayı terk etmek, örfün de aklın
da şeriatin de çirkin gördüğü bir iştir. Misafir ağırlamak, aç olan bir kimsenin
açlığından dolayı ölüme maruz kalması halinde vacip bir iş olur. Hz. Musa ile
Hz. Hızır'ın helak olacak noktaya erişmemiş olsa bile Hz. Musa'nın kızgınlığını
haklı çıkartacak derecede acıkmış olmaları ihtimal dahilindedir.
3- Yüce Allah'ın: "Ora halkından yiyecek istediler" buyruğu bir
kimsenin yiyecek istemesinin caiz olduğunu, acıkan bir kimsenin açlığını
giderecek kadar bir şeyi istemesinin vacip olduğunu göstermektedir. Burada
yiyecek istemekten maksat kendilerini misafir etmeleri talebinde bulunmaktır.
Çünkü Yüce Allah'ın: "Onlar ise bu ikisini misafir etmek istemedi"
buyruğu bunu ifade etmektedir. İşte bundan dolayı kasaba halkı yerilmeyi ve
kınanıp cimrilikle nitelendirilmeyi hak etmiş oldular. Nitekim Peygamber
Efendimiz (s.a.) onları böyle nitelendirmiştir. Katâde bu ayet-i kerime
hakkında şunları söylemektedir: En kötü kasaba; misafiri ağırlamayan, yolcunun
hakkını ifa etmeyendir. İşte bundan da anlaşıldığına göre o kasaba halkının
bunları misafir olarak ağırlamaları vacip idi. Hz. Hızır ve Hz. Musa da
kendilerinin hakkı olan bir hususun yerine getirilmesini istemişlerdi.
4- Duvarın doğrultulmasmın doğuracağı zarar, duvarın yıkılmasından dolayı
çıkacak zarardan daha azdır. Çünkü bu duvar yıkılmış olsaydı o yetimlerin malı
zayi olurdu; bunda ise büyük bir zarar söz konusudur.
Duvarın
düzeltilmesi, yeniden inşa edilmesi şeklinde olmuştur. İbni Abbâs'ın Hz. Ebu
Bekir'den, Ebu Bekir'in de Rasulullah'tan (s.a.) rivayetine göre Hz. Peygamber:
"İkisi orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler." buyruğunu okuduktan
sonra şöyle buyurmuştur: "O duvarı yıktı, sonra da oturup onu yeniden inşa
etti." Bu hadisin senedi sahihtir ve Kur'ân-ı Kerim'in buyruklarını tefsir
sa-dedindedir. Said b. Cübeyr ise şöyle der: O, duvarı eliyle sıvazlayıp
doğrulttu, duvar da dimdik oldu. Kurtubî ise sahih olan görüşün bu olduğunu
ifade etmekte, bunun peygamberlerin, hatta velilerin fiiline daha çok
benzediğini söylemektedir.
5- İnsanın, yıkılmasından korktuğu ve yan yatmış bir duvarın altında
oturmaması gerekir. Hatta eğer böyle bir duvarın yanından geçiyorsa çabucak
geçmelidir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir
kimse yan yatmış bir duvar yahut bir kaya parçasının yanından geçerse çabucak
yürüyüversin." Bu hadisi
İbnü'1-Esîr, en-Nihaye fi'l-Garibi'l-Hadis
adlı eserinde zikretmektedir.
6- Velilerin kerametleri sabit haberler ve mütevatir ayetlerin delâleti
ile sabittir. Bu kerametleri ancak inkarcı bir bid'atçı yahut haktan sapmış bir
fa-sık inkâr eder. Yüce Allah'ın Hz. Meryem hakkında haber verdiği şekilde yaz
aylarında kış meyvelerinin, kış aylarında da yaz meyvelerinin bulunması, kurumuş
hurma ağacının elini değdirmekle ağacın meyva vermesi gibi hususlar buna örnek
ve delildir. Hz. Meryem, peygamber değildi. Yine Hz. Hızır'ın gemiyi delmesi,
çocuğu öldürmesi, duvarı doğrultması da bu kerametlere örneklerdendir. Tabiî,
bunların keramet olması, Hz. Hızır'ın peygamber olmadığını söyleyenlerin
görüşüne göredir.
7- Veliye kendisinin veli olduğunun bildirilmesi hakkında ilim adamlarının
iki görüşü vardır:
Birinci
görüşe göre bu caiz (mümkün) değildir. Bu bakımdan velinin elleriyle meydana
gelen harikulade hadiseleri dikkatle takip etmesi, onlardan çekinmesi ve
ihtiyatla karşılaması gerekir. Çünkü o bunların kendisi için bir is-tidrac olup
olmadığından emin değildir. Diğer taraftan o, kendisinin veli olduğunu bilecek
olsa, Allah'tan korkusu kalmaz, Allah'ın azabından emin olur. Velinin şartları
arasında ise, melekler üzerine nazil olacakları vakte kadar korkusunun devam
etmesi de vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların üzerine
melekler: "Korkmayın, üzülmeyin..." diye inerler." (Fussilet,
41/30). Diğer taraftan veli aslında son nefesini mutlu olarak veren kimsedir.
Akıbetler ise gizlidir. Herhangi bir kimse son nefesini böyle bir mutlulukla verip
veremeyeceğini bilemez. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.), İbni Ab-bas'tan
rivayete göre: "Muhakkak ameller sonları iledir." buyurmuştur.
İkinci
görüşe göre ise veli kendisinin veli olduğunu bilebilir. Zira bir başkasının,
o kişinin Allah'ın veli kulu olduğunu bilmesinin mümkün olduğunda görüş ayrılığı
yoktur. O bakımdan kendisinin de bunu bilmesi mümkündür. Ra-sulullah (s.a.) da
ashab-ı kiramından cennet ile müjdelenmiş on kişinin haline dair haber vermiş;
onların cennet ehlinden olduklarını bildirmiştir. Bu müjde onların korkularının
ortadan kalkmasına sebep olmamıştır. Aksine onlar Yüce Allah'ı daha da tazim
ediyorlardı, O'ndan daha çok korkuyorlardı. Başkaları da bu durumda onlara
benzer.
8- Kendisi ve çoluk çocuğunun başkasına el açmasını önleyecek şekilde velinin
malı mülkü olmasının olumsuz bir yanı yoktur. Bu konuda ashab-ı kiram ve
onların mal sahibi olmaları bize yeter bir delildir. Onlar bu zenginliğin yanında
hem veli idiler, hem de üstün bir fazilete sahiptiler.
Tirmizî'nin
İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği: "Sizler mal mülk edinmeyiniz, o takdirde
dünyaya meyledersiniz." hadis-i şerifine gelince: Bu hadis-i şerif, dünya
malını daha da çoğaltmak yahut refahını artırmak, dünya süsü ile faydalanmak
maksadıyla edinmiş kimseler hakkında kabul edilir. Dinini ve geçindirmekle
yükümlü olduğu kimseleri korumak için mal mülk edinmek en faziletli
amellerdendir. Hz. Peygamber de, Ahmed ve İbni Menî'nin Amr b. el-Âs'tan rivayetlerine
göre şöyle buyurmuştur: "iyi mal, salih kişiye ne güzel de yakışır!"
9- Geminin delinmesi ve kusurlu hale getirilmesi bu geminin onunla geçimlerini
sağlayan yoksul, ihtiyaç sahiplerinin (miskinlerin) elinde kalmasını sağlamak
ve meliki eline geçmesini önlemek içindi. İmam Şafiî bu ayet-i kerimeyi delil
göstererek fakirin darlık, sıkıntı ve ihtiyaç bakımından miskinden daha ileri
derecede olduğunu söylemiştir. Çünkü Yüce Allah böyle bir gemiye sahip
olmalarına rağmen onları miskin olarak adlandırmıştır.
10- Küçük çocuğun öldürülmesi küfrü sebebiyle olmuş, böylece anne babasının
ondan etkilenmesinin, çocuklarına karşı duydukları fıtrî sevgileri dolayısıyla
küfre meyletmelerinin önüne geçilmek istenmişti. Yüce Allah anne babasına
ondan daha hayırlı ve daha temiz bir evlat vermişti.
11- Ataların salâhı yedinci kuşağa kadar çocuklara fayda sağlar. Çünkü
burada sözü geçen iki küçük çocuğun babaları -Cafer b. Muhammed'in dediği gibi-
yedinci kuşak ataları idi. Şanı Yüce Allah'ın salih bir kimse sebebiyle
zür-riyetinden yedi kuşağına kadar kimseleri koruyacağı rivayet edilmiştir.
İşte Yüce Allah'ın: "Şüphesiz benim velim, o Kitabı indiren Allah'tır ve O
salih kulları veli edinir." (A'râf, 7/196) ayeti de bunu göstermektedir.
12- "Ben bunları kendiliğimden yapmadım." ifadesi Hz. Hızır'ın
peygamber olmasını gerektirmektedir. Bir ilim adamı topluluğu onun peygamber
olmadığını söylemiştir. Daha sahih olan görüş de budur. Hz. Hızır'ın adı da
şöyledir: İlyâ b. Melkân b. Kâliğ b. Şâlih b. Ef-fahşed b. Sâm b. Nûh. Künyesi
ise Ebu'l-Abbas'tır. Babası bir hükümdardı. Annesi ise bir süvari kızı idi, adı
Elma idi. Onu bir mağarada doğurmuştu.
Cumhurun
kanaatine göre Hz. Hızır vefat etmiştir. Çünkü Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Siz bu geceyi
görüyor musunuz? Bu geceden itibaren yüz yılın tamamına kadar bu gün yeryüzünde
bulunanlardan hiç bir kimse hayatta kalmayacaktır."
[79] Hızır'ın
hayat pınarından içtiğini ve beyti haccetmekte olduğunu söyleyenler bulunmakla
birlikte bunların dinî bir kesinliği yoktur.
Denildiğine
göre, Hz. Hızır Hz. Musa'dan ayrılmak isteyince Hz. Musa ona: "Bana
tavsiyede bulun" demiş, o da şunu söylemiştir: "Çokça tebessüm et,
fakat çok gülen birisi olma. Tartışmayı terk et, ihtiyacın olmayan bir işe
koyulma, hata işleyenleri hataları dolayısıyla ayıplama ve ey İmran'm oğlu,
günahın dolayısıyla ağla!"
13- Şer'î hükümler ancak vahiy ile yahut peygamberlerin rüyası ile sabit
olur. Velilerin kalbine ilham ile kalplerine doğan düşüncelerle -kalpleri
bulanık olmadığından ve kalplerinde Allah'tan başkasının yeri olmadığından
dolayı-şer'î hükümlerin sabit olacağını kabul eden görüş, doğru bir görüş
değildir. Bu iddiaları kabul edenlere göre bu şekilde ilâhî ilimler ve rabbani
hakikatler onlara tecelli eder; böylelikle onlar kâinattaki sırlara vakıf olur
ve cüz'iyata dair hükümleri bilirler. Bildikleri bu hükümler sebebiyle de
küllî, şer'î hükümlere ihtiyaçları kalmaz; tıpkı Hz. Hızır'ın durumunda olduğu
gibi. O da kendisine tecelli eden ilimler ile Hz. Musa'nın sahip oHuğu
anlayışlara muhtaç olmamıştır. Bu iddialarda bulunanlar Buhârî'nin Tarin 'inde
rivayet ettiği şu hadisi de delil gösterirler: "Müftüler sana fetva
verseler dahi, sen kendi nefsinden fetva iste." İbni Abbâs el-Mâlikî şöyle
der: Bu iddialar zındıklıktır, küfürdür. Bu iddialarda bulunanlar öldürülür ve
tevbe etmeleri dahi istenmez. Çünkü bu iddialarda bulunmak kesin olarak
bilinen şer'î hükümleri inkâr etmektir. Yüce Allah'ın hükümleri ancak
kendisiyle yaratıkları arasında elçilik görevi yapan ra-suller vasıtasıyla
bilinebilir. İşte Yüce Allah'ın mesajlarını ve sözlerini tebliğ edenler, Onun
şeriatini ve hükümlerini açıklayanlar onlardır. Allah, peygamberlerini bu iş
için seçmiş ve görevlendirmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah meleklerden ve insanlardan Rasuller seçer. Muhakkak Allah her şeyi
işitendir, her şeyi görendir." (Hacc, 22/75). Bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "Allah peygamberliğini kime vereceğini en iyi
bilendir." (En'am, 6/124); "İnsanlar tek bir ümmetti. Bunun üzerine
Allah peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere gönderdi..."
(Bakara, 2/213) v.d.
Kurtubî
şöyle demiştir: Özetle söyleyecek olursak kesin olarak bilinen, selefin ve
halefin icma ile kabul ettiği husus şudur: Yüce Allah'ın emir ve yasakları ile
alâkalı hükümlerini bilmenin tek yolu, ancak peygamberler aracılığı ile gelen
haberlerdir. Bu hükümlerin hiç birisini başka bir yolla bilmeye imkân yoktur.
Her kim peygamberin dışında peygamberlere ihtiyaç bırakmayacak şekilde Allah'ın
emir ve yasaklarının kendisi ile bilinebildiği bir başka yol olduğunu söylerse
şüphesiz ki, o kâfirdir. Öldürülür, tevbe etmesi de istenmez. Bu konuda ona bir
şeyler sorup ondan cevap istemeye de gerek yoktur. Diğer taraftan bu iddia son
peygamberimizden sonra bir takım peygamberlerin var olduğunu da ileri sürmek
manasına gelir. Halbuki Yüce Allah onu peygamberlerinin de rasullerinin de sonuncusu
kılmıştır. Ondan sonra bir peygamber ve bir rasul olmayacaktır.
Bunu
şöylece açıklayalım: Her kim kalbinden bu hususlara dair bilgi aldığını, ve
kalbine doğanın yüce Allah'ın hükmü olduğunu söyleyip o hüküm gereğince amel
eder ve bunun dışında Kitab'a ve Sünnet'e ihtiyacım yoktur! diyecek olursa,
kendisinin peygamber olduğunu iddia etmiş olur. Şüphesiz ki böyle bir kimse
Rasülullah (s.a.)'ın: "Ruhu'l-Kudüs benim kalbime şunu üfledi" sözünü
andıran bir iddiada bulunmuş demektir.
[80]
14- Bu kıssanın oldukça yüksek edebî faydaları vardır. Özetle şöyle sıralayabiliriz:
Kişi alçakgönüllü olmalı; ilmine aldanıp kendisini beğenmemeli, sözüne sadık
kalmalı; sırrını, inceliklerini bilmediği şeye itiraza kalkışmamalıdır.
Peygamber (s.a.), kendisini yalanlayan, risaletini inkâr eden, kendisi ve
Kitab'ı ile alay eden müşriklere cezanın indirilmesini istemekte acele
davranmamalıdır. Çünkü onlar zaten ceza görecekler, dünya ve ahirette helak
edileceklerdir.
Zaman
boyunca bu kıssadaki olaylar tekrarlanıp durmaktadır aslında. Herhangi bir
kimse küçük bir çocuğun ölümüne itiraz etmemelidir. Çünkü o çocuğun ölümünde
anne babasına ve kendisine bir hayır olabilir. Nitekim tekrarlanıp duran ölüm
olayları da topluma bir rahmettir. Şayet yaşı ilerlemiş kimseler ve diğerleri
ölmeyecek olursa, yeryüzü her gün yeni doğan insanlara dar gelmeye başlardı.
Geminin delinmesi bizlere zalimlerin, güçsüzlerin mallarına tasallutlarını
hatırlatmaktadır. Duvarın yıkılıp yeniden bina edilmesi ise, yetim yahut zayıf
olan bir kimse lehine güçsüz kullarına merhametli olan yüce Rabbimiz tarafından,
umulan bir servetin saklı tutulma şekillerinden birisidir. Ayrıca bunda kötülüğe
iyilikle karşılık vermek de söz konusudur. Çünkü kendilerini misafir edip
ağırlamayı kabul etmeyen kasaba halkına Hz. Hızır bir iyilikte bulunarak karşılık
vermiştir. İşte peygamberlerin ve Rablerine yakın velilerin özelliği budur.
Bütün
bu olaylar aslında Yüce Allah'ın yaptığı işlerdendir. Hz. Hızır ve benzerleri
ise, ancak Yüce Allah'ın emrinin yerine gelmesi için insanlar arasındaki
vasıtalardan ibarettirler.
[81]
83-
Sana bir de Zülkarneyn'i soruyorlar. "Size onun haberinden
anlatacağım." de.
84- Doğrusu biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar
vermiş ve ona her şeyin yolunu öğretmiştik.
85-
O da bir yol tuttu;
86-
Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman onu kara çamurlu bir pınarda batıyor
gördü. Yanında da bir kavme rastladı. "Ey Zülkarneyn! İstersen onlara
azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin." demiştik.
87- Dedi ki: "Kim zulmederse ona azap
edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür ve onu Rabbi görülmemiş bir azaba uğratır.
88- Fakat kim de iman eder ve salih ameller
işlerse ona mükâfat olarak en güzel mükafat vardır. Ona emrimizden kolayını da
söyleyeceğiz.
89-
Sonra bir başka yol tuttu.
90- Nihayet güneşin doğduğu yere ulaştığında,
onun, güneşe karşı kendilerine hiç bir örtü yapmadığımız bir kavmin üzerine
doğduğunu gördü.
91- İşte böyle... Onun yaptıklarının hepsini
baştan başa biliyorduk biz.
92-
Sonra diğer bir yol tuttu.
93-
En sonunda iki dağın arasına varınca önlerinde hemen hemen hiç bir söz
anlamayan bir kavme rastladı.
94-
Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cüc bu ülkede doğrusu bozgunculuk
yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için sana bir vergi verelim
mir'
95- Dedi ki: "Rabbimin bana verdikleri daha
hayırlıdır. Bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir
duvar yapayım."
96-
"Bana demir kütleleri getirin." Nihayet iki dağın arasını doldurunca
"Körükle-yin!" dedi. Nihayet onu bir ateş haline getirince:
"Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim" dedi.
97-
Onlar artık onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler.
98- Dedi ki: "Bu Rabbinıin bir rahmetidir.
Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabbimin verdiği söz
gerçektir."
99- O gün biz onları bırakırız da dalgalar
halinde birbirlerine girerler. Derken Sûr'a üflenince hepsini bir araya
toplarız.
"Güneşin
doğduğu yer" ile "battığı yer" buyrukları arasında tıbâk sanatı
vardır.
"Nihayet
onu bir ateş haline getirince" buyruğunda beliğ bir teşbih vardır. Yani
ısısı ve kızıllığıyla onu ateşe benzer hale getirince, demektir. Benzetme edatı
ve benzetme yönü hazf edilmiştir.
"Dalgalar
halinde birbirlerine girerler" buyruğunda fijlde tebaî istiare vardır.
Onların çokluğu ve iç içe girmeleri, ardı arkasına dalgalan gelen bir denize
benzetilmiştir.
"Kim
zulmederse ona azap edeceğiz" buyruğu ile "Fakat kim de iman eder ve
salih amel işlerse ona mükâfat olarak el-Hüsna vardır." buyrukları
arasında mukabele sanatı vardır.
[82]
"Sana"
Yahudiler veya Mekke müşrikleri "bir de Zülkarneyn'i soruyorlar."
Doğru olan görüş bunun, dünyaya hükmetmiş başka bir salih kimse olduğudur. Ona
Zülkarneyn denmesinin sebebi doğudan batıya kadar yeryüzünün iki tarafını
(boynuz anlamına gelen iki karn'ını) dolaştığından bu adı almış olabilir. Bir
diğer görüşe göre onun iki karnı yani iki saç örüğü vardı. Bir başka görüşe
göre ise onun tacının iki boynuzu vardı. Kahramanlığı dolayısıyla bu lakabın
verilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Mümin ve salih bir kimse olduğu ittifakla
kabul edilmekle birlikte, daha sahih kabul edilen görüşe göre peygamber
değildir.
"Size
onun haberinden" halinden "anlatacağım" söz edeceğim. Bu açıklamalar
Kur'an-ı Kerim'den bölümlerdir. Denildiğine göre dünyaya müminlerden iki kişi,
Süleyman ile Zülkarneyn; kâfirlerden de iki kişi, Nemrud ile Buhtun-nassar
hakim olmuşlardır.
"Doğrusu
biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş,..." orada kolaylıkla
yolculuk etme imkânını ve dilediği tasarrufta bulunma gücünü vermiş, "ve
ona her şeyin yolunu" maksadına kendisini ulaştıracak bilgi, kudret yahut
irade gibi gerek duyacağı bütün yolları "öğretmiştik."
"O
da bir yol tuttu." Batıya doğru bir yol izledi. Yani batıya ulaşmak istedi,
bundan dolayı da kendisini batıya götürecek bir yol takip etti.
"Güneşin
battığı yere" yani güneşin batış yerine "vardığı zaman onu kara
çamurlu bir pınarda" yani su dibinde çöken kara bir çamurda "batıyor
gördü". Böyle bir kara çamurlu pınarda batışı ise çıplak gözün görmesine
göredir. Yoksa güneş bilindiği gibi dünyadan daha büyüktür. "Yanında
da", kara çamurlu pınar yakınında "bir kavme" kâfir bir
topluluğa "rastladı."
"Ey
Zülkarneyn!" Biz ona, onları azaplandırmak veya imana çağırmak yollarından
birisini izlemesini ilham ettik. "İstersen onlara" kâfir oldukları
için onları öldürmek suretiyle "azap da edebilirsin, iyi muamelede de
bulunabilirsin. " Yani onları irşad etmek, şer'î hükümleri öğretmek
suretiyle iyi bir yol da tutabilirsin "demiştik". Bir görüşe göre ise
onları öldürmekle esir almak arasında muhayyer kılınmıştı.
"Dedi
ki:" Zülkarneyn onları davet yolunu seçerek şöyle dedi: "Kim"
şirk ve küfür üzere ısrar etmek suretiyle "zulmederse ona görülmedik bir
azap edeceğiz. " Onu öldüreceğiz yahut oldukça ağır bir azap vereceğiz
veya ona ateşle ağır bir azapta bulunacağız.
"Fakat
kim de iman ederse ona" her iki cihanda "en güzel mükafat
vardır." Cennet yahut da büyük sevap vardır. "Ona emrimizden kolayını
da söyleyeceğiz." Ağır gelmeyen kolay emirler vereceğiz.
"Sonra"
doğuya doğru "bir başka yol tuttu."
"Nihayet
güneşin doğduğu yere ulaştığında onun, güneşe karşı kendilerine hiç bir örtü
yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü." Çünkü onların
yaşadıkları bölgeler bina yapmaya uygun değildi. Ayrıca güneş doğduğu sırada
saklandıkları bir takım menfezleri vardı, güneş yükseldiği vakit de bunlardan
dışarı çıkarlardı.
"İşte
böyle..." Yani Zülkarneyn'in açıkladığımız şekilde doğuya ve batıya
ulaşmasına dair hali budur. "Onun yaptıklarının hepsini baştan başa biliyorduk
biz." Zülkarneyn'in yanında bulunan araç-gereç, asker ve buna benzer zahiren
görülen ve görülmeyen durumlarını biliyorduk. Maksat ise bunların, ancak ilmi
her şeyin inceliklerini kuşatan ve her şeyden haberdar olan Latîf ve Habîr'in
kuşatacağı kadar çok olduklarını ifade etmektedir.
"Sonra
diğer bir yol tuttu." Doğu ile batı arasında uzanan üçüncü bir yol izledi.
Bu sefer de güneyden kuzeye doğru yol almıştı. "En sonunda iki dağın
arasına varınca", yani aralarında şeddini inşa ettiği iki dağın arasına.
Bunlar ise Güney Kafkasya dağları olduğunu söyleyenler vardır. Denildiğine göre
bu iki dağ, Kuzey taraflarından Türklerin yurdu bitiminde, arkalarında Ye'cûc
ile Me'cûc'un bulunduğu yüksekçe iki dağdır. "Önlerinde hemen hemen hiç
bir söz anlamayan bir kavme rastladı." Yani ancak ağır ağır veya bir süre
sonra söylenen sözü anlayabiliyorlardı. Veya onlar kendilerini dinleyene
maksatlarını anlatamıyorlar ve meramlarını açıklayamıyorlardı. Buna sebep ise
dillerindeki tutukluk idi.
"Dediler
ki" Onlar tercümanları aracılığı ile dediler ki: "Ye'cûc ve
Me'cüc", bu isimler iki ayrı kabilenin ve Arapça olmayan isimleridir,
"bu ülkede doğrusu bozgunculuk yapıyorlar." Yani -bize doğru geldiklerinde- bizim
ülkemizde talan, haksızlık ve tahripte bulunmak suretiyle bozgunculuk
yapıyorlar. Denildiğine göre bunlar bahar vaktinde çıkıp gelirler, yemedik
yeşil hiç bir şey bırakmazlardı. Kuru namına ne varsa da mutlaka alır
götürürlerdi. Bunların insan yedikleri de söylenmiştir.
"Bizimle
onların arasına bir sed" yani bize ulaşmalarını önleyecek bir engel
"yapman için sana bir vergi verelim mi?" Mallarımızdan sana
karşılıksız olarak bir miktar verelim mi? Bu kelime (harç, yani vergi) haraç
şeklinde de okunmuştur; haraç ise ödenmesi gereken meblağ demektir.
"Rabbimin
bana verdikleri" mal ve başka şeyler "daha hayırlıdır." Sizin
bana vereceğiniz maldan daha hayırlıdır; o bakımdan benim ona ihtiyacım yoktur.
Ben sizden herhangi bir bedel almaksızın bu şeddi yapacağım. "Bana gücünüzle
yardım edin." Yani maksadımı gerçekleştirme imkânını verecek şekilde
araç-gereç ve sizden isteyeceğim insan gücünü bana getiriniz. "Sağlam bir
duvar" sapasağlam bir engel. Bu ise şedden daha büyük ve daha sağlam bir
bina anlamındadır.[83]
"Demir
kütleleri" demir parçaları; bunlar kendisi ile bina yapılan büyük
parçalardır. O bu parçalarla şeddi yaptı, bunlar arasında da odun ve kömür
koydu. "Nihayet iki dağın arasını doldurunca", yani her iki dağ
arasındaki yapıyı dağa eşit yüksekliğe getirince, işçilere
"körükleyin" dedi. Onlar da körükle-diler. "Nihayet onu",
yani demiri "bir ateş haline", yanması ve alevi itibariyle ateşe
benzer bir hale "getirince, bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim,
dedi." O eritilmiş bakırı kızdırılmış demirin üzerine döktü ve birbirine
yapışarak demirin arasındaki boşluklar da kapanmış oldu. Böylelikle sapasağlam
tek parça bir dağ haline geldi.
"Onlar"
yani Ye'cûc ile Me'cûc "onu ne aşabildiler", oldukça yüksek ve kaygan
olduğundan dolayı üstüne çıkamadılar "ne de delip geçebildiler." Yani
sağlam ve kalın olduğundan dolayı delemediler.
"Dedi
ki: Bu" Zülkarneyn şöyle dedi: Bu sed "Rabbimin bir rahmetidir."
Rahmetinin bir tecellisi yahut kullarına bir nimetidir. Çünkü bu sed düşmanların
çıkmalarına engeldir. "Rabbimin vaadi" kıyametin kopacağına dair
vakti yahut da Ye'cûc ile Me'cûc'un şeddin gerisinden çıkacakları vakte dair
vaadi "gelince onu yerle bir eder." Yani yer ile dümdüz edilmiş bir
hale getirir. "Rabbimin verdiği söz gerçektir." Yani Rabbimin
onların çıkışları ile ilgili olsun diğer hususlara dair olsun verdiği sözler
kaçınılmaz olarak mutlaka gerçekleşecektir.
"O
gün biz onları bırakırız da" Onlar zamiri Ye'cûc ile Me'cûc'a aittir.
"dalgalar halinde birbirlerine girerler." Yani şeddin arkasından
çıkacakları vakit Ye'cûc ile Me'cûc birbirlerinin içine dalgalar gibi
karışırlar. Çoklukları dolayısıyla ülkelerdeki sıkışık bir halde birbirlerinin
içine girerler, "...derken Sûr'a üflenince", yani kıyametin kopması
yahut öldükten sonra diriliş için "Sûr" adı verilen boynuza
üfürülünce "hepsini bir araya toplarız." Yani bütün insanları kıyamet
gününde hesap ve ceza için tek bir yerde bir araya getiririz.
[84]
Ashâb-ı
Kehf kıssasının nüzul sebebini açıklarken Yahudilerin müşriklere Rasulullah
(s.a.)'a Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn ile ruha dair soru sormalarını tavsiye
ettiklerini açıklamıştık. Meşhur olan görüşe göre soruyu soranlar
Ku-reyşlilerdir.
İşte
bu, bu surede sözü geçen kıssaların dördüncüsüdür. Bu kıssa, Ashâb-ı Kehf
kıssası, iki bahçe kıssası ise Hz. Adem'e meleklerin secde etmeleri emri ile
İblis'in bunu kabul etmeyişinden sonra söz konusu edilmektedir.
[85]
"Sana
Zülkarneyn i sorarlar. Size onun haberinden anlatacağım, de." Ey Muhammed!
Yahudilerle Kureyşliler sana Zülkarneyn'in durumuna dair haberleri, seni
denemek ve zorda bırakmak maksadıyla soruyorlar. Sen de onlara de ki: Ben size
ona dair Kur'ân-ı Kerim'de sözü geçecek şekilde, bana Rabbim-den indirilen
metluv (okunması ibadet olan) vahiy yoluyla haber vereceğim.
Bundan
önce Mekke kâfirlerinin Kitap Ehli'ne bazı kimseleri göndererek, onlardan
Peygamber (s.a.)'i kendileri ile sınayıp deneyecekleri hususlara dair bilgi
vermelerini istediklerini, Yahudilerin de buna karşılık onlara şunu tavsiye
ettiklerini görmüştük: Siz ona yeryüzünde çokça dolaşmış bir adam ile ne yaptıkları
bilinmeyen bir takım gençler ve ruh hakkında soru sorunuz. Bunun üzerine Kehf
suresi nazil oldu.
Zülkarneyn,
dünyayı yaklaşık olarak M.Ö. 330 yıllarında hakimiyeti altına alan İskenderiye
şehrinin kurucusu Makedonyalı Filip'in oğlu İskender ile karıştırılmıştır. Bu
aynı zamanda birinci öğretmen (Muallim-i evvel) olarak bilinen Aristo'nun da
öğrencisidir. Bu İskender İranlılara karşı savaşmış, Dâ-râ'nm mülkünü istilâ
etmiş ve onun kızıyla evlenmiş; daha sonra oradan Hindistan'a gidip savaşmış
sonra da Mısır'a hakim olmuştu. Ona Zülkarneyn adının veriliş sebebi, güneşin
doğduğu yer ile güneşin battığı yere kadar ulaşmış olmasıdır. Böylelikle doğu
ve batıdaki ülkelerin büyük bir bölümünü eline geçirmişti. Şevkânî şöyle der:
"Ancak Zülkarneyn'in sözü geçen İskender olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü
bu İskender hem kâfirdi, hem de Aristo'nun öğrencisi idi. Daha tercihe değer
görüşe göre ise bu Zülkarneyn, Allah'ın kendisine geniş bir ülkenin
hükümdarlığını verdiği salih bir kuldur. İşte Kur'an-ı Ke-rim'in şu buyruğu da
buna işaret etmektedir: "Doğrusu biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar
vermiş ve ona her şeyin yolunu öğretmiştik." Biz ona büyük bir hükümdarlık
alanı vermiştik. Sonra asker, silah ve ilim gibi şeylerle iktidarını
pekiştirmiştik. Ülkenin her bir tarafına ulaşabilecek şekilde tasarrufta bulunma
gücünü vermiş, dilediği yerde, dilediği şekilde nüfuzunu yaygınlaştırmak ve
egemenliğini kurmak imkânını verecek türlü araç, sebep ve yollan ona hazırlamıştık.
O da doğusundan batısına kadar tümüyle yeryüzünü hakimiyeti altına almış, her
bir iklim ve ülke ona itaat etmiş, Arapların da Arap olmayanların da kralları
ona boyun eğmişti.
Yüce
Allah'ın: "Ve ona her şeyin yolunu öğretmiştik" buyruğunun anlamı da
şudur: Biz ona, kendisini isteğine ulaştırabilecek her türlü yolu kullanma
imkânını vermiştik. Sözü geçen bu yollar ise şunlardır:
1- "O da bir yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman
onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü." Yani o kendisini maksadına
ulaştıracak yollardan bir yol izledi. Nihayet batı tarafındaki ülkeler olan
Tunus, Cezayir ve Merakeş (Fas) gibi ötesinde karanlıklar denizi veya Atlas
Okyanusu diye bilinen Okyanusun dışında hiç bir şeyin bulunmadığı, yeryüzünün
batı tarafının son noktalarına varınca, orada güneşin çamuru oldukça fazla,
yani siyah çamuru bol bir pınarda battığını gördü. Bu ise kumlara ve kara
çamurlara karışmış okyanus sahili üzerinde güneş kursunun batımı esnasında
görünen bir manzaradır.
Râzî
şöyle der: Yeryüzünün küre şeklinde, semanın da onu kuşatmış olduğu delil ile
sabittir. Güneşin felek üzerinde (yörüngede) olduğunda da şüphe yoktur. Aynı
şekilde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yanında da bir kavme
rastladı." Bilindiği gibi güneşin yakınlarında bir kavmin bulunması söz
konusu değildir. Aynı şekilde güneş yeryüzünden defalarca daha büyüktür. O
halde yeryüzünün pınarlarından bir pınar içerisine güneşin girmesini aklen
nasıl kabul edebiliriz? Bu husus bu şekilde sabit olduğuna göre Yüce Allah'ın:
"Onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü" buyruğunun tevili
şudur: Zülkarneyn güneşin batı tarafında böyle bir yerde battığını gördüğü yere
ulaşıp da artık bundan sonra mamur herhangi bir yerin kalmadığı noktaya
geldiğinde, güneşi adeta sakin ve kapkaranlık bir pınar içerisinde batıyor gibi
gördü. Gerçekte böyle olmasa dahi ona böyle göründü. Nitekim denizde yolculuk
yapan bir kimse eğer sahili görmüyor ise güneşi suda batıyor gibi görür.
Hakikatte ise güneş denizin ötesinde batmaktadır. Ebu Ali el-Cübbâî'nin Tefsir'
inde sözünü ettiği tevil şekli budur.[86] Daha
sonra Râzî kabul edilme ihtimali oldukça uzak başka bir takım tevillerden de
söz eder.
"Yanında
da bir kavme rastladı. Ey Zülkarneyn! İstersen onlara azap da edebilirsin, iyi
muamelede de bulunabilirsin, dedik." O çamurlu pınarın yanında batının en
uzak taraflarında Ademoğullarmdan kâfir bir kavim ve büyük bir topluluk gördü.
İlham yoluyla biz ona şöyle dedik: Sen bunlara şu iki husustan birisini
yapmakta muhayyersin: Küfür üzere ısrar ettikleri takdirde onları öldürmek
suretiyle onlara azap etmek yahut da onlara iyilikte bulunup bu hallerine,
onları hakka, hidayete ve doğruluğa davet ederek şeriati ve hükümlerini
öğreterek sabretmek.
"Dedi
ki: Kim zulmederse ona azap edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür ve Rabbi onu
görülmemiş bir azaba uğratır." Yani Zülkarneyn yakınlarından birisine
şöyle dedi: Şirk üzere ısrar etmek suretiyle kendisine zulmedip benim davetimi
kabul etmeyen kimseye biz dünya hayatında öldürmek suretiyle azap edeceğiz.
Sonra o ahirette Rabbine döndürülecektir. Rabbi de onu cehennem ateşinde
oldukça ağır ve görülmedik bir azap ile azaplandıracaktır.
"Fakat
kim de iman eder ve salih amel işlerse ona mükâfat olarak el-Hüs-na vardır. Ona
emrimizden kolayını da söyleyeceğiz." Yani Allah'a ve O'nun vahdaniyetine
iman edip de benim davetimi kabul eden, imanın gereği olan salih amelleri
işleyen kimsenin mükâfatı cennet olacaktır. Biz ondan, ağır ve zor gelmeyen
kolay bir iş de isteyeceğiz ki, Allah'ın dinine girmek arzusuna sahip olsun;
Allah'ın emrettiği şeyler olan namaz, oruç, zekât, hac ve buna benzer emirleri
yerine getirmeyi sevsin. O bakımdan biz böylesine zor ve ağır bir emir
vermeyeceğiz. Ona kolay ve ağır gelmeyen işler buyuracağız.
2- "Sonra bir başka yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere
ulaştığında onun, güneşe karşı kendilerine hiç bir örtü yapmadığımız bir kavmin
üzerine doğduğunu gördü." Daha
sonra güneşin batış yerinden doğduğu yere yönelerek bir başka yol izledi.
Nihayet yeryüzünde güneşin ilk olarak üzerine doğduğu yere ulaşınca güneşin
çıplak ayaklı, elbisesiz, güneş sıcağından kendilerini koruyacak bir şeyleri
olmayan bir kavmin üzerine doğduğunu gördü. Bunların güneşe karşı kendilerini
örtecek elbiseleri yoktu, bina ve ağaçları da yoktu. Bunların herhangi bir
barınağı bulunmayan bir geçit içerisinde yaşayan kimseler olduklarını gördü.
Çoğunlukla da balık avlamakla geçiniyorlardı.
"İşte
böyle. Onun yaptıklarının hepsini baştan başa biliyorduk biz." Zülkarneyn
-bundan önce nitelendirdiğimiz şekilde- doğuya ve batıya ulaşıncaya kadar
çeşitli yolları izledi; işte onun hali budur. Biz ona bu mülk ve saltanatı
verdiğimiz vakit, bu hükümdarlığa ve bu işi tek başına elinde bulundurmaya
muktedir olduğunu biliyorduk. Biz onun bütün hallerinden haberdardık. Onun
hallerinin hiç birisi bize gizli değildi. Nitekim bir başka ayet-i kerimede
şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz yerde olsun gökte olsun hiç bir şey
Allah'a gizli kalmaz." (Âl-i İmran, 3/5). Yani o (Zülkarneyn), ancak
gizliyi de açığı da bilenin bildiği şekilde, nitelendirildiği gibidir.
3- "Sonra diğer bir yol tuttu. En sonunda iki dağın arasına varınca
önlerinde hemen hemen hiç bir söz anlamayan bir kavme rastladı." Yani
doğudan kuzeye doğru yönelerek doğu ile batı arasında yer alan üçüncü bir yol
izledi. Nihayet Güney Kafkasya'da iki dağ arasına ulaşınca bu dağların
ötesinde başkalarının sözünü hemen hemen hiç anlayamayan bir insan topluluğuna
rastladı. Bunun sebebi, dillerinin farklı oluşudur.
Sözü
geçen bu kavmin Karadeniz'in doğu taraflarında yerleşmiş bulunan eski İskitler
olduğu bunların Bâbü'l-Ebvâb (Kapılar Kapısı) veya Derbent diye bilinen Kafkas
dağlarında, iki dağ arasında, aşılması oldukça güç bir şeddin (dağın) üst
taraflarında yaşadığı da söylenmiştir.
"Dediler
ki: Ey Zülkarneyn! Ye'cûc ve Me'cûc doğrusu bu ülkede bozgunculuk
yapıyorlar." İki dağ arasında yaşayanlar, -ki Zülkarneyn Yüce Allah'ın
kendisine bağışlamış olduğu sebeplerin kolaylaştırılması sayesinde yahut tercüman
aracılığı ile onların ne demek istediklerini anlamıştı- şöyle dediler: Şüphesiz
Ye'cûc ve Me'cûc -iki ayrı kavim- bizim topraklarımızda insan öldürmek,
binaları tahrip etmek, zulüm, baskı vs. yollarıyla bozgunculuk çıkartmaktadırlar.
"Bizimle onlar arasına bir sed yapman için sana bir vergi verelim
mi?" Bizimle onlar arasında onların bize ulaşmalarını engelleyecek şekilde
bir engel inşa etmen için sana mallarımızdan belli bir miktar yahut bir vergi
vermemizi uygun bulur musun?
"Dedi
ki: Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır. Bana gücünüzle yardım edin de
sizinle onların arasına sağlam bir duvar yapayım." Zülkarneyn şöyle dedi:
Rabbimin bana verdiği imkânlar, bana ihsan etmiş olduğu güç, kudret ve pek çok
mal sizin vereceğiniz vergiden ve aranızda toplayacağınız mallardan daha
hayırlıdır. Nitekim Hz. Süleyman da şöyle demişti: "Siz bana malınız ile
mi yardım ediyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha
hayırlıdır." (Nemi, 27/36).
Fakat
sizler bana gücünüzle yardımcı olunuz. Bu konuda işçilerin çalışması ile ve
yapı araçlarıyla bana yardım ediniz; ben de sizinle onlar arasına oldukça
sağlam bir sed ve aşılması zor bir engel yapayım. Daha sonra Zülkarneyn güçle
yardım etmekten kastın ne olduğunu şu sözleriyle açıklamaktadır: "Bana
demir kütleleri getirin. Nihayet iki dağın arasını doldurunca, Körükle-yin,
dedi. Nihayet onu bir ateş haline getirdi ve, Bana erimiş bakır getirin de
üzerine dökeyim, dedi." Bu demir parçalarını temelden itibaren üst üste
yerleştirdi. Nihayet yaptığı bu inşaat uzunluk ve en itibariyle dağların
tepeleriyle aynı hizaya ulaşınca körüklerle bu demir yığınlarını kor haline
dönüştürdü ve erimiş bakırı kızdırılmış demir yığınının üzerine döktürdü.
Böylece hepsi birbirine bitişik tek bir kütle ve sapasağlam bir dağ haline
geldi, demirlerin arasındaki boşluklar da kapatılmış oldu.
"Onlar
artık onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler." Bundan sonra Ye'cûc
ile Me'cûc, oldukça yüksek ve kaygan olduğu için şeddin üzerine çıkamadılar.
Kalın ve sağlam olduğundan dolayı delip geçemediler. Böylelikle Allah onlara
komşu olan kavimleri fesat ve kötülüklerinden rahatlatmış oldu.
Zülkarneyn
oldukça sağlam ve aşılmaz olan bu şeddi bina ettikten sonra: "Dedi ki: Bu,
Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabbimin
verdiği söz gerçektir." Bu sed Rabbimin bu kavme yahut da insanlara olan
rahmetinin tecellilerinden birisi ve nimetlerden bir nimettir. Çünkü bu sed
Ye'cûc ve Me'cûc ile onların yeryüzünde fesat çıkarmaları arasına bir engeldir.
Şeddin arkasından çıkışlarına dair Rabbimin tayin ettiği vade geldiğinde
Rabbim o şeddi dümdüz eder, yıkıverir; yere yapışık düz bir satıh haline
getirir. Zaten benim Rabbimin onu tahrip etmeye, Ye'cûc ve Me'cûc'un çıkışma ve
genel olarak Rabbimin her bir hususa dair vaadi değişmez bir haktır. Asla
gecikmez, mutlaka gerçekleşir.
İmam
Ahmed, Buharî ve Müslim, Peygamber (s.a.)'in hanımı Cahş kızı Zeynep'ten şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.) yüzü kızarmış olduğu halde
uykusundan şöyle diyerek uyandı: "Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur.
Oldukça yaklaşmış bir kötülükten dolayı vay Arapların haline! Bu gün Ye'cûc ile
Me'cûc şeddinden şunun gibi bir gedik açıldı" dedi ve parmaklarını halka
yaptı. "Ey Allah'ın Rasulü! Salihler aramızda olduğu halde helak edilir
miyiz?" dedim, Şöyle dedi: "Evet, kötülük artacak olursa."
İşte
bu halka gittikçe genişledi ve nihayet H. VII. asrın ortalarında Moğolların
ortaya çıkıp İslâm topraklarını kasıp kavurmalarıyla İslâm halifeliğinin
tahtını yıkmak ve Bağdat'ta 656 yılında bu halifeliği sona erdirmek suretiyle
daha da genişlemiş oldu. Nitekim Kur'ân-ı Kerim bunu şu buyruklarıyla anlatmaktadır:
"O gün biz onları bırakırız da dalgalar halinde birbirlerine girerler.
Derken Sûr'a üflenince hepsini bir araya toplarız." Yani biz Ye'cûc ile
Me'cûc'un çıktıkları günü insanları biribirine karışık, biribirleriyle iç içe
olacak şekilde bıraktık. Böylelikle öldürmeler artar, ekinler yok olur, mallar
telef edilir. Yüce Allah'ın bir başka ayet-i kerimesinde haber verdiği gibi:
"Ta ki Ye'cûc ve Me'cûc (un) şeddi açılıncaya kadar, onlar her yüksek
yerden süratle gelirler" (Enbiya, 21/96). Bütün bunlar ise kıyametin
kopmasından ve Sûr'a üfürülme-sinden önce, bizim için bilinmesi mümkün olmayan
bir süre kadar önce olacaktır. Başka bir takım müfessirlerin görüşüne göre de
ayet-i kerimenin manası şöyledir: Bunlar kıyamet gününde, kıyamet günlerinin
ilkinde, deniz dalgaları gibi biribirlerine karışır, biribirleri içerisinde
çalkalanır giderler. Kurtubî ise bunu, biz Ye'cûc ile Me'cûc'u şeddi
tamamlandığı sırada dalgalar halinde birbirlerine girecek şekilde bıraktık,
şeklinde açıklamayı tercih etmiştir.
Kıyametin
kopacağı vakit yaklaştı mı, Sûr'a üfürülecektir. Bu da ikinci üfürüştür. İşte
biz o gün insanları bedenlerinin çürüyüp toprak oluşundan sonra diriltmek
suretiyle bir araya getirip toplayacağız ve hep birlikte hesap vermek üzere
mahşer yerine getirip hazırlayacağız. Nitekim başka bir takım ayet-i
kerimelerde bu hususlar dile getirilmektedir ki, bunların bir kısmı şöyledir:
"De ki: Şüphesiz öncekiler de sonrakiler de bilinen bir günün tayin
edilmiş bir vaktinde toplanmış olacaklardır." (Vakıa, 56/49-50); "Hiç
birini bırakmaksızın toplarız onları." (Kehf, 18/47). Sûr ise sabit olan
hadiste de belirtildiği üzere kendisine üflenilecek bir borudur. Onu İsrafil
(a.s.) üfleyecektir.
[87]
Bu
ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delil gösterilir:
1- Zülkarneyn dünyaya egemen olan ve dünyadaki insanları egemenliği
altına alan mümin hükümdarlardan birisidir. Allah ona oldukça geniş bir hükümdarlık
verdiği gibi hikmet, heybet ve faydalı bilgi de vermişti. Bizler bu kişinin
kimliğini kesin olarak belirleyemeyiz. Ancak Kur'ân-ı Kerimin bize anlattığı
kadarına iman ederiz.
Rivayet
edildiğine göre bütün dünyaya egemen olan kişiler dörttür. Bunların ikisi
mümin ikisi kâfirdir. Mümin olanlar Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman ile
Zülkarneyn; kafir olanlar ise Nemrud ve Buhtunassar'dır. İbni İshak şöyle der:
Zülkarneyn ile ilgili bilgilerden birisi de şudur: Başkasına verilmemiş olan
şeyler ona verilmişti. Yollar onun önünde alabildiğine uzanmıştı. O da sonunda
dünyanın doğusuna da batısına da gitmişti. Ayağını nereye bastıysa mutlaka
oranın halkını egemenliği altına aldı. Nihayet doğuda da batıda da ötesinde hiç
bir insan bulunmayan yerlere kadar ulaştı.
2- Yüce Allah Zülkarneyn için kendisini maksadına ulaştıracak bütün sebepleri
hazırlamıştı. Onun başından geçmiş üç olayı bize bildirmektedir. Bunlar
dünyanın batısında, doğusunda ve ortalarında meydana gelmiştir. Güneşin battığı
yerdeki olay şöyledir: O kâfir bir kavim ile karşılaşmış ve Yüce Allah onu iki
işten birisini yapmakta muhayyer bırakmıştı. Ya küfür ve tuğyanlarının bir
cezası olmak üzere öldürmek ve onları imha etmekle azap, yahut da hakka,
hidayete ve Allah'ı tevhide irşad etmek ve onları hayatta bırakmak. Zülkarneyn
onlara mühlet verip Yüce Allah'a davet etme yolunu tercih etti. Aralarında
zalimi zulümden alıkoyacak, adaleti uygulayacak kadar bir süre ikamet ederek
onları Yüce Allah'ın yoluna davet etti.
Doğuda
ise kumluk bir bölgede yaşayan ilkel bir kavim bulunurdu. Bu ülkede herhangi
bir yapı inşa etmek mümkün değildi. Ayrıca ora halkı, ne bir ağaç gölgesiyle ne
de bir ev çatısı altına girmek suretiyle güneşe karşı korunamıyor,
örtünemiyorlardı. Hasan-ı Basrî der ki: Onların arazilerinde dağ ve ağaç yoktu.
Bu arazi, üzerinde yapılacak yapıları taşıyamıyordu. Güneş doğduğu vakit suya
inerler, güneş batınca sudan çıkarlardı. Hayvanların otladıkları gibi
otlarlardı.
Katâde
ise şöyle der: Kendileri ile güneş arasında bir örtü yoktu. Onlar herhangi bir
binanın sağlamca duramadığı bir yerde yaşıyorlardı. Kendilerine has özel bir
takım menfezlerde kalırlardı. Güneş kayboldu mu tekrar geçim yerlerine ve
tarlalarına dönerlerdi. Yani ne bir dağın mağarası ile ne de içinde
barınacakları bir ev ile güneşe karşı kendilerini saklıyamıyorlardı.
Her
iki görüş de orada bir medeniyet olmadığını göstermektedir. Onlardan kimisi
suya girer kimisi de böyle menfezlere girerdi. O halde el-Hasan'ın görüşü ile
Katâde'nin görüşü arasında da bir ayrılık yoktur.
Bu,
balık avlayarak geçinen ilkel bir topluluğun durumuna dair tarihî bir bilgidir.
Bu kavmin herhangi bir örtüsü ve barınağı yoktu. Bu ise medenî toplumların
güvenlik içerisinde ağaçların gölgeleri altında, rahat evlerde yaşama nimetine
şükretmelerini gerektirmektedir.
Zülkarneyn'in
doğu ile batı ve iki sed arasında kuzeye doğru yani Ermenistan ile Azerbaycan
arasında iki dağ arasındaki yolculuğuna gelince: Bu yolculuk oldukça vahşi ve
yeryüzünde fesat çıkartan bir takım kabilelerin baskınlarına maruz kalan,
yenik düşürülmüş mustaz'af bir halkı kurtarmak içindi. Zülkarneyn bu mustaz'af
kavme oldukça sağlam ve güçlü bir sed inşa etmişti.
Bu
şeddi ile bu kavmi bu baskın dalgalarına karşı korumuş ve bu şeddin varlığını
devam ettirmesinin Allah'ın iradesine bağlı bir şey olduğunu bildirmiştir. İşte
bu güçlü devletlerin ibret almaları gereken bir örnektir. Çünkü aslında bu
güçlü devletler zayıf halkları korumakla, onların servetlerini onlardan bir şey
almaksızın muhafaza etmekle görevlidirler. Böylelikle güçlü devletler bu zayıf
devletlerin ve toplumların daha da zayıflamasında bir pay sahibi olmasınlar;
aksine bu güçsüz toplumların elinden tutarak daha ileriye götürsünler, onları
gerilikten, yokluktan, kaybolmaktan koruyarak kurtarabilsinler. İşte Zülkarneyn
bütün dünyaya egemen olduğu halde, o sapasağlam şeddi yapmış olmasına rağmen, o
kavimlerin mallarından herhangi bir şeyi almayı kabul etmemiştir.
3- Kurtubî şöyle der: Bu ayet-i kerimede (sed ayetinde) hapishane yaparak
fesatçıları orada hapsedip onların istedikleri gibi tasarrufta bulunmalarını engellemeye,
onları kendi halleriyle başbaşa bırakmamaya, aksine böylelerinin acıtılacak
şekilde dövüleceklerine, hapsedileceklerine yahut da Hz. Ömer'in de yaptığı
gibi kefalet altında serbest bırakılacaklarına dair bir delil vardır.[88]
4- Salâh ve ihlâs sahibi olan kimseler, Allah'ın rızası için bir takım
işleri bitirmeye özel olarak gayret ederler. Bunun karşılığında insanlardan
dünyevî herhangi bir karşılık yahut bedel beklemezler. Yüce Allah'ın kendisini
desteklediği kişi olan Zülkarneyn şöyle demişti: "Rabbimin bana
verdikleri daha hayırlıdır. " Yani Yüce Allah'ın bana vermiş olduğu güç,
imkân ve egemenlik sizin vereceğiniz vergilerden ve mallarınızdan hayırlıdır.
Fakat bedenî güçle bana yardımcı olunuz. Yani kendileri aracılığıyla şeddi
yapacağım araç-gereç ve bedenî çalışma ile bana yardımcı olunuz. Bu ise işte
başarı elde etmenin başlangıcıdır. Eğer o kavim ona bir vergi vermiş olsaydı,
kimse ona yardımcı olmazdı
ve
inşaatı ya'fnız /tencfisı yapsın c/ı'ye yanma yaAfaşmazfarcfi. O' Aavnı/n ona
yardımcı olmaları, yapılmak istenen işin daha çabuk bitirilmesini ve daha hızlı
bir şekilde sonuçlandırılmasını sağlamıştır.
5- Aynı şekilde: "Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır"
ayet-i kerimesi şunu da göstermektedir: Yönetici veya hükümdarın görevlerinden
birisi de ülkeyi korumak, sınırlarını emniyet altına almak suretiyle insanların
güvenliğini sağlamak zorundadır. Devlet başkanı, bunu aşağıdaki şu üç şart
içerisinde halktan toplayacağı parayla yapabilir:
a) Herhangi bir şeyi onlardan esirgeyerek yalnızca kendisine tahsis etmemelidir.
b) Önce muhtaçlara yardımcı olmakla işe başlamalıdır.
c) Mevki ve konumlarına göre onlara verecekleri bağışlarında eşit davranmalıdır.
Şayet
yönetici yönettiklerinin yardımına ihtiyaç duyacak olursa onlar da mallarından
önce evvela kendi güçlerini takdim ederler. İhtiyaç kadar da mallarından
alınır ve idareli bir şekilde harcanır. İşte Zülkarneyn bu gibi kimselerin
mallarından bir şeyler almayı kabul etmeyerek şöyle demişti: Mal bende,
çalışacak insanlar ise aranızdadır. Böylelikle bedenî çalışma ile ona
karşılıksız yardımda bulunmaları daha öncelikli idi.
Bu
konuda göz önünde bulundurulması gereken kaide şudur: Karşı karşıya kalman bir
zaruret olmaksızın kimsenin malı helâl olmaz. O vakit bu mal da gizli değil
açıkça alınır, bazılarını tercih ederek değil, adaletle alınır ve bu harcama
cemaatin görüşü alınarak yapılır. Yoksa bu konuda müstebitçe ferdî görüşlere
göre harcama yapılamaz(1).
6- Demir ve bakır geçmişte de günümüzde de ağır sanayinin odak noktasını
teşkil eden unsurlardandır. Eskiden de bu iki maden Zülkarneyn vasıtasıyla
oldukça sağlam şeddi inşa etmenin aracı idiler. Günümüzde de bunlar savaş
sanayi olsun, diğer sanayi dallarında olsun hepsinde ana maddeyi teşkil ederler.
[89]
100- O gün kâfirlere cehennemi ayan beyan gösteririz.
101- Onların gözleri benim öğüdüme karşı kapalıydı
ve dinlemeye tahammül edemezlerdi.
102-
Kâfirler beni bırakıp da kullarımı veliler edinebileceklerini mi sandılar?
Doğrusu biz cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık.
103-
De ki: "Size amel hakımından en çok kayıpta bulunanları haber verelim mi?
104-
"Onlar iyi iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatındaki çalışmaları
boşa gitmiş olanlardır."
105-
İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bunun
için yaptıkları boşa gitmiştir. Kıyamet günü biz onlara bir ağırlık vermeyeceğiz.
106-
İşte inkâr edip peygamberlerini ve ayetlerini alaya almalarına karşılık olarak
onların cezası cehennemdir.
"Ameller
bakımından en çok kayıpta bulunanlar..." buyruğunda "ameller"
kelimesinin tekil gelmeyip çoğul gelmesi, onlann tek bir amelde değil, bir çok
amellerinde zararda olduklarına bir işarettir.
[90]
"Onların
gözleri bizim öğüdümüze karşı kapalıydı." buyruğunda temsilî bir istiare
vardır. (Kelime kelime meali şöyledir: Onlar ki gözleri benim öğüdüme karşı
perde içerisinde idi.) Onların kevnî ayetlerden yüz çevirip onlara dikkatle
bakmayışları ve buna bağlı olarak iman etmeyişleri gözleri üzerine perde koymuş
kimseye -temsil yoluyla- benzetilmiştir.
"Kâfirler...
mi sandılar1?" buyruğu azar ve sitem kastı ile bir sorudur.
"Onlar
iyi iş yaptıklarını sandıkları halde" buyruğunda eksik bir cinas yahut
tashif cinası söz konusudur. Çünkü "sandıkları" anlamına gelen
"yahse-bûne" ile "iyi iş yaptıklarını" anlamına gelen
"yuhsinûne" kelimeleri arasında şeklin değişikliği ve bazı harflerin
farklılığı dolayısıyla böyle bir cinas söz konusudur.
[91]
"O
gün kafirlere cehennemi ayan beyan gösteririz." Cehennemi onlara açık bir
şekilde gösterir, önlerine çıkartırız. "Onların gözleri benim
öğüdüme", yani Kur'an-ı Kerim'e yahut da beni tevhid etmek, şanımı
yüceltmek, tazim etmek suretiyle beni anmaya ulaştıran ayetlere (belgelere)
"karşı kapalıydı," gözlerini çepeçevre kuşatan bir örtü içerisinde
idi, "ve dinlemeye tahammül edemezlerdi. " Benim öğüdümü, sözümü,
ona olan buğzları, hakka karşı sağırlıkları dolayısıyla işitemiyorlar, o
bakımdan ona iman etmiyorlardı. Zira onların işitebil-me güçleri yoktu.
"Kâfirler
beni bırakıp da benim kullarımı" yani melekleri, İsa Mesih'i ve Üzeyr'i
"veliler" Rabler "edinebileceklerini mi sandılar?" Soru
inkâr içindir. Anlamı şudur: Bunlar sözü geçen kimseleri Rab edinmenin, beni
gazaplandırma-yacağını, bundan dolayı onları cezalandırmayacağımı mı sandılar?
Kesinlikle hayır! "Doğrusu biz cehennemi kâfirlere", ister bunlardan
olsun ister diğerlerinden olsun "konak olarak hazırladık." Ayet-i
kerimedeki "konak" (nüzul) yolculuktan gelip konaklayana hazırlanan
yer demektir. Yani orası tıpkı misafir için hazırlanmış bir konak yeri gibidir.
Bu ifadede onlarla ince bir alay vardır.
"Ameller
bakımından en çok kayıpta bulunanları" yani küfür ve kendilerini
beğenmeleri dolayısıyla amelleri boşa çıkmış ve batıl olanları "haber
verelim mi?"
"İşte
onlar Rablerinin ayetlerini", Kur'an-ı Kerim'i yahut da tevhid ve nübüvvete
delâlet eden delillerini "ve O'na kavuşmayı" öldükten sonra dirilmek,
hesaba çekilmek, iyiliklerin mükâfatını, kötülüklerin cezasını görmek yahut da
Allah'ın azabı ile karşılaşmak hususlarını "inkâr edenlerdir. Bunun için
yaptıkları boşa gitmiştir." Küfürleri dolayısıyla amelleri boşa
çıkmıştır, amellerine karşılık sevap alamayacaklardır. "Biz onlara bir
ağırlık vermeyeceğiz." Onlar için herhangi bir kıymet takdir etmeyeceğiz;
aksine onları alçaltıp küçülteceğiz.
"İşte...
ayetlerimi alaya almalarına karşılık olarak", yani bunları alay edinilecek
şeyler edinmelerine karşılık olarak, "onların cezası cehennemdir."
Yani sözü edilen amellerinin boşa çıkması ve diğer hususlar onların bir
cezasıdır.
[92]
Yüce
Allah kıyamet gününde Sûr'a üfürülüp insanların kabirlerinden kalkacaklarını,
sonra da amellerinin karşılıklarını görmek üzere bir araya gelip
toplanacaklarını söz konusu ettikten sonra burada, o esnada kâfirlere cehennemin
gösterileceğini de zikretmektedir. Özellikle bunun kâfirler hakkında olacağının
zikredilmesi müminlere bir müjdedir. Kâfirler de Allah'tan başka bir takım
tanrılar edinmelerinin kendilerini Allah'ın azabından kurtaracağını sanırlar;
fakat amelleri boşa çıkmış, batıl olmuş ve küfürleri sebebiyle fayda vermeyecek
bir hale dönüşmüştür.
Şanı
Yüce Allah kıyamet gününde kâfirlere neler yapacağını haber vermektedir.
Bunlardan birisi cehennemin onlara sunulmasıdır. Bu, cehennemin onlara açıkça
gösterilmesi, karşılarına çıkartılması yani cehennemdeki azabın, intikamın,
oraya girmelerinden önce gösterilmesidir. Bu onların keder ve dehşetlerinin
daha erken ortaya çıkacağını bildiren belîğ (etkileyici) bir ifadedir. Yine
Yüce Allah onlar için herhangi bir tartı, yani herhangi bir değer biçilmeyeceğim
de haber vermekte; amellerinin küfür ve inkârları sebebiyle boşa çıkıp
kaybolacağını bildirmektedir.
[93]
"Kafirlere
cehennemi ayan beyan gösteririz." Biz o gün cehennemi, Sûr'a ikinci defa
üfürülmesinden sonra Allah'ı inkâr edenlere açık seçik bir şekilde göstermiş
olacağız; onları toplayacağımız günde o cehennemin dehşetini müşa-hade etsinler
diye.
Kâfirlerin
bir takım nitelikleri vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1- Hakkı görmezlikten ve işitmezlikten gelmek. "Onların, gözleri bizim
öğüdümüze karşı kapalıydı ve dinlemeye tahammül edemezlerdi." Cehennem azabı şüphesiz hidayeti kabul
etmeye, hakka tabi olmaya karşı gafil davranan, onu görmezlikten gelen, Yüce
Allah'ı tevhide, O'nun şanını yüceltmeye ulaşmak üzere Allah'ın ayetlerine
bakmayı terkedip onlar üzerinde düşünmeyen kimseleredir. Nitekim Yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kim Rahman (olan Allah)'m zikrinden yüz
çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz, artık o onun ayrılmaz arkadaşı
olur." (Zuhruf, 40/36). Bu kâfirler Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de açıklamış
olduğu zikrini dinlemiyor, akıllarıyla kavrayamı-yorlardı.
Kısacası
kâfirler Allah'ın ayetlerini (varlık ve birliğinin belgelerini) görmezlikten
geldiler ve Allah'ın Kitab'ında sözü edilen sem'î delillerden de yüz
çevirdiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki gözler
kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hacc, 22/46). Bir başka
yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ve dediler ki: "Bizi davet edegeldiğin
şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir, kulaklarımızda da bir ağırlık
vardır." (Fussilet, 1/45).
2- Allah'tan başka bir takım tanrılara ibadet etmek: "Kâfirler beni
bırakıp da kullarımı veliler edinebileceklerini mi sandılar?" Allah'ı
inkâr eden ve başka veliler, yani Allah dışında melekleri, Mesih'i, şeytanları
ve benzerlerini ma-budlar edinenler, bunun kendilerine fayda vereceğini yahut
da onları azaptan kurtaracağını mı zannettiler? Asla! Bu mabudlarm onlara
faydası olmayacaktır. Bu konudaki yanlışlıklarını da açıkça göreceklerdir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hayır! Onların
kendilerine ibadetlerini reddedecekler ve onlara zıd olacaklardır."
(Meryem, 19/82). İşte bundan dolayı Yüce Allah şu buyruklarıyla da onların
görecekleri azabı haber vermektedir:
"Doğrusu
biz cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık." Şüphesiz biz, Allah'ı
inkâr eden bu kimselere kıyamet gününde cehennemi, konaklayacakları bir yer
olarak hazırladık. Buna sebep onların Allah'tan başka veliler, yani mabudlar
edinmeleridir. Bu ifadeler onlarla bir
alay ve hesaplarının yanlışlığını ifade etmek içindir.
3- Bilgisizlik ve ahmaklık: "De ki: Ameller bakımından en çok
kayıpta bulunanları haber verelim mi? Onlar iyi iş yaptıklarını sandıkları
halde dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiş olanlardır." Ey Muhammed!
Onlara şöyle söyle: Ey insanlar! Sizlere insanlar arasında amellerini en ileri
derece kaybeden ve hesaplarında en büyük yanılgıya düşmüş olanların kimler
olduklarını bildirelim mi? Bunlar dünya hayatında sapan ve razı olunan ve
makbul bir şeriata bağlı olmayıp batıl işler, işleyen ve hiç bir fayda
sağlamayacak işlerle kendilerini yoran, bunun sonucunda da helak olan,
amellerinin semerelerini, meyvelerini kaybeden kimselerdir. Bunlar aynı zamanda
içinde bulundukları hale aldanan bir topluluktur. Bu işi yaparken iyilik
yaptıklarını zannederler. Bunun sonuçlarından yararlanacaklarını, makbul
kimseler olup sevineceklerini zannederler. Ayet-i kerime onlara şiddetli bir
azarlamayı da ifade eder. Özetle: Benden başkalarına ibadet eden şu kâfirlere
şunu söyle: Yarın onların çalışmaları ve emelleri boşa çıkacaktır. Bu bakımdan
onlar ameller bakımından en çok ziyanda olan kimselerdir.
Amellerinin
bir işe yaramamasının sebebini Yüce Allah şöyle ifade etmektedir: "İşte
onlar Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bunun için
yaptıkları boşa gitmiştir, kıyamet günü biz onlara bir ağırlık vermeyeceğiz.
" Amel bakımından en ileri derecede zararda olan bu kimseler, dünya hayatında
Allah'ın ayetlerini, O'nun birliğine delâlet eden tekvini ve tenzili ayetlerini
(kâinatta O'nun varlığına delil olan belgelerle peygamberlerine indirmiş olduğu
belgeleri), öldükten sonra dirilişi, hesabı, Allah'a kavuşmayı ve ondan sonra
görülecek ahirete dair halleri inkâr edenlerdir. O bakımdan, bunların güzel
zannedip işledikleri amelleri boşa çıkmış, batıl olmuştur. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onların işledikleri her bir amellerinin önüne geçip,
zerre gibi havaya verip boşa çıkartırım" (Furkân, 25/23). Böylelikle amellerinin
bir ağırlığı, onların da bizim yanımızda bir kıymetleri olmaz. Onlara en ufak
bir değer vermeyiz. İşledikleri o amellerine de hiç bir sevap olmayacaktır.
Çünkü amellerinin hayırla en ufak bir ilgisi yoktur.
İşte,
o takdirde onların küfür ve masiyetlerine karşılık en âdil ceza, cehennem
olacaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte inkâr edip peygamberlerini
ve ayetlerini alaya almalarına karşılık olarak onların cezası cehennemdir.
" Onların cehennem ateşinde batıl amellerine karşılık uğrayacakları ceza
ve tehdidin asıl sebebi inkâr edip kâfir olmaları, Allah'ın ayetleri, peygamberleri
ve onların mucizeleri ile alay etmeleridir. Onlar dünyada iken bunlarla alay
edip eğlendiler ve en ileri derecede onları yalanladılar.
[94]
Ayet-i
kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Sûr'a ikinci defa üfürülmesi ile birlikte kıyametin (kabirlerden
kalkışın) gerçekleşeceği alanlarda cinlerin ve insanların bir araya getirilmesi
suretiyle, öldükten sonra diriliş ve hasrın ispatı.
2- Yüce Allah'ın varlık ve birliğine belge teşkil eden delilleri dikkatle
ve ibretle görmeyen, Yüce Allah'ın sözüne kulak vermeyen ve bu yüzden kör ve
sağır mesabesinde olan kâfirlere haşirden sonra cehennemin, açık ve seçik bir
şekilde gösterilmesi. Bu ise onları istilâ edecek büyük keder, sıkıntı ve
dehşet sebebiyle oldukça acı, manevî bir ceza türüdür.
3- Kâfirlerin, Hz. İsa, Üzeyr ve bir takım melekler gibi Allah'tan başka
tanrılar edinmelerinin kıyamet gününde kendilerine fayda vereceğini zannetmeleri,
Allah'ın buna rağmen onları cezalandırmayacağını sanmaları bir hatadır. Asla
zannettikleri gibi olmayacaktır. Allah cehennemi onlar için konaklayacakları
ve barınacakları bir yer olarak hazırlamıştır.
4- Kıyamet gününde zarar ve ziyanları en ağır, en büyük olacak kimseler,
Allah'tan başkasına ibadet etmek suretiyle iyi bir iş yaptıklarını zanneden,
dünya hayatında iken yaptıkları boşa çıkan kimselerdir. İşte amelleri
itibariyle en ağır zarara uğrayacak olanlar bunlardır. Buharî'nin rivayetine
göre Mus'ab şöyle demiştir: Ben babama:
"De ki: Size ameller bakımından en çok kayıpta bulunanları haber
vereyim mi?" buyruğunda sözü
edilen kimseler Harûrîler (Hz. Ali'ye karşı çıktıktan sonra Harûrâ tarafına
yerleşen Haricîler) midir, diye sordum. O: "Hayır, burda sözü geçenler
Yahudiler ve Hristiyanlardır. Yahudiler Muhammed (s.a.)'i yalanladılar.
Hristiyanlar ise cenneti inkâr ederek orada yiyecek ve içecek yok, dediler.
Harûrîler Allah'a verdikleri ahdi bozanlardır. Sa'd bu gibi kimselere fasıklar
adını veriyordu."
Gerçekte
bu ayet-i kerime Kitap Ehli'nden olsun, müşriklerden olsun bütün sapıkları
kapsamaktadır.
5- Yüce Allah'ın: "De ki: Size ameller bakımından en çok kayıpta
bulunanları haber verelim mi..."
buyruğu insanlar arasında iyilik yaptığını sanmakla birlikte çalışması
boşa çıkmış bir takım kimselerin bulunduğunu göstermektedir. Bir amelin boşa
çıkmasını gerektiren ise ya itikat bozukluğu ya da riyakârlık ve gösteriştir.
6- Dalâlet ehli kimselerin amellerinin ziyan oluş sebebi, Allah'ın
ayetlerini ve öldükten sonra dirilişi inkârdır. Bu puta tapan Mekke
müşriklerini kapsadığı gibi, Kitap Ehli'ni de kapsayan bir durumdur. Çünkü bu
gibi kimselerin öldükten sonra dirilişe iman etmeleri de sahih değildir, bir
şeye yaramaz.
7- Batıl amellerine karşılık bu kâfirlerin cezalan üç türlüdür:
Amellerinin boşa çıkarılması, değer ve haysiyetlerinin, kıymetlerinin heder
edilmesi, cehennem ateşinde azap görmeleri. Bunlar amellerine karşılık sevap
göremeyecekler, amellerinden yararlanamayacaklardır. Allah da kıyamet günü
onlara bir ağırlık, yani bir değer biçmeyecek, bunlar doğru cehenneme
varacaklardır. Ubeyd şöyle der: Kıyamet gününde iri yarı, boylu poslu, çokça
yiyip içen bir adam getirilecek, fakat Allah katında sivrisinek kanadı kadar
ağırlığı olmayacaktır. Bu açıklamalar merfû'
hadis hükmündedir. Çünkü bu manada Buharî ve Müslim'in Sahîh' lerinde
Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre Rasulullah (s.a.)'m şu buyruğu sabit
olmuştur: "Kıyamet gününde iri yarı ve şişman bir adam gelecek, fakat
Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar ağırlığı olmayacaktır. İsterseniz:
"Biz onlara bir ağırlık vermeyeceğiz." buyruğunu okuyunuz. "
Yani onların hiç bir sevapları olmayacaktır. Onların amellerine ceza ile
karşılık verilecektir. Kıyametteki mizanlarda tartıya gelecek bir iyilikleri olmayacaktır.
Herhangi bir iyiliği olmayan kimse ise cehennemdedir.
8- Yüce Allah bu kâfirlerin azap edilme sebeplerini, te'kid için tekrarlamıştır.
Onların cehennemdeki cezalarının küfürleri, Allah'ın ayetleri ile alay
etmeleri, Allah'ın peygamberlerini yalanlayıp peygamberlerin mucizelerini inkâr
etmeleri yüzünden olduğu bildirilmektedir.
[95]
107-
Muhakkak ki, iman edip salih ameller işleyenlerin konakları Firdevs cennetleri
olacaktır.
108- Orada temelli kalırlar ve oradan hiç ayrılmak
istemezler.
109- De ki: "Rabbimin sözlerini yazmak için
denizler mürekkep olsa daha Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi;
bir o kadarını katsak bile."
110-
De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız bana ilâhınızın ancak
bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa
salih bir amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın."
"Konakları
Firdevs cennetleri olacaktır": Firdevs, cennet derecelerinin en yükseği,
en güzeli ve mutedil olanıdır. Buradaki izafe, beyan içindir. Firdevs aslında
meyve bahçesi demektir. Allah'ın ezeli ilminde hüküm ve vaadinde de bu
böyledir. "Oradan hiç ayrılmak istemezler." Bir başka yere
götürülmeyi istemezler. Çünkü ondan daha hoş bir şey görmeyeceklerdir ki,
canları başka bir yere gitmek istesin.
"Denizler
mürekkep olsa... Rabbimin sözlerini yazmak için" sonsuz ilim, hikmet ve
malûmatının sözlerini bu denizle yazmak için mürekkep olsa; "denizler",
bunları yazarken "tükenirdi; bir o kadarını katsak bile." Yani o
deniz kadarını fazladan getirip ona katacak olsak dahi yine denizler tükenir,
fakat Rabbimin sözleri tükenmezdi.
"
Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa", öldükten sonra amellerin karşılıklarını
görmek suretiyle O'nun huzuruna güzel bir şekilde çıkmayı umuyor ve arzuluyor
ise. Recâ (ummak), gelecekte sevinç verecek bir şeyi ümid etmek demektir.
"Rabbine kavuşmak" ise öldükten sonra diriliş ve ondan sonraki durumlardır.
"Salih bir amel işlesin." Allah'ın razı olacağı işler yapsın ve ibadetinde
riyakârlık yapmak suretiyle yahut da bir başkasından ecir ummak suretiyle
Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.
[96]
109. ayet-i kerime olan: "De ki: Rabbimin
sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa..." buyruğu hakkında Hâkim
ve başkaları İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Kureyşliler
Yahudilere dediler ki: "Bize bu adama sormak üzere bir şeyler
söyleyiniz." Yahudiler: "Ona ruha dair soru sorunuz" dediler.
Sordular. Bunun üzerine: "Ve sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin
emrin-dendir ve size ilimden ancak pek az şey verilmiştir." ayeti nazil oldu. Yahudiler ise: "Bize
pek çok ilim verildi, bize Tevrat verildi. Her kime Tevrat verilmiş ise o
kimseye pek çok hayır verilmiş demektir." deyince bunun üzerine: "De
ki: Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa..." ayet-i
kerimesi indi.
110. ayet-i kerime olan: "Artık kim Rabbine
kavuşmayı arzu ediyorsa..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Ebî
Hatim ve İbni Ebi'd-Dünya Kitâ-bu'l-İhlâs ta Tavus'un şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Bir adam: "Ey Allah'ın Rasulü!" dedi, "Ben
Allah'ın rızasını dileyerek bir iş yapıyorum, bununla birlikte benim bu
durumumun da görülmesini arzu ediyorum." Hz. Peygamber ona bir cevap
vermedi. Nihayet şu: "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih bir
amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın." ayet-i
kerimesi nazil oldu. Bu haber mürseldir. Hâkim ise bunu Müstedrek' inde İbni
Abbas yoluyla Tâvûs'tan merfu' olarak
rivayet etmiş ve Buharî ve Müslim'in şartına uygun olarak sahih olduğunu
belirtmiştir.
İbni
Ebi Hatim de Mücahid'in şöyle dediğini belirtmektedir: Kişi namaz kılar, oruç
tutar yahut da sadaka verir de bundan dolayı ondan iyilikle söz edildiğinde bu
iş onu memnun eder ve insanların buna dair söyledikleri dolayısıyla bu işini
daha çok yaparsa, işte: "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu
ediyorsa..." ayet-i kerimesi buna dair nazil olmuştur.
[97]
Yüce
Allah kâfirlere neler hazırladığını söz konusu ettikten sonra müminlere de
neler hazırladığını bildirmektedir. Daha sonra da surede, Yüce Allah'ın ilminin
genişliği, malûmatının sonsuzluğu ve onların sonunun gelmediği açıklanmaktadır.
Peygamber (s.a.)'in insan olduğu ve bu hususta diğer insanlara benzediği
bildirilmekte, Hz. Peygamberin ilminin esas itibariyle ilâhî vahiyden
kaynaklandığı hatırlatılmakta, Allah'ın vahdaniyetine dikkat çekilerek
ahiret-te insanı kurtaracak şeylere teşviklerde bulunulmaktadır. Kadı Beydâvî
şöyle der: Ayet-i kerime ilim ve amelin özünü ihtiva etmektedir. Bunlar tevhid
ve itaatte ihlâstır. Bu ise küçük şirk yahut gizli şirk olan riyakârlıktan
uzak durmakla mümkündür.
[98]
Yüce
Allah müminlerden önce sözü geçen kâfirlerin niteliklerinin zıtlannı haber
vererek şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak
ki, iman edip salih amel işleyenlerin konakları Firdevs cennetleri
olacaktır." Yani asıl mutlu olanlar Allah'a ve Rasulü'ne iman eden,
rasulle-rin getirdiklerini tasdik eden, farzları ifa etmek ve ayrıca nafile
ibadetlerde bulunmak suretiyle Allah rızası için salih amel işleyen
kimselerdir. İşte bunlar için Firdevs cennetleri vardır (Firdevs cennetleri ise
cennetin en yükseği, en genişi ve en üstünüdür). Burası onlar için hazırlanmış
bir konaktır. Bu onlara verilecek şükran ve lütufların ileri derecede olduğunu
ifade etmektedir. Firdevs Arapça'da "sarmaş dolaş olmuş ağaçlar"
demektir. Çoğunlukla da üzüm bağları hakkında kullanılır. Rumca'da ise "bahçe"
demektir.
Buharî
ve Müslim'de Ebu Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'tan cenneti dilediğiniz zaman ondan
Firdevs'i isteyiniz. Çünkü o cennetin en yükseği, en ortasıdır. Cennetin
ırmakları da oradan kaynar."
"Orada
temelli kalırlar ve oradan hiç ayrılmak istemezler." Orada devamlı olmak
üzere ikamet ederler, yerleşirler. Başkasını arzu ve tercih etmezler. Oradan
ayrılıp başka yere geçmek istemezler. Ahmed ve Tirmizî, Ubade b. es-Sâ-mit'den
Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Şüphesiz
cennette yüz derece vardır. Onun her bir derecesi gök ile yer arası kadardır.
Firdevs ise en yüksek derecesidir. Arş onun üzerindedir. Cennetteki dört nehir
de oradan kaynar. O bakımdan Allah'tan dileyecek olursanız Firdevs'i
dileyiniz."
Daha
sonra Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'in şanının büyüklüğünü, Allah'ın ilminin
genişliğini şu buyruklarıyla haber vermektedir: "De ki: Rabbimin sözlerini
yazmak için denizler mürekkep olsa, daha Rabbimin sözleri tükenmeden denizler
tükenirdi. Bir o kadarını daha katsak bile." Ey Peygamber! Onlara şöyle
de: Eğer Allah'ın ilim ve hikmeti yeryüzündeki denizlerin suyu ile yazılacak
olsa, bunların yazılması bitmeden denizler tükenir; hatta bunlara başka denizler
daha katılacak olsa bile. Bunların hepsi tükenir, fakat Allah'ın ilim ve
hikmetlerinin yazımı bitmez. Bu Allah'ın ilim, hikmet ve sırlarının genişliğine
bir delildir. Öyle ki, bütün bunları kalemler ve kitaplar tespit edemez.
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Eğer yerdeki bütün ağaçlar
kalem olsa, denizden sonra yedi deniz daha ona katılsa yine Allah 'in sözleri
tükenmezdi. Muhakkak Allah Azız 'dir, Hakim'dir." (Lokman, 31/27).
Rabî'
b. Enes şöyle der: Allah'ın ilmine nispetle bütün kulların bilgisinin misali
bütün denizlere mukabil bir su damlasının misali gibidir. Nitekim Yüce Allah
bunu: "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için..." ayetinde
açıklamıştır. Yani Yüce Allah şöyle buyuruyor: Bütün bu denizler Allah'ın
kelimeleri için mürekkep, bütün ağaçlar da kalem olsa, kalemler ve denizin suyu
tükenir, geriye yine Allah'ın kelimeleri -hiçbir şey onların sonunu
getirebilmeksizin- kalakalır. Çünkü hiç bir kimse Allah'ı gereği gibi takdir
edemez. Ondan gereği gibi övgü ile söz edemez, ta ki bizzat kendisi kendi
zatını övsün. Şüphesiz Rabbimiz buyurduğu gibidir ve bizim bu söylediklerimizin
de çok üstündedir. Ahiret nimetlerine oranla başından sonuna kadar bütün dünya
nimetlerinin misali, bütün yeryüzünde bir hardal tanesi gibidir.
Rivayet
olunduğuna göre Yahudi olan Huyey b. Ahtab şöyle demiştir: Sizin Kitabınızda
"Her kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiştir." (Bakara,
2/269) ayeti vadır; diğer taraftan da: "Size bilgiden ancak pek az bir şey
verilmiştir. " ayetini okuyorsunuz. Yani Huyey bununla Kur'an-ı Kerim'de
çelişkinin varlığını ileri sürerek itiraz etmek istemişti. Bunun üzerine bu
ayet-i kerime nazil oldu. Evet, müminlere verilen bu ilim ve hikmet büyük bir
hayırdır, ancak Allah'ın ilim ve hikmet denizinden sadece bir damladır.
Allah'ın
kelâmının kemali açıklandıktan sonra Yüce Allah, Muhammed (s.a.)'e
alçakgönüllülüğü emrederek şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ben de ancak sizin
gibi bir insanım. Yalnız bana ilâhınızın ancak bir tek ilâh olduğu
vahye-diliyor." Ey Muhammed! Onlara şöyle de: Ben ancak insan olmak
bakımından sizin gibiyim. Benim melek yahut ilâhlık sıfatım yoktur. Allah'ın
bana öğrettiğinden başka da bir bilgim yoktur. Ancak Yüce Allah bana, bir ve
tek ve Samed olan, ulûhiyyetinde hiç bir ortağı bulunmayan Allah'tan başka ilâh
olmadığını vahyetmektedir. Sizin kendisine ibadet etmeniz gereken mabudunuz bir
tek mabuddur, O'nun ortağı yoktur.
"Artık
kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih bir amel işlesin ve Rab-bine ibadette
hiç kimseyi ortak koşmasın." Her kim Allah'a kavuşmaya iman ediyor,
Allah'a itaatin karşılığında mükâfat almayı umuyorsa salih amellerle O'na
yaklaşsın, yalnızca O'na ihlâslıca ibadet etsin. Allah'ın yarattıklarından
herhangi bir kimseyi Allah'a ibadete ortak koşmak suretiyle şirke düşmekten uzak
dursun. İster bu putlara tapınmak gibi açık bir şirk olsun, isterse de bir şeyi
riyakârlık yahut başkaları işitsin, böylelikle şöhret kazansın diye yapmak
türünden gizli şirk olsun. Çünkü riya da küçük şirktir. İmam Ahmedin Mah-mud b.
Lebid'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir." Ey Allah'ın rasulü!
Küçük şirk nedir? diye sordular. O şöyle buyurdu: "O riyakârlıktır. Allah
kıyamet gününde insanlara amellerinin karşılıklarını vereceği vakit şöyle
buyuracak: "Haydi dünya hayatında iken kendilerine karşılık riyakârlık
ettiğiniz kimselerin yanına gidiniz, bakın bakalım onların nezdinde
amellerinize bir karşılık bulabilecek misiniz1?"
Ahmed
ve Müslim ile başka muhaddisler de Ebu Hureyre'den Peygamber (s.a.)'in Rabbi
Zülcelal'den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Her kim benden
başkasını ortak koşarak bir amelde bulunacak olursa, ben o amelden uzağım onun
o ameli, bana ortak koştuğu kimseyedir."
Râzî
şöyle der: Yüce Allah bu surenin sonunda üç ayet-i kerimede Allah'ın
görüleceğine delâlet eden buyruklar irad etmiştir:
1- "İşte onlar Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr
edenlerdir." (105. ayet).
2- "Konakları Firdevs cennetleri olacaktır." (107. ayet).
3- "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa..." Bundan daha
ileri derecede güçlü açıklama ise düşünülemez.[99]
Ayet-i
kerimelerden aşağıdaki hususlar çıkartılmaktadır:
1- Salih ameller işleyen, Allah'a ve Rasulü'ne iman eden müminlere cennetlerin
en yüksek ve üstünü olan Firdevs cennetleri vardır. Onlar orada ebedîdirler. O
cennetlerden başka cennetlere gitmeyi, gönderilmeyi istemezler.
2- Denizler, okyanuslar ve onların -sınırlama söz konusu olmaksızın- kat
kat fazlası olsa ve bunlar kendileri ile yazılacak mürekkep olsa dahi; kayıtsız
ve şartsız olarak hiç bir kimse Yüce Allah'ın kelimelerini, ilminin hikmetini
ve sırlarını tespit edemez. İbni Abbas şöyle der: Yahudiler Peygamber (s.a.)
kendilerine: "Size ilimden ancak pek azı verilmiştir." deyince;
"Nasıl olur? Bize Tevrat verilmiş bulunuyor, kendisine Tevrat verilmiş
olana ise pek çok hayır verilmiş demektir!" diye itiraz ettiler. Bunun
üzerine: "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep
olsa..." ayeti nazil oldu.
3- Yüce Allah, Rasulü'ne alçak gönüllülüğü, insan olma niteliğini açıklamayı
ve herhangi bir nitelikle kendisinden başkalarından farklı ve ayrıcalıklı
olmadığını ilân etmesini, Allah'ın kendisine öğrettiğinden başka bir şeyi bilmediğini
açıklamasını emretmektedir. Allah'ın bilgisinin ise haddi ve sınırı olmaz. Şu
kadar var ki, Yüce Allah ona diğerlerine Allah'tan başka ilâh olmadığını tebliğ
etmesini emretmiştir.
4- "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız bana...
vahyediliyor." ayet-i kerimesi iki hususa delâlet etmektedir:
a) Evvelâ "ancak" kelimesi hasrı ifade eder. Yani: "Bana
ilâhınızın ancak bir tek ilâh olduğu vahyediliyor." buyruğudur.
b) Yüce ilâhın bir tek ilâh oluşunu sem'î delillerle ispatlamak mümkündür.
5- Rabbini görmeyi, O'nun sevap ve mükâfatını almayı uman, O'nun cezalandırmasından
korkan bir müminin Allah'ı razı edecek salih amel işlemesi, ibadetinde Allah'a
hiç bir kimseyi ortak koşmaması gerekir. İbni Abbas şöyle demiştir: Ayet-i
kerime Amir oğullarından Cundub b. Zuheyr hakkında nazil olmuştur. O şöyle
demişti: "Ey Allah'ın rasulü! Ben Yüce Allah için bir iş yaparım ve
onunla Yüce Allah'ın rızasını istemekle birlikte, başkası da o işime muttali
olursa bu beni sevindirir." Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah hoş ve temizdir, ancak hoş ve temiz olanını kabul eder. O
kendisine başkasının şirk koşulduğu ameli kabul etmez." Bunun üzerine bu
ayet-i kerime nazil oldu. Müslim'deki Ebu Hureyre'den gelen rivayette de şöyle
denilmektedir: "Şüphesiz Allah hoş ve temizdir ve ancak hoş ve temiz
olanı kabul eder."
Bununla
birlikte ayet-i kerime ibadet, cihat, sadaka ve bunların dışında kalan bütün
ameller hakkında geneldir. Ayetin konusu, ameli, Aziz ve Celil olan Allah'a
hâlis kılmaktır. Hasan-ı Basrî'ye ihlâs ve riyaya dair soru sorulunca şöyle
demiş: "İyiliklerinin gizli kalmasını sevmekle birlikte kötülüklerinin
gizli kalmasını sevmemen ihlâstandır. Allah sana rağmen hasenatını açığa çıkartacak
olursa sen: Bu senin lütfü keremindendir, senin bağışındandır; bu, benim
fiilimden değildir, benim yaptığım bir şey değildir diyeceksin. Yüce Allah'ın
da: "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih bir amel işlesin ve
Rabbine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın." buyruğunu
hatırlayacaksın. Ayrıca: "Ve onlar ki verdiklerini... verirler de."
(Mü'minun, 23/60) ayetlerini hatırlayacaksın. Bunlar ihlâs ile verirler,
bununla birlikte verdiklerinin kabul olunmayacağından korkarlar. Riyakârlığa
gelince: Bu, nefsin yaptığı işten payını dünyada istemesidir." Ona:
"Bu nasıl olur?" diye sorulunca şöyle demiştir: "Her kim kendisi
ile Allah arasında olması gereken bir amel ile Allah'ın rızası ve ahiretin
dışında bir şey isteyecek olursa, işte bu bir riya olur."
[100]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/175.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/175-176.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/176-177.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/177-178.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/179-180.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/180.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/180-182.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/183
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/186.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/186.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/187-191.
[12] Razî, XXI/83; Âlûsî, XV/216.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/191-192.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/192.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/192-193.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/193-194.
[17] Alûsî, XV/217.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/194.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/194-195.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/195.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/195-196.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/196.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/196-198.
[23] Alûsî, XV7223-224.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/198.
[26] Razî, XXI/103.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/198-199.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/199.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/199-200.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/200-201.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/201-202.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/202-203.
[33] Yüce Allah'a nisbetle varlıklar üç türlüdür. Vacib:
Varlığı zorunlu olan. Bu yalnızca yüce yaratıcıdır. Mümkün: Varlığı ile yokluğu
müsavi yani imkan dahilinde olan. Kâinattaki bütün varlıklar böyledir.
Müstahil: Olması yada olmaması imkânsız olan demektir. Allah'la birlikte ortak
olması, ya da Allah'ın -hâşâ- yokluğu gibi. (Çeviren)
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/203-208.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/209-210.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/210-211.
[37] el-Vahidî, Esbabu'n-Nüzûl, 171.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/211-212.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/212.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/212-215.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/215-216.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/218.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/218-220.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/220.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/220.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/220-224.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/224-225.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/226.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/226-227.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/228-229.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/229.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/230-231.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/231.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/231-233.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/233-235.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/236.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/236-237.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/237-238.
[59] Razî, XXX/138.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/238-241.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/241-242.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/244.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/244-245.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/245.
[65] Razî, XXX/141.
[66] Zemahşerî, 11/263.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/245-248.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/248-249.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/251.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/251-253.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/253-255.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/255-257.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/257.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/258.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/258-260.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/261-262.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/262-263.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/263-267.
[79] Bu hadisi Müslim, Abdullah b. Ömer'den rivayet
etmiştir. Buna göre Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.)
hayatının sonlarına doğru bir gece bize bir yatsı namazı kıldırdı. Selâm
verdikten sonra ayağa kalkıp şöyle dedi: "Şu gecenizi görüyor musunuz, bu
geceden itibaren yüz yıl sonra (şu anda) yeryüzünde bulunanlardan hiç bir kimse
kalmayacaktır."
[80] Kurtubî, XI/40-41. Hadisi Ebu Nuaym, el-Hüye adlı eserinde
Ebu Ümâme'den rivayet etmiştir, zayıf bir hadistir.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/267-271.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/273.
[83] Memleketimizin yaşayan değerli âlimlerinden muhterem
M. Emin Saraç hocaefendi anlatıyor: (6.12.1995). İlim tahsili için Mısır'da
bulunduğum sırada "Şeyhu'l-Ezher ve'l-İma-mu'1-Ekber" (Ezher
Üniversitesi Rektörü) Mahmud Şeltuta sordum: Bugün yeryüzünde her yer adım adım
gezilip görüldüğü, keşfedildiği halde Sedd-i Zülkarneyn'e tesadüf edilmediği
bir vakıa. Siz ne buyurursunuz? dedim. Cevabı aynen şu şekilde idi:
Ademü'1-vic-dan lâ yedüllü alâ ademi'l-vücud = Bulunmamış olması olmamış
olmasına delil değildir.)
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/273-276.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/276.
[86] Razî, XXI/166.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/276-280.
[88] Kurtubî, XI/59
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/280-283.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/284.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/284.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/285
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/285-286.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/286-287.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/287-289.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/290.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/291.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/291.
[99] Razî, XXI/177
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/.291-294.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/294-295.