KEHF SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Önceki Sure İle İlişkisi: 4

Surenin Muhtevası: 4

Fazileti: 5

Yüce Allah'a Hamd Etmenin Keyfiyeti Ve Kuran-I Kerimin Fonksiyonları 5

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Hikmetler. 7

Ashab-ı Kehf Kıssası 8

İ'râb: 9

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 9

Nüzul Sebebi 11

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 12

Kıssanın Özeti: 12

Kıssanın Tafsilâtı: 13

Kehf Ashabının Yaşadıkları Çağ: 13

Tevhid Hususundaki Kararlılıkları: 13

Kavimlerini Putlara Tapmaktan Dolayı Ayıplamaları: 14

Kavimlerinden Ayrılmaları: 14

Mağaradaki Durumları: 14

Mağaranın Yeri: 14

Yüce Allah'ın Kudreti, İnayeti ve Mülkü: 15

Uykularından Uyandırılmaları 15

Yiyecek Alımında Vekalet: 16

İnsanların Onları Bulmaları: 16

Onlar Hakkında İnsanların Görüşleri: 16

Sayıları: 17

Peygambere ve Ümmetine Bir İrşâd: 17

Mağarada Kaldıkları Süre: 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Peygambere Ve Müminlere Direktifler: Kur’an Okumak, Fakirlerle Oturmaya Katlanmak Ve Hakkın Allah'tan Geldiğini Açıklamak.. 21

Belagat: 21

Kelimeler: 21

Nüzul Sebebi 22

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Malı Dolayısıyla Gurura Kapılan Bahçe Sahibi Zengin İle Akidesiyle Onur Bulan Fakir Örneği 25

Belagat: 25

Kelime ve İbareler: 25

Nüzul Sebebi 26

Ayetler Arası İlişki 27

Açıklaması 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 29

Dünya Hayatının Misali 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki 30

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Dağların Yürütülmesi Haşir Ve Kıyamet Gününde Amel Defterlerinin Sunulması 31

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki 32

Açıklaması 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 33

Hz. Adem (A.S.)'e Secde Emri Kıssası 34

Balâğat: 34

Kelime ve İbareler: 34

Ayetler Arası İlişki 35

Açıklaması 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Kur'an-ı Kerimin Misyonu, Peygamberlerin Görevi, İmandan Yüz, Çîmrenlertn Durumu, Azabın Erteleniş Sebebi 37

Belagat: 38

Kelime ve İbareler: 38

Ayetler Arası İlişki 38

Açıklaması 39

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Hz. Musa İle Hızır'ın Kıssası 41

Belagat: 41

Kelime ve İbareler: 41

Ayetler Arası İlişki 43

Açıklaması 43

Gemi Kıssası: 45

Öldürülen Çocuk Kıssası: 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 45

Hz. Musa (A.S.) İle Hızır Kıssasının Sonu. 47

Belagat: 47

Kelime ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki 48

Açıklaması 48

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 50

Zülkarneyn İle Ye'cüc Ve Me'cüc'ün Kıssası 52

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 53

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklama. 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Kâfirlerin Cezası 58

İ'râb: 58

Belagat: 58

Kelime ve İbareler: 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

Müminlerin Mükâfatı, Yüce Allah'ın Bilgisinin Sonsuzluğu Ve Tevhidi 61

Kelime ve İbareler: 61

Nüzul Sebebi 61

Ayetler Arası İlişki 62

Açıklaması 62

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 63

 


Rahman ve Rahim Olan Allah 'm Adıyla

 

KEHF SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

9-26. ayetlerde Kehf ashabının alışılmadık, hayret verici kıssası açıklandığından dolayı bu sureye Kehf suresi adı verilmiştir. Bu da Yüce Allah'ın göz kamaştırıcı kudretine somut ve kesin bir delildir.

Bu sure "elhamdülillah" ibaresiyle başlayan beş sureden birisidir. Bu şekilde başlayan sureler: Fatiha, En'am, Kehf, Sebe' ve Fâtır sureleridir. Bu başlangıç insanın Yüce Allah'a ubudiyetini, onun Allah'ın nimet ve lütuflarını kabul edişini, Yüce Allah'ın şan ve şerefinin övülmesini, O'nun azamet, celal ve kemalinin itiraf edilmesini hissettirmektedir. [1]

 

Önceki Sure İle İlişkisi:

 

Bu surenin İsra suresinden sonra yer alması, bu iki sure arasındaki ilişkileri birkaç yönden ortaya çıkarmaktadır. Evvelâ, İsra suresi teşbih ile (subhânellezi) bu sure ise tahmîd (elhamdülillah) ile başlamaktadır. Bunlar ise Kurân-ı Kerim'de ve hadislerde bir arada yer alırlar. Öyle ki sürekli tesbîh, tahmîdden önce gelmektedir. Yüce Allah'ın "Rabbini hamd ile teşbih et." (Hicr, 15/98) buyruğunda (Tercümede her ne kadar hamd başa gelmiş ise de) tesbîh daha öncedir. Hadis-i şerifte de: "Sübhanallahi ve bihamdihi" diye buyurulmaktadır. Aynı şekilde İsra suresi de hamd ile sona ermektedir. Böylelikle surelerin başları ile sonları arasında da benzerlik ortaya çıkmaktadır.

Yahudiler müşriklere Peygamber (s.a.)'e üç hususu sormalarını emretmişlerdi. Bunlar: ruh, Kehf ashabının kıssası ve Zülkarneyn kıssası idi.

Yüce Allah İsra suresinin sonlarında birinci soruya değinmekte, daha sonra Yüce Allah Kehf suresinde diğer iki soruyu cevaplandırmaktadır. Bundan dolayı bu iki surenin araka arkaya gelmeleri uygun düşmüştür.

Hadis-i şerifde geldiği üzere "Size ilimden ancak pek azı verilmiştir” buyruğu nazil olunca Yahudiler şöyle demişlerdir. "Bize her şeyin bilgisi içinde bulunan Tevrat verilmiştir." Bu sefer Yüce Allah'ın: "De ki: Eğer deniz Rabbimin sözleri için mürekkep olsa Rabbimin sözleri tükenmeden deniz elbette tükenirdi..." (Kehf, 18/109) buyruğu nazil oldu.

Şanı Yüce Allah İsra suresinde: "Ahiret vaadi gelince onları da sizi de bir araya getireceğiz." (İsra, 17/104) buyruğu yer aldıktan sonra Kehf suresinde: "Rabbimin va'di gelince onu dümdüz eder, Rabbimin vaadi haktır... o gün kâfir­leri cehennemle yüz yüze getiririz." (Kehf, 98/100) buyrukları ile bu husus etraflı bir şekilde açıklanmış olmaktadır.

Özetle söyleyecek olursak, şanı Yüce Allah İsra suresinin sonlarında: "Biz onu hak olarak indirdik, o da hak olarak indi." (İsra, 17/106) diye buyurduktan sonra, ona iman eden ilim ehlini söz konusu ederek Kur'ân-ı Kerim'in onların huşularını artırdığını belirtip kendisine hamdedilmesini emretti. Herhangi bir evlat edinmediğini de açıkladıktan sonra Yüce Allah, eğrilikten uzak bütün kitapları doğrultucu, evlat edindiğini söyleyenleri uyarıcı, iman edenleri de güzel ecir ile müjdeleyici olan bu Kitab'ı indirdiği için insanlara kendisine hamdetmesini emretmektedir.

Daha sonra Kureyş kâfirlerinden söz açtığında, ondan sonra da: "Ve onu tekbir ettikçe et." (İsra, 17/111) buyruğunda mahataba "kuluna" (Kehf, 18/1) buyruğunda ise gaibe geçiş yaptığını görüyoruz. Çünkü "kuluna" şeklindeki ifade o kulun şereflendirilmesini gerektiren bir mana vardır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Sure, Kur'ân-ı Kerim'i dosdoğru, aykırılığı, lafız ve manasında çelişkisi bulunmayan, müjdelemek ve uyarmak üzere inen bir kitap olmakla nite­lendirerek başladı.

Daha sonra yeryüzünde bulunan ve gayet açık bir şekilde Yüce Allah'ın kudretini gösteren süs, güzellik ve hayret verici şeylere dikkatleri çekmektedir.

Sure Kur'ân-ı Kerim'in en parlak kıssalarından üç kıssayı söz konusu etmektedir. Bunların birisi Ashab-ı Kehf kıssası, diğeri Hz. Musa ile Hızır'ın kıssası üçüncüsü ise Zülkarneyn kıssasıdır. Ashab-ı Kehf kıssası (9-26. ayetler arası) oldukça üstün bir örnektir. Vatanı, aileyi, akrabayı, dostları, mallan, akide uğrunda feda ederek dinlerini korumak amacıyla putperest kralın tasal­lutundan kaçtılar, dağdaki bir mağaraya sığındılar. Yüce Allah onları Kamerî 309 yıllık bir süre uyuttuktan sonra insanlara öldükten sonra dirilişe kadir olduğuna dair maddi bir delil sunmak üzere diriltti.

Şanı Yüce Allah bu kıssanın akabinde Rasulullah (s.a.)'a alçakgönüllülüğü, mümin fakirlerle oturup kalkmayı, dine davet etmek mak­sadıyla bile olsa zenginlerle birlikte oturup kalkmaya yönelmemeyi emretmek­tedir: "Kendini sabah akşam Rablerine dua edenlerle beraber bulundur..." (Kehf, 18/28).

Daha sonra Yüce Allah hakkın açığa çıkmasından sonra kâfirleri tehdit etmekte, onlar için ahirette hazırlamış olduğu çetin azabı söz konusu etmekte­dir: "De ki: Hak Rabbinizdendir..." (Kehf, 18/29). Diğer taraftan şanı Yüce Allah salih müminler için hazırlamış olduğu Adn cennetleri ile de bunun karşılaştırmasını yapmaktadır (30-31. ayetler).

Hz. Musa'nın Hızır ile kıssası ise 60-70. ayetlerde söz konusu edilmekte-din Bu ilim talep ederken alçakgönüllü olmak hususunda ilim adamlarına bir örnektir. Kimi zaman Allah'ın salih bir kulu dinin usul ve füruu ile ilgili almayan hususlara dair peygamberlerin sahip olmadığı bilgilere sahip olabilir. Buna delil ise gemiyi delme, çocuğu öldürmek ve duvarı inşa etmek olaylarıdır.

83-99. ayetlerde yer alan Zülkarneyn kıssasına gelince; bu da yönetici ve sultanlar için ibretli bir kıssadır. Çünkü bu hükümdar dünyaya hakim olmak fırsatını ele geçirmiştir. Yerin doğusuna da batısına da egemen olmuştur, sahip «iduğu takva, adalet ve salâh nitelikleri dolayısıyla da büyük ve muazzam bir aeü inşa etmiştir.

Bu kıssalar arasında yine göz kamaştırıcı üç örnek yer almaktadır. Bun-fardan amaç da hakkın, sadece egemenlik ve zenginlikle gerçekleşmeyip, iman de alâkalı olduğunu ortaya koymaktır. İlk örnek iki bahçe sahibi ile ilgili kıssadır (32-44. ayetler ) Maksat malına güvenerek aldanan zengin ile imanıyla izzet bulan fakir arasında bir karşılaştırma yapmaktır. Böylelikle ımmin fakirlerin durumu ile müşriklerin durumu açıklanmış olmaktadır.

İkinci örnek ise (45-46. ayetler) dünya hayatına dair örnektir. Bundan «aksat dünyanın fani olup zeval bulacağını hatırlatıp insanları uyarmaktır. Bunun arkasından da dağların yürütülmesi, insanların tek bir düzlükte bir «aya getirilip toplanması ve insanların aniden amel defterleriyle karşı karşıya kalması gibi kıyametin bir takım dehşet verici sahnelerinin zikredildiğini görüyoruz (47-49. ayetler).

Üçüncü örnek ise İblis'in ve Adem'e secde etmeyi kabul etmeyişinin kıssasıdır (50-53. ayetler). Bu da büyüklük ve gururun sebep olduğu kovulmak, mahrumiyet ile Allah'a kulluk ve alçakgönüllülük arasında bir mukayese yap­mak; insanları şeytanın şerrinden sakındırmak ve ubudiyyet ile alçakgönülülüğün sebep olduğu Allah'ın rızasını ortaya koymak içindir.

Bundan sonra da Kur'ân-ı Kerim'in ibret için insanlara öğüt vermeye ehemmiyet verdiği dile getirilmekte, peygamberlerin asıl görevinin müjdele­mek ve uyarmak olduğu, Yüce Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmekten insanları sakındırmak göreviyle sorumlu olduklarını açıklamaktır (54-57. ayetler).

Sure üç konu ile sona ermektedir: Bunların birincisi kâfirlerin amellerinin ahirette boşa çıkacağı ve bunun sonuç vermeyeceğinin ilân edilmesi (100-106. ayetler), ikincisi ise salih amel işleyen müminlere ahirette ebedi nimetlere nail olacaklarının müjdelenmesi (107-108. ayetler), üçüncüsü ise Yüce Allah'ın bil­gisi için sınır olmadığının açıklanması (109-110. ayetler). [3]

 

Fazileti:

 

Kehf Suresinin faziletine dair sahih ve sağlam hadisler vârid olmuştur. Bunlardan birisini Müslim, Ebu Davud, Neseî ve Tirmizî Ebu'd-Derdâ'dan rivayet etmişlerdir. Buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kehf Suresinin başından on ayet-i kerime ezberleyen kişi Deccal'den korunur."

Bir diğer hadis-i şerif ise İmam Ahmed, Müslim ve Neseî tarafından yine Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilmiştir. Buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kehf suresinin son on ayetini okursa Deccal'in fitnesinden korunur." Neseî'nin ifadesinde ise: "Kehf suresinden her kim on ayet-i kerime okursa.." şeklindedir.

Bir diğer hadisi şerif de Neseî'nin Sünen'inde Sevban'dan kaydettiği rivayettir ki buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kehf suresinden son on ayet-i kerimeyi okursa şüphesiz ki onlar, onun için Deccal'e karşı bir korumadır."

Bu hadisi şerifler bu surenin ilk on ayetini yahut son on ayetini yahut da herhangi bir on ayetini okumanın o kişiyi Deccal'in fitnesinden koruyacağını göstermektedir.

Kehf Suresinin cuma günü ve gecesi okunması sünnettir. Çünkü Hâkim bu konuda bir hadis rivayet etmekte ve "İsnadı sahihtir" demektir. Buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kehf suresini cuma günü okur ise iki cuma arası onun için nur ile aydınlatılır." Dârimî ve Beyhakî de şunu rivayet etmektedir: "Her kim bu Sureyi cuma gecesi okuyacak olursa el-Beytü'l-Atik arası onun için nur ile aydınlanır." [4]

 

Yüce Allah'a Hamd Etmenin Keyfiyeti Ve Kuran-I Kerimin Fonksiyonları

 

1- Hamd Kitab'ı kuluna onda hiçbir eğrilik koymaksızın indiren Allah'adır.

2-3- Dosdoğru bir kitaptır o. Kendi katından şiddetli bir baskını haber ver­mek ve salih amel işleyen müminlere onlar için-içinde temelli kalacakları-güzel bir mükâfat olduğunu müjdele­mek için.

4- Ve: "Allah çocuk edindi" diyenleri de uyarmak için.

5- Ne onların ne de babalarının buna dair bir bilgileri vardır. O ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür! Onlar yalnız ve yalnız yalan söylerler.

6- Demek bu söze inanmazlarsa onların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin?

7- Yeryüzündeki şeyleri ona bir ziynet kıldık. Onlardan hangisinin daha güzel amel işleyeceğini deneyelim diye.

8-  Şüphesiz ki biz yeryüzünde olanları kupkuru bir toprak haline getireceğiz.

 

Belagat:

 

"Müjdelemek" ile "uyarmak" kalimeleri arasında tıbak sanatı vardır.

"Şiddetli bir baskını haber" buyruğu ile "ve Allah çocuk edindi diyenleri de uyarmak için" buyruklarından özel olanın genel olandan sonra söz konusu edilmesi dolayısıyla itnâb sanatı vardır. Bunların her birisinde de bedi' bir hazif (cümlede eksiltme) vardır. Birinci cümlede birinci mef ul hazfedilmiştir. Yani takdiri "kâfirlere bir azabı haber vermek için" şeklindedir. İkinci cümlede ­de ikinci mef’ul hazf edilmiştir. O da: "Allah çocuk edindi diyenleri de bir azabla korkutup uyarmak için" takdirindedir. "Onların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin." buyruğunda temsilî bir istiare vardır. Hz. Peygamberin müşriklere karşı olan durumu, sevdiklerinden ayrılan ve onlar için duyduğu üzüntü dolayısıyla kendisini helak etmeye kalkışan kimsenin durumuna benzetilmektedir.

"Demek... nerdeyse kendini mahvedeceksin" buyruğu nehiy anlamında inkâr ifade eden bir soru olup "Onlar imandan yüz çeviriyorlar diye üzülerek kendini helak etme" demektir. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hamd... Allah’adır” Hamd ve övgü, Allah içindir. Bununla kullara Yüce Allah'a ne şekilde övgüde bulunacakları ve üzerlerindeki en büyük nimet olan İslâm ve Kur'ân-ı Kerim nimetlerine karşılık ona ne şekilde hamd ve senada bulunacaklarını öğretmektedir.

"Kitabı" Kur'ân-ı Kerim'i "onda hiçbir eğrilik koymaksızın" yani onda en ufak bir eğrilik görülmeksizin "indiren Allah'adır." Maksat Kur'ân-ı Kerim'in mana ve lafızlarında aykırılık ve çelişki olmadığını belirtmektir.

"Dosdoğru bir kitaptır o." Dosdoğru ve istikâmet üzere bir kitaptır. Onda aşırılık da yoktur, eksiklik de. İhtiva ettiği mükellefiyetleri aşırı değildir. Zor­luk ve sıkıntıyı bertaraf etmiştir.

"Şiddetli bir baskını haber vermek için" yani kâfirleri Kitap ile âhiretteki büyük azapla korkutmak için, "Müminlere onlar için... güzel bir mükâfat olduğunu" ki bu da cennettir "müjdelemek için..."

"Ne onların ne de babalarının buna dair bir bilgileri vardır." Bu söze yahut evlât edinmesine dair kendilerinin de önceki babalarının da bir bilgisi yoktur. "O ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür!" Burada yerilen şey hazfedilmiştir. Yani onların söyledikleri bu söz, ne kadar kötüdür! "Demek ki bu söze" Kur'ân-ı Kerim 'e "inanmazlarsa onların ardından" yani imandan yüz çevirmelerinden sonra "üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin?" İman etmelerini çok istediğin için öfke ve kederinden dolayı nerdeyse kendini helak edecek yahut öldüreceksin.

"Yeryüzündeki şeyleri" hayvan, bitki, ağaç, nehir ve diğerlerini "ona bir zinet kıldık. Hangisinin daha güzel amel işleyeceğini deneyelim diye." insanları bu denemenin sonucuna bakarak imtihan edelim diye; yani ilişkilerinde bu imtihan sırasında kimin zühd ile davranacağını, bu süslere kimin aldanmaya-cağmı ve gereken şekilde hareket edeceğini bilelim diye.

"Şüphesiz ki biz yeryüzünde olanları kupkuru" hiçbir bitkisi bulunmayan bitki bitirmeyen "bir toprak haline getireceğiz." [6]

 

Açıklaması

 

"Hamd... Allah'adır." Yüce Allah Kitab'ını, Rasül-i Ekremine (s.a.) indir­diğinden dolayı kendi zatına hamd etmekte, kendini övmektedir. Çünkü o kitap sayesinde insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır. Zira O, onu onda eğrilik ve sapmanın söz konusu olmadığı dosdoğru bir kitap kılmıştır. Yüce Allah'ın: "Onda hiçbir eğrilik koymaksızın." buyruğunun anlamı, onda herhangi bir eğrilik, bir sapma koymayıp aksine dosdoğru ve mutedil kılmıştır demektir.

Hamd'in anlamı ise Yüce Allah'ın güzel fiillerine karşılık, güzel övgülerde bulunup bu fiillerine şükretmektedir. Esasen Yüce Allah her halde hamde lâyıktır. O kimi zaman surenin başlarında sonlarında kendisine hamdetmektedir ki, ihsan etmiş olduğu üstün ve değerli nimetlerine karşılık müminler ne şekilde hamdedeceklerini öğrensinler. Onun kullarına ihsan ettiği nimetlerin en önemlisi ise İslâm nimeti ve kulu Muhammed (s.a)'e indirmiş olduğu, insan­ların kurtuluşlarını sağlayacak olan Kitab-ı Kerim'idir.

"Dosdoğru bir kitaptır o..." Eğrilik olmadığını belirttikten sonra Kur'an-ı Kerim'in dosdoğru oluşunun da zikredilmesinin sebebi, bu hususu pekiştirmektir. Çünkü nice dosdoğru olan ve doğru olduğuna tanıklık edilen şey vardır ki, dikkatle tetkik edilip denendiği takdirde, asgarî miktarda da olsa eğrilikten kurtulamaz. Bir görüşe göre de bunun manası "sair kitaplar üzerinde doğrultucu” ve onları tasdik edici demektir. Bir diğer açıklamaya göre ise kulların maslahatlarını sağlayan ve kaçınılmaz olan hükümleri, onlara bildiren demektir..

"Şiddetli bir baskını haber vermek..." Yani Kitabı inkâr edenleri dünyada acilen gelip çatacak bir ceza ve intikam ile, ahirette ise bilahare gelecek olan cehennem ateşi ile korkutup uyarmak üzere. Ayette geçen "Kendi katından" ibaresinin anlamı ise Yüce Allah'tan sâdır olan bir azap demektir.

"Salih amel işleyen müminlere...müjdelemek için." Bu Kur'ân imanlarını salih amel ile destekleyenleri Allah nezdinde kendileri için güzel bir sevap olduğunu belirterek müjdelesin diye, inmiştir. Bu güzel ecir ise iyi ve takva sahibi olanların yurdu olan cennettir. Hayırlı ve ihsan ediciler için ebedîlik yurdu olan cennettir. O halde güzel ecir cennet demektir.

"İçinde temelli kalacaklardır." Yani onlar Allah nezdindeki sevapları olan ?bedî cennette karar bulacak, orada daimi olarak kalacaklardır.

"Ve Allah çocuk edindi diyenleri de uyarmak için." Yani Allah'ın çocuğu olduğunu iddia eden kâfirleri de sakındırmak için. Bunlar ise, "Bizler Allah'ın kızları olan meleklere ibadet ediyoruz" diyen Arap müşrikleri ile Üzeyr'i Allah'ın oğlu kabul eden Yahudiler ve "Mesih Allah'ın oğludur" diyen Hristiyanlardır.

Daha önce kâfirlere yönelik olarak geçmiş bulunan genel uyarı ve korkut­manın kapsamına girmekle birlikte, özellikle bunların söz konusu sdilmelerinin sebebi, küfrün ve masiyetin en çirkin türünün Yüce Allah'a çocuk isnad etmek olduğunu ifade etmektir.

"Ne onların ne de babalarının buna dair bir bilgileri vardır." Yani onların da geçmişlerinin de, uydurdukları bu söze dair sağlam bir bilgileri yoktur. Allah'ın çocuk edindiğine yahut babası olduğuna dair hiçbir bilgileri yoktur. Bu aşırı cehaletlerinden ve atalarını taklit etmelerinden ve şeytanın bu işi onlara güzel göstermesinden ötürü söylenmiş bir sözdür. Bir şeye dair bilgi sahibi olmamak ise ya ona dair bilgiye ulaştıran yolu bilmemekten yahut da bizatihi onun bilinmesine imkân olmadığından yani bilinmeye elverişli olmadığından kaynaklanmaktadır.

"O ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür!" Yani onların söyledikleri, ağızlarından çıkarma cesaretini gösterdikleri o küfür sözü, oldukça mesuliyeti büyük bir sözdür. Bu sözün kendi sözleri dışında da hiçbir dayanağı yoktur. Bundan dolayı Yüce Allah: "Onlar yalnız ve yalnız yalan söylerler." buyurmak­tadır. Yani onlar ancak yalan ve iftira olan bir sözü, asla gerçeği olmayan bir sözü söylemektedirler.

Daha sonra Yüce Allah imanı terkedip ondan uzak durdukları için müşriklere üzülmesi dolayısıyla rasûlünü (salat ve selam ona) şu buyruklarıyla teselli edip gönlünü almaktadır:

"Demek bu sözlere inanmazlarsa onların ardından üzülerek neredeyse ken­dini mahvedeceksin..." Yani onlar bu Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiyorlar diye onlar için üzülerek ve kederlenerek neredeyse kendini öldürecek, ölüme sürükleyeceksin. Esef ve keder ile nefsini helak etme, onlar için üzülerek, kızarak, sabırsızlanarak kendini öldürme. Aksine onlara Allah'ın risâletini tebliğ et. Hidâyet bulan kendisi için hidâyet bulmuş olur, sapıtan da kendi aleyhine sapıtmış olur. Onların seni bırakıp yüz çevirmelerine üzülme!

Bu ayet-i kerimenin benzerlerinden bazıları şunlardır "O halde senin nef­sin onlara karşı hasretlere gitmesin." (Fatır, 35/8); "İman etmiyorlar diye neredeyse kendini öldüreceksin." (Şuara, 26/12); "Onlar için üzülme. Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntıya düşme." (Nahl, 16/127).

Daha sonra Yüce Allah dünyayı fâni ve gelip geçici bir yurt olarak kıldığını, bir sınav yeri olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzündeki şeyleri ona bir ziynet kıldık..." Yani bizler yeryüzünde bulunan insan, hayvan, bitki, maden, ev gibi göz kamaştırıcı ve çekici şeyleri dünya ve insanlar için gelip geçici bir süs kıldık ki, onlarla insanları sınayalım. Böylelik­le iyilik yapanın ameli de fesat yapanın ameli de ortaya çıksın. Biz de iyilik yapana sevap ile, kötülük yapana da ceza ile karşılık verelim. Amelin iyi ve güzel olması dünyaya rağbet etmemek, ona aldanışı terketmek, dünyayı ahiret için bir köprü olarak değerlendirmektir. Müslim, Ebu Said el-Hudrî'den rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki dünya tatlıdır (gözalıcı), yeşildir. Ve şüphesiz Allah sizi orada halifelik makamına getirmemiştir; sizin nasıl akıl ettiğinize bakmaktadır."

Daha sonra Yüce Allah kâfirlerden yüz çevirme emrinin sebebini söz konusu ederek, şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki biz yeryüzünde olanları kup­kuru bir toprak haline getireceğiz." Yani şüphesiz bizler yeryüzünü ve orada bulunan her şeyi süslü halinden sonra harabeye çevireceğiz, neticede orası yıkılıp gidecektir. Ayette geçen "Kupkuru bir toprak" ibaresi şu demektir: Biz orayı yeşillikli, otlak bir yer halinde iken hiçbir bitkinin bulunmadığı, kendisin­den faydalanmanın söz konusu olamayacağı boş bir arazi haline getireceğiz. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Orayı dümdüz edecektir. Sen oralarda ne bir alçaklık ne de yükseklik görebileceksin." (Tâ-Hâ, 20/107).

Ayet-i kerimeden maksat ise, "Sen üzülme, biz onları helak edecek, onları yok edeceğiz" diyerek Rasulullah (s.a.)'ı teselli etmektir. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler Allah'ın kullarına en büyük nimetinin Kur'ân-ı Kerim olduğunu açıklamaktadır. O insanlığın problemlerine etkili bir ilâç, karanlıktan kurtarıp aydınlığa çıkartan gerçek adalet ve en ufak bir eğrilik bulunmayan dosdoğru bir yoldur.

Bu kitabın fonksiyonlarından bir diğeri de cehennem ateşindeki ağır azap ile, dünyada da intikam ile korkutarak kâfirleri uyarmaktır. Özellikle de Allah'ın evlat edindiğini ileri süren müşrikleri korkutmaktır. Bunlar da "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyen Araplar, "Üzeyir Allah'ın oğludur" diyen Yahudiler, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen Hristiyanlardır. Söylediklerine dair kendilerinin de bir delili yoktur, geçmişlerinin de. Bu, günahı çok büyük bir iştir ve çok büyük bir suçtur.

Kur'ân-ı Kerim'in bir fonksiyonu daha vardır ki o da Rasulullah (s.a.)'m getirdiklerini tasdik etmek, emirlere bağlanmak, yasaklardan sakınmak gibi salih amel işleyen müminleri, mükâfatı ile müjdelemektir. Bu güzel ecir ise sakinlerinin ebedi kalacağı cennettir. Cennet ebedîlik yurdudur ve oraya giren­ler ölmezler.

Hiçbir kimse dünyaya aldanmamalıdır. Onun süsüne, göz kamaştırıcı ve gözalıcı güzelliklerine kanmamalıdır. Çünkü bütün bunlar denemek içindir, imtihan içindir. İyi ve salih olan kimseler, günahkâr fesatçılardan ayırt edilsin diyedir; sonra dünyanın akıbeti yok oluştur, sona eriştir. Dönüş ise herkesi hesaba çekecek olan mutlak âdil, mutlak ilâh ve mutlak melik olanadır. Böyle­likle her insan amelinin karşılığını görecektir.

Kaçınılmaz sonuç bu olduğuna göre ey Peygamber! Dünyada görüp işittik­lerinden dolayı kederlenip üzülme! Kur'ân-ı Kerim'e iman etmeyip yüz çevirdikleri için kendini yormaya, helak etmeye gerek yoktur. [8]

 

Ashab-ı Kehf Kıssası

 

9- Yoksa sen Ashab-ı Kehfi ve Rakîm ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi san­dın?

10-  Hani o yiğitler mağaraya sığınmış­lardı da: "Rabbimiz, bize katından rah­met ver, işlerimizde doğruluk ver!" de­mişlerdi.

11-  Bunun üzerine biz de sayılı yıllar boyunca mağarada onların kulaklarına perde vurduk.                                      

12-  Sonra iki gruptan hangisinin bekle­dikleri süreyi daha iyi hesaplamış oldu­ğunu belirtmek için onları uyandırdık.

13-  Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatıyoruz. Doğrusu onlar Rab-lerine inanmış genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık.

14- Kalkıp da: "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasını ilâh diye asla çağırmayız. Yoksa andol-sun ki batıl söz söylemiş oluruz." dedik­leri zaman kalplerini pekiştirmiştik.

15-  "Şu bizim kavmimiz, onu bırakıp başka ilâhlar edindiler. Bunlara dair apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir?"

16- "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldı­nız, o halde mağaraya çekilin ki, Rabbi-niz size rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin."

17-  Güneşin doğduğu zaman mağarala­rının sağ tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol taraftan yanlarından ka­yıp gittiğini görürsün. Kendileri de ma-

idiler. Bu Allah'ın ayetlerindendir. Allah kimi hidâyete erdirirse o, doğru yo­la ermiştir, kimi de saptıracak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir yar­dımcı bulamazsın.

18-  Onlar uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürürdük. Köpekleri de kol­larını eşiğe uzatmıştı. Onları görsen on­lardan geri dönüp kaçardın ve için on­lardan dolayı korkuyla dolardı.

19-  İşte böyle. Biribirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir gün veya günün bir kısmı" dediler. "Ne kadar kal­dığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi birinizi şu gümüş parayla şehre gönde­rin de yiyeceklere baksın, hangisi daha temiz ise ondan size bir rızık alıp getir­sin. Orada dikkatli davransın da sakın sizi kimseye duyurmasın." dediler.

20- "Çünkü onların sizden haberleri ola­cak olursa sizi ya taşla öldürürler veya dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise ebediyyen iflah olmazsınız."

21- Böylece onların bulunmalarını sağ­ladık ki Allah'ın vaadinin gerçek oldu­ğunu, kıyametin muhakkak kopacağını ve onda şüphe edilmeyeceğini bilsinler. Nitekim   bunlar   kendi   aralarında durumları hakkında çekişip duruyor­lardı. "Onların üzerlerinde bir bina ku­run." diyorlardı. Rableri onları çok iyi bilir. Onların işlerine galip gelenler ise "Onların üzerlerinde mutlaka bir mes­cit yapacağız." dediler.

22-  "Onlar üçtür dördüncüleri köpekle­ridir" diyecekler. "Beştir, altıncıları kö­pekleridir." diyecekler. Bu gayba taş at­maktır. "Yedidir, sekizincileri köpekle­ridir." diyeceklerdir. De ki: "Onların sa­yısını en iyi bilen Rabbim'dir. Onları pek az kimseden başkası bilmez." Bu yüzden onlar hakkında zahir olandan başkasıyla tartışma ve bunlardan kims­eye onlara dair bir şey sorma!

23-  Bir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme.

24- Meğer ki Allah dilemiş ola. (İnşaallah diyesin) Unuttuğun zaman da Rabbini an ve şöyle de: "Umulur ki Rabbim beni bundan doğruya daha yakın olana eriştirir."

25- Onlar mağaralarında üçyüz sene eğleştiler; buna dokuz daha kattılar.

26- "Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir" de. Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne güzel işitendir! Bunların ondan başka velileri yoktur. O kimseyi hükmüne ortak etmez.

 

İ'râb:

 

"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız..." yani böyle böyle demekle kavminizden ayrıldığınızı hatırlayın, demektir. Bu buyruktaki ("ma") edatı ya mastar içindir, yani "Hani siz onları ve onların ibadetlerini Allah'a ibadet dışında terketmiştiniz" anlamında olur. Ya muzaf hazfedilmiştir. Yahut da ismi mevsuldür. Yani "Hani onları ve ibadet ettikleri varlıkları terketmiş, ayrılmıştınız" anlamına gelir: Ya da nefiy edatıdır. O takdirde anlamı şöyle olur: Hani siz Allah'tan başka hiçbir kimseye ibadet etmeksizin onlardan ayrılmıştınız. O takdirde (âyetin başındaki) "vâv" harfi de hal edatı olur. "Allah'tan başka" istisnası muttasıl bir istisna olabilir. Çünkü onlar Mekke halkı gibi yaratıcıyı kabul etmekle birlikte, O'na başka ilâhları da ortak koşuyorlardı. Munkatı istisna da olabilir. O takdirde şöyle bir anlam ortaya çıkar: Siz onların bütün taptıklarından ayrılmıştınız, ancak onların taptıkları varlıklar arasında yer almayan Allah'a ibadet etmeyi kabul etmiştiniz. [9]

 

Belagat:

 

"Doğrusu onlar Rablerine inanmış genç yiğitlerdi." Bu buyruk muhatap tarafından sorulmuş bir soruya bağlı olarak yapılmış bir başlangıçtır, mütekel-limden gaibe bir geçiş (iltifat sanatı) vardır.

"Hidâyet eder, saptırır." "Uyanık, uyuyor" "sağ ve sol" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.

"Bunun üzerinde Biz de yıllarca... kulaklarına perde vurduk... sonra... onları uyandırdık." buyrukları arasında manevi bir tıbâk sanatı vardır. Çünkü birincisinin anlamı biz onları uyuttuk iken, ikincisi onları uyandırdık, anlamındadır.

"Bunun üzerine biz de... kullarına perde vurduk." buyruğunda istiare sanatı vardır. Burada ağır uyku kulaklara perde vurmaya benzetilmiştir. Tıpkı, çadırın, içindekiler üzerine vurulması gibi.

"Kalkıp da, ...batıl söz söylemiş oluruz dedikleri zaman kalplerini pekiştir­miştik." buyruğu da aynı şekilde istiaredir. Çünkü burada rabt (mealde pekiş­tirmek) bağlamak, demektir. Maksat ise, kapların ağızlarının ip ve benzeri şey­lerle bağlandığı gibi, kalplerinin bağlanmasını yani kalplerine sebat verilmesi­ni anlatmaktır. [10]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yoksa sen" hitap herkesedir. "Ashab-ı Kehfi" mağara arkadaşlarını "ve Rakım Ehlini." Rakîm, taştan bir levhadır. Onda isimleri ve nesepleri yazılıdır. Dağın yahut mağaraların içinde bulunduğu vadinin adının yazılı olduğu da söylenmiştir, "şaşılacak ayetlerimizden olduğunu mu sandın?" Onlar kıssaları itibariyle bizim ayetlerimizden biri olup şaşılacak bir özelliğe sahiptiler. Yani onları diğer ayetler arasında şaşılacak yahut en hayret edilecek bir şey mi zan­nettin?

"Hani o yiğitler." Yiğitler anlamına gelen "fitye" fetâ kelimesinin çoğuludur. Bu da tam ve olgun genç demektir. Bunlar Dakyanus tarafından şirke girmeleri istenen şerefli gençlerdir. Onlar kâfir kavimlerinin, imanlarına zarar vereceklerinden korkarak kaçıp "mağaraya sığınmışlardı da: Rabbimiz bize katından" tarafından "rahmet ver." Bizim mağfiret olunmamızı, rızık elde etmemizi, düşmandan yana da güvenlik duymamızı gerektirecek bir rahmet ver, işlerimizde doğruluk ver, kolaylık sağla. İstenene ulaştıracak yola ilet. İçinde bulunduğumuz bu kâfirlerden ayrılmamızı sağlayıp hidayet bulmuş olarak, dosdoğru yürüyebileceğimiz bir yola ulaştır, bütün işlerimizi dosdoğru kıl!

"Bunun üzerine biz de yıllarca mağarada onların kulaklarına perde vur­duk. " konuşulanları ve her hangi bir sesi işitemiyecekleri şekilde ağır bir uyku uyumalarını sağladık. Asıl anlamı ise, "Biz onların kulaklarına işitmelerini önleyecek şekilde perde gerdik ve bunu belli sayıda yıllar süresince yaptık" şeklindedir.

"Sonra iki gruptan" onlardan biribirinden farklı iki kesimden yahut da başkaları arasından iki gruptan; kaldıkları süre hakkında "hangisinin bek­ledikleri süreyi daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık." Burda sözü geçen iki gruptan kasıt "Bir gün yahut bir günün kısmı uyuduk" diyen kesim ile, "Rabbiniz ne kadar süre kaldığınızı en iyi bilendir" diyen kesimdir.

"Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatıyoruz." Onlara dair haberleri doğru bir şekilde sana bildiriyoruz.

"Kalkıp da... dedikleri zaman kalplerini pekiştirmiştik." Hak sözü söyleme­ye, yurtlarından, ailelerinden, mallarından ayrılığa katlanmaları için kalpleri­ne güç vermiştik.

"Şu bizim kavmimiz, onu bırakıp başka ilâhlar edindiler." Bu ifade bu işi reddettikleri anlamını ihtiva eden bir haberdir. "Bunlara dair apaçık delil getirmeleri gerekmez mi?" Bu uydurma ilâhlara ibadete dair açıkça kabul edilebilecek, tartışılamayacak bir delil getirmeleri gerekmez mi? Çünkü din ancak açık belgeye dayanılarak öğrenilir. Ayrıca bu ifadede dini konularda delili olmayanın reddolunacağmı, dini hususlarda taklidin caiz olmadığını ifade etmektedir. "Allah 'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" Yüce Allah'a ortak nisbet etmek suretiyle yalan iftira edenden daha zalim kimse yoktur.

"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız..." Burada gençler kendi aralarında konuştular. Siz kavminizden ve Allah'ın dışında bütün taptıklarından ayrıldınız. Çünkü kavimleri müşrikler gibi hem Allah'a ibadet ediyor, hem de putlara tapıyorlardı. "Rabbiniz size rah­metinden genişlik versin." Size geniş bir rızık versin, dünyada da âhirette de rahmetinden genişlik ihsan etsin, "işinizde kolaylık göstersin." Sabah-akşam yemeği gibi kendisinden yararlanacağınız şeyler versin. Onların bunu kesin olarak ifade etmelerinin sebebi, Allah'ın lütfuna olan güçlü güvenleriydi.

"Güneşin doğduğu zaman mağaranın sağ tarafına yöneldiğini" yani güneşin ışığı onlara düşmeyip rahatsız etmediğini. Çünkü mağara güneye bakıyordu. Yahut da Yüce Allah güneş ışığını mağaradan sağa sola doğru kaydırmıştı, "battığı zaman da yanlarından kayıp gittiğini" onlara değmediğini, hiçbir şekilde onlara isabet etmediğini "görürsün. Kendileri mağaranın genişçe bir yerinde" mağaranın ortasında, geniş bir yerde esen rüz­garın serinliği ve esintisi de onlara isabet edecek bir yerde "iç tarafında idiler. Bu" sözü geçen bu halleri yahut da güneşin bu şekilde kendilerine değmeden geçmesi "Allah'ın ayetlerindendir." Kudretine delil, belgelerdir. "Allah kimi hidayete erdirirse o doğru yola ermiştir. Kimi de saptıracak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir yardımcı bulamazsın." Allah her kime tevfikiyle hidayet verecek olursa işte kurtuluşu elde eden hidayet bulmuş kimse odur. Bundan kasıt ise ya onlardan övgü ile söz etmektir yahut da bu türden mucizelerin çokluğuna dikkat çekmektir. Fakat bunlardan asıl yararlananlar Yüce Allah'ın ayetleri üzerlerinde dikkatle düşünüp bunlar vasıtasıyla basireti açılan kimselerdir.

"Kimi de saptıracak olursa" Allah kimi yardımsız bırakacak olursa, sen onun himayesini üzerine alıp "onu doğru yola erdirecek kimse bulamazsın." Diğer bir ifade ile her kim Allah'ın ayetleriyle hidayet bulur ve delile daya­narak imanı seçecek olursa, Allah da ona hidâyet vermiş ve bu seçimi dolayısıyla da ona muvaffakiyet vermiş demektir. Kim de hidâyet sebeplerine yapışmaz ise sapmış ve doğru yoldan uzaklaşmış olur, sen onu doğru yola, hidâyete iletecek kimseyi asla bulamazsın.

"Şayet sen onları görecek olsan" uykuda oldukları halde "sen onları" göz­leri açık olduklarından dolayı "uyanık sanırdın."

"Biz onları sağa ve sola döndürürdük." Ta ki yer onların etlerini çürütmesin. "Köpekleri de kollarını eşiğe uzatmıştı." Yani adı Kıtmîr olan köpekleri mağaranın düzlüğünde ön ayaklarını uzatmıştı. Düzlükte değil de mağaranın kapısında uzattığı da söylenmiştir. O da onlar gibi uykuda döner durur ve uyanık sanılırdı. "Onları görsen" de onlara baksan "onlardan geri dönüp kaçardın ve için onlardan dolayı korku ile dolardı." Allah bu korku ile herhangi bir kimsenin yanlarına girmesini engelledi.

"İşte böyle" yani sözü geçenlere yaptığımız gibi "biribirlerine" kendi durumları ve kaldıkları süre hakkında "sorsunlar diye onları uyandırdık... bir gün veya bir günün bir kısmı dediler." Çünkü güneşin doğduğu sırada mağaraya girmişler ve batması esnasında uyandırılmışlardı. Böylelikle o batışın oraya girdikleri güne ait olduğunu sandılar. Onların bu kanaatleri zan-larına dayalı idi. Çünkü uyuyan bir kimse ne kadar süre kaldığını hesap ede­mez. Bundan dolayı bilgiyi Yüce Allah'a havale ederek şöyle dediler: "Ne kadar kaldığımızı Rabbimiz daha iyi bilir." Kısa bir süre kaldıklarını, onlardan birisinin ona cevap varmek üzere söyledikleri bir söz olması mümkündür. Çünkü bunlar işin kendileri için içinden çıkılamaz ve bilinemez olduğunu öğrenince kendileri için önemli olana yönelerek dediler ki: "Şimdi siz birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderin." İster sikkeli olsun, ister sikke vurul­mamış olsun, gümüş paraya "verık" denilir. Sözü geçen şehrin Tarsus veya Efes şehri olduğu söylenir. "Yiyeceklere baksın, hangisi daha temiz ise ondan size bir rızık alıp getirsin." Şehirdeki yiyeceklerin hangisi daha helâl, daha hoş, daha çok ve daha ucuz ise onu alsın; "orada dikkatli davransın" Girişeceği ilişkide dikkatli davranmak için bütün gücünü ortaya koysun ki, aldanmasın yahut da tanınmayacak şekilde alabildiğine kendisini saklamaya çalışsın "da sakın sizi kimseye duyurmasın." Başkalarının sizi farketmelerine sebep olacak hiçbir iş yapmasın.

"Çünkü onların sizden haberleri olacak olursa" sizi farkeder yahut ele geçirecek olurlarsa. Burada zamir şehir halkına aittir, "sizi ya taşla öldürürler veya dinlerine döndürürler." istemeseniz bile sizi dinlerine dördürmeye çalışırlar. "Bu takdirde ise" onların dinlerine dönecek olduğunuz takdirde "ebe-diyyen iflah olmazsınız."

Böylece onları uyandırdığımız gibi, "onların" kavimleri ve müminler tara­fından "bulunmalarını sağladık ki" kavimleri "Allah'ın" öldükten sonra diriliş "vaadinin gerçek olduğunu" sabit ve değişmez olduğunu "bilsinler." Çünkü on­ların uyuyup uyandırılmaları, ölüp sonradan diriltilen kimsenin haline benzer. Bu kadar uzun süre onları uyutmaya ve gıdasız olarak halleri üzere bırakmaya kadir olan bir kimse elbetteki ölüleri de diriltmeye kadir olur. "Kıyametin mu­hakkak kopacağını ve onda şüphe edilmeyeceğini" herhangi bir tereddüdü ge­rektirecek bir hususun olmadığını "bilsinler. Nitekim bunlar kendi aralarında durumları hakkında" gençler ile ilgili olarak "çekişip duruyorlardı." Yani mü­minler ve kâfirler bu konuda onların üzerine bir yapı inşa etmek hususunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. "Onların üzerine bir bina kurun, diyorlardı." Kâfir­ler; etraflarında onları örtecek bir yapı yapılmasını istiyorlardı. "Rableri onları çok iyi bilir." Bu bir ara cümlesidir ve Yüce Allah ya onların dönemlerinde an­laşmazlık çıkartanları ya da Rasulullah (s.a.) döneminde onlar hakkında an­laşmazlığa düşenleri reddetmektedir veya anlaşmazlık taraflarından birisinin, durumlarını hatırlamalarından sonra işi Allah'a havale etmeleri için bir hatır­latmadır.

"Onların işlerine galip gelenler ise..." ifadesindeki galip gelenler şehrin ileri gelenleri, söz sahibi olan kimselerdi. Bu da gerçek ölüm ile ikinci defa Allah'ın onları öldürmesi sırasında bulunan müminlerdi, "onların üzerlerine mutlaka bir mescit yapacağız, dediler." Çevrelerinde içinde namaz kılınan bir mabed yapacağız. Meşhur olan görüşe göre bunlar Hristiyan idiler ve bu yapı da mağaranın kapısında yapılmıştı.

"Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir, diyecekler." Yani Rasulullah (s.a.)'m döneminde bu gençlerin sayısı hususunda anlaşmazlığa düşenler biribirlerine böyle diyeceklerdir. Onlardan kimisi de: "Beştir, altıncıları köpekleridir, diyecekleridir." Bu iki görüş Necrân Hristiyanlarına aittir. "Bu gayba taş atmaktır." Yani konu ile ilgili herhangi bir bilgileri olmaksızın gelişigüzel bir kanaat ortaya atmaktır. Recm (taş atmak) zanna dayalı söz söylemektir. Gayb ise insanın bilmediği ve görmediği şeydir. Burada kasıt ise zanna ve tahmine dayanarak söz söylemektir. "Onları pek az kimseden başkası bilmez."

"Bu yüzden onlar hakkında zahir olan şeyden başkasıyla tartışma ve onlardan kimseye dair bir şey sorma!" Kitap Ehli olan Yahudilerden herhangi bir kimseden görüş isteme yahut da onlardan hiçbir kimseye yol gösterilmesini isteyen bir edâ ile kıssalarında dair bir şey sorma. Çünkü şüphesiz sana gelen bu vahiyler başka bir şeye ihtiyaç bırakmamaktadır.

"Bir şey hakkında, ben bunu yarın mutlaka yapacağım, deme." Herhangi bir şey için, bunu yarın yapacağım, yahut da gelecek bir zamanda yapacağım, deme. "Meğer ki Allah dilemiş ola." Yani ancak inşaallah demek suretiyle işi Allah'ın dilemesine havale ederek böyle bir söz söyleyebilirsin. Bu, Yüce Allah'ın peygamberine gösterdiği bir usuldür. Yahudiler Kureyşliler'e "Ona ruh, Ashâb-ı kehf ve Zülkarneyn hakkında soru sorun" demişlerdi. Onlar da Hz. Peygamber'e soru sordular, o da "Yarın gelin, size haber vereyim" demişti. Fakat inşaallah dememişti. Vahiy on küsur gün gecikti. Nihayet bu iş ona ağır geldi, Kureyş de onu yalanlayınca, bu âyet-i kerime nazil oldu.

"Unuttuğun" yani işi ilâhi meşiete bağlı olarak söz konusu etmeyi unut­tuğun "zaman da Rabbini an." Yani O'nun meşietini yani iradesini işi O'na bağlayarak hatırla! Bu meşietin unutmaktan sonra hatırlanması ise, konuşma esnasında anılması gibidir. Elverir ki o mecliste bu iş yapılsın. Nitekim el-Hasen ve başkaları böyle demiştir. İbni Abbas'tan ise şöyle dediği zikredilmek­tedir: İsterse o vaadini bozmadığı sürece bir sene sonra söylemiş olsun, farket-mez. "Umulur ki Rabbim beni bundan dolayı daha yakın olana eriştirir." Yani peygamberliğine delil getirme hususunda Ashâb-ı Kehf haberinden, daha doğruya yakın olanı bana haber verir. Nitekim Allah ona bundan daha büyük olanını geçmiş peygamberlerin kıssaları ile gösterdi. Kıyamet gününe kadar gelecekte olacak gaybî bir takım olayları haber vermek gibi.

"Üçyüz sene." Kitap ehline göre bu güneş senesine göre bir hesaplamadır. Araplara göre ise kamerî sene bundan dokuz yıl daha fazladır. İşte bundan dolayı "buna dokuz daha kattılar" yani dokuz yıl daha kattılar, demektir. Bunun üçyüz senesi güneş senesidir, üçyüzdokuz senesi ise kamerî sene hesabıyladır.

"Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir." Bu hususu O, anlaşmazlığa düşenlerden daha iyi bilir. "Göklerin ve yerin gaybı" yani bilgisi O'na aittir. O ne güzel görendir!" Yüce Allah ne güzel görendir! "O ne güzel işitendir. Bunların" yani göklerde ve yerde yaşayanların "ondan başka velileri" yardımcıları "yoktur.O kimseyi hükmünde ortak etmez" O verdiği hükümde onlardan hiçbir kimseyi ortak etmez, onlardan herhangi birisinin müdaheleler-ine imkhan tanımaz. Çünkü O'nun ortağa ihtiyacı yoktur. [11]

 

Nüzul Sebebi

 

Yüce Allah'ın "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir." (İsra, 17/85) buyruğunu açıklarken, Ashâb-ı Kehf kıssasının nüzul sebebi de zikredilmişti. Muhammed b. İshâk bu kıssanın nüzul sebebini etraflı ve gayet açık bir şekilde zikretmiş bulunmak­tadır. Der ki: en-Nadr b. Haris Kureyş'in şeytanî tiplerindendi. Rasulullah s.a.)'a eziyet verir, ona açıktan düşmanlık yapardı. Hîre'ye gitmiş, orada Rüstem ve İsfendiyar'a ait hikâyeleri öğrenmişti. Rasulullah (s.a.) da bir mecliste oturdu mu orada Yüce Allah'ı zikreder, kavmine kendilerinden önceki ümmetlerin başına gelen musibetleri anlatırdı. Hz. Peygamber kalkıp gitti mi arkasından en-Nadr gelir ve Allah'a yemin ederim ey Kureyşliler, benim anlattıklarım onun anlattıklarından güzeldir, haydi geliniz ben sizlere onun anlattıklarından daha güzel şeyler anlatacağım, der ve İran krallarına dair onlara bir şeyler anlatırdı.

Daha sonra Kureyşliler onu ve onunla birlikte Utbe b. Ebî Muayt'ı Medine'deki Yahudi alimlerin yanına gönderdiler ve onlara şöyle dediler: Siz Yahudi alimlerine, Muhammed hakkında soru sorunuz. Onun neler söylediğini onlara bildiriniz. Çünkü onlar ilk kitaba sahip kimselerdir. Onlarda bizim bilmediğimiz peygamberlere ait bilgiler vardır. Bunun üzerine bu iki kişi Mekke'den çıkıp Medine'ye geldiler. Yahudi alimlerinden (hahamlara) Muhammed'in (s.a.) durumuna dair bilgi istediler. Yahudi alimleri onlara şöyle dedi: Ona üç hususa dair soru sorunuz. Eski zamanda gitmiş genç delikanlıların hali nice oldu? Çünkü onların hikâyesi hayret vericidir. Yine ona her tarafı dolaşmış bir adama dair haber sorunuz. Yine ona ruhun ne olduğunu sorunuz. Şayet size haber verirse o bir peygamberdir; değilse yalan söyleyen bir kişidir. en-Nadr ve arkadaşı Mekke'ye döndüklerinde "Biz sizlere bizimle Muhammed arasında nihâî hükmü verecek şeylerle geldik" deyip Yahudilerin söylediklerini bildirdiler. Bunlar da Rasulullah (s.a.)'a gelip soru sordular, Rasulullah (s.a.) "Hakkında soru sorduğunuz bu şeyleri yarın size bildireceğim" diye buyurdu. Ancak, inşâallah demedi. Onlar da onu bırakıp git­tiler. Rasulullah (s.a.) da -tarihçilerin belirttiklerine göre- onbeş gün bekledi. Nihayet Mekkeliler bunu dillerine dolayıp yalan haberler yaymaya başladı ve şöyle dediler: Muhammed yarın haber vereceğini vaad etti, bu gün ise üzerinden onbeş gün geçti. Bu gecikme Rasulullah (s.a.)'a ağır geldi. Arkasından Hz. Cebrail Allah katından Ashab-ı Kehf suresini getirerek geldi. Ayrıca o surede Yüce Allah'ın onlara niçin üzüldüğüne dair bir serzenişi ve gençlere dair bilgi ile o her tarafı dolaşan adamın haberi vardı.[12]

Yüce Allah'ın "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım..." mealindeki 23. ayetin nüzulüne gelince: İbni Cerîr, ed-Dahhak'dan, İbni Merdüveyh, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (s.a.) bir şeye dair yemin etti, üzerinden ondört gün geçtikten sonra Yüce Allah "Bir şey hakkında ben bunu yarın mutlaka yapacağım deme..." ayeti nazil oldu. [13]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah yeryüzünde bulunan şeylerin bir süs olduğunu ve bunlar­da kıssalardan, kıssalardaki garip hallerden, daha üstün, daha hayret verici ve harikulade özellikler bulunduğunu söz konusu ettikten sonra, Ashab-ı Kehf kıssasının diğer ayetleri (ve mucizeleri) arasında tek başına hayret edilecek bir şey olmadığını; yeryüzünün bitkilerle, insanlarla, canlılarla, ağaçlarla, nehirlerle ve başka şeylerle süslenmesinden daha az hayret verici olduğunu beyan etmiştir. [14]

 

Açıklaması

 

Kıssanın Özeti:

 

309 yıl uyku halinde canlı olarak kalan Kehf Ashabı'nın kıssasına dair kesin haber işte budur. Bu kıssa önceki kitapların işaret etmiş olduğu hayret verici olaylardan birisidir.

"Yoksa sen Ashab-ı Kehf i ve Rakım ehlini şaşılacak âyetlerimizden mi sandın..." Onu dinleyenler Ashab-ı Kehf kıssasından hayrete düştüler ve sınamak kasdıyla Rasulullah (s.a.)'a bu hususta soru sordular. Yüce Allah da şöyle buyurdu: Sen bizim ayetlerimiz arasında sadece bunların mı şaşılacak şeyler olduklarını zannettin? Öyle bir şey sanma! Çünkü bizim ayetlerimizin tümü şaşılacak, hayret edilecek şeylerdir. Ashab-ı Kehf kıssası ve onların uzun bir süre hayatta bırakılmaları, dünyanın halinden daha şaşılacak bir şey değildir. Şüphesiz yeryüzünün süsü ve onun hayret verici yanları bu kıssadan daha harika ve daha şaşırtıcıdır. Yeryüzünü süslemeye sonra da onu toprak haline getirmeye, gökleri ve yeri yaratmaya Kadir olan, her şeye kadir demek­tir. İnsanlardan belli bir grubu belli bir süre yemeksiz ve içeceksiz koruması da O'nun kudretinin tecellilerindendir.

Özetle sen Kehf ve Rakîm ashabı kıssasını ayetlerimizden hayret verici tek bir ayet olduğunu sanma! -Ki Rakîm onların ya köpeklerinin adıdır ya vadi­lerinin veya yapılarındaki yazının adıdır.- Öyle bir kanaate kapılma; çünkü bütün ayetlerimiz şaşırtıcıdır, gariptir. İbni Cerîr ile İbni Kesîr'in tercih ettiği gibi ayet-i kerimenin zahirinden anlaşıldığına göre rakîm "yazı" demektir.

"Hani o yiğitler mağaraya sığınmışlardı." Ey peygamber! Kendilerini din­lerinden döndürmesinler diye kaçıp da puta tapan kavimlerinden gizlenmek maksadıyla dağdaki mağaraya sığınmalarım hatırla. Onlar mağaraya girdik­leri vakit Yüce Allah'tan kendilerine rahmetini ihsan etmesini, kendilerine lötufta bulunmasını isteyerek demişlerdi ki: "Rabbimiz bize katından rahmet mer." Yani bize kendi katından, bizi esirgeyeceğin ve kavmimizden saklayacağın bir rahmet ihsan buyur. "İşlerimize doğruluk ver." Yani akıbetimizi doğru kıl, tizim için faydalı olanı sağlamak ve bizleri sapık değil de doğru yolu bulan, şaşkın değil de hidayete ileten kimseler kılmak suretiyle; yahut genel olarak bütün işlerimizi dosdoğru kılmak suretiyle; "işlerimizde doğruluk ver, demişlerdi."

"Bunun üzerine biz de sayılı yıllar boyunca mağarada onların kulaklarına perde vurduk." Mağaraya girdikleri sırada onları ağır bir uykuya daldırdık. Artık hiçbir ses işitmez oldular. Sayıları belli, pek çok yıl böylece uyudular.

"Sonra iki gruptan hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık." Yani daha sonra onları bu uyku­larından uyandırdık. Böylelikle insanlar da Yüce Allah'ın bu konuda bildiğini açıkça görsünler. Yani onlar hakkında anlaşmazlığa düşen iki gruptan hangisinin uykuda kaldıkları süreyi ve uykularının nihai vaktini bilsinler, bun­dan dolayı da acizliklerini açıkça görsünler, Allah'ın onlara ne yaptığını bilsin­ler ve Yüce Allah'ın öldükten sonra diriltmeye ve diğer hususlara kadir olduğunu kesin olarak kabul etsinler. [15]

 

Kıssanın Tafsilâtı:

 

"Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatıyoruz." Yani biz sana onların haberlerini doğru şekliyle bildirmekteyiz. Bu şunu ifade eder: Araplar arasında onlara dair dillerde dolaşan haberler doğru değildi.

"Doğrusu onlar Rablerine inanmış genç yiğitlerdi..." Yani onlar Rablerini samimi olarak tevhîd eden, O'ndan başka ilâh olmadığına tanıklık eden gençlerdi. Biz de akideleri üzerinde kararlılık, Allah'a yönelmek ve salih ameli tercih etmek suretiyle hidayeti bulma hususundaki başarılarını daha da artırmıştık. Bu buyrukta isyana batan ve batıl dinde derinlere gömülen yaşlılara göre, gençlerin hakka daha bir yönelmek ve doğru yola daha büyük oranda hidayet bulmak istidadında olduklarına işaret vardır. İşte bundan dolayı -İbni Kesîr'in de belirttiği gibi- Allah'a ve Rasulün'e icabet edip çağrılarını kabul edenlerin çoğunluğu genç idi. Kureyş'in yaşlıları ise dinleri üzere kalmaya devam ettiler; onlardan ancak az kimseler iman etmişti. Taberânî ve İbnü'l-Münzir İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Allah ne kadar peygamber gönderdiyse mutlaka o genç idi. Daha sonra Yüce Allah'ın "İbrahim adında genç bir yiğidin onları diline doladığını işitmiştik, dediler." (Enbiyâ, 21/60); "Hani Musa genç delikanlısına şöyle demişti..." (Kehf, 18/60) ayetlerini okudu. Kehf ashabı hakkında da "inanmış genç yiğitlerdi" diye söz etmektedir.

Bu ayet-i kerimedeki "Biz de onların hidayetini artırmıştık." buyruğu, imanın artışına ve insanlar arasında birinin imanının diğerinden üstün olduğuna, imanın artıp eksildiğine, itaatle artıp masiyet dolayısıyla eksildiğine delil gösterilmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hidayet bulan­lara gelince, onların hidayetlerini artırdı ve onlara takvalarını verdi." (Muhammed, 47/17); "İman edenlere gelince bu onların imanlarını artırdı ve onlar biribirleriyle müjdeleşirler." (Tevbe, 9/124) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "İmanlarına iman katılıp imanları artsın diye..." (Feth, 48/4) [16]

 

Kehf Ashabının Yaşadıkları Çağ:

 

Kehf ashabının Meryem oğlu İsa Mesih dinine bağlı oldukları zikredilmek­tedir. İbni Kesîr ise onların Hıristiyanlıktan önce yaşamış oldukları görüşünü tercih etmektedir. Buna delil ise Yahudi âlimlerinin onlara dair haberleri bil­meleri, buna önem vermeleridir. Nitekim nüzul sebebinde bunu açıklamıştık. Bir diğer delil ise İbni Ebî Şeybe, İbnü'l-Münzir ve İbni Ebi Hâtim'in İbni Ab-bas (r.a)'tan yaptıkları şu rivayettir: Bu rivayete göre Kehf Ashabı insanları putlara tapmaya çağıran zorba hükümdarların birisinin ülkesinde yaşıyorlar­dı. Onlar bu durumu görünce o şehirden çıkıp gittiler. Yüce Allah aralarında herhangi bir sözleşme ve haberleşme olmaksızın onları bir araya getirdi Biri diğerine nereye gitmek istediğini sormuş fakat durumunu gizlemiş, açıklama­mıştı. Çünkü biri ötekinin ne için dışarı çıktığını da bilmiyordu. O bakımdan biribirlerine durumlarını açıklamak üzere sözler aldılar, yeminler ettiler. Niha­yet bir söz birliği ettiler ve dediler ki: "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi-dir... İşinizde kolaylık göstersin."

Daha sonra yola koyuldular ve nihayet mağaraya girdiler. Allah da onların kulaklarına perde vurdu, uykuya daldılar. Aileleri onları aramaya başladılar ancak bütün çabalarına rağmen bulamadılar. Nihayet durumları krala iletildi, o da şöyle dedi: Bu günden itibaren bu insanların durumu şöyle olmalıdır: Bunlar herhangi bir cinayet söz konusu olmaksızın ve bilinen bir sebebe bağlı olmayarak nereye gittiğini bilmediğimiz aramızdan çıkıp giden insanlardır. Daha sonra kurşundan bir levha getirilmesini istedi. O levhaya isimlerini yazdı, sonra da bunu hazinesine koydu. Daha sonra da şanı Yüce Allah'ın bize anlattığı olaylar başlarından geçti.[17]

 

Tevhid Hususundaki Kararlılıkları:

 

"Kalkıp da bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir... dedikleri zaman kalplerini pekiştirmiştik." Yani kavimlerine karşı davranışlarında akideleri yo­lunda kararlılıklarında sağlam ve güçlü bir şekilde ısrar etmeleri ilhamını ver­miştik. Nihayet kavimlerinin içinde bulundukları rahat yaşayışı ve mutluluğu terkettiler ve insanları putlara, tağutlara ibadete teşvik eden, onları bu putla­ra, tağutlara ibadete zorlayan zalim hükümdar Dakyanus'un önüne dikilip şöy­le dediler: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz kesinlikle ondan başka bir ilâha ibadet etmeyiz. Zira ondan başka Rab yoktur, ondan başka mâ-bûd olamaz. Kavimlerin yaptığı putlara secde etmek, onlar için kurbanlar kes­mek ise, ancak gökleri ve yeri yaratan Allah'a yaraşır."

İlk cümleleri olan "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir." ifadesiyle Jûhiyyetin tevhidini ilan etmişlerdi. Putlara tapanlar da bunu kabul ederler. ikinci cümleleri o\an:"Biz ondan başkasını ilâh diye çağırmayız." cümlesinde de rubûbiyetin tevhidini ilân etmişlerdi. Ancak puta tapıcılar (müşrikler) bunu kabul etmezler. Bunun delili ise Kur'ân-ı Kerîm'in bize nakletmiş olduğu şu buyruklardır: "Andolsun eğer onlara göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, i I bette: Allah diyeceklerdir." (Lokman,31/25); "Şüphesiz biz bunlara" putlara "ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (Zümer, 39/3)

Onlar inançlarını şu sözleriyle gerekçelendirdiler: "Yoksa andolsun ki batıl söz söylemiş oluruz." Yani biz Allah'tan başkasına ibadet edecek olursak, şüp­hesiz o zaman batıl, yalan ve iftira bir iddiada bulunmuş oluruz. Sözlükte batıl =oz (şatat) haddi aşmak ve hadden uzaklaşmak demektir. Yani o takdirde biz hakka uymayan, haddi aşmış bir söz söylemiş oluruz. Bu da onların putlara tapmak üzere davet olunduklarını, krallarının da putlara ibadeti terkettikle-rinden dolayı onları kınadığını göstermektedir. [18]

 

Kavimlerini Putlara Tapmaktan Dolayı Ayıplamaları:

 

"Şu bizim kavmimiz O'nu bırakıp başka ilâh edindiler..." yani Kehf ashabı Dakyanos döneminde putlara tapan kavimleri hakkında şöyle dediler: Bun­ların şu uydurma, batıl ilâhlara tapmak şeklindeki amellerinin doğruluğuna ?.paçık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Niçin bu kabul ettiklerinin doğruluğuna doğru açık, net bir delil getiremiyorlar?

Bu da şunu göstermektedir: Bir iddiaya delil getirmek aklen ve mantıken daha sağlıklı bir yoldur.

"Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" Allah'a yalan uydu­rup iftira edip, O'na ortak nispet edenden daha zalim yoktur.

Krallarının kendilerini tehdit edip korkutmasından sonra belki kabul ettikleri dinden geri dönerler diye durumlarını gözden geçirmeleri için onlara süre tanıması Allah'ın o gençlere bir lütfü idi. Onlar da bunu uygun bir fırsat olarak değerlendiler ve fitne korkusu ile dinlerini kurtarmak amacıyla kaçtılar.

İbni Kesir der ki: İşte insanlar arasında fitnelerin baş göstermesi esnasında meşru olan tutum budur. İnsan dinine zarar gelir korkusuyla, onlar­dan kaçar. Nitekim Buharî'de ve Ebu Davud'da yer alan bir hadis-i şerife göre Ebu Saîd el- Hudrî Rasulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: 'Aradan fazla zaman geçmeden sizden birinizin en hayırlı malı dinini fitneler­den kurtarmak üzere, kaçmak amacıyla kendileriyle birlikte dağların tepelerini ve yağmur yağan yerleri takip edeceği birkaç koyun olacaktır." İşte böyle bir durumda insanlardan uzak kalmak meşrudur, fakat sair hallerde meşru değildir. Çünkü bu durumda cemaatlere ve cumalara gitmek gibi önemli fırsat­lar kaybolur. [19]

 

Kavimlerinden Ayrılmaları:

 

"Madem ki siz onlardan ve Allah 'tan başka tapmakta olduklarından z-t—Jdınız..." Ey Kehf Ashabı, siz dininizi kurtarmak amacıyla kavminizden, ayrılmak suretiyle onlardan maddeten ve dininizde onlara muhalefet etmek suretiyle manen ayrıldığınızı, Allah'tan başka bütün mabudları reddetmeye karar verdiğiniz vakit, biribirinize söylemiş olduğunuz o sözleri hatırlayınız.

Yüce Allah'ın "Allah'tan başka" ifadesi ya -belirttiğimiz gibi- muttasıl bir istisnadır veya muntakı' bir istisnadır. Bunun bir ara cümlesi olması da mümkündür. O takdirde bu Yüce Allah tarafından bu gençlere dair Allah'tan başkasına ibadet etmediklerini ifade eden bir haber olur.

Haydi bedenlerinizle kavimlerinizden ayrılınız, ruhen de onlardan ayrıldıktan sonra (dağdaki geniş mağara demek olan) kehfe sığınınız. Şirk ehlinden uzaklarda tenha bir yerde yalnızca Allah'a ihlâsla ibadet ediniz. Eğer siz böyle bir şey yapacak olursanız, Allah sizin üzerinize sizi kavminize karşı kendisiyle koruyacağı bir rahmet yayar ve işinize büyük bir kolaylık sağlar, yani kendisinden yararlanacağınız ve size kolay gelecek yollar açar. [20]

 

Mağaradaki Durumları:

 

"Güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini..." yani ey Muhammed veya ey muhatab alınabilecek herkes, güneşin doğuşu esnasında onların mağaralarında sağ tarafa doğru kaydığını görürsün. Yani güneş yükselerek ışığı sağa doğru kaymakta ve böyle bir yerde zeval halinde ışığından bir eser kalmamaktadır. Batışı esnasında ise güneş ışığı onlardan uzaklaşmakta, onları bir kenara bırakıp kuzey tarafına yönelmektedir. Halbu­ki onlar mağaranın genişçe orta yerinde idiler ve dışardan onlara oldukça latif ve serin hava geliyordu.

Bununla kastedilen mağaranın güneşin doğuşu ve batışı sırasında güneşten etkilenmeyen bir yerinde olduklarını bildirmektir. Yani onlara bütün gün boyunca; doğuşunda da batışında da güneş ışığı değmiyordu. Halbuki onlar güneş ışığına maruz geniş bir yerde bulunuyorlardı. Allah güneş ışığının onlara temas etmesini önlemişti. [21]

 

Mağaranın Yeri:

 

Tarihçiler mağaranın yerini tayin hususunda değişik görüşler zikrederler. Burasının Filistin'in güneyinde Akabe'de Eyle'ye yakın bir vadi olduğu söylen­diği gibi, Irak'ın kuzeyinde Musul'da Ninova yakınlarında olduğu da söylen­miştir. Eski Bizans toprakları olan Türkiye'nin güneyinde bir yerde olduğu da söylenmiştir. Bütün bu görüşlerin bir delile dayandırılma ihtiyaçları vardır. [22]

 

Yüce Allah'ın Kudreti, İnayeti ve Mülkü:

 

"Bu Allah'ın âyetler indendir." Yani bu gençlerin belli yıllar boyunca mağarada kalmaları Allah'ın, güneşin doğuş ve batışı esnasında güneşi onlar­dan ışınlarını kaydırmak ve hararetini başka tarafa çevirmek suretiyle kaydırması, Yüce Allah'ın kudretinin mükemmelliğine, bilgisinin genişliğine delâlet eden şaşırtıcı pek çok ayetlerinden bir ayettir (belgedir). Yüce Allah'ın kulları arasından ihlâs sahibi olanları koruduğuna, tevhidin hak din olduğuna, putlara ve heykellere tapmanın sapıklık ve doğruluktan ayrılma olduğuna, Kehf ashabı'nın da korunmasının Yüce Allah'ın lütfü ve onun inayetiyle olduğuna açık bir delildir. İşte bundan dolayı Yüce Allah "Allah kimi hidâyete erdirirse o doğru yola ermiştir." diye buyurmaktadır. Yani Yüce Allah ayet ve belgeleriyle her kime hidayet bulma tevfikini ihsan eder ve hakka götürecek şekilde ona yol gösterir, sevdiği ve razı olacağı şeylere ulaşma başarısını ihsan ederse o kimse -Ashab-ı Kehf gibi- doğru yola iletilen ve dünyada da âhirette de en büyük nasibe mazhar olan bir kimsedir.

Bundan kasıt ya Ashab-ı Kehf ten övgüyle söz etmek ve onların arzulanan hedefi gerçekleştirdiklerine dair tanıklık etmek, yahut da bu kabilden ayet­lerin (belge ve mucizelerin) pek çok olduğuna dikkat çekmektedir. Asıl mutlu kişi, Yüce Allah'ın bunlar üzerinde dikkatle düşünüp onlarla basiretinin açılıp onlar vasıtasıyla hidayet bulma başarısını elde edendir.[23] Kısacası bu gençleri hidayete ileten Yüce Allah'tır.

"Kimi de saptıracak olursa artık onu doğru yola iletecek bir yardımcı bula­mazsın." Yani kötü seçimi, yerinde olmayan istidadı, duruşunu sapıklık yoluna yönlendirmesi dolayısıyla Allah her kime ayetleriyle hidâyet bulma başarısını vermeyerek saptıracak olur ise, kesinlikle sen o kimseyi doğru yola iletecek hayra götürecek dünya ve âhirette doğruluk yollarına ulaştıracak asla bir yardımcı ve bir dost bulamazsın. Onu kimse hidayete iletemez. Öldükten sonra dirilişi inkâr eden kâfirler buna örnektir. Çünkü başarı ihsan etmek ve yardımsız bırakmak Allah'ın elinde olan bir iştir. O dilediğine tevfikini verir, dilediğini de yardımsız bırakır.

Hidayete erdirmenin ve saptırmanın Yüce Allah'a ait olarak vurgulanması Rasulullah (s.a.)'m kavminden çektiği sıkıntıları hafifletmiş ve davetini kabul etmekten yüz çevirmelerine duyduğu üzüntü ve kederini gidermiştir.

"Onlar uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın." Yani sen onları görecek olsaydın, onların uyanık olduğunu zannederdin. Çünkü uyuyor oldukları halde gözleri açıktır. Buna sebep ise çürümelerini önlemektir. Onlar bu halleriyle adeta kendilerini görenlere bakıyor gibiydiler.

"Biz onları sağa ve sola döndürüyorduk." Yani kimi vakit onları sağ tarafa kimi vakit de sol tarafa döndürüyorduk. Ta ki toprak onların cesetlerini etkile­mesin ve tenleri gereken şekilde hava alsın.

Bu döndürülme süresi hakkında tefsir alimlerinin farklı görüşleri vardır. Senede iki defa olduğu, senede bir defa olduğu söylenmiş ise de, her iki görüşün lehine delil yoktur. Böyle bir şeyi akıl ile tespit etmek de mümkün değildir. Kur'ân da buna işaret etmemektedir. Bu hususta sahih bir haber de vârid olmuş değildir. O halde nas mutlak olduğu halde kalmaktadır. İbni Abbas der ki: Eğer döndürülmeselerdi yer onları yerdi (çürütürdü).

"Köpekleri de kollarını eşiğe uzatmıştı." Yüce Allah'ın ilhamıyla onları korumak üzere arkalarından giden köpekleri ise kollarını mağaranın düzlüğünde yahut da kapısında onları korumak üzere uzatmıştı. Bu ise köpeğin tabiatından ileri gelen bir şeydir. Adeta onları koruyor idi. O da bu durumda onların uyudukları gibi uyudu. İşte hayırlılarla arkadaşlık etmenin faydası budur.

"Onları görsen onlardan geri dönüp kaçardın ve onlardan dolayı için korkuyla dolardı." Yani eğer sen onlara bakacak olsaydın, arkanı döner kaçar, ve onlardan dolayı için korkuyla dolardı. Çünkü Yüce Allah onlara bir heybet ve bir vakar vermişti. Öyle ki kim onlara baksa mutlaka onlardan korkar ve çekinirdi. Bu halleri uyur halde kaldıkları süre sona erinceye kadar sürdü. Böylelikle onların bu hallerindeki nihaî hikmet, geniş rahmet tahakkuk etti. Allah onlar vasıtasıyla öldükten sonra dirilişe ve yaratıkları tekrar iadeye kadir olduğuna, kıyamet gününün ise şüphesiz olarak geleceğine dair maddi ve hissedilir delili açıkça gösterdi. [24]

 

Uykularından Uyandırılmaları

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte böyle... onları uyandırdık..." Yani biz onların hidayetlerini artırıp uyuttuğumuz, bedenlerini çürümekten, yok olmaktan koruyup uzun bir süre boyunca yiyip içmeksizin canlı olarak bıraktığımız ve evirip çevirdiğimiz gibi; evet bunun gibi onları tekrar dirilttik (uyandırdık). Yani ölümü andıran o uykudan onları canlandırdık. Böylelikle kudretimizin boyutlarını, insanlara yaptığımız işlerin ne kadar şaşırtıcı olduğunu onlara gösterelim, işleri hakkında basiret sahibi olsunlar, kendi aralarında biribirlerine soru sorsunlar ve bu noktaya varsınlar diye. O bakımdan onlardan birisi "Ne kadar süre uyudunuz" diye sordu. Çünkü uzun süre uyuduklarını hissetmişlerdi. "Bir gün veya günün bir kısmı, dediler." Yani onlardan birisi şöyle cevap verdi: Bizim değerlendirmemize göre biz ya tam bir gün uyumuşuz ya da bir günün bir bölümü. Çünkü mağaraya günün erken saatlerinde girmişlerdi, uyuduklarında ise akşama doğru idi. Bu bakımdan arkasından "veya günün bir kısmı" deyiverdiler.

"Ne kadar kaldığınızı Rabbimiz daha iyi bilir..." dediler. Bir diğeri de şu cevabı verdi: Rabbimiz durumunuzu ve ne kadar gün kaldığınızı daha iyi bilir. İşte bu, onların hallerinin değişmiş olduğunu gördüklerinden dolayı uzun bir süre uyuduklarını farkettiklerini ve bu hususta tereddüde düştüklerini göster­mektedir. Yani Allah durumunuzu sizden daha iyi bilir. Siz ne kadar bir süre kaldığınızı bilmezsiniz. İşte birincilerinin sorduğu soruyu cevaplandırırken uyanık bir imanın gerektirdiği edep budur. [25]

 

Yiyecek Alımında Vekalet:

 

Daha sonra kendi aralarında önemli bir ihtiyaçları hakkında konuşmaya başladılar. Bu da yiyecek ve içeceğe olan ihtiyaçları idi.

"Şimdi siz birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderin..." Yani biriniz şu dirhemlerinizle yahut evlerinden ihtiyaçlarını karşılamak üzere beraberlerinde bulunan şu gümüşünüzle şehrinize gönderiniz. Bu şehir ise -Râzî'nin de ısrarla belirttiği gibi- Tarsus'tur.[26]

"Yiyeceklere baksın, hangisi daha temiz ise ondan size alıp getirsin." Yani hangi yiyeceğin daha güzel, daha faydalı, daha hoş, daha ucuz olduğuna bir baksın ve o yiyecekten uygun bir miktar alıp size getirsin.

"Orada dikkatli davransın da sakın sizi kimseye duyurmasın." Yani bir şey isterken, şehre girip çıkarken alışverişte bulunurken, yumuşak davransın, şehir halkından herhangi bir kimseye yerinizi bildirmesin yahut hisset­tirmesin.

"Çünkü onların sizden haberleri olacak olursa sizi ya taşla öldürürler ya da dinlerine döndürürler." Zira kral Dakyanos'un adamları eğer yerinizi farkedecek olurlarsa sizi taşlayarak öldürürler, yahut da tekrar dinlerine, put­perestliğe, putlara tapıcılığa dönmeniz için sizi zorlarlar.

"Bu takdirde ise ebediyyen iflah olamazsınız." Yani eğer sizler tekrar onların dinlerine geri dönme isteklerini uygun bulacak olursanız, dünyada da âhirette de ebediyyen iflah olmazsınız, kurtulamazsınız. [27]

 

İnsanların Onları Bulmaları:

 

"Böylece onların bulunmalarını sağladık..." Yani biz onları önce uyutup sonra uyandırdığımız gibi, onları ve hallerini de insanlara gösterdik, haberdar ettik. Bunların ise Yüce Allah'ın ölüleri diriltme, öldükten sonra diriliş ve kıyamet hakkında herhangi bir şüpheleri yoktur. Allah Kehf Ashabı m buna bir delil, bir belge olmak üzere diriltti, böylelikle Yüce Allah'ın öldükten sonra diriliş vaadinin hak olduğunu ve gerçekleşecek olduğunu, kıyametin gerçek­leşmesinin de şüphe olunmayacak bir husus olduğunu bilsinler. Her kim Kehf Ashâbı'nının durumlarına tanık olursa, bu haberin doğruluğunu ve Allah'ın öldükten sonra diriliş vaadinin gerçekliğini de öğrenmiş olur. Çünkü onların uyku halleri ile bu uykudan sonra uyanmaları, ölüp sonra dirilenin haline ben­zer.

"Nitekim bunlar kendi aralarında durumları hakkında çekişip duruyorlar­dı." Yani onlar kıyamet hususu hakkında biribirleriyle tartıştıkları zaman o dönem insanlarına onları gösterdik. O tartışma esnasında insanların kimisi kı­yameti kabul edip inanıyor, kimisi inkâr ediyordu. Kimisi buna iman ediyor, ki­misi iman etmeyip kâfir oluyordu. İşte bu tartışanların Kehf Ashâbı'nı bulma­larını kabul edenlerin lehine, etmeyenlerin aleyhine bir delil kıldık. Hükümdar ve halkı da öldükten sonra dirilişe dair Allah'ın bu âyetini (kesin belgesini) buldukları için sevindiler ve Kıyamet hususunda görüş ayrılığı da ortadan kalkmış oldu. [28]

 

Onlar Hakkında İnsanların Görüşleri:

 

"Onların üzerlerine bir bina kurun... diyorlardı." Yani Yüce Allah Kehf Ashâbı'nın canlarını aldıktan sonra onlar hakkında görüşler ikiye ayrıldı. Bir kesim -ki bunların kâfirler oldukları söylenmiştir- dediler ki: Üzerlerine mağaranın kapısını kapatalım ve onları bu halleri üzere bırakalım. Çünkü onlar bizim dinimiz üzeredirler. Yüce Allah'ın: "Rableri onları çok iyi bilir" buyruğu bir ara cümlesidir. Yani o akideleri hususundaki anlaşmazlık çıkar­tanlara neseplerini, isimlerini ve kaldıkları süreyi açıklamak hususunda cevap vermek üzere hallerini en iyi bilen Rableridir.

Bir diğer kesim ise görüşleriyle birinci kesime baskın geldiler. Bunlar ise -ki hem Ashâb-ı Kehf e daha yakın idiler, hem de onlar üzerine bina yapmaya daha istekliydiler- müslümanlar ve hükümdarlarıdır. "Biz mağara kapısında içinde müslümanlarm namaz kılacakları ve bu yerin bereketinden yarar­lanacakları bir mescit yapacağız." [29]

 

Sayıları:

 

"Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir, diyecekler." Yani daha sonra insan­lar sayıları hususunda anlaşmazlığa düştüler. Burada kastedilenler Rasulullah (s.a.) döneminde Kitap Ehli'nden ve müminlerden onların kıssaları hakkında konuşanlar, söz söyleyenlerdir. Onlar Rasulullah (s.a.)'a Kehf Ashâbı'na dair soru sordular, Hz. Peygamber de kendisine vahiy gelinceye kadar onlara cevap vermeyi erteledi. Bu âyet-i kerime sayılarına dair haber vermek üzere indi ve onlardan doğruyu söyleyenlerin, "Yedidir, sekizincileri köpekleridir." diyenler olduğunu ifade etti.

Onlardan kimisi Kehf Ashabı: "Üçtür, dördüncüleri köpekleridir." derken, diğerleri ise "beştir, altıncıları köpekleridir." demişti. Onlar bunu söylerken "gaybı taşlamaktadırlar." Yani bilgisizce söz söylemektedirler. Söyledikleri sırf zan ve tahmindir. Söylediklerinin herhangi bir delili yoktur ve bununla birlikte kesin bir bilgi de söz konusu değildir. Bunun delili ise bu konuda söylenen iki sözden sonra "Bu, gayba taş atmaktır." denilmesidir.

Bir başka grup ise: "Yedidir, sekizincileri köpekleridir." demişlerdir. Yüce Allah bu sözü söyledikten sonra, buna dair bir açıklama yapmadı yahut da olduğu gibi kabul etti. İşte bu da bu görüşün doğruluğunun delilidir ve gerçek­te durumun böyle olduğunu göstermektedir.

Ya Muhammed de ki: Rabbim, onların sayılarını en iyi bilendir. Onların sayılarını insanlar arasında ancak pek az kimseler bilirler. Onların sayılarını belirten Kitap Ehli'nin büyük bir çoğunluğu bunu zan ve tahmine dayanarak zikrederler. Yüce Allah'ın "Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir." buyruğu ise bu gibi durumlarda yapılacak en güzel işin ilmi Yüce Allah'a havale etmek olduğunu göstermektedir. Çünkü bu gibi hususlarda bilgiye dayalı olmaksızın hüküm vermeyi gerektiren bir durum yoktur.

İbni Abbâs der ki: Ben Yüce Allah'ın istisna ettiği az kimselerden birisi­yim. Onlar yedi kişi idiler. İbni Cerîr de Atâ'dan İbni Abbâs'm: "Onların sayısı yedi idi." dediğini rivayet etmektedir.

Ancak burada önemli olan bu insanların sayılarını bilmek değildir, önemli olan kıssadan ibret almaktır, kıssanın delâlet ettiği Yüce Allah'ın öldükten sonra dirilişi ve tekrar yaratmaya kadir olduğunu ortaya koymaktır.

Keşşaf sahibi şöyle bir soru sorar: Üçüncü cümle olan "yedidir ve sekizinci­leri köpekleridir." buyruğunda yer alan bu "vav"= ve" neyin nesidir ve niçin önceki iki cümlede yer almadığı halde bu cümlede yer almıştır? Daha sonra bunu şöyle cevaplandırır: Bu "vâv" nekreye sıfat olarak gelen cümlenin başına gelen vav'dır. Bunun faydası ise sıfatın mevsûfu ile bitişik olduğunu tekid etmek ve bu sıfat ile nitelenmesinin sabit ve karar kılmış bir sıfat olduğunu göstermektir. Yani "yedidir ve sekizincileri köpekleridir." diyenler bu konuda bir bilgiye dayanarak söylemişlerdi. Onlar diğerlerinin yaptıkları gibi zanna dayalı olarak gayba taş atmadılar.

"Bu yüzden onlar hakkında zahir olan şeyden başkasıyla tartışma..." Yani sen Kitap Ehli ile Ashâb-ı Kehf hakkında derinliğine değil de ancak zahir (yüzeysel) bir şekilde tartış. Bu da senin onlara Allah'ın sana vahyettiğini açıklamandır, bununla yetinerek başka bir şey ilâve etmemendir. Onların câhil olduklarını ileri sürmeksizin ve karşılık verirken onları azarlamaksızın bunları bildirmendir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde "Onlarla en güzel yol ile mücadele et!" (Nahl, 16/125) diye buyurmaktadır. Bir diğer yerde de şöyle buyurmaktadır: "Kitap Ehli'yle ancak en güzel yol hangisiyse o yolla mücadele ediniz." (Ankebût, 29/46).

"Ve onlardan kimseye onlara dair bir şey sorma!" Yani onlardan herhangi bir kimseye Ashâb-ı Kehf kıssası hakkında işi yokuşa sürmek isteyen bir tavırla soru sorma. Çünkü bu sana tavsiye edilen idare yollu olmaya ve güzel ilişki kurmaya aykırıdır. Ayrıca onlara bu konuda doğruya iletilmek isteyen kimse tavrıyla da soru sorma. Çünkü Yüce Allah zaten sana onların kıssalarını vahyetmek suretiyle seni doğru yola iletmiş bulunmaktadır.

İşte bu da dini konularda Kitap Ehli'ne başvurmanın caiz olmadığını göstermektedir. [30]

 

Peygambere ve Ümmetine Bir İrşâd:

 

"Bir şey hakkında ben bunu yarın mutlaka yapacağım, deme." Yani ey Peygamber, gelecekte yapmayı kararlaştırdığın herhangi bir şey için Aziz ve Celil olan Allah dilerse, demeden yarın ben bu işi mutlaka yapacağım deme. Yani "inşâallah" demedikçe böyle bir şey söyleme. Nitekim Buhârî ile Müs­lim'de Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Davud oğlu Süleyman-ikisine de selâm olsun- dedi ki: Bu gece yetmiş hanımımı dolaşacağım -bir rivayette yüz denilmiştir- Onlardan her birisi Allah yolunda savaşacak bir erkek doğuracaktır. Ona -bir rivayette melek tarafından-: İnşâallah de, denildi fakat o demedi. Hanımlarını dolaştı, fakat onlardan yalnızca bir tanesi o da uzuvları eksik bir insan doğurdu. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim. Eğer inşâallah demiş olsaydı, yemininde sâdık çıkardı ve bu, onun ihtiyacını karşılardı." Bir diğer rivayette de: "Hep birlikte at sırtında, elbette Allah yolunda savaşırlardı." denilmiştir.

Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebini de öğrenmiş bulunuyoruz. Rasulullah (s.a.)'a Ashab-ı Kehf kıssası hakkında soru sorulunca o, "Size yarın cevap vereceğim." demiş fakat vahiy onbeş gün gecikmişti.

"Unuttuğun zaman da Rabbini an." Yani Rabbinin meşietini an ve bunu unutacak olur isen inşâallah deyiver. Anlamı şudur: Sen istisna sözünü (inşâallah demeyi) unutur da sonradan farkına varırsan, onu anmak suretiyle telâfi et. Aradaki zaman fasılası ister uzasın, ister kısa olsun. İbni Abbâs (r.a)'dan nakledildiğine göre istersen sen -dediğini bozmadığın sürece- bir sene sonra dahi olsa bunu yap. İbni Cerîr, İbni Abbâs'ın sözünün manasını şöyle açıklamaktadır: Bu bir kimsenin sözünde yahut da yemininde inşâallah demeyi unutup bir sene sonra dahi olsa bunu hatırlayacak olur ise, sünnet onun inşâallah demesini gerektirmektedir. Böylelikle istisna (inşâallah deme) sünnetini yerine getirmiş olsun. Velev ki bu sözünün gereğini bozduktan sonra olsun. Yoksa bu yeminini bozma hükmünü kaldırmak ve keffâreti de ıskat etmek için olmaz.

"Ve şöyle de: Umulur ki Rabbim bundan daha doğruya daha yakın olana eriştirir." Yani ey Muhammed, de ki: Belki Rabbim beni unuttuğum şeyin yeri­ne, bir başka şeye yahut da hayır ve menfaati itibariyle daha üstün olana mu­vaffak kılar. Sana bilmediğin bir şey sorulacak olursa o hususta sen de Al­lah'tan sor ve bu hususta hakka seni muvaffak kılması için O'na yönel. [31]

 

Mağarada Kaldıkları Süre:

 

Yüce Allah Rasulüne Kehf Ashâbı'nm mağaralarında Allah'ın uyuttuğu zamandan, tekrar uyandırdığı vakte kadar kaldıkları süreyi de haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Onlar mağaralarında üçyüz sene eğleştiler. Buna dokuz daha kattılar." Yani onlar mağaralarında kamerî yıl hesabıyla üç yüz dokuz yıl kadar bir süre kaldılar. Bu ise üç yüz güneş senesi eder. Çünkü her yüz yıllık bir sürede kamerî sene ile güneş senesi arasında üç yıllık bir fark vardır. Bundan dolayı üç yüz yıldan sonra "buna dokuz daha kattılar." diye buyurmaktadır. Bu haberi de şu buyruğu ile pekiştirmektedir:

"Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir, de." Yani onların kaldıkları süre hakkında sana soru sorulacak olur ve bu konuda sende Allah'­tan gelmiş bir bilgi bulunmuyor ise böyle bir durumda şöyle de: "Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı Ona aittir." Yani bunları O'ndan başka kimse bilmez, bir de Allah'ın yarattıklarından bildirdiği kimseler bilebilirler. O halde sen de onlara ait bir delil bulunmadığı sürece haber vermekte acele etme. Hak, gerçek benim sana verdiğim bu haberdir. Onların söyledikleri değildir. Zira göklerin ve yerin gaybı yalnız O'nundur, her şeyi bilen O'dur. Onların ne kadar süre mağarada eğleştiklerini, bu konuda anlaşmazlığa düşenlerden O daha iyi bilir.

Şanı Yüce Allah onların kaldıkları süreyi haber verdiğine göre, hakkında şüphe bulunmayan gerçek de odur. Bu cümlenin sona bırakılmasının faydası, onların -sayıları hususunda anlaşmazlığa düştükleri gibi- kaldıkları süre hakkında da anlaşmazlığa düştüklerini ortaya koymaktır. Burada da böyle bir ek açıklamada bulunuldu. Tıpkı onların sayıları anlatılırken yer alan: "De ki: Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir" şeklindeki açıklamanın yer aldığı gibi.

Kısacası, Kehf Ashabı'nın sayıları ile mağaralarında kaldıkları süreye dair açıklama hususunda kesin haber Yüce Allah'tan gelen haberlerdir. Zira o eşyayı ve gerçekleri en iyi bilendir. İnsanların söyledikleri sözler ise delili olmayan zanlardır. Bunlar birtakım şayialara dayalı olarak söylenir. Göklerde ve yerde gayb olan ve buralardakilerden gizli kalan hususlara dair bilgi yalnızca Allah'a aittir.

"O ne güzel görendir, O ne güzel işitendir." Yani muhakkak Yüce Allah onları çok iyi görendir, çok iyi işitendir, demektir. Bunun anlamı da övmekte ve şaşkınlıkta mübalağadır. Şöyle denilmiş gibidir: Var olan her şeyi Allah en iyi görendir, işitilen her bir şeyi Allah en iyi işitendir. Bunlardan hiçbir şey gizli kalmaz. Katâde şöyle der: Allah'tan daha iyi gören ve ondan daha iyi işiten hiçbir kimse yoktur.

"Bunların O'ndan başka velileri yoktur." Yani insanların Allah'tan başka işlerini çekip çevirecek kimseleri yoktur, O'nun ise bir yardımcısı da yoktur.

"O kimseyi hükmüne ortak etmez." Yani yaratmak da emretmek de yalnız Allah'ındır. Kimse O'nun hükmünü sorgulayamaz. İnsanlardan herhangi bir kimse O'nun kazasında (hükmünde) O'na ortaklık edemez. O'nun hiçbir ortağı da yoktur, danışmanı da yoktur. [32]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ashab-ı Kehf kıssasından aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Allah'ın hayret verici ayetleri (varlığına, kudretine, egemenliğine belge olan delilleri) tek başına bu kıssadan ibaret değildir. Allah gökleri, yeri, onlar­da bulunan varlıkları, daha da hayret verici ve göz kamaştırıcı, olarak kudretine delil olacak şekilde yaratmıştır. O bakımdan ey peygamber! Bu Ashab-ı Kehf olayı, şu soru soran kâfirlerin büyüttükleri kadar senin de nazarında büyümesin.

2-  Kâfir kral Dakyanos'un şehrindeki mümin gençlerin mağaraya sığınmaları, puta tapan kâfirlerin kendilerini fitneye düşürmelerinden korun­mak için dinlerini korumak maksadıyla bir kaçıştır. İşte bu, dinini korumak üzere kaçmaya, bunun için aileyi, çocukları, akrabaları, arkadaşları, vatan ve malı terk edip hicret etmeye açık bir delildir. Bu terk ve hicretin sebebi ise, fitne korkusu ve insanın karşı karşıya kaldığı mihnetlerdir. Rasulullah (s.a.) da bu yüzden Mekke'den çıktığı gibi, ashabı da böyle yapmıştır. Nitekim Yüce Allah Tevbe sûresinde bunu açıkça ifade buyurmuştur. Onlar vatanlarından hicret ettiler. Topraklarını, yurtlarını, ailelerini, çocuklarını, akrabalarını, kardeşlerini terkettiler. Bunu ise dinlerinin selâmeti ve kâfirlerin fitnelerinden kurtulmak umuduyla yaptılar.

İnsanlardan ayrı kalmanın caiz olduğu bu istisnaî durum, ilim adamlarının itifakıyla dinde fitneye maruz kalmaktan korkmak haline mün­hasırdır. Bunun dışındaki hallerde ise insanlarla oturup kalkmak bir arada bulunmak, insanlardan ayrı kalıp bir kenara çekilmekten (uzlet) daha hayırlıdır. Begavî, Ahmed, Tirmizî ve İbni Mâce İbni Ömer'den Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "İnsanlarla oturup kalkan, onların eziyetlerine katlanan mümin, onlarla oturup kalkmayan, eziyetlerine katlanmayan müminden daha faziletlidir."

3- Ashab-ı Kehf kendilerini takip edenlerden kaçtıkları için duaya yöneldiler ve Yüce Allah'a şu sözleriyle sığındılar: "Rabbimiz! Bize katından rahmet ver, işlerimizde doğruluk ver." Ey Allahımız! bize mağfiret ve rızık ver. Bizleri doğruluğa, hakka ve senin istikametinde muvaffak kıl.

Alimler Ashab-ı Kehf in yaşadığı dönem ve yer hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Yaşadıkları zamanın Hz. Musa'dan önce olduğu söylenmiştir. Hz. Musa'nın onları Tevrat'ta zikrettiği belirtilmektedir. İşte bundan dolayı Yahudiler onlara dair soru sormuşlardır. Bir diğer görüşe göre ise bunlar, mağaraya Hz. Mesih'ten önce girmişler ve ondan sonra, Hz. Muhammed'den de önce uyandırılmışlardır. Bir diğer görüşe göre bunlar mağaraya Hz. Mesih'ten sonra girmişlerdir. Bu mağaranın yerine gelince; kesin olarak yeri bilinmemek­tedir. Mağaranın eski Bizans topraklarında, yani Türkiye'nin güneylerinde Tarsus şehrinde olduğu da söylenmektedir. Daha kuvvetli olan görüş de budur.

4- Ashab-ı Kehf in, mağaralarında üçyüz dokuz yıl kalmaları, onlara uyku verilmesi ve duymaktan alıkonulmaları Yüce Allah'ın onlara güzel bir takdiri idi. Çünkü uyuyan bir kimse işitecek olursa uyanır. Daha sonra Yüce Allah uykularından onları uyandırdı. Sonra da insanlar onların durumlarına muttali oldu.

Onların uyandırılmaları ise mağarada kaldıkları süreyi bilmek için insan­ları denemekti. Yüce Allah'ın "Sonra iki gruptan hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık." buyruğunun anlamı şudur: Yani biz bunu, olduğu hali ile ortaya çıkaralım istedik. Yoksa Yüce Allah zaten bu iki gruptan hangisinin süreyi daha iyi bildiğini elbetteki biliyordu. İki grup yahut iki kesim ise az bir süre kaldıklarını zanneden gençler ile, gençlerin dönemlerinde uyandırıldığı şehir halkıdır. Çünkü bun­ların yanında o gençlerin durumuna ait tarihî belge bulunmamaktaydı.

5- Bu genç topluluğun niteliği şöyleydi: Bunlar Allah'a iman etmişti. Allah da kalplerine sabır ve sebatı ilham etmiş, salih ameli kolaylaştırmak suretiyle imanlarını artırmıştı. O bakımdan onlar her şeyden ilişkilerini koparıp Allah'a yönelebilmiş, insanlardan uzaklaşabilmiş ve dünyaya rağbet göstermemişlerdi.

Onların ileri derecedeki kararlılıkları ve Allah'ın kendilerine ihsan etmiş olduğu güçlü sabırlarının bir etkisi de kâfirlerin önünde şu gerçeği ilân etmiş olmalarıdır: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasını ilâh olarak tanımayız. Yoksa andolsun ki batıl söz söylemiş oluruz." Onlar imanlarını kendi aralarında söz konusu ediyorlardı. Onlardan birisi şöyle demişti: Şu bizim çağdaşlarımız ve bizim şehir halkımız, herhangi bir delile dayanmasızm taklit yoluyla putlara ibadet ettiler. Puta tapmalarına dair bir delil getirmeleri gerekmez miydi?

6- Yüce Allah onlara veya onlar biribirlerine şöyle demişlerdi: Siz madem ayrılıp uzaklaştınız, haydi mağaraya sığınınız. Allah'ın rahmeti sizi kuşata-caktır. Allah sizin için hayatınızda ve işlerinizde kolayınıza gelecek ve yarar­lanacağınız şeyleri hazırlayacaktır.

7- Yüce Allah'ın onlara rahmet ve lütfunun bir tecellisi de uyumaları esnasında güneşin onlardan çekilip sağa ve sola meyletmesidir. Yani mağaranın sağına ve soluna meyledip günün başında da sonunda da onlara değmemesidir. Onları gören ise onları uyanık sanırdı. Çünkü kendileri uyuduk­ları halde gözleri açıktı. Köpekleri ise onları korumak için mağaranın kapısında ön ayaklarının üzerine yatmıştı. O da onlar gibi uykudaydı. Yine Yüce Allah'ın lütfunun bir tecellisi de onları sağa sola çevirmesidir. Ta ki yer onların etlerini yiyerek çürütmesin. Onların bu şekilde çevrilmeleri Allah'ın bir fiili idi. Allah'ın emri ile melek tarafından yapılması da mümkündür ve bu fiil o bakımdan Yüce Allah'a nisbet edilebilir.

8- İhtiyaç için avlanmak ve koruyuculuk kasdı ile köpek edinmek caizdir. Müslim'in Sahîh'inde İbni Ömer'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Av ve davar gütme dışında her kim evinde köpek besleyecek olursa her gün ecrinden iki kırat azalır."

İmam Malik'e göre edinilmesi mubah olan davar köpeği, onlarla birlikte yayılan köpektir. Evde hırsızlara karşı onları koruyan köpek değildir. Ekin köpeği ise gece veya gündüzün yırtıcı hayvanlardan ekini koruyan köpektir. Hırsızlara karşı koruyan değil. İmam Mâlik'in dışında kalan âlimler, davar ve ekin hırsızlarına karşı köpek edinmeyi caiz görmüşlerdir.

9- İnsan hayırlı kimselerle arkadaşlık etmenin salihlerle ve Allah dostu kimselerle oturup kalkmanın faydasını görür. Bunun delili ise Ashâb-ı Kehf in köpeğinin onlarla birlikte söz konusu edilmesidir. O bir grup insanı sevmiş bir köpekti. Allah da onu onlarla birlikte zikretti. Müslim'in Sahih'inde rivayetine göre Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Ben Rasulullah (s.a.) ile birlikte mescidden çıkarken mescidin kapısının yanında bir adamla karşılaştık. Ey Allah'ın Rasulü, dedi kıyamet ne zamandır? Rasulullah (s.a.): Ona ne hazırladın? diye sordu (Enes) dedi ki: Adam duraklar gibi oldu, sonra şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben kıyamete çokça namaz, çokça oruç, çokça sadaka hazırlamış değilim, fakat ben Allah'ı ve Rasulünü çok seviyorum. Hz. Peygamber "Sen sevdiklerinle berabersin." diye buyurdu.

Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre onlarla birlikte olan bu köpek, gerçek bir köpekti. İçlerinden birisine ait av yahut ziraat veya çoban köpeği idi. Adı Kıtmîr idi, benekli veya çizgili bir köpek olduğu söylenir.

10- Yüce Allah onlara heybet ve vakar vermişti. Bir insan onları görecek olsaydı onlardan kaçacak hale gelir, kalbi korkuyla dolardı. İbni Atıyye der ki: Onlar hakkında doğru olan şu ki, Yüce Allah onları uyudukları hallerinde muhafaza etti. Böylelikle bu hem kendileri için hem de başkaları için bir ayet (mucize ve belge) olmuş oldu. O bakımdan ne elbiseleri eskidi, ne bir halleri değişti.

11- Allah onları elbise ve halleri itibariyle eski durumlarında uykuların­dan uyandırdı. Kendi aralarında uyudukları süre hakkında soru sormaları için bunu yaptı. O bakımdan onlardan kimisi: "Bir gün yahut bir günün bir kısmı" uyuduğunu söylerken, diğerleri ise: "Rabbimiz ne kadar eğleştiğimizi daha iyi bilir" diye cevap vermişti.

12- Yüce Allah'ın "Şimdi siz birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderin de yiyeceklere baksın, hangisi daha temiz ise ondan size bir rızık alıp getirsin..." âyeti, vekâletin muşruiyetine ve şehre girip çıkarken, şehir halkından yiyecek satın alırken güzel davranmak ve bu konuda dikkatli olmak gerektiğine bir işarettir. Ta ki şehir halkı onların halini bilerek onları taşlayarak öldürmesin. Böylesi ise öldürmenin en kötü şeklidir.

Vekâlet, cahiliye döneminde de İslâm geldikten sonra da bilinen bir uygu­lamadır. Rasulullah (s.a.) ashabından birisini hanımlarından birisi ile kendisi­ni nikahlamak üzere vekil tayin etmişti. Urve el-Bârikî'nin bir kurbanlık satın almak üzere vekil olarak görevlendirdiği gibi, Ali b. Ebî Talib (r.a.) de kardeşi Akîl'i Hz. Osman'ın yanında vekil bırakmıştı.

Vekâlet Şanı Yüce Allah'ın ihtiyaç duyulduğundan dolayı bir işte masla­hatın ayakta tutulması sebebiyle izin verdiği bir akittir. Çünkü başkalarından yardım almadan rahat bir şekilde işlerini görüp gözetmek imkânını herkes bulamaz. O bakımdan gerektiğinde kişi vekâlet verebilir. Kur'ân-ı Kerîm'deki başka ayetler de vekâletin caiz oluşuna delâlet etmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve onu toplamak üzere çalışanlar." (Tevbe,9/60); "Şu gömleğini alın götürün" (Yusuf, 12/93).

Vekâlet, mazereti olan için de olmayan için de cumhura göre caizdir. Ebû Hanife ve Şuhhün der ki: Özrü olmayana vekâlet caiz değildir. Cumhurun delili Buharî'de Ebu Hureyre'den gelen ve Peygamber (s.a.)in bazı deve türleri­ni borcunu ödemek kastı ile vermek üzere vekâlet verdiğini ve "Şüphesiz sizin en hayırlınız ödemesi en güzel olandır." dediğini delil gösterirler.

13- Şu "Şimdi siz birinizi şu gümüş paranızla... gönderin." ayet-i kerimesi, gümüş para hepsine ait olduğundan dolayı ortaklığın caiz olduğunu da belirt­mektedir. Zira onlar satın almak üzere vekil ettikleri birisini göndermişlerdi. Aynı şekilde bu ayet arkadaşlarının yiyeceklerini karıştırmalarının ve birlikte yemelerinin caiz olduğunu da ortaya koymaktadır. İsterse onlardan birisi diğerinden daha fazla yesin. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Şayet  onları  kendinize  katar,   bir arada yaşarsanız   (onlar)   sizin kardeşlerinizde." (Bakara, 2/220).

14- Şanı Yüce Allah insanlara ibret, öğüt, doğruyu bulmak, Yüce Allah'ın öldükten sonra diriltmeye, cesetleri kabirlerden çıkartmaya ve hesaba dair delil olmak üzere Kehf ashabı hakkında bilgi verdi.

15- Kabirlerin üzerinde mescit ve bina yapmak, orada namaz kılmak, bi­zim şeriatimize göre caiz değildir. Çünkü Ebu Davud ve Tirmizî, İbni Abbas'tan -unu rivayet etmektedir: "Rasulullah (s.a.) kabirleri çokça ziyaret eden kadın-.an ve kabirler üzerinde mescitler edinip kandilller yakanları kınamıştır."

Tabut içerisinde defin caizdir. Özellikle arazi gevşek ise. Nitekim Hz. Dan-yâl ve Hz. Yusuf tabut içerisinde defnedilmişlerdir. Danyâl'm tabutu taştan, Hz. Yusuf un tabutu ise camdandı. Fakat bizim şeriatimizde mekruhtur.

16- Yüce Allah'ın: "Yedidir ve sekizincileri köpekleridir." buyruğu bu sayının gerçek olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü nasta bunun sonrasında herhangi bir açıklama yoktur. Halbuki daha önceki iki cümle sonrasında Yüce Allah "Bu, gayba taş atmaktır." diye buyurmuştur.

Yüce Allah'ın "De ki: Onların sayısını en iyi bilen Rabbindir." buyruğu Peygamber (s.a)'in onların sayılarına dair bilgiyi Yüce Allah'a havale etmesini isteyen yol gösterici bir emirdir. Daha sonra Yüce Allah insanlar arasında bunu bilenlerin az olduğunu haber vermektedir.

Yüce Allah'ın "Bu yüzden onlar hakkında zahir olan şeyden başkasıyla tartışma" buyruğu, Yüce Allah'ın herhangi bir kimseye sayılarını açıkla­madığının delilidir. Bundan dolayı "zahir olan şeyden başkasıyla" diye buyur­muştur. Yani geçip giden, ısrarlı olmayan bir şekilde, demektir. Bu, ancak en güzel yolla tartışmanın mubah olduğuna delildir.

Yüce Allah'ın "Ve onlardan kimseye onlara dair bir şey sorma" buyruğu Müslümanların Kitap Ehli'ne müracaatlarını sınırlayan bir delilidir.

17- Şer'î sünnet ve edep, geleceğe dair işlerin Yüce Allah'ın meşîetine bağlı olarak söz konusu edilmesini gerektirmektedir. Bunun sebebi şu yüce âyet-i kerimelerdir: "Bir şey hakkında, ben bunu mutlaka yapacağım, deme velev ki Allah dilemiş ola (inşâallah diyerek ola)." Ayet-i kerime yeminler hakkında değildir. Ayet-i kerime yemin dışında istisnada bulunmak hakkındadır.

İnsan unuttuktan sonra hatırladığı takdirde bunu zikretmekle emrolunur. Velevki ki bir süre sonra, bir sene daha az veya daha uzun bir süre sonra olsun.

18- Yüce Allah'ın: "Onlar mağaralarında üçyüz sene eğleştiler..." buyruğu Kehf Ashabı'nın kaldıkları süreyi haber vermektedir. Bu da üçyüz dokuz senedir. Onlar bu süre zarfında uykuda idiler, ölmemişlerdi. Yüce Allah onların kaldıkları süreye dair bilgiyi de kendisine havale edilmesini emretmektedir. Tıpkı onların sayılarını bilmek hususunda emrettiği gibi. Çünkü Yüce Allah her şeyi en iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybını en iyi bilen Odur. Onlardaki mahlukatm durumlarını en iyi bilir. O'nun hiçbir ortağı yoktur, danışmanı yok­tur, yardımcısı yoktur, desteği yoktur, işlerini görmek için yardımcı edinmemiştir.

Zahir görülen odur ki, Ashab-ı Kehf gerçek manada ölmüşlerdir. Bununla birlikte cesetlerinin korunmuş olarak çürümeksizin kalmasına şer'an bir mani yoktur. Çünkü peygamberlerin, şehitlerin salih âlimlerin cesetleri çürümez ve yok olmaz.

19- Bu kıssa şunu göstermektedir: Yüce Allah öldükten sonra diriltmeye ve kıyameti gerçekleştirmeye kadirdir. Çünkü öldükten sonra diriltme ve kıyametin ispatının üç esası vardır. Bunlardan birincisi: Yüce Allah mümkün[33] olan şeylere güç yetirendir. İkinci husus, Şanı Yüce Allah küllî ve cüz'î bütün malumatı bilendir. Üçüncü husus ise, bazı hallerde meydana gelmesinin mümkün olan her bir şeyin diğer zamanlarda da meydana gelmesi mümkün olmasıdır.

Bu kıssa Yüce Allah'ın her şeyi bildiğini ve her şeye kadir olduğunu göstermektedir. Böylelikle öldürdükten sonra dirilme ve Kıyametin mümkün olduğu tezi de ispatlamış olmaktadır. [34]

 

Peygambere Ve Müminlere Direktifler: Kur’an Okumak, Fakirlerle Oturmaya Katlanmak Ve Hakkın Allah'tan Geldiğini Açıklamak

 

27-  Rabiııiıı Kitabından sana vahyolu-nanı oku. O'nun sözlerini değiştirebile­cek yoktur. O'ndan başka bir sığınacak da bulamazsın.

28- Sabah akşam Rablerinin rızasını di­leyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzellikle­rini isteyerek gözlerin onlardan başka­sına kanmasın. Kalbine gaflet vererek bizi anmayı unutturduğumuz, hevasına uymuş, haddi aşmış kimselere boyun eğme!

29- De ki: "Hak Rabbimden gelendir. İs­teyen inansın, isteyen inkâr etsin. Şüp­hesiz ki biz zalimler için öyle bir ateş hazırladık ki çepeçevre duvarları ken­dilerini kuşatmıştır. Onlar feryat edip yardım dilediklerinde, kendilerine eri­miş maden gibi yüzleri kavuran bir su verilir. O ne kötü bir içecektir ve orası ne kötü bir duraktır!"

30-  Doğrusu iman edip salih amel işle­yenler bilsin ki muhakkak biz iyi amel işleyenlerin ecrini boşa çıkarmayız.

31-  İşte onlara altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle süslenirler. İnce ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyeceklerdir. Orada tahtları üzerine yaslanırlar. O ne güzel mükafat ve ne güzel duraktır!

 

Belagat:

 

"Sabah akşam" kelimeleri ile "isteyen inansın, isteyen inkâr etsin" ifadeleri arasında tıbâk sanatı vardır.

"O ne kötü bir içecektir ve orası ne kötü bir duraktır." buyruğu ile: "O ne güzel mükâfat ve ne güzel duraktır" buyrukları cennet ile cehennem arasında bir karşılaştırma (mukabele)dir.

"Erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su" buyruğu mufassal ve mürsel bir benzetmedir. Çünkü hem teşbih edatı hem de benzetme yönü zikredilmek­tedir. [35]

 

Kelimeler:

 

"Rabbinin kitabından" yani Kur'ân-ı Kerim'den "sana vahyolunanı oku" ve onların "Bu Kur'ân'dan bir başkasını getir, yahut onu değiştir" (Yûnus,10/15) şeklindeki sözlerine kulak asma! "Onun sözlerini" hükümlerini "değiştirebilecek yoktur." Hiç kimse onun hükümlerini başkalarıyla değiştirm­eye güç yetiremez. "O'ndan başka bir sığınacak da bulamazsın." Böyle bir şeyi yapmak istediğin takdirde kendisine gidebileceğin bir sığınağın olamaz.

"Sabah akşam" yani gündüzün başında ve sonunda "Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret!" Yani ibadetlerinde Allah'ın rızasını, O'na itaati isteyen, bunun dışında dünyevi herhangi bir maksat gözetmeyen, sabah akşam Rablerine dua eden -özellikle bu vakitlerin söz konusu edilmesi, insanların bu vakitlerde gaflette olması ve dünyalarıyla uğraşmalarıdır- kimselerle birlikte sen de sabret, onlarla beraber olmaya bak! Kendini fakirlerle birlikte bulunmaya katlanacak hale getir. "Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerin onlardan başkasına kaymasın." Sen zenginler­le, nüfuz ve servet sahipleriyle birlikte oturmayı kastetmek suretiyle gözlerin onlardan başkasına dikilmesin. Yani fakirleri bırakıp zenginlere ihtimam gösterme! Burada "gözler" ile o gözlerin sahibi kastedilmektedir.

"Kalbine gaflet vererek" gafil kılarak -o dönemde bu kimse Uyeyne b. Hısn ile Umeyye b. Halef ve benzer arkadaşları idi- "bizi anmayı unutturduğumuz" yani Kur'ân'ı hatırlamasını önlediğiniz "hevasına uymuş" şirkte nevasının arkasından gitmiş, "haddi aşmış" yahut mutedil sınırı aşmış, hakkın önüne geçmiş hakkı bir kenara bırakmış, atmış "kimselere boyun eğme." Bunlar Peygamber (s.a)'den fakirleri Kureyş'in ileri gelenlerinin hatırı için meclisin­den kovmaya çağırmışlardı. İşte bu buyruk ile böyle bir şeye çağırmanın, aslında kalbin, akıl ile kavranılabilecek şeylerden gaflete düşüp maddi şeylere alabildiğine daldığına ve sonunda şerefin temiz bir ruh ile olduğuna, maddiyat ile olmadığına dikkat edemeyecek derecede gafletten kaynaklandığına dikkat çekilmektedir.

"De ki" Bu, peygambere ve ashabına bir hitaptır. "Hak Rabbinizden gelendir." Kur'ân-ı Kerim'in de bir bölümünü teşkil ettiği hak, Allah'tan gelendir, hevânın gerektirdiği değildir. "İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin." Bu onlar için bir tehdittir. Kadı Beyzâvi der ki: Bununla birlikte bu, kulun fiileriyle bağımsız olduğu anlamına gelmez, her ne kadar kul fiilini kendi meşîetiyle (iradesiyle) yapıyor ise de onun bu meşieti de ancak Allah'ın meşîeti iledir. "Şüphesiz ki biz zalimler" kâfirler "için çepeçevre duvarları kendilerini kuşatmış bir ateş hazırladık." Burada onların etrafını çeviren ateş alevi kendi­lerini çepeçevre kuşatan bir duvara, bir çadıra benzetilmektedir.

"Onlar feryad edip yardım dilediklerinde erimiş maden gibi" yağ tortusu, yahut da bakır kurşun gibi eritilmiş madenlerden bir şey gibi "yüzleri kavuran" yüzlere içmek üzere yaklaştırıldığında hararetiyle yüzleri kavuran "bir su veri­lir. O ne kötü bir içecektir ve orası ne kötü bir duraktır!" Yani ateş ne kötü bir yerdir.

"Muhakkak ki biz iyi amel işleyenlerin ecrini boşa çıkarmayız." buyruğu (ayetin baş tarafındaki) "doğrusu iman edip salih amel işleyenler" buyruğunun haberidir. Yani biz onların ecirlerini boşa çıkarmayız, ecirlerine uygun sevap veririz, demektir. Haberin "İşte onlara... Adn cennetleri vardır." buyruğunun olması da mümkündür. Aralarındaki ifade de mutariza (ara) cümlesidir. Adn cennetleri; kalınıp yerleşilecek cennetler demektir.

"Sündüs" Farsça'dan Arapçalaştırılmış bir kelime olup "ince ipek" demek­tir; "istebrak" ise "kalın ipek" demek olup bu da Rumca'dan Arapça'ya geçmiş bir kelimedir. Bu kelime Rahman suresinde de geçmektedir: "Astarlan isteb-raktandır" (Rahman, 54/55). Her iki türün bir arada zikredilmesi, orada canla­rın çektiği ve gözlerin görmekten zevk aldığı şeylerin bulunmasından dolayıdır.

"O," cennet ve nimetleri "ne güzel mükâfattır"[36]

 

Nüzul Sebebi

 

"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek... sen de sabret." mealindeki 28. ayetin nüzulü ile ilgili olarak Selman el-Fârisî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kalpleri İslama ısındırılacak olan Uyeyne b. Hısn, Akra' b. Habis ve yakınları Rasulullah (s.a).'a gelip şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulü! Sen meclisin başında otursan ve şu adamlarla onların elbiselerinin kokularını biz­den uzak tutsan nasıl olur? Bu sözleriyle Selman, Ebû Zerr ve fakir Müslü­manları kastediyorlardı. Bunların giydikleri yün elbiseleri vardı, giyecek başka şeyleri de yoktu; Hz. Peygamber'e biz de senin yanma oturarak seninle konuşsak, senden bir şeyler öğrensek diyerek çevresinde bulunuyordu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Rabbinin Kitabından sana vahyolunanı oku. Onun söz­lerini değiştirebilecek yoktur, ondan başka bir sığınacak da bulamazsın. Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret... Şüphesiz ki zalimler için çepeçevre duvarları kendini kuşatmış bir ateş hazırladık." buyrukları nazil oldu ve ateş ile onları tehdit etti. Peygamber (s.a) kalkıp bu fakirleri aradı. Nihayet onları mescidin geri taraflarında Yüce Allah'ı zikreder bulurken şöyle dedi: "Ümmetimin yiğitlerinden bir takım kimselerle sabretmek emrini bana verinceye kadar canımı almayan Allah 'a hamdederim. Hayatım da sizinle olsun, ölümüm de sizinle olsun."[37]

Bu bir başka rivayette şöyle denilmektedir: Fezâreli Uyeyne b. Hısn Peygamber (s.a.)'in yanına müslüman olmadan önce gelmişti. Yanında ashabının fakirlerinden bir topluluk vardı. Bunların arasında Selmân-ı Fârisi de vardı. Üzerinde terlediği elbisesi, elinde önce yarıp sonra dokuduğu hurma yaprakları vardı. Uyeyne Rasulullah (s.a.)'a şöyle dedi: Bunların kokusu seni rahatsız etmiyor mu? Biz Mudar'ın ileri gelenleri ve eşrafıyız. Bizler İslama girsek, diğer insanlar da İslama girer. Bizim sana tabi olmamızı engelleyen tek şey bunlardır. Bunların yanından biraz uzaklaştır ki sana uyalım. Yahut da onlara ayrı bir oturum, bize ayrı bir oturum tertiple. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Ebu Said el-Hudri ve Ebu Hureyre'den şöyle dedikleri rivayet edilmekte­dir: Rasulullah (s.a.)'m geldiği bir seferinde adamın birisi Hicr suresini yahut Kehf suresini okuyordu. (Hz. Peygamber gelince sustu. Bunun üzerine Rasulul­lah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte kendileriyle bir arada olup sabretmekte emrolun-duğum meclis budur."

"... kalbine gaflet vererek bizi anmayı unutturduğunuz... kimselere boyun eğme." buyruğunun nüzulüne gelince;

İbni Mürdüvey, İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın "Kalbine gaflet vererek bizi anmayı unutturduğumuz kimselere boyun eğme." buyruğu hakkında dedi ki: Bu ayet-i kerime Umeyye b. Halef el-Cumahî hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Rasulullah (s.a.)'a Allah'ın hoşnut kaldığı fakirleri kovmasını, Mekke zengin­leri ile yakın olmasını söyledi. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [38]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah gaybî hususlardan olduğu için -Kur'ân-ı Kerim'in kendi vahyi olduğunu ortaya koyan bir husus olarak- insanların çoğunun bilmediği Ashab-ı Kehf kıssasını söz konusu ettikten sonra Rasûlune ve müminlere bir­takım emirler vermektedir. Bunlar Kur'ân-ı Kerim okumaya ve öğrenmeye çalışan ashabı ile birlikte oturup kalkmaya devam etmek, Kur'ân-ı Kerim'in ve her bir hakkın Allah'tan geldiğini ortaya koymaktır.

Daha sonra Yüce Allah kâfirlerin cezasını, onların can yakıcı azabını, diğer tarafından ise takva sahiplerinin sevabı ile ebedî nimetlerini söz konusu ederek her birisinin hak ettiği karşılığı göreceğini dile getirmektedir. [39]

 

Açıklaması

 

"Rabbinin Kitabından sana vahyolunanı oku..." Yüce Allah bu ayet-i keri­mede Rasulüne Kitab-ı Aziz'ini okuyup onu insanlara tebliğ etmesini şu buy-ruklarıyla emretmektedir: Rabbinden sana vahyolunan Kitab'ı oku, onda yer alan emir ve yasaklara uy. Çünkü itaat edenlere mükâfaat vaadi, isyan edenle­re de ceza tehdidini ifade eden Rabbinin kelimelerini değiştirecek, tahrif ede­cek, ortadan kaldırabilecek kimse yoktur. Kitabın gereğince amel etmeyecek olursan, sen de tehdidin kapsamına girersin. Allah'tan başka da sığınak, yar­dım edecek bir dost bulamazsın.

İşte bu birinci direktiftir: Kur'ân-ı Kerim'i okuyup gereğince amel etmek. İkinci direktif ise fakir mustazaflarla oturup kalkmak ile ilgilidir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret..." Yani Allah'ı zikreden, O'na hamde-den, Onu teşbih eden, Onu tekbir eden, Ondan dileklerde bulunan, her vakit O'na dua edip yakaran ve bununla O'na itaati, O'nun rızasını yerine getirmek isteyen kimselerle fakir yahut zengin olsunlar birlikte ol.

Açıkladığımız gibi; bu ayet-i kerime, Kureyş'in ileri gelenlerinin Rasulul-lah (s.a.)'tan fakir yahut zayıf, sıradan insanlar olan Bilâl, Ammar, Suhayb, Habbâb ve İbni Mes'ud gibi ashabı olmaksızın, yalnızca kendileriyle oturmasını, birlikte meclisler düzenlemesini istemeleri üzerine nazil olmuştur. Yüce Allah ise Hz. Peygambere böyle bir iş yapmasını yasaklamakta ve bu gibi kimselerle beraber oturmakta sabır ve sebat göstermesini emretmektedir. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şu buyruktur: "Sırf onun rızasını dileyerek sabah akşam rablerine dua edenleri kovma..." (En'am, 6/52). Kureyş büyük­lerinin söyledikleri bu sözler Nuh kavminin şu sözlerini andırmaktadır: "Sana bayağı kimseler uymuşken sana iman mı edelim?" (Şuarâ, 26/111). Yüce Allah daha önce yer alan emrini "...Gözlerin onlardan başkasına kaymasın." buyruğuyla pekiştirmektedir: Kalbin onlardan başkasına meyletmesin. Onlar yerine servet ve nüfuz sahiplerini istemeyesin. Burada maksat fakirlikleri ve yoksullukları dolayısıyla onları küçük görmenin yasaklanmasıdır. Rasulullah (s.a.) bu ayet-i kerime nazil olunca şöyle buyurdu: "Onlarla birlikte kalmak üzere sabretmekte emrolunduğum kimseleri ümmetim arasında takdir buyur­muş olan Allah'a hamdederim."

Daha sonra Yüce Allah bu yasağı şu buyruğu ile de tekid etmektedir: "Kalbine gaflet vererek bizi anmayı unutturduğumuz... kimselere boyun eğme..." Yani sakın bizim gafil olduğuna tanık olduğumuz, dünya ile meşgul olup dine ve Rabbine ibadete yaklaşmayan, amellerinde, davranışlarında arzularına tabi olarak aşırıya kaçmış kimseye itaat etmeyesin. Bu buyruk şunu göstermekte­dir: Böylelerinden uzak durmanın sebebi dünyanın çekicilikleriyle, süsleriyle uğraşarak Allah'ın emrine uyma imkânını bulamayışlarıdır.

Üçüncü direktif ise hakkın Yüce Allah'tan gayet açık ve seçik bir şekilde geldiğini ilan etmektedir. Öyle ki artık geriye sadece küfürlerine karşılık onları şiddetlice tehdit etmek ve korkutmaktan başka bir şey kalmamıştır. İşte bu doğrultuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Hak Rabbinizden gelendir..." Yani ey Muhammed, insanlara de ki: Benim size Rabbinizden şu getirdiklerim, hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüdün söz konusu olmadığı hakkın kendisidir. Hayat için en uygun düzen budur. Dileyen buna iman etsin, dileyen onu inkâr etsin. Benim size bir ihtiyacım yoktur. Kim salih amel işlerse kendisine, kim de kötülük işlerse aleyhine yapmış olur. Daha sonra Rabbiniz amellerinizden dolayı sizi hesaba çekecektir. Bu buyrukta ala­bildiğine bir tehdit ve korkutma vardır.

Daha sonra Yüce Allah küfre karşılık bir çeşit tehditte bulunmakta, salih amel için de mükâfat vaadinde bulunmaktadır. Küfrün tehdidini şu ifadeleriyle nitelendirmektedir: "Şüphesiz ki zalimler için duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırladık." O cehennem ateşinin çevresini de her bir tarafın­dan yüksekçe bir duvar ile kuşatmıştır. Ta ki o ateşten kurtulamasmlar. Ah-med ve Tirmizî, Ebû Said el-Hudrî'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Cehennem ateşinin suru oldukça kalın dört duvardır. Her bir duvarın mesafesi kırk yıldır."

"Onlar feryad edip yardım dilediklerinde kendilerine erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su verilir." Yani bu zalim kâfirler cehennem ateşinin sıcaklığı dolayısıyla susuzluklarını gidermek için ateşte oldukları sırada yardım, imdat ve su isteyecek olurlarsa, yağ tortusu yahut kan ve irini andıran katılaşmış bir su ile imdatlarına koşulur. Bu su aşırı sıcağından dolayı kâfir, bu suyu içmek isteyip de yüzüne doğru yaklaştıracak olursa, yüzünün derisini yakar ve sonun da yüzünün derisi bu suya düşer. Nitekim Ahmed ve Tir-mizî'nin Ebû Said el-Hudrî'den naklettikleri bir hadisi şerifte böyle ifade edilmektedir. Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Muhl (erimiş maden gibi su) yağ tortusunu andırır. Onu yüzüne yaklaştırdı mı suratının derisi içine düşer."

"O ne kötü bir içecektir ve orası ne kötü bir duraktır!" Bu içecekleri ne kadar kötü, ne kadar çirkindir! Çünkü hiçbir şekilde susuzluğu gidermez, harareti dindirmez, aksine harareti daha da artırır. Cehennem de ne kötü barınaktır! Yani cehennem ne kötü bir yer, ne kötü bir konak, ne kötü bir toplanma yeridir! Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O ne kötü karar kılacak bir yer, ne kötü ikâmet edecek bir yerdir." (Furkan, 25/66)

Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu iman edip salih amel işleyenler bilsin ki muhakkak ki biz iyi amel işleyenlerin ecrini boşa çıkar­mayız." Yani muhakkak Allah'a iman eden ve peygamberlerin getirdiklerini tasdik eden, peygamberlerin kendilerine emrettiği şekilde salih amel işleyen­lerin Allah, bu güzel amelleri dolayısıyla ecirlerini boşa çıkarmayacaktır.

İman ve salih amelin birbirine atfedilmesi salih amelin imandan farklı olduğunu göstermektedir. Çünkü atıf ayrılığı, farklılığı gerektirir.

Cennetliklerin içinde bulundukları nimetlerin niteliklerine gelince:

1- "İşte onlara altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır." Yani evlerinin, köşklerinin altından nehirler akan, devamlı ikamet edecekleri cen­netleri vardır.

2- "Orada altın bileziklerle süslenirler." Yani o cennetlerde altından yapılmış bilezikler takınır, onlarla süslenirler. Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den Rasulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu nakletmektedirler: "Müminin süsleri abdestin ulaştığı yere kadar ulaşır." Bir başka âyet-i kerime de şöyle buyurulmaktadır: "Onlar orada altından bileziklerle ve incilerle süslenecekler. Onların orada giyecekleri de ipektir." (Hacc, 22/23).

3- "İnce ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyeceklerdir." Onlar ince ipek olan "sündüs" ve kalın ipek olan "istebrak" giyeceklerdir. Görüldüğü vakit gözü din­lendirdiğinden dolayı da bunlar için yeşil renk seçilmiştir.

4- "Orada tahtlar üzerine yaslanırlar." Yani o cennette tahtları üzerinde yanları üzere uzanacaklar. Bu halleri hükümdarların ve büyüklerin halini andıracaktır.

"O ne güzel mükâfat ve ne güzel duraktır!" Yani cennet onların amellerinin ne güzel bir mükâfatıdır! Ne güzel bir konak yeri, karar yeri ve ikametgâhtır. Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. O ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikamet yeridir!" (Furkan, 25/76). [40]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu âyet-i kerimeler aşağıdaki direktifleri bulundurmaktadır.

1- Kur'ân'a ve Kur'ân'ın getirdiklerine tabi olmanın gerekliliği: Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in isyan edenlere ve Allah'ın Kitabı'na muhalif olanlara yaptığı tehditleri, buna karşılık Allah'ın yasakladıklarından uzak durup emrine uyan itaatkârlara da yaptığı mükâfat vaadini değiştirecek hiçbir güç yoktur.

2- İslâm eşitlik dinidir. Onun düzeninde yüksektekiler ile alttakiler, zengin ile fakir, başkan ile yönettikleri arasında bir fark yoktur. Sosyal katmanlar ara­sında toplumsal ilişkilerde ayırım gözetmez. Meclislerde, karşılıklı ilişkilerde hak ve görevlerde herkes birbirine eşittir. Kur'ân-ı Kerîm: "Sabah akşam Rable-rinin rızasını dileyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret..." âyeti ile otu­rumlarda, konuşmada, söz söylemede Kureyş'in ileri gelenleri ve efendileri ile Müslümanların fakir ve güçsüzleri arasındaki ayrıcalıklara son vermiştir.

Hatta İslâm ameliyle Allah'ın rızasını ve itaatini uman takva sahibi, güçsüzlerin yanında yer alır, dünya hayatını âhirete tercih edip nevalarının arkasından giden, isyandaki aşırılıkları ile haddi aşan kimselerden nefret eder.

Peygamber (s.a.) aslında böyle bir şeyi yapmak istememişti. Fakat buna rağmen Allah ona böyle bir şey yapmasını yasakladı. Kureyş'in ileri gelenleri şöyle demişti: Biz Mudarlıların ileri gelenleriyiz. Bizler İslâm'a girersek herkes girer. Bunlar ise büyüklenmenin ve aşırılığa kaçmanın söylettiği sözlerdi.

3- Hak olan Allah'tan insanlara gelendir. Başarı ihsan etmek de O'ndandır, yardımsız bırakmak da. Hidayet ve dalâlet O'nun emrindedir. O dilediğine hidâyet verir. O kişi de iman eder. Dilediğini de saptırır. O kişi kâfir olur. Bu hususta Peygamber (s.a.)'in dahi elinde bir şey yoktur. Allah, hakkı -zayıf dahi olsa- dilediği kimseye verir, -güçlü ve zengin dahi olsa- dilediği kim­seyi de ondan mahrum bırakır. Kureyş'in ileri gelenlerinin arzusu dolayısıyla, Rasulullah (s.a.)'m meclislerinden müminleri kovmak yetkisi yoktur. O bakımdan ey ileri gelenler! İsterseniz iman edersiniz, isterseniz de kâfir olur­sunuz. Bu, iman ile küfür arasında istediğini seçmek için bir müsaade değildir, aksine bir tehdittir, bir korkutmadır. Yani sizler eğer kâfir olursanız, sizin için cehennem hazırlanmıştır. Şayet iman ederseniz size cennet vardır.

Bunun bir tehdit olduğunun delili ise, bundan hemen sonra Yüce Allah'ın "Şüphesiz ki zalimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır." buyruğudur. Yani biz inkarcı kâfirlere alevi oldukça çetin bir ateş hazırladık ve o ateşin duvarı, suru onları kuşatmıştır. Yahut da bundan kasıt kâfirlerin tepesine yükselen duman veya ateştir.

Cehennemliklerin içeceği erimiş madeni andıran "el-Muhl" adı verilen bir içecektir. Bu da (kabın dibinde kalan) yağ tortusunu andıran bir tortu yahut eritilmiş bakır ya da kan ve irin gibi bir şeydir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ona irinli sudan içirilecektir. Onu zorlanarak yudumlamaya çalışacak, boğazından geçiremeyecek. Ölüm kendisini her yandan gelip saracak; fakat o ölmez..." (İbrahim, 14/16-17); "Onlara bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler..." (Muhammed, 47/15).

Cehennem ateşindeki azap ne kadar kötü ve ne kadar çirkindir! Bundan dolayı Yüce Allah "Ve orası ne kötü bir duraktır!" buyurmaktadır. Yani orası ne kötü toplantı yeri, karargâh ve bir konaklama yeridir!

4- Yüce Allah kâfirler için hazırladığı aşağılatıcı azabı söz konusu ettikten sonra müminlerin mükâfatını dile getirmektedir. Şüphesiz Allah iyi amel işleyen müminlerden kimsenin ecrini boşa çıkarmaz. İşte bu kurtuluşun esasının salih amel ile birlikte iman olduğunu göstermektedir. Müminlerin dışında iyi amel işleyenlerin ise amelleri boşa çıkartılacaktır.

Müminlerin sevabı ise Adn cennetleridir. Yani diğer cennetlerin etrafını sardığı en ortadaki cennettir. Orada incilerle, altından bileziklerle süslenecek­ler, güzel perdeler arasında süslenmiş tahtlara yaslanarak oturacaklardır.

Bu sevap ne kadar güzel, ne kadar iyidir! İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O ne güzel mükâfat ve ne güzel duraktır!" Yani cennet mükâfat olarak salih müminler için ne güzeldir! Ne güzel karargahtır, ne güzel ikametgahdır, ne güzel oturulacak ve toplanılacak yerdir! [41]

 

Malı Dolayısıyla Gurura Kapılan Bahçe Sahibi Zengin İle Akidesiyle Onur Bulan Fakir Örneği

 

32-  Onlara şöyle bir örnek ver: İki adamdan birisine iki üzüm bağı verip etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve ara­larında ekin bitirmiştik.

33- Her iki bahçe de ürünlerini vermiş­ler ve hiçbir şeyi eksik bırakmamışlar­dı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.

34- Onun başkaca gelirleri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona: "Ben malca da senden zengin, sayıca da senden üstünüm." derdi.

35- O nefsine böylece zulmederek bah­çesine girerken dedi ki: "Bu bahçenin ebediyen yok olacağını hiç sanmam"

36- "Kıyametin kopacağını da tahmin etmiyorum. Faraza Rabbime döndürü­lecek olsam dahi, andolsun ki bundan daha iyi bir dönüş yerim olur."

37- Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratıp sonunda da seni doğru dürüst bir insan haline getireni mi inkâr edi­yorsun?

38-  "Ben ise şöyle diyorum: O benim Rabbim olan Allah'tır ve ben kimseyi Rabbime ortak koşmam.

39- "Bahçene girdiğin zaman: Maşâal-lah, Allah'ın yardımından başka kuvvet yoktur demen gerekmez miydi? Her ne kadar malca ve evlatça beni kendinden daha az buluyorsan da;

40- "Rabbim senin bahçenden daha iyi­sini bana verebilir ve seninkinin üzeri­ne gökten bir yıldırım gönderir de kay­pak bir toprak haline geliverir.

41- 'Yahut suyu çekilir de bir daha onu bulamazsın."

42- Nihayet bütün serveti yok edildi. Uğrunda harcadıklarına içi yanarak ellerini ovuşturmaya koyuldu. Çardakları hep yere düşmüştü ve diyordu ki: "N'olaydım, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmayaydım."

43- Allah'tan başka ona yardım edecek adamları da yoktu, kendini de kurtarıp öç alamadı.

44- İşte bu makamda nusret ve hakimiyet, hak olan Allah'ındır. O, sevapça da ha­yırlı, akıbetçe de hayırlıdır.

 

Belagat:

 

"Onlara şöyle bir örnek ver: İki adamdan birisine iki üzüm bağı verip..." buyruğu temsilî bir benzetmedir. Çünkü benzetme yönü birden çoktur.

"Uğrunda harcadıklarına içi yanarak ellerini ovuşturmaya koyuldu." Bu, pişmanlık ve hasret duymadan kinayedir. Çünkü bir şeye pişman olan kişi elini eline vurur veya ovuşturur. [42]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlara" yani müminlerle birlikte kâfirlere "şöyle bir örnek ver: İki adamdan birisine" kâfir olanına "iki üzüm bağı" burada bağa "cennet" denilmesinin sebebi ağaçların gölgesinin arazisini örtüp üstünü kapatmasıdır "verip etrafını hurmalıklarla çevirmiş" bahçelerin etrafında hurmalar yetişmiş "ve aralarında ekin bitirmiştik."

"Her iki bahçe de ürünlerini" mahsullerini "vermişler ve hiçbir şeyi eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından" ikisinin ortasından "bir de ırmak" tatlı su "akıtmıştık."

"Onun başkaca gelirleri de vardı." Yani bu iki bahçeden aldığı mahsullerin dışında türlü malları da vardı. Bu kişi "bu yüzden" mümin "arkadaşıyla konuşurken" onunla söz alışverişinde bulunup tartışırken "ona, ben malca da senden zengin, sayıca da senden üstünüm, derdi." Buradaki sayıdan kasıt hizmetçiler, çevresindeki çalışanlar, çocuk ve yardımcılardır.

"O nefsine böylece zulmederek" yani kendisine verilenlerle böbürlenerek, övünerek Rabbinin nimetini inkâr edip böylelikle kendisini Allah'ın gazabına maruz bırakarak -ki bu zulmün en ileri derecesidir- "bahçesine girerken dedi ki..." Yani o arkadaşıyla birlikte içinde dolaşarak bahçesinin meyvelerini gös­terip ona karşı övünmek isterken dedi ki... Burada iki bahçe denilmeyip tek bir bahçeden söz edilmesi onun başka bir cennetinin olmadığına dikkat çekmek içindir. Yani onun müminlere vaad olunan âhiretteki ebedîlik cennetinde payı yoktur. İşte onun cenneti, dünyada onun sahip olduğu şeydir başkası değil. Veya iki bahçesi de birbirine bitişik olduklarından dolayı yahut da adeten önce birisine sonra ötekine girildiğinden dolayı bu şekilde tekil gelmiş olabilir. "Bu bahçenin ebediyyen yok olacağını" sonunun geleceğini yahut mahvolacağını "hiç sanmam."

"...faraza" senin ileri sürdüğün gibi yeniden diriltilmek suretiyle "Rab-bime döndürülecek olsam dahi... Bundan daha iyi bir dönüş yeri bulurum." Bu bahçemden daha iyi bir akıbet ile karşılaşırım. Çünkü benim bu bahçem fâni, orası ise bakîdir. Ziyanda olan kişinin buna dair yemin etmesinin sebebi ise, onun Yüce Allah'ın bu nimetleri kendisine bizatihi hak kazandığı için verdiğini zannetmiş olmasıdır.

"...cevap vererek dedi ki: Seni topraktan" yani senin ilk atan olan Adem'i topraktan yaratan "sonra da bir damla sudan" meniden "...doğru dürüst insan haline getireni mi inkâr ediyorsun?" Yani seni tam ve eksiksiz bir adam haline getirip düzenleyeni mi inkâr ediyorsun? Arkadaşının öldükten sonra dirilmeyi inkârı Yüce Allah'ı inkâr olarak değerlendirmesinin sebebi ise, bu inkârın esasının Yüce Allah'ın kudretinin kemalinde şüphe etmek olduğundan dolayıdır. Bundan dolayı onun inkâr esasını kendisinin topraktan yaratılmasına kadar götürmekte ve ona cevap vermektedir. Çünkü insanı ilk olarak topraktan yaratan tekrar onu iade etmeye kadirdir.

"Bahçene girdiğin zaman...maşaallah demen gerekmez miydi?" Yani bahçeni görüp beğendiğinde, yahut oraya girdiğinde; bu Allah'ın dileği ile böyledir yahut Allah'ın dilediği olur (anlamında olan maşaallah'ı) demen gerekmez miydi? "Allah'ın yardımından başka kuvvet yoktur." Niye kendin için aczi ve Allah'ın da kudretini itiraf edecek şekilde "lâ kuvvete illa billah" demedin? Senin bu bahçeyi bu şekilde imar etmen onun yardımı ve onun verdiği güç iledir. İbni es-Sünnî'nin Enes'ten rivayet ettiği -zayıf bir hadiste-şöyle denmektedir: "Her kim bir şey görür de o hoşuna gider ve maşaallah lâ kuvvete illâ billah diyecek olursa ona nazarın zararı olmaz." Bir diğer rivayette de şöyle denmektedir: "Her kime aile ya da mal türünden bir hayır verilecek olur da bu esnada maşaallah lâ kuvvete illâ billah diyecek olursa o şeyde hoşuna gitmeyecek bir husus görmez."

"Rabbim" imanım dolayısıyla dünyada ya da ahirette "senin bahçenden daha iyisini bana verebilir, ve seninkinin üzerine" küfrün sebebiyle "gökten bir yıldırım gönderir de kaypak bir toprak haline geliverir." Yani ayağın dahi sebat edemeyeceği kaygan bir arazi haline dönüşebilir.

"Suyu çekiliverir de bir daha onu bulamazsın." Onu tekrar eski haline döndürecek imkânın olmaz.

"Nihayet bütün serveti yok edildi." Malları, bahçesi de dahil olmak üzere arkadaşının söylediği şekilde telef edildi. "Uğrunda harcadıklarına içi yanarak ellerini oğuşturmaya koyuldu." Bu ifade hasret ve pişmanlık duymaktan kinayedir. Yani bahçesini imar etmek için harcadıklarına pişman oldu. "Çar­dakları hep yere düşmüştü." Yani önce çardakları yere düşmüş, arkasından bağı o çardakların üstüne yıkılmıştı "Ve diyordu ki: N'olaydım Rabbime hiç kimseyi ortak koşmayaydım." Bununla adeta arkadaşının verdiği öğüdü hatırlamış gibidir.

"Allah 'tan başka ona yardım edecek adamları da yoktu." Serveti telef olup gittiğinde bu telefi önleyecek bir topluluğu olmadı. Çünkü ancak Allah ona yardıma kadirdir. "Kendini de kurtarıp öç alamadı." Kendi gücünü ortaya koyarak Allah'ın intikamına karşı koyamadı, kendisini helak olmaktan kur­taramadı.

"İşte burada" yani o konumda yahut o durumda veya kıyamet gününde "kudret ve hâkimiyet, yalnız hak olan Allah'ındır." yardım edecek olan yalnız O'dur Başkası buna güç yetiremez. Bu anlam "velayet" kelimesindeki "vav" harfinin üstün okunmasına göredir. Esreli okunmasının anlamı ise hakimiyet, mülk ve egemenlik Allah'ındır, demektir. "Mükâfatı daha hayırlı olan" şayet mükâfat verebilecek olsa başkasından daha hayırlı mükâfat veren ve mümin­ler için akıbet itibariyle "neticelendirmesi de hayırlı olan Odur." [43]

 

Nüzul Sebebi

 

Denildiğine göre bu kıssa Mahzumoğulları'ndan iki kardeş olan el-Esved b. Abdilesved b. Abd Yalîl -kâfir idi- ile mümin olan Ebu Seleme Abdullah b. el-Esved hakkında nazil olmuştur ki, bu kişi Rasulullah (s.a.) evlenmeden önce Ümmü Seleme'nin kocasıydı.

İbni Abbas'm görüşüne göre de şöyle denilmektedir: Bu kıssa birisi kâfir olup adı Furtûs, diğeri ise mümin olup adı Yahuza veya Kıtfîr olan İsrailoğulla-rı'ndan iki kardeş hakkında nazil olmuştur. Bunların babalarından sekiz bin dinar miras kalmıştı. Bu parayı ikiye böldüler. Kâfir bu para ile bahçeler ve akarlar satın aldı, Mümin de bu parayı hayır yollarında harcadı ve sonunda Yüce Allah'ın bu anlattığı durum meydana geldi.

Mukâtil'den nakledildiğine göre ise bunlar, Sâffât sûresinde Yüce Allah'ın şu buyruklarında sözü edilen iki kişidir: "Onlardan birisi diyecek ki: Gerçekten benim bir dostum var idi..." ( Sâffât, 37/51). [44]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah peygamberine fakir ashabının meclislerine devam edip onlar­dan ayrılmamasını, büyüklük taslayan müşriklerin zayıf müminlerin kovulma­sı isteklerine olumlu karşılık vermemesini emrettikten sonra, zengin kâfir ile fakir müminin örneğini verdiğini görüyoruz. Çünkü kâfirler müslüman fakirle­re karşı malları ve yardımcılarını ileri sürerek övünüp böbürlenmişti. Yüce Al­lah malın övünme aracı olamayacağını açıkladı. Çünkü fakir bir gün gelir zen­gin olabilir, zengin de bir gün fakir olabilir. Asıl övünme Allah'a itaat iledir. [45]

 

Açıklaması

 

Bu Yüce Allah'ın zayıf ve yoksul Müslümanlar ile oturmayı kibirlerine yediremeyip mal ve güçleriyle, konumlarıyla övünen müşrikler ve benzerleri müstekbirlere verdiği bir örnektir:

"Onlara şöyle bir örnek ver: İki adamdan birisine..." Yani ey Peygamber, sabah akşam ve her vakitte ihlâsla Allah'a dua eden, yalvaran müminleri kov­mam senden isteyen şu Allah'a ortak koşan müşriklere bir misal ver. Bu, iki adamın misalidir. Allah onlardan birisine çevrelerini hurma ağaçlarının kuşattığı üzüm bağları vermişti. Ortalarında de ekin vardı. Ağaçlar da ekinler de alabildiğine güzel ve kaliteli mahsuller verirdi. Böylelikle hem temel gıdalar, hem de meyveler bu bahçeden mahsul olarak alınabiliyordu. Yüce Allah'ın: "Etrafını hurmalıklarla çevirmiş..." buyruğu "Biz o iki bahçenin çevresini de hurma ağaçlarıyla donatmıştık." demektir.

Bu iki adam İsrailoğulları'ndan iki kardeş, iki arkadaş yahut iki ortaktı. Onlardan birisi dünyasına aldanmış olan kâfir, diğeri ise Allah'ı tevhid eden bir mümindi. Bu misalden maksat ise öğüt ve ibrettir. Dünyalığına aldanan kâfirin sonunda serveti yok oldu, iflâs etti. Buna sebep ise nimetlere karşı nankörlük ve Allah'a isyan etmesi idi. Fakir mümin ise türlü sıkıntı ve zorluk­lara rağmen Allah'a itaat üzere devam etti, Allah da ona cennette ebediliği verdi.

"Her iki bahçe de ürünlerini vermişler" yani her iki bahçe de meyvelerini vermiş "ve hiçbir şeyi bırakmamışlardı." Her yıl ürünlerini tam ve eksiksiz veriyorlardı. "İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık." Yani iki bahçenin ortasında her tarafı sulamaları için türlü kollara ayrılan bir de ırmak akıtmıştık.

"Onun başkaca gelirleri de vardı." Yani bu bahçelerin sahibinin -ticaret ve bahçelerinden aldığı mahsulleri geliştirdiğinden dolayı- altın, gümüş gibi daha başka çeşitli malları da vardı.

Onun bu zenginliği kendisini şımartmış, büyüklenmeye, mal dolayısıyla gurur duymaya itmiş ve -her zenginde görüldüğü gibi- gurura kapılmıştı. O bakımdan "bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona: Ben malca da senden zen­gin, sayıca da senden üstünüm derdi." Yani bu iki bahçe sahibi, mümin ve fakir arkadaşına karşı övünerek şöyle derdi: Benim servetim senden fazladır. Sayıca da senden daha güçlü, daha kalabalığım. Yani benim hizmetçilerim, taraftar­larım, çocuklarım daha fazladır. Kendimi savunacak aşiret ve kabilem, taraftarlarım itibariyle ben daha güçlüyüm.

Onun bu durumu, bu servetinin devam edeceğini, asla yok olmayacağını zannetmek noktasına kadar vardı. Buna sebep ise aklının kıtlığı, Allah'a olan inancının zayıflığı idi. İşte Kur'ân-ı Kerim'in ona dair anlattıkları:

"O nefsine böylece zulmederek bahçesine girerken..." Yani şu rahat içerisinde varlıklı ve her bakımdan güçlü olduğunu kabul eden kişi mümin, fakir ve salih arkadaşı ile birlikte bahçesine girdi. Küfrü, isyanı, büyüklen-mesi, öldükten sonra dirilişi inkârı sebebiyle kendisine zulmederek, meyveleri, ekinleri bahçesinde kaynayıp coşan suları görünce gurura kapılarak dedi ki: Ben ebediyyen bu bahçenin yok olacağını sanmıyorum. Kıyamet gününün geleceğini de sanmıyorum.

Onun "kıyametin kopacağını da tahmin etmiyorum" ifadesi kıyamet diye bir şey olacağını sanmıyorum, demektir. O her iki halde de yanlışlık yapıyordu. Her bir şeyi lâyık olmadığı yere koymak suretiyle de kendisine zulmediyordu.

Çünkü onun bu nimete şükretmesi, ahiret üzerinde düşünmesi gerekirdi. Böyle yapmayışmın sebebi ise emeli, ileri derecedeki hırsı, tam bir gaflet içinde olması ve dünyaya alabildiğine aldanmasıdır.

Daha sonra Rabbi ile karşılaşmayı bir ihtimal olarak kabul edecek olsa dahi, daha iyisiyle karşılaşacağına dair şu sözleriyle yemin etti:

"Faraza Rabbime döndürülecek olsam dahi, andolsun ki bundan daha iyi bir dönüş yeri bulurum." Yani öyle bir şey yok ya, olsun diyelim, Rabbime dön­dürülecek olursam elbetteki ahirette dünyadaki bu payımdan daha hayırlısını ve daha iyisini bulacağım. Allah'ın yanındaki değerim ve kıymetim dolayısıyla O bana bunu verecektir. Zaten ben O'nun nezdinde değerli olmasaydım bana bunları vermezdi. Eğer ben bunlara hak kazanmayan, ehil olmayan birisi ol­saydım dünyada beni zengin etmezdi. Nitekim bir başka ayet-i kerimede bir kâfirin şu sözleri nakledilmektedir: "Eğer Rabbime döndürülürsem bile elbette benim için onun yanında güzellik ve iyilik vardır." (Fussilet, 41/50).

Mümin ise ona şöylece cevap verdi:

"Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: Seni topraktan, sonra da bir damla sudan yaratıp sonunda da seni doğru dürüst bir insan haline getireni mi inkâr ediyorsun?" Yani mümin arkadaşı ona öğüt vererek içinde bulunduğu küfür ve aldanıştan dolayı azarlayarak şöyle dedi: Sen seni topraktan yaratanı mı inkâr ediyorsun? Yani o senin ilk atan olan Adem'i topraktan yaratmıştır. İnsanın ilk atasının yaratılışı ise kendisinin yaratılışına sebeptir. Dolayısıyla ilk atasının yaratılması onun yaratılmasıdır. Aynı şekilde senin de hayvanların da gıdası bitkidir. Bitki ise gıdasını su ve topraktan almaktadır. Sonra bu alınan gıda kana dönüşür. Onun bir bölümü de yaratılışa vesile olan nutfeye dönüşür. Bun­dan sonra Allah seni bu nutfeden, yaratılışı ve organları eksiksiz dosdoğru bir insan yaptı. Yüce Allah'ın: "Doğru dürüst bir insan haline getiren" buyruğunun anlamı, seni adam olma yaşına ulaştırıp tam ve eksiksiz bir insan olarak düzenleyen demektir.

Arkadaşı onu Allah'ı inkâr eden bir kişi olarak nitelendirdi. Buna sebep ise onun öldükten sonra diriliş hususunda şüphe içerisinde olmasaydı.

"Ben ise şöyle diyorum: O benim Rabbim olan Allah 'tır ve ben kimseyi Rab­bime ortak koşmam." Fakat ben senin dediğin gibi demiyorum. Aksine Allah'ın vahdaniyet ve rubûbiyetini kabul ve itiraf ediyorum, O'na kimseyi ortak koşmuyorum. O hiçbir ortağı olmaksızın tek başına mâbûd olan Allah'tır.

Daha sonra Allah'a imanın gereğini hatırlatarak ona şöyle dedi:

"Bahçene girdiğin zaman... mâşâallah, Allah'ın yardımından başka kuvvet yoktur, demen gerekmez miydi?" Sen bahçene girip oraya bakıp da ondan hoşlandığın vakit sana verdiği bu nimetleri dolayısıyla, sana ihsan ettiği, başkalarına vermediği mal ve servet dolayasıyla Allah'a hamdedip mâşâallah bu ancak Allah'ın gücü iledir, demen gerekmez miydi? Yani Allah böyle istedi de oldu. Allah neyi takdir etmişse o olur, demen gerekmezmiydi? Böyle demeliydin ki bu senin ubûdiyyetini ve acziyetini ortaya koysun.

Bundan dolayı seleften bazıları şöyle demiştir: Her kim kendi halini, malı­nı yahut çoluk çocuğunu beğenip hoşlanacak olursa hemen bu âyet-i kerime ile amel ederek; "Mâşâallah lâ kuvvete illâ billah= Allah'ın dediği olmuştur. Al­lah'ın yardımı olmadıkça hiçbir kuvvetin varlığı olamaz" deyiversin. Yine bu konuda rivayet edilen ve Hafız Ebu Ya'lâ'nm Enes (r.a)'den rivayet ettiği merfû' hadis ile amel etsin. Buna göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah bir kula aile, mal yahut çocuk türünden herhangi bir nimet vermiş ise o da mâşâal­lah lâ kuvvete illâ billah diyecek olursa, ölümden önce bunlarda herhangi bir afet görmez." Müslim'in Sahîh'inde de Ebu Musa'dan Rasulullah (s.a.)'m kendi­sine şöyle dediğine dair rivayet kaydedilmektedir: "Ben sana cennet hazinele­rinden bir hazineyi göstereyim mi, bu lâ havle velâ kuvvete illâ billah'tır."

Daha sonra mal ve çocuk ile öğünme meselesiyle ilgili olarak şu cevabı verdiğini görüyoruz:

"... her ne kadar malca ve evlâtça beni kendinden daha az buluyorsan da; Rabbin senin bahçenden daha iyisini bana verebilir..." Yani eğer sen mal itibariyle benim senden daha fakir, evlât ve aşiret itibariyle bu fani dünyada daha az olduğuma bakıyor isen şunu bil ki, ben âhirette durumun tam aksi olacağını umuyorum. Yine Allah'ın âhirette senin bu bahçenden daha hayırlısını bana vereceğini, buna karşılık senin asla yok olmayacağını ve sonunun gelmeyeceğini zannettiğin dünyadaki bu bahçene semâdan -ekin ve ağaçlarını kökünden kopartacak yağmur yahut yıldırımlar gibi- bir afet gön­dereceğini ve böylelikle o nimetinden seni mahrum bırakıp bahçeni tahrip edeceğini, sonunda senin bahçenin hiçbir bitkisi olmayan dümdüz bir arazi, ayağının üstünde duramayacağın kaypak bir toprak haline dönüşüvereceğini ve bu düzgünlüğü dolayısıyla adeta insan ayağını kaydıracak hale gelebileceğini zannediyorum. Arkadaşının: "Rabbim... verebilir." ifadesi "Olur ki Rabbim böyle yapar" anlamındadır.

Yahut da senin bu bahçenin suyu yerin dibine geçer ve sen artık yerin di­bine çekildikten sonra bir daha onu bulamazsın, herhangi bir yol ile yerin dibi­ne geçmiş olan o suyu geri çıkaramazsın.

Nitekim müminin umduğu gerçekleşti. Yüce Allah bunu şöyle ifade etmek­tedir:

"Nihayet bütün serveti yok edildi, uğrunda harcadıklarına içi yanarak ellerini oğuşturmaya koyuldu..." Yani Yüce Allah'a yönelmekten kendisini alıkoyan bahçesi yıldırımlarla, malları ve serveti musibetlerle telef edilerek yok edildi. Böylelikle bahçesine yapmış olduğu harcamalar yok olduğundan dolayı hasret duymaya, pişman olmaya başladı. Arkadaşının öğüdünü hatırla­yarak: "Keşke Rabbime ortak koşmayaydım." temennisinde bulundu. "Çardak­ları üstüne çökmek" ten kasıt ise, çardaklarının yere düşmesi demektir. Denil­diğine göre Allah bahçesine bir ateş gönderdi, o ateş orayı yakıp bitirdi.

"Allah 'tan başka ona yardım edecek adamları da yoktu, kendi kendini de kurtarıp öç alamadı." Aşiretinin yahut çocuklarının -kendileriyle öğündüğü ve güçlü kabul ettiği şekilde- ona hiçbir faydası ve yardımı olmadı. O da kendi gücü ile Yüce Allah'ın intikamına karşı koyamadı, kendisini koruyamadı.

"İşte burada kudret ve hakimiyet yalnız hak olan Allah'ındır." Bu önceki cümleyi tekit etmektedir. Yani böyle bir sıkıntı ve mihnet hallerinde kudret, intikam almak yalnız Allah'ın gücünde olur ve bu durumda iyi olan da fâcir olan da buna iman eder. Mümin olsun kâfir olsun, Allah'a, O'nun hakimiyetine boyun eğmeye -azap gerçekleştiği takdirde- döner. Ayette geçen velayet: ege­menlik, otorite, mülk, yardım ve hüküm demektir.

"Mükâfatı da hayırlı olan O'dur, neticelendirmesi de hayırlı olan O'dur." Yani Allah'ın mükâfatı daha hayırlıdır. Mümin kullarına hazırladığı akıbeti daha üstündür. O onlara yardım eder ve dünyada sahip olmadıklarının bedeli­ni onlara verir. Allah için yaptıkları amellerinin mükâfatı hayırlı bir mükâfat olur, bu amellerin akıbeti hoş ve öğülmeye değer olur. Çünkü Yüce Allah kendi­sine iman edenlere daha hayırlı mükâfat verir.

Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Onlar bizim azabımızı gördük­lerinde: Allah 'a bir olarak inandık, ona eş tutmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik, derler." (Mümin, 40/84). [46]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssada bir takım ibretler ve öğütler vardır. Onları şöylece sıralayalım:

1- Bu, müminlerle kâfirlere dair verilmiş açık bir örnektir. Allah'a iman edip onu tevhit eden, fakir, salih, âhireti dünyaya tercih eden ve bu sebepten dolayı Allah'ın kendisine cenneti ve büyük mükâfatı verdiği mümin kimsenin misali ile; dünyasına aldanarak gurura kapılmış, müminlerle oturmaktan uzak duran, çekinen kâfir bir kişinin misali. Bunlar el-Kelbî'nin naklettiğine göre Mekke halkından Mahzunoğulları'ndan, yahut da İsrailoğulları'ndan iki kardeştir. Bu kardeşlerden biri mümin diğeri de kâfir idi. Kâfir kardeşin ağaç, ekin, meyve ve nehirlerin bulunduğu iki bahçesi ve başka malları da vardı. Bu kişi Allah'ın nimetlerini inkâr ederek nankörlük etti, malıyla, çoluk çocuğuyla arkadaşına karşı böbürlendi, öldükten sonra dirilişten şüpheye düştü, Allah da onun servetini mahvetti, bahçelerini de semâdan gelen yıldırım türü âfetle yok etti. Buradaki âfet (ayet-i kerimede el-küsbân) son derece hızlı ve şiddetli yağmur yağdıran bulut yahut azaptır. Bundan dolayı bu kişi yaptığı harca­malara pişman olup hasret duydu ve: "N'olaydım da Rabbime hiç kimseyi ortak koşmayaydım" dedi. Yani keşke Allah'ın üzerimdeki nimetlerini bilip itiraf etseydim. Bunların Allah'ın kudreti ile bana verildiğini bilseydim de onu inkâr edip kâfir olmasaydım. Ancak onun bu fayda vermeyecek bir zamanda duyduğu pişmanlıktan ibarettir.

2- Allah lütfunu kâfirden de esirgemez. Allah iki bahçe sahibine pek çok servet, mal, çocuk ve tabi olacak kimseler vermişti.

3- Allah'ın esirgediği müstesna, zengin daima mallarıyla övünür, dünyaya aldanır, gurur duyar. Her an yok olma ihtimali olmakla birlikte servetiyle başkalarına üstünlük taslar.

4- Müminin zengin kâfirin gücü önünde eğilmemesi gerekir. Ona öğüt ver­meli, Allah'a imana irşad etmeli, Allah'ın vahdaniyetini kabule, O'nun nimet ve lütuflarma şükre yöneltmelidir.

5- Bazan mala aldanıp onunla gurur duymak, öldükten sonra dirilişi, kıyameti, haşri ve amel sahifelerinin verilmesini inkâra kadar götüren bir sebep olabilir. Çünkü zalim zengin her şeyi maddede görür. Gafleti ve aklının kıtlığı dolayısıyla gurur, bazan onu istilâ eder ve dünyalığın kendisine verilme­si dolayısıyla bunu hak ettiği, bu işe ehil ve layık olduğu kanaatine sahip olur ve şöyle demek noktasına gelebilir: Eğer öldükten sonra diriliş olsa dahi elbette dünyada bana bu nimetleri veren Allah, âhirette bunlardan daha değerlisini de verecektir. Çünkü ben onun için değerli bir kimseyim.

6- İmam Mâlik der ki: Evine giren herkesin "Maşâallah lâ kuvvete illâ bil-lah" demesi gerekir. Bu söz Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetine göre Rasul-ullah (s.a.) tarafından cennet hazinelerinden bir hazine diye nitelendirilmiş ve şöyle demiştir: "Lâ kuvvete illâ billah sözünü kul söylediği takdirde, Aziz ve Celil olan Allah da der ki: Kulum teslim oldu ve teslimiyetini arz etti." Bu sözler kıssada mümin kimsenin kâfire olan tavsiyesi ve ona cevabı olarak yer almaktadır. Kâfir bahçesinin yok olmayacağını sanıp servetiyle arkadaşına karşı öğündüğü zaman bu sözü söylemiştir.

7- İlâhi bir belâ ve musibet geldiği takdirde dünyada herhangi bir güç onu önleyemez, kaldıramaz. Artık bunu ortadan kaldırmak için herhangi bir kimse­ye sığınmanın faydası yoktur. Ona azap gelip çattığında ne kimse ona yardım eder, ne de kendisi bu azaptan korunabilir.

8- Şüphesiz velayet yani kudret, mülk ve hükümranlık hak olan Aziz ve Celil olan Allah'a aittir. Hiç kimse O'nun emrini geri çevirmez ve her zamanda mülk Allah'ındır: "Ve o gün Mülk Allah'ındır." (İnfitâr, 82/19) [47]

 

Dünya Hayatının Misali

 

45- Dünya hayatının misalini de anlat onlara. O gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, sonra yeryüzünde yetişen bitkilerle karışır, sonunda da suların savuracağı çör-çöpe döner. Allah her şeye kadirdir.

46- Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür.   Ama  baki   kalacak   salih ameller  Rabbinin  nezdinde  sevap olarak   da   emel   olarak   da   daha hayırlıdır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Dünya hayatının misalini de anlat onlara." Yani göz alıcılığıyla, çabuk geçip gitmesiyle ve şaşırtıcı hadiseleri itibariyle dünya hayatının neye benze­diğini söyle onlara. "O gökten indirdiğimiz su gibidir ki sonra yeryüzünde yetişen bitkilerle karışır." Yani su, yağan yağmurlar yoluyla bitkilere karışır ve bitkiler su ihtiyaçlarını alır, güzelleşirler. "Sonunda da rüzgârın savuracağı çör-çöpe döner." Bitki kuruyuverir ve darmadağın ufalmış parçalar haline gelir. Rüzgârlar onu savurup etrafa dağıtır. Yani burada dünya güzel bir bitkiye ben­zetilmektedir. Daha sonra bu bitki kurumakta, kırılıp dökülmekte, rüzgârlar tarafından da etrafa dağıtılmaktadır. "Allah her şeye kadir'dir." Yani Yüce Allah her şeyi yoktan varetmeye de varken yok etmeye de kadir olandır, kudreti eksiksizdir.

"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür." Dünya hayatında onlarla süsle­nilir. "Ama baki kalacak sâlih ameller" Bunlar: "Sübhânallah, elhamdülillah ve lâ ilahe illalllah vallahu ekber" demektir. Bazıları da buna "lâ havle vela kuvvete illâ billahi" cümlesini de ilave ederler. Yahut da baki kalacak salih şeyler bütün salih amellerdir ki beş vakit namaz, hac, ramazan orucunu tut­mak, sübhânallah... demek, bunlar arasındadır, güzel söz de bunlardandır. "Rabbinin nezdinde sevap" yani mükâfat "olarak da emel olarak da" insanın Allah katında umduğu ve beklediği şeyler bakımından da "daha hayırlıdır." Çünkü bu amellerin sahibi onlar vasıtasıyla âhirette dünyada iken umduğu şeylere kavuşur. [48]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu da dünyanın önemsizliğine ve kalıcılığının azlığına delâlet eden bir başka örnektir. Mümin fakirlere karşı büyüklük taslayan müşriklerin kıssası ile ilgili daha önce geçenlerle ilişkili olarak, açıklamalar devam etmektedir. Yüce Allah birinci örnekte kâfir ve müminin durumu ile kâfirin böbürlenip oğünmesinin sonunda helake uğrama halini anlattıktan sonra, bu misalde dünya hayatının durumunu, yok oluşunu, içinde bulunan nimet ve rahatın ne­ticede helak olacağını açıklamaktadır.

Yüce Allah dünyanın çabucak yok olup zeval bulduğunu açıkladıktan sonra, mal ve çocukların insanların örfüne göre dünya hayatının süsü olduğunu beyân etmektedir. Dünya hayatının süsü kabilinden olan her şeyin geçip gitmesi, yok olması çabucak olur. O bakımdan aklı başında bir kimsenin bu süsü ile öğünmesi yahut da bundan dolayı şımarıp sevinmesi çirkin bir iştir. Bu da mümin fakirlere karşı çokça mal ve çocuklarıyla böbürlenen müşriklerin sözlerinin tutarsız ve doğru olmadığının delilidir.

Daha sonra Yüce Allah o fakir müminlerin zengin kâfirlere üstün olmalarına sebep teşkil eden hususu söz konusu etmektedir. Bu da onların dünyada iken yaptıkları salih amellerdir. Bu salih ameller âhiretin devamlı ve kalıcı olan azığıdır. Devamlı ve kalıcı olan ise sonu gelen ve geçip giden şeyden elbetteki daha hayırlıdır.

Hadis-i şeriflerde ayet-i kerimede geçen "baki kalacak salih amellerin neler olduğunu açıklayan ifadeler bulunmaktadır. Tirmizî'nin rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İsra gecesi İbrahim ile karşılaştım. Bana ya Muhammed, dedi, benden ümmetine selam söyle. Onlara haber ver ki, cen­netin toprağı hoştur, suyu tatlıdır, cennet dümdüz bir arazidir, fakat onun ağaçları, bitkileri sübhanallahi velhamdülillahi velâ ilahe illahu vallahu ekberdir."

Saîd b. Mansur, Ahmed, İbni Cerîr, İbni Merdüveyh ve sahih olduğunu belirterek Hâkim, Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Baki kalacak salih amelleri çokça işleyiniz." Bunlar neler­dir ey Allah'ın Rasulü? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Tekbir, (Allahuekber) tehlîl (la ilahe illallah), teşbih, (Sübhanallah) tahmîd (elhamdüllih) ve lâ havle velâ kuvvete illâ billah sözleridir." Taberânî ve İbni Merdüveyh , Ebu'd-Derdâ-dan şöyle dediğini nakletmektedirler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sübhanal­lahi velhamdülillahi velâ ilahe illallahu vallahu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billah. işte bunlar baki kalacak salih amellerdir. Bunlar ağacın yaprak­larını döktüğü gibi günahları dökerler, bunlar cennet hazinelerindendirler." Neseî, Taberânî ve Beyhakî de Ebû Hureyre'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kalkanlarınızı edininiz!" Ey Allah'ın Rasûlü, hangi düşmana karşı? diye sorulunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Hayır, ateşe karşı kalkanınızı edininiz. Bu da: sübhanallahi velhamdü lillâhi velâ ilahe illallahu vallahu ekber, demektir. Şüphesiz bunlar kıyamet gününde önden gelirler, arkadan ve yan taraflardan gelirler. Baki kalacak salih ameller de bunlardır." [49]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammedi Sen Mekke müşriklerinden olsun diğerlerinden olsun mal ve yardımcılarını ileri sürerek Müslüman fakirlere karşı böbürlenen insanlara örnek ver. Dünyanın önemsizliğini, onda az kalınacağını, çabucak yok olup gidişini açıklayan bir örnek. Çünkü dünya göz alıcılığından, parlaklığından, göz kamaştırıcı halinden sonra Allah'ın iradesiyle asık suratlı, kapkara, hiçbir güzelliği ve parlaklığı olmayan bir hale dönüşür. O göz kamaştırıcılığından sonra zevale doğru gidişi ile çiçekleri, parlaklığı, taneleri bulunan yeşil bir bitkiye benzer. Gökten yağan yağmurla oluşmuş bir bitkiye. Bütün bunlardan sonra ise bu bitki kupkuru çör-çöpe dönüşür, rüzgârlar tarafından savrulur. Yani rüzgârlar onu sağa sola dağıtır, gider.

"Allah her şeye kadirdir." Yani Allah yoktan var etmeye, var olanı yok etmeye kadirdir. Yeşil ve göz kamaştırıcı hale de; kurutup yok edip telef etme haline de gücü yeter. Aklı başında olan bir insanın dünyaya aldanmaması, dünya ile öğünmemesi, dünya dolayısıyla büyüklük taslamaması gerekir.

Dünya hayatı gerçekten de bu örneğe çokça benzemektedir. Nitekim Yüce Allah Yunus sûresinde de şöyle buyurmaktadır: "Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir suya benzer ki onunla yeryüzünde insanların ve hayvanların yediği bitkiler karışmıştır..." (Yunus, 10/24), Hadid suresinde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür. Aranızda bir öğünüştür. Mallarda ve çocuklarla bir yarıştır. Ekini, ekenlerin hoşuna giden bir yağmur gibidir..." (Hadid, 57/20)

"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür." Yani mallar ve evlâtlar dünya hayatının süsünden bir parçadır. Ahiretin daimi, ebedi süsünden değildir. Bun­lar da çabucak yok olur giderler. O halde aklı başında olan bir kimsenin bun­lara aldanmaması, bunlarla gurur duyup öğünmemesi gerekir. Maksat şudur: Bu kısmı da daha önce dünya hayatının çabucak geçişini, yok olmanın, son bul­manın kertesinde olduğunu açıklayan önceki örnekteki genel kapsamın içeri­sine sokmaktır. Yalnızca mal ve çocukların söz konusu edilmesinin sebebi şudur: Mal hem güzeldir, hem faydaladır. Çocuklar ise güç kaynağıdır, kişi için bir savunma aracıdır. O bakımdan her ikisi de dünya hayatının süsü demektir.

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Kadınlara, oğullara, yığın yığın yüklerle altın ve gümüşe, salma atlara... karşı duyulan sevgi insanlara süslü gösterilmiştir." (Ali İmran, 3/14).

İmam Ali (k.v.) de şöyle demektedir: Mal ve çocuklar dünyanın ekinidir. Salih amel ise ahiretin ekinidir. Allah bazı kimseler için bunların hepsini bir arada vermiş olabilir.

"Ama baki kalacak sâlih ameller, Rabbinin nezdinde sevap olarak da amel olarak da daha hayırlıdır." Yani hayırlı işler, itaatler -namaz, sadaka, Allah yolunda cihad, fakirlere yardım, zikir ve benzeri ameller- sevap itibariyle Allah nezdinde daha üstündür. Daha çok yaklaştırıcıdır, etkileri daha kalıcıdır. Çünkü bütün bunların sevabı kişinin kendisine aittir. Amel itibariyle de daha hayırlıdır. Çünkü bu amellerin sahibi olan bir kimse âhirette dünyada iken umduğu her şeyi elde edebilir.

İbni Abbas der ki: "Bakî kalacak salih ameller Sübhanallahi ve'1-hamdulil-lahi velâ ilahe illallahü hüvallahu ekber'dir." Osman b. Affân da böyle demiştir: Bu ameller lâ ilahe illallah, sübhanallahi ve'1-hamdüllillahi vallahu ekber velâ havle velâ kuvvete illa billahi'l- aliyyi'1-azim sözleridir. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İnsanların özellikle de mümin fakirlerin kovulmasını isteyen büyüklük taslayanlar, dünya hayatının neye benzediğinin örneğini çok iyi bilmelidirler. Dünya hayatı kalıcı olmayışıyla, aynı halde devam etmeyişi itibariyle belli bir yerde karar kılmayan, belli bir halde devam etmeyen suya benzer. Yine aynı şekilde dünya hayatı faniliği ile ona benzemektedir. Su geçer, gider yerinde kalmaz. Dünya hayatı da aynı şekilde böyledir. İçine giren onun fitnesinden, afetinden yana güvenlik içerisinde değildir. Nitekim suyun girdiği yerde de orası mutlaka ıslanır. Dünyadan ihtiyaç kadarı faydalıdır. Fazlası zararlıdır. Nitekim su da uygun miktarı aştığı takdirde zarar vericidir, helak edicidir. Müslim'in Sahih'inde Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmekte­dir: "İslâm'a giren, kendisine ihtiyacı kadar rızık verilen ve Allah'ın kendisine verdiği ile kanaat eden kişi felah bulmuştur."

Özetle, bu kıssa dünya hayatının çabucak zeval bulup yok oluşunu göster­mektedir.

Yüce Allah ise tek başına bakî olandır. Var etmek, yok etmek, diriltmek gibi her şeye muktedir olandır.

Aynı şekilde dünya hayatı da, mal ve çocuk kabilinden süsleri de çabucak geçer, yok olur gider. Müslüman fakirlerden Selmân ve Suhayb gibilerinin yaptıkları itaatler türünden olan bakî kalacak salih ameller ise, Allah nezdinde mükâfat itibariyle ve salih ameli bulunmayan, fakat mal ve çocuğu olan kimseye göre de amel itibariyle daha üstündür. Dünya süsünde hayır yok­tur. Âhiret nimetlerinin kalıcılığı Yüce Allah'ın şu buyruğundaki ifadeyi de andırmaktadır: "O günde cennetliklerin karargâhları daha hayırlı, gün ortası ıstirahatleri de daha güzeldir." (Furkân, 25/24).

İlim adamları bakî kalacak salih amellerin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbni Abbas ve başkalarının dediğine göre bunlar beş vakit namazdır. Yine önceden de açıkladığımız gibi ondan şöyle bir rivayet de gelmiştir: Bunlar: "Sübhanallahi ve'1-hamdülillâhi, velâ ilahe illallahü ekber sözleridir." Cumhur ise der ki: Bunlar fazileti rivayet ile nakledilmiş sözlerdir. Sübhanallahi ve'1-hamdülillahi velâ ilahe illallah vallahu ekber velâ kuvvete illa billahi'1-aliyyi'l-azîm" sözleridir. Bu ifadeler ise Neseî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet ettiği sözden alınmıştır.

Yine İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre âhirette kalan söz yahut fiil olsun her türlü salih ameldir. Taberî de bunu tercih etmiştir. Kurtubî de der ki: İnşâallah sahih olan budur. Çünkü ecri kalıcı olan her bir şey hakkında bunu söylemek mümkündür." [51]

 

Dağların Yürütülmesi Haşir Ve Kıyamet Gününde Amel Defterlerinin Sunulması

 

47- O gün dağları yürütürüz de sen yeri dümdüz görürsün. Hiçbirini bırak­maksızın toplarız onları.

48-  Saflar halinde Rabbine arz olu­nacaklardır. "Andolsun sizi ilk kez yarattığımız gibi bize geldiniz. Halbuki sizi toplamak için bir zaman tayin etmediğimizi dahi iddia etmiştiniz."

49- Amel defteri ortaya konulduğunda suçluların onda yazılı olandan korktuk­larını görürsün ve derler ki: "Vah bize, eyvah bize! Bu kitap nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış?" Evet, onlar bütün işlediklerini hazır bulurlar, Rabbin kimseye asla zulmetmez.

 

Kelime ve İbareler:

 

"O gün dağları yürütürüz." Yani dağları yerinden söküp onları yeryüzün­den götürüp etrafa savrulan toz haline getireceğimiz o günü hatırla! "Yeri dümdüz görürsün." Üzerinde dağ, çukur vs. hiçbir şey olmaksızın. "Hiç birini bırakmaksızın toplarız onları" müminleri de kâfirleri de hesap için duracakları yere getiririz. Toplamak (haşr) hesap için bir araya getirmek demektir. Ba's ise canlıların haşre götürülmek üzere kabirlerinden diriltilip çıkartılmalarıdır.

"Saflar halinde" her ümmet bir saf ve biri ötekinin görüşünü engellemeye­cek şekilde dizilmiş olarak, "Rabbine arz olunacaklardır." Burada haşrolacak-ların hali komutanın önünden geçen askerlerin durumuna benzetilmektedir. Onların bu şekildeki sunuluşları onları tanımak için değil, onlara emir vermek için olur. "Andolsun ki sizi ilk kez yarattığımız gibi bize geldiniz." Tek tek, çıplak ayaklı, sünnetsiz, beraberlerinizde mal ve çocuktan hiç bir şey bulun­maksızın. Çünkü Yüce Allah bir başka yerde: "Andolsun bize tek tek geldiniz." (En'am, 6/1) diye buyurmaktadır.

"Halbuki siz, sizi toplamak için bir zaman tayin etmediğimizi dahi iddia etmiştiniz." O gün öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere böyle denilecektir. Sizler öldükten sonra diriliş ve amel defterlerinizin verilmesi için bir zaman belirleme­miş olduğumuzu iddia etmiştiniz. Biz verdiğimiz sözde dururuz, caymayız.

"Amel defteri ortaya konulduğunda" yani hesap görüleceği vakit her insanın amel defteri verildiğinde müminin defteri sağına, kâfirinki soluna koyulduğunda "suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün ve derler ki..." Defterlerinde yazılı bulunan günahları görecekleri vakit şöyle diyecek­lerdir: "Vah bize, eyvah bize"; helak olduk, gittik. Ey ölüm, haydi gel, tam geleceğin zamandır. "Küçük büyük" bütün günahlarınızı "bir şey bırakmaksızın hepsini saymış," sayıp dökmüş, tespit etmiş. Bu, sözleri söyleyenlerin hayretle dile getirecekleri bir ifadedir.

"Evet, onlar bütün işlediklerini hazır bulurlar." Defterlerinde yazılıp tespit edilmiş yahut da onların her birisinin kitabında ayrı ayrı yazılmış olarak göre­ceklerdir. "Rabbin kimseye asla zulmetmez." Belirlenmiş olduğu sevap ve cezanın sınırlarını aşmaz. Günahsız kimseye ceza vermeyeceği gibi hiçbir müminin sevabını de eksiltmez. [52]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah dünyanın değersizliğini, yok oluculuğunu, kıyametin öne­mini asıl kendileriyle övünülecek şeyin mallar değil de salih ameller olduğunu açıkladıktan sonra, kıyametin bir takım hallerini, kıyametteki tehlike ve dehşetli durumları, yeryüzünün belli başlı özelliklerinin değişmesini, öldükten sonra dirilişi, bütün insanların amellerinin yazılarak, her şeyi kapsayan sahifelerde tespit edilmesi suretiyle mutlak adaletini açıkladı.[53]

 

 Açıklaması

 

Yüce Allah kıyametin dehşetli hallerini ve orada gerçekleşecek oldukça büyük işleri haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"O gün dağları yürütürüz..." Yani ey Muhammed, o gün dağları yerinden yürütüp kaldıracağımızı, onları bulutlar gibi etrafa savurup darmadağın edeceğimizi hatırla. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana dağlar hakkında sorarlar, de ki: Rabbim onları kökünden koparıp savuracaktır..." (Ta-Ha, 20/105) Şu ayetlerde de aynı olay anlatılmaktadır: "Dağlar parça parça ufalanıp dağılmış toz haline geldiği zaman..." (Vakıa, 56/5-6); "O gün gök zeytinyağı tortusu gibi olacak. Dağlar da (atılmış) yün gibi olacak." (Meâric, 70/8-8) Yani kabartılmış ve atılmış yün gibi.

İşte bu, durumun değişeceğine, dünyadaki vaziyetin başka bir hal alacağına, dağların yerlerinden kopartılıp bulutlar gibi yayılmış ve savrulmuş olacağına delildir.

"Sen yeri dümdüz görürsün." Yani ey insan, bir de bakacaksın ki, bütün yeryüzü ortada, görünürdedir. Orada hiçbir kimsenin tanıdığı belli bir alâmet, kimsenin saklanacağı bir yer olmayacaktır. Aksine bütün insanlar tek bir düzlükte toplanacaklar ve hiçbir şey ondan gizli kalmayacaktır. İşte bu Yüce Allah'ın daha önce geçen dağların savrulmasını söz konusu ettiği şu âyet-i keri­mesinin anlamını ifade etmektedir: "Allah onları dümdüz edecek, sen orada ne bir alçaklık, ne de yükseklik göreceksin." (Ta-Ha, 20/106-107) Yani yeryüzü dümdüz bir satıh haline gelecektir. Onda bir yükseklik, engebelik ve çukur yer­ler olmayacaktır.

"Hiçbirini bırakmaksızın toplarız onları." Yani biz öncekileri de sonrakileri de hesap için toplar ve bir araya getiririz. Kimseyi geri bırakmayız. Küçük olsun, büyük olsun terketmeyiz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "De ki: Şüphesiz öncekiler de sonrakiler de belli bir günün belli bir vaktinde elbette toplanacaklardır." (Vakıa, 56/49-50) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "işte o kendisinde bütün insanların bir arada toplanacakları bir gündür." (Hûd, 11/103) İmam Müslim ve başkaları Âişe (r.a.)'den şöyle rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken din­ledim: "Kıyamet gününde insanlar çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak mahşerde toplanacaklardır." Ben: Ey Allah'ın Rasulü erkekler kadınlar hep bir arada, birbirlerine bakmayacaklar mı? diye sordum, şöyle buyurdu: "Orada karşı karşıya kalacakları hal, biribirlerine bakmalarına fırsat vermeyecek kadar ağırdır."

Neseî'nin rivayetinde de şöyle denilmektedir: "O gün herkesin başka bir şeyle uğraşmasına imkân vermeyecek kadar işi vardır (durumu başka bir şeyle ilgilenmesine fırsat vermez)." İşte bu, haşrin gerçekleşeceğinin delilidir.

"Saflar halinde Rabbine arzolunacaklardır. Andolsun ki sizi ilk kez yarattığımız gibi bize geldiniz." Yani bütün insanlar Allah'ın önünde tek bir saf halinde sunulacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman..." (Fecr, 89/22) Evet andolsun ey insanlar! Hepiniz birlikte diriltilmiş olarak bize geldiniz. Tıpkı sizleri dünyada iken yarattığımız halinizle. Çıplak ayaklı, elbisesiz ve beraberinizde bir şey olmaksızın. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade ettiği gibi: "Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, tek tek bize geldiniz Size ihsanımız olan şeyleri geride bıraktınız..." (En'âm, 6/94)

Bu ifadeler öldükten sonra dirilişi inkâr edenler için bir tehdit, insanlar önünde onlara bir uyarıdır. Bu Yüce Allah'ın huzurunda hesaplarının görülmek üzere arz edilmelerini ispat etmektedir. O bakımdan Yüce Allah onlara hitaben şöyle buyuracaktır:

"Halbuki sizi toplamak için bir zaman tayin etmediğimizi dahi iddia etmiştiniz." Yani sizler Allah'ın huzuruna çıkıp onunla karşılaşmayacağınızı zannetmiş, böyle bir şeyin başınıza gelmeyeceğini ve olmayacağını sanmıştınız.

"Amel defteri ortaya konulduğunda suçluların onda yazılı olandan kork­tuklarını görürsün." Yani insanların işledikleri küçük büyük günahlarının yazılı olduğu amel defteri önlerine konulduğu vakit günahkâr ve isyankârların orada yazılı olan kötü amellerinden, çirkin fiillerinden dolayı korktuklarını görürsün. Ayet-i kerimede geçen "el-kitâb"dan kasıt, amellerin yazılı olduğu sahifelerdir.

"Ve derler ki: Vah bize, eyvah bize bu kitap nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış..." Yani o günahkârlar şöyle diyeceklerdir:

Yazıklar olsun bizlere, ameldeki kusurumuz dolayısıyla çok yazık bize! Şu kita­ba ne oluyor ki küçük olsun, büyük olsun hiçbir günahı bırakmamış. Giden gelen ne varsa hepsini kaydetmiş, tespit etmiş. O her şeyi kapsamaktadır: "Hatırla ki sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır. O bir söz söylemeye dursun; mutlaka onun yanında görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır." (Kâf, 50/17-18); "Şüphesiz üzerinizde bekçiler, çok şe­refli yazıcılar vardır. Onlar yaptıklarınızı bilirler." (İnfitâr, 80/10-12).

Ayet-i kerime küçük ve büyük bütün günahların tespit edildiğini göster­mektedir. Bu konuda bütün müslümanlar arasında görüş birliği vardır.

"Evet onlar bütün işlediklerini hazır bulurlar." yani insanlar ne işlemişler-se hayır veya şer olsun amel defterlerinde tespit edildiğini göreceklerdir. Bun­dan kasdın yaptıklarının karşılığı olduğu da söylenmiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "O gün herkes dünyada iyilik olarak ne işlediyşe onu hazır bulacaktır; kötülükten de ne işlediyse..." (Âli İmran, 3/30) Yüce Allah bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: "O gün insana önceden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir..." (Kıyâme, 75/13).

"Rabbin kimseye asla zulmetmez." Rabbinin hükmünde insanlara, yarat­tıklarına en ufak bir zulüm yoktur. Çünkü mükâfat ve cezanın temel ilkesi mutlak ve ilâhî adaletin bir gereğidir. Ta ki böylelikle iyilik yapanı mükâfat­landırsın, kötülük yapanı cezalandırsın. Hatta Yüce Allah rahmetinin tecellisi ve gereği olarak affeder, bağışlar. Mağfiret buyurur, merhamet eder. Yarattıkla­rından dilediğini kudret, hikmet ve adaleti gereğince azaplandırır. O kafirleri cehennem ateşinde ebedî bırakır, orada günahkârları azaplandırır, sonra da mümin günahkârları oradan kurtarır. Onun hükmü her durumda adalettir. O asla zulmetmeyen, haksızlık yapmayan hâkimdir. İnsanın aleyhine işlemediği­ni yazmaz. Cezayı hak edenin cezasını artırmaz, yahut günahı olmadığı halde azaplandırmaz.

Şu buyruklar da buna benzemektedir: "Şüphesiz Allah zerre ağırlığı kadar zulmetmez. Şayet bir iyilik olursa onu kat kat artırır." (Nisa, 4/40); "Kıyamet gününe has adalet terazilerini koyarız. Hiçbir kimseye hiçbir şeyle zulm olun­maz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (Enbiyâ, 21/47) İşte ayet-i kerime; "İnsanların amel defter­leri, iyilikleri de kötülükleri de kapsar" ilkesi üzerinde yükselen Allah'ın huzu­rundaki hesabın son merhalesini açıklamaktadır. [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler kıyametin başlangıcını ve hesabın sonunu beyan etmek­tedir. Önce dünyanın belirgin özelliklerinin değiştirileceğini açıklayarak başlamakdır. Dağların yürütüleceğinden, yani yeryüzündeki yerlerinden kaldırılıp bulutların yürütüldüğü gibi yürütüleceğinden söz etmektedir. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Ve o dağlar bulut­ların geçip gitmesi gibi geçip gider." (Nemi, 27/88) Daha sonra bu dağlar parçalanır. Yüce Allah nitekim şöyle buyurmaktadır: "Dağlar parça parça ufalandığı, dağılmış toz haline geldiği..(zaman)" (Vakıa, 56/5-6) Ve yer artık dümdüz, açıkta, görünür bir hal alır. Onun üzerinde görüntüyü kapatacak ne bir dağ bulunur, ne bir ağaç, ne de bir yapı.

Bundan sonra ise haşr merhalesi, yani insanların hesaba çekilecekleri yerde toplanma aşaması gelir. Kimse o toplantının dışında tutulmaz. Bütün mahlukat tek bir düzlükte biraraya getirilir. Şanı Yüce Rabbin huzurunda hesaba çekilmek üzere.

Onlar Allah'a ardı arkasına saflar halinde sunulurlar, namazdaki saflar gibi. Her bir ümmet ve her bir zümre bir saf olacaktır, yoksa hepsi tek bir saf olacaklar anlamında değildir. Hafız Ebu Kasım Abdurrahman b. Mende, et-Tevhîd adlı kitabında Muâz b. Cebel'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Muhakkak şanı yüce ve mübarek olan Allah, kıyamet gününde ürkütücü olmayan yüksek bir sesle şöyle nida edecektir: "Kullarım, Ben Allah 'im. Benden başka ilâh yoktur. Ben Erhamurrâhimîn 'im. Hüküm verenlerin en güzel hüküm vereni, hesaba çekenlerin en çabuk hesaba çekeniyim. Kullarım! Bu gün sizin için korku yoktur, bu gün siz üzülmeye­ceksiniz de. Cevaplarınızı hazırlayınız. Siz sorgulanacak ve hesaba çekile­ceksiniz! Meleklerim! Kullarımı saflar halinde hesaba çekilmek üzere ayaklarının parmak uçlarına göre diziniz."

Daha sonra insanlar hesaba çekilecekleri yere (mevkıf) kabirlerinden çıplak ayaklı ve sünnetsiz olarak geleceklerdir. Beraberlerinde ne mal bulu­nacak, ne de evlat. Tıpkı dünyada doğdukları gibi. Bu arada kulların amel kitapları, defterleri küçük büyük her şeyi bulunduracak şekilde sunulacaktır. el-Esedî der ki: Küçükten kasıt şirk dışındaki günahlar, büyükten kasıt ise şirktir.

Hz. Ömer (r.a) Kâ'b el-Ahbâr'a şöyle demiş: Ey Ka'b! Haydi bize ahiretin hallerinden anlat. Ka'b şöyle dedi: Olur, müminlerin emiri: Kıyamet günü olduğu vakit Levh-i Mahfuz kaldırılır. Yaratıklardan ameline bakılmayacak kimse kalmayacaktır. Sonra insanların amellerinin yazılı olacağı sahifeler getirilir. Arşın etrafında saçılır. İşte Yüce Allah'ın "Amel defteri ortaya koyul­duğunda suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün..." buyruğu bunu anlatmaktadır.

Daha sonra mümin çağırılır, ona kitabı sağından verilir. Kitabına bakar, kötülüklerini okurken: Benim iyiliklerim vardı, bunlardan söz edilmedi, demesin diye iyilikleri insanlar tarafından da görülecektir. Çünkü Allah ona bütün amelini göstermeyi murad etmiştir. Sen cennet ehlindensin denilecektir. İşte o vakit bu mümin kişi arkadaşlarına dönecek ve şöyle diyecektir: "Bakın, okuyun kitabımı, ben zaten şüphesiz hesabımla karşı karşıya geleceğime inanıyordum." (Hakka, 69/19-20).

Daha sonra kâfir çağırılır, ona kitabı solundan verilir, sonra dürülür. Bu kitap ona arkasından verilir, boynunu geri doğru büker. İşte Yüce Allah'ın: "Kitabı sırtının arkasından verilene gelince..." (İnşikâk, 84/10) buyruğu bunu anlatmaktadır. Kitabına bakar. Bütün kötülüklerinin de insanlar tarafından görülmekte olduğunu anlar. Hasenatına da bakar. Böylelikle: Ben sadece kötülüklerimin cezasını mı göreceğim? demesi önlenmiş olacaktır [55]

 

Hz. Adem (A.S.)'e Secde Emri Kıssası

 

50- Hani meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik de İblis'ten başka hepsi secde etmişti. O cinlerdendi. Bu bakımdan Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da bana düşman oldukları halde onu ve soyunu mu veli ediniyorsunuz? Zalimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu?

51-  Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılmasında ne de kendilerinin yaratılmasında şahit tuttum. Saptıran­ları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.

52-  O gün: "Bana ortak olarak iddia ettiklerinize seslenin." der. Onları çağırırlar, ama hiçbirisi kendilerine cevap vermez. Aralarına bir de uçurum koyarız.

53-  Suçlular ateşi görürler de ona düşeceklerini anlarlar ve ondan kaça­cak yer bulamazlar.

 

Balâğat:

 

"O halde onu ve soyunu mu veli ediniyorsunuz?" buyruğundaki soru inkâr (onları veli edinmeyi red) ve böyle bir işin hayret verici olduğunu anlatmak içindir. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani" hatırla ki: "Meleklere, Adem'e secde edin demiştik." Onu selamla­mak, onun saygınlığını ve üstünlüğünü kabul etmek üzere eğilme şeklinde secde edin. Hz. Adem'e secde emri birkaç yerde tekrarlanmıştır. Çünkü bu böyle bir durumda açıklanması gözetilen işlere bir giriş durumundadır. Burada da Yüce Allah malları ile öğünenlerin yaptıkları işin kötülüğünü ortaya koy­duktan sonra böyle bir yaklaşımın, tutumun İblis'in tutumu türünden olduğunu belirtmektedir "İblis'ten başka hepsi secde etmişti. O cinlerdendi." Eğer cin meleklerden bir tür olarak kabul edilirse istisna muttasıldır, aksi takdirde muntakı'dır. İblis cinlerin babasıdır, zürriyeti vardır, meleklerin ise zürriyeti yoktur.

"Bu bakımdan Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı." Secdeyi terk etmekle Rabbine itaatin dışına, yahut da Rabbinin kendisine emrettiği buyruğu dışına çıkmış oldu.

"Şimdi siz beni bırakıp size düşman oldukları halde onu ve soyunu mu veli ediniyorsunuz?" Burada hitap, Hz. Adem'e ve onun soyundan gelenleredir. "Onu ve soyunu" kelimelerindeki zamirler de İblis'e aitttir. Soy (zürriyet), ço­cuklar yahut tâbi olanlardır, mecazen tâbi olanlara da zürriyet denilmiştir. İşte siz bunlara mı itaat ediyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandırlar, "Zâlimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu!" Allah'a itaat edecek yerde İblis'e ve onun soyun­dan gelenlere itaat etmek suretiyle yaptıkları bu değişiklik çok kötüdür.

"Ben onları" İblis'i de onun soyundan gelenleri de. "ne göklerin... ne de kendilerinin yaratılmasında şahit tuttum." Birini ötekinin yaratılışında bulun­durmadım. "Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim." Şeytan­ların yardımını asla almam, (ayet-i kerimede yardımcı diye mealini verdiğimiz) el-adud kelimesi aslında dirsek ile omuz arasındaki bölge (pazu bölümü) dir. Yardımcı anlamına da kullanılır, el ve benzeri tabirlerde olduğu gibi. Burada da kasıt yardımcıdır. Yani ben yaratmakta şeytanların yardımını almadım, siz nasıl olur da onlara itaat edersiniz? Bu Allah'tan başkalarını veli edinmelerini, ibadette O'na ortak koşmalarını reddetme ifade eder. Çünkü ibadete hak kazanmak yaratmaya bağlı bir husustur. " Saptıranlar" \n zamir yerine kullanılması da onları yermek ve onların desteğini almanın olacak şey olmadığını açıklamak içindir.

"O gün" hatırla o günü ki "bana ortak olarak iddia ettiklerinize" benim ortaklarım olduklarını yahut da azabımdan sizi korumak üzere size şefaatte bulunacaklarını sandıklarınıza "seslenin" putları ve diğerlerini çağırın. Burada "bana ortak olarak iddia ettikleriniz" denilmesi onların kendi kanaatlerinin böyle olduğu belirtilerek azarlanmaları içindir. "Onları çağırırlar," yardım etsinler diye çağıracaklar "ama hiçbirisi kendilerine cevap vermez." Onlara yardım edemezler yahut karşılık veremezler. "Aralarına" putlar ile onlara tapanlar, yahut kâfirlerle edindikleri ilâhlar arasına "bir de uçurum koyarız." Hepsinin ortaklaşa bulunacakları helak yerine koyarız. Bu da cehennemdir, yahut da cehennem vadilerinden bir vadidir. Hep birlikte orada helak olacak­lardır.[57]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Daha önce sözü edilen müşriklerin işleri olan mal ve yardımcılarını ileri sürerek fakir müslümanlara karşı öğünmeleri ile Hz. Âdem'e karşı büyüklük taslayan İblis'in işi arasında bir benzerlik vardır. Çünkü İblis yaratılışının aslı ve soyu ile öğünmüş Yüce Allah'a: Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. O halde ben asıl ve soy itibariyle ondan daha şerefliyim, nasıl olur da onun önünde alçalırım, demişti. Müşrikler de şöyle demişti: Biz bu fakirlerle birlikte nasıl oturabiliriz. Bizim soylarımız şerefli, onların soyları aşağılık, biz zengin onlar ise fakirdir. İşte İblis'in yolu da budur. Burada kıssa aradaki benzerliğe dikkat çekmek üzere söz konusu edilmiştir. Yüce Allah da bu yolu izle­mekten ve böyle bir tavra uymaktan sakmdırmaktadır.

İblis kıssası Kur'ân-ı Kerim'de birkaç yerde tekrarlanmıştır. Bunun sebebi ise her bahsedildiği yerde, o yerin, bağlamın maksadına uygun farklı ve yeni bir manayı ifade etmektedir. [58]

 

Açıklaması

 

Bununla Ademoğullarının İblisin kendilerine, kendilerinden önce de ata­larına beslediği düşmanlığa dikkat çekilmektedir. Ayrıca Ademoğulları arasından ona uyanlar ve böylelikle yaratıcısına, mevlâsına aykırı harekette bulunanlar azarlanmaktadır.

Yüce Allah buyuruyor ki: "Hani meleklere Adem'e secde edin demiştik..." Yani ey Muhammed onlara şunu hatırlat: Bir zamanlar biz bütün meleklere ilham yoluyla Adem'e selamlamak ve insan ikramda bulunmak kasdıyla secde etmelerini emretmiştik. Bu husus aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim'in pek çok ayet-i kerimesinde defalarca söz konusu edilmiştir.

Bunlardan bazıları: Bakara sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Hani biz meleklere Adem'e secde edin, demiştik de derhal secde ettiler. Ancak İblis müstesna. O dayattı, kibirlenerek kâfirlerden oldu." (Bakara, 2/34). Bir diğer ayet-i kerime de Hicr suresinde yer almaktadır: "Ben ses veren kuru bir çamur­dan, değiştirilmiş bir balçıktan bir beşer yaratacığım, demişti. O halde onun yaratılışını tamamlayıp tam bir insan suretine getireceğim ve ona ruhumdan lifleyeceğim zaman siz de derhal onun için secdeye kapanın." (Hicr, 15/29-29). Bunlardan birisi de Kehf sûresinde yer almaktadır: "Hani meleklere: Adem 'e secde edin, demiştik de iblis'ten başka hepsi secde etmişti, o cinlerden idi..."

İblis'in Hz. Adem'e secde etmeyi kabul etmeyişinin sebebi, yaratılış aslına ve soyuna bakıp aldanmasıydı. O ateşin dumansız alevinden yaratılmıştı. Melekler ise asıl itibariyle nurdan yaratılmıştı. Adem de topraktan yaratılmıştı. Nitekim Müslim'in Sahih 'inde Peygamberimizin şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Melekler nurdan yaratılmıştır. İblis dumansız alevden yaratılmıştır. Adem de size anlatılan şeyden yaratılmıştır." Önceki ayet-i ker­imeden İblis'in cinlerden olduğu açıkça anlaşıldığı gibi, bir diğer ayette de onun ateşten, Adem'in de çamurdan yaratıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın şu ayetinde olduğu gibi: "Ben ondan hayırlıyım beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Sâd, 38/76).

Hasan-ı Basrî der ki: İblis bir göz açıp kırpacak zaman kadar dahi melek­lerden olmamıştır. O cinlerin aslıdır. Nitekim Hz. Adem (a.s.)'de insanların aslıdır.

"O cinlerdendi." Yani İblis'in isyan etmesinin sebebi cinlerden oluşu idi. O bakımdan meleklerin yaptığı gibi yapmadı. Bundan dolayı Yüce Allah "Bu bakımdan Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı." buyurmaktadır. Yani Allah'a itaatin dışına çıkmıştır. Çünkü "fısk" çıkmak demektir. Taze hurma, kabuğundan dışarı çıktığı vakit bu tabir kullanılır. İşte bu buyruk onun fâsıklığmın (emrin dışına çıkmasının) cinlerden yani şeytanlardan oluşu dolayısıyla olduğunu göstermektedir. Cinlerin özelliği ise isyan ve emre itaat etmemektir. Buna sebep ise mayalarının kötülüğüdür. Kısacası Yüce Allah'ın: "O cinlerdendi" buyruğu İblis'in secde edenlerden istisna edilişinden sonra bir çeşit gerekçe durumundadır. Yüce Allah'ın "Bu bakımdan... dışarı çıkmıştı, "buyruğundaki "fe" harfi sebep bildirmektedir. Böylelikle onun cinler­den oluşunu fâsıklığına sebep göstermektedir. Çünkü melek olsaydı Rabbinin emrinin dışına çıkmazdı. Zira melekler cin ve insanların aksine Rabbin emrinin dışına çıkmaktan korunmuşturlar.

Bir başka ayet-i kerimede onun meleklerden olduğu şeklindeki ifade^ ile bu ayet çelişmemektedir. Çünkü melekler hakkında da insanların gözlerine görünmedikleri için "cin" tabiri kulanılabilmektedir (Cin görülmeyen, gözle varlığı tespit edilmeyen anlamındadır).

Daha sonra Yüce Allah bu kıssanın sonrasında şöyle buyurmaktadır:

"Şimdi siz beni bırakıp size düşman oldukları halde onu ve soyunu mu veli ediniyorsunuz?" Yüce Allah küfür ve masiyetler hususunda İblis'e ve onun yo­lundan gidenlere itaat edenlerin işlerinin şaşılacak olduğunu belirtmekte ve Adem'e karşı takındığı tutumu gösterdikten sonra Allah'tan başka ve Allah'ın yerine yardımcılar edinerek ona uyup itaat edenleri uyarmaktadır. İşte bundan dolayı Yüce Allah: "Zalimlerin ne kötü değiş tokuşudur bu" diye buyurmakta­dır. Yani kendilerine zulmeden kâfirlerin bu tercihleri ne kadar kötüdür! Çün­kü onlar Allah'ı bırakıp -kendilerine nimetler veren Allah olduğu halde- İblis'i ve onun soyundan gelenleri dost ve veli edinirler, yardımcı edinirler.

İblis'in meleklerden olmadığını gösteren delillerden birisi de şudur: Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimede İblis'in zürriyetinin, soyunun olduğunu tespit etmektedir. Meleklerin ise zürriyetleri, soyu sopu yoktur. O bakımdan İblis'in meleklerden olmaması gerekir. Daha sonra Yüce Allah kendisi dışında kalan ve zatına ortak koşulanlar ile İblis ve şeytanların veli olamayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:

"Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılmasında ne de kendilerinin yaratılmasında şahit tuttum." Çoğunluğun benimsediğine göre buyruğun anlamı şudur: Sizin Allah'a ortak koşarak "velâ" edindiğiniz varlıkları, ben göklerin ve yerin yaratılmasında hazır bulundurmadığım gibi, onlardan kimisinin yaratılışına kimisini hazır bulundurmuş da değilim. Hepsi sizin gibi kullardır, hiçbir şeye mâlik değillerdir. Göklerin ve yerin yaratılışı sırasında da bunlar yoklardı. Bu ortak koştuğunuz varlıklar aslında kendileri hakkında

1- Ancak İblis'in meleklerden olduğunu açıkça ifade eden herhangi bir ayet-i kerime yoktur. Bütün ilgili ayetlerde, İblis'in secde edenlerden olmadığını secde edenlerden istisna yoluyla ifade edilmektedir. Bu istisnalar ise müfessir ve dilcilerin ittifakıyla munkatı'dır. Yani istisna edilen İblis, kendilerinden istisna edilen meleklerden cinsi itibariyle farklıdır. Bu da konu ile ilgili diğer ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır. (Çeviren)

İblis'in size vesvese verdiği varlıklardır ve sonunda siz onları bana ortak koştunuz.

Fahrüddin Râzî, zamirin Rasulullah (s.a.)'a karşı şu sözleri söyleyen kâfir­lere ait olduğunu tercih etmektedir: Eğer sen meclisten şu fakirleri kovmaya­cak olursan biz de sana iman etmeyeceğiz. Sanki Yüce Allah da onlara şöyle buyurmuş gibidir: Şu anlamsız teklifte bulunanlar, kâinatı idare edişimde bana ortak değillerdir.[59]

"Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim." Yani ben sapkınları ve saptırıcıları destek ve yardımcı edinmedim. Hitap Rasulullah (s.a.)'a olup anlamı şöyledir: Senin de onların yardımını alman uygun değildir. Onların gücüyle güç kazanmak gibi bir hevese kapılmamalısın. Onlar yarat­makta bana yardımcı olmadıklarına göre ibadette onları bana ortak koşmamanız gerekir.

Daha sonra Yüce Allah kıyamet gününde onları azarlamak üzere herkesin önünde müşriklere ne şekilde hitap edeceğini haber vererek şöyle buyurmak­tadır:

"O gün: Bana ortak olarak iddia ettiklerinize seslenin, diyecek. Onları çağı­rırlar ama hiçbirisi kendilerine cevap vermez" Yani ey Paygamber, kıyamet gü­nünde bir araya gelineceği günü hatırlat. Allah kâfirlere azarlayıcı bir üslupla: Haydi bana ortak olduklarını iddia ettiğiniz kimseleri içinde bulunduğunuz bu halden sizleri kurtarmak, sizlere yardım etmek üzere çağırınız. Onları çağıra­caklar fakat herhangi bir şekilde cevap veremeyecekler. Hiçbir şekilde onlara faydaları dokunmayacaktır. Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöy­le buyurmaktadır: "İçinizde gerçekten (Allah'ın) ortakları olduklarını boşuna iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi sizinle birlikte görmüyoruz. Onlarla aranız (daki bağlar) kesilmiştir ve (şefaatçi) sandığınız şeyler de önünüzden kaybolup git­miştir" (En'âm, 6/94).

"Aralarına bir de uçurum koyarız." Yani müşriklerle iddia ettikleri ilâhları arasında alabildiğine uzak ve helak edici bir mekân koymuşuz, yani helak olma için bir yer takdir buyurmuşuz. Bu da cehennem ateşi, yahut da cehen­nemdeki bir vadidir. İbni Abbas der ki: Mevbik (uçurum), engel demektir. İbnü'l-A'râbî ise der ki: İki şey arasında engel olan her şey mevbik demektir. Yani Yüce Allah, bu müşriklerin dünyada iken ilâhları olduklarını iddia ettik­leri bu varlıklara ulaşmalarına imkân olmayacağını açıklamaktadır.

"Suçlular ateşi görürler de ona düşeceklerini anlarlar." Buradaki "anla­mak" kesin olarak bilmek demektir. "Ve ondan kaçacak yer bulamazlar." Yani müşrikler ateşi görecekleri vakit kaçınılmaz olarak oraya düşeceklerini, kesin­likle oraya varıp gireceklerini anlayacaklardır. "Ve ondan kaçacak yer bulamaz­lar." Onlar başka bir yere geçebilmek için bir yol bulamazlar, ateşten başka hiçbir yere gidemezler, çünkü her taraftan onları kuşatmıştır. İbni Cerîr, Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kâfir cehennemi görecek ve dörtyüz senelik bir uzaklıktan onun içerisine düşeceğini kesinlikle anlayacaktır." [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler bize aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Yüce Allah Hz. Adem (a.s.) ile insan türünü yaratmasının başlangıcında meleklere ona-ibadet ve takdis secdesi değil de- selamlama ve saygı secdesinde bulunmalarını emretmekle babamız Hz. Adem (a.s.)'i ve bütünüyle insan türünü şereflendirmiş, yüceltmiş olmaktadır.

2- Bütün melekler secde emrine itaat etmiş ancak cinlerden olan İblis secde etmemişti. O secde etmeyi kabul etmeyerek Rabbinin emrinin ve Yüce Allah'a itaat çerçevesinin dışına çıkmıştı.

3- İblis'in secde etmeyi kabul etmeyişi insanlığa düşmanlığı da beraberinde getirmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah şeytanı ve ona tabi olan­ları veli, yani yardımcı ve dost edinenleri azarlamıştır. Çünkü bunlar düşmandır. Düşman ise hiç bir zaman düşmanlık ettiği kimseye yardım etmez ve onun yardım edeceğinden yana güven duyulmaz. Aynı şekilde bu secde etmeyişi Adem'e karşı büyüklenmeyi, üstünlük taslamayı da beraberinde getir­miştir. O kendi aslının Adem'in aslından daha üstün ve değerli olduğunu iddia etmekle bunu ileri sürmüş olmaktadır. Gerekçesi ise kendisinin ateşten, Adem'in ise çamurdan yaratılmış olmasıydı. Bu ise ona göre Adem'den daha şerefli olmasını gerektirmektedir. Adeta Yüce Allah neseplerinin şerefi, mevki­lerinin yüksekliği ile Müslüman fakirlere karşı övünen o kâfirlere şöyle demiş gibidir: Sizler bu sözlerinizle Adem'e karşı büyüklük taslaması yoluyla İblise uymuş oldunuz. İşte sözü geçen bütün bu sebepler dolayısıyla Yüce Allah'a ibadet etmek yerine şeytana ibadet, yahut da Allah'a ibadet yerine İblisi dost edinmek ne kötüdür!

4- Yüce Allah'ın "Şimdi siz beni bırakıp... onu ve soyunu mu veli ediniyor­sunuz?" buyruğu İblis'in soyunun olduğunu ispatlamaktadır. Ayrıca bu, İblis'in zevcesi olduğuna da delildir. Çünkü zürriyet ancak zevceden olur. Bazıları da İblis'in çocukları ve zürriyeti şeytanın yardımcılarıdır derler. Ebu Nasr el-Kuşeyri de der ki: Kısacası Yüce Allah İblis'e tabi olanların ve zürriyetinin olduğunu, bunların Ademeoğullarına vesvese verdiklerini, Ademoğullarının düşmanları olduklarını haber vermektedir. Onların nasıl çocuk sahibi olduk­larına ve İblis'ten zürriyetin nasıl meydana geldiğine dair sabit bir haber bulunmamaktadır. O bakımdan bu hususta sahih nakil tespit edilinceye kadar kanaat belirtmekten kaçınmak gerekir.

Bu konuda el-Humeydi'nin el-Cem' Beyne's-Sahihayn'de zikrettiğine göre Selman'dan şu buyruk sabit olmuştur: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sakın pazara ilk giren ve en son çıkan sen olmayasın. Çünkü şeytan orada yumurt-lamış ve yavrulamıştır." Kurtubi der ki: İşte bu şeytanın kendi sulbünden bir zürriyetinin olduğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen ise Yüce Allah'tır.

5- Şanı Yüce Allah göklerin ve yerin yaratılışında hiç bir kimseden yardım almış değildir. Yaratma esnasında da kimse onun yanında var ve hazır değildi. Müşrikler olsun, İblis ve onun zürriyeti olsun, yaratmaya şahit olmuş değillerdir. Yani gökleri, yeri, onları yaratmak hususunda onların görüşünü, fikrini sormamıştır; aksine dilediği şekilde onları yaratmıştır. Yaratıkların o bakımdan Yüce Allah'ı bırakıp onları veli edinmeleri uygun değildir.

Bu ayetler bütün batıl inanışları da reddetmektedir.

6- Müminlerle kâfirler arasında, müşriklerle ilâh diye zannedilen putlar ve diğerleri arasında kıyamet gününde bir engel bulunacaktır. Kâfirler ortak koştuklarından yararlanamayacaklar ve ortakları onların azabını önleyemeye­cektir. Hepsi de cehennemde helak olup gidecektir.

7- Müşrikler cehennemi görecekleri vakit artık oraya gireceklerine kesin­likle inanacaklardır. Fakat ondan kurtulacak yer bulamayacaklar hiç bir yere kaçamayacaklardır; çünkü cehennem onların her bir tarafını kuşatmış ola­caktır.

er-Razi "zan (mealde anlamak)"ran tefsiri ile ilgili olarak şunu tercih etmektedir: Bu kafirler uzak bir yerden ateşi görecekler ve anında herhangi bir gecikme ve süre geçmeksizin oraya düşeceklerini sanacaklar. Buna sebep ise cehennemin çıkardığı insanı dehşete düşüren sesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O ateş onları uzaktan görünce onun oldukça gazaplanıp çıkaracağı şiddetli sesini işiteceklerdir." (Furkan,25/12). [61]

 

Kur'an-ı Kerimin Misyonu, Peygamberlerin Görevi, İmandan Yüz, Çîmrenlertn Durumu, Azabın Erteleniş Sebebi

 

54- Andolsun ki biz bu Kur'an'da insan­lara her türlü misali gösterip açıkladık. İnsan ise tartışması her şeyden çok olandır.

55-  İnsanlara hidayet geldiğinde onları inanmaktan ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey, önceki­lerin başına gelen sünnetin kendilerine de gelmesini veya onlara gözleri önünde azabın gelmesini     bek­lemeleridir.

56- Biz peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kafir olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak için batılı ileri sürerek mücadele eder­ler ve onlar ayetlerimi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar

57- Kendilerine Rabbinin ayetleri hatır­latılıp da onlardan yüz çeviren ve elle­rinin önceden gönderdiklerini unutan kimseden daha zalim kim vardır? Biz onların kalplerinin üstüne onu iyice an­lamalarına engel olan örtüler, kulakla­rına da ağırlık koyduk. O bakımdan sen onları hidayete çağırsan da onlar asla hidayete gelmezler.

58- Bununla beraber Rabbin Gafur'dur, merhamet sahibidir. Eğer onları yaptık­larından dolayı hemen yakalasaydı elbette onlara çabucak azabı gönderir­di. Fakat onların bir vadesi vardır ve ondan kaçıp sığınacak yer bulamazlar.

59-  İşte zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz şehirler. Helakleri için de bir süre tayin etmiştik.

 

Belagat:

 

"Müjdeci ve uyarıcılar" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır. [62]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Her türlü misali gösterip açıkladık" Yani öğüt alsınlar diye her çeşit mi­salden tekrar tekrar, geniş geniş açıkladık.

" İnsan ise tartışması her şeyden çok olandır." Yani genel olarak insan türü, özel olarak da kafir haksız yere çokça tartışır. "İnsanlara" yani Mekke kafirlerine ve benzerlerine "hidayet" Kur'an-ı Kerim "geldiğinde onları inan­maktan alıkoyan tek şey... öncekilerin başına gelen sünnetin" bizim öncekilere uyguladığımız sünnet olan kendileri için takdir ettiğimiz helakin -ki bu kökten yok edilmeleri idi- "kendilerine de gelmesini veya onlara gözleri önünde azabın gelmesini beklemeleridir." Bedir gününde öldürülmeleri gibi.

"Biz peygamberleri sadece müjdeci" müminlere müjde verici, buna karşılık kafirleri de "korkutucu" uyarıcı "olmak üzere göndeririz. Kafir olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak için batılı ileri sürerek mücadele ederler." Yani onlar hakkı iptal etmek ve izale etmek maksadıyla Allah bize bir insanı mı peygamber gön­dermiştir, derler ve buna benzer türlü mucizeleri göstermesini teklif ederler.

"Ve onlar ayetlerimizi" yani Kur'an-ı Kerim'i "ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar." Onların uyarılmalarını, korkutulmalarını yahut da kendilerine haber verilen cezayı alay konusu ederler, onunla alay ederler. "Kendilerine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da bunlardan yüz çeviren" o ayetler üzerinde düşünmeyip onları hatırlayarak öğüt almayan "ve ellerinin önceden gönderdiklerini unutan" yani işlemiş olduğu küfür ve masiyetleri unutarak bunların akıbeti üzerinde düşünmeyen "kimseden daha zalim kim olabilir1?"

"Biz onların kalplerinin üstüne iyice anlamalarına engel olan" yani onu anlamaktan hoşlanmadıkları için "örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk." Bu onların yüz çevirmelerinin sebebini açıklamaktadır. Buna sebep olarak kalp­lerinin mühürlü olduğu ifade edilmektedir. "O bakımdan sen onları hidayete çağır san da... hidayete gelmezler." İşte sözü geçen bu ağırlık ve perdeler dolayısıyla onların hidayet bulmalarından ümit kesilmiştir. Çünkü onlar ne Kur'an'ı anlarlar, ne işitirler; bilakis alabildiğine sağırdırlar. Bu buyruk onların sadece Rasulün davetiyle hidayet bulamayacaklarını göstermektedir. Yani onlar hidayet bulmalarına sebep olması gereken şeyleri onu önleyecek bir sebep haline getirdiler.

"Eğer onları" dünyada "yaptıklarından dolayı hemen yakalasaydı elbette onlara çabucak azabı gönderirdi." Dünyada hemen onlara azap verirdi. "Fakat onların bir vadesi vardır" o da kıyamet günüdür "ve ondan kaçıp sığınacak" kendilerini kurtarmak için sığınacakları "yer bulamazlar."

"İşte zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz şehirler" yani halkını helak ettiğimiz şehirler. Bunlar ise Ad, Semud, Lut kavmi ve benzerlerinin şehirleridir. Bunlar, Kureyşliler gibi yalanlayarak, tartışarak ve türlü masiyetler işleyerek küfre saptılar. "Helakleri için" veya helak edilecekleri zaman için "bir süre tayin etmiştik." Belli bir zaman belirlemiştik; ondan bir an dahi geri kalmazlar ve bir an dahi öne alınmazlar. Ondan dolayı bunların helaklerinden ibret alsınlar, azaplarının ertelenmesine aldanmasınlar. [63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah sahip oldukları çokça malı ve tabilerini ileri sürerek müslü-man fakirlere karşı övünen kâfirlere cevap verdikten sonra, hemen akabinde üzerlerinde düşünen kimseler için Kur'an-ı Kerim'de misallerin pek çok olduğunu açıkladı. Bu gerçek misallere ve gönülleri rahatlatan cevaplara rağmen kafirler, mücadeleyi, tartışmayı terk etmemektedirler. Çünkü insan çokça tartışan bir varlıktır. Daha sonra Yüce Allah şu soru ile iman etmeyişlerinden dolayı onları tehdit etmektedir. Kökten onları imha edecek azabın inmesinden yahut göz göre göre gelmesinden başka onları iman etmek­ten alıkoyan bir başka sebep var mıdır? Ayrıca burada peygamberlerin görevinin din hususunda müminleri cennetle müjdelemek, isyankârları da ateşle uyarıp korkutmak yoluyla tartışmak olduğunu beyan etti ve en büyük zalimin Kur'an-ı Kerim'in hidayetinden yüz çeviren insan olduğunu açıkladı. Belki doğru yola dönerler diye. [64]

 

Açıklaması

 

"Andolsun ki biz... açıkladık." Yani andolsun biz insanlara bu Kur'ân'da din ve dünyaları ile ilgili gerek duydukları her şeyi açıkladık. Böylelikle hak ve hidâyet yolunu bilsinler de sapmasınlar. Örneklerin geniş geniş açıklanması farklı üsluplarla aynı anlamın tekrarlanmasını gerektirir.

"İnsan ise tartışması her şeyden çok olandır." Yani bu rahatlatıcı beyana ve yeterli açıklamaya rağmen insanın batılı ileri sürerek hakka karşı mücadelesi, tartışması ve karşı çıkması çoktur. Bundan istisnalar ise Allah'ın hidâyet ettik­leri ve kurtuluş yolunu gösterdiği kimselerdir.

Bu, insanın tartışmayı sevdiğini göstermektedir. Çünkü insanın çare ve kaçamak bulma imkânları geniş, zekâsı kuvvetli, eğilim ve arzulan farklı farklıdır.

Kur'ân-ı Kerim'in beyânına, kâfirlerin gördükleri apaçık belgeye rağmen onlar eskiden beri hakka karşı bâtılda direnen, baş kaldıran kimselerdir. Yüce Allah: "İnsanlara... onları inanmaktan alıkoyan tek şey.." yani Mekke Halkı olan müşrikleri Allah'a iman etmekten -Allah'ın varlığına ve birliğine dair-apaçık delil ve belgeleri gördükleri vakit Allah'a iman etmekten, Rablerinden mağfiret dileyip günahlarından dolayı tevbe etmekten alıkoyan sadece iki husustan birisini istemeleridir:

Onlar öncekilerin sünnetlerinin de kendilerinin başlarına gelmesini azabın kendilerini çepeçevre kuşatmasını ve kendilerini yok etmesini istediler. Bu ise toptan helak etme azabıdır. Nitekim bir cemaat peygamberlerine şöyle

demişti: "Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize Allah'ın azabını getir."

Ankebut, 29/29) Kureyşliler ise şöyle demişlerdi: "Ey Allah! Eğer bu senin katından gelmiş hakkın kendisi ise, durma bizim üzerimize gökten taş yağdır yahut bize can yakıcı bir azabı getir." (Enfal, 8/32) İman etmek için istedikleri ikinci husus ise azabı göz göre göre karşılarında görmek istemeleriydi.

Yani onlar ancak kendilerini kökten yok edecek ve böylelikle kendilerini helak edecek azabın inmesi yahut da dünya hayatında kalmaları halinde türlü azap ve belâların arka arkaya gelmesi halinde iman ederler.[65]

Keşşafta şöyle denmektedir: İnsanların iman edip mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey, onların geçmiş ümmetlerin sünnetlerinin kendilerine gelmesi­ni -ki bu da helak edilmektir- beklemeleri yahut da âhiret azabının karşılarında yani gözleri göre göre kendilerine gelmesini beklemeleri idi.[66]

Azabın gelişi ancak Allah'ın elinde olan bir şeydir. Rasûlün yapacağı bir iş değildir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcılar olarak göndeririz." Yani peygamberlerin görevi ya kendilerine iman edenleri itaatlerine karşılık mükafat ve sevap ile müjdelemek yahut da kendilerini yalanlayıp muhalefet edenleri de masiyetlerine karşıhk-isteyerek iman etsinler diye- ceza görecek­lerini hatırlatarak korkutmaktır.

Bu haller ile birlikte hakkı yerinden kaydırmak için kâfirler bâtılı ileri sürerek tartışmaya koyulurlar. Yüce Allah onların durumunu haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Kâfir olanlar ise hakkı yerinden kaydırmak için bâtılı ileri sürerek mücadele ederler." Yani kâfirler hak ile değil, batılı ileri sürerek tartışırlar. Bundan maksatları da bu tartışmaları ile peygamberlerin getirdiği hakkı zayıflatmaktır. Ancak onlar bu maksatlarına ulaşamayacaklardır. Çünkü onlar mucizelerin apaçık ortaya çıkmasından sonra da birtakım mucizelerin gelmesi­ni teklif ederler ve peygamberlere şöyle derler: "Bu, ancak sizin gibi bir beşerdir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah dileseydi, elbette melekler gönderirdi..." (Mü'minûn, 23/24).

"Ve onlar âyetlerimi ve kendilerine yapılan uyanları alaya alırlar." Allah'ın ayetlerini alay konusu ettiler. Bunlar Kur'ân-ı Kerim, belgeler, deliller, peygamberlerin getirdiği harikulade olaylar olan mucizeler, onları kendileriyle uyarıp korkuttukları azabıdır. Bu ise yalanlamanın en aşırı şeklidir. Bütün bunlar cehaletin ve katılığın onları istilâ ettiğini göstermektedir.

Yüce Allah kâfirleri batılı ileri sürerek tartışmalarını aktardıktan sonra horlanmalarını ve yardımsız kalmalarını gerektiren şu özelliklerle onları nite­lendirmektedir:

1- "Kendilerine Rabbinin ayetleri hatırlatıp da onlardan yüz çeviren ve ellerinin önceden gönderdiklerini unutan kimseden daha zalim kim vardır?" Yani Allah'ın ayetlerinden yüz çevirip işlediği küfür ve masiyeti unutan kimseden daha zalim hiç kimse olamaz. Yahut da hakka ve imana delil olan belge ve mucizeleri gördükten sonra onlardan yüz çeviren ve ellerinin önden gönderdiği münker işler ve batıl gidişleri -ki bunların başında Allah'ı inkâr etmek gelir- unutan kimseden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Unutmaktan kasıt daha önce yapmış olduğu küfür ve inkârından gafil olan ve bunu unut­mak maksadıyla başka şeylerle uğraşmaya çalışan demektir.

"Biz onların kalplerinin üstüne onu iyice anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk." Yani bunların kalplerine örtü ve perdeler koy­mak, kulaklarına ise doğruyu ve hakkı işitip üzerinde düşünmelerine engel teşkil edecek şekilde manevi sağırlık koymaktan dolayı onların yüz çevirip unutmalarının sebebi, bu Kur'ân-ı Kerim'i beyanı anlamamaları ve anlamaya yanaşmamalandır.

"O bakımdan sen onları hidâyete çağırsan da onlar asla hidayete gelmez­ler." Yani ey Muhammedi Sen bunları hakka, hidayete ve doğruluğa çağıracak olsan bile asla onlardan bir karşılık göremezsin ve Kur'ân ile ne kadar delil getirsen dahi asla hidayete yol bulamaycaklardır.

Bütün bunlara sebep ise imanı ve doğruluğu kabul etmek istidadını yitir­miş oJmaJarıdır. Bunun de sebebi küfür ve isyan üzerindeki ısrarlarıdır. Nitekim bu husus Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi başka birtakım ayet-i kerimelerde de dile getirilmiştir.: "Hayır, aksine onların kazandıkları kalpleri üzerine baskın gelip bir perde çekmiştir." (Mutaffifin, 83/14); "Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur, gözleri üzerinde perde çekmiş­tir. Onlar için büyük bir azap da vardır." (Bakara, 2/7). Bu ayet-i kerimeler yü­ce Allah'ın kâfir olarak öleceklerini bildiği Mekke müşriklerinden bir grup hakkındadır.

Daha sonra Yüce Allah sahip olduğu rahmeti ve isyankarların tevbe etmelerine fırsat tanıyarak azabı çabuklaştırmamasını dile getirerek şöyle buyurmaktadır:

Bununla beraber Rabbin Gafûr'dur, merhamet sahibidir. Eğer onları yaptıklarından dolayı hemen yakalasaydı elbette onlara azabı çabucak gön­derirdi. Yani ey Muhammed, Rabbin bağışlayıcıdır, hataları örtendir, geniş bir rahmet sahibidir. Şayet insanları kazandıkları günahlar ve işledikleri yanlışlıklar dolayısıyla derhal sorguya çekecek olsaydı, dünya hayatında amel­lerine uygun olan azabı onlara çabucak gönderirdi. Gafur, ileri derecede mağfiret sahibi demektir. Rahim ise rahmet ile muttasıf olandır. Şu ayet-i keri­meler de bunun benzeridir: "Eğer Allah insanları yaptıkları dolayısıyla sorgu­layacak olsaydı yeryüzünde hiç bir canlı bırakmazdı." (Fâtır, 35/45); "Şüphesiz Rabbin zulümlerine rağmen insanlara mağfiret edicidir ve şüphesiz Rabbin cezası pek çetin olandır." (Rad, 13/6).

Daha sonra Yüce Allah Rasulullah (s.a.)'a düşmanlıklarından aşırı git­melerine rağmen Mekkelileri mühlet vermeksizin acil bir azap ile yakalaya-mayışmı delil göstererek şöyle buyurmaktadır:

"Fakat onların bir vadesi vardır ve ondan kaçıp sığınacak yer bulamazlar." Yani şüphesiz Allah azap için belirlediği bir vakit tespit etmiştir. Bu da ya kıya­met günüdür ya da dünyadadır ki, Bedir günü veya diğer zafer günleridir. O va­kit geldiğinde asla sığınacak ve kurtulacak yer bulamayacaklardır. Kısacası azabın yahut cezanın ertelenmesi bir mühlet vermedir, ihmal etme değildir.

Bir diğer delil de şudur: "İşte zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz şehirler..." Yani işte geçmiş ümmetlerden helak ettiğimiz şehirler, yani oranın halkı Ad, Semûd, Medyen ve Lût kavmi gibi. Onlar zulme dalınca küfür ve inatları sebebiyle biz de onları helak ettik. Helâkları için belli bir vakit tayin etmiştik. Bundan asla kurtuluş olmaz. Yani ey müşrikler! Sizlerin haliniz de budur. Onların başına gelen musibetin size de gelip çatmasından sakınınız. Siz de peygamberinizi yalanladınız ve siz bizim için onlardan daha değerli değilsiniz. "Mehlik" ya helak etmek demektir yahut helak etmenin vaktidir. "Mev'id" ise ya zaman ismi yahut da söz vermek anlamında mastardır. Maksat şudur: Biz onların helâklarını çabuklaştırdık. Bununla birlikte tevbe ederler diye yine de onun için belli bir vakit tayin ettik. [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki ilkeleri açıklamaktadır:

1- Kur'ân-ı Kerim'in rubûbiyet ve vahdaniyetin delillerini, geçmiş kavim­lerin ibretli hallerini genişçe açıklaması Kur'ân vasıtasıyla hidâyet bulma maksadını en mükemmel şekilde gerçekleştirmektir.

2- İnsanlar ve özellikle kâfirlerler, hakkı gizlemek, kendisi için hoş gördüğü, beğendiği şeylere tabi olmak, geçmişleri ve ataları taklit edip küfrü kucaklamak, dünyevî liderlik ve maddî kazançları korumak için çokça tartışmaya yönelir.

3- İnsan çoğunlukla kısır görüşlüdür. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in, İslâmın ve Muhammed (a.s.)'ın gelişinden sonra insanları imandan, Rablerinden mağfiret dileyip Ona yönelmekten alıkoyan tek şey, ancak ve ancak şu iki hususu bek­lemeleridir: Ya geçmişlerin adeti üzre tamamen yok edici azabın gelmesi veya azabı gözle görmeleridir. Nitekim müşrikler fiilen bunu istemiş ve şöyle demişlerdir: "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise durma bizim üzerimize gökten taş yağdır yahut bize acıklı bir azap getir." (Enfal, 8/32).

4- Azabın gelişi yalnızca Allah'ın elinde olup onun uygun göreceği hikmet ve adalete göre gelir. Allah tarafından gönderilmiş peygamberlere gelince; onların görevi iman edenleri cenneti ile müjdelemek, küfre sapanları da azap ile korkutmaktır. Doğruya ileten bunca delile rağmen yine de kâfirler bâtılı ileri sürerek tartışırlar. Ayak direttikleri konu Allah'a ve Kurân-ı Kerim'ine iman etmektir. Onlar küfrün gülünçlerini ve bâtıllıklarını korumak, Kur'ân-ı Kerim'i ve kendisi ile tehdit olundukları azabı alay konusu edinmek için bu tartışmalarda bulunurlar.

5- Rabbinin âyetleri ile kendisine öğüt verildiği halde bunları önemsemeyen, bunları kabul etmekten yüz çeviren, küfrü ve masiyetlerini terk etmeyip bunlardan tevbe etmeyen kimseden daha zalim hiç bir kimse olamaz. Ayet-i kerimede geçen "unutmak" terk etmek anlamındadır.

6- Yüce Allah, Mekkelilerden ve benzerlerinden belli birtakım kimselerin asla iman etmeyeceğini bildiğinden dolayı, onlar hakkında imanın kalplerine ve kulaklarına girmesini engellediği şeklinde haber vermektedir. Artık bundan sonra Rasulullah (s.a.)'ın onları imana davet etmesinin bir faydası asla olma­yacaktır ve ebediyyen onlar da imana yol bulamayacaklardır. Buna sebep ise küfür üzere ısrarları, hidâyeti kabul etmek istidadını yitirmiş olmalarıdır.

7- Yüce Allah'ın sıfatları arasında kullarının günahlarını bağışlayıcı obuası, iman edip tevbe ettikleri ve kendisine yöneldikleri takdirde de onlara çokça merhametli olması yer alır. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, fakat bundan başkasından dilediklerini bağışlar." (Nisa 4/48).

Çabukça sorguya çekmeyişi yahut da küfür ve masiyete karşılık alelacele ceza vermeyişi de onun rahmeti dolayısıyladır. O çabucak ceza vermek yerine mühlet verir, ceza vermeyi erteler, belki kullar tevbe eder, diye. Azaba belli bir vakit tayin eder. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Her bir haberin (gerçekleşmesi için) kararlaştırılmış bir zamanı vardır." (En'am, 6/68); "Her vadenin yazılmış bir hükmü vardır." (Rad, 13/38). Yani o vakit geldiği zaman azapları ertelen­mez. İster dünya da olsun ister âhirette. O vakit insanların azapdan kaçıp kur­tulacakları sığınacakları bir yerleri de olmaz.

8- Yüce Allah ibret olmak üzere ve kötülükleri terketmek için bir örnek olur diye bazı geçmiş şehirlerin halklarını helak etmiştir. Ad, Semûd, Medyen ve Lût kavminin şehirleri gibi. Bunlar zulmedip küfre sapınca helak edildiler. Allah onların helaki için belli bir vakit ve sınırlandırılmış bir vade tespit etmişti ki asla bunu aşamazlardı. [68]

 

Hz. Musa İle Hızır'ın Kıssası

 

60- Hani Musa genç arkadaşına demiş­ti ki: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar durmadan yürüyece­ğim yahut çok yıllar geçireceğim."

61- İkisi, iki denizin birleştiği yere ge­lince balıklarını unutmuşlardı. O bir delikten kayıp denizi boylamıştı.

62-  Oradan uzaklaştıkları vakit Musa yanındaki gence: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzda gerçekten yorgun düştük" dedi.

63- Yanındaki genç dedi ki: "Kayalığa vardığımız yer var ya, işte orada balığı unutmuşum. Bana onu hatırlatmayıp unutturan şeytandan başkası değildir. O denizi boylayıvermiş, hayret bir şey!"

64-  Musa: "Zaten istediğimiz buydu." dedi. Hemen izlerinin üstünden geri­sin geri döndüler.

65-  Derken kullarımızdan bir kul bul­dular ki biz ona katımızdan bir rah­met vermiş ve kendisine nezdimizde bir ilim de öğretmiştik.

66-  Musa ona dedi ki: "Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden geleyim mi?"

67- O da dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla dayanamazsın;

68- "Anlayamayacağın bir bilgiye nasıl dayanırsın?"

69-  Dedi ki: "İnşaallah beni sabredici göreceksin. Sana hiç bir işte karşı gel­meyeceğim."

70- "O halde bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hak­kında soru sorma!"

71-  Bunun üzerine ikisi kalkıp yola koyuldular. Nihayet bir gemiye bindiklerinde o, bu gemiyi deliverdi. Musa dedi ki: "Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin, doğrusu büyük bir şey yaptın."

72- Dedi: "Sen beraberimde sabretmeye asla muktedir olamazsın demedim mi?"

73-  Dedi ki: "Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma. Şu işimde bana güçlük çıkarma."

74- Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. O hemen bunu öldürdü. Ona: "Tertemiz masum bir canı, diğer bir can karşılığı olmaksızın bir kimseye mi kıydın? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın." dedi.

 

Belagat:

 

"Derken kullarımızdan bir kul" buyruğunda "bir kul" un nekre (belirtisiz) gelmesi onun şanını yükseltmek ve yine o kulun "kullarımızdan" kelimesi ile Allah'ın kendisine izafesi de şerefine dikkat çekmek içindir. [69]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani Musa genç arkadaşına demişti ki..." İsraioğulları'nın peygamberi İmrân oğlu Musa kendisine hizmet eden, arkasından giden ve ondan ilim öğre­nen Yûşâ b Nûn b. Efram b. Yusuf (hepsine selâm olsun) adındaki genç arkada­şına: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar durmadan yürüyeceğim,, yahut çok yıllar geçireceğim." Uzak olduğu takdirde ise ona ulaşıncaya kadar uzun zaman geçireceğim.

"İkisi iki denizin birleştiği" kavuştuğu "yere gelince balıklarını unutmuş­lardı." Yûşâ b. Nûn bu balığı yola koyuldukları vakit almayı unuttuğu gibi, Hz. Musa da ona bunu hatırlatmayı unutmuştu. "O bir delikten kayıp denizi boyla-mıştı." Balık denizde kendisine gidecek bir yol edinmişti. Delik anlamı veri/en "serba" çıkışı olmayan uzunca yarık, demektir.

"Oradan uzaklaştıkları vakit" ertesi günün kuşluk vaktine kadar yürüye­rek oradan ayrıldıklarında, Musa "yanındaki gence kuşluk yemeğimizi getir," kuşluk yemeği için ayırdığımız balığı getir, "yorgun düştük" oldukça yorulduk. "dedi."

"Yanındaki genç dedi ki: Kayalığa vardığımız yer var ya!" Gördün mü şu başıma gelenleri? Hani biz oradaki kayalığa - Musa'nın yanında uykuya daldı­ğı kayaya- varmış ve orada durmuştuk ya, "orada balığı unutmuştum." Onu kaybettim yahut bunu anlatmayı, hatırlamayı unuttum. "Bana onu hatırlat-mayıp unutturan şeytandan başkası değidir." Onu hatırlamayı unutturan yal­nızca şeytandır. 'Bu şeytanın kendisini vesveseleriyle uğraştırmasından dolayı unutmasına karşılık mazerettir. "O denizi boylayıvermiş, hayret bir şey" Yani balık denizde hayret edilecek şaşırtıcı bir yol tutturmuştu ve Musa ile yanında­ki genç bu işe şaşırmıştı.

Musa "Zaten istediğimiz buydu" dedi. Bizim asıl aradığımız balığı yitirmekti. Çünkü bu bizim istediğimizi bulacağımızın alâmetidir. "Hemen izlerinin üstünden gerisin geri döndüler." Yolda daha önce bıraktıkları ayak izlerini takip ederek kayalıklara varıncaya kadar yürüdüler.

"Derken kullarımızdan bir kul buldular." Cumhurun görüşüne göre bu Hızır (a.s.) dır. Adı da Melkân oğlu Belyâ'dır. "Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş" yani ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre velilik vermiştik, bir görüşe göre de vahiy ve peygamberlik vermiştik. "Ve kendisine nezdimizden bir ilim de öğretmiştik." Bizim tarafımızdan gaybî bir takım bilgiler öğretmiştik.

"Musa ona dedi ki: Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden geleyim mi?" yani sana öğretilen doğru bir bilginin bir bölümünü yahut kendisiyle doğruyu bulacağım gerçek bilgiyi öğretmen şartıyla arkandan geleyim mi? Dinî hususlarda şart olmayan bazı şeyleri başkasından öğrenmek, Hz. Musa'nın peygamberliğine ve bir şeriat sahibi olmasına aykırı değildir. Çünkü peygamberin kendilerine peygamber olarak gönderildiği kimselerin en âlimi olması gerekmekle birlikte bu dinî esaslarda ve onun fer'î konularında, peygamber olarak gönderildiği hususlara dairdir. Yoksa mutlak olarak her alanda böyle olacağı, anlamına değildir. Bu hususta Hz. Musa ilim tahsili uğrunda oldukça alçak gönüllü olup edebe riayet etmiştir.

"Kavrayamayacağın bir bilgiye nasıl dayanırsın?" Yani gerçek mahiyeti sana bildirilmemiş bir bilgiyi nasıl kavrayabilirsin?

"İnşaallah beni sabredici olarak göreceksin, sana hiç bir surette karşı gelmeyeceğim." Yani bana ne emredersen sana itaat edeceğim, karşı çıkmaya­cağım. Hz. Musa sabredeceğine dair söz verirken bunu Allah'ın meşîetine .bağlı olarak kayıtlandırması, verdiği bu söze bağlı kalacağından yana emin olmadığından dolayıdır. Peygamberlerin adeti de budur. Onlar bir an dahi kendi nefislerine güvenmezler. Diğer taraftan bu kulların fiillerinin Allah'ın meşietiyle ortaya çıktığının da delilidir.

"O halde, bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında soru sorma." Sahip olduğun bilgiye göre uygun görmediğin, şeye dair ben sana onu açıklayıp onun sebebini de birlikte sana anlatıncaya kadar kendiliğinden soru sorma. Hz. Musa ilim öğrenenin alime karşı duyması gereken edebe uygun olarak şartını kabul etti.

; "Bunun üzerine ikisi" deniz kıyısında yürüyerek "yola koyuldular. Nihayet" önlerinden geçen "bir gemiye bindiklerinde o bu gemiyi deliverdi." Hz. Hızır balta ile deniz tarafından, denizin ortasında, dalgalar arasında yol alırken bir yahut iki tahta parçasını söküverdi. "Musa dedi ki: Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin?" Çünkü geminin delinmesi, içindekilerin suda boğulmasına götürecek şekilde suyun gemi içine girmesine sebeptir. "Doğrusu büyük bir şey yaptın." Oldukça büyük ve görülmedik bir iş işledin. Rivayete göre su oradan gemiye girmedi.

"Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma." Hz. Musa kendisine, itiraz etmemek üzere yaptığı tavsiyeyi unuttuğundan dolayı çıkışmamasını istemiştir. Bu da unutmayı mazeret olarak beyan etmektir. "Şu işimde bana güçlük çıkarma." Seninle arkadaşlığımda bana zorluk çıkarma, zorluk yük­leme. Yani sen bana af ve kolaylık esaslarına göre davran.

"Yine gittiler" gemiden çıktıktan sonra yürüyerek yollarına devam ettiler. "Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar." Henüz ergenlik çağına ulaşmamış küçük çocuklarla oynayan bir çocuk gördüler. Hepsinden daha bir güzeldi. "O bunu hemen öldürdü." Yani Hz. Hızır bu çocuğu ya bıçakla kesmek suretiyle veya bir başka şekilde öldürdü. Burada "öldürdü" fiilinin başına "fe" harfinin gelmesi, onu görür görmez, beklemeksizin ve herhangi bir durumun ortaya çıkması için tetkike girişmeksizin, karşılaşmasıyla öldürmesinin bir olduğunu anlatmak içindir. Ona "Cana karşılık olmaksızın tertemiz, günahsız bir kimseye mi kıydın?" Yani Musa yaptığı bu işi reddedecek bir üslûpla nasıl olur günahlar­dan arınmış tertemiz bir kişiyi öldürebilirsin? dedi. "zekiyeten (tertemiz, günahsız)" kelimesi "zakiyeten" şeklinde de okunmuştur. Yani senin uygula­man gereken bir kısas hakkı olmaksızın onu nasıl öldürürsün, anlamındadır. "Doğrusu çok kötü bir iş yaptın." Yani sen gerçekten akılların ve insanların tepki ile karşılayacağı münker ve hoş olmayan, uygun olmayan bir iş işledin. [70]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu ispat etmek için Ashab-ı Kehf kıssasını, arkasından da hakkın, izzetin ve üstünlüğün mal ve kuvvet çokluğu ile ilgli olmayıp akide ve iman ile ilgili olduğu gerçeğini vurgu­lamak üzere üç tane örnek zikretti. Bunlar ile mümin fakirlere karşı övünen ve onlarla birlikte oturmayı kabul etmeyen müşriklerin bu hakikati idrâk etmelerini sağlamak istedi. Bundan sonra Yüce Allah bize ikinci bir kıssa sun­maktadır. Bu da ondan ilim öğrenmek üzere Hz. Musa'nın Hızır ile olan kıssasıdır. Böylelikle müşriklerin şunu anlaması istenmiştir: Allah Tealâ ile konuşan Kelimullah Peygamber Hz. Musa, ilim ve amelinin çokluğuna rağmen salih kul Hızır'dan bilgi öğrenmekle emrolundu. İşte bu alçakgönüllülüğün kibirden, büyüklenmekten daha hayırlı olduğunu göstermektedir.

Hadiste Hz. Musa ile Hızır Kıssası:

Buharî ve Müslim'in Übeyy b. Kâ'b (r.a) dan rivayet ettiklerine göre Rasu-lullah (s.a) şöyle buyurmuş: "Musa İsrailoğulları'na bir hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı. Ona insanların en bilgilisinin kim olduğu soruldu, benim dedi. Yüce Allah da Hz. Musa'nın bu sözü dolayısıyla ona sitem etti. Çünkü bu konu­da bilgiyi ona havale etmemişti. Bunun üzerine Allah ona: Benim iki denizin birleştiği yerde bir kulum vardır, o senden daha bilgilidir, diye vahyetti. Hz. Musa "Rabbim ben onu nasıl bulabilirim?" dedi. Yüce Allah "Bir balık al, onu bir zembile koy. O balığı kaybettiğin yerdedir bu kulum." diye buyurdu. Hz. Musa beraberindeki genç arkadaşı Yûşâ b. Nûh bulunduğu halde yola koyuldu. Nihayet kayaya vardılar. Başlarını koyup uyudular. Balık ise zembilde hareket etmeye başladı, zembilden çıkıp denize düştü. "O da bir delikten kayıp denizi boyladı."

Allah toalığa karşı suyun akıntısını tuttu. Su onun üstünde bir tak halini aldı. (Musa) uyandığında arkadaşı ona balığın durumunu haber vermeyi unut­tu. Gün ve gecelerinin geri kalan bölümünde yollarına devam ettiler. Ertesi gün olunca Musa genç arkadaşına: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuz­da gerçekten yorgun düştük." dedi. Musa Allah'ın kendisine emretmiş olduğu yeri aşıp geçinceye kadar yorgunluk duymamıştı. Genç arkadaşı ona: "Kayalığa vardığımız yer var ya, işte orada balığı unutmuşum. Bana onu hatırlatmayıp unutturan şeytandan başkası değildir. O denizi boylayıvermiş, hayret bir şey" dedi.

Böylelikle balığın içinden kayıp geçtiği delik Hz. Musa'nın genç arkadaşı­nın da hayretini mucip olmuştu. Hz. Musa dedi ki: "Zaten istediğimiz buydu. Hemen izlerinin üstünden gerisin geri döndüler." İzlerini takip ederek geri dön­düler. Nihayet kayanın yanma vardılar. Onu bir elbise ile örtülü gördüler. Musa ona selâm verdi. Hızır "Selâmın olmadığı bu yerde bu selâm da ne oluyor, sen kimsin?" diye sordu. Ben Musa'yım dedi. İsrailoğulları'nın Musa'sı mı diye sordu? Hz. Musa "Evet. Ben, sana öğretilen ilimden doğru olarak öğretmen için yanına geldim." O da dedi ki: "Doğrusu sen benimle birlikte olmaya asla dayanamazsın." Ey Musa ben Allah'ın ilminden bir ilme sahibim. Sen onu bilmezsin. Onu bana O öğretmiştir. Sen de Allah'ın sana öğretmiş olduğu bir bilgiye sahipsin, ben de onu bilmem. Bunun üzerine Musa şöyle dedi: "İnşaal-lah beni sabredici göreceksin. Sana hiç bir işte karşı gelmeyeceğim." Bunun üzerine Hızır ona şöyle dedi: "O halde bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça sen herhangi bir şey hakkında soru sorma." Nihayet sahil boyunca yürümeye koyuldular. Bir gemi geçti, kendilerini taşımaları hususunda onlarla konuştular. Onlarda Hızır'ı tanıdılar, ücret almaksızın onları taşıdılar. Musa, Gemiye biner binmez aniden Hızır'ın gemi tahtalarından birisini keser ile sök­tüğünü görüverdi. Musa ona "Bunlar bizi ücretsiz olarak taşımış kimselerdir. Sen ise gemilerine kastedip onu deldin. İçindekileri boğmak için mi?" "Doğrusu büyük bir iş yaptın." dedi. Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Bu ilk itiraz, unutkan­lık eseri olmuştu. Nihayet bir kuş geldi, geminin kenarına kondu. Denizden ga­gasıyla su aldı, Hızır ona dedi ki: Benim de ilmim, senin de ilmin Yüce Allah'ın ilmine göre ancak bu kuşun bu denizden eksilttiği kadardır.

Sonra gemiden çıktılar. Sahil boyunca yürürlerken Hızır aniden başka çocuklarla oynayan bir çocuk gördü. Hızır onun başını alıp kopararak çocuğu öldürdü. Musa ona "Cana karşılık olmaksızın tertemiz günahsız bir kimseye mi kıydın, doğrusu çok kötü bir iş yaptın." deyince Hızır şöyle dedi: "Ben sana ben­imle birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi?" Süfyan (hadis ravilerinden birisi): Bu ise birincisinden daha ağırdı.

"Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme. O zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın, dedi. Yine gittiler ve nihayet bir ka­saba halkının yanına vardılar. Ora halkından yiyecek istediler. Onlar ise bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler." Hızır eliyle şöyle yaptı, yani eliyle işaret etti- o duvarı doğrulttu. Musa dedi ki: Biz bunlara geldik, fakat onlar bize yemek dahi vermediler, bizi misafir etme­diler. "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin." Hızır dedi ki: "İşte bu, senin­le benim ayrılışımızdır. Dayanamadığın şeyin içyüzünü sana anlatacağım..."

Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah Musa'ya rahmet eylesin. İsterdim ki sabretseydi, Allah da onların olan haberlerini bize anlatırdı." [71]

 

Açıklaması

 

Bu Şanı Yüce Allah'ın Kehf Ashabından sonra bu sûrede zikrettiği üçüncü kıssadır. İki bahçe ve servet sahibi kişiyle bir fakirin anlatıldığı kıssa ile birlik­te aynı şekilde dünya hayatının gökten yağan suya benzetilmesi ile insanların mal ve çocuklarla öğünmesi bakımından ortak tarafı olduğu, diğer iki kıssa ile başkalarına karşı övünmeyi büyüklenmeyi ve üstünlük taslamayı terketmek açısından da ortak bir özelliğe sahip oldukları beyan edilmektedir. Böylelikle kendileri için özel bir meclis ayrılmasını ve peygamberimizin meclisinde fakir­lerle oturmak istemeyip onların kovulmalarını isteyen Kureyş'in ileri gelenleri­ne oldukça etkileyici bir ders ve öğüt olmaktadır. İşte Yüce Allah şöyle buyur­maktadır:

"Hani Musa genç arkadaşına demişti ki..." Yani ey Peygamber! Sen Mu­sa'nın genç arkadaşına şöyle dediğini hatırlat: Ben iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar yürümeye devam edeceğim. İsterse uzun bir süre yol alayım. Ayet-i kerimede geçen ve "uzun süre" diye meali verilen "hukub" kelimesi sek­sen yahut yetmiş yıl anlamındadır. Buradaki Maksat ise sınırsız bir zamandır.

İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre Musa diye kastedilen kişi İsrailoğulları'nm Peygamberi, apaçık mucizelerin ve Tevrat'ın sahibi İmrân oğlu Musa (a.s.)'dır.

Onun genç arkadaşı ise Yuşa b. Nun b. Efraim b. Yusuf (a.s.)'dır. Hz. Mu­sa'nın hizmetçisi idi. Arap dilinde hizmetçiye fetâ (genç delikanlı) adı verilir.

"İki denizin birleştiği yer"e gelince, bunlar çoğunluğun görüşüne göre Bizans ve İran denizidir. Yani Kızıldeniz'in Hint okyanusu ile Babülmendep boğazında birleştikleri yerdir. Bu birleşme yerinin Bizans denizi ile Atlas okyanusunun birleştiği yer yani Akdeniz'in Tanca yakınlarında Cebelitarık boğazında Atlas okyanusu ile birleştiği yer olduğu da söylenir. İşte Hz. Musa'ya Hızır ile karşılaşacağı vaad olunan yer burasıydı.

"İkisi iki denizin birleştiği yere gelince balıklarını unutmuşlardı. O bir delikten kayıp denizi boylamıştı." Yani Allah'ın salih kulu ile buluşacakları yer olan iki denizin birleştiği yere ulaştıklarında balıklarını unuttular. O da denizde kendisine bir yol edinmiş ve su onu örtmüştü. O kadar ki su onun üzerinde bir köprü gibi olmuştu. Bu da balık için geçip gideceği bir menfez, Musa ve genç arkadaşı için de hayret edilecek bir iş olmuştu.

"Oradan uzaklaştıkları vakit Musa yanındaki gence: Kuşluk yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzda gerçekten yorgun düştük." dedi. Yani Musa ve genç arkadaşı Yuşâ balığı unuttukları yer olan iki denizin birleştiği yeri geçip de günün geri kalan bölümü ile gece boyunca yol alıp ertesi günün de kuşluk vakti gelince, Musa açlığının farkına vardı. Genç arkadaşına; Haydi kuşluk yemeğimizi getir, biz artık yolculuktan yorgun düştük, demişti.

Bunun sebebi ise şu idi: Musa'ya beraberinde tuzlanmış bir balık alması emrolunmuş ve Allah'ın kullarından bir kulun yanında Musa'nın bilmediği bir takım bilgilerin olduğu ve bu kulun iki denizin birleştiği yerde bulunduğu ona söylenmişti. Hz. Musa da bu kişinin yanına gitmek istemişti. Hz. Musa'ya şöyle denilmişti: Nerede balığı kaybedersen o adam da oradadır. Böylelikle genç arkadaşıyla yola koyuldu. Nihayet iki denizin birleştiği yere vardılar. Balık Yûşâ (a.s.) ile birlikte bir zembilde bulunuyordu. Balık suya düştü ve suda yol almaya başladı.

Ölümünden sonra balığın tekrar hayata dönmesi Hz. Musa için bir mucize idi. Ayrıca Hızır'ın bulunduğu yere de alâmetti. Hızır ise Hz. Musa'nın ken­disinden bir şeyler öğrenmesi emrolunan salih kulun lakabıdır. Rivayete göre asıl adı Belyâ b. Melkâm'dır. Daha sahih kabul edilen görüşe göre peygamber değildir.

"Yanındaki genç- dedi ki: Kayalığa vardığımız yer var ya! İşte orada balığı unutmuşum. Bana onu hatırlatmayıp unutturan şeytandan başkası değildir. O denizi boylayıvermiş, hayret bir şey." Yani arkadaşı ona şöyle dedi: Sen bana iki denizin birleştiği yerde kayanın yanında oturup dinlendiğimiz vakit başından neler geçtiğini bir bilsen. Ben sana balığının durumunu sana haber vermeyi unuttum. Balık çırpınmaya başladı. Sonra canlandı ve denize düştü. Bundan sana söz etmemi unutturan şeytandan başkası değildir. Balık hayret verilecek bir şekilde denizde kendisine bir yol tuttu. Unutmaktan kasıt, insan kalbinin şeytanın fiili olan birtakım vesveselerle uğraşmasıdır.

"Musa, zaten istediğimiz buydu, dedi." Yani Musa şöyle dedi: Bizim iste­diğimiz budur işte. Çünkü bu bizim maksadımızı elde ettiğimizin emâresiydi.

"Hemen izlerinin üstünden gerisin geri döndüler." Yani geldikleri yoldan bıraktıkları izleri takip ederek geri dönmeye koyuldular. el-Bikâi dedi ki: Bu, o yerin, üzerinde bir alâmet bulunmayan kumluk bir arazi olduğunu göstermek­tedir.

"Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve kendisine nezdimizden bir ilim de öğretmiştik. Musa ona dedi ki: Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden geleyim mi?" Yani Musa ve genç arkadaşı geri döndüklerinde iki denizin birleştiği yerde, kayanın yakınında Allah'ın kullarından salih bir kul ile karşılaştılar. Çoğunfuk der ki: Bu salih kul Hızır'dır. Üzeri beyaz bir elbise ile örtülüydü. Musa ona selam verdi, Hızır "Bu yerde selâmın işi ne?" dedi. Yüce Allah'ın "Kendisine nezdimizden bir ilim de öğretmiştik." buyruğu bu ilimlerin herhangi bir aracı olmaksızın Allah tarafından kendisine verildiğini göstermektedir.

Ona "Ben Musa'yım" deyince, Hızır "İsrailoğulları'nın Musası mı?" diye sordu. O da Evet dedi. Hz. Musa ona "Allah'ın sana öğrettiği ve ben de kendisi vasıtasıyla işimde kılavuz edineceğim salih amel türünden olan faydalı bir bil­giyi bana öğretmen için seninle arkadaşlık edeyim mi?" dedi. Bu, oldukça edepli ve nazik bir üslûpla sorulmuş bir sorudur. Bunda herhangi bir zorlama ve bağlayıcılık yoktur. İşte ilim öğrenmek isteyenin âlimden bu şekilde sorması gerekir.

Hızır ona "Doğrusu sen benimle asla dayanamazsın, dedi." Yani Hızır Musa'ya şöyle dedi: Sen benimle arkadaşlık yapmaya güç yetiremezsin ve göreceğin şeylere katlanamazsın. Çünkü ben Allah'ın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahibim. Nitekim sen de Allah'tan gelmiş, Allah'ın sana öğrettiği ve benim bimediğim bir ilme sahipsin. Bizim her birimiz birbirimiz­den farklı işlerle mükellefiz. O bakımdan sen bana arkadaşlık yapamazsın.

"Kavrayamayacağın bir bilgiye nasıl dayanırsın?" Yani sana tekrar ederek söylüyorum ki, sen benden göreceğin herhangi bir şeye sabredemezsin, taham­mül gösteremezsin. Hikmet ile bâtını maslahatına benim muttali olduğum senin ise bilemediğin, gerçeğine muttali olmadığın bir şeye sabredemeyeceğini vurguluyorum. Burada "kavrayamayacağın" kelimesinin anlamı senin bilgi olarak idrak edemediğin ve ondaki hikmet yolunu ve doğruluk tarafını bileme­diğin iş demektir.

"Dedi ki: İnşâallah beni sabredeci göreceksin. Sana hiç bir işte karşı gelmeyeceğim." Yani Hz. Musa şöyle demişti: Allah'ın izniyle senden göreceğim işlere benim sabrettiğimi ve hiç bir hususta sana muhalefet etmediğimi göre­ceksin.

"O halde dedi, bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında soru sorma." Yani Hızır Hz. Musa'ya şu sözleriyle şart koşarak dedi ki: Benimle gelecek olursan, meydana gelecek bir işe dair ben açıklayıncaya kadar bana soru sorma. [72]

 

Gemi Kıssası:

 

"Bunun üzerine ikisi kalkıp yola koyuldular. Nihayet bir gemiye bindik­lerinde o bu gemiyi deliuerdi." Yani Musa arkadaşı Hızır ile birlikte yola koyul­du. Deniz kıyısında binecek bir gemi aramak üzere yürümeye başladılar. Bir gemi gördülür. Gemi sahipleriyle gemiye binmek üzere konuştular. Onlar Hızır'ı tanıdılar, ona bir ikram olsun diye ücret almaksızın onları gemiye bindirdiler. Gemi denizde yol almaya başlayınca Hızır kalkıp elindeki balta ile gemiyi delmeye koyuldu. Gemi tahtalarından bir ikisini çıkarttı, sonra da orayı tamir etti.

"Musa dedi ki: Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin, doğrusu büyük bir iş yaptın." Yani Musa (a.s) kendisine hakim olamayıp bu işi reddedici bir üslûpla şöyle dedi: Sonunda gemidekileri suda boğmak için mi deldin? Yani senin açtığın bu gedik yolcuların boğulmasına sebep olur. Sen çok büyük ve oldukça kötü karşılanacak bir iş yaptın. Hızır Hz. Musa'ya "Ben sana benimle birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi? dedi?"

"Dedi ki: unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma! şu işimde bana güçlük çıkarma." Yani Hz. Musa Hızır'a şu sözleri ile özür beyan etti: Unuttuğum için beni sorgulama, yani yaptığın tavsiyeni yerine getirmediğim için bana çıkışma ve bana ağır gelecek bir işi yükleme. Yani sana uymamda zorluk çıkarma, hatalarıma göz yumup durumumu kolaylaştır. [73]

 

Öldürülen Çocuk Kıssası:

 

"Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen bunu öldürdü." Yani daha sonra gemiden çıktılar ve yine sahil boyunca yürümeye başladılar. Hızır bir çocuk gördü. Bu çocuk yaşıtı olan diğer çocuklarla oynuyordu. Hızır boynunu döndürerek yahut başını duvara vurarak veya başka bir yolla onu öldürdü. Hz. Musa ona şöyle dedi: Sen günahlardan arınmış, günah işlememiş tertemiz bir canı başka bir canı öldürmediği halde, yani kısası gerektirecek bir durum olmadığı halde, nasıl öldürürsün? Hz. Musa'nın özellikle öldürülmeyi mubah kılan bu durumu söz konusu etmesi, çoğunlukla vaki olan şeklin bu olduğundan dolayıdır. "Doğrusu çok kötü bir iş yaptın, dedi." Yani sen münker bir iş işledin. Öldürmek şeklindeki bu münker ve çirkin durum gemiyi delmek­teki çirkinlikten daha ileri derecedir. Çünkü bir canı öldürmek gemiyi delmek­ten daha büyük bir suçtur. Çünkü geminin delinmesi muhakkak can kaybını gerektirmeyebilir. [74]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

îşte bu İsrailoğulları'nın peygamberi İmrân oğlu Musa ve genç arkadaşı Yuşâ'nın-ikisine de selâm olsun- salih kul olan Hızır (a. s) ile birlikte buluşmak üzere yaptıkları yolculuğun kıssasıdır. Bu buluşmaktan kasıtları ise ilimde ona alçakgönüllülüğü öğretmek ve Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olsa dahi, bazı kulların ondan (bazı alanlarda) daha bilgili olacağını göstermektir.

Bu olayda bir takım fıtrî incelikler vardır: Alim bir kimsenin ilmini daha da artırmak, için yolculuk yapması, bu iş için hizmetçi ve arkadaşının yardımını alması, fazilet sahibi ilim adamlarıyla karşılaşmayı ganimet bilmesi selef-i salihinin adeti olan işlerdendir.

Müslüman fakirlere karşı mal ve yardımcılarının çokluğu ile övünen kâfir­lere cevap vermek bakımından bu kıssanın özel faydası şudur: Musa (a.s.) bil­gisinin ve amelinin çokluğu, makamının yüksekliğine rağmen alçakgönüllülük göstererek, Hızır'ın yanına gitmiştir. İşte bu alçakgönüllülüğün büyüklenmek-ten daha hayırlı olduğunu gösterir. Bu kıssanın Ashab-ı Kehf kıssası ile birlik­te anılmasının açıklanmasına gelince: Yahudiler Mekke kâfirlerine şöyle demişlerdi: Eğer Muhammed (s.a.) sizlere bu kıssaya dair haber verirse, o bir peygamberdir, aksi takdirde değildir. Halbuki bir kişinin Yüce Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olması bütün kıssaları ve olayları bilmesini gerektirmez. Aynı şekilde Hz. Musa'nın Allah tarafından doğru sözlü bir peygamber olması da Allah'ın ona kendisinden bir şeyler öğrenmek üzere Hızır'a gitmeyi emretmesine aykırı değildir.

Hz. Musa'nın söylediği söz olan Yüce Allah'ın: "Kuşluk yemeğimizi getir." sözü insanlara yolculukları için azık edinmeyi öğretmeye delildir. Bunun Yüce Allah'a tevekküle aykırı düşmediğini göstermektedir. İşte Allah'ın peygamberi ve Allah ile konuşmuş (kelîmullah) olan Hz. Musa Rabbini tanımakla ve Rab-bine tevekkül etmekle birlikte beraberinde azık taşımaktadır.

Balığın canlanması Musa (a.s.)'ın bir mucizesi, salih kulun bulunduğu yerin bir alâmeti idi. İşte bundan dolayı genç arkadaşı durumu kendisine bildirince Hz. Musa sevinçle: "Zaten istediğimiz buydu." demişti. Yani Hz. Musa genç arkadaşına şöyle demişti: Balığın bu durumu ve onun elimizden gitmesi, işte bizim istediğimiz buydu ya. Çünkü bizim kendisini görmek üzere geldiğimiz adam oradadır.

Salih kul sahih kabul edilen görüşe göre Hızır'dır. Bu bir grubun görüşüne göre aşağıdaki deliller dolayısıyla bir peygamberdir:

1- Evvela Yüce Allah: "Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik..." diye buyurmaktadır. Rahmet ise peygamberliğin kendisidir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştıracaklar?" (Zuhruf, 43/32); "Sana. bu Kitabın verileceğini -rabbinden bir rahmet ile olması müstes­na- ummuyordun." (Kasas, 28/86).

2- Yüce Allah'ın: "Ve kendisine nezdimizden bir ilim de öğretmiştik." buyruğu. İnsanlardan bir aracı olmaksızın Allah'ın öğrettiği her insanın Allah'­tan gelen vahiyle muhatap olmuş bir peygamber olması gerekmektedir.

3- Hz. Musa: "Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden geleyim mi?" demişti. Peygamber ise öğretim hususunda peygamber­den başkasına tâbi olmaz.

Ancak tercih edilen görüşe göre Hızır peygamber değildi. O kelâm (tevhid) âlimlerinin tespit ettiği gibi "salih bir kul"du. Bunları delil diye ileri sürmek doğru değildir. Şöyle ki: Birinci delile göre her bir rahmetin peygamberlik olması gerekmez. Çünkü Yüce Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. İkinci delile gelince; zorunlu bilgiler öncelikle değildir. Üçüncü delile gelince, bir peygamberin peygamberlik ile ilgisi olmayan bilgiler konusunda peygamber olmayana tabi olmasını engelleyen bir sebep yoktur.

Yüce Allah'ın: "Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden geleyim mi?" buyruğu da şunu göstermektedir: İlim öğrenecek olan alime tabidir. İsterse aradaki mertebeler farklı olsun. Herhangi bir kimse Hızır'ın durumunun Hz. Musa'dan daha faziletli olduğunu zannetmesin. Çünkü fazilet; Allah kime vermişse onundur. Hızır bir veli kuldu. Hz. Musa ondan daha faziletlidir. Nebî dahi olsa Hz. Musa'yı Allah, risalet ile üstün ve faziletli kılmıştır. Musa (a.s.) salih kula tepki göstermekte de haklıydı. Çünkü peygamberler olumsuzluklara karşı sessiz kalmazlar. İşte bundan dolayı gele­cekte meydana gelecek herhangi bir hususa karşı katlanmasını Allah'ın meşîetine bağlı olarak söz konusu etmiştir. Çünkü kendisinin tutumunun ne olacağını bilememektedir.

Hz. Musa'nın: "Sana öğretilen ilimden bana doğru olarak öğretmen için peşinden geleyim mi?" şeklindeki sözlerinde pek çok edep ve incelik bulunmak­tadır. Bunlardan birisi de onun kendisini Hızır'a tabi kılmış olması ve bu tabi­lik için ondan izin istemiş olmasıdır. Ayrıca "bana öğretmen için" sözü ile ken­disinin bilgisizliğini itiraf ederken, hocasının da alim olduğunu kabul etmiştir.

Hızır'ın: "O halde bana uyacaksan ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında soru sorma." sözünün anlamı da şudur: Yani onu ben sana açıkla­madıkça sen soru sormayacaksın. Bununla Hızır, arkadaşlığın devamı için gerekli olan bir yol göstermede bulunmuş ve bir edebi öğretmiş olmaktadır. Şayet Hz. Musa sabredip bu arkadaşlığı sürdürebilseydi hayret verecek şeyler görecekti. "Fakat o çokça itiraz, etti, o bakımdan. ayn\ma\an.k&ÇMYÛnvaz, oldu.

Geminin delinmesinde şuna delil vardır: Yetimin velisi, bir maslahat göre­cek olursa yetimin malını eksiltebilir. Mesela, bir malın zalimin ele geçeceğinden korkarsa onun bir kısmını tahrip edebilir. Ebu Yusuf der ki: Velinin yetimin bir malını kullanarak -kalanını korumak maksadı ile- yöneti­ciye karşı hoşuna gidecek bazı işleri yapması caizdir.

Hz. Musa'nın: "Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma." sözünde şuna delil vardır: Unutmak sorumlu tutulmayı gerektirmez ve mükellefiyetin kap­samına girmez. Boşama olsun, başkası olsun ona herhangi bir hüküm taalluk etmez. İsterse ikinci bir defa daha unutsun, durum değişmez.

Bir kişiyi öldürmek gemiyi delmekten daha ağır bir günahtır. Bundan dolayı Hz. Musa çocuğun öldürülmesi ile geminin delinmesi hakkında da: "Doğrusu büyük bir şey yaptın." demiştir. "Kötü bir iş" ise daha önceden de geçtiği gibi "büyük bir şey" den daha büyüktür.

İkinci seferinde de Hızır'ın çıkışması daha ağırdı. Çünkü (72. ayette) ona "ben, benimle birlikte olmaya dayanamazsın" derken daha sonra (70. ayette) "Ben sana benimle birlikte olmaya dayanamazsın." diyerek "sana" kelimesini eklemiştir. Böylelikle ikinci seferinde sabretmeyişine karşılık azarlamanın şiddeti de daha artmıştır.

Kıssanın geri kalan bölümü ile ondan çıkartılacak diğer hükümler Allah'ın izniyle bundan sonraki cüzde gelecektir. [75]

 

Hz. Musa (A.S.) İle Hızır Kıssasının Sonu

 

75- O "Ben sana benimle birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi?" dedi.

76- "Eğer bundan sonra sana bir şey so­rarsam benimle arkadaşlık etme. O za­man benim tarafımdan mazur sayılır­sın" dedi.

77- Yine gittiler. Nihayet bir kasaba hal­kının yanına uğradılar. Ora halkından yiyecek istediler. Onlar ise bu ikisini mi­safir etmek istemedi. İkisi orada yıkıl­maya yüz tutmuş bir duvar gördüler. O bunu doğrultu ver di. Musa: "Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin" dedi.

78- O dedi ki: 'İşte bu, seninle benim ay-rılışımızdır. Dayanamadığın işlerin iç yüzünü sana anlatacağım:

79-  "Gemi denizde çalışan yoksullara aitti. Onu kusurlu kılmak istedim. Çün­kü arkalarında her (sağlam) gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.

80- "Erkek çocuğa gelince: Onun babası, anası inanmış kimselerdi. Azgınlık ve inkâr ile onlara meşakkat vermesinden korkmuştuk.

81- "Bu bakımdan Rablerinin onlara bu çocuk yerine hem ondan daha temiz ve hayırlısını ve hem daha merhametli bi­risini vermesini istedik.

82- "Duvar ise o şehirdeki iki yetim er­kek çocuğa aitti. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları da salih bir kimse idi. Rabbin onların ergenlik çağı­na ulaşmasını -ve Rabbinden bir rah­met olarak- kendi definelerini çıkarma­sını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzü budur."

 

Belagat:

 

"Gemiye gelince...", "erkek çocuğa gelince...", "duvar ise..." ibareleri ile ge­miye binmenin, erkek çocuğun öldürülmesinin ve duvarın bina edilmesinin söz konusu edilmesi oranında burada mürettep (düzenli) leff ü neşir sanatı vardır.

"Her sağlam gemiye" buyruğunda hazf ile icaz vardır. (Aslında burada hazfedilen "sağlam" anlamına gelen bir kelimedir; ancak mealde zikredilmiş­tir.) Bu hazfin sebebi ise "onu kusurlu kılmak istedim" ifadesinin buna delâlet etmesidir.

"Erkek çocuğa gelince" buyruğunda da "kâfir" lafzı hazfedilmiştir. Çünkü : "Onun ana babası inanmış kimselerdi." ifadesi buna delâlet etmektedir.

"Yıkılmaya yüz tutmuş" buyruğunda istiare vardır. Çünkü istemek (ayet-i kerimede bu anlama gelen kelime kullanılmış; mealde ise bunu "yüz tutmuş" diye ifade ettik) aklı başında olan varlıkların sıfatlarındandır. Bu iradenin du­vara isnat edilmesi ise, istiare ve mecaz yoluyladır.

"Onu kusurlu kılmak istedim" ile "istedik" ve "Rabbin... istedi." buyruk­larında (Hz. Hızır) zahiren kötü olan bir şeyi kendisine isnat ettiği halde, ha­yırlı olan şeyi Yüce Allah'a isnat etmiş, bunu da Yüce Allah'a karşı edebi dola­yısıyla yapmıştır. [76]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme", beni ar­kadaş kabul etme. "O zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın", yani ben se­ni mazur görmüş olurum. Çünkü ben üç defa sana rağmen soru sordum. Artık benden ayrılışında sen mazursun "dedi".

"Bir kasaba halkının yanına uğradılar." İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu kasaba Antakya veya Basra'ya bağlı Übülle kasabası yahut da Nâsırâ kasabasıdır. Ancak bu kasabanın muayyen olarak hangisi olduğunu doğru bir şekilde tespit etmek için ortada güvenilir bir delil yoktur. "Ora halkından yiye­cek istediler." Kendilerini misafir olarak ağırlayıp yemek getirmelerini istedi­ler. "Orada yıkılmaya yüz tutmuş" yan yatmış, yıkılmak üzere olan "bir duvar gördüler. O bunu doğrultuverdi." Yani Hz. Hızır o duvarı tamir edip düzeltti yahut da ona bir direği destek yaptı. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre eliyle onu düzeltivermiştir. Bir diğer görüşe göre ise o duvarı yıktıktan sonra yeniden bina etmiştir, yaygın olan görüş budur.

"Düeseydin buna karşı bir ücret alabilirdin, dedi" Çünkü onlar aç olma­mıza rağmen bizi misafir etmediler. Bu ifadede aynı zamanda ihtiyaç halinde kullanmak üzere ücret almaya bir teşvik vardır. Ayrıca kendisi için faydalı ol­mayan bir işle uğraşıp fuzulî bir iş yapmasına, dolaylı olarak sitem etmektedir.

"O dedi ki: İşte bu seninle benim ayrılışımızdır." Yani Hz. Hızır ona: İşte bu seninle benim ayrılış zamanımızdır. Senden ayrılmadan önce "Dayanamadı-ğın işlerin iç yüzünü sana anlatacağım." dedi.

"Gemi denizde çalışan yoksullara aitti." Bu kimseler sayısı onu bulan ge­mileriyle yük taşıyarak geçimlerini kazanmaya gayret ediyorlardı. "Çünkü ar­kalarında..." yani şu anda varacakları yerde veya nihayet varacakları yerde, geri döndükleri takdirde arkada bıraktıkları bölgelerde, "her sağlam gemiye zorla el koyan" ve onu sahiplerinden bu yolla alan "bir hükümdar vardı."

"Azgınlık ve inkâr ile onlara meşakkat vermesinden." yani onlara karşı ge­lerek, onların anne baba olarak üzerindeki haklarına karşı nankörlük edip on­lara kötülük etmesinden yahut onların imanları ile birlikte kendisinin azgınlık ve kusurunu ortaya koyarak, aynı evde iki mümin ve bir azgın kâfir olmasın­dan yahut da onun bu küfür ve azgınlığının onlara da sirayet ederek onları saptırmak suretiyle irtidat etmelerinden "korkmuştuk". Müslim'deki bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: "O kimse kâfir olarak yaratılmıştı. Eğer yaşamış olsaydı anne babasının ona olan sevgileri dolayısıyla bu iş onları meşakkate sürüklerdi. Bu hususta onlar da ona tabi olurlardı." Öldürülen bu kişinin adı­nın Haysûr olduğu söylenmiştir.

"Hem ondan daha temiz" daha salih ve daha takvalı "ve hayırlısını, hem daha merhametli", ondan daha şefkatli "birisini vermesini istedik." Bu ise an­ne babasına karşı iyiliği idi. Yüce Allah bu çocukları yerine onlara bir peygam­ber ile evlenen ve bir peygamber doğuran bir kız çocuk vermiş, bu peygamber vasıtasıyla da Yüce Allah bir ümmete hidayet nasip etmişti.

"Altında da onlara ait bir define vardı." Altın ve gümüşten olup yere gö­mülmüş bir servet vardı, "Babaları da salih bir kimse idi" O iki gencin babaları takva sahibi salih bir kimse idi. Babalarının salih olması dolayısıyla Al­lah hem kendilerine, hem de mallarına lütuf ve ihsanda bulunmuştu. Denil­diğine göre bu iki genç ile kendisi sebebiyle servetlerinin ve kendilerinin ko­runduğu ataları arasında yedi nesil ataları vardı, bunun da adı Kâşih idi. "Onların ergenlik çağına ulaşmalarını", yani reşid olmalarını, olgun bir gö­rüşe sahip olmalarını. Bir görüşe göre bu iki kişinin adı da Asram ve Sureym idi. "ve Rabbinden bir rahmet olarak" Rabbin her ikisine merhamet ve ihsan­da bulunarak, "definelerini çıkarmasını istedi. Ben bunları kendiliğimden" yani sözü geçen gemiyi delme, çocuğu öldürme, duvarı doğrultma gibi işleri kendi seçim ve tercihimle "yapmadım." aksine Allah'tan gelen bir emre göre yaptım.

"İşte dayanamadığın", yani güç yetiremediğin "işlerin içyüzü budur." [77]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu buyrukların kendisinden önceki buyruklarla ilişkisi gayet açıktır. Çün­kü bunlar da Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın kıssaları hakkındadır. Bu kıssadan Al-lahu teâlâ'nın Hz. Hızır'a, Peygamber Musa'yı muttali kılmadığı özel bir takım bilgileri verdiğini gördüğümüz gibi, Hz. Hızır'a öğretmediği bir bilgiyi de Hz. Musa'ya verdiğini görüyoruz. İşte bu, yani çocuğun öldürülmesi, Hz. Hızır'ın Hz. Musa'nın sabrını denediği geminin delinmesi olayından sonraki ikinci olay­dır. Hz. Musa ise şeriatindeki zahir buyruklara aykırı olduğundan dolayı sabır gösterememişti. Çünkü öldürmek ancak -bazan başka bir sebep dolayısıyla da olabilmekle birlikte- yine öldürmeye karşılık kısas sebebiyle olabilir.

 

Açıklaması

 

"O "Ben sana benimle birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi?" dedi."

Hızır şarta aykırı davranan Hz. Musa'ya şöyle dedi: "Ben sana benim yapaca­ğım işlere katlanmanın mümkün olmayacağını ve yapacağım işlere karşı sessiz kalmayacağını bildirmedim mi?" Dikkat edilecek olursa burada önceki ifadeler­den ayrı olarak "sana" kelimesi ilâve edilmiştir. Zira burada serzenişte bulun­maya iten sebep, daha önceki hatırlatmadan sonra daha açık ve daha güçlüdür. Ayrıca Hz. Musa'nın uymayı taahhüt ettiği şart veya söze aykırı davranışı bir defa daha tekrarlanmıştır. Kasabada diğer çocuklarla birlikte oynayan çocuğun öldürülmesi geminin delinmesinden daha büyük ve ağır bir suç olmakla birlik­te bu, böyledir. İşte bundan dolayı Hz. Musa da bu işe karşılık: "Doğrusu çok kötü bir iş yaptın." diye tepkisini göstermişti. Kötü bir iş olmakla nitelendirilen bir davranış ise elbette ki: "büyük bir iş" diye nitelendirilenden daha çirkindir. İşte bu da çocuğun öldürülmesinin, geminin delinmesinden daha çirkin bir iş olduğuna bir işarettir. Çünkü bir canın telef edilmesi, malın telef edilmesinden daha mühimdir.

Hz. Musa da şu sözleriyle özür beyan etti: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme! O zaman tarafımdan mazur sayılır­sın." Yani Hz. Musa Hz. Hızır'a şöyle demişti: "Şayet bundan sonra meydana gelebilecek herhangi bir şeye itiraz edersem benimle arkadaşlık etme. Çünkü sen arka arkaya birkaç defa beni mazur görmüş olacaksın. Bir defa daha itiraz edersem sana üç defa muhalefet etmiş olacağım." Bu, son derece pişman olmuş bir kimsenin söyleyebileceği bir sözdür.

İbni Cerîr, Übeyy b. Ka'b'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) herhangi bir kimseyi söz konusu edip de ona dua etti mi, önce kendisine dua etmekle işe başlardı. Günün birinde şöyle buyurdu: "Allah bize de Musa 'ya da rahmet eylesin. Eğer arkadaşıyla birlikte kalmaya devam etseydi hayret ve­rici şeyler görürdü. Fakat o: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın" demişti."

Üçüncü olaya gelince:

"Yine gittiler ve nihayet bir kasaba halkının yanına vardılar. Ora halkın­dan yiyecek istediler. Onlar ise bu ikisini misafir etmek istemedi." Hz. Hızır ile Hz. Musa ilk iki olaydan sonra yine yola koyuldular, nihayet bir kasabaya var­dılar. Kasaba halkından yemek istedilerse de onlar bunu kabul etmediler. Bu hareket, insanlık görevini ihlâl olup cimrilikti. Sözü geçen bu kasaba Antak­ya'dır.

"İkisi orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler; o bunu doğrultuver-di." Hz. Hızır ile Hz. Musa o kasabada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hz. Hızır onu sağlamlaştırdı. Sahih hadiste belirtildiğine göre: "Elini duvara sürdü ve duvar doğruluverdi." Bu Hz. Hızır'ın kerametlerindendir.

Burada irâdenin (mealde: yüz tutma) duvara isnat edilmesi, önceden de belirtildiği gibi bir istiaredir. Çünkü irade bu gibi yaratıklarda "meyletmek" anlamındadır. Birincisi (irade), akıllı yaratıkların işlerinden; ikincisi ise cansız varlıkların niteliklerindendir.

İşte bu sırada Hz. Musa Hz. Hızır'a şöyle dedi: "Dikseydin buna karşı bir ücret alabilirdin." Yani Hz. Musa, Hz. Hızır'a şöyle dedi: "Keşke bu duvarı doğrultmak ve tamir etmek karşılığında ücret istesen. Bunlar bizi misafir et­mediklerinden dolayı, bunlara ücretsiz bir iş yapmamalıydın." Hz. Hızır ona şöyle cevap verdi: "O dedi ki: İşte bu, seninle benim ayrılışımızdır. Dayanama-dığın işlerin içyüzünü sana anlatacağım." Yani Hz. Hızır Hz. Musa'ya dedi ki: İşte senin tekrar tekrar gösterdiğin bu tepkiler veya itirazların bizim ayrılış sebebinıizdir; yahut bizim birbirimizden ayrılmamızı gerektiriyor. Bu ayrılık ise senin kendi adına kabul ettiğin şart dolayısıyladır. Çünkü sen çocuğun öl­dürülmesinden sonra: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arka­daşlık etme." demiştin. Ben sana senin tepki gösterdiğin ve tahammül göstere­mediğin işlerin iç yüzünü açıklayıp bildireceğim. Söz konusu bu işler ise gemiyi delmek, çocuğu öldürmek ve duvarı doğrultmaktı.

Bu ifadeler, sabır ve tahammül göstermemeye karşılık bir serzeniş ve bir kınamadır. Daha sonra Hz. Hızır, yaptığı üç işin sebebini açıklamaktadır:

1- "Gemi denizde çalışan yoksullara aitti. Onu kusurlu kılmak istedim. Çün­kü arkalarında her (sağlam) gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı." Yani kusurlu kılmak için deldiğim gemi yararlanabilecekleri başka hiçbir şeyleri ol­mayan güçsüz bir kaç yetime aitti. Gemilerini denizde yolculuk yapanlara kiralı­yor, bu yolla geçiniyorlardı. Kendilerini zalimlere karşı savunacak güçleri yoktu. Ben de bu gemiyi delmek suretiyle onu kusurlu kılmak istedim. Çünkü onların önlerinde (yani gidecekleri yerde) her sağlam gemiye el koyan, haklı herhangi bir sebep olmaksızın zulmen ve hak ölçülerini aşarak gaspeden zorba bir hü­kümdar vardı. İşte benim yaptığım o iş, bu gemiyi güçsüz sahipleri lehine koru­mak amacına yönelikti. Ben kötü bir iş yapmış olmadım. Sadece daha büyük olan bir zararı bertaraf etmek için iki zarardan hafif olanını işledim.

İbni Cüreyc, Şuayb el-Cübbâî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu hü­kümdarın adı Beded oğlu Heded idi. Bu kişiden, İshak oğlu Is soyundan gelen­ler arasında Tevrat'ta söz edilir.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah'ın: "Arkalarında" buyruğu, önlerinde yani gidecekleri yerde demektir. Yüce Allah'ın: "arkalarında ise cehennem var­dır. " (Câsiye, 45/10) buyruğu ile: "Ve onlar arkalarında çok ağır bir günü terke-diyorlar." (İnsan, 76/27) buyruklarında da böyledir.

2- "Erkek çocuğa gelince: Onun babası, anası inanmış kimselerdi. Azgınlık ve inkâr ile onlara meşakkat vermesinden korkmuştuk."   Bu çocuğun adının Şem'ûn, Haysûr veya Haysûn olduğu söylenir. Bu çocuk kâfir idi. Allah onun geleceğini Hızır'a gösterdi. Onun anne babası mümin idiler. Fakat büyüdüğü zaman çocuklarına olan sevgileri dolayısıyla küfür, zulüm ve isyana düşüp münkerleri işlemek hususunda ona uymalarından korktu. Çünkü çocuk sevgisi fıtrîdir. Hz. Hızır'ın yaptığı seddüzerâi' (kötülüğe giden yolları kapamak) veya iyiliğe giden yolları açmak kabilindendir. Çünkü bir maslahata götüren her bir yol aynı zamanda maslahattır.

Katâde şöyle der: Bu çocuk dünyaya geldiğinde anne babası sevinmişlerdi. Öldüğünde ise üzüldüler. Fakat hayatta kalmış olsaydı onun sebebiyle helak olurlardı. O bakımdan her kişi Allah'ın kaza ve kaderine razı olmalıdır. Çünkü mümin için hoşuna gitmeyen hususlara dair Allah'ın takdiri, hoşuna giden hu­suslardaki takdirinden daha hayırlıdır. Hadis-i şerifte de şu buyruklar sahih ola­rak bize ulaşmış bulunmaktadır: "Allah bir mümin için herhangi bir kaza hük­münü verirse, mutlaka bu onun hayrınadır." Yüce Allah da şöyle buyurmakta­dır: "Hoşlanmadığınız bir şey de sizin için hayırlı olabilir." (Bakara, 2/216).

"Bu bakımdan Rablerinin onlara o çocuk yerine hem ondan daha temiz ve hayırlısını, hem daha merhametli birisini vermesini istedik." Olayların iç yü­zünü bilen Hz. Hızır şöyle demektedir: Bizler Yüce Allah'ın bu çocuk yerine an­ne babasına daha hayırlı, rahmeti, şefkati, iyilik ve bağlılığı daha fazla birisini rızık olarak vermesini istedik. Burada dikkat edilecek olursa "gulâm= erkek çocuk" kelimesi, bulûğa ermiş olanı da küçük yaşta olanı da kapsamına alır. Cumhurun görüşüne göre ise bu çocuk henüz bulûğa ermemişti. Bundan dolayı Hz. Musa: "Bir cana karşılık olmaksızın tertemiz günahsız bir kimseye mi kıy­dın?" diye tepki göstermişti. el-Kelbî ise, bu çocuk baliğ idi, demektedir.

3- "Duvar ise o şehirdeki iki yetim erkek çocuğa aitti. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları da salih bir kimse idi. Rabbin onların ergenlik çağı­na ulaşmasını -ve Rabbinden bir rahmet olarak- definelerini çıkarmasını iste­di. " Hz. Hızır'ın tamir edip düzelttiği bu duvar Antakya kasabasında iki kü­çük yetim çocuğa aitti. Duvarın altında da bir define vardı. Bu çocukların yedi nesil önceki dedeleri salih bir insandı. Allah bu salih insan sebebiyle hazineyi o küçük çocukların lehine korumak istedi. O bakımdan Cenab-ı Allah Hz. Hı­zır'a o duvarı tamir etmesini emretti. Çünkü o duvar yıkılsaydı define ortaya çıkar ve alınırdı. Allah bu definenin çocukların olgunlaşmalarından sonra or­taya çıkmasını murat etti. Bu, atalarının salâhı sebebiyle onlara bir rahmet olmak üzere indi. Buradaki şehirden kasıt ise daha önce geçen: "Nihayet bir kasaba halkının yanına vardılar..." ifadesindeki kasabadır. Bu ise şehir hak­kında el-Karye (kasaba) adının kullanılacağına bir delildir. Görüldüğü kada­rıyla bu iki erkek çocuk, onları "yetim" olarak nitelendirmiş olması karinesi dolayısıyla küçük idiler. Çünkü Hz. Peygamber, Ebu Davud'un Hz. Ali yoluyla rivayet ettiği bir hadis-i şerifinde: "Ergenlikten sonra yetimlik yoktur" buyur­muştur.

Dikkat edilecek olursa burada da irade Yüce Allah'a isnat edilmiştir. Çün­kü onların ergenlik yaşma ulaşmalarını, Yüce Allah'tan başka kimse sağlamak kudretine sahip değildir. Gemide ise fiil, bilgi sahibi Hz. Hızır'a isnat edilerek şöyle buyurulmuştur: "Onu kusurlu kılmak istedim." Burada edep gereği hayır fiiller Allah'a, kötü fiiller ise kullara isnat edilmiştir.

"Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüz­leri budur." Yani benim yaptığım bu üç iş, benim şahsî içtihat ve görüşümle ol­muş değildir. Fakat bunların hepsi Allah'ın emri, ilhamı ve vahyi ile olmuştur. Mala zarar vermek, cana kıymak ve duvarı düzeltmek gibi işleri yapmaya kalkışmak ise ancak vahiy ve kesin nass ile olabilir.

İşte senin tahammül edemediğin işlerin sebep ve hikmeti bunlardır. [78]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler bizlere aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Hz. Hızır'ın işlediği üç iş, iki zarardan daha hafif olanını seçmek ve da­ha büyük bir zararı önlemek için daha hafif bir zarara katlanmak kabilinden-dir. İşte Yüce Allah'ın: "Ve Rabbinden bir rahmet olarak" buyruğunun anlamı budur. Her ne kadar bu olanlar, zahiren tepki gösterilmesi gereken hususlar olup Hz. Musa tepki ve itirazında haklı ise de gerçekte bunlar bir hayırdır. An­cak böyle bir iddiada bulunmak açık bir vahiy söz konusu olmaksızın herkes için mümkün değildir. Vahiy hali dışında ilim adamı ile peygamber hakkındaki hükümler, işlerin zahirine, vahiy halinde ise gerçek sebeplere bağlıdır.

Vahiy almak ise ancak bir peygamber yahut bir rasul için söz konusudur. Cumhur, önceden de geçtiği gibi, Kur'an-ı Kerim'de geçen bu şahsın peygamber olduğunu kabul etmektedir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Derken kullarımızdan bir kul buldular." (Ayet, 65) buyruğu onun peygamberliğini göstermektedir. Çün­kü işlerin iç yüzleri ancak vahiy ile anlaşılır. Diğer taraftan insan ancak kendi­sinden daha üstün olan birisinden ilim öğrenir ve ona tabi olur. Peygamber ol­mayan bir kimse ise bir peygamberden üstün olamaz.

Başkalarının görüşüne göre ise Hz. Hızır peygamber değildi. Kimi zaman fazileti daha az olanda, kendisinden daha faziletli olanda bulunmayan özellik­ler bulunabilir. Bazı ilim adamları şöyle demiştir: Hz. Hızır'ın peygamber oldu­ğunu söylemek caiz değildir. Çünkü vahid haberlerle birisinin peygamberliğini tespit etmek caiz değildir. Akaid kitaplarında tahkik sonucu varılan netice bu­dur. "Ben bunları kendiliğimden yapmadım." buyruğu ile anlatılmak istenen ise vahiy değil, ilhamdır.

2- Şer'an mendup olan şekilde misafir ağırlamayı terk etmek, örfün de ak­lın da şeriatin de çirkin gördüğü bir iştir. Misafir ağırlamak, aç olan bir kimse­nin açlığından dolayı ölüme maruz kalması halinde vacip bir iş olur. Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın helak olacak noktaya erişmemiş olsa bile Hz. Musa'nın kızgınlı­ğını haklı çıkartacak derecede acıkmış olmaları ihtimal dahilindedir.

3- Yüce Allah'ın: "Ora halkından yiyecek istediler" buyruğu bir kimsenin yiyecek istemesinin caiz olduğunu, acıkan bir kimsenin açlığını giderecek ka­dar bir şeyi istemesinin vacip olduğunu göstermektedir. Burada yiyecek iste­mekten maksat kendilerini misafir etmeleri talebinde bulunmaktır. Çünkü Yü­ce Allah'ın: "Onlar ise bu ikisini misafir etmek istemedi" buyruğu bunu ifade et­mektedir. İşte bundan dolayı kasaba halkı yerilmeyi ve kınanıp cimrilikle nite­lendirilmeyi hak etmiş oldular. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.) onları böy­le nitelendirmiştir. Katâde bu ayet-i kerime hakkında şunları söylemektedir: En kötü kasaba; misafiri ağırlamayan, yolcunun hakkını ifa etmeyendir. İşte bundan da anlaşıldığına göre o kasaba halkının bunları misafir olarak ağırlamaları vacip idi. Hz. Hızır ve Hz. Musa da kendilerinin hakkı olan bir hususun yerine getirilmesini istemişlerdi.

4- Duvarın doğrultulmasmın doğuracağı zarar, duvarın yıkılmasından do­layı çıkacak zarardan daha azdır. Çünkü bu duvar yıkılmış olsaydı o yetimlerin malı zayi olurdu; bunda ise büyük bir zarar söz konusudur.

Duvarın düzeltilmesi, yeniden inşa edilmesi şeklinde olmuştur. İbni Abbâs'ın Hz. Ebu Bekir'den, Ebu Bekir'in de Rasulullah'tan (s.a.) rivayetine göre Hz. Pey­gamber: "İkisi orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler." buyruğunu oku­duktan sonra şöyle buyurmuştur: "O duvarı yıktı, sonra da oturup onu yeniden inşa etti." Bu hadisin senedi sahihtir ve Kur'ân-ı Kerim'in buyruklarını tefsir sa-dedindedir. Said b. Cübeyr ise şöyle der: O, duvarı eliyle sıvazlayıp doğrulttu, du­var da dimdik oldu. Kurtubî ise sahih olan görüşün bu olduğunu ifade etmekte, bunun peygamberlerin, hatta velilerin fiiline daha çok benzediğini söylemektedir.

5- İnsanın, yıkılmasından korktuğu ve yan yatmış bir duvarın altında oturmaması gerekir. Hatta eğer böyle bir duvarın yanından geçiyorsa çabucak geçmelidir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse yan yatmış bir duvar yahut bir kaya parçasının yanından geçerse çabu­cak yürüyüversin."   Bu hadisi İbnü'1-Esîr, en-Nihaye fi'l-Garibi'l-Hadis   adlı eserinde zikretmektedir.

6- Velilerin kerametleri sabit haberler ve mütevatir ayetlerin delâleti ile sabittir. Bu kerametleri ancak inkarcı bir bid'atçı yahut haktan sapmış bir fa-sık inkâr eder. Yüce Allah'ın Hz. Meryem hakkında haber verdiği şekilde yaz aylarında kış meyvelerinin, kış aylarında da yaz meyvelerinin bulunması, ku­rumuş hurma ağacının elini değdirmekle ağacın meyva vermesi gibi hususlar buna örnek ve delildir. Hz. Meryem, peygamber değildi. Yine Hz. Hızır'ın gemi­yi delmesi, çocuğu öldürmesi, duvarı doğrultması da bu kerametlere örnekler­dendir. Tabiî, bunların keramet olması, Hz. Hızır'ın peygamber olmadığını söy­leyenlerin görüşüne göredir.

7- Veliye kendisinin veli olduğunun bildirilmesi hakkında ilim adamları­nın iki görüşü vardır:

Birinci görüşe göre bu caiz (mümkün) değildir. Bu bakımdan velinin elle­riyle meydana gelen harikulade hadiseleri dikkatle takip etmesi, onlardan çe­kinmesi ve ihtiyatla karşılaması gerekir. Çünkü o bunların kendisi için bir is-tidrac olup olmadığından emin değildir. Diğer taraftan o, kendisinin veli oldu­ğunu bilecek olsa, Allah'tan korkusu kalmaz, Allah'ın azabından emin olur. Ve­linin şartları arasında ise, melekler üzerine nazil olacakları vakte kadar kor­kusunun devam etmesi de vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların üzerine melekler: "Korkmayın, üzülmeyin..." diye inerler." (Fussilet, 41/30). Diğer taraftan veli aslında son nefesini mutlu olarak veren kimsedir. Akıbetler ise gizlidir. Herhangi bir kimse son nefesini böyle bir mutlulukla ve­rip veremeyeceğini bilemez. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.), İbni Ab-bas'tan rivayete göre: "Muhakkak ameller sonları iledir." buyurmuştur.

İkinci görüşe göre ise veli kendisinin veli olduğunu bilebilir. Zira bir baş­kasının, o kişinin Allah'ın veli kulu olduğunu bilmesinin mümkün olduğunda görüş ayrılığı yoktur. O bakımdan kendisinin de bunu bilmesi mümkündür. Ra-sulullah (s.a.) da ashab-ı kiramından cennet ile müjdelenmiş on kişinin haline dair haber vermiş; onların cennet ehlinden olduklarını bildirmiştir. Bu müjde onların korkularının ortadan kalkmasına sebep olmamıştır. Aksine onlar Yüce Allah'ı daha da tazim ediyorlardı, O'ndan daha çok korkuyorlardı. Başkaları da bu durumda onlara benzer.

8- Kendisi ve çoluk çocuğunun başkasına el açmasını önleyecek şekilde ve­linin malı mülkü olmasının olumsuz bir yanı yoktur. Bu konuda ashab-ı kiram ve onların mal sahibi olmaları bize yeter bir delildir. Onlar bu zenginliğin ya­nında hem veli idiler, hem de üstün bir fazilete sahiptiler.

Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği: "Sizler mal mülk edinmeyiniz, o takdirde dünyaya meyledersiniz." hadis-i şerifine gelince: Bu hadis-i şerif, dün­ya malını daha da çoğaltmak yahut refahını artırmak, dünya süsü ile faydalan­mak maksadıyla edinmiş kimseler hakkında kabul edilir. Dinini ve geçindir­mekle yükümlü olduğu kimseleri korumak için mal mülk edinmek en faziletli amellerdendir. Hz. Peygamber de, Ahmed ve İbni Menî'nin Amr b. el-Âs'tan ri­vayetlerine göre şöyle buyurmuştur: "iyi mal, salih kişiye ne güzel de yakışır!"

9- Geminin delinmesi ve kusurlu hale getirilmesi bu geminin onunla ge­çimlerini sağlayan yoksul, ihtiyaç sahiplerinin (miskinlerin) elinde kalmasını sağlamak ve meliki eline geçmesini önlemek içindi. İmam Şafiî bu ayet-i keri­meyi delil göstererek fakirin darlık, sıkıntı ve ihtiyaç bakımından miskinden daha ileri derecede olduğunu söylemiştir. Çünkü Yüce Allah böyle bir gemiye sahip olmalarına rağmen onları miskin olarak adlandırmıştır.

10- Küçük çocuğun öldürülmesi küfrü sebebiyle olmuş, böylece anne baba­sının ondan etkilenmesinin, çocuklarına karşı duydukları fıtrî sevgileri dolayı­sıyla küfre meyletmelerinin önüne geçilmek istenmişti. Yüce Allah anne baba­sına ondan daha hayırlı ve daha temiz bir evlat vermişti.

11- Ataların salâhı yedinci kuşağa kadar çocuklara fayda sağlar. Çünkü burada sözü geçen iki küçük çocuğun babaları -Cafer b. Muhammed'in dediği gibi- yedinci kuşak ataları idi. Şanı Yüce Allah'ın salih bir kimse sebebiyle zür-riyetinden yedi kuşağına kadar kimseleri koruyacağı rivayet edilmiştir. İşte Yüce Allah'ın: "Şüphesiz benim velim, o Kitabı indiren Allah'tır ve O salih kul­ları veli edinir." (A'râf, 7/196) ayeti de bunu göstermektedir.

12- "Ben bunları kendiliğimden yapmadım." ifadesi Hz. Hızır'ın peygam­ber olmasını gerektirmektedir. Bir ilim adamı topluluğu onun peygamber olma­dığını söylemiştir. Daha sahih olan görüş de budur. Hz. Hızır'ın adı da şöyledir: İlyâ b. Melkân b. Kâliğ b. Şâlih b. Ef-fahşed b. Sâm b. Nûh. Künyesi ise Ebu'l-Abbas'tır. Babası bir hükümdardı. Annesi ise bir süvari kızı idi, adı Elma idi. Onu bir mağarada doğurmuştu.

Cumhurun kanaatine göre Hz. Hızır vefat etmiştir. Çünkü Rasulullah  (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Siz bu geceyi görüyor musunuz? Bu geceden itibaren yüz yılın tamamına kadar bu gün yeryüzünde bulunanlardan hiç bir kimse ha­yatta kalmayacaktır." [79] Hızır'ın hayat pınarından içtiğini ve beyti haccetmek­te olduğunu söyleyenler bulunmakla birlikte bunların dinî bir kesinliği yoktur.

Denildiğine göre, Hz. Hızır Hz. Musa'dan ayrılmak isteyince Hz. Musa ona: "Bana tavsiyede bulun" demiş, o da şunu söylemiştir: "Çokça tebessüm et, fakat çok gülen birisi olma. Tartışmayı terk et, ihtiyacın olmayan bir işe koyul­ma, hata işleyenleri hataları dolayısıyla ayıplama ve ey İmran'm oğlu, günahın dolayısıyla ağla!"

13- Şer'î hükümler ancak vahiy ile yahut peygamberlerin rüyası ile sabit olur. Velilerin kalbine ilham ile kalplerine doğan düşüncelerle -kalpleri bulanık olmadığından ve kalplerinde Allah'tan başkasının yeri olmadığından dolayı-şer'î hükümlerin sabit olacağını kabul eden görüş, doğru bir görüş değildir. Bu iddiaları kabul edenlere göre bu şekilde ilâhî ilimler ve rabbani hakikatler on­lara tecelli eder; böylelikle onlar kâinattaki sırlara vakıf olur ve cüz'iyata dair hükümleri bilirler. Bildikleri bu hükümler sebebiyle de küllî, şer'î hükümlere ihtiyaçları kalmaz; tıpkı Hz. Hızır'ın durumunda olduğu gibi. O da kendisine tecelli eden ilimler ile Hz. Musa'nın sahip oHuğu anlayışlara muhtaç olmamış­tır. Bu iddialarda bulunanlar Buhârî'nin Tarin 'inde rivayet ettiği şu hadisi de delil gösterirler: "Müftüler sana fetva verseler dahi, sen kendi nefsinden fetva iste." İbni Abbâs el-Mâlikî şöyle der: Bu iddialar zındıklıktır, küfürdür. Bu id­dialarda bulunanlar öldürülür ve tevbe etmeleri dahi istenmez. Çünkü bu iddi­alarda bulunmak kesin olarak bilinen şer'î hükümleri inkâr etmektir. Yüce Al­lah'ın hükümleri ancak kendisiyle yaratıkları arasında elçilik görevi yapan ra-suller vasıtasıyla bilinebilir. İşte Yüce Allah'ın mesajlarını ve sözlerini tebliğ edenler, Onun şeriatini ve hükümlerini açıklayanlar onlardır. Allah, peygam­berlerini bu iş için seçmiş ve görevlendirmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Allah meleklerden ve insanlardan Rasuller seçer. Muhakkak Al­lah her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Hacc, 22/75). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Allah peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir." (En'am, 6/124); "İnsanlar tek bir ümmetti. Bunun üzerine Allah peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere gönderdi..." (Bakara, 2/213) v.d.

Kurtubî şöyle demiştir: Özetle söyleyecek olursak kesin olarak bilinen, sele­fin ve halefin icma ile kabul ettiği husus şudur: Yüce Allah'ın emir ve yasakları ile alâkalı hükümlerini bilmenin tek yolu, ancak peygamberler aracılığı ile gelen haberlerdir. Bu hükümlerin hiç birisini başka bir yolla bilmeye imkân yoktur. Her kim peygamberin dışında peygamberlere ihtiyaç bırakmayacak şekilde Al­lah'ın emir ve yasaklarının kendisi ile bilinebildiği bir başka yol olduğunu söylerse şüphesiz ki, o kâfirdir. Öldürülür, tevbe etmesi de istenmez. Bu konuda ona bir şeyler sorup ondan cevap istemeye de gerek yoktur. Diğer taraftan bu iddia son peygamberimizden sonra bir takım peygamberlerin var olduğunu da ileri sürmek manasına gelir. Halbuki Yüce Allah onu peygamberlerinin de rasullerinin de so­nuncusu kılmıştır. Ondan sonra bir peygamber ve bir rasul olmayacaktır.

Bunu şöylece açıklayalım: Her kim kalbinden bu hususlara dair bilgi aldı­ğını, ve kalbine doğanın yüce Allah'ın hükmü olduğunu söyleyip o hüküm gere­ğince amel eder ve bunun dışında Kitab'a ve Sünnet'e ihtiyacım yoktur! diye­cek olursa, kendisinin peygamber olduğunu iddia etmiş olur. Şüphesiz ki böyle bir kimse Rasülullah (s.a.)'ın: "Ruhu'l-Kudüs benim kalbime şunu üfledi" sözü­nü andıran bir iddiada bulunmuş demektir. [80]

14- Bu kıssanın oldukça yüksek edebî faydaları vardır. Özetle şöyle sırala­yabiliriz: Kişi alçakgönüllü olmalı; ilmine aldanıp kendisini beğenmemeli, sö­züne sadık kalmalı; sırrını, inceliklerini bilmediği şeye itiraza kalkışmamalıdır. Peygamber (s.a.), kendisini yalanlayan, risaletini inkâr eden, kendisi ve Kitab'ı ile alay eden müşriklere cezanın indirilmesini istemekte acele davranmamalı­dır. Çünkü onlar zaten ceza görecekler, dünya ve ahirette helak edileceklerdir.

Zaman boyunca bu kıssadaki olaylar tekrarlanıp durmaktadır aslında. Her­hangi bir kimse küçük bir çocuğun ölümüne itiraz etmemelidir. Çünkü o çocuğun ölümünde anne babasına ve kendisine bir hayır olabilir. Nitekim tekrarlanıp du­ran ölüm olayları da topluma bir rahmettir. Şayet yaşı ilerlemiş kimseler ve di­ğerleri ölmeyecek olursa, yeryüzü her gün yeni doğan insanlara dar gelmeye baş­lardı. Geminin delinmesi bizlere zalimlerin, güçsüzlerin mallarına tasallutlarını hatırlatmaktadır. Duvarın yıkılıp yeniden bina edilmesi ise, yetim yahut zayıf olan bir kimse lehine güçsüz kullarına merhametli olan yüce Rabbimiz tarafın­dan, umulan bir servetin saklı tutulma şekillerinden birisidir. Ayrıca bunda kö­tülüğe iyilikle karşılık vermek de söz konusudur. Çünkü kendilerini misafir edip ağırlamayı kabul etmeyen kasaba halkına Hz. Hızır bir iyilikte bulunarak karşı­lık vermiştir. İşte peygamberlerin ve Rablerine yakın velilerin özelliği budur.

Bütün bu olaylar aslında Yüce Allah'ın yaptığı işlerdendir. Hz. Hızır ve benzerleri ise, ancak Yüce Allah'ın emrinin yerine gelmesi için insanlar arasın­daki vasıtalardan ibarettirler. [81]

 

Zülkarneyn İle Ye'cüc Ve Me'cüc'ün Kıssası

 

83- Sana bir de Zülkarneyn'i soruyorlar. "Size onun haberinden anlatacağım." de.

84-  Doğrusu biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş ve ona her şeyin yolu­nu öğretmiştik.

85- O da bir yol tuttu;

86- Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü. Yanında da bir kavme rastladı. "Ey Zülkarneyn! İstersen onla­ra azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin." demiştik.

87-  Dedi ki: "Kim zulmederse ona azap edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür ve onu Rabbi görülmemiş bir azaba uğratır.

88-  Fakat kim de iman eder ve salih ameller işlerse ona mükâfat olarak en güzel mükafat vardır. Ona emrimizden kolayını da söyleyeceğiz.

89- Sonra bir başka yol tuttu.

90-  Nihayet güneşin doğduğu yere ulaş­tığında, onun, güneşe karşı kendilerine hiç bir örtü yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü.

91-  İşte böyle... Onun yaptıklarının hep­sini baştan başa biliyorduk biz.

92- Sonra diğer bir yol tuttu.

93- En sonunda iki dağın arasına varın­ca önlerinde hemen hemen hiç bir söz anlamayan bir kavme rastladı.

94- Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cüc bu ülkede doğrusu bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için sana bir vergi verelim mir'

95-  Dedi ki: "Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır. Bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir duvar yapayım."

96- "Bana demir kütleleri getirin." Nihayet iki dağın arasını doldurunca "Körükle-yin!" dedi. Nihayet onu bir ateş haline getirince: "Bana erimiş bakır getirin de üze­rine dökeyim" dedi.

97- Onlar artık onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler.

98-  Dedi ki: "Bu Rabbinıin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabbimin verdiği söz gerçektir."

99-  O gün biz onları bırakırız da dalgalar halinde birbirlerine girerler. Derken Sûr'a üflenince hepsini bir araya toplarız.

 

Belagat:

 

"Güneşin doğduğu yer" ile "battığı yer" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.

"Nihayet onu bir ateş haline getirince" buyruğunda beliğ bir teşbih vardır. Yani ısısı ve kızıllığıyla onu ateşe benzer hale getirince, demektir. Benzetme edatı ve benzetme yönü hazf edilmiştir.

"Dalgalar halinde birbirlerine girerler" buyruğunda fijlde tebaî istiare vardır. Onların çokluğu ve iç içe girmeleri, ardı arkasına dalgalan gelen bir de­nize benzetilmiştir.

"Kim zulmederse ona azap edeceğiz" buyruğu ile "Fakat kim de iman eder ve salih amel işlerse ona mükâfat olarak el-Hüsna vardır." buyrukları arasında mukabele sanatı vardır. [82]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sana" Yahudiler veya Mekke müşrikleri "bir de Zülkarneyn'i soruyorlar." Doğru olan görüş bunun, dünyaya hükmetmiş başka bir salih kimse olduğudur. Ona Zülkarneyn denmesinin sebebi doğudan batıya kadar yeryüzünün iki tara­fını (boynuz anlamına gelen iki karn'ını) dolaştığından bu adı almış olabilir. Bir diğer görüşe göre onun iki karnı yani iki saç örüğü vardı. Bir başka görüşe göre ise onun tacının iki boynuzu vardı. Kahramanlığı dolayısıyla bu lakabın verilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Mümin ve salih bir kimse olduğu itti­fakla kabul edilmekle birlikte, daha sahih kabul edilen görüşe göre peygamber değildir.

"Size onun haberinden" halinden "anlatacağım" söz edeceğim. Bu açıkla­malar Kur'an-ı Kerim'den bölümlerdir. Denildiğine göre dünyaya müminlerden iki kişi, Süleyman ile Zülkarneyn; kâfirlerden de iki kişi, Nemrud ile Buhtun-nassar hakim olmuşlardır.

"Doğrusu biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş,..." orada kolaylık­la yolculuk etme imkânını ve dilediği tasarrufta bulunma gücünü vermiş, "ve ona her şeyin yolunu" maksadına kendisini ulaştıracak bilgi, kudret yahut ira­de gibi gerek duyacağı bütün yolları "öğretmiştik."

"O da bir yol tuttu." Batıya doğru bir yol izledi. Yani batıya ulaşmak iste­di, bundan dolayı da kendisini batıya götürecek bir yol takip etti.

"Güneşin battığı yere" yani güneşin batış yerine "vardığı zaman onu kara çamurlu bir pınarda" yani su dibinde çöken kara bir çamurda "batıyor gördü". Böyle bir kara çamurlu pınarda batışı ise çıplak gözün görmesine göredir. Yok­sa güneş bilindiği gibi dünyadan daha büyüktür. "Yanında da", kara çamurlu pınar yakınında "bir kavme" kâfir bir topluluğa "rastladı."

"Ey Zülkarneyn!" Biz ona, onları azaplandırmak veya imana çağırmak yollarından birisini izlemesini ilham ettik. "İstersen onlara" kâfir oldukları için onları öldürmek suretiyle "azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabi­lirsin. " Yani onları irşad etmek, şer'î hükümleri öğretmek suretiyle iyi bir yol da tutabilirsin "demiştik". Bir görüşe göre ise onları öldürmekle esir almak arasında muhayyer kılınmıştı.

"Dedi ki:" Zülkarneyn onları davet yolunu seçerek şöyle dedi: "Kim" şirk ve küfür üzere ısrar etmek suretiyle "zulmederse ona görülmedik bir azap ede­ceğiz. " Onu öldüreceğiz yahut oldukça ağır bir azap vereceğiz veya ona ateşle ağır bir azapta bulunacağız.

"Fakat kim de iman ederse ona" her iki cihanda "en güzel mükafat vardır." Cennet yahut da büyük sevap vardır. "Ona emrimizden kolayını da söyleyece­ğiz." Ağır gelmeyen kolay emirler vereceğiz.

"Sonra" doğuya doğru "bir başka yol tuttu."

"Nihayet güneşin doğduğu yere ulaştığında onun, güneşe karşı kendilerine hiç bir örtü yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü." Çünkü onla­rın yaşadıkları bölgeler bina yapmaya uygun değildi. Ayrıca güneş doğduğu sı­rada saklandıkları bir takım menfezleri vardı, güneş yükseldiği vakit de bun­lardan dışarı çıkarlardı.

"İşte böyle..." Yani Zülkarneyn'in açıkladığımız şekilde doğuya ve batıya ulaşmasına dair hali budur. "Onun yaptıklarının hepsini baştan başa biliyor­duk biz." Zülkarneyn'in yanında bulunan araç-gereç, asker ve buna benzer za­hiren görülen ve görülmeyen durumlarını biliyorduk. Maksat ise bunların, an­cak ilmi her şeyin inceliklerini kuşatan ve her şeyden haberdar olan Latîf ve Habîr'in kuşatacağı kadar çok olduklarını ifade etmektedir.

"Sonra diğer bir yol tuttu." Doğu ile batı arasında uzanan üçüncü bir yol izledi. Bu sefer de güneyden kuzeye doğru yol almıştı. "En sonunda iki dağın arasına varınca", yani aralarında şeddini inşa ettiği iki dağın arasına. Bunlar ise Güney Kafkasya dağları olduğunu söyleyenler vardır. Denildiğine göre bu iki dağ, Kuzey taraflarından Türklerin yurdu bitiminde, arkalarında Ye'cûc ile Me'cûc'un bulunduğu yüksekçe iki dağdır. "Önlerinde hemen hemen hiç bir söz anlamayan bir kavme rastladı." Yani ancak ağır ağır veya bir süre sonra söyle­nen sözü anlayabiliyorlardı. Veya onlar kendilerini dinleyene maksatlarını an­latamıyorlar ve meramlarını açıklayamıyorlardı. Buna sebep ise dillerindeki tutukluk idi.

"Dediler ki" Onlar tercümanları aracılığı ile dediler ki: "Ye'cûc ve Me'cüc", bu isimler iki ayrı kabilenin ve Arapça olmayan isimleridir, "bu ülkede doğrusu bozgunculuk yapıyorlar."  Yani -bize doğru geldiklerinde- bizim ülkemizde talan, haksızlık ve tahripte bulunmak suretiyle bozgunculuk yapıyorlar. Denildi­ğine göre bunlar bahar vaktinde çıkıp gelirler, yemedik yeşil hiç bir şey bırak­mazlardı. Kuru namına ne varsa da mutlaka alır götürürlerdi. Bunların insan yedikleri de söylenmiştir.

"Bizimle onların arasına bir sed" yani bize ulaşmalarını önleyecek bir en­gel "yapman için sana bir vergi verelim mi?" Mallarımızdan sana karşılıksız olarak bir miktar verelim mi? Bu kelime (harç, yani vergi) haraç şeklinde de okunmuştur; haraç ise ödenmesi gereken meblağ demektir.

"Rabbimin bana verdikleri" mal ve başka şeyler "daha hayırlıdır." Sizin bana vereceğiniz maldan daha hayırlıdır; o bakımdan benim ona ihtiyacım yok­tur. Ben sizden herhangi bir bedel almaksızın bu şeddi yapacağım. "Bana gücü­nüzle yardım edin." Yani maksadımı gerçekleştirme imkânını verecek şekilde araç-gereç ve sizden isteyeceğim insan gücünü bana getiriniz. "Sağlam bir du­var" sapasağlam bir engel. Bu ise şedden daha büyük ve daha sağlam bir bina anlamındadır.[83]

"Demir kütleleri" demir parçaları; bunlar kendisi ile bina yapılan büyük parçalardır. O bu parçalarla şeddi yaptı, bunlar arasında da odun ve kömür koydu. "Nihayet iki dağın arasını doldurunca", yani her iki dağ arasındaki ya­pıyı dağa eşit yüksekliğe getirince, işçilere "körükleyin" dedi. Onlar da körükle-diler. "Nihayet onu", yani demiri "bir ateş haline", yanması ve alevi itibariyle ateşe benzer bir hale "getirince, bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim, dedi." O eritilmiş bakırı kızdırılmış demirin üzerine döktü ve birbirine yapışa­rak demirin arasındaki boşluklar da kapanmış oldu. Böylelikle sapasağlam tek parça bir dağ haline geldi.

"Onlar" yani Ye'cûc ile Me'cûc "onu ne aşabildiler", oldukça yüksek ve kay­gan olduğundan dolayı üstüne çıkamadılar "ne de delip geçebildiler." Yani sağ­lam ve kalın olduğundan dolayı delemediler.

"Dedi ki: Bu" Zülkarneyn şöyle dedi: Bu sed "Rabbimin bir rahmetidir." Rahmetinin bir tecellisi yahut kullarına bir nimetidir. Çünkü bu sed düşman­ların çıkmalarına engeldir. "Rabbimin vaadi" kıyametin kopacağına dair vakti yahut da Ye'cûc ile Me'cûc'un şeddin gerisinden çıkacakları vakte dair vaadi "gelince onu yerle bir eder." Yani yer ile dümdüz edilmiş bir hale getirir. "Rab­bimin verdiği söz gerçektir." Yani Rabbimin onların çıkışları ile ilgili olsun di­ğer hususlara dair olsun verdiği sözler kaçınılmaz olarak mutlaka gerçekleşe­cektir.

"O gün biz onları bırakırız da" Onlar zamiri Ye'cûc ile Me'cûc'a aittir. "dalgalar halinde birbirlerine girerler." Yani şeddin arkasından çıkacakları va­kit Ye'cûc ile Me'cûc birbirlerinin içine dalgalar gibi karışırlar. Çoklukları dola­yısıyla ülkelerdeki sıkışık bir halde birbirlerinin içine girerler, "...derken Sûr'a üflenince", yani kıyametin kopması yahut öldükten sonra diriliş için "Sûr" adı verilen boynuza üfürülünce "hepsini bir araya toplarız." Yani bütün insanları kıyamet gününde hesap ve ceza için tek bir yerde bir araya getiririz. [84]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ashâb-ı Kehf kıssasının nüzul sebebini açıklarken Yahudilerin müşriklere Rasulullah (s.a.)'a Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn ile ruha dair soru sormalarını tavsiye ettiklerini açıklamıştık. Meşhur olan görüşe göre soruyu soranlar Ku-reyşlilerdir.

İşte bu, bu surede sözü geçen kıssaların dördüncüsüdür. Bu kıssa, Ashâb-ı Kehf kıssası, iki bahçe kıssası ise Hz. Adem'e meleklerin secde etmeleri emri ile İblis'in bunu kabul etmeyişinden sonra söz konusu edilmektedir. [85]

 

Açıklama

 

"Sana Zülkarneyn i sorarlar. Size onun haberinden anlatacağım, de." Ey Muhammed! Yahudilerle Kureyşliler sana Zülkarneyn'in durumuna dair ha­berleri, seni denemek ve zorda bırakmak maksadıyla soruyorlar. Sen de onlara de ki: Ben size ona dair Kur'ân-ı Kerim'de sözü geçecek şekilde, bana Rabbim-den indirilen metluv (okunması ibadet olan) vahiy yoluyla haber vereceğim.

Bundan önce Mekke kâfirlerinin Kitap Ehli'ne bazı kimseleri göndererek, onlardan Peygamber (s.a.)'i kendileri ile sınayıp deneyecekleri hususlara dair bilgi vermelerini istediklerini, Yahudilerin de buna karşılık onlara şunu tavsi­ye ettiklerini görmüştük: Siz ona yeryüzünde çokça dolaşmış bir adam ile ne yaptıkları bilinmeyen bir takım gençler ve ruh hakkında soru sorunuz. Bunun üzerine Kehf suresi nazil oldu.

Zülkarneyn, dünyayı yaklaşık olarak M.Ö. 330 yıllarında hakimiyeti altı­na alan İskenderiye şehrinin kurucusu Makedonyalı Filip'in oğlu İskender ile karıştırılmıştır. Bu aynı zamanda birinci öğretmen (Muallim-i evvel) olarak bi­linen Aristo'nun da öğrencisidir. Bu İskender İranlılara karşı savaşmış, Dâ-râ'nm mülkünü istilâ etmiş ve onun kızıyla evlenmiş; daha sonra oradan Hin­distan'a gidip savaşmış sonra da Mısır'a hakim olmuştu. Ona Zülkarneyn adı­nın veriliş sebebi, güneşin doğduğu yer ile güneşin battığı yere kadar ulaşmış olmasıdır. Böylelikle doğu ve batıdaki ülkelerin büyük bir bölümünü eline ge­çirmişti. Şevkânî şöyle der: "Ancak Zülkarneyn'in sözü geçen İskender olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu İskender hem kâfirdi, hem de Aristo'nun öğren­cisi idi. Daha tercihe değer görüşe göre ise bu Zülkarneyn, Allah'ın kendisine geniş bir ülkenin hükümdarlığını verdiği salih bir kuldur. İşte Kur'an-ı Ke-rim'in şu buyruğu da buna işaret etmektedir: "Doğrusu biz ona yeryüzünde bü­yük bir iktidar vermiş ve ona her şeyin yolunu öğretmiştik." Biz ona büyük bir hükümdarlık alanı vermiştik. Sonra asker, silah ve ilim gibi şeylerle iktidarını pekiştirmiştik. Ülkenin her bir tarafına ulaşabilecek şekilde tasarrufta bulun­ma gücünü vermiş, dilediği yerde, dilediği şekilde nüfuzunu yaygınlaştırmak ve egemenliğini kurmak imkânını verecek türlü araç, sebep ve yollan ona ha­zırlamıştık. O da doğusundan batısına kadar tümüyle yeryüzünü hakimiyeti altına almış, her bir iklim ve ülke ona itaat etmiş, Arapların da Arap olmayan­ların da kralları ona boyun eğmişti.

Yüce Allah'ın: "Ve ona her şeyin yolunu öğretmiştik" buyruğunun anlamı da şudur: Biz ona, kendisini isteğine ulaştırabilecek her türlü yolu kullanma imkânını vermiştik. Sözü geçen bu yollar ise şunlardır:

1- "O da bir yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü." Yani o kendisini maksadına ulaştıracak yollardan bir yol izledi. Nihayet batı tarafındaki ülkeler olan Tunus, Cezayir ve Merakeş (Fas) gibi ötesinde karanlıklar denizi veya Atlas Okyanusu diye bili­nen Okyanusun dışında hiç bir şeyin bulunmadığı, yeryüzünün batı tarafının son noktalarına varınca, orada güneşin çamuru oldukça fazla, yani siyah ça­muru bol bir pınarda battığını gördü. Bu ise kumlara ve kara çamurlara karış­mış okyanus sahili üzerinde güneş kursunun batımı esnasında görünen bir manzaradır.

Râzî şöyle der: Yeryüzünün küre şeklinde, semanın da onu kuşatmış oldu­ğu delil ile sabittir. Güneşin felek üzerinde (yörüngede) olduğunda da şüphe yoktur. Aynı şekilde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yanında da bir kavme rastladı." Bilindiği gibi güneşin yakınlarında bir kavmin bulunması söz konusu değildir. Aynı şekilde güneş yeryüzünden defalarca daha büyüktür. O halde yeryüzünün pınarlarından bir pınar içerisine güneşin girmesini aklen nasıl ka­bul edebiliriz? Bu husus bu şekilde sabit olduğuna göre Yüce Allah'ın: "Onu ka­ra çamurlu bir pınarda batıyor gördü" buyruğunun tevili şudur: Zülkarneyn güneşin batı tarafında böyle bir yerde battığını gördüğü yere ulaşıp da artık bundan sonra mamur herhangi bir yerin kalmadığı noktaya geldiğinde, güneşi adeta sakin ve kapkaranlık bir pınar içerisinde batıyor gibi gördü. Gerçekte böyle olmasa dahi ona böyle göründü. Nitekim denizde yolculuk yapan bir kim­se eğer sahili görmüyor ise güneşi suda batıyor gibi görür. Hakikatte ise güneş denizin ötesinde batmaktadır. Ebu Ali el-Cübbâî'nin Tefsir' inde sözünü ettiği tevil şekli budur.[86] Daha sonra Râzî kabul edilme ihtimali oldukça uzak başka bir takım tevillerden de söz eder.

"Yanında da bir kavme rastladı. Ey Zülkarneyn! İstersen onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin, dedik." O çamurlu pınarın yanın­da batının en uzak taraflarında Ademoğullarmdan kâfir bir kavim ve büyük bir topluluk gördü. İlham yoluyla biz ona şöyle dedik: Sen bunlara şu iki hu­sustan birisini yapmakta muhayyersin: Küfür üzere ısrar ettikleri takdirde on­ları öldürmek suretiyle onlara azap etmek yahut da onlara iyilikte bulunup bu hallerine, onları hakka, hidayete ve doğruluğa davet ederek şeriati ve hüküm­lerini öğreterek sabretmek.

"Dedi ki: Kim zulmederse ona azap edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür ve Rabbi onu görülmemiş bir azaba uğratır." Yani Zülkarneyn yakınlarından biri­sine şöyle dedi: Şirk üzere ısrar etmek suretiyle kendisine zulmedip benim da­vetimi kabul etmeyen kimseye biz dünya hayatında öldürmek suretiyle azap edeceğiz. Sonra o ahirette Rabbine döndürülecektir. Rabbi de onu cehennem ateşinde oldukça ağır ve görülmedik bir azap ile azaplandıracaktır.

"Fakat kim de iman eder ve salih amel işlerse ona mükâfat olarak el-Hüs-na vardır. Ona emrimizden kolayını da söyleyeceğiz." Yani Allah'a ve O'nun vahdaniyetine iman edip de benim davetimi kabul eden, imanın gereği olan sa­lih amelleri işleyen kimsenin mükâfatı cennet olacaktır. Biz ondan, ağır ve zor gelmeyen kolay bir iş de isteyeceğiz ki, Allah'ın dinine girmek arzusuna sahip olsun; Allah'ın emrettiği şeyler olan namaz, oruç, zekât, hac ve buna benzer emirleri yerine getirmeyi sevsin. O bakımdan biz böylesine zor ve ağır bir emir vermeyeceğiz. Ona kolay ve ağır gelmeyen işler buyuracağız.

2- "Sonra bir başka yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaştığında onun, güneşe karşı kendilerine hiç bir örtü yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü."  Daha sonra güneşin batış yerinden doğduğu yere yönele­rek bir başka yol izledi. Nihayet yeryüzünde güneşin ilk olarak üzerine doğdu­ğu yere ulaşınca güneşin çıplak ayaklı, elbisesiz, güneş sıcağından kendilerini koruyacak bir şeyleri olmayan bir kavmin üzerine doğduğunu gördü. Bunların güneşe karşı kendilerini örtecek elbiseleri yoktu, bina ve ağaçları da yoktu. Bunların herhangi bir barınağı bulunmayan bir geçit içerisinde yaşayan kim­seler olduklarını gördü. Çoğunlukla da balık avlamakla geçiniyorlardı.

"İşte böyle. Onun yaptıklarının hepsini baştan başa biliyorduk biz." Zül­karneyn -bundan önce nitelendirdiğimiz şekilde- doğuya ve batıya ulaşıncaya kadar çeşitli yolları izledi; işte onun hali budur. Biz ona bu mülk ve saltanatı verdiğimiz vakit, bu hükümdarlığa ve bu işi tek başına elinde bulundurmaya muktedir olduğunu biliyorduk. Biz onun bütün hallerinden haberdardık. Onun hallerinin hiç birisi bize gizli değildi. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz yerde olsun gökte olsun hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz." (Âl-i İmran, 3/5). Yani o (Zülkarneyn), ancak gizliyi de açığı da bile­nin bildiği şekilde, nitelendirildiği gibidir.

3- "Sonra diğer bir yol tuttu. En sonunda iki dağın arasına varınca önlerin­de hemen hemen hiç bir söz anlamayan bir kavme rastladı." Yani doğudan ku­zeye doğru yönelerek doğu ile batı arasında yer alan üçüncü bir yol izledi. Niha­yet Güney Kafkasya'da iki dağ arasına ulaşınca bu dağların ötesinde başkaları­nın sözünü hemen hemen hiç anlayamayan bir insan topluluğuna rastladı. Bu­nun sebebi, dillerinin farklı oluşudur.

Sözü geçen bu kavmin Karadeniz'in doğu taraflarında yerleşmiş bulunan eski İskitler olduğu bunların Bâbü'l-Ebvâb (Kapılar Kapısı) veya Derbent diye bilinen Kafkas dağlarında, iki dağ arasında, aşılması oldukça güç bir şeddin (dağın) üst taraflarında yaşadığı da söylenmiştir.

"Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Ye'cûc ve Me'cûc doğrusu bu ülkede bozguncu­luk yapıyorlar." İki dağ arasında yaşayanlar, -ki Zülkarneyn Yüce Allah'ın kendisine bağışlamış olduğu sebeplerin kolaylaştırılması sayesinde yahut ter­cüman aracılığı ile onların ne demek istediklerini anlamıştı- şöyle dediler: Şüp­hesiz Ye'cûc ve Me'cûc -iki ayrı kavim- bizim topraklarımızda insan öldürmek, binaları tahrip etmek, zulüm, baskı vs. yollarıyla bozgunculuk çıkartmaktadır­lar. "Bizimle onlar arasına bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi?" Bi­zimle onlar arasında onların bize ulaşmalarını engelleyecek şekilde bir engel inşa etmen için sana mallarımızdan belli bir miktar yahut bir vergi vermemizi uygun bulur musun?

"Dedi ki: Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır. Bana gücünüzle yar­dım edin de sizinle onların arasına sağlam bir duvar yapayım." Zülkarneyn şöyle dedi: Rabbimin bana verdiği imkânlar, bana ihsan etmiş olduğu güç, kud­ret ve pek çok mal sizin vereceğiniz vergiden ve aranızda toplayacağınız mal­lardan daha hayırlıdır. Nitekim Hz. Süleyman da şöyle demişti: "Siz bana ma­lınız ile mi yardım ediyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha hayırlıdır." (Nemi, 27/36).

Fakat sizler bana gücünüzle yardımcı olunuz. Bu konuda işçilerin çalışma­sı ile ve yapı araçlarıyla bana yardım ediniz; ben de sizinle onlar arasına ol­dukça sağlam bir sed ve aşılması zor bir engel yapayım. Daha sonra Zülkar­neyn güçle yardım etmekten kastın ne olduğunu şu sözleriyle açıklamaktadır: "Bana demir kütleleri getirin. Nihayet iki dağın arasını doldurunca, Körükle-yin, dedi. Nihayet onu bir ateş haline getirdi ve, Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim, dedi." Bu demir parçalarını temelden itibaren üst üste yer­leştirdi. Nihayet yaptığı bu inşaat uzunluk ve en itibariyle dağların tepeleriyle aynı hizaya ulaşınca körüklerle bu demir yığınlarını kor haline dönüştürdü ve erimiş bakırı kızdırılmış demir yığınının üzerine döktürdü. Böylece hepsi birbi­rine bitişik tek bir kütle ve sapasağlam bir dağ haline geldi, demirlerin arasın­daki boşluklar da kapatılmış oldu.

"Onlar artık onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler." Bundan sonra Ye'cûc ile Me'cûc, oldukça yüksek ve kaygan olduğu için şeddin üzerine çıkama­dılar. Kalın ve sağlam olduğundan dolayı delip geçemediler. Böylelikle Allah onlara komşu olan kavimleri fesat ve kötülüklerinden rahatlatmış oldu.

Zülkarneyn oldukça sağlam ve aşılmaz olan bu şeddi bina ettikten sonra: "Dedi ki: Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabbimin verdiği söz gerçektir." Bu sed Rabbimin bu kavme yahut da in­sanlara olan rahmetinin tecellilerinden birisi ve nimetlerden bir nimettir. Çün­kü bu sed Ye'cûc ve Me'cûc ile onların yeryüzünde fesat çıkarmaları arasına bir engeldir. Şeddin arkasından çıkışlarına dair Rabbimin tayin ettiği vade geldi­ğinde Rabbim o şeddi dümdüz eder, yıkıverir; yere yapışık düz bir satıh haline getirir. Zaten benim Rabbimin onu tahrip etmeye, Ye'cûc ve Me'cûc'un çıkışma ve genel olarak Rabbimin her bir hususa dair vaadi değişmez bir haktır. Asla gecikmez, mutlaka gerçekleşir.

İmam Ahmed, Buharî ve Müslim, Peygamber (s.a.)'in hanımı Cahş kızı Zeynep'ten şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.) yüzü kızar­mış olduğu halde uykusundan şöyle diyerek uyandı: "Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Oldukça yaklaşmış bir kötülükten dolayı vay Arapların haline! Bu gün Ye'cûc ile Me'cûc şeddinden şunun gibi bir gedik açıldı" dedi ve parmakla­rını halka yaptı. "Ey Allah'ın Rasulü! Salihler aramızda olduğu halde helak edilir miyiz?" dedim, Şöyle dedi: "Evet, kötülük artacak olursa."

İşte bu halka gittikçe genişledi ve nihayet H. VII. asrın ortalarında Moğol­ların ortaya çıkıp İslâm topraklarını kasıp kavurmalarıyla İslâm halifeliğinin tahtını yıkmak ve Bağdat'ta 656 yılında bu halifeliği sona erdirmek suretiyle daha da genişlemiş oldu. Nitekim Kur'ân-ı Kerim bunu şu buyruklarıyla anlat­maktadır: "O gün biz onları bırakırız da dalgalar halinde birbirlerine girerler. Derken Sûr'a üflenince hepsini bir araya toplarız." Yani biz Ye'cûc ile Me'cûc'un çıktıkları günü insanları biribirine karışık, biribirleriyle iç içe olacak şekilde bıraktık. Böylelikle öldürmeler artar, ekinler yok olur, mallar telef edi­lir. Yüce Allah'ın bir başka ayet-i kerimesinde haber verdiği gibi: "Ta ki Ye'cûc ve Me'cûc (un) şeddi açılıncaya kadar, onlar her yüksek yerden süratle gelirler" (Enbiya, 21/96). Bütün bunlar ise kıyametin kopmasından ve Sûr'a üfürülme-sinden önce, bizim için bilinmesi mümkün olmayan bir süre kadar önce olacak­tır. Başka bir takım müfessirlerin görüşüne göre de ayet-i kerimenin manası şöyledir: Bunlar kıyamet gününde, kıyamet günlerinin ilkinde, deniz dalgaları gibi biribirlerine karışır, biribirleri içerisinde çalkalanır giderler. Kurtubî ise bunu, biz Ye'cûc ile Me'cûc'u şeddi tamamlandığı sırada dalgalar halinde bir­birlerine girecek şekilde bıraktık, şeklinde açıklamayı tercih etmiştir.

Kıyametin kopacağı vakit yaklaştı mı, Sûr'a üfürülecektir. Bu da ikinci üfürüştür. İşte biz o gün insanları bedenlerinin çürüyüp toprak oluşundan son­ra diriltmek suretiyle bir araya getirip toplayacağız ve hep birlikte hesap ver­mek üzere mahşer yerine getirip hazırlayacağız. Nitekim başka bir takım ayet-i kerimelerde bu hususlar dile getirilmektedir ki, bunların bir kısmı şöyledir: "De ki: Şüphesiz öncekiler de sonrakiler de bilinen bir günün tayin edilmiş bir vaktinde toplanmış olacaklardır." (Vakıa, 56/49-50); "Hiç birini bırakmaksızın toplarız onları." (Kehf, 18/47). Sûr ise sabit olan hadiste de belirtildiği üzere kendisine üflenilecek bir borudur. Onu İsrafil (a.s.) üfleyecektir. [87]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delil gösterilir:

1- Zülkarneyn dünyaya egemen olan ve dünyadaki insanları egemenliği altına alan mümin hükümdarlardan birisidir. Allah ona oldukça geniş bir hü­kümdarlık verdiği gibi hikmet, heybet ve faydalı bilgi de vermişti. Bizler bu ki­şinin kimliğini kesin olarak belirleyemeyiz. Ancak Kur'ân-ı Kerimin bize an­lattığı kadarına iman ederiz.

Rivayet edildiğine göre bütün dünyaya egemen olan kişiler dörttür. Bunla­rın ikisi mümin ikisi kâfirdir. Mümin olanlar Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman ile Zülkarneyn; kafir olanlar ise Nemrud ve Buhtunassar'dır. İbni İshak şöyle der: Zülkarneyn ile ilgili bilgilerden birisi de şudur: Başkasına verilmemiş olan şeyler ona verilmişti. Yollar onun önünde alabildiğine uzanmıştı. O da sonunda dünyanın doğusuna da batısına da gitmişti. Ayağını nereye bastıysa mutlaka oranın halkını egemenliği altına aldı. Nihayet doğuda da batıda da ötesinde hiç bir insan bulunmayan yerlere kadar ulaştı.

2- Yüce Allah Zülkarneyn için kendisini maksadına ulaştıracak bütün se­bepleri hazırlamıştı. Onun başından geçmiş üç olayı bize bildirmektedir. Bun­lar dünyanın batısında, doğusunda ve ortalarında meydana gelmiştir. Güneşin battığı yerdeki olay şöyledir: O kâfir bir kavim ile karşılaşmış ve Yüce Allah onu iki işten birisini yapmakta muhayyer bırakmıştı. Ya küfür ve tuğyanları­nın bir cezası olmak üzere öldürmek ve onları imha etmekle azap, yahut da hakka, hidayete ve Allah'ı tevhide irşad etmek ve onları hayatta bırakmak. Zülkarneyn onlara mühlet verip Yüce Allah'a davet etme yolunu tercih etti. Aralarında zalimi zulümden alıkoyacak, adaleti uygulayacak kadar bir süre ikamet ederek onları Yüce Allah'ın yoluna davet etti.

Doğuda ise kumluk bir bölgede yaşayan ilkel bir kavim bulunurdu. Bu ül­kede herhangi bir yapı inşa etmek mümkün değildi. Ayrıca ora halkı, ne bir ağaç gölgesiyle ne de bir ev çatısı altına girmek suretiyle güneşe karşı koruna­mıyor, örtünemiyorlardı. Hasan-ı Basrî der ki: Onların arazilerinde dağ ve ağaç yoktu. Bu arazi, üzerinde yapılacak yapıları taşıyamıyordu. Güneş doğduğu va­kit suya inerler, güneş batınca sudan çıkarlardı. Hayvanların otladıkları gibi otlarlardı.

Katâde ise şöyle der: Kendileri ile güneş arasında bir örtü yoktu. Onlar herhangi bir binanın sağlamca duramadığı bir yerde yaşıyorlardı. Kendilerine has özel bir takım menfezlerde kalırlardı. Güneş kayboldu mu tekrar geçim yerlerine ve tarlalarına dönerlerdi. Yani ne bir dağın mağarası ile ne de içinde barınacakları bir ev ile güneşe karşı kendilerini saklıyamıyorlardı.

Her iki görüş de orada bir medeniyet olmadığını göstermektedir. Onlardan kimisi suya girer kimisi de böyle menfezlere girerdi. O halde el-Hasan'ın görü­şü ile Katâde'nin görüşü arasında da bir ayrılık yoktur.

Bu, balık avlayarak geçinen ilkel bir topluluğun durumuna dair tarihî bir bilgidir. Bu kavmin herhangi bir örtüsü ve barınağı yoktu. Bu ise medenî top­lumların güvenlik içerisinde ağaçların gölgeleri altında, rahat evlerde yaşama nimetine şükretmelerini gerektirmektedir.

Zülkarneyn'in doğu ile batı ve iki sed arasında kuzeye doğru yani Erme­nistan ile Azerbaycan arasında iki dağ arasındaki yolculuğuna gelince: Bu yol­culuk oldukça vahşi ve yeryüzünde fesat çıkartan bir takım kabilelerin baskın­larına maruz kalan, yenik düşürülmüş mustaz'af bir halkı kurtarmak içindi. Zülkarneyn bu mustaz'af kavme oldukça sağlam ve güçlü bir sed inşa etmişti.

Bu şeddi ile bu kavmi bu baskın dalgalarına karşı korumuş ve bu şeddin varlı­ğını devam ettirmesinin Allah'ın iradesine bağlı bir şey olduğunu bildirmiştir. İşte bu güçlü devletlerin ibret almaları gereken bir örnektir. Çünkü aslında bu güçlü devletler zayıf halkları korumakla, onların servetlerini onlardan bir şey al­maksızın muhafaza etmekle görevlidirler. Böylelikle güçlü devletler bu zayıf dev­letlerin ve toplumların daha da zayıflamasında bir pay sahibi olmasınlar; aksine bu güçsüz toplumların elinden tutarak daha ileriye götürsünler, onları gerilikten, yokluktan, kaybolmaktan koruyarak kurtarabilsinler. İşte Zülkarneyn bütün dünyaya egemen olduğu halde, o sapasağlam şeddi yapmış olmasına rağmen, o kavimlerin mallarından herhangi bir şeyi almayı kabul etmemiştir.

3- Kurtubî şöyle der: Bu ayet-i kerimede (sed ayetinde) hapishane yaparak fesatçıları orada hapsedip onların istedikleri gibi tasarrufta bulunmalarını en­gellemeye, onları kendi halleriyle başbaşa bırakmamaya, aksine böylelerinin acıtılacak şekilde dövüleceklerine, hapsedileceklerine yahut da Hz. Ömer'in de yaptığı gibi kefalet altında serbest bırakılacaklarına dair bir delil vardır.[88]

4- Salâh ve ihlâs sahibi olan kimseler, Allah'ın rızası için bir takım işleri bitirmeye özel olarak gayret ederler. Bunun karşılığında insanlardan dünyevî herhangi bir karşılık yahut bedel beklemezler. Yüce Allah'ın kendisini destek­lediği kişi olan Zülkarneyn şöyle demişti: "Rabbimin bana verdikleri daha ha­yırlıdır. " Yani Yüce Allah'ın bana vermiş olduğu güç, imkân ve egemenlik sizin vereceğiniz vergilerden ve mallarınızdan hayırlıdır. Fakat bedenî güçle bana yardımcı olunuz. Yani kendileri aracılığıyla şeddi yapacağım araç-gereç ve be­denî çalışma ile bana yardımcı olunuz. Bu ise işte başarı elde etmenin başlan­gıcıdır. Eğer o kavim ona bir vergi vermiş olsaydı, kimse ona yardımcı olmazdı

ve inşaatı ya'fnız /tencfisı yapsın c/ı'ye yanma yaAfaşmazfarcfi. O' Aavnı/n ona yardımcı olmaları, yapılmak istenen işin daha çabuk bitirilmesini ve daha hızlı bir şekilde sonuçlandırılmasını sağlamıştır.

5- Aynı şekilde: "Rabbimin bana verdikleri daha hayırlıdır" ayet-i kerime­si şunu da göstermektedir: Yönetici veya hükümdarın görevlerinden birisi de ülkeyi korumak, sınırlarını emniyet altına almak suretiyle insanların güvenli­ğini sağlamak zorundadır. Devlet başkanı, bunu aşağıdaki şu üç şart içerisinde halktan toplayacağı parayla yapabilir:

a) Herhangi bir şeyi onlardan esirgeyerek yalnızca kendisine tahsis etme­melidir.

b) Önce muhtaçlara yardımcı olmakla işe başlamalıdır.

c) Mevki ve konumlarına göre onlara verecekleri bağışlarında eşit davran­malıdır.

Şayet yönetici yönettiklerinin yardımına ihtiyaç duyacak olursa onlar da mallarından önce evvela kendi güçlerini takdim ederler. İhtiyaç kadar da mal­larından alınır ve idareli bir şekilde harcanır. İşte Zülkarneyn bu gibi kimselerin mallarından bir şeyler almayı kabul etmeyerek şöyle demişti: Mal bende, çalışacak insanlar ise aranızdadır. Böylelikle bedenî çalışma ile ona karşılıksız yardımda bulunmaları daha öncelikli idi.

Bu konuda göz önünde bulundurulması gereken kaide şudur: Karşı karşı­ya kalman bir zaruret olmaksızın kimsenin malı helâl olmaz. O vakit bu mal da gizli değil açıkça alınır, bazılarını tercih ederek değil, adaletle alınır ve bu harcama cemaatin görüşü alınarak yapılır. Yoksa bu konuda müstebitçe ferdî görüşlere göre harcama yapılamaz(1).

6- Demir ve bakır geçmişte de günümüzde de ağır sanayinin odak noktası­nı teşkil eden unsurlardandır. Eskiden de bu iki maden Zülkarneyn vasıtasıyla oldukça sağlam şeddi inşa etmenin aracı idiler. Günümüzde de bunlar savaş sanayi olsun, diğer sanayi dallarında olsun hepsinde ana maddeyi teşkil eder­ler. [89]

 

Kâfirlerin Cezası

 

100-  O gün kâfirlere cehennemi ayan beyan gösteririz.

101-  Onların gözleri benim öğüdüme karşı kapalıydı ve dinlemeye taham­mül edemezlerdi.

102- Kâfirler beni bırakıp da kullarımı veliler edinebileceklerini mi sandılar? Doğrusu biz cehennemi kâfirlere ko­nak olarak hazırladık.

103- De ki: "Size amel hakımından en çok kayıpta bulunanları haber verelim mi?

104- "Onlar iyi iş yaptıklarını sandıkla­rı halde dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiş olanlardır."

105- İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu­nun için yaptıkları boşa gitmiştir. Kı­yamet günü biz onlara bir ağırlık ver­meyeceğiz.

106- İşte inkâr edip peygamberlerini ve ayetlerini alaya almalarına karşılık olarak onların cezası cehennemdir.

 

İ'râb:

 

"Ameller bakımından en çok kayıpta bulunanlar..." buyruğunda "ameller" kelimesinin tekil gelmeyip çoğul gelmesi, onlann tek bir amelde değil, bir çok amellerinde zararda olduklarına bir işarettir. [90]

 

Belagat:

 

"Onların gözleri bizim öğüdümüze karşı kapalıydı." buyruğunda temsilî bir istiare vardır. (Kelime kelime meali şöyledir: Onlar ki gözleri benim öğüdü­me karşı perde içerisinde idi.) Onların kevnî ayetlerden yüz çevirip onlara dik­katle bakmayışları ve buna bağlı olarak iman etmeyişleri gözleri üzerine perde koymuş kimseye -temsil yoluyla- benzetilmiştir.

"Kâfirler... mi sandılar1?" buyruğu azar ve sitem kastı ile bir sorudur.

"Onlar iyi iş yaptıklarını sandıkları halde" buyruğunda eksik bir cinas yahut tashif cinası söz konusudur. Çünkü "sandıkları" anlamına gelen "yahse-bûne" ile "iyi iş yaptıklarını" anlamına gelen "yuhsinûne" kelimeleri arasında şeklin değişikliği ve bazı harflerin farklılığı dolayısıyla böyle bir cinas söz ko­nusudur. [91]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O gün kafirlere cehennemi ayan beyan gösteririz." Cehennemi onlara açık bir şekilde gösterir, önlerine çıkartırız. "Onların gözleri benim öğüdüme", yani Kur'an-ı Kerim'e yahut da beni tevhid etmek, şanımı yüceltmek, tazim etmek suretiyle beni anmaya ulaştıran ayetlere (belgelere) "karşı kapalıydı," gözlerini çepeçevre kuşatan bir örtü içerisinde idi, "ve dinlemeye tahammül edemezler­di. " Benim öğüdümü, sözümü, ona olan buğzları, hakka karşı sağırlıkları dola­yısıyla işitemiyorlar, o bakımdan ona iman etmiyorlardı. Zira onların işitebil-me güçleri yoktu.

"Kâfirler beni bırakıp da benim kullarımı" yani melekleri, İsa Mesih'i ve Üzeyr'i "veliler" Rabler "edinebileceklerini mi sandılar?" Soru inkâr içindir. An­lamı şudur: Bunlar sözü geçen kimseleri Rab edinmenin, beni gazaplandırma-yacağını, bundan dolayı onları cezalandırmayacağımı mı sandılar? Kesinlikle hayır! "Doğrusu biz cehennemi kâfirlere", ister bunlardan olsun ister diğerlerin­den olsun "konak olarak hazırladık." Ayet-i kerimedeki "konak" (nüzul) yolcu­luktan gelip konaklayana hazırlanan yer demektir. Yani orası tıpkı misafir için hazırlanmış bir konak yeri gibidir. Bu ifadede onlarla ince bir alay vardır.

"Ameller bakımından en çok kayıpta bulunanları" yani küfür ve kendileri­ni beğenmeleri dolayısıyla amelleri boşa çıkmış ve batıl olanları "haber verelim mi?"

"İşte onlar Rablerinin ayetlerini", Kur'an-ı Kerim'i yahut da tevhid ve nü­büvvete delâlet eden delillerini "ve O'na kavuşmayı" öldükten sonra dirilmek, hesaba çekilmek, iyiliklerin mükâfatını, kötülüklerin cezasını görmek yahut da Allah'ın azabı ile karşılaşmak hususlarını "inkâr edenlerdir. Bunun için yaptık­ları boşa gitmiştir." Küfürleri dolayısıyla amelleri boşa çıkmıştır, amellerine karşılık sevap alamayacaklardır. "Biz onlara bir ağırlık vermeyeceğiz." Onlar için herhangi bir kıymet takdir etmeyeceğiz; aksine onları alçaltıp küçülteceğiz.

"İşte... ayetlerimi alaya almalarına karşılık olarak", yani bunları alay edi­nilecek şeyler edinmelerine karşılık olarak, "onların cezası cehennemdir." Yani sözü edilen amellerinin boşa çıkması ve diğer hususlar onların bir cezasıdır. [92]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kıyamet gününde Sûr'a üfürülüp insanların kabirlerinden kal­kacaklarını, sonra da amellerinin karşılıklarını görmek üzere bir araya gelip toplanacaklarını söz konusu ettikten sonra burada, o esnada kâfirlere cehenne­min gösterileceğini de zikretmektedir. Özellikle bunun kâfirler hakkında olaca­ğının zikredilmesi müminlere bir müjdedir. Kâfirler de Allah'tan başka bir ta­kım tanrılar edinmelerinin kendilerini Allah'ın azabından kurtaracağını sanır­lar; fakat amelleri boşa çıkmış, batıl olmuş ve küfürleri sebebiyle fayda verme­yecek bir hale dönüşmüştür.

Şanı Yüce Allah kıyamet gününde kâfirlere neler yapacağını haber vermektedir. Bunlardan birisi cehennemin onlara sunulmasıdır. Bu, cehennemin onlara açıkça gösterilmesi, karşılarına çıkartılması yani cehennemdeki azabın, intikamın, oraya girmelerinden önce gösterilmesidir. Bu onların keder ve deh­şetlerinin daha erken ortaya çıkacağını bildiren belîğ (etkileyici) bir ifadedir. Yine Yüce Allah onlar için herhangi bir tartı, yani herhangi bir değer biçilme­yeceğim de haber vermekte; amellerinin küfür ve inkârları sebebiyle boşa çıkıp kaybolacağını bildirmektedir. [93]

 

Açıklaması

 

"Kafirlere cehennemi ayan beyan gösteririz." Biz o gün cehennemi, Sûr'a ikinci defa üfürülmesinden sonra Allah'ı inkâr edenlere açık seçik bir şekilde göstermiş olacağız; onları toplayacağımız günde o cehennemin dehşetini müşa-hade etsinler diye.

Kâfirlerin bir takım nitelikleri vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1- Hakkı görmezlikten ve işitmezlikten gelmek. "Onların, gözleri bizim öğüdümüze karşı kapalıydı ve dinlemeye tahammül edemezlerdi."   Cehennem azabı şüphesiz hidayeti kabul etmeye, hakka tabi olmaya karşı gafil davranan, onu görmezlikten gelen, Yüce Allah'ı tevhide, O'nun şanını yüceltmeye ulaş­mak üzere Allah'ın ayetlerine bakmayı terkedip onlar üzerinde düşünmeyen kimseleredir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kim Rahman (olan Allah)'m zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ede­riz, artık o onun ayrılmaz arkadaşı olur." (Zuhruf, 40/36). Bu kâfirler Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de açıklamış olduğu zikrini dinlemiyor, akıllarıyla kavrayamı-yorlardı.

Kısacası kâfirler Allah'ın ayetlerini (varlık ve birliğinin belgelerini) gör­mezlikten geldiler ve Allah'ın Kitab'ında sözü edilen sem'î delillerden de yüz çevirdiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki gözler kör ol­maz. Asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hacc, 22/46). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ve dediler ki: "Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz ör­tüler içindedir, kulaklarımızda da bir ağırlık vardır." (Fussilet, 1/45).

2- Allah'tan başka bir takım tanrılara ibadet etmek: "Kâfirler beni bırakıp da kullarımı veliler edinebileceklerini mi sandılar?" Allah'ı inkâr eden ve baş­ka veliler, yani Allah dışında melekleri, Mesih'i, şeytanları ve benzerlerini ma-budlar edinenler, bunun kendilerine fayda vereceğini yahut da onları azaptan kurtaracağını mı zannettiler? Asla! Bu mabudlarm onlara faydası olmayacak­tır. Bu konudaki yanlışlıklarını da açıkça göreceklerdir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hayır! Onların kendilerine ibadetlerini red­dedecekler ve onlara zıd olacaklardır." (Meryem, 19/82). İşte bundan dolayı Yü­ce Allah şu buyruklarıyla da onların görecekleri azabı haber vermektedir:

"Doğrusu biz cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık." Şüphesiz biz, Allah'ı inkâr eden bu kimselere kıyamet gününde cehennemi, konaklayacakları bir yer olarak hazırladık. Buna sebep onların Allah'tan başka veliler, yani mabudlar edinmeleridir.   Bu ifadeler onlarla bir alay ve hesaplarının yanlışlığını ifade etmek içindir.

3- Bilgisizlik ve ahmaklık: "De ki: Ameller bakımından en çok kayıpta bulu­nanları haber verelim mi? Onlar iyi iş yaptıklarını sandıkları halde dünya haya­tındaki çalışmaları boşa gitmiş olanlardır." Ey Muhammed! Onlara şöyle söyle: Ey insanlar! Sizlere insanlar arasında amellerini en ileri derece kaybeden ve he­saplarında en büyük yanılgıya düşmüş olanların kimler olduklarını bildirelim mi? Bunlar dünya hayatında sapan ve razı olunan ve makbul bir şeriata bağlı ol­mayıp batıl işler, işleyen ve hiç bir fayda sağlamayacak işlerle kendilerini yoran, bunun sonucunda da helak olan, amellerinin semerelerini, meyvelerini kaybeden kimselerdir. Bunlar aynı zamanda içinde bulundukları hale aldanan bir toplu­luktur. Bu işi yaparken iyilik yaptıklarını zannederler. Bunun sonuçlarından ya­rarlanacaklarını, makbul kimseler olup sevineceklerini zannederler. Ayet-i keri­me onlara şiddetli bir azarlamayı da ifade eder. Özetle: Benden başkalarına iba­det eden şu kâfirlere şunu söyle: Yarın onların çalışmaları ve emelleri boşa çıka­caktır. Bu bakımdan onlar ameller bakımından en çok ziyanda olan kimselerdir.

Amellerinin bir işe yaramamasının sebebini Yüce Allah şöyle ifade etmek­tedir: "İşte onlar Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu­nun için yaptıkları boşa gitmiştir, kıyamet günü biz onlara bir ağırlık vermeye­ceğiz. " Amel bakımından en ileri derecede zararda olan bu kimseler, dünya ha­yatında Allah'ın ayetlerini, O'nun birliğine delâlet eden tekvini ve tenzili ayet­lerini (kâinatta O'nun varlığına delil olan belgelerle peygamberlerine indirmiş olduğu belgeleri), öldükten sonra dirilişi, hesabı, Allah'a kavuşmayı ve ondan sonra görülecek ahirete dair halleri inkâr edenlerdir. O bakımdan, bunların gü­zel zannedip işledikleri amelleri boşa çıkmış, batıl olmuştur. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Onların işledikleri her bir amellerinin önüne geçip, zerre gibi havaya verip boşa çıkartırım" (Furkân, 25/23). Böylelikle amelleri­nin bir ağırlığı, onların da bizim yanımızda bir kıymetleri olmaz. Onlara en ufak bir değer vermeyiz. İşledikleri o amellerine de hiç bir sevap olmayacaktır. Çünkü amellerinin hayırla en ufak bir ilgisi yoktur.

İşte, o takdirde onların küfür ve masiyetlerine karşılık en âdil ceza, cehen­nem olacaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte inkâr edip pey­gamberlerini ve ayetlerini alaya almalarına karşılık olarak onların cezası ce­hennemdir. " Onların cehennem ateşinde batıl amellerine karşılık uğrayacakla­rı ceza ve tehdidin asıl sebebi inkâr edip kâfir olmaları, Allah'ın ayetleri, pey­gamberleri ve onların mucizeleri ile alay etmeleridir. Onlar dünyada iken bun­larla alay edip eğlendiler ve en ileri derecede onları yalanladılar. [94]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Sûr'a ikinci defa üfürülmesi ile birlikte kıyametin (kabirlerden kalkışın) gerçekleşeceği alanlarda cinlerin ve insanların bir araya getirilmesi suretiyle, öldükten sonra diriliş ve hasrın ispatı.

2- Yüce Allah'ın varlık ve birliğine belge teşkil eden delilleri dikkatle ve ibretle görmeyen, Yüce Allah'ın sözüne kulak vermeyen ve bu yüzden kör ve sağır mesabesinde olan kâfirlere haşirden sonra cehennemin, açık ve seçik bir şekilde gösterilmesi. Bu ise onları istilâ edecek büyük keder, sıkıntı ve dehşet sebebiyle oldukça acı, manevî bir ceza türüdür.

3- Kâfirlerin, Hz. İsa, Üzeyr ve bir takım melekler gibi Allah'tan başka tanrılar edinmelerinin kıyamet gününde kendilerine fayda vereceğini zannet­meleri, Allah'ın buna rağmen onları cezalandırmayacağını sanmaları bir hata­dır. Asla zannettikleri gibi olmayacaktır. Allah cehennemi onlar için konakla­yacakları ve barınacakları bir yer olarak hazırlamıştır.

4- Kıyamet gününde zarar ve ziyanları en ağır, en büyük olacak kimseler, Allah'tan başkasına ibadet etmek suretiyle iyi bir iş yaptıklarını zanneden, dünya hayatında iken yaptıkları boşa çıkan kimselerdir. İşte amelleri itibariyle en ağır zarara uğrayacak olanlar bunlardır. Buharî'nin rivayetine göre Mus'ab şöyle demiştir: Ben babama:  "De ki: Size ameller bakımından en çok kayıpta bulunanları haber vereyim mi?"   buyruğunda sözü edilen kimseler Harûrîler (Hz. Ali'ye karşı çıktıktan sonra Harûrâ tarafına yerleşen Haricîler) midir, diye sordum. O: "Hayır, burda sözü geçenler Yahudiler ve Hristiyanlardır. Yahudiler Muhammed (s.a.)'i yalanladılar. Hristiyanlar ise cenneti inkâr ederek orada yi­yecek ve içecek yok, dediler. Harûrîler Allah'a verdikleri ahdi bozanlardır. Sa'd bu gibi kimselere fasıklar adını veriyordu."

Gerçekte bu ayet-i kerime Kitap Ehli'nden olsun, müşriklerden olsun bü­tün sapıkları kapsamaktadır.

5- Yüce Allah'ın: "De ki: Size ameller bakımından en çok kayıpta bulunan­ları haber verelim mi..."  buyruğu insanlar arasında iyilik yaptığını sanmakla birlikte çalışması boşa çıkmış bir takım kimselerin bulunduğunu göstermekte­dir. Bir amelin boşa çıkmasını gerektiren ise ya itikat bozukluğu ya da riyakâr­lık ve gösteriştir.

6- Dalâlet ehli kimselerin amellerinin ziyan oluş sebebi, Allah'ın ayetlerini ve öldükten sonra dirilişi inkârdır. Bu puta tapan Mekke müşriklerini kapsadı­ğı gibi, Kitap Ehli'ni de kapsayan bir durumdur. Çünkü bu gibi kimselerin öl­dükten sonra dirilişe iman etmeleri de sahih değildir, bir şeye yaramaz.

7- Batıl amellerine karşılık bu kâfirlerin cezalan üç türlüdür: Amellerinin boşa çıkarılması, değer ve haysiyetlerinin, kıymetlerinin heder edilmesi, cehen­nem ateşinde azap görmeleri. Bunlar amellerine karşılık sevap göremeyecek­ler, amellerinden yararlanamayacaklardır. Allah da kıyamet günü onlara bir ağırlık, yani bir değer biçmeyecek, bunlar doğru cehenneme varacaklardır. Ubeyd şöyle der: Kıyamet gününde iri yarı, boylu poslu, çokça yiyip içen bir adam getirilecek, fakat Allah katında sivrisinek kanadı kadar ağırlığı olmaya­caktır. Bu açıklamalar merfû'  hadis hükmündedir. Çünkü bu manada Buharî ve Müslim'in Sahîh' lerinde Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre Rasulullah (s.a.)'m şu buyruğu sabit olmuştur: "Kıyamet gününde iri yarı ve şişman bir adam gelecek, fakat Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar ağırlığı olma­yacaktır. İsterseniz: "Biz onlara bir ağırlık vermeyeceğiz." buyruğunu okuyu­nuz. " Yani onların hiç bir sevapları olmayacaktır. Onların amellerine ceza ile karşılık verilecektir. Kıyametteki mizanlarda tartıya gelecek bir iyilikleri ol­mayacaktır. Herhangi bir iyiliği olmayan kimse ise cehennemdedir.

8- Yüce Allah bu kâfirlerin azap edilme sebeplerini, te'kid için tekrarla­mıştır. Onların cehennemdeki cezalarının küfürleri, Allah'ın ayetleri ile alay etmeleri, Allah'ın peygamberlerini yalanlayıp peygamberlerin mucizelerini in­kâr etmeleri yüzünden olduğu bildirilmektedir. [95]

 

Müminlerin Mükâfatı, Yüce Allah'ın Bilgisinin Sonsuzluğu Ve Tevhidi

 

107- Muhakkak ki, iman edip salih ameller işleyenlerin konakları Firdevs cennetleri olacaktır.

108-  Orada temelli kalırlar ve oradan hiç ayrılmak istemezler.

109-  De ki: "Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa daha Rabbi­min sözleri tükenmeden denizler tükenir­di; bir o kadarını katsak bile."

110- De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir in­sanım. Yalnız bana ilâhınızın ancak bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih bir amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Konakları Firdevs cennetleri olacaktır": Firdevs, cennet derecelerinin en yükseği, en güzeli ve mutedil olanıdır. Buradaki izafe, beyan içindir. Firdevs aslında meyve bahçesi demektir. Allah'ın ezeli ilminde hüküm ve vaadinde de bu böyledir. "Oradan hiç ayrılmak istemezler." Bir başka yere götürülmeyi iste­mezler. Çünkü ondan daha hoş bir şey görmeyeceklerdir ki, canları başka bir yere gitmek istesin.

"Denizler mürekkep olsa... Rabbimin sözlerini yazmak için" sonsuz ilim, hikmet ve malûmatının sözlerini bu denizle yazmak için mürekkep olsa; "de­nizler", bunları yazarken "tükenirdi; bir o kadarını katsak bile." Yani o deniz kadarını fazladan getirip ona katacak olsak dahi yine denizler tükenir, fakat Rabbimin sözleri tükenmezdi.

" Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa", öldükten sonra amellerin karşı­lıklarını görmek suretiyle O'nun huzuruna güzel bir şekilde çıkmayı umuyor ve arzuluyor ise. Recâ (ummak), gelecekte sevinç verecek bir şeyi ümid etmek de­mektir. "Rabbine kavuşmak" ise öldükten sonra diriliş ve ondan sonraki du­rumlardır. "Salih bir amel işlesin." Allah'ın razı olacağı işler yapsın ve ibade­tinde riyakârlık yapmak suretiyle yahut da bir başkasından ecir ummak sure­tiyle Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın. [96]

 

Nüzul Sebebi

 

109.  ayet-i kerime olan: "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mü­rekkep olsa..." buyruğu hakkında Hâkim ve başkaları İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Kureyşliler Yahudilere dediler ki: "Bize bu adama sormak üzere bir şeyler söyleyiniz." Yahudiler: "Ona ruha dair soru sorunuz" dediler. Sor­dular. Bunun üzerine: "Ve sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh Rabbimin emrin-dendir ve size ilimden ancak pek az şey verilmiştir."  ayeti nazil oldu. Yahudiler ise: "Bize pek çok ilim verildi, bize Tevrat verildi. Her kime Tevrat verilmiş ise o kimseye pek çok hayır verilmiş demektir." deyince bunun üzerine: "De ki: Rabbi­min sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa..." ayet-i kerimesi indi.

110.  ayet-i kerime olan: "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Ebî Hatim ve İbni Ebi'd-Dünya Kitâ-bu'l-İhlâs ta Tavus'un şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bir adam: "Ey Al­lah'ın Rasulü!" dedi, "Ben Allah'ın rızasını dileyerek bir iş yapıyorum, bununla birlikte benim bu durumumun da görülmesini arzu ediyorum." Hz. Peygamber ona bir cevap vermedi. Nihayet şu: "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyor­sa salih bir amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın." ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu haber mürseldir. Hâkim ise bunu Müstedrek' inde İb­ni Abbas yoluyla Tâvûs'tan merfu'   olarak rivayet etmiş ve Buharî ve Müs­lim'in şartına uygun olarak sahih olduğunu belirtmiştir.

İbni Ebi Hatim de Mücahid'in şöyle dediğini belirtmektedir: Kişi namaz kılar, oruç tutar yahut da sadaka verir de bundan dolayı ondan iyilikle söz edil­diğinde bu iş onu memnun eder ve insanların buna dair söyledikleri dolayısıyla bu işini daha çok yaparsa, işte: "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa..." ayet-i kerimesi buna dair nazil olmuştur. [97]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kâfirlere neler hazırladığını söz konusu ettikten sonra mümin­lere de neler hazırladığını bildirmektedir. Daha sonra da surede, Yüce Allah'ın ilminin genişliği, malûmatının sonsuzluğu ve onların sonunun gelmediği açık­lanmaktadır. Peygamber (s.a.)'in insan olduğu ve bu hususta diğer insanlara benzediği bildirilmekte, Hz. Peygamberin ilminin esas itibariyle ilâhî vahiyden kaynaklandığı hatırlatılmakta, Allah'ın vahdaniyetine dikkat çekilerek ahiret-te insanı kurtaracak şeylere teşviklerde bulunulmaktadır. Kadı Beydâvî şöyle der: Ayet-i kerime ilim ve amelin özünü ihtiva etmektedir. Bunlar tevhid ve ita­atte ihlâstır. Bu ise küçük şirk yahut gizli şirk olan riyakârlıktan uzak dur­makla mümkündür. [98]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah müminlerden önce sözü geçen kâfirlerin niteliklerinin zıtlannı haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki, iman edip salih amel işleyenlerin konakları Firdevs cennetleri olacaktır." Yani asıl mutlu olanlar Allah'a ve Rasulü'ne iman eden, rasulle-rin getirdiklerini tasdik eden, farzları ifa etmek ve ayrıca nafile ibadetlerde bu­lunmak suretiyle Allah rızası için salih amel işleyen kimselerdir. İşte bunlar için Firdevs cennetleri vardır (Firdevs cennetleri ise cennetin en yükseği, en genişi ve en üstünüdür). Burası onlar için hazırlanmış bir konaktır. Bu onlara verilecek şükran ve lütufların ileri derecede olduğunu ifade etmektedir. Fir­devs Arapça'da "sarmaş dolaş olmuş ağaçlar" demektir. Çoğunlukla da üzüm bağları hakkında kullanılır. Rumca'da ise "bahçe" demektir.

Buharî ve Müslim'de Ebu Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmekte­dir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'tan cenneti dilediğiniz zaman ondan Firdevs'i isteyiniz. Çünkü o cennetin en yükseği, en ortasıdır. Cennetin ırmakla­rı da oradan kaynar."

"Orada temelli kalırlar ve oradan hiç ayrılmak istemezler." Orada devamlı olmak üzere ikamet ederler, yerleşirler. Başkasını arzu ve tercih etmezler. Ora­dan ayrılıp başka yere geçmek istemezler. Ahmed ve Tirmizî, Ubade b. es-Sâ-mit'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Şüphe­siz cennette yüz derece vardır. Onun her bir derecesi gök ile yer arası kadardır. Firdevs ise en yüksek derecesidir. Arş onun üzerindedir. Cennetteki dört nehir de oradan kaynar. O bakımdan Allah'tan dileyecek olursanız Firdevs'i dileyiniz."

Daha sonra Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'in şanının büyüklüğünü, Allah'ın ilminin genişliğini şu buyruklarıyla haber vermektedir: "De ki: Rabbimin sözle­rini yazmak için denizler mürekkep olsa, daha Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadarını daha katsak bile." Ey Peygamber! Onlara şöyle de: Eğer Allah'ın ilim ve hikmeti yeryüzündeki denizlerin suyu ile yazıla­cak olsa, bunların yazılması bitmeden denizler tükenir; hatta bunlara başka denizler daha katılacak olsa bile. Bunların hepsi tükenir, fakat Allah'ın ilim ve hikmetlerinin yazımı bitmez. Bu Allah'ın ilim, hikmet ve sırlarının genişliğine bir delildir. Öyle ki, bütün bunları kalemler ve kitaplar tespit edemez.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Eğer yerdeki bütün ağaçlar kalem olsa, denizden sonra yedi deniz daha ona katılsa yine Allah 'in sözleri tü­kenmezdi. Muhakkak Allah Azız 'dir, Hakim'dir." (Lokman, 31/27).

Rabî' b. Enes şöyle der: Allah'ın ilmine nispetle bütün kulların bilgisinin misali bütün denizlere mukabil bir su damlasının misali gibidir. Nitekim Yüce Allah bunu: "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için..." ayetinde açıklamıştır. Yani Yüce Allah şöyle buyuruyor: Bütün bu denizler Allah'ın kelimeleri için mürekkep, bütün ağaçlar da kalem olsa, kalemler ve denizin suyu tükenir, ge­riye yine Allah'ın kelimeleri -hiçbir şey onların sonunu getirebilmeksizin- kala­kalır. Çünkü hiç bir kimse Allah'ı gereği gibi takdir edemez. Ondan gereği gibi övgü ile söz edemez, ta ki bizzat kendisi kendi zatını övsün. Şüphesiz Rabbimiz buyurduğu gibidir ve bizim bu söylediklerimizin de çok üstündedir. Ahiret ni­metlerine oranla başından sonuna kadar bütün dünya nimetlerinin misali, bü­tün yeryüzünde bir hardal tanesi gibidir.

Rivayet olunduğuna göre Yahudi olan Huyey b. Ahtab şöyle demiştir: Sizin Kitabınızda "Her kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) ayeti vadır; diğer taraftan da: "Size bilgiden ancak pek az bir şey veril­miştir. " ayetini okuyorsunuz. Yani Huyey bununla Kur'an-ı Kerim'de çelişki­nin varlığını ileri sürerek itiraz etmek istemişti. Bunun üzerine bu ayet-i keri­me nazil oldu. Evet, müminlere verilen bu ilim ve hikmet büyük bir hayırdır, ancak Allah'ın ilim ve hikmet denizinden sadece bir damladır.

Allah'ın kelâmının kemali açıklandıktan sonra Yüce Allah, Muhammed (s.a.)'e alçakgönüllülüğü emrederek şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız bana ilâhınızın ancak bir tek ilâh olduğu vahye-diliyor." Ey Muhammed! Onlara şöyle de: Ben ancak insan olmak bakımından sizin gibiyim. Benim melek yahut ilâhlık sıfatım yoktur. Allah'ın bana öğretti­ğinden başka da bir bilgim yoktur. Ancak Yüce Allah bana, bir ve tek ve Samed olan, ulûhiyyetinde hiç bir ortağı bulunmayan Allah'tan başka ilâh olmadığını vahyetmektedir. Sizin kendisine ibadet etmeniz gereken mabudunuz bir tek mabuddur, O'nun ortağı yoktur.

"Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih bir amel işlesin ve Rab-bine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın." Her kim Allah'a kavuşmaya iman ediyor, Allah'a itaatin karşılığında mükâfat almayı umuyorsa salih amellerle O'na yaklaşsın, yalnızca O'na ihlâslıca ibadet etsin. Allah'ın yarattıklarından herhangi bir kimseyi Allah'a ibadete ortak koşmak suretiyle şirke düşmekten uzak dursun. İster bu putlara tapınmak gibi açık bir şirk olsun, isterse de bir şeyi riyakârlık yahut başkaları işitsin, böylelikle şöhret kazansın diye yapmak türünden gizli şirk olsun. Çünkü riya da küçük şirktir. İmam Ahmedin Mah-mud b. Lebid'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir." Ey Allah'ın rasulü! Küçük şirk nedir? diye sordular. O şöyle buyurdu: "O riyakârlıktır. Allah kıyamet gü­nünde insanlara amellerinin karşılıklarını vereceği vakit şöyle buyuracak: "Haydi dünya hayatında iken kendilerine karşılık riyakârlık ettiğiniz kimsele­rin yanına gidiniz, bakın bakalım onların nezdinde amellerinize bir karşılık bulabilecek misiniz1?"

Ahmed ve Müslim ile başka muhaddisler de Ebu Hureyre'den Peygamber (s.a.)'in Rabbi Zülcelal'den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Her kim benden başkasını ortak koşarak bir amelde bulunacak olursa, ben o amelden uzağım onun o ameli, bana ortak koştuğu kimseyedir."

Râzî şöyle der: Yüce Allah bu surenin sonunda üç ayet-i kerimede Allah'ın görüleceğine delâlet eden buyruklar irad etmiştir:

1- "İşte onlar Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir." (105. ayet).

2- "Konakları Firdevs cennetleri olacaktır." (107. ayet).

3- "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa..." Bundan daha ileri derecede güçlü açıklama ise düşünülemez.[99]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar çıkartılmaktadır:

1- Salih ameller işleyen, Allah'a ve Rasulü'ne iman eden müminlere cen­netlerin en yüksek ve üstünü olan Firdevs cennetleri vardır. Onlar orada ebedî­dirler. O cennetlerden başka cennetlere gitmeyi, gönderilmeyi istemezler.

2- Denizler, okyanuslar ve onların -sınırlama söz konusu olmaksızın- kat kat fazlası olsa ve bunlar kendileri ile yazılacak mürekkep olsa dahi; kayıtsız ve şartsız olarak hiç bir kimse Yüce Allah'ın kelimelerini, ilminin hikmetini ve sırlarını tespit edemez. İbni Abbas şöyle der: Yahudiler Peygamber (s.a.) kendi­lerine: "Size ilimden ancak pek azı verilmiştir." deyince; "Nasıl olur? Bize Tev­rat verilmiş bulunuyor, kendisine Tevrat verilmiş olana ise pek çok hayır veril­miş demektir!" diye itiraz ettiler. Bunun üzerine: "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa..." ayeti nazil oldu.

3- Yüce Allah, Rasulü'ne alçak gönüllülüğü, insan olma niteliğini açıkla­mayı ve herhangi bir nitelikle kendisinden başkalarından farklı ve ayrıcalıklı olmadığını ilân etmesini, Allah'ın kendisine öğrettiğinden başka bir şeyi bilme­diğini açıklamasını emretmektedir. Allah'ın bilgisinin ise haddi ve sınırı olmaz. Şu kadar var ki, Yüce Allah ona diğerlerine Allah'tan başka ilâh olmadığını tebliğ etmesini emretmiştir.

4- "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız bana... vahyediliyor." ayet-i kerimesi iki hususa delâlet etmektedir:

a) Evvelâ "ancak" kelimesi hasrı ifade eder. Yani: "Bana ilâhınızın ancak bir tek ilâh olduğu vahyediliyor." buyruğudur.

b) Yüce ilâhın bir tek ilâh oluşunu sem'î delillerle ispatlamak mümkün­dür.

5- Rabbini görmeyi, O'nun sevap ve mükâfatını almayı uman, O'nun ceza­landırmasından korkan bir müminin Allah'ı razı edecek salih amel işlemesi, ibadetinde Allah'a hiç bir kimseyi ortak koşmaması gerekir. İbni Abbas şöyle demiştir: Ayet-i kerime Amir oğullarından Cundub b. Zuheyr hakkında nazil olmuştur. O şöyle demişti: "Ey Allah'ın rasulü! Ben Yüce Allah için bir iş yapa­rım ve onunla Yüce Allah'ın rızasını istemekle birlikte, başkası da o işime mut­tali olursa bu beni sevindirir." Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah hoş ve temizdir, ancak hoş ve temiz olanını kabul eder. O kendisine başkasının şirk koşulduğu ameli kabul etmez." Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Müslim'deki Ebu Hureyre'den gelen rivayette de şöyle denilmektedir: "Şüphe­siz Allah hoş ve temizdir ve ancak hoş ve temiz olanı kabul eder."

Bununla birlikte ayet-i kerime ibadet, cihat, sadaka ve bunların dışında kalan bütün ameller hakkında geneldir. Ayetin konusu, ameli, Aziz ve Celil olan Allah'a hâlis kılmaktır. Hasan-ı Basrî'ye ihlâs ve riyaya dair soru sorulun­ca şöyle demiş: "İyiliklerinin gizli kalmasını sevmekle birlikte kötülüklerinin gizli kalmasını sevmemen ihlâstandır. Allah sana rağmen hasenatını açığa çı­kartacak olursa sen: Bu senin lütfü keremindendir, senin bağışındandır; bu, benim fiilimden değildir, benim yaptığım bir şey değildir diyeceksin. Yüce Al­lah'ın da: "Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih bir amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın." buyruğunu hatırlayacaksın. Ayrıca: "Ve onlar ki verdiklerini... verirler de." (Mü'minun, 23/60) ayetlerini ha­tırlayacaksın. Bunlar ihlâs ile verirler, bununla birlikte verdiklerinin kabul olunmayacağından korkarlar. Riyakârlığa gelince: Bu, nefsin yaptığı işten pa­yını dünyada istemesidir." Ona: "Bu nasıl olur?" diye sorulunca şöyle demiştir: "Her kim kendisi ile Allah arasında olması gereken bir amel ile Allah'ın rızası ve ahiretin dışında bir şey isteyecek olursa, işte bu bir riya olur." [100]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/175.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/175-176.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/176-177.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/177-178.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/179-180.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/180.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/180-182.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/183

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/186.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/186.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/187-191.

[12] Razî, XXI/83; Âlûsî, XV/216.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/191-192.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/192.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/192-193.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/193-194.

[17] Alûsî, XV/217.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/194.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/194-195.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/195.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/195-196.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/196.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/196-198.

[23] Alûsî, XV7223-224.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/198.

[26] Razî, XXI/103.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/198-199.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/199.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/199-200.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/200-201.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/201-202.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/202-203.

[33] Yüce Allah'a nisbetle varlıklar üç türlüdür. Vacib: Varlığı zorunlu olan. Bu yalnızca yüce yaratıcıdır. Mümkün: Varlığı ile yokluğu müsavi yani imkan dahilinde olan. Kâinattaki bütün varlıklar böyledir. Müstahil: Olması yada olmaması imkânsız olan demektir. Allah'la birlikte ortak olması, ya da Allah'ın -hâşâ- yokluğu gibi. (Çeviren)

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/203-208.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/209-210.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/210-211.

[37] el-Vahidî, Esbabu'n-Nüzûl, 171.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/211-212.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/212.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/212-215.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/215-216.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/218.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/218-220.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/220.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/220.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/220-224.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/224-225.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/226.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/226-227.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/228-229.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/229.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/230-231.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/231.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/231-233.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/233-235.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/236.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/236-237.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/237-238.

[59] Razî, XXX/138.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/238-241.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/241-242.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/244.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/244-245.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/245.

[65] Razî, XXX/141.

[66] Zemahşerî, 11/263.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/245-248.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/248-249.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/251.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/251-253.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/253-255.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/255-257.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/257.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/258.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/258-260.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/261-262.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/262-263.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/263-267.

[79] Bu hadisi Müslim, Abdullah b. Ömer'den rivayet etmiştir. Buna göre Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.) hayatının sonlarına doğru bir gece bize bir yatsı namazı kıldırdı. Selâm verdikten sonra ayağa kalkıp şöyle dedi: "Şu gecenizi görüyor musunuz, bu geceden itibaren yüz yıl sonra (şu anda) yeryüzünde bulunanlardan hiç bir kimse kalmayacaktır."

[80] Kurtubî, XI/40-41. Hadisi Ebu Nuaym, el-Hüye adlı eserinde Ebu Ümâme'den rivayet et­miştir, zayıf bir hadistir.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/267-271.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/273.

[83] Memleketimizin yaşayan değerli âlimlerinden muhterem M. Emin Saraç hocaefendi an­latıyor: (6.12.1995). İlim tahsili için Mısır'da bulunduğum sırada "Şeyhu'l-Ezher ve'l-İma-mu'1-Ekber" (Ezher Üniversitesi Rektörü) Mahmud Şeltuta sordum: Bugün yeryüzünde her yer adım adım gezilip görüldüğü, keşfedildiği halde Sedd-i Zülkarneyn'e tesadüf edil­mediği bir vakıa. Siz ne buyurursunuz? dedim. Cevabı aynen şu şekilde idi: Ademü'1-vic-dan lâ yedüllü alâ ademi'l-vücud = Bulunmamış olması olmamış olmasına delil değildir.)

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/273-276.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/276.

[86] Razî, XXI/166.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/276-280.

[88] Kurtubî, XI/59

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/280-283.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/284.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/284.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/285

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/285-286.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/286-287.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/287-289.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/290.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/291.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/291.

[99] Razî, XXI/177

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/.291-294.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/294-295.