18/ KEHF SÛRESİ 2

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla. 2

Kur'an'ın Özellikleri Ve İndiriliş Gayesi: 2

Allah'a Karşı Yalan Söyleyen İçin Üzülmeye Değmez: 4

Dünyanın Süsü Ve İmtihan: 5

Ashabı Kehf: 5

Ashâb-I Kehf'in Yalvarışı: 6

Gençlerin Yaptığı Dua Kabul Edildi: 7

Ashâb-I Kehf Allah'ın Âyetidir: 11

Mağaraya Sığınmanın Ana Amacı: 14

Bir İş İçin İnşâallah Demenin Önemi: 16

Mağarada Ne Kadar Kaldılar?. 17

Kur'an Okumak Gerekiyor: 17

Candan Sabır: 18

İnanç Özgürlüğü: 19

İman Edip İyi İş Yapanların Ödülü: 20

İki Arkadaş Örneği: 21

Üstünlük Taslayan Kendine Yazık Eder: 22

Arkadaşının Uyarısı: 23

Olan Oldu: 24

Bilinmesi Gerekenler: 25

Kıyametin Kopması Ve Âhiret'ten Bir Sahne: 26

Şeytan Ve Zürriyeti Dost Edinilemez: 28

Allah Yardımcı Edinmemiştir: 29

İnsan Çok Tartışan Bir Varlıktır: 30

"Sarf/Tasrîf" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 30

İnsanın İmanını Engelleyen Nedir?. 31

Zalimler Hidayeti Bulamazlar, Zulüm De Helak Sebebidir: 32

Hz. Musa Ve Gencinin Yolculuğu. 34

Ledûnnî İlme Sahip Kul İle Karşılaşma. 35

Öğrenim Yolculuğu Başlıyor 38

Meselelerin İç Yüzü. 40

Zülkarneyn Olgusu. 42

Karn" Kelimesinin Kur'ân'daki Manalan. 43

Ahiret’te Kafirlerin Durumu. 48

İman Edip İyi Amel İşleyenlerin Durumu. 50

Tevhıd İnancının Temel İlkeleri 50

Kehf Suresinden Çıkarılan İlkeler 51

 

 


18/ KEHF SÛRESİ

 

Hz. Peygamber'in Mekke döneminin son yılında, yani hic­retten önceki yılda inen bu sûre, adını 9. âyette geçen ve mağara anlamına gelen "Kehf' kelimesinden almıştır.

110 âyetten meydana gelen bu sûre, insanlık için, sosyal hayat, âhiret hayatı ve inanç dünyası için önemli ilkeleri bağrında barındırmaktadır.

Hamd ile başlaması bakımından En'âm sûresine bağlı, ki­tap kelimesini başa almakla Bakara, Âl-i İmrân, A'râf, Yûnus, Hûd, Yûsuf, Ra'd, İbrahim, Hicr sûrelerinin devamı mahiyetin­dedir. Altıncı âyeti ile Şûra sûresini müjdelemekte, 45. âyeti iti­bariyle de Hacc sûresine işaret etmektedir. Şeytanın secde etme­mesi konusu ile de Bakara, A'râf ve İsrâ sûresine bağlıdır. Pek çok konusu ile Kehf sûresi, diğer sûrelerle bir dantel meydana getirmektedir.

Dünya hayatına bütün benliği ile bağlanma ile dünya haya­tına sırtını dönme gibi iki karşı davranışı örneklerle anlatan bu sûre, Yüce Allah'ın insanlara sunduğu bütün güzellikleri imtihan için sunduğuna dikkat çekmektedir.

Bu sûrede Ashab-ı Kehf, yani "mağara insanları" veya "mağara arkadaşları" ile ilgili konu anlatılırken, öldükten sonra dirilme, değişim ve maddî değerlerin izafiliği, yani zamana göre göreceliliği de işlenmektedir.

Hz. Mûsâ ile kendisine ledünnî bilgi verilen, ama ismi be­lirtilmeyen kişinin yolculuğu işlenirken olayların veya olguların görüntüsü ile taşıdıkları sırların sezgisel manada kavranması, sabır ve öğretimde öğretmen-öğrenci ilişkileri incelenmektedir.

"Çift boynuzlu" anlamına gelen Zülkarneyn öyküsü işlenir­ken, tehlikeli insanların toplumlara nasıl sızıp tüm ahlâkî değer­leri, her alandaki dengeleri nasıl tahrip ettikleri, câhil insanların onlara niçin karşı koyamadıkları, bir eğiticinin onları nasıl koru­ma altına alacağı meselelerine ışık tutulmaktadır.

İnsanların neden yoldan çıktıklarını açıklayan bu sûre, iman edip iyi amel işleyenlerin ödülünü gündeme getirmektedir.

Yüce Allah'ın bilgisinin sonsuzluğunu bir örnekle anlatan sûre, şirki yasaklamakta, Allah'a giden yolun tevhid inancı ile başladığını ve Hz. Peygamber'in bir beşer olup Allah'tan vahy aldığını açıklayarak bitmektedir.[1]

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

Kur'an'ın Özellikleri Ve İndiriliş Gayesi:

 

1.  Bütün övgüler, kuluna kitabı indiren ve ona hiçbir eğrilik koymayan Allah 'a aittir.

2.  O'nu dosdoğru bir kitap olarak indirdi ki Allah'ın katından gelecek şiddetli azaba karşı uyarsın ve iyi iş­ler yapan mü 'minlere de, kendileri için güzel bir ödül bulunduğunu müjdelesin.

3.  Onlar sürekli olarak o ödül içinde bulunacaklardır.

4.  Ve Allah çocuk edindi diyenleri de uyarmak için.

Ayetlerin açıklamasından bazı genellemelere ulaşmamız mümkün­dür.

1. "Bütün övgüler Allah'a aittir."

Ayetin bu kısmına bakınca, İsrâ sûresinin son 111. âyetinin devamı olduğu anlaşılacaktır. Sanki İsrâ ile Kehf bölümlere ayrılmadan devam etmektedir.

Yüce Allah, kâinat ve onun içindeki varlıklar, özel anlamda insan için yaptıklarından dolayı hamdedilmeye, övgüye layıktır. Çeşitli âyet­lerde neleri yaptığından dolayı hamdedileceği açıklanmaktadır. Bunlar­dan birkaç tanesini burada anabiliriz:

a) Âlemlerin Rabb'i olduğu için hamde layıktır (Fâtihâ 1/2).

b)  Gökleri ve yeri yarattığı, karanlıkları ve aydınlığı varettiği için övgü Allah'a aittir" (En'âm 6/1).

c)  Çocuk edinmeyen, egemenliğinde ortağı bulunmayan, âciz ol­madığı için bir yardımcıya da ihtiyacı olmayan Allah övgüye layıktır (İsrâ 17/111).

d) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de Yüce Allah, gerçek­leştirdiği eğitim faaliyeti ile insanlara yaptığı rehberlik gereği övgüye layık olduğunu gündeme getirmektedir.

Demek ki O, yapılanlarla ya da yaptıkları ile övülmesini istemek­tedir.

2. "O ki, kuluna kitabı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. Onu dosdoğru bir kitap olarak indirdi."

a) Yüce Allah, kulu olan Hz. Muhammed'e kitabı indirmiş olması­nı Kendisine hamd edilmesi için yeterli bir sebep olarak sunmaktadır.

İlâhî eğitimin, "kitap okulu" yani kitabı merkeze alan eğitimi be­nimsediğini Bakara 2'de anlatmıştık. Geniş açıklama için oraya bakılabi­lir.

b)  Yüce Allah kitabı indirmekle kalmadı, ona hangi özellikleri verdiğini de açıkladı. "Ona hiçbir eğrilik koymadı." Burada "eğrilik" diye manalandırdığımız 'ivec kelimesinin açıklaması İb­rahim  3'te  yapılmıştır.   "Eğrilik,  çarpıklık,  zorluk,  karışıklık,  yolu karıştırma, yoldan çıkma, saptırma" anlamına da gelen 'ivec kelimesi, Kur'ân'da kitap (Zümer 39/28), Allah'ın yolu ve davetçi için kullanıl­maktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette bu kelime, Kur'ân'm açık ve net olduğuna, dolaysız ifadelerle örülü olduğuna, içinde eğrilik ve kapalılık olmadığına, her türlü bulanıklıktan, tutarsızlıktan uzak olduğu­na, kendisinde ihtilaf bulunmadığına işaret etmektedir.

Başka âyetlerle bu kelimeyi manalandırabiliriz:

a) "Hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulurlardı" (Nisa 4/82).

b) "Andolsun Biz Kur'ân'1 düşünmeleri için kolaylaştırdık; düşünen var mı?" (Kamer 54/17).

c) "Bunlar, kitabın, apaçık Kur'ân'ın âyetleridir" (Hicr 15/1). 'İvec kelimesinin zıddı, apaçık anlamına gelen mübîndir.

Demek ki 'ivec, ihtilaf ve zorluğu ifade etmektedir. İşte Yüce Al­lah kolayı, ihtilaf olmayan, pürüzü bulunmayan, eğriliği olmayan bir kitabı indirmiştir.

İhtilafsız, pürüzsüz, içinde kapalılık bulunmayan bir kitabı kimse­nin yazamayacağına dikkat çekmek için âyette bu kavrama yer verilmiş­tir.

'İvec kelimesinin manasını, bir sonraki âyet, yani Kehf 2 vermek­tedir. "Dosdoğru, başkasının yararına olan şeyleri yerine getiren" anla­mına gelen kayyimen kelimesi 'ivecin manasını vermektedir. Demek ki 'ivec, "doğru olmayan, işe yaramayan" anlamına da gelmektedir. Kayyimen kelimesinin manasını başka âyetlerle verebiliriz:

a)  "Onda hiçbir şüphe yoktur" (Secde 32/2). Şüphe edil­meyen kitap, kayyimen olabilir. Şüphe olan kitap "dosdoğru", yani kayyimen sıfatına sahip olamaz.

b) "İnsanlara doğru yolu gösteren" (Bakara 2/185); "Muttakîler için bir yol göstericidir" (Bakara 2/2).

Tüm insanlığa, özelde takva sahiplerine rehberlik yapıp yol göster­diği için, başkasını kemâle erdirmekte olması bakımından ve içinde şüp­he bulundurmamasından dolayı Kur'ân kayyimendir.

Böylece Kur'ân'ın iki önemli özelliği ortaya çıkmıştır: "Eğriliği olmayan" ve "dosdoğru bir kitap". Neticede Yüce Allah'ın, eğitiminin merkezine neden kitabı. Kur'ân'ı koyduğu ortaya çıkmaktadır.

4. "Allah'ın katından gelecek şiddetli azaba karşı uyarsın ve iyi işler yapan mü'minlere de. kendileri için güzel bir ödül bulunduğunu müjde­lesin diye."

Yukarıda nitelikleri belirlenen kitap yani Kur'ân'ın iki görevi de burada gündeme getirilmektedir. Kur'ân'ın bu âyette tesbit edilen görev­leri ikidir:

a) Allah tan gelecek olan azaba karşı önceden uyarmak suretiyle insanları yanlıştan caydırmak. Tehlikeyi önceden haber vermek, "hangi davranışların sonu azapla bitecektir" meselesinde önceden uyarıda bu­lunmak Kur'ân'ın görevidir: "Gerçek şu ki Biz sizi ya­kındaki bir azaba karşı uyarmaktayız" (Nebe' 78/40).

"Allah'tan gelecek" olarak diye manalandırdığımız ledünhü kelimesi "O'nun katından, O'ndan kaynaklanan" anlamına gelmektedir.

Dikkat edilirse uyarıcı, Kitâb'ın, yani Kur'ân'ın tâ kendisi olmak­tadır. Kur'ân, canlı bir varlık gibi konuşmakta, gelecekteki azabı haber vererek uyanda bulunmaktadır. Kur'ân'ın uyarıcı niteliği, doğrudan onu alıp insanlara tebliğ etmekte olan Hz. Peygamber'e intikal etmekte, o da "yaşayan bir Kur'ân" olarak Kur'ân'ın bu uyarıcı özelliğine bürünmek­tedir.

b) İyi işler yapan mü'mirilere de, kendileri için güzel bir ödül bu­lunduğunu müjdelemek.

Uyarısından sonra Kur'ân, iman edip iyi işler yapanlara da özel an­lamda verilecek ödülü müjdeleme görevini yerine getirecektir.

Bunu şu şekilde açıklayacağız: Hiçbir amel kaybolmamaktadır. Her amelin mutlaka bu dünyada veya âhirette bir karşılığı vardır.

Bu sonuçların, karşılıklarının neler olduğunu Kur'ân açıklamakta­dır. Hangi amele, hangi karşılık verileceğini Yüce Allah Kur'ân vasıta­sıyla bildirmektedir. Kötü karşılıklara layık olan kötü ameller için uyarı; ödül kazanacak olan amellerin sahiplerine de müjde verilmektedir.

İşte Kur'ân'ın Hz. Peygamber'e verilmesinin iki ana amacı bunlar­dan ibarettir. Demek ki, ilâhî eğitimin öne çıkan öğretim metodlarından ikisi "uyarı ve müjde"dir. Bazı âyetlerde müjde önce, uyarı sonra gelir­ken Kehf 2'de uyarı önce, müjde sonra gelmektedir. Kur'ân'ı insanlara öğreten, onu hayata geçirebilmenin eğitimini veren din âlimi ve görevli­leri bu metodları uygulayıp Kur'ân'ı konuşturabilmeleri için onu iyi bilmeleri ve yaşamaları gerekiyor.

5. "Onlar   uzun   sürekli   olarak   ödül   içinde bulunacaklardır."

İman edip iyi amel işleyenlerin ödülü süreli olarak, o ödülün içinde kalmak şeklinde gerçekleşeceklerdir.

Ayette geçen mâkisîn kelimesi, "bir yerde durup eğlenmek, beklemek"; iş için kullanılınca "aceleye getirmemek" anlamına gelen mekese fiilinden türemiştir. Mekis kalıbı, "vakar ve temkin sahibi" manasını ifade etmektedir. Meks ise "bir yerde ikamet etmek" demektir.

Bazıları "sonsuza kadar orada kalacaklardır" manasını vermişler­dir. Sonsuzluk Allah'a mahsus olduğu için, bu kelimeye süreli olarak anlamını vermek daha doğru olacaktır.

6. "Ve Allah çocuk edindi diyenleri uyarmak için"

Bu konu İsrâ 40 ve 11 l'de, Mâide 18'de ve Tevbe 30'da açıklandı.

Yüce Allah, "Allah çocuk edindi" diyen Yahudi, Hıristiyan ve A-rapları uyarmak için Kur'ân'ı göndermiştir. İki uyarının ortasında bir müjde yer almaktadır. Bu görevi ile Kur'ân geçmişteki sapık inançları, şirke götüren anlayışları temizlemek, onları ortadan kaldırmak amacını yerine getirmektedir.

Bu inançlar temizlenmeden tevhid inancını gönüllere yerleştirmek mümkün değildir. Kendinde eğrilik olmayan ve dosdoğru olan kitap, yani Kur'ân, gönüllerdeki eğri inançları dosdoğru yaptığı için bu nitelik­lerle donatılmıştır. "Allah çocuk edindi" diyerek hem kendi gönüllerini kirleten hem de bu kirliliği başkalarına bulaştıran insanları bu hastalıktan kurtarmak gerekiyor. Kur' ân bu inancının çirkinliğini göstererek uyanda

bulunmaktadır.[2]

 

Allah'a Karşı Yalan Söyleyen İçin Üzülmeye Değmez:

 

5.  Bu hususta ne kendilerinin ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor! Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar.

6.  Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzün­tüden kendini helak edeceksin.

Ayetlerin analizinden çıkaracağımız ilkeler vardır:

1. "Bu hususta ne kendilerinin ne de atala-rının hiçbir bilgisi yoktur."

Demek ki, "Allah çocuk edindi" iddiası, eskiden İsrâiloğulları ara­sında ve Araplarda başlamış, Hz. Peygamber zamanına kadar geleneksel bir inanç olarak süregelmiştir.

Ama âyet bu inancın, bu ağır söylevin, temelinde bilgi olmadığını söylemektedir.

Söylenen bir şey mutlaka bilgiye dayanmalıdır. Bilgi ile ağızdan çıkan söz arasında bir bağ olmalıdır. Bilgiye dayanmayan söz köksüz ağaç gibi yıkılmaya mahkûm bir yalandır.

Onların ataları da kendileri de konuştukları konuda bilgi sahibi de­ğillerdi. İşte böylece Yüce Allah, bilgi ile inanç arasındaki ilişkiye dik­kat çekmektedir.

2. "Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor! Onlar yalandan başka bir söz söylemiyorlar."

Bilginin olmadığı söz ya da kaynağında bilginin bulunmadığı söz, hacmi büyük ama içi çürük olan bir sözdür. Dikkat edilirse Yüce Allah "ağızdan çıkıyor" diyor, yani onun beyin veya gönülle alakası yoktur. Onların köksüz, temelsiz, dayanaksız olduğu böylece ortaya çıkmakta­dır. Bu söz de "yalan" vasfını kazanmaktadır. Yalanı da Allah'a karşı söylüyorlar.

Ağızlarından çıkan sözün ağırlığı nedir? diye bir soru soruluyorsa bunun cevabını Meryem 88-89. âyetlerle verebiliriz:

"Rahman çocuk edindi, dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız." "Ağır söz", "çirkin söz" anlamına gelmektedir. Âyetin kendi içinde bu soruya cevap verilmekte­dir. "Yalan söz", "ağır söz"dür. Yalan ve çirkin olan bu sözün ağırlığı ne kadardır? Sözün ağırlığını ne metre ne de gramla ölçebiliriz. Onun ağır­lığını, Yüce Allah Meryem 90'da belirlemektedir: "Bu sözden dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir." İşte bu âyet, Allah çocuk edindi

sözünün ne kadar ağır olduğunu anlatmaktadır. Bu sözün, kâinatı yıka­cak nitelikte bir bomba ağırlığında olduğu anlaşılmaktadır.

İlimleri olmaması meselesini de Mü'minûn 117. âyetiyle açıklaya­biliriz: "Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya buna dair hiçbir delili olmamasına rağmen taparsa, o kimsenin hesabı ancak Rabb'inin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz."

Demek ki, Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 5'te yer alan 'ilin kelimesi, Mü'minûn 117'de "burhan" olarak geçmektedir. İlim demek, "delil" demektir. Delil de ilimdir. Öyle anlaşılıyor ki, "şirk", delilsiz ve bilgisiz ortamlarda kendini göstermektedir. Bilgi veya delilin olduğu yerde şirk barınamaz. O zaman biz insanları bilgilendirdikçe, şirk ile mücâdele etmiş oluruz. Bilgi ve delil, şirkin can alıcı düşmanı olduğundan, şirkin zehrini onlarla giderebiliriz.

3.  "Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye, arkalarından üzüntüden kendini helak edeceksin."

a)   Ayette  geçen bâhı'  kelimesi,  "boyun  eğmek";  nefisle kullanılınca   "üzüntüden   öldürmek,   mahvetmek,   ikrar  etmek,   itaat etmek",   "suyu  görünceye  kadar  kuyu  kazmak,  hasta etmek,  öğüt vermek" manasına gelen beha'a fiilinden türemiştir.

Bu kelime, "bir şeyi tüketmek, yormak" anlamında da kullanılmak­tadır. Bu kelime Kur'ân'da iki âyette geçmektedir: Birisi yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 6; diğeri de Hz. Peygamber'in psikolojik durumunu anlatmaktadır (Şu'arâ 26/3).

b) "Arkalarından." Hz. Peygamber, Kur'ân'a ve tevhide inanmayan müşriklerin ardından çok üzüntü duyuyordu.

Kendisi için değil de başkaları adına üzülmesi, kendini helak ede­cek kadar acı duyması, erdemin doruk noktasını teşkil etmektedir. Hz. Peygamber'in bu erdemini, başkası adına üzülmesini bize anlatarak Yü­ce Allah, peygamber ahlâkını öğretmektedir.

Üzüldüğünü yüzlerine karşı değil de arkalarından yapmak da işin başka bir doruk noktasını göstermektedir.

c) "Bu söze inanmıyorlar diye."

"Söz"den kasıt Kur'ân, yani ilâhî mesajdır. Hz. Peygamber, kâfir­lerin veya "Allah çocuk edindi" diyen Yahudi, Hıristiyan ve müşrik A-raplann şirk koştuklarını haber veren Kitaba inanmamalarından dolayı derinden üzüntü duyuyordu.

Günümüzde din âlimi ve görevlileri Kur'ân adına kâfirler için bu üzüntüyü duymalıdırlar. İlâhî mesajdan nasibini alamayanlara üzülmek, mü'minlerin ne kadar geniş gönüllü olduklarını ifade edecektir.

Duyacağımız bu üzüntü kendimizi heder edecek derecede olmama­lıdır. Bu üzüntüyü, memleketi için faydalı bir projeyi üretip, onu engel­lerden dolayı hayata geçiremeyen insanlar, yöneticiler, bilim adamları da duymalıdır.

Başkasının düştüğü kötülük batağından dolayı üzülmeyen, uğradığı iyilikten dolayı sevinmeyen kişi münafıklık işaretleri taşımaktadır, "Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse, iyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız derler ve böbürlenerek dönüp gider­ler" (Tevbe 9/50).

Demek ki Kehf 6 ile Şûra 3, saf bir imana sahip olan, münafıklık işareti bulunmayan bir insanın psikolojik yapısını ve davranışını anlat­maktadır. Diğer taraftan âyetten şunu da çıkartıyoruz: Başkası adına ü-zülmenin de bir sınırı olmalıdır.[3]

 

Dünyanın Süsü Ve İmtihan:

 

7.  Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel amel yaptığı­nı deneyelim.

8.  Biz elbette yerin üzerindekileri kupkuru bir toprak yapacağız.

Yüce Allah, yaratıp öldürmesinin amacının insanları imtihan etmek olduğunu hem bu âyetlerde hem de Mülk 2'de söylemektedir.

1. "Biz yeryüzündeki şeyleri kedisine süs olsun diye yarattık""

lehâ "kendisine"' ifadesinden kasıt yeryüzüdür. Yüce Allah yer­yüzünde yarattığı tüm şeyler bir süs niteliğindedir. Dünya hayatının ken­disi de bir "süs"tür. Kısaca dünya da, yaratılanlarla dünya hayatının ken­disi de süs niteliğindedir.

"Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun. eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir" (Hadîd 57/20).

İçindeki tüm yaratıklar süs olunca, onlarla beraber sürdürülen ha­yat da süs olmaktadır. Buradaki, yani yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 7'de ki "süs" kelimesinin bir anlamı da "çekici" olmasıdır. Çekici olan her şey, insanı aldatma niteliğine sahiptir. Aldatıcı olan çekici bir süs de insanın imtihanında bir soru olarak kullanılmaktadır.

Dünyanın süsü, davranış için imtihan sorusu olunca, insana ne den­li etki ettiği, duygu, inanç ve gönül boyutunu ne derece şekillendirdiği ölçülmektedir.

2. "Onların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim."

Ayette geçen '^JÂ ahsen "daha güzel" ifadesinden, Yüce Allah'ın bu imtihanı, daha güzel olanı belirlemek için yaptığı ortaya çıkmaktadır. Davranışın bir güzeli, bir de en güzeli vardır. Güzel davranışı herkes sergileyebilir ama en güzel olanını herkes sergileyemez. Davranışlarda gelişimin imtihanlarla belirlendiğini vurgulayan bu âyet, en güzelin tesbit edilmesiyle güzeli de ortaya çıkarmış olmaktadır. Güzelin bilin-mesiyle de âdî davranış tesbit edilmektedir.

İşte Kur'ân eğitimi en âdî davranıştan alıp en güzeline gidişin yo­lunu ve gerçekleşmesini amaç edinmektedir.

Mülk sûresinin 2. âyetinde de yoklukla varlığı yaratmasının amacı­nı yine "kimin daha güzel davranacağını belirlemek" için bir imtihan konusu yaptığına dikkat çekmektedir.

Demek ki en güzel davranış şekli, dünyanın süsüne kapılmayan, onu kendine değil, kendini ona hâkim kılan davranıştır.

3. "Biz elbette yerin üzerindekileri kupkuru bir toprak yapacağız."

Bu âyetle Yüce Allah, dünyanın süsünün geçici olduğunu, geçici olana aşırı bağlanmanın yanlış olacağını öğretmektedir. Görünen süs, bir gün gidecektir. Yüce Allah o süsü kupkuru bir toprak haline dönüştüre­cektir. Böylesine güzelliğini kaybedip çirkinleşen bir şeye tanrı derece­sinde bağlanmanın hata olacağı vurgulanmaktadır.

Allah'ın mesajına, vahyine, kitabına inanmayan insanların, süse aldandıklarına işaret edilmektedir.

Dünya malına aşırı derecede bağlanan, onun kendisine hakim ol­masına neden olan kişiler, dünyevî nimetleri tanrılaştırdıklarından, Al­lah'ın mesajına imanı tanrılarına kurban etmektedirler. Yüce Allah önce Hz. Peygamber'e, sonra da bütün nesillere böylesi insanlara üzülmeye değmeyeceğini söylemektedir.

Ayette geçen sa'îdâ kelimesi, "yeryüzü toprağı, yüksek yer, geniş" anlamına gelmektedir, (yj? cüruzâ da "üzerinde bitki olmayan, kupkuru, kıraç" demektir.[4]

 

Ashabı Kehf:

 

9. Yoksa sen, sadece Kehf ve Rakım sahiplerinin, bizim şaşılacak âyetlerimizden olduğunu mu sandın?

Bu âyetin nüzul sebebi olarak bazı rivayetler nakledilmektedir. Bu rivayetleri uzun bir şekilde burada nakletmeyi uygun bulmuyoruz. An­cak bu âyetin. Hz. Peygarnber'e sorulması istenen bir sorunun cevabı olarak gönderildiği şeklindeki haberi doğru buluyoruz. Hz. Peygam-ber'in, peygamber olup olmadığını tesbit etmek için Yahudi âlimlerin­den bilgi istenmiş: onlar da Hz. Peygamber'e şu üç şeyin sorulmasını istemişler:

a)  Asırlar önce kaybolan gençlerin (Ashâb-ı Kehf in) durumunu sorun.

b) Doğu-batı, her yere ulaşabilen o seyyahın olayını sorun.

c) Ona ruhu ve ruhun ne olduğunu sorun. Eğer bunlara cevap vere-bilirse, bilin ki peygamberdir.

Kureyş Hz. Peygamber'e gelip bu sorulan sordular. Bunun üzerine İsrâ 85. âyet ruhla ilgili olarak indirildi. Kehf süresindeki Ashâb-ı Kehf olgusu ile ilgili de bu âyetler inmiştir.[5]

Bunu anlattıktan sonra âyetin analizine geçebiliriz:

1. "Yoksa sen, sadece Kehf ve Rakîm sahiplerinin, bizim şaşılacak âyetlerimizden oldu­ğunu mu sandın."

Öncelikle âyette geçen iki kavramı açıklayalım: el-kehf, "dağdaki büyük ve geniş oyuğa, yani mağara"ya denmektedir, er-rakîm kelimesinin anlamının üzerinde âlimler tartışmışlar; Ka'b ve Süddî, "Ashâb-ı Kehf in çıkıp gittikleri memleketlerinin adı" olduğunu söylemektedir. Bu görüşü İkrime, İbn Abbâs'tan nakletmektedir. Sa'îd b. Cübeyr ve Mücâhid ise, Rakîm'in "Ashab-ı Kehf in isimlerinin üzerinde yazıldığı bir taş levha" olduğunu söylüyorlar.[6]

Bunlardan hangisi doğrudur? Sorunun cevabını yine Kur'ân'dan bulmak zorundayız. Mutaffıfîn 20'de İjiy. L&S kitâbün markûm "ya­zılmış kitap" ifadesi yer almaktadır. O zaman rakîm kelimesinin de "yazmak" anlamını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Demek ki, yukarıda nak­ledilen ikinci görüş doğrudur ve Ashâb-ı Kehf in isimlerinin yazılı oldu­ğu levha anlamına gelmektedir.

Peki bu insanların mağarada ne işleri vardı? Yoksa bu sûredeki ol­gunun temsili bir anlamı mı vardır? Ya da bu olgu sadece tarihte yaşan­mış bir menkıbe olarak mı kalacak? Olay, günümüze nasıl bir ışık tutma­lıdır?

Bu soruları cevaplandırırken şu gerçeği göz önünde tutmamız ge­rekiyor: Ashâb-ı Kehf, Allah tarafından gerçekleştirilen, âyet denen bir olgudur. Yani o, insanlardan ziyade Allah'ın bir uygulaması, bir deneyi, bir âyeti veya bir kanunu olmaktadır. Bu olguda Allah'ın irâdesini, tak­dirini, planlamasını ve uygulamasını görmeden açıklama yapılamaz ve yapılsa da açıklama yanlış olur.

Ashâb-ı Kehf olgusunu Allah gerçekleştirdiğine, onun bir âyeti ol­duğuna göre, amacının ne olduğunu da olgunun anlatımı sırasında bul­maya çalışacağız. Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 9'da min âyâtinâ "âyetlerimizden" denmesi, onun bir ilâhî uygulama oldu­ğuna delil teşkil etmektedir.

9. âyetten şunu çıkartıyoruz, Yüce Allah Ashâb-ı Kehf denen bir olguyu bizzat Kendisi gerçekleştirmiştir. Onun için bu olay, Allah'ın âyetlerinden biridir. Ancak, bundan daha çok şaşılacak âyetleri, uygula­maları, gerçekleştirdiği olguları vardır. Mesela: Önceki iki âyeti ele alır­sak, Yeryüzünü süsleyip sonra onu çıplak toprak haline çevirmesi, Ashâb-ı Kehf ten daha büyük bir olgudur. Bunu böyle düşündüğümüz zaman, neden "Kehf 7-8. âyetlerden hemen sonra Ashâb-ı Kehf i konu eden 9. âyet gelmiştir?" sorusunun cevabını bulmuş olabiliriz.[7]

 

Ashâb-I Kehf'in Yalvarışı:

 

10. O gençler mağaraya sığınmışlar ve Rabb'imiz: Bize tarafından rahmet ver ve bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdir.

Mağaraya giren gençlerin bu duasından çıkaracağımız neticeler o-lacaktır:

1. "O gençler mağaraya sığınmışlar."

a) Mağaraya sığınma olgusuna, Hz. Peygamber'in Hirâ mağarasına çıkıp orada düşünmesi olgusundan bakmamız gerekiyor. Hz. Peygamber neden Hirâ mağarasına çıkıyordu? Bu sorunun cevabını verirsek veya verebilirsek, o gençlerin neden mağaraya sığındıklarını görebilir ve an­layabiliriz.

Hz. Peygamber Hirâ mağarasına, çürüyen, yozlaşan, bütün ahlâkî değerlerini kaybeden, hak ve özgürlükleri çiğneyen, güçlünün hüküm sürdüğü ve aşiret hayatı yaşayan toplumun sorunlarını düşünmek, onlara bir çıkış kapısı bulup ıslah etmenin yollarını bulmak için çıkıyordu.

Toplumdaki yozlaşma ve dengesizlik, onu oraya itiyordu ama bir taraftan da tek tanrı inancı onu araya çekip Allah'ı düşünmesini sağlıyordu. Şirkin kol gezdiği Mekke toplumundan bir an olsun kurtulup Allah'ı düşünüp tevhid inancına bir çıkış yolu özlemi onu oraya çeki­yordu.

Bunları, kendini toplumdan ayırarak, soyutlayarak, tecrid ederek, beyni ve gönlü ile çözmeyi uygun buluyordu.

Şimdi bu açıklamanın gözlüğü ile Ashâb-ı Kehf olayını yaşayan gençlerin durumuna bakabiliriz. Bakınca da şunu görürüz: Onların da, bozulan, yozlaşan ve çekilmez hale gelen sosyal hayattan bir kaçış, onla­rı çözmek için bir çıkış kapısı bulmak için mağaraya sığındıklarını anlayabiliriz.

b)  Mağaraya sığınmaları, tabiat şartlarının zorlaması ile değil de, sosyal şartların zorlaması neticesi olmuştur. Hirâ mağarası bizim için bir okul niteliği taşıdığı gibi, Kehf denen mağara da bir okul özelliğini taşıyordu ve taşımaktadır. Ama mağara denen bu okullar aynı zamanda zikir denen düşünme ibadetinin yapıldığı bir ma'bed görevini de gör­mekteydi.

c)  Sığınma eylemini gençlerin gerçekleştirdiği, cümlenin yapısın­dan anlaşılmaktadır. Genelde mağaralar dağlarda olur. Peygamberlerin hayatında dağların çok büyük önemi vardır. Cûdî dağı, Tûr dağı, Nûr dağı, Arafat dağı bunlar arasında sayılabilir.

Netice olarak diyebiliriz ki Kehf denen mağaraya sığınan gençlerin eyleminde bir kaçış ve bir de çekiş olayı vardır. Bu olaylarda toplumdan kaçışı, Allah'ın çekişi net olarak görülmektedir.

2. "Ve Rabb'imiz: Bize tarafından rahmet ver ve bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu ha­zırla demişlerdir."

a) "Bize tarafından rahmet ver" derken ilmin ledünnîsi olduğu gibi (Kehf 18/65) rahmetin de ledünnî olanının varlığı anlaşılmaktadır (Âl-i İmrân 3/8). Duanın rahmet isteyen kısmından, Mağaraya sığınan gençle­rin "ledünnî rahmef'ten, yani rahmetin Allah katından geleceğinden de bilgileri vardı, demektir. Böylece onların daha önceden din eğitimi al­dıkları ortaya çıkmaktadır. Çünkü aynı şekilde rahmeti dilemek de Müs­lümanlardan istenmektedir.

Râzî, buradaki rahmetin ne anlama geldiğini şöyle açıklamaktadır: Rahmet, ma'rifetullâh'a (Allah'ı bilmeye), sabra, rızka ve düşmandan emin olmaya iletilmeleridir[8].

Râzî'nin bu yorumuna katılmamak elde değildir. Ülkede ya da ya­şadıkları şehirde inkârın, şirkin fitnenin kol gezmesi nedeniyle dinlerini, inançlarını kurtarmak amacı ile mağaraya sığınıp bu rahmet duasını yapmaları, onların ne denli rahatsız olduklarını ifade etmektedir. Bu bir çeşit hicreti gerçekleştirmektir. Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye niçin hicret etti? Hem dinini hem de canını kurtarıp tebliğ yani öğretim faaliyetini sürdürebilmesi için hicret etmiştir. Mekke'de fitne kopmuş, inkâr düşmanlığına dönüşmüş, artık kurtuluş hicrete kalmıştı.

Kehf denen mağaraya sığınan gençler de, dinlerini ve canlarını kurtarmak için bir çeşit hicret etmişlerdi. Ayette geçen min ledünke ifadesini Râzî. rahmetin büyüklüğü, onun Allah'ın lütuf ve cö­mertliğine uygun olması şeklinde yorumlamıştır.

b) "Ve bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla." Ayette geçen ^* heyyi' kelimesi kök itibariyle, "bir işi gerektiği şekilde hazırlamak, düzeltmek, kolaylaştırmak, tasavvur etmek" manasına gelmektedir.

Yüce Allah'tan rahmet istedikten sonra, işlerinin düzeltilmesini de istemektedirler. İşin düzeltilmesi için bilgi ve bilinç istiyorlar. Onların işi neydi? Mücâdele edemedikleri toplumdaki fitneden dolayı hicret edip mağaraya sığınmaları idi. Bunun çözümü için Allah'tan bilgi ve bilinç istiyorlardı. Bu da onların işinin kolaylaşması, düzeltilmesi, çözülmesi demekti.

Ayette geçen raşedâ kelimesi, "çıkış yolu, kurtuluş reçetesi, başarı, kolaylık" anlamına gelir. Bu kelime raşîd kalıbında alınınca "aklı başında" demek olur.

Demek ki bu gençler "rüşd" kavramını da bilecek bir kültüre sahip­tiler. En ilginç tarafı, hem rahmetin hem de sorunların nihâî çözümünü Allah'ın gerçekleştireceği bilgi ve inancına sahip olmaları idi.

Şimdi mağara ile bu duanın ilişkisine bakabiliriz: Mağara bir okul, bir ma'bed olduğuna göre insanlar çözümü okulda, yani eğitimde arama­lıdırlar. Bozulan toplumun düzelmesi, okul denen müessese ile başlaya­caktır. Eğitimin yer almadığı bir ıslahat hareketi, kısa vadeli polisiye ve askerî müdahalelerle sağlanacaktır.

Toplumun düzelmesini temin edecek olan siyasi güç, eğitimden ha­reket ederek bunu gerçekleştirirse iyi netice alacaktır. İşte bozulan top­lumları düzeltmek için Yüce Allah vahy göndermek suretiyle işi eğitim­den başlatmaktadır.

Diğer taraftan mağara denen okula sığman ve toplumun düzelmesi için çare arayıp Allah'tan yardım dileyenlerin genç olması da kurtuluşun gençlerden başlaması gerektiğine bir işaret niteliğindedir.

Eğitim gençleri, gençler de eğitimi harekete geçirerek, topluma bir bilinç kazandırılacak ve böylece bozulmanın, çürümenin önü alınacaktır. Bozulan toplumlar, çareyi gençlere bilinç kazandırmada arayacaklardır. Okul onların sığınağı, Allah'tan yardım dileme de esas ilkeleri olacaktır.

Demek ki Ashâb-ı Kehf olgusu insanlığa bozulan toplumların dü­zelmesi için okul, eğitim, gençliğin bilinci ve ilâhî yardımın gelmesinin gerekli olduğunu haykırmaktadır. Böylece bu olgu tarihî olarak kalma­yacak, tüm zamanların toplumlarına bunu öğretecektir.[9]

 

Gençlerin Yaptığı Dua Kabul Edildi:

 

11. Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulakla­rına nice yıllar perde koyduk (onları uykuya daldırdık).

12.  Sonra da iki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandır­dık.

13.  Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz.   Hakikaten   onlar,   Rabb'lerine   inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetini artırdık.

14.  Onların kalplerini metin kıldık. O yiğitler (o ülkenin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabb'imiz, göklerin ve yerin Rabb'idir. Biz O'ndan başkasına tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.

15.  Şu bizim toplumumuz Allah'tan başka tanrılar e-dindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil ge­tirseler. Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan da­ha zâlim var mı ?

16.  (İçlerinden biri şöyle demişti) : Madem ki siz on­lardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları

varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki,

Rabb'iniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın.

Bu âyetlerin içeriğinden anlıyoruz ki, Yüce Allah onların duasını kabul etti ve bu Ashâb-ı Kehf olgusu, bir hikaye değil, gerçek olarak yaşanmış bir olgudur. Açıklamalardan bu ortaya çıkacaktır.

1. "Bunun üzerine Biz de o ma­ğarada, onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk."

Bu âyet hakkında klasik tefsirler özet olarak şöyle diyorlar: Allah onların kulaklarını uykuyla tıkadı. Muhammed Esed de: "Allah onların hem gerçek hem de mecazî anlamda dış dünyanın telaş ve kaygılarından uzak kalmalarını sağladı" demektedir.

Gençler, Yüce Allah'tan rahmet istemişlerdi, Allah da onların ku­laklarını, toplumun bozulmasını, inanç bakımından sapıklıklarını anlatan haberlere karşı tıkadı, onları ondan uzak tuttu.

Aslında âyette "perde" anlamına gelen bir kelime yer almamakta­dır. Acaba darabe yani "vurmak" anlamına gelen bu kelime'alâ cer harfi ile kullanılınca "eğitmek" anlamına gelir mi? Yani Yüce Allah onlara toplumun durumunu çözmek için senelerce ilham göndermesini bu şekilde ifade etmiş olamaz mı?

Acaba onların kulaklarını dış dünyaya kapaması, onların istediği rahmet, yani çare olabilir mi? Müfessirlerin söylediklerini kabul etmekle beraber, kulaklarına perde koymaktan ziyade, "kulaklarına çözüm için ilham verdi, onları öğrenime tâbi tuttu" manasını tercih etmekteyiz. Çünkü dış dünyaya kapalı olanlar, dış dünyadaki problemleri çözemez­ler. Daha önce mağarayı bir okul olarak kabul edince, okulda kulaklara perde vurulmaz, bilgi ve bilinç akıtılır.

'adedâ kelimesi, bu âyette de olduğu gibi sinîn gibi sene, yıl anlamına gelen bir kelime ile kullanılınca, "sayılı yıllar" anlamını ifade etmektedir. Demek ki, Yüce Allah mağara denen okulda senelerce o gençleri yetiştirdi, onları bilgilendirdi ve dinlerini savunacak hale ge­tirdi.

2. "Sonra da iki gruptan hangisinin, kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık."

Bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

a)  Ayetin başında geçen l&u be'asnâ   kelimesi, aslında meşhur anlamıyla "öldükten sonra dirilmek" demektir. Bu anlama ilaveten söz konusu kelimenin "göndermek, atamak, kaldırmak, yeniden yaratmak, oluşturmak, öne atılmak, dışarı atılmak ve yetiştirmek" manaları da var­dır. Şimdi bir önceki âyette yer alan fe darabnâ 'alâ âzânihim ifadesini, "ilham verdi, öğretime tâbi tuttu" manasına alırsak, buradaki Uii; be'asnâ kelimesine de "yetiştirdik" manasını verebiliriz. Öğretilen insan ma'nen uyanıyor, bilinçleniyor, canlanıyor, yeniden ha­yata gelmiş gibi oluyor; hatta gibisi yok, öyle oluyor.

b)  "Bilmemiz için." Yüce Allah, burada onları çaresizlik du­rumlarından kurtarıp yetiştirilmelerini neden gerçekleştirdiğini "bilme" anlamındaki kelimenin başındaki J lâm harfi ile ifade etmektedir.

Yüce Allah her şeyi gerçekleştirmeden önce de bilir, ancak bizzat kulları için ispat niteliğinde bunun gerçekleşmesini bekler. Genelde Yü­ce Allah bir işi neden yaptığını Kur'ân'da anlatır; eylemin amacını belir­leyerek bir işi hayata geçirir. Bu metodunu ve anlatım tarzını Kur'ân'in pek çok âyetinde uygulamaktadır. Örnek olarak bazı âyetlere gidebiliriz:

i. "Senin yönelmekte olduğun kıbleyi, elçiye uyacak olanları, topukları üzerinde geri döneceklerinden ayırt etmek için tayin etmiştik" (Bakara 2/143).

ii. "Yoksa Allah, içinizden var gücü ile uğraşanları bilmeden ve dayananları denemeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmrân 3/142).

iii. "Biz, insanların hangi­sinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir zinet yaptık" (Kehf 18/7).

iv. "Andolsun ki içinizden cihâd edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar sizi imtihan edeceğiz" (Muhammed 47/31).

v. "Allah, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için yoklukla varlığı yaratmıştır" (Mülk 67/2).

Bütün bu âyetlerde şu gerçeği görüyoruz: Yüce Allah objektif yani tarafsız olarak bir işin gerçekleşmesini imtihan ederek ispat etmektedir.

"Bir olay gerçekleşsin de ondan sonra bileyim" anlamında değil de, "siz bu şekilde davranıyor veya davranacaksınız" ilkesini, yani kendi bilgisini imtihanla ortaya çıkarıp insanların gözünde doğrulamaktadır.

c) Ayette "iki grup" diye tercüme ettiğimiz JŞjî-\ el-hizbeyn kelimesinin Muhammed Esed'in man al andırdığı gibi "iki bakış açısı" anlamında alınmasını daha doğru buluyoruz. Bu iki bakış açısını, mağaradaki gençler temsil ediyordu. Burada sosyolojik manada iki grup değil de, bilimsel manada iki görüş açısı olduğuna dair delilimiz ne olabilir? Kehf in 19. âyeti bu iki görüşü ele almakta ve bu görüşlerin neler olduğunu açıklamaktadır. Bizim delilimiz de 19. âyet olmaktadır.

(ehsâ kelimesi, "hesab etti, saydı" anlamına gelmesine rağmen bu âyette, "anladı, kavradı" anlamını taşımaktadır.[10]

Demek ki, mağarada geçirilen sûrenin iki görüş açısından hangisi­nin daha iyi kavranıp değerlendirdiğini insanlara göstermek için onları uyandırmıştı, yetiştirmişti. Ehsâ kelimesini, "anlamak, kavramak, değer­lendirmek" anlamına alınca, be'ase kelimesine de "yetiştirmek, bilgisiz­lik uykusundan uyandırmak" manasını verebiliriz. Ayette geçen lâü emedâ kelimesi de "geçen müddet"i ifade etmektedir.

Demek bu gençlerin hepsi, mağara okulunda yetiştirilirken aynı de­recede olayları değerlendirme bakış açısını kazanamamışlardır. Bundan eğitim için şu ilkeyi çıkartıyoruz: Aynı eğitimi alan kişiler, ferdî farklar psikolojileri gereği, farklı düzeyde istifade edeceklerdir. Aynı eğitimi aldılar diye aynı bakış açısını kazanacaklar diye bir kural yoktur.

d) İki farklı görüşün ortaya çıkması ve bu görüşlerin daha sonra 19. âyette ortaya sürülmesinden anlıyoruz ki, o dönemde bile "ifade öz­gürlüğü" vardı ve bu özgürlük için Yüce Allah Ashâb-ı Kehf olgusunu anlatmaktadır.

Ayette geçen ji eyyü "hangisi" ifadesinden anlıyoruz ki, Yüce Al­lah düşüncelerini özgürce ifade etme hakkını insanlara tanımaktadır. Önemli olan objektif olarak bunların en iyisini tespit edip çıkarmaktadır.

3. "Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rabb'lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetini artırdık."

a)  Yüce Allah, Hz. Peygamber'e anlattığı Ashâb-ı Kehf olgusunun gerçek olduğunu, onu bir menkıbe olarak görmenin yanlışlığını bu ifade­si ile bertaraf etmektedir.

b) İman etmiş olmaları nedeniyle Yüce Allah onların hidâyetini ar­tırdı. Zaten iman etmiş olan bu gençlerin hidâyetini artırmak ne anlama gelmektedir? Buna, "doğru yolda onların seviyesini yükseltmek" mana­sını verebiliriz. Daha önce o gençler, Allah'tan doğruluk bilgi ve bilinci ile donatılmalarını istemişlerdi. Yüce Allah da istediklerini onlara verdi; içinde bulundukları zor şartlardan kurtulmaları, çıkmaları için bir çıkış yolunu onlara gösterdi.

Yüce Allah, derin bir bilinç ve duyarlılık vererek onları güçlendir­miştir. Bundan da anlıyoruz ki, "hidâyet çoğalırmış, artarmış, güçlenir-miş". O zaman en mükemmel insan bile her an Allah'ın hidâyetine muhtaçtır ve "olgunlaştım, oldum, bittim" demesi mümkün değildir. Aldığı her merhalenin önünde daha nice merhaleler vardır.

4. "Onların kalplerini metin kıldık. O yiğitler ayağa kal­karak dediler ki: Bizim Rabb'imiz, göklerin ve yerin Rabb'idir. Biz, O'ndan başkasına tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz."

Bu âyetten çıkaracağımız önemli genellemeler olacaktır:

a) Mağaraya sığınan gençler, yani Ashâb-ı Kehf, Allah'tan rahmet ve kurtuluş yolu istemişlerdi. Bu isteklerinin yerine getirilmesinin ikinci delili de kalplerinin metin kılınması, pekiştirilmesi, birbirine bağlanması, cesaret verilmesi olmuştur. Yüce Allah onların kalplerini kaynaştırırken, içlerinde manevî ameliyat yaptığını söylemektedir.

Yüce Allah, onlara mağarada sadece bilgi öğretip bilinç kazandır­madı veya kavrama yeteneklerini artırmadı; aynı zamanda onların kalp­lerini kaynaştırdı ve cesaretlendirdi.

Bu operasyonu ile Yüce Allah onları tek vücut haline getirip, i-nançlarını savunacak, doğruyu anlatacak cesareti onlara kazandırdı, l^ü il ijJlii "Ayağa kalkarak dediler ki." İşte yıllar sonra topluma karışarak mağarada aldıkları bilgi, beceri, bilinç ve cesaretle inançlarını anlatmak için ayağa kalktılar ve konuşmaya başladılar.

Böylece büyük bir cesaretle ayağa kalkıp hakikati anlatıp yanlışla­rını söylemek için Kehf 11'e göre "bilgi", Kehf 13'e göre "doğruyu bulma" ve "doğruda olma bilinci", Kehf 14'e göre de "gönülden birbiri­ne bağlılık ve cesaret" şarttır. Ayrıca 13. âyetteki "iman etmiş" olmak da bu şartlar arasında yer almaktadır. Kısaca özetlersek, iman, bilgi, hidâyet ve kaynaşan gönüller bir araya gelince, artık ayağa kalkma zamanı gel­miş demektir.

c) Ayağa kalkan bu gençler ya da Ashâb-ı Kehf in, savundukları veya insanlara anlattıkları ilk şey "tevhid inancı" olmuştur.

Yüce Allah onların ne dediğini bile Kur'ân'da bize nakletmektedir. Bu gençler:

i. "Bizim Rabb'imiz, göklerin ve yerin Rabb'idir." Yüce Allah'ı "yaratmak, besleyip büyütmek ve sahibi ol­mak" anlamına gelen Rabb sıfatı ile tanıtmaktadırlar.

ii. "Biz ondan başkasına tanrı demeyiz." Yani tanrı olarak başkasına yakarmayacağız. Böylece yardım dilemek için duanın sadece Allah'a yapılması gerektiğinin dersini vermektedirler.

iii. "Yoksa, saçma sapan konuşmuş oluruz." Başka bir ifadeyle çok çirkin bir şeyi dile getirmiş oluyoruz. Ayetin bu kısmın­da geçen ı'uu:» şetatâ kelimesi, "haddi aşmak, haktan uzaklaşmak" manasına gelmektedir. Bu kelimenin fiil kalıbının "zulmetmek" anlamı da vardır.

Allah'tan başkasına dua edebileceğini söylemek şirk olacağından, şirk de Lokman 13'e göre "zulüm" olarak tanımlandığına göre, şetat kelimesine "zulüm" manasını vermek doğru olacaktır. Âyeti "o taktirde zulmetmiş oluruz" şeklinde tercüme edelebiliriz.

Böylece bu insanlar, önce tevhid inancını, sonra da şirkin kötülü­ğünü anlatarak, şirke bulaşmış ya da şirk batağına düşmüş halka mağara denen okuldan aldıkları eğitimle ders vermişlerdir.

 "Şu bizim toplumumuz Allah'tan başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. Öyle ise Allah hak­kında yalan uydurandan daha zâlim var mı?"

Bu âyet, bir önceki âyette, ayağa kalkıp söyledikleri sözleri sanki kendi aralarında söylemiş oldukları düşüncesini uyandırıyor.

a) Mağaradaki gençler, toplumlarının şirk koştuğunu, Allah'tan başka tanrı edindiklerini söyleyerek, onların durumları ile ilgilendiklerini ortaya koymuşlardır. Öyle anlaşılıyor ki, mağaradaki eğitimleriyle, top­lumdaki inanç ve sosyal hastalıklarla ilgilenilmesini de öğrendiler. Böy­lece toplumlarının inanç bakımından sorunları olduğuna dikkat çekmek­te, tenkitlerini ve değerlendirmelerini o boyutta yapmaktadırlar.

b) Toplumlarının, sahte tanrılara tapınmalarını, bir delile dayandı­rarak yapmalarını istemektedirler. ^ jüaii sultanin beyyin, "açık bir delil" demektir. Öyle anlaşılıyor ki'Âshâb-ı Kehf, açık delilin ne oldu­ğunu, yapılan bir işin delile dayanması gerektiğini biliyorlardı. Böylece yapılan bir işin açıklamasının ve doğruluğunun ispatı gerekiyor.

c) Şirk koşmak, Allah hakkında yalan uydurmaktır. Allah hakkında yalan uydurma da en büyük zulümdür. Mağaraya sığman gençler, Hz. Lokman gibi, şirkin zulüm olduğunu söylemekte, şirk koşup Allah'a iftira edenden daha zâlim olup olmadığını sormaktadırlar.

Öyle anlaşılıyor ki bu gençler çok derin bir "tevhid inancı" dersi almışlardı ve toplumun inanç problemi ile çok ciddi bir şekilde ilgileni­yorlardı. Onlar "Allah'tan başka tanrı edinmek", "açık delil", "Allah'a iftira", "şirk" ve "zulüm" kavramları ile örülmüş sözler ürettiklerine gö­re, ne denli ilahiyat kültürüne sahip olduklarını göstermektedir.

Kehf sûresinin bu âyeti ile 4. ve 5. âyetlerini bir araya getirirsek, sanki o âyetlerde Allah'a koşulan şirke, Ashâb-ı Kehf in toplumunu ör­nek vermek için bu olgunun anlatıldığı izlenimi edinilmektedir.

6. "İçlerinden biri şöyle demişti: Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabb'iniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın."

Ayetin içeriğinden anlıyoruz ki, Ashâb-ı Kehf denen gençler, ma­ğaraya sığınmadan önce içlerinden biri mağaraya sığınmayı teklif etmiş­tir. Demek ki 10. âyette geçen "O gençler mağaraya sığınmışlar" ifade-sindeki eylemden önce onlara yapılan bu konuşma gündeme getirilmek­tedir. Kehf 10-13 arasındaki tüm oluşumlar bu âyetten sonra olmuş gibi görünüyor. Çünkü bu âyette teklif edilen dua şeklini 10. âyette yaptıkları söylenmektedir.

Mağaraya sığınmalarını ve nasıl dua yapacaklarını söyleyen genç, gerçekten içlerinde en kültürlü, ilâhîyatı en iyi bilen, tevhid öğretimi görmüş biri idi.

a) "Madem ki siz onlardan ve onların Al­lah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız."

İ'tizâl kelimesi, "ayrılmak" demektir. "Hem inanç hem fikir hem de davranış bakımından birinin veya bir grubun diğerlerinden köklü ay-rılışı"nı ifade etmektedir.

Bu kelimeden anlıyoruz ki, toplumlarda ayrılıklara neden olan şey­lerden biri de inanç farklılığıdır. Hak din ve medenî toplum, bu farklı inançların ayrılığa değil, beraber yaşamaya götürmektedir. Ashâb-ı Kehf döneminde inanç özgürlüğü ya da farklı inançlara toleranslı bakıp dav­ranmak yoktu. Onun için arkadaşları onlara toplumdan ayrılıp mağaraya sığınmalarını teklif etti.

Demek ki orada, o toplumda "ya bizim gibi olursunuz, bizim tanrı­larımıza inanırsanız ya da toplumu terk edersiniz" baskısı vardı. "Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi inanmayan ve bizim gibi davranmayanların aramızda yeri yoktur" şeklinde özgürlükleri yok eden anlayışın ne denli kötü, zararlı ve insana aykın olduğunu Ashâb-ı Kehf olgusunda örnek olarak görmekteyiz.

b) "O halde mağaraya sığının ki, Rabb'iniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın."

Mağaranın ne olduğunu ve Allah'ın rahmetinin ne anlama geldiği­ni 10. âyetin açıklamasında cevaplandırmıştık. Ancak "işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın" ifadesi ile gençlerin ma­ğaraya sığındıklarında yaptıkları "bize (şu) durumu­muzdan bir kurtuluş yolu hazırla" dua arasındaki benzerliği göstermemiz gerekiyor: Arkadaşlarının teklif ettiği ile onların duası örtüşmektedir.

10. âyette geçen lüj raşedâ ile 16. âyette geçen lii^. mirfakâ kelimelerinin birbirini manalandırdığını görmemiz gerekiyor.

Mirfak, "dirsek kemiği"ne verilen bir isimdir. Dirsek kemiği insa­nın hareketini sağlayıp ona fayda vermektedir. Eklem kemiğinin ya da eklemin yaptığı fizîkî hareketin faydası ile manevî faydaya aynı isim verilmektedir.

Demek ki raşedâ ile mirfakâ aynı anlama alınırsa, insanın doğru hareket etmesini, doğru davranmasını temin eden her şey onun faydası, mirfakâsı veya raşedâsı olmaktadır.

Dikkat edilirse arkadaşları, onlara "dua edin" demedi, ama mağa­raya sığınmalarını söyledi. Bu sığınma ile onlara Allah'ın, rahmetini yayıp işlerini kolaylaştırıp onları faydalandıracağını ifade etti. Onlar da 10. âyette bunu dua şekline çevirdiler ve Allah onların duasını kabul etti.

İşte rahmet, "faydayı, kolaylığı getiren bir öğretim müessesesi o-lan, yani okul olan mağaraya sığınmak" olmuştur. Çare eğitimde aran­malı, ona sığınılmalıdır. Özgürlüklere saygı, farklı inançlara toleranslı davranmak okul eğitimi ile kazanılacaktır. Özgürlüklere baskı, insan haklarına saygı duymamak, eğitilmemişliğin, okulsuzluğun, yani gerçek bilgiyi öğrenememenin delili olmaktadır.

Yüce Allah buraya kadar olan Ashâb-ı Kehf ile ilgili âyetlerle bize inanç özgürlüklerinin çiğnendiği bir sosyal ortamda ne yapılması gerek­tiğini, okula, eğitime, öğretime, kısaca bilgiye sığınılmasının önemini anlatmaktadır. Bilginin üretildiği okul, özgürlüklerin estiği, yaşandığı, doyasıya teneffüs edildiği ortamdır.

Kısaca, insanın, inanç özgürlüğünü yaşayamadığı bir ortamdan başka bir ortama hicret etmesinin önemi de bu kıssada vurgulanmakta­dır.[11]

 

Ashâb-I Kehf Allah'ın Âyetidir:

 

17. Güneş doğduğu zaman, mağaradakilerin sağından meylederek geçtiğini ve battığı zaman da sol tarafla­rından geçtiğini görürdün. Onlar da mağaranın içinde boşlukta bulunuyorlardı. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kimi doğru yola koymuşsa, o, doğru yoldadır.

Kimi de şaşırtmış ise, ona yol gösterecek yakın bir dost bulamazsın.

18.  Mağaradakiler uykuda iken sen onları uyanık sa­nırdın. Biz onları sağa ve sola döndürüyorduk. Köpek­leri de dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görmüş ol­saydın, geri dönüp onlardan kaçardın ve için korku ile dolardı.

19.  Birbirine sorsunlar diye onları böylece uyandırdık. İçlerinden biri "ne kadar kaldınız " dedi. "Bir gün veya bir günden az kaldık" dediler.  "Ne kadar kaldığınızı Rabb 'iniz daha iyi bilir. Birinizi şu para ile şehre gön­derin de, yiyeceklerin en iyisine baksın ve size yiyecek getirsin, nazik davransın ve sakın sizi kimseye duyur­masın.

20.  Doğrusu, eğer onlar sizi ele geçirirse ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler ve bu durumda asla kurtulamazsınız,(dedi).

Yüce Allah mağaranın konumu ile gençlerin oradaki yerleşimini ele almakta ve orada geçirdikleri durumları açıklamaktadır:

1. "Güneş doğduğu zaman, mağaradakilerin sağından meylederek geçtiğini ve battığı zaman da sol taraflarından geçtiğini görürdün."

Ayetin bu kısmı, mağaranın konumunu Güneş'in hareketine göre anlatmaktadır. Doğarken ve batarken Güneş ışınlarının mağaraya değ­meden geçmesinin anlamı, mağaranın kuzeye doğru bakmasıdır ve maddeten de Yüce Allah onları Güneş'in hararetinden korumuş olması­dır.

Demek ki mağara çok sıcak bir bölgede idi ve Yüce Allah Ashâb-ı Kehf in çok inançlı ve ma'nen seviyeleri yüksek, erdemli kişiler olması nedeniyle onları gölge altında tutmuştur. Kur'ân'da geçen "süreli gölge içinde veya altında olacaklardır" şeklindeki cennet hayatının temsîlî ma­nada dünyada da yaşandığında burada bir işaret vardır.

"İnanıp iyi ameller yapanları da, içinde süreli

kalmak üzere girecekleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokaca­ğız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu bir gölgeye koyarız" (Nisa 4/57).

Şu erdemleri, vasıfları hayata geçiren kişilerin de, "gölgenin olma­dığı mahşer"de gölgelendirilecekler! bildirilmektedir: Âdil yönetici, Al­lah'a huşu ile ibadet eden genç, gönlü mescitlere bağlı kalan kişi, Allah için birbirini sevenler, güzel bir kadının teklifini Allah korkusu nedeniy­le reddeden genç, gösterişten uzak infâk eden kişi, huşu içinde Allah'ı zikreden adam (Buhârî, 36; Müslim, Zekât, 91; Tirmizî, Zühd, 53).

Bu âyetteki $J& y& zıllen zada "koyu bir gölge" anlamına gel­mektedir. Râğıb el-İsfahânî, zili kelimesinin "örtü" veya "sığınak" anla­mını vermek üzere mecazî anlamda "korumak" manasına geldiğini söy­lemektedir. Lügatlarda "rahatlık, keyf, bolluk, mutluluk" manasına gel­diği de söylenmektedir.

Doğarken ve batarken mağaraya Güneş ışınlarının değmemesi, o gençlerin bir gölge altında olduklarını ifade etmektedir. Mahşerdeki, yani cennetteki gölgenin tatbikatını Yüce Allah Ashâb-ı Kehf olgusu ile insanlara anlatmaktadır.

Hz. Peygamber'in, Güneş'in bu konumunu görmesi ne anlama gelmektedir? Hz. Peygamber bu olgudan asırlar sonra dünyaya gelip peygamber seçildiğinde göre, o olguyu göremezdi. Yani bu kelime "bir görseydin" anlamını ifade etmektedir. îşte Hz. Peygamber çıplak gözle o mağaranın Güneş'e karşı konumunu göremedi ama mağara olgusunu hem ilk vahyi alırken hem de hicret ederken yaşadı. Hirâ mağarası bir okul; hicret ederken sığındığı Sevr mağarası da "korunma, sığınma yeri" olmaktadır. Sözü edilen bu Kehf mağarası da her iki işlevi bir arada yü­rütüyordu.

Ayette geçen takridu kelimesi kard kelimesinden türemiştir ve "bir mesafeyi kat etmek, bir yeri bir başından öbürüne geçmek" demektir.

Demek ki, Kehf denen mağara, dağda gelişigüzel yerleşmiş olan bir mağara değildi. Güneş'in hareketine göre düzenlenmiş, kuzeye ba­kan, görülmeye değer bir mağara olduğu için Yüce Allah Hz. Peygam-ber'in onu görmesini istemiştir. Böyle bir mağaranın oluşumu, o gençle­rin sahip oldukları erdemlerde gerçekleşmiştir.

2. "Onlar   da   mağaranın   içinde   boşlukta bulunuyorlardı."

Ayetin bu kısmında geçen fevce, "geniş yer" demektir. Mağa­raya sığınan gençlerin, mağaranın geniş bir yerinde bulunduklarını an­latmakla Yüce Allah, mağaraya nispetle onların konumunu daha çok önemsediğini belirtmektedir.

Mağara hem Güneş'in sıcaklığından etkilenmiyor hem de geniş bir mekân sağlıyordu.

3.  "Bu, Allah'ın âyetlerindendir."

Mağaranın Güneş'e karşı konumu, gençlerin mağaraya karşı ko­numları Allah'ın âyetlerinden, belgelerinden, alametlerinden, delillerden olmaktadır. Buradaki âyât kelimesine "kanunlar" manasını da verebili­riz; dolayısıyla âyete: "Allah'ın dinine sahip çıkanları Allah koruyacak­tır" şeklinde mana verebiliriz. Bu anlamı da göz önüne alarak âyât keli­mesine "kanunlar" anlamını verebiliriz. Ayetin devamı zaten "âyât"ın ne olduğunu anlatmaktadır.

4."Allah kimi doğru yola koymuşsa, o doğru yoldadır. Kimi de şaşırtmış ise, ona yol gösterecek yakın bir dost bulamazsın." Ayetin bu kısmı İslam dininin, ilahiyatının temel kanunlarından birini koymaktadır.

İnsanın doğru yolu bulmasında kendi ön hazırlıklarının yanında Allah'ın ona doğru yolu buldurması da vardır. Hidâyet denen doğru yolu buldurma Allah'ın eğitim alanına girmektedir. Allah'ın doğru yola iletti­ği, doğru yolda olacaktır. İnsanın kendini doğru yola iletmesi, kendisini hidâyete erdirmesi mümkün değildir, ancak ön hazırlıklarını yerine geti­rebilir.

"Kimi de şaşırtmış ise" ifadesinde, sapıklığı tercih edeni sapıklıkta bırakması anlamına gelmektedir, yani "sapıklığını tescil etmesi, onayla­ması" demektir. Sapıklığı tercih etmeyeni, ön hazırlıklarını yerine getir­meyeni Allah'ın sapıtması mümkün değildir. Bir kere, Yüce Allah insanı sapıklıkta bırakmaya dursun, artık onu oradan kurtaracak kimse olamaz.

Onun içindir ki âyetin sonunda veliyyen mürşidâ ifadesi yer almaktadır. Velî kelimesi, "dost, yardımcı, koruyucu" manalarına gelmektedir. Mürşid de "yol gösterici, yani doğru yolu gösteren" de­mektir. Yüce Allah'ın sapıklık içinde bıraktığı kişiye doğru yolu göste­recek bir dost, bir yardımcı olamaz.

Şimdi âyetin sonunda yer alan 4. kısmın mağara ile ne ilgisi var­dır? diye sorulabilir. Daha önce belirttiğimiz gibi mağara bir okul, aynı zamanda Allah'ın hidâyetini getirmektedir. Hakkın öğretildiği, bilindiği yere Allah'ın hidâyeti gelmektedir. Çünkü hakkın bilgisi insan beynini ve gönlünü AllatTın hidâyetine hazır hale getirmektedir. Bunları öğreten okul, aynı zamanda Allah'ın hidâyetini getirmektedir. Böylesi bir okul­dan mahrum olan câhil insanlar, çoğu zaman yanılarak sapıklığı tercih ederler; Allah da onlan sapıklık içinde bırakır. Sapıklığı tercih eden, bilgi ile bağlantısı bulunmayan câhil insanı bu durumdan kurtaracak bir dost yoktur. İnsanların gücü bu değişim için yeterli değildir. Hidâyet denen köklü içsel değişim Allah'ın kudretine bağlıdır. Din eğitimini ger­çekleştiren peygamberler, Yüce Allah'ın bir lütfü olan bu köklü içsel değişimin gerçekleşmesi için ön çalışmalarını yaparlar.

Mağaraya sığman gençler Kehf 10'da Yüce Allah'tan kendilerine bir kurtuluş yolu hazırlamasını istemişlerdi. Yüce Allah 17. âyette buna "hidâyet, doğru yolu gösterme" demektedir.

5. "Mağaradakiler uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürü­yorduk."

17. âyette mağaranın Güneş'i görüp görmemesi gündeme getirilir­ken 18. âyette de mağaradaki gençlerin durumunu görüp onların uyanık olduğunu zannetmeyi konu edinmektedir. Neden Yüce Allah Ashâb-ı Kehf in uykusuna varıncaya kadar detaya inmektedir?

İsrâ sûresinde 1. âyette gece yürüyüşü ve 60. âyette geçen Allah'ın gösterdiği görüntüler, yani rüya meselesini ispat eden bir delil mahiyeti­ni taşıdığı için Ashâb-ı Kehf in uykusuna varıncaya kadar detaya inmek­tedir.

Yüce Allah'ın uyku dediğini Hz. Peygamber'in uyanık hali olarak değerlendirmesinden anlıyoruz ki, ilâhî bakış açısı ve değerlendirmesi ile beşerî bakış açısı ve değerlendirmesi farklı olmaktadır. İnsan değer­lendirmesinde yanılabilir. Göz yanılır, onun için değerlendirmede de hata yapılabilir.

Ayette "uyanık" anlamına gelen eykâz kelimesi, yakız ve yakzân kelimelerinin çoğuludur, rukûd ise "uykuda olmak" demektir.

Yüce Allah onları sağa sola çevirdiği ve gözleri de açık uyudukla­rından Hz. Peygamber'in, onları görmesi halinde uyanık zannedeceğini söylemektedir. Bu bize neyi anlatmaktadır? Biz Ashâb-ı Kehf gibi olma­yacağımıza göre bu âyetler bizim için bir hikaye olmaktan öte ne ifade etmektedir?

Mağaraya sığınan gençlerin manevî bakımdan üstünlüklerini göz önüne alırsak günümüz insanına ve geleceğe ışık tutacak bir netice çıkar­tabiliriz. Takvası derin olan, ihlâsı yüksek olan kişiler uyusalar bile onla­rın gönlü uyanıktır. Onların uyku halleri bile uyanıklık halidir. Böylece bu kıssada uykuyu, uyanıklık durumuna getirecek insanları yetişeceği okula, eğitim faaliyetine işaret edilmektedir.

Takva, ihlâs ve ihsan sahibi insanların uykuları bile uyanıklık hali olduğuna göre, Yüce Allah'ın, din eğitimine nasıl bir hedef tayin ettiğini anlamamız mümkün olacaktır. Uykuda çalışan bir beyin ve gönüle sahip olan insanı yetiştirmek ana hedef olmalıdır.

Yüce Allah onları sağa sola döndürdüğünü ve bu nedenle onların uyanık zannedileceğini söylemektedir. Bu döndürme işi bizim için neyi ifade etmektedir? Ashâb-ı Kehf in bu durumunu günümüze aktarırsak şu neticeyi çıkartırız: İnsanlar uyanık iken, benliklerine zebun olurlar, kibre kapılırlar ve bu nedenle bütün benlikleri ile Allah'a teslim olmazlar. Uy­ku halinde, yani ma'nen takva ve ihlâs seviyesine ulaşınca, bütün benlik­lerini Allah'a teslim ederler ve Yüce Allah'ın kudreti ile her yana döner­ler, yani her iyi işi yaparlar.

Bu döndürme işleminin, daima bir tarafa yatmanın vücutta yaralara sebep olabileceği düşüncesiyle gerçekleştirildiğini anlamamız da müm­kündür.

"Ben katıksız bir inanca (hanîf) sahip olarak bütün benliğimi gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim" (En'âm 6/79).

Bu şekilde benliğini Allah'a teslim eden insanın tüm işlerini Allah görür. Sağa sola çevirmenin günümüzdeki anlamı ve çıkarımı bu olmalı­dır.

6.  Köpekleri de dirseklerini eşiğe uzat-

Demek ki, mağaraya sığınan bu gençlerin köpekleri de vardı. Kö­pek kavramı ilk bakışta, korumayı hatırlatmaktadır.

Ama Kur'ân'da köpek A"râf sûresinin 176. âyetinde nefsine tâbi olan insanı temsil etmektedir. Bir bakıma, mağaraya sığman gençler kö­peklerini, yani nefislerini dışarıda bıraktılar. Bütün benliklerinden, nefsî arzularından sıyrılarak mağara denen okula girdilçr.

"Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumunu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini çıkarıp solur."

Görüldüğü gibi köpek, aşın dünya düşkünlüğü ile nefsin arzularını temsil etmektedir. İşte mağaraya sığınan bu gençler, dünyaya olan düş­künlükleri ile nefsin arzularını kapıda bıraktılar. Ama onlar hemen kapı­nın eşiğinde bekliyorlardı; beyin ve gönlün doğrultusundan, erdemli Müslümanlıktan ödün verenlerin içine dolacaklardı.

Bu açıdan bakınca günümüze şu çıkarımla ışık tutabiliriz: Eğitimin kendisi bir mağarayı andırmaktadır. Nefsin arzularını, tutkularını kapının dışına bırakmadıkça, eğitimden istifade etmek mümkün değildir. Ham benliğimizi kapının dışına bırakıp bütün benliğimizle Allah'a teslim ol­duğumuzda, O'nun eğitiminden istifade edebiliriz. İnsanın nefsi, yani nefsinin arzulan insanlara havlayıp soluyor ve onları ısırmaya çalışıyor.

7. "Onları görmüş ol­saydın geri dönüp onlardan kaçardın ve için korku ile dolardı."

lev ittale'te 'aleyhim "Onlara muttali olsaydın", yani "yanlarına varıp hallerini görseydin" demektir. Tabii ki Hz. Peygam­ber'in onları görmesi mümkün değildi. Ama onların durumu görülmeye değer nitelikte idi. Hz. Peygamber niye kaçsın ve içi niçin korku ile dol­sun? Ashâb-ı Kehf için gözü açık uyumaları, sağa sola dönmeleri, sakal, saç ve tırnaklarının uzaması gibi görünüş itibari ile korkutucu halleri vardı.

Bunun anlatılmasından şu çıkarımı yapıyoruz: İnsanların dış görü­nüşü dehşet verici olabilir ama, önemli olan iç âlemleridir. İnsanları dış görünüşleri ile değil, iç âlemleri ile değerlendirmek en doğrusudur.

8. "Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık." Bazı âlimler yetesâelû ifade­sinin başındaki lâm harfinin amaç bildiren lâm olmadığını, tam tersine sonuç bildiren bir lâm olduğunu iddia etmişlerdir. Biz mealde amaç bil­diren lâm olarak manalandırdık, ama sonuç bildiren lâm olarak kabul edilmesinde de bir sakınca görmüyoruz. Bu cümleyi sonuç bildiren lâm anlamı ile şu şekilde tercüme edebiliriz: "Böylece Biz, onları uyandırdık ve birbirlerine soru sormaya başladılar."

Biz bu harfi "amaç" anlamına alarak yorumumuzu yapacağız. Yü­ce Allah uyandırma eylemini niçin gerçekleştirdiğini belirtmektedir. Birbirlerine sormaları, yani olup biteni sormaları, sorgulamaları için on­ları uyandırdı. Bu durum bizim için ne ifade etmektedir? Buradan çıka­racağımız önemli netice şudur: İnsanlar yaşadıklarını mutlaka sorgula­malıdırlar. Biz buna hayatın, olup bitenin ferdî manada nefis muhasebesi şeklinde sorgulanması diyebiliriz. Yaşanmış hayat sorgulanmazsa, yaşa­nacak hayata ışık tutmak, onu aydınlatmak, doğruya yöneltmek mümkün değildir.

Ayrıca insanlar uyanıkken, yani bilinçli olarak hayatlarını, başla­rından geçenleri sorgulamalıdırlar. Âyetteki uyanık hali, bizim için bi­linci, aklı ifade etmektedir. Âyetteki olup bitenin sorgulanmasının başka bir anlamı da hayat tecrübesinin de, bilginin bir kaynağı olduğunu ifade etmesidir. Bilgi nazariyesi bakımından, bilginin kaynağına hayatta edini­len tecrübeyi koyanların bir ölçüde haklı olduklarını göstermektedir.

9. "İçlerinden biri: Ne kadar k'aldınız? dedi. Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık, dediler. 'Rabb'iniz kaldığınız müddeti daha iyi bilir' dediler."

Sorgulamanın ilk konusu mağarada kalınan zamanın miktarı ol­muştur.

Bu soruyu soranın adını müfessirler Yemlîhâ olarak nakletmekte­dirler. Kur'ân'da isminin geçmemesini biz mânîdâr buluyoruz. Çünkü isim olsaydı, âyet ve bu konu ile ilgili âyetler tarihsel nitelikleri ile kala­cak, günümüzü ve geleceği ilgilendirmeyeceklerdi. Âyetlerin evrenselli­ği bakımından önemli olan, soruyu soranın kendisi değil, sorulan soru­dur.

Sorunun içeriğinden anlıyoruz ki, soruyu soran, onların ilahiyatı, dinî konulan iyi bileni idi. Ne kadar kaldıklarını, bir gün veya bir gün­den daha az kaldıklarını söylemeleri, insanların zaman anlayışlarının izafî olduğunu ifade etmektedir. Soruyu soranın verdiği cevap tam cevap olmuştur: "Rabb'iniz kaldığınız müddeti daha iyi bilir." Arkadaşlarının saç, sakal ve tırnakları ile bedenlerinin aldığı şekle bakarak zamanı kes-tiremeyeceğini anlamış, meseleyi Allah'a havale etmiştir. Sorunun ceva­bını ancak Allah'ın bilebileceğini, tahminî cevap vermenin doğru olma­yacağını onlara öğretmiştir.

10. "Birinizi şu para ile şehre gönderin de yiyeceklerin en iyisine baksın ve size yiyecek getirsin; nâzik davransın

yiyeçeklerin en iyisine baksın ve size yiyecek getirsin; nâzik davransın ve sakın sizi kimseye duyurmasın."

Demek ki mağaradakiler uyanınca beslenme ihtiyacı duydular; uy­kuları esnasında bu ihtiyacı hissetmediler. Ashâb-ı Kehf zamanında verik denen "gümüş para" varmış. Çünkü verik gümüşe verilen addır. Öyle anlaşılıyor ki, mağaraya sığınan gençlerin yanında o zamanın para­sı olan gümüş parası vardır. Uyandıklarında beslenme ihtiyacı duymuş­lar; şehrin olduğunu, alış-veriş yapılacağını hatırlamışlardır.

Öyle ki en temiz, en iyi yiyeceği alıp gelmesini söyleyecek kadar bilinçleri yerine gelmişti, ^/jî ezkâ, "en temiz, en iyi" anlamına gelmektedir. Buradaki jbffi "baksın" emri, satın alacağı gıdaları bilinçli alsın demektir.

Ama çok "nazik davransın". Ayette geçen  velyetelattaf kelimesi, "satın alma işini gizlilik ve sır içinde yürütsün" anlamına gel­mektedir. Gizlilik ve sır, bir davranışta nazik davranarak gerçekleştirile­bilir. Günümüzdeki manası ile bu kelime "dikkatli davransın" demektir.

"Ve sakın sizi kimseye duyurmasın" emri de, "sizden kimseye bahsetmesin" anlamına gelmektedir. Gizli davranması ile kimseye bah­setmemesi konularından anlıyoruz ki, Mağara'ya sığınanların yürüttük­leri davanın bozulmasını, yıkılmasını istemiyordu. Hâlâ mağaraya sığın­dıkları dönemdeki gibi kendi davalarına olan düşmanlığın sürüp gittiğini zannediyordu.

Onların durumu İslam'ın ilk gizli yayılış dönemini hatırlatmakta­dır. Sosyal gücün yetersiz kaldığı dönemlerde davayı gizli tutmak, doğ­madan boğulmasına sebep olmamak çok önemli bir metoddu. Bu metod her çağın nesillerine lazımdır. Bir davanın mensupları öyle davranmaları gerekiyor ki, davalarına zarar getirmesinler. Nerede gizli davranılacağı, nerede ortaya çıkılacağı iyi bilinmelidir.

Nice hak davasını güden insanlar, Ashâb-ı Kehf gibi sosyal mağa­rada bulunmuş, bulunuyor ve bulunacaklardır. Ashâb-ı Kehf dağdaki, yani maddî anlamda bir mağaraya sığınmışlardı, ama günümüzde ve gelecekteki dava adamları, sosyal mağaraya, kendilerine karşıt grupların ayırdığı sosyal alana sığınmak zorunda kalacaklardır.

Çok dikkatli davranmak ve kimseye bahsetmemesi şeklindeki ö-ğütler, bize gösteriyor ki, hâlâ onların üzerinde başkalarının ağır baskısı vardı ve bu baskı devam ediyordu.

11."Doğrusu, eğer onlar sizi ele geçirirse ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler ve bu durumda asla kurtulamazsınız, (dedi)."

Onlara öğüt verenler şu üç şeyi neden göstererek dikkatli davran­malarını ve kimseye bahsetmemelerini söylemişlerdi.

a) Sizi ele geçirirlerse taşlayarak öldürürler.

Bu ifadeden anlıyoruz ki, eski çağlarda taşlamak şeklindeki ceza veya eziyet meşhurdu "Dediler ki, Ey Nûh! Davandan vazgeçmezsen, iyi bil ki taşlanmışlardan olacaksın" (Şu'arâ26/116).

"Eğer kabilen olmasaydı elbette seni taşlardık" (HÛd 11/91).

Kur'ân'in ceza hukukunda yaptığı devrimlerden biri, taşlayarak cezalandırmayı kaldırması ve başka alternatif ceza şekillerini gündeme getirmiş olmasıdır.

b)  "Veya dinlerine döndürürler." Ayetin bu kısmındaki millet ke­limesi "din" anlamına gelmektedir.

Ashâb-ı Kehf, uykunun ne kadar uzun olduğunu bilmediklerinden hâlâ sosyal baskının devam ettiğini zannediyorlardı. Ama ifadeden anlıyoruz ki, "ya dinini değiştireceksin ya da taşlanarak öldürüleceksin" şeklindeki baskı, tüm özgürlükleri alıp götürmekteydi. Hayat hakkı teh­likede, inanç özgürlüğü de ayaklar altına alınmıştı. İnanç özgürlüğünün yokluğu, hayat hakkını tehlikeye sokuyordu. Günümüzde de ayı baskıyı görüyor ve inanç özgürlüğünün çiğnendiğine şahit oluyoruz.

Farklı inanca sahip olmaları nedeniyle bombalanan toplumları, in­sanları görünce eski çağlarda taşlamanın ne anlama geldiğini anlıyoruz. O çağlarda taşlama, şimdi de bombalama şekline dönüşmüştür.

c) Bu durumda asla kurtulamazsınız.

Konuşan kişinin, bu şartlar altında, kurtulmanın olamayacağını söylemekle, çok karamsar bir tablo çizdiğini görüyoruz. Değerlendirme­nin, onların mağaraya sığınma anlarına göre yapıldığında şüphe yoktur.

Demek ki Ashâb-ı Kehf i toplumdan uzaklaştıran şartları bundan anlıyor ve baskının ne denli ağır olduğunu fark ediyoruz. İnançlarından dolayı insanlara baskı uygulamak, özgürlükleri ayaklar altına almaktır.

Yüce Allah inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmanın kötülüğünü bu olguyu örnek vererek bize anlatmaktadır. Öyle anlıyoruz ki, insanlık, teknolojik buluşlarla hayata kolaylık getirdi ama, özgürlüklerde pek de ilerleme kaydedemedi.

Yüce Allah, insanlara inanç özgürlüğünü tanımakta ve bu özgürlü­ğe asla dokunulmamasım da emretmektedir. Eğer Yüce Allah inkârla­rından dolayı kâfirleri ve müşrikleri zorlasaydı, onlar bu dünyanın dışın­da bir âleme gitmek zorunda kalırlardı. Hatta onların inançlarını zorla değiştirirdi.

 "Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" (Yûnus 10/99).[12]

 

Mağaraya Sığınmanın Ana Amacı:

 

21. Böylece Allah in vaadinin gerçek olduğunu ve kı­yametin kopacağından şüphe edilemeyeceğini bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladık. Çünkü, halk onların durumunu aralarında tartışıyorlardı. On­ların üzerine bir bina yapın, diyorlardı. Oysa, onları en iyi Rabb'leri bilir. Tanışmayı kazananlar, 'onların üze­rine elbette bir mescit yapacağız' dediler.

22. Karanlığa taş atar gibi kimi 'onlar üç kişidir, dör­düncüleri köpekleridir' der. Kimi de 'beş kişidir, altın­cıları da köpekleridir' der. Kimi 'yedi kişidir, sekizinci­leri köpekleridir' der. De ki: Onların sayısını en iyi Rabb'im bilir. Onları pek az kimseden başkası da bil­mez. Bunun için onlar hakkında bu yüzeysel anlatılan­ların dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında baş­kalarından bilgi isteme.

Ayetlerin açıklamasından varacağımız önemli neticeler olacaktır.

1. "Böylece Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu ve kıyametin kopacağından şüphe edilemeyeceğini bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladık."

Ayetin bu kısmında geçen e'sernâ kelimesi, "atın ayağı sürtüp tökezlemek, kayıp düşmek, bedende damar atmak, sırra vakıf olmak" manasına gelen 'asera veya asüra fiilinden türemiştir. e'sera "birini bir şeye vakıf kılmak, birinin ayağını kaydırıp yere yıkmak, bul­durmak" anlamına gelmektedir. Bu anlamdan hareketle âyet "Yüce Al­lah, halkın onları, yani Ashâb-ı Kehf i bulmalarını sağladı; dikkatlerini onların üzerine çekti; farkına varmalarını sağladı" demektir.

Deneme yanılma yoluyla öğrenme metodu bu fiille açıklanmakta­dır. Bir insan bir şeyde tökezler, yani yanılır, sonra tökezlemesini görüp doğrusunu öğrenir. İşte tökezlemeden, yani yanılmadan sonra gelen bu öğrenmeye i'sâr denir.

Ayetin devamı, Yüce Allah, mağaraya sığınanların durumunu ne­den insanların farkına vardırdı? sorusunu cevaplandırmaktadır.

a) Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bilmelerini sağlamak için.

Allah'ın vaadi, öldükten sonra dirileceğini, haşr yani âhirette in­sanların bir araya gelip hesaplarının görüleceğini, kötülerin cehenneme, iyilerin de cennete gideceğini bilmelerini, yani inanmalarını temin et­mektir. Uykuya dalıp asırlar sonra uyanıp normal hayata dönmelerini deneysel bir ispat olarak gerçekleştirmiştir.

b) Kıyametin kopacağından şüphe edilemeyeceğini bilmelerini sağlamak için.

Kıyametin kopması konusunda o devrin insanları şüphe içindeydi­ler. Bu şüpheyi gidermek için Yüce Allah, Ashâb-ı Kehf olgusunu de­neysel olarak sundu.

Demek ki Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilmek, kıyametin ko­pacağı konusundaki şüpheyi gidermek için böylesine bir olgusal deneye ihtiyaç vardı. Bilgi nazariyesi açısından konuya bakarsak, burada bilginin kaynağında deney olduğunu rahatlıkla görürüz. Ashâb-ı Kehf denen dolgusal deney hem öğretiyor hem de şüpheyi gideriyor. Ama bu olgu­nun amacı, Allah'ın vaadinin hak olduğu, kıyametin gerçekleşeceğinden şüphe edilemeyeceği gibi yüce konulardır.

Kıyametin kopması ve öldükten sonra dirilip ceza veya ödülü al­mak konusundaki bu ispat daha önce Bakara 259 ve 260. âyetlerde de başka bir şekilde geçmişti.

Aradan üç asır gibi bir zaman geçmesine rağmen Yüce Allah Ashâb-ı Kehf i buldurdu ve onlar üzerinde gerçekleştirilen tartışmaları sona erdirdi.

2. "Çünkü halk onların durumunu aralarında tartışıyorlardı. Onların üzerine bir bina yapın, diyorlardı. Oysa onları en iyi Rabb'leri bilir. Tartışmayı kazananlar, 'onların üzerine elbette bir mescit yapacağız' dediler."

Halk, asırlar sonra Ashâb-ı Kehf in durumunu tartışırken iki şeyin yapılmasını teklif ediyorlardı.

a) Onların arasında "bir bina yapılmasını" teklif edenler oldu. Bu­radaki bina, "anıt dikilmesi" anlamına gelmektedir.

Demek ki, ölü adına bir anıt mezar yapılması, daha sora buna türbe denmesi İslam gelmeden asırlar evvel konmuş bir adetti.

Nasıl ki adı-sanı bilinmeyen, şehit olmuş askerler için "meçhul as­kerlere anıt" dikiliyorsa, o dönemin halkı da Ashâb-ı Kehf i ölmüş meç­hul insanlar olarak görüyorlardı ve böylece onların adına bir anıt dikil­mesini teklif ediyorlardı.

b)  Ashâb-ı Kehf konusunda yapılan tartışmayı kazananlar onların anısına bir mescit yapılmasını teklif ettiler ve bu tekliflerini gerçekleş­tirmek istediler.

Bundan anlıyoruz ki, "mescit" kavramı İslam öncesinde de vardı. O dönemin ma'bedlerine de mescit deniyordu. O dönemin kültüründe anıt dikme ile mescit kavramı vardı ve bunu gerçekleştiriyorlardı. Bu kavramlardan hareket ederek o zamanın kültürünü anlamamız mümkün­dür.

Onların bu tartışmaları, anıt mezar ya da mescit yapma konularını ela almalarının altında yatan neden Ashâb-ı Kehf hakkında eksik bilgiye sahip olmaları ve onların yaşadığını bilmemeleri idi. Onun için âyette Yüce Allah "Oysa onları en iyi Rabb'leri bilir" ifadesine yer vermiştir.

Mağaraya sığınan gençler, inançlarından dolayı ağır baskıya uğra­mışlardı. Asırlar boyu onların menkıbeleri anlatıldı, nihayet konu onların adına anıt veya mescit yapılmasına kadar uzandı. Artık onların hatırasına bir şeylerin yapılması zorunluluğunu duymaya başladılar; çünkü onlar halkın gönlünde taht kurmuşlardı.

Görüldüğü gibi, bilgisizlik tartışmayı getirmiştir. Yüce Allah tar­tışmaların neden dolayı çıktığına da bu âyetle işaret etmektedir.

3. "Karanlığa taş atar gibi, kimi 'onlar üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir' der. Kimi 'beş kişidir, altıncıları köpekleridir' der. Kimi 'yedi kişidir, sekizincileri köpekleridir' der."

22. âyetin bu kısmı, asırlar sonra Ashâb-ı Kehf in sayılarının tartı­şıldığına dikkat çekmektedir. Demek ki bilemeyecekleri konuda tahmin yürütüyorlardı. Onların bu tartışmasını Yüce Allah bize niçin aktarıyor? Bizim için bu tartışma ne ifade etmektedir?

Tarih yazılırken, tahmini haberlere dayanılmasının yanlış olacağı, vesikalara dayanmadan tarih yazılamayacağı bize öğütlenmektedir. Di­ğer taraftan Kur'ân'in, kâfirlerin dediği gibi evvelkilerin hikayesi olma­dığı, tam tersine anlatılan tarihî olayları düzelten ve doğrusunu anlatan bir kitap olduğu da böylece ispat edilmektedir. Kaydı bulunmayan tarihî olguların nesilden nesile ne kadar değişik anlatımlarla intikal ettiği de gösterilmektedir.

4. "De ki: Onların sayısını en iyi Rabb'im bilir. Onları pek az kimseden başkası da bilmez. Bunun için onlar hakkında bu yüzeysel anlatılanların dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında başkalarından bilgi isteme."

Yüce Allah Ashâb-ı Kehf in sayısını ancak kendisinin bilebilece­ğine işaret etmekte ve bunu Hz. Peygamber'e halka söylemesini emret­mektedir. Ayetin bu kısmı, Hz. Peygamber döneminde yaşayan insanlar­la alakalıdır. Onların sayısını çok az kişinin bildiği, bu olgudan çıkarıla­cak dersten başka hiçbir şeyin konuşulmaması emredilmektedir. Zaten nasıl bir ders çıkarılacağını bir önceki âyette görmüştük. Ashâb-ı Kehf in evrensel manada insanlığa neleri getirdiğine 21. âyette değinil­mişti. Kur'ân bu olguyu ana hatları ile sebep-sonuç ve ders bakımından ele aldığından tartışmalara son verilmesi gerektiğini söylemektedir. mirâen zâhirâ ifadesi "delilin açık olmaması" demektir. Açık bir delil olmadığı bir konuda tartışmaya, münakaşaya girilmemesi istenmek­tedir. Demek ki, Ashâb-ı Kehf in sayısı hakkında kesin bir delil olma­ması nedeniyle, Hz. Peygamber'in tartışmaması emredilmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Kur'ân'ın bu âyetleri, tarihin belgelere dayanmasını, tartışmanın mutlaka delile dayanmasının önemini vurgu­lamakta, tarihî olgular nesilden nesile aktarılırken, mübalağaların, ilâve­lerin, eksiklerin olabileceğim bilerek belge ve delile dayanmanın zorunlu olduğunu söylemektedir. Bilinmeyenin Allah'a bırakılması en doğru metoddur. Bilinemeyen şeyleri bir bilen vardır. Çünkü her bilenin üstün­de bir bilen vardır (Yûsuf 12/76).[13]

 

Bir İş İçin İnşâallah Demenin Önemi:

 

23-24. Allah 'in dilemesine bağlamadıkça, hiçbir şey i-çin: Bunu yarın yapacağım, deme. Bunu unuttuğun tak­tirde Allah'ı an ve umarım Rabb'im beni, doğruya bun­dan daha yakın olan bir yolla iletir, de.

Bu âyetler Allah, insan ve iş ilişkilerini ele almakta ve İslam dini­nin temel konularından birini işlemektedir.

1. "Allah'ın dilemesine bağlamadıkça, hiçbir şey için: Bunu yarın yapacağım, deme."

Arapça ifadesi bizim kültürümüze yerleşmiş olan bu "Allah'a bağ­lama", inşâallâh. yani "Allah dilerse" şeklinde dile getirilmektedir.

İnşâallâh, demek Allah'ın emridir. Geleceğe yönelik bir iş konu­şulurken mutlaka "Allah dilerse" demek gerekiyor. Bu ifadenin kulla­nılması, o işe Allah'ı karıştırmak, onun takdirini almak, onun yardımını temin etmek anlamına gelmektedir.

Gelecekte yapacağımız bir iş için inşâallâh, "Allah dilerse" deme­sek ne olur? Bunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

a) "Bizim için Rabb'ine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşâallâh emre­dileni yapma yolunu buluruz, dediler. Dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan, renginde hiç alaca bulunmayan bir inektir. İşte şimdi gerçeği anlattın, dediler ve bunun üzerine onu bulup kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi" (Bakara 2/70-71).

İsrâiloğullan yani Hz. Musa'nın kavmi 70. âyette inşâallâh dedik­leri için, tarif edilen ineği bulup kestiler, ama bu sözü söylemeselerdi onu bulamayacaklardı.

b) "Biz, vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi, onlara da belâ verdik. Hani onlar, sabah olurken mahsullerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da (inşâallâh) etmiyorlardı. Fakat onlar daha uykudayken Rabb'inin katından kuşatıcı bir afet bahçeyi sarıverdi de bahçe kapkara kesildi. Onlar, sabah erkenden 'mahsulünüzün başına gidin diye birbirle­rine' seslendiler" (Kalem 68/17-22).

İnşâallâh "Allah dilerse" dememeleri, onların ekinlerinin Allah ta­rafından yok edilmesine neden olmuştur. İşte işlerimizin pek çoğunun başarısızlıkla son bulmasının sebebi budur.

Görüldüğü gibi Yüce Allah, Müslüman'ın bir işe niyet ederken, bir işi projelendirirken ve o işe teşebbüs ederken nasıl konuşacağını bile düzenlemektedir.

Peki insanlar inşâallâh demeyi unuturlarsa ne olacaktır? Sorunun cevabını Kehf 24'te buluyoruz:

2. "Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve 'umarım Rabb'im beni, doğruya bun­dan daha yakın bir yolla iletir" de."

Yüce Allah unutkanlığın olabileceğine işaret etmekte, o taktirde ne şekilde dua edileceğini de açıklamaktadır.

a) "Rabb'ini an", Anmanın yerine düşünmek manası da konabilir. İnşâallâh  demekten  kasıt  Allah'ı   anıp  O'nu  o  işe  karıştırmaktır. İnşâallâh'in denmesi unutulduğunda, onun yerine "Allah'ı anmak" yeter­li olacaktır.

b) "Umarım Rabb'im beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yolla iletir."

Yapacağı işin doğrusuna daha yakın bir yolla ulaştıracak olan gü­cün Allah olduğunu kişinin itiraf etmesi gerekiyor. Ayette geçen lüj raşedâ kelimesi "bilgi ve duyarlılık düzeyi" anlamına da gelmektedir. Bir işi yapmaya Yüce Allah'ın yardım etmesi, o işte kulunun bilgi, bece­ri ve şuurunu açması ve onda başarısını onlar vasıtasıyla sağlamasıdır. Allah'ın o konudaki yardımını, daha kısa yoldan başarıya ulaşmak için istemektir.

Bir taraftan Allah'ı anacak diğer taraftan da onun yardımını isteye­cektir. Daha kısa yoldan başarıya ulaşması için duasını yapacaktır.

Ashâb-ı Kehf olgusu anlatılırken, böyle bir âyetin araya girmesinin sebebi ne olabilir? Müşrikler Hz. Peygamber'e gelmiş, rûh, Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn hakkında sorular sormuşlardı. O da: "Cevabı size ya­rın vereceğim" demişti. İşte Yüce Allah, "inşâallâh demeden, yarın ce­vaplandıracağım" demesini uygun bulmadı ve ne demesi gerektiğini bu âyetle ona öğretti. Âyet, Hz. Peygamber'i muhatap almakla beraber emir onun şahsında evrensel bir nitelik taşımaktadır.[14]

 

Mağarada Ne Kadar Kaldılar?

 

25.   Onlar mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlardır.

26.  De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizlisi O'na aittir. O ne kadar güzel görür ve ne kadar güzel işitir. Onların, O'ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 25'te geçen "Ashâb-ı Kehf in mağarada ne kadar kaldığı" konusundaki ifade 22. âyette kaç kişi oldukları konusundaki tahminleri yürütenlerin sözü olmaktadır. Bu kişiler, kaç kişi olduklarını söylerken ne kadar kaldıkları konusunda da tahmin yürütüyorlardı. Bunu nereden anlıyoruz? 26. âyette geçen "De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" ifadesinden anlıyoruz. Eğer 25. âyetteki sözü Allah söyleseydi, 26. âyetteki bu ifadeye yer vermezdi.

Güneş sistemine göre üç yüz; Ay'a göre de artı dokuz yıl kaldıkları söyleniyordu. Mağaraya ne zaman girdiklerini asırlar sonra gelen insan­ların bilmesi mümkün değildi.

Sayıları hakkında "onların sayısını en iyi Rabb'in bilir" şeklinde 22. âyette dendiği gibi kalma süreleri hakkında da "onların ne kadar kal­dıklarını Allah daha iyi bilir" denmektedir. Demek ki insanlar, sayıları ve kalış süreleri hakkında tahmin yürütüyorlardı. Sayıları ve kalış sürele­ri konusundaki bilgi Allah katındadır. Yüce Allah, bu bilgilere sahip olan Kendisinin bazı özelliklerini 26. âyette sıralamaktadır:

a) "Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na ait­tir." Mağaraya kaç kişinin sığındığını ve onların orada ne kadar süre ile kaldıklarını ancak gaybın bilgisi kendisinde ait olan Allah bilebilir.

Bu özelliğinden anlıyoruz ki, göklerin ve yerin insanlar tarafından bilinebilir yönleri olduğu gibi insanların bilemeyeceği ama Allah'ın bil­diği boyutları da vardır.

b) "O, ne kadar güzel görür ve ne kadar güzel işitir." Birincisinde gaybı bilmesini, burada ise görme ve işitme sıfatlarını gün­deme getirmektedir. Görme ve işitmede mükemmel olması sebebiyle mağaraya sığınanların sayı ve kalma sürelerini ancak O, bilebilir, de­mektedir.

c) "Onların, O'ndan başka bir yöneticisi yoktur." Âyetin 6u kısmındaki velî "dost" anlamına gelmektedir. Sonsuz bilgi, kusursuz görme ve işitme, kusursuz yöneticiliği getirmektedir. Mükem­mel dost ancak bu sıfatlara sahip olandır, bu tür işler ancak O'ndan bek­lenebilir.

d) "O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." Âyetin bu kısmında yer alan fî hükmih ifadesi, "hükmünde, yani hükümranlığında" demektir.

Öyle anlaşılıyor ki, Ashâb-ı Kehf konusu anlatılırken Yüce Allah, insanlara ilahiyat dersi de vermektedir. Gaybı, Kendi hükümranlığını, eşsizliğini ve bazı sıfatlarını gündeme getirip işlemektedir. Ayrıca Hz. Peygamber'e sorulan ve bilinmesi çok zor olan soruların Allah'a bıra­kılmasının önemini, metodunu ve ahlâkını da öğretmektedir. Hz. Pey-gamber'e çok eski olguların bilgisinin Allah'a ait olduğunu söylettiğine göre, bizlerin de sorulan soruları Kur'ân'a havale etmemiz gerekiyor. Hz. Peygamber vahy yolu ile cevabı alıyordu, ama biz cevabı ancak Kur'ân'da bulabiliriz. Bu nedenle din âlimi ve görevlileri, sorulan soru­lara kendi görüşleri açısından cevap vermeyip, "cevabı Allah bilir" de­meleri gerekiyor. Allah'ın din bakımından bizimle ilgili bilgisi de Kur'ân'dır.[15]

 

Kur'an Okumak Gerekiyor:

 

27. Rabb'inin kitabından sana vahyolunanı oku! O'nun kelimelerini değiştirecek yoktur. O'ndan başka bir sığı­nak da bulamazsın.

İşte bu âyet Hz. Peygamber'in şahsında din âlimi ve görevlilerinin ne yapacağını belirlemektedir.

1. "Rabb'inin kitabından sana vahyolunanı oku!"

Tilâvet denen "okuma faaliyeti", hem öğrenmeyi hem de öğretme­yi ifade etmektedir. Allah'ın kitabından kasıt Levh-i Mahfuz, yani "ko­runmuş levhalar"dır. Vahyolunan da Kur'ân'dır.

Bu âyet, insanlara verilecek olan dinî bilgilerin ondan alınması ge­rektiğini söylemektedir. Özelde geçmişte olan olguları, halk arasındaki hikayelerden değil, ilâhî vahyden öğrenmek gerekiyor. Dinî konuda hükmü Allah'ın kitabında aramak hem Allah'ın emri hem de Hz. Pey­gamber'in sünneti, yani uygulamasıdır.

2. "O'nun kelimelerini değiştirecek yoktur."

Yüce Allah'ın, "kitabını, vahyini" demeyip de, kelime yani "söz­lerini demeyi tercih etmesinin sebebi, "cümlenin bir parçasının bile değiştirilemeyeceğine dikkat çekmek"tir.

İnsanlar görüşlerini değiştirebilirler; bu gün böyle fikir beyan e-derken, başka bir zaman başka türlü görüş ortaya atabilirler, ama Yüce Allah'ın vahyinde böyle değişme olmaz ve böyle bir değişmeyi de kimse yapamaz. Onun hükümlerinde önceleri tahrifat yapılmış, kelimeler ye­rinden çıkartılıp yerlerine başka hükümler konmuştur ama Kur'ân'in temel özelliklerinden biri de onun âyetlerinde, kelimelerinde, hükümle­rinde değişmenin olamayacağıdır.

3. "Ondan başka bir sığınak da bulamazsın."

Dinde verilecek fetva, yapılacak açıklama, ortaya konacak görüş bakımından sığınılacak, baş vurulacak makam sadece Allah'tır. Dünya işlerimizde sığınılacak yer nasıl Allah ise, dinî fetvalarda da O olmalıdır. İnsanlar sıkıntılarını, dertlerini, problemlerini O'na sunup O'ndan yar­dım beklerler ama, hükümlerine gelince O'na baş vurmazlar. Ayette ge­çen lliii mültehad kelimesi, "sığınak, melce'" demektir.

Şeytandan Allah'a sığındığımız gibi din konusunda yanlış fetva vermek konusunda da Allah'a sığınmak gerekiyor. Bu konuda Allah'a sığınmak demek, O'nun kitabı olan Kur'ân'a baş vurmak, bilgiyi orada aramak demektir.[16]

 

Candan Sabır:

 

25. Sabah akşam Rabb'lerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bi­zi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işî-gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.

Yüce Allah bu âyette Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla bizlere bir şeyi emrediyor iki şeyi de yasaklıyor. Bunların ne olduğunu âyeti açık­lamakla ortaya koyacağız:

1. "Sabah akşam Rabb'lerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte can­dan sabret."

vasbir "sabret" emri olumlu bir emirdir. Yüce Allah, burada toplumsal ya da grup sabrını gündeme getirmekte, Hz. Peygamber'in kiminle beraber sabredeceğine de açıklık getirmekte, ondan sabah akşam Rabb'lerine, O'nun rızasını dilemek niyetiyle dua edenlerle beraber can­dan sabretmesini istemektedir. "Sabah akşam" ifadesinden anlıyoruz ki, sabah ve akşam vakitleri dua etmek için önemli zamanlardır. Bu vakitler, sabah, akşam namazları olabilir mi? Namazda dua olduğuna göre bu ifade, o insanların sabah, akşam namaz kıldıklarını ifade etmektedir.

Ayette geçen jJj nefs kelimesini "candan" olarak tercüme eden­lere hak vermek gerekiyor.

Sabır kelimesinin "engellemek, alıkoymak, hapsetmek" manasını alırsak, buradaki sabrın şeklinin "nefsini hapsetmek, alıkoymak" anla­mına geldiğini söyleyebiliriz. Nefsin disipline edilmesi, alıkonması bir sabır işidir. Ama biz bu kelimeye "candan sabretmek" manasını veriyo­ruz.

Allah'ın rızasını umarak sabah akşam dua eden insanlarla beraber olmaya değer. Onlarla bir işe girişmek, o işte ısrar etmek, sebat göster­mek Müslümana yaraşan bir davranıştır. Bu emri ile Yüce Allah kiminle beraber olunacağına, kiminle arkadaşlık kurulacağına ve kiminle hedefe doğru yürüneceğine işaret etmekte ve bir arkadaşlık projesi sunmaktadır.

Bu emir sadece Hz. Peygamber'e değil, tüm dünya siyasilerine, e-ğitimcilerine ve gençlerine verilmektedir. Beraberliklerin kiminle yapıl­masına, kimlerle grup kurulduğuna ve kimlerle hayatın paylaşılacağına çok dikkat edilmelidir. Dost bulununca da, onunla beraber her işte can­dan sabretmek gerekiyor.

Bu insanların dua ederken, yani ibadetlerini yaparken "Allah rıza­sını aramaları, dilemeleri. istemeleri"nin anlamı maddî çıkarları aşmış, gösterişten sıyrılmış insanlar demektir. Maddî menfaatlerin, çıkarların zincirlerine vurulmuş insanlarla beraber, uzun soluklu hedeflere gidilemez, onlarla yola çıkılamaz. O zincirleri kırmış, onları aşmış, Al­lah rızasını arayanlarla beraber uzun yola çıkılabilir ve onlarla arkadaş­lık, dostluk yapılabilir.

2. "Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma."

Allah rızasını arayan insanlardan gözlerini ayırmak, onlarla arka­daş olmamak, onlarla beraber olmamak demektir. Maddî alakalan aşmış insanlarla beraber olmayı ne engelleyebilir? Sorunun cevabı âyetin için­dedir: "Dünya hayatının süsünü istemek." Demek ki arkadaşlığı, dostlu­ğu, beraberliği bozan şey dünya hayatının süsü, menfaati ve getirişidir. Dünya menfaatinin girdiği yerde candan dostluk kalmaz.

3. "Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi-gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme."

İkinci olumsuz emir de "boyun eğmemek" şeklindedir. Boyun e-ğilmeyecek kimsenin üç özelliği burada sıralanmaktadır.

a) Kalbi Allah'ı anmaktan gafil kılınan

Ayetin bu kısmında, gafil kılmayı Yüce Allah'ın gerçekleştirdiğine şahit oluyoruz. Yüce Allah kulunun kalbini, Kendini anmaktan gafil kılar mı? Kılarsa haksızlık yapmış olmaz mı? Jipİ eğfele kelimesi, "ilgi­siz, duyarsız, uzak tutmak" anlamına gelmektedir. Şirke, inkâra, inatla sarılan, hakikatin sesini asla dinlemeyen insanların gönlü, Allah tarafın­dan Allah'ı anmaya karşı duyarsız hale getirilmektedir.

Bir sonraki âyette bu sorulara daha açık ve net bir şekilde cevap verilecektir. Allah'ı anmak, O'nu hatırlamak, O'nu düşünmek kalbin ameli olmaktadır. Çünkü amel, sadece vücudun organlarının hareketi ile değil, aklın ve gönlün hareketi ile de yapılmaktadır. Kalbi Allah'ı an­maktan, düşünmekten gaflet içinde olan kimse ile arkadaşlık yapılamaz, âyetin ifadesi ile ona boyun eğilmez.

b) Hevâsına uyan

Kötü arzularına uyanlarla da beraberlik, arkadaşlık, dostluk yapılamaz ve yapılmamalıdır. Câsiye 23'te belirtildiği gibi onun tanrısı, kötü arzulan olmuştur. Bu tip insanlara boyun eğmeyi Yüce Allah ya­saklamaktadır.

c) İşi-gücü aşırılık olan

Ayette geçen iji furut kelimesi, "galip gelmek, bir işte güçsüz ka­lıp kayıp vermek, haddi aşan söz söylemek, bir şey kaçmak, eziyet ver­mek" anlamına gelen ferata fiilinden türemiştir.

Bu kelimenin geniş açıklaması En'âm 38'de yapılmıştır. Buradaki manasını biraz daha açarsak, manevî hayatını, dinini, Allah'ı ile olan ilişkilerini gözetmeyen, bütün benliğini dünyanın süsüne kaptıran, işi-gücü aşırılık olan kimseye boyun eğilmeyeceğine dikkat çekilmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Kehf 28. âyetin son bölümünde Yüce Allah üç nedenle veya üç özelliğe sahip olanlarla ya da bu üç özellikten birine sahip olanlarla arkadaşlık yapılamayacağını, onlarla beraber olu­namayacağını emretmektedir.

Yüce Allah'ın, kalbini Kendisini anmaktan gaflet içinde bulduğu, nefsinin kötü arzularına uyan ve işi-gücü aşırılık olan kimselerle beraber olunmamalı, onlar arkadaş edinilmemelidir. Bu insanların gönlü, nefsi ve sosyal ilişkileri bozuktur.

Ayetin geneline bakınca, kimlerle arkadaşlık yapılacağının ve kim­lerle beraberlik kurulamayacağının eğitiminin yapıldığını görmemiz mümkündür. İnsanların maddî durumlarına ve sosyal statülerine baka­rak, onlarla arkadaşlık kurulmamalı, onların gönülleri, arzuları, niyetleri, işleri bu konuda esas ağırlığı taşımalıdır. Dünyanın süsüne aldırmayan, maddî menfaatleri aşıp Allah nzasını kazanmayı amaç edinen, Allah'ı anan, nefsinin kötü arzulannı bir tarafa atan ve işlerinde aşırı gitmeyen insanlarla beraber olmak, arkadaşlık yapmak zorunludur, lyii "Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun" (Tevbe 9/119). Kehf 28'de sayılan özelliklerin tümüne sahip olan insanlara Yüce Allah Tevbe 119'da sâdikûn yani "doğrular" demekte ve onlarla arkadaşlık yapılıp beraber olunmasını istemektedir.[17]

 

İnanç Özgürlüğü:

 

29. De ki: Hak, Rabb 'inizdendir. Dileyen inansın, dile­yen inkâr etsin. Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazır­ladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış­tır. Susuzluktan imdat dileyecek olsalar imdatlarına, e-rimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap veri­lir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!

İnanç özgürlüğünü öne çıkaran âyetlerden biri de budur. Şimdi â-yetin analizini yaparak çıkarımlarda bulunabiliriz:

1. "De ki: Hak, Rabb'inizdendir."

Bunun anlamı şudur: Gerçek olan şey Allah'tan gelmiştir. Bakara 256'daki ifadesi ile "doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır." Zaten Allah'tan gelen hak, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini birbirinden ayırmıştır.

Hakkın Allah'tan gelmesi, Yüce Allah'ın öğretim faaliyetini ger­çekleştirmesi demektir ve doğru ile yanlışın ne olduğunu öğretmesi an­lamına gelmektedir. Çünkü öğretim faaliyeti vasıtasıyla insanı bilgilen­dirmeden ona inanç özgürlüğünü tanımak doğru değildir. Özgürlükler, bilgi ve kültür ile paralel olarak yürürler. Câhil ve kültürsüz insanların elide özgürlükler tehlikeli silah haline gelebilirler.

Ayette, onun için hakkın ne olduğu öğretildikten sonra, inanç öz­gürlüğü tanınmaktadır.

2. "Dileyen inansın, dileyen inkâr et­sin."

İşte Yüce Allah inanç özgürlüğünün zirve noktasını bu âyeti ile i-fade etmektedir. Hak öğretildiğine göre, insan inanıp inanmamakta ser­besttir. Hür seçeneğine dayanarak, inkâr da edebilir, iman da edebilir.

 "Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazır­ladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Susuzluktan imdat dileyecek olsalar, imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri."

Ayette geçen "zâlimler"den kasıt kim olabilir? Zâlimin burada öne çıkan anlamı "inkâr eden, şirk koşan ve insan haklarını çiğneyenlerdir. Ayetin ikinci bölümünde "dileyen inkâr eder" ifadesi yer almıştı. Bura­daki zâlim kelimesine "inkâr edendir" dememiz mümkündür. İnkar eden, Allah'ın hakkını Allah'a vermediği için zâlimdir. Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmek, O'nun hakkıdır. İnkar eden de bu hakkı teslim etmediğinden zâlim sıfatını almaktadır. Bir şeyi olması gereken yere koymamak zulümdür. İmanı, olması gereken şekilde yapmamak da zulümdür.

Ayetin birinci bölümünde Yüce Allah, hakkı öğrettiğini, bu neden­le inanıp inanmamakta insanın özgür olduğunu gündeme getirmişti. Hakkın gereğini yerine getirmemek, inanç özgürlüğünü kötü anlamda kullanmak zulüm, bunu yapan da zâlimdir. Bu zâlim, kendi özgürlüğü­nü kullanarak kendine zulmetmektedir.

İşte bu zulüm, ateşe dönüşmektedir. Onun içindir ki Yüce Allah "Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki" ifadesine yer vermiştir. Ayette geçen kelime "ateş" anlamına gelen jü nârdır. Ateş de cehennemi ifade etmektedir. Demek ki. cehennemin ateşini kâfirler kendi gönülle­rinde yakmaya başlıyorlar ve âhirette de cehennemin ateşi kendileri ol­maktadır.

Bu dünyada inkâr psikolojisi, insanın bütün maneviyatını çepeçev­re kuşattığı ve ondan asla kaçamadığı gibi, âhirette de o ateşin yani cehennemin duvarı o zâlimleri kuşatacaktır.

Ayette geçen sürâdık kelimesinin manası hakkında Râzî: "Kıl, çadırın çevresinde bulunan engel" demektedir. O ateşten kaçma imkanları olamayacağını, "etrafının duvarla çevrelendiğini" söylemekle ifade etmektedir. Kâfirler bu dünyada gönüllerinin etrafında inkârdan bir duvar ördüklerinden ve asla oradan çıkamadıklarından dolayı âhirette de aynı tarz bir duvarla kuşatılacaklardır.

Bu insanlar etrafı kuşatılmış cehennemde susuzluktan feryad ede­ceklerdir. Hatta cennette olanlardan su isteyeceklerdir: "Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler" (A'râf 7/50).

Normal su onlara haram kılınacak ama erimiş maden gibi, yüzleri haşlayan bir su ile muamele göreceklerdir.

Onlar bu dünyada saf imanı inkâr ile kirlettiler, aleve çevirdiler. Âhirette de onlara saf su değil de, maden eriyiği şeklindeki su verilecek­tir.

Ayetin bu kısmında geçen el-mühl kelimesinin çeşitli mana­ları vardır. Eriyik ve tortu anlamlarına gelen bu kelimeyle ilgili olarak Râzî şunları nakletmektedir: Mühl, "zeytin yağının tortusu"dur. Rivayet edildiğine göre İbn Mes'ûd devlet hazinesine girdi, orada bulunan küçük bir misvak parçasını çıkardı ve onu yaktı. İşte parçalanarak yanan bu misvaka "işte mühl budur" dedi. Ebû Ubeyde ve Ahfeş: "Altın, bakır ve gümüş gibi madenlerden eritilmiş olanı"na mühl dendiğini söylemekte­dirler. Mühlün "cehennemliklerden akan irin ve kan" olduğu da söylen­miştir. Kelime zaman süreci içerisinde farklı manalar yüklenmiştir. Mühlün "bir içecek çeşidi" olduğu âyetin devamındaki "o, ne kötü içe­cektir" ifadeden anlaşılmaktadır.

Su, susuzluğu ve ateşi giderir. Ama bu su tam tersine susuzluğu ve ateşi artırmaktadır. Bu içeceğin başka çeşitlerini de şu âyetlerde görebi­liyoruz.

"Ardından da cehennem vardır, kendisine irinli su içirilecektir" (İbrahim 14/16). Âyetteki min mâin sadîd "irinli su" ifadesi, yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 29'daki mühlü andırmaktadır.

"Bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su

içirilen kimseler" (Muhammed 47/15). Bu âyette de ili mâen hamîmen ifadesi yer almakta ve "kaynar su" anlamına gelmektedir. Bu­nu da mühl ile karşılaştırabiliriz.

Yüce Allah insanı tiksindirip kötü davranışlardan caydırmak için "O, ne kötü içecektir" değerlendirmesini yapmakta, diğer taraftan, o ateşin meydana getirdiği cehennemin kötü bir kalma yeri, kötü bir durak olduğu değerlendirmesini de yapmaktadır.

Yüzleri dağlayan maden eriyiği şeklindeki bu kötü suyun kaynağı gönüldeki inkâr psikoloj isidir. O kaynaktan hem ateş hem de yüzleri dağlayacak olan maden eriyiği su çıkmaktadır. İşte o gönül bir yanardağ gibi hem alev hem de maden eriyiği fışkırtmaktadır.

Bundan anlıyoruz ki Yüce Allah'ın insanlara gönderip öğrettiği "hak" yani gerçeğin bilgisi, insanların yanardağ haline gelmiş gönülleri­ni dindirmek amacını taşımaktadır. İnkâr, insanların gönlünü cehenneme çevirmiştir, işte gönülleri o ateşten kurtarmak ilâhî eğitimin ana amacı­dır. Yapılması gereken o gönüllerde tevhid inancını teşekkül ettirerek yanardağ lavları yerine yeşilliklerin oluşmasını temin etmektir. Din eği­timi bu amacı takip etmeli ve belli bir oranda bunu sağlama başarısını göstermelidir.[18]

 

İman Edip İyi İş Yapanların Ödülü:

 

30. İman edip de iyi davranışlarda bulunanlar bilmelidirler ki Biz, güzel iş yapanların ödülünü kaybetmeyiz.

31. İşte onlara, alt taraflarından ırmaklar akan 'Adn cennetleri vardır. Onlar 'Adn cennetlerinde tahtlar ü-zerinde kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyecekler. Ne gü­zel karşılık ve ne güzel kalma yeri!

29. âyetle 30 ve 31. âyetlerin ard arda gelmesinden şu metodu çı­kartıyoruz. Yüce Allah insanı yaratırken onun doğasına bir ritm psikolo­jisi koymuştur. Bunun anlamı şudur: İnsanın psikolojik yapısı durağan değil, tam tersine inişli-çıkışh, yani dalgalıdır. Kimi zaman mutlu, kimi zaman mutsuz, kimi zaman neşeli, kimi zaman üzüntülü olması, onun psikolojik yapısının dalgalı, inişli-çıkışh olduğunu göstermektedir. İşte bu psikolojik yapı gereği Yüce Allah, önce hakkı inkâr edenlerin göre­ceği cezayı anlatarak germekte, sonra da cenneti ödül olarak vereceği insanların durumunu anlatarak gerginliği ortadan kaldırmaktadır. Onun için Kur'ân'da cehennemden sonra cennet, cennetten sonra cehennem anlatılır. İnişli-çıkışh psikolojiye inişli-çıkışh anlatım uygun düşmekte­dir.

1. "İman e-dip de iyi davranışlarda bulunanlar bilmelidirler ki, Biz güzel iş yapanla­rın ödülünü kaybetmeyiz."

Amellerin değerlendirilmesi imana bağlı olduğu için ilk sırayı i-man almaktadır. Çünkü âhirette amellerin değerlendirilmesinde, olmazsa olmazı iman teşkil etmektedir.

"İyi davranış" diye tercüme ettiğimiz amel-i sâlih terimi, "dürüst ve erdemli davranışı ve faydalı iş üretmeyi" ifade etmekte ve "ahlâkî bakımdan dürüst ve erdemli davranış" anlamlarına gelmektedir. Ama bilimsel açıdan insanlığa faydalı olan bir buluşu yapmak, bir aleti veya ilacı icad etmek de iyi amel kavramının kapsamına girmektedir. Siyaset, hukuk, eğitim gibi alanlarda da iyi olanı üretmek de "sâlih amel" alanına dâhildir.

Zaten âyet kendi içinde sâlih kelimesine "güzel" manasını vermiş­tir. Ahsen kelimesi, sâlih kelimesini manalandırmaktadır.

Yüce Allah 30. âyette, iyi iş, iyi davranış ve güzel amel üretenlerin ödülünü zayi etmeyeceği garantisini vermektedir. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Zayi edilmeyecek olan ödül nedir? Sorunun cevabını bir son­raki, yani 31. âyet vermektedir.

2. "İşte onlara alt tarafların­dan ırmaklar akan 'Adn cennetleri vardır."

Kur'ân'da çoğu zaman, cennetin geçtiği yerde, mutlaka ırmak da geçmektedir. Su, cennetin birinci özelliği arasında yer almaktadır. "İçin­den ırmaklar akan 'Adn cennetleri" buyurulduğu için, 'Adn cennetleri­nin çoğul olduğunu anlıyoruz. 'Adn cennetinin bir tane değil, birden fazla olduğu âyetten çıkmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz 30-31. âyetlerde 'Adn cennetleri­nin özellikleri verilmekte ama, hangi dürüst ve erdemli amellerin oraya götüreceği anlatılmamaktadır. Bunun en geniş anlatımı Ra'd 19-22. âyet­lerinde yapılmaktadır.

Bu amelleri kısaca şöyle sıralayabiliriz: Hz. Muhammed'e indirile­nin hak olduğunu bilmek, aklını kullanıp düşünmek, Allah'a verilen sö­zü yerine getirmek, antlaşmayı bozmamak, Allah'ın bitişmesini emretti­ği şeyleri bitiştirmek, Allah'a saygı duymak, âhiretteki kötü hesaptan korkmak, Allah rızası için sabretmek, namazı gereği gibi kılmak, gizli-âşikâr malından infâk etmek, kötülüğe iyilikle mukabele etmek. İşte Ra'd sûresinin bu âyetleri 'Adn cennetine götürecek olan amelleri bu şekilde sıralamaktadır. Bu amellerle, Kehf 30'daki "sâlih ve güzel amel" terimini doldurup manalandırabiliriz.

İşte bu amelleri üretenlere, içinden ırmaklar akan 'Adn cennetleri ödül olarak verilecektir. 'Adn cennetlerinde o insanlar için daha neler vardır?

a) Onlar orada altın bileziklerle bezenecekler. Dünyada en kıymetli eşyalardan biri altından yapılan süs eşyalarıdır. Yüce Allah âhiretteki ödülümüzü bize temsîlî olarak, bu dünyada idrak ettiğimiz nesnelerle anlatmaktadır.

b)  İnce ve kalın ipek en kıymetli giysi kumaşıdır. Yeşil olması da cennetin rengine uyması, onunla uyum sağlamasındandır. Rahman 64'e göre cennetler koyu yeşil renktedir. Bu bakımdan elbiseler de o renkle uyum içinde olacaktır.

c) Tahtlar üzerinde kurulacaklar. Koltuklar üzerinde karşılıklı ola­rak oturmaları da, ödülün bir parçasını teşkil etmektedir.

3. "Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma ye­ri!"

Yüce Allah vereceği ödülünü bizzat Kendisi değerlendirerek onun çok güzel bir ödül olduğunu ve cennetin de çok güzel bir mekân olduğu­nu söylemektedir.

Bu ödülün anlatılışında da iyi davranışlara, güzel iş üretmeye teş­vik vardır. Çünkü insanın doğasında, karşılığı olmayan bir işe girişme­mek, karşılığı olan bir işe girişmek özelliği vardır. Maddî ve manevî karşılıklar insanı eyleme itmektedir; çünkü onların itici, teşvik edici gü­cü vardır.

Dikkat edilirse 29. âyetin sonunda "ne kötü bir kalma yeri" denirken 31. âyetin sonunda da "ne güzel kalma yeri" buyurulmaktadır. Her iki âyette de murtefekâ kelimesi yer almak­tadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, iyi ve güzel ameller de, âhirette cenne­te ve oradaki ödüllere dönüşmektedir. Orada neyi bulacaksak, onun bu­radan oraya gittiğini bilerek davranmalıyız.[19]

 

İki Arkadaş Örneği:

 

32.  Onlara iki adamı örnek alarak anlat. Birine iki ü-züm bağı vermiş, bu bağların etrafını hurmalarla do­natmış, aralarında da ekinler bitirmiştik.

33.  İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arkasından bir de ırmak fışkırt­mıştık.

34.  Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arka­daşı ile konuşurken ona şöyle dedi: Ben servetçe sen­den daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.

Bundan sonra anlatılacak olan iki kişinin örneğini Kehf 7-8. âyetle­re bağlı olarak incelemek, anlatmak gerekiyor: "Biz insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünya­nın kendine mahsus bir süs yaptık. Biz oradaki her şeyi kupkuru bir top­rak yapacağız." İşte bu âyetlerin açılımı iki kişi örneğinde, yani 32-44. âyetler arasında yer almaktadır.

Dünyanın insana sunduğu bütün imkanların bir imtihan olduğu, bu imtihanı kazanmayan için o imkanların nasıl yok olacağı örneği anlatıla­cak, üzüm bağları, hurmalıklar ve ekinlerin kapladığı arazinin, daha hangi nedenlerle cascavlak kayaya dönüştüğüne dikkat çekilecek, şıma­rıklığın, nankörlüğün ve inkârın hayatı nasıl kupkuru hale getirdiği vur­gulanacaktır.

1. "Onlara iki adamı örnek olarak anlat."

İki adam örneği, aslında inkâr edenler ile iman edip iyi iş üretenleri anlatan Kehf 29-31. âyetlerin devamı olarak alınabilir.

Yüce Allah "kıssa" ile öğretim ve eğitim yapmaktadır. Buna "kıssa metodu" ile örneklendirme de diyebiliriz. Konuların, insanın zihninde tam anlamı ile şekillenmesi ve derse olan ilgiyi artırmak için tarihî ör­neklerle, kıssalarla anlatmak öne çıkan bir metoddur. İki adam örneği ile çok önemli mesajlar verilecektir.

2. "Birine iki üzüm bağı vermiş, bu'bağların etrafını hurmalarla donatmış, araların­da da ekinler bitirmiştik."

Ayetin bu kısmında dikkat edilmesi gereken nokta şudur:

Yüce Allah, o kişinin sahip olduğu tüm şeyleri kendisinin verdiğini söylemektedir. iSİii- ce'alnâ, ilLU- hafefnâ ve yine HİiŞ- ce'alnâ fiillerinin faili Allah'tır. Verdik, donattık ve yine bitirdik demesindeki vurgunun hedefi, sahip olunan veya o adamın sahip olduğu nimetin kaynağında Allah'ın olduğunu öğretmektir.

İki üzüm bağını veren Allah, onların etrafını hurmalıklarla çeviren Allah, aralarında ekini bitiren de Allah'tır. Bütün bu işleri insan için ya­pan Allah'a karşı nankörlüğün veya O'nu inkâr etmenin hangi sonuçları getireceğini de anlatacaktır.

Demek ki Yüce Allah o iki kişiden birine mükemmel nimetler sunmuştu. Ama bu nimetlerin imtihan soruları olduğunu bilmek gereki­yordu. feccernâ "fışkırtma" işini de Yüce Allah yaptığını buyur­muştur. İki bağın ya da bostanın arasında ırmağın fışkırma işini de Yüce Allah gerçekleştirdiğini söylemekle, o nimetin kaynağında hangi gücün olduğunu öğretmektedir.

3. "Bu adamın başka geliri de vardı."

Öyle anlaşılıyor ki, iki bahçenin dışında o kişinin başka gelirleri, malı veya parası da vardı.

4. "Bu yüzden arkadaşı ile konuşurken ona şöyle dedi: Ben servetçe senden daha zenginim, in­san sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm."

Yüce Allah'ın, bu kişinin sahip olduğu maddî değeri detaylı bir şe­kilde bize anlatmasının sebebi son bölümde arkadaşına yaptığı konuş­mayı temellendirmektir. Bu şekilde gururlanıp, arkadaşını aşağılaması­nın nereden kaynaklandığı açıklanmaktadır.

Kendisi ile arkadaşını mukayese etmektedir. Bu tip mukayeseler, şeytanî bir nitelik taşımaktadır. Bilimsel mukayeselerin dışında, muka­yese yapmak doğru değildir. Şeytan, kendisi ile Hz. Âdem'i mukayese ettiğinden Allah'a isyan etmiş ve kovulmuştur.

Bu kişi de maddî değere sahip olma bakımından kendisi ile arkada­şını mukayese etmiş ve üstün olduğunu dile getirmiş, hem servet hem de topluluk bakımından kuvvetli ve üstün olduğunu söylemiştir. Bu söyle­min altında yatan psikolojik neden, "böbürlenmek, gururlanmak ve sahte bir değerin arkasına sığınmak"tır. Ağzından çıkan bu kelimeler, içinde kaynayan gururu yansıtmaktadır.

Böylece Yüce Allah davranış psikolojisi ile ilgili bir değerlendirme yapmış olmaktadır. Servete sahip olmak, onun içindeki gururu uyandır­dı; gurur da böylece konuşmasına sebep oldu. O kişi servetten yoksun bir fakir olsaydı, elbette onun içindeki gurur uyanmayacak ve böyle ko­nuşmasına sebep olmayacaktı.[20]

 

Üstünlük Taslayan Kendine Yazık Eder:

 

35.  Böylece kendisine yazık edip, bahçesine girerken şöyle dedi: Bu bahçenin batacağını hiç sanmam.

36.   Kıyametin  kopacağını  da zannetmiyorum.  Eğer Rabb 'ime götürülürsem, and olsun, orada buradan da­ha iyi bir sonuç bulurum.

Arkadaşına 34. âyette söylediği bu sözlerle bu âyetteki sözlerin an­lamı, kişinin kendine zulmetmesi, yani yazık etmesidir. Kendine yakışa­nı yapmamakla bu kişi, kendi ruhuna zulmetti. Ruha yakışan, servetinin kaynağında Allah'ın olduğunu bilip Allah'a ve kıyamete inanması ve gurura kapılıp arkadaşına o şekilde konuşmaması idi.

1. "Böylece kendi­sine yazık edip, bahçesine girerken, şöyle dedi: Bu bahçenin batacağını hiç sanmam."

mâ ezunnu "sanmam" demesi, onun zan üzere hareket ettiğini ifade etmektedir. Bize göre bu adam "iman" kelimesini bilmediği için mâ ezunnu kelimesini, "inanmıyorum" anlamında kullanmıştır. Çünkü bir sonraki âyette de aynı ifadeye yer vermektedir.

Nankörlük yapması, gururlanması ve bostanlarının yok olacağına inanmaması kendine yazık etmekten başka bir şey değildi.

2. "Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum."

Buradaki "zannetmiyorum" kelimesi de, "inanmıyorum" demektir. Bu kişi, kıyamete inanmamakla dünya hayatının ebedî olduğu fikrini savunmuş olmaktadır.

3.  "Eğer Rabb'ime götürülür-sem, and olsun, orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum."

Ayetin bu kısmından geçen Üili munkalebâ kelimesi, "merci, akıbet, sonuç" anlamına gelmektedir.

Yüce Allah, bu kişinin burada ileri sürdüğü görüşü ferdî olmaktan

çıkarıp, Fussilet 50'de genelleştirmektedir:

"Andolsun ki, insana dokunan bir zardan sonra biz ona bir rahmet tattırırsak: Bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmıyorum. Rabb'ime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır, der."

Demek ki bu insan, Allah'a inanıyor ama kıyametin kopacağına inanmıyor. Kendisine anlatılanlardan anlıyoruz ki, bu adama kıyametin kopacağına dair bilgilendirme yapılmıştır.

Bu dünyadakinden daha iyi bir sonucu orada bulacağını söylemek­le de gururunu nelere kadar uzattığını göstermektedir. Âhiret inancı, kı­yametin kopacağı, insanın yaptıklarının sonucu ile orada karşılaşacağı konularında kendisine din eğitimi yapıldığını konuşmasından anlıyoruz. Zaten onun bu konuşması, içindeki iman ile inkârın ona verdiği bir cesa­retten ibaret olduğu görülmektedir. Dikkat edilirse, Rabb'ine kavuşma ihtimalini de gündeme getirmekte, ama olacağına inanmamaktadır.

Bundan anlıyoruz ki, Kehf 7'de bahsedilen imtihanı bu kişi kay­betmiştir. Kimin daha güzel amel ürettiğini tesbit etmek için Yüce Allah insanlara dünyanın süsünü, güzelliklerini sunmaktadır. İşte bu kişi ken­disine sunulan dünyanın süsüne aldanıp kıyametin kopacağını, Allah'a kavuşacağını, öldükten sonra dirileceğini inkâr ederek imtihanı kaybet­miştir.[21]

 

Arkadaşının Uyarısı:

 

37.  Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki: Seni top­raktan, sonra da meniden yaratan, sonra da seni adam kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun?

38.  Fakat, O Allah, benim Rabb'imdir. Rabb'ime kim­seyi ortak koşmam.

39.  Bağına girdiğinde, her ne kadar sen beni mal ve çocuk bakımından daha az görüyorsan da, "Allah di­lemiş! Her güç Allah iledir", demeli değil miydin?

40-41. Umulur ki Rabb'im bana senin bahçenden daha iyisini verir ve seninkinin üzerine de gökten hesap gö­recek bir yıldırım gönderir de, orası kaygan, kuru bir yer olur. Yahut suyu çekilir de, artık, onu bir daha elde edemezsin, dedi.

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, zengin olan ve kıyametin kopacağını, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kişinin inanmış arkadaşı çok kültürlü ve dinin temel ilkelerini bilen biri idi. Sıra ile hangi konulara değine­rek ona ders verdiğini görebiliriz:

1. Yaratılışına dikkatini çekerek sorusunu soruyor.

"Seni topraktan, sonra da meniden yaratan, sonra da seni adam kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun?

a) Bu kişi, arkadaşının: "Bu bahçenin batacağını hiç sanmam"; "Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum" şeklindeki sözlerini inkâr olarak nitelendirmiştir. Hatta bu ifadelerin Allah'ı inkâr olduğunu öne sürmüştür. Dikkat edilirse, "inkâr ettin" demedi de, "inkâr mı ediyorsun" dedi. Bu soru şeklinin anlamı, "inkâr ettin" demektir.

b) Öğüt veren arkadaşı, insanın yaratılışı meselesini, evreleri ile bi­len biri idi. İnsanın topraktan geldiğini biliyordu. Bitkisel ve hayvânî gıdaların tümünün topraktan yaratıldığının farkında idi. İnsanın yaratıl­dığı meniden itibaren, geldiği yere doğru takip edersek toprağa varma­mız mümkündür. Meni kandan; kan bitkisel veya hayvânî gıdalardan; hayvânî gıdalar bitkilerden; bitkiler de topraktan gelmektedir. İşte bu kişi insanın kökünün toprak olduğunu biliyordu. Ardından "meni" safha­sını gündeme getirmiştir. Bu safhada eşeyli yaratılışa işaret etmiştir. Ar­dından, insan şekline sokmanın, yani anne karnında sperm ile yumurta­nın döllenip gelişim basamaklarında insan şeklini almasına işaret ederek Allah'ın varlığını ve O'nun gücünü anlatmıştır.

Bu kişinin verdiği bu ders, Kur'ân'in inen ilk âyetlerine uygun düşmektedir. O âyetlerde de insanın yaratılışı ele alınmıştı. Metod itiba­riyle burada "yakında uzağa metodu" kullanılmıştır.

Dersi veren kişi yaratma ve şekillendirme fiilleriyle Allah'ı anlat­maktadır. Yüce Allah'ın, hangi safhada yaratma eylemini, hangi safhada şekillendirmeyi gerçekleştirdiğini de biliyordu. Şekillendirmenin, yarat­manın ardından geldiğinin de farkında idi.

2. Şirk koşulamayacağını öğütlüyor.

"Fakat, O Allah, benim Rabb'imdir. Rabb'ime kimseyi ortak1 koşmam."

Bu kişi, bir önceki 37. âyette Yüce Allah'ın, yaratıcılık ve şekil ve­rici özelliğini ele almakta, bu âyette de Rabb'lık sıfatını gündeme getir­mektedir. "Rabb" sıfatı, hem yaratmayı hem besleyip büyütmeyi hem de terbiye etmeyi içine almaktadır.

Bu kişi, bunları gerçekleştiren varlığa eş koşulamayacağını da ö-ğütlemektedir. Sanki, arkadaşının eş koştuğundan bir şüphesi var görü­lüyor. Arkadaşının, bağının ürünlerinin ebediyyen yok olmayacağını söylemesi, dünya hayatına bir sonsuzluk özelliğini verdiğini göstermek­tedir.

Arkadaşına "ortak koşma" demiyor da "ortak koşmam" diyerek kendisinin hangi inançta olduğunu ve böylece tevhid inancı dersi verdi­ğini görüyoruz.

3.  Allah dilerse olur.

Arkadaşı ona Allah'ın maişeti, yani dilemesi konusunda da bir ders vermektedir. Kendisini, mal ve çocuk bakımından arkadaşından fazla görüp, arkadaşını daha az görmesinin daha önce gururdan kaynaklandı­ğını söylemiştik. Burada bu gururun neden disipline edilemediğini görü­yoruz. "Allah dilemiş de ona fazla, diğerine az vermiştir. Allah dilediği için bu böyle olmuştur" inancına sahip olsaydı, bu şekilde gurura kapılıp arkadaşını aşağılamayacaktı.

Bütün rızıkları Allah'ın dağıttığını, kimine az, kimine çok verdiği­ni, bunu istihdam ilkesi için yaptığını (Zuhruf,32) bilip inansaydı bu şekilde nankörlük yapmazdı.

"Bahçene girdiğinde 'Allah dilemiş! Her güç Allah iledir' demeli değil miydin?" Arkadaşı, ona verilen nimetlerin kaynağında Allah'ın dilemesinin olduğunu, her şeyin gerçekleşmesinin Allah'ın gücü ile olduğunun dersini vermektedir. İnsan bir iş yapmak için güç sarf ediyorsa, o iş mutlaka Allah ile gerçek­leşmektedir. Yüce Allah'ın müdâhil olmadığı bir işi yapmak imkansız­dır.

İlâhî dileme ile ilâhî gücün ilişkisini kurup, insanın yapıp etmeleri­nin arkasında bu iki gücün olduğu böylece açıklanmaktadır.

4. "Umulur ki Rabb'im bana

senin bahçenden daha iyisini verir. Ve seninkinin üzerine gökten hesap görecek bir yıldırım gönderirde, orası kaygan ve kuru bir yer olur. Yahut suyu çekilir de, artık onu bir daha elde edemezsin, dedi."

Dinî konuları iyi bilen ve sağlam tevhid inancına sahip olan arka­daşı servetin el değiştirebileceğini arkadaşına hatırlatıyor. Hatta kendi bağına Allah'ın bir belâ verip yok edebileceğini söylüyor.

Bu kişi, servetin kaynağını inkâr ederek nankör olan, kıyameti in­kâr eden, sahip olduğu servet ile şımaran kişinin malına bir belâ gelebi­leceğini vurgulamakla belâyı getiren sebepleri açıklamış olmaktadır.

hüsbân kelimesine "yıldırımlar" manası verilmiştir. Aslında "atılan şeyler"e hüsbân denmektedir. Ama burada "hesabı gören yıldı­rımlar" manası uygun düşmektedir. sa'îden zelekâ da "kaypak toprak, cascavlak taş hali"ni ifade etmektedir. Aslında zelak, "yerin in­sanın ayağını kaydıracak hale gelmesi"ni ifade etmektedir.

jje. ğavr kelimesi, "kaybolan, çekilen" anlamına gelen ğâirden gelmektedir. Aynı kelime Mülk 30'da geçmektedir: "De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" Bahçesine hem gökten bir âfet hem de suyunun kaybolması gibi bir musibetin gelebileceğini söylemekle bu kişi, arkada­şının tabiat olayları ile cezalandırabileceğine işaret etmektedir. Arkada­şına bu şekilde ders veren bu kişi, insanın inanç yapısının, düşünceleri­nin, yanlış konuşma ve yanlış davranışlarının tabiatı sarsabileceğini bile­cek kadar din kültürü almıştı.[22]

 

Olan Oldu:

 

42.  Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini ovuştu­rup   kaldı.   Bağın   çardakları   yere   çökmüştü.    'Âh' diyordu,   'keşke ben Rabb'ime hiçbir ortak koşmamış olsaydım.'

43.  Kendisine Allah'tan başka yardım edecek destekçi­leri olmadığı gibi, kendi kendini kurtaracak güçte de değildi.

44.  işte burada yardım ve dostluk Hak olan Allah'a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel sonucu ve­ren yine O 'dur.

Öyle anlaşılıyor ki, bu kişinin gururu, şirki, kıyameti inkârı gibi davranışlarını tabiat bile kabul etmedi ve arkadaşının dediği felâket ba­şına geldi.

1. "Derken onun serveti kuşatıp yok edildi." ühîta kelimesini biz Türkçe'de "kuşatmak" anlamında "ihata etti" diye kulla­nırız. Ühîta, "kuşatıldı" buyurulurken, kimin kuşattığı söylenmemekte-dir. Kuşatmak terimi aslında bir ordunun bir şehri, bir yeri kuşatıp alma­sı anlamında kullanılır. Bu ifadede sanki "melekler ya da tabiat olayları onun bahçelerini kuşatıp yok etmiştir" anlamı verilmektedir.

Aslında, şirki, gururu, yanlış davranışları, kıyameti, inkârı onun serveti kuşatıp yok etti.

2. "Böylece bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini ovuşturup kaldı."

Bağını verimli hale getirmek için yaptığı ekonomik masraflardan dolayı çok pişman olduğundan ellerini ovuşturmaya başladı. Bozuk ma-nevîyatın getirdiği maddî çöküşün sebep olduğu pişmanlık burada anla­tılmaktadır. Böylece bu kişinin durumu anlatılırken, pişmanlığa kadar uzanan zincirleme sebepler gündeme getirilmektedir.

3. "Bağın çardakları yere çökmüştü."

Ayette geçen hâviye kelimesi, "çökmüş" anlamına gelmekte­dir. 'urûş da "çardaklar, yani üzüm çardakları, bitkileri, bahçe du­varları, üzümlerin üzerine uzayıp yayıldığı çıtalardan kurulu çardak" anlamını ifade etmektedir.

4. "Ah, diyordu; keşke ben Rabb'ime hiçbir ortak koşmamış olsaydım."

Sahip olduğu servetinden dolayı fakir arkadaşına hava atmak için mukayeseler yaparak kendisinin üstün olduğunu söyleyen, Allah'a şirk koşan, kıyameti inkâr eden, sahip olduğu ekonomik nimetin kaynağında Allah'ın olduğunu görmeyip nankörlük eden bu kişi sonunda pişmanlı­ğını bu sözlerle itiraf ederken başına gelenlerin ana sebebini belirlemek­tedir.

"Keşke ben Rabb'ime hiçbir ortak koşmamış olsaydım" demekle şirki, bağlarının ve servetinin başına gelenlerin sebebi olarak tespit et­mektedir. Şirkin böylesine tahrip edici niteliği var mıdır? Şirkin böylesi­ne tahrip eden bir boyutu olduğunu şu âyetlerde görüyoruz:

 "Rahman çocuk edindi, dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir. Rahman'a çocuk isnadında bu­lunmaları yüzünden. Halbuki çocuk edinmek Rahman'in şanına yakışmaz" (Meryem 19/88-92).

Demek ki, şirkin bu çeşidine gökler, yer ve dağlar dayanamamak-tadır. Allah'a eş koşmaktan daha büyük günah yoktur. Bu günah, önce insanın psikolojik yapısının göğü olan beyni, yeri olan gönlü, dağlan olan tüm duygularını tahrip ediyor, sonra da tabiatın dengesini bozuyor.

Tahribatta sebep şirk, sonuç da bahçelerinin ve tüm servetinin yok olması olmuştur.

Onun bu konuşmasından şunu da çıkartıyoruz: İnsan başına belâ gelmeden önce gerçeği görebilmelidir. Belâ, ona güzel bir ders oluyor ama, iş işten geçmiş oluyor. Son pişmanlık fayda vermeyeceğinden do­layı meseleyi önceden kavramak gerekiyor. İşte dinin en önemli görevle­rinden biri de budur.

Dünya ve âhiretin azabına uğramadan önce insanları uyarıp yanlış yoldan gitmelerini önlemek, pişman olacakları işten geri durmalarını temin etmek gerekir. Bu durum, bir çeşit, hastalanmadan önce hastalığı önleyici sağlık tedbirlerini almaya benzer. Belâ başa gelmeden, pişman olmadan önce alınacak tedbirleri bildiren ilâhî vahye din deniyor.

5. "Kendisine Allah'tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi, kendi kendini de kurta­racak güçte değildi."

Bütün servetine gelen afete karşı onu koruyacak, ona hâmî olacak kimse yoktu; Allah'tan başka ona bu yardımı sağlayacak yoktu. Tevhid inancının bu olguda bir anlatım şekli gündeme gelmektedir: "Allah'tan başka yardımcısı yoktu" ifadesi, "Allah'tan başka tanrı yoktur" ifadesini tefsir etmektedir.

Bu kişinin durumu Kasas sûresinde anlatılan Karun'un durumuna benzemektedir: "Nihayet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek destekçileri olmadığı gibi, o, kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi" (Kasas 28/81).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 43 ile Kasas 81. âyetin müşterek açıklanmasından şunu çıkartıyoruz: Yüce Allah'ın verdiği ce­zayı geri çevirecek hiçbir güç yoktur. Şirk koşanlar cezadan sonra bunu anlatmaktadırlar. Bazı şeylerin tecrübesi yapıldıktan sonra geriye koca­man bir pişmanlık kalıyor; ama kendilerine faydası olmuyor, başkalarına ders oluyor. Kur'ân'in anlatımı da, ondan sonra gelecek nesillere etkili bir ders olmasını hedeflemektedir. Bu tarz tarihî olguların gelecek nesil­lere uyarıcı bir ders olması, Kur'ân'ın eğitim anlayışında önemli bir me­todu teşkil etmektedir.

6. "İşte burada yardım ve dostluk Hak olan Allah'a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel sonucu veren yine O'dur."

Anlatılan bu kıssadan, yani tarihsel olgudan çıkartılacak nihâî so­nuç bu âyetle belirlenmektedir.

Ayette geçen cV^İi el-velâyet kelimesi bu şekilde okunursa, "yar­dım, işi üzerine alma, idare etmek, dostluk" demektir. Ama bu kelime vilâyet şeklinde de okunmaktadır. O zaman "hükümdar, melik" anlamı­na gelmektedir. Bir önceki âyete bakınca velayet şeklinde okunması daha doğrudur.

dJülii hünâlike "bu makamda, bu durumda, bu şartlar altında" de­mektir. Bu şartlar altında dostluk, yani yardım Hakk olan, gerçek olan Allah'a aittir. Bu ifade de tevhid inancının başka bir boyuttan anlatımını oluşturmaktadır. İnsanlar sahte tanrılardan, ölülerden, türbelerden yar­dım beklemektedirler. İşte onlara Yüce Allah, kendisinden başka yardım edecek bir varlığın olmadığını öğretmektedir.

Yüce Allah neden bu özelliğe sahiptir? Çünkü ödülün en iyisini O veriyor, sonucun en güzelini de O temin ediyor. Sahte tanrılar en iyi kar­şılığı ve en güzel sonucu temin edemediklerinden gerçek tanrı olamazlar.

Yüce Allah tevhid inancının anlatımında din âlimlerine ve görevli­lerine bir metod öğretmektedir. İnsanları sahte tanrıların peşine koşup şirk yapmalarından alıkoymanın yolu, insanlara, varlıklara ve tüm kâina­ta sonuç olarak o varlıkların neyi temin ettiklerine dikkat çekmeleridir. Bir şey temin edemeyen, faydası dokunamayan varlıklara tanrılık vasfını vermek büyük yanlıştır, şirktir ve bu şirk insanın dünya ve âhiretini ka­rartmaktadır. En iyi ve en güzel olanı insana sunan varlık gerçek tanrı olmaya lâyıktır. Sahte tanrıların insana sunacağı bir âhiret hayatı yoktur, oysa en büyük mutluluk da oradadır.[23]

 

Bilinmesi Gerekenler:

 

45.  Onlara şunu da örnek göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzü­nün bitkisi birbirine karışmış; arkasından rüzgarın sa­vurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerin­de iktidar sahibidir.

46.  Servet ve çocuklar, dünya hayatının süsüdür; ölüm­süz olan iyi işler ise Rabb'inin nezdinde hem sevapça daha iyi hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.

Yüce Allah dünya hayatı, servet ve çocuklar konusunda bilinmesi gerekenleri öğretiyor ve onları bir değerlendirmeye tâbi tutuyor.

1. Yüce Allah önce dünya hayatının ne olduğunu, değerini, geçici­liğini şu benzetme ile anlatmaktadır:

Gökten su iner, yeryüzünde bitkiler biter. Bu bitkiler gelişip büyü­dükçe birbirine girecek hale gelirler. Mevsim geçtikçe onlar sararıp so­lar, kurumaya başlar ve rüzgarın savurduğu çerçöp haline dönüşür.

Bu misalle Yüce Allah dünya hayatının geçiciliğini, ölümlü niteli­ğini, sahte bir değere sahip olduğunu, rüzgarın gücüne bile dayanamadı­ğını, yani güçsüzlüğünü anlatmaktadır. Bunu anlatmanın amacı, dünya hayatına çok değer verip ona aşırı bir şekilde bağlanmanın, onu kutsal­laştırmanın yanlış olacağının bilincini vermektir.

Diğer bir amacı da âyetin sonunda verilmektedir: "Allah her şey üzerinde iktidar sahibidir." Bu iîade, Allah'ın kudretinin her şeye yettiğini ve bu kudrete sığınılmasını, onun yüceltil­mesini ve ona kutsallık verilmesini öğretmektedir.

2. Yüce Allah, dünya hayatının insanı en çok ilgilendiren, insana en yakın olan iki değerini ele alıp bilgilendirmesine devam etmekte, mal denen servet ile çocukların, dünya hayatının süsü olduğuna dikkat çek­mektedir. Süs de geçicidir. Geçici olan şeylere aşırı bir şekilde bağlanıp, onlara sahip olunca başkalarına karşı gösteriş yapmanın, gururlanmanın yanlış olacağına işaret etmektedir. Daha önce yorumunu yaptığımız Kehf 34'te bağ-bahçe ve başkaca serveti olan kişi arkadaşına şöyle de­mişti: "Ben, servetçe senden daha zenginim, çocuk sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm."

İşte bu insan, mal ve çocukların dünya hayatının süsü olduğunu bilseydi ve inansaydı bu konuşmayı yapmayacaktı.

Yüce Allah, bu süsün geçiciliğini 42. âyette deneysel olarak gös­terdi; hem o kişiye hem de tüm dünya insanlığına bir öğreti olarak bırak­tı.

"Bakî o)an iyi iş)er Rabb 'inin nezdinde hem sevapça daha iyi hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır."

Âyetin son bölümünde de, neyin daha sürekli, kalıcı, neyin Allah katında daha iyi ve neyin ümit bağlamaya daha lâyık olduğunun bilgisi verilmektedir.

İnsan için yararlı olan, "iman edip yararlı işler yapmak"tır. İnsan sürekli olanın peşine takılmalı, Allah katında bir değeri olan, ümit bağ­lamaya lâyık olan işlerin ardına düşmeli.

Din âlimi ve eğitimcileri bunları insanlara öğretir ve gönüllerine yerleştirirlerse hem görevlerini yapmış olacaklar hem de insanları dün­yaya ihtirasla, tutku ile bağlanmaktan kurtarmış olacaklardır.[24]

 

Kıyametin Kopması Ve Âhiret'ten Bir Sahne:

 

47. Dağlan yürüttüğümüz gün, yeryüzünü dümdüz gö­rürsün. Hiçbirini bırakmaksızın insanların hepsini bir araya getiririz.

48. İnsanlar, sıra sıra Rabb'lerinin huzuruna çıkarılır­lar. Andolsun, sizi ilk defa yaratmış olduğumuz gibi bi­ze geldiniz. Fakat, size bir buluşma sözü vermediğimizi sanmıştınız, değil mi?

49. Kitap ortaya konunca, suçluların onda bulunanlar­dan ürktüklerini görürsün. Onlar: 'Vay halimize! Ne oluyor bu kitaba! Küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıyor?' derler.  Yaptıklarını hazır bulurlar. Ama Rabb'in hiç kimseye zulmetmez.

Yüce Allah dünya hayatının durumunu Kehf 45'te; mal ve çocuk­ların ne olduğunu da Kehf 46'da anlattıktan sonra, dünyanın yok olaca­ğını, kıyametin kopacağını 47. âyette ele almaktadır. Dünyanın sonunun nasıl geleceğine bir cevap niteliğinde bu sahneyi ele almaktadır.

Ayrıca kıyametin kopuşundan sonra mahşer ve amellerle yüzleşme sahneleri gündeme getirilmektedir.

1. "Dağlan yürüttüğümüz gün."

Kıyametin kopuş sahnelerinden biri de dağların yürütülmesidir. Bu sahneyle ilgili düşünce, dünyanın geçiciliğini anlayıp da, ona tutku ile bağlanmanın yanlışlığını fark etmeyi amaçlamaktadır.

Kur'ân'da kıyametin kopması anlatılırken dağların durumuna yer verilir.

a) "Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalandığı; dağılıp toz duman haline geldiği" (Vâki'a 56/4-6).

b) "O gün gök sallanıp çalkalanır. Dağlar yürüdükçe yürür" (Tûr 52/9-10).

c) "Dağlar yürütüldüğünde" (Tekvir 81/3).

d) "Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki: Rabb'im onları ufalayıp savura-cak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır. Orada ne bir iniş ne de bir yokuş görebileceksin" (Tâhâ 20/105-107).

Dağlar yürütüldüğünde toz duman haline gelecek, Yüce Allah on­ları ufalayacaktır. Yerin sarsılması, göğün sallanıp çalkalanmasının ar­dından dağların alacağı şekil açıklanmaktadır. Bu sahne düşünüldüğünde insanın kendisine bir çekidüzen vermesi kolaylaşacaktır.

2. "Yeryüzünü dümdüz görürsün."

Ayetin bu kısmında geçen %K bârizeten kelimesine "çöl halinde, çıplak, cascavlak, dümdüz" manalardan "dümdüz" olanını tercih edebili­riz. Çünkü Tâhâ 107'de dağlar ufalanınca orada iniş ve yokuş bulunma­yacağına işaret edilmektedir. O zaman "dümdüz" manası uygun düşmek­tedir.

Aslında bu kelimenin manası, "içinde olan her şeyi ortaya çıkar­maktır. Yeryüzü, dağlar ufalanıp yok olduktan sonra her şeyini dışarı çıkaracaktır. Bu manayı veren Kur'ân âyetleri vardır:

a) "Yer dümdüz edildiği, içinde bu­lunanları atıp boşaldığı" (İnşikâk 84/3-4).

b) "Yer ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman" (Zilzâl 99/2).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 47'de ibraz, İnşikak 4'te ilkâ ve tahallî; Zilzâl 2'de de ihrâc kelimeleri ile ifade edilen şey aynı­dır.

Dağ ve yerin durumu bu şekilde anlatılınca, parçayı anıp bütünün kasdedilmesi esasından hareket ederek Yüce Allah'ın, tüm kâinatın yok olmasını kasdettiğini söyleyebiliriz. Çünkü anlatım, kıyametin nasıl kopacağını açıklamaktadır.

3. "Hiçbirini bırakmaksızın insanların hepsini bir araya getiririz."

Kıyametin kopmasının ardından insanların tamamı bir araya gele­cektir. Buna "mahşer" denmektedir. Haşre inanmak da bu toplantının, bir araya gelmenin gerçekleşeceğine inanmaktır. Yüce Allah Kendisinin onları toplayacağına işaret etmektedir.

Bu bir araya gelmede, hiç kimse dışarıda kalmayacak, yoklamada hazır bulunacaklardır.

4. "İnsanlar, sıra sıra Rabb'lerinin huzuruna çıkarılırlar."

"Rabb'lerinin huzuruna çıkarılırlar" buyurulurken "çıkarmak, sunmak, arz etmek" manasına gelen 'uridû fiili, meçhul kalıbında kullanılmıştır. Kimin çıkaracağı belirtilmemiştir. Bunun nasıl olacağını açıklamak için Yâsîn 51 'e gitmemiz gerekiyor: "Nihayet sûra üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirle­rinden kalkıp koşarak Rabb'lerine giderler." Demek ki mahşere, sûra üfürüldükten sonra, insanlar bulundukları yerden kalkınca kendileri gi­deceklerdir. Orada saf halinde, yani ayakta ve sıraya dizilmiş halde bir araya geleceklerdir.

5. "Andolsun sizi ilk defa yaratmış olduğumuz gibi bize geldiniz. Fakat, size bir buluşma sözü vermediğimizi sanmıştınız, değil mi?"

"İlk defa yaratmış olduğumuz gibi" ifadesinden ne anlıyoruz? Yü­ce Allah insanları ilk yaratışında teker teker yaratmıştır. Mahşere de, Allah'ın huzuruna çıkarıldığında da teker teker çıkılacak demektir. "İlk yaratılışınızdaki gibi" ifadesinden bu anlaşılmalıdır. Bunu nasıl ispat ederiz?

a) "Andolsun ki, sizi ilk defa yarattı­ğımız gibi teker teker bize geleceksiniz" (En'âm 6/94).

b)  "Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun huzuruna tek başına gelecektir" (Meryem 19/95).

İşte bu âyetler ilk yaratılışın tek tek olması gibi, insanların, Al­lah'ın huzuruna da tek tek çıkarılacaklarını ifade etmektedir. Demek ki, mahşerdeki hesab ferdî olarak görülecektir.

Yüce Allah oraya toplandıklarında şu soruyu soracaktır: "Fakat size bir buluşma sözü verdiğimizi sanmamıştınız, değil mi?" Ayetin bu kısmı bir önceki âyetle beraber, Kehf 36'da kıya­metin kopacağına inanmayan kişiye bir cevap ve öğretim olmaktadır.

İnsanların âhirette haşrolacağı, yani bir araya gelecekleri konusun­da Allah'ın verdiği söze inanmamaları, bunun gerçek olacağını sanma­maları onlara hatırlatılacaktır. Bu toplantıya inanmamaları, onlara yanlış hareket yaptırmış ve kendilerini disipline etmekten alıkoymuştu. Böyle­ce âhirete inanmanın ahlâkî bakımdan etkinliği ortaya çıkmaktadır.

6. "Kitap ortaya konunca"

Buradaki kitap "amel defteri" anlamına gelmektedir. "Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli ya­zıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler" (İnfitâr 10-12). İşte kirâmen kâtibin denen meleklerin yazdığı amel defterine "kitap" den­mektedir.

Mahşerde amel defteri ortaya konacak ve herkes İsrâ 14'e göre amel defterini okuyup kendi kendini değerlendirecektir.

7.  "Suçluİânn onda bulunanlardan ürktüklerini görürsün. Onlar 'vay halimize! Ne oluyor bu kitaba! Küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıyor?' derler. Yaptıklarını hazır bulurlar. Ama Rabb'in hiç kimseye zulmetmez."

a) Yüce Allah mücrim denen suçluların durumunu, kitaptan nasıl etkileneceklerini anlatmaktadır. Öncelikle amel defterini okuyunca ürke-ceklerdir. Ayette geçen müşfikin kelimesi, "korkmak, ürkmek" anlamına gelmektedir.

b) Küçük, büyük her şeyin orada olduğunu görünce "ne oluyor bu kitaba!" diyecekler. Her şeyi orada bulunca pişmanlık duyacaklardır. Bu pişmanlıklarını "vay halimize" diyerek ifade edeceklerdir.

c) Kendi yaptıklarını önlerinde bulacaklarından dolayı, Allah'ın onlara zulmetmeyeceğine işaret edilmektedir. Yaptıkları ameller, kendi­lerine muamele edecektir.

Yüce Allah, amellerine göre onlara muamele yapacak, cezalarında ne fazla ne de eksik yapacaktır. Cezanın miktarını, şeklini kemdi amelle­ri belirleyecektir. Suça denk cezayı vereceğinden dolayı Yüce Allah, kimseye haksızlık etmiş olmayacaktır.

Görüldüğü gibi bu üç âyet, kıyametin kopuşunu, insanların Al­lah'ın huzuruna çıkışını, amel defterinin ortaya konulusunu ve cezalandırmada haksızlığın olmayacağını ele almaktadır. Özel anlamda bu âyet­ler, Kehf 32'den başlayıp 44. âyete kadar devam eden, iki kişinin serü­veninde görülen inkârın cevaplandırılması ve onun eksiğinin telafi edil­mesini gerçekleştirmektedir.

Kıyamete, bu dünyada yaptıklarını karşısında bulacağına inanma­manın, davranışları ne denli kötü manada etkilediğine ışık tutulmaktadır.[25]

 

Şeytan Ve Zürriyeti Dost Edinilemez:

 

50. Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik. İblîs hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblîs cinlerdendi; Rabb 'inin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini dost mu edini­yorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zâlimler i-çin bu ne fena bir takastır!

Yüce Allah'ın meleklere Hz. Adem'in önünde yere kapanmalarını, yani secde etmelerini emredip İblîs'in de karşı gelip Allah'a isyan etmesi Kur'ân'da defalarca tekrarlanmaktadır. Her tekrarlanışında âyetin bulun­duğu yerdeki diğer âyetlerle olan özel ilişkisini dikkate almak gerekiyor. Şimdi biz bu âyeti önceki âyetlerle olan konu bağlan açısından ele alıp açıklayacağız.

1. "Hani biz Meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik. îblîs hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler."

Âyetin bu kısmı Bakara 31-34. âyetlerde ele alınıp geniş olarak a-çıklandı. Daha sonra A'râf ll'de de geçti. Ardından İsrâ 61-62'de kar­şımıza çıktı.

Yüce Allah şeytanın bu davranışını, Allah'ın emirlerine karşı çıkıp bu karşı çıkmasındaki sebebin gurur olduğunu gündeme getirmekte, o şartlarda şeytan örneğini vererek, bu davranış veya isyan hali ile şeytan arasında bir bağlantı kurmaktadır. Bu bağlantı Allah'ın emrine karşı gelmek ve kibirlenmek konuları ile alakalıdır. Allah'a, gururlanıp isyan eden kişilerin şeytanî yönüne dikkat çekilmekte veya şeytanın elinde oyuncak olduklarına işaret edilmektedir.

Özel anlamda Kehf 32'de Yüce Allah'ın örnek vermesini istediği iki arkadaştan biri gururundan dolayı arkadaşından mal ve çocuk bakı­mından üstün olduğunu söylemiş, kıyametin kopacağını inkâr etmiş ve Allah'a karşı nankörlükte bulunmuştu. Bir türlü gururunu kırıp Allah'ın, sahip olduğu rızıkların kaynağında olduğunu kabullenemedi, yani şeytan gibi secdeye gidemedi. Gururunu secdeye götürebilseydi şeytanî vasfın­dan kurtulacaktı. İşte Yüce Allah onun bu durumunu 13 âyette anlattı ve ardından şeytan gibi davrandığına da 50. âyette vurgu yaptı. Böylece şeytana en yakın, hatta şeytanlaşmış insanın gururlu insan olduğuna işa­ret etmiş oldu.

2. "Iblîs cinlerdendi; Rabb'inin emrin­den dışarı çıktı."

Meleklerin tabiatında, yani yaratılış sistemlerinde isyan etmek, Al­lah'ın emrine karşı gelmek yoktur.

İblîs'in cin olması nedeniyle insan gibi irâdesi vardır. Allah'ın em­rini yerine getirebileceği gibi isyan da edebilir. Cinlerin Müslüman'ı da, kâfiri de vardır.

İşte Yüce Allah, niçin Allah'ın emrine karşı geldiğinin sebeplerin­den birini burada gündeme getirmiş ve bunu cin olmasına bağlamıştır. Bakara 34'te, A'râf 12'de, İsrâ 61-62'de bu sebep, kendini üstün görme olarak belirlenmektedir. Hatta Sâd 76'da da aynı neden gösterilmektedir.

Demek ki kendini üstün görmek, kibirlenmek İblîs'in en belirgin, en öne çıkan özelliğidir ve onu meleklerden ayıran, Allah'a isyan ettiren neden olmuştur. Yüce Allah İblîs'i cezalandırmadan önce sorgulamış ve onun secde etmemesinin nedenini sormuştur. İblîs, cevabında kendisinin Âdem'den daha üstün olduğu için secde etmediğini söylemiştir (A'râf 7/12).

İblîs'in secde etmemesini Yüce Allah yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Kehf 50'de "fâşıklık" olarak nitelendirmektedir. Böylece "fâsık" kavramına bir mana vermekte ve "onun Allah'ın emrini yerine getirme­mek" olduğunu söylemektedir. Fâsık kelimesinin geniş açıklaması Ba­kara 26'da yapılmıştır. Demek ki İblîs cin olduğundan dolayı Rabb'inin emrinden dışarı çıkmış, yani O'na isyan etmiştir.

Diğer âyetlerde İblîs, kendini üstün görmesini neden olarak göste­rirken, burada Yüce Allah, onun tabiatını neden olarak göstermiştir. Demek ki insanın mayası, tıyneti, psikolojik yapısı davranışlarını belir­lemekte, davranışları onun üzerinde oturmaktadır.

3. "Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini dost mu ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zâlimler için bu ne fena takastır."

a) Yüce Allah genel anlamda insanlara Kendisini bırakıp İblîs'i ve onun neslini dost edinmeleri konusunda bu soruyu sormaktadır. Allah'ın emrine karşı gelen, İblîs ve onun zürriyetini dost ediniyor demektir. Bundan bir esası çıkartıyoruz: İnsan mutlaka birini dost ediniyor. İnsanın dostu Allah olmalıdır; Allah'ın dostu olmanın yolu; O'nun dediklerini yerine getirmektir. O'nun emirlerini yerine getirmemek, O'nun dostlu­ğunu kaybetmektir. O'nun dostluğunu kaybedince mutlaka birine dost oluyor demektir. O zaman da İblîs ve onun nesline dost oluyor manası çıkmaktadır.

Bu konuya bir misal verebiliriz: Bakara 268'de Yüce Allah şöyle buyuruyor:

 "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaad eder."

İşte Yüce Allah bu âyette şeytanın insana ne yaptığı ile Kendisinin ne yaptığını karşı karşıya getirmiş ve insanın önüne koymuştur. Hangi tarafa giderse onu dost edinmiş olacaktır.

b)  Yüce Allah, insana ayrıca şeytanın düşman olduğu uyarısında bulunmakta, düşmanını dost edinme hatasına düşmenin çok büyük hata olacağı bilincini vererek, eğitimini sürdürmekte, ve Allah'ı bırakıp düş­manını dost edinme hatasını işlemekten korumaktadır.

c) Yüce Allah, düşmanını dost edinen ve onun dostluğu uğruna Al­lah'ı terk eden kişinin davranışını zulüm olarak nitelendirmekte ve ona zâlim demektedir. Çünkü bu insanlar, davranışı yerli yerine koymadıkla­rından, yani düşmanını dost edindiklerinden ve asıl dosttan ayrı düştük­lerinden ahlâkta adaletten çıktılar; böylece zulüm yaptılar.

Ayetin son kelimesi olan "fa. bedelâ, "bedel, mübadele, değişim, takas" manasına gelmektedir.

d) Iblîs'in de zürriyeti, nesli vardır. Buradaki zürriyet, kendisinden doğanları mı, yoksa onu takip eden ve şeytanlaşan insanları mı ifade ediyor? tblîs'ten doğanı "zürriyet" olarak manalandırırsak, o zaman cin­lerin de evlenip çoğaldığını söyleyebiliriz. Zürriyet kelimesinden bu ma­nayı çıkarttığımızı söyleyebiliriz.

e)  Bu âyetin genelinden şu neticeyi de çıkartıyoruz: "Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini dost mu ediniyorsunuz?" Dost edinme eyleminin öznesi insanlardır. Bu eylemi insanlar gerçekleştirdiği için eylemlerinden sorumlu olacaklardır. Allah'ı bırakma işini de insanlar yapmaktadır. İblîs'i ve neslini, Allah'ı bırakıp dost edinme eylemlerini Yüce Allah onlara yaptırmamıştır.[26]

 

Allah Yardımcı Edinmemiştir:

 

5İ. Ben İblis 'i ve soyunu ne göklerin ve yerin yaratılışı­na ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yol­dan çıkanları yardımcı edinecek değilim.

52. Allah: Bana ortak olduklarını sandıklarınızı çağırın dediği gün, onları çağırırlar, fakat hiçbiri çağrılarına cevap vermez. Aralarına bir uçurum koyarız.

53.  Suçlular ateşi görürler ve oraya düşmekte oldukla­rını anlarlar; ondan kurtuluş yolu da bulamadılar.

Bu âyetler de tevhid inancını başka bir boyutu ile müdafaa etmek­tedir. Bu müdafaa veya açıklama bir önceki âyette geçen İblîs ve soyu meselesinden hareket etmektedir. Âyetlerin analizinden bunu anlamamız mümkün olacaktır.

1. "Ben İblîs'i ve so­yunu ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum."

Yüce Allah'ın, İblîs ve soyunu şahit tutmamasının anlamı, onlara yaratırken bir rol vermediğidir. Kendisine yardım etmeleri için bir görev vermediğini ifade etmektedir. Ayette İblîs ve soyu geçmemekte, sadece

"onlar" zamiri yer almaktadır. Onlardan kasıt 50. âyette geçen İblîs ve soyudur.

Yüce Allah gökleri, yeri ve bizzat kendilerini yaratırken onlara rol vermediğine göre, insanların onları dost edinmesinin yanlışlığına işaret etmektedir. Tanrılık vasfı olmayan, kendileri yaratılmış olan ve Rabb'lerine âsi olan bu varlığı ve soyunu dost edinip tapınmak hem din dışı hem de akıl dışı bir eylemdir.

2. "Ben, yoldan çıkanları yardımcı edi­necek değilim."

'adudâ kelimesi, jua* 'adade fiilinden türemiştir. Kelime, "birine yardım etmek, desteklemek" anlamına gelmektedir. el-mudıllîn de, "yoldan çıkanlar" anlamına gelmektedir. Yüce Allah sa-pıtmışları yardımcı edinmeyeceğini söyleyerek, sahte tanrıları reddet­mektedir. Allah'ın eşi yoktur, yardımcısı da yoktur. Böylece tevhid i-nancının diğer bölümünü gündeme getirilmektedir.

Yüce Allah, İblîs ve soyuna, yaratma olayında rol vermemiş, onları şahit tutmamış derken, onları yardımcı edinmediğine de işaret etmekte­dir. Şahit tutmamak, yardımcı edinmemek demektir. Demek ki, 'adudâ, "şahit" kelimesinin tefsiri olmaktadır.

3. "Allah: Bana ortak olduklarını sandıklarınızı çağırın dediği gün, onları çağırırlar; fakat hiçbiri çağrılarına cevap vermez. Aralarına bir uçurum koyarız."

Müşriklerin Allah'a ortak olduklarını sandıkları kimlerdir? Bunlar, "putlar" olacağı gibi, önceki âyetlerde geçen "İblîs veya soyu" da olabi­lir. Konunun gelişi itibariyle "İblîs ve soyu" olması daha doğrudur. An­cak Allah'a ortak koştukları, "insanlar, mal, evlatlar" da olabilir. Hatta "kendi nefisleri" de olabilir. Bu ifâde, "ilâhî sıfatların ve güçlerin izafe edildiği, yani var sayıldığı her şey"i kapsamına almaktadır. Mal, makam, sosyal statü, iktidar gibi, insanlığın kaderi üzerinde etkinliğinin olduğu zannedilen şeyleri insanlar Allah'a eş koşmaktadırlar.

 "Unutma o günü ki, onları hep birden toplayacağız, sonra da, Allah'a ortak koşanlara: Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız? diyeceğiz" (En'âm 6/22).

Demek ki, Yüce Allah sahte tanrıları ile müşrikleri bir araya getir­meden önce, müşriklere Allah'a ortak koştukları tanrıları çağırmalarını söyleyecektir. Ama sahte tanrılar, özellikle İblîs ve soyu bu çağrıya ce­vap vermeyecektir. Yüce Allah aralarına bir uçurum koyacaktır.

Âyette geçen  mevbikâ kelimesinin Zemahşerî, jy vebeka fiilinden geldiğini ve "helak oldu" anlamını ifade ettiğini söylemektedir.

Âlimlerin bu kelimeye verdikleri manayı Râzî şöyle özetlemekte­dir. Hasan el-Basrî, mevbık kelimesine "düşmanlık" manasını vermiştir.

Bu anlamdan hareket ederek Kehf 52'deki mevbikâ kelimesine şöyle bir yorum getirebiliriz: Müşriklerin, bu dünyada çok sevdikleri sahte tanrıları ile kendi aralarına âhirette bir düşmanlık konacaktır. Bu dünyadaki sevgi düşmanlığa dönüşecektir. Bu düşmanlık nedeniyle, sah­te tanrılar müşriklerin çağrılarına cevap veremeyeceklerdir.

Ferrâ ise ilgili kelimeyi, "dünyadaki sıkı fıkı olmalarını, âhirette helak sebebi kıldık" anlamına almıştır. Böylece mevbikâ kelimesinin, "helak" anlamına geldiğini söylemiştir.

Bu kelimenin "uzun aralık, mesafe ve uçurum" anlamına geldiğini söyleyenler de vardır[27].

4. "Suçlular a-teşi görürler ve oraya düşmekte olduklarını anlarlar; ondan kurtuluş yolu da bulamazlar." Ayette geçen zannû kelimesinin geniş açıklaması Baka­ra 46'da yapılmıştır. Burada "anlamak, bilmek, fark etmek" anlamına gelmektedir.

Âhirete inanmayan kâfirler, mahşerde cehennemi göreceklerdir ve onun içine girmek zorunda olduklarını da anlayacaklardır. Hatta cehen­nem de onları görecektir.

"Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluver-meyi isterler" (Furkân 25/12-13).

Cehennem onları görünce, onlar da onu görmüş olacaklar ve kendi­lerinin oraya atılacağını fark edeceklerdir. Cehennemin önemli özellikle­rinden biri, ondan kaçıp kurtulmalarının mümkün olmamasıdır. Ondan kaçıp kurtulacakları bir yer bulamayacaklardır.

Bu üç âyetten çıkaracağımız genelleme şudur: Yüce Allah yaratma olgusunda kimseden yardım almadığı için O'nun ortağı yoktur. Ama bu dünyada bazı sahte tanrıları ortak koşanlar büyük suç işlemişlerdir. On­lara âhirette "sahte tanrılarınızı çağırın" denecek, onlar da çağıracak ama cevap alamayacaklardır. Aralarında düşmanlık olduğu için, Yüce Allah aralarına bir uçurum koyacaktır.

Onların aralarındaki uçurum birbirlerine kavuşmayı engelleyecek, ama cehenneme yaklaşmaları gerçekleşecektir. Bu durum bize şunu an­latıyor: Bu dünyada tanrı edinip dostluk kurduklarımız öteki âlemde de bunu sürdürmelidirler. Bu dünyada dost, öteki dünyada düşman olup aralarında uçurum olanlar tanrı edinilmemelidir. Onun için nefis, mal, makam, ideoloji, ölüler ve sâireyi tanrı edinmekten kaçınmalıyız.[28]

 

İnsan Çok Tartışan Bir Varlıktır:

 

54. Andolsun ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her örneği açıkladık. Ama insan tartışmaya her şeyden daha düş­kündür.

Ayetin açıklamasından varacağımız temel ilkeler olacaktır. Bu a-çıklamaların arasında insanın özelliklerini yakalamaya çalışacağız:

 

1. "Andolsun ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her örneği açıkladık."

"Açıklamak" anlamını verdiğimiz kelime  sarrafnâdir. Bu ke­limenin kök fiili olan  sarafe, "kapı gıcırdamak, dişleri birbirine sürtüp gıcırdatmak" anlamına gelmektedir. sarrafe kalıbı, "yönlendirmek"; iş ile kullanılınca "işi yönlendirmek, idare etmek"; kelime ile kullanılınca "kelimeleri birbirinden çekim yaparak üretmek"; "açıklamak" manasını ifade etmektedir.  insarafe kalıbı, "geri dönmek, ayrılmak, vazgeçmek"; tesarrafe kalıbı da, "bir işte ileri geri hareket etmek, bir işin içine girip idare etmek; halden hale sokmak" manasına gelmektedir.[29]

 

"Sarf/Tasrîf" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Yönlendirmek

Rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için bir çok delil vardır" (Bakara 2/164). Âyette tasrîf kalıbında yer almaktadır.

2) Engellemek

"Sonra Allah denemek için sizi onları yenmekten engelledi" (Âl-i İmrân 3/152). Alıkoymak, "mâni olmak" anlamına gelmektedir.

3) Esirgemek

"O gün kim esirgenirse, Allah ona rahmetini bağışlamış olur" (En'âm 6/16).

d) Uzak tutmak

"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimizden uzak tutacağım" (A'râf 7/146). Zina gibi fiilleri işlemekten Alah'ın uzak tutmak (Yûsuf 12/24); tabiat olaylarının etkinliğinden uzak tutmak (Furkân 25/65) şeklinde Kur'ân'da rının etkinliğinden uzak tutmak (Furkân 25/65) şeklinde Kur'ân'da yer almaktadır.

5) Dönmek, döndürmek

"Birbirlerine bakıyor, ... sonra da dönüp gidiyorlar. Allah da onların kalplerini (haktan) döndür­müştür" (Tevbe 9/127).

6) Korumak

"Ve Rabb'i onun duasını kabul etti ve onu kadınların tuzaklarından korudu" (Yûsuf 12/34).

7) Kurtuluş yolu

"Ondan kurtuluş yolu da bulamazlar" (Kehf 18/53).

Bu âyette masrif kalıbında yer almıştır.

8) Açıklamak

Yorumu yapmakta olduğumuz Kehf 54'te bu anlama gelmektedir.

9) Dile getirmek

"Ve onda her türden uyarıyı apaçık dile getirdik" (Tâhâ20/113).'

10) Savuşturmak

"Artık ne (hak ettiğiniz azabı) savuşturabilir-siniz ne de kendinize bir destek bulabilirsiniz" (Furkân 25/19). Ayette sarf kalıbında gelmiştir.

Demek ki Yüce Allah Kur'ân'da her örneği, meseli tekrar tekrar açıklamıştır. Bu açıklamaların hedefinde "insan" vardır. Yüce Allah in­sanı eğitmeyi, ona şekil vermeyi ve onu mutlu yapmayı amaçlamakta, her açıklamasını onun uğruna yapmaktadır.

Tefsirini yapmakta olduğumuz âyette ifade edilen anlatım, genel manada Kur'ân'da anlatılan peygamberlerle ilgili olguları; özel manada Kehf sûresinde anlatılan mağara insanları ve iki arkadaşın serüvenlerin-deki olguları kastetmektedir.

Ama Yüce Allah'ın bu olgusal anlatımları tüm insanlar içindir. Her çağın insanı onlardan istifade edecektir. Yüce Allah'ın olgusal açıklama­ları ile hedef aldığı grup, O'nun için bir grup değil, tüm insanlıktır. O'nun için Kur'ân dersi, evrensel bir nitelik taşımakta ve devamlı Kur'ân ile insanlığa konuşmaktadır.

2. "Ama insan tartışmaya her şeyden daha düşkündür."

Her şeyi detaylı ve derinlemesine açıklamasına rağmen, insan Al­lah'ın dinine, vahyine ve insana çizdiği hayat projesine karşı şiddetle olumsuz manada mücâdele vermekte, münakaşa etmektedir. İnsan do­ğuştan mücadeleci olduğundan hata ile bâtılı ve sahte olanı savunmak için hakka karşı mücâdele verir. Böyle bir durumda onun için detaylı bir şekilde konuların açıklanması önemli değildir; önemli olan karşı durması ve mücâdele vermesidir.

Yüce Allah şuna işaret etmektedir: Her şeyin detaylı bir şekilde a-çıklandığı konularda olumsuz manada münakaşa etmek doğru değildir. Bilgisiz, ne anlatıldığına bakmayan, niyeti bozuk olan insanlar doğru olana karşı mücâdele vermekten kaçınmaz. Karşı koymak, muhalefet etmek, münakaşaya girişmek konusunda insan çok ileri giden bir varlık­tır. Bu mücâdelesini bilgisizce yaptığı zaman şeytana tâbi olmaktadır (Hacc 22/3).

Mücâdelede aşırı gitmesi, insanın iman etmesine mâni olmaktadır. Bir sonraki âyet bunu anlatacaktır.[30]

 

İnsanın İmanını Engelleyen Nedir?

 

55.  Kendilerine hidâyet geldiğinde insanları iman et­mekten ve Rabb'lerinden mağfiret istemekten alıkoyan şey, sadece öncekilerin başına gelenlerin kendi başları­na da gelmesini, yahut azabın göz göre göre kendileri­ne gelmesini beklemeleridir.

56. Biz peygamberleri, sadece müjdeleyici ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise hakkı yerinden kay­dırıp ortadan kaldırmak için bâtıl uğruna mücâdele ve­rirler. Ayetlerimizi ve kendilerine yapılan tehditleri de alay konusu edinmişlerdir.

Yüce Allah, burada insanların kafasında meydana gelen bazı soru­ları cevaplandırmaktadır. İnsanları iman etmekten alıkoyan nedir? İnsan­lar olumsuz manada neyin uğruna mücâdele verirler? Bu gibi soruların cevabını bulmamız mümkündür:

1. "Kendilerine hidâyet geldiğinde insanları iman etmekten ve Rabb'lerinden mağfiret istemekten alıkoyan şey."

Ayetin bu kısmı şu konulara dikkat çekmektedir:

a) İnsanları engelleyen, onları alıkoyan bir güç vardır. İnsan o güce boyun eğmekte, beynini ve gönlünü onun zincirine teslim etmektedir.

b) Bu engel, insanı iki şeyden alıkoymaktadır. Birisi iman etmek, diğeri de Allah'tan af dilemektir. "İman etmek", şirki, inkârı bırakıp tevhid inancını kabullenmektir. "İstiğfar", yani af dilemek ise, günahının farkına varıp, Allah'tan af dileme erdemini göstermektir.

Allah'tan af dileyebilmek için, önce iman etmek gerekiyor. İman etmek ile af dilemek insanın hayatında köklü bir değişimin iki adı olma durumundadır.

2. "Sadece öncekilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut azabın göz göre göre kendilerine gelmesini beklemeleridir."

Ayette geçen sünnetü'l-evvelîn "evvelkilerin sünneti" i-fadesi, önceki günahkâr toplumlara uygulanan ceza sürecinin kendilerine uygulanması olarak manalandırılmaktadır. Biz bu yorumu kabul etmekle beraber, başka bir açılım getirmek niyetindeyiz.

Bu ifadeyi, "evvelkilerin sünneti, evvelkilerin yaşantısı, düşüncele­ri, inanış biçimleri, kültürleri" anlamına almak gerekiyor. Önceki nesil­leri taklit etmeleri veya baba neslinin inancını kabullenmeleri, onları tevhid inancını kabul etmekten alıkoymuştur.

Bu insanlar iradelerini, düşüncelerini, kısaca beyinlerini geçmişten aldıkları anlayış biçimi ile inanış şekline teslim etmişlerdi. Evvelkilerin sünneti, onların beyin ve gönlüne zincir vurmuştu. İman etme kanalları ile af dileme onurunun yollarını tıkamıştı.

Günümüzde, geçmişteki insanların düşüncelerini tanrılaştırıp, "on­lar düşünmüş ve bütün meseleleri çözmüşlerdir" şeklindeki tutuculuk, İslam âleminin gelişmesini engellemekte, yeni çözümleri ve yeni buluş­ları katletmektedir. "Sen o âlimden daha büyük âlim misin? o düşüne­medi de sen mi düşünüyorsun?" şeklindeki tepkiler İslam âleminin, bil­ginin ufuklarında dolaşmasını engellemektedir. Geçmişin taklidi, kimilerinin iman etmesine, kimilerinin de gelişmesine mâni olmakta, manevî değişime zincir vurmaktadır. Çünkü iman ile af dileme manevî değişime zincir vurmaktadır. Çünkü iman ile af dileme manevî değişi­min simgesidir.

Diğer taraftan "azabın" kendilerine gelmesini beklemeleri, bu de­ğişimlerini engellemektedir. Din, yanlış yolda gidenlerin, âhiret yerine dünyayı tercih edenlerin hem dünyada hem de âhirette cezaya çarptırıla­cakları uyarısında bulunmaktadır. Onlar bunun olacağına inanmadıkla­rından, ispatını beklemektedirler. Bu durumda, azabın delil olarak gel­mesine kadar imanlarını ve af dilemelerini ertelediler. Ayette geçen $â kubülâ, "gözleri önünde", "göz göre göre" demektir. Bir şeyin gözleri önünde olması, onun açık bir delil, ispat olması demektir.

İnsanları geçmişin zincirinden kurtarmanın yollarından biri, onlara deneysel mahiyette dersler vermektir. İmanı engelleyen gücü kırmanın yolu, bu deneysel bilgiden geçmektedir. Ama taklidinde ve inkârında çok katı olan insanlara deney de yetmeyebilir: "Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlara konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak de­ğillerdi, fakat çokları cehalet üretiyorlar" (En'âm 6/111).

Demek ki kendilerine hidâyet yani Kur'ân, Allah'ın vahyi, Al­lah'ın doğru yolunu gösteren ilâhî bilgi, rehber geldiğinde onları iman etmekten alıkoyan şeylerin neler olduğu bu âyette açıklanmaktadır. Aşırı beklentiler, olmayacak şeyin beklentileri, geçmişin sünneti, yani hayat tarzı, düşünce biçimi onları bu değişimden alıkoymuş ve koymaktadır.

3. "Biz peygamberleri, sadece müjdeleyici ve uyarıcılar olarak göndeririz.

İnsanların şirki, inkârı ve sapıklığı bırakmaları için Yüce Allah'ın ortaya koyduğu etkili iki metod vardır:

Müjde ve uyarı: Peygamberler de bu iki metodu hayata geçirmeleri için görevlendirilmiştir. Müjde ve uyarı insanın ma'nen değişimini köklü bir şekilde gerçekleştiren, itici güçlerdir. Müjde insandaki sevgi duygu­sunu; uyarı da korku duygusunu dengeli bir şekilde uyandırıp harekete geçirir. Müjdenin olduğu yerde uyarı; uyarının olduğu yerde müjde mutlaka olmalıdır. Demek ki müjde ile uyarı, duygu eğitiminin olmazsa ol­mazını teşkil etmektedir.

Peygamberlerin sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilme­sinin bir anlamı da, onlara azabı şahit, delil olarak getirmelerinin imkan­sız olduğunu söylemektir.

4. ki "Kâfir olanlar ise hakkı yerinden kaydırıp

ortadan kaldırmak için bâtıl uğruna mücâdele verir­ler."

Âyette geçen bâtıl, "asılsız iddialar, sahte görüşler, işe yaramayan, sadece zanna dayanan şey"dir. "İnsanlığa fayda getirmeyen, geçici olan, özü bulunmayan, insanlık için bir değer ifade etmeyen şey"e bâtıl denir. Bâtılı yanına alarak, hakkın ayağını kaydırmak için mücâdele verenler kâfirlerdir. "İnkâr", insanın gönlünde olduğu gibi durmuyor, insanı ha­rekete geçirip eyleme dönüşüyor, ağır bir tepki olarak hakkın karşısına çıkartıyor.

İnkar psikolojisi, insana hakkı kötü olarak göstermekte, onu düş­man olarak görmesine neden olmaktadır. Hak ile bâtılın mücâdelesi ilk insandan beri süregelmektedir.

Bâtılın arkasında kâfirler, hakkın arkasında iyi insanlar olmuştur. İyi insanların da Allah'ın desteğine sahip olduğunu düşünürsek bâtıl, daima mağlup durumda kalmıştır. "Kötü" diye de anlam verilen bâtıl, çürük bir yapıya sahip olduğu için kokusu etrafı sarar, güçlü olduğu fik­rini uyandırır ve insanları hayrete düşürür. Mâide 100'de, onun içindir ki Yüce Allah kötünün asla iyiye eşit olmayacağını söylemektedir. Şu ger­çeği insanlara aşılamak, öğretmek gerekiyor: Hakkın ayağını kaydırma­ya çalışanların ayağını Allah kaydıracaktır.

5. "Âyetlerimizi ve kendilerine yapılan teh­ditleri de alay konusu edinmişlerdir."

Kâfirler sadece, bâtılı yanlarına alıp hak ile mücâdele vermezler, Allah'ın âyetlerini ve uyarıları da alaya alırlar.

Yüce Allah son iki âyetinde, kâfirlerin inanışları ve davranışları, tepkileri konusunda sebep sonuç ilişkisi içinde analizler yapmaktadır. Bu analizlerin bizlere kazandıracağı önemli netice şudur: Mü'minler kâfirle­ri iyi tanımalı, onların neden iman etmediklerini, hakka karşı nasıl mü­câdele verdiklerini, Allah'ın âyetlerine ve uyarılarına nasıl tepki göster­diklerini bilinçli bir şekilde bilir ve tanırlarsa, ilişkiler sistemini ve ted­birlerini ona göre alacaklardır. Mü'minler kendileri ile kâfirlerin arasın­daki psikolojik ve davranış bakımından olan ve olması gereken farkı fark etmelidirler. Aynı toplumda veya farklı toplumlarda yaşıyorlarsa, nasıl davranışta bulunacakları meselesini, bu bilgilerin üzerinde temellendir-melidirler.

İman etmemek, af dilememek, alay etmek, hakkın ayağını kaydır­mak gibi insanın şerefini çürüten, düşüren ve kaybettiren davranışlar, her nesilde insanlığı geri götürmüştür. Yüce Allah böylece, bu manevî hasta­lıkların hem teşhisini yapmakta hem de tedavisini vermektedir.[31]

 

Zalimler Hidayeti Bulamazlar, Zulüm De Helak Sebebidir:

 

57. Rabb'inin âyetleri kendisine hatırlatıldığında, on­lardan yüz çevirip önceden yaptığı amelleri (günahları) unutandan daha zâlim kim vardır? Biz âyetleri anla­mamaları için kalplerine örtüler, kulaklarına da, duy­mamaları için ağırlıklar koyduk. Onları doğru yola ça-ğırsan da asla doğru yola gelemezler.

58.  Rabb'in çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir. E-ğer onları, yaptıklarından dolayı cezalandıracak olsay­dı, onlara azabı hemen indiriverirdi. Fakat onlar için kaçıp kurtulamayacakları bir vakit belirlenmiştir.

59.  İşte, zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz ve he­lakleri için bir süre tayin ettiğimiz kentler.

Yüce Allah, kimin daha zâlim olduğunu açıklayarak, onlara karşı takındığı tavrın boyutlarını gündeme getirmektedir.

1. "Rabb'inin âyetleri kendisine hatırlatıldığında, onlardan yüz çevirip yaptığı amelleri (günahları) unutandan daha zâlim kim vardır?"

En zâlim adamın iki özelliği gündeme getirilmektedir:

a) Allah'ın âyetlerinden yüz çevirmek

Kendisine Allah'ın âyetleri hatırlatıldığında yüz çevirerek tepki gösteren kişi zâlimdir. Çünkü o âyetlere karşı gösterilecek davranış ve tepki, yüz çevirmek değildir. Onların hakkı o şekilde bir tepki olmamalı­dır. Bunu yapan kişi adaletten saptığı için zulüm yapmış olmaktadır.

b) Yaptıklarını unutmak

İnsan, işlediği eylemleri, günahları, kötülükleri bilmeli ve onların muhasebesini, değerlendirmesini yapmalıdır; kendisine yakışan da bu­dur. Bunu yapmayınca zulmetmiş olmaktadır.

Ayetin bu kısmını 55. âyetteki "af dilemezler" ifadesine bağlayarak yorumlayabiliriz. İşlediği amelleri unutan kişi veya kişiler, af dilemezler.

Bu unutkanlık onların af dilemesine mâni olur. Özür dilemesini bilme­yen insan da kendisine zulmetmiş, erdemini kaybetmiştir.

Yüce Allah bu iki özelliği kendilerinde bulunduranları en büyük zâlim olarak ilân etmektedir.

"Biz âyetleri anlamamaları için kalplerine örtüler, kulaklarına da, duymamaları için ağırlıklar koyduk."

Ayetin bu kısmını cımbızla alırsak, "Yüce Allah onlara zulmetmiş" manası çıkar. Ancak âyetin birinci kısmı sebep, Yüce Allah'ın onlara olan muamelesi de sonuç olmaktadır.

İnsan kendisine Allah'ın âyetleri anıldığında onlardan yüz çevirirse Allah da onun kalbine, anlayış kabiliyetini dumura uğratan örtüler, ku­laklarına da ağırlıklar koyar. Onun davranışı bu sonucu gerekli kılmakta ve çağırmaktadır. Önce insanın eylemi, sonra ilâhî eylem gelmektedir. İnsan yaptığını bulmaktadır. Allah'ın âyetlerinden yüz çevirmek, kalbi­nin üzerine örtü, kulaklarına da ağırlık koymaktır. Böylece 57. âyetin analizi sebep sonuç ilişkisi içinde yapılmalıdır.

3. "Onları doğru yola çağırsan da asla doğru yola gelemezler."

Yüce Allah burada eğitimin temel kurallarından birini gündeme getirmektedir. O da şudur: Eğitilemeyecek insanlar vardır. Eğitimci ne kadar başarılı olursa olsun beynini ve gönlünü gerçeğe kapatmış insanlar bu eğitimden istifade edemeyeceklerdir.

Diğer tarftan Yüce Allah, Hz. Peygamber'e teselli vererek yola gelmeyen insanlardan dolayı kendini başarısız hissetmemesi ve onlar adına derinden üzülmemesini öğütlemektedir.

4.  "Rabb'in çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir. Eğer onları, yaptıklarından dolayı cezalandıracak olsaydı, onlara azabı hemen indiriverirdi."

Yüce Allah böylesine zulmeden insanları hemen cezalandırmadı­ğını, onlara mühlet verdiğini, değişme ihtimallerinin olduğunu, bu nedenle beklenti içinde olduğunu ifade etmektedir. Bunu iki sıfatının gere­ği olarak yaptığını da söylemektedir. Affedici ve merhamet sahibi olma­sının gereği budur. İnsan, kendine gelip yaptıklarının kötülüğünü fark edip tövbe edebilecek değişimi gösterebilir; hür iradesini kullanarak bu değişimi başlatabilir. Bu nedenle hemen cezalandırmanın, değişimi ön­lemesi mümkündür.

Bu âyette de sebep sonuç ilişkisi vardır.

5. "Fakat onlar için kaçıp kurtulamayacakları bir vakit belirlenmiştir."

Değişebilecekleri ihtimali ile "anında ceza vermemek" uygulaması sonuç vermeyince, Yüce Allah azabını kaçamayacakları bir gün için ayırmakta, onu hazır tutmaktadır. Değişim kapıları kapanmış olan insan­lar için, çıkışı olmayan anlarda cezalar verilecektir.

Ayette geçen mev'ilâ kelimesi "sığınmak, kurtulmak" anlamına gelmektedir. Buna göre âyet: "Asıl öteye geçemeyecekleri bir süre belirlenmiştir" anlamına gelmektedir. Bu süre içinde onlara tövbe etme fırsatı verilmiştir.

6. "İşte zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz ve helakleri için bir süre tayin ettiğimiz kentler."

Yüce Allah, toplumları helak etmesinin dinamiğini açıklamaktadır. Zulmetmek, helakin ve çöküşün temel dinamiğidir.

Ayette geçen mev'id kelimesi "tövbe edebilmeleri için müh­let, müddet, fırsat, zaman vermek"tir, Yüce Allah, helak etmeden önce bu fırsatı tanımaktadır. Demek ki, toplumu çökertmeden önce, değişim adına mühlet vermek Allah'ın sünneti, yani kanunudur.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah, psikolojik oluşumlardan davranışlara, oradan da toplumun çöküşünü getiren sebeplere, yani di­namiklere uzanan bir dizi analizde bulunuyor. Zâlim, zulüm yapıyor, zulüm de toplumu helake götürüyor. Zulüm kafada başlıyor, davranışlar­la yayılıyor, yayılma ile de helaki getiriyor.

Bütün bunlara rağmen değişim için Allah'ın bağışlayıcılığı ve merhameti çalışıyor ve insana fırsatlar veriliyor. İnsanın değişimini bek­lemek, merhamettir, merhametin gereğidir.[32]

 

Hz. Musa Ve Gencinin Yolculuğu

 

60.  Musa'nın, genç adamına: "Ya iki denizin birleştiği yere ulaşacağım ya da uzun bir süre yürüyeceği" dedi­ği ânı hatırla.                                       

61.  Onlar, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıkla­rını unuttular. Derken balık da yolunu bulup denize da­larak gözden kayboldu.                                           

62.  İkisi de orayı geçip gittiklerinde Mûsâ, genç ada­mına: "Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan dolayı iyice yorulduk" dedi.

63.  Genç adamı: "Gördün mü, kayaya sığındığımızda, balığı orada unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytan unutturdu. Balık, şaşılacak şekilde denizde yolunu bu­lup gitti" dedi.

64.  Mûsâ: İşte arzu ettiğimiz de buydu, dedi. Hemen geldikleri yoldan izlerini takip ederek geri döndüler.

Kehf sûresinde önce "mağara adamları" olgusu, sonra "iki arkada­şın" olgusu, şimdi de "Hz. Mûsâ ile ledünnî ilme sahip şahsiyetin bu­luşma ve yolculuk" olgusu anlatılmaktadır. Böylece üçüncü olgu gün­deme getirilmektedir. Bu olgu uzun sürecek ve ondan pek çok ilkeler çıkartacağız.

1- "Mûsâ'nın, genç adamına:' Ya iki denizin birleştiği yere ulaşacağım ya da uzun bir süre yürüyeceğim, dediği ânı hatırla."

a) Olgunun iniş sebebi, yine Hz. Peygamber'in peygamber olup olmadığını tesbit için sorulan soru olarak belirlemektedir. "Hz. Mûsâ ile ledünnî ilme sahip olan kişinin yolculuğunu bilirse peygamberdir, bil­mezse değildir" ölçütü için bu konu vahyedilmiştir.

Ayette geçen fetâhü kelimesini "genci, kölesi, adamı, delikanlısı" şeklinde tercüme edenler olmuştur. "Genç" kelimesine karşılık olarak, "yardımcı" demek en doğrusu olacaktır. Müfessirler bu gencin Yûşa' b. Nûn olduğunda ittifak etmişlerdir ki bu zat Hz. Musa'nın yardımcısı konumunda bir kişiydi.

b) "İki denizin birleştiği yere ulaşacağım."   

Başka bir ifade ile iki denizin birleştiği yere kadar yoluma devam edeceğim, dedi. Ayette geçen lâ ebrahu, "devam edeceğim", "gi­deceğim" anlamına gelmektedir. el-berah kelimesi, "ayrılmak, bı­rakmak" manasını ifade etmektedir. Olumsuzluk takısı olan lâ ile bir araya gelince "iki olumsuzdan bir olumlu çıkar" ilkesince, "bırakmamak, devam etmek, ayrılmamak" anlamı çıkmaktadır.                                   ,

Burada kastedilen iki deniz ne anlama gelmektedir? Hz. Musa'nın yaşadığı yere bakarsak Kızıl Deniz ile Hint Okyanusu olma ihtimali da­ha büyüktür. Bu buluşma yerinin Kızıl Deniz ile Akdeniz olma ihtimali de vardır.     

Biz buna başka bir açılım getirebiliriz: Zahirî ilim ile bâtmî ilmin buluşacağı yer anlamına da gelebilir. Ledünnî ilme sahip kişi, konuların bâtını boyutunu biliyordu. Hz. Mûsâ da onların görünen yani zahirî bil­gilerine sahipti. Bu iki bilgiye sahip olanların buluşması iki denizin bir­leştiği yer olabilir.

Biz bunu maddî anlamda iki denizin birleştiği yer olarak alacağız.

c) "Ya da uzun bir süre yürüyeceğim, (dediği ânı hatır­la)."

idi hukubâ, Nebe' sûresinin 23. âyetinde ahkâbâ kalıbında geçmekte ve "çağlar boyu" anlamını ifade etmektedir. Hz. Mûsâ bu ke­limeyi "uzun süre, yıllar boyu" anlamında kullanmıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Mûsâ bir arayış içinde idi. Bu ara­yış nedeniyle konuların hikmetini, iç yüzünü, bâtınını öğretecek kişiyi bulmak için yolculuğa çıkmıştı. "Bilgi değeri"ni elde etmek için yolcu­luk yapmaya, arayış içinde olmaya değer. İki denizin birleştiği yer, o bilgilerin alınacağı insanın, öğretmenin bulunduğu yer idi. îki denizin birleştiği yer, hoca ile talebenin buluştuğu yer olmuştu. Gönül ile beynin buluştuğu yer niteliğini taşıyordu.

2. "Onlar, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unuttular. Derken balık da yolunu bulup denize dalarak gözden kayboldu."

Balığın ne olduğu konusunu Muhanımed Esed şöyle açıklıyor:

Hz. Musa'ya, vahy yoluyla iki denizin birleştiği yerde yaşayan bir Allah kulunun kendisinden daha bilge olduğu bildirilmişti. Hz. Mûsâ bu adamı bilme yönünde ısrarlı bir istek gösterince, Allah da ona bir sepete balık koymasını ve balık kayboluncaya kadar yoluna devam etmesini söyledi. Balığın kaybolması, amaca eriştiğinin işareti olacaktı. Şüphesiz bu rivayet, Kur'anî açıdan meselemize temsîlî bir giriş niteliğindedir. Hem Kur'ân'da hem de söz konusu hadiste (Buharı, Enbiyâ, 27) geçen bu balık imajı mümkündür ki, mutlak bilgiyi yahut ebedî hayatı simge­leyen eski dini bir sembol olsa gerektir (Muhammed Esed, age, Kehf sûresi, 67. dipnot)."               

- Bize göre balık, Muhammed Esed'in dediği gibi mutlak bilgiyi ya­hut ebedî hayatı simgelemiyor. Balık iki insanı buluşturan sevgiyi temsil etmektedir. Sevgiyi unutan insanlar tekrar sevgiye dönmektedirler. Sev­gi, bilgi denizine dalıp gitti. Sevgi ile bilgi bir araya gelince hayat devam ediyor. Balık sevgiyi temsil edince, gönlü; deniz de bilgiyi temsil ediyor. Bilgi sevgiye hayat veriyor. Fâtır 35/28'de "bilen insanlar, Allah'a saygı duyarlar" dendiği gibi, bilen insanlar sevmesini de bilirler.               

Ayette geçen unutma, beynin olumsuz manada eylemi olmaktadır. Nisyân kelimesinin, insan kelimesinin kökü olduğunu söyleyenler var­dır. Demek ki unutmak, insanın en temel psikolojik özelliklerinden biri olmaktadır. Tâhâ 115'e göre, Hz. Âdem de Allah'ın emrini unuttuğu için hata yaptı. Onlar unutunca, balık özgürlüğüne kavuştu. Böylece balığın özgürlüğü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Özgürlüğüne kavuşan balık, denizde kendisine ait bulduğu yolda akıp gitti, serabe kelimesi "gitmek" anlamına geliyor. Ra'd 10'da aynı kökten gelen kelime ve sâribun bi'n-nehâr "gündüz yoluna giden" anlamında gelmek­tedir. Demek ki özgür olan insanlar bilgi denizinde balık gibi kendilerine bir yol edinebilirler. Ama o yol kendilerine ait bir yol olacaktır. Sevgi ile bilginin buluştuğu yerde özgürlük vardır. Özgürlük insan için bir deği­şim, bir dönüşüm noktasıdır.   

"İkisi de orayı geçip gittiklerinde, Mûsâ, genç adamına: 'Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan dolayı iyice yorulduk' dedi."               

Hz. Mûsâ ve yardımcısı genç adam varacakları yeri geçtiler; gere­kenden daha çok yürüdüler ve tabii ki çok yoruldular. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, yardımcısından yemeği hazırlamasını istedi.

Yüce Allah, Hz. Musa'nın bu olgusunu yemeğine varıncaya kadar niçin anlatıyor? Bu durum bizim için neyi ifade ediyor? Eğer bu âyet veya âyetler sadece o dönemde yaşanmış bir olgu olarak kalacaksa, gü­nümüze ışık tutmayacaksa, bizim dinî hayatımıza bir şey katmayacaksa yük olarak kalmaz mı? Bize göre bu kıssa, öğrenim için bir arayış içine girip bu yolda yürüyeceklerin bazı sıkıntıları göğüslemeyi göze almaları gerektiğine işaret etmektedir.

Burada öğretim faaliyetinin ekonomisiz olmayacağına da dikkat çekilmektedir. Yemek yemeden öğretim olmaz. Ekonomisi güçlü olan toplumların, öğretim faaliyetleri de güçlü olacaktır. Beyin açlığı kadar, mide açlığı da önemlidir. İkisinin de tatmin edilmesi gereklidir. Hz. Mû-sâ'nın olgusunun bu parçasına bu açıdan bakarsak kıssayı günümüze taşımış oluruz. Çünkü biz ne Hz. Musa'yız ne de onun yardımcısı genç adam.

Diğer taraftan, "bilgi edinmek için yorgunluğa değer" esası da bu­rada bize öğretilmektedir. "Bilgi", uğruna emek harcanıp yorulmaya katlanılacak yüce bir değerdir. Her bilenin üstünde bir bilen olduğu için (Yûsuf 12/76) Hz. Mûsâ, kendinden üstün bilgi sahibini arıyor ve onun için yollara düşüyordu. Eğitim bakımından istisnası olmakla beraber bilginin ayağına gidileceğine göre, bilenin de ayağına gidilir. Padişah bile olunsa bilenin ayağına gitmek gerekir.

"Genç adamı: ''Gördün mü, kayaya sığındı­ğımızda, balığı orada unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytan unutturdu. Balık, şaşılacak şekilde denizde yolunu bulup gitti' dedi."            

Bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler şunlardır: 

a) Qenç adani) beraberinde olduğu büyüğüne yaptığı hatayı rahat­lıkla söyleyebildi. Halbuki 61. âyette "ikisi beraber balığı unuttular" de­diği halde, bu âyette genç adam hatayı kendi üzerine aldı ve açık bir şe­kilde itiraf etti.

b) Genç adam, unutma işini analiz ederek şeytanın ona unutturdu­ğunu söyledi; unutmanın şeytan işi olduğuna işaret etmiş oldu.

c) Hayrete düşülecek şekilde balık denizde yolunu bulup gitti.

61. âyeti dikkate alırsak, balığın hareketinin ikinci kez ele alındığı görülecektir.

Hz. Musa'nın kendisi de suya atılmıştı ve o su ile özgürlüğe ka­vuşmuştu. Eğer Hz. Mûsâ suya annesi tarafından bırakılmasaydı, Fira­vun tarafından öldürülecekti. Ama su, onu özgürlüğüne kavuşturdu. İşte balık da o denizde özgürlüğünü yakaladı. Onun içindir ki Hz. Mûsâ genç adama, "unuttum" deyince kızmadı.

5. "Mûsâ: İşte arzu ettiğimiz de buydu, dedi. Hemen geldikleri yoldan izlerini takip ederek geri döndü­ler."                                                                                               

Balığı unutmuş olmaları onların yararına olmuştu; geri dönmek mecburiyetinde kaldılar. Ama unutma işini Hz. Musa'nın yorumlaması ilginçtir. Aradıkları şeyin o olduğu yorumunu yaptı. Tutsağın özgürlü­ğüne kavuştuğu an ve yer, arzulanan, aranılan yer ve an olmuştur. Öz­gürlüğün bulundu yer, aranılan, arzulanan yerdir. İşte o noktada aradık­ları adamı bulacaklardı.

Demek ki, görünüşte şeytan zikredilmiş bile olsa aslında gence u-nutma işini şeytan yaptırmadı. Ledünnî ilme sahip kulun olduğu yeri geçmemelerini hatırlatmak için unutturma işi gerçekleştirildi.

İzlerini takip ederek geri dönmeleri de, hatadan geri dönme erde­mine işaret etmektedir. Balığın denize dalıp gittiği ve özgürlüğüne ka­vuşmasını gerçekleştiği yer, onlar için aranan yer olduğundan geri dön­düler.                                        

Unutma, varacağı yeri şaşırma gibi hataları Hz. Mûsâ'nm da yap­ması bize şunu söylüyor: Hatasız insan olmaz. Hatadan arınmış bir top­lum, bir insan bulmak mümkün değildir.[33]

 

Ledûnnî İlme Sahip Kul İle Karşılaşma

 

65. Orada katımızdan kendisine rahmet verdiğimiz ve yine katımızdan kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımız­dan birini buldular.

66. Mûsâ ona: "Sana öğretilmiş olan yol gösterici i-limden bana Öğretmen için seninle gelebilir miyim?" dedi.

67. (O kul): "Sen benimle birlikte olmaya sabredeme-

yeceksin.

68. Hakkında hiçbir bilgin olmayan şeylere sen nasıl sabredeceksin ? " dedi.

69. (Mâsâ): "İnşâallâh benim sabırlı olduğumu ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğimi göreceksin" dedi.

70. O da: "Eğer bana uyacaksan, hakkında sana açık  lama yapıncaya kadar bana hiçbir şey sormayacaksın" dedi.              

'Bu âyetler, Öğrenim faaliyeti başlamadan önce şartların konuşul­masını, tereddütlerin giderilmesini, öğrenimde sabrın önemli olduğunu, soru sormanın bir zamanı olduğunu anlatmaktadır. Âyetlerin analizinde bu sonuçları bulmamız mümkün olacaktır:

1. "Orada ka­tımızdan kendisine rahmet verdiğimiz ve yine katımızdan kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular."

Balığın kaçıp denizde kendisine bir yol bulup gittiği, yani özgürlü­ğüne kavuştuğu yere döndüler ve orada ilâhî rahmete ve bilgiye mazhar olmuş bir bilge kul buldular. Bu kulun adı Kur'ân'da geçmiyor, ama halk dilinde kendisine Hızır denen bu kulun, aslında bir melek olduğuna inanıyor ve tefsirimizi bu doğrultuda yapıyoruz. Übeyy b. Ka'b'dan ri­vayet edilen hadiste bu esrarlı bilge kuldan "yeşil adam" (Buhârî, Enbi­ya; 27) anlamına gelen el-Hâdır, yahut el-Hıdr olarak bahsedilmektedir. "Yeşil adam" anlamına gelen Hıdr. isim olmaktan ziyade, bir sıfattır. Neden bir isimle anılmayıp sıfatla anılmaktadır? Bize göre bu esrarlı, ilâhî rahmete ve ledünnî ilme sahip kul, bir melektir. Onun Kur'ân'daki sıfatı, kendisine rahmet verilen ve ledünnî ilme sahip olan bir kuldur. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Neden meleğin ismi verilmiyor da nitelik­lerinden söz ediliyor? Bize göre her çağda, insanlara öğretim vereceği ve bilgisi her çağ için geçerli olacağındandır. Onu, belli bir zamanda yaşa­yıp, geçici olan bilgilerle insanlığa katkıda bulunan ve ledünnî ilme sa­hip bir kul olarak görmemek gerekiyor. Peki bu kişi bir peygamber ola­bilir mi? Bu sorunun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 65'te arayabiliriz. Bu kişinin âyetteki özelliklerine bakarsak soruya ce­vap bulabiliriz. İşte Mâverdî'nin sadece işaret ettiği ancak Mehmet Oku-yan'ın araştırıp ispat ettiği görüşe göre sözü edilen bilgin kul bir melek­tir ve Okuyan, görüşünü şu şekilde ispatlamaktadır. Biz de yorumlarımı-

zı bu kulun melek olduğu fikri üzerinde yaptık. Şimdi Okuyan'm ispatı­na gelebiliriz:

a) Bilgin kulun gaybı bilmesi, onun melek olduğunun bir delilidir. İşte gemiye zarar vermesi, duvarı düzeltmesi ve çocuğu öldürmesini Allah ona bildirmişti. Çünkü peygamber gaybı bilemez.

b) Bu kulun Kehf 82. âyette "bunu ben kendiliğimden yapmadım" demiş olması melek olduğunun en büyük delillerinden birisidir. Çünkü şu âyetler bunu desteklemektedir:

i. "... Melekler O'ndan önce söz söylemezler, O'nun emrini aynen yerine getirirler" (Enbiyâ 21/27).

ii. "Üstlerindeki Rabb'lerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi ya­parlar" (Nahl 16/50).

iii. "... Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emre­dildikleri şeyi yaparlar" (Tahrîm 66/6).

c)  Yüce Allah, suçsuz bir insanın canım alma ya da hayatına son verme görevini meleklere vermiştir. Bir insan, peygamber bile olsa suç­suz bir insanın, özellikle de bir çocuğun hayatına son veremez.

d) Hz. Mûsâ ve melek, uğradıkları kent halkından yemek istediler; kent halkı bunları misafir etmekten kaçınmasına rağmen ledünnî ilme sahip olan kul, yıkılmakta olan duvarı düzeltmiştir. Bunun anlamı şudur: Kul, kendilerini misafir etmeyen kent halkına kızmamıştı, çünkü melek olduğu için yemeğe ihtiyacı yoktu; acıkma isteği bulunmadığı için yor­gun da düşmemiş ve tek başına duvarı düzeltmişti. İnsan olan Mûsâ a-cıktığı ve yorgun düştüğü için kula yardım etmemişti. (Mehmet Okuyan, Kur'ân'da Gizemli Bir Yolculuğun Kıssası, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, sayı: XIII, İstanbul, 2004, ss. 65-106).

Bu kulun melek olduğu görüşünün bu şekilde benimsedikten ve de­lillerini de özetle aktardıktan sonra âyetlerin tahliline geçebiliriz.

a) "Kullarımızdan birini buldular."                        

Bize göre âyetin bu kısmında geçen 'abd kelimesi, meleği ifade etmektedir. Zira bu kelimenin Kur'ân'daki kullanımlarına bakıldığında 143 yerde değişik formlarda isim olarak kullanıldığı görülecektir. Söz

konusu kelimenin Nisa 4/172; Enbiyâ 21/26; Zuhruf 43/15 ve 19. âyetle-rindeki kullanımlarına bakıldığında işaret edilen varlığın melek olduğu görülecektir.

b) "Kendisine katımızdan rahmet verdik."          

Kur'ân'da genellikle Allah'ın sıfatı anlamına gelen rahmetin, Al­lah'ın ihsanı ve merhameti anlamında kullanıldığını biliyoruz. Kur'ân'da meleklerin rahmetle olan ilişkisine doğrudan rastlamıyoruz. Ancak rah­metin bir çeşit ihsan olması nedeniyle melekleri de kapsamına alacağını düşünüyoruz. Enbiyâ sûresinin 26. âyetinde geçen "hayır, onlar (Rahmân'ın çocukları değil), ikram edilmiş kullar(ı)dır" denilirken buradaki 'ıbâd kelimesi melekleri, mükramûn ifadesi de meleklerle ilgili bir oluşumu belirtmektedir. Biz buradaki "ikram edilmişliği" Kehf 65'teki rahmete denk tutuyoruz. İşte bundan anlıyoruz ki Kehf 65'teki rahmet, melekle alakalıdır. İşte bu noktada "Enbiyâ 107 ve Kasas 86'daki rahmet kelimeleri Hz. Peygamber'i nitelendirmektedir" fikrini doğru bulmuyoruz. Çünkü buradaki rahmet kelimeleri doğrudan doğruya Allah'la ilgilidir; peygamberle değil. Daha sonra Enbiyâ 107'de bunun geniş izahı yapılacaktır.                                                                   

c) "Ve yine katımızdan kendisine ilim öğrettik." Bu kul, Ledünnî ilme sahipti. Ledünnî ilim nedir? "İlâhî bilginin sırlarına vakıf olmak anlamında hikmet demektir." Kulun kendi gayreti olmadan, doğrudan Allah'ın ona öğrettiği bilgiye ledünnî bilgi denir. İşte Bakara 32'de melekler: "Sen tum eksikliklerden u-zaksın. Senin bize öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur" derken Yüce Allah'ın, onlara öğretimde bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bu esas­tan hareket ederek bizim Hz. Musa'nın yol arkadaşı olarak bildiğimiz kulun Hıdır değil, bir melek olduğu neticesine varıyoruz.

Bu bilgin kulun melek olduğuna dair delilleri, kendi sözlerini tefsir ederken de görmüş olacağız.

2. "Mûsâ ona: Sana öğretilmiş olan yol gösterici ilimden bana öğretmen için, seninle gelebi­lir miyim? dedi."

a)  Bu âyette geçen llij ruşdâ kelimesi ledünnî ilmin ne olduğunu manalandırmaktadır. "Rüşd" kelimesi Bakara 186'da etraflı bir şekilde açıklanmıştır. Kelimenin fiil kalıbı olan juîj raşede, "doğru yol üzerinde olmak, doğru yönü takip etmek, iyi irşad edilmiş olmak, yoldan çıkma­mak, doğru imana sahip olmak, anlayışlı olmak, olgun olmak, iyi yetiş­miş olmak, iyi rehberlik yapmak" manasına gelmektedir. Rüşd kalıbı da, "eylemlerin doğruluğu, ilişkilerin mükemmelliği, akıl, iyi muhakeme, şuur ve zihin olgunluğu" anlamına gelmektedir. Bu kelime Kur'ân'da "doğru"  (Bakara 2/256);  "doğru yol" (A'râf 7/146);  "bilgi"  (Kehf 18/66); "fayda" (Cinn 72/21); "aklı başında olmak" (Hûd 11/78) ve "doğru yola yöneltmek" (Kehf 18/17) manalarında kullanılmaktadır.

Demek ki doğru yolu gösteren bilgiye rüşd, yani "ledünnî bilgi" denmektedir. Böylece Hz. Mûsâ "ledünnî ilm"in ne olduğunu tanımla­mış oldu.

b) Hz. Mûsâ, doğru yolu gösteren, rüşd denen bilginin, o kula öğ­retilmiş olduğunu da biliyordu. Bu özel bilginin ona öğretildiğini bildi­ğinden kendisine de öğretebileceğini ona hatırlattı. Orada bir okulun başlangıcı gerçekleşiyordu.                                                               

c)  "Sana tâbi olabilir miyim?" derken Hz. Musa'nın çok nazik ko­nuştuğu anlaşılmaktadır. Tâbi olabileceğini ve tâbi olmanın öğrenim amacı ile olacağına işaret etmektedir. Hz. Musa'nın çok önemli iki hoca­sı olmuştur: Birisi daha sonra kaynatası olan Şu'ayb; diğeri de 65. âyette geçen ve ledünnî ilme sahip olan kuldur, yani melektir. İkisinden de kendi hayatına uyarlayacağı önemli şeyler öğrenmiştir.

d) "Sana tâbi olabilir miyim", yani "seninle gelebilir miyim?" der­ken, bu öğretim faaliyetinin gezerek gerçekleşeceğine, sabit bir yerde kalıp öğretimin yapılamayacağına işaret etmiş olmaktadır. Benzetmede hata olmasın, İslam felsefesindeki Meşşâî okulu gibi gezerek, olayları yerinde yaşayarak öğretim yapılacaktı.

e) Hz. Musa'nın "sana tâbi olabilir miyim?" demesinden anlıyoruz ki Kur'ân'ın ledünnî ilme sahip kul olarak nitelendirdiği kul bir melekti. Çünkü bir peygamber, melek olmayan bir varlığa tâbi olmaz ve ondan doğru yolu gösteren bilgiyi öğrenmez.

f) Meleğin öğrendiği bilgi vahye dayanıyordu. Çünkü bir peygam­ber vahyi Allah'tan alır, bir insandan veya peygamberden alamaz. Ama ondan, vahyin dışında bir bilgiyi alabilir.

g) Demek ki, hoca talebesinin ayağına değil, talebe hocanın ayağı­na gidecektir. Bilgi, insanı kendi ayağına getirecek kadar önde olan bir değerdir.

Bu âyetteki anlatım şeklinden anlıyoruz ki Hz. Mûsâ ile birlikte yola çıkan genç, yolculuğun bu aşamasından sonra artık yola devam et­memektedir. Eğer Hz. Musa'ya öğretim yapan kul, peygamber olsaydı o genç de onlarla beraber olacaktı. Ama öğreten kul melek olduğu ve konu da vahy ile ilgili olduğu için yolculuğun bu aşamasında o genç artık bu­lunmamaktadır.

4.  "Sen benimle birlikte olmaya sabredemeyeceksin, dedi."

Bu âyet, öğrencinin en önemli vasıflarından birinin, sabretmeye gücünün yetmesi olduğunu belirtmektedir. Melek, Hz. Musa'ya, onunla birlikte olduğu anlarda, olacak olanlara katlanamayacağını söylerken, sabrın öğretimde çok önemli bir yere sahip olduğunu vurgulamıştır. Öğ­retmen öğrenci ilişkilerinde sabır, önde gelen bir özelliktir. Burada öğ­retmenin değil de, öğrencinin sabrı gündeme getirilmektedir.

5.  "Hakkında hiçbir bilgin olmayan

şeylere sen nasıl sabredeceksin? (dedi)."

Bu âyet 67. âyetin devamı durumundadır.

Âyette geçen tühıt bihî hubrâ ifadesi, "olguların görüntüsünün arkasındaki gerçeği kavrama, yakalama, ihata etme"yi ifade etmektedir. İnsanın âciz kaldığı konulardan biri de, olguların bâtınî sırrına vakıf olmak, kavramak ve anlamaktır. Melek, Hz. Musa'nın onunla yolculuk yaparken, karşılaşacağı olguların sırrı boyutunu kavramakta yetersiz kalacağından, sabredemeyeceğini söyledi. Böylece sabırsızlığın nereden kaynaklanacağına da işaret etmiş oldu. Konuların iç yüzünü kavrayamama, bilememe ve anlayamama, insanı sabırsızlığa itmektedir.                                   

Önceden tecrübe edilmemiş, karşılaşılmamış olgularla ilk defa kar­şılaşan insanlar, sabırsızca tepki gösterirler. Yeniliğe, değişime tepki göstermenin altında yatan nedenlerden biri de budur.

Melek, Hz. Musa'ya "nasıl" sorusunu yöneltiyor, sabır işini "nasıl" gerçekleştireceğini soruyor. Bilgisi olmadığı bir konuda, sabır gösterme­nin zorluğu bu soru ile vurgulanmıştır. "Nasıl" sorusu, bilimde metodu belirlediği gibi, davranışlarda da aynı şeyi ifade etmektedir. Sabır ile "nasıl" yan yana gelince davranışın zorluğu ortaya çıkmaktadır.

Konuları, olguları daima iç yüzü ile görüp o nispette anlayan ve kavrayan insanlar; kavrayışlarının ötesinde bir olgu ile karşılaşınca sabır zorlaşmaktadır. Buradaki sabır, dayanmayı, soru sormadan dersi takip edebilmeyi ifade etmektedir.                                                             

İşte bu son iki âyetten anlıyoruz ki eğer bu kul, beşer olsaydı, pey­gamber bile olsa gaybı bilemezdi. Hz. Musa'nın bu yolculukta öğrene­ceği şeylere sabredemeyeceğini vurgu ile yani len edatiyla kullanan kul, gaybı biliyor demektir. Halbuki peygamber bile olsa gaybı bileme­yeceğine göre Hz. Musa'nın yanındaki kul peygamber değil, melektir.

6. "Mûsâ, inşâallâh benim sabırlı olduğumu ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğimi göreceksin, dedi."                 

Hz. Mûsâ, meleğe cevap verirken, yapabileceği işe Öncelikle inşâallâh, yani "Allah dilerse" diyerek başlamaktadır. Demek ki inşâallâh demek, o dönemde kültüre girmiş çok önemli dinî bir motif olmuştur.                                                                                                       

Hangi konularda inşâallâh, "Allah dilerse" diyerek söz vermişti?

a) Sabredeceğine dair söz vermişti                                             

Yanında öğrenim gördüğü rüşd denen "ledünnî bilgi"yi, yani yol gösterici bilgiyi almak istediği ve kendisine, hakkında bilgisi olmadığı konularda sabredemeyeceğini söyleyen meleğe, kendisini sabreden kişi olarak bulacağını söylemişti.

b) Hiçbir işte ona isyan etmeyecek   

Sabreden kişi karşı gelmez, yani isyan etmez. Sabır duvarı yıkıldı­ğında öğrenci âsî olabilir, karşı koyabilir.

Karşı gelmemek, itaat etmek demektir. Böylece Mûsâ peygamber, öğrenciliğin olmazsa olmaz esaslarından ikisini gündeme getirmiştir: Sabır ve karşı gelmemek, yani itaat etmek. İçeriğini bilmediği konularda öğrenim faaliyetine girişmenin ön hazırlıklarının yapıldığını bu âyetlerde görüyoruz. Bir peygamber, meleğe tâbi olup gerçeği gösteren, doğru yola götüren, olguların bâtınî sırlarını bilir hale getiren bilgiyi öğrenmek istiyor. Öğretmen konumunda olan melek, sabrı ve itaati ön görmekte; öğrenci konumunda olan peygamber de bunları yerine getireceğine dair söz vermektedir. Öğretmen öğrenci münasebetlerinde sabır ve itaatin önemli olduğu ilkesini bu âyetlerden çıkartıyoruz. Bilinmeyen konu ve açıklamalarla; olgu ve deneylerle karşılaşınca şok yaşamadan normal öğrenciliğine devam etmenin çok zor olduğuna işaret edilmektedir.

7. "O halde de­di, eğer bana tâbi olursan ben sana anlatıncaya kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma."

a) Melek, sabrın ne olduğunu bu âyette tanımlamıştır. Öğrenci için sabrın bir boyutu, yaptığı bir uygulamada açıklama yapıncaya kadar ho­caya soru sormamaktır.                                                              

b) Melek, Hz. Musa'nın teklifini kabul ediyor ve öğretim faaliyeti ile ilgili  yolculuğa çıkarken ön şartını,  "soru  sormamak"  şeklinde belirliyor. Öğrenci, öğretici konu hakkında açıklama yapıncaya kadar beklenti içinde olacaktır.

c)  Ayrıca soru sorma âdabı da öğretilmektedir. Buradaki ilkeler günümüz öğrenci ve öğretmenlerine yön gösterici niteliktedir. Zaten bu âyetleri hayata geçirmek pedagojinin esasıdır.

Hz. Musa'ya soru sormakta acele etmemesini söyleyen kulun an­cak bir melek olabileceğini Tâhâ 114, Ahkâf 35 ve Kıyamet 16'dan an­layabiliriz. [34]

 

Öğrenim Yolculuğu Başlıyor

 

71. Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. Mûsâ: "Gemidekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın!" dedi.

72.  O kul: "Sen benimle beraber bulunmaya dayana- mazsın, dememiş miydim ? " dedi.

73.  Mûsâ: "Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama ve    bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma" dedi.

74.  Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastlaâllar. O kul, hemen onu öldürdü. Mûsâ: "Bir can karşı-          lığı olmadan temiz bir çocuğa kıydın ha? Doğrusu sen,  çirkin bir iş yaptın!" dedi.                                                   

75. O kul: "Ben sana, sen benimle beraber bulunmaya "' dayanamazsın dememiş miydim?" dedi.

76. Mûsâ dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir şey rarsam, artık bana arkadaş olma, benden sana özür u- laştı (o zaman benden ayrılabilirsin)".                                 

77. Yine yürüdüler. Nihayet bir köy/kent halkına varıp , onlardan yemek istediler. Kent halkı onları misafir et­mekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bula­nan duvarla karşılaştılar. O kul hemen onu doğrulttu. Mûsâ: "Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın" dedi.

78. O kul şöyle dedi: "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim."

Ayetlerin analizinden meleğin üç iş yaptığını görüyoruz. Sanki bu üç işi, Hz. Musa'nın sabrını denemek için gerçekleştirmiştir.

1. "Bunun üzerine yürüdüler."

Ayette geçen intalekâ kelimesi, "çözmek, bırakmak, eşi bo­şamak, ihsan etmek, ağacı aşılamak" anlamına gelen jİk taleka ya da jll» talika fiilinden türemiştir, jlkit intalekâ kalıbı, "gitmek" anlamına gelmektedir.

Genelde "talak" kelimesi, günlük hayatımıza "boşanma hukuku" ile ilgili bir kavram olarak girmiştir. Bu âyette ilgili kelime, Hz. Mûsâ ile meleğin, öğretim faaliyeti için yola çıkmalarını ifade etmektedir. Ayet­teki fentalekâ kalıbından anlıyoruz ki, ikisi yola çıktı.

2.  "Gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi."

Demek ki, melek ile Mûsâ peygamber deniz kenarında, geminin yanaşabileceği bir yerde bulunuyorlardı.

Melek, öğretim faaliyetine gemiyi delmekle başladı. Sağlam olan geminin delinmesi Hz. Musa'yı hayrete düşürmüştü.        

3.  "Mûsâ: Gemidekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın! dedi."

Meleğin yaptığı "gemiyi delme işi"ni, görünüşü ile değerlendirince ve yapılanın tehlikeli bir iş olduğu şokunu yaşayınca, öğrenim faaliyeti­ne başlamadan önce verdiği sözü Hz. Mûsâ unuttu. Hocasına, insanların boğulmasına sebep olacağı konusunda sorusunu sordu ve onun eylemi­nin tehlikeli olduğu değerlendirmesini yaptı.

Ayette geçen imrâ kelimesi, "büyük, hayret edilecek, şaşılacak, tehlikeli" anlamına gelmektedir. Bu kelime, "görülmedik bir iş"; Ebû Ubeyde, "pek büyük bir musibet"; Ahfeş, "iş şiddetli ve çetin bir durum aldı"ğında bu kelime ile ifade edilir, demiştir (Kurtubî, age, XI, 70-71).,

4.  "O kul: Sen benimle beraber bulunmaya dayanamayacaksın, dememiş miydim? dedi."

Melek, güç ve sabır kelimelerini bir araya getirerek, önceki söyle­diğini hatırlatmakta ve onu soru şeklinde yöneltmektedir. Kendisi ile beraber olurken, göstereceği ve yapacağı şeylere karşı sabretmekte gü­cünün yetmeyeceğini söylemişti ve Hz. Musa'nın sorusu ve değerlen­dirmesine karşı aynı kelimeleri gündeme getirmişti.            

5.  "Mûsâ: Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkar­ma, dedi."

Hz. Mûsâ, unutkanlığını öne sürerek melekten iki şey istiyor:

a) Kendisini kınamamasını, yani sorgulamamasını istiyor. Balığı unuttuğu gibi, hocasına verdiği sözü de unutmuştu; unutmayı bir mazeret olarak öne sürerek kınanmasını önleme gayretini göstermektedir.

b) İşinde, yani onunla beraber olup öğreniminde ona zorluk çıkar­mamasını istemektedir.

Hz. Musa'nın nakledilen bu konuşmasından şunu çıkartıyoruz: Öğ­renci öğretmenine itaat edecek, ama yaptığı hatadan dolayı medenî cesa­retini kullanarak özür dilemesini de bilecektir. Ayette geçen  türhik kelimesi rahika fiilinden türemiştir. "Bir şey bir şeyi sarıp bürü-dü"ğünde bu kelime ile ifade edilmektedir. "Birisine bir güçlük yükle­mek" anlamına da gelmektedir.

Âyette geçen 'usr kelimesi de "zorluk" anlamına gelmektedir. Hz. Mûsâ yaptığı hatadan dolayı sorgulanmamasını ve işinin yokuşa sürülmemesini istemektedir.

6.  "Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar. O kul, hemen onu öldürdü."

Meleğin ikinci deneyi çok daha ağır oldu. Çocuğu öldürdü. Zahirî, yani görüntüsü itibariyle çok büyük bir günah işlemiş oldu.

7.  "Mûsâ: Bir can karşılığı olmadan temiz bir çocuğa kıydın ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın! dedi."                       

Ayetin bu kısmından şunları çıkartıyoruz:                         

a) "Cana can" kuralını Hz. Mûsâ biliyordu. Zaten Hz. Musa'ya ve­rilen kitapta, genel kanıya göre Tevrat'ta, şu âyet vardı: "Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş" (Mâide 5/45).

b) Hz. Mûsâ  zekiyye kelimesini "günahsız, suçsuz, temiz" anlamında kullanmıştır. Günahsız bir cana nasıl kıydığını ona sordu, hatta sorguladı. Suçsuz yere, yani haksız yere bir cana kıyılamayacağı esasını da biliyordu. Hz. Musa'ya göre hocası, çocuğun "hayat hakkını" elinden aldı. Çünkü mü'min kul, "Haksız yere bir cana kıymaz" (Furkân 25/6ö£j Me}eğin yaptığı bu işi değerlendirerek, onun çok çirkin bir iş ol­duğu fikrini ileri sürdü.

Hz. Mûsâ 71. âyette geminin delinmesini, büyük, şaşırtıcı, tehlikeli bir iş olarak gördü. J£ nükr kelimesi de, "akılların kabul etmeyeceği, insanın kanını donduran çirkin bir eylem" demektir. Nükr kelimesi, j& nekira fiilinden türemiştir. Hicr 62'de kelimenin geniş açıklaması ya­pılmıştır. Demek ki imrâ "büyük iş", nükrâ ise "çirkin, kötü iş" anlamı­na gelmektedir.                                                                                   

8.  "O kul: Ben sana, sen benimle   beraber   bulunmaya   dayanamayacaksın   dememiş   miydim?

dedi. bu sözünü ikinci kez, Hz. Musa'ya söylemiştir. Yine sab­retmeye güç yetirme konusunu ona hatırlatmakta ve yolculuğa çıkmadan önce 67. âyette: "Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemeyeceksin" sözünü tekrarlamakta, yani haklı çıktığını göstermektedir.          

9.  "Mûsâ dedi ki: Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma, benden sana özür ulaştı."

75. âyetin, 72. âyetten farkı 3J leke ifadesinin 75. âyette yer al­masıdır. "Sana" diye ifade edeceğimiz bu kelime, kınamayı şiddetlendir­diği için 75. âyette yer almıştır. Hz. Mûsâ sorularını, tenkidini fazlalaştırdıkça, melek de kınamasını artırmaktadır.

Kınama şiddetlenince Hz. Mûsâ da beraberliklerini tehlikeye ata­cak sözler söylemeye başladı.                                                            

a) Hz. Mûsâ, meleğe, başka bir som daha sorduğunda arkadaşlığı­na son verebileceğini söyledi. Meleğin uygulamalarına, deneylerine ve yaptıklarına sabretmek, onları zahirî olarak değerlendirmekten kendini almak çok zordur. Bu zorluk, sabrın zincirlerini kırmaktadır.

b) Hz. Mûsâ, "benden sana özür ulaştı" derken, ayrılabileceklerine işaret etmiş oldu. Arkadaşlığını sona erdirirse, ma'zur göreceğini söyle­miş oldu.

10. "Yine yürüdüler. Nihayet bir kent halkına varıp onlardan yemek istediler. Kent halkı onları misafir etmekten kaçındılar.

Derken orada yıkılmak üzere bulunan duvarla karşılaştılar. O kul, he­men onu doğrulttu."                                                    

a) Meleğin üçüncü deneyi, kent halkı ile gerçekleşmiştir. Geminin delinmesi, çocuğun öldürülmesi ve nihayet kendilerini misafir edip ye­mek yedirmeyen halka iyilik yapması şeklindeki uygulama ile eğitim gezisi son bulmuştur.

Kente geldiklerinde onlardan yemek istediler, ama kent halkı onları misafir etmekten kaçındı; konuk sever davranmadılar. Onun içindir ki Kur'ân yolda kalmışlara zekat verileceğini, infâk edileceğini ilke haline getirmiştir (Bakara 2/177; Tevbe 9/60). İşte yolda kalmış, yemeğe muh­taç olan insanların örneğini Yüce Allah melek ve Hz. Mûsâ ile vermiştir.

b) Orada yıkılmakta olan duvarı melek düzeltti. Kendilerine yemek vermeyecek kadar katı yürekli olan halka ait duvarı düzeltmesinin nede­ni daha sonra anlatılacaktır, ama bunun bir erdem olduğunu görüyoruz. İyilik yapmayana, iyilik yapma erdemini öğretmektedir.

11. "(Mûsâ): Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın, dedi."

Kendilerini misafir etmeyen halkın duvarını karşılıksız düzeltmeyi Hz. Mûsâ uygun görmedi. Ama bu uygulama, Hz. Musa'nın tahammü­lünü aştı, tenkit etmekten kendini alamadı. Bu söz onları, arkadaşlığını bitirecek safhaya getirdi. Başka bir ifadeyle bardağı taşıran son damla oldu.

12. "(Melek) şöyle dedi: İşte bu, benimle'senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim."

Hocalıkla talebeliğin birlikteliğinin son bulması, hoca ile talebenin ayrılışının, bu üçüncü sorudan sonra olduğunu görüyoruz.

Buraya kadar geçen âyetlerden meleğin bir sabır eğitimi, bir de le-dünnî ilim öğretimi yaptığını anlıyoruz. Sabrın, arkadaşlıkta, öğretimde­ki Önemini vurgulayan bu âyetler, öğrencinin Öğretmene yersiz, zaman­sız som sormasının pedagojik açıdan sakıncalı olduğunu ilke haline ge~

tirmektedir. Öğrenci dersin sonunu beklemelidir. Ders anlatılırken zih­ninde beliren soruların, anlatım anında açıklanması mümkündür.

Hz. Mûsâ sabredemediği uygulamaların, deneylerin, konuların iç yüzünü öğrenme fırsatını elde etti, ama meleğin beraberliğini de kaybet­ti. Öyle anlaşılıyor ki, öğretmen yaptıklarının iç yüzünü anlatmakla ho­calığını tamamlamıştır.      

Melek ile Hz. Musa'nın bu yolculuktaki beraberliklerinden, Öğre­tim faaliyetinden çıkartacağımız diğer netice şudur: Öğretim faaliyeti, daha çok deneysel olgularla yürütülmelidir. "Ledünnî ilim" veya "rüşd" bilgisinin elde edilmesi ancak yaşayarak ve hayat tecrübesi ile olacaktır. [35]

 

Meselelerin İç Yüzü

 

79. O gemi denizde çalışan birtakım yoksul kimselere          

aitti. Ona hasar vermek istedim. Çünkü arkalarında bit-   

 80. O çocuk ise, onun anne ve babası inanmış kimselerdi. Eğer çocuk yaşarsa onları azdırmasından ve in-           

kâra sürüklemesinden korktuk.                                                     

81. Rabb'lerinin onlara ondan daha iyisini ve kendile-          

rine karşı daha merhametli bir çocuk vermesini istedik.   

82. Duvara gelince, o da, şehirdeki iki yetim çocuğa bitti. Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Baba­ları da iyi bir kimse idi. Rabb'in onları ergenlik çağına ulaşıp da hazinelerini çıkarmalarını kendi katından bir          

rahmet olarak istedi. Ben, bunları kendiliğimden yapodmadım. İşte bu anlattıklarım senin sabr edemediğin şeylerin yorumudur.

Bu dört âyette, meleğin, olguların, yapılanların, meselelerin iç yü­zünü yorumlaması, ortaya koymasını bulacağız.

 1. "O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere aitti. Ona hasar verme

tün sağlam gemileri zorla gaspeden bir kral vardı.                       

Melek, gemiye hasar vermesinin iç yüzünü anlatırken şu noktaları ortaya koymuştur:   

a) Gemi fakir denizcilere aitti. Melek, fakirlerin malını korumayı Hz. Mûsâ ve tüm insanlığa öğretmektedir. Kimin malında tasarrufta bu­lunacağını biliyordu.

b) Fakirin malına hasar vererek koruma yolunu seçti. Çıkış yolu bu olmuştur.   

c)   Sebep olarak da, sağlam gemileri sahiplerinin elinden alan zor­ba bir kralın olmasını gösterdi. Bu durum, o dönemin sosyal yapısını ifade etmektedir.

Zorbalığın hüküm sürdüğü, fakirlerin mallarını koruyamadığı, kuv­vetlinin zayıfı ezip sömürdüğü bir idare şekli ve sosyal yapı vardı. Bu zorbalardan mallarını korumakta halk zorluk çekiyordu. Gemiye hasar vererek koruma yolunu seçmiştir.      

Meleğin bu uygulamasının iç yüzünü açıklamasından günümüze ne getirebiliriz? Çünkü, aksi takdirde bu olgu bir hikaye olarak kalır ve bi­zim hayatımıza hiçbir ışık tutmaz. Ama asırlar sonra Kur'ân'da yer al­masının bizim için bir çıkarımı olmalıdır.

İnsanlar mallarını koruyabilmeleri için, bir kısmından fedâkârlık yapabilirler. Mallarını güçle koruyamayanlar, o malın bir kısmını vere­rek koruma yolunu seçerler. Diğer taraftan mülkiyet hakkının korunması ve öneminin bilinmesi de gündeme getirilmektedir. Mülkiyet hakkı kut­saldır, ona kimse meşru olmayan yollarla dokunamaz.

İşte âyette geçen limesâkîne kelimesindeki lâm harfi aidi­yet, yani mülkiyet hakkını ifade etmektedir. Mülkiyet hakkını kaldıran bir rejim dünyada düşünülemez ve düşünülmemelidir.

d) Bu âyetten anlıyoruz ki tam ve güzel olan şeyler çekicidir. Ha­sarlı ve güzel olmayan şeyler kendilerini korurlar. Çirkin zannederiz ama, çirkin ona olacak saldırıyı engeller ve böylece kendini korumuş olur. Melek, gemiye hasar vererek onun cazibesini azaltıp korumuş oldu.

e)  Kur'ân, zekât ve infâk yolu ile mülkiyet hakkını, malı koruma yolunu seçmiştir. Çünkü, infâkı yapılmayan, zekâtı verilmeyen malın sahibi hayat tehlikesi içindedir (Bakara 2/195).                               

2. cocuk

se, onun anne ve babası inanmış kimselerdi. Eğer çocuk yaşarsa onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk.

Melek, ledünnî ilme sahip olduğundan meselelerin, olguların iç yüzünü bilerek, başka bir ifade ile ne yapacağını Yüce Allah ona bildire­rek yapmıştır. Ama biz, çocukların istikbalde ne yapacağını bilemeyiz ve onun için onların hayatına kıyamayız.                    

ani;Biz bu olgudan şunu çıkartıyoruz: İyi olan ana-babadan mutlaka iyi çocuk dünyaya gelecek diye bir kural yoktur. İyiden kötü Nûh peygam-

ber'in oğlu gibi; Hz. İbrahim'in babası gibi kötüden iyi doğabilir. Önem­li olan kötünün eğitilip kötü karakterinin boğazlanıp kontrol altına alın­masıdır. İyi ebeveynden, ana-baba nesline zarar verecek nesiller çıkabi­lir.      

Melek iki tehlikenin o iyi ana-babayi beklediğini gündeme getir­mektedir:                                                                        

a)  Onları andırabilirdi. Yani çocuk taşkınlığa olan eğilimi ile ana-babasına çok acı çektirebilirdi.

b)  Onları, inkâra olan eğilimi ile inkâra sevk edebilirdi. Böylece çocuğun ana-baba üzerinde olan etkinliğini dile getirmektedir.

Bundan çıkaracağımız diğer bir netice de şudur: Yetişen gençliğin milletine zarar vermemesi için, iyi eğitilmesi gerekiyor. İyi eğitilmeyen çocuk ve gençler, istikbalde milletine zararlı hale gelip, tehlikeli olabilir­ler. Bunun için önceden tedbir almak gerekiyor. Çocuklarını iyi terbiye etmeyen toplumlar, sonra dizini dövecektir. Çocuklar, doğdukları iyi kültüre mal edilmelidirler. Azgınlıkları ve inkâra olan meyilleri mutlaka ortadan kaldırılmalıdır.

Meleğin öldürme olgusunu, biz, çocukların kötülük duygu ve dür­tülerinin yok edilmesi için verilecek eğitim olarak almalıyız.

Âyette geçen haşînâ kelimesi, "saygı duymak, korkmak, en­dişe etmek" anlamına gelen  haşiye fiilinden türemiştir. Bu keli­menin "bilmek" anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. İbn Abbâs'tan naklettiği manaya göre Taberî buradaki haşiye fiiline "bilmek" anlamını vermiştir. Böylece haşînâ "bildik" demektir. Demek ki korkmanın, en­dişe etmenin kökeninde "bilmek" vardır, denebilir.

Bu âyetteki haşyet, Nisa 9'daki haşyete gitmektedir. Bu âyette ge­riye eli ermez, gücü yetmez çocukların bırakılmasından endişe edilmesi istenirken haşyet kelimesi kullanılmaktadır. Nisa 9'da çocukların üzeri­ne titrenilmesi ve onlara doğru bilgi verilip Allah'a karşı sorumlulukla­rını yerine getirmeleri emredilmektedir. İnsanların saldırganlık iç güdü­lerinin ve küfre olan meyillerinin ancak bu şekilde terbiye edileceğine dikkat çekilmektedir

"Rabb'lerinin onlara, ondan daha iyisini ve kendilerine karşı daha merhametli bir çocuk ver­mesini istedik." Melek, muradını, isteğini açıklamakta ve böylece çocuğu neden Öldürdüğüne dikkat çekmektedir.                                                       

a) Öldürdüğü çocuktan daha temiz, seciyeli, karakterli bir çocuğu Rabb'lerinin onlara vermesi uğruna bunu yaptığını ifade etmektedir. "Daha temiz seciyeli" olan çocuk derken, yaratılıştan insanın temiz ola­cağına işaret etmektedir.

b) "Daha merhametli" bir çocuk verme ümidi ile bunu yaptığını söylemiştir.

Temiz seciye ve merhametli olmak bir çocuk ve dolayısıyla bir in­san için çok önemli iki özelliktir. Ayette geçen ruhtnâ kelimeleri bu özellikleri ifade etmektedir.

Böylece öldürme olayının arkasında yatan nedeni açıklamış oldu. Meleğin gerçekleştirdiği öldürme olayını bizim yapmamız mümkün de­ğildir. Ancak ondan şu ışığı alıyoruz: Temiz seciyeli ve merhametli ne­siller yetiştirmek zorundayız. Seciyesi bozuk ve merhametten yoksun nesiller, toplumlarına, öncelikle ailelerine zarar vereceklerdir. Seciyesi bozuk ve merhametten yoksun olan gençlerin topluma olan etkinliklerini ortadan kaldırmalıyız. Siyaseti, eğitimi ve önemli kamu hizmetlerini onlardan korumalıyız.

Kehf 74'te geçen Üüîi fe katelehû "onu öldürdü" ifadesini, çağı­mızda ve gelecekteki oluşumlara göre "mücâdele vermek" anlamına almalıyız. Çünkü bu kelimenin "zelil ve aşağı kılmak, muharebe etmek, savaşmak" manaları vardır. Seciyesi bozuk ve merhametsiz insanlarla mücâdele etmek, etkinliklerini azaltmak anlamında savaşmak gerekiyor.

Temiz seciyeli ve merhametli nesiller yetiştirmek de bir mücâdele, bir savaş ve bir emek ister. İşte meleğin Kur'ân'da anlatılan bu olgusun­dan günümüze getireceğimiz çıkarımlar bunlar olabilir.

"Duvara gelince, o da, şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabb'in onları erginlik çağına ulaşıp da hazinelerini çıkarmalarını kendi katından bir rahmet olarak istedi."   

Melek, duvarın altında ne olduğunu ilâhî bilgilendirme ile öğren­miş oldu. Duvarın altındaki hazine, yetim çocukların hakkı idi. Babaları­nın iyi olmasının anlamı, o parayı haram yollarla elde etmediklerini, helal yollarla kazandıklarını ifade etmektedir. Çocuklarına bıraktıkları helal paralara sahip çıkmakla melek, yetim hakkını korumanın önemine işaret etmiş oldu. Duvar yıkılıp onların hazinesi ortaya çıksaydı, halk onu talan edecekti ve böylece iye olan ana-babamn çocuklarına bıraktığı miras yok olup gidecekti.

Bu olgudan çıkaracağımız diğer neticeler de şunlardır: Yüce Allah miras bırakılmasına müsaade etmektedir. O dönemde de ana-babalar çocuklarına miras bırakabiliyordu. Bu durum, o dönemin sosyal ve eko­nomik yapısını da yansıtmakta, mülkiyet hakkının olduğu bir ekonomik, sosyal ve siyasi yapıyı anlatmaktadır. Bunun delili de mirasın bırakıla-bilmesidir. Demek ki o dönemde malın müşterek olduğu ve mülkiyet

hakkının ortadan kaldırıldığı bir komünist sistem yoktu.

Yetimin malına buluğ çağma erişinceye kadar, iyi niyetle yaklaş­mak hariç, yaklaşılmaması ilkesini (En'âm 6/152) o dönemde, bizzat o kulun kendisi uygulamıştır.

5. "Ben, bunları ken­diliğimden yapmadım. İşte bu anlattıklarım senin sabredemediğin şeyle­rin yorumudur."

Melek, Hz. Musa'ya yaptığı bu üç şeyi kendi emri gereği yapma­dığını söylerken, kimin emri gereği yaptığını söylemedi. Çünkü az önce­ki bölümde söylemişti. Allah'ın emri ile yaptığını belirtmişti.               

Melek, yaptığı üç şeyi de yorumladı ve neticede Hz. Musa'ya sa­bırsız davrandığı değerlendirmesini de yaptı. Bundan şunu çıkartıyoruz: Öğrenci öğretim faaliyetinde sabırlı davranmalı, öğretmen de anlattığı ya da öğrettiği konuların yorumunu yapabilmelidir. Konuların bir görünen

dış yüzleri, bir de görünmeyen iç yüzleri vardır. Görünen boyutları ile konular anlatılınca yetersiz kalacak, onların iç yüzlerini de açıklamak gerekiyor.    Öğretilen bilgi ya da konuların iç yüzü açıklanmadığı için, bilginin hem köklü öğrenimi mümkün olmuyor hem de manevî bakımdan olgun-Iaştırıcı etkinliği yeterli olamıyor. Her konunun iç yüzünü nasıl açıkla­rız? Herkes melek olamaz ki, konuların iç yüzünü, yani bâtınını açıkla­yabilsin.

Bunun cevabını bir örnekle verebiliriz: Bir biyokimyacı DNA'yi bulunca veya başkasının bu bulgusunu anlatınca konunun iç yüzüne şöy­le inebilir: İnsanın DNA'sı dört tane gazdan meydana gelmiştir: Hidro­jen, Oksijen, Azot, Karbon. Yüce Allah'ın yarattığı ilk ve tek olan gaz Hidrojen'dir. Bütün gazlar ve elementler Hidrojen gazının türevleri, yan ürünleri durumundadır. Demek ki bütün elementleri geriye doğru eleyip gidersek son kalan Hidrojen olacaktır.

Tek olan Allah, tek şeyi yaratıp diğerlerini ondan yaratmıştır. Ele­mentleri geriye doğru elemeye tabî tutarsak tekliğe doğru gideriz ve böy­lece tek tanrı inancına ulaşırız. Konuyu Allah'ın varlığına, birliğine yani tevhîd inancı ile O'nun kudretine götürdüğümüz zaman iç yüzünü an­latmış oluruz. Ayrıca DNA denen ilâhî yaratma kanunun nelere yaradığı da onun iç yüzünü anlatmış olacaktır.

îşte meleğin, deneylerinin, uygulamalarının, yaptıkları şeylerin yo­rumu sadece bir nostalji, bir tarihî olgu olarak alınıp orada kalmamalı, çağımızda örnek alınıp ders konularını açıklamada bir metot halini alma­lıdır. Meselelerin, konuların bir görünen yüzü, bir de iç yüzü olduğu bilinerek açıklamalar yapılmalıdır. [36]   

 

Zülkarneyn Olgusu

       

83.  Sana Zülkarneyn'i soruyorlar: De ki: "Size ondan biraz bahsedeceğim. "

84.  Kuşkusuz Biz, ona yeryüzünde imkan sağladık ve kendisine her şeye ulaşacağı bilgi verdik.

85.  O da bir yol tutup gitti.                                       

86. Sonunda Güneşin battığı yere ulaşınca, Güneşi kop koyu  bir  suda  batıyormuş  gibi   gördü.   Orada   bir

topluluk buldu. "Ey Zülkarneyn, onları ister cezalandır, ister onlara karşı iyi davra", dedik.

87.  O da şöyle dedi: "Haksızlık edeni cezalandıracağız. Sonra Rabb'ine döndürülecek. Rabb'i de onları görül-

memiş bir ceza ile cezalandıracaktır."

88.  Ancak inanıp yararlı iş yapana gelince, onlar için, güzel ödül vardır. Biz ona kendi emirlerimizden kolay

olanı söyleyeceğiz.               

89. Sonra yine bir yol tutup gitti.

90.  Sonunda Güneşin doğduğu yere ulaşınca, Güneşi, kendilerine Güneş'ten başka bir örtü vermediğimiz bir topluluğun üzerine doğuyor buldu.              

91.  İşte onun durumu böyledir. Onun bilgi olarak sahip olduğu her şeyi Biz biliriz.

92.  Sonra yine bir yol tutup gitti.                       

93.  Sonunda iki set arasına varınca, iki şeddin ötesinde neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir topluluk buldu.

94.   Dediler ki:  "Ey Zülkarneyn, kuşkusuz Ye'cüc ve Me'cüc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onla­rın arasına bir set yapman için sana bir ödeme yapabi­lir miyiz?"

95.  Şöyle dedi: "Rabb'imin bana verdiği imkan sizin­kinden daha iyidir. Bana bedenen yardım edin de sizin­le onların arasına sağlam bir set yapayım.

96.  Bana demir kütleleri getirin. Kütleler iki dağın ara­sını doldurunca: Körükleyin" dedi. Demirler akkor ha­line gelince: "Bana erimiş bakır getirin de üzerine dö­keyim" dedi.

97.  Ye 'cüc ve Me 'cüc onu ne aşmaya ne de onda bir de­lik açmaya güç yetiremediler.

98.   Zülkarneyn:    "Bu,   Rabb'imden   bir   rahmettir. Rabb'imin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabb'imin vaadi bir gerçektir" dedi.

Bu bölüm, Kehf sûresinin dördüncü kıssasını, yani olgusunu teşkil etmektedir.

Zülkarneyn'in kim olduğu konusunda âlimler tartışmış, ittifak ede­cekleri bir konuya gelememişlerdir. Bu konuda yapılan tartışmaları bu­rada anmayı, yazmayı uygun bulmuyoruz. Tartışmaları merak edenler Râzî'nin Tefsir-i Kebir'ine ve Süleyman Ateş'in Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri adlı eserine bakabilirler.

Ancak onun bir peygamber olup olmadığı konusu da tartışılmıştır ki bu konuyu tartışmalarında haklı olduklarını söyleyebiliriz.

"Kuşkusuz Biz, ona yeryüzünde imkan sağladık ve kendisine her şeye ulaşacağı bilgi verdik" (Kehf 18/84) ve U- "Ey Zülkarneyn, onları ister cezalandır ister onlara karşı iyi davran, dedik" (Kehf 18/86) âyetle­rinden anlıyoruz ki, Yüce Allah onunla konuşmuş, ona imkan tanımış ve ona bilgi Öğretmiştir. Bu âyetlere bakanlar haklı olarak onun peygamber olduğunu söylemişlerdir.

Ama unutulmamalıdır ki, Yüce Allah Kur'ân'da peygamberleri i-simleri ile anmiştır. Bu kişiye Zülkarneyn demesinden, onu sıfatıyla an­dığı anlaşılmaktadır. Sıfatı ile anılmış olması ise onun peygamber olma­dığına delil teşkil etmektedir. Bu tartışmanın haklılığı vardır. Bu tartış­malar bir tarafa Zülkarneyn'in peygamber olup olmadığı konusunda ke­sin bir şey söylemenin çok zor olduğunu ifade ederek bu kişinin en azın­dan "Allah'a inanan, samimi bir kul ve bir eğitimci olduğu" Kur'ân'ın anlatımından çıkmaktadır diyebiliriz.                                                              

Zülkarneyn, tarihte yaşamış bir şahsiyet olmakla beraber, olgusu devam etmekte ve gelecek nesillere de ışık tutmaktadır. Kanaatimizce o, tarihte yaşamış, ama orada kalmış değildir. Onun olgusunu günümüze ve geleceğe çıkarımlarla taşımak zorundayız.

Şimdi âyetlerin analizine geçebiliriz:                                               

1. "Sana Zülkarneyn'i soruyorlar. De ki: Size ondan biraz bahsedeceğim."

Karn kelimesi, "nesil, çağ" anlamına geldiği gibi "boynuz" anlamına da gelmektedir. Kelimenin kök fiili, "bir şeyi bir şeye bitiştirip yanaştırmak" anlamına gelen öJ karanedir. Kur'ân'daki manalarının çoğu "nesil"   anlamında, "çağ" manasına gelmektedir. Bu   kelime Kur'ân'da çeşitli kalıplarıyla yer almakta ve çeşitli manalara gelmektedir. [37]

 

Karn" Kelimesinin Kur'ân'daki Manalan

 

a) Nesil

"Biz, onlardan önce kendilerinden daha güçlü olan, diyar diyar dolaşan nice nesilleri helak etmişizdir. Kurtuluş var mı?" (Kâf 50/36). Ayette "nesil" diye ter­cüme ettiğimiz kelime karadır.

b) Arkadaş

"İçlerinden biri: 'Benim bir arkadaşım vardı' dedi" (Sâffât 37/51). İlgili kelime burada "arkadaş" anlamında karın kalıbında geçmektedir.                                                            

 c) Bağlamak, bitiştirmek                                                      

"O gün günahkârların zincire vurulmuş olduğunu görürsün" (İbrahim 14/49). Ayette geçen mukarranîn kelimesi "vurulmuş, bağlanmış" anlamına gelmektedir. İki şeyin birbirine bağlandığı şeye ip anlamında "kıran" denir. Furkân 13'te de ilgili kelime "elleri bağlı" anlamını ifade etmektedir.

im: Bu kelime, Zuhruf 13'te, "bir araya getirmek, elde etmek, güç ye­tirmek" manasında Yüce Allah'ın insanlara sunduğu çeşitli nimetler için yapılacak olan duada geçmektedir: "Bütün bunlar üzerine oturunca Rabb'inizin nimetini anarak: 'Bunları buyruğumuza veren ne Yücedir! Yoksa bunları bir araya getiremezdik' dersiniz."

Bu anlamda Zuhruf 53'te de "yanında gelmek" manasında mukrinîn kalıbı kullanılmıştır.

d) Karun'a da Hz. Musa'ya olan yakınlığı nedeniyle "Kârûn" den­miştir.            

Zülkarneyn, "iki boynuzlu" ya da "iki asrın, çağın adamı" manası­na alınabilir. Kelimedeki zû ifadesi "sahip" anlamına gelmektedir.

Zülkarneyn olgusunu bilip bilmemesi durumuna göre müşrikler, Hz. Peygamber'in peygamberliğini tesbit edeceklerdi. Müşriklerin bu sorusuna karşılık, Hz. Peygamber'e bu olgu anlatılmaktadır.

2. "Kuşkusuz Biz, ona yer­yüzünde imkan sa'ğladik ve kendisine her şeye ulaşacağı bilgi verdik."

Yüce Allah bu âyetiyle Zülkarneyn'e verdikleri ve temin ettikleri ile onun özelliklerini zikretmektedir. Nedir onlar?                                :-

a) "Ona yeryüzünde imkan sağladık."                   :'

"îmkan sağladık, güvenli bir yere yerleştirdik" anlamını şöyle ve­rebiliriz: "Ona yerleşik, güvenli bir düzen sağladık". Ayrıca Yûsuf sûre­sinin 56. âyetindeki kullanımdan hareketle bu ifadeye "onu iktidar sahibi yaptık" anlamını da verebiliriz.

b) "Kendisine her şeye ulaşacağı bilgi verdik."

es-sebeb kelimesi, "bir şeye ulaşmak, bir şeyi gerçekleştir­mek için baş vurulan vasıta veya araç" anlamına gelmektedir. Bu bağ­lamda bu kelimeye "insanı, amacına, idealine ulaştıracak olan bilgi" di­yebiliriz. Bir şeye ulaşmak, bir şeyi gerçekleştirmek için en büyük vasıta bilgidir. Bilgiden daha büyük araç olamaz.

Şimdi güvenli yere yerleştirmekle bilgiyi elde etme arasındaki iliş­kiyi görmemiz gerekiyor. Yerleşik düzenin güvenliği içinde bilgi edini­lebilir. Göçebe düzeninde bilgiyi elde etmek zordur.

Önce bilgi sonra güven denileceği gibi, önce güven, sonra bilgi de denebilir. Güvenli ortam ile amacına ulaşacak vasıtayı vermekle Yüce Allah ona büyük lütuflarda bulunmuştur.

İki boynuzlu ya da iki asrın adamı anlamına gelen Zülkarneyn sıfa­tı ile bu iki şey arasında bağlantı kurulabilir. Bir boynuzu "güven" diğeri de "bilgi" olabilir. Güven ile bilgi, yüce değerlerin önünde gelmektedir, İki boynuz, bu iki değeri ifade edemez mi?                                        

"O da bir yol tutup gitti."

Bu âyetteki sebeb kelimesine de "araç, vasıta, bilgi" manasını ve­rirsek açıklamamız şöyle olacaktır: Zülkarneyn Allah'ın kendisine ver­diği araç ya da bilgiyi takip etti. Bütün işlerinde meşru olan vasıtalara baş vurdu. Amacına ulaşmak ve yapacağı işi elde etmek için meşru ol­mayan vasıtalara baş vurmadı. Meşru yollara uydu, doğru bilgiyi takip etti. Demek ki Zülkarneyn'in üçüncü özelliği, işlerinde daima meşru

araçları, yani doğru bilgiyi kullanmasıdır. Meşru olmayan vasıtalara yanaşmaz, onları takip etmezdi.

4. "Sonunda Güneşin battığı yere ulaşınca, Güneşi kopkoyu bir suda'batıyormuş gibi gördü. Orada bir top­luluk buldu. 'Ey Zülkarneyn, onları ister cezalandır, ister onlara karşı iyi davran' dedik." Bu âyetten yani yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 86'dan çı­karacağımız önemli neticeler olacaktır:

a)  Zülkarneyn önce batıya doğru hareket etmeyi tercih etmiştir. Güneşin battığı yere vardığı anlatılmaktadır. Güneş ve batmak ya da batı kavramları bir araya  gelmiştir. Güneş, ışığı temsil ettiğine göre Zülkarneyn'in de işi, ışık denen bilginin peşine gitmek olmuştur.

Güneş, doğudan doğduğu gibi, bilgi de, peygamberler de doğudan doğmuştur. Güneşin ışınları nasıl batıya gidiyorsa, bilginin ışığını da batıya doğru getirip insanları eğitmek gerekiyor. Bilgi ve medeniyet do­ğudan batıya doğru gitmiştir. Zülkarneyn bu gidişin örneği durumunda olmuş ve bunu insanlığa hedef olarak sunmuş bir eğitimcidir; bunu da davranışı ile göstermiştir. Batıdan bir şey almak, yani bilgi ve medeniyet almak için değil, batıyı aydınlatmak için gitmiştir; gitmeyi tercih etmiş-

b) Güneşi sıcak bir gözede batar buldu. Bu anlatımda mecazî bir anlatım şekli vardır. Zülkarneyn Öyle gibi gördü. Bu durum yerkürenin yuvarlak olduğuna, küre şeklinde olduğuna da delil teşkil etmektedir. Dünyanın hareketi ile Güneş batmış gibi görünmektedir. Aslında Güneş batmamaktadır. Dünya bir taraftan kendi ekseni etrafında dönerken, di­ğer taraftan da Güneş'in etrafında dönmektedir.              

Ayette gecen 'ayn "göze, pınar, suyun çıktığı yer" anlamına gelmektedir. Gözden yaş çıktığı için, göze de pınar anlamında 'ayn denmiştir. hamie kelimesi de "sıcak" anlamına gelmektedir. hamiye şeklinde okunursa "sıcak",  hamie şeklinde okunursa "bal­çık" manasına gelmektedir.

Bunun anlamı Zülkarneyn'in yolculuğu Güneş'in denizde batar gi­bi göründüğü nihai noktaya, yani ötesine gidilemeyecek noktaya ulaş­mıştı. Bu noktanın neresi olduğu zikredilmemektedir.                  

c) Zülkarneyn orada bir topluluk buldu. Bu topluluk, kötülüğün her çeşidine  dalmış,  erdemlerini   tamamen   yitirmişti.   İşte  bu  noktada, Zülkarneyn'in bir eğitimci, hatta bir devlet adamı olduğu ortaya çıkmak­tadır.

d)  Yüce Allah, Zülkarneyn'e konuşmuştu ve ona o topluma nasıl muamele edeceğini bildirmiş, ama onu kendi tercihi ile karşı karşıya bırakmıştı. İster cezalandırır, isterse onlara iyi muamelede bulunur. Bu ifadeden şunu anlıyoruz:

i. Zülkarneyn oraya tek başına değil, muhtemelen bir ordu ile git­mişti. Çünkü tek başına bir topluluğa ceza vermesinin imkansızlığı orta­dadır. Bir sonraki âyetteki nü'azzibüh kelimesinin çoğul oluşu bu görü­şümüzü desteklemektedir.                                                            

ii. Yüce Allah Zülkarneyn'i ceza ile güzel davranmak arasında ser­best bırakmıştır. Bu da bize, Yüce Allah'ın insana hür irade verdiğini, tercihlerinde serbest bıraktığını, bu konularda ona özgürlük verdiğini öğretmektedir.                  

iii. Ceza ve iyi muamele yapmasını, toplumun, toplumu eğitmesi anlamında alıyoruz. Kötülüklere dalmış bir toplumu eğitmek için ceza metodu da kullanılabilir, iyi muamele metodu da. Bunlardan birini tercih etmek siyasetçiye veya eğitimciye kalmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Zülkarneyn'in ordusu, aynı zamanda bir eğitim ordusu niteliğini taşıyor­du.

5. "O da şöyle dedi: Haksızlık edeni cezalandıracağız. Sonra Rabb'ine döndürülecek. Rabb'i de onu görülmemiş bir ceza ile cezalandıracaktır."

Yüce Allah 86. âyette Zülkarneyn'i cezalandırma ile iyi muamele yapma arasında tercihle karşı karşıya bırakınca, 87. âyette Zülkarneyn'in cevabı ve o topluma olan söylevi şu olmuştur:

a) "Haksızlık edeni cezalandıracağız."

Haksızlık diye tercüme ettiğimiz kelime âyette zaleme olarak geçmektedir. Buradaki zulm, "şirk denen çarpık inanç, başkalarının hak­larını çiğnemek, Yüce Allah'ın peygamberlerine gönderdiği mesajı inkâr etmek" anlamına gelmektedir.

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki

 "cezalandıracağız" ifadesi, Zülkarneyn'in tek olmadığı, bir ordu ile o ülkeye girdiğini göstermekte­dir. Çünkü "cezalandırma" fiili çoğul olarak kullanılmıştır.

Diğer taraftan o toplumu, geçmişte yaptıkları haksızlıklardan, kötü­lüklerden, ahlâksızlıklardan dolayı cezalandırmayacağı, kendisinin o ülkeye girişinden sonra yapacaklarına göre onlara muamele edeceği or­taya çıkmaktadır.

Buradan şu evrensel ilkeyi çıkartıyoruz: Bir ülkeyi fetheden bir or­dunun başındaki insan, o ülkenin insanlarını, geçmişte yaptıkları ile ce­zai andırmayacak, idareyi ele aldıktan sonra yaptıkları kötülükler nede­niyle onları cezalandıracaktır. Fetihten önceki zulüm, kötülük ve suçlar sıfırlanıp yeni bir hayatı başlatacak şekilde kendilerine bir fırsat verile­cektir.

b) "Sonra Rabb'ine döndürülecek. O da onu görülmemiş bir ceza ile cezalandıracaktır."

Demek ki, zulmeden, insanların haklarını çiğneyen, onlara dünyayı dar eden toplumlara hem bu dünyada ceza verilecek hem de âhirette. Çünkü zulüm öylesine kötü bir günahtır ki, dünyanın cezası ya da azabı ona denk olmamaktadır. Cezanın kalan kısmım da Yüce Allah âhirette tamamlayacaktır. Ama âyette geçen I5İ0 nükrâ kelimesi, bu dünyada insan algısının, tasavvurunun kapsayamayacağı, hiçbir kelime ile ifade edemeyeceği tarzdaki azabı ifade etmektedir. Başka bir ifadeyle cezanın ilk aşaması, o toplumda insanlara yapılan haksızlığın cezasıdır ve bu ceza dünyada verilecektir; diğeri de Allah'a karşı yapılanın karşılığıdır ki o da âhirette verilecektir. Nitekim zulüm kavramı hem insanlara karşı yapılan haksızlığı hem de Allah'a karşı yapılan haksızlığı, şirki ifade etmektedir.

Bir önceki âyette, yani 86. âyette Zülkarneyn'e cezalandırma ruh­satı verilirken, o kavmin ne işlediği söylenmemişti. Ama 87. âyetten onların zulmettiği ortaya çıkmaktadır.

c) Aslında Zülkarneyn'in ordularının o ülkeyi fethetmeleri, o top­lum için ceza niteliğini taşımaktadır, ama Zülkarneyn onlara adaleti, hakkı ve bilgiyi götürmüştür.

Güneşin battığı kopkoyu su ya da balçık, hakkın, adaletin ve buna benzer değerlerin, bilginin battığı toplumu ifade etmektedir. Bilgi güne­şi, adaletin, hakkın güneşi o toplumda batıp yok oluyordu.

6. "Ancak inanıp yararlı iş yapanlara gelince, onlar için, güzel ödül vardır. Biz ona kendi emirlerimizden kolay olanı söyleyeceğiz."

a) Daha önce belirttiğimiz gibi, yanlış hareket edip suç veya günah işleyenlere ceza verileceği söylendikten hemen sonra iman edip iyi amel işleyenlere ne yapılacağı gündeme getirilmektedir. Bu, Yüce Allah'ın Kur'ân'daki anlatım metodudur. 87. âyette geçen zulmün karşılığı 88. âyette iman ve iyi amel olmaktadır. Böylece zulmün ne olduğunun tanı­mı yapılmış olmaktadır.

Kötülük yapana dünya ve âhiret azabı verilirken, iman edip iyi a-mel işleyene de ödül verilecektir. Demek ki herkes inancına ve ameline göre muamele görecektir.                                             

b) Yüce Allah, ödül vermekle kalmayacak, kendi emirlerinden ko­lay olanı söyleyecektir. Bu da ikinci ödülü olmaktadır. Nedir emirlerin­den kolay olanı söylemek? Muhammed Esed bunun: "Yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü tutmak, kolay planlar uygulatılması" anlamına geldiğini ifade etmektedir.

Biz bu soruya şöyle cevap veriyoruz: îman edip iyi amel işleyenle­re bu dünyada ve âhirette güzellikler verilecek, aynı zamanda o kişi Al­lah'ın emirlerini kolayca yerine getirme alışkanlığını, ruh olgunluğu ve gücünü de kazanacaktır.

Erdemli hayat yaşamak, ahlâkî değerleri hayata geçirmek onun için kolaydır, hiçbir zaman onu sıkmaz. Çünkü erdemli bir hayatı yaşamakta Allah ona yardım edecektir. Bu da onun için bir ödüldür.      K&ii \y:'Sim

Zülkarneyn'in eğitim okulu iyi ile kötünün ne olduğunu, neticele­rinin nereye varacağını öğreten, o konuda bilinçlendiren bir faaliyet yapmaktadır.                   

Sonra yine bir yol tutup gitti. Sonunda Güneş'in doğduğu yere ulaşınca, Güneş'i, kendilerine Güneş'ten başka örtü vermediğimiz bir topluluğun üzerine doğuyor buldu."

Zülkarneyn ikinci yolculuğunu Güneş'in doğduğu yere, yani doğu tarafına yaptı; orada da bir topluluk buldu.

"Kendilerini Güneş'e karşı koruyacak hiçbir şeyi Yüce Allah'ın vermediği toplum" ifadesinden, bunların, öncelikle ilkel bir toplum ol­duğunu anlıyoruz. Bu ilkellikten, onların elbise yapacak durumda olma­dıkları, coğrafi çevrelerinin ağaçsız, gölge verecek hiçbir şeyin olmadığı, çöl topraklar olduğu fikrine varıyoruz. Ayrıca onların ev yapıp onun gölgesine sığınacak medeniyetleri de yoktu.

Güneş'in battığı yerde bulduğu toplumla bu toplumun benzer yönü, akıl ve bilgi değerlerini kullanmamaları ve hayata geçirememeleridir. Bu toplumun da bilgilendirilmesi ve eğitilmesi gerekiyordu; onların da Zülkarneyn'in eğiticiliğine ihtiyaçları vardı. Eğitimden, bilgiden yoksun olan bu toplum halkının davranışlarında dengesizliklerin olacağı bir ger­çektir.

Ayrıca Güneş'in ışınlarına karşı kendilerini koruyacak elbiselerinin olmaması gibi, kendilerini nefislerine, şeytana karşı koruyacak takva elbiseleri de yoktu. Takva elbisesi, akıl, bilgi ve Allah'a karşı görevlerini yapmaktan oluşan bir elbisedir. Bu elbiseden de yoksun olduklarını da anlıyoruz. Demek ki onların hem dışı hem de içi çıplaktı. Elbiselerinin olmaması, onlarda haya duygusunun, utanmanın olmadığına bir işarettir.

8. "İşte onun durumu böyledir. Onun bilgi olarak sahip olduğu her şeyi Biz biliriz."

Yüce Allah, Zülkarneyn'in sahip olduğu, yani yanında bulunan bilgi, medeniyet araçlarını, imkanlarını, kudretini ve tecrübesini bildiğini söylemektedir. Bunun anlamı şudur: Zülkarneyn'in sahip olduğu ne var­sa, özellikle bilgi konusunda her şeyi ona Allah öğretmişti. Zülkarneyn'in bütün sahip olduklarını Yüce Allah ilmi ile ihata etmişti; O'nun ilmi onların tamamını kapsam alanına almıştı. Zaten dışında ol­ması imkansızdı.

Râzî, bu ayetin izahında Zülkarneyn'in bu ikinci kavime de ilk kavme yaptığı gibi davrandığını yani, batıdakiler dediği topluma uygu­ladığı "zalimlere azap, müminlere iyilik" metodunu onlara da kullanmış­tı (Râzî, age, XXI, 169).

Bîrûnî'nin hayatından esinlenerek Kehf 86 ve 90. âyetlere farklı mana veren Mehmet Çakır'ın tercümesi de dikkate alınarak âyetlere farklı bir yorum getirilebilir:

86. âyet: "Gide gide gün batımına vardı. Orada güneşi çamur der­yasına batıyor gibi gördü. Ayrıca sahilde bir toplum buldu. O zaman: 'Zülkarneyn!' dedik. Eğer istersen bu toplumu tatlı-sert bir yaklaşımla yola getirebilirsin."

90. âyet: "Zülkarneyn tekrar yollara düştü. Gide gide hepten gün­lük güneşlik bir yere vardı ve güneşin yöre halkı üzerinden hiç eksik olmadığını/batmadığını gördü."    Ancak bu yorumun merkezî noktası, Çakır'a göre Zülkarneyn'in yolculuğu kuzeye doğru yaptığıdır. Altı ay gece, altı ay gündüz olan bölgeye gittiği ve böylece 90. âyette geçen "güneşten başka kendilerine bir gölge/örtü kılmadığımız" ifadesinin altı ay gündüze işaret ettiği söy­lenebilir.

"Sonra yine bir yol tutup gitti. Sonunda iki set arasına varınca iki şeddin ötesinde neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir topluluk buldu."

a) Zülkarneyn üçüncü kez yine yola çıktı ve yine doğru bir amacın uğruna yolculuğa başladı. Bu sefer iki şeddin, yani iki dağın arasına u-laştığında orada da bir toplum buldu. Bu iki sed veya iki dağın neresi olduğu ve bu toplumun hangi toplum olduğu konusunda âlimler kesin

delil ileri sürememektedirler. Bu iki dağın Kafkas bölgesinde olduğunu nakledenler olmuştur. Bu konudaki rivayetleri Râzî bu âyetin tefsirinde sıralamaktadır. Biz konuyu bölgesel manada düşünmeyip evrensel nite­likte gördüğümüz için o rivayetleri nakletmeyi uygun bulmuyoruz. Çün­kü konuyu yöresel ve maddî anlamda almamızın günümüze bir faydası olmayacak ve geleceğe ışık tutmayacaktır.

Önemli olan neresi ve hangi toplum olduğu değil, Önemli olan o toplumun özellikleri ve Zülkarneyn'in onlarla olan ilişkisidir.

b) Zülkarneyn, hiçbir sözü anlamayan, ilkel ve kendini koruyama­yan bir toplumu buldu.

lâ yekâdûne yefkahûne kavla, "neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlardı." "Neredeyse" demesinden anlıyoruz ki, biraz arılıyorlardı; dilleri olmayan, anlayışları kıt ilkel bir toplum özelliğine sahiptiler.

Zülkarneyn'in gittiği batıdaki toplumda zulüm, doğudakinde ilkel­lik, iki dağın bulunduğu yerdekinde de anlayamama özellikleri vardı. Günümüzdeki toplumları da aşağı-yukarı bu şekilde sınıflamamız müm­kündür. Zâlim, ilkel ve anlayışsız toplumlar şeklindeki ayırım belli ki kıyamete kadar devam edecektir.

Aslında bu üç toplumu insanın iç âleminde bulmamız mümkündür. Batıdaki zâlim toplum nefsi; doğudaki çıplak, ilkel toplum beyni; iki dağın arasındaki toplum da gönülü temsil edebilir. Nefis zulme getiriyor; bilgisiz toplumun beyninden zoru vardır; anlamayan toplumun da gön­lünden zoru vardır. Nefsini tanrı edinip insanlara zulmeden toplum batı­daki toplum; beynini kullanmayan, aklını çalıştırmayan toplum doğudaki toplum; anlayış kapasitesini kaybetmiş veya geliştirmemiş toplum da iki dağın arasında bulunan toplum olmaktadır.

"Dediler ki: Ey Zülkarneyn, kuşkusuz Ye'cüc ve Me'cüc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasında bir set yapman için sana bir ödeme yapabilir miyiz?"

a) Belli ki bu toplum dış güçlerin saldırısına karşı kendini koruyamıyordu. Bu kavmin Milattan önce yaşadığı kesindir. Ye'cüc ve Me'cüc kelimelerini bizzat onlar Zülkarneyn'e karşı kullandılar mı? Yoksa onlar başka kelimeler kullandılar da Yüce Allah diğer sözleri gibi bize tercüme mi ediyor?

Bazı âlimler Ye'cüc ve Me'cüc kelimelerinin Arapça olmadığını söylemektedir. Bazıları da Arapçalaşmiş kelimelerden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tuzlu anlamına gelen ücâc kelimesinin de aynı kökten geldiğini söyleyenler vardır. Ye'cüc ile Me'cüc'ün her ikisinin ecce veya « mecce kökünden geldiğini ileri sürenler vardır.

Ye'cüc ve Me'cüc'ün kimler olduğu konusunda da bize gelen net bilgi yoktur. Muhammed Esed Kitab-ı Mukaddes'ten bütün Avrupa dil­lerine intikal eden kültürde bunlara Gog ve Magog dendiğini nakletmektedir.                                                        

Müfessirlerin naklettiği toplumları burada anmayı uygun bulmuyoruz. Yüce Allah'ın, onların kimler olduğunu belirtmemesi, o sıfatların evrensel manada her çağda ve her yerde olabileceğini ifade etmektedir. Ye'cüc ve Me'cüc sıfat veya isimleri, kötüyü temsil etmek­tedir. Bu nedenle kötülük yaparak, yeryüzünde veya yeryüzünün bir ke­siminde her çağda bozgunculuk yapanlar bu isimlerle anılabilir. Onun için "şu toplumdu demek", olguyu evrensellikten çıkartır ve olgu, tarihî bir olgu olarak kalır ki, bu Kur'ân'ın hem anlatımına hem metoduna hem de evrensel özelliğine yakışmaz.                           

b)  Ye'cüc ve Me'cüc, bulunduğu topraklarda fesat çıkarıyordu, yani bozgunculuk yapıyordu. Ye'cüc ve Me'cüc'ü durdurmak çok zordu.

Enbiyâ sûresinde Yüce Allah onların hareket tarzını şöyle anlatır: "Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc (sedleri) açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman" (Enbiyâ 21/96) âyeti de bunu ifade etmektedir.

Ye'cüc ve Me'cüc'ün etkili olduğu ülkeler, kültür, bilgi, bilinç ve ahlaken zayıf olan ülkelerdir. Bunu daha sonraki âyetlerde açıklayaca­ğız.

c) Orada yaşayan toplum, kendileri ile Ye'cüc ve Me'cüc arasında bir sed yapması için Zülkarneyn'e vergi verebileceklerini ifade etmiştir­ler. Hatta bu isteklerini, soru şeklinde "ödeme yapabilir miyiz?" diye

dile getirmişlerdir. Bu toplum her ne kadar sözü anlamakta ğabî olsalar bile, vergiyi, emeğin karşılığının verilmesi gereğini biliyorlardı; sarfedilen emeğin karşılığını ekonomik değerle vermek gerektiğinin farkında idiler. Günümüzde bundan "emeğin karşılığı mutlaka verilmelidir" ilkesini çıkartıyoruz.                                                     

11. "Şöyle de­di: Rabb'imin bana verdiği imkan sizinkinden daha iyidir. Bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım."

a)  Zülkarneyn, onlardan emeğinin karşılığım almayacağını, Yüce Allah'ın kendisine sağladığı güven ve gücün onların vereceği ekonomik değerden üstün olduğunu söyleyerek ifade etmiştir. Yüce Allah onu pek çok şeyle donatmış, bilgi, güven, güç ve zenginlikle onu kuvvetlendir­miştir. Zülkarneyn, bu manevî değerlerin, onların temin edeceği ekono­mik değerden üstün olduğuna dikkat çekmiştir. Günümüzde de, aynı anlayışın devam etmesi bakımından Yüce Ailah bize bilgi vermekte ve eğitim yapmaktadır.

b) Zülkarneyn, onların isteklerini yerine getireceğini, ancak kendi­sine bedenen yardımda bulunmalarını istemiştir.

Bu da şuna işaret etmektedir: Bazı durumlarda paranız olur, ama çalıştıracak işçi bulamazsanız, işinizi yapamazsınız. Emek ile para mut­laka bir araya gelmelidir. Ayrıca sanat, işi bilme de buna ilave edilmeli­dir. Âyette "kuvvetle bana yardım edin" ifadesindeki sy kuvvet, "bedenî güç, emek" anlamına gelmektedir. Demek ki emek, sanat ve ekonomik güç bir araya gelince set yapılmıştır. İşte buradaki şeddi, emek, sanat ve ekonominin meydana getireceğine işaret edilmektedir. Bunu günümüze taşırsak şu netice çıkar: Bir toplum dış güçlerin bozgunculuğuna karşı kendilerini, işi bilir insanlar yetiştirerek, işi ehline teslim ederek, bilgiyi öne çıkararak, emeğini son damlasına kadar harcayarak ekonomisini güçtendirecektir. İşte o zaman çağın Ye'cüc ve Me'cücleri onları etki altına alamayacaktır. Redm kelimesi, "set" anlamına gelmekle beraber isim olarak "duvar"; fiil olarak da "tamir etmek, yama yapmak" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin kullanımı sedd kelimesine göre daha fazladır (Râzî, age, XXI, 171).

limesine göre daha fazladır (Râzî, age, XXI, 171). Sonuç olarak zikri geçen her iki kelimenin de aynı anlamı verdiğini söyleyebiliriz.       

12. "Bana demir kütlelerini getirin; kütleleri iki dağın ara­sını doldurunca 'körükleyin' dedi. Demirleri akkor haline getirince: 'Ba­na erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim' dedi."                               

Zülkarneyn, iki dağın arasını demir kütükleri ile doldurup, körük-leyip kor haline getirdikten sonra erimiş bakır ile bu demir kütükleri kaynaştırdı. Artık iki dağın arasından geçmek mümkün olmayacaktı. Bu durum bize neyi ifade etmektedir? Günümüzde bunu nasıl yorumlayabi­liriz? Yoksa bu, bir hikaye olarak Kur'ân'da kalmalı mıdır?

a) Günümüze taşırsak şu neticeyi çıkartabiliriz: Demir kütleleri ile bakırı buluşturup iki dağın arasını doldurmak günümüzde hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü günümüzün savaş teknolojisi dağların üstünden, fezadan yani havadan gelmektedir.

Ama biz bundan şunu çıkartıyoruz: Bir milletin teknolojisi güçlü ise, o devrin bozguncu Ye'cüc ve Me'cücleri o millete ya da devlete saldiramaz. Onun etrafa yaydığı gücü bu saldırıya mâni olur ve onları caydırır. Demir kütükleri ile bakırı buluşturma, günümüzde savaş tekno­lojisinin gücünü ifade etmektedir.

b) Konuyu günümüze ve geleceğe aktarırken, olaya manevî açıdan da bakmamız mümkündür.                                                        

Ayetteki iki dağ bizim beynimizle gönlümüzü temsil etmektedir. Demir kütleleri ile bakır, manevî değerleri, yani bilgiyi, aklı, imanı ve diğer ahlâkî değeri temsil etmektedir. İki dağ denen beyin ile gönül ara­sına bu değerleri koyup pekiştirince Ye'cüc ve Me'cüc denen nefis, şey­tan ve kötü fikirlerin içeri girmesi imkansız hale gelecektir. İşte Zülkarneyn onların beyinleri ile gönülleri arasına bu manevî değerleri koydu, yani onları eğitti, xjohjîv .                                             

Zülkarneyn'in üçüncü topluma yaptığı işi, günümüze bu şekilde ta­şıyıp hayata geçirebiliriz. Zülkarneyn'i bir eğitimci ve devlet adamı ola­rak aldığımızda, devletler veya insanlar, toplumlarını günümüzün her taraftan saldıran Ye'cüc ve Me'cüclerinden korumalıdırlar. İnsanların

beynine, gönlüne yanlış bilgi sızdıran, insanın psikolojik ülkesinde fesat çıkaran her şey bu sıfatlarla anılabilir. Beyin ile gönülü birleştiren, yani akıl, bilgi ve imanı bir araya getiren eğitimciler Zülkarneyn'in işini yapmış olacaklardır.                                                                          

13. "(Ye'cüc ve Me'cüc) onu aşmaya da onda bir delik açmaya da güç yetiremediler."

Böylece düşmanları, yapılan şeddi yukarıdan geçemedi, sağlam ol­duğu için de onda bir delik de açamadılar. nakb "delik" demektir. Bu kelime "duvarı delmek" anlamına gelen  nekabe fiilinden türe­miştir.                                                                                             

Mü'minler gençlerinin ve nesillerinin beyinleri ile gönüllerinin a-rasıni akıl, bilgi ve iman ile doldurup birleştirirlerse, yanlış düşünce ve felsefelerin o duvarı aşıp ya da delip içeri girmesi mümkün olmayacak, nefis ve şeytan gibi Ye'cüc ve Me'cüclerin o psikolojik ülkeye girip bozgunculuk yapmalarına imkan verilmemiş olacaktır.

14. "Zülkarneyn: 6u Rabb'imden bir rahmettir. Rabb'imin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabb'imin vaadi gerçektir, dedi."

a) Zülkarneyn, yaptığı şeddi Allah'ın rahmeti, yani lütfü olarak görmüştür. Bu şu demektir: Bir işi başardığımız zaman, onun Allah'tan bir rahmet olduğunu söylememiz gerekiyor. "Ben yaptım, bu benim ese­rimdir" demek yerine, "bu Allah'ın bana veya bize bir lütfudur" deme­miz, Kur'ân'in bir ilkesidir.

b) Yüce Allah'ın belirlediği zaman gelince, bu şeddi ortadan kaldı­racak, yani yerle bir edecektir. Ayetin bu kısmında geçen dekkâ' kelimesi, Arapça da "dümdüz olmak/dümdüz" anlamına gelmektedir. Bunu günümüze aktarırsak şu neticeyi çıkartırız: Bir toplum, devlet veya milletin, ne kadar güçlü olursa olsun, gerileme ve çökme dönemi de ola­caktır. Ayrıca bir gün hak olan Allah'ın vaadine göre kıyamet kopacak­tır.

Böylece Zülkarneyn, kıyametin kopacağı konusunda bir iman eği­timi vermekte, Allah'ın vaadinin hak olduğu inancını da aşılamaktadır. Böylece bu konunun yani kıyamet gerçeğinin bütün dinlerde yer aldığına

işaret edilerek, dinlerin temel ilkelerinden biri olduğu vurgulanmış ol­maktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Zülkarneyn üç farklı topluma, üç farklı davranış sergilemiştir.                                  

Farklı hayat, farklı inanç ve farklı düşünce yapısında olan toplum­lara dogmatik yaklaşımın yanlış olacağına, elastiki davranış ve tutum sergilemenin önemine dikkat çekilmektedir. Burada toplumların ihtiyacı önemli rol oynamaktadır. İhtiyaç ve özellik, yaklaşımı belirleyen etken­ler olmaktadır.

Günümüzün siyaseti ve eğitimi özellikle din eğitiminin temel ilke­lerinden bazısını Zülkarneyn olgusunda bulmamız mümkündür. [38]

 

Ahiret’te Kafirlerin Durumu

 

99. O gün biz onları, birbirine çarparak çalkalanır bir halde bırakmışızdır. Sûr'a da üfürülmüş, böylece onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.                                       

100-101. Ve, gözleri beni anmaktan kapalı bulunan, ku­lak vermeye de tahammül edemez olan kâfirleri o gün cehennemle yüz yüze getirmişizdir.                                        

102. Kâfirler, beni bırakıp da kullarımı dostlar edine­ceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirler için bir konak olarak hazırladık.                                        .

103. De ki: "Size, işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi?"

104, iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya haya­tında çabaları boşa giden kimselerdir.                               

105. İşte onlar, Rabb'lerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimse-         lerdir. Biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü tutmayacağız-

106. îşte, inkâr ettikleri, âyetlerimi ve rasüllerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.

Bu âyetler, kıyameti "O gün biz onları, birbirine çarpa­rak çalkalanır halde bırakmışızdır."

yette geçen "onlar" çoğul zamirinden kasıt Ye'cüc ve 'dür; "o gün"den kasıt da kıyamet günüdür. Kıyamet gününde, arasında bozgunculuk yapan Ye'cüc ve Me'cüc'ler birbirlerine lerdir. İnsanlar arasında yaptıkları bozgunculukları bu sefer kendi da yapacaklardır.                                                                           

Yüce Allah o halleriyle onları terk edecektir. Çünkü onlar bu dün-ıten Allah'tan uzaklaşmışlardı. İnsanlara zarar verdiklerinden, bu ; kendi kendilerine zarar vereceklerdir.

"Sûr'a da üfürülmüş, böylece onları /le bir araya getirmişizdir."

irinci Sûr'a üfürülünce kıyamet kopacak, ikincisinde de öldükten lirilme gerçekleşip mahşer kurulacaktır. "Mahşer" herkesin bir eldiği yer ve anı ifade etmektedir. İşte mahşerde herkes bir araya tir.                                                                                                                                        

"Ve, gözleri beni anmaktan kapalı bulunan, kulak e de tahammül edemez olan kâfirleri o gün cehennemle yüz yüze sizdir."

üce Allah kâfirlerin karşısına cehennemi çıkaracaktır. Bu kâfirle-' likleri ya da bu dünyada yaptıkları nelerdi?

Hakkı inkâr etmiş olmaları                                                 

Gözleri Allah'ı hatırlatan her şeye karşı perdeli olmaları

1. âyette geçen ğıtâ* kelimesi, "örtü, kapak" anlamına gel­ir. Yani bu kelime, "Allah'ı hatırlatan şeyleri görmekten uzak kâinattaki oluşumlara bakarak Allah'ın varlığına ve birliğine gi-lu görememek, O'nu hatırlamamak" anlamlarına gelmektedir, göz organlarını amaçlan uğruna kullanmamalarıdır. Böylece ıllah, göz ile hatırlama arasında bağlantı kurmaktadır. Görebilen yne hatırlatır.

Kulak vermeye de tahammül edemezler. Başka bir ifadeyle ger-1 ssini dinlemeye katlanamazlar.

Böylece göz ve kulağını kullanamayan veya kasıtlı olarak kullan­mayanlar yani kâfirler mahşerde cehennemle yüz yüze getirileceklerdir.

Allah'ı hatırlatacak şeylere bakmayan, hakikatin sesini dinlemeye katlanamayan insanlar, bu dünyada cehennemlerinin ateşini kendileri yakmaktadırlar. Yaktıkları o ateşle mahşerde yüz yüze geleceklerdir.

"Kâfirler, beni bırakıp da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandı­lar? Biz cehennemi kâfirler için bir konak olarak hazırladık."

" Yüce Allah 108. âyette bir soru sormaktadır. Bu soru da "zannet­me" üzerinde kuruludur. Allah'ı bırakıp Allah'ın kullarından birini dost edinmek şirktir. Böylece kâfir, inkârına bir de şirki eklemiş olmaktadır. Ayette geçen "kullarım" ifadesinden anlıyoruz ki, dost edinilenler canlı varlıklardır, yani insanlardır. Bu insan diri de olabilir, ölü de; tapı­nılan herhangi bir insan olabilir. Yahudi ve Hıristiyanlar gibi peygambe­re, azizlere, velilere, yatırlara tapınılması bu kavramın kapsamına girmektedir.                                                                           

 Allah'ı bırakmak ya da Allah'a karşı O'nun kulunu dost edinmek, cehennemi konak edinmeye sebep olmaktadır. Allah'ın yarattığı bir var­lığı, Allah'a karşı dost edinmek, ona tapınmak mahşerde cehennemi ko­nak edinmek demektir.                                                          

Kehf 99-102. âyetleri arasında inkâr psikolojisinin insanın duyu organlarını nasıl işlemez hale getirdiğini, onları işletemeyenlerin nasıl cehennemle yüz yüze kalacağını, Allah'a karşı Allah'ın kulunu dost e-dinmenin nelere mal olacağını buluyoruz. Yüce Allah'ın yaptığı din eği­timinde, kötü neticeler gelmeden önce tedbirini almanın önemi vurgu­lanmaktadır.

5. "De ki: Size, işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi?"

Yüce Allah, amel, iş, eylem bakımından kimin zararda olduğu ko­nusunda insanları bilgilendirmektedir. Bu bilgilendirme, insanları yanlış davranış, amel ve işlerden caydırmayı amaçlamaktadır. 103. âyette ge-, çen   el-ahserîn kelimesi, "en çok ziyana uğrayanlar" anlamına

gelmektedir. İlâhî eğitimde bu bilgilendirme yapıldığına göre, beşerî din eğitiminde de yer almalıdır.

6."(Onlar), iyi iş yaptığını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar Rabb'lerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir. Biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü tutmayacağız. İşte inkâr ettikleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir."

Yüce Allah 103. âyette bilgilendirmek için sorduğu soruyu 104-105. âyetlerde cevaplandırmaktadır. Şimdi en çok ziyanda olanların amel özelliklerini sıralayabiliriz:                                                          

a) "İyi iş yaptığını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir."

İyi işte zan olur mu? İyi iş ile zannı bir araya getiren kişi zaten ya­nılmaktadır. Neden iyi iş yaptığından kesin olarak emin değil de, zan içinde bulunmaktadır? Bunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz;

i. "Fakat kalpleri iyice katı-laştı ve şeytan da yaptıklarını süslü (cazip) gösterdi" (En'âm 6/43). Kalpleri katılaşan, hakikatin içeri girmesine mâni olan kalplere sahip olanlara, şeytan amellerini süslü göstermektedir. İşte o süs, amellerinin kötü olmasına rağmen onları güzel, iyi göstermektedir. Böyleleri iyi ya­pıyordu zannederek kötü yaptığının farkında olmaz. Demek ki katı kalp­lilik ve şeytanın süslemesi onları bu duruma düşürmektedir.

ii. "Şüphesiz Biz, âhirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik, o yüzden bocalar dururlar" (Nemi 27/4). Yüce Allah, âhirete inanmayan insana amellerini süsler ve böylece o da kötüyü iyi, çirkini güzel görüp bocalamaya başlar.

"Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?"

82. Duvara gelince, o da, şehirdeki iki yetim çocuğa bitti. Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Baba­ları da iyi bir kimse idi. Rabb'in onları ergenlik çağına ulaşıp da hazinelerini çıkarmalarını kendi katından bir          

rahmet olarak istedi. Ben, bunları kendiliğimden yapodmadım. İşte bu anlattıklarım senin sabr edemediğin şeylerin yorumudur.

Bu dört âyette, meleğin, olguların, yapılanların, meselelerin iç yü­zünü yorumlaması, ortaya koymasını bulacağız.

İşte insanın amel konusundaki yanılgısının kaynaklandığı neden­lerden bazılarını bu âyetler vermektedir. Katı gönül, inkâr psikolojisi, şeytanın süslemesi insana kötü amellerini iyi, çirkinlerini güzel göster­mekte, o da onları güzel görmekte, neticede iyi iş yapıyorum zannına kapılarak, dünya hayatında amelleri boşa gitmektedir. Bu insan hem dünya hem de âhirette en çok ziyanda olan kimsedir.

Bu âyet, yani Kehf 104. âyet önce siyaset alanını, sonra eğitim da­ha sonra da iş hayatını ilgilendirmekte ve buralarda üretilen projelen, yapılan uygulamaları sağlam tutmaya yönelik ilke koymaktadır.

Devletleri idare edenler uygulamalarını zan üzerine kuramazlar. Zan üzerine kurdukları uygulamaları onları doğrudan sapıttırabilir. Siya­setçiler enine-boyuna tartışarak, düşünerek, istişare ederek uygulamala­rını kesin bilgi ve veriler üzerinde yapmalıdırlar. Kendilerine güzel gö­rünen işlere göre yapmamalıdırlar.

Eğitim alanında da yetiştirilecek öğrencilere verilecek bilgiler ve beklenecek davranış şekilleri genel, objektif ölçütlere göre olmalıdır. Zannî bilgiler, öğrencilere kesin bilgi imiş gibi sunulmamak ve öğretil­memelidir.

İş hayatında da zannın yeri yoktur. Önünü görerek, planlı bir şekil­de uygulamalara ve yatırımlara gidilmelidir.

Bu durum dinî alanda da geçerlidir. Allah'ın sorumlu tuttuğu, em­rettiği ve farz kıldıklarının ötesinde ilave amelleri yaparak dinde temeli olmayan uygulamalara gidilmemelidir. Bu ameller benim hoşuma gidi­yor diyerek dinde uygulama yapılamaz. Allah'ın koyduğu ilkeleri Hz. Peygamber uygulamıştır; onların sınırı belirlenmiştir. O sınırların Öte­sinde fazlalıklar vardır. Bu fazlalıklar bizi dinden sapıttırabilir, insanla­rın dine gelmesini engelleyebilir.

b) En çok ziyanda olanlar "Rablerinin âyetlerini inkâr edenlerdir."

Ayette "Allah'ın âyetlerini" denirken, normal vahyin hükümleri ya da mu'cizeleri inkâr etmek kastedilmektedir. Bu inkâr insanı kayba, zi­yana götürmektedir. Bir çeşit manevî iflastır bu.

c) En çok ziyanda olanlar "Allah'a kavuşmayı inkâr edenlerdir."

Allah'a kavuşmanın ne anlama geldiğini âlimler çeşitli şekillerde açıklamışlardır. Biz onlara girmeden, bunun "âhiret hayatını inkâr et­mek" olduğunu söyleyebiliriz.

d) En çok ziyanda olanlar, inkârları sebebiyle amelleri boşa giden, yani değerlendirmeye tâbi tutulmayanlardır.                               

Amel, imana göre değerlendirilmeye tâbi tutulacaktır. İman etme­yenin ameli güzel bile olsa, değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır. Amel için imanın önemi burada ortaya çıkıyor ve olmazsa olmazı teşkil ettiğini gösteriyor. Bu dünyada bir çok iyi amel üretmesine rağmen mahşerde kâfir olması nedeniyle amellerinin değerlendirmeye alınmadığı bir insan en çok ziyanda olandır.                                                               

e)  Yüce Allah onlara hiç değer vermeyecek, onlar için hiçbir ölçü tutmayacaktır. Amelleri boşa gittiğinden, amelleri tartılmayacak ve böy­lece Allah katında değerleri yok olacaktır.                                

f)  Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini alaya alma­ları nedeniyle, cezaları cehennem olacaktır. Cehennem ile cezalandırı­lanlar en çok ziyanda olanlardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, din eğitimi insanları manen ziyana gö­türen inanç ve amelleri insanlara Öğretmelidir. Çünkü insanlar "iyi yapı­yorum" diye kötülük işleyebilirler. Onların çeşitli odak noktalarının etki­si altında kalmaları büyük ölçüde muhtemeldir. Nefis, şeytan ve başka insanların etki alanına girebilirler.

Onlara hata yapacakları noktaları gösterip önlem almalarını temin etmek en etkili eğitim olacaktır. Allah nazarında insan değerini niçin kaybeder? Amelleri niçin boşa çıkar? Varacağı yer niçin cehennem olur? gibi konuların cevabı iyi verilmelidir. İşte Kur'ân'ın bu âyetleri bu bilin­ci vermektedir. [39]

 

İman Edip İyi Amel İşleyenlerin Durumu

 

107. İman edip iyi amel yapanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs cennetleri vardır.                              

108. Orada uzun süreli kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmakistemezler.                                                         

Kur'ân'ın başka yerlerinde olduğu gibi, kâfirlerin durumu anlatıl­dıktan hemen sonra iman edenlerin durumuna geçilir. Kâfirlere verilen cezadan hemen sonra iman edenlere verilecek ödül anlatılır. Bunun ge­reği insandaki ritim psikolojisinden kaynaklanmaktadır. İnsanın psikolo­jisi, yani manevî yapısı, duygu boyutu durağan değildir; her an değiş­mekte, halden hale geçmektedir. Bir an üzüntülü, bir an mutlu olmaktadır. Onun psikolojik yapısı durağan değil, dinamiktir, değişkendir. İşte Kehf 99-106. âyetlerde anlatılan kâfirlerin durumunun ardından 107-108. âyetlerde iman edip iyi amelde bulunanların durumunun anlatılmasının nedeni insanın psikolojisindeki bu değişkenlik, ritim ve alışkanlıktır.

Diğer taraftan kâfirin durumu anlatılırken, insanın kötümserliğe, ümitsizliğe kapılması mümkündür. Onu iyimserliğe, ümide geçirebilmek için iman edip iyi amel işleyenlerin durumu da anlatılmaktadır. Yüce Allah'ın bu anlatım şekli, metodu, tarzı din âlimi ve görevlilerinin de metodu olmalıdır. Devamlı olarak cehennemden bahsederek insanları kötümserliğe itip dinden soğutma durumuna düşmemelidirler. Cenneti, Allah rızasını, rahmet ve merhametini, affedici ligini anlatarak, onları iyimser bir çizgiye getirip dini hoş görmelerini sağlamak gerekiyor.

1. "İman edip iyi amel yapanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs Cennetleri vardır."                                                                                            Mücâhid, Firdevs kelimesinin Rumca'da "bahçe" anlamına geldi­ğini; Ferrâ da, onun Arapça'da "cennette bir bahçe" anlamında bir keli­me olduğunu söylemektedir. Buhârî'nin, Cihâd 5'te naklettiği hadise göre, Hz. Peygamber Firdevs cennetinin en üstün cennet olduğunu söy­lemiştir (Kurtubî, age, XI, 140).

Ayette geçen nüzülâ kelimesi, "makam, konak, ağırlanma yeri" anlamına gelmektedir. Bu insanların ağırlanma yeri Firdevs cennetleri olacaktır. Demek ki insanların gerçek iman ve iyi amelleri mahşerde cennete dönüşmektedir. İnsan cennetini bu dünyadan öteki dünyaya gö­türmektedir. Cennet de iman ve amellerle oluşturulmaktadır.

2. "Orada uzun süreli kalacaklardır. O-radan hiç ayrılmak istemezler."

Yüce Allah Firdevs cennetlerinin özeliğini de bu âyetle anlatmak­tadır. Orada uzun süre kalınacak ve insanlar oradan ayrılmak istemeye­ceklerdir.

Âyette geçen hıvelâ kelimesi "yer değişimi" anlamına gelmektedir. "Mekân" ile kullanılınca, "yerinden ayrılmak" manasını ifade eden bu kelimenin "dönmek" manası da vardır. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Firdevs cennetlerinden ayrılma ihtimali var mıdır da Yüce Allah oların oradan ayrılmak istemeyeceklerini söylemektedir? Hûd 107-108'e bakınca onların da bir sonu olduğunu görmüş olacağız. Konu o âyetlerde detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Gerçek iman ve iyi amel de bu ödüllere dönüşmekte ve o ödülleri getirmektedir. [40]

 

Tevhıd İnancının Temel İlkeleri

 

109. De ki: "Rabb'imin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını daha ilave etsek,

Rabb'imin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi."

110. De ki: "Ben de sadece sizin gibi bir insanım. Bana sizin tanrınızın tek bir Tanrı olduğu vahyolunuyor. Kim           Rabb'ine kavuşmak isterse, iyi amel yapsın ve kullukta hiçbir kimseyi Rabb 'ine ortak koşmasın."                             

Kehf sûresinin sonunu teşkil eden bu âyetler, ilahiyatın, İslam di­ninin, Kur'ân'in temel ilkelerinden bazılarını gündeme getirmekte, mü'min bir insanın aklından asla çıkarmayacağı konuları içermektedir.

1. "De ki: Rabb'imin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa bir o kadarını ilave etsek, Rabb'imin kelimeleri tükenmeden deniz­ler tükenirdi."    Bu âyet, Yüce Allah'ın ilminin sonsuz olduğunu bir benzetme ile ve insan idrakinin alacağı bir şekilde anlatmaktadır. İnsan, denizlerin suyunu, hatta bir o kadar denizin suyunu ilave ederek yazmaya kalksa Allah'ın ilmini bitirmesi mümkün değildir. Tevhîd inancı ile inandığımız Allah'ın nasıl bir bilgiye sahip olduğunu, onun sonsuzluğunu anlatırken

bu benzetmeyi yapmaktadır. Özel manada, Kehf sûresi tükenmekte ama Allah'ın ilminin tükenmesinin mümkün olmadığı da ifade edilmektedir.

Yüce Allah, ilminin sonsuzluğunu burada gündeme getirmekle, i-limde O'nun eşi ve benzeri olamayacağı ilkesini pekiştirmektedir.

Yüce Allah insanlığın hayatına ili. midâd denen "mürekkep" kavramını sokmaktadır. Kur'ân, öğretim araçlarından biri olan mürekkebi gündeme getirerek, insanlığın yazı ile olan ilişkisinin önemine dikkat çekmektedir. el-bahr "deniz" kelimesi ile Yüce Allah hem çokluğu hem de sınırlılığı ifade etmektedir. Denizler ve onlara bir o kadarı daha ilave edilse biie sonludurlar, ama Allah'ın ilmi sonsuzdur. Anlatımda insan idraki dikkate alınmaktadır.

"Kelime" kavramı ile de bilginin en küçük parçası ifade edilmiştir. Bundan kasıt ilâhî bilgidir. Kur'ân bu sonsuz olan ilâhî bilginin damlala­rından ibarettir. Yüce Allah, onu, insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak miktarını tesbit edip göndermiştir.

Yüce Allah, bu kanunu benzetme ile beraber insanlara söylemesini, anlatmasını Hz. Peygamber'den istemiştir.

2. "De ki: Ben de sadece sizin gibi bir insanım."

Yüce Aİlah, Hz. Peygamber'in tannlaştırıîmaması için, onun da bir beşer olduğunun bilinmesini istemiştir. Yahudiler Hz. Üzeyir'i; Hıristi­yanlar da Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu yapacak kadar tanrılaştırmişlardi. Müslümanların da aynı hataya düşmemesi için, insanlara onlar gibi bir beşer olduğunu ilân etmesi ön görülmüştür.

3. "Bana sizin tanrınızın tek bir Tanrı olduğu vahyolunuyor." Hz. Peygamber, tek tanrı inancının kendisine vahyolunduğunu söy­leyerek, tevhîd inancı eğitimi yapmaktadır. İnsanlığa tanrılarının tek olduğu şeklindeki iman ilkesini öğretirken, bunun kendisinin ortaya attı­ğı bir fikir olmadığının teminatını vermek için, vahyolunduğunu söyle­mesini Yüce Allah, ondan istemiştir.

Rabb'ine kavuşmak isterse, iyi amel yapsın ve kullukta hiçbir kimseyi Rabb'ine ortak koşmasın."

Âyette geçen yarcû kelimesinin geniş açıklaması Yûnus 7'de yapılmıştır. Râzî yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 110'da bu keli­menin anlamını "insanın faydalı şeylerin kendisine ulaşıp geleceğini ummasıdır" şeklinde vermektedir.

Kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa iki esası yerine getirmesi ge­rekiyor:

a) İyi amel yapacak. Bunun anlamı hayatını Allah'ın istediği şekil­de düzenleyip kendisine ve bütün insanlığa faydalı olan amelleri, işleri üretecektir.

b) Allah'a olan kulluk borcunu yerine getirirken O'na kimseyi or­tak koşmayacaktır.

Böylece hamd ile başlayan Kehf sûresi, tevhîd inancı üe bitmiştir. [41]

 

Kehf Suresinden Çıkarılan İlkeler      

 

1.  Kur'ân'ın pek çok sûresinde olduğu gibi, bu sûrede de tevhîd inancı öne çıkarılmış, şirk yasaklanmıştır (âyet: 51-53, 109-110).

2.  Kehf sûresinin üzerinde durduğu ikinci iman esası, âhirete i-nanmaktir. Uzun uykudan sonra dirilen, uyanan mağara ashabı örneği, öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için gündeme getirilmiştir. Dünya hayatının çok kısa olduğu, dünya menfaatlerinin kalıcı olmadığı söylene­rek süreli hayatın âhiret hayatı olduğuna işaret edilmiştir. Dünyadaki amellerimizin karşılığını âhirette göreceğimizi, iyi amellerin cenneti, kötü amellerin de cehennemi oluşturacağı belirtilmiştir.

Ahiret hayatının varlığı, kıyametin kopması ile ispatlanmaktadır. Mahşerde amellerin sorgulanacağı ve hiçbir şeyi eksik bırakmayan, kü­çük büyük her şeyi ortaya çıkaracak olan kitabın orada insanların önüne konacağı da açıkça belirtilmektedir. Dünyadan oraya günahkar, suçlu olarak gidenler pişmanlık duyacaklardır (âyet: 9-26, 45-46, 29-31, 10-102, 107-108,48-49).

3.  Kehf sûresi Kur'ân'ı tanıtmakta ve onun görevlerini belirlemek­tedir. Kur'ân'da hiçbir eğrilik yoktur, uyarı ve müjde için gönderilmiştir. Yüce Allah, Kur'ân'da her çeşit misali anlatmıştır (âyet: 1-4, 54).

4. Hz. Peygamber insanların iman etmelerini, tevhîd inancım kabul etmelerini tutku derecesinde istiyordu. îman etmelerine de kendini heder edecek kadar üzülüyordu. Dünya hayatının zînetini onları imtihan için yarattığını bilerek üzülmesine gerek olmadığı bu sûrede de ona ifade edilmiştir.                              ,    ,                                  

Hz. Peygamber'e, Zülkarneyn gibi sorulan sorulan Allah cevap­landırmış, peygamberliğini ispat etmek için geçmişin olgularını ona ger­çek olarak anlatmıştır (âyet: 6-7, 9-26, 32-44, 60-82, 83-98).

5.  Mağara adamları olgusunda; iyi insanlara yapılan baskıyı ve i-nanç özgürlüğünün ayaklar altına alınmasını görüyoruz. Kehf denen ma­ğara bir sığınak olduğu kadar ayın zamanda bir okul niteliğini taşımak­tadır. Onlar köpeklerini dışarıda bırakıp mağaraya girdiler. Köpek nefsi temsil ettiğine göre, nefislerini dışarıda bırakıp, o okula arınmış olarak kaydolup eğitime başladılar.

Allah'ın vaadinin hak olduğu ve kıyametin kopacağının şüphe götürmez olduğunun öğretimi de bu olgu ile yapılmaktadır (âyet: 9-26).

6.  Yüce Allah insanlara hakkı öğrettikten sonra, inanıp inanmama­da onları özgür bırakmaktadır. Bu özgürlük onlara sorumluluk getirmek­tedir (âyet: 29-31).

7.  Malına, mahsulüne ve sahip olduğu servetine güvenip  kibirle­nen insanın başına gelenleri anlatarak, günümüzün ve geleceğin insanına hem iman hem de ahlâk dersi verilmektedir (âyet: 32-44).

8.  Yüce Allah, insanoğlunun yaman ve süreli düşmanı olan îb-lîs'in, Kendisine nasıl isyan ettiğini anlatarak, onu ve onun neslini dost edinmememizi emretmektedir (âyet: 50).

9.  İnsanları iman etmekten alıkoyan sebepler burada ele alınmış, evvelkilerin sünneti ve azabın kendilerine gelmesini beklemelerinin i-man etmelerine engel oiduğuna dikkat çekilmiştir (âyet: 55).

10.  Allah, âyetleri kendisine anıldığı halde onlardan yüz çevireni büyük zâlim olarak ilan etmiştir. Aynı zamanda bu zâlim kendi amelle­rini de unutmaktadır. Böyle yapanların kalplerine bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık vermiştir (âyet: 57).

11.  Öğretmen öğrenci münasebetlerine ışık tutacak olan Hz. Hızır ile Hz. Mûsâ'nm yolculuğu gündeme getirilmiş, öğrencinin sabrına, öğ­retmenin de açıklayıcılığma dikkat çekilmiştir. Derste öğrencinin sab­retmesi öne çıkarılmış, verilen sözde durmanın arkadaşlıkta çok önemli olduğu vurgulanmıştır. Meselelerin, olguların bir iç yüzü, bir de dış gö­rüntüsünün olduğu bilinerek onlara bu şekilde yaklaşılması öğretilmek­tedir (âyet: 60-82).

12. Zülkarneyn'in üç toplumla karşılaştığı, üçünün de sosyal yapısı ve ihtiyaçları farklı olduğu için onlara farklı davrandığı anlatılarak siya­set ve eğitim bilimine altın kurallar kazandırılmıştır. Her taraftan saldı­ran Ye'cüc ve Me'cüc'e karşı durabilmenin yolları öğretilirken, beyin ile gönül denen iki dağın arasının akıl, bilgi ve iman ile kapatılması günde­me getirilmiştir. Bütün bunlar, geçmişte olmuş bitmiş birer tarihî olgu olarak değil de evrensel boyutta alınabilecek bir tarzda anlatılmıştır (â-yet: 83-98).

Kehf sûresinde anlatılan dört olgu ile, iman, ahlâk, eğitim ve siya­set alanlarına önemli ilkeler kazandırılmıştır. [42]

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/427-428.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/429-434.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/434-437.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/438-440.

[5] Râzî, age, XV, 108.

[6] Râzî, age, XV, 109.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/440-442.

[8] Râzî, age, XV, 110.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/442-445.

[10] Tâcü'1-Arûs.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/446-455.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/456-467.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/468-472.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/472-475.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/475-477.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/477-478.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/479-482.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/482-486.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/486-489.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/490-492.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/493-494.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/495-498.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/499-503.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/503-505.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/505-510.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/510-513.

[27] bkz. Zemahşerî, age, II, 488; Râzî, age, XV, 205

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/514-517.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/517-518.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/518-520.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/521-525.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/525-529.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/13-19.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/19-26.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/27-33.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/33-39.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/40-43.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/44-57.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/57-63.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/64-65.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/66-68.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/69-71.