Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Kur'an'ın Özellikleri Ve İndiriliş Gayesi:
Allah'a Karşı Yalan Söyleyen İçin Üzülmeye Değmez:
Gençlerin Yaptığı Dua Kabul Edildi:
Ashâb-I Kehf Allah'ın Âyetidir:
Mağaraya Sığınmanın Ana Amacı:
Bir İş İçin İnşâallah Demenin Önemi:
İman Edip İyi İş Yapanların Ödülü:
Üstünlük Taslayan Kendine Yazık Eder:
Kıyametin Kopması Ve Âhiret'ten Bir Sahne:
Şeytan Ve Zürriyeti Dost Edinilemez:
İnsan Çok Tartışan Bir Varlıktır:
"Sarf/Tasrîf"
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
İnsanın İmanını
Engelleyen Nedir?
Zalimler Hidayeti
Bulamazlar, Zulüm De Helak Sebebidir:
Hz. Musa Ve Gencinin Yolculuğu
Ledûnnî İlme Sahip Kul İle Karşılaşma
Karn" Kelimesinin Kur'ân'daki Manalan
İman Edip İyi Amel İşleyenlerin Durumu
Tevhıd İnancının Temel İlkeleri
Kehf Suresinden Çıkarılan İlkeler
Hz. Peygamber'in Mekke döneminin son yılında, yani hicretten
önceki yılda inen bu sûre, adını 9. âyette geçen ve mağara anlamına gelen
"Kehf' kelimesinden almıştır.
110 âyetten meydana gelen bu sûre, insanlık için,
sosyal hayat, âhiret hayatı ve inanç dünyası için önemli ilkeleri bağrında
barındırmaktadır.
Hamd ile başlaması bakımından En'âm sûresine bağlı, kitap
kelimesini başa almakla Bakara, Âl-i İmrân, A'râf, Yûnus, Hûd, Yûsuf, Ra'd,
İbrahim, Hicr sûrelerinin devamı mahiyetindedir. Altıncı âyeti ile Şûra
sûresini müjdelemekte, 45. âyeti itibariyle de Hacc sûresine işaret
etmektedir. Şeytanın secde etmemesi konusu ile de Bakara, A'râf ve İsrâ
sûresine bağlıdır. Pek çok konusu ile Kehf sûresi, diğer sûrelerle bir dantel
meydana getirmektedir.
Dünya hayatına bütün benliği ile bağlanma ile dünya
hayatına sırtını dönme gibi iki karşı davranışı örneklerle anlatan bu sûre,
Yüce Allah'ın insanlara sunduğu bütün güzellikleri imtihan için sunduğuna
dikkat çekmektedir.
Bu sûrede Ashab-ı Kehf, yani "mağara
insanları" veya "mağara arkadaşları" ile ilgili konu
anlatılırken, öldükten sonra dirilme, değişim ve maddî değerlerin izafiliği,
yani zamana göre göreceliliği de işlenmektedir.
Hz. Mûsâ ile kendisine ledünnî bilgi verilen, ama ismi
belirtilmeyen kişinin yolculuğu işlenirken olayların veya olguların görüntüsü
ile taşıdıkları sırların sezgisel manada kavranması, sabır ve öğretimde
öğretmen-öğrenci ilişkileri incelenmektedir.
"Çift boynuzlu" anlamına gelen Zülkarneyn
öyküsü işlenirken, tehlikeli insanların toplumlara nasıl sızıp tüm ahlâkî
değerleri, her alandaki dengeleri nasıl tahrip ettikleri, câhil insanların
onlara niçin karşı koyamadıkları, bir eğiticinin onları nasıl koruma altına
alacağı meselelerine ışık tutulmaktadır.
İnsanların neden yoldan çıktıklarını açıklayan bu
sûre, iman edip iyi amel işleyenlerin ödülünü gündeme getirmektedir.
Yüce Allah'ın bilgisinin sonsuzluğunu bir örnekle
anlatan sûre, şirki yasaklamakta, Allah'a giden yolun tevhid inancı ile
başladığını ve Hz. Peygamber'in bir beşer olup Allah'tan vahy aldığını
açıklayarak bitmektedir.[1]
Rahman Ve
Rahim Olan Allah'ın Adıyla
1. Bütün
övgüler, kuluna kitabı indiren ve ona hiçbir eğrilik koymayan Allah 'a aittir.
2. O'nu
dosdoğru bir kitap olarak indirdi ki Allah'ın katından gelecek şiddetli azaba
karşı uyarsın ve iyi işler yapan mü 'minlere de, kendileri için güzel bir ödül
bulunduğunu müjdelesin.
3. Onlar
sürekli olarak o ödül içinde bulunacaklardır.
4. Ve Allah
çocuk edindi diyenleri de uyarmak için.
Ayetlerin açıklamasından bazı genellemelere ulaşmamız
mümkündür.
1.
"Bütün övgüler Allah'a aittir."
Ayetin bu kısmına bakınca, İsrâ sûresinin son 111.
âyetinin devamı olduğu anlaşılacaktır. Sanki İsrâ ile Kehf bölümlere ayrılmadan
devam etmektedir.
Yüce Allah, kâinat ve onun içindeki varlıklar, özel
anlamda insan için yaptıklarından dolayı hamdedilmeye, övgüye layıktır. Çeşitli
âyetlerde neleri yaptığından dolayı hamdedileceği açıklanmaktadır. Bunlardan
birkaç tanesini burada anabiliriz:
a) Âlemlerin
Rabb'i olduğu için hamde layıktır (Fâtihâ 1/2).
b)
Gökleri ve yeri yarattığı, karanlıkları ve
aydınlığı varettiği için övgü Allah'a aittir" (En'âm 6/1).
c)
Çocuk edinmeyen, egemenliğinde ortağı
bulunmayan, âciz olmadığı için bir yardımcıya da ihtiyacı olmayan Allah övgüye
layıktır (İsrâ 17/111).
d) Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyette de Yüce Allah, gerçekleştirdiği eğitim faaliyeti ile
insanlara yaptığı rehberlik gereği övgüye layık olduğunu gündeme getirmektedir.
Demek ki O, yapılanlarla ya da yaptıkları ile
övülmesini istemektedir.
2. "O
ki, kuluna kitabı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. Onu dosdoğru bir kitap
olarak indirdi."
a) Yüce
Allah, kulu olan Hz. Muhammed'e kitabı indirmiş olmasını Kendisine hamd
edilmesi için yeterli bir sebep olarak sunmaktadır.
İlâhî eğitimin, "kitap okulu" yani kitabı
merkeze alan eğitimi benimsediğini Bakara 2'de anlatmıştık. Geniş açıklama
için oraya bakılabilir.
b)
Yüce Allah kitabı indirmekle kalmadı, ona
hangi özellikleri verdiğini de açıkladı. "Ona hiçbir eğrilik
koymadı." Burada "eğrilik" diye manalandırdığımız 'ivec
kelimesinin açıklaması İbrahim
3'te yapılmıştır. "Eğrilik, çarpıklık,
zorluk, karışıklık, yolu karıştırma, yoldan çıkma, saptırma"
anlamına da gelen 'ivec kelimesi, Kur'ân'da kitap (Zümer 39/28), Allah'ın yolu
ve davetçi için kullanılmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette bu kelime, Kur'ân'm
açık ve net olduğuna, dolaysız ifadelerle örülü olduğuna, içinde eğrilik ve
kapalılık olmadığına, her türlü bulanıklıktan, tutarsızlıktan uzak olduğuna,
kendisinde ihtilaf bulunmadığına işaret etmektedir.
Başka âyetlerle bu kelimeyi manalandırabiliriz:
a)
"Hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan
başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulurlardı"
(Nisa 4/82).
b)
"Andolsun Biz Kur'ân'1 düşünmeleri için kolaylaştırdık; düşünen var mı?"
(Kamer 54/17).
c)
"Bunlar, kitabın, apaçık Kur'ân'ın âyetleridir" (Hicr 15/1). 'İvec
kelimesinin zıddı, apaçık anlamına gelen mübîndir.
Demek ki 'ivec, ihtilaf ve zorluğu ifade etmektedir.
İşte Yüce Allah kolayı, ihtilaf olmayan, pürüzü bulunmayan, eğriliği olmayan
bir kitabı indirmiştir.
İhtilafsız, pürüzsüz, içinde kapalılık bulunmayan bir
kitabı kimsenin yazamayacağına dikkat çekmek için âyette bu kavrama yer
verilmiştir.
'İvec kelimesinin manasını, bir sonraki âyet, yani
Kehf 2 vermektedir. "Dosdoğru, başkasının yararına olan şeyleri yerine
getiren" anlamına gelen kayyimen kelimesi 'ivecin manasını vermektedir.
Demek ki 'ivec, "doğru olmayan, işe yaramayan" anlamına da
gelmektedir. Kayyimen kelimesinin manasını başka âyetlerle verebiliriz:
a)
"Onda hiçbir şüphe yoktur" (Secde
32/2). Şüphe edilmeyen kitap, kayyimen olabilir. Şüphe olan kitap
"dosdoğru", yani kayyimen sıfatına sahip olamaz.
b)
"İnsanlara doğru yolu gösteren" (Bakara 2/185); "Muttakîler için
bir yol göstericidir" (Bakara 2/2).
Tüm insanlığa, özelde takva sahiplerine rehberlik
yapıp yol gösterdiği için, başkasını kemâle erdirmekte olması bakımından ve
içinde şüphe bulundurmamasından dolayı Kur'ân kayyimendir.
Böylece Kur'ân'ın iki önemli özelliği ortaya
çıkmıştır: "Eğriliği olmayan" ve "dosdoğru bir kitap".
Neticede Yüce Allah'ın, eğitiminin merkezine neden kitabı. Kur'ân'ı koyduğu
ortaya çıkmaktadır.
4. "Allah'ın
katından gelecek şiddetli azaba karşı uyarsın ve iyi işler yapan mü'minlere de.
kendileri için güzel bir ödül bulunduğunu müjdelesin diye."
Yukarıda nitelikleri belirlenen kitap yani Kur'ân'ın
iki görevi de burada gündeme getirilmektedir. Kur'ân'ın bu âyette tesbit edilen
görevleri ikidir:
a) Allah tan
gelecek olan azaba karşı önceden uyarmak suretiyle insanları yanlıştan
caydırmak. Tehlikeyi önceden haber vermek, "hangi davranışların sonu
azapla bitecektir" meselesinde önceden uyarıda bulunmak Kur'ân'ın
görevidir: "Gerçek şu ki Biz sizi yakındaki bir azaba karşı
uyarmaktayız" (Nebe' 78/40).
"Allah'tan gelecek" olarak diye
manalandırdığımız ledünhü kelimesi "O'nun katından, O'ndan
kaynaklanan" anlamına gelmektedir.
Dikkat edilirse uyarıcı, Kitâb'ın, yani Kur'ân'ın tâ
kendisi olmaktadır. Kur'ân, canlı bir varlık gibi konuşmakta, gelecekteki
azabı haber vererek uyanda bulunmaktadır. Kur'ân'ın uyarıcı niteliği, doğrudan
onu alıp insanlara tebliğ etmekte olan Hz. Peygamber'e intikal etmekte, o da
"yaşayan bir Kur'ân" olarak Kur'ân'ın bu uyarıcı özelliğine bürünmektedir.
b) İyi işler
yapan mü'mirilere de, kendileri için güzel bir ödül bulunduğunu müjdelemek.
Uyarısından sonra Kur'ân, iman edip iyi işler
yapanlara da özel anlamda verilecek ödülü müjdeleme görevini yerine
getirecektir.
Bunu şu şekilde açıklayacağız: Hiçbir amel
kaybolmamaktadır. Her amelin mutlaka bu dünyada veya âhirette bir karşılığı
vardır.
Bu sonuçların, karşılıklarının neler olduğunu Kur'ân
açıklamaktadır. Hangi amele, hangi karşılık verileceğini Yüce Allah Kur'ân
vasıtasıyla bildirmektedir. Kötü karşılıklara layık olan kötü ameller için
uyarı; ödül kazanacak olan amellerin sahiplerine de müjde verilmektedir.
İşte Kur'ân'ın Hz. Peygamber'e verilmesinin iki ana
amacı bunlardan ibarettir. Demek ki, ilâhî eğitimin öne çıkan öğretim
metodlarından ikisi "uyarı ve müjde"dir. Bazı âyetlerde müjde önce,
uyarı sonra gelirken Kehf 2'de uyarı önce, müjde sonra gelmektedir. Kur'ân'ı
insanlara öğreten, onu hayata geçirebilmenin eğitimini veren din âlimi ve
görevlileri bu metodları uygulayıp Kur'ân'ı konuşturabilmeleri için onu iyi
bilmeleri ve yaşamaları gerekiyor.
5. "Onlar uzun
sürekli olarak ödül
içinde bulunacaklardır."
İman edip iyi amel işleyenlerin ödülü süreli olarak, o
ödülün içinde kalmak şeklinde gerçekleşeceklerdir.
Ayette geçen mâkisîn kelimesi, "bir yerde durup
eğlenmek, beklemek"; iş için kullanılınca "aceleye getirmemek"
anlamına gelen mekese fiilinden türemiştir. Mekis kalıbı, "vakar ve temkin
sahibi" manasını ifade etmektedir. Meks ise "bir yerde ikamet
etmek" demektir.
Bazıları "sonsuza kadar orada kalacaklardır"
manasını vermişlerdir. Sonsuzluk Allah'a mahsus olduğu için, bu kelimeye
süreli olarak anlamını vermek daha doğru olacaktır.
6. "Ve
Allah çocuk edindi diyenleri uyarmak için"
Bu konu İsrâ 40 ve 11 l'de, Mâide 18'de ve
Tevbe 30'da açıklandı.
Yüce Allah, "Allah çocuk edindi"
diyen Yahudi, Hıristiyan ve A-rapları uyarmak için Kur'ân'ı göndermiştir. İki
uyarının ortasında bir müjde yer almaktadır. Bu görevi ile Kur'ân geçmişteki
sapık inançları, şirke götüren anlayışları temizlemek, onları ortadan kaldırmak
amacını yerine getirmektedir.
Bu inançlar temizlenmeden tevhid inancını
gönüllere yerleştirmek mümkün değildir. Kendinde eğrilik olmayan ve dosdoğru
olan kitap, yani Kur'ân, gönüllerdeki eğri inançları dosdoğru yaptığı için bu
niteliklerle donatılmıştır. "Allah çocuk edindi" diyerek hem kendi
gönüllerini kirleten hem de bu kirliliği başkalarına bulaştıran insanları bu
hastalıktan kurtarmak gerekiyor. Kur' ân bu inancının çirkinliğini göstererek
uyanda
bulunmaktadır.[2]
5.
Bu hususta ne kendilerinin ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur.
Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor! Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar.
6.
Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntüden kendini helak
edeceksin.
Ayetlerin analizinden çıkaracağımız
ilkeler vardır:
1. "Bu hususta ne kendilerinin ne de atala-rının hiçbir bilgisi
yoktur."
Demek ki, "Allah çocuk edindi"
iddiası, eskiden İsrâiloğulları arasında ve Araplarda başlamış, Hz. Peygamber
zamanına kadar geleneksel bir inanç olarak süregelmiştir.
Ama âyet bu inancın, bu ağır söylevin,
temelinde bilgi olmadığını söylemektedir.
Söylenen bir şey mutlaka bilgiye
dayanmalıdır. Bilgi ile ağızdan çıkan söz arasında bir bağ olmalıdır. Bilgiye
dayanmayan söz köksüz ağaç gibi yıkılmaya mahkûm bir yalandır.
Onların ataları da kendileri de konuştukları
konuda bilgi sahibi değillerdi. İşte böylece Yüce Allah, bilgi ile inanç
arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir.
2. "Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor! Onlar yalandan başka bir söz
söylemiyorlar."
Bilginin olmadığı söz ya da kaynağında
bilginin bulunmadığı söz, hacmi büyük ama içi çürük olan bir sözdür. Dikkat
edilirse Yüce Allah "ağızdan çıkıyor" diyor, yani onun beyin veya
gönülle alakası yoktur. Onların köksüz, temelsiz, dayanaksız olduğu böylece
ortaya çıkmaktadır. Bu söz de "yalan" vasfını kazanmaktadır. Yalanı
da Allah'a karşı söylüyorlar.
Ağızlarından çıkan sözün ağırlığı nedir?
diye bir soru soruluyorsa bunun cevabını Meryem 88-89. âyetlerle verebiliriz:
"Rahman çocuk edindi, dediler.
Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız." "Ağır söz",
"çirkin söz" anlamına gelmektedir. Âyetin kendi içinde bu soruya
cevap verilmektedir. "Yalan söz", "ağır söz"dür. Yalan ve
çirkin olan bu sözün ağırlığı ne kadardır? Sözün ağırlığını ne metre ne de
gramla ölçebiliriz. Onun ağırlığını, Yüce Allah Meryem 90'da belirlemektedir:
"Bu sözden dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar
yıkılıp düşecektir." İşte bu âyet, Allah çocuk edindi
sözünün ne kadar ağır olduğunu
anlatmaktadır. Bu sözün, kâinatı yıkacak nitelikte bir bomba ağırlığında
olduğu anlaşılmaktadır.
İlimleri olmaması meselesini de Mü'minûn
117. âyetiyle açıklayabiliriz: "Her kim Allah ile birlikte diğer bir
tanrıya buna dair hiçbir delili olmamasına rağmen taparsa, o kimsenin hesabı
ancak Rabb'inin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz."
Demek ki, Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf
5'te yer alan 'ilin kelimesi, Mü'minûn 117'de "burhan" olarak
geçmektedir. İlim demek, "delil" demektir. Delil de ilimdir. Öyle
anlaşılıyor ki, "şirk", delilsiz ve bilgisiz ortamlarda kendini
göstermektedir. Bilgi veya delilin olduğu yerde şirk barınamaz. O zaman biz
insanları bilgilendirdikçe, şirk ile mücâdele etmiş oluruz. Bilgi ve delil,
şirkin can alıcı düşmanı olduğundan, şirkin zehrini onlarla giderebiliriz.
3.
"Herhalde sen, onlar bu
söze inanmıyorlar diye, arkalarından üzüntüden kendini helak edeceksin."
a)
Ayette geçen bâhı'
kelimesi, "boyun eğmek";
nefisle kullanılınca
"üzüntüden öldürmek, mahvetmek,
ikrar etmek, itaat etmek", "suyu
görünceye kadar kuyu
kazmak, hasta etmek, öğüt vermek" manasına gelen beha'a
fiilinden türemiştir.
Bu kelime, "bir şeyi tüketmek,
yormak" anlamında da kullanılmaktadır. Bu kelime Kur'ân'da iki âyette
geçmektedir: Birisi yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 6; diğeri de Hz.
Peygamber'in psikolojik durumunu anlatmaktadır (Şu'arâ 26/3).
b) "Arkalarından." Hz. Peygamber, Kur'ân'a ve tevhide inanmayan
müşriklerin ardından çok üzüntü duyuyordu.
Kendisi için değil de başkaları adına
üzülmesi, kendini helak edecek kadar acı duyması, erdemin doruk noktasını
teşkil etmektedir. Hz. Peygamber'in bu erdemini, başkası adına üzülmesini bize
anlatarak Yüce Allah, peygamber ahlâkını öğretmektedir.
Üzüldüğünü yüzlerine karşı değil de
arkalarından yapmak da işin başka bir doruk noktasını göstermektedir.
c) "Bu söze inanmıyorlar diye."
"Söz"den kasıt Kur'ân, yani
ilâhî mesajdır. Hz. Peygamber, kâfirlerin veya "Allah çocuk edindi"
diyen Yahudi, Hıristiyan ve müşrik A-raplann şirk koştuklarını haber veren
Kitaba inanmamalarından dolayı derinden üzüntü duyuyordu.
Günümüzde din âlimi ve görevlileri Kur'ân
adına kâfirler için bu üzüntüyü duymalıdırlar. İlâhî mesajdan nasibini
alamayanlara üzülmek, mü'minlerin ne kadar geniş gönüllü olduklarını ifade
edecektir.
Duyacağımız bu üzüntü kendimizi heder
edecek derecede olmamalıdır. Bu üzüntüyü, memleketi için faydalı bir projeyi
üretip, onu engellerden dolayı hayata geçiremeyen insanlar, yöneticiler, bilim
adamları da duymalıdır.
Başkasının düştüğü kötülük batağından
dolayı üzülmeyen, uğradığı iyilikten dolayı sevinmeyen kişi münafıklık
işaretleri taşımaktadır, "Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer.
Ve eğer başına bir musibet gelirse, iyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız
derler ve böbürlenerek dönüp giderler" (Tevbe 9/50).
Demek ki Kehf 6 ile Şûra 3, saf bir imana
sahip olan, münafıklık işareti bulunmayan bir insanın psikolojik yapısını ve
davranışını anlatmaktadır. Diğer taraftan âyetten şunu da çıkartıyoruz:
Başkası adına ü-zülmenin de bir sınırı olmalıdır.[3]
7.
Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların
hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim.
8.
Biz elbette yerin üzerindekileri kupkuru bir toprak yapacağız.
Yüce Allah, yaratıp öldürmesinin amacının
insanları imtihan etmek olduğunu hem bu âyetlerde hem de Mülk 2'de söylemektedir.
1. "Biz yeryüzündeki şeyleri kedisine süs olsun diye
yarattık""
lehâ "kendisine"' ifadesinden
kasıt yeryüzüdür. Yüce Allah yeryüzünde yarattığı tüm şeyler bir süs
niteliğindedir. Dünya hayatının kendisi de bir "süs"tür. Kısaca
dünya da, yaratılanlarla dünya hayatının kendisi de süs niteliğindedir.
"Bilin ki dünya hayatı
ancak bir oyun. eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat
sahibi olma isteğinden ibarettir" (Hadîd 57/20).
İçindeki tüm yaratıklar süs olunca,
onlarla beraber sürdürülen hayat da süs olmaktadır. Buradaki, yani yorumunu
yapmakta olduğumuz Kehf 7'de ki "süs" kelimesinin bir anlamı da
"çekici" olmasıdır. Çekici olan her şey, insanı aldatma niteliğine
sahiptir. Aldatıcı olan çekici bir süs de insanın imtihanında bir soru olarak
kullanılmaktadır.
Dünyanın süsü, davranış için imtihan
sorusu olunca, insana ne denli etki ettiği, duygu, inanç ve gönül boyutunu ne
derece şekillendirdiği ölçülmektedir.
2. "Onların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim."
Ayette geçen '^JÂ ahsen "daha
güzel" ifadesinden, Yüce Allah'ın bu imtihanı, daha güzel olanı belirlemek
için yaptığı ortaya çıkmaktadır. Davranışın bir güzeli, bir de en güzeli
vardır. Güzel davranışı herkes sergileyebilir ama en güzel olanını herkes sergileyemez.
Davranışlarda gelişimin imtihanlarla belirlendiğini vurgulayan bu âyet, en
güzelin tesbit edilmesiyle güzeli de ortaya çıkarmış olmaktadır. Güzelin
bilin-mesiyle de âdî davranış tesbit edilmektedir.
İşte Kur'ân eğitimi en âdî davranıştan
alıp en güzeline gidişin yolunu ve gerçekleşmesini amaç edinmektedir.
Mülk sûresinin 2. âyetinde de yoklukla
varlığı yaratmasının amacını yine "kimin daha güzel davranacağını
belirlemek" için bir imtihan konusu yaptığına dikkat çekmektedir.
Demek ki en güzel davranış şekli, dünyanın
süsüne kapılmayan, onu kendine değil, kendini ona hâkim kılan davranıştır.
3. "Biz elbette yerin üzerindekileri kupkuru bir toprak
yapacağız."
Bu âyetle Yüce Allah, dünyanın süsünün
geçici olduğunu, geçici olana aşırı bağlanmanın yanlış olacağını öğretmektedir.
Görünen süs, bir gün gidecektir. Yüce Allah o süsü kupkuru bir toprak haline
dönüştürecektir. Böylesine güzelliğini kaybedip çirkinleşen bir şeye tanrı
derecesinde bağlanmanın hata olacağı vurgulanmaktadır.
Allah'ın mesajına, vahyine, kitabına
inanmayan insanların, süse aldandıklarına işaret edilmektedir.
Dünya malına aşırı derecede bağlanan, onun
kendisine hakim olmasına neden olan kişiler, dünyevî nimetleri
tanrılaştırdıklarından, Allah'ın mesajına imanı tanrılarına kurban etmektedirler.
Yüce Allah önce Hz. Peygamber'e, sonra da bütün nesillere böylesi insanlara
üzülmeye değmeyeceğini söylemektedir.
Ayette geçen sa'îdâ kelimesi,
"yeryüzü toprağı, yüksek yer, geniş" anlamına gelmektedir, (yj?
cüruzâ da "üzerinde bitki olmayan, kupkuru, kıraç" demektir.[4]
9. Yoksa sen, sadece Kehf ve Rakım
sahiplerinin, bizim şaşılacak âyetlerimizden olduğunu mu sandın?
Bu âyetin nüzul sebebi olarak bazı
rivayetler nakledilmektedir. Bu rivayetleri uzun bir şekilde burada nakletmeyi
uygun bulmuyoruz. Ancak bu âyetin. Hz. Peygarnber'e sorulması istenen bir
sorunun cevabı olarak gönderildiği şeklindeki haberi doğru buluyoruz. Hz.
Peygam-ber'in, peygamber olup olmadığını tesbit etmek için Yahudi âlimlerinden
bilgi istenmiş: onlar da Hz. Peygamber'e şu üç şeyin sorulmasını istemişler:
a)
Asırlar önce kaybolan gençlerin
(Ashâb-ı Kehf in) durumunu sorun.
b) Doğu-batı, her yere ulaşabilen o seyyahın olayını sorun.
c) Ona ruhu ve ruhun ne olduğunu sorun. Eğer bunlara cevap vere-bilirse,
bilin ki peygamberdir.
Kureyş Hz. Peygamber'e gelip bu
sorulan sordular. Bunun üzerine İsrâ 85. âyet ruhla ilgili olarak indirildi.
Kehf süresindeki Ashâb-ı Kehf olgusu ile ilgili de bu âyetler inmiştir.[5]
Bunu anlattıktan sonra âyetin analizine
geçebiliriz:
1. "Yoksa sen,
sadece Kehf ve Rakîm sahiplerinin, bizim şaşılacak âyetlerimizden olduğunu mu
sandın."
Öncelikle âyette geçen iki kavramı
açıklayalım: el-kehf, "dağdaki büyük ve geniş oyuğa, yani mağara"ya
denmektedir, er-rakîm kelimesinin anlamının üzerinde âlimler tartışmışlar; Ka'b
ve Süddî, "Ashâb-ı Kehf in çıkıp gittikleri memleketlerinin adı"
olduğunu söylemektedir. Bu görüşü İkrime, İbn Abbâs'tan nakletmektedir. Sa'îd
b. Cübeyr ve Mücâhid ise, Rakîm'in "Ashab-ı Kehf in isimlerinin üzerinde
yazıldığı bir taş levha" olduğunu söylüyorlar.[6]
Bunlardan hangisi doğrudur? Sorunun
cevabını yine Kur'ân'dan bulmak zorundayız. Mutaffıfîn 20'de İjiy. L&S
kitâbün markûm "yazılmış kitap" ifadesi yer almaktadır. O zaman
rakîm kelimesinin de "yazmak" anlamını ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Demek ki, yukarıda nakledilen ikinci görüş doğrudur ve Ashâb-ı Kehf in
isimlerinin yazılı olduğu levha anlamına gelmektedir.
Peki bu insanların mağarada ne işleri
vardı? Yoksa bu sûredeki olgunun temsili bir anlamı mı vardır? Ya da bu olgu
sadece tarihte yaşanmış bir menkıbe olarak mı kalacak? Olay, günümüze nasıl
bir ışık tutmalıdır?
Bu soruları cevaplandırırken şu gerçeği
göz önünde tutmamız gerekiyor: Ashâb-ı Kehf, Allah tarafından
gerçekleştirilen, âyet denen bir olgudur. Yani o, insanlardan ziyade Allah'ın
bir uygulaması, bir deneyi, bir âyeti veya bir kanunu olmaktadır. Bu olguda
Allah'ın irâdesini, takdirini, planlamasını ve uygulamasını görmeden açıklama
yapılamaz ve yapılsa da açıklama yanlış olur.
Ashâb-ı Kehf olgusunu Allah
gerçekleştirdiğine, onun bir âyeti olduğuna göre, amacının ne olduğunu da
olgunun anlatımı sırasında bulmaya çalışacağız. Yorumunu yapmakta olduğumuz
Kehf 9'da min âyâtinâ "âyetlerimizden" denmesi, onun bir ilâhî
uygulama olduğuna delil teşkil etmektedir.
9. âyetten şunu çıkartıyoruz, Yüce Allah
Ashâb-ı Kehf denen bir olguyu bizzat Kendisi gerçekleştirmiştir. Onun için bu
olay, Allah'ın âyetlerinden biridir. Ancak, bundan daha çok şaşılacak âyetleri,
uygulamaları, gerçekleştirdiği olguları vardır. Mesela: Önceki iki âyeti ele
alırsak, Yeryüzünü süsleyip sonra onu çıplak toprak haline çevirmesi, Ashâb-ı
Kehf ten daha büyük bir olgudur. Bunu böyle düşündüğümüz zaman, neden
"Kehf 7-8. âyetlerden hemen sonra Ashâb-ı Kehf i konu eden 9. âyet
gelmiştir?" sorusunun cevabını bulmuş olabiliriz.[7]
10. O gençler mağaraya sığınmışlar ve
Rabb'imiz: Bize tarafından rahmet ver ve bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş
yolu hazırla! demişlerdir.
Mağaraya giren gençlerin bu duasından
çıkaracağımız neticeler o-lacaktır:
1. "O gençler mağaraya sığınmışlar."
a) Mağaraya sığınma olgusuna, Hz. Peygamber'in Hirâ mağarasına çıkıp
orada düşünmesi olgusundan bakmamız gerekiyor. Hz. Peygamber neden Hirâ
mağarasına çıkıyordu? Bu sorunun cevabını verirsek veya verebilirsek, o
gençlerin neden mağaraya sığındıklarını görebilir ve anlayabiliriz.
Hz. Peygamber Hirâ mağarasına, çürüyen,
yozlaşan, bütün ahlâkî değerlerini kaybeden, hak ve özgürlükleri çiğneyen,
güçlünün hüküm sürdüğü ve aşiret hayatı yaşayan toplumun sorunlarını düşünmek,
onlara bir çıkış kapısı bulup ıslah etmenin yollarını bulmak için çıkıyordu.
Toplumdaki yozlaşma ve
dengesizlik, onu oraya itiyordu ama bir taraftan da tek tanrı inancı onu araya
çekip Allah'ı düşünmesini sağlıyordu. Şirkin kol gezdiği Mekke toplumundan bir
an olsun kurtulup Allah'ı düşünüp tevhid inancına bir çıkış yolu özlemi onu
oraya çekiyordu.
Bunları, kendini toplumdan ayırarak,
soyutlayarak, tecrid ederek, beyni ve gönlü ile çözmeyi uygun buluyordu.
Şimdi bu açıklamanın gözlüğü ile Ashâb-ı
Kehf olayını yaşayan gençlerin durumuna bakabiliriz. Bakınca da şunu görürüz:
Onların da, bozulan, yozlaşan ve çekilmez hale gelen sosyal hayattan bir kaçış,
onları çözmek için bir çıkış kapısı bulmak için mağaraya sığındıklarını
anlayabiliriz.
b)
Mağaraya sığınmaları, tabiat
şartlarının zorlaması ile değil de, sosyal şartların zorlaması neticesi
olmuştur. Hirâ mağarası bizim için bir okul niteliği taşıdığı gibi, Kehf denen
mağara da bir okul özelliğini taşıyordu ve taşımaktadır. Ama mağara denen bu
okullar aynı zamanda zikir denen düşünme ibadetinin yapıldığı bir ma'bed
görevini de görmekteydi.
c)
Sığınma eylemini gençlerin
gerçekleştirdiği, cümlenin yapısından anlaşılmaktadır. Genelde mağaralar
dağlarda olur. Peygamberlerin hayatında dağların çok büyük önemi vardır. Cûdî
dağı, Tûr dağı, Nûr dağı, Arafat dağı bunlar arasında sayılabilir.
Netice olarak diyebiliriz ki Kehf denen
mağaraya sığınan gençlerin eyleminde bir kaçış ve bir de çekiş olayı vardır. Bu
olaylarda toplumdan kaçışı, Allah'ın çekişi net olarak görülmektedir.
2. "Ve Rabb'imiz: Bize tarafından rahmet ver ve bize (şu)
durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla demişlerdir."
a) "Bize tarafından rahmet ver" derken ilmin ledünnîsi olduğu
gibi (Kehf 18/65) rahmetin de ledünnî olanının varlığı anlaşılmaktadır (Âl-i
İmrân 3/8). Duanın rahmet isteyen kısmından, Mağaraya sığınan gençlerin
"ledünnî rahmef'ten, yani rahmetin Allah katından geleceğinden de
bilgileri vardı, demektir. Böylece onların daha önceden din eğitimi aldıkları
ortaya çıkmaktadır. Çünkü aynı şekilde rahmeti dilemek de Müslümanlardan
istenmektedir.
Râzî, buradaki rahmetin ne anlama
geldiğini şöyle açıklamaktadır: Rahmet, ma'rifetullâh'a (Allah'ı bilmeye),
sabra, rızka ve düşmandan emin olmaya iletilmeleridir[8].
Râzî'nin bu yorumuna katılmamak elde
değildir. Ülkede ya da yaşadıkları şehirde inkârın, şirkin fitnenin kol
gezmesi nedeniyle dinlerini, inançlarını kurtarmak amacı ile mağaraya sığınıp
bu rahmet duasını yapmaları, onların ne denli rahatsız olduklarını ifade
etmektedir. Bu bir çeşit hicreti gerçekleştirmektir. Hz. Peygamber Mekke'den
Medine'ye niçin hicret etti? Hem dinini hem de canını kurtarıp tebliğ yani
öğretim faaliyetini sürdürebilmesi için hicret etmiştir. Mekke'de fitne kopmuş,
inkâr düşmanlığına dönüşmüş, artık kurtuluş hicrete kalmıştı.
Kehf denen mağaraya sığınan
gençler de, dinlerini ve canlarını kurtarmak için bir çeşit hicret etmişlerdi.
Ayette geçen min ledünke ifadesini Râzî. rahmetin büyüklüğü, onun Allah'ın
lütuf ve cömertliğine uygun olması şeklinde yorumlamıştır.
b) "Ve bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla." Ayette
geçen ^* heyyi' kelimesi kök itibariyle, "bir işi gerektiği şekilde
hazırlamak, düzeltmek, kolaylaştırmak, tasavvur etmek" manasına
gelmektedir.
Yüce Allah'tan rahmet istedikten sonra,
işlerinin düzeltilmesini de istemektedirler. İşin düzeltilmesi için bilgi ve
bilinç istiyorlar. Onların işi neydi? Mücâdele edemedikleri toplumdaki fitneden
dolayı hicret edip mağaraya sığınmaları idi. Bunun çözümü için Allah'tan bilgi
ve bilinç istiyorlardı. Bu da onların işinin kolaylaşması, düzeltilmesi,
çözülmesi demekti.
Ayette geçen raşedâ kelimesi, "çıkış
yolu, kurtuluş reçetesi, başarı, kolaylık" anlamına gelir. Bu kelime raşîd
kalıbında alınınca "aklı başında" demek olur.
Demek ki bu gençler "rüşd"
kavramını da bilecek bir kültüre sahiptiler. En ilginç tarafı, hem rahmetin
hem de sorunların nihâî çözümünü Allah'ın gerçekleştireceği bilgi ve inancına
sahip olmaları idi.
Şimdi mağara ile bu duanın ilişkisine bakabiliriz:
Mağara bir okul, bir ma'bed olduğuna göre insanlar çözümü okulda, yani eğitimde
aramalıdırlar. Bozulan toplumun düzelmesi, okul denen müessese ile başlayacaktır.
Eğitimin yer almadığı bir ıslahat hareketi, kısa vadeli polisiye ve askerî
müdahalelerle sağlanacaktır.
Toplumun düzelmesini temin edecek olan
siyasi güç, eğitimden hareket ederek bunu gerçekleştirirse iyi netice
alacaktır. İşte bozulan toplumları düzeltmek için Yüce Allah vahy göndermek
suretiyle işi eğitimden başlatmaktadır.
Diğer taraftan mağara denen okula sığman
ve toplumun düzelmesi için çare arayıp Allah'tan yardım dileyenlerin genç
olması da kurtuluşun gençlerden başlaması gerektiğine bir işaret
niteliğindedir.
Eğitim gençleri, gençler de eğitimi
harekete geçirerek, topluma bir bilinç kazandırılacak ve böylece bozulmanın,
çürümenin önü alınacaktır. Bozulan toplumlar, çareyi gençlere bilinç
kazandırmada arayacaklardır. Okul onların sığınağı, Allah'tan yardım dileme de
esas ilkeleri olacaktır.
Demek ki Ashâb-ı Kehf olgusu insanlığa
bozulan toplumların düzelmesi için okul, eğitim, gençliğin bilinci ve ilâhî
yardımın gelmesinin gerekli olduğunu haykırmaktadır. Böylece bu olgu tarihî
olarak kalmayacak, tüm zamanların toplumlarına bunu öğretecektir.[9]
11. Bunun üzerine biz de o mağarada
onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (onları uykuya daldırdık).
12.
Sonra da iki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap
edeceğini görelim diye onları uyandırdık.
13.
Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten
onlar, Rabb'lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetini
artırdık.
14.
Onların kalplerini metin kıldık. O yiğitler (o ülkenin hükümdarı
karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabb'imiz, göklerin ve yerin
Rabb'idir. Biz O'ndan başkasına tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş
oluruz.
15.
Şu bizim toplumumuz Allah'tan başka tanrılar e-dindiler. Bari bu
tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. Öyle ise Allah hakkında yalan
uydurandan daha zâlim var mı ?
16.
(İçlerinden biri şöyle demişti) : Madem ki siz onlardan ve onların
Allah'ın dışında tapmakta oldukları
varlıklardan uzaklaştınız, o halde
mağaraya sığının ki,
Rabb'iniz size rahmetini yaysın
ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın.
Bu âyetlerin içeriğinden anlıyoruz ki,
Yüce Allah onların duasını kabul etti ve bu Ashâb-ı Kehf olgusu, bir hikaye
değil, gerçek olarak yaşanmış bir olgudur. Açıklamalardan bu ortaya çıkacaktır.
1. "Bunun üzerine Biz de o mağarada, onların kulaklarına nice yıllar
perde koyduk."
Bu âyet hakkında klasik tefsirler özet
olarak şöyle diyorlar: Allah onların kulaklarını uykuyla tıkadı. Muhammed Esed
de: "Allah onların hem gerçek hem de mecazî anlamda dış dünyanın telaş ve
kaygılarından uzak kalmalarını sağladı" demektedir.
Gençler, Yüce Allah'tan rahmet istemişlerdi,
Allah da onların kulaklarını, toplumun bozulmasını, inanç bakımından
sapıklıklarını anlatan haberlere karşı tıkadı, onları ondan uzak tuttu.
Aslında âyette "perde" anlamına
gelen bir kelime yer almamaktadır. Acaba darabe yani "vurmak" anlamına
gelen bu kelime'alâ cer harfi ile kullanılınca "eğitmek" anlamına
gelir mi? Yani Yüce Allah onlara toplumun durumunu çözmek için senelerce ilham
göndermesini bu şekilde ifade etmiş olamaz mı?
Acaba onların kulaklarını dış dünyaya
kapaması, onların istediği rahmet, yani çare olabilir mi? Müfessirlerin
söylediklerini kabul etmekle beraber, kulaklarına perde koymaktan ziyade,
"kulaklarına çözüm için ilham verdi, onları öğrenime tâbi tuttu"
manasını tercih etmekteyiz. Çünkü dış dünyaya kapalı olanlar, dış dünyadaki
problemleri çözemezler. Daha önce mağarayı bir okul olarak kabul edince,
okulda kulaklara perde vurulmaz, bilgi ve bilinç akıtılır.
'adedâ kelimesi, bu âyette de olduğu gibi
sinîn gibi sene, yıl anlamına gelen bir kelime ile kullanılınca, "sayılı
yıllar" anlamını ifade etmektedir. Demek ki, Yüce Allah mağara denen
okulda senelerce o gençleri yetiştirdi, onları bilgilendirdi ve dinlerini
savunacak hale getirdi.
2. "Sonra da iki gruptan hangisinin, kaldıkları müddeti daha iyi
hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık."
Bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler
olacaktır:
a)
Ayetin başında geçen l&u
be'asnâ kelimesi, aslında meşhur
anlamıyla "öldükten sonra dirilmek" demektir. Bu anlama ilaveten söz
konusu kelimenin "göndermek, atamak, kaldırmak, yeniden yaratmak,
oluşturmak, öne atılmak, dışarı atılmak ve yetiştirmek" manaları da vardır.
Şimdi bir önceki âyette yer alan fe darabnâ 'alâ âzânihim ifadesini,
"ilham verdi, öğretime tâbi tuttu" manasına alırsak, buradaki Uii;
be'asnâ kelimesine de "yetiştirdik" manasını verebiliriz. Öğretilen
insan ma'nen uyanıyor, bilinçleniyor, canlanıyor, yeniden hayata gelmiş gibi
oluyor; hatta gibisi yok, öyle oluyor.
b)
"Bilmemiz için." Yüce
Allah, burada onları çaresizlik durumlarından kurtarıp yetiştirilmelerini
neden gerçekleştirdiğini "bilme" anlamındaki kelimenin başındaki J
lâm harfi ile ifade etmektedir.
Yüce Allah her şeyi gerçekleştirmeden önce
de bilir, ancak bizzat kulları için ispat niteliğinde bunun gerçekleşmesini
bekler. Genelde Yüce Allah bir işi neden yaptığını Kur'ân'da anlatır; eylemin
amacını belirleyerek bir işi hayata geçirir. Bu metodunu ve anlatım tarzını
Kur'ân'in pek çok âyetinde uygulamaktadır. Örnek olarak bazı âyetlere
gidebiliriz:
i. "Senin yönelmekte olduğun kıbleyi, elçiye uyacak olanları,
topukları üzerinde geri döneceklerinden ayırt etmek için tayin etmiştik"
(Bakara 2/143).
ii. "Yoksa Allah, içinizden var gücü ile uğraşanları bilmeden ve
dayananları denemeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmrân
3/142).
iii. "Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim
diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir zinet yaptık" (Kehf
18/7).
iv. "Andolsun ki içinizden cihâd edenlerle sabredenleri
belirleyinceye kadar sizi imtihan edeceğiz" (Muhammed 47/31).
v. "Allah, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için yoklukla
varlığı yaratmıştır" (Mülk 67/2).
Bütün bu âyetlerde şu gerçeği görüyoruz:
Yüce Allah objektif yani tarafsız olarak bir işin gerçekleşmesini imtihan
ederek ispat etmektedir.
"Bir olay gerçekleşsin de ondan sonra
bileyim" anlamında değil de, "siz bu şekilde davranıyor veya
davranacaksınız" ilkesini, yani kendi bilgisini imtihanla ortaya çıkarıp
insanların gözünde doğrulamaktadır.
c) Ayette "iki grup" diye tercüme ettiğimiz JŞjî-\ el-hizbeyn
kelimesinin Muhammed Esed'in man al andırdığı gibi "iki bakış açısı"
anlamında alınmasını daha doğru buluyoruz. Bu iki bakış açısını, mağaradaki
gençler temsil ediyordu. Burada sosyolojik manada iki grup değil de, bilimsel
manada iki görüş açısı olduğuna dair delilimiz ne olabilir? Kehf in 19. âyeti
bu iki görüşü ele almakta ve bu görüşlerin neler olduğunu açıklamaktadır. Bizim
delilimiz de 19. âyet olmaktadır.
(ehsâ kelimesi, "hesab etti,
saydı" anlamına gelmesine rağmen bu âyette, "anladı, kavradı"
anlamını taşımaktadır.[10]
Demek ki, mağarada geçirilen sûrenin iki
görüş açısından hangisinin daha iyi kavranıp değerlendirdiğini insanlara
göstermek için onları uyandırmıştı, yetiştirmişti. Ehsâ kelimesini,
"anlamak, kavramak, değerlendirmek" anlamına alınca, be'ase
kelimesine de "yetiştirmek, bilgisizlik uykusundan uyandırmak"
manasını verebiliriz. Ayette geçen lâü emedâ kelimesi de "geçen
müddet"i ifade etmektedir.
Demek bu gençlerin hepsi, mağara okulunda
yetiştirilirken aynı derecede olayları değerlendirme bakış açısını
kazanamamışlardır. Bundan eğitim için şu ilkeyi çıkartıyoruz: Aynı eğitimi alan
kişiler, ferdî farklar psikolojileri gereği, farklı düzeyde istifade
edeceklerdir. Aynı eğitimi aldılar diye aynı bakış açısını kazanacaklar diye
bir kural yoktur.
d) İki farklı görüşün ortaya çıkması ve bu görüşlerin daha sonra 19.
âyette ortaya sürülmesinden anlıyoruz ki, o dönemde bile "ifade özgürlüğü"
vardı ve bu özgürlük için Yüce Allah Ashâb-ı Kehf olgusunu anlatmaktadır.
Ayette geçen ji eyyü "hangisi"
ifadesinden anlıyoruz ki, Yüce Allah düşüncelerini özgürce ifade etme hakkını
insanlara tanımaktadır. Önemli olan objektif olarak bunların en iyisini tespit
edip çıkarmaktadır.
3. "Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz.
Hakikaten onlar, Rabb'lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetini
artırdık."
a)
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e
anlattığı Ashâb-ı Kehf olgusunun gerçek olduğunu, onu bir menkıbe olarak
görmenin yanlışlığını bu ifadesi ile bertaraf etmektedir.
b) İman etmiş olmaları nedeniyle Yüce Allah onların hidâyetini artırdı.
Zaten iman etmiş olan bu gençlerin hidâyetini artırmak ne anlama gelmektedir?
Buna, "doğru yolda onların seviyesini yükseltmek" manasını
verebiliriz. Daha önce o gençler, Allah'tan doğruluk bilgi ve bilinci ile
donatılmalarını istemişlerdi. Yüce Allah da istediklerini onlara verdi; içinde
bulundukları zor şartlardan kurtulmaları, çıkmaları için bir çıkış yolunu
onlara gösterdi.
Yüce Allah, derin bir bilinç ve
duyarlılık vererek onları güçlendirmiştir. Bundan da anlıyoruz ki,
"hidâyet çoğalırmış, artarmış, güçlenir-miş". O zaman en mükemmel
insan bile her an Allah'ın hidâyetine muhtaçtır ve "olgunlaştım, oldum,
bittim" demesi mümkün değildir. Aldığı her merhalenin önünde daha nice
merhaleler vardır.
4. "Onların kalplerini metin kıldık. O yiğitler ayağa kalkarak
dediler ki: Bizim Rabb'imiz, göklerin ve yerin Rabb'idir. Biz, O'ndan başkasına
tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz."
Bu âyetten çıkaracağımız önemli
genellemeler olacaktır:
a) Mağaraya sığınan gençler, yani Ashâb-ı Kehf, Allah'tan rahmet ve
kurtuluş yolu istemişlerdi. Bu isteklerinin yerine getirilmesinin ikinci delili
de kalplerinin metin kılınması, pekiştirilmesi, birbirine bağlanması, cesaret verilmesi
olmuştur. Yüce Allah onların kalplerini kaynaştırırken, içlerinde manevî
ameliyat yaptığını söylemektedir.
Yüce Allah, onlara mağarada sadece bilgi
öğretip bilinç kazandırmadı veya kavrama yeteneklerini artırmadı; aynı zamanda
onların kalplerini kaynaştırdı ve cesaretlendirdi.
Bu operasyonu ile Yüce Allah onları tek
vücut haline getirip, i-nançlarını savunacak, doğruyu anlatacak cesareti onlara
kazandırdı, l^ü il ijJlii "Ayağa kalkarak dediler ki." İşte yıllar
sonra topluma karışarak mağarada aldıkları bilgi, beceri, bilinç ve cesaretle
inançlarını anlatmak için ayağa kalktılar ve konuşmaya başladılar.
Böylece büyük bir cesaretle ayağa kalkıp
hakikati anlatıp yanlışlarını söylemek için Kehf 11'e göre "bilgi",
Kehf 13'e göre "doğruyu bulma" ve "doğruda olma bilinci",
Kehf 14'e göre de "gönülden birbirine bağlılık ve cesaret" şarttır.
Ayrıca 13. âyetteki "iman etmiş" olmak da bu şartlar arasında yer
almaktadır. Kısaca özetlersek, iman, bilgi, hidâyet ve kaynaşan gönüller bir
araya gelince, artık ayağa kalkma zamanı gelmiş demektir.
c) Ayağa kalkan bu gençler ya da Ashâb-ı Kehf in, savundukları veya
insanlara anlattıkları ilk şey "tevhid inancı" olmuştur.
Yüce Allah onların ne dediğini bile
Kur'ân'da bize nakletmektedir. Bu gençler:
i. "Bizim Rabb'imiz,
göklerin ve yerin Rabb'idir." Yüce Allah'ı "yaratmak, besleyip
büyütmek ve sahibi olmak" anlamına gelen Rabb sıfatı ile
tanıtmaktadırlar.
ii. "Biz ondan başkasına tanrı demeyiz." Yani tanrı olarak
başkasına yakarmayacağız. Böylece yardım dilemek için duanın sadece Allah'a
yapılması gerektiğinin dersini vermektedirler.
iii. "Yoksa, saçma sapan konuşmuş oluruz." Başka bir ifadeyle çok
çirkin bir şeyi dile getirmiş oluyoruz. Ayetin bu kısmında geçen ı'uu:» şetatâ
kelimesi, "haddi aşmak, haktan uzaklaşmak" manasına gelmektedir. Bu
kelimenin fiil kalıbının "zulmetmek" anlamı da vardır.
Allah'tan başkasına dua edebileceğini
söylemek şirk olacağından, şirk de Lokman 13'e göre "zulüm" olarak
tanımlandığına göre, şetat kelimesine "zulüm" manasını vermek doğru
olacaktır. Âyeti "o taktirde zulmetmiş oluruz" şeklinde tercüme
edelebiliriz.
Böylece bu insanlar, önce tevhid inancını,
sonra da şirkin kötülüğünü anlatarak, şirke bulaşmış ya da şirk batağına
düşmüş halka mağara denen okuldan aldıkları eğitimle ders vermişlerdir.
"Şu bizim toplumumuz Allah'tan başka
tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. Öyle
ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zâlim var mı?"
Bu âyet, bir önceki âyette, ayağa kalkıp
söyledikleri sözleri sanki kendi aralarında söylemiş oldukları düşüncesini
uyandırıyor.
a) Mağaradaki gençler, toplumlarının şirk koştuğunu, Allah'tan başka
tanrı edindiklerini söyleyerek, onların durumları ile ilgilendiklerini ortaya
koymuşlardır. Öyle anlaşılıyor ki, mağaradaki eğitimleriyle, toplumdaki inanç
ve sosyal hastalıklarla ilgilenilmesini de öğrendiler. Böylece toplumlarının
inanç bakımından sorunları olduğuna dikkat çekmekte, tenkitlerini ve
değerlendirmelerini o boyutta yapmaktadırlar.
b) Toplumlarının, sahte tanrılara tapınmalarını, bir delile dayandırarak
yapmalarını istemektedirler. ^ jüaii sultanin beyyin, "açık bir
delil" demektir. Öyle anlaşılıyor ki'Âshâb-ı Kehf, açık delilin ne olduğunu,
yapılan bir işin delile dayanması gerektiğini biliyorlardı. Böylece yapılan bir
işin açıklamasının ve doğruluğunun ispatı gerekiyor.
c) Şirk koşmak, Allah hakkında yalan uydurmaktır. Allah hakkında yalan
uydurma da en büyük zulümdür. Mağaraya sığman gençler, Hz. Lokman gibi, şirkin
zulüm olduğunu söylemekte, şirk koşup Allah'a iftira edenden daha zâlim olup
olmadığını sormaktadırlar.
Öyle
anlaşılıyor ki bu gençler çok derin bir "tevhid inancı" dersi
almışlardı ve toplumun inanç problemi ile çok ciddi bir şekilde ilgileniyorlardı.
Onlar "Allah'tan başka tanrı edinmek", "açık delil",
"Allah'a iftira", "şirk" ve "zulüm" kavramları
ile örülmüş sözler ürettiklerine göre, ne denli ilahiyat kültürüne sahip
olduklarını göstermektedir.
Kehf sûresinin bu âyeti ile 4. ve 5.
âyetlerini bir araya getirirsek, sanki o âyetlerde Allah'a koşulan şirke,
Ashâb-ı Kehf in toplumunu örnek vermek için bu olgunun anlatıldığı izlenimi
edinilmektedir.
6. "İçlerinden biri şöyle demişti: Madem ki siz onlardan ve onların
Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya
sığının ki, Rabb'iniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve
kolaylık sağlasın."
Ayetin içeriğinden anlıyoruz
ki, Ashâb-ı Kehf denen gençler, mağaraya sığınmadan önce içlerinden biri
mağaraya sığınmayı teklif etmiştir. Demek ki 10. âyette geçen "O gençler
mağaraya sığınmışlar" ifade-sindeki eylemden önce onlara yapılan bu
konuşma gündeme getirilmektedir. Kehf 10-13 arasındaki tüm oluşumlar bu
âyetten sonra olmuş gibi görünüyor. Çünkü bu âyette teklif edilen dua şeklini
10. âyette yaptıkları söylenmektedir.
Mağaraya sığınmalarını ve nasıl dua
yapacaklarını söyleyen genç, gerçekten içlerinde en kültürlü, ilâhîyatı en iyi
bilen, tevhid öğretimi görmüş biri idi.
a) "Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta
oldukları varlıklardan uzaklaştınız."
İ'tizâl kelimesi, "ayrılmak"
demektir. "Hem inanç hem fikir hem de davranış bakımından birinin veya bir
grubun diğerlerinden köklü ay-rılışı"nı ifade etmektedir.
Bu kelimeden anlıyoruz ki, toplumlarda
ayrılıklara neden olan şeylerden biri de inanç farklılığıdır. Hak din ve
medenî toplum, bu farklı inançların ayrılığa değil, beraber yaşamaya
götürmektedir. Ashâb-ı Kehf döneminde inanç özgürlüğü ya da farklı inançlara
toleranslı bakıp davranmak yoktu. Onun için arkadaşları onlara toplumdan ayrılıp
mağaraya sığınmalarını teklif etti.
Demek ki orada, o toplumda "ya bizim
gibi olursunuz, bizim tanrılarımıza inanırsanız ya da toplumu terk
edersiniz" baskısı vardı. "Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi
inanmayan ve bizim gibi davranmayanların aramızda yeri yoktur" şeklinde
özgürlükleri yok eden anlayışın ne denli kötü, zararlı ve insana aykın olduğunu
Ashâb-ı Kehf olgusunda örnek olarak görmekteyiz.
b) "O halde mağaraya sığının ki, Rabb'iniz size rahmetini yaysın ve
işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın."
Mağaranın ne olduğunu ve Allah'ın
rahmetinin ne anlama geldiğini 10. âyetin açıklamasında cevaplandırmıştık.
Ancak "işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın" ifadesi ile
gençlerin mağaraya sığındıklarında yaptıkları "bize (şu) durumumuzdan
bir kurtuluş yolu hazırla" dua arasındaki benzerliği göstermemiz
gerekiyor: Arkadaşlarının teklif ettiği ile onların duası örtüşmektedir.
10. âyette geçen lüj raşedâ ile 16. âyette
geçen lii^. mirfakâ kelimelerinin birbirini manalandırdığını görmemiz
gerekiyor.
Mirfak, "dirsek kemiği"ne
verilen bir isimdir. Dirsek kemiği insanın hareketini sağlayıp ona fayda
vermektedir. Eklem kemiğinin ya da eklemin yaptığı fizîkî hareketin faydası ile
manevî faydaya aynı isim verilmektedir.
Demek ki raşedâ ile mirfakâ aynı anlama
alınırsa, insanın doğru hareket etmesini, doğru davranmasını temin eden her şey
onun faydası, mirfakâsı veya raşedâsı olmaktadır.
Dikkat edilirse arkadaşları, onlara
"dua edin" demedi, ama mağaraya sığınmalarını söyledi. Bu sığınma
ile onlara Allah'ın, rahmetini yayıp işlerini kolaylaştırıp onları
faydalandıracağını ifade etti. Onlar da 10. âyette bunu dua şekline çevirdiler
ve Allah onların duasını kabul etti.
İşte rahmet, "faydayı, kolaylığı
getiren bir öğretim müessesesi o-lan, yani okul olan mağaraya sığınmak"
olmuştur. Çare eğitimde aranmalı, ona sığınılmalıdır. Özgürlüklere saygı,
farklı inançlara toleranslı davranmak okul eğitimi ile kazanılacaktır.
Özgürlüklere baskı, insan haklarına saygı duymamak, eğitilmemişliğin,
okulsuzluğun, yani gerçek bilgiyi öğrenememenin delili olmaktadır.
Yüce Allah buraya kadar olan Ashâb-ı Kehf
ile ilgili âyetlerle bize inanç özgürlüklerinin çiğnendiği bir sosyal ortamda
ne yapılması gerektiğini, okula, eğitime, öğretime, kısaca bilgiye
sığınılmasının önemini anlatmaktadır. Bilginin üretildiği okul, özgürlüklerin
estiği, yaşandığı, doyasıya teneffüs edildiği ortamdır.
Kısaca, insanın, inanç özgürlüğünü
yaşayamadığı bir ortamdan başka bir ortama hicret etmesinin önemi de bu kıssada
vurgulanmaktadır.[11]
17. Güneş doğduğu zaman, mağaradakilerin
sağından meylederek geçtiğini ve battığı zaman da sol taraflarından geçtiğini
görürdün. Onlar da mağaranın içinde boşlukta bulunuyorlardı. Bu, Allah'ın
âyetlerindendir. Allah kimi doğru yola koymuşsa, o, doğru yoldadır.
Kimi de şaşırtmış ise, ona yol gösterecek
yakın bir dost bulamazsın.
18.
Mağaradakiler uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa
ve sola döndürüyorduk. Köpekleri de dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları
görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın ve için korku ile dolardı.
19.
Birbirine sorsunlar diye onları böylece uyandırdık. İçlerinden biri
"ne kadar kaldınız " dedi. "Bir gün veya bir günden az
kaldık" dediler. "Ne kadar
kaldığınızı Rabb 'iniz daha iyi bilir. Birinizi şu para ile şehre gönderin de,
yiyeceklerin en iyisine baksın ve size yiyecek getirsin, nazik davransın ve
sakın sizi kimseye duyurmasın.
20.
Doğrusu, eğer onlar sizi ele geçirirse ya taşlayarak öldürürler veya
dinlerine döndürürler ve bu durumda asla kurtulamazsınız,(dedi).
Yüce Allah mağaranın konumu ile gençlerin
oradaki yerleşimini ele almakta ve orada geçirdikleri durumları açıklamaktadır:
1. "Güneş doğduğu zaman, mağaradakilerin sağından meylederek
geçtiğini ve battığı zaman da sol taraflarından geçtiğini görürdün."
Ayetin bu kısmı, mağaranın konumunu
Güneş'in hareketine göre anlatmaktadır. Doğarken ve batarken Güneş ışınlarının
mağaraya değmeden geçmesinin anlamı, mağaranın kuzeye doğru bakmasıdır ve
maddeten de Yüce Allah onları Güneş'in hararetinden korumuş olmasıdır.
Demek ki mağara çok sıcak bir bölgede idi
ve Yüce Allah Ashâb-ı Kehf in çok inançlı ve ma'nen seviyeleri yüksek, erdemli
kişiler olması nedeniyle onları gölge altında tutmuştur. Kur'ân'da geçen
"süreli gölge içinde veya altında olacaklardır" şeklindeki cennet
hayatının temsîlî manada dünyada da yaşandığında burada bir işaret vardır.
"İnanıp iyi ameller yapanları da,
içinde süreli
kalmak üzere girecekleri, zemininden
ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve
onları koyu bir gölgeye koyarız" (Nisa 4/57).
Şu erdemleri, vasıfları hayata geçiren
kişilerin de, "gölgenin olmadığı mahşer"de gölgelendirilecekler!
bildirilmektedir: Âdil yönetici, Allah'a huşu ile ibadet eden genç, gönlü
mescitlere bağlı kalan kişi, Allah için birbirini sevenler, güzel bir kadının
teklifini Allah korkusu nedeniyle reddeden genç, gösterişten uzak infâk eden
kişi, huşu içinde Allah'ı zikreden adam (Buhârî, 36; Müslim, Zekât, 91;
Tirmizî, Zühd, 53).
Bu âyetteki $J& y& zıllen zada
"koyu bir gölge" anlamına gelmektedir. Râğıb el-İsfahânî, zili
kelimesinin "örtü" veya "sığınak" anlamını vermek üzere
mecazî anlamda "korumak" manasına geldiğini söylemektedir.
Lügatlarda "rahatlık, keyf, bolluk, mutluluk" manasına geldiği de
söylenmektedir.
Doğarken ve batarken mağaraya Güneş
ışınlarının değmemesi, o gençlerin bir gölge altında olduklarını ifade
etmektedir. Mahşerdeki, yani cennetteki gölgenin tatbikatını Yüce Allah Ashâb-ı
Kehf olgusu ile insanlara anlatmaktadır.
Hz. Peygamber'in, Güneş'in bu konumunu
görmesi ne anlama gelmektedir? Hz. Peygamber bu olgudan asırlar sonra dünyaya
gelip peygamber seçildiğinde göre, o olguyu göremezdi. Yani bu kelime "bir
görseydin" anlamını ifade etmektedir. îşte Hz. Peygamber çıplak gözle o
mağaranın Güneş'e karşı konumunu göremedi ama mağara olgusunu hem ilk vahyi
alırken hem de hicret ederken yaşadı. Hirâ mağarası bir okul; hicret ederken
sığındığı Sevr mağarası da "korunma, sığınma yeri" olmaktadır. Sözü
edilen bu Kehf mağarası da her iki işlevi bir arada yürütüyordu.
Ayette geçen takridu kelimesi kard
kelimesinden türemiştir ve "bir mesafeyi kat etmek, bir yeri bir başından
öbürüne geçmek" demektir.
Demek ki, Kehf denen mağara, dağda
gelişigüzel yerleşmiş olan bir mağara değildi. Güneş'in hareketine göre
düzenlenmiş, kuzeye bakan, görülmeye değer bir mağara olduğu için Yüce Allah
Hz. Peygam-ber'in onu görmesini istemiştir. Böyle bir mağaranın oluşumu, o
gençlerin sahip oldukları erdemlerde gerçekleşmiştir.
2. "Onlar da mağaranın
içinde boşlukta
bulunuyorlardı."
Ayetin bu kısmında geçen fevce,
"geniş yer" demektir. Mağaraya sığınan gençlerin, mağaranın geniş
bir yerinde bulunduklarını anlatmakla Yüce Allah, mağaraya nispetle onların
konumunu daha çok önemsediğini belirtmektedir.
Mağara hem Güneş'in sıcaklığından
etkilenmiyor hem de geniş bir mekân sağlıyordu.
3.
"Bu, Allah'ın
âyetlerindendir."
Mağaranın Güneş'e karşı konumu, gençlerin
mağaraya karşı konumları Allah'ın âyetlerinden, belgelerinden, alametlerinden,
delillerden olmaktadır. Buradaki âyât kelimesine "kanunlar" manasını
da verebiliriz; dolayısıyla âyete: "Allah'ın dinine sahip çıkanları Allah
koruyacaktır" şeklinde mana verebiliriz. Bu anlamı da göz önüne alarak
âyât kelimesine "kanunlar" anlamını verebiliriz. Ayetin devamı zaten
"âyât"ın ne olduğunu anlatmaktadır.
4."Allah kimi doğru yola koymuşsa, o doğru yoldadır. Kimi de
şaşırtmış ise, ona yol gösterecek yakın bir dost bulamazsın." Ayetin bu
kısmı İslam dininin, ilahiyatının temel kanunlarından birini koymaktadır.
İnsanın
doğru yolu bulmasında kendi ön hazırlıklarının yanında Allah'ın ona doğru yolu
buldurması da vardır. Hidâyet denen doğru yolu buldurma Allah'ın eğitim alanına
girmektedir. Allah'ın doğru yola ilettiği, doğru yolda olacaktır. İnsanın
kendini doğru yola iletmesi, kendisini hidâyete erdirmesi mümkün değildir,
ancak ön hazırlıklarını yerine getirebilir.
"Kimi de şaşırtmış ise"
ifadesinde, sapıklığı tercih edeni sapıklıkta bırakması anlamına gelmektedir,
yani "sapıklığını tescil etmesi, onaylaması" demektir. Sapıklığı tercih
etmeyeni, ön hazırlıklarını yerine getirmeyeni Allah'ın sapıtması mümkün
değildir. Bir kere, Yüce Allah insanı sapıklıkta bırakmaya dursun, artık onu
oradan kurtaracak kimse olamaz.
Onun içindir ki âyetin sonunda veliyyen
mürşidâ ifadesi yer almaktadır. Velî kelimesi, "dost, yardımcı,
koruyucu" manalarına gelmektedir. Mürşid de "yol gösterici, yani
doğru yolu gösteren" demektir. Yüce Allah'ın sapıklık içinde bıraktığı
kişiye doğru yolu gösterecek bir dost, bir yardımcı olamaz.
Şimdi âyetin sonunda yer alan 4. kısmın
mağara ile ne ilgisi vardır? diye sorulabilir. Daha önce belirttiğimiz gibi
mağara bir okul, aynı zamanda Allah'ın hidâyetini getirmektedir. Hakkın
öğretildiği, bilindiği yere Allah'ın hidâyeti gelmektedir. Çünkü hakkın bilgisi
insan beynini ve gönlünü AllatTın hidâyetine hazır hale getirmektedir. Bunları
öğreten okul, aynı zamanda Allah'ın hidâyetini getirmektedir. Böylesi bir okuldan
mahrum olan câhil insanlar, çoğu zaman yanılarak sapıklığı tercih ederler;
Allah da onlan sapıklık içinde bırakır. Sapıklığı tercih eden, bilgi ile
bağlantısı bulunmayan câhil insanı bu durumdan kurtaracak bir dost yoktur.
İnsanların gücü bu değişim için yeterli değildir. Hidâyet denen köklü içsel
değişim Allah'ın kudretine bağlıdır. Din eğitimini gerçekleştiren
peygamberler, Yüce Allah'ın bir lütfü olan bu köklü içsel değişimin
gerçekleşmesi için ön çalışmalarını yaparlar.
Mağaraya sığman gençler Kehf 10'da Yüce
Allah'tan kendilerine bir kurtuluş yolu hazırlamasını istemişlerdi. Yüce Allah
17. âyette buna "hidâyet, doğru yolu gösterme" demektedir.
5. "Mağaradakiler uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları
sağa ve sola döndürüyorduk."
17.
âyette mağaranın Güneş'i görüp görmemesi gündeme getirilirken 18. âyette de
mağaradaki gençlerin durumunu görüp onların uyanık olduğunu zannetmeyi konu
edinmektedir. Neden Yüce Allah Ashâb-ı Kehf in uykusuna varıncaya kadar detaya
inmektedir?
İsrâ sûresinde 1. âyette gece yürüyüşü ve
60. âyette geçen Allah'ın gösterdiği görüntüler, yani rüya meselesini ispat eden
bir delil mahiyetini taşıdığı için Ashâb-ı Kehf in uykusuna varıncaya kadar
detaya inmektedir.
Yüce Allah'ın uyku dediğini Hz.
Peygamber'in uyanık hali olarak değerlendirmesinden anlıyoruz ki, ilâhî bakış
açısı ve değerlendirmesi ile beşerî bakış açısı ve değerlendirmesi farklı
olmaktadır. İnsan değerlendirmesinde yanılabilir. Göz yanılır, onun için
değerlendirmede de hata yapılabilir.
Ayette "uyanık" anlamına gelen
eykâz kelimesi, yakız ve yakzân kelimelerinin çoğuludur, rukûd ise "uykuda
olmak" demektir.
Yüce Allah onları sağa sola çevirdiği ve
gözleri de açık uyuduklarından Hz. Peygamber'in, onları görmesi halinde uyanık
zannedeceğini söylemektedir. Bu bize neyi anlatmaktadır? Biz Ashâb-ı Kehf gibi
olmayacağımıza göre bu âyetler bizim için bir hikaye olmaktan öte ne ifade
etmektedir?
Mağaraya sığınan gençlerin manevî bakımdan
üstünlüklerini göz önüne alırsak günümüz insanına ve geleceğe ışık tutacak bir
netice çıkartabiliriz. Takvası derin olan, ihlâsı yüksek olan kişiler uyusalar
bile onların gönlü uyanıktır. Onların uyku halleri bile uyanıklık halidir.
Böylece bu kıssada uykuyu, uyanıklık durumuna getirecek insanları yetişeceği
okula, eğitim faaliyetine işaret edilmektedir.
Takva, ihlâs ve ihsan sahibi insanların
uykuları bile uyanıklık hali olduğuna göre, Yüce Allah'ın, din eğitimine nasıl
bir hedef tayin ettiğini anlamamız mümkün olacaktır. Uykuda çalışan bir beyin
ve gönüle sahip olan insanı yetiştirmek ana hedef olmalıdır.
Yüce Allah onları sağa sola döndürdüğünü
ve bu nedenle onların uyanık zannedileceğini söylemektedir. Bu döndürme işi
bizim için neyi ifade etmektedir? Ashâb-ı Kehf in bu durumunu günümüze
aktarırsak şu neticeyi çıkartırız: İnsanlar uyanık iken, benliklerine zebun
olurlar, kibre kapılırlar ve bu nedenle bütün benlikleri ile Allah'a teslim
olmazlar. Uyku halinde, yani ma'nen takva ve ihlâs seviyesine ulaşınca, bütün
benliklerini Allah'a teslim ederler ve Yüce Allah'ın kudreti ile her yana
dönerler, yani her iyi işi yaparlar.
Bu döndürme işleminin, daima bir tarafa
yatmanın vücutta yaralara sebep olabileceği düşüncesiyle gerçekleştirildiğini
anlamamız da mümkündür.
"Ben katıksız bir inanca (hanîf)
sahip olarak bütün benliğimi gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve
ben müşriklerden değilim" (En'âm 6/79).
Bu şekilde benliğini Allah'a teslim eden
insanın tüm işlerini Allah görür. Sağa sola çevirmenin günümüzdeki anlamı ve
çıkarımı bu olmalıdır.
6.
Köpekleri de dirseklerini eşiğe
uzat-
Demek ki, mağaraya sığınan bu gençlerin
köpekleri de vardı. Köpek kavramı ilk bakışta, korumayı hatırlatmaktadır.
Ama Kur'ân'da köpek A"râf sûresinin
176. âyetinde nefsine tâbi olan insanı temsil etmektedir. Bir bakıma, mağaraya
sığman gençler köpeklerini, yani nefislerini dışarıda bıraktılar. Bütün
benliklerinden, nefsî arzularından sıyrılarak mağara denen okula girdilçr.
"Dileseydik elbette onu bu âyetler
sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü.
Onun durumunu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp
solur, bıraksan da dilini çıkarıp solur."
Görüldüğü gibi köpek, aşın dünya
düşkünlüğü ile nefsin arzularını temsil etmektedir. İşte mağaraya sığınan bu
gençler, dünyaya olan düşkünlükleri ile nefsin arzularını kapıda bıraktılar.
Ama onlar hemen kapının eşiğinde bekliyorlardı; beyin ve gönlün
doğrultusundan, erdemli Müslümanlıktan ödün verenlerin içine dolacaklardı.
Bu açıdan bakınca günümüze şu çıkarımla
ışık tutabiliriz: Eğitimin kendisi bir mağarayı andırmaktadır. Nefsin
arzularını, tutkularını kapının dışına bırakmadıkça, eğitimden istifade etmek
mümkün değildir. Ham benliğimizi kapının dışına bırakıp bütün benliğimizle
Allah'a teslim olduğumuzda, O'nun eğitiminden istifade edebiliriz. İnsanın
nefsi, yani nefsinin arzulan insanlara havlayıp soluyor ve onları ısırmaya çalışıyor.
7. "Onları görmüş olsaydın geri dönüp onlardan kaçardın ve için
korku ile dolardı."
lev ittale'te 'aleyhim "Onlara
muttali olsaydın", yani "yanlarına varıp hallerini görseydin"
demektir. Tabii ki Hz. Peygamber'in onları görmesi mümkün değildi. Ama onların
durumu görülmeye değer nitelikte idi. Hz. Peygamber niye kaçsın ve içi niçin
korku ile dolsun? Ashâb-ı Kehf için gözü açık uyumaları, sağa sola dönmeleri,
sakal, saç ve tırnaklarının uzaması gibi görünüş itibari ile korkutucu halleri
vardı.
Bunun anlatılmasından şu çıkarımı
yapıyoruz: İnsanların dış görünüşü dehşet verici olabilir ama, önemli olan iç
âlemleridir. İnsanları dış görünüşleri ile değil, iç âlemleri ile
değerlendirmek en doğrusudur.
8. "Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları
uyandırdık." Bazı âlimler yetesâelû ifadesinin başındaki lâm harfinin
amaç bildiren lâm olmadığını, tam tersine sonuç bildiren bir lâm olduğunu iddia
etmişlerdir. Biz mealde amaç bildiren lâm olarak manalandırdık, ama sonuç
bildiren lâm olarak kabul edilmesinde de bir sakınca görmüyoruz. Bu cümleyi
sonuç bildiren lâm anlamı ile şu şekilde tercüme edebiliriz: "Böylece Biz,
onları uyandırdık ve birbirlerine soru sormaya başladılar."
Biz bu harfi "amaç" anlamına
alarak yorumumuzu yapacağız. Yüce Allah uyandırma eylemini niçin
gerçekleştirdiğini belirtmektedir. Birbirlerine sormaları, yani olup biteni
sormaları, sorgulamaları için onları uyandırdı. Bu durum bizim için ne ifade
etmektedir? Buradan çıkaracağımız önemli netice şudur: İnsanlar yaşadıklarını
mutlaka sorgulamalıdırlar. Biz buna hayatın, olup bitenin ferdî manada nefis
muhasebesi şeklinde sorgulanması diyebiliriz. Yaşanmış hayat sorgulanmazsa,
yaşanacak hayata ışık tutmak, onu aydınlatmak, doğruya yöneltmek mümkün
değildir.
Ayrıca insanlar uyanıkken, yani bilinçli
olarak hayatlarını, başlarından geçenleri sorgulamalıdırlar. Âyetteki uyanık
hali, bizim için bilinci, aklı ifade etmektedir. Âyetteki olup bitenin
sorgulanmasının başka bir anlamı da hayat tecrübesinin de, bilginin bir kaynağı
olduğunu ifade etmesidir. Bilgi nazariyesi bakımından, bilginin kaynağına
hayatta edinilen tecrübeyi koyanların bir ölçüde haklı olduklarını
göstermektedir.
9. "İçlerinden biri: Ne kadar k'aldınız? dedi. Bir gün ya da günün
bir parçası kadar kaldık, dediler. 'Rabb'iniz kaldığınız müddeti daha iyi
bilir' dediler."
Sorgulamanın ilk konusu mağarada kalınan
zamanın miktarı olmuştur.
Bu soruyu soranın adını müfessirler
Yemlîhâ olarak nakletmektedirler. Kur'ân'da isminin geçmemesini biz mânîdâr
buluyoruz. Çünkü isim olsaydı, âyet ve bu konu ile ilgili âyetler tarihsel
nitelikleri ile kalacak, günümüzü ve geleceği ilgilendirmeyeceklerdi.
Âyetlerin evrenselliği bakımından önemli olan, soruyu soranın kendisi değil,
sorulan sorudur.
Sorunun içeriğinden anlıyoruz ki, soruyu
soran, onların ilahiyatı, dinî konulan iyi bileni idi. Ne kadar kaldıklarını,
bir gün veya bir günden daha az kaldıklarını söylemeleri, insanların zaman
anlayışlarının izafî olduğunu ifade etmektedir. Soruyu soranın verdiği cevap
tam cevap olmuştur: "Rabb'iniz kaldığınız müddeti daha iyi bilir."
Arkadaşlarının saç, sakal ve tırnakları ile bedenlerinin aldığı şekle bakarak
zamanı kes-tiremeyeceğini anlamış, meseleyi Allah'a havale etmiştir. Sorunun
cevabını ancak Allah'ın bilebileceğini, tahminî cevap vermenin doğru olmayacağını
onlara öğretmiştir.
10. "Birinizi şu para ile şehre gönderin de yiyeceklerin en iyisine
baksın ve size yiyecek getirsin; nâzik davransın
yiyeçeklerin
en iyisine baksın ve size yiyecek getirsin; nâzik davransın ve sakın sizi
kimseye duyurmasın."
Demek ki mağaradakiler uyanınca beslenme
ihtiyacı duydular; uykuları esnasında bu ihtiyacı hissetmediler. Ashâb-ı Kehf
zamanında verik denen "gümüş para" varmış. Çünkü verik gümüşe verilen
addır. Öyle anlaşılıyor ki, mağaraya sığınan gençlerin yanında o zamanın parası
olan gümüş parası vardır. Uyandıklarında beslenme ihtiyacı duymuşlar; şehrin
olduğunu, alış-veriş yapılacağını hatırlamışlardır.
Öyle ki en temiz, en iyi yiyeceği alıp
gelmesini söyleyecek kadar bilinçleri yerine gelmişti, ^/jî ezkâ, "en
temiz, en iyi" anlamına gelmektedir. Buradaki jbffi "baksın"
emri, satın alacağı gıdaları bilinçli alsın demektir.
Ama çok "nazik davransın".
Ayette geçen velyetelattaf kelimesi,
"satın alma işini gizlilik ve sır içinde yürütsün" anlamına gelmektedir.
Gizlilik ve sır, bir davranışta nazik davranarak gerçekleştirilebilir.
Günümüzdeki manası ile bu kelime "dikkatli davransın" demektir.
"Ve sakın sizi kimseye
duyurmasın" emri de, "sizden kimseye bahsetmesin" anlamına
gelmektedir. Gizli davranması ile kimseye bahsetmemesi konularından anlıyoruz
ki, Mağara'ya sığınanların yürüttükleri davanın bozulmasını, yıkılmasını
istemiyordu. Hâlâ mağaraya sığındıkları dönemdeki gibi kendi davalarına olan
düşmanlığın sürüp gittiğini zannediyordu.
Onların durumu İslam'ın ilk gizli yayılış
dönemini hatırlatmaktadır. Sosyal gücün yetersiz kaldığı dönemlerde davayı
gizli tutmak, doğmadan boğulmasına sebep olmamak çok önemli bir metoddu. Bu
metod her çağın nesillerine lazımdır. Bir davanın mensupları öyle davranmaları
gerekiyor ki, davalarına zarar getirmesinler. Nerede gizli davranılacağı,
nerede ortaya çıkılacağı iyi bilinmelidir.
Nice hak davasını güden insanlar, Ashâb-ı
Kehf gibi sosyal mağarada bulunmuş, bulunuyor ve bulunacaklardır. Ashâb-ı Kehf
dağdaki, yani maddî anlamda bir mağaraya sığınmışlardı, ama günümüzde ve
gelecekteki dava adamları, sosyal mağaraya, kendilerine karşıt grupların
ayırdığı sosyal alana sığınmak zorunda kalacaklardır.
Çok
dikkatli davranmak ve kimseye bahsetmemesi şeklindeki ö-ğütler, bize gösteriyor
ki, hâlâ onların üzerinde başkalarının ağır baskısı vardı ve bu baskı devam
ediyordu.
11."Doğrusu, eğer onlar sizi ele geçirirse ya taşlayarak öldürürler
veya dinlerine döndürürler ve bu durumda asla kurtulamazsınız, (dedi)."
Onlara öğüt verenler şu üç şeyi neden
göstererek dikkatli davranmalarını ve kimseye bahsetmemelerini söylemişlerdi.
a) Sizi ele geçirirlerse taşlayarak öldürürler.
Bu
ifadeden anlıyoruz ki, eski çağlarda taşlamak şeklindeki ceza veya eziyet
meşhurdu "Dediler ki, Ey Nûh! Davandan vazgeçmezsen, iyi bil ki
taşlanmışlardan olacaksın" (Şu'arâ26/116).
"Eğer kabilen olmasaydı elbette seni
taşlardık" (HÛd 11/91).
Kur'ân'in ceza hukukunda yaptığı
devrimlerden biri, taşlayarak cezalandırmayı kaldırması ve başka alternatif
ceza şekillerini gündeme getirmiş olmasıdır.
b)
"Veya dinlerine
döndürürler." Ayetin bu kısmındaki millet kelimesi "din"
anlamına gelmektedir.
Ashâb-ı
Kehf, uykunun ne kadar uzun olduğunu bilmediklerinden hâlâ sosyal baskının
devam ettiğini zannediyorlardı. Ama ifadeden anlıyoruz ki, "ya dinini
değiştireceksin ya da taşlanarak öldürüleceksin" şeklindeki baskı, tüm
özgürlükleri alıp götürmekteydi. Hayat hakkı tehlikede, inanç özgürlüğü de
ayaklar altına alınmıştı. İnanç özgürlüğünün yokluğu, hayat hakkını tehlikeye
sokuyordu. Günümüzde de ayı baskıyı görüyor ve inanç özgürlüğünün çiğnendiğine
şahit oluyoruz.
Farklı inanca sahip olmaları nedeniyle
bombalanan toplumları, insanları görünce eski çağlarda taşlamanın ne anlama
geldiğini anlıyoruz. O çağlarda taşlama, şimdi de bombalama şekline
dönüşmüştür.
c) Bu durumda asla kurtulamazsınız.
Konuşan kişinin, bu şartlar altında,
kurtulmanın olamayacağını söylemekle, çok karamsar bir tablo çizdiğini
görüyoruz. Değerlendirmenin, onların mağaraya sığınma anlarına göre
yapıldığında şüphe yoktur.
Demek ki
Ashâb-ı Kehf i toplumdan uzaklaştıran şartları bundan anlıyor ve baskının ne
denli ağır olduğunu fark ediyoruz. İnançlarından dolayı insanlara baskı
uygulamak, özgürlükleri ayaklar altına almaktır.
Yüce Allah inanç özgürlüğünü ortadan
kaldırmanın kötülüğünü bu olguyu örnek vererek bize anlatmaktadır. Öyle
anlıyoruz ki, insanlık, teknolojik buluşlarla hayata kolaylık getirdi ama,
özgürlüklerde pek de ilerleme kaydedemedi.
Yüce Allah, insanlara inanç özgürlüğünü
tanımakta ve bu özgürlüğe asla dokunulmamasım da emretmektedir. Eğer Yüce
Allah inkârlarından dolayı kâfirleri ve müşrikleri zorlasaydı, onlar bu
dünyanın dışında bir âleme gitmek zorunda kalırlardı. Hatta onların
inançlarını zorla değiştirirdi.
"Eğer Rabb'in dileseydi,
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için
insanları zorlayacak mısın?" (Yûnus 10/99).[12]
21. Böylece Allah in vaadinin gerçek olduğunu ve kıyametin
kopacağından şüphe edilemeyeceğini bilmeleri için, insanların onları
bulmalarını sağladık. Çünkü, halk onların durumunu aralarında tartışıyorlardı.
Onların üzerine bir bina yapın, diyorlardı. Oysa, onları en iyi Rabb'leri
bilir. Tanışmayı kazananlar, 'onların üzerine elbette bir mescit yapacağız'
dediler.
22. Karanlığa taş atar gibi kimi 'onlar üç kişidir,
dördüncüleri köpekleridir' der. Kimi de 'beş kişidir, altıncıları da
köpekleridir' der. Kimi 'yedi kişidir, sekizincileri köpekleridir' der. De ki:
Onların sayısını en iyi Rabb'im bilir. Onları pek az kimseden başkası da bilmez.
Bunun için onlar hakkında bu yüzeysel anlatılanların dışında kimseyle tartışma
ve onlar hakkında başkalarından bilgi isteme.
Ayetlerin açıklamasından varacağımız önemli neticeler
olacaktır.
1. "Böylece
Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu ve kıyametin kopacağından şüphe
edilemeyeceğini bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladık."
Ayetin bu kısmında geçen
e'sernâ kelimesi, "atın ayağı sürtüp tökezlemek, kayıp düşmek, bedende
damar atmak, sırra vakıf olmak" manasına gelen 'asera veya asüra fiilinden
türemiştir. e'sera "birini bir şeye vakıf kılmak, birinin ayağını kaydırıp
yere yıkmak, buldurmak" anlamına gelmektedir. Bu anlamdan hareketle âyet
"Yüce Allah, halkın onları, yani Ashâb-ı Kehf i bulmalarını sağladı;
dikkatlerini onların üzerine çekti; farkına varmalarını sağladı" demektir.
Deneme yanılma yoluyla öğrenme
metodu bu fiille açıklanmaktadır. Bir insan bir şeyde tökezler, yani yanılır,
sonra tökezlemesini görüp doğrusunu öğrenir. İşte tökezlemeden, yani yanılmadan
sonra gelen bu öğrenmeye i'sâr denir.
Ayetin devamı, Yüce Allah, mağaraya
sığınanların durumunu neden insanların farkına vardırdı? sorusunu
cevaplandırmaktadır.
a) Allah'ın
vaadinin gerçek olduğunu bilmelerini sağlamak için.
Allah'ın vaadi, öldükten sonra dirileceğini, haşr yani
âhirette insanların bir araya gelip hesaplarının görüleceğini, kötülerin
cehenneme, iyilerin de cennete gideceğini bilmelerini, yani inanmalarını temin
etmektir. Uykuya dalıp asırlar sonra uyanıp normal hayata dönmelerini deneysel
bir ispat olarak gerçekleştirmiştir.
b) Kıyametin
kopacağından şüphe edilemeyeceğini bilmelerini sağlamak için.
Kıyametin kopması konusunda o devrin insanları şüphe
içindeydiler. Bu şüpheyi gidermek için Yüce Allah, Ashâb-ı Kehf olgusunu deneysel
olarak sundu.
Demek ki Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilmek,
kıyametin kopacağı konusundaki şüpheyi gidermek için böylesine bir olgusal
deneye ihtiyaç vardı. Bilgi nazariyesi açısından konuya bakarsak, burada
bilginin kaynağında deney olduğunu rahatlıkla görürüz. Ashâb-ı Kehf denen
dolgusal deney hem öğretiyor hem de şüpheyi gideriyor. Ama bu olgunun amacı,
Allah'ın vaadinin hak olduğu, kıyametin gerçekleşeceğinden şüphe edilemeyeceği
gibi yüce konulardır.
Kıyametin kopması ve öldükten sonra dirilip ceza veya
ödülü almak konusundaki bu ispat daha önce Bakara 259 ve 260. âyetlerde de
başka bir şekilde geçmişti.
Aradan üç asır gibi bir zaman geçmesine rağmen Yüce
Allah Ashâb-ı Kehf i buldurdu ve onlar üzerinde gerçekleştirilen tartışmaları
sona erdirdi.
2. "Çünkü
halk onların durumunu aralarında tartışıyorlardı. Onların üzerine bir bina
yapın, diyorlardı. Oysa onları en iyi Rabb'leri bilir. Tartışmayı kazananlar,
'onların üzerine elbette bir mescit yapacağız' dediler."
Halk, asırlar sonra Ashâb-ı Kehf in durumunu
tartışırken iki şeyin yapılmasını teklif ediyorlardı.
a) Onların arasında
"bir bina yapılmasını" teklif edenler oldu. Buradaki bina,
"anıt dikilmesi" anlamına gelmektedir.
Demek ki, ölü adına bir anıt mezar yapılması, daha
sora buna türbe denmesi İslam gelmeden asırlar evvel konmuş bir adetti.
Nasıl ki
adı-sanı bilinmeyen, şehit olmuş askerler için "meçhul askerlere
anıt" dikiliyorsa, o dönemin halkı da Ashâb-ı Kehf i ölmüş meçhul
insanlar olarak görüyorlardı ve böylece onların adına bir anıt dikilmesini
teklif ediyorlardı.
b)
Ashâb-ı Kehf konusunda yapılan tartışmayı
kazananlar onların anısına bir mescit yapılmasını teklif ettiler ve bu
tekliflerini gerçekleştirmek istediler.
Bundan anlıyoruz ki, "mescit" kavramı İslam
öncesinde de vardı. O dönemin ma'bedlerine de mescit deniyordu. O dönemin
kültüründe anıt dikme ile mescit kavramı vardı ve bunu gerçekleştiriyorlardı.
Bu kavramlardan hareket ederek o zamanın kültürünü anlamamız mümkündür.
Onların bu tartışmaları, anıt mezar ya da mescit yapma
konularını ela almalarının altında yatan neden Ashâb-ı Kehf hakkında eksik
bilgiye sahip olmaları ve onların yaşadığını bilmemeleri idi. Onun için âyette
Yüce Allah "Oysa onları en iyi Rabb'leri bilir" ifadesine yer
vermiştir.
Mağaraya sığınan gençler, inançlarından dolayı ağır
baskıya uğramışlardı. Asırlar boyu onların menkıbeleri anlatıldı, nihayet konu
onların adına anıt veya mescit yapılmasına kadar uzandı. Artık onların
hatırasına bir şeylerin yapılması zorunluluğunu duymaya başladılar; çünkü onlar
halkın gönlünde taht kurmuşlardı.
Görüldüğü gibi, bilgisizlik tartışmayı getirmiştir.
Yüce Allah tartışmaların neden dolayı çıktığına da bu âyetle işaret
etmektedir.
3.
"Karanlığa taş atar gibi, kimi 'onlar üç kişidir, dördüncüleri
köpekleridir' der. Kimi 'beş kişidir, altıncıları köpekleridir' der. Kimi 'yedi
kişidir, sekizincileri köpekleridir' der."
22. âyetin bu kısmı, asırlar sonra Ashâb-ı Kehf in
sayılarının tartışıldığına dikkat çekmektedir. Demek ki bilemeyecekleri konuda
tahmin yürütüyorlardı. Onların bu tartışmasını Yüce Allah bize niçin aktarıyor?
Bizim için bu tartışma ne ifade etmektedir?
Tarih yazılırken, tahmini haberlere dayanılmasının
yanlış olacağı, vesikalara dayanmadan tarih yazılamayacağı bize
öğütlenmektedir. Diğer taraftan Kur'ân'in, kâfirlerin dediği gibi evvelkilerin
hikayesi olmadığı, tam tersine anlatılan tarihî olayları düzelten ve doğrusunu
anlatan bir kitap olduğu da böylece ispat edilmektedir. Kaydı bulunmayan tarihî
olguların nesilden nesile ne kadar değişik anlatımlarla intikal ettiği de
gösterilmektedir.
4. "De
ki: Onların sayısını en iyi Rabb'im bilir. Onları pek az kimseden başkası da
bilmez. Bunun için onlar hakkında bu yüzeysel anlatılanların dışında kimseyle
tartışma ve onlar hakkında başkalarından bilgi isteme."
Yüce Allah Ashâb-ı Kehf in sayısını ancak kendisinin
bilebileceğine işaret etmekte ve bunu Hz. Peygamber'e halka söylemesini emretmektedir.
Ayetin bu kısmı, Hz. Peygamber döneminde yaşayan insanlarla alakalıdır.
Onların sayısını çok az kişinin bildiği, bu olgudan çıkarılacak dersten başka
hiçbir şeyin konuşulmaması emredilmektedir. Zaten nasıl bir ders çıkarılacağını
bir önceki âyette görmüştük. Ashâb-ı Kehf in evrensel manada insanlığa neleri
getirdiğine 21. âyette değinilmişti. Kur'ân bu olguyu ana hatları ile
sebep-sonuç ve ders bakımından ele aldığından tartışmalara son verilmesi
gerektiğini söylemektedir. mirâen zâhirâ ifadesi "delilin açık
olmaması" demektir. Açık bir delil olmadığı bir konuda tartışmaya,
münakaşaya girilmemesi istenmektedir. Demek ki, Ashâb-ı Kehf in sayısı
hakkında kesin bir delil olmaması nedeniyle, Hz. Peygamber'in tartışmaması
emredilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Kur'ân'ın bu âyetleri,
tarihin belgelere dayanmasını, tartışmanın mutlaka delile dayanmasının önemini
vurgulamakta, tarihî olgular nesilden nesile aktarılırken, mübalağaların,
ilâvelerin, eksiklerin olabileceğim bilerek belge ve delile dayanmanın zorunlu
olduğunu söylemektedir. Bilinmeyenin Allah'a bırakılması en doğru metoddur.
Bilinemeyen şeyleri bir bilen vardır. Çünkü her bilenin üstünde bir bilen
vardır (Yûsuf 12/76).[13]
23-24. Allah 'in dilemesine bağlamadıkça, hiçbir şey
i-çin: Bunu yarın yapacağım, deme. Bunu unuttuğun taktirde Allah'ı an ve
umarım Rabb'im beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yolla iletir, de.
Bu âyetler Allah, insan ve iş ilişkilerini ele almakta
ve İslam dininin temel konularından birini işlemektedir.
1. "Allah'ın
dilemesine bağlamadıkça, hiçbir şey için: Bunu yarın yapacağım, deme."
Arapça ifadesi bizim kültürümüze yerleşmiş olan bu
"Allah'a bağlama", inşâallâh. yani "Allah dilerse"
şeklinde dile getirilmektedir.
İnşâallâh, demek Allah'ın emridir. Geleceğe yönelik
bir iş konuşulurken mutlaka "Allah dilerse" demek gerekiyor. Bu
ifadenin kullanılması, o işe Allah'ı karıştırmak, onun takdirini almak, onun
yardımını temin etmek anlamına gelmektedir.
Gelecekte yapacağımız bir iş için inşâallâh,
"Allah dilerse" demesek ne olur? Bunun cevabını şu âyetlerle
verebiliriz:
a) "Bizim
için Rabb'ine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir
inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşâallâh emredileni yapma yolunu buluruz,
dediler. Dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan,
yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan, renginde hiç alaca bulunmayan
bir inektir. İşte şimdi gerçeği anlattın, dediler ve bunun üzerine onu bulup
kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi" (Bakara 2/70-71).
İsrâiloğullan yani Hz. Musa'nın kavmi 70. âyette
inşâallâh dedikleri için, tarif edilen ineği bulup kestiler, ama bu sözü
söylemeselerdi onu bulamayacaklardı.
b) "Biz, vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz
gibi, onlara da belâ verdik. Hani onlar, sabah olurken mahsullerini
devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da (inşâallâh) etmiyorlardı.
Fakat onlar daha uykudayken Rabb'inin katından kuşatıcı bir afet bahçeyi
sarıverdi de bahçe kapkara kesildi. Onlar, sabah erkenden 'mahsulünüzün başına
gidin diye birbirlerine' seslendiler" (Kalem 68/17-22).
İnşâallâh "Allah dilerse" dememeleri,
onların ekinlerinin Allah tarafından yok edilmesine neden olmuştur. İşte
işlerimizin pek çoğunun başarısızlıkla son bulmasının sebebi budur.
Görüldüğü gibi Yüce Allah, Müslüman'ın bir işe niyet
ederken, bir işi projelendirirken ve o işe teşebbüs ederken nasıl konuşacağını
bile düzenlemektedir.
Peki insanlar inşâallâh demeyi unuturlarsa ne
olacaktır? Sorunun cevabını Kehf 24'te buluyoruz:
2.
"Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve 'umarım Rabb'im beni, doğruya bundan
daha yakın bir yolla iletir" de."
Yüce Allah unutkanlığın olabileceğine işaret etmekte,
o taktirde ne şekilde dua edileceğini de açıklamaktadır.
a) "Rabb'ini
an", Anmanın yerine düşünmek manası da konabilir. İnşâallâh demekten
kasıt Allah'ı anıp
O'nu o işe
karıştırmaktır. İnşâallâh'in denmesi unutulduğunda, onun yerine
"Allah'ı anmak" yeterli olacaktır.
b) "Umarım
Rabb'im beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yolla iletir."
Yapacağı işin doğrusuna daha yakın bir yolla
ulaştıracak olan gücün Allah olduğunu kişinin itiraf etmesi gerekiyor. Ayette
geçen lüj raşedâ kelimesi "bilgi ve duyarlılık düzeyi" anlamına da
gelmektedir. Bir işi yapmaya Yüce Allah'ın yardım etmesi, o işte kulunun bilgi,
beceri ve şuurunu açması ve onda başarısını onlar vasıtasıyla sağlamasıdır.
Allah'ın o konudaki yardımını, daha kısa yoldan başarıya ulaşmak için
istemektir.
Bir taraftan Allah'ı anacak diğer taraftan da onun
yardımını isteyecektir. Daha kısa yoldan başarıya ulaşması için duasını
yapacaktır.
Ashâb-ı Kehf olgusu anlatılırken, böyle bir âyetin
araya girmesinin sebebi ne olabilir? Müşrikler Hz. Peygamber'e gelmiş, rûh,
Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn hakkında sorular sormuşlardı. O da: "Cevabı size
yarın vereceğim" demişti. İşte Yüce Allah, "inşâallâh demeden, yarın
cevaplandıracağım" demesini uygun bulmadı ve ne demesi gerektiğini bu
âyetle ona öğretti. Âyet, Hz. Peygamber'i muhatap almakla beraber emir onun
şahsında evrensel bir nitelik taşımaktadır.[14]
25. Onlar
mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlardır.
26. De ki: Ne
kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizlisi O'na aittir.
O ne kadar güzel görür ve ne kadar güzel işitir. Onların, O'ndan başka bir
yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 25'te geçen
"Ashâb-ı Kehf in mağarada ne kadar kaldığı" konusundaki ifade 22.
âyette kaç kişi oldukları konusundaki tahminleri yürütenlerin sözü olmaktadır.
Bu kişiler, kaç kişi olduklarını söylerken ne kadar kaldıkları konusunda da tahmin
yürütüyorlardı. Bunu nereden anlıyoruz? 26. âyette geçen "De ki: Ne kadar
kaldıklarını Allah daha iyi bilir" ifadesinden anlıyoruz. Eğer 25.
âyetteki sözü Allah söyleseydi, 26. âyetteki bu ifadeye yer vermezdi.
Güneş sistemine göre üç yüz; Ay'a göre de artı dokuz
yıl kaldıkları söyleniyordu. Mağaraya ne zaman girdiklerini asırlar sonra gelen
insanların bilmesi mümkün değildi.
Sayıları hakkında "onların sayısını en iyi
Rabb'in bilir" şeklinde 22. âyette dendiği gibi kalma süreleri hakkında da
"onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" denmektedir.
Demek ki insanlar, sayıları ve kalış süreleri hakkında tahmin yürütüyorlardı.
Sayıları ve kalış süreleri konusundaki bilgi Allah katındadır. Yüce Allah, bu
bilgilere sahip olan Kendisinin bazı özelliklerini 26. âyette sıralamaktadır:
a) "Göklerin
ve yerin gizli bilgisi O'na aittir." Mağaraya kaç kişinin sığındığını ve
onların orada ne kadar süre ile kaldıklarını ancak gaybın bilgisi kendisinde
ait olan Allah bilebilir.
Bu özelliğinden anlıyoruz ki, göklerin ve yerin
insanlar tarafından bilinebilir yönleri olduğu gibi insanların bilemeyeceği ama
Allah'ın bildiği boyutları da vardır.
b) "O,
ne kadar güzel görür ve ne kadar güzel işitir." Birincisinde gaybı
bilmesini, burada ise görme ve işitme sıfatlarını gündeme getirmektedir. Görme
ve işitmede mükemmel olması sebebiyle mağaraya sığınanların sayı ve kalma
sürelerini ancak O, bilebilir, demektedir.
c)
"Onların, O'ndan başka bir yöneticisi yoktur." Âyetin 6u kısmındaki
velî "dost" anlamına gelmektedir. Sonsuz bilgi, kusursuz görme ve
işitme, kusursuz yöneticiliği getirmektedir. Mükemmel dost ancak bu sıfatlara
sahip olandır, bu tür işler ancak O'ndan beklenebilir.
d) "O,
kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." Âyetin bu kısmında yer alan fî
hükmih ifadesi, "hükmünde, yani hükümranlığında" demektir.
Öyle anlaşılıyor ki, Ashâb-ı Kehf konusu anlatılırken
Yüce Allah, insanlara ilahiyat dersi de vermektedir. Gaybı, Kendi
hükümranlığını, eşsizliğini ve bazı sıfatlarını gündeme getirip işlemektedir.
Ayrıca Hz. Peygamber'e sorulan ve bilinmesi çok zor olan soruların Allah'a bırakılmasının
önemini, metodunu ve ahlâkını da öğretmektedir. Hz. Pey-gamber'e çok eski
olguların bilgisinin Allah'a ait olduğunu söylettiğine göre, bizlerin de
sorulan soruları Kur'ân'a havale etmemiz gerekiyor. Hz. Peygamber vahy yolu ile
cevabı alıyordu, ama biz cevabı ancak Kur'ân'da bulabiliriz. Bu nedenle din
âlimi ve görevlileri, sorulan sorulara kendi görüşleri açısından cevap
vermeyip, "cevabı Allah bilir" demeleri gerekiyor. Allah'ın din
bakımından bizimle ilgili bilgisi de Kur'ân'dır.[15]
27. Rabb'inin kitabından sana vahyolunanı oku! O'nun
kelimelerini değiştirecek yoktur. O'ndan başka bir sığınak da bulamazsın.
İşte bu âyet Hz. Peygamber'in şahsında din âlimi ve
görevlilerinin ne yapacağını belirlemektedir.
1. "Rabb'inin
kitabından sana vahyolunanı oku!"
Tilâvet denen "okuma faaliyeti", hem
öğrenmeyi hem de öğretmeyi ifade etmektedir. Allah'ın kitabından kasıt Levh-i
Mahfuz, yani "korunmuş levhalar"dır. Vahyolunan da Kur'ân'dır.
Bu âyet, insanlara verilecek olan dinî bilgilerin
ondan alınması gerektiğini söylemektedir. Özelde geçmişte olan olguları, halk
arasındaki hikayelerden değil, ilâhî vahyden öğrenmek gerekiyor. Dinî konuda
hükmü Allah'ın kitabında aramak hem Allah'ın emri hem de Hz. Peygamber'in
sünneti, yani uygulamasıdır.
2. "O'nun
kelimelerini değiştirecek yoktur."
Yüce Allah'ın, "kitabını, vahyini" demeyip
de, kelime yani "sözlerini demeyi tercih etmesinin sebebi, "cümlenin
bir parçasının bile değiştirilemeyeceğine dikkat çekmek"tir.
İnsanlar görüşlerini değiştirebilirler; bu gün böyle
fikir beyan e-derken, başka bir zaman başka türlü görüş ortaya atabilirler, ama
Yüce Allah'ın vahyinde böyle değişme olmaz ve böyle bir değişmeyi de kimse
yapamaz. Onun hükümlerinde önceleri tahrifat yapılmış, kelimeler yerinden
çıkartılıp yerlerine başka hükümler konmuştur ama Kur'ân'in temel
özelliklerinden biri de onun âyetlerinde, kelimelerinde, hükümlerinde
değişmenin olamayacağıdır.
3. "Ondan
başka bir sığınak da bulamazsın."
Dinde verilecek fetva, yapılacak açıklama, ortaya
konacak görüş bakımından sığınılacak, baş vurulacak makam sadece Allah'tır.
Dünya işlerimizde sığınılacak yer nasıl Allah ise, dinî fetvalarda da O
olmalıdır. İnsanlar sıkıntılarını, dertlerini, problemlerini O'na sunup O'ndan
yardım beklerler ama, hükümlerine gelince O'na baş vurmazlar. Ayette geçen
lliii mültehad kelimesi, "sığınak, melce'" demektir.
Şeytandan
Allah'a sığındığımız gibi din konusunda yanlış fetva vermek konusunda da
Allah'a sığınmak gerekiyor. Bu konuda Allah'a sığınmak demek, O'nun kitabı olan
Kur'ân'a baş vurmak, bilgiyi orada aramak demektir.[16]
25. Sabah akşam Rabb'lerine O'nun rızasını dileyerek
dua edenlerle birlikte candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek
gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü
arzularına uymuş ve işî-gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.
Yüce Allah bu âyette Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla
bizlere bir şeyi emrediyor iki şeyi de yasaklıyor. Bunların ne olduğunu âyeti
açıklamakla ortaya koyacağız:
1. "Sabah
akşam Rabb'lerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan
sabret."
vasbir "sabret" emri olumlu bir emirdir.
Yüce Allah, burada toplumsal ya da grup sabrını gündeme getirmekte, Hz.
Peygamber'in kiminle beraber sabredeceğine de açıklık getirmekte, ondan sabah
akşam Rabb'lerine, O'nun rızasını dilemek niyetiyle dua edenlerle beraber candan
sabretmesini istemektedir. "Sabah akşam" ifadesinden anlıyoruz ki,
sabah ve akşam vakitleri dua etmek için önemli zamanlardır. Bu vakitler, sabah,
akşam namazları olabilir mi? Namazda dua olduğuna göre bu ifade, o insanların
sabah, akşam namaz kıldıklarını ifade etmektedir.
Ayette geçen jJj nefs kelimesini "candan"
olarak tercüme edenlere hak vermek gerekiyor.
Sabır kelimesinin "engellemek, alıkoymak,
hapsetmek" manasını alırsak, buradaki sabrın şeklinin "nefsini
hapsetmek, alıkoymak" anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Nefsin disipline
edilmesi, alıkonması bir sabır işidir. Ama biz bu kelimeye "candan
sabretmek" manasını veriyoruz.
Allah'ın rızasını umarak sabah akşam dua eden
insanlarla beraber olmaya değer. Onlarla bir işe girişmek, o işte ısrar etmek,
sebat göstermek Müslümana yaraşan bir davranıştır. Bu emri ile Yüce Allah
kiminle beraber olunacağına, kiminle arkadaşlık kurulacağına ve kiminle hedefe
doğru yürüneceğine işaret etmekte ve bir arkadaşlık projesi sunmaktadır.
Bu emir sadece Hz. Peygamber'e değil, tüm dünya
siyasilerine, e-ğitimcilerine ve gençlerine verilmektedir. Beraberliklerin
kiminle yapılmasına, kimlerle grup kurulduğuna ve kimlerle hayatın
paylaşılacağına çok dikkat edilmelidir. Dost bulununca da, onunla beraber her
işte candan sabretmek gerekiyor.
Bu insanların dua ederken, yani ibadetlerini yaparken
"Allah rızasını aramaları, dilemeleri. istemeleri"nin anlamı maddî
çıkarları aşmış, gösterişten sıyrılmış insanlar demektir. Maddî menfaatlerin,
çıkarların zincirlerine vurulmuş insanlarla beraber, uzun soluklu hedeflere
gidilemez, onlarla yola çıkılamaz. O zincirleri kırmış, onları aşmış, Allah
rızasını arayanlarla beraber uzun yola çıkılabilir ve onlarla arkadaşlık,
dostluk yapılabilir.
2.
"Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma."
Allah
rızasını arayan insanlardan gözlerini ayırmak, onlarla arkadaş olmamak,
onlarla beraber olmamak demektir. Maddî alakalan aşmış insanlarla beraber
olmayı ne engelleyebilir? Sorunun cevabı âyetin içindedir: "Dünya
hayatının süsünü istemek." Demek ki arkadaşlığı, dostluğu, beraberliği
bozan şey dünya hayatının süsü, menfaati ve getirişidir. Dünya menfaatinin
girdiği yerde candan dostluk kalmaz.
3. "Kalbini
bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi-gücü aşırılık olan
kimseye boyun eğme."
İkinci olumsuz emir de "boyun eğmemek"
şeklindedir. Boyun e-ğilmeyecek kimsenin üç özelliği burada sıralanmaktadır.
a) Kalbi
Allah'ı anmaktan gafil kılınan
Ayetin bu kısmında, gafil kılmayı Yüce Allah'ın
gerçekleştirdiğine şahit oluyoruz. Yüce Allah kulunun kalbini, Kendini anmaktan
gafil kılar mı? Kılarsa haksızlık yapmış olmaz mı? Jipİ eğfele kelimesi,
"ilgisiz, duyarsız, uzak tutmak" anlamına gelmektedir. Şirke,
inkâra, inatla sarılan, hakikatin sesini asla dinlemeyen insanların gönlü,
Allah tarafından Allah'ı anmaya karşı duyarsız hale getirilmektedir.
Bir sonraki âyette bu sorulara daha açık ve net bir
şekilde cevap verilecektir. Allah'ı anmak, O'nu hatırlamak, O'nu düşünmek
kalbin ameli olmaktadır. Çünkü amel, sadece vücudun organlarının hareketi ile
değil, aklın ve gönlün hareketi ile de yapılmaktadır. Kalbi Allah'ı anmaktan,
düşünmekten gaflet içinde olan kimse ile arkadaşlık yapılamaz, âyetin ifadesi
ile ona boyun eğilmez.
b) Hevâsına
uyan
Kötü arzularına uyanlarla da beraberlik, arkadaşlık,
dostluk yapılamaz ve yapılmamalıdır. Câsiye 23'te belirtildiği gibi onun
tanrısı, kötü arzulan olmuştur. Bu tip insanlara boyun eğmeyi Yüce Allah yasaklamaktadır.
c) İşi-gücü
aşırılık olan
Ayette geçen iji furut kelimesi, "galip gelmek,
bir işte güçsüz kalıp kayıp vermek, haddi aşan söz söylemek, bir şey kaçmak,
eziyet vermek" anlamına gelen ferata fiilinden türemiştir.
Bu kelimenin geniş açıklaması En'âm 38'de yapılmıştır.
Buradaki manasını biraz daha açarsak, manevî hayatını, dinini, Allah'ı ile olan
ilişkilerini gözetmeyen, bütün benliğini dünyanın süsüne kaptıran, işi-gücü
aşırılık olan kimseye boyun eğilmeyeceğine dikkat çekilmektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki Kehf 28. âyetin son bölümünde Yüce Allah üç nedenle veya
üç özelliğe sahip olanlarla ya da bu üç özellikten birine sahip olanlarla
arkadaşlık yapılamayacağını, onlarla beraber olunamayacağını emretmektedir.
Yüce Allah'ın, kalbini Kendisini anmaktan gaflet
içinde bulduğu, nefsinin kötü arzularına uyan ve işi-gücü aşırılık olan
kimselerle beraber olunmamalı, onlar arkadaş edinilmemelidir. Bu insanların
gönlü, nefsi ve sosyal ilişkileri bozuktur.
Ayetin geneline bakınca, kimlerle arkadaşlık
yapılacağının ve kimlerle beraberlik kurulamayacağının eğitiminin yapıldığını
görmemiz mümkündür. İnsanların maddî durumlarına ve sosyal statülerine bakarak,
onlarla arkadaşlık kurulmamalı, onların gönülleri, arzuları, niyetleri, işleri
bu konuda esas ağırlığı taşımalıdır. Dünyanın süsüne aldırmayan, maddî
menfaatleri aşıp Allah nzasını kazanmayı amaç edinen, Allah'ı anan, nefsinin
kötü arzulannı bir tarafa atan ve işlerinde aşırı gitmeyen insanlarla beraber
olmak, arkadaşlık yapmak zorunludur, lyii "Ey iman edenler! Allah'tan
sakının ve doğrularla beraber olun" (Tevbe 9/119). Kehf 28'de sayılan
özelliklerin tümüne sahip olan insanlara Yüce Allah Tevbe 119'da sâdikûn yani
"doğrular" demekte ve onlarla arkadaşlık yapılıp beraber olunmasını
istemektedir.[17]
29. De ki: Hak, Rabb 'inizdendir. Dileyen inansın,
dileyen inkâr etsin. Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun
duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Susuzluktan imdat dileyecek
olsalar imdatlarına, e-rimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir.
Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!
İnanç özgürlüğünü öne çıkaran âyetlerden biri de
budur. Şimdi â-yetin analizini yaparak çıkarımlarda bulunabiliriz:
1. "De
ki: Hak, Rabb'inizdendir."
Bunun anlamı şudur: Gerçek olan şey Allah'tan
gelmiştir. Bakara 256'daki ifadesi ile "doğrulukla eğrilik birbirinden
ayrılmıştır." Zaten Allah'tan gelen hak, doğru ile yanlışı, iyi ile
kötüyü, güzel ile çirkini birbirinden ayırmıştır.
Hakkın Allah'tan gelmesi, Yüce Allah'ın öğretim
faaliyetini gerçekleştirmesi demektir ve doğru ile yanlışın ne olduğunu
öğretmesi anlamına gelmektedir. Çünkü öğretim faaliyeti vasıtasıyla insanı
bilgilendirmeden ona inanç özgürlüğünü tanımak doğru değildir. Özgürlükler,
bilgi ve kültür ile paralel olarak yürürler. Câhil ve kültürsüz insanların
elide özgürlükler tehlikeli silah haline gelebilirler.
Ayette, onun için hakkın ne olduğu öğretildikten
sonra, inanç özgürlüğü tanınmaktadır.
2.
"Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin."
İşte Yüce Allah inanç özgürlüğünün zirve noktasını bu
âyeti ile i-fade etmektedir. Hak öğretildiğine göre, insan inanıp inanmamakta
serbesttir. Hür seçeneğine dayanarak, inkâr da edebilir, iman da edebilir.
"Biz,
zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini
çepeçevre kuşatmıştır. Susuzluktan imdat dileyecek olsalar, imdatlarına, erimiş
maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne
kötü bir kalma yeri."
Ayette geçen "zâlimler"den kasıt kim
olabilir? Zâlimin burada öne çıkan anlamı "inkâr eden, şirk koşan ve insan
haklarını çiğneyenlerdir. Ayetin ikinci bölümünde "dileyen inkâr
eder" ifadesi yer almıştı. Buradaki zâlim kelimesine "inkâr
edendir" dememiz mümkündür. İnkar eden, Allah'ın hakkını Allah'a vermediği
için zâlimdir. Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmek, O'nun hakkıdır.
İnkar eden de bu hakkı teslim etmediğinden zâlim sıfatını almaktadır. Bir şeyi
olması gereken yere koymamak zulümdür. İmanı, olması gereken şekilde yapmamak
da zulümdür.
Ayetin birinci bölümünde Yüce Allah, hakkı
öğrettiğini, bu nedenle inanıp inanmamakta insanın özgür olduğunu gündeme
getirmişti. Hakkın gereğini yerine getirmemek, inanç özgürlüğünü kötü anlamda
kullanmak zulüm, bunu yapan da zâlimdir. Bu zâlim, kendi özgürlüğünü
kullanarak kendine zulmetmektedir.
İşte bu zulüm, ateşe dönüşmektedir. Onun içindir ki
Yüce Allah "Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki" ifadesine
yer vermiştir. Ayette geçen kelime "ateş" anlamına gelen jü nârdır.
Ateş de cehennemi ifade etmektedir. Demek ki. cehennemin ateşini kâfirler kendi
gönüllerinde yakmaya başlıyorlar ve âhirette de cehennemin ateşi kendileri olmaktadır.
Bu dünyada inkâr psikolojisi, insanın bütün
maneviyatını çepeçevre kuşattığı ve ondan asla kaçamadığı gibi, âhirette de o
ateşin yani cehennemin duvarı o zâlimleri kuşatacaktır.
Ayette geçen sürâdık kelimesinin manası hakkında Râzî:
"Kıl, çadırın çevresinde bulunan engel" demektedir. O ateşten kaçma
imkanları olamayacağını, "etrafının duvarla çevrelendiğini"
söylemekle ifade etmektedir. Kâfirler bu dünyada gönüllerinin etrafında
inkârdan bir duvar ördüklerinden ve asla oradan çıkamadıklarından dolayı
âhirette de aynı tarz bir duvarla kuşatılacaklardır.
Bu insanlar etrafı kuşatılmış cehennemde susuzluktan
feryad edeceklerdir. Hatta cennette olanlardan su isteyeceklerdir:
"Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği
rızıktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları
kâfirlere haram kılmıştır, derler" (A'râf 7/50).
Normal su onlara haram kılınacak ama erimiş maden
gibi, yüzleri haşlayan bir su ile muamele göreceklerdir.
Onlar bu dünyada saf imanı inkâr ile kirlettiler,
aleve çevirdiler. Âhirette de onlara saf su değil de, maden eriyiği şeklindeki
su verilecektir.
Ayetin bu kısmında geçen el-mühl kelimesinin çeşitli
manaları vardır. Eriyik ve tortu anlamlarına gelen bu kelimeyle ilgili olarak
Râzî şunları nakletmektedir: Mühl, "zeytin yağının tortusu"dur.
Rivayet edildiğine göre İbn Mes'ûd devlet hazinesine girdi, orada bulunan küçük
bir misvak parçasını çıkardı ve onu yaktı. İşte parçalanarak yanan bu misvaka
"işte mühl budur" dedi. Ebû Ubeyde ve Ahfeş: "Altın, bakır ve
gümüş gibi madenlerden eritilmiş olanı"na mühl dendiğini söylemektedirler.
Mühlün "cehennemliklerden akan irin ve kan" olduğu da söylenmiştir.
Kelime zaman süreci içerisinde farklı manalar yüklenmiştir. Mühlün "bir
içecek çeşidi" olduğu âyetin devamındaki "o, ne kötü içecektir"
ifadeden anlaşılmaktadır.
Su, susuzluğu ve ateşi giderir. Ama bu su tam tersine
susuzluğu ve ateşi artırmaktadır. Bu içeceğin başka çeşitlerini de şu âyetlerde
görebiliyoruz.
"Ardından da cehennem vardır, kendisine irinli su
içirilecektir" (İbrahim 14/16). Âyetteki min mâin sadîd "irinli
su" ifadesi, yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 29'daki mühlü andırmaktadır.
"Bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su
içirilen kimseler" (Muhammed 47/15). Bu âyette de
ili mâen hamîmen ifadesi yer almakta ve "kaynar su" anlamına
gelmektedir. Bunu da mühl ile karşılaştırabiliriz.
Yüce Allah insanı tiksindirip kötü davranışlardan
caydırmak için "O, ne kötü içecektir" değerlendirmesini yapmakta,
diğer taraftan, o ateşin meydana getirdiği cehennemin kötü bir kalma yeri, kötü
bir durak olduğu değerlendirmesini de yapmaktadır.
Yüzleri dağlayan maden eriyiği şeklindeki bu kötü
suyun kaynağı gönüldeki inkâr psikoloj isidir. O kaynaktan hem ateş hem de
yüzleri dağlayacak olan maden eriyiği su çıkmaktadır. İşte o gönül bir yanardağ
gibi hem alev hem de maden eriyiği fışkırtmaktadır.
Bundan anlıyoruz ki Yüce Allah'ın insanlara gönderip
öğrettiği "hak" yani gerçeğin bilgisi, insanların yanardağ haline
gelmiş gönüllerini dindirmek amacını taşımaktadır. İnkâr, insanların gönlünü
cehenneme çevirmiştir, işte gönülleri o ateşten kurtarmak ilâhî eğitimin ana
amacıdır. Yapılması gereken o gönüllerde tevhid inancını teşekkül ettirerek
yanardağ lavları yerine yeşilliklerin oluşmasını temin etmektir. Din eğitimi
bu amacı takip etmeli ve belli bir oranda bunu sağlama başarısını göstermelidir.[18]
30. İman edip de iyi davranışlarda bulunanlar
bilmelidirler ki Biz, güzel iş yapanların ödülünü kaybetmeyiz.
31. İşte onlara, alt taraflarından ırmaklar akan 'Adn
cennetleri vardır. Onlar 'Adn cennetlerinde tahtlar ü-zerinde kurularak orada
altın bileziklerle bezenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler
giyecekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!
29. âyetle 30 ve 31. âyetlerin ard arda gelmesinden şu
metodu çıkartıyoruz. Yüce Allah insanı yaratırken onun doğasına bir ritm
psikolojisi koymuştur. Bunun anlamı şudur: İnsanın psikolojik yapısı durağan değil,
tam tersine inişli-çıkışh, yani dalgalıdır. Kimi zaman mutlu, kimi zaman
mutsuz, kimi zaman neşeli, kimi zaman üzüntülü olması, onun psikolojik
yapısının dalgalı, inişli-çıkışh olduğunu göstermektedir. İşte bu psikolojik
yapı gereği Yüce Allah, önce hakkı inkâr edenlerin göreceği cezayı anlatarak
germekte, sonra da cenneti ödül olarak vereceği insanların durumunu anlatarak
gerginliği ortadan kaldırmaktadır. Onun için Kur'ân'da cehennemden sonra
cennet, cennetten sonra cehennem anlatılır. İnişli-çıkışh psikolojiye
inişli-çıkışh anlatım uygun düşmektedir.
1.
"İman e-dip de iyi davranışlarda bulunanlar bilmelidirler ki, Biz güzel iş
yapanların ödülünü kaybetmeyiz."
Amellerin değerlendirilmesi imana bağlı olduğu için
ilk sırayı i-man almaktadır. Çünkü âhirette amellerin değerlendirilmesinde,
olmazsa olmazı iman teşkil etmektedir.
"İyi davranış" diye tercüme ettiğimiz amel-i
sâlih terimi, "dürüst ve erdemli davranışı ve faydalı iş üretmeyi"
ifade etmekte ve "ahlâkî bakımdan dürüst ve erdemli davranış" anlamlarına
gelmektedir. Ama bilimsel açıdan insanlığa faydalı olan bir buluşu yapmak, bir
aleti veya ilacı icad etmek de iyi amel kavramının kapsamına girmektedir.
Siyaset, hukuk, eğitim gibi alanlarda da iyi olanı üretmek de "sâlih
amel" alanına dâhildir.
Zaten âyet kendi içinde sâlih kelimesine
"güzel" manasını vermiştir. Ahsen kelimesi, sâlih kelimesini
manalandırmaktadır.
Yüce Allah 30. âyette, iyi iş, iyi davranış ve güzel
amel üretenlerin ödülünü zayi etmeyeceği garantisini vermektedir. Bu noktada şu
soruyu sorabiliriz: Zayi edilmeyecek olan ödül nedir? Sorunun cevabını bir sonraki,
yani 31. âyet vermektedir.
2.
"İşte onlara alt taraflarından ırmaklar akan 'Adn cennetleri
vardır."
Kur'ân'da çoğu zaman, cennetin geçtiği yerde, mutlaka
ırmak da geçmektedir. Su, cennetin birinci özelliği arasında yer almaktadır.
"İçinden ırmaklar akan 'Adn cennetleri" buyurulduğu için, 'Adn
cennetlerinin çoğul olduğunu anlıyoruz. 'Adn cennetinin bir tane değil, birden
fazla olduğu âyetten çıkmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz 30-31. âyetlerde 'Adn
cennetlerinin özellikleri verilmekte ama, hangi dürüst ve erdemli amellerin
oraya götüreceği anlatılmamaktadır. Bunun en geniş anlatımı Ra'd 19-22. âyetlerinde
yapılmaktadır.
Bu amelleri kısaca şöyle sıralayabiliriz: Hz.
Muhammed'e indirilenin hak olduğunu bilmek, aklını kullanıp düşünmek, Allah'a
verilen sözü yerine getirmek, antlaşmayı bozmamak, Allah'ın bitişmesini
emrettiği şeyleri bitiştirmek, Allah'a saygı duymak, âhiretteki kötü hesaptan
korkmak, Allah rızası için sabretmek, namazı gereği gibi kılmak, gizli-âşikâr
malından infâk etmek, kötülüğe iyilikle mukabele etmek. İşte Ra'd sûresinin bu
âyetleri 'Adn cennetine götürecek olan amelleri bu şekilde sıralamaktadır. Bu
amellerle, Kehf 30'daki "sâlih ve güzel amel" terimini doldurup
manalandırabiliriz.
İşte bu amelleri üretenlere, içinden ırmaklar akan
'Adn cennetleri ödül olarak verilecektir. 'Adn cennetlerinde o insanlar için
daha neler vardır?
a) Onlar
orada altın bileziklerle bezenecekler. Dünyada en kıymetli eşyalardan biri
altından yapılan süs eşyalarıdır. Yüce Allah âhiretteki ödülümüzü bize temsîlî
olarak, bu dünyada idrak ettiğimiz nesnelerle anlatmaktadır.
b)
İnce ve kalın ipek en kıymetli giysi
kumaşıdır. Yeşil olması da cennetin rengine uyması, onunla uyum
sağlamasındandır. Rahman 64'e göre cennetler koyu yeşil renktedir. Bu bakımdan
elbiseler de o renkle uyum içinde olacaktır.
c) Tahtlar
üzerinde kurulacaklar. Koltuklar üzerinde karşılıklı olarak oturmaları da,
ödülün bir parçasını teşkil etmektedir.
3. "Ne
güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!"
Yüce Allah vereceği ödülünü bizzat Kendisi
değerlendirerek onun çok güzel bir ödül olduğunu ve cennetin de çok güzel bir
mekân olduğunu söylemektedir.
Bu ödülün anlatılışında da iyi davranışlara, güzel iş
üretmeye teşvik vardır. Çünkü insanın doğasında, karşılığı olmayan bir işe
girişmemek, karşılığı olan bir işe girişmek özelliği vardır. Maddî ve manevî
karşılıklar insanı eyleme itmektedir; çünkü onların itici, teşvik edici gücü
vardır.
Dikkat edilirse 29. âyetin sonunda "ne kötü bir
kalma yeri" denirken 31. âyetin sonunda da "ne güzel kalma yeri"
buyurulmaktadır. Her iki âyette de murtefekâ kelimesi yer almaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, iyi ve güzel ameller de,
âhirette cennete ve oradaki ödüllere dönüşmektedir. Orada neyi bulacaksak,
onun buradan oraya gittiğini bilerek davranmalıyız.[19]
32. Onlara iki
adamı örnek alarak anlat. Birine iki ü-züm bağı vermiş, bu bağların etrafını
hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik.
33. İki bağın
ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arkasından
bir de ırmak fışkırtmıştık.
34. Bu adamın
başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşı ile konuşurken ona şöyle dedi: Ben
servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha
güçlüyüm.
Bundan sonra anlatılacak olan iki kişinin örneğini
Kehf 7-8. âyetlere bağlı olarak incelemek, anlatmak gerekiyor: "Biz
insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her
şeyi dünyanın kendine mahsus bir süs yaptık. Biz oradaki her şeyi kupkuru bir
toprak yapacağız." İşte bu âyetlerin açılımı iki kişi örneğinde, yani
32-44. âyetler arasında yer almaktadır.
Dünyanın insana sunduğu bütün imkanların bir imtihan
olduğu, bu imtihanı kazanmayan için o imkanların nasıl yok olacağı örneği
anlatılacak, üzüm bağları, hurmalıklar ve ekinlerin kapladığı arazinin, daha
hangi nedenlerle cascavlak kayaya dönüştüğüne dikkat çekilecek, şımarıklığın,
nankörlüğün ve inkârın hayatı nasıl kupkuru hale getirdiği vurgulanacaktır.
1.
"Onlara iki adamı örnek olarak anlat."
İki adam örneği, aslında inkâr edenler ile iman edip
iyi iş üretenleri anlatan Kehf 29-31. âyetlerin devamı olarak alınabilir.
Yüce
Allah "kıssa" ile öğretim ve eğitim yapmaktadır. Buna "kıssa
metodu" ile örneklendirme de diyebiliriz. Konuların, insanın zihninde tam
anlamı ile şekillenmesi ve derse olan ilgiyi artırmak için tarihî örneklerle,
kıssalarla anlatmak öne çıkan bir metoddur. İki adam örneği ile çok önemli
mesajlar verilecektir.
2. "Birine
iki üzüm bağı vermiş, bu'bağların etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da
ekinler bitirmiştik."
Ayetin bu kısmında dikkat edilmesi gereken nokta
şudur:
Yüce Allah, o kişinin sahip olduğu tüm şeyleri
kendisinin verdiğini söylemektedir. iSİii- ce'alnâ, ilLU- hafefnâ ve yine HİiŞ-
ce'alnâ fiillerinin faili Allah'tır. Verdik, donattık ve yine bitirdik
demesindeki vurgunun hedefi, sahip olunan veya o adamın sahip olduğu nimetin
kaynağında Allah'ın olduğunu öğretmektir.
İki üzüm bağını veren Allah, onların etrafını
hurmalıklarla çeviren Allah, aralarında ekini bitiren de Allah'tır. Bütün bu
işleri insan için yapan Allah'a karşı nankörlüğün veya O'nu inkâr etmenin
hangi sonuçları getireceğini de anlatacaktır.
Demek ki Yüce Allah o iki kişiden birine mükemmel
nimetler sunmuştu. Ama bu nimetlerin imtihan soruları olduğunu bilmek gerekiyordu.
feccernâ "fışkırtma" işini de Yüce Allah yaptığını buyurmuştur. İki
bağın ya da bostanın arasında ırmağın fışkırma işini de Yüce Allah
gerçekleştirdiğini söylemekle, o nimetin kaynağında hangi gücün olduğunu
öğretmektedir.
3. "Bu
adamın başka geliri de vardı."
Öyle anlaşılıyor ki, iki bahçenin dışında o kişinin
başka gelirleri, malı veya parası da vardı.
4. "Bu
yüzden arkadaşı ile konuşurken ona şöyle dedi: Ben servetçe senden daha
zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm."
Yüce Allah'ın, bu kişinin sahip olduğu maddî değeri
detaylı bir şekilde bize anlatmasının sebebi son bölümde arkadaşına yaptığı
konuşmayı temellendirmektir. Bu şekilde gururlanıp, arkadaşını aşağılamasının
nereden kaynaklandığı açıklanmaktadır.
Kendisi ile arkadaşını mukayese etmektedir. Bu tip
mukayeseler, şeytanî bir nitelik taşımaktadır. Bilimsel mukayeselerin dışında,
mukayese yapmak doğru değildir. Şeytan, kendisi ile Hz. Âdem'i mukayese
ettiğinden Allah'a isyan etmiş ve kovulmuştur.
Bu kişi de maddî değere sahip olma bakımından kendisi
ile arkadaşını mukayese etmiş ve üstün olduğunu dile getirmiş, hem servet hem
de topluluk bakımından kuvvetli ve üstün olduğunu söylemiştir. Bu söylemin
altında yatan psikolojik neden, "böbürlenmek, gururlanmak ve sahte bir
değerin arkasına sığınmak"tır. Ağzından çıkan bu kelimeler, içinde
kaynayan gururu yansıtmaktadır.
Böylece Yüce Allah davranış psikolojisi ile ilgili bir
değerlendirme yapmış olmaktadır. Servete sahip olmak, onun içindeki gururu
uyandırdı; gurur da böylece konuşmasına sebep oldu. O kişi servetten yoksun
bir fakir olsaydı, elbette onun içindeki gurur uyanmayacak ve böyle konuşmasına
sebep olmayacaktı.[20]
35. Böylece
kendisine yazık edip, bahçesine girerken şöyle dedi: Bu bahçenin batacağını hiç
sanmam.
36.
Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum. Eğer Rabb 'ime götürülürsem, and olsun, orada
buradan daha iyi bir sonuç bulurum.
Arkadaşına 34. âyette söylediği bu sözlerle bu
âyetteki sözlerin anlamı, kişinin kendine zulmetmesi, yani yazık etmesidir.
Kendine yakışanı yapmamakla bu kişi, kendi ruhuna zulmetti. Ruha yakışan,
servetinin kaynağında Allah'ın olduğunu bilip Allah'a ve kıyamete inanması ve
gurura kapılıp arkadaşına o şekilde konuşmaması idi.
1. "Böylece
kendisine yazık edip, bahçesine girerken, şöyle dedi: Bu bahçenin batacağını
hiç sanmam."
mâ ezunnu
"sanmam" demesi, onun zan üzere hareket ettiğini ifade etmektedir.
Bize göre bu adam "iman" kelimesini bilmediği için mâ ezunnu
kelimesini, "inanmıyorum" anlamında kullanmıştır. Çünkü bir sonraki
âyette de aynı ifadeye yer vermektedir.
Nankörlük yapması, gururlanması ve bostanlarının yok
olacağına inanmaması kendine yazık etmekten başka bir şey değildi.
2.
"Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum."
Buradaki "zannetmiyorum" kelimesi de,
"inanmıyorum" demektir. Bu kişi, kıyamete inanmamakla dünya hayatının
ebedî olduğu fikrini savunmuş olmaktadır.
3.
"Eğer Rabb'ime götürülür-sem, and olsun, orada
bundan daha iyi bir sonuç bulurum."
Ayetin bu kısmından geçen Üili munkalebâ kelimesi,
"merci, akıbet, sonuç" anlamına gelmektedir.
Yüce Allah, bu kişinin burada ileri sürdüğü görüşü
ferdî olmaktan
çıkarıp, Fussilet 50'de genelleştirmektedir:
"Andolsun ki, insana dokunan bir zardan sonra biz
ona bir rahmet tattırırsak: Bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını
sanmıyorum. Rabb'ime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim için
daha güzel şeyler vardır, der."
Demek ki bu insan, Allah'a inanıyor ama kıyametin
kopacağına inanmıyor. Kendisine anlatılanlardan anlıyoruz ki, bu adama
kıyametin kopacağına dair bilgilendirme yapılmıştır.
Bu dünyadakinden daha iyi bir sonucu orada bulacağını
söylemekle de gururunu nelere kadar uzattığını göstermektedir. Âhiret inancı,
kıyametin kopacağı, insanın yaptıklarının sonucu ile orada karşılaşacağı
konularında kendisine din eğitimi yapıldığını konuşmasından anlıyoruz. Zaten
onun bu konuşması, içindeki iman ile inkârın ona verdiği bir cesaretten ibaret
olduğu görülmektedir. Dikkat edilirse, Rabb'ine kavuşma ihtimalini de gündeme
getirmekte, ama olacağına inanmamaktadır.
Bundan anlıyoruz ki, Kehf 7'de bahsedilen imtihanı bu
kişi kaybetmiştir. Kimin daha güzel amel ürettiğini tesbit etmek için Yüce
Allah insanlara dünyanın süsünü, güzelliklerini sunmaktadır. İşte bu kişi kendisine
sunulan dünyanın süsüne aldanıp kıyametin kopacağını, Allah'a kavuşacağını,
öldükten sonra dirileceğini inkâr ederek imtihanı kaybetmiştir.[21]
37. Kendisiyle
konuşan arkadaşı ona dedi ki: Seni topraktan, sonra da meniden yaratan, sonra
da seni adam kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun?
38. Fakat, O
Allah, benim Rabb'imdir. Rabb'ime kimseyi ortak koşmam.
39. Bağına
girdiğinde, her ne kadar sen beni mal ve çocuk bakımından daha az görüyorsan
da, "Allah dilemiş! Her güç Allah iledir", demeli değil miydin?
40-41. Umulur ki Rabb'im bana senin bahçenden daha
iyisini verir ve seninkinin üzerine de gökten hesap görecek bir yıldırım
gönderir de, orası kaygan, kuru bir yer olur. Yahut suyu çekilir de, artık, onu
bir daha elde edemezsin, dedi.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki, zengin olan ve kıyametin
kopacağını, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kişinin inanmış arkadaşı çok
kültürlü ve dinin temel ilkelerini bilen biri idi. Sıra ile hangi konulara
değinerek ona ders verdiğini görebiliriz:
1.
Yaratılışına dikkatini çekerek sorusunu soruyor.
"Seni
topraktan, sonra da meniden yaratan, sonra da seni adam kılığına koyanı mı
inkâr ediyorsun?
a) Bu kişi,
arkadaşının: "Bu bahçenin batacağını hiç sanmam"; "Kıyametin
kopacağını da zannetmiyorum" şeklindeki sözlerini inkâr olarak
nitelendirmiştir. Hatta bu ifadelerin Allah'ı inkâr olduğunu öne sürmüştür.
Dikkat edilirse, "inkâr ettin" demedi de, "inkâr mı
ediyorsun" dedi. Bu soru şeklinin anlamı, "inkâr ettin" demektir.
b) Öğüt
veren arkadaşı, insanın yaratılışı meselesini, evreleri ile bilen biri idi.
İnsanın topraktan geldiğini biliyordu. Bitkisel ve hayvânî gıdaların tümünün
topraktan yaratıldığının farkında idi. İnsanın yaratıldığı meniden itibaren,
geldiği yere doğru takip edersek toprağa varmamız mümkündür. Meni kandan; kan
bitkisel veya hayvânî gıdalardan; hayvânî gıdalar bitkilerden; bitkiler de
topraktan gelmektedir. İşte bu kişi insanın kökünün toprak olduğunu biliyordu.
Ardından "meni" safhasını gündeme getirmiştir. Bu safhada eşeyli
yaratılışa işaret etmiştir. Ardından, insan şekline sokmanın, yani anne
karnında sperm ile yumurtanın döllenip gelişim basamaklarında insan şeklini
almasına işaret ederek Allah'ın varlığını ve O'nun gücünü anlatmıştır.
Bu kişinin verdiği bu ders, Kur'ân'in inen ilk
âyetlerine uygun düşmektedir. O âyetlerde de insanın yaratılışı ele alınmıştı.
Metod itibariyle burada "yakında uzağa metodu" kullanılmıştır.
Dersi veren kişi yaratma ve şekillendirme fiilleriyle
Allah'ı anlatmaktadır. Yüce Allah'ın, hangi safhada yaratma eylemini, hangi
safhada şekillendirmeyi gerçekleştirdiğini de biliyordu. Şekillendirmenin,
yaratmanın ardından geldiğinin de farkında idi.
2. Şirk
koşulamayacağını öğütlüyor.
"Fakat,
O Allah, benim Rabb'imdir. Rabb'ime kimseyi ortak1 koşmam."
Bu kişi, bir önceki 37. âyette Yüce Allah'ın,
yaratıcılık ve şekil verici özelliğini ele almakta, bu âyette de Rabb'lık
sıfatını gündeme getirmektedir. "Rabb" sıfatı, hem yaratmayı hem besleyip
büyütmeyi hem de terbiye etmeyi içine almaktadır.
Bu kişi, bunları gerçekleştiren varlığa eş
koşulamayacağını da ö-ğütlemektedir. Sanki, arkadaşının eş koştuğundan bir
şüphesi var görülüyor. Arkadaşının, bağının ürünlerinin ebediyyen yok
olmayacağını söylemesi, dünya hayatına bir sonsuzluk özelliğini verdiğini
göstermektedir.
Arkadaşına "ortak koşma" demiyor da
"ortak koşmam" diyerek kendisinin hangi inançta olduğunu ve böylece
tevhid inancı dersi verdiğini görüyoruz.
3.
Allah dilerse olur.
Arkadaşı
ona Allah'ın maişeti, yani dilemesi konusunda da bir ders vermektedir.
Kendisini, mal ve çocuk bakımından arkadaşından fazla görüp, arkadaşını daha az
görmesinin daha önce gururdan kaynaklandığını söylemiştik. Burada bu gururun
neden disipline edilemediğini görüyoruz. "Allah dilemiş de ona fazla,
diğerine az vermiştir. Allah dilediği için bu böyle olmuştur" inancına
sahip olsaydı, bu şekilde gurura kapılıp arkadaşını aşağılamayacaktı.
Bütün rızıkları Allah'ın dağıttığını, kimine az,
kimine çok verdiğini, bunu istihdam ilkesi için yaptığını (Zuhruf,32) bilip
inansaydı bu şekilde nankörlük yapmazdı.
"Bahçene
girdiğinde 'Allah dilemiş! Her güç Allah iledir' demeli değil miydin?"
Arkadaşı, ona verilen nimetlerin kaynağında Allah'ın dilemesinin olduğunu, her
şeyin gerçekleşmesinin Allah'ın gücü ile olduğunun dersini vermektedir. İnsan
bir iş yapmak için güç sarf ediyorsa, o iş mutlaka Allah ile gerçekleşmektedir.
Yüce Allah'ın müdâhil olmadığı bir işi yapmak imkansızdır.
İlâhî dileme ile ilâhî gücün ilişkisini kurup, insanın
yapıp etmelerinin arkasında bu iki gücün olduğu böylece açıklanmaktadır.
4. "Umulur
ki Rabb'im bana
senin bahçenden daha iyisini verir. Ve seninkinin
üzerine gökten hesap görecek bir yıldırım gönderirde, orası kaygan ve kuru bir
yer olur. Yahut suyu çekilir de, artık onu bir daha elde edemezsin, dedi."
Dinî konuları iyi bilen ve sağlam tevhid inancına
sahip olan arkadaşı servetin el değiştirebileceğini arkadaşına hatırlatıyor.
Hatta kendi bağına Allah'ın bir belâ verip yok edebileceğini söylüyor.
Bu kişi, servetin kaynağını inkâr ederek nankör olan,
kıyameti inkâr eden, sahip olduğu servet ile şımaran kişinin malına bir belâ
gelebileceğini vurgulamakla belâyı getiren sebepleri açıklamış olmaktadır.
hüsbân kelimesine "yıldırımlar" manası
verilmiştir. Aslında "atılan şeyler"e hüsbân denmektedir. Ama burada
"hesabı gören yıldırımlar" manası uygun düşmektedir. sa'îden zelekâ
da "kaypak toprak, cascavlak taş hali"ni ifade etmektedir. Aslında
zelak, "yerin insanın ayağını kaydıracak hale gelmesi"ni ifade
etmektedir.
jje. ğavr kelimesi, "kaybolan, çekilen"
anlamına gelen ğâirden gelmektedir. Aynı kelime Mülk 30'da geçmektedir:
"De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su
getirebilir?" Bahçesine hem gökten bir âfet hem de suyunun kaybolması gibi
bir musibetin gelebileceğini söylemekle bu kişi, arkadaşının tabiat olayları
ile cezalandırabileceğine işaret etmektedir. Arkadaşına bu şekilde ders veren
bu kişi, insanın inanç yapısının, düşüncelerinin, yanlış konuşma ve yanlış
davranışlarının tabiatı sarsabileceğini bilecek kadar din kültürü almıştı.[22]
42. Derken onun
serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü
ellerini ovuşturup kaldı. Bağın
çardakları yere çökmüştü.
'Âh' diyordu, 'keşke ben
Rabb'ime hiçbir ortak koşmamış olsaydım.'
43. Kendisine
Allah'tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi, kendi kendini
kurtaracak güçte de değildi.
44. işte burada
yardım ve dostluk Hak olan Allah'a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel
sonucu veren yine O 'dur.
Öyle anlaşılıyor ki, bu kişinin gururu, şirki, kıyameti
inkârı gibi davranışlarını tabiat bile kabul etmedi ve arkadaşının dediği
felâket başına geldi.
1.
"Derken onun serveti kuşatıp yok edildi." ühîta kelimesini biz
Türkçe'de "kuşatmak" anlamında "ihata etti" diye kullanırız.
Ühîta, "kuşatıldı" buyurulurken, kimin kuşattığı söylenmemekte-dir.
Kuşatmak terimi aslında bir ordunun bir şehri, bir yeri kuşatıp alması
anlamında kullanılır. Bu ifadede sanki "melekler ya da tabiat olayları
onun bahçelerini kuşatıp yok etmiştir" anlamı verilmektedir.
Aslında, şirki, gururu, yanlış davranışları, kıyameti,
inkârı onun serveti kuşatıp yok etti.
2. "Böylece
bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini ovuşturup kaldı."
Bağını verimli hale getirmek için yaptığı ekonomik
masraflardan dolayı çok pişman olduğundan ellerini ovuşturmaya başladı. Bozuk
ma-nevîyatın getirdiği maddî çöküşün sebep olduğu pişmanlık burada anlatılmaktadır.
Böylece bu kişinin durumu anlatılırken, pişmanlığa kadar uzanan zincirleme
sebepler gündeme getirilmektedir.
3.
"Bağın çardakları yere çökmüştü."
Ayette geçen hâviye kelimesi, "çökmüş"
anlamına gelmektedir. 'urûş da "çardaklar, yani üzüm çardakları,
bitkileri, bahçe duvarları, üzümlerin üzerine uzayıp yayıldığı çıtalardan
kurulu çardak" anlamını ifade etmektedir.
4. "Ah,
diyordu; keşke ben Rabb'ime hiçbir ortak koşmamış olsaydım."
Sahip olduğu servetinden dolayı fakir arkadaşına hava
atmak için mukayeseler yaparak kendisinin üstün olduğunu söyleyen, Allah'a şirk
koşan, kıyameti inkâr eden, sahip olduğu ekonomik nimetin kaynağında Allah'ın
olduğunu görmeyip nankörlük eden bu kişi sonunda pişmanlığını bu sözlerle
itiraf ederken başına gelenlerin ana sebebini belirlemektedir.
"Keşke ben Rabb'ime hiçbir ortak koşmamış
olsaydım" demekle şirki, bağlarının ve servetinin başına gelenlerin sebebi
olarak tespit etmektedir. Şirkin böylesine tahrip edici niteliği var mıdır?
Şirkin böylesine tahrip eden bir boyutu olduğunu şu âyetlerde görüyoruz:
"Rahman
çocuk edindi, dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan
dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir.
Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden. Halbuki çocuk edinmek Rahman'in
şanına yakışmaz" (Meryem 19/88-92).
Demek ki, şirkin bu çeşidine gökler, yer ve dağlar
dayanamamak-tadır. Allah'a eş koşmaktan daha büyük günah yoktur. Bu günah, önce
insanın psikolojik yapısının göğü olan beyni, yeri olan gönlü, dağlan olan tüm
duygularını tahrip ediyor, sonra da tabiatın dengesini bozuyor.
Tahribatta sebep şirk, sonuç da bahçelerinin ve tüm servetinin
yok olması olmuştur.
Onun bu
konuşmasından şunu da çıkartıyoruz: İnsan başına belâ gelmeden önce gerçeği
görebilmelidir. Belâ, ona güzel bir ders oluyor ama, iş işten geçmiş oluyor.
Son pişmanlık fayda vermeyeceğinden dolayı meseleyi önceden kavramak
gerekiyor. İşte dinin en önemli görevlerinden biri de budur.
Dünya ve âhiretin azabına uğramadan önce insanları
uyarıp yanlış yoldan gitmelerini önlemek, pişman olacakları işten geri
durmalarını temin etmek gerekir. Bu durum, bir çeşit, hastalanmadan önce
hastalığı önleyici sağlık tedbirlerini almaya benzer. Belâ başa gelmeden,
pişman olmadan önce alınacak tedbirleri bildiren ilâhî vahye din deniyor.
5. "Kendisine
Allah'tan başka yardım edecek destekçileri olmadığı gibi, kendi kendini de
kurtaracak güçte değildi."
Bütün servetine gelen afete karşı onu koruyacak, ona
hâmî olacak kimse yoktu; Allah'tan başka ona bu yardımı sağlayacak yoktu.
Tevhid inancının bu olguda bir anlatım şekli gündeme gelmektedir:
"Allah'tan başka yardımcısı yoktu" ifadesi, "Allah'tan başka
tanrı yoktur" ifadesini tefsir etmektedir.
Bu kişinin durumu Kasas sûresinde anlatılan Karun'un
durumuna benzemektedir: "Nihayet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine
geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek destekçileri olmadığı
gibi, o, kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi" (Kasas 28/81).
Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 43 ile Kasas 81.
âyetin müşterek açıklanmasından şunu çıkartıyoruz: Yüce Allah'ın verdiği cezayı
geri çevirecek hiçbir güç yoktur. Şirk koşanlar cezadan sonra bunu
anlatmaktadırlar. Bazı şeylerin tecrübesi yapıldıktan sonra geriye kocaman bir
pişmanlık kalıyor; ama kendilerine faydası olmuyor, başkalarına ders oluyor.
Kur'ân'in anlatımı da, ondan sonra gelecek nesillere etkili bir ders olmasını
hedeflemektedir. Bu tarz tarihî olguların gelecek nesillere uyarıcı bir ders
olması, Kur'ân'ın eğitim anlayışında önemli bir metodu teşkil etmektedir.
6. "İşte
burada yardım ve dostluk Hak olan Allah'a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en
güzel sonucu veren yine O'dur."
Anlatılan bu kıssadan, yani tarihsel olgudan
çıkartılacak nihâî sonuç bu âyetle belirlenmektedir.
Ayette geçen cV^İi el-velâyet kelimesi bu şekilde
okunursa, "yardım, işi üzerine alma, idare etmek, dostluk" demektir.
Ama bu kelime vilâyet şeklinde de okunmaktadır. O zaman "hükümdar,
melik" anlamına gelmektedir. Bir önceki âyete bakınca velayet şeklinde
okunması daha doğrudur.
dJülii hünâlike "bu makamda, bu durumda, bu
şartlar altında" demektir. Bu şartlar altında dostluk, yani yardım Hakk
olan, gerçek olan Allah'a aittir. Bu ifade de tevhid inancının başka bir
boyuttan anlatımını oluşturmaktadır. İnsanlar sahte tanrılardan, ölülerden,
türbelerden yardım beklemektedirler. İşte onlara Yüce Allah, kendisinden başka
yardım edecek bir varlığın olmadığını öğretmektedir.
Yüce Allah neden bu özelliğe sahiptir? Çünkü ödülün en
iyisini O veriyor, sonucun en güzelini de O temin ediyor. Sahte tanrılar en iyi
karşılığı ve en güzel sonucu temin edemediklerinden gerçek tanrı olamazlar.
Yüce
Allah tevhid inancının anlatımında din âlimlerine ve görevlilerine bir metod
öğretmektedir. İnsanları sahte tanrıların peşine koşup şirk yapmalarından
alıkoymanın yolu, insanlara, varlıklara ve tüm kâinata sonuç olarak o
varlıkların neyi temin ettiklerine dikkat çekmeleridir. Bir şey temin edemeyen,
faydası dokunamayan varlıklara tanrılık vasfını vermek büyük yanlıştır, şirktir
ve bu şirk insanın dünya ve âhiretini karartmaktadır. En iyi ve en güzel olanı
insana sunan varlık gerçek tanrı olmaya lâyıktır. Sahte tanrıların insana
sunacağı bir âhiret hayatı yoktur, oysa en büyük mutluluk da oradadır.[23]
45. Onlara şunu
da örnek göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su
sayesinde yeryüzünün bitkisi birbirine karışmış; arkasından rüzgarın savurduğu
çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.
46. Servet ve
çocuklar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabb'inin
nezdinde hem sevapça daha iyi hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.
Yüce Allah dünya hayatı, servet ve çocuklar konusunda
bilinmesi gerekenleri öğretiyor ve onları bir değerlendirmeye tâbi tutuyor.
1. Yüce
Allah önce dünya hayatının ne olduğunu, değerini, geçiciliğini şu benzetme ile
anlatmaktadır:
Gökten su iner, yeryüzünde bitkiler biter. Bu bitkiler
gelişip büyüdükçe birbirine girecek hale gelirler. Mevsim geçtikçe onlar
sararıp solar, kurumaya başlar ve rüzgarın savurduğu çerçöp haline dönüşür.
Bu misalle Yüce Allah dünya hayatının geçiciliğini,
ölümlü niteliğini, sahte bir değere sahip olduğunu, rüzgarın gücüne bile
dayanamadığını, yani güçsüzlüğünü anlatmaktadır. Bunu anlatmanın amacı, dünya
hayatına çok değer verip ona aşırı bir şekilde bağlanmanın, onu kutsallaştırmanın
yanlış olacağının bilincini vermektir.
Diğer bir
amacı da âyetin sonunda verilmektedir: "Allah her şey üzerinde iktidar
sahibidir." Bu iîade, Allah'ın kudretinin her şeye yettiğini ve bu kudrete
sığınılmasını, onun yüceltilmesini ve ona kutsallık verilmesini öğretmektedir.
2. Yüce
Allah, dünya hayatının insanı en çok ilgilendiren, insana en yakın olan iki
değerini ele alıp bilgilendirmesine devam etmekte, mal denen servet ile
çocukların, dünya hayatının süsü olduğuna dikkat çekmektedir. Süs de
geçicidir. Geçici olan şeylere aşırı bir şekilde bağlanıp, onlara sahip olunca
başkalarına karşı gösteriş yapmanın, gururlanmanın yanlış olacağına işaret
etmektedir. Daha önce yorumunu yaptığımız Kehf 34'te bağ-bahçe ve başkaca
serveti olan kişi arkadaşına şöyle demişti: "Ben, servetçe senden daha
zenginim, çocuk sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm."
İşte bu insan, mal ve çocukların dünya hayatının süsü
olduğunu bilseydi ve inansaydı bu konuşmayı yapmayacaktı.
Yüce Allah, bu süsün geçiciliğini 42. âyette deneysel
olarak gösterdi; hem o kişiye hem de tüm dünya insanlığına bir öğreti olarak
bıraktı.
"Bakî o)an iyi iş)er Rabb 'inin nezdinde hem
sevapça daha iyi hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır."
Âyetin son bölümünde de, neyin daha sürekli, kalıcı,
neyin Allah katında daha iyi ve neyin ümit bağlamaya daha lâyık olduğunun
bilgisi verilmektedir.
İnsan için yararlı olan, "iman edip yararlı işler
yapmak"tır. İnsan sürekli olanın peşine takılmalı, Allah katında bir
değeri olan, ümit bağlamaya lâyık olan işlerin ardına düşmeli.
Din âlimi ve eğitimcileri bunları insanlara öğretir ve
gönüllerine yerleştirirlerse hem görevlerini yapmış olacaklar hem de insanları
dünyaya ihtirasla, tutku ile bağlanmaktan kurtarmış olacaklardır.[24]
47. Dağlan yürüttüğümüz gün, yeryüzünü dümdüz görürsün.
Hiçbirini bırakmaksızın insanların hepsini bir araya getiririz.
48. İnsanlar, sıra sıra Rabb'lerinin huzuruna
çıkarılırlar. Andolsun, sizi ilk defa yaratmış olduğumuz gibi bize geldiniz.
Fakat, size bir buluşma sözü vermediğimizi sanmıştınız, değil mi?
49. Kitap ortaya konunca, suçluların onda bulunanlardan
ürktüklerini görürsün. Onlar: 'Vay halimize! Ne oluyor bu kitaba! Küçük, büyük
hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıyor?' derler.
Yaptıklarını hazır bulurlar. Ama Rabb'in hiç kimseye zulmetmez.
Yüce Allah dünya hayatının durumunu Kehf 45'te; mal ve
çocukların ne olduğunu da Kehf 46'da anlattıktan sonra, dünyanın yok olacağını,
kıyametin kopacağını 47. âyette ele almaktadır. Dünyanın sonunun nasıl geleceğine
bir cevap niteliğinde bu sahneyi ele almaktadır.
Ayrıca kıyametin kopuşundan sonra mahşer ve amellerle
yüzleşme sahneleri gündeme getirilmektedir.
1. "Dağlan
yürüttüğümüz gün."
Kıyametin kopuş sahnelerinden biri de dağların yürütülmesidir.
Bu sahneyle ilgili düşünce, dünyanın geçiciliğini anlayıp da, ona tutku ile
bağlanmanın yanlışlığını fark etmeyi amaçlamaktadır.
Kur'ân'da kıyametin kopması anlatılırken dağların
durumuna yer verilir.
a) "Yer
şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalandığı; dağılıp toz duman haline
geldiği" (Vâki'a 56/4-6).
b) "O
gün gök sallanıp çalkalanır. Dağlar yürüdükçe yürür" (Tûr 52/9-10).
c)
"Dağlar yürütüldüğünde" (Tekvir 81/3).
d) "Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki: Rabb'im
onları ufalayıp savura-cak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır.
Orada ne bir iniş ne de bir yokuş görebileceksin" (Tâhâ 20/105-107).
Dağlar
yürütüldüğünde toz duman haline gelecek, Yüce Allah onları ufalayacaktır.
Yerin sarsılması, göğün sallanıp çalkalanmasının ardından dağların alacağı
şekil açıklanmaktadır. Bu sahne düşünüldüğünde insanın kendisine bir çekidüzen
vermesi kolaylaşacaktır.
2.
"Yeryüzünü dümdüz görürsün."
Ayetin bu kısmında geçen %K bârizeten kelimesine
"çöl halinde, çıplak, cascavlak, dümdüz" manalardan "dümdüz"
olanını tercih edebiliriz. Çünkü Tâhâ 107'de dağlar ufalanınca orada iniş ve
yokuş bulunmayacağına işaret edilmektedir. O zaman "dümdüz" manası
uygun düşmektedir.
Aslında bu kelimenin manası, "içinde olan her
şeyi ortaya çıkarmaktır. Yeryüzü, dağlar ufalanıp yok olduktan sonra her
şeyini dışarı çıkaracaktır. Bu manayı veren Kur'ân âyetleri vardır:
a) "Yer
dümdüz edildiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı" (İnşikâk 84/3-4).
b) "Yer
ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman" (Zilzâl 99/2).
Yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 47'de ibraz, İnşikak
4'te ilkâ ve tahallî; Zilzâl 2'de de ihrâc kelimeleri ile ifade edilen şey aynıdır.
Dağ ve yerin durumu bu şekilde anlatılınca, parçayı
anıp bütünün kasdedilmesi esasından hareket ederek Yüce Allah'ın, tüm kâinatın
yok olmasını kasdettiğini söyleyebiliriz. Çünkü anlatım, kıyametin nasıl
kopacağını açıklamaktadır.
3. "Hiçbirini
bırakmaksızın insanların hepsini bir araya getiririz."
Kıyametin kopmasının ardından insanların tamamı bir
araya gelecektir. Buna "mahşer" denmektedir. Haşre inanmak da bu
toplantının, bir araya gelmenin gerçekleşeceğine inanmaktır. Yüce Allah
Kendisinin onları toplayacağına işaret etmektedir.
Bu bir
araya gelmede, hiç kimse dışarıda kalmayacak, yoklamada hazır bulunacaklardır.
4.
"İnsanlar, sıra sıra Rabb'lerinin huzuruna çıkarılırlar."
"Rabb'lerinin huzuruna çıkarılırlar"
buyurulurken "çıkarmak, sunmak, arz etmek" manasına gelen 'uridû
fiili, meçhul kalıbında kullanılmıştır. Kimin çıkaracağı belirtilmemiştir.
Bunun nasıl olacağını açıklamak için Yâsîn 51 'e gitmemiz gerekiyor:
"Nihayet sûra üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp
koşarak Rabb'lerine giderler." Demek ki mahşere, sûra üfürüldükten sonra,
insanlar bulundukları yerden kalkınca kendileri gideceklerdir. Orada saf
halinde, yani ayakta ve sıraya dizilmiş halde bir araya geleceklerdir.
5. "Andolsun
sizi ilk defa yaratmış olduğumuz gibi bize geldiniz. Fakat, size bir buluşma
sözü vermediğimizi sanmıştınız, değil mi?"
"İlk defa yaratmış olduğumuz gibi"
ifadesinden ne anlıyoruz? Yüce Allah insanları ilk yaratışında teker teker
yaratmıştır. Mahşere de, Allah'ın huzuruna çıkarıldığında da teker teker
çıkılacak demektir. "İlk yaratılışınızdaki gibi" ifadesinden bu
anlaşılmalıdır. Bunu nasıl ispat ederiz?
a)
"Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize
geleceksiniz" (En'âm 6/94).
b)
"Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun
huzuruna tek başına gelecektir" (Meryem 19/95).
İşte bu âyetler ilk yaratılışın tek tek olması gibi,
insanların, Allah'ın huzuruna da tek tek çıkarılacaklarını ifade etmektedir.
Demek ki, mahşerdeki hesab ferdî olarak görülecektir.
Yüce Allah oraya toplandıklarında şu soruyu
soracaktır: "Fakat size bir buluşma sözü verdiğimizi sanmamıştınız, değil
mi?" Ayetin bu kısmı bir önceki âyetle beraber, Kehf 36'da kıyametin
kopacağına inanmayan kişiye bir cevap ve öğretim olmaktadır.
İnsanların âhirette haşrolacağı, yani bir araya
gelecekleri konusunda Allah'ın verdiği söze inanmamaları, bunun gerçek
olacağını sanmamaları onlara hatırlatılacaktır. Bu toplantıya inanmamaları,
onlara yanlış hareket yaptırmış ve kendilerini disipline etmekten alıkoymuştu.
Böylece âhirete inanmanın ahlâkî bakımdan etkinliği ortaya çıkmaktadır.
6.
"Kitap ortaya konunca"
Buradaki
kitap "amel defteri" anlamına gelmektedir. "Şunu iyi bilin ki
üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı
bilirler" (İnfitâr 10-12). İşte kirâmen kâtibin denen meleklerin yazdığı
amel defterine "kitap" denmektedir.
Mahşerde amel defteri ortaya konacak ve herkes İsrâ
14'e göre amel defterini okuyup kendi kendini değerlendirecektir.
7.
"Suçluİânn onda bulunanlardan
ürktüklerini görürsün. Onlar 'vay halimize! Ne oluyor bu kitaba! Küçük, büyük
hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıyor?' derler. Yaptıklarını hazır bulurlar.
Ama Rabb'in hiç kimseye zulmetmez."
a) Yüce
Allah mücrim denen suçluların durumunu, kitaptan nasıl etkileneceklerini
anlatmaktadır. Öncelikle amel defterini okuyunca ürke-ceklerdir. Ayette geçen
müşfikin kelimesi, "korkmak, ürkmek" anlamına gelmektedir.
b) Küçük,
büyük her şeyin orada olduğunu görünce "ne oluyor bu kitaba!"
diyecekler. Her şeyi orada bulunca pişmanlık duyacaklardır. Bu pişmanlıklarını
"vay halimize" diyerek ifade edeceklerdir.
c) Kendi
yaptıklarını önlerinde bulacaklarından dolayı, Allah'ın onlara zulmetmeyeceğine
işaret edilmektedir. Yaptıkları ameller, kendilerine muamele edecektir.
Yüce Allah, amellerine göre onlara muamele yapacak,
cezalarında ne fazla ne de eksik yapacaktır. Cezanın miktarını, şeklini kemdi
amelleri belirleyecektir. Suça denk cezayı vereceğinden dolayı Yüce Allah,
kimseye haksızlık etmiş olmayacaktır.
Görüldüğü
gibi bu üç âyet, kıyametin kopuşunu, insanların Allah'ın huzuruna çıkışını,
amel defterinin ortaya konulusunu ve cezalandırmada haksızlığın olmayacağını
ele almaktadır. Özel anlamda bu âyetler, Kehf 32'den başlayıp 44. âyete kadar
devam eden, iki kişinin serüveninde görülen inkârın cevaplandırılması ve onun
eksiğinin telafi edilmesini gerçekleştirmektedir.
Kıyamete, bu dünyada yaptıklarını karşısında
bulacağına inanmamanın, davranışları ne denli kötü manada etkilediğine ışık
tutulmaktadır.[25]
50. Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik.
İblîs hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblîs cinlerdendi; Rabb
'inin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini
dost mu ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zâlimler i-çin bu ne
fena bir takastır!
Yüce Allah'ın meleklere Hz. Adem'in önünde yere
kapanmalarını, yani secde etmelerini emredip İblîs'in de karşı gelip Allah'a
isyan etmesi Kur'ân'da defalarca tekrarlanmaktadır. Her tekrarlanışında âyetin
bulunduğu yerdeki diğer âyetlerle olan özel ilişkisini dikkate almak
gerekiyor. Şimdi biz bu âyeti önceki âyetlerle olan konu bağlan açısından ele
alıp açıklayacağız.
1. "Hani
biz Meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik. îblîs hariç olmak üzere, onlar
hemen secde ettiler."
Âyetin bu
kısmı Bakara 31-34. âyetlerde ele alınıp geniş olarak a-çıklandı. Daha sonra
A'râf ll'de de geçti. Ardından İsrâ 61-62'de karşımıza çıktı.
Yüce Allah şeytanın bu davranışını, Allah'ın
emirlerine karşı çıkıp bu karşı çıkmasındaki sebebin gurur olduğunu gündeme
getirmekte, o şartlarda şeytan örneğini vererek, bu davranış veya isyan hali
ile şeytan arasında bir bağlantı kurmaktadır. Bu bağlantı Allah'ın emrine karşı
gelmek ve kibirlenmek konuları ile alakalıdır. Allah'a, gururlanıp isyan eden
kişilerin şeytanî yönüne dikkat çekilmekte veya şeytanın elinde oyuncak
olduklarına işaret edilmektedir.
Özel anlamda Kehf 32'de Yüce Allah'ın örnek vermesini
istediği iki arkadaştan biri gururundan dolayı arkadaşından mal ve çocuk bakımından
üstün olduğunu söylemiş, kıyametin kopacağını inkâr etmiş ve Allah'a karşı
nankörlükte bulunmuştu. Bir türlü gururunu kırıp Allah'ın, sahip olduğu
rızıkların kaynağında olduğunu kabullenemedi, yani şeytan gibi secdeye gidemedi.
Gururunu secdeye götürebilseydi şeytanî vasfından kurtulacaktı. İşte Yüce
Allah onun bu durumunu 13 âyette anlattı ve ardından şeytan gibi davrandığına
da 50. âyette vurgu yaptı. Böylece şeytana en yakın, hatta şeytanlaşmış insanın
gururlu insan olduğuna işaret etmiş oldu.
2.
"Iblîs cinlerdendi; Rabb'inin emrinden dışarı çıktı."
Meleklerin tabiatında, yani yaratılış sistemlerinde
isyan etmek, Allah'ın emrine karşı gelmek yoktur.
İblîs'in cin olması nedeniyle insan gibi irâdesi
vardır. Allah'ın emrini yerine getirebileceği gibi isyan da edebilir. Cinlerin
Müslüman'ı da, kâfiri de vardır.
İşte Yüce Allah, niçin Allah'ın emrine karşı
geldiğinin sebeplerinden birini burada gündeme getirmiş ve bunu cin olmasına
bağlamıştır. Bakara 34'te, A'râf 12'de, İsrâ 61-62'de bu sebep, kendini üstün
görme olarak belirlenmektedir. Hatta Sâd 76'da da aynı neden gösterilmektedir.
Demek ki kendini üstün görmek, kibirlenmek İblîs'in en
belirgin, en öne çıkan özelliğidir ve onu meleklerden ayıran, Allah'a isyan
ettiren neden olmuştur. Yüce Allah İblîs'i cezalandırmadan önce sorgulamış ve
onun secde etmemesinin nedenini sormuştur. İblîs, cevabında kendisinin Âdem'den
daha üstün olduğu için secde etmediğini söylemiştir (A'râf 7/12).
İblîs'in secde etmemesini Yüce Allah yorumunu yapmakta
olduğumuz Kehf 50'de "fâşıklık" olarak nitelendirmektedir. Böylece
"fâsık" kavramına bir mana vermekte ve "onun Allah'ın emrini
yerine getirmemek" olduğunu söylemektedir. Fâsık kelimesinin geniş
açıklaması Bakara 26'da yapılmıştır. Demek ki İblîs cin olduğundan dolayı
Rabb'inin emrinden dışarı çıkmış, yani O'na isyan etmiştir.
Diğer âyetlerde İblîs, kendini üstün görmesini neden
olarak gösterirken, burada Yüce Allah, onun tabiatını neden olarak
göstermiştir. Demek ki insanın mayası, tıyneti, psikolojik yapısı
davranışlarını belirlemekte, davranışları onun üzerinde oturmaktadır.
3. "Şimdi
siz, beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini dost mu ediniyorsunuz? Oysa onlar
sizin düşmanınızdır. Zâlimler için bu ne fena takastır."
a) Yüce
Allah genel anlamda insanlara Kendisini bırakıp İblîs'i ve onun neslini dost
edinmeleri konusunda bu soruyu sormaktadır. Allah'ın emrine karşı gelen, İblîs
ve onun zürriyetini dost ediniyor demektir. Bundan bir esası çıkartıyoruz:
İnsan mutlaka birini dost ediniyor. İnsanın dostu Allah olmalıdır; Allah'ın
dostu olmanın yolu; O'nun dediklerini yerine getirmektir. O'nun emirlerini
yerine getirmemek, O'nun dostluğunu kaybetmektir. O'nun dostluğunu kaybedince
mutlaka birine dost oluyor demektir. O zaman da İblîs ve onun nesline dost
oluyor manası çıkmaktadır.
Bu konuya bir misal verebiliriz: Bakara 268'de Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Şeytan
sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder. Allah ise size katından bir
mağfiret ve bir lütuf vaad eder."
İşte Yüce Allah bu âyette şeytanın insana ne yaptığı
ile Kendisinin ne yaptığını karşı karşıya getirmiş ve insanın önüne koymuştur.
Hangi tarafa giderse onu dost edinmiş olacaktır.
b)
Yüce Allah, insana ayrıca şeytanın düşman
olduğu uyarısında bulunmakta, düşmanını dost edinme hatasına düşmenin çok büyük
hata olacağı bilincini vererek, eğitimini sürdürmekte, ve Allah'ı bırakıp düşmanını
dost edinme hatasını işlemekten korumaktadır.
c) Yüce
Allah, düşmanını dost edinen ve onun dostluğu uğruna Allah'ı terk eden kişinin
davranışını zulüm olarak nitelendirmekte ve ona zâlim demektedir. Çünkü bu
insanlar, davranışı yerli yerine koymadıklarından, yani düşmanını dost
edindiklerinden ve asıl dosttan ayrı düştüklerinden ahlâkta adaletten
çıktılar; böylece zulüm yaptılar.
Ayetin son kelimesi olan "fa. bedelâ,
"bedel, mübadele, değişim, takas" manasına gelmektedir.
d) Iblîs'in
de zürriyeti, nesli vardır. Buradaki zürriyet, kendisinden doğanları mı, yoksa
onu takip eden ve şeytanlaşan insanları mı ifade ediyor? tblîs'ten doğanı
"zürriyet" olarak manalandırırsak, o zaman cinlerin de evlenip
çoğaldığını söyleyebiliriz. Zürriyet kelimesinden bu manayı çıkarttığımızı
söyleyebiliriz.
e)
Bu âyetin genelinden şu neticeyi de
çıkartıyoruz: "Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini dost mu
ediniyorsunuz?" Dost edinme eyleminin öznesi insanlardır. Bu eylemi
insanlar gerçekleştirdiği için eylemlerinden sorumlu olacaklardır. Allah'ı
bırakma işini de insanlar yapmaktadır. İblîs'i ve neslini, Allah'ı bırakıp dost
edinme eylemlerini Yüce Allah onlara yaptırmamıştır.[26]
5İ. Ben İblis 'i ve soyunu ne göklerin ve yerin
yaratılışına ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yoldan
çıkanları yardımcı edinecek değilim.
52. Allah: Bana ortak olduklarını sandıklarınızı
çağırın dediği gün, onları çağırırlar, fakat hiçbiri çağrılarına cevap vermez.
Aralarına bir uçurum koyarız.
53. Suçlular
ateşi görürler ve oraya düşmekte olduklarını anlarlar; ondan kurtuluş yolu da
bulamadılar.
Bu
âyetler de tevhid inancını başka bir boyutu ile müdafaa etmektedir. Bu müdafaa
veya açıklama bir önceki âyette geçen İblîs ve soyu meselesinden hareket
etmektedir. Âyetlerin analizinden bunu anlamamız mümkün olacaktır.
1. "Ben
İblîs'i ve soyunu ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin
yaratılışına şahit tuttum."
Yüce Allah'ın, İblîs ve soyunu şahit tutmamasının
anlamı, onlara yaratırken bir rol vermediğidir. Kendisine yardım etmeleri için
bir görev vermediğini ifade etmektedir. Ayette İblîs ve soyu geçmemekte, sadece
"onlar" zamiri yer almaktadır. Onlardan
kasıt 50. âyette geçen İblîs ve soyudur.
Yüce Allah gökleri, yeri ve bizzat kendilerini
yaratırken onlara rol vermediğine göre, insanların onları dost edinmesinin
yanlışlığına işaret etmektedir. Tanrılık vasfı olmayan, kendileri yaratılmış
olan ve Rabb'lerine âsi olan bu varlığı ve soyunu dost edinip tapınmak hem din
dışı hem de akıl dışı bir eylemdir.
2.
"Ben, yoldan çıkanları yardımcı edinecek değilim."
'adudâ kelimesi, jua* 'adade fiilinden türemiştir.
Kelime, "birine yardım etmek, desteklemek" anlamına gelmektedir.
el-mudıllîn de, "yoldan çıkanlar" anlamına gelmektedir. Yüce Allah
sa-pıtmışları yardımcı edinmeyeceğini söyleyerek, sahte tanrıları reddetmektedir.
Allah'ın eşi yoktur, yardımcısı da yoktur. Böylece tevhid i-nancının diğer
bölümünü gündeme getirilmektedir.
Yüce Allah, İblîs ve soyuna, yaratma olayında rol
vermemiş, onları şahit tutmamış derken, onları yardımcı edinmediğine de işaret
etmektedir. Şahit tutmamak, yardımcı edinmemek demektir. Demek ki, 'adudâ,
"şahit" kelimesinin tefsiri olmaktadır.
3. "Allah:
Bana ortak olduklarını sandıklarınızı çağırın dediği gün, onları çağırırlar;
fakat hiçbiri çağrılarına cevap vermez. Aralarına bir uçurum koyarız."
Müşriklerin Allah'a ortak olduklarını sandıkları
kimlerdir? Bunlar, "putlar" olacağı gibi, önceki âyetlerde geçen "İblîs
veya soyu" da olabilir. Konunun gelişi itibariyle "İblîs ve
soyu" olması daha doğrudur. Ancak Allah'a ortak koştukları,
"insanlar, mal, evlatlar" da olabilir. Hatta "kendi
nefisleri" de olabilir. Bu ifâde, "ilâhî sıfatların ve güçlerin izafe
edildiği, yani var sayıldığı her şey"i kapsamına almaktadır. Mal, makam,
sosyal statü, iktidar gibi, insanlığın kaderi üzerinde etkinliğinin olduğu
zannedilen şeyleri insanlar Allah'a eş koşmaktadırlar.
"Unutma o günü ki, onları hep birden
toplayacağız, sonra da, Allah'a ortak koşanlara: Nerede boş yere davasını
güttüğünüz ortaklarınız? diyeceğiz" (En'âm 6/22).
Demek ki, Yüce Allah sahte tanrıları ile müşrikleri
bir araya getirmeden önce, müşriklere Allah'a ortak koştukları tanrıları
çağırmalarını söyleyecektir. Ama sahte tanrılar, özellikle İblîs ve soyu bu
çağrıya cevap vermeyecektir. Yüce Allah aralarına bir uçurum koyacaktır.
Âyette geçen
mevbikâ kelimesinin Zemahşerî, jy vebeka fiilinden geldiğini ve
"helak oldu" anlamını ifade ettiğini söylemektedir.
Âlimlerin bu kelimeye verdikleri manayı Râzî şöyle
özetlemektedir. Hasan el-Basrî, mevbık kelimesine "düşmanlık"
manasını vermiştir.
Bu anlamdan hareket ederek Kehf 52'deki mevbikâ
kelimesine şöyle bir yorum getirebiliriz: Müşriklerin, bu dünyada çok sevdikleri
sahte tanrıları ile kendi aralarına âhirette bir düşmanlık konacaktır. Bu
dünyadaki sevgi düşmanlığa dönüşecektir. Bu düşmanlık nedeniyle, sahte
tanrılar müşriklerin çağrılarına cevap veremeyeceklerdir.
Ferrâ ise ilgili kelimeyi, "dünyadaki sıkı fıkı
olmalarını, âhirette helak sebebi kıldık" anlamına almıştır. Böylece
mevbikâ kelimesinin, "helak" anlamına geldiğini söylemiştir.
Bu kelimenin "uzun aralık, mesafe ve uçurum"
anlamına geldiğini söyleyenler de vardır[27].
4. "Suçlular
a-teşi görürler ve oraya düşmekte olduklarını anlarlar; ondan kurtuluş yolu da
bulamazlar." Ayette geçen zannû kelimesinin geniş açıklaması Bakara 46'da
yapılmıştır. Burada "anlamak, bilmek, fark etmek" anlamına
gelmektedir.
Âhirete
inanmayan kâfirler, mahşerde cehennemi göreceklerdir ve onun içine girmek
zorunda olduklarını da anlayacaklardır. Hatta cehennem de onları görecektir.
"Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini
görünce, onun öfkelenişini ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı
olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluver-meyi
isterler" (Furkân 25/12-13).
Cehennem onları görünce, onlar da onu görmüş olacaklar
ve kendilerinin oraya atılacağını fark edeceklerdir. Cehennemin önemli özelliklerinden
biri, ondan kaçıp kurtulmalarının mümkün olmamasıdır. Ondan kaçıp
kurtulacakları bir yer bulamayacaklardır.
Bu üç âyetten çıkaracağımız genelleme şudur: Yüce
Allah yaratma olgusunda kimseden yardım almadığı için O'nun ortağı yoktur. Ama
bu dünyada bazı sahte tanrıları ortak koşanlar büyük suç işlemişlerdir. Onlara
âhirette "sahte tanrılarınızı çağırın" denecek, onlar da çağıracak
ama cevap alamayacaklardır. Aralarında düşmanlık olduğu için, Yüce Allah
aralarına bir uçurum koyacaktır.
Onların aralarındaki uçurum birbirlerine kavuşmayı
engelleyecek, ama cehenneme yaklaşmaları gerçekleşecektir. Bu durum bize şunu
anlatıyor: Bu dünyada tanrı edinip dostluk kurduklarımız öteki âlemde de bunu
sürdürmelidirler. Bu dünyada dost, öteki dünyada düşman olup aralarında uçurum
olanlar tanrı edinilmemelidir. Onun için nefis, mal, makam, ideoloji, ölüler ve
sâireyi tanrı edinmekten kaçınmalıyız.[28]
54. Andolsun ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her örneği
açıkladık. Ama insan tartışmaya her şeyden daha düşkündür.
Ayetin açıklamasından varacağımız temel ilkeler
olacaktır. Bu a-çıklamaların arasında insanın özelliklerini yakalamaya
çalışacağız:
1. "Andolsun ki Biz, bu
Kur'ân'da insanlara her örneği açıkladık."
"Açıklamak" anlamını
verdiğimiz kelime sarrafnâdir. Bu kelimenin
kök fiili olan sarafe, "kapı
gıcırdamak, dişleri birbirine sürtüp gıcırdatmak" anlamına gelmektedir.
sarrafe kalıbı, "yönlendirmek"; iş ile kullanılınca "işi
yönlendirmek, idare etmek"; kelime ile kullanılınca "kelimeleri
birbirinden çekim yaparak üretmek"; "açıklamak" manasını ifade
etmektedir. insarafe kalıbı, "geri
dönmek, ayrılmak, vazgeçmek"; tesarrafe kalıbı da, "bir işte ileri
geri hareket etmek, bir işin içine girip idare etmek; halden hale sokmak"
manasına gelmektedir.[29]
1) Yönlendirmek
Rüzgarları ve yer ile gök
arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için
bir çok delil vardır" (Bakara 2/164). Âyette tasrîf kalıbında yer
almaktadır.
2) Engellemek
"Sonra Allah denemek için
sizi onları yenmekten engelledi" (Âl-i İmrân 3/152). Alıkoymak, "mâni
olmak" anlamına gelmektedir.
3) Esirgemek
"O gün kim esirgenirse,
Allah ona rahmetini bağışlamış olur" (En'âm 6/16).
d) Uzak tutmak
"Yeryüzünde haksız yere
büyüklük taslayanları âyetlerimizden uzak tutacağım" (A'râf 7/146). Zina
gibi fiilleri işlemekten Alah'ın uzak tutmak (Yûsuf 12/24); tabiat olaylarının
etkinliğinden uzak tutmak (Furkân 25/65) şeklinde Kur'ân'da rının etkinliğinden
uzak tutmak (Furkân 25/65) şeklinde Kur'ân'da yer almaktadır.
5) Dönmek, döndürmek
"Birbirlerine bakıyor, ...
sonra da dönüp gidiyorlar. Allah da onların kalplerini (haktan) döndürmüştür"
(Tevbe 9/127).
6) Korumak
"Ve Rabb'i onun duasını
kabul etti ve onu kadınların tuzaklarından korudu" (Yûsuf 12/34).
7) Kurtuluş yolu
"Ondan kurtuluş yolu da
bulamazlar" (Kehf 18/53).
Bu âyette masrif kalıbında yer
almıştır.
8) Açıklamak
Yorumu yapmakta olduğumuz Kehf
54'te bu anlama gelmektedir.
9) Dile getirmek
"Ve onda her türden uyarıyı
apaçık dile getirdik" (Tâhâ20/113).'
10) Savuşturmak
"Artık ne (hak ettiğiniz
azabı) savuşturabilir-siniz ne de kendinize bir destek bulabilirsiniz"
(Furkân 25/19). Ayette sarf kalıbında gelmiştir.
Demek ki Yüce Allah Kur'ân'da
her örneği, meseli tekrar tekrar açıklamıştır. Bu açıklamaların hedefinde
"insan" vardır. Yüce Allah insanı eğitmeyi, ona şekil vermeyi ve onu
mutlu yapmayı amaçlamakta, her açıklamasını onun uğruna yapmaktadır.
Tefsirini yapmakta olduğumuz
âyette ifade edilen anlatım, genel manada Kur'ân'da anlatılan peygamberlerle
ilgili olguları; özel manada Kehf sûresinde anlatılan mağara insanları ve iki
arkadaşın serüvenlerin-deki olguları kastetmektedir.
Ama Yüce Allah'ın bu olgusal
anlatımları tüm insanlar içindir. Her çağın insanı onlardan istifade edecektir.
Yüce Allah'ın olgusal açıklamaları ile hedef aldığı grup, O'nun için bir grup
değil, tüm insanlıktır. O'nun için Kur'ân dersi, evrensel bir nitelik taşımakta
ve devamlı Kur'ân ile insanlığa konuşmaktadır.
2.
"Ama insan tartışmaya her
şeyden daha düşkündür."
Her şeyi detaylı ve
derinlemesine açıklamasına rağmen, insan Allah'ın dinine, vahyine ve insana
çizdiği hayat projesine karşı şiddetle olumsuz manada mücâdele vermekte,
münakaşa etmektedir. İnsan doğuştan mücadeleci olduğundan hata ile bâtılı ve
sahte olanı savunmak için hakka karşı mücâdele verir. Böyle bir durumda onun
için detaylı bir şekilde konuların açıklanması önemli değildir; önemli olan
karşı durması ve mücâdele vermesidir.
Yüce Allah şuna işaret
etmektedir: Her şeyin detaylı bir şekilde a-çıklandığı konularda olumsuz manada
münakaşa etmek doğru değildir. Bilgisiz, ne anlatıldığına bakmayan, niyeti
bozuk olan insanlar doğru olana karşı mücâdele vermekten kaçınmaz. Karşı
koymak, muhalefet etmek, münakaşaya girişmek konusunda insan çok ileri giden
bir varlıktır. Bu mücâdelesini bilgisizce yaptığı zaman şeytana tâbi
olmaktadır (Hacc 22/3).
Mücâdelede aşırı gitmesi,
insanın iman etmesine mâni olmaktadır. Bir sonraki âyet bunu anlatacaktır.[30]
55. Kendilerine hidâyet geldiğinde insanları iman
etmekten ve Rabb'lerinden mağfiret istemekten alıkoyan şey, sadece öncekilerin
başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut azabın göz göre göre
kendilerine gelmesini beklemeleridir.
56. Biz peygamberleri, sadece
müjdeleyici ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise hakkı yerinden
kaydırıp ortadan kaldırmak için bâtıl uğruna mücâdele verirler. Ayetlerimizi
ve kendilerine yapılan tehditleri de alay konusu edinmişlerdir.
Yüce Allah, burada insanların
kafasında meydana gelen bazı soruları cevaplandırmaktadır. İnsanları iman
etmekten alıkoyan nedir? İnsanlar olumsuz manada neyin uğruna mücâdele
verirler? Bu gibi soruların cevabını bulmamız mümkündür:
1.
"Kendilerine hidâyet
geldiğinde insanları iman etmekten ve Rabb'lerinden mağfiret istemekten
alıkoyan şey."
Ayetin bu kısmı şu konulara
dikkat çekmektedir:
a)
İnsanları engelleyen, onları
alıkoyan bir güç vardır. İnsan o güce boyun eğmekte, beynini ve gönlünü onun
zincirine teslim etmektedir.
b) Bu engel, insanı iki şeyden alıkoymaktadır.
Birisi iman etmek, diğeri de Allah'tan af dilemektir. "İman etmek",
şirki, inkârı bırakıp tevhid inancını kabullenmektir. "İstiğfar",
yani af dilemek ise, günahının farkına varıp, Allah'tan af dileme erdemini
göstermektir.
Allah'tan af dileyebilmek için,
önce iman etmek gerekiyor. İman etmek ile af dilemek insanın hayatında köklü
bir değişimin iki adı olma durumundadır.
2.
"Sadece öncekilerin başına
gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut azabın göz göre göre kendilerine
gelmesini beklemeleridir."
Ayette geçen sünnetü'l-evvelîn
"evvelkilerin sünneti" i-fadesi, önceki günahkâr toplumlara uygulanan
ceza sürecinin kendilerine uygulanması olarak manalandırılmaktadır. Biz bu
yorumu kabul etmekle beraber, başka bir açılım getirmek niyetindeyiz.
Bu ifadeyi, "evvelkilerin
sünneti, evvelkilerin yaşantısı, düşünceleri, inanış biçimleri,
kültürleri" anlamına almak gerekiyor. Önceki nesilleri taklit etmeleri
veya baba neslinin inancını kabullenmeleri, onları tevhid inancını kabul
etmekten alıkoymuştur.
Bu insanlar iradelerini,
düşüncelerini, kısaca beyinlerini geçmişten aldıkları anlayış biçimi ile inanış
şekline teslim etmişlerdi. Evvelkilerin sünneti, onların beyin ve gönlüne
zincir vurmuştu. İman etme kanalları ile af dileme onurunun yollarını tıkamıştı.
Günümüzde, geçmişteki insanların
düşüncelerini tanrılaştırıp, "onlar düşünmüş ve bütün meseleleri
çözmüşlerdir" şeklindeki tutuculuk, İslam âleminin gelişmesini
engellemekte, yeni çözümleri ve yeni buluşları katletmektedir. "Sen o
âlimden daha büyük âlim misin? o düşünemedi de sen mi düşünüyorsun?"
şeklindeki tepkiler İslam âleminin, bilginin ufuklarında dolaşmasını
engellemektedir. Geçmişin taklidi, kimilerinin iman etmesine, kimilerinin de
gelişmesine mâni olmakta, manevî değişime zincir vurmaktadır. Çünkü iman ile af
dileme manevî değişime zincir vurmaktadır. Çünkü iman ile af dileme manevî
değişimin simgesidir.
Diğer taraftan
"azabın" kendilerine gelmesini beklemeleri, bu değişimlerini
engellemektedir. Din, yanlış yolda gidenlerin, âhiret yerine dünyayı tercih
edenlerin hem dünyada hem de âhirette cezaya çarptırılacakları uyarısında
bulunmaktadır. Onlar bunun olacağına inanmadıklarından, ispatını
beklemektedirler. Bu durumda, azabın delil olarak gelmesine kadar imanlarını
ve af dilemelerini ertelediler. Ayette geçen $â kubülâ, "gözleri
önünde", "göz göre göre" demektir. Bir şeyin gözleri önünde
olması, onun açık bir delil, ispat olması demektir.
İnsanları geçmişin zincirinden
kurtarmanın yollarından biri, onlara deneysel mahiyette dersler vermektir.
İmanı engelleyen gücü kırmanın yolu, bu deneysel bilgiden geçmektedir. Ama
taklidinde ve inkârında çok katı olan insanlara deney de yetmeyebilir:
"Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlara konuşsaydı ve her
şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi,
fakat çokları cehalet üretiyorlar" (En'âm 6/111).
Demek ki kendilerine hidâyet
yani Kur'ân, Allah'ın vahyi, Allah'ın doğru yolunu gösteren ilâhî bilgi,
rehber geldiğinde onları iman etmekten alıkoyan şeylerin neler olduğu bu âyette
açıklanmaktadır. Aşırı beklentiler, olmayacak şeyin beklentileri, geçmişin
sünneti, yani hayat tarzı, düşünce biçimi onları bu değişimden alıkoymuş ve
koymaktadır.
3.
"Biz peygamberleri, sadece
müjdeleyici ve uyarıcılar olarak göndeririz.
İnsanların şirki, inkârı ve
sapıklığı bırakmaları için Yüce Allah'ın ortaya koyduğu etkili iki metod
vardır:
Müjde ve uyarı: Peygamberler de
bu iki metodu hayata geçirmeleri için görevlendirilmiştir. Müjde ve uyarı
insanın ma'nen değişimini köklü bir şekilde gerçekleştiren, itici güçlerdir.
Müjde insandaki sevgi duygusunu; uyarı da korku duygusunu dengeli bir şekilde
uyandırıp harekete geçirir. Müjdenin olduğu yerde uyarı; uyarının olduğu yerde
müjde mutlaka olmalıdır. Demek ki müjde ile uyarı, duygu eğitiminin olmazsa olmazını
teşkil etmektedir.
Peygamberlerin sadece
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmesinin bir anlamı da, onlara azabı
şahit, delil olarak getirmelerinin imkansız olduğunu söylemektir.
4.
ki "Kâfir olanlar ise hakkı
yerinden kaydırıp
ortadan kaldırmak için bâtıl
uğruna mücâdele verirler."
Âyette geçen bâtıl,
"asılsız iddialar, sahte görüşler, işe yaramayan, sadece zanna dayanan
şey"dir. "İnsanlığa fayda getirmeyen, geçici olan, özü bulunmayan,
insanlık için bir değer ifade etmeyen şey"e bâtıl denir. Bâtılı yanına
alarak, hakkın ayağını kaydırmak için mücâdele verenler kâfirlerdir.
"İnkâr", insanın gönlünde olduğu gibi durmuyor, insanı harekete
geçirip eyleme dönüşüyor, ağır bir tepki olarak hakkın karşısına çıkartıyor.
İnkar psikolojisi, insana hakkı
kötü olarak göstermekte, onu düşman olarak görmesine neden olmaktadır. Hak ile
bâtılın mücâdelesi ilk insandan beri süregelmektedir.
Bâtılın arkasında kâfirler,
hakkın arkasında iyi insanlar olmuştur. İyi insanların da Allah'ın desteğine
sahip olduğunu düşünürsek bâtıl, daima mağlup durumda kalmıştır.
"Kötü" diye de anlam verilen bâtıl, çürük bir yapıya sahip olduğu
için kokusu etrafı sarar, güçlü olduğu fikrini uyandırır ve insanları hayrete
düşürür. Mâide 100'de, onun içindir ki Yüce Allah kötünün asla iyiye eşit
olmayacağını söylemektedir. Şu gerçeği insanlara aşılamak, öğretmek gerekiyor:
Hakkın ayağını kaydırmaya çalışanların ayağını Allah kaydıracaktır.
5.
"Âyetlerimizi ve
kendilerine yapılan tehditleri de alay konusu edinmişlerdir."
Kâfirler sadece, bâtılı
yanlarına alıp hak ile mücâdele vermezler, Allah'ın âyetlerini ve uyarıları da
alaya alırlar.
Yüce Allah son iki âyetinde,
kâfirlerin inanışları ve davranışları, tepkileri konusunda sebep sonuç ilişkisi
içinde analizler yapmaktadır. Bu analizlerin bizlere kazandıracağı önemli
netice şudur: Mü'minler kâfirleri iyi tanımalı, onların neden iman
etmediklerini, hakka karşı nasıl mücâdele verdiklerini, Allah'ın âyetlerine ve
uyarılarına nasıl tepki gösterdiklerini bilinçli bir şekilde bilir ve
tanırlarsa, ilişkiler sistemini ve tedbirlerini ona göre alacaklardır.
Mü'minler kendileri ile kâfirlerin arasındaki psikolojik ve davranış
bakımından olan ve olması gereken farkı fark etmelidirler. Aynı toplumda veya
farklı toplumlarda yaşıyorlarsa, nasıl davranışta bulunacakları meselesini, bu
bilgilerin üzerinde temellendir-melidirler.
İman etmemek, af dilememek, alay
etmek, hakkın ayağını kaydırmak gibi insanın şerefini çürüten, düşüren ve
kaybettiren davranışlar, her nesilde insanlığı geri götürmüştür. Yüce Allah
böylece, bu manevî hastalıkların hem teşhisini yapmakta hem de tedavisini
vermektedir.[31]
57. Rabb'inin âyetleri kendisine
hatırlatıldığında, onlardan yüz çevirip önceden yaptığı amelleri (günahları)
unutandan daha zâlim kim vardır? Biz âyetleri anlamamaları için kalplerine
örtüler, kulaklarına da, duymamaları için ağırlıklar koyduk. Onları doğru yola
ça-ğırsan da asla doğru yola gelemezler.
58. Rabb'in çok bağışlayıcı ve merhamet
sahibidir. E-ğer onları, yaptıklarından dolayı cezalandıracak olsaydı, onlara
azabı hemen indiriverirdi. Fakat onlar için kaçıp kurtulamayacakları bir vakit
belirlenmiştir.
59. İşte, zulmettiklerinden dolayı helak
ettiğimiz ve helakleri için bir süre tayin ettiğimiz kentler.
Yüce Allah, kimin daha zâlim
olduğunu açıklayarak, onlara karşı takındığı tavrın boyutlarını gündeme
getirmektedir.
1.
"Rabb'inin âyetleri
kendisine hatırlatıldığında, onlardan yüz çevirip yaptığı amelleri (günahları)
unutandan daha zâlim kim vardır?"
En zâlim adamın iki özelliği
gündeme getirilmektedir:
a) Allah'ın âyetlerinden yüz
çevirmek
Kendisine Allah'ın âyetleri
hatırlatıldığında yüz çevirerek tepki gösteren kişi zâlimdir. Çünkü o âyetlere
karşı gösterilecek davranış ve tepki, yüz çevirmek değildir. Onların hakkı o
şekilde bir tepki olmamalıdır. Bunu yapan kişi adaletten saptığı için zulüm
yapmış olmaktadır.
b) Yaptıklarını unutmak
İnsan, işlediği eylemleri,
günahları, kötülükleri bilmeli ve onların muhasebesini, değerlendirmesini
yapmalıdır; kendisine yakışan da budur. Bunu yapmayınca zulmetmiş olmaktadır.
Ayetin bu kısmını 55. âyetteki
"af dilemezler" ifadesine bağlayarak yorumlayabiliriz. İşlediği
amelleri unutan kişi veya kişiler, af dilemezler.
Bu unutkanlık onların af
dilemesine mâni olur. Özür dilemesini bilmeyen insan da kendisine zulmetmiş,
erdemini kaybetmiştir.
Yüce Allah bu iki özelliği
kendilerinde bulunduranları en büyük zâlim olarak ilân etmektedir.
"Biz âyetleri anlamamaları
için kalplerine örtüler, kulaklarına da, duymamaları için ağırlıklar
koyduk."
Ayetin bu kısmını cımbızla alırsak,
"Yüce Allah onlara zulmetmiş" manası çıkar. Ancak âyetin birinci
kısmı sebep, Yüce Allah'ın onlara olan muamelesi de sonuç olmaktadır.
İnsan kendisine Allah'ın
âyetleri anıldığında onlardan yüz çevirirse Allah da onun kalbine, anlayış
kabiliyetini dumura uğratan örtüler, kulaklarına da ağırlıklar koyar. Onun
davranışı bu sonucu gerekli kılmakta ve çağırmaktadır. Önce insanın eylemi,
sonra ilâhî eylem gelmektedir. İnsan yaptığını bulmaktadır. Allah'ın
âyetlerinden yüz çevirmek, kalbinin üzerine örtü, kulaklarına da ağırlık
koymaktır. Böylece 57. âyetin analizi sebep sonuç ilişkisi içinde yapılmalıdır.
3.
"Onları doğru yola çağırsan
da asla doğru yola gelemezler."
Yüce Allah burada eğitimin temel
kurallarından birini gündeme getirmektedir. O da şudur: Eğitilemeyecek insanlar
vardır. Eğitimci ne kadar başarılı olursa olsun beynini ve gönlünü gerçeğe
kapatmış insanlar bu eğitimden istifade edemeyeceklerdir.
Diğer tarftan Yüce Allah, Hz.
Peygamber'e teselli vererek yola gelmeyen insanlardan dolayı kendini başarısız
hissetmemesi ve onlar adına derinden üzülmemesini öğütlemektedir.
4.
"Rabb'in çok bağışlayıcı ve merhamet
sahibidir. Eğer onları, yaptıklarından dolayı cezalandıracak olsaydı, onlara
azabı hemen indiriverirdi."
Yüce Allah böylesine zulmeden
insanları hemen cezalandırmadığını, onlara mühlet verdiğini, değişme
ihtimallerinin olduğunu, bu nedenle beklenti içinde olduğunu ifade etmektedir.
Bunu iki sıfatının gereği olarak yaptığını da söylemektedir. Affedici ve
merhamet sahibi olmasının gereği budur. İnsan, kendine gelip yaptıklarının
kötülüğünü fark edip tövbe edebilecek değişimi gösterebilir; hür iradesini
kullanarak bu değişimi başlatabilir. Bu nedenle hemen cezalandırmanın, değişimi
önlemesi mümkündür.
Bu âyette de sebep sonuç
ilişkisi vardır.
5. "Fakat onlar için kaçıp
kurtulamayacakları bir vakit belirlenmiştir."
Değişebilecekleri ihtimali ile
"anında ceza vermemek" uygulaması sonuç vermeyince, Yüce Allah
azabını kaçamayacakları bir gün için ayırmakta, onu hazır tutmaktadır. Değişim
kapıları kapanmış olan insanlar için, çıkışı olmayan anlarda cezalar
verilecektir.
Ayette geçen mev'ilâ kelimesi
"sığınmak, kurtulmak" anlamına gelmektedir. Buna göre âyet:
"Asıl öteye geçemeyecekleri bir süre belirlenmiştir" anlamına
gelmektedir. Bu süre içinde onlara tövbe etme fırsatı verilmiştir.
6.
"İşte zulmettiklerinden
dolayı helak ettiğimiz ve helakleri için bir süre tayin ettiğimiz
kentler."
Yüce Allah, toplumları helak
etmesinin dinamiğini açıklamaktadır. Zulmetmek, helakin ve çöküşün temel
dinamiğidir.
Ayette geçen mev'id kelimesi
"tövbe edebilmeleri için mühlet, müddet, fırsat, zaman vermek"tir,
Yüce Allah, helak etmeden önce bu fırsatı tanımaktadır. Demek ki, toplumu
çökertmeden önce, değişim adına mühlet vermek Allah'ın sünneti, yani kanunudur.
Netice olarak diyebiliriz ki,
Yüce Allah, psikolojik oluşumlardan davranışlara, oradan da toplumun çöküşünü
getiren sebeplere, yani dinamiklere uzanan bir dizi analizde bulunuyor. Zâlim,
zulüm yapıyor, zulüm de toplumu helake götürüyor. Zulüm kafada başlıyor, davranışlarla
yayılıyor, yayılma ile de helaki getiriyor.
Bütün bunlara rağmen değişim
için Allah'ın bağışlayıcılığı ve merhameti çalışıyor ve insana fırsatlar
veriliyor. İnsanın değişimini beklemek, merhamettir, merhametin gereğidir.[32]
60. Musa'nın, genç adamına: "Ya iki denizin
birleştiği yere ulaşacağım ya da uzun bir süre yürüyeceği" dediği ânı
hatırla.
61.
Onlar, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını unuttular.
Derken balık da yolunu bulup denize dalarak gözden kayboldu.
62.
İkisi de orayı geçip gittiklerinde Mûsâ, genç adamına: "Kuşluk
yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan dolayı iyice yorulduk" dedi.
63.
Genç adamı: "Gördün mü, kayaya sığındığımızda, balığı orada
unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytan unutturdu. Balık, şaşılacak şekilde
denizde yolunu bulup gitti" dedi.
64.
Mûsâ: İşte arzu ettiğimiz de buydu, dedi. Hemen geldikleri yoldan
izlerini takip ederek geri döndüler.
Kehf sûresinde önce
"mağara adamları" olgusu, sonra "iki arkadaşın" olgusu,
şimdi de "Hz. Mûsâ ile ledünnî ilme sahip şahsiyetin buluşma ve
yolculuk" olgusu anlatılmaktadır. Böylece üçüncü olgu gündeme
getirilmektedir. Bu olgu uzun sürecek ve ondan pek çok ilkeler çıkartacağız.
1- "Mûsâ'nın, genç adamına:' Ya iki denizin birleştiği yere
ulaşacağım ya da uzun bir süre yürüyeceğim, dediği ânı hatırla."
a) Olgunun iniş sebebi, yine Hz. Peygamber'in peygamber olup olmadığını
tesbit için sorulan soru olarak belirlemektedir. "Hz. Mûsâ ile ledünnî
ilme sahip olan kişinin yolculuğunu bilirse peygamberdir, bilmezse
değildir" ölçütü için bu konu vahyedilmiştir.
Ayette geçen fetâhü kelimesini
"genci, kölesi, adamı, delikanlısı" şeklinde tercüme edenler
olmuştur. "Genç" kelimesine karşılık olarak, "yardımcı"
demek en doğrusu olacaktır. Müfessirler bu gencin Yûşa' b. Nûn olduğunda ittifak
etmişlerdir ki bu zat Hz. Musa'nın yardımcısı konumunda bir kişiydi.
b) "İki denizin birleştiği yere ulaşacağım."
Başka bir ifade ile iki denizin birleştiği
yere kadar yoluma devam edeceğim, dedi. Ayette geçen lâ ebrahu, "devam
edeceğim", "gideceğim" anlamına gelmektedir. el-berah kelimesi,
"ayrılmak, bırakmak" manasını ifade etmektedir. Olumsuzluk takısı
olan lâ ile bir araya gelince "iki olumsuzdan bir olumlu çıkar"
ilkesince, "bırakmamak, devam etmek, ayrılmamak" anlamı
çıkmaktadır. ,
Burada kastedilen iki deniz ne anlama
gelmektedir? Hz. Musa'nın yaşadığı yere bakarsak Kızıl Deniz ile Hint Okyanusu
olma ihtimali daha büyüktür. Bu buluşma yerinin Kızıl Deniz ile Akdeniz olma
ihtimali de vardır.
Biz buna başka bir açılım getirebiliriz:
Zahirî ilim ile bâtmî ilmin buluşacağı yer anlamına da gelebilir. Ledünnî ilme
sahip kişi, konuların bâtını boyutunu biliyordu. Hz. Mûsâ da onların görünen
yani zahirî bilgilerine sahipti. Bu iki bilgiye sahip olanların buluşması iki
denizin birleştiği yer olabilir.
Biz bunu maddî anlamda iki denizin
birleştiği yer olarak alacağız.
c) "Ya da uzun bir süre yürüyeceğim, (dediği ânı hatırla)."
idi hukubâ, Nebe' sûresinin 23. âyetinde
ahkâbâ kalıbında geçmekte ve "çağlar boyu" anlamını ifade etmektedir.
Hz. Mûsâ bu kelimeyi "uzun süre, yıllar boyu" anlamında
kullanmıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Mûsâ bir
arayış içinde idi. Bu arayış nedeniyle konuların hikmetini, iç yüzünü,
bâtınını öğretecek kişiyi bulmak için yolculuğa çıkmıştı. "Bilgi
değeri"ni elde etmek için yolculuk yapmaya, arayış içinde olmaya değer.
İki denizin birleştiği yer, o bilgilerin alınacağı insanın, öğretmenin
bulunduğu yer idi. îki denizin birleştiği yer, hoca ile talebenin buluştuğu yer
olmuştu. Gönül ile beynin buluştuğu yer niteliğini taşıyordu.
2. "Onlar, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını
unuttular. Derken balık da yolunu bulup denize dalarak gözden kayboldu."
Balığın ne olduğu konusunu Muhanımed Esed
şöyle açıklıyor:
Hz. Musa'ya, vahy yoluyla iki denizin
birleştiği yerde yaşayan bir Allah kulunun kendisinden daha bilge olduğu
bildirilmişti. Hz. Mûsâ bu adamı bilme yönünde ısrarlı bir istek gösterince,
Allah da ona bir sepete balık koymasını ve balık kayboluncaya kadar yoluna devam
etmesini söyledi. Balığın kaybolması, amaca eriştiğinin işareti olacaktı.
Şüphesiz bu rivayet, Kur'anî açıdan meselemize temsîlî bir giriş
niteliğindedir. Hem Kur'ân'da hem de söz konusu hadiste (Buharı, Enbiyâ, 27)
geçen bu balık imajı mümkündür ki, mutlak bilgiyi yahut ebedî hayatı simgeleyen
eski dini bir sembol olsa gerektir (Muhammed Esed, age, Kehf sûresi, 67.
dipnot)."
- Bize göre balık, Muhammed Esed'in dediği
gibi mutlak bilgiyi yahut ebedî hayatı simgelemiyor. Balık iki insanı
buluşturan sevgiyi temsil etmektedir. Sevgiyi unutan insanlar tekrar sevgiye
dönmektedirler. Sevgi, bilgi denizine dalıp gitti. Sevgi ile bilgi bir araya
gelince hayat devam ediyor. Balık sevgiyi temsil edince, gönlü; deniz de
bilgiyi temsil ediyor. Bilgi sevgiye hayat veriyor. Fâtır 35/28'de "bilen
insanlar, Allah'a saygı duyarlar" dendiği gibi, bilen insanlar sevmesini
de bilirler.
Ayette geçen unutma, beynin olumsuz manada
eylemi olmaktadır. Nisyân kelimesinin, insan kelimesinin kökü olduğunu
söyleyenler vardır. Demek ki unutmak, insanın en temel psikolojik
özelliklerinden biri olmaktadır. Tâhâ 115'e göre, Hz. Âdem de Allah'ın emrini
unuttuğu için hata yaptı. Onlar unutunca, balık özgürlüğüne kavuştu. Böylece
balığın özgürlüğü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Özgürlüğüne kavuşan balık,
denizde kendisine ait bulduğu yolda akıp gitti, serabe kelimesi
"gitmek" anlamına geliyor. Ra'd 10'da aynı kökten gelen kelime ve
sâribun bi'n-nehâr "gündüz yoluna giden" anlamında gelmektedir.
Demek ki özgür olan insanlar bilgi denizinde balık gibi kendilerine bir yol
edinebilirler. Ama o yol kendilerine ait bir yol olacaktır. Sevgi ile bilginin
buluştuğu yerde özgürlük vardır. Özgürlük insan için bir değişim, bir dönüşüm
noktasıdır.
"İkisi de orayı geçip gittiklerinde,
Mûsâ, genç adamına: 'Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan dolayı iyice
yorulduk' dedi."
Hz. Mûsâ ve yardımcısı genç adam
varacakları yeri geçtiler; gerekenden daha çok yürüdüler ve tabii ki çok
yoruldular. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, yardımcısından yemeği hazırlamasını istedi.
Yüce Allah, Hz. Musa'nın bu olgusunu
yemeğine varıncaya kadar niçin anlatıyor? Bu durum bizim için neyi ifade
ediyor? Eğer bu âyet veya âyetler sadece o dönemde yaşanmış bir olgu olarak
kalacaksa, günümüze ışık tutmayacaksa, bizim dinî hayatımıza bir şey
katmayacaksa yük olarak kalmaz mı? Bize göre bu kıssa, öğrenim için bir arayış
içine girip bu yolda yürüyeceklerin bazı sıkıntıları göğüslemeyi göze almaları
gerektiğine işaret etmektedir.
Burada öğretim faaliyetinin ekonomisiz
olmayacağına da dikkat çekilmektedir. Yemek yemeden öğretim olmaz. Ekonomisi
güçlü olan toplumların, öğretim faaliyetleri de güçlü olacaktır. Beyin açlığı
kadar, mide açlığı da önemlidir. İkisinin de tatmin edilmesi gereklidir. Hz.
Mû-sâ'nın olgusunun bu parçasına bu açıdan bakarsak kıssayı günümüze taşımış
oluruz. Çünkü biz ne Hz. Musa'yız ne de onun yardımcısı genç adam.
Diğer taraftan, "bilgi edinmek için
yorgunluğa değer" esası da burada bize öğretilmektedir. "Bilgi",
uğruna emek harcanıp yorulmaya katlanılacak yüce bir değerdir. Her bilenin
üstünde bir bilen olduğu için (Yûsuf 12/76) Hz. Mûsâ, kendinden üstün bilgi
sahibini arıyor ve onun için yollara düşüyordu. Eğitim bakımından istisnası
olmakla beraber bilginin ayağına gidileceğine göre, bilenin de ayağına gidilir.
Padişah bile olunsa bilenin ayağına gitmek gerekir.
"Genç adamı: ''Gördün mü, kayaya
sığındığımızda, balığı orada unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytan unutturdu.
Balık, şaşılacak şekilde denizde yolunu bulup gitti' dedi."
Bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler
şunlardır:
a) Qenç adani) beraberinde olduğu büyüğüne yaptığı hatayı rahatlıkla
söyleyebildi. Halbuki 61. âyette "ikisi beraber balığı unuttular" dediği
halde, bu âyette genç adam hatayı kendi üzerine aldı ve açık bir şekilde
itiraf etti.
b) Genç adam, unutma işini analiz ederek şeytanın ona unutturduğunu
söyledi; unutmanın şeytan işi olduğuna işaret etmiş oldu.
c) Hayrete düşülecek şekilde balık denizde yolunu bulup gitti.
61. âyeti dikkate alırsak, balığın
hareketinin ikinci kez ele alındığı görülecektir.
Hz. Musa'nın kendisi de suya atılmıştı ve
o su ile özgürlüğe kavuşmuştu. Eğer Hz. Mûsâ suya annesi tarafından
bırakılmasaydı, Firavun tarafından öldürülecekti. Ama su, onu özgürlüğüne
kavuşturdu. İşte balık da o denizde özgürlüğünü yakaladı. Onun içindir ki Hz.
Mûsâ genç adama, "unuttum" deyince kızmadı.
5. "Mûsâ: İşte arzu ettiğimiz de buydu, dedi. Hemen geldikleri
yoldan izlerini takip ederek geri döndüler."
Balığı unutmuş olmaları onların yararına
olmuştu; geri dönmek mecburiyetinde kaldılar. Ama unutma işini Hz. Musa'nın
yorumlaması ilginçtir. Aradıkları şeyin o olduğu yorumunu yaptı. Tutsağın
özgürlüğüne kavuştuğu an ve yer, arzulanan, aranılan yer ve an olmuştur. Özgürlüğün
bulundu yer, aranılan, arzulanan yerdir. İşte o noktada aradıkları adamı
bulacaklardı.
Demek ki, görünüşte şeytan zikredilmiş
bile olsa aslında gence u-nutma işini şeytan yaptırmadı. Ledünnî ilme sahip
kulun olduğu yeri geçmemelerini hatırlatmak için unutturma işi
gerçekleştirildi.
İzlerini takip ederek geri dönmeleri de,
hatadan geri dönme erdemine işaret etmektedir. Balığın denize dalıp gittiği ve
özgürlüğüne kavuşmasını gerçekleştiği yer, onlar için aranan yer olduğundan
geri döndüler.
Unutma, varacağı yeri şaşırma gibi
hataları Hz. Mûsâ'nm da yapması bize şunu söylüyor: Hatasız insan olmaz.
Hatadan arınmış bir toplum, bir insan bulmak mümkün değildir.[33]
65. Orada katımızdan kendisine rahmet
verdiğimiz ve yine katımızdan kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini
buldular.
66. Mûsâ ona: "Sana öğretilmiş olan
yol gösterici i-limden bana Öğretmen için seninle gelebilir miyim?" dedi.
67. (O kul): "Sen benimle birlikte
olmaya sabredeme-
yeceksin.
68. Hakkında hiçbir bilgin olmayan şeylere
sen nasıl sabredeceksin ? " dedi.
69. (Mâsâ): "İnşâallâh benim sabırlı
olduğumu ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğimi göreceksin" dedi.
70. O da: "Eğer bana uyacaksan,
hakkında sana açık lama yapıncaya kadar
bana hiçbir şey sormayacaksın" dedi.
'Bu âyetler, Öğrenim faaliyeti başlamadan
önce şartların konuşulmasını, tereddütlerin giderilmesini, öğrenimde sabrın
önemli olduğunu, soru sormanın bir zamanı olduğunu anlatmaktadır. Âyetlerin
analizinde bu sonuçları bulmamız mümkün olacaktır:
1. "Orada katımızdan kendisine rahmet verdiğimiz ve yine katımızdan
kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular."
Balığın kaçıp denizde kendisine
bir yol bulup gittiği, yani özgürlüğüne kavuştuğu yere döndüler ve orada ilâhî
rahmete ve bilgiye mazhar olmuş bir bilge kul buldular. Bu kulun adı Kur'ân'da
geçmiyor, ama halk dilinde kendisine Hızır denen bu kulun, aslında bir melek
olduğuna inanıyor ve tefsirimizi bu doğrultuda yapıyoruz. Übeyy b. Ka'b'dan rivayet
edilen hadiste bu esrarlı bilge kuldan "yeşil adam" (Buhârî, Enbiya;
27) anlamına gelen el-Hâdır, yahut el-Hıdr olarak bahsedilmektedir. "Yeşil
adam" anlamına gelen Hıdr. isim olmaktan ziyade, bir sıfattır. Neden bir
isimle anılmayıp sıfatla anılmaktadır? Bize göre bu esrarlı, ilâhî rahmete ve
ledünnî ilme sahip kul, bir melektir. Onun Kur'ân'daki sıfatı, kendisine rahmet
verilen ve ledünnî ilme sahip olan bir kuldur. Bu noktada şu soruyu
sorabiliriz: Neden meleğin ismi verilmiyor da niteliklerinden söz ediliyor?
Bize göre her çağda, insanlara öğretim vereceği ve bilgisi her çağ için geçerli
olacağındandır. Onu, belli bir zamanda yaşayıp, geçici olan bilgilerle
insanlığa katkıda bulunan ve ledünnî ilme sahip bir kul olarak görmemek
gerekiyor. Peki bu kişi bir peygamber olabilir mi? Bu sorunun cevabını
yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 65'te arayabiliriz. Bu kişinin âyetteki
özelliklerine bakarsak soruya cevap bulabiliriz. İşte Mâverdî'nin sadece
işaret ettiği ancak Mehmet Oku-yan'ın araştırıp ispat ettiği görüşe göre sözü
edilen bilgin kul bir melektir ve Okuyan, görüşünü şu şekilde ispatlamaktadır.
Biz de yorumlarımı-
zı bu kulun melek olduğu fikri üzerinde
yaptık. Şimdi Okuyan'm ispatına gelebiliriz:
a) Bilgin kulun gaybı bilmesi, onun melek olduğunun bir delilidir. İşte
gemiye zarar vermesi, duvarı düzeltmesi ve çocuğu öldürmesini Allah ona
bildirmişti. Çünkü peygamber gaybı bilemez.
b) Bu kulun Kehf 82. âyette "bunu ben kendiliğimden yapmadım"
demiş olması melek olduğunun en büyük delillerinden birisidir. Çünkü şu âyetler
bunu desteklemektedir:
i. "... Melekler O'ndan önce söz söylemezler, O'nun emrini aynen
yerine getirirler" (Enbiyâ 21/27).
ii. "Üstlerindeki Rabb'lerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar"
(Nahl 16/50).
iii. "... Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri
şeyi yaparlar" (Tahrîm 66/6).
c)
Yüce Allah, suçsuz bir insanın
canım alma ya da hayatına son verme görevini meleklere vermiştir. Bir insan,
peygamber bile olsa suçsuz bir insanın, özellikle de bir çocuğun hayatına son
veremez.
d) Hz. Mûsâ ve melek, uğradıkları kent halkından yemek istediler; kent
halkı bunları misafir etmekten kaçınmasına rağmen ledünnî ilme sahip olan kul,
yıkılmakta olan duvarı düzeltmiştir. Bunun anlamı şudur: Kul, kendilerini
misafir etmeyen kent halkına kızmamıştı, çünkü melek olduğu için yemeğe
ihtiyacı yoktu; acıkma isteği bulunmadığı için yorgun da düşmemiş ve tek
başına duvarı düzeltmişti. İnsan olan Mûsâ a-cıktığı ve yorgun düştüğü için
kula yardım etmemişti. (Mehmet Okuyan, Kur'ân'da Gizemli Bir Yolculuğun
Kıssası, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, sayı: XIII, İstanbul, 2004, ss.
65-106).
Bu kulun melek olduğu görüşünün bu şekilde
benimsedikten ve delillerini de özetle aktardıktan sonra âyetlerin tahliline
geçebiliriz.
a) "Kullarımızdan birini buldular."
Bize göre âyetin bu kısmında geçen 'abd
kelimesi, meleği ifade etmektedir. Zira bu kelimenin Kur'ân'daki kullanımlarına
bakıldığında 143 yerde değişik formlarda isim olarak kullanıldığı görülecektir.
Söz
konusu kelimenin Nisa 4/172; Enbiyâ 21/26;
Zuhruf 43/15 ve 19. âyetle-rindeki kullanımlarına bakıldığında işaret edilen
varlığın melek olduğu görülecektir.
b) "Kendisine katımızdan rahmet verdik."
Kur'ân'da genellikle Allah'ın
sıfatı anlamına gelen rahmetin, Allah'ın ihsanı ve merhameti anlamında
kullanıldığını biliyoruz. Kur'ân'da meleklerin rahmetle olan ilişkisine
doğrudan rastlamıyoruz. Ancak rahmetin bir çeşit ihsan olması nedeniyle
melekleri de kapsamına alacağını düşünüyoruz. Enbiyâ sûresinin 26. âyetinde
geçen "hayır, onlar (Rahmân'ın çocukları değil), ikram edilmiş
kullar(ı)dır" denilirken buradaki 'ıbâd kelimesi melekleri, mükramûn
ifadesi de meleklerle ilgili bir oluşumu belirtmektedir. Biz buradaki
"ikram edilmişliği" Kehf 65'teki rahmete denk tutuyoruz. İşte bundan
anlıyoruz ki Kehf 65'teki rahmet, melekle alakalıdır. İşte bu noktada
"Enbiyâ 107 ve Kasas 86'daki rahmet kelimeleri Hz. Peygamber'i
nitelendirmektedir" fikrini doğru bulmuyoruz. Çünkü buradaki rahmet
kelimeleri doğrudan doğruya Allah'la ilgilidir; peygamberle değil. Daha sonra
Enbiyâ 107'de bunun geniş izahı yapılacaktır.
c) "Ve yine katımızdan kendisine ilim öğrettik." Bu kul,
Ledünnî ilme sahipti. Ledünnî ilim nedir? "İlâhî bilginin sırlarına vakıf
olmak anlamında hikmet demektir." Kulun kendi gayreti olmadan, doğrudan
Allah'ın ona öğrettiği bilgiye ledünnî bilgi denir. İşte Bakara 32'de melekler:
"Sen tum eksikliklerden u-zaksın. Senin bize öğrettiğinden başka bizim bir
bilgimiz yoktur" derken Yüce Allah'ın, onlara öğretimde bulunduğunu ifade
etmişlerdir. Bu esastan hareket ederek bizim Hz. Musa'nın yol arkadaşı olarak
bildiğimiz kulun Hıdır değil, bir melek olduğu neticesine varıyoruz.
Bu bilgin kulun melek olduğuna dair
delilleri, kendi sözlerini tefsir ederken de görmüş olacağız.
2. "Mûsâ ona: Sana öğretilmiş olan yol gösterici ilimden bana
öğretmen için, seninle gelebilir miyim? dedi."
a)
Bu âyette geçen llij ruşdâ
kelimesi ledünnî ilmin ne olduğunu manalandırmaktadır. "Rüşd"
kelimesi Bakara 186'da etraflı bir şekilde açıklanmıştır. Kelimenin fiil kalıbı
olan juîj raşede, "doğru yol üzerinde olmak, doğru yönü takip etmek, iyi
irşad edilmiş olmak, yoldan çıkmamak, doğru imana sahip olmak, anlayışlı
olmak, olgun olmak, iyi yetişmiş olmak, iyi rehberlik yapmak" manasına
gelmektedir. Rüşd kalıbı da, "eylemlerin doğruluğu, ilişkilerin
mükemmelliği, akıl, iyi muhakeme, şuur ve zihin olgunluğu" anlamına
gelmektedir. Bu kelime Kur'ân'da "doğru" (Bakara 2/256); "doğru yol" (A'râf 7/146); "bilgi" (Kehf 18/66); "fayda" (Cinn 72/21);
"aklı başında olmak" (Hûd 11/78) ve "doğru yola yöneltmek"
(Kehf 18/17) manalarında kullanılmaktadır.
Demek ki doğru yolu gösteren bilgiye rüşd,
yani "ledünnî bilgi" denmektedir. Böylece Hz. Mûsâ "ledünnî
ilm"in ne olduğunu tanımlamış oldu.
b) Hz. Mûsâ, doğru yolu gösteren, rüşd denen bilginin, o kula öğretilmiş
olduğunu da biliyordu. Bu özel bilginin ona öğretildiğini bildiğinden kendisine
de öğretebileceğini ona hatırlattı. Orada bir okulun başlangıcı
gerçekleşiyordu.
c)
"Sana tâbi olabilir
miyim?" derken Hz. Musa'nın çok nazik konuştuğu anlaşılmaktadır. Tâbi
olabileceğini ve tâbi olmanın öğrenim amacı ile olacağına işaret etmektedir.
Hz. Musa'nın çok önemli iki hocası olmuştur: Birisi daha sonra kaynatası olan
Şu'ayb; diğeri de 65. âyette geçen ve ledünnî ilme sahip olan kuldur, yani
melektir. İkisinden de kendi hayatına uyarlayacağı önemli şeyler öğrenmiştir.
d) "Sana tâbi olabilir miyim", yani "seninle gelebilir
miyim?" derken, bu öğretim faaliyetinin gezerek gerçekleşeceğine, sabit
bir yerde kalıp öğretimin yapılamayacağına işaret etmiş olmaktadır. Benzetmede
hata olmasın, İslam felsefesindeki Meşşâî okulu gibi gezerek, olayları yerinde
yaşayarak öğretim yapılacaktı.
e) Hz. Musa'nın "sana tâbi olabilir miyim?" demesinden
anlıyoruz ki Kur'ân'ın ledünnî ilme sahip kul olarak nitelendirdiği kul bir
melekti. Çünkü bir peygamber, melek olmayan bir varlığa tâbi olmaz ve ondan
doğru yolu gösteren bilgiyi öğrenmez.
f) Meleğin öğrendiği bilgi vahye dayanıyordu. Çünkü bir peygamber vahyi
Allah'tan alır, bir insandan veya peygamberden alamaz. Ama ondan, vahyin
dışında bir bilgiyi alabilir.
g) Demek ki, hoca talebesinin ayağına değil, talebe hocanın ayağına
gidecektir. Bilgi, insanı kendi ayağına getirecek kadar önde olan bir değerdir.
Bu âyetteki anlatım şeklinden
anlıyoruz ki Hz. Mûsâ ile birlikte yola çıkan genç, yolculuğun bu aşamasından
sonra artık yola devam etmemektedir. Eğer Hz. Musa'ya öğretim yapan kul,
peygamber olsaydı o genç de onlarla beraber olacaktı. Ama öğreten kul melek
olduğu ve konu da vahy ile ilgili olduğu için yolculuğun bu aşamasında o genç
artık bulunmamaktadır.
4.
"Sen benimle birlikte
olmaya sabredemeyeceksin, dedi."
Bu âyet, öğrencinin en önemli
vasıflarından birinin, sabretmeye gücünün yetmesi olduğunu belirtmektedir.
Melek, Hz. Musa'ya, onunla birlikte olduğu anlarda, olacak olanlara katlanamayacağını
söylerken, sabrın öğretimde çok önemli bir yere sahip olduğunu vurgulamıştır.
Öğretmen öğrenci ilişkilerinde sabır, önde gelen bir özelliktir. Burada öğretmenin
değil de, öğrencinin sabrı gündeme getirilmektedir.
5.
"Hakkında hiçbir bilgin olmayan
şeylere sen nasıl sabredeceksin?
(dedi)."
Bu âyet 67. âyetin devamı durumundadır.
Âyette geçen tühıt bihî hubrâ ifadesi,
"olguların görüntüsünün arkasındaki gerçeği kavrama, yakalama, ihata
etme"yi ifade etmektedir. İnsanın âciz kaldığı konulardan biri de,
olguların bâtınî sırrına vakıf olmak, kavramak ve anlamaktır. Melek, Hz.
Musa'nın onunla yolculuk yaparken, karşılaşacağı olguların sırrı boyutunu
kavramakta yetersiz kalacağından, sabredemeyeceğini söyledi. Böylece
sabırsızlığın nereden kaynaklanacağına da işaret etmiş oldu. Konuların iç
yüzünü kavrayamama, bilememe ve anlayamama, insanı sabırsızlığa
itmektedir.
Önceden tecrübe edilmemiş, karşılaşılmamış
olgularla ilk defa karşılaşan insanlar, sabırsızca tepki gösterirler.
Yeniliğe, değişime tepki göstermenin altında yatan nedenlerden biri de budur.
Melek, Hz. Musa'ya "nasıl"
sorusunu yöneltiyor, sabır işini "nasıl" gerçekleştireceğini soruyor.
Bilgisi olmadığı bir konuda, sabır göstermenin zorluğu bu soru ile vurgulanmıştır.
"Nasıl" sorusu, bilimde metodu belirlediği gibi, davranışlarda da
aynı şeyi ifade etmektedir. Sabır ile "nasıl" yan yana gelince
davranışın zorluğu ortaya çıkmaktadır.
Konuları, olguları daima iç yüzü ile görüp
o nispette anlayan ve kavrayan insanlar; kavrayışlarının ötesinde bir olgu ile
karşılaşınca sabır zorlaşmaktadır. Buradaki sabır, dayanmayı, soru sormadan
dersi takip edebilmeyi ifade etmektedir.
İşte bu son iki âyetten anlıyoruz
ki eğer bu kul, beşer olsaydı, peygamber bile olsa gaybı bilemezdi. Hz.
Musa'nın bu yolculukta öğreneceği şeylere sabredemeyeceğini vurgu ile yani len
edatiyla kullanan kul, gaybı biliyor demektir. Halbuki peygamber bile olsa
gaybı bilemeyeceğine göre Hz. Musa'nın yanındaki kul peygamber değil,
melektir.
6. "Mûsâ, inşâallâh benim sabırlı olduğumu ve sana hiçbir işte karşı
gelmeyeceğimi göreceksin, dedi."
Hz. Mûsâ, meleğe cevap verirken,
yapabileceği işe Öncelikle inşâallâh, yani "Allah dilerse" diyerek
başlamaktadır. Demek ki inşâallâh demek, o dönemde kültüre girmiş çok önemli
dinî bir motif olmuştur.
Hangi konularda inşâallâh, "Allah
dilerse" diyerek söz vermişti?
a) Sabredeceğine dair söz vermişti
Yanında öğrenim gördüğü rüşd denen
"ledünnî bilgi"yi, yani yol gösterici bilgiyi almak istediği ve
kendisine, hakkında bilgisi olmadığı konularda sabredemeyeceğini söyleyen
meleğe, kendisini sabreden kişi olarak bulacağını söylemişti.
b) Hiçbir işte ona isyan etmeyecek
Sabreden kişi karşı gelmez,
yani isyan etmez. Sabır duvarı yıkıldığında öğrenci âsî olabilir, karşı
koyabilir.
Karşı gelmemek, itaat etmek
demektir. Böylece Mûsâ peygamber, öğrenciliğin olmazsa olmaz esaslarından
ikisini gündeme getirmiştir: Sabır ve karşı gelmemek, yani itaat etmek.
İçeriğini bilmediği konularda öğrenim faaliyetine girişmenin ön hazırlıklarının
yapıldığını bu âyetlerde görüyoruz. Bir peygamber, meleğe tâbi olup gerçeği
gösteren, doğru yola götüren, olguların bâtınî sırlarını bilir hale getiren
bilgiyi öğrenmek istiyor. Öğretmen konumunda olan melek, sabrı ve itaati ön
görmekte; öğrenci konumunda olan peygamber de bunları yerine getireceğine dair
söz vermektedir. Öğretmen öğrenci münasebetlerinde sabır ve itaatin önemli
olduğu ilkesini bu âyetlerden çıkartıyoruz. Bilinmeyen konu ve açıklamalarla;
olgu ve deneylerle karşılaşınca şok yaşamadan normal öğrenciliğine devam
etmenin çok zor olduğuna işaret edilmektedir.
7. "O halde dedi, eğer bana tâbi olursan ben sana anlatıncaya kadar
hiçbir şey hakkında bana soru sorma."
a) Melek, sabrın ne olduğunu bu âyette tanımlamıştır. Öğrenci için sabrın
bir boyutu, yaptığı bir uygulamada açıklama yapıncaya kadar hocaya soru
sormamaktır.
b) Melek, Hz. Musa'nın teklifini kabul ediyor ve öğretim faaliyeti ile
ilgili yolculuğa çıkarken ön
şartını, "soru sormamak" şeklinde belirliyor. Öğrenci, öğretici konu
hakkında açıklama yapıncaya kadar beklenti içinde olacaktır.
c)
Ayrıca soru sorma âdabı da
öğretilmektedir. Buradaki ilkeler günümüz öğrenci ve öğretmenlerine yön
gösterici niteliktedir. Zaten bu âyetleri hayata geçirmek pedagojinin esasıdır.
Hz. Musa'ya soru sormakta acele
etmemesini söyleyen kulun ancak bir melek olabileceğini Tâhâ 114, Ahkâf 35 ve
Kıyamet 16'dan anlayabiliriz.
[34]
71. Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet
gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. Mûsâ: "Gemidekileri boğmak için
mi gemiyi deldin? Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın!" dedi.
72.
O kul: "Sen benimle beraber bulunmaya dayana- mazsın, dememiş
miydim ? " dedi.
73.
Mûsâ: "Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük
çıkarma" dedi.
74.
Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastlaâllar. O kul, hemen onu
öldürdü. Mûsâ: "Bir can karşı-
lığı olmadan temiz bir çocuğa kıydın ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın!" dedi.
75. O kul: "Ben sana, sen benimle
beraber bulunmaya "' dayanamazsın dememiş miydim?" dedi.
76. Mûsâ dedi ki: "Eğer bundan sonra
sana bir şey rarsam, artık bana arkadaş olma, benden sana özür u- laştı (o
zaman benden ayrılabilirsin)". „
77. Yine yürüdüler. Nihayet bir köy/kent
halkına varıp , onlardan yemek istediler. Kent halkı onları misafir etmekten
kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bulanan duvarla karşılaştılar. O kul
hemen onu doğrulttu. Mûsâ: "Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret
alırdın" dedi.
78. O kul şöyle dedi: "İşte bu,
benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç
yüzünü haber vereceğim."
Ayetlerin analizinden meleğin üç iş
yaptığını görüyoruz. Sanki bu üç işi, Hz. Musa'nın sabrını denemek için
gerçekleştirmiştir.
1. "Bunun üzerine yürüdüler."
Ayette geçen intalekâ kelimesi,
"çözmek, bırakmak, eşi boşamak, ihsan etmek, ağacı aşılamak"
anlamına gelen jİk taleka ya da jll» talika fiilinden türemiştir, jlkit
intalekâ kalıbı, "gitmek" anlamına gelmektedir.
Genelde "talak"
kelimesi, günlük hayatımıza "boşanma hukuku" ile ilgili bir kavram
olarak girmiştir. Bu âyette ilgili kelime, Hz. Mûsâ ile meleğin, öğretim
faaliyeti için yola çıkmalarını ifade etmektedir. Ayetteki fentalekâ
kalıbından anlıyoruz ki, ikisi yola çıktı.
2.
"Gemiye bindikleri zaman
gemiyi deliverdi."
Demek ki, melek ile Mûsâ peygamber deniz
kenarında, geminin yanaşabileceği bir yerde bulunuyorlardı.
Melek, öğretim faaliyetine
gemiyi delmekle başladı. Sağlam olan geminin delinmesi Hz. Musa'yı hayrete düşürmüştü.
3.
"Mûsâ: Gemidekileri boğmak
için mi gemiyi deldin? Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın! dedi."
Meleğin yaptığı "gemiyi delme
işi"ni, görünüşü ile değerlendirince ve yapılanın tehlikeli bir iş olduğu
şokunu yaşayınca, öğrenim faaliyetine başlamadan önce verdiği sözü Hz. Mûsâ
unuttu. Hocasına, insanların boğulmasına sebep olacağı konusunda sorusunu sordu
ve onun eyleminin tehlikeli olduğu değerlendirmesini yaptı.
Ayette geçen imrâ kelimesi, "büyük,
hayret edilecek, şaşılacak, tehlikeli" anlamına gelmektedir. Bu kelime,
"görülmedik bir iş"; Ebû Ubeyde, "pek büyük bir musibet";
Ahfeş, "iş şiddetli ve çetin bir durum aldı"ğında bu kelime ile ifade
edilir, demiştir (Kurtubî, age, XI, 70-71).,
4.
"O kul: Sen benimle
beraber bulunmaya dayanamayacaksın, dememiş miydim? dedi."
Melek, güç ve sabır kelimelerini bir araya
getirerek, önceki söylediğini hatırlatmakta ve onu soru şeklinde
yöneltmektedir. Kendisi ile beraber olurken, göstereceği ve yapacağı şeylere
karşı sabretmekte gücünün yetmeyeceğini söylemişti ve Hz. Musa'nın sorusu ve
değerlendirmesine karşı aynı kelimeleri gündeme getirmişti.
5.
"Mûsâ: Unuttuğum şeyden
dolayı beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma, dedi."
Hz. Mûsâ, unutkanlığını öne sürerek
melekten iki şey istiyor:
a) Kendisini kınamamasını, yani sorgulamamasını istiyor. Balığı unuttuğu
gibi, hocasına verdiği sözü de unutmuştu; unutmayı bir mazeret olarak öne
sürerek kınanmasını önleme gayretini göstermektedir.
b) İşinde, yani onunla beraber olup öğreniminde ona zorluk çıkarmamasını
istemektedir.
Hz. Musa'nın nakledilen bu konuşmasından
şunu çıkartıyoruz: Öğrenci öğretmenine itaat edecek, ama yaptığı hatadan
dolayı medenî cesaretini kullanarak özür dilemesini de bilecektir. Ayette geçen türhik kelimesi rahika fiilinden türemiştir.
"Bir şey bir şeyi sarıp bürü-dü"ğünde bu kelime ile ifade
edilmektedir. "Birisine bir güçlük yüklemek" anlamına da
gelmektedir.
Âyette geçen 'usr kelimesi de
"zorluk" anlamına gelmektedir. Hz. Mûsâ yaptığı hatadan dolayı
sorgulanmamasını ve işinin yokuşa sürülmemesini istemektedir.
6.
"Yine yürüdüler. Nihayet
bir oğlan çocuğuna rastladılar. O kul, hemen onu öldürdü."
Meleğin ikinci deneyi çok daha
ağır oldu. Çocuğu öldürdü. Zahirî, yani görüntüsü itibariyle çok büyük bir
günah işlemiş oldu.
7.
"Mûsâ: Bir can karşılığı
olmadan temiz bir çocuğa kıydın ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın!
dedi."
Ayetin bu kısmından şunları
çıkartıyoruz:
a) "Cana can" kuralını Hz. Mûsâ biliyordu. Zaten Hz. Musa'ya verilen
kitapta, genel kanıya göre Tevrat'ta, şu âyet vardı: "Tevrat'ta onlara
şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş"
(Mâide 5/45).
b) Hz. Mûsâ zekiyye kelimesini
"günahsız, suçsuz, temiz" anlamında kullanmıştır. Günahsız bir cana
nasıl kıydığını ona sordu, hatta sorguladı. Suçsuz yere, yani haksız yere bir
cana kıyılamayacağı esasını da biliyordu. Hz. Musa'ya göre hocası, çocuğun
"hayat hakkını" elinden aldı. Çünkü mü'min kul, "Haksız yere bir
cana kıymaz" (Furkân 25/6ö£j Me}eğin yaptığı bu işi değerlendirerek, onun
çok çirkin bir iş olduğu fikrini ileri sürdü.
Hz. Mûsâ 71. âyette geminin delinmesini,
büyük, şaşırtıcı, tehlikeli bir iş olarak gördü. J£ nükr kelimesi de, "akılların
kabul etmeyeceği, insanın kanını donduran çirkin bir eylem" demektir. Nükr
kelimesi, j& nekira fiilinden türemiştir. Hicr 62'de kelimenin geniş
açıklaması yapılmıştır. Demek ki imrâ "büyük iş", nükrâ ise
"çirkin, kötü iş" anlamına gelmektedir.
8.
"O kul: Ben sana, sen
benimle beraber bulunmaya
dayanamayacaksın dememiş miydim?
dedi. bu sözünü ikinci kez, Hz.
Musa'ya söylemiştir. Yine sabretmeye güç yetirme konusunu ona hatırlatmakta ve
yolculuğa çıkmadan önce 67. âyette: "Doğrusu sen benimle beraberliğe
sabredemeyeceksin" sözünü tekrarlamakta, yani haklı çıktığını
göstermektedir.
9.
"Mûsâ dedi ki: Eğer bundan
sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma, benden sana özür
ulaştı."
75. âyetin, 72. âyetten farkı 3J leke
ifadesinin 75. âyette yer almasıdır. "Sana" diye ifade edeceğimiz bu
kelime, kınamayı şiddetlendirdiği için 75. âyette yer almıştır. Hz. Mûsâ
sorularını, tenkidini fazlalaştırdıkça, melek de kınamasını artırmaktadır.
Kınama şiddetlenince Hz. Mûsâ da
beraberliklerini tehlikeye atacak sözler söylemeye başladı.
a) Hz. Mûsâ, meleğe, başka bir som daha sorduğunda arkadaşlığına son
verebileceğini söyledi. Meleğin uygulamalarına, deneylerine ve yaptıklarına
sabretmek, onları zahirî olarak değerlendirmekten kendini almak çok zordur. Bu
zorluk, sabrın zincirlerini kırmaktadır.
b) Hz. Mûsâ, "benden sana özür ulaştı" derken,
ayrılabileceklerine işaret etmiş oldu. Arkadaşlığını sona erdirirse, ma'zur
göreceğini söylemiş oldu.
10. "Yine yürüdüler. Nihayet bir kent halkına varıp onlardan yemek
istediler. Kent halkı onları misafir etmekten kaçındılar.
Derken orada yıkılmak üzere bulunan
duvarla karşılaştılar. O kul, hemen onu doğrulttu."
a) Meleğin üçüncü deneyi, kent halkı ile gerçekleşmiştir. Geminin
delinmesi, çocuğun öldürülmesi ve nihayet kendilerini misafir edip yemek
yedirmeyen halka iyilik yapması şeklindeki uygulama ile eğitim gezisi son
bulmuştur.
Kente geldiklerinde onlardan
yemek istediler, ama kent halkı onları misafir etmekten kaçındı; konuk sever
davranmadılar. Onun içindir ki Kur'ân yolda kalmışlara zekat verileceğini,
infâk edileceğini ilke haline getirmiştir (Bakara 2/177; Tevbe 9/60). İşte
yolda kalmış, yemeğe muhtaç olan insanların örneğini Yüce Allah melek ve Hz.
Mûsâ ile vermiştir.
b) Orada yıkılmakta olan duvarı melek düzeltti. Kendilerine yemek vermeyecek
kadar katı yürekli olan halka ait duvarı düzeltmesinin nedeni daha sonra
anlatılacaktır, ama bunun bir erdem olduğunu görüyoruz. İyilik yapmayana,
iyilik yapma erdemini öğretmektedir.
11. "(Mûsâ): Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın, dedi."
Kendilerini misafir etmeyen halkın
duvarını karşılıksız düzeltmeyi Hz. Mûsâ uygun görmedi. Ama bu uygulama, Hz.
Musa'nın tahammülünü aştı, tenkit etmekten kendini alamadı. Bu söz onları,
arkadaşlığını bitirecek safhaya getirdi. Başka bir ifadeyle bardağı taşıran son
damla oldu.
12. "(Melek) şöyle dedi: İşte bu, benimle'senin aramızın
ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber
vereceğim."
Hocalıkla talebeliğin birlikteliğinin son
bulması, hoca ile talebenin ayrılışının, bu üçüncü sorudan sonra olduğunu
görüyoruz.
Buraya kadar geçen âyetlerden meleğin bir
sabır eğitimi, bir de le-dünnî ilim öğretimi yaptığını anlıyoruz. Sabrın,
arkadaşlıkta, öğretimdeki Önemini vurgulayan bu âyetler, öğrencinin Öğretmene
yersiz, zamansız som sormasının pedagojik açıdan sakıncalı olduğunu ilke
haline ge~
tirmektedir. Öğrenci dersin
sonunu beklemelidir. Ders anlatılırken zihninde beliren soruların, anlatım
anında açıklanması mümkündür.
Hz. Mûsâ sabredemediği
uygulamaların, deneylerin, konuların iç yüzünü öğrenme fırsatını elde etti, ama
meleğin beraberliğini de kaybetti. Öyle anlaşılıyor ki, öğretmen yaptıklarının
iç yüzünü anlatmakla hocalığını tamamlamıştır.
Melek ile Hz. Musa'nın bu yolculuktaki
beraberliklerinden, Öğretim faaliyetinden çıkartacağımız diğer netice şudur:
Öğretim faaliyeti, daha çok deneysel olgularla yürütülmelidir. "Ledünnî
ilim" veya "rüşd" bilgisinin elde edilmesi ancak yaşayarak ve
hayat tecrübesi ile olacaktır.
[35]
79. O gemi denizde çalışan birtakım yoksul
kimselere
aitti. Ona hasar vermek istedim. Çünkü
arkalarında bit-
80.
O çocuk ise, onun anne ve babası inanmış kimselerdi. Eğer çocuk yaşarsa onları
azdırmasından ve in-
kâra sürüklemesinden korktuk.
81. Rabb'lerinin onlara ondan daha iyisini
ve kendile-
rine karşı daha merhametli bir çocuk
vermesini istedik.
82. Duvara gelince, o da, şehirdeki iki
yetim çocuğa bitti. Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da
iyi bir kimse idi. Rabb'in onları ergenlik çağına ulaşıp da hazinelerini
çıkarmalarını kendi katından bir
rahmet olarak istedi. Ben,
bunları kendiliğimden yapodmadım. İşte bu anlattıklarım senin sabr edemediğin
şeylerin yorumudur.
Bu dört âyette, meleğin, olguların,
yapılanların, meselelerin iç yüzünü yorumlaması, ortaya koymasını bulacağız.
1.
"O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere aitti. Ona hasar verme
tün sağlam gemileri zorla gaspeden bir
kral vardı.
Melek, gemiye hasar vermesinin iç yüzünü
anlatırken şu noktaları ortaya koymuştur:
a) Gemi fakir denizcilere aitti. Melek, fakirlerin malını korumayı Hz.
Mûsâ ve tüm insanlığa öğretmektedir. Kimin malında tasarrufta bulunacağını
biliyordu.
b) Fakirin malına hasar vererek koruma yolunu seçti. Çıkış yolu bu
olmuştur.
c)
Sebep olarak da, sağlam
gemileri sahiplerinin elinden alan zorba bir kralın olmasını gösterdi. Bu
durum, o dönemin sosyal yapısını ifade etmektedir.
Zorbalığın hüküm sürdüğü, fakirlerin
mallarını koruyamadığı, kuvvetlinin zayıfı ezip sömürdüğü bir idare şekli ve sosyal
yapı vardı. Bu zorbalardan mallarını korumakta halk zorluk çekiyordu. Gemiye
hasar vererek koruma yolunu seçmiştir.
Meleğin bu uygulamasının iç yüzünü
açıklamasından günümüze ne getirebiliriz? Çünkü, aksi takdirde bu olgu bir
hikaye olarak kalır ve bizim hayatımıza hiçbir ışık tutmaz. Ama asırlar sonra
Kur'ân'da yer almasının bizim için bir çıkarımı olmalıdır.
İnsanlar mallarını koruyabilmeleri için,
bir kısmından fedâkârlık yapabilirler. Mallarını güçle koruyamayanlar, o malın
bir kısmını vererek koruma yolunu seçerler. Diğer taraftan mülkiyet hakkının
korunması ve öneminin bilinmesi de gündeme getirilmektedir. Mülkiyet hakkı kutsaldır,
ona kimse meşru olmayan yollarla dokunamaz.
İşte âyette geçen limesâkîne
kelimesindeki lâm harfi aidiyet, yani mülkiyet hakkını ifade etmektedir.
Mülkiyet hakkını kaldıran bir rejim dünyada düşünülemez ve düşünülmemelidir.
d) Bu âyetten anlıyoruz ki tam ve güzel olan şeyler çekicidir. Hasarlı ve
güzel olmayan şeyler kendilerini korurlar. Çirkin zannederiz ama, çirkin ona
olacak saldırıyı engeller ve böylece kendini korumuş olur. Melek, gemiye hasar
vererek onun cazibesini azaltıp korumuş oldu.
e)
Kur'ân, zekât ve infâk yolu ile
mülkiyet hakkını, malı koruma yolunu seçmiştir. Çünkü, infâkı yapılmayan,
zekâtı verilmeyen malın sahibi hayat tehlikesi içindedir (Bakara 2/195).
2. cocuk
se, onun anne ve babası inanmış
kimselerdi. Eğer çocuk yaşarsa onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden
korktuk.
Melek, ledünnî ilme sahip olduğundan
meselelerin, olguların iç yüzünü bilerek, başka bir ifade ile ne yapacağını
Yüce Allah ona bildirerek yapmıştır. Ama biz, çocukların istikbalde ne
yapacağını bilemeyiz ve onun için onların hayatına kıyamayız.
ani;Biz bu olgudan şunu çıkartıyoruz: İyi
olan ana-babadan mutlaka iyi çocuk dünyaya gelecek diye bir kural yoktur.
İyiden kötü Nûh peygam-
ber'in oğlu gibi; Hz. İbrahim'in babası
gibi kötüden iyi doğabilir. Önemli olan kötünün eğitilip kötü karakterinin
boğazlanıp kontrol altına alınmasıdır. İyi ebeveynden, ana-baba nesline zarar
verecek nesiller çıkabilir.
Melek iki tehlikenin o iyi ana-babayi
beklediğini gündeme getirmektedir:
a)
Onları andırabilirdi. Yani
çocuk taşkınlığa olan eğilimi ile ana-babasına çok acı çektirebilirdi.
b)
Onları, inkâra olan eğilimi ile
inkâra sevk edebilirdi. Böylece çocuğun ana-baba üzerinde olan etkinliğini dile
getirmektedir.
Bundan çıkaracağımız diğer bir netice de
şudur: Yetişen gençliğin milletine zarar vermemesi için, iyi eğitilmesi
gerekiyor. İyi eğitilmeyen çocuk ve gençler, istikbalde milletine zararlı hale
gelip, tehlikeli olabilirler. Bunun için önceden tedbir almak gerekiyor.
Çocuklarını iyi terbiye etmeyen toplumlar, sonra dizini dövecektir. Çocuklar,
doğdukları iyi kültüre mal edilmelidirler. Azgınlıkları ve inkâra olan
meyilleri mutlaka ortadan kaldırılmalıdır.
Meleğin öldürme olgusunu, biz, çocukların
kötülük duygu ve dürtülerinin yok edilmesi için verilecek eğitim olarak
almalıyız.
Âyette geçen haşînâ kelimesi, "saygı
duymak, korkmak, endişe etmek" anlamına gelen haşiye fiilinden türemiştir. Bu kelimenin
"bilmek" anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. İbn Abbâs'tan
naklettiği manaya göre Taberî buradaki haşiye fiiline "bilmek"
anlamını vermiştir. Böylece haşînâ "bildik" demektir. Demek ki
korkmanın, endişe etmenin kökeninde "bilmek" vardır, denebilir.
Bu âyetteki haşyet, Nisa 9'daki haşyete
gitmektedir. Bu âyette geriye eli ermez, gücü yetmez çocukların
bırakılmasından endişe edilmesi istenirken haşyet kelimesi kullanılmaktadır.
Nisa 9'da çocukların üzerine titrenilmesi ve onlara doğru bilgi verilip
Allah'a karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri emredilmektedir. İnsanların
saldırganlık iç güdülerinin ve küfre olan meyillerinin ancak bu şekilde
terbiye edileceğine dikkat çekilmektedir
"Rabb'lerinin onlara, ondan daha
iyisini ve kendilerine karşı daha merhametli bir çocuk vermesini
istedik." Melek, muradını, isteğini açıklamakta ve böylece çocuğu neden
Öldürdüğüne dikkat çekmektedir.
a) Öldürdüğü çocuktan daha temiz, seciyeli, karakterli bir çocuğu
Rabb'lerinin onlara vermesi uğruna bunu yaptığını ifade etmektedir. "Daha
temiz seciyeli" olan çocuk derken, yaratılıştan insanın temiz olacağına
işaret etmektedir.
b) "Daha
merhametli" bir çocuk verme ümidi ile bunu yaptığını söylemiştir.
Temiz seciye ve merhametli
olmak bir çocuk ve dolayısıyla bir insan için çok önemli iki özelliktir.
Ayette geçen ruhtnâ kelimeleri bu özellikleri ifade etmektedir.
Böylece öldürme olayının arkasında yatan
nedeni açıklamış oldu. Meleğin gerçekleştirdiği öldürme olayını bizim yapmamız
mümkün değildir. Ancak ondan şu ışığı alıyoruz: Temiz seciyeli ve merhametli
nesiller yetiştirmek zorundayız. Seciyesi bozuk ve merhametten yoksun
nesiller, toplumlarına, öncelikle ailelerine zarar vereceklerdir. Seciyesi
bozuk ve merhametten yoksun olan gençlerin topluma olan etkinliklerini ortadan
kaldırmalıyız. Siyaseti, eğitimi ve önemli kamu hizmetlerini onlardan
korumalıyız.
Kehf 74'te geçen Üüîi fe katelehû
"onu öldürdü" ifadesini, çağımızda ve gelecekteki oluşumlara göre
"mücâdele vermek" anlamına almalıyız. Çünkü bu kelimenin "zelil
ve aşağı kılmak, muharebe etmek, savaşmak" manaları vardır. Seciyesi bozuk
ve merhametsiz insanlarla mücâdele etmek, etkinliklerini azaltmak anlamında
savaşmak gerekiyor.
Temiz seciyeli ve merhametli nesiller
yetiştirmek de bir mücâdele, bir savaş ve bir emek ister. İşte meleğin
Kur'ân'da anlatılan bu olgusundan günümüze getireceğimiz çıkarımlar bunlar
olabilir.
"Duvara gelince, o da, şehirdeki iki
yetim çocuğa aitti. Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da
iyi bir kimse idi. Rabb'in onları erginlik çağına ulaşıp da hazinelerini
çıkarmalarını kendi katından bir rahmet olarak istedi."
Melek, duvarın altında ne
olduğunu ilâhî bilgilendirme ile öğrenmiş oldu. Duvarın altındaki hazine,
yetim çocukların hakkı idi. Babalarının iyi olmasının anlamı, o parayı haram
yollarla elde etmediklerini, helal yollarla kazandıklarını ifade etmektedir.
Çocuklarına bıraktıkları helal paralara sahip çıkmakla melek, yetim hakkını
korumanın önemine işaret etmiş oldu. Duvar yıkılıp onların hazinesi ortaya çıksaydı,
halk onu talan edecekti ve böylece iye olan ana-babamn çocuklarına bıraktığı
miras yok olup gidecekti.
Bu olgudan çıkaracağımız diğer neticeler
de şunlardır: Yüce Allah miras bırakılmasına müsaade etmektedir. O dönemde de
ana-babalar çocuklarına miras bırakabiliyordu. Bu durum, o dönemin sosyal ve
ekonomik yapısını da yansıtmakta, mülkiyet hakkının olduğu bir ekonomik,
sosyal ve siyasi yapıyı anlatmaktadır. Bunun delili de mirasın
bırakıla-bilmesidir. Demek ki o dönemde malın müşterek olduğu ve mülkiyet
hakkının ortadan kaldırıldığı bir komünist
sistem yoktu.
Yetimin malına buluğ çağma erişinceye
kadar, iyi niyetle yaklaşmak hariç, yaklaşılmaması ilkesini (En'âm 6/152) o
dönemde, bizzat o kulun kendisi uygulamıştır.
5. "Ben, bunları kendiliğimden yapmadım. İşte bu anlattıklarım
senin sabredemediğin şeylerin yorumudur."
Melek, Hz. Musa'ya yaptığı bu üç şeyi
kendi emri gereği yapmadığını söylerken, kimin emri gereği yaptığını
söylemedi. Çünkü az önceki bölümde söylemişti. Allah'ın emri ile yaptığını
belirtmişti.
Melek, yaptığı üç şeyi de yorumladı ve
neticede Hz. Musa'ya sabırsız davrandığı değerlendirmesini de yaptı. Bundan
şunu çıkartıyoruz: Öğrenci öğretim faaliyetinde sabırlı davranmalı, öğretmen de
anlattığı ya da öğrettiği konuların yorumunu yapabilmelidir. Konuların bir
görünen
dış yüzleri, bir de görünmeyen iç yüzleri
vardır. Görünen boyutları ile konular anlatılınca yetersiz kalacak, onların iç
yüzlerini de açıklamak gerekiyor.
Öğretilen bilgi ya da konuların iç yüzü açıklanmadığı için, bilginin hem
köklü öğrenimi mümkün olmuyor hem de manevî bakımdan olgun-Iaştırıcı etkinliği
yeterli olamıyor. Her konunun iç yüzünü nasıl açıklarız? Herkes melek olamaz
ki, konuların iç yüzünü, yani bâtınını açıklayabilsin.
Bunun cevabını bir örnekle verebiliriz:
Bir biyokimyacı DNA'yi bulunca veya başkasının bu bulgusunu anlatınca konunun
iç yüzüne şöyle inebilir: İnsanın DNA'sı dört tane gazdan meydana gelmiştir:
Hidrojen, Oksijen, Azot, Karbon. Yüce Allah'ın yarattığı ilk ve tek olan gaz
Hidrojen'dir. Bütün gazlar ve elementler Hidrojen gazının türevleri, yan
ürünleri durumundadır. Demek ki bütün elementleri geriye doğru eleyip gidersek
son kalan Hidrojen olacaktır.
Tek olan Allah, tek şeyi yaratıp
diğerlerini ondan yaratmıştır. Elementleri geriye doğru elemeye tabî tutarsak
tekliğe doğru gideriz ve böylece tek tanrı inancına ulaşırız. Konuyu Allah'ın
varlığına, birliğine yani tevhîd inancı ile O'nun kudretine götürdüğümüz zaman
iç yüzünü anlatmış oluruz. Ayrıca DNA denen ilâhî yaratma kanunun nelere
yaradığı da onun iç yüzünü anlatmış olacaktır.
îşte meleğin, deneylerinin,
uygulamalarının, yaptıkları şeylerin yorumu sadece bir nostalji, bir tarihî
olgu olarak alınıp orada kalmamalı, çağımızda örnek alınıp ders konularını açıklamada
bir metot halini almalıdır. Meselelerin, konuların bir görünen yüzü, bir de iç
yüzü olduğu bilinerek açıklamalar yapılmalıdır.
[36]
83.
Sana Zülkarneyn'i soruyorlar: De ki: "Size ondan biraz
bahsedeceğim. "
84.
Kuşkusuz Biz, ona yeryüzünde imkan sağladık ve kendisine her şeye
ulaşacağı bilgi verdik.
85.
O da bir yol tutup gitti.
86. Sonunda Güneşin battığı yere ulaşınca,
Güneşi kop koyu bir suda
batıyormuş gibi gördü.
Orada bir
topluluk buldu. "Ey Zülkarneyn,
onları ister cezalandır, ister onlara karşı iyi davra", dedik.
87.
O da şöyle dedi: "Haksızlık edeni cezalandıracağız. Sonra Rabb'ine
döndürülecek. Rabb'i de onları görül-
memiş bir ceza ile
cezalandıracaktır."
88.
Ancak inanıp yararlı iş yapana gelince, onlar için, güzel ödül vardır.
Biz ona kendi emirlerimizden kolay
olanı söyleyeceğiz.
89. Sonra yine bir yol tutup gitti.
90.
Sonunda Güneşin doğduğu yere ulaşınca, Güneşi, kendilerine Güneş'ten
başka bir örtü vermediğimiz bir topluluğun üzerine doğuyor buldu.
91.
İşte onun durumu böyledir. Onun bilgi olarak sahip olduğu her şeyi Biz
biliriz.
92.
Sonra yine bir yol tutup gitti.
93.
Sonunda iki set arasına varınca, iki şeddin ötesinde neredeyse hiçbir
sözü anlamayan bir topluluk buldu.
94.
Dediler ki: "Ey Zülkarneyn,
kuşkusuz Ye'cüc ve Me'cüc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların
arasına bir set yapman için sana bir ödeme yapabilir miyiz?"
95.
Şöyle dedi: "Rabb'imin bana verdiği imkan sizinkinden daha iyidir.
Bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.
96.
Bana demir kütleleri getirin. Kütleler iki dağın arasını doldurunca:
Körükleyin" dedi. Demirler akkor haline gelince: "Bana erimiş bakır
getirin de üzerine dökeyim" dedi.
97.
Ye 'cüc ve Me 'cüc onu ne aşmaya ne de onda bir delik açmaya güç
yetiremediler.
98.
Zülkarneyn: "Bu, Rabb'imden
bir rahmettir. Rabb'imin vaadi
gelince onu yerle bir eder. Rabb'imin vaadi bir gerçektir" dedi.
Bu bölüm, Kehf sûresinin dördüncü
kıssasını, yani olgusunu teşkil etmektedir.
Zülkarneyn'in kim olduğu
konusunda âlimler tartışmış, ittifak edecekleri bir konuya gelememişlerdir. Bu
konuda yapılan tartışmaları burada anmayı, yazmayı uygun bulmuyoruz.
Tartışmaları merak edenler Râzî'nin Tefsir-i Kebir'ine ve Süleyman Ateş'in Yüce
Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri adlı eserine bakabilirler.
Ancak onun bir peygamber olup olmadığı
konusu da tartışılmıştır ki bu konuyu tartışmalarında haklı olduklarını
söyleyebiliriz.
"Kuşkusuz Biz, ona yeryüzünde imkan
sağladık ve kendisine her şeye ulaşacağı bilgi verdik" (Kehf 18/84) ve U-
"Ey Zülkarneyn, onları ister cezalandır ister onlara karşı iyi davran,
dedik" (Kehf 18/86) âyetlerinden anlıyoruz ki, Yüce Allah onunla
konuşmuş, ona imkan tanımış ve ona bilgi Öğretmiştir. Bu âyetlere bakanlar
haklı olarak onun peygamber olduğunu söylemişlerdir.
Ama unutulmamalıdır ki, Yüce Allah
Kur'ân'da peygamberleri i-simleri ile anmiştır. Bu kişiye Zülkarneyn
demesinden, onu sıfatıyla andığı anlaşılmaktadır. Sıfatı ile anılmış olması
ise onun peygamber olmadığına delil teşkil etmektedir. Bu tartışmanın
haklılığı vardır. Bu tartışmalar bir tarafa Zülkarneyn'in peygamber olup
olmadığı konusunda kesin bir şey söylemenin çok zor olduğunu ifade ederek bu
kişinin en azından "Allah'a inanan, samimi bir kul ve bir eğitimci
olduğu" Kur'ân'ın anlatımından çıkmaktadır diyebiliriz.
Zülkarneyn, tarihte yaşamış bir şahsiyet
olmakla beraber, olgusu devam etmekte ve gelecek nesillere de ışık tutmaktadır.
Kanaatimizce o, tarihte yaşamış, ama orada kalmış değildir. Onun olgusunu
günümüze ve geleceğe çıkarımlarla taşımak zorundayız.
Şimdi âyetlerin analizine
geçebiliriz:
1. "Sana Zülkarneyn'i soruyorlar. De ki: Size ondan biraz bahsedeceğim."
Karn kelimesi, "nesil, çağ"
anlamına geldiği gibi "boynuz" anlamına da gelmektedir. Kelimenin kök
fiili, "bir şeyi bir şeye bitiştirip yanaştırmak" anlamına gelen öJ
karanedir. Kur'ân'daki manalarının çoğu "nesil" anlamında, "çağ" manasına
gelmektedir. Bu kelime Kur'ân'da
çeşitli kalıplarıyla yer almakta ve çeşitli manalara gelmektedir.
[37]
a) Nesil
"Biz, onlardan önce
kendilerinden daha güçlü olan, diyar diyar dolaşan nice nesilleri helak
etmişizdir. Kurtuluş var mı?" (Kâf 50/36). Ayette "nesil" diye
tercüme ettiğimiz kelime karadır.
b) Arkadaş
"İçlerinden biri: 'Benim bir
arkadaşım vardı' dedi" (Sâffât 37/51). İlgili kelime burada
"arkadaş" anlamında karın kalıbında geçmektedir.
c)
Bağlamak, bitiştirmek
"O gün günahkârların zincire vurulmuş
olduğunu görürsün" (İbrahim 14/49). Ayette geçen mukarranîn kelimesi
"vurulmuş, bağlanmış" anlamına gelmektedir. İki şeyin birbirine
bağlandığı şeye ip anlamında "kıran" denir. Furkân 13'te de ilgili
kelime "elleri bağlı" anlamını ifade etmektedir.
im: Bu kelime, Zuhruf 13'te,
"bir araya getirmek, elde etmek, güç yetirmek" manasında Yüce
Allah'ın insanlara sunduğu çeşitli nimetler için yapılacak olan duada
geçmektedir: "Bütün bunlar üzerine oturunca Rabb'inizin nimetini anarak:
'Bunları buyruğumuza veren ne Yücedir! Yoksa bunları bir araya getiremezdik'
dersiniz."
Bu anlamda Zuhruf 53'te de "yanında
gelmek" manasında mukrinîn kalıbı kullanılmıştır.
d) Karun'a da Hz. Musa'ya olan yakınlığı nedeniyle "Kârûn" denmiştir.
Zülkarneyn, "iki boynuzlu" ya da
"iki asrın, çağın adamı" manasına alınabilir. Kelimedeki zû ifadesi
"sahip" anlamına gelmektedir.
Zülkarneyn olgusunu bilip
bilmemesi durumuna göre müşrikler, Hz. Peygamber'in peygamberliğini tesbit
edeceklerdi. Müşriklerin bu sorusuna karşılık, Hz. Peygamber'e bu olgu
anlatılmaktadır.
2. "Kuşkusuz Biz, ona yeryüzünde imkan sa'ğladik ve kendisine her
şeye ulaşacağı bilgi verdik."
Yüce Allah bu âyetiyle Zülkarneyn'e
verdikleri ve temin ettikleri ile onun özelliklerini zikretmektedir. Nedir
onlar? :-
a) "Ona yeryüzünde imkan sağladık." :'
"îmkan sağladık, güvenli bir yere
yerleştirdik" anlamını şöyle verebiliriz: "Ona yerleşik, güvenli bir
düzen sağladık". Ayrıca Yûsuf sûresinin 56. âyetindeki kullanımdan
hareketle bu ifadeye "onu iktidar sahibi yaptık" anlamını da
verebiliriz.
b) "Kendisine her şeye ulaşacağı bilgi verdik."
es-sebeb kelimesi, "bir şeye ulaşmak,
bir şeyi gerçekleştirmek için baş vurulan vasıta veya araç" anlamına
gelmektedir. Bu bağlamda bu kelimeye "insanı, amacına, idealine
ulaştıracak olan bilgi" diyebiliriz. Bir şeye ulaşmak, bir şeyi
gerçekleştirmek için en büyük vasıta bilgidir. Bilgiden daha büyük araç olamaz.
Şimdi güvenli yere yerleştirmekle bilgiyi
elde etme arasındaki ilişkiyi görmemiz gerekiyor. Yerleşik düzenin güvenliği
içinde bilgi edinilebilir. Göçebe düzeninde bilgiyi elde etmek zordur.
Önce bilgi sonra güven denileceği gibi,
önce güven, sonra bilgi de denebilir. Güvenli ortam ile amacına ulaşacak
vasıtayı vermekle Yüce Allah ona büyük lütuflarda bulunmuştur.
İki boynuzlu ya da iki asrın adamı
anlamına gelen Zülkarneyn sıfatı ile bu iki şey arasında bağlantı kurulabilir.
Bir boynuzu "güven" diğeri de "bilgi" olabilir. Güven ile
bilgi, yüce değerlerin önünde gelmektedir, İki boynuz, bu iki değeri ifade
edemez mi?
"O da bir yol tutup gitti."
Bu âyetteki sebeb kelimesine de
"araç, vasıta, bilgi" manasını verirsek açıklamamız şöyle olacaktır:
Zülkarneyn Allah'ın kendisine verdiği araç ya da bilgiyi takip etti. Bütün
işlerinde meşru olan vasıtalara baş vurdu. Amacına ulaşmak ve yapacağı işi elde
etmek için meşru olmayan vasıtalara baş vurmadı. Meşru yollara uydu, doğru
bilgiyi takip etti. Demek ki Zülkarneyn'in üçüncü özelliği, işlerinde daima
meşru
araçları, yani doğru bilgiyi
kullanmasıdır. Meşru olmayan vasıtalara yanaşmaz, onları takip etmezdi.
4. "Sonunda Güneşin battığı yere ulaşınca, Güneşi kopkoyu bir
suda'batıyormuş gibi gördü. Orada bir topluluk buldu. 'Ey Zülkarneyn, onları
ister cezalandır, ister onlara karşı iyi davran' dedik." Bu âyetten yani
yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf 86'dan çıkaracağımız önemli neticeler
olacaktır:
a) Zülkarneyn önce batıya doğru hareket etmeyi
tercih etmiştir. Güneşin battığı yere vardığı anlatılmaktadır. Güneş ve batmak
ya da batı kavramları bir araya
gelmiştir. Güneş, ışığı temsil ettiğine göre Zülkarneyn'in de işi, ışık
denen bilginin peşine gitmek olmuştur.
Güneş, doğudan doğduğu gibi, bilgi de,
peygamberler de doğudan doğmuştur. Güneşin ışınları nasıl batıya gidiyorsa,
bilginin ışığını da batıya doğru getirip insanları eğitmek gerekiyor. Bilgi ve
medeniyet doğudan batıya doğru gitmiştir. Zülkarneyn bu gidişin örneği
durumunda olmuş ve bunu insanlığa hedef olarak sunmuş bir eğitimcidir; bunu da
davranışı ile göstermiştir. Batıdan bir şey almak, yani bilgi ve medeniyet
almak için değil, batıyı aydınlatmak için gitmiştir; gitmeyi tercih etmiş-
b) Güneşi sıcak bir gözede batar buldu. Bu anlatımda mecazî bir anlatım
şekli vardır. Zülkarneyn Öyle gibi gördü. Bu durum yerkürenin yuvarlak
olduğuna, küre şeklinde olduğuna da delil teşkil etmektedir. Dünyanın hareketi
ile Güneş batmış gibi görünmektedir. Aslında Güneş batmamaktadır. Dünya bir
taraftan kendi ekseni etrafında dönerken, diğer taraftan da Güneş'in etrafında
dönmektedir.
Ayette gecen 'ayn "göze, pınar, suyun
çıktığı yer" anlamına gelmektedir. Gözden yaş çıktığı için, göze de pınar
anlamında 'ayn denmiştir. hamie kelimesi de "sıcak" anlamına
gelmektedir. hamiye şeklinde okunursa "sıcak", hamie şeklinde okunursa "balçık"
manasına gelmektedir.
Bunun anlamı Zülkarneyn'in
yolculuğu Güneş'in denizde batar gibi göründüğü nihai noktaya, yani ötesine
gidilemeyecek noktaya ulaşmıştı. Bu noktanın neresi olduğu
zikredilmemektedir.
c) Zülkarneyn orada bir topluluk buldu. Bu topluluk, kötülüğün her
çeşidine dalmış, erdemlerini
tamamen yitirmişti. İşte
bu noktada, Zülkarneyn'in bir eğitimci,
hatta bir devlet adamı olduğu ortaya çıkmaktadır.
d)
Yüce Allah, Zülkarneyn'e
konuşmuştu ve ona o topluma nasıl muamele edeceğini bildirmiş, ama onu kendi
tercihi ile karşı karşıya bırakmıştı. İster cezalandırır, isterse onlara iyi
muamelede bulunur. Bu ifadeden şunu anlıyoruz:
i. Zülkarneyn oraya tek başına değil, muhtemelen bir ordu ile gitmişti.
Çünkü tek başına bir topluluğa ceza vermesinin imkansızlığı ortadadır. Bir
sonraki âyetteki nü'azzibüh kelimesinin çoğul oluşu bu görüşümüzü desteklemektedir.
ii. Yüce Allah Zülkarneyn'i ceza ile güzel davranmak arasında serbest
bırakmıştır. Bu da bize, Yüce Allah'ın insana hür irade verdiğini,
tercihlerinde serbest bıraktığını, bu konularda ona özgürlük verdiğini
öğretmektedir.
iii. Ceza ve iyi muamele
yapmasını, toplumun, toplumu eğitmesi anlamında alıyoruz. Kötülüklere dalmış
bir toplumu eğitmek için ceza metodu da kullanılabilir, iyi muamele metodu da.
Bunlardan birini tercih etmek siyasetçiye veya eğitimciye kalmaktadır. Bu
açıdan bakıldığında Zülkarneyn'in ordusu, aynı zamanda bir eğitim ordusu
niteliğini taşıyordu.
5. "O da şöyle dedi: Haksızlık edeni cezalandıracağız. Sonra
Rabb'ine döndürülecek. Rabb'i de onu görülmemiş bir ceza ile
cezalandıracaktır."
Yüce Allah 86. âyette Zülkarneyn'i
cezalandırma ile iyi muamele yapma arasında tercihle karşı karşıya bırakınca,
87. âyette Zülkarneyn'in cevabı ve o topluma olan söylevi şu olmuştur:
a) "Haksızlık edeni cezalandıracağız."
Haksızlık diye tercüme ettiğimiz kelime
âyette zaleme olarak geçmektedir. Buradaki zulm, "şirk denen çarpık inanç,
başkalarının haklarını çiğnemek, Yüce Allah'ın peygamberlerine gönderdiği
mesajı inkâr etmek" anlamına gelmektedir.
Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki
"cezalandıracağız" ifadesi,
Zülkarneyn'in tek olmadığı, bir ordu ile o ülkeye girdiğini göstermektedir.
Çünkü "cezalandırma" fiili çoğul olarak kullanılmıştır.
Diğer taraftan o toplumu, geçmişte
yaptıkları haksızlıklardan, kötülüklerden, ahlâksızlıklardan dolayı
cezalandırmayacağı, kendisinin o ülkeye girişinden sonra yapacaklarına göre
onlara muamele edeceği ortaya çıkmaktadır.
Buradan şu evrensel ilkeyi çıkartıyoruz:
Bir ülkeyi fetheden bir ordunun başındaki insan, o ülkenin insanlarını,
geçmişte yaptıkları ile cezai andırmayacak, idareyi ele aldıktan sonra
yaptıkları kötülükler nedeniyle onları cezalandıracaktır. Fetihten önceki
zulüm, kötülük ve suçlar sıfırlanıp yeni bir hayatı başlatacak şekilde
kendilerine bir fırsat verilecektir.
b) "Sonra Rabb'ine döndürülecek. O da onu görülmemiş bir ceza ile
cezalandıracaktır."
Demek ki, zulmeden, insanların haklarını
çiğneyen, onlara dünyayı dar eden toplumlara hem bu dünyada ceza verilecek hem
de âhirette. Çünkü zulüm öylesine kötü bir günahtır ki, dünyanın cezası ya da
azabı ona denk olmamaktadır. Cezanın kalan kısmım da Yüce Allah âhirette
tamamlayacaktır. Ama âyette geçen I5İ0 nükrâ kelimesi, bu dünyada insan
algısının, tasavvurunun kapsayamayacağı, hiçbir kelime ile ifade edemeyeceği
tarzdaki azabı ifade etmektedir. Başka bir ifadeyle cezanın ilk aşaması, o
toplumda insanlara yapılan haksızlığın cezasıdır ve bu ceza dünyada
verilecektir; diğeri de Allah'a karşı yapılanın karşılığıdır ki o da âhirette
verilecektir. Nitekim zulüm kavramı hem insanlara karşı yapılan haksızlığı hem
de Allah'a karşı yapılan haksızlığı, şirki ifade etmektedir.
Bir önceki âyette, yani 86. âyette
Zülkarneyn'e cezalandırma ruhsatı verilirken, o kavmin ne işlediği söylenmemişti.
Ama 87. âyetten onların zulmettiği ortaya çıkmaktadır.
c) Aslında Zülkarneyn'in ordularının o ülkeyi fethetmeleri, o toplum
için ceza niteliğini taşımaktadır, ama Zülkarneyn onlara adaleti, hakkı ve
bilgiyi götürmüştür.
Güneşin battığı kopkoyu su ya da balçık,
hakkın, adaletin ve buna benzer değerlerin, bilginin battığı toplumu ifade
etmektedir. Bilgi güneşi, adaletin, hakkın güneşi o toplumda batıp yok
oluyordu.
6. "Ancak inanıp yararlı iş yapanlara gelince, onlar için, güzel
ödül vardır. Biz ona kendi emirlerimizden kolay olanı söyleyeceğiz."
a) Daha önce belirttiğimiz gibi, yanlış hareket edip suç veya günah
işleyenlere ceza verileceği söylendikten hemen sonra iman edip iyi amel
işleyenlere ne yapılacağı gündeme getirilmektedir. Bu, Yüce Allah'ın
Kur'ân'daki anlatım metodudur. 87. âyette geçen zulmün karşılığı 88. âyette
iman ve iyi amel olmaktadır. Böylece zulmün ne olduğunun tanımı yapılmış
olmaktadır.
Kötülük yapana dünya ve âhiret
azabı verilirken, iman edip iyi a-mel işleyene de ödül verilecektir. Demek ki
herkes inancına ve ameline göre muamele görecektir.
b) Yüce Allah, ödül vermekle kalmayacak, kendi emirlerinden kolay olanı
söyleyecektir. Bu da ikinci ödülü olmaktadır. Nedir emirlerinden kolay olanı
söylemek? Muhammed Esed bunun: "Yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü
tutmak, kolay planlar uygulatılması" anlamına geldiğini ifade etmektedir.
Biz bu soruya şöyle cevap veriyoruz: îman
edip iyi amel işleyenlere bu dünyada ve âhirette güzellikler verilecek, aynı
zamanda o kişi Allah'ın emirlerini kolayca yerine getirme alışkanlığını, ruh
olgunluğu ve gücünü de kazanacaktır.
Erdemli hayat yaşamak, ahlâkî
değerleri hayata geçirmek onun için kolaydır, hiçbir zaman onu sıkmaz. Çünkü
erdemli bir hayatı yaşamakta Allah ona yardım edecektir. Bu da onun için bir
ödüldür. K&ii \y:'Sim
Zülkarneyn'in eğitim okulu iyi ile kötünün
ne olduğunu, neticelerinin nereye varacağını öğreten, o konuda bilinçlendiren
bir faaliyet yapmaktadır.
Sonra yine bir yol tutup gitti. Sonunda
Güneş'in doğduğu yere ulaşınca, Güneş'i, kendilerine Güneş'ten başka örtü
vermediğimiz bir topluluğun üzerine doğuyor buldu."
Zülkarneyn ikinci yolculuğunu Güneş'in
doğduğu yere, yani doğu tarafına yaptı; orada da bir topluluk buldu.
"Kendilerini Güneş'e karşı koruyacak
hiçbir şeyi Yüce Allah'ın vermediği toplum" ifadesinden, bunların,
öncelikle ilkel bir toplum olduğunu anlıyoruz. Bu ilkellikten, onların elbise
yapacak durumda olmadıkları, coğrafi çevrelerinin ağaçsız, gölge verecek
hiçbir şeyin olmadığı, çöl topraklar olduğu fikrine varıyoruz. Ayrıca onların
ev yapıp onun gölgesine sığınacak medeniyetleri de yoktu.
Güneş'in battığı yerde bulduğu toplumla bu
toplumun benzer yönü, akıl ve bilgi değerlerini kullanmamaları ve hayata
geçirememeleridir. Bu toplumun da bilgilendirilmesi ve eğitilmesi gerekiyordu;
onların da Zülkarneyn'in eğiticiliğine ihtiyaçları vardı. Eğitimden, bilgiden
yoksun olan bu toplum halkının davranışlarında dengesizliklerin olacağı bir gerçektir.
Ayrıca Güneş'in ışınlarına karşı
kendilerini koruyacak elbiselerinin olmaması gibi, kendilerini nefislerine,
şeytana karşı koruyacak takva elbiseleri de yoktu. Takva elbisesi, akıl, bilgi
ve Allah'a karşı görevlerini yapmaktan oluşan bir elbisedir. Bu elbiseden de
yoksun olduklarını da anlıyoruz. Demek ki onların hem dışı hem de içi çıplaktı.
Elbiselerinin olmaması, onlarda haya duygusunun, utanmanın olmadığına bir
işarettir.
8. "İşte onun durumu böyledir. Onun bilgi olarak sahip olduğu her
şeyi Biz biliriz."
Yüce Allah, Zülkarneyn'in sahip olduğu,
yani yanında bulunan bilgi, medeniyet araçlarını, imkanlarını, kudretini ve
tecrübesini bildiğini söylemektedir. Bunun anlamı şudur: Zülkarneyn'in sahip
olduğu ne varsa, özellikle bilgi konusunda her şeyi ona Allah öğretmişti.
Zülkarneyn'in bütün sahip olduklarını Yüce Allah ilmi ile ihata etmişti; O'nun
ilmi onların tamamını kapsam alanına almıştı. Zaten dışında olması imkansızdı.
Râzî, bu ayetin izahında Zülkarneyn'in bu
ikinci kavime de ilk kavme yaptığı gibi davrandığını yani, batıdakiler dediği
topluma uyguladığı "zalimlere azap, müminlere iyilik" metodunu
onlara da kullanmıştı (Râzî, age, XXI, 169).
Bîrûnî'nin hayatından esinlenerek Kehf 86
ve 90. âyetlere farklı mana veren Mehmet Çakır'ın tercümesi de dikkate alınarak
âyetlere farklı bir yorum getirilebilir:
86. âyet: "Gide gide gün
batımına vardı. Orada güneşi çamur deryasına batıyor gibi gördü. Ayrıca
sahilde bir toplum buldu. O zaman: 'Zülkarneyn!' dedik. Eğer istersen bu
toplumu tatlı-sert bir yaklaşımla yola getirebilirsin."
90. âyet: "Zülkarneyn tekrar yollara
düştü. Gide gide hepten günlük güneşlik bir yere vardı ve güneşin yöre halkı
üzerinden hiç eksik olmadığını/batmadığını gördü." Ancak bu yorumun merkezî noktası, Çakır'a
göre Zülkarneyn'in yolculuğu kuzeye doğru yaptığıdır. Altı ay gece, altı ay
gündüz olan bölgeye gittiği ve böylece 90. âyette geçen "güneşten başka
kendilerine bir gölge/örtü kılmadığımız" ifadesinin altı ay gündüze işaret
ettiği söylenebilir.
"Sonra yine bir yol tutup gitti.
Sonunda iki set arasına varınca iki şeddin ötesinde neredeyse hiçbir sözü
anlamayan bir topluluk buldu."
a) Zülkarneyn üçüncü kez yine yola çıktı ve yine doğru bir amacın uğruna
yolculuğa başladı. Bu sefer iki şeddin, yani iki dağın arasına u-laştığında
orada da bir toplum buldu. Bu iki sed veya iki dağın neresi olduğu ve bu
toplumun hangi toplum olduğu konusunda âlimler kesin
delil ileri sürememektedirler.
Bu iki dağın Kafkas bölgesinde olduğunu nakledenler olmuştur. Bu konudaki
rivayetleri Râzî bu âyetin tefsirinde sıralamaktadır. Biz konuyu bölgesel
manada düşünmeyip evrensel nitelikte gördüğümüz için o rivayetleri nakletmeyi
uygun bulmuyoruz. Çünkü konuyu yöresel ve maddî anlamda almamızın günümüze bir
faydası olmayacak ve geleceğe ışık tutmayacaktır.
Önemli olan neresi ve hangi toplum olduğu
değil, Önemli olan o toplumun özellikleri ve Zülkarneyn'in onlarla olan
ilişkisidir.
b) Zülkarneyn, hiçbir sözü anlamayan, ilkel ve kendini koruyamayan bir
toplumu buldu.
lâ yekâdûne yefkahûne kavla,
"neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlardı." "Neredeyse"
demesinden anlıyoruz ki, biraz arılıyorlardı; dilleri olmayan, anlayışları kıt
ilkel bir toplum özelliğine sahiptiler.
Zülkarneyn'in gittiği batıdaki toplumda
zulüm, doğudakinde ilkellik, iki dağın bulunduğu yerdekinde de anlayamama
özellikleri vardı. Günümüzdeki toplumları da aşağı-yukarı bu şekilde
sınıflamamız mümkündür. Zâlim, ilkel ve anlayışsız toplumlar şeklindeki ayırım
belli ki kıyamete kadar devam edecektir.
Aslında bu üç toplumu insanın iç âleminde
bulmamız mümkündür. Batıdaki zâlim toplum nefsi; doğudaki çıplak, ilkel toplum
beyni; iki dağın arasındaki toplum da gönülü temsil edebilir. Nefis zulme
getiriyor; bilgisiz toplumun beyninden zoru vardır; anlamayan toplumun da gönlünden
zoru vardır. Nefsini tanrı edinip insanlara zulmeden toplum batıdaki toplum;
beynini kullanmayan, aklını çalıştırmayan toplum doğudaki toplum; anlayış
kapasitesini kaybetmiş veya geliştirmemiş toplum da iki dağın arasında bulunan
toplum olmaktadır.
"Dediler ki: Ey Zülkarneyn,
kuşkusuz Ye'cüc ve Me'cüc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların
arasında bir set yapman için sana bir ödeme yapabilir miyiz?"
a) Belli ki bu toplum dış güçlerin saldırısına karşı kendini
koruyamıyordu. Bu kavmin Milattan önce yaşadığı kesindir. Ye'cüc ve Me'cüc
kelimelerini bizzat onlar Zülkarneyn'e karşı kullandılar mı? Yoksa onlar başka
kelimeler kullandılar da Yüce Allah diğer sözleri gibi bize tercüme mi ediyor?
Bazı âlimler Ye'cüc ve Me'cüc
kelimelerinin Arapça olmadığını söylemektedir. Bazıları da Arapçalaşmiş
kelimelerden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tuzlu anlamına gelen ücâc kelimesinin
de aynı kökten geldiğini söyleyenler vardır. Ye'cüc ile Me'cüc'ün her ikisinin
ecce veya « mecce kökünden geldiğini ileri sürenler vardır.
Ye'cüc ve Me'cüc'ün kimler
olduğu konusunda da bize gelen net bilgi yoktur. Muhammed Esed Kitab-ı
Mukaddes'ten bütün Avrupa dillerine intikal eden kültürde bunlara Gog ve Magog
dendiğini nakletmektedir.
Müfessirlerin naklettiği toplumları burada
anmayı uygun bulmuyoruz. Yüce Allah'ın, onların kimler olduğunu belirtmemesi, o
sıfatların evrensel manada her çağda ve her yerde olabileceğini ifade
etmektedir. Ye'cüc ve Me'cüc sıfat veya isimleri, kötüyü temsil etmektedir. Bu
nedenle kötülük yaparak, yeryüzünde veya yeryüzünün bir kesiminde her çağda
bozgunculuk yapanlar bu isimlerle anılabilir. Onun için "şu toplumdu
demek", olguyu evrensellikten çıkartır ve olgu, tarihî bir olgu olarak
kalır ki, bu Kur'ân'ın hem anlatımına hem metoduna hem de evrensel özelliğine
yakışmaz.
b) Ye'cüc ve Me'cüc, bulunduğu topraklarda fesat
çıkarıyordu, yani bozgunculuk yapıyordu. Ye'cüc ve Me'cüc'ü durdurmak çok
zordu.
Enbiyâ sûresinde Yüce Allah onların
hareket tarzını şöyle anlatır: "Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc (sedleri)
açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman" (Enbiyâ 21/96) âyeti de
bunu ifade etmektedir.
Ye'cüc ve Me'cüc'ün etkili olduğu ülkeler,
kültür, bilgi, bilinç ve ahlaken zayıf olan ülkelerdir. Bunu daha sonraki
âyetlerde açıklayacağız.
c) Orada yaşayan toplum, kendileri ile Ye'cüc ve Me'cüc arasında bir sed
yapması için Zülkarneyn'e vergi verebileceklerini ifade etmiştirler. Hatta bu
isteklerini, soru şeklinde "ödeme yapabilir miyiz?" diye
dile getirmişlerdir. Bu toplum her ne
kadar sözü anlamakta ğabî olsalar bile, vergiyi, emeğin karşılığının verilmesi
gereğini biliyorlardı; sarfedilen emeğin karşılığını ekonomik değerle vermek
gerektiğinin farkında idiler. Günümüzde bundan "emeğin karşılığı mutlaka
verilmelidir" ilkesini çıkartıyoruz.
11. "Şöyle dedi: Rabb'imin bana verdiği imkan sizinkinden daha
iyidir. Bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set
yapayım."
a)
Zülkarneyn, onlardan emeğinin
karşılığım almayacağını, Yüce Allah'ın kendisine sağladığı güven ve gücün
onların vereceği ekonomik değerden üstün olduğunu söyleyerek ifade etmiştir.
Yüce Allah onu pek çok şeyle donatmış, bilgi, güven, güç ve zenginlikle onu
kuvvetlendirmiştir. Zülkarneyn, bu manevî değerlerin, onların temin edeceği
ekonomik değerden üstün olduğuna dikkat çekmiştir. Günümüzde de, aynı
anlayışın devam etmesi bakımından Yüce Ailah bize bilgi vermekte ve eğitim
yapmaktadır.
b) Zülkarneyn, onların isteklerini yerine getireceğini, ancak kendisine
bedenen yardımda bulunmalarını istemiştir.
Bu da şuna işaret etmektedir:
Bazı durumlarda paranız olur, ama çalıştıracak işçi bulamazsanız, işinizi
yapamazsınız. Emek ile para mutlaka bir araya gelmelidir. Ayrıca sanat, işi
bilme de buna ilave edilmelidir. Âyette "kuvvetle bana yardım edin"
ifadesindeki sy kuvvet, "bedenî güç, emek" anlamına gelmektedir.
Demek ki emek, sanat ve ekonomik güç bir araya gelince set yapılmıştır. İşte
buradaki şeddi, emek, sanat ve ekonominin meydana getireceğine işaret
edilmektedir. Bunu günümüze taşırsak şu netice çıkar: Bir toplum dış güçlerin
bozgunculuğuna karşı kendilerini, işi bilir insanlar yetiştirerek, işi ehline
teslim ederek, bilgiyi öne çıkararak, emeğini son damlasına kadar harcayarak
ekonomisini güçtendirecektir. İşte o zaman çağın Ye'cüc ve Me'cücleri onları
etki altına alamayacaktır. Redm kelimesi, "set" anlamına gelmekle
beraber isim olarak "duvar"; fiil olarak da "tamir etmek, yama
yapmak" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin kullanımı sedd kelimesine göre
daha fazladır (Râzî, age, XXI, 171).
limesine göre daha fazladır (Râzî, age,
XXI, 171). Sonuç olarak zikri geçen her iki kelimenin de aynı anlamı verdiğini
söyleyebiliriz.
12. "Bana demir kütlelerini getirin; kütleleri iki dağın arasını
doldurunca 'körükleyin' dedi. Demirleri akkor haline getirince: 'Bana erimiş
bakır getirin de üzerine dökeyim' dedi."
Zülkarneyn, iki dağın arasını demir
kütükleri ile doldurup, körük-leyip kor haline getirdikten sonra erimiş bakır
ile bu demir kütükleri kaynaştırdı. Artık iki dağın arasından geçmek mümkün
olmayacaktı. Bu durum bize neyi ifade etmektedir? Günümüzde bunu nasıl
yorumlayabiliriz? Yoksa bu, bir hikaye olarak Kur'ân'da kalmalı mıdır?
a) Günümüze taşırsak şu neticeyi çıkartabiliriz: Demir kütleleri ile
bakırı buluşturup iki dağın arasını doldurmak günümüzde hiçbir anlam ifade
etmez. Çünkü günümüzün savaş teknolojisi dağların üstünden, fezadan yani
havadan gelmektedir.
Ama biz bundan şunu çıkartıyoruz: Bir
milletin teknolojisi güçlü ise, o devrin bozguncu Ye'cüc ve Me'cücleri o
millete ya da devlete saldiramaz. Onun etrafa yaydığı gücü bu saldırıya mâni
olur ve onları caydırır. Demir kütükleri ile bakırı buluşturma, günümüzde savaş
teknolojisinin gücünü ifade etmektedir.
b) Konuyu günümüze ve geleceğe aktarırken, olaya manevî açıdan da
bakmamız mümkündür.
Ayetteki iki dağ bizim beynimizle
gönlümüzü temsil etmektedir. Demir kütleleri ile bakır, manevî değerleri, yani
bilgiyi, aklı, imanı ve diğer ahlâkî değeri temsil etmektedir. İki dağ denen
beyin ile gönül arasına bu değerleri koyup pekiştirince Ye'cüc ve Me'cüc denen
nefis, şeytan ve kötü fikirlerin içeri girmesi imkansız hale gelecektir. İşte
Zülkarneyn onların beyinleri ile gönülleri arasına bu manevî değerleri koydu,
yani onları eğitti, xjohjîv .
Zülkarneyn'in üçüncü topluma
yaptığı işi, günümüze bu şekilde taşıyıp hayata geçirebiliriz. Zülkarneyn'i
bir eğitimci ve devlet adamı olarak aldığımızda, devletler veya insanlar,
toplumlarını günümüzün her taraftan saldıran Ye'cüc ve Me'cüclerinden
korumalıdırlar. İnsanların
beynine, gönlüne yanlış bilgi
sızdıran, insanın psikolojik ülkesinde fesat çıkaran her şey bu sıfatlarla
anılabilir. Beyin ile gönülü birleştiren, yani akıl, bilgi ve imanı bir araya
getiren eğitimciler Zülkarneyn'in işini yapmış olacaklardır.
13. "(Ye'cüc ve Me'cüc) onu aşmaya da onda bir delik açmaya da güç
yetiremediler."
Böylece düşmanları, yapılan şeddi
yukarıdan geçemedi, sağlam olduğu için de onda bir delik de açamadılar. nakb
"delik" demektir. Bu kelime "duvarı delmek" anlamına
gelen nekabe fiilinden türemiştir.
Mü'minler gençlerinin ve
nesillerinin beyinleri ile gönüllerinin a-rasıni akıl, bilgi ve iman ile
doldurup birleştirirlerse, yanlış düşünce ve felsefelerin o duvarı aşıp ya da
delip içeri girmesi mümkün olmayacak, nefis ve şeytan gibi Ye'cüc ve
Me'cüclerin o psikolojik ülkeye girip bozgunculuk yapmalarına imkan verilmemiş
olacaktır.
14. "Zülkarneyn: 6u Rabb'imden bir rahmettir. Rabb'imin vaadi gelince
onu yerle bir eder. Rabb'imin vaadi gerçektir, dedi."
a) Zülkarneyn, yaptığı şeddi Allah'ın rahmeti, yani lütfü olarak
görmüştür. Bu şu demektir: Bir işi başardığımız zaman, onun Allah'tan bir
rahmet olduğunu söylememiz gerekiyor. "Ben yaptım, bu benim eserimdir"
demek yerine, "bu Allah'ın bana veya bize bir lütfudur" dememiz,
Kur'ân'in bir ilkesidir.
b) Yüce Allah'ın belirlediği zaman gelince, bu şeddi ortadan kaldıracak,
yani yerle bir edecektir. Ayetin bu kısmında geçen dekkâ' kelimesi, Arapça da
"dümdüz olmak/dümdüz" anlamına gelmektedir. Bunu günümüze aktarırsak
şu neticeyi çıkartırız: Bir toplum, devlet veya milletin, ne kadar güçlü olursa
olsun, gerileme ve çökme dönemi de olacaktır. Ayrıca bir gün hak olan Allah'ın
vaadine göre kıyamet kopacaktır.
Böylece Zülkarneyn, kıyametin kopacağı
konusunda bir iman eğitimi vermekte, Allah'ın vaadinin hak olduğu inancını da
aşılamaktadır. Böylece bu konunun yani kıyamet gerçeğinin bütün dinlerde yer
aldığına
işaret edilerek, dinlerin temel
ilkelerinden biri olduğu vurgulanmış olmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Zülkarneyn
üç farklı topluma, üç farklı davranış sergilemiştir.
Farklı hayat, farklı inanç ve farklı
düşünce yapısında olan toplumlara dogmatik yaklaşımın yanlış olacağına,
elastiki davranış ve tutum sergilemenin önemine dikkat çekilmektedir. Burada
toplumların ihtiyacı önemli rol oynamaktadır. İhtiyaç ve özellik, yaklaşımı
belirleyen etkenler olmaktadır.
Günümüzün siyaseti ve eğitimi özellikle
din eğitiminin temel ilkelerinden bazısını Zülkarneyn olgusunda bulmamız
mümkündür.
[38]
99. O gün biz onları, birbirine çarparak
çalkalanır bir halde bırakmışızdır. Sûr'a da üfürülmüş, böylece onları
bütünüyle bir araya getirmişizdir.
100-101. Ve, gözleri beni anmaktan kapalı
bulunan, kulak vermeye de tahammül edemez olan kâfirleri o gün cehennemle yüz
yüze getirmişizdir.
102. Kâfirler, beni bırakıp da kullarımı
dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirler için bir konak
olarak hazırladık. .
103. De ki: "Size, işler bakımından
en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi?"
104, iyi işler yaptıklarını sandıkları
halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.
105. İşte onlar, Rabb'lerinin âyetlerini
ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimse- lerdir. Biz onlar için kıyamet gününde
hiçbir ölçü tutmayacağız-
106. îşte, inkâr ettikleri, âyetlerimi ve
rasüllerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.
Bu âyetler, kıyameti "O gün biz
onları, birbirine çarparak çalkalanır halde bırakmışızdır."
yette geçen "onlar" çoğul
zamirinden kasıt Ye'cüc ve 'dür; "o gün"den kasıt da kıyamet günüdür.
Kıyamet gününde, arasında bozgunculuk yapan Ye'cüc ve Me'cüc'ler birbirlerine
lerdir. İnsanlar arasında yaptıkları bozgunculukları bu sefer kendi da
yapacaklardır.
Yüce Allah o halleriyle onları terk
edecektir. Çünkü onlar bu dün-ıten Allah'tan uzaklaşmışlardı. İnsanlara zarar
verdiklerinden, bu ; kendi kendilerine zarar vereceklerdir.
"Sûr'a da üfürülmüş, böylece onları
/le bir araya getirmişizdir."
irinci Sûr'a üfürülünce kıyamet kopacak,
ikincisinde de öldükten lirilme gerçekleşip mahşer kurulacaktır.
"Mahşer" herkesin bir eldiği yer ve anı ifade etmektedir. İşte
mahşerde herkes bir araya tir.
"Ve, gözleri beni anmaktan
kapalı bulunan, kulak e de tahammül edemez olan kâfirleri o gün cehennemle yüz
yüze sizdir."
üce Allah kâfirlerin karşısına cehennemi
çıkaracaktır. Bu kâfirle-' likleri ya da bu dünyada yaptıkları nelerdi?
Hakkı inkâr
etmiş olmaları
Gözleri Allah'ı hatırlatan her şeye karşı
perdeli olmaları
1. âyette geçen ğıtâ* kelimesi,
"örtü, kapak" anlamına gelir. Yani bu kelime, "Allah'ı
hatırlatan şeyleri görmekten uzak kâinattaki oluşumlara bakarak Allah'ın
varlığına ve birliğine gi-lu görememek, O'nu hatırlamamak" anlamlarına
gelmektedir, göz organlarını amaçlan uğruna kullanmamalarıdır. Böylece ıllah,
göz ile hatırlama arasında bağlantı kurmaktadır. Görebilen yne hatırlatır.
Kulak vermeye de tahammül edemezler. Başka
bir ifadeyle ger-1 ssini dinlemeye katlanamazlar.
Böylece göz ve kulağını kullanamayan veya
kasıtlı olarak kullanmayanlar yani kâfirler mahşerde cehennemle yüz yüze
getirileceklerdir.
Allah'ı hatırlatacak şeylere bakmayan,
hakikatin sesini dinlemeye katlanamayan insanlar, bu dünyada cehennemlerinin
ateşini kendileri yakmaktadırlar. Yaktıkları o ateşle mahşerde yüz yüze
geleceklerdir.
"Kâfirler, beni bırakıp da kullarımı
dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirler için bir konak
olarak hazırladık."
" Yüce Allah 108. âyette
bir soru sormaktadır. Bu soru da "zannetme" üzerinde kuruludur.
Allah'ı bırakıp Allah'ın kullarından birini dost edinmek şirktir. Böylece
kâfir, inkârına bir de şirki eklemiş olmaktadır. Ayette geçen
"kullarım" ifadesinden anlıyoruz ki, dost edinilenler canlı
varlıklardır, yani insanlardır. Bu insan diri de olabilir, ölü de; tapınılan
herhangi bir insan olabilir. Yahudi ve Hıristiyanlar gibi peygambere,
azizlere, velilere, yatırlara tapınılması bu kavramın kapsamına
girmektedir.
Allah'ı bırakmak ya da Allah'a karşı O'nun
kulunu dost edinmek, cehennemi konak edinmeye sebep olmaktadır. Allah'ın
yarattığı bir varlığı, Allah'a karşı dost edinmek, ona tapınmak mahşerde
cehennemi konak edinmek demektir.
Kehf 99-102. âyetleri arasında
inkâr psikolojisinin insanın duyu organlarını nasıl işlemez hale getirdiğini,
onları işletemeyenlerin nasıl cehennemle yüz yüze kalacağını, Allah'a karşı
Allah'ın kulunu dost e-dinmenin nelere mal olacağını buluyoruz. Yüce Allah'ın
yaptığı din eğitiminde, kötü neticeler gelmeden önce tedbirini almanın önemi
vurgulanmaktadır.
5. "De ki: Size, işler bakımından en çok ziyana uğrayanları
bildirelim mi?"
Yüce Allah, amel, iş, eylem bakımından
kimin zararda olduğu konusunda insanları bilgilendirmektedir. Bu
bilgilendirme, insanları yanlış davranış, amel ve işlerden caydırmayı amaçlamaktadır.
103. âyette ge-, çen el-ahserîn
kelimesi, "en çok ziyana uğrayanlar" anlamına
gelmektedir. İlâhî eğitimde bu
bilgilendirme yapıldığına göre, beşerî din eğitiminde de yer almalıdır.
6."(Onlar), iyi iş yaptığını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları
boşa giden kimselerdir. İşte onlar Rabb'lerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı
inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir. Biz onlar için kıyamet
gününde hiçbir ölçü tutmayacağız. İşte inkâr ettikleri, âyetlerimi ve
peygamberlerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir."
Yüce Allah 103. âyette bilgilendirmek için
sorduğu soruyu 104-105. âyetlerde cevaplandırmaktadır. Şimdi en çok ziyanda
olanların amel özelliklerini sıralayabiliriz:
a) "İyi iş yaptığını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa
giden kimselerdir."
İyi işte zan olur mu? İyi iş ile zannı bir
araya getiren kişi zaten yanılmaktadır. Neden iyi iş yaptığından kesin olarak
emin değil de, zan içinde bulunmaktadır? Bunun cevabını şu âyetlerle
verebiliriz;
i. "Fakat kalpleri iyice katı-laştı ve şeytan da yaptıklarını süslü
(cazip) gösterdi" (En'âm 6/43). Kalpleri katılaşan, hakikatin içeri
girmesine mâni olan kalplere sahip olanlara, şeytan amellerini süslü göstermektedir.
İşte o süs, amellerinin kötü olmasına rağmen onları güzel, iyi göstermektedir.
Böyleleri iyi yapıyordu zannederek kötü yaptığının farkında olmaz. Demek ki
katı kalplilik ve şeytanın süslemesi onları bu duruma düşürmektedir.
ii. "Şüphesiz Biz, âhirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü
gösterdik, o yüzden bocalar dururlar" (Nemi 27/4). Yüce Allah, âhirete
inanmayan insana amellerini süsler ve böylece o da kötüyü iyi, çirkini güzel
görüp bocalamaya başlar.
"Kötü işi kendisine güzel gösterilip
de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?"
82. Duvara gelince, o da, şehirdeki iki yetim çocuğa bitti. Duvarın
altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabb'in
onları ergenlik çağına ulaşıp da hazinelerini çıkarmalarını kendi katından
bir
rahmet olarak istedi. Ben,
bunları kendiliğimden yapodmadım. İşte bu anlattıklarım senin sabr edemediğin
şeylerin yorumudur.
Bu dört âyette, meleğin, olguların,
yapılanların, meselelerin iç yüzünü yorumlaması, ortaya koymasını bulacağız.
İşte insanın amel konusundaki yanılgısının
kaynaklandığı nedenlerden bazılarını bu âyetler vermektedir. Katı gönül, inkâr
psikolojisi, şeytanın süslemesi insana kötü amellerini iyi, çirkinlerini güzel
göstermekte, o da onları güzel görmekte, neticede iyi iş yapıyorum zannına
kapılarak, dünya hayatında amelleri boşa gitmektedir. Bu insan hem dünya hem de
âhirette en çok ziyanda olan kimsedir.
Bu âyet, yani Kehf 104. âyet önce siyaset
alanını, sonra eğitim daha sonra da iş hayatını ilgilendirmekte ve buralarda
üretilen projelen, yapılan uygulamaları sağlam tutmaya yönelik ilke
koymaktadır.
Devletleri idare edenler uygulamalarını
zan üzerine kuramazlar. Zan üzerine kurdukları uygulamaları onları doğrudan
sapıttırabilir. Siyasetçiler enine-boyuna tartışarak, düşünerek, istişare
ederek uygulamalarını kesin bilgi ve veriler üzerinde yapmalıdırlar.
Kendilerine güzel görünen işlere göre yapmamalıdırlar.
Eğitim alanında da yetiştirilecek
öğrencilere verilecek bilgiler ve beklenecek davranış şekilleri genel, objektif
ölçütlere göre olmalıdır. Zannî bilgiler, öğrencilere kesin bilgi imiş gibi
sunulmamak ve öğretilmemelidir.
İş hayatında da zannın yeri yoktur. Önünü
görerek, planlı bir şekilde uygulamalara ve yatırımlara gidilmelidir.
Bu durum dinî alanda da
geçerlidir. Allah'ın sorumlu tuttuğu, emrettiği ve farz kıldıklarının ötesinde
ilave amelleri yaparak dinde temeli olmayan uygulamalara gidilmemelidir. Bu
ameller benim hoşuma gidiyor diyerek dinde uygulama yapılamaz. Allah'ın
koyduğu ilkeleri Hz. Peygamber uygulamıştır; onların sınırı belirlenmiştir. O
sınırların Ötesinde fazlalıklar vardır. Bu fazlalıklar bizi dinden
sapıttırabilir, insanların dine gelmesini engelleyebilir.
b) En çok ziyanda olanlar "Rablerinin âyetlerini inkâr
edenlerdir."
Ayette "Allah'ın
âyetlerini" denirken, normal vahyin hükümleri ya da mu'cizeleri inkâr
etmek kastedilmektedir. Bu inkâr insanı kayba, ziyana götürmektedir. Bir çeşit
manevî iflastır bu.
c) En çok ziyanda olanlar "Allah'a kavuşmayı inkâr edenlerdir."
Allah'a kavuşmanın ne anlama
geldiğini âlimler çeşitli şekillerde açıklamışlardır. Biz onlara girmeden,
bunun "âhiret hayatını inkâr etmek" olduğunu söyleyebiliriz.
d) En çok ziyanda olanlar, inkârları sebebiyle amelleri boşa giden, yani değerlendirmeye
tâbi tutulmayanlardır.
Amel, imana göre değerlendirilmeye tâbi
tutulacaktır. İman etmeyenin ameli güzel bile olsa, değerlendirmeye tâbi
tutulmayacaktır. Amel için imanın önemi burada ortaya çıkıyor ve olmazsa olmazı
teşkil ettiğini gösteriyor. Bu dünyada bir çok iyi amel üretmesine rağmen
mahşerde kâfir olması nedeniyle amellerinin değerlendirmeye alınmadığı bir
insan en çok ziyanda olandır.
e)
Yüce Allah onlara hiç değer
vermeyecek, onlar için hiçbir ölçü tutmayacaktır. Amelleri boşa gittiğinden,
amelleri tartılmayacak ve böylece Allah katında değerleri yok olacaktır.
f) Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini
alaya almaları nedeniyle, cezaları cehennem olacaktır. Cehennem ile
cezalandırılanlar en çok ziyanda olanlardır.
Netice olarak diyebiliriz ki, din eğitimi
insanları manen ziyana götüren inanç ve amelleri insanlara Öğretmelidir. Çünkü
insanlar "iyi yapıyorum" diye kötülük işleyebilirler. Onların
çeşitli odak noktalarının etkisi altında kalmaları büyük ölçüde muhtemeldir.
Nefis, şeytan ve başka insanların etki alanına girebilirler.
Onlara hata yapacakları noktaları gösterip
önlem almalarını temin etmek en etkili eğitim olacaktır. Allah nazarında insan
değerini niçin kaybeder? Amelleri niçin boşa çıkar? Varacağı yer niçin cehennem
olur? gibi konuların cevabı iyi verilmelidir. İşte Kur'ân'ın bu âyetleri bu
bilinci vermektedir.
[39]
107. İman edip iyi amel
yapanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs cennetleri vardır.
108. Orada uzun süreli kalacaklardır.
Oradan hiç ayrılmakistemezler.
Kur'ân'ın başka yerlerinde olduğu gibi,
kâfirlerin durumu anlatıldıktan hemen sonra iman edenlerin durumuna geçilir.
Kâfirlere verilen cezadan hemen sonra iman edenlere verilecek ödül anlatılır.
Bunun gereği insandaki ritim psikolojisinden kaynaklanmaktadır. İnsanın
psikolojisi, yani manevî yapısı, duygu boyutu durağan değildir; her an değişmekte,
halden hale geçmektedir. Bir an üzüntülü, bir an mutlu olmaktadır. Onun
psikolojik yapısı durağan değil, dinamiktir, değişkendir. İşte Kehf 99-106.
âyetlerde anlatılan kâfirlerin durumunun ardından 107-108. âyetlerde iman edip
iyi amelde bulunanların durumunun anlatılmasının nedeni insanın
psikolojisindeki bu değişkenlik, ritim ve alışkanlıktır.
Diğer taraftan kâfirin durumu
anlatılırken, insanın kötümserliğe, ümitsizliğe kapılması mümkündür. Onu
iyimserliğe, ümide geçirebilmek için iman edip iyi amel işleyenlerin durumu da
anlatılmaktadır. Yüce Allah'ın bu anlatım şekli, metodu, tarzı din âlimi ve
görevlilerinin de metodu olmalıdır. Devamlı olarak cehennemden bahsederek
insanları kötümserliğe itip dinden soğutma durumuna düşmemelidirler. Cenneti,
Allah rızasını, rahmet ve merhametini, affedici ligini anlatarak, onları
iyimser bir çizgiye getirip dini hoş görmelerini sağlamak gerekiyor.
1. "İman edip iyi amel yapanlara gelince, onlar için makam olarak
Firdevs Cennetleri vardır." Mücâhid,
Firdevs kelimesinin Rumca'da "bahçe" anlamına geldiğini; Ferrâ da,
onun Arapça'da "cennette bir bahçe" anlamında bir kelime olduğunu
söylemektedir. Buhârî'nin, Cihâd 5'te naklettiği hadise göre, Hz. Peygamber
Firdevs cennetinin en üstün cennet olduğunu söylemiştir (Kurtubî, age, XI,
140).
Ayette geçen nüzülâ kelimesi,
"makam, konak, ağırlanma yeri" anlamına gelmektedir. Bu insanların
ağırlanma yeri Firdevs cennetleri olacaktır. Demek ki insanların gerçek iman ve
iyi amelleri mahşerde cennete dönüşmektedir. İnsan cennetini bu dünyadan öteki
dünyaya götürmektedir. Cennet de iman ve amellerle oluşturulmaktadır.
2. "Orada uzun süreli kalacaklardır. O-radan hiç ayrılmak
istemezler."
Yüce Allah Firdevs cennetlerinin özeliğini
de bu âyetle anlatmaktadır. Orada uzun süre kalınacak ve insanlar oradan
ayrılmak istemeyeceklerdir.
Âyette geçen hıvelâ kelimesi "yer
değişimi" anlamına gelmektedir. "Mekân" ile kullanılınca,
"yerinden ayrılmak" manasını ifade eden bu kelimenin
"dönmek" manası da vardır. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor:
Firdevs cennetlerinden ayrılma ihtimali var mıdır da Yüce Allah oların oradan
ayrılmak istemeyeceklerini söylemektedir? Hûd 107-108'e bakınca onların da bir
sonu olduğunu görmüş olacağız. Konu o âyetlerde detaylı bir şekilde
açıklanmıştır. Gerçek iman ve iyi amel de bu ödüllere dönüşmekte ve o ödülleri
getirmektedir.
[40]
109. De ki: "Rabb'imin kelimelerini
yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını daha ilave etsek,
Rabb'imin kelimeleri tükenmeden denizler
tükenirdi."
110. De ki: "Ben de sadece sizin gibi
bir insanım. Bana sizin tanrınızın tek bir Tanrı olduğu vahyolunuyor. Kim Rabb'ine kavuşmak isterse, iyi amel
yapsın ve kullukta hiçbir kimseyi Rabb 'ine ortak koşmasın."
Kehf sûresinin sonunu teşkil eden bu
âyetler, ilahiyatın, İslam dininin, Kur'ân'in temel ilkelerinden bazılarını
gündeme getirmekte, mü'min bir insanın aklından asla çıkarmayacağı konuları
içermektedir.
1. "De ki: Rabb'imin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa
bir o kadarını ilave etsek, Rabb'imin kelimeleri tükenmeden denizler
tükenirdi." Bu âyet, Yüce
Allah'ın ilminin sonsuz olduğunu bir benzetme ile ve insan idrakinin alacağı
bir şekilde anlatmaktadır. İnsan, denizlerin suyunu, hatta bir o kadar denizin
suyunu ilave ederek yazmaya kalksa Allah'ın ilmini bitirmesi mümkün değildir.
Tevhîd inancı ile inandığımız Allah'ın nasıl bir bilgiye sahip olduğunu, onun
sonsuzluğunu anlatırken
bu benzetmeyi yapmaktadır. Özel manada,
Kehf sûresi tükenmekte ama Allah'ın ilminin tükenmesinin mümkün olmadığı da
ifade edilmektedir.
Yüce Allah, ilminin sonsuzluğunu burada
gündeme getirmekle, i-limde O'nun eşi ve benzeri olamayacağı ilkesini
pekiştirmektedir.
Yüce Allah insanlığın hayatına
ili. midâd denen "mürekkep" kavramını sokmaktadır. Kur'ân, öğretim
araçlarından biri olan mürekkebi gündeme getirerek, insanlığın yazı ile olan
ilişkisinin önemine dikkat çekmektedir. el-bahr "deniz" kelimesi ile
Yüce Allah hem çokluğu hem de sınırlılığı ifade etmektedir. Denizler ve onlara
bir o kadarı daha ilave edilse biie sonludurlar, ama Allah'ın ilmi sonsuzdur.
Anlatımda insan idraki dikkate alınmaktadır.
"Kelime" kavramı ile
de bilginin en küçük parçası ifade edilmiştir. Bundan kasıt ilâhî bilgidir.
Kur'ân bu sonsuz olan ilâhî bilginin damlalarından ibarettir. Yüce Allah, onu,
insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak miktarını tesbit edip göndermiştir.
Yüce Allah, bu kanunu benzetme ile beraber
insanlara söylemesini, anlatmasını Hz. Peygamber'den istemiştir.
2. "De ki: Ben de sadece sizin gibi bir insanım."
Yüce Aİlah, Hz. Peygamber'in
tannlaştırıîmaması için, onun da bir beşer olduğunun bilinmesini istemiştir.
Yahudiler Hz. Üzeyir'i; Hıristiyanlar da Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu yapacak
kadar tanrılaştırmişlardi. Müslümanların da aynı hataya düşmemesi için,
insanlara onlar gibi bir beşer olduğunu ilân etmesi ön görülmüştür.
3. "Bana sizin tanrınızın tek bir Tanrı olduğu vahyolunuyor."
Hz. Peygamber, tek tanrı inancının kendisine vahyolunduğunu söyleyerek, tevhîd
inancı eğitimi yapmaktadır. İnsanlığa tanrılarının tek olduğu şeklindeki iman
ilkesini öğretirken, bunun kendisinin ortaya attığı bir fikir olmadığının
teminatını vermek için, vahyolunduğunu söylemesini Yüce Allah, ondan
istemiştir.
Rabb'ine kavuşmak isterse, iyi amel yapsın
ve kullukta hiçbir kimseyi Rabb'ine ortak koşmasın."
Âyette geçen yarcû kelimesinin
geniş açıklaması Yûnus 7'de yapılmıştır. Râzî yorumunu yapmakta olduğumuz Kehf
110'da bu kelimenin anlamını "insanın faydalı şeylerin kendisine ulaşıp
geleceğini ummasıdır" şeklinde vermektedir.
Kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa iki esası
yerine getirmesi gerekiyor:
a) İyi amel yapacak. Bunun anlamı hayatını Allah'ın istediği şekilde
düzenleyip kendisine ve bütün insanlığa faydalı olan amelleri, işleri
üretecektir.
b) Allah'a olan kulluk borcunu yerine getirirken O'na kimseyi ortak
koşmayacaktır.
Böylece hamd ile başlayan Kehf sûresi,
tevhîd inancı üe bitmiştir.
[41]
1. Kur'ân'ın pek çok sûresinde olduğu gibi, bu
sûrede de tevhîd inancı öne çıkarılmış, şirk yasaklanmıştır (âyet: 51-53,
109-110).
2.
Kehf sûresinin üzerinde durduğu
ikinci iman esası, âhirete i-nanmaktir. Uzun uykudan sonra dirilen, uyanan
mağara ashabı örneği, öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için gündeme
getirilmiştir. Dünya hayatının çok kısa olduğu, dünya menfaatlerinin kalıcı
olmadığı söylenerek süreli hayatın âhiret hayatı olduğuna işaret edilmiştir.
Dünyadaki amellerimizin karşılığını âhirette göreceğimizi, iyi amellerin
cenneti, kötü amellerin de cehennemi oluşturacağı belirtilmiştir.
Ahiret hayatının varlığı, kıyametin
kopması ile ispatlanmaktadır. Mahşerde amellerin sorgulanacağı ve hiçbir şeyi
eksik bırakmayan, küçük büyük her şeyi ortaya çıkaracak olan kitabın orada
insanların önüne konacağı da açıkça belirtilmektedir. Dünyadan oraya günahkar,
suçlu olarak gidenler pişmanlık duyacaklardır (âyet: 9-26, 45-46, 29-31,
10-102, 107-108,48-49).
3.
Kehf sûresi Kur'ân'ı tanıtmakta
ve onun görevlerini belirlemektedir. Kur'ân'da hiçbir eğrilik yoktur, uyarı ve
müjde için gönderilmiştir. Yüce Allah, Kur'ân'da her çeşit misali anlatmıştır
(âyet: 1-4, 54).
4. Hz. Peygamber insanların iman etmelerini, tevhîd inancım kabul
etmelerini tutku derecesinde istiyordu. îman etmelerine de kendini heder edecek
kadar üzülüyordu. Dünya hayatının zînetini onları imtihan için yarattığını
bilerek üzülmesine gerek olmadığı bu sûrede de ona ifade edilmiştir. , ,
Hz. Peygamber'e, Zülkarneyn
gibi sorulan sorulan Allah cevaplandırmış, peygamberliğini ispat etmek için
geçmişin olgularını ona gerçek olarak anlatmıştır (âyet: 6-7, 9-26, 32-44,
60-82, 83-98).
5.
Mağara adamları olgusunda; iyi
insanlara yapılan baskıyı ve i-nanç özgürlüğünün ayaklar altına alınmasını
görüyoruz. Kehf denen mağara bir sığınak olduğu kadar ayın zamanda bir okul
niteliğini taşımaktadır. Onlar köpeklerini dışarıda bırakıp mağaraya girdiler.
Köpek nefsi temsil ettiğine göre, nefislerini dışarıda bırakıp, o okula arınmış
olarak kaydolup eğitime başladılar.
Allah'ın vaadinin hak olduğu ve kıyametin
kopacağının şüphe götürmez olduğunun öğretimi de bu olgu ile yapılmaktadır
(âyet: 9-26).
6.
Yüce Allah insanlara hakkı
öğrettikten sonra, inanıp inanmamada onları özgür bırakmaktadır. Bu özgürlük
onlara sorumluluk getirmektedir (âyet: 29-31).
7.
Malına, mahsulüne ve sahip
olduğu servetine güvenip kibirlenen
insanın başına gelenleri anlatarak, günümüzün ve geleceğin insanına hem iman
hem de ahlâk dersi verilmektedir (âyet: 32-44).
8.
Yüce Allah, insanoğlunun yaman
ve süreli düşmanı olan îb-lîs'in, Kendisine nasıl isyan ettiğini anlatarak, onu
ve onun neslini dost edinmememizi emretmektedir (âyet: 50).
9.
İnsanları iman etmekten
alıkoyan sebepler burada ele alınmış, evvelkilerin sünneti ve azabın
kendilerine gelmesini beklemelerinin i-man etmelerine engel oiduğuna dikkat
çekilmiştir (âyet: 55).
10.
Allah, âyetleri kendisine
anıldığı halde onlardan yüz çevireni büyük zâlim olarak ilan etmiştir. Aynı
zamanda bu zâlim kendi amellerini de unutmaktadır. Böyle yapanların kalplerine
bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık vermiştir (âyet: 57).
11. Öğretmen öğrenci münasebetlerine ışık tutacak
olan Hz. Hızır ile Hz. Mûsâ'nm yolculuğu gündeme getirilmiş, öğrencinin
sabrına, öğretmenin de açıklayıcılığma dikkat çekilmiştir. Derste öğrencinin
sabretmesi öne çıkarılmış, verilen sözde durmanın arkadaşlıkta çok önemli
olduğu vurgulanmıştır. Meselelerin, olguların bir iç yüzü, bir de dış görüntüsünün
olduğu bilinerek onlara bu şekilde yaklaşılması öğretilmektedir (âyet: 60-82).
12. Zülkarneyn'in üç toplumla karşılaştığı, üçünün de sosyal yapısı ve
ihtiyaçları farklı olduğu için onlara farklı davrandığı anlatılarak siyaset ve
eğitim bilimine altın kurallar kazandırılmıştır. Her taraftan saldıran Ye'cüc
ve Me'cüc'e karşı durabilmenin yolları öğretilirken, beyin ile gönül denen iki
dağın arasının akıl, bilgi ve iman ile kapatılması gündeme getirilmiştir.
Bütün bunlar, geçmişte olmuş bitmiş birer tarihî olgu olarak değil de evrensel
boyutta alınabilecek bir tarzda anlatılmıştır (â-yet: 83-98).
Kehf sûresinde anlatılan dört olgu ile,
iman, ahlâk, eğitim ve siyaset alanlarına önemli ilkeler kazandırılmıştır.
[42]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/427-428.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/429-434.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/434-437.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/438-440.
[5] Râzî, age, XV, 108.
[6] Râzî, age, XV, 109.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/440-442.
[8] Râzî, age, XV, 110.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/442-445.
[10] Tâcü'1-Arûs.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/446-455.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/456-467.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/468-472.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/472-475.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/475-477.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/477-478.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/479-482.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/482-486.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/486-489.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/490-492.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/493-494.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/495-498.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/499-503.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/503-505.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/505-510.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/510-513.
[27] bkz. Zemahşerî, age, II, 488; Râzî, age, XV, 205
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/514-517.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/517-518.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/518-520.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/521-525.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/525-529.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/13-19.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/19-26.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/27-33.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/33-39.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/40-43.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/44-57.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/57-63.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/64-65.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/66-68.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/69-71.