Yüce Allah'ın Ta-Hâ ve Yâsîn Sûrelerini Okuduğuna Dair
Hadis'in Açıklaması:
1- Musa (as)ya Ayakkabılarını Çıkartmasının
Emredilmesindeki Hikmet:
3- Çıkartılan Pabuçlar Nereye Konur:
4- Ayakkabılarda Necaset Bulunursa:
Söylenen Sözü Güzelce Dinlemek:
1- Bu Buyrukta "Allah'ı Zikretme”nin Anlamı:
2- Uyuyarak ya da Unutarak Namaz Vaktini Geçiren Kimse:
4 Uyuyanın Ve
Benzeri Durumda Olanların Sorumlulukları:
5- Bir Namazı Başka Bir Namaz Vaktinde Hatırlayanın
Durumu:
6- Namazda İken Geçirdiği Namazı Hatırlamanın Hükmü:
7- Uyuyup Kalmak Suretiyle Namazı Vaktinde Kılamamak:
2- Soruya İstenilenden Fazla Cevap Vermek:
3- Asasına Yaslanması ve Onunla Yaprak Silkelemesi:
2- İyiliği Emretmek, Kötülükten Nehyetmek:
4- Öğüt Alması Yahut Korkması Umulan Firavun:
2- İlimlerin Tedvin Edilip Yazılmaları ve Hadisin
Yazılması:
3- Hadisin Yazılmasında Dikkat Edilecek Hususlar:
4- Yanılmayan ve Unutmayan Yüce Allah:
"Bu İkisi Gerçekten Sihirbazdır" Buyruğunun
Okunuşu Ve Dilcilerin Açıklamaları:
İyiliği Emredip, Kötülükten Sakındırmak Ve
Mutasavvıfların Raks Ve Semâ' Yapmalarının Hükmü:
Bid'at Ve Masiyet Ehli Kimselerle Oturup Kalkmamak,
Onlardan Uzaklaşmak Ve Onları Sürmek:
Bu Âyetle Siğillerin Tedavisi:
1- Peygamberlerin İşledikleri Hatalar ve Günahlar Onları
Mertebelerinden Düşürecek Çapta Değildir:
3- Atamız Âdem'i Hatası Dolayısıyla Ayıplamak:
4- Günah İşleyenler Kaderi Delil Gösterebilirler mi?
6- Âdem'e İsyankâr ya da Şaşkın Denebilir mi?
Bu Âyetin Nüzul Sebebi İle İlgili Bazı Görüşlerin
Değerlendirilmesi:
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı île
Tâ-Hâ (as) Sûresi'nin,
Mekke'de indiği ittifakla kabul edilmiş bir görüştür. Ömer (ra)ın İslâm'a
girişinden önce inmiştir.
Dârakutnî'nin,
Sünen'indeki rivayete göre Enes b. Malik (ra) şöyle demiştir: (Bir gün) Ömer
bir kılıç kuşanmış olarak çıktı. Kendisine: Enişten dinini değiştirdi,
denildi. Bunun üzerine onların (eniştesi ile kızkardeşinin) yanma gitti. Orada
da muhacirlerden Habbâb diye anılan birisi de vardı. Tâ-Hâ Sûresi'ni
okuyorlardı. Yanmadaki yazıyı bana da veriniz, ben de onu okuyayım, dedi.
-Ömer (ra) okumayı bilirdi.- Kızkardeşi kendisine: Sen pissin, ona ise tertemiz
olanlardan başkası dokunamaz. Kalk, guslet yahut abdest al. Bunun üzerine Ömer
(ra) kalktı, abdest aldı. Yazılı belgeyi aldı ve Tâ-Hâ'yı okudu.[1]
İbn İshak bunu daha
uzunca şöylece zikretmektedir:
Ömer, Rasûlullah
(sav)ı bulup öldürmek maksadıyla kılıcını kuşanarak çıktı. Yolda Nuaym b.
Abdullah ile karşılaştı. Ona: Nereye gitmek istiyorsun ey Ömer diye sordu.
Ömer: Dininden donen, şu Kureyş'in dirliğini bozan, onları beyinsizlikle itham
eden, dinlerini ayıplayan, ilâhlarına dil uzatan Muham-med'e gidip onu öldürmek
istiyorum. Nuaym ona şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, ey Ömer! Sana asıl senin
içinde olanlar tuzak kuruyor, seni aldatıyor. Sen zanneder misin ki
Abdumenâfoğulları Muhammed'i öldürdüğün halde yeryüzünde senin yürümene imkân
vereceklerdir? Niçin kendi ailene dönüp de onların işlerini yoluna koymayı
düşünmüyorsun? Ömer: Hangi ailemden söz ediyorsun? deyince, Nuaym dedi ki:
Senin enişten ve amcanın oğlu Saîd b. Zeyd ile kızkardeşin Hattab'ın kızı
Fâtıma'yı kastediyorum. Allah'a yemin ederim, onlar müslüman olmuşlar ve
Muhammed'e dini üzere tabi olmuşlar. Bana kalırsa sen asıl git, onlarla uğraş.
Bunun üzerine Ömer
kızkardeşi ve eniştesini bulmak üzere geri döndü. Yanlarında Habbâb b. el-Eret
de vardı. Beraberinde de Tâ-Hâ Sûresi'nin yazılı olduğu bir sahife bulunuyordu.
Bunu onlara öğretiyordu. Ömer (ra)ın sesini işitmeleri üzerine Habbab onların
odalarından birine yahut da evin bir tarafına gizlendi. Hattab kızı Fatıma da
sahifeyi alıp üzerine oturdu. Ömer eve yaklaştığı sırada Habbab1 in onlara
okuduğu Kur'ân'ın sesini işitmişti. Ömer içeri girincer Duymuş olduğum bu
lakırdılar neyin nesiydi? Ona; Sen bir şey işitmiş olamazsın dediler. Hayır,
Allah'a yemin ederim. Ben sizlerin Muhanı-med'e dini üzere tabi olduğunuzu
haber almış bulunuyorum, dedi ve hemen eniştesi Said b. Zeyd'in üzerine atıldı.
Kızkardeşi Hattab'ın kızı Fatıma onu kocasından uzaklaştırmak üzere ayağa
kalkınca ona bir tokat attı ve yüzünü yaraladı. Ömer bunu yapınca kızkardeşi
de eniştesi de ona: Evet, biz müs-lüman olduk. Allah'a ve Rasûlune iman ettik,
ne istiyorsan yap, dediler.
Ömer, kardeşinin
yüzündeki kanı görünce yaptığına pişman oldu, aklı başına geldi. Kızkardeşine:
Az önce okuduğunuzu duyduğum şu sahifeyi bana ver de Muhammed'İn neler
getirdiğine bir bakayım, dedi.
Ömer okuma yazma bilen
birisi idi, Bu sözleri söyleyince kızkardeşi kendisine: Biz senin ona bir zarar
vereceğinden korkarız, dedi. Bu sefer kızkardeşine: Korkma, dedi ve kendi
ilâhları adına yemin ederek okuyup onlara geri vereceğini söyledi. Ömer bu
sözleri söyleyince kardeşi müslüman olacağı umuduna kapıldı ve ona dedi ki:
Kardeşim sen şirk üzeresin ve pissin, buna ise ancak temiz olanlar el
sürebilir.
Bunun üzerine Ömer
kalktı ve yıkandı. Kızkardeşi de kendisine içinde Tâ-Hâ'nın yazılı bulunduğu
sahifeyi uzattı. Ömer Tâ-Hâ Sûresi'nin baş taraflarını okuyunca dedi ki: Bu ne
güzel, bu ne şerefli sözler! Habbab onun bu sözleri söylediğini işitince
yanına çıktı ve ona dedi ki: Ey Ömer! Allah'a andol-sun ki ben yüce Allah'ın,
Peygamberinin duasını özellikle senin hakkında kabul etmiş olacağını ümit
ederim. Çünkü ben dün onu şöyle dua ederken dinledim: "Allah'ım sen
İslâm'ı ya Ebu'l-Hakem b, Hişam ile, yahut Ömer b. el-Hattab ile
güçlendir," Allah'tan kork ey Ömer, Allah'tan!
Bunun üzerine Ömer
ona: Ey Habbab! Bana Muhammed'İn yerini söyle. Onun yanına gidip, İslâm'a
gireyim, dedi ve hadisin geri kalan bölümlerini zikretti.[2]
Dârimî Ebu Muhammed,
Müsned'inde Ebu Hureyre'den gelen bir rivayeti senediyle kaydederek,
Rasûlullah (sav)m şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Şüphesiz şanı yüce
ve mübarek olan Allah gökleri ve yeri yaratmadan
ikibin yıl önce Tâ-Hâ ve Yâsîn sûrelerini okumuştur. Melekler bu
Kur'ân'ı dinleyince: Bu kitabın üzerine ineceği ümmete ne mutlu! Bu buyrukları
ezberleyecek kalplere ne muclu. Bu sözleri telaffuz edecek dillere ne
mutlu!"[3] dediler.
İbn Fûrek dedi kir
Peygamber (sav)ın: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah Tâ-Hâ ve Yâsîn
sûrelerini... okudu" demesinin anlamı şudur: O kelâmını o zaman melekler
arasından dilediği kimselere açıkladı, işittirdi ve kavrattı demektir. Araplar
bir şeyi takip edip, izlediğin vakit "onu kıraat ettin" derler.
Mesela; "Bu dişi devenin hiç yavrusu olmadı" demektir. İşte bu
şekilde anlaşıldığı vakit, ifade de bir yanlış anlaşılmaya meydan kalmaz.
Onun kıraat edilmesi
ise, yüce Allah'ın Kitabını yaratmış olduğu ibarelerle ve ihdas ettiği yazı
ile dinletmesi, kavratmasıdır. İşte bizim, Allah'ın ke-Jâmını kıraat ettik,
(okuduk) sözlerimizin anlamı da budur. Yüce Allah'ın: "Artık Kur'ân'dan
size kolay geleni okuyun." (ekMüzzemmil, 73/20) buyruğu ile: "Artık
ondan, kolayınıza geleni okuyun." (Aynı âyet) buyruğundaki kıraatin manası
da budur.
Kimi (mezhebimize
mensub) ilim adamımız da şöyle demiştir: Peygamber efendimizin:
"Okudu" buyruğu, o sözleri söyledi, demektir. Bu ise mecazi bir
ifadedir. Arapların: Denedim, tecrübe ettim anlamında, ben bu sözün tadına
baktım, demeye benzer. Yüce Allah'ın: "Allah da ona ısrarla işledikleri
yüzünden açlık ve korku elbisesini tattırdı." (en-Nahl, 16/112) buyruğunda
da bu anlamda kullanılmıştır. Yani yüce Allah onları bu şekilde imtihan etti,
mübtelâ kıldı, demektir. Korku gerçek manada tadına bakılan bir şey olmadığı
halde, bundan "tadına bakmak" diye söz edilmesi tadına bakmanın
gerçekte diğer organlarla değil, sadece ağızla oluşundan dolayıdır.
İbn Fûrek dedi ki:
Ancak ilk söylediğimiz bu haberin yorumu hususunda daha doğrudur. Çünkü yüce
Allah'ın kelâmı ezelî ve kadîmdir. Bütün hadislerden (sonradan meydana gejmiş
herşeyden) öncedir.
O, yarattıklarından
dilediği kimselere, dilediği vakitlerde ve zamanlarda, dilediği sözlerini
işittirmiş ve kavratmıştır. Yoksa O'nun bizzat kelâmının var oluşunun, belli
bir müddet ve zaman ile alâkalı olduğu kastedilmiş olamaz,
[4]
1. Tâ-Hâ.
2. Biz, sana
Kuran'ı güçlük çekmen için İndirmedik.
3. Ancak
korku duyan kimseye öğüt almak üzere Cgönderdik.)
4. O, yeri
ve yüksek gökleri yaratan Allah tarafından İndirilmiştir.
5. Rahman
Arş'a İstiva etti.
6. Göklerde, .yerde, onların arasında ve nemli
toprağın altında olanların hepsi
O'nundur.
7. Sen
sözünü açığa vursan da muhakkak O, saklı olanı da, ondan
gizli olanı da bilir.
8. Allah
O'dur ki; O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız
O'nundur.
"Tâ-Hâ"
buyruğunun anlamı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ebu Bekr
es-Sıddîk (ra): Bu sırlardan bir sırdır demiştir. Bunu el-Gaz-nevî
nakletmektedir. İbn Abbas: Ey adam, demektir der. Bunu da el-Beyha-kî
zikretmektedir. Bunun Ukllüler arasında bilinen bir şive olduğu da söylenmiştir.
Aklılar arasında bilinmektedir, diyenler de vardır. el-Kelbîdedi ki; Sen
Aklılar arasında bir adama: Ey adam diye seslenecek olursan ona:
"Tâ-Hâ" demediğin sürece sana karşılık vermez. Bu hususta et-Taberî
şairin şu beytini nakletmektedir:
"Savaşta Tâ-Hâ'yı
çağırdım, fakat bana karşılık vermedi,
Kendi adına kurtulmayı
istediğinden (ve bu maksatla kaçtığından) korktum."
Abdullah b. Amr dedi
ki: Aklıların şivesinde habibi (ey sevdiğim) anlamındadır. Bunu da el-Gaznevî
nakletmiştir. Kutrub da şöyle demektedir: Bu Taylı ların şivesindedir. Daha
sonra Yezid b. el-Mühelhil'in şu beyitini nakletmektedir:
"Ey adam! Hiç
şüphesiz beyinsizlik sizin özelliklerinizdendir, Lanetli bir topluluğu Allah
mübarek kılmasın."
el-Hasen de aynı
şekilde Tâ-Hâ'nın, ey adam anlamında olduğunu söylemiştir. İkrime de böyle
demiştir. İkrime, Süryanice'de de bunun böyle olduğunu söylemiştir ki, bunu da
el-Mehdevî nakletmektedir. el-Maverdî de bunu aynı şekilde İbn Abbas'tan da
Mücahid'den de nakletmektedir. et-Tabe-rî ise bunun Nabatice'de ey adam,
anlamında olduğunu nakİetmiştir. es-Süd-dî'nin, Said b. Cübeyr'in ve yine İbn
Abbas'ın da görüsü budur. O (et-Tabe-rî) şu beyiti nakletmektedir:
"Ey Tâ-Hâ (adam)
beyinsizlik sizin huylarınızdandır, Allah lanetlilerin ruhlarını takdis
etmesin."
Yine İkrime dedi ki:
Bu Habeşçe'de ey adam, demek anlamındadır. Bunu da es-Sa'lebî nakletmektedir.
Doğrusu şudur: Bu
lafız her ne kadar başka bir dilde de bulunmakta ise de -önceden belirttiğimiz
gibi- Arapça'dır. Ve bu Akk, Tay' ve Ukllüler arasında bir Yemen bölgesi
şivesidir.
Bunun yüce Allah'ın
isimlerinden bir İsim ve O'nun adına yaptığı bir yemin olduğu da söylenmiştir.
Bu da aynı şekilde İbn Abbas (nûdan rivayet edilmiştir.
Tâ-Hâ'nın, yüce
Allah'ın Peygamber (sav)a -ona Muhammed adım vermesi gibi- verdiği bir isim
olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Benim, Rabbimin nezdinde on tane ismim vardır" diye
buyurmuş ve bunlar arasında Tâ-Hâ ile Yâsîn'i saymıştır.[5]
Şöyle de denilmiştir.
Bu lafız, bu sûrenin adıdır ve bu sûrenin anahtarı durumundadır. Yüce
Allah'ın, bilgisini özel olarak Rasûlüne verdiği "Allah'ın kelâmının
kısaltılmışı olduğu da söylenmiştir.
Bir başka görüşe göre
Tâ-Hâ, mukatta' harflerden olup bu harflerin her biri bir anlama delâlet
etmektedir. Bu harflerin hangi anlamda oldukları hususunda da görüş ayrılığı
vardır. Bir görüşe göre "Tâ" Tûbâ ağacıdır, "Hâ" ise ateşin
bir adı olan "Hâviye" demektir, Araplar bazen bir şeyin bir bölümünü
zikrederek onun tümünü kastederler. Sanki bunlarla yüce Allah, cennet ve
cehenneme yemin etmiş gibidir.
Said b. Cübeyr dedi
ki: "Tâ" Peygamber efendimizin Tâhir ve Tayyib isimlerinin
başlangıcıdır, Hâ da onun Hadi isminin başlangıcıdır.
Bir diğer görüşe göre
"Tâ" ey ümmetine şefaati tama' eden, "Hâ" ise ey yüce
Allah'ın kullarını hidayete ileten demektir.
"Tâ"nın
taharetten, "Hâ"nın hidayetten kısaltma olduğu da söylenmiştir. Sanki
yüce Allah Peygamberi (sav)ne: Ey günahlardan tahir (temiz) ve insanları
gaybları en iyi bilene hidayet eyleyen kişi, diyor gibidir.
Bir diğer görüşe göre
"Tâ" gazilerin davullannı (tubûl) "Hâ" ise onlann kâfirlerin
kalplerindeki heybetini ifade eder. Bunu da yüce Allah'ın şu buyrukları
açıklamaktadır: "O kâfirlerin kalplerine korku salacağız." (Âl-i
İmran, 3/151); "Kalplerine de korku saldı." (el-Ahzâb, 33/26)
"Tâ"nın
cennet ehlinin cennetteki Urab'ı (sevinci), "Hâ"nın da cehennem
ehlinin cehennem ateşi içerisindeki hevânı (aşağılıkları) demek olduğu da söylenmiştir.
Altıncı bir görüşe
göre "Tâ-Hâ", hidayet bulan kimseye ne mutlu demektir. Bu görüş
Mücahid ile Muhammed b, el-Haneftyye'ye aittir.
Yedinci bir görüşe
göre "Tâ-Hâ" sen yeryüzüne bas, demektir. Çünkü Peygamber (sav)
ayaklan şişinceye kadar namazın sıkıntılarına tahammül ediyor ve ayaklarını
sırayla dinlendirmek gereğini duyuyordu. O bakımdan kendisine yere bas
denildi, yani sen bu şekilde dinlenme ihtiyacını görecek kadar kendini yorma!
Bunu da İbnu'l- Enbarî nakletmektedir.
Kadı Iyad'ın
"eş-Şifa" adlı eserinde naklettiğine göre er-Rabi' b. Enes şöyle
demiş: Peygamber (sav) namaz kıldığında ağırlığını bir ayağına verir, diğerini
rahat tutardı. Bunun üzerine yüce Allah ona: "Tâ-Hâ" yani ey Muhammed
yere bas, "Biz, sana Kur'ân'ı güçlük çekmen için indirmedik" buyruklarını
indirdi.
ez-Zemahşerî dedi ki:
el-Hasen'den bunu "Tahh" şeklînde okuduğu ve bunun da yere basmak
emri diye açıklandığı nakledilmektedir. Bu rivayete göre, Peygamber (sav)
teheccüd namazı kıldığında ağırlığını bir ayağına veriyordu. Ona her iki
ayağını da yere basması emri verildi. Bu okuyuşun aslı sakin hemze olup onun
hemzesi "he"ye kaib edilmiştir. Nitekim; deki hemze "elife kalb
edilmiştir. Şu mısraın bir bölümünde de ("la"dan sonraki kelime)
hemze "elif"e kalb edilmiştir:
"Bu nimetleri
afiyetle içinize sindiremiyesin..."
Sonra buna binaen bu
emri yapmıştır; sonundaki "he" ise sekt (susarken telaffuz edilen)
"he"sidir.
[6]
Mücahid dedi ki:
Peygamber (sav) ve ashabı gece namaz kıldıklarında, uzun süre namaz
kıldıklarından ötürü göğüslerine ip bağlıyorlardı. Daha sonra bu farz nesh
edildi ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi.
el-Kelbî dedi ki:
Peygamber (sav)a Mekke'de iken vahiy nazil olunca çokça ibadele koyuldu.
İbadeti de oldukça ağırlaştı. Bu âyet-i kerîme ininceye kadar epey bir süre
bütün gece namaz kılmaya koyuldu. Yüce Allah ona; yükünü hafifletmesini, namaz
kıldığı gibi bir miktar da uyumasını emretti. Böylelikle bu âyet-i kerîme gece
boyunca namaz kılmayı nesh etmiş oldu. Bu âyetten sonra (geceleyin) hem namaz
kılıyor, hem uyuyordu.
Mukatil ve ed-Dahhâk
dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm, Peygamber (sav)a İnmeye başlayınca ashabı ile
birlikte kalkıp gece namazı kıldılar. Kureyş kâfirleri; Allah bu Kur'ân'ı,
Muhammed'İn üzerine ancak yorulsun diye indirmiştir, dediler. Bunun üzerine
yüce Allah şu buyruklarını indirdi: "Tâ-Hâ" yani ey adam, "Biz,
sana Kur'ân'ı güçlük çekmen İçin indirmedik." İleride geleceği üzere
yomlasın diye indirmedik. Bu görüşe göre Tâ-Hâ" : Yere bas" demek
olur. Bu durumda "he" ile "elif" yere ait zamir olur. Yani
namazlarında iki ayağınla yere bas. Sonra hemze harfi hafifletilerek sakin bir
"elife dönüşmüştür.
Bir kesim de bunu
"Tahh" diye okumuştur. Bunun aslı ise; olup, yere bas demektir.
Hemze hazfedildikten sonra yerine sekt "he"si getirilmiştir.
Zir b. Hubeyş. dedi
ki: Bir adam Abdullah b. Mes'ud'un önünde "(medsiz
olarak) "Tâ-Hâ. Biz, sana Kur'ân'ı güçlük çekmen
için İndirmedik" buyruğunu okudu. Abdullah onu: "Tı-Hi" diye
düzeltti. Bunun üzerine adam; Ey Abdu'r-Rahman'ın babası, yüce Allah ona
ayağıyla veya iki ayağıyla yere basmasını emretmedi mi? O: "Tı-Hi"
dedi ve devamla: Rasûlullah (sav) bunu bana böylece okuttu.
Ebu Amr ve Ebu İshak
"He"yi imâle ile "Tı"yı da üstün olarak okumuşlardır. Ebu
Bekr, Hamza, el-Kisaî ve el-A'meş ise her iki harfi de imâle ile okumuşlardır.
Ebu Ca'fer, Şeybe ve NâfT ise ikisi arasında okumuş, Ebu Ubeyd de bunu tercih
etmiştir. Diğerleri İse tefhim ile (Tâ-Hâ şeklinde) okumuşlardır.
es-Sa'lebî dedi ki:
Bunların hepsi sahih ve fasih söyleyişlerdir. en-Nehhâs dedi ki: Arapça
dilbilginlerinin çoğunluğuna göre burada imalenin açıklanabilir bir tarafı
yoktur. Bunun da iki sebebi vardır: Birincisi evvela burada ne "ya"
harfi vardır. Ne de esre vardsr ki; imale olsun. İkinci sebeb ise
"Ta" imaleye engel harflerdendir. İşte bunlar iki açık engeldir.
[7]
"Biz, Sana
Kur'ân'ı güçlük çekmen için indirmedik" buyruğundaki;
"İndirmedik" lafzı; "İndirilmedi" diye de okunmuştur. Bundan
ötürü de "Kur'ân" kelimesi birinci okuyuşa göre üstün iken, ikinci
okuyuşa göre ötrelidir.
en-Nehhâs dedi ki:
Kimi nahvciier şöyle demektedir: Buradaki "lam" ne-fy
"lârrTıdır. Bazıları buna "lam el-cuhûd (reddetme lamı)" derler.
Ebu Ca'fer dedi ki: Ben Ebu'l-Hasen b. Keysân'ı şöyle derken dinledim: Bu
"lam", "hafd lam"ı (cer lamûdır. "Biz Kur'ân'ı sana
bedbahtlık için indirmedik" anlamındadır.
Bedbahtlık
(anlamındaki şekâ)" kelimesi ise, hem med ile hem kasr ile okunur ve bu
kelime "vav"hdır. Bedbahtlığın dilde asıl anlamı ise yorgunluk ve
sıkıntı demektir. Biz Kur'ân'ı sana yorulman için indirmedik, demek olur. Şair
der ki:
"Akıl sahibi akl
sebebiyle nimetler arasında bedbahttır, Cahilliğin kardeşi ise bedbahtlık
içerisinde nimettedir (zanneder.)"
Buna göre "güçlük
çekmen"; onlara ve küfürlerine aşırı derecede üzülmekle iman etmiyorlar
diye hasret çekmek suretiyle yorulasın diye indirmedik demek olur. Bu durumda
yüce Allah'ın şu buyruğunu andırır: "Su söze iman etmezler diye
arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin nerdeyse." (el-Kehf, 18/6)
Yani, sana düşen sadece lebliğ edip hatırlatmaktan İbarettir. Ri-saletinin
gereğini yerine getirmek ve güzel surette öğüt vermek hususlarında kusurun
olmadıktan sonra, ne olursa olsun onlar mutlaka iman edecekler dîye bir
görevle görevlendirilmiş değilsin.
Rivayet edildiğine
göre Ebu Cehil -Allah'ın laneti üzerine okun- ile en-Nadr b. el-Hâris,
Peygamber (sav)a: Sen bedbaht birisisin, çünkü atalarının dinini terkettin
demişlerdi. Bununla onlara şöylece cevap verilmek istendi: İslam dini ve bu
Kur'ân-ı Kerîm her türlü güzel arzu ve isteğe kavuşmanın basamağıdır. Her
türlü mutluluğu idrâk etmeye sebebtir. Asıl kafirlerin İçinde bulundukları
durum bizzat bedbahtlığın tâ kendisidir.
Sıraladığımız
görüşlere binaen Peygamber (sav) geceleyin ayakları şişin-ceye kadar namaz
kılmıştır. Cebrail ona: Kendini o kadar fazla yorma, çünkü nefsinin de senin
üzerinde bir hakkı vardır. Yani bu Kur"ân-ı Kerîm nefsini ibadette
tüketesin, onu son derece zorluklarla karşı karşıya bırakasın diye
indirilmediği gibi, sen ancak müsamahakâr Hanîflik ile gönderilmiş bulunuyorsun.
[8]
"Ancak korku
duyan kimseye öğüt olmak üzere" buyruğu hakkında Ebu İshak ez-Zeccâc dedi
ki; Bu buyruk, Güçlük çekmen" buyruğundan bedeldir. Biz bu Kitabı ancak
bir öğüt olmak üzere indirdik, demektir. en-Nehhas dedi ki: Bu açıklamanın
doğru olma ihtimali uzaktır. Ebu Ali de "öğüt verme"nin güçlük çekmek
demek olmadığını belirterek bu açıklamayı kabul etmemiştir.
Burada "Öğüt
olmak üzere" kelimesi mastar olarak nasb edilmiştir. Yani, Biz onu sana,
onunla bir öğüt veresin diye indirdik. Yahut da bu mePulün leh'dir. Yani, Biz
bu Kur'ân'ı senin üzerine ondan ötürü güçlük çekmen için indirmedik. Biz onu
sana ancak öğüt olsun diye indirdik.
el-Huseyn b. el-Fadl
dedi ki: Bu buyrukta bir takdim ve te'hir vardır. Bunun anlamı da şudur: Biz,
Kur'ân-ı Kerîm'i sana ancak korku duyan kimseye öğüt olmak üzere ve sen güçlük
çekmeyesin diye indirdik, takdirindedir.
"O yeri ve yüksek
gökleri yaratan Allah tarafından indirilmiştir" buyruğundaki: "İndirilmiştir"
kelimesi mastar (meful-ü rnutiak)dır.
Biz, onu...
indirdik" demektir. Bunun "öğüt" buyruğundan bedel olduğu da
söylenmiştir, Ebu Hayve eş-Şamî bu kelimeyi: "Bu... indirilmiştir"
anlamında merfu olarak okumuştur.
"Yüksek"
kelimesi pek yüce, pek yüksek anlamında olup; in çoğuludur. Bu da; "Büyük
ve küçük" kelimelerinin çoğulunun; "şeklînde gelmesine benzer.
Yüce Allah azametine,
mutlak egemenliğine ve celaline dair haber verdikten sonra şöyle
buyurmaktadır:
"Rahman Arş'â
İstiva etti." Burada "er-Rahman" lafzının medh üzere mansub
gelmesi caizdir. Ebu İshak dedi ki: Bedel olarak cer mahallinde de olabilir.[9]
Said b. Mes'ade dedi
ki: Ref ile okunursa, o Rahman...dır, anlamında olur,
en-Nehhas dedi ki:
Mübteda olarak merfu olması da caizdir, O takdirde haber de: "Göklerde,
yerde, onların arasında... olanların hepsi O'nundur"
buyruğu olur. Bu takdirde
bu âyetin sonunda vakıf yapılmaz.
"Yaratan"
kelimesindeki zamirden bedel kabul ettiğimiz takdirde, o zaman beşinci âyet-i
kerîmenin sonunda vakıf mümkün olur. Mahzuf bir mübtedâ-nın haberi olduğu
takdirde de böyledir ve buna göre dördüncü âyet-i kerîmenin sonunda vakıf
yapılmaz.
"İstiva"nın
anlamına dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/54. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şeyh Ebu'l-Hasen ve başkalarının kabul
ettiği görüşe göre; yüce Allah, yaratıklar hakkında söz konusu olduğu şekilde
herhangi bir keyfiyet veya bir sınır söz konusu olmaksızın Arş'ı üzerinde
istiva etmiştir.
İbn Abbas dedi ki:
Bununla şunu kastetmektedir: O, olmuşları yarattığı gibi kıyamet gününe kadar
ve kıyamet gününden sonra olacakları da yaratandır.
"Göklerde, yerde,
onların arasında ve nemli toprağın altında olanların hepsiO'nundur."
Bununla altında ne bulunduğunu yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilmediği
o malum kayanın altındakileri yalnız kendisinin bildiğini kastetmektedir.
Muhammed b. Ka'b:
Kastettiği yedinci arzdır derken, İbn Abbas da şunları söylemiştir: Yer bir
balık üzerindedir. Balık da denizin üzerindedir. Balığın iki yanı, başı ve
kuyruğu da Arşın altında bir araya gelmektedir. Denizde yeşil bir kaya
üzerindedir. Semanın yeşilliği de oradan gelmektedir. Yüce Allah'ın hakkında:
"Eğer sen bir kaya içinde veya göklerde yahut yerde
o/-san..."(Lukman, 31/16) buyruğunda sözünü ettiği kaya da budur. Bu kaya
ise bir öküzün boynu üzerindedir, bu öküz de nemli toprak üzerindedir. O nemli
toprağın altında ne olduğunu da Allah'tan başkası bilmez.
Vehb b. Münebbîh dedi
ki: Yeryüzünde yedi deniz vardır. Yerler de yedi tanedir. Herbirisi arasında
bir deniz vardır. En alttaki deniz ise cehennemin kenarı üzerinde kapanmıştır.
Eğer bunun büyüklüğü, suyunun çokluğu ve soğukluğu olmasaydı, cehennem,
üzerindeki herşeyi yakıp bitirecekti. Yine o şöyle demiştir; Cehennem rüzgarın
sırımdadır, rüzgarın sırtı da karanlıktan bir perde üzerindedir. Bunun
büyüklüğünü Allah'tan başka kimse bilmez. Bu perde de nemli toprak
üzerindedir. Mahlukatın bilgisi bu nemli toprağa kadar uzanmıştır.[10]
"Sen sözünü açığa
vursan bile muhakkak O saklı olanı da O'ndan gizli olanı da bilir." İbn
Abbas dedi ki: "Saklı olan (sır) insanın kimsenin görmediği bir yerde
gizlice başkasına söylediği sözlerdir." O'ndan gizli olan
"Cahfâ)" ise, insanın kendisinden başka hiç kimseye sözünü etmediği,
içinde sakladığı şeylerdir. Yine ondan nakledildiğine göre; saklı olan kişinin
içinden geçirdikleridir. Ondan da gizli olan ise, henüz olmamış fakat ileride
olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. Sen bugün içinden ne geçirdiğini
bi-lebiliyorsun ancak yarın içinden ne geçireceğini bilemezsin. Yüce Allah ise
bugün İçinden geçirip sakladığını da yarın içinden geçirip saklayacağını da bilir.
Yüce Allah gizli,
saklı olanı ve O'ndan da gizli olanı bilir, demektir.
Yine İbn Abbas dedi
ki: "Saklı olan (sır)", Âdemoğlunun içinde gizleyip sakladığıdır.
"Ondan gizli olan (ahfâ)" ise Âdemoğİunun ileride yapacağı fakat
halihazırda bilmediği ve kendisi için saklı olan şeyler demektir. Yüce Allah
ise bütün bunları bilir. O'nun geçmişe dair bilgisi de, geleceğe dair bilgisi
de birdir. Bütün yaratıklar O'nun ilminde tek bir nefis gibidirler.
Katade ve başkaları
der ki; «Saklı olan" insanın nefsinde gizleyip sakladığıdır. "Ondan
da gizli olan" ise henüz olmamış ve hiçbir kimsenin de içinde gizlemediği
şeylerdir.
İbn Zeyd dedi ki:
"Saklı olan" mahlukattan gizlenip saklanan, "ondan da gidi
olan" ise yüce Allah'ın gizleyip sakladıklarıdır. Ancak Taberî bu açıklamayı
kabul etmeyerek şöyle demektedir; Ondan da saklı olandan kasıt, henüz insanın
sır olarak dahi içinden geçirmediği, fakat ileride içinden geçireceği
şeylerdir. İbn Abbas'in dediği gibi.
"Allah O'dur ki
O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalan O'mındur." Bu buyruktaki
"Allah" lafzı mübtedâ olarak yahut mukadder bur mübtedâCnın haberi)
olması dolayısıyla yahut da "bilir" buyruğundaki zamirden bedel
olarak merfu'dur.
Şanı yüce Allah kendi
zatını tevhid etmektedir. Şöyle ki: Rasûlullah (sav ı müşrikleri yüce Allah'a,
O'na hiçbir şeyi ortak koşmakstzın bir ve tek olarak ibadete çağırmıştır. Bu
onlara pek ağır geldi. Ebu Cehil onun Rahman adını da zikrettiğini görünce,
el-Velid b. Muğiyre'ye dedi ki: Muhammed bizlere Allah ile birlikte bir başka
ilâha dua ve ibadet etmeyi yasaklarken, kendisi hem Allah'a hem de Rahrnân'a
dua etmektedir. Bunun üzerine yüce Allah: "De ki: İster Allah diye dua
edin, ister Rahman diye dua edin. Hangisi ile dua ederseniz edin. Esasen en
güzel isimler O'nundur." (el-İsra, 17/110 ( buyruğunu indirdi.
Yüce Allah bir ve
tektir. İsimleri ise pek çoktur.
Daha sonra:
"Allah O'dur ki Ondan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız
O'nundur" diye buyurmaktadır. el-A'raf Sûresi'nde (7/180, âyet, 1.başlık
ve devamında) buna dikkat çekilmiş idi.
[11]
9. Sana, Musa'nın haberi geldi mi?
10. Hani o
bir ateş görmüştü de ailesine: "Siz burada durun, çünkü ben bir ateş
gördüm. Belki size ondan bir parça kor getiririm ya da ateşin yanında bana yol
gösteren bulurum" demişti.
11. O ateşin
yanına vardığında ona: "Ey Musa" diye seslenildi.
12. "Gerçekten Ben senin Rabbinİm, hemen
pabuçlarını çıkar. Çünkü seti kutsal vadi Tuvâ'dasın.
13.
"Ben
seni seçtim. Şimdi sana vahyolanı dinle!
14.
"Ben, evet Ben Allah im. Benden başka ilâh yoktur. Öyleyse Bana ibadet et
ve Beni zikretmek için namaza kalk."
15.
"Muhakkak kıyamet saati gelecektir. Her nefis yaptığının karşılığını
görsün diye vaktini gizli tutarım."
16.
"Ona iman etmeyen ve hevâsına uyan kimse ondan seni alıkoymasın. O takdirde
helak olursun."
"Sana Musa'nın
haberi geldi mi?" Meâni (el-Kur'ân'a dair eser yazan) ilim adamları dedi
ki: Bu bir sorudur? İsbat ve icabdır. Sana gelmedi mi? anlamındadır. Anlamının
sana gelmiştir, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbas'a
aittir. el-Kelbî dedi ki: Henüz Musa'ya dair haber ona gelmemişti. Daha sonra
ona Musa'ya dair haberi verdi.
"Hani o bir ateş
görmüştü de ailesine: Siz burada durun. Çünkü ben bir ateş gördüm. Belki size
ondan bir parça kor getiririm ya da ateşin yanında bana yol gösteren bulurum,
demişti."
İbn Abbas ve başkaları
dedi ki: Bu, Musa (as)ın kayınpederi ile olan anlaşma süresini bitirip ailesi
ile birlikte Medyen'den Mısır'a gitmek üzere yola koyulduğu sırada otmuştu. O
sırada yolunu da şaşırmıştı. Musa (as) oldukça gayretli (kıskanç) birisi idi.
Hanımını görmesinler diye, kıskançlığından ötürü geceleyin sair insanlarla
birlikte olur, gündüzün onlardan ayrı kalırdı. Şanı yüce Allah'ın
Hmindekilerin tahakkuk etmesine sebeb teşkil etsin diye arkadaşlarını da
kaybetti. Gece oldukça karanlıktı.
Mukaül'in dediğine
göre, kış mevsiminde bir cuma gecesi idi. Vehb b. Mü-nebbih'in dediğine göre de
Musa annesine dönmek maksadı ile Şuayb'dan izin istemişti. Ona izin vermiş, o
da koyunlarını da beraber alarak hanımı ile birlikte yola çıkmıştı. Otdukça
soğuk, karlı bir gecede bir oğlu dünyaya geldi. O sırada yolunu kaybetmiş,
koyunları da etrafa dağılmıştı. Musa ateş yakmak istediyse de elindeki çakmak
taşları hiçbir şekilde çakmadı. Aniden yolun sol tarafında uzaklarda bir ateş
gördü "de ailesine: Siz burada durun" olduğunuz yerde kalın
"çünkü ben bir ateş gördüm." İbn Abbas dedi ki; O ateşe doğru
gittiğinde bir de ne gürsün, ateş bir hünnap ağacında yanmaktadır. Bu ışığın
özelliği ve o ağacın oldukça yeşil olması karşısında hayretle yerinde durdu.
Ne ateşin ileri derecedeki sıcaklığı, ağacın yeşilliğinin güzelliğini
etkiliyordu, ne de ağacın oldukça yaş olması, yeşilliğinin güzelliği, ateşin
güzel ışığını etkiliyordu.
el-Mehdevî'nin
naklettiğine göre; rivayet edildiği üzere, o ateşi bir böğürtlen ağacında
görmüştü. Ona doğru gitti, fakat ağaç ondan geriye çekildi. Bunun üzerine o da
içinde bir korku hissederek geri döndü. Sonra ağaç ona yaklaştı ve yüce Allah
onunla ağaçtan konuştu,
ei-Maverdî dedi ki: (O
gördüğü) Musa'ya göre nâr (ateş); yüce Allah'ın nezdinde ise nur idi.
Hamza; "Ailesine:
Siz burada durun" anlamındaki buyruğu; şeklinde "he" harfi
ötreli olarak okumuştur. el-Kasas Sûresi'nde (28/29. âyette) de böyle
okumuştur. en-Nehhâs dedi ki: Bu okuyuş; "Ey adam ben ona uğradım"
diyenlerin şivesine uygundur. Böylece o asla uygun okumuş olmaktadır. Bu okuyuş
caiz olmakla birlikte; Hamza bu iki yerde özel olarak benimsediği asıl okuyuş
kaidesine muhalefet etmiştir.
Burada: "Siz
burada durun" deyip de "burada ikamet edin" dememiş olması
ikametin devamlı kalışı gerektirmesinden dolayıdır. Ancak burada kullanılan
fiil bunu gerektirmez.
"Gördüm"
demektir. Bu açıklamayı da Îbnu'l-Arabî yapmıştır. Yüce Allah'ın; "Şayet
onlarda bir reşittik görürseniz." (en-Nisa, 4/6) buyruğunda da bu kelime
kullanılmış olup, "...bilirseniz..." anlamındadır. Ses için
kullanılırsa işitmek manasınadır.
"el-Kabes"
ateşten alınan bir alev demektir, "el-Mikbas" da aynı anlamdadır.
"Ben ondan bir ateş aldım, alırım" da o bana ateşten bir alev verdi,
demektir. de aynı anlamdadır.
"Ben ondan bilgi
elde ettim" anlamına gelir, el-Yezidî dedi ki: "Ben o adama bir bilgi
öğrettim ve ona ateş verdim" demektir. Eğer onun için başkasından ateş
istemişsen, o takdirde: demek gerekir. et-Kisaî dedi ki: Bu fiilin nâr (ateş)
ve ilim hakkında kullanılması arasında fark yoktur. Her ikisi hakkında: de
kullanılır.
"Yol
gösteren" kelimesi burada yola ileten demektir.
"O ateşin yanına
vardığında ona" el-Kasas Sûresi'nde belirtildiği gibi. ağaçtan yani ileride
geleceği üzere ağaç tarafından ve onun yakınlarından: "Ey Musa diye
seslenildi."
"Gerçekten Ben,
senin Rabbinim. Hemen pabuçlarını çıkar; çünkü sen kutsal vadi Tuvâ'dasın"
buyruğuna dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[12]
Yüce Allah'ın
"Hemen pabuçlarını çıkar" buyruğu ile ilgili olarak Tirmi-zî'de
rivayet edildiğine göre Abdullah b. Mes'ud, Peygamlîer (sav)ın şöyle buyurduğunu
zikretmektedir: "Musa'nın üzerinde Rabbi kendisiyle konuştuğu gün yünden
bir elbise, yünden bir ciibbe, yünden bir takke, yünden bir şalvar vardı.
Ayakkabıları ise ölmüş bir eşeğin derisinden yapılmıştı." (Tirmızî) Dedi
ki: Bu garip bir hadistir. Biz bunu sadece Humeyd el-A'rec (ki Humeyd İbn Ali
el-Kûfî'dir) yoluyla biliyoruz ve onun rivayet ettiği hadisler münker-dir.
Mücahid'in arkadaşı Humeyd b. Kays el-A'rec el-Mekkî ise sika bir ravidir[13]
"Gerçekten
Ben" buyruğunu herkes esreli okumuştur. Yani ona seslenilerek: Ey Musa
denildi, demektir. Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Ancak Ebu Amr, İbn
Kesir, İbn Muhaysın ve Humeyd, nidayı amel ettirerek hemzeyi üstün olarak
okumuşlardır.
İlim adamları Musa
(as)a ayakkabılarını çıkartma emrinin veriliş sebebi hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Ayakkabı (na'l) yere karşı ayakları korumak üzere
giyilen şeydir.
Bir görüşe göre ona
pabuçlarını çıkartıp atma emrinin veriliş sebebi, ne-cis olmalarıydı. Çünkü bu
ayakkabılar seran uygun bir şekilde kesilmiş bir hayvan derisinden mamul
değildi. Bunu Ka'b, İkrime ve Katade söylemiştir.
Bir başka görüşe göre
ona bu emrin veriliş sebebi, mukaddes vadinin bereketine nail olması,
ayaklarının da bu vadinin toprağına temas etmesiydi. Bu açıklamayı da Ali b.
Ebi Talib (ra), el-Hasen ve İbn Cüreyc yapmışlardır.
Bir başka açıklamaya
göre ona pabuçlarını çıkartma emrinin veriliş sebebi, yüce Allah ile münacatta
bulunurken huşu ve tevazu içindir. Nitekim se-lef-i salihîn de Beytullah'ı
tavaf ederken böyie yapmışlardır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu o yeri ta'zim etmek için verilmiş bir emirdir. Nitekim
Harem-i Şerefi ta'zim etmek için oraya ayakkabılarla girilmez.
Said b. Cubeyr dedi
ki: Ona, Ka'be'ye ayakkabısız girildiği gibi, sen de yere çıplak ayakla bas,
denildi. Hükümdarlann örfünde huzurlarına girildiği vakit ayakkabıların
çıkartılması ve insanın son derece mütevazi görünmesi bilinen bir husustur.
Sanki Musa (as)a bu anlamda böyle bir emir verilmiş gibi görünüyor.
Ayakkabılarının leş derisinden yahutta başka bir deriden yapılmış olmasının
önemi yoktur. İmam Malik de, Peygamber (sav)ın pek şerefli kemiklerini ve pek
değerli cüssesini barındıran Medine toprağına saygısından ötürü, Medine'de
binek sırtına binmeyi kendisi için uygun görmezdi. Peygamber (sav)ın mezarlar
arasında ayakkabısı ayağında olduğu halde yürümekte olan Beşir b.
el-Hasâsiyye'ye söylemiş olduğu şu sözler de bu kabildendir: "Sen böyle
bir yerde bulunduğun vakit ayakkabılarını çıkart." Beşir dedi ki: Bunun
üzerine ben de ayakkabılarımı çıkarttım.[14]
Beşinci bir görüşe
göre bu, onu kalbinin çoluk-çocuğuyla, ailesiyle meşgul olmaktan kurtarmaktan
ibarettir. Nitekim aile ve ev ahalisini anlatmak üzere nâl (pabuç) tabiri
kullanılır. Nitekim rüya yorumunda da böyledir. Bir kimse ayakkabı giymekte
olduğunu görürse o evlenecek demektir.
Bir başka açıklamaya
göre yüce Allah ona nur ve hidayet sergisini yaymıştı. Alemlerin Rabbinin
sergisini ayakkabısı ile çiğnememesi gerekirdi.
Musa (as)a, ilk farz
kılınan emrin pabuçlarını çıkartma emri olma ihtimali de vardır. Nitekim
Muhammed (sav)a ilk verilen emirler: "Kalk ve uyar. Yalnız Rabbini
yücelt, elbiseni temizle, pisliklerden uzak dur." (el-Müddessir, 74/2-5)
buyruklarıdır.
Bundan maksadın ne
olduğunu en İyi bilen Allah'tır.
[15]
Nakledildiğine göre
Musa (as) ayakkabılarını çıkartmış ve onları vadinin arka taraflarına atmıştı.
Ebu'l-Ahvas dedi ki:
Abdullah, Ebu Musa (el-Eş'arî)'ye evinde ziyaretine gitmişti. Namaz kılınacak
oldu. Bunun üzerine Ebu Musa kamet getirdi ve Abdullah'a: Geç, namaz kıldır
dedi, Abdullah: Sen öne geç, çünkü evinde bulunuyorsun, dedi. Bunun üzerine o
da öne geçti ve ayakkabılarını çıkarttı. Abdullah ona: Sen o kutsal vadide mi
bulunuyorsun, dedi.[16]
Müslim'in, Sahih'tnde
yer aldığına göre Said b. Yezid şöyle demiştir: Ben Enes'e; Rasûlullah (sav) pabuçlarını
çıkartmaksızın namaz kılar mıydı? diye sordum: O, evet dedi.[17] Bunu
Nesâî de rivayet etmiştir.[18]
Abdullah b.
es-Saib'den gelen bir rivayete göre de Peygamber (sav) Mekke'nin fethi günü
namaz kıldırmış ve pabuçlarını sol tarafına bırakmıştır.[19]
Ebû.Dâvûd'daki
rivayete göre de Ebu Said el-Hudrî (ra) dedi ki: Rasûlullah (sav) ashabına
namaz kıldırmakta iken aniden pabuçlarını çıkarıverdi ve onları sol tarafına
koydu. Arkasında namaz kılanlar bunu görünce onlar da ayakkabılarım çıkardılar.
Rasûlullah (sav) namazı bitirince: ''Ayakkabılarınızı çıkarmanıza sizi iten
sebeb nedir?" dedi. Onlar: Biz senin ayakkabıların! çıkardığını gürdük.
Biz de ayakkabılarımızı çıkardık. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle
buyurdu: "Cibril bana geldi ve bana pabuçlarımda pislik olduğunu haber
verdi." (Devamla) dedi ki: "Sizden biriniz mescide geldiği vakit
baksın, eğer pabuçlarında bir pislik yahut rahatsızlık verici bir şey görürse
onu silsin ve onlarla namaz kılsın."[20]
Ebu Muhammed
Abdu'1-Hakk bu hadisin sahih olduğunu bildirmiştir. Bu hadis kendisinden önceki
iki hadisi te'lif etmekte, aralarındaki çelişkiyi kaldırmaktadır. Şer'î usule
göre kesilmiş bir hayvan derisinden olup ayrıca kendileri cemiz olmaları
halinde pabuçlarla namaz kılmanın caiz olduğu hususunda ilim adamları arasında
görüş ayrılığı yoktur. Hatta kimi ilim adamı şöyle demiştir: Onlarla namaz
kılmak daha faziletlidir. Yüce Allah'ın -önceden de geçtiği gibi-; "Her
mescidde ziynetinizi alın" (el-A'râf, 7/31) buyruğunun anlamı da budur,
İbrahim en-Nehaî
pabuçlarını çıkartanlar hakkında: Keşke ihtiyaç sahibi bir kimse gelip de bu
ayakkabıları atıp, gitse! demiştir.
[21]
Eğer pabuçlarını
çıkartacak olursan, onları önünde bırak. Çünkü Ebu Hu-reyre şöyle demiştir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse namaz kılacak
olursa, pabuçlarını çıkartıp önünde bıraksın."[22] Ebu
Hu-reyre de eî-Makburî'ye şöyle demiştir: Onları çıkartıp, önünde bırak ve
müslüman bir kimseyi onlar sebebiyle rahatsız etme.[23]
Abdullah b. es-Sâib
(ra)ın, Peygamber (sav)dan pabuçlarını çıkartıp, sol tarafına koyduğuna dair
rivayeti ise onun imam oluşu ile açıklanır. Şayet sen imam olursan yahut yalnız
başına namaz kılmakta isen, arzu edersen böyle yapabilirsin. Ancak cemaat
arasında bulunuyor ve safta isen, ayakkabılarınla sol tarafında namaz kılan
şahsı rahatsız etme. Onları ayaklarının arasına da koyma, seni uğraştırırlar.
Fakat ayaklarının ön tarafında bırak.
Cübeyr b. Mut'im'den
de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kişinin pabuçlarını ayaklarının arasında
bırakması bir bidattir.
[24]
Şayet kan, Ademoğlunun
sidiği gibi pis, necis oldukları icma ile kabul edilmiş bir pisliğin
ayakkabılarda bulunduğu muhakkak ise, bu pisliği su ile yıkamaktan başka hiçbir
şey temizlemez. Malik, Şafiî ve çoğu ilim adamlarına göre hüküm böyledir.
Davarlann sidiği ve
kurumamış olan kaba pislikleri kabilinden necaseti hususunda ihtilâf
edilmiştir. Ayakkabı ve pabuçların toprağa sürtülmekle temiz olup olmadıkları
hususunda bizim (Maliki) mezhebimizde iki görüş vardır.
el-Evzaî ve Ebu Sevr
herhangi bir tafsilata girişmeksizin bu gibi pisliklerin toprağa sürtülmesinin
yeterli olacağını mutlak olarak ifade etmişlerdir.
Ebu Hanife ise şöyle
demektedir: Böyle bir pislik kuruyacak olursa bunu sürtmek ve ovalamak
necaseti izale eder. Necaset yaş ise, -sidik müstesna- yıkamaktan başka bir
şey onu izale etmez. Sidik ise ona göre ancak yıkanmakla temizlenebilir.
Şafiî de şöyle
demektedir: Bunların hiçbirisini sudan başka bir şey temizlemez.
Sahih görüş ise şöyle
diyenlerin görüşüdür: Silmek ve sürtmek suretiyle ayakkabılardaki bu tür
necasetler temizlenir. Çünkü Ebu Sâid'in rivayet ettiği hadis[25] bunu
gerektirmektedir. Şayet ayakkabı yahut pabuç bir leş derisinden yapılmış ise,
eğer bu leşin derisi tabaklanmamış ise ittifakla necis-tir. Ancak daha önce
en-Nahl Sûresi'nde (16/80. âyet, 60. başlıkta) geçtiği üzere, ez-Zührî ile
el-Leys'in kanaatleri bu hususta istisna teşkil etmektedir.
et-Tevbe Sûresi'nde
(9/108. âyet, lO.başlıkta) da necasetin izale edilmesi ile ilgili açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
[26]
"Çünkü sen kutsal
vadi Tuvâ'dasın" buyruğunda geçen "mukaddes': Kutsal, tertemiz
edilmiş demektir. el-Kuds da temizlik, taharet, tahir oluş anlamındadır.
Mukaddes arz, tertemiz edilmiş anlamındadır. Bu ismin ona veriliş sebebi yüce
Allah'ın kâfirleri oradan çıkartmış olması ve mü'minlerle orayı imar etmiş
olmasıdır.
Yüce Allah bazı
zamanlan, diğer bazılarına üstün kıldığı gibi bazı yerleri de başka yerlere
üstün kılmıştır. Nitekim bazı canlılar için de bu böyledir. Allah dilediğini
üstün kılmak hakkına sahiptir. Buna göre oranın mukaddes oluşu kâfirlerin
oradan çıkartılıp mü'minlerin oraya yerleştirilmiş olmasından
kaynaklanmıyor. Çünkü bu özellik başka yerlerde de
vardır.
"Tuvâ" tbn
Abbas, Mücahid ve diğerlerinden nakledildiğine göre vadinin adtdir. ed-Dahhâk:
O durulmuş bir şeyi andıran dairemsi ve derin bir vadidir.
îkrime
"Tuvâ"mn "ti" harfini esreîi (Tıvâ) şeklinde okurken diğerleri
ise "Tuvâ" diye okumuşlardır.
el-Cevheri der ki:
"Tuvâ" Şam bölgesinde bir yerin adıdır. "Ti" harfi esreli
de okunabilir, ötreli de okunabilir. Bu kelime munsarıf da kabul edilmiştir,
gayr-ı munsarıf da. Bunu munsarıf kabul edenler orayı bir vadi ve bir mekân
ismi kabul eder ve belirtisiz (nekre) sayar. Munsarıf kabul etmeyenler ise
orayı bir belde ve bir bölge olarak kabul eder ve onu marife olarak değerlendirir.
Kimisi de şöyle demiştir; "Tuvâ" tıpkı "tıvâ" gibidir. Bu
da katlanıp, durulmuş şey demektir. Yüce Allah'ın: "Kutsal vadi
Tuvâ" buyruğu hakkında da burası iki defa katlanmış yani kutsanmıştır,
diye açıklamışlardır.
el-Hasen dedi ki:
Burada bereket ve takdis (kutsama) iki defa tekrarlanmıştır.
el-Mehdevî, İbn Abbas
(ra)dan şöyle dediğini nakleder: Buraya "Tuvâ" de-niliş sebebi, Musa
(as)ın buradan geceleyin geçmiş olması (tavâhu)dır. Çünkü bu vadiden
geçtiğinde önce üst taraflarına doğru çıktı, (sonra indi.) O bakımdan bu
kelime burada asıl lafzından olmayan bir başka kelimenin kendisinde amel
ettiği bir mastar (mef ul-i mutlak)dır.
Sanki: "Çünkü
sen" içinde gidip geldiğin "kutsal vadi Tuvâ'dasın." Yani sen
yürüyerek katlayıp geçtiğin bir vadidesin, denilmiş gibidir.
el-Hasen dedi ki:
Bunun anlamı, İki defa takdis edilmiş demektir. Buna göre bu isim; "Onu
katlayıp, dürdüm (aşıp, geçtim)"den mastardır,
[27]
"Ben seni"
risalet için "seçtim."
Medineliler, Ebu Amr,
Âsim ve el-Kisaî"Ben seni seçtim" diye okurlarken Hamza; "Biz
seni seçtik" şeklinde okumuştur. An-iam birdir, ancak burada birinci
okuyuş şu iki sebebten ötürü daha uygundur: Evvela bu okuyuş hatta daha
uygundur. İkinci olarak ifadenin akışına da daha yatkındır. Zira yüce Allah:
"Ey Musa! Gerçekten Ben senin Rabbİ-nim, hemen pabuçlarını çıkart"
diye buyurmuştur. İşte bu akışa uygun olarak hitab devam etmiştir. Bu
açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.
"Şimdi sana
vahyolanı dinle" buyruğu ile ilgili açıklarımızı tek başlık halinde
sunacağız:
[28]
İbn Atiyye dedi ki:
Bana babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, dedi ki: Ben Ebu'l Fa di
el-Cevherî'yi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derken dinledim: Musa
(as)a; "Şimdi sana vahyolanı dinle" denilince, o bir taşın üzerinde
durdu, bir taşa dayandı. Sağ elini soluna koydu, sakalını göğsüne dayadı ve dinlemek
üzere durdu. Giydiği bütün elbise de yündü.
Derim ki: Gereği gibi
güzelce dinlemeyi yüce Allah övmüş bulunmaktadır: "Onlar sözü işitip en
güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği
kimselerdir." (ez-Zümer, 39/18) Aksi niteliklere sahip olanları da yermiş
ve şöyle buyurmuştur: "Onların neyi dinlediklerini Biz pek iyi
biliriz." (el-İsrâ, 17/47)
Böylelikle yüce Allah
dikkatini toplayarak sözünü dinlemek üzere kulak verenleri övmüş ve kullarına
da böyle bir edeble edeblenmelerini emrederek şöyle buyurmuştur: "Kur'ân
okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız." (el-A'râf,
7/204) Burada da: "Şimdi sana vahyolanı dinle" diye buyurmaktadır.
Çünkü böylelikle yüce Allah'tan gelen buyrukları kavrama, anlama lütfuna
erişilir.
Vehb b. Münebbih'ten
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Dinlemenin âdabından bazıları şunlardır:
Organların hareketsiz durması, gözün sağa-sola bakmaması, kulak kabartması,
dikkatini toplamak, gereğince amel etmeye karar vermek. İşte yüce Allah'ın
sevdiği şekilde dinlemek budur. Bu ise kulun azalarını tutması ve onları başka
şeylerle meşgul etmemesi ile olur. Aksi takdirde kalbi dinİedikleriyle
uğraşamaz, başka şeylerle meşgul olur. Gözü sağa-sola bakmasın ki, kalbi
gördükleriyle oyalanmasın. Dikkatini toplasın ki, dinlediğinden başka şeyler
içinden geçmesin. Ayrıca kavramaya karar vermeli ve kavradığıyla da amel
etmelidir.
Süfyan b. Uyeyne dedi
ki: İlmin başı dinlemek, sonra kavramak, sonra bellemek, sonra amel etmek,
sonra da onu yaymaktır. Kul yüce Allah'ın Kitabına, Peygamberinin sünnetine,
Allah'ın sevdiği üzere samimi bir niyet ile kulak verip dinleyecek olursa,
Allah da sevdiği şekilde ona duyduklarını kavratır ve kalbinde ona bir nur
verir.
[29]
"Ben, evet Ben
Allah'ım. Ben'den başka ilâh yoktur. Öyleyse Bana ibadet et ve Beni zikretmek
için namaza kalk!" buyruğuna dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde
sunacağız:
[30]
Yüce Allah'ın:
"Beni zikretmek için" buyruğunun açıklanması hususunda farklı
görüşler vardır. Bunun, beni namazda anman İçin namaz kıl, anlamına gelme
ihtimali olduğu gibi, namaz kıldığın için Ben de seni en yüceler arasında
övgüyle anayım, anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre mastarın bir faile
veya bir mef ule izafe edilmiş olma ihtimali vardır.
Bir diğer açıklamaya
göre anlam şöyledir: Tevhid'ten sonra namaza dikkat et ve onu koru. Bu da
namazın değerinin büyüklüğüne dikkat çekmektir. Zira namaz yüce Allah'a bir
yakarıştır, O'nun huzurunda durmaktır. Bu açıklamaya göre namaz, zikrin
kendisidir. Nitekim yüce Allah: "Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu
vakit Allah'ın zikrine koşun" (el-Cuma, 62/9) buyruğunda namazı zikir diye
adlandırmıştır.
Bir açıklamaya göre
bundan maksat şudur: Sen unuttun mu namaz kıl. Nitekim hadîste: "Onu
hatırladığı vakit kılıversin"[31] diye
buyurulmaktadır ki bu unutmakla namazın sakıt olmadığını (düşmediğini)
gösterir.
[32]
Malik ve başkaları
Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Her kim
uyuyarak yahut unutarak bir namazı geçirecek olursa, onu hatırladığında hemen o
namazı kılıversin. Çünkü yüce Allah: "Beni zikretmek İçin namaza
kalk" diye buyurmuştur. "[33]
Ebu Muhammed
Abdu'1-Gani b, Said Haccac b. Haccac'dan -ki bu Yezid b. Zürey'İn kendisinden
rivayette bulunduğu ilk Haccac'dır şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize
Katade anlattı. O Enes b. Malik'ten dedi ki: Rasûlul-lah (sav)a uyuyup ta namaz
vaktini geçiren ve namazı unutan kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da
şöyle buyurmuştur: "Onun kefareti o namazı hatırladığı vakit
kılmasıdır." İbrahim b, Tahmân da Haccac'dan onun gibi rivayette
bulunarak ona uymuştur. Hemmam b. Yahya da Katade'den böylece rivayet
etmektedir.[34]
Dârakutnî de Ebu Hureyre'den,
o Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim bir
namazı unutacak otursa, o namazın vakti onu hatırlayacağı vakittir. "[35]
Peygamber (sav)ın:
"Onu hatırladığında onu kılıversin" buyruğu uyuyanın da unutanın da,
az olsun, çok olsun namazının kazasının vacip oluşuna delildir. Genci olarak
ilim adamlannın görüşü de budur. Bununla birlikte pek önemi olmayan gaz bir
görüş de nakledilmiştir. Bu görüşün önemsenmeyiş sebebi ise, hadisin nassına
muhalif olmasıdır. Bu şaz görüşe göre eğer kazası yapılacak namazlar beşten
fazla olursa kazası gerekmez.
Derim ki: Yüce Allah
namazın kılınmasını emretmiş ve: "Güneşin (batıya) kaymasından, gecenin
karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl..."(el-İsrâ, 17/78) âyeti ve daha
başka âyetlerle de muayyen bazı vakitleri nass ile tayin etmiştir. Gece
kılınması gereken namazı gündüzün kılacak olursa yahut aksini yaparsa, o bu
işi yüce Allah'ın kendisine emrettiğine uygun yapmış olmaz. Bu yaptığından
dolayı da sevap almaz ve böyle bir kimse isyan etmiş bir kimsedir, İşte bu
durumda olan kimsenin vaktinde kılmadığı, kazaya kalmış namazını kaza etmemesi
gerekirdi. Eğer Peygamber (savhn: "Kim uykuda olduğu İçin yahut unuttuğu
için bir namazı geçirecek olursa onu hatırladığında kilıversin" buyruğu
olmasaydı, hiçbir kimsenin vaktinin dışında kıldığı namazından faydalanması söz
konusu olmazdı. Bu itibarla böyle birisinin kıldığı namaz kaza değil eda olur.
Çünkü kaza ayrı ve yeni bir emirle yapılandır. İlk emirle yapılan değildir.
[36]
Kasti olarak namazı
terkeden kimseye gelince; yine cumhura göre bunun asi olsa bile namazını kaza
etmesi farzdır. Ancak Davud (ez-Zahirî) bu kanaatte değildir. Şafiî mezhebine
mensub Ebu Abdıt'r-Rahman el-Eşarî de ona muvafakat etmiştir. Bu görüşü ondan
tbnu'l-Kassâr nakletmektedir.
Kasten namazı vaktinde
kılmayan kimse ile unutan ve uyuyan kimse arasındaki fark, günahm kaldırılmış
olmasındadır. Kasten terkeden günah kazanır, bununla birlikte hepsinin de kaza
etmeleri gerekir.
Cumhurun delili yüce
Allah'ın: "Namazı kılınız" diye buyurmuş olması ve bunun vaktinde
olması ya da olmaması arasında fark gözetmemiş olmasıdır. Bu ise vücub
(farziyyet) ifade eden bir emirdir. Aynı şekilde uyuyanın ve unutanın da
-günahkâr olmamalarına rağmen- namazlarını kaza etmekie emro-lundukları sabit
olmuştur. O halde kasti olarak namazını geçirenin kaza etmesi öncelikle söz
konusudur.
Yine Peygamber
Efendimizin: "Kira bir namazı uyur ya da unutur da geçirirse"
buyruğu da bunu İfade eder. Çünkü unutmak (nisyan) terketmekle aynı şeydir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı unuttular. O da onları
unuttu." (et-Tevbe, 9/67); "Allah'ı unuttukları için Allah'ın da kendilerine,
kendilerini unutturduğu kimseler..." (d-Haşr, 59/19) Bu nisyânın, unutma
ile olması ile olmaması arasında fark yoktur. Çünkü yüce Allah hakkında nisyân
söz konusu değildir. Onun hakkında bu tabirin kullanılmasının anlamı, onlan
terk etmektir. "Biz bir âyeti nesh eder ya da unutturur-sak"
(el-Bakara, 2/106) buyaığunda da nisyân terk etmek anlamrndadır. Hatırlamak da
nisyândan sonra da olabilir, başka bir şeyden sonra da olabilir. Nitekim yüce
Allah (kudsî hadiste): "Benî kendi nefsinde zikredeni Ben de kendi zatımda
anarım."[37] diye buyurmaktadır. Şanı
yüce Allah'ın unutması (nisyânı) söz konusu değildir. Onun için bu fiilin ne
anlama geldiğini az Önce açıklamış bulunuyoruz. Buna göre Peygamber (sav)ın:
"Onu hatırladığı zaman" buyruğu, onu bildiği zaman demektir.
Aynı şekilde İnsanlara
karşı olan borçların ödenmesinin belli bir vakti varsa bu vakit gelmekle
bunların ödenmesinin vücubu sözkonusu olduktan sonra, (ödenmezse) kazası
(ödenme gereği) ortadan kalkmaz. Ancak bu gibi zimmetteki borçlan ibra
düşürür. Yüce Allah'ın borçlan hususunda ibranın sahih olmaması ve bunların
kazasının ondan gelmiş bîr izin olmadıkça düşmemesi de öncelikle söz
konusudur.
Diğer taraftan bizler
ittifakla şunu kabul etmiş bulunuyoruz: Kasti olarak ve özürsüz bir şekilde
Ramazan orucunun bir gününü terkeden bir kimsenin, o günü kaza etmesi farzdır.
Namaz da aynı şekildedir. Şayet Malik'ten: Kasti olarak namazı terkeden bir
kimse ebediyyen onu kaza etmez, dediğine dair bir rivayet vardır, denilecek
olursa; şunu belirtelim ki bundan maksat geçmiş olanın asla geri dönmeyeceğine
bir işarettir yahut da bu, bu davranışın vebalinin ne kadar ağır olduğunu
anlatmak için söylenmiş bir söz olarak kabul edilmelidir. Nitekim İbn Mes'ud
ve Ali (Allah ikisinden de razı ol-sun)'in: "Bir kimse Ramazan'da kasten
oruç yiyecek olursa, isterse sene boyunca oruç tutsun bu ona kefaret olmaz"
şeklinde rivayet edilen sözleri buna benzemektedir..
Ayrıca kazanın edâ
yerine geçirilmesi yahut arkasından tevbe edilmesi mükellefiyetin hakkının
yerine getirilmesi açısından kaçınılmaz bir şeydir. Bundan sonra da yüce Allah
dilediğini yapar.
Ebu'l-Mutavves
babasından, o Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kasti olarak
Ramazan'dan bir gün yiyen bir kimse bütün yılı oruçla geçirecek olsa dahi onun
yerini tutmaz."[38] Eğer
bu rivayet sahih ise bunun vebalinin büyüklüğünü anlatması anlamına gelme
ihtimali vardır. Bu ise zayıf bir hadis olup, bunu Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Kazaya kalan namazın
keffaretine dair sahih hadisler gelmiş bulunmaktadır. Bazılarında ise bir
günün kaza edileceği de belirtilmiştir. Yüce Allah'a hamd olsun.
[39]
Peygamber (sav)ın:
"Her kim uyuyarak yahut unutarak bir namazı geçirecek olursa..."
hadisi Peygamber (sav)ın: "Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır:
Uyanıncaya kadar uyuyandan...[40]
hadisinin umum ifadesini tahsis etmektedir. Sorumluluğun kaldırılması demek,
günahın kaldırılması demektir. Yoksa üzerindeki Farzın kaldırıldığı anlamında
değildir. Bu hadis Peygamber (sav)ın: "...Vc ergenlik yaşına kadar
çocuktan"[41] sözü -tek bir rivayette
gelmiş olsa dahi- kabilinden değildir, Bu asıl kaideyi iyice bellemek gerekir.
[42]
Bu kabilden olmak
üzere ilim adamları, geçmiş bir namazı bir başka namazın son vaktinde iken
hatırlayan yahut da namaz kılarken bir namazı geçirdiğini hatırlayan kimsenin
durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler.
Bu hususta İmam
Malik'in görüşü özetle şöyledir: Bir namazı geçirdiğini, başka bir namaz
vaktinde hatırlayan bir kimse, eğer bu geçirdiği namazlar beş ve daha az ise
unuttuğundan (sırasıyla) başlar. İsterse içinde bulunduğu vaktin namazı
geçsin. Şayet geçirdiği namaz vakitleri bundan daha fazla ise, bu sefer vakti
girmiş olan namazı kılmakla başlar.
Ebu Hanife, es-Sevrî
ve el-Leys'in görüşü de buna yakındır.
Şu kadar var ki Ebu
Hanife ve mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Bize göre eğer vakit hem
geçen namazlara hem de vakti girmiş namaza elverişli bulunuyor ise, bir gün ve
bir gecelik namazlarda tertib vacibtir. Şayet içinde bulunulan vakit namazının
geçeceğinden korkarsa, onu korumakla başlar. Eğer geçmiş namazları bîr gün ve
geceden fazla ise, onlara göre tertib va-cib değildir.
Tertibin vacib olduğu
görüşü es-Sevrî'den rivayet edilmiştir. O az İle çok arasında fark görmez.
Şafii mezhebinde de varılan sonuç budur. Şafiî der ki: Tercihe değer olan,
içinde bulunduğu vakit geçmeyecek olursa, geçmiş namazla başlamaktır. Eğer
böyle davranma yarak vakit namazını kılmakla başlayacak olursa bu dahi ona
yeter.
el-Esrem, Ahmed'in
görüşüne göre altmış sene ve yukarısında dahi tertibin vacib olduğu görüşünü
nakletmekte ve şöyle demekcedir: Bir kimse içinde bulunduğu vakitten önceki
namazı hatırlamakta ise, herhangi bir namaz kılmaması gerekir. Çünkü kılacağı o
namaz fasid olur.
Dârakutnî'nin rivayetine
göre Abdullah b. Abbas (ra) şöyle demiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki:
"Sizden herhangi bir kimse farz bir namazı hatırlayacak olursa, içinde
bulunduğu (vakit) namazı(nı) kılmakla başlasın. Onu bitirdikten sonra bu sefer
unuttuğunu kılsın." (Hadisin ravilerinden) Ömer b. Ebi Ömer meçhuldür.[43]
Derim ki: Eğer bu
sahih olsaydı, içinde bulunulan vaktin namazını kılmaya başlama gereği
hususunda Şafiî'nin lehine bir delil olurdu. Sahih olan görüş ise sahih hadis
derleyicilerinin Cabir b. Abdullah'tan geldiğini belirttikleri şu rivayettir:
Ömer (ra) Hendek günü Kureyş kâfirlerine sövüp saymaya başladı ve dedi ki: Ey
Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin ederim ki neredeyse güneşin batmaya yaklaştığı
bir vakte kadar ikindi namazını kılamayacak-tım. Rasûluilah (sav) şöyle
buyurdu: "Allah'a yemin ederim, ben daha kılmadım." Bunun üzerine
el-Buthân denilen yere indik. Rasûluilah (sav) abdest aldı, biz de abdest
aldık. Rasûluilah (sav) güneş battıktan sonra ikindi namazını kıldı. Ondan
sonra da akşam namazını kıldı.[44]
İşte bu, vakti girmiş
namazı kılmaya başlamadan önce geçmiş namazı kılmakla başlanacağına dair bir
nasstır. Özellikle akşam namazının vakti birdir, oldukça dardır. Bizce meşhur
olan görüşe göre uzayıp giden bir vakiv değildir, Önceden geçtiği üzere Şafiî'de
de böyledir. Tirmizî'nin rivayetine göre de Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud
babasından rivayet ettiğine göre müşrikter Rasûluilah (sav)ı Hendek günü dört
vakit namazı kılmaktan meşgul ederek, alıkoydular. Nihayet gecenin yüce
Allah'ın dilediği kadar bir bölümü geçip gidince Bilâl'e ezan okuması için
emir verdi, o da kalkıp ezan okudu. Sonra kamet getirip öğle namazını kıldı,
sonra kamet getirip ikindiyi kıldı, sonra kamet getirip akşamı kıldı, sonra da
kamet getirip yatsıyı kıldı.[45]
İşte ilim adamları
bunu bir namaz vaktini geçiren kimsenin o namazı belli bir vakitte
hatırlayacak olursa, geçtiği şekilde sırasına uygun (tertib ile) kılacağına
delil göstermişlerdir. Ancak geçirdiği namazları, vakti girmiş fakat çıkmasına
az kalmış, vakti daralmış bir namaz vaktinde hatırlayacak olursa, üç ayrı
görüşleri vardır; Bir görüşe göre geçmiş namazı kılmakla başlar. İsterse
içinde bulunduğu vakit çıksın. Malik, el-Leys, ez-Zührî ve başkaları -önceden
açıklamış olduğumuz gibi- bu görüştedir.
İkinci görüşe göre;
mevcut vakit namazını kılmakla başlar. el-Hasen, eş-Şafiî, hadis fukahası,
el-Muhasibî ve Maliki mezhebine mensub İbn Vehb bu görüştedirler.
Üçüncüsüne göre;
muhayyerdir, dilediğini önce kılabilir. Bu da Eşheb'in görüşüdür.
Birinci görüş şöyie
açıklanır: Kılınması gereken namazların sayısı çoktur, Eğer bu şekilde namazlar
çoksa mevcut vaktin namazını kılmakla başlayacağı hususunda görüş ayrılığı
yoktur. Bu açıklamayı Kadı Iyad yapmıştır.
Azın miktarı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Malik'ten gelen rivayete göre beş ve daha
aşağısıdır, Câbir'in hadisi dolayısıyla dört ve daha aşa-ğısıdır da
denilmiştir. Altı vakit namazın çok olduğu hususunda mezhebimizde görüş
ayrılığı yoktur.
[46]
Namaz kılmakta iken
geçmiş bir namazı hatırlayana gelince; eğer imam ile birlikte ise tertibin
vücubunu kabul edenler de etmeyenler de, o namazını tamamlayıncaya kadar
imamla birlikte kalmaya devam eder, demişlerdir. Bu hususta asıl delil Malik
ve Dârakutnî'nin rivayet ettikleri İbn Ömer'den gelen şu hadistir: "Sizden
herhangi bir kimse bir namazı unuturda o namazı ancak imamla birlikte iken
hatırlayacak olursa imamla beraber namaz kılsın. O namazını bitirdikten sonra
bu sefer kendisi unutmuş olduğu namazı kılsın. Sonra da imam ile birlikte
kıldığı namazı iade etsin." Darakutnînin lafzı ile hadis böyledir. Musa
b, Harun da dedi ki: Bize bunu bir de Ebu İbrahim et-Tercümanî anlattı, dedi
ki: Bize Said bu hadisi zikretti ve bunu Peygamber (sav)a ref etti. Ancak bunu
ref etmekle yanılmıştır, şayet bu hadisi ref etmekten sonraları vazgeçmiş ise
doğruya eriştirilmiş demektir.[47]
Diğer taraftan ilim
adamları arasında farklı görüşler vardır. Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel derler
ki: Hatırladığı namazı kılar, sonra da imam ile birlikte kıldığı namazı kılar.
Ancak bu iki namaz arasında beş vakitten fazla olması hali -az önce
Kûfelilerden naklettiğimiz üzere- müstesnadır. Bu aynı zamanda Medineli olup,
Malik'in mezhebine mensub bir topluluğun da görüşüdür. et-Hirakfnin nakline
göre Ahmed b. Hanbe! de şöyle demiştir: Her kim başka bir namazı kılmakta iken
bir namazı hatırlayacak olursa, o kılmakta olduğu namazı tamamlar, hatırladığı
namazın da kazasını yapar, eğer vakit elverişli ise kılmış olduğu vakit
namazını tekrar kılar. Şayet o namazı kılmakta iken vaktin çıkacağından
korkarsa, kanaatime göre o namazı iade etmez, kıldığı o vakit namazı onun için
yeterli olur, üzerindeki namazın da kazasını yapar.
Malik dedi ki: Bir
vakit namazını kılmakta iken, bir başka namazı (geçirdiğini) hatırlayan kimse,
eğer İki rekat kılmış ise iki rekatın sonunda selâm verir. Şayet imam ise
kıldırmakta olduğu namazı da, cemaatin onun arkasında kıldıkları namazları da
yıkılır ve batıl olur. Mâlikî mezhebinde zahir (kuvvetli) görülen görüş budur.
Ancak kıyası belli bir oranda önceleyen onun mezhebine mensub ilim adamlarına
göre hüküm böyle değildir. Çünkü onun kılmakta olduğu namaz esnasında bir
başka namazı geçirdiğini hatırlayacak olursa ve bu namazın da bir rekatini
kılmış ise, buna bir rekat daha katar ve selam verir. Şayet üç rekatini kılmış
olduğu bir namazda geçirdiği bir namazını hatırlayacak olursa, ona dördüncü
bir rekat daha ilave eder. Bu namazı da fasit olmayıp nafile olur. Eğer iddia
edildiği gibi namazı bozulup batıl olsaydı ona bir rekat daha ilave etmesi
emrolunmazdı. Nitekim bir rekat kıldıktan sonra abdesti bozulursa ona bir rekat
daha ilave etmez.
[48]
Müslim'in rivayetine
göre Ebu Katade: Rasûlullah (sav) bize bir hutbe irad etti deyip, abdest kabı
ile abdest almayı söz konusu ettiği hadisi uzun uza-drya zikretti. Bu hadiste
şunları da söyledi: Sonra Peygamber buyurdu ki: "Sizin bana uymanız
gerekmez mi?" Sonra buyurdu ki: "Şunu bilin ki uykudan dolayı Jcusur
söz konusu değildir. Asıl kusurlu hareket ediş, bir sonraki namazın vakti
gelinceye kadar namazı kılmayanın yaptığıdır. Kim bunu yaparsa (uyur-kalırsa)
uyanacağı vakit o namazı kılsın. Ertesi günü de o namazı aynı vaktinde
kılsın."[49]
Dârakutnî de bu hadisi
bu şekilde Müslim'in lafızlarının aynısı ile rivayet etmiştir.[50]
Bu hadisin zahiri
kazaya kalmış namazın hatırlanması esnasında bir defa ve bir sonraki gün aynı
vakti gelince de bir defa olmak üzere iki defa kılınmasını gerektirmektedir.
Hadisin zahirinden anlaşılan bu hükmü Ebû Davud'un İmran b. Husayn yoluyla
rivayet ettiği hadis desteklemektedir. O olayı söz konusu ettikten sonra
sonlarında şunları söylemektedir: "Sizden her kim ertesi günün sabah
namazını sağlıklı bir şekilde idrâk edecek olursa, o namaz ile birlikte bir de
onun gibisini de kaza kılsın."[51]
Derim ki: Ancak bu
zahirinden anlaşıldığı üzere kabul görmemiştir. Kazaya kalmış olan namaz
yalnız bir defa iade edilir. Çünkü Dârakutnî'nin rivayetine göre İmran b.
Husayn şöyle demiştir: Biz Rasûlullah (sav) ile bir gaza da -yahut bir seriyye
geceleyin yol yürüdük. Seher vakti girince konakladık, ancak güneş sıcağı bizi
uyandırıncaya kadar uyanamadık. Her birimiz yerinden korku ve dehşetle uyanıp
fırlıyordu. Rasûluliah (sav) uyanınca bize emir verdi, biz de oradan yola
koyulduk. Güneş yükselinceye kadar yolumuza devam ettik. Kafiledeki I er
ihtiyaçlarını gördüler, sonra Bilal'e emir verdi. O da ezan okudu ve iki rekat
namaz kıldık. Sonra yine ona verdiği emir üzerine Bilal kamet getirdi ve sabah
namazını kıldık. Ey Allah'ın Peygamberi! dedik. Biz bu namazı ertesi günü aynı
vakitte kaza etmeyelim mi? Rasûluliah (sav) onlara dedi ki: "Allah size
hem faizi yasaklayacak, hem de sizden faiz mi alacak[52]
el-Hattabî dedi ki: Bu
şekilde (iki kere) kaza yapacağını vacip olarak kabul etmiş bir kimse
bilmiyorum. Ancak kaza esnasında vaktin faziletini de elden kaçırmamak için
müstehab olarak bunu emretmiş olma ihtimali vardır. Sahih olan ise bu hadis
gereğince ameli terketmektir; çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"Allah size faizi yasaklarken sizden onu kabul mü edecek?"
Diğer taraftan İmran
b. Husayn yoluyla gelen hadisin sahih rivayet yollarında bu fazlalığın hiçbir
bölümü yoktur. Ancak Ebu Katade'nin zikredilen hadisinde bu vardır. Bu da beyan
ettiğimiz gibi ihtimallidir.
Derim ki: el-Kiya
et-Taberî "Ahkâmu'l-Kur'ân" adlı eserinde belirttiğine göre seleften
kimisi, Peygamber (sav)ın: "Her kim bir namazı unutacak olursa onu
hatırlayacağı vakit kıl iversin. Bu namazın bundan başka bir kef-fareti yoktur"
buyruğuna muhalefet ederek şöyle demiştir: O namazın bir sonraki gün vakti
girinceye kadar sabretsin, o vakit namaz kılsın. Sabah namazı geçti mi ertesi
günü kılsın. Ancak bu, nasstan uzak ve şaz bir görüştür.
[53]
"Muhakkak kıyamet
saati gelecektir. Her nefis yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli
tutarım™ âyeti müşkildir.
Said b. Cübeyr'den:
"Vaktini gizli tutarım" buyruğunda hemzeyi üstün olarak okuduğu
rivayet edilmiş ve onu açığa çıkarırım diye açıklamıştır.
"Karşılığını
görsün diye" yani onu açığa çıkarmak, amellerin karşılığının görülmesi
için olacaktır. Bu açıklamayı Ebu Ubeyd, el-Kisaîden, o Muhammed b. Sehl'den,
o Vika' b. Iyâs'tan, o Said b. Cübeyr yoluyla rivayet etmiş*-tir. en-Nehhâs
dedi ki; Bu rivayetin bundan başka yolu yoktur.
Derim ki: el-Enbârî de
bunu "Kitabu'r-Red" adlı eserinde böylece rivayet etmiştir: Bana
babam anlatti, bize Muhammed b. el-Cehm anlattı, bize el-Fer-râ anlattı, bize
el-Kisaî anlattı.Ve bize Abdullah b. Naciye anlattı, bize Yusuf anlattı, bize
Yahya el-Himmânî anlattı, bize Muhammed b. Sehl anlattı. en-Nehhâs dedi ki: Bu
isnattan daha iyisi şudur: Yahya el-Kattan, es-Sevrî'den, o Ata b. es-Said'den,
o Said b. Cübeyr'den rivayet ettiğine göre, (l^îilsrî) lafzında, hemzeyi ötreli
olarak okumuştur.
İbn Cübeyr'in hemzenin
üstün okuduğuna dair sözü geçen isnadla rivayet edilmiş oİması hakkında Ebu
Bekr el-Enbarî dedi ki: Bunun anlamı, ben onu izhar ederim, şeklindedir. Çünkü
bir şeyin izhar edişini anlatmak üzere; "Ben onu izhar ettim,
ederim" denilir. el-Ferrâ da İmruu'l-Kays'ın şu beytini zikretmektedir:
"Şayet siz
hastalığı gömerseniz, biz onu açığa çıkarmayız.[54] Ve
eğer savaşı harekete geçirecek olursanız biz de oturmayız."
Kimi' dil bilginleri
şöyte demiştir: Bu kelimenin hemzesinin ötreli okunuşu ile "ben bunu
açığa çıkartırım" anlamında olması mümkündür. Çünkü bir şeyi açığa
çıkardım, manasına; denilir. O bakımdan bu kök, zıt anlamlı kelimelerdendir.
Hem gizlemek ve örtmek anlamı, hem de açığa çıkarmak anlamı vardır.
Ebu Ubeyde dedi ki: Bu
fiilin aslî üç harfli oluşu ile başına hemze ziyade edilmesi (âyet-i kerîmede
olduğu gibi) aynı anlamı ifade eder. en-Neh-hâs dedi ki: Bu güzel bir
açıklamadır. İbn Ebi'l Hattab da bunu nakletmiştir ki, o da doğruluğu hususunda
hiçbir şüphe bulunmayan dilci önderlerinden bir önderdir. Sibeveyh de ondan
rivayet etmiş ve buna göre şu beyi ti okumuştur:
"Şayet siz
hastalığı gizleyecek olursanız, biz onu açığa çıkarmayız, Ve eğer savaşı
canlandırıp harekete geçirecek olursanız oturmayız."
Aynı şekilde bunu Ebu
Ubeyde, Ebu'l-Hattab'dan "nun" harfini ötreli olarak rivayet
etmiştir, Îmruul-Kays şöyle demektedir:
"Onları içinde
bulundukları deliklerinden çıkardı (gizledi anlamına da
gelen hafâ); sanki onları,
Akşamleyin yağan
gürültülü bir yağmur çıkarmışça sına (yine aynı anlam
ve kökteki fiil)"
Burada; onları dışarı
çıkardı, manasınadır. Bu beyit "akşamdan gürültülü..." ibaresi
yerine "üstüste yığılmış buluttan" anlamındaki ifadelerle de rivayet
edilmiştir.
Ebu Bekr el-Enbân dedi
ki: Âyetin bir başka tefsiri de vardır: "Muhakkak kıyamet saati
gelecektir...un" buyruğunda ifade sona ermektedir. Ondan sonra ise
takdiri olarak: "Ben onu ner-deyse kopartacağım." Daha sonra:
"Her nefis yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli tutarım"
diye başlanır.
Şair Dabi' el-Burcumî
der ki:
"İçimden geçirdim
fakat yapmadım, az kalsın yapacaktım ve keşke, Osman'ı hanımları kendisi için
ağlayacak halde bıraksaydım."
Burada da görüldüğü
gibi şair "keşke yapsaydım" demek istemiştir ve burada Kur'ân-ı Kerîm'de
olduğu gibi, bu fiille birlikte uygun başka bir fiili takdir ederek beyici
söylemiştir.
Derim ki: en-Nehhas'ın
tercih ettiği görüş budur. Bundan bir önceki görüşün zayıf olduğuna işaret
etmiştir.
O dedi ki: Deniyor ki
"Şevi açıkladı, açıklar" demektir. Yine "açıkladı"
manasına; denildiği söylenmektedir. Ancak bu pek bilinen bir kullanım şekli
değildir. (Devamla) dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı: "Onu gizli
tutarım"ın manası onun için müşkil görününce bu görüşü kabule meyletti ve
dedi ki: Bunun da manası hemzenin üstün okunuşunun manası gibidir, en-Nehhas
ise şöyle demekledir: Ancak, burada bunun anlamı, ben onu açıklarım, şeklinde
değildir. Özellikle de hemzenin üstün ile okunuşu şaz bir kıraattir. Yaygın ve
sahih olan bir kıraat, nasıl şaz bir kıraate güre açıklanabilir. Halbuki
burada ifade takdiri daha uygundur. Buna göre de ifadenin takdiri şöyledir:
Kıyamet saati gelecektir ve neredeyse Ben onu getireceğim. Buradaki
"gelecektir" ifadesi "Ben onu getireceğim" ifadesinin takdir
edildiğine delildir. Sonra dedi ki: Burada "onu (vaktini) gizli
tutarım" ifadesi de yeni bir başlangıçtır. Bu sahih bir anlamdır. Çünkü yüce
Allah kıyametin kendisi demek olan Saati de gizlemiştir, insanın öleceği anı da
gizlemiştir. İnsanın buna dair bilgileri açık olmadığından dolayı, böylece
tevbeyi geciktirmeyerek amelde bulunmasının sağlanması istenmiştir.
Derim ki: Buna göre
yüce Allah'ın: "Karşılığını görsün diye" buy-ruğundaki
("diye" anlamı verilen) "lam" harfi "gizli
tutarım" anlamındaki fi-iie taalluk etmektedir,
Ebu Ali de dedi ki: Bu
selb (böyle bir şeyi ortadan kaldırmak) kabilindendir. Zıt anlamlı ifadelerden
değildir. Burada "onu gizli tutarım" ifadesinin anlamı onun
gizliliğini kaldırırım, demektir. "Hafâ" kelimesi üzerindeki örtü demektir.
Bunun tekili "hı" harfi esreli oiarak; şeklinde olup çoğulu da
"ahfrye" şeklinde gelir ve bu da kırbanın etrafına sarılan şey
demektir. Onun üzerindeki bu örtü ortadan kalktı mı, kendisi de açığa çıkar,
İşte onun şikâyet sebebini ortadan kaldırdım, anlamında: onun husumette bulunmasını
kabul ettim ve bunu tekrarlamasına gerek bırakmadım anlamında; ifadeleri de bu
şekilde (bu kalıba) uygundur.
Ebu Hatim de
el-Ahfeş'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Buradaki; te'kid edici ve zâiddir.
Buna benzer bir ifade de yüce Allah'ın şu buy-ruğımdadır: "Elini çıkarsa
neredeyse onu dahi göremeyecektir." (en-Nur, 24/40) Çünkü yüce Allah'ın
burada sözünü ettiği üs-tüste karanlıklar esasen bakan ile kendisine bakılan
arasında engel teşkil etmektedîr.[55] Bu
anlamda ki açıklama İbn Cübeyr'den de rivayet edilmiştir, ifadenin takdiri de
şöyledir: Kıyamet saati gelecektir. Ben her bir nefis yaptığının karşılığını
görsün diye onun vaktini gizli tutarım. (Meal de buna göredir).
Şair der ki:
"Savaşa hızlıca
atılır, silâhını kuşanmış olarak, Rakibine hemen hemen nefes aldırmaz."
Şair burada "hiç
nefes aldırmaz" demek istemiştir. Bir başka gair de şöyle demektedir:
"Ve bana isabet
edenler dolayısıyla nefsimi kınamayacağım, Ve ele geçirdiklerim ile de nerdeyse
başarılı olamayacağım,"
Burada "ele
geçirdiklerimle başarılı olamayacağım" anlamındadır. Görüldüğü gibi
burada; "Neredeyse" ifadeyi te'kid için gelmiştir.
Bir başka açıklamaya
göre: "Onu gizlemeye pek yaklaştım" demektir. Çünkü bir kimse;
"Zeyd neredeyse kalkacaktı" dediğinde kalkmış olması ihtimali de
vardır, kalkmamış olması ihtimali de. Onun bunu tamamen gizleyip saklamış
olduğu ise, başka bir yerdeki ifadelerin delâleti ile burada yapılabilecek
itiraza cevap teşkil etmektedir. Lugatçiler derler ki: ın manası, Araplara güre
ben onu az kalsın yapacaktım, fakat yapmadım demektir. ise bir süre geciktikten
sonra yap-tsm, anlamındadır. Buna delil de şanı yüce ve azametli olan Allah'ın:
"Nihayet o ineği boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı."
(el-Bakara, 2/71} buyruğudur. Yani onlar böyle bir ineği bulmakta oldukça
zorlandıklarından bir süre geciktikten sonra bu işi yapabildiler. tabirinde,
eğer ifade pekiştirilsin diye kullanılmış ise, ben yapmadım, yapmak noktasına
dahi yaklaşmadım, anlamında da olabilir.
Burada: ifadesinin, ben
onu gizli lutmak istiyorum, anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Enbarî dedi
ki: Dunun delili de fasahatli şairin şu sözleridir:
"O da istedi, ben
de istedim ve bu en hayırlı bir istektir.
Şayet geçmişte kalan,
şevkin oyai anı sının bir bölümü geri dönse."
Görüldüğü gibi burada
bu fiil istemek, irade etmek anlamındadır.
es-Sa'lebînin
naklettiğine göre İbn Abbas ve çoğu müfessirler de şöyle demişlerdir: Bu,
neredeyse Ben onu kendimden dahi gizleyeceğim, Ubeyy'in, Mushaf'ında da bu
böyledir. İbn Mes'ud, Mushaf'ında ise: "Ben onu neredeyse kendimden dahi
gizleyeceğim, herhangi bir yaratık onu nasıl bilebilir anlamındadır. Kimi
kıraatlerde de: "Ben onu size nasıl açıklarım" ifadesi de vardır. Bu
gibi açıklamalar, Arapların konuşmalarında adet edindikleri anlatım üslubuna
göre yapılmıştır. Şöyle ki: Onlardan herhangi bir kişi bir hususu gizlemekte
aşırıya kaçacak olursa: O işi neredeyse kendimden dahi gizleyecektim, der.
Şanı yüce Allah'a ise hiçbir şey gizli kalmaz. Bu anlamdaki açıklamaları
Kutrub ve başkaları yapmıştır. Şair de şöyle demektedir:
"Hind'in benimle
beraber olduğu günler; Ona haber veririm: Kendi nefsimden gizlediğim
ihtiyaçlarımı ve sırlarımı."
Elbetteki nefsinden de
gizlemiş olduğu şeyleri ona haber vermesi söz konusu değildir. (Gizlemekte
aşırı titizlik gösterdiği şeyleri dahi, ona açıklayacak demektir).
Peygamber (sav)ın şu
buyruğu da bu kabildendir: "Ve sağ elinin verdiğini, sol eli bilmeyecek
derecede gizlediği sadaka veren bir kimse.,."[56]
ez-Zemahşerî dedi ki:
Bunun: Ben neredeyse onu kendimden dahi gizleyeceğim, anlamında olduğu da
söylenmiştir. Ancak ifadelerde böyle bir şeyin hazfedildiğine dair delil
yoktur. Kendisine delâlet edecek ifadeler bulunmadan hazfedilen ifadeler
bulunduğuna dair iddialara itibar edilmez.
Bu iddiada bulunanları
aldatan şey Ubeyy'in, Mushaf'ındaki: Neredeyse Ben onu kendimden dahi
gizleyeceğim, açıklaması ile bazı Mushaf larda: Ben onu neideyse kendimden dahi
gizleyeceğim, nasıl olur da onu sîze açıklarım, ifadeleridir.
Derim ki: Ben
neredeyse onu kendimden dahi gizleyecektim, diye açıklama yapanların bu
sözlerinin şu anlama geldiği söylenmiştir; Yani onu gizlemek, Benim
taranandandır. Onu gizleyen Benim, Benden başkası değil.
Yine Ebu'l-Abbas'tan:
Ben onu neredeyse kendimden gizleyecektim, dediği rivayet edilmiştir.
BunuTalha b. Amr, Ata'dan da rivayet etmiştir. Ayrıca Ali b. Ebi Talha da İbn
Abbastan şöyle dediğini rivayet eder: Ben onu kimseye açıklamam.
Said b. Cübeyr'den de
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onu gizlemiştir. Bu açıklama ise buradaki in
zâid olduğunu kabul edenlere göredir. Yani kıyamet saati gelecektir ve Ben onu
gizlemekteyim.
Kıyamet saatinin
gizlenmesindeki fayda ise, korkutmak ve kıyametin korkusunu hissettirmektir.
Şöyle de denilmiştir:
"Karşılığını görsün diye" ifadesinin (bir önceki âyette geçen):
"Namaza kalk" buyruğuna taalluk ettiği de söylenmiştir. Buna göre
ifade de takdim ve te'hir söz konusu olur. Yani "her bir nefis yaptığının
karşılığını görsün diye" Beni anıp-hatırlaman için namazı kıl. "Muhakkak
kıyamet saati gelecektir. Ben onu gizil tutarım." Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Bu buyruğun yüce
Allah'ın; "Gelecektir" buyruğuna taaliuk ettiği de söylenmiştir,
Kıyamet, her nefis yaptığının karşılığını görsün diye gelecektir, demek olur.
"O'na İman
etmeyen ve hevâsına uyan kimse O'ndan" yani O'na iman edip O'nu tasdik
etmekten "seni alıkoymasın" engellemesin. "O takdirde helak
olursun." Bu, nehyin cevabı olarak nasb mahallindedir.
[57]
17. "O
senin sağ elindeki nedir? Ey Musa."
18. "O
asanıdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve ondan başka
işlerimde de yararlanırım" dedi.
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[58]
Yüce Allah'ın: "O
senin sağ elindeki nedir?" hitabı denildiğine göre yüce Allah tarafından
Musa'ya vahiy yoluyla yapılmıştır. Çünkü yüce Allah: "Şimdi sana vahyolanı
dinle!" (Tâ-Hâ 20/13) diye buyurmuştur. Peygamber olacak kimsenin de
bizzat kendi şahsında, kendi nübüvvetini kendisi vasıtasıyla bileceği bir
mucizesinin bulunması kaçınılmaz bir şeydir. Böylelikle yüce Allah ona bu
maksatla asasında ve kendi nefsinde gösterdiği mucizeleri göstermiştir.
Ağaçta kendisine
gösterdiklerinin kendi şahsı hakkında kendisi için yeterli bir mucize olma
ihtimali de vardır. Daha sonra el ve asa bunu pekiştirmiş ve kavmine karşı
ortaya koyacakları deliller oimuştur.
"O...
nedir?" buyruğundaki "Ne" edatı hususunda farklı görüşler
vardır. ez-Zeccâc ile el-Ferrâ'nın görüşüne göre bu, nakıs bir isim olup
"senin sağ etin" kelimesine ism-i mevsuf oimuştur ve: Bu elinde
bulunan nedir? demektir. Yine o burada; in: "Bu" anlamında olduğunu
da söylemiştir. Bunun yerine; de kullanılabilir. Yani; bu elindeki şey nedir?
Bu sorunun
sorulmasından kasıt, konu ile ilgili açıklamayı yaptırmaktır. Tâ ki Musa; O
benim asamdır, demek suretiyle itirafta bulunduktan sonra, ona karşı delilin
sabit olması söz konusu olsun. Yoksa yüce Allah zaten ezelden beri onun ne
olduğunu biliyordu.
İbnu'I-Cevherî dedi
ki: Kimi rivayetlere göre yüce Allah, Musa (as)ın bu konumda asayı kendi
nefsine izafe etmesinden dolayı sitemde bulunmuş ve ona: Sen hayret verici
hususları güresin diye bu asanı yere bırak! O vakit bu asaya malik olmadığını
ve bunun sana izafe edilemeyeceğini bileceksin, denildi.
İbn Ebi İshak,
Hüzeyililerin şivesine uygun olarak; "Asam" diye okumuştur."Asam
müjde..." (Yusuf, 12/19); "Hayatım" (el-En'âm, 6/162) şeklindeki
okuyuşlar da böyledir. Bunlara dair açıklamalar önceden (belirtilen âyetlerin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen İse iki sakinin arka arkaya gelmesi
dolayısıyla; diye "ya" harfini esreli olarak okumuştur. Hamza'nın;
"...ne de siz beni kurtarabilirsiniz" (İbrahim, 14/22) şeklindeki
okuyuşu da böyledir. İbn Ebi İs-hak'tan ise "ya"yı sakin olarak
okuduğu nakledilmiştir.
[59]
Bu âyet-i kerîmede
sorulan soruya istenenden fazla cevap verilebileceğine
delil vardır. Çünkü ona: "O senin sağ elindeki
nedir? Ey Musa" diye sorulduğunda şu dört hususu söz konusu etmişti:
Asayı kendisine izafe etmişti. Halbuki uygun olan o bir asadır demesiydi.
İkinci olarak ona dayandığı, üçüncüsü koyunlarına onunla yaprak silkelediğini,
dördüncü olarak da mutlak olarak başka işlerinde ondan yararlandığını zikretti.
Böylelikle Musa (as) asasının en büyük ve belli başlı faydalarını zikrettikten
sonra, diğerlerini de topluca ifade etmiş oluyordu.
Hadis-i şerifte
belirtiidiğine göre Peygamber (sav)a deniz suyu hakkında soru sorulmuş: "O
suyu temiz, meytesi de helal olandır."[60] diye
buyurmuştur. Bir kadın da kaldırdığı küçük çocuğu, Peygamber'e göstererek:
Bunun için hac olur mu? diye sormuş. O da: "Evet. Senin için de ecir
vardır" diye buyurmuştur.[61]
Hadiste bunun benzerleri pek çoktur.
[62]
"Ona
dayanırım" yani yürürken, dururken, ağırlığımı ona veririm.
"Dayanmak, yaslanmak" da buradan gelmektedir.
"Onunla... yaprak
silkerhn" buyruğundaki: "Silkelerim" kelimesi " harfinin
esreli olarak da okunduğunu en-Nehhâs nakletmektedir, Bu en-Nehî'nin
kıraatidir. Onunla yaprak silkelerim, demektir. Yani yapraklarını düşürmek
maksadıyla ağaç dallarına vururum. Böylelikle benim koyunlarım o yaprakları
daha kolay yiyebilir. Recez vezninde şöyle denilmiştir:
"Sopayla yaprak
silkelerim koyunlarıma, İnce erak ve pelesenk yapraklarını."
Koyunlarına siikıi,
silkeledi" şeklindeki kullanımın muzarisinde "ha" harfi ötreli
gelir. Ancak; "Adama tebessüm etti" anlamındaki kullanımın
müzariinde "he" harfi üstündür. Aynı şekilde iyiliğe elini çabuk
tuttu, anlamındaki; ifadesinde de müzari' bu şekilde gelir. Mütekellim kipi de;
şeklindedir. Nitekim Ömer (ra)ın: "Gündüzün kendimi tutamayıp oruçlu
olduğum halde (zevcemi) öptüm."[63]
hadisinde de aynı kökten gelen fiil kullanılmıştır.
Şimr dedi ki: Neşeye
gelip arzuladım, canım çekti, anlamındadır. in, anlamında kullanılması da
mümkündür. Şair dedi ki:
"Gördüğünden
dolayı tekbir getirdi ve kalpten sevindi, öncesinden sitem ettiği bir nefse de
müjde verdi."
Bu kelimenin asıl
anlamı gevşekliktir. Mesela; "Gevşek adam" ve "Gevşek eş"
denilir.
İkrime bu kelimeyi
"sin" harfi ile okumuştur, Bunlar da aynı anlamda iki ayrı
söyleyiştir. Anlamlarının farklı olduğu da söylenmiştir. Nüktah olursa ağacın
yaprağını silkelemek demektir. Noktasız olursa koyunları uyarmak demektir. Bu
açıklamayı el-Maverdî naklettiği gibi ez-Zemahşerî de böyle nakletmiştir.
İkrime'den
"sin" harfi ile okunuşun: Ben sopamla koyunlarımı alıkoymak, uyarmak
üzere üzerlerine giderim, anlamındadır. Buna göre bu kelime koyunları
alıkoymak, engellemek demek olur.
[64]
Yüce Allah'ın:
"Başka işlerimde de yararlanırım." Onunla başka ihtiyaçlarımı da
görürüm, demektir. "İşler, ihtiyaçların tekili; şekillerinde gelir.
Buradaki "başka" anlamındaki; kelimesinin tekil gelmesi
"işler" anlamındaki kelimenin çoğul manasım ihtiva etmesinden
dolayıdır. Ancak bilindiği gibi akil ermeyen varlıkların çoğullarına tabi olan
kelimelerde tekil olmak söz konusudur ve bu şekilde onlardan söz edilir. Çünkü
böyle bir çoğul, tekil ve müennes gibi kabul edilir. Yüce Allah'ın: "En
güzel isimler Allah'ındır, O halde O'na bunlarla dua edin" (el-A'raf,
7/180) buyruğu ile: "Ey dağlar, siz de onunla teşbih ectm."(Sebe',
34/10) buyruklarında da böyledir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'râf
Sûresi'nde (7/180. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[65]
Bazıları asaların
faydalarını sayıp, dökmeye koyulmuştur. Bunlardan birisi de İbn Abbas'tır. O
dedi ki: Bir kuyunun başına varacak olsam da kovanın ipi kısa gelirse, asamı
ona eklerim. Güneşin ışığından etkilenecek olursam onu yere saplar ve üzerine
bana gölge yapacak bir şey bırakırım. Yerdeki haşerelerden herhangi birisinden
korkacak olursam, asamla onu öldürürüm. Yürüdüğüm takdirde onu omuzuma
bırakırım, üzerine yayımı, ok torbamı ve azık torbamı asarım. Yırtıcı
hayvanlara karşı koyunları onunla savunurum.
Meymûn b. Mihrâm'dan
da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Asa tutmak peygamberlerin sünneti ve
mü'min kimsenin alâmetidir.
Hasan-ı Basrî dedi ki:
Asanın altı özelliği vardır: Peygamberlerin sünnetidir, salihlerin ziynetidir,
düşmanlara karşı silahtır, zayıfların yanında yardımcıdır, münafıklara keder
sebebidir, itaatlerin artışında yardımcıdır.
Denildiğine göre;
mü'minle birlikte asa bulunuyor ise şeytan ondan kaçar. Münafık ve günahkâr
kimse ondan çekinir. Namaz kılacağı vakit onu kıblesine (sütre diye) koyar,
yorulduğu vakit ona güç verir,
Haccac bir bedevi ile
karşılaşmış, ona: Nereden geliyorsun ey bedevi diye sormuş, o: Çölden demiş.
Peki elindeki nedir? diye sormuş. O da: Elimdeki asanıdır. Namaz kılmak için
onu yere saplarım, hazırlayacağını şeyler için onu hazır bulundururum. Onunla
bineğimi sürerim. Onunla yolculuğumda güç kazanırım. Adımlarımı daha geniş
atmak için ona dayanırım. Onun yardımı ile akar suları geçerim, tökezlemekten
yana beni korur. Üzerine elbisemi bırakırım, böylelikle beni sıcağa karşı
korur, soğuğa karşı ısıtır. Bana uzak olan şeyi bana yakınlaştırır. Azığımı
onun üzerinde taşırım, su kabımı ona asanm. Döğüşürsem onunla kendimi korurum.
Onunla kapıları çalarım. Uyuz köpeklere ve saldırgan vahşi hayvanlara karşı onunla
kendimi korurum. Çarpışmalarda mızrağın yerini tutar, denk kimselerle
döğüşeceğim vakit de kılıcın yerini. Ben onu babamdan miras aldım, benden sonra
da oğluma miras bırakacağım. Onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Onunla
gördüğüm daha sayılamayacak kadar pek çok ihtiyacımı görürüm.
Derim ki: Asanın
faydaları pek çoktur. Şeriatte de bir kaç yerde asanın dah-li bulunmaktadır:
Önü açık olan yerlerde asa Ktble'ye sütre diye konulur. Peygamber (sav)ın
küçük bir harbesi vardı. Önü açık yerlerde önüne yere sapla, ona karşı namaza
dururdu. Bayram günü namaza çıktığı vakit harbenin Kıblesine konulmasını
emreder ve ona doğru namaz kılardı. Bu ise sahih hadiste sabit olmuştur.[66]
Harbe, aneze ve neyzek
ile alet aynı şeylerin adıdır.
Peygamber Efendimizin
bir tarafı eğri bir bastonu vardı. O Hacer-i Esved'i (tavaf sırasında) Öpme
imkânını bulamadığı vakit bu bastonuyla ibaret eder (istilâm yapar)dı. Bu da
yine sahih hadiste sabittir.[67]
Mııvatla' da yer alan
rivayete göre es-Saib b. Yezid şöyle demiştir: Ömer b. el-Haltab (ra), Ubeyy b.
Ka'b ile Temim e-d-Darî'yc m üs 1 umanlara onbir rekat nunıaz kıldırmalarını
emretmişti, imam olan kişi Miûn (âyet sayısı yüz dolaylarında olan sûreler)
okurdu. Biz de uzun süre ayakta durmaktan dolayı bastonlarımıza, asalarımıza
dayanırdık. Bu namazdan ancak tan yeri ağar-dığı vakit dağılabiliyorduk.[68]
Buhârî ile Müslim'de yer aldığına göre Peygamber (sav)ın elinde, üzerine
dayandığı bir sopası vardı.[69]
Hatibin bir kılıca
yahut bir asaya dayanarak hutbe okuyacağı hususunda ıcma vardır.
O halde asa şerefli
bir soydan, değerli bir kökten gelmektedir. Asanın önemini cahilden başkası
inkâr etmez. Yüce Allah Musa'nın asasında pek çok büyük belgeleri, muhteşem
mucizeleri bir arada göstermiş idi. Bunları gören inatçı sihirbazlar dahi iman
etmişti. Süleyman (as)da hutbe okumak, öğüt vermek ve uzunca namaz kılmak için
asa edinmişti.
İbn Mes'ud, Peygamber
(sav)ın asa ve harbesinin muhafızı idi.[70] O
elindeki asa ile hutbe okuyordu[71]
-Asanın durumunun şeref ve üstünlüğünü ifade etmek için bu kadarı da
yeterlidir.- Halifeler ele, büyük hatipler de böyle davranmışlardır. Dilleri
açık ve beliğ, katıksız Araplar da adetleri gereği baston ve sopa edinirler ve
konuştukları vakit toplantılarda ve hutbe irad ettiklerinde buna dayanırlardı.
Şuûbîler (Arap
hatiplerinin ellerine) baston almalarını ve bir takım hususları asa ile işaret
ederek anlatma yolunu seçmelerini tepki ile karşılamışlardır. Şuûbiyye ise
Araplara buğz eder ve Arap olmayanların üstünlüklerini iddia ederler.
Malik dedi ki: Ata b.
es-Sâib baston alır ve bununla güç kazanırdı. Yine Malik dedi ki: Adam yaşlandı
mı gençler gibi kalmaz, o kalkacağı vakit asa ile güç kazanır.
Derim ki: Kimi
şairlerin dedikleri gibi yürüyüşünde de asa ile güç kazanır
"Önceleri
sapasağlam iki ayağıma dayanarak yürürdüm,
Bu sefer birileri
tahtadan olan üzerine (dayanarak) yürür oldum."
Malik (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun ve Allah ondan razı olsun) dedi ki: Yağmur yağdığında
insanlar ellerine sopalarını alarak çıkar, üzerine dayanarak giderlerdi. Hatla
gençler onların asalarını saklarlardı. Bazen Rabia yanında oturduğu zatlardan
birisinin asasını alır ve ona dayanarak ayağa kalkardı.
Asanın faydalarından
birisi de kişinin hem onları ıslah etmek, hem kendisinin, hem de kendisiyle
birlikte onların halini düzeltmek için onunla hanımlarını vurması da vardır.
Peygamber (sav)ın -bu hadisin rivayetlerinden birisinde- şu sözleri de bu
kabildendir: "Ebu Cehm'e gelince; o asasını omuzundan aşağı
indirmez."[72]
Yine Peygamber (sav)ın
tavsiyede bulunduğu bir adama: "Aile halkının üzerinden asanı kaldırma.
Ali ah uğrunda onları korkut."[73]
dediği de rivayet edilmiştir. Bunu Ubâde b. es-Sâmit rivayet etmiş, Nesaî de
kaydetmiştir.
Peygamber (sav)tn şu
hadisi de bu kabildendir: "Kamçını aile halkının göreceği yere as."[74] Daha
önce bu en-Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/34. âyet, 11. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
Yine asanın
faydalarından birisi de, bu dünya yurdundan geçişe dikkat çekmesidir. Nitekim
zahidlerden birisine şöyle sorulmuş: Yaşlı da hasta da olmadığın halde ne diye
asaya dayanarak yürüyorsun? O şu cevabı vermiş: Böylelikle misafir olduğumu ve
buranın ayrılıp gitme yurdu olduğunu biliyorum. Asa yolculuk aracıdır. Bu
noktadan hareketle şairlerden birisi de şöyle demiştir:
"Asa taşıdım
fakat onu taşımamı gerektiren benim ne zayıflığı m dır. Ne de yaşlılık dönemine
girmiş olmamdır. Fakat ben kendimi onu taşımakla yükümlü görüyorum; Nefsime
ikamet edenin misafir olduğunu bildirmek için."
[75]
19.
"Onu bırak, Ey Musa!" buyurdu.
20. Onu
bıraktığı gibi hızlıca koşan bir yılan oluverdi.
21.
"Onu al, korkma! Biz onu ilk şekline döndürürüz" buyurdu.
22.
"Başka bir alâmet olmak üzere de elini koltuğunun altına götür. Kusursuz,
hastalıksın, bembeyaz olarak çıkacaktır.
23.
"Sana en büyük âyetlerimizden gösterelim diye."
"Onu bırak! ey Musa!
buyurdu." Yüce Allah nübüvveti ve yükümlülüklerini omuzlamak üzere
«gitmek istediğinden, ona asasını bırakmasını emretti.
Musa "onu
bıraktığı gibi" yüce Allah o asanın nitelik ve arazını dönüştürdü. Bu asa
çatallı idi. Onun çatal kısmı ağır oldu ve hareketli bir yılana dönüşüverdi.
Bu yılan Kızlıca yürüyor, taşlan yutuyordu. Musa (as) onu bu halele görünce
çok ibretli bir hal görmüş olduğundan "arkasına bakmaksızın, dönüp
gitti" (en-Neml, 27/10) Yüce Allah da ona; "Onu alr korkma" diye
buyurdu. Buna sebeb ise onun "içten içe bir korkuya kapılmış olması
idi." (Tâ-Hâ, 20/67) Yani insanların (bu gibi hallerde) duyduklarını o da
duymuştu.
Rivayet edildiğine
göre Musa yılanı elbisesinin yenleri ile almış, ona bu şekilde alması
yasaklanmıştı. Bu sefer onu eliyle yakaladı ve önceden olduğu gibi asa oldu.
İşte onun ilk hali budur. Yüce Allah'ın bu mucizeyi ona göstermesi, Firavun'un
yanında asasını bırakacağı vakit ondan korkmamasını sağlamaktı.
Denildiğine göre
bundan sonra asa onunla birlikte yürüyor, onunla konuşuyor, üzerine eşyalarını
asıyor, o çatal kısmı geceleyin mum gibi önünü aydınlatıyordu. Su almak
islediği vakit çatal bölümü adeta bir kovaya dönüşüyordu. Canı bir meyve çekti
mi onu yere saplar ve hemen o meyveyi veriyordu.
Denildiğine göre bu
asa, cennetteki mersin ağacındandır. Yine denildiğine göre bu asayı ona
Cebrail getirmiştir. Herhangi bir meleğin getirdiği de söylenmiştir. Yine
denildiğine göre Şuayb (as) ona şöyle demiş: Şu evden bir asa al, eline bu asa
geçmiş. Bu ise Adem (as)ın asası olup. cennetten indiğinde onu beraberinde
almıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Onu bıraktığı
gibi hızlıca koşan bir ydan oluverdi." en-Nehhâs dedi ki: Buradaki
"yılan" anlamındaki kelimenin sonu iki ötre olduğu gibi, iki üstün
okunması da mümkündür. Nitekim, "Dışarı çıktım, bir de ne göreyim, Zeyd
oturuyor" denirken oturduğunu bildiren kelimenin hem iki ötre, hem iki
üstün olarak söylenmesi mümkündür.
"Yılan"
anlamındaki lafız üzerinde durulacak olursa "he" ile diye durulur.
"Süratle ve çabucak yürümek" demektir.
İbn Abbs.s'lan
nakledildiğine göre asa taşları, ağaçları yutan erkek bir yılana dönüşüverdi.
Onun herşeyi yuttuğunu görünce ondan korktu ve kaçtı. Kimilerinden
nakledildiğine göre o, bu yılandan korktu. Çünkü Âdem'in yılandan neler
çektiğini biliyordu.
Denildiğine göre Rabbi
kendisine: "Korkma" deyince korkusundan eser kalmadı ve o kadar
huzurlu oldu ki, elini ağzına soktu ve iki çenesinden yakaladı.
"Biz onu ilk
şekline döndürürüz." Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim[76]
İfadenin takdirinde hazfedilmiş; " vardır. "Musa kavmi arasından
seçti." (d-A'raf, 7/155) buyruğunda da benzer bir harf-i cerrin takdirî
olarak varlığı gibi. Burada "ilk şeklî" anlamındaki kelimenin mastar
olması da mümkündür. Çünkü ifadenin anlamı, Biz onu geri çevireceğiz,
döndüreceğiz şeklindedir.
"Başka bir
alâmet" asanın dışında "olmak üzere de elini koltuğunun altına
görür." Kur'ân-ı Kerîm'in dışında; "Götür" fiilinin şeklinde
"mim" harfi fethalı ve esreli olabilir. Çünkü iki sakin arka arkaya
gelmiştir. Ancak daha hafif oluşundan dolayı üstün daha güzeldir, aslına uygun
olarak da esreli olması uygundur. Ötretİ olması da itbâ' üzere (önceki harfin
harekesine uydurulmakla) olur.
“E1” anlamındaki
"yed" kelimesinin aslı; Buna delil ise çoğulunun; şeklinde, küçültme
isminin de; şeklinde gelmesidir.
Âyet-i kerîmedeki
"el-cenâh" pazu ve koltuk demektir Bu açıklamayı Mü-cahid yapmıştır.
Ayrıca o buradaki;"; altına' anlamındadır. Kut-rub dedi ki: Bundan kasıl
"yakana sok"tur. Recez vezninde şairin şu mısraı da bu kabildendir:
"Ben onu göğsüme
ve bağrıma basarım."
Bunun
"yanına" anlamında olduğu da söylenmişlir. Burada yan kelimesinin
"cenah" ile ifadelendirilmesi söz konusudur. Çünkü kişinin yanı
cenahın (kanadın) yerinde ve meyillidir. "Kendi tarafına" anlamında
olduğu da söylenmiştir. Mukatil buradaki; "nın; "( f): Beraber"
anlamında olduğunu söylemiştir. Elin cenahınla beraber olsun, demek olur.
"Kusursuz,
hastalıksız, bembeyaz olarak çıkacaktır." Yani herhangi bir baraş
hastalığı olmaksızın, geceleyin de gündüzün de ay ve güneş gibi, hatta ondan da
daha ileri derecede aydınlatan ve pırıl pırıl bir nur olarak görülecektir, îbn
Abbas ve başkalarından nakledildiğine göre eli onun ten renginden farklı bir
nur halinde çıktı.
"Bembeyaz"
hal olarak nasb edilmiştir. Munsarıf olmayışının sebebi bu kelimede iki te'nis
"elifinin ondan ayrılmamak üzere bulunmasıdır. Sanki bu "eliflerin
ondan ayrılmayışı (gayr-ı munsarıf olmak için gerekli iki illetten) ikincisi
gibi görülmüş ve nekre halinde munsarıf olmadığı kabul edilmiştir. Bu İki
te'nis "elifinin, te'nis "he"sinden ("te"sinden)
farklılığı şudur: Te'nis "he"si kimi zaman isimden ayrılabilmektedir.
"Kusursuz"
buyruğundaki; sıladır.
Musa (as) elini yakası
açık, Mısır işi yün cübbesinin içinden gözleri kamaştıracak güneş ışığını
andıran şekilde parıldar haliyle çıkardı.
"Bir alamet olmak
üzere" kelimesi "beyaz"den bedel olarak nasb edilmiştir. Bu
açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. en-Nehhâs dedi ki: Bu güzel bir görüştür.
ez-Zeccâc da şöyle
demektedir: Yani, Biz sana başka bir âyet daha verdik, yahut vereceğiz
anlamındadır. Çünkü "kusursuz, hastalıksız, bembeyaz olarak
çıkacaktır" diye buyurması, ona bir başka âyet (mucize) vermiş olduğunu
göstermektedir,
"Sana en büyük
âyetlerimizden gösterelim diye." Burada "en büyük' anlamında;
denilmesi gerekirken; denilmesi, âyet sonlarına uyması içindir. Burada takdiri
bir ifadenin bulunduğu da söylenmiştir. Biz âyetlerimizden o en büyük olanı
sana gösterelim diye, demektir. Buna delil de İbn Abbas'ın: Musa'nın el
mucizesi, onun mucizelerinin en büyüğüdür, şeklindeki açıklamasıdır.
[77]
24.
"Firavun'a git! Çünkü o iyice azmıştır."
25. Dedi ki:
"Rabbim, göğsümü genişlet;
26.
"İşimi kolaylaştır.
27.
"Bir de dilimden bağı çöz ki,
28.
"Sözümü anlasınlar.
29.
"Bana ailemden bir yardımcı ver.
30.
"Kardeşim Harun'u,
31.
"Onunla sırtımı pekiştir;
32. "Ve
onu İşimde ortak yap!
33. "Tâ
ki, Seni çok teşbih edelim,
34.
"Seni çok analım.
35.
"Çünkü Sen bizi hakkıyla görensin."
"Firavun'a git!
Çünkü o iyice azmıştır." Yüce Allah, Musa (as)ı asa ve el (mucizesi) ile
teselli edip ona Rasül olduğuna delil olan hususları gösterdikten sonra,
Firavun'a gidip davet etmesini emretti.
"yice
azmıştır" İsyan etmiş, büyüklük taslamış, küfre girmiş, zorbalık etmiş ve
haddi aşmıştır, demektir.
"Dedi ki: Rabbim,
göğsümü genişlet, İşimi kolaylaştır. Bir de dilimden bağı çöz ki sözümü
anlasınlar. Bana ailemden bir yardımcı ver, kardeşim Harun'u." Bu
sözleriyle risaletin tebliği iğin yüce Allah'tan kendisine yardımcı olmasını
diledi.
Denildiğine göre yüce
Allah, kendisine Firavun'un kalbini bağlamış olduğunu ve onun iman
etmeyeceğini bildirmişti. Bunun üzerine Musa (tıs) şöyle demişti: Rabbim, Sen
kalbini bağlamışken bana ona gitmemi nasıl emredersin? Ona rüzgar ile görevli
meleklerden birisi geldi, ey Musa dedi. Allah'ın sana emrettiği göreve git.
Bunun üzerine Musa: "Rabbim, göğsümü genişlet" dedi. Yani Sen ona
genişlik ver, iman ve nübüvvet ile onu nurlandır. "İşimi
kolaylaştır." Bana vermiş olduğun Firavun'a risaleti tebliğ emrini kolaylıkla
yerine getirebilmem için yardım et. "Bir de dilimden bağı çöz." Küçükken
ağzında söndürmüş olduğu kor ateşten ötürü dilindeki ağırlığı kastetmektedir.
îbn Abbas dedi ki:
Dilinde bir ağırlık vardı. Şöyle ki: Ü günün birinde daha küçükken Firavun'un
kendisini kucağına aldığı bir sırada ona bir tokat vurdu, arkasından sakalını
tutup yolmaya koyuldu. Firavun, Âsiye'ye: Bu benim düşmanımdır. Haydi
kesicileri çağır! dedi. Asiye: Yavaş ol dedi, o küçük bir çocuktur. Eşyayı
birbirinden ayırt edemiyor. Daha sonra iki leğen getirtti. Bunlardan birisine
kor ateş, diğerine mücevher koydurdu. Cibril, Musa (as)ın elini alarak ateşe
uzattırdı ve o ateşi kaldırıp dilinin üzerine koydu. İşte dilindeki ağırlık
bundan olmuştu.
Rivayete göre eli
yanmış, Firavun da onu tedavi etmek için çok gayret göstermiş idiyse de
iyileşmemizi. Musa, Fintvun'u davet edince, o: Sen beni hangi rabbe davet
ediyorsun, diye sormuş. O da: Senin iyileştirmekten acze düştüğün elimi
İyileştirene, demişti.
Kimilerinden
nakledildiğine göre de: Elinin iyileşrneyiş sebebi Firavun ile birlikte elini
aynı yemek kabına uzatmayarak, aralarında karşılıklı yemek yeme lıukLikunun
oluşmaması içindi.
Acaba dilindeki bu
ağırlık sonradan çözüldü mü yoksa devam mı etti hususunda farklı görüşler
vardır. Yüce Allah'ın: "İstediğin sana verildi. Ey Musa (Tâ:Hâ, 20/36)
buyruğunun delil olduğu üzere bu ağırlık çözülmüştür denildiği gibi, büsbütün
çözülmemiştir. Firavun'un söylediği bize nakledilen: "Ve sözünü nerede ise
açıklayamayan" (ez-Zuhruf, 43/52) buyruğu buna delildir. Diğer taraftan
Musa (as): Dilimin bağını büsbütün çöz, dememiştir. İşte bu dilinde bir parça
ağırlık ve tutukluk kaldığını göstermektedir.
Bir diğer görüşe göre
yüce Allah'ın: "İstediğin sana verildi" buyruğunun delil olduğu üzere
büsbütün çözülmüştür. Firavun'un: "Ve sözünü nerede ise
açıklayamayan" (ez-Zuhruf, 43/52) demiş olması,
onu terbiye ettiği dönemlerdeki bu bağın bulunduğunu bilmekle birlikte,
rahatsızlığın ortadan kalkmış olduğunu henüz kesin tesbit edememiş
oiduğundandı.
Derim ki: Bu açıklama
tartışılabilir bir açıklamadır. Çünkü durum böyle olmuş olsaydı Musa (as),
Firavun İle gayet açık ve akıcı bir üslupla konuştuğunda: "Ve sözünü
nerede ise açıklayamayan" demezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bir diğer açıklamaya
göre; dilindeki bu ağırlık, Rabbi ile münacaatı esnasında meydana gelmiştir.
Tâ ki O'nun izni olmaksızın başkasıyla konuşamasın.
"... ki sözümü
anlasınlar" Benim kendilerine söyleyeceklerimi bilsinler ve iyice
kavrasınlar. Fıkıh, Arap dilinde anlamak ve kavramak demektir. Bir bedevi İsa
b. Ömer'e: Ben senin anlayış (fıkh) sahibi bir kimse olduğuna tanıklık ederim
İşte buradan hareketle; "Adam aniadı (fakih oldu)" ve; "Filan
kişi ne bilir, ne beller" denilir. "O şeyi sana kavrattım,
bellettim" demektir. Daha sonra fıkıh şeriat ilminin özel adı olmuştur. Bu
ilmi bilene de fakîh denilir. "Fakih oİdu" demektir.
"Fakihlik" anlamındadır. Bu ilimle uğraşmayı anlatmak üzere de;
Allah ona fıkhı öğretti, fıkıh ile uğraştı, fıkhı öğrendi" denilir, İlim
hususunda karşılıklı olarak tartışmayı anlatmak için kullanılır. Bu açıklamayı
el-Cevherî yapmıştır.
"Vezir,
yardımcı" demektir. Çünkü bu kişi sultanın üzerindeki vizri yanı ağırlığı
taşır. Nesaî'de yer alan bir rivayete göre el-Kasım b. Muhammed dedi kî;
Haiamı (Aişe r.anha'yı) şöyle derken dinledim: Rasûluilah (sav) buyurdu ki:
"Sizden herhangi bir kimse bir işin yönetimi başına getirilecek olursa
Allah o kimse hakkında hayır dileğinde ona salih bir vezir nasip eder. Unutursa
hatırlatır, hatırlarsa kendisine yardımcı olur."[78]
Peygamber (sav)m şu
buyruğu da bu muhtevayı dile getirmektedir: "Allah'ın gönderdiği herbir
peygamber ve işbaşına getirdiği herbir halifenin mutlaka iki türlü sırdaşı
vardır. Bir tür sırdaşlar ona iyiiiği emreder ve onu iyiliğe teşvik eder. Öbür
tür sırdaşlar ise, ona kötülüğü emreder ve onu işlemeye teşvik ederler.
Günahtan korunan İse Allah'ın koruduğu kimselerdir." Bunu Buharı rivayet
etmiştir.[79]
Musa, yüce Allah'tan
kendisine bir vezir (yardımcı) ihsan etmesini diledi. Ancak yardımcılığının
sadece yardımcılık çerçevesine münhasır kalmasını istememiştir. Çünkü bunu
istemiş olsaydı, peygamberlikte ona ortak olmazdı. Peygamberlikte ortaklığını
istememiş olsaydı, böyle bir dilekte bulunmaksızın da onu görevlendirebilirdi.
Yardımcı olarak kimi
istediğini açıkça tayin ederek: "Kardeşim Harun'u" demiştir, Hârûn
keEimesi "vezir (yardımcı)" kelimesinden bedel olarak nasb
edilmiştir. Takdim ve te'hir esası üzere de "kıl" anlamındaki kelime
ile de man-sub olabilir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur Ve kardeşim
Harun'u bana vezir yap. Harun, Musa (ikisine de selam olsun)dan bir yaş daha
büyüktü. Üç yaş daha büyük olduğu da söylenmiştir.
"Onunla sırtımı
pekiştir." ("Sırt" anlamı verilen:) el-Ezr; iki yan arası, sırt
demektir. Yani onunla beni güçlendir. Yine "el-ezr" güç kuvvet
anlamındadır, "Onu güçlendirdi" demektir. Yüce Alİah'ın: "Sonra
onu gittikçe kuvvetlendirmiş" (el-Feth, 48/11) buyruğu da böyledir. Ebu
Talib dedi ki:
"Bizim atamiK
Haşini değil midir ki, o gücünü pekiştirmişti ve, Evlatlarına mızrak sallayıp
kılıç kullanmalarını tavsiye etmişti."
"el-Ezr"in
yardım anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, kendisi vasıtasıyla işimin
doğru yola gireceği şekilde onu bana yardımcı kıl demek istemiş şair de şöyle
demiştir:
"Onun yardımı ile
ben işimi doğrultup pekiştirdim ve inandım ki o. Gideceği yolları daralmış
fakirliğin kardeşidir."
Harun (as), Musa (as)a
nisbetle etine daha dolgun, daha uzun boylu, daha beyaz tenli ve dili daha
fasih idi. Musa (as)dan üç yıl önce vefat etmişti. Alnında bir beni vardı. Musa
(as)ın da bunun yumuşağı üzerinde bir beni vardı. Dilinin kenarında da bir
beni vardı. Bu ise ne ondan önce kimsede görülmüştür, ne ondan sonra kimsede
görülecektir. Dilindeki ağırlığın sebebinin bu olduğu dahi söylenmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
"Ve onu
İşimde" nübüvvette ve risaletin tebliğ edilmesinde "ortak yap!"
Müfessirler derler ki:
Harun o sırada Mısır'da idi. Yüce Allah da Musa'ya Harun ile birlikte
gitmesini emretti. Harun'a da Mısır'da iken Musa'yı karşılamasını emretti. Onu
(Mısır'a) bir merhale kala karşıladı ve kendisine vahyolu-nanı haber verdi.
Musa da ona dedi ki: AHah bana Firavun'a gitmemi emredince, ben Rabbimden seni
de benimle birlikte rasûl kılmasını istedim.
Kıraat alimleri genel
olarak: "Kardeşim... pekiştir" şeklinde hemzeyi vasi ile, buna
karşılık; "Ortak yap" lafzında dua olmak üzere hemzeyi üstün
okumuşlardır. Yani, ey Rabbim onunla sırtımı pekiştir ve benimle birlikte
işimde onu da ortak kıl!
İbn Âmir, Yahya b.
el-Harîs, Ebu llayve, el-Hasen ve Abdullah b. Ebi İs-hak ise; -aynı lafızları-
şeklinde kat' "elifi ile ve; diye okumuşlardır. Yani ey Rabbim ben onunla
sırtımı pekiştirecek ve onu işime ortak kılacağım demektir.
en-Nehhas dedi ki:
Böyle okuyanlar bu iki fiili "bana ailemden bir yardımcı kıl" sözüne
cevap olarak cezm mahallinde kabul etmişlerdir. Ancak bu kıraat, hem şaz hem de
açıklanması zor bir kıraattir. Çünkü böyle bir yerde cevap, şart ve ceza
manasını taşır,
O vakit de: Şayet aile
halkımdan bana bir yardımcı kılacak olursan onunla sırtımı pekiştir ve onu
işimde ortak kıl, demek olur. Onun işi ise peygamberlik ve asalettir. Böyle
bir şey ise onun yetkisinde değil ki, bunu ayrıca haber verebilsin. O, yüce
Allah'tan kardeşini peygamberlikte kendisine ortak kılmasını dilemiştir.
"Kardeşim"
kelimesinde îbn Kesir ve Ebu Amr "ya" harfini üstün okumuşlardır.
"Tâ ki Seni çok
teşbih edelim." Burada teşbihin, Senin için namaz kılalım anlamında
olduğu söylenmiştir. Dil ile teşbih anlamına gelme ihtimali de vardır. Yani
Seni celaline yakışmayan şeylerden tenzih edelim. "Çok" anlamındaki
kelime de hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. Zamanın sıfatı olması da
mümkündür. Buradaki "kef'lerin birbirine idğam edilmesi güzeldir. "Seni
çok analım" buyruğunda da böyledir.
"Çünkü Sen bizi
hakkıyla görensin." el-Hattabî dedi ki: el-Basîr (çok iyi gören) işlerin
gizliliklerini bilen demektir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur.
Ey bizi bilen ve
küçüklüğümüzde bizim imdadımıza yetişerek, bize iyilikte bulunan! Aynı şekilde
bu hususta da Sen bize ihsanda bulun!
[80]
36.
"İstediğin sana verildi Ey Musa" buyurdu.
37.
"Andolsun ki sana başka bir sefer daha lütufta bulunmuştuk.
38.
"Hani annene vahyolan şeyleri vahyetmiştik:
39.
"Musa'yı sandığın içine koy ve onu denize bırak. Deniz onu kıyıya
çıkarsın. Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan onu alır ve Ben tarafımdan
senin üzerine bir muhabbet bıraktım. Benim gözetimim altında yetİştirİlesİn
diye.
40.
"Şunu da hatırla; Kızkardcşin gelip: Buna süt verecek birini göstereyim
mi size? demişti. Böylece seni yine annene döndürdük. Gözleri aydın olup
üzülmesin diye. Ve sen birisini öldürmüştün ama, yine de seni gamdan kurtardık
ve seni deneyip mihnetten mihnete uğrattık. Sonra Medyenliler arasında
senelerce kaldın, sonra bir takdir gereği geldin Ey Musa!
41. "Ve
seni Kendim için seçtim.
42. "Sen ve kardeşin âyetlerimle gidin! Beni
anmakta gevşeklik göstermeyin!"
"İstediğin sana
verildi Ey Musa, buyurdu." Rabbinden göğsüne genişlik vermesini, işlerini
kolaylaştırmasını ve diğer sözü edilen hususları isteyince onun dileğini kabul
etti. İstediğini, arzuladığını ona verdi.
"İstek, istenen
ve dilenilen şey" demektir. Bu kelime "fu'l" vezninde olup,
"mef ûl" manasınadır. Nitekim pişirilmiş (mahbûz) anlamında
"hubz" (ekmek)" ile "me'kul" (yenen şey) anlamında
"ukl" demeye benzer.
"Andolsun ki
sana" bundan önce "başka bir sefer daha lutufta bulunmuştuk."
Bu da şanı yüce Allah'ın onu tâ baştan beri düşmanların kötülüklerine -ki bu
da onların doğan İsrailoğullannın erkek çocuklarını boğazlamaları idi- karşı
koruması idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Minnet etmek"
İyilikte bulunmak, lütufta bulunmak demektir.
"Hani annene
vahyolan şeyleri şöylece vahyetmiştik." Buradaki "vah-yetmiştik"
buyruğunun, ilham vermiştik anlamında olduğu söylenmiştir. Denildiğine göre
ona uykuda iken vahy etmişti. İbn Abbas da, peygamberlere vahyettiği gibi ona
da vahyetmişti, demiştir.
"Musa'yı sandığı»
İçine koy." Mukatil dedi ki: Firavun hanedanından İman eden kişi, o
sandığı yapan, ağaçlarını kesen kişidir. Adı Hizkîl (Hazkiel) olup bu sandık
Arabistan inciri ağacından yapılmıştır.
"Ve onu
denize" Nü nehrine "bırak."
"Deniz onu kıyıya
çıkarsın." el-Ferrâ dedi ki: "Onu denLte bırak" buyruğu bir
emirdir. Bu emirde aynı zamanda nrücâzât (karşılık vermek) da vardır. Yani sen
onu at, deniz onu kıyıya çıkaracaktır. Nitekim yüce Allah'ın:"Bi-zim
yolumuza uyun da günahlarınızı biz yükleniriz." (el-Ankebut, 29/12)
buyruğunda da böyledir.
"Benim de
düşmanım onun da düşmanı olan onu alır." Burada kasıt Firavun'dur. Bunun
üzerine annesi bir sandık yaptırdı, içine de bir deri parçası yaydı ve Musa'yı
koydu. Üst tarafını ve aradaki boşluklarını ziftledi, sonra da Nil nehrine
bıraktı. Bu nehrin büyükçe bir kolu Firavun'un sarayının içinden akardı. Yüce
Allah sandığı bu kolun içinde Firavun'un evine doğru sürükledi.
Rivayet edildiğine
göre; o sandığın dibine atılmış pamuk yerleştirdi. Musa'yı içine koydu ve
etrafını ziftleyip alçıladıktan sonra suya bıraktı. Irmağın bir kolu Firavun'un
bahçesinden akıyordu. Firavun, Âsiye İle birlikte havuzun başında otumyorken
aniden sandığı görüverdiler. Verdiği emir üzerine bu sandık oradan çıkartıldı.
Sandığın açılması ile birlikte insanlar arasında en güzel surete sahip bir
küçük çocuk gördü. Allah'ın düşmanı kendisini tutamayacak kadar ileri derecede
onu sevdi.
Kur'ân'ın zahirinden
anlaşıldığına göre su, sandığı Firavun'un (sarayının)
kıyısına bırakmıştır. Firavun da bu sandığı kıyıda
bulup alınmasını emretmiştir. Bununla birlikte suyun Firavun'un bulunduğu
yerdeki ırmağın ağzına doğru kıyıda bir yere bırakmış olma ihtimali de vardır.
Daha sonra ırmak bunu havuzun bulunduğu yere kadar götürmüş olabilir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
Denildiğine göre onu
bulan Firavun'un kızı idi. Bunun baraş hastalığı vardı. Bu sandığı açınca şifa
buldu.
Yine rivayet edildiğine
göre; sandığı çıkardıkları vakit, açmak istediler, ancak buna güçleri yetmedi.
Kırmaya çalıştılar, başaramadılar. Âsiye yaklaştı, sandığın iç tarafında bir
nur gördü, o uğraşarak sandığı açtığında gözlen arasında (alnında) nur
parıldayan küçük bir yavru gürdü. Bu yavru süc yerine parmağını emiyordu. Onu
çok sevdiler. Firavun'un da baraş hastalığına yakalanmış bir kızı vardt.
Doktorlar ona; bu ancak deniz taraflarında bulunacak insana benzer bir
varlığın tükürüğü ile tedavi olabilir, demişlerdi: Baraş hastalığına yakalanmış
bu kızı baraş bulunan yeriere, tükürüğünü sürdü ve iyileşti.
Bir görüşe göre yüzüne
bakmakla birlikte iyileşiverdi, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bir diğer görüşe göre
onu Firavun'un hanımına ait cariyeler bulmuştu. Firavun insanlar arasında yüzü
en güzellerden bir yavru görünce alabildiğine onu sevdi. İşte yüce Allah'ın:
"Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım" buyruğu bunu
anlatır.
İbn Abbas dedi ki: Onu
hem Allah sevmiştir, hem de kullarına sevdirmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Ona
öyle bir güzellik vermişti ki; gören onu sevmeden kendisini alıkoyamazdı.
Katade dedi ki;
Musa'nın gözlerinde bir güzellik, bir hoşluk vardı. Onu kim görse mutlaka
sever, aşık olurdu.
İkrime dedi ki: Yani
Ben sana öyle bir güzellik ve öyle bir hoşluk verdim ki, seni gören herkes
mutlaka sever.
et-Taberî dedi ki: Bu,
Ben senin üzerine rahmetimi bıraktım, anlamındadır. İbn Zeyd de şöyle
demiştir: Ben seni gören herkesin seni sevmesini sağ-ladım. Öyle ki Firavun
dahi seni sevdi ve onun şerrinden kurtulabildin. Mü-zahim kızı Âsiye de seni
sevdi ve evlât edindi.
"Benim gözetimim
altında yetiştirilesin diye." îbn Abbas dedi ki: Yüce Allah'ın muradı
şudur: Annen seni sandığa koyup denize bıraktığında Firavun'un hanımının
cariyeleri aldığında ve içinde ne var diye sandığı açmak istediklerinde,
onlardan birisi: Siz bunu hanımefendinize götürmedikçe açmayınız, çünkü böyle
bir şey sizin onun yanındaki değerinizi arttırır ve sizleri içinde birşeyler
buldunuz da onu alıkoydunuz, diye itham etmemesi için böyle davranmanız
gerekir, dediğinde bunları Ben hep görüyordum. Bunun üzerine cariyeleri sandığı
kapalı haliyle hanımefendilerine getirdiler. Onu açlığında benzeri asla
görülmedik bir bebek gördü. Allah onun içine Musa'nın sevgisini koydu. Onu alıp
Firavun'un yanına girdi ve ona: "Benim için de, senin için de bir
gözbebeğin (olsun)" (et-Kasas, 28/9) deyince Firavun ona; Senin için
olabilir, benim için hayır, demişti. Bize ulaştığına göre Rasûlullah (sav)
şöyle buyurmuştur; "Eğer Firavun evet o benim için de senin için de bir
gözbebeğidir demiş olsaydı, iman eder ve tasdik ederdi." Bunun üzerine
hanımı: Bunu bana bağışla ve onu öldürme! dedi. O da onu hanımına bağışladı.
Bir diğer açıklamaya
güre: "Benim gözetimim altında yetiştirilesin diye" buyruğu Benim
gözetimim altında terbiye edilesin, beslenip büyütülesin demektir. Bu
açıklamayı da Katade yapmıştır.
en-Nehhâs dedi ki; Bu
mana dilde bilinen bir manadır. Meselâ, ata güzel bir şekilde bakıldığını
anlatmak üzere; denilir. Ben bütün bunları gözetimim akında yetiştirilesin
diye yaptım, demektir.
Buradaki
"diye" anlamı verilen "lâm" harfinin bundan sonra gelen
yüce Allah'ın: "Şunu hatırla; Kızkardeşin gelip" buyruğuna taalluk
etmektedir ve burada takdim ve tehir söz konusudur. Bu buyruktaki; Hani"
(mealde: Hatırla) "yetiştirilesin diye" anlamındaki fiilin zarfıdır.
"Yetiştirilesin
diye" buyruğundaki "vav" harfinin zâid olduğu da söylenmiştir.
İbnu'l-Ka'ka' bunu
"lam" harfi ile "ayn" harfini sakin olarak, emir kipinde
okumuştur. İfadenin zahiri muhatap olmakla birlikte kendisine emir verilen
gaibtir. (Buna göre anlam: "Yetiştiril" şeklinde olur ki; seni
yetiştirsinler, demektir.
Ebu Nuheyk ise
"te" harfini üstün olarak okumuştur. Senin yapacağın işler ve
tasarrufların Benim meşîetim ve gözetimim altında olsun, demek olur. Bu
açıklamayı da el-Mehdevî zikretmiştir.
"Şunu da hatırla
ki, kızkardeşin gelip" buyruğunda yer alan: "Şunu da hatırla...
gelip* buyruğundaki âmil ya "bıraktım" anlamındaki ya da
"yetiştirilesin" anlamındaki fiildir. Bununla birlikte bunun:
"Hani... vahyetmiştik" buyruğundan bedel olması da mümkündür.
Kızkardeşinîn adı da
Meryem idi.
"Buna süt verecek
birini göstereyim mi size? demişti." Çünkü kızkar-deşi durumunun ne
olduğunu öğrenmek üzere çıkmıştı. Firavun, Musa'yı hanımına bağışlayınca ona
süt emzirecek birilerini aradı. Kızkardeşi gelene kadar, kimseden süt almayı
kabul etmemişti. Onu alıp göğsüne dayadı ve memesini ona verdi. Hemen sevinçle
onu emmeye koyuldu, ona sen bizim yanımızda kal, dediler. Kızkardeşi: Benim
sütüm yok, dedi fakat ben sizlere ona bakacak ve ona gerçekten samimiyetle
muamele edecek birilerini gösterebilirim, dedi. Bu kimdir? dediler. Benim
annemdir, dedi. Peki sütü var mı? diye sordular. Kardeşim Harun'un sütünü ona
verir, dedi. Harun, Musa'dan bir yaş daha büyüktü. Üç yaş ve dört yaş daha
büyük olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: Firavun, İsrailoğultarına acımış ve
dört yıl süre ile çocuklarını öldürme hükmünü kaldırmıştı. İşte Harun da bu
zaman zarfında doğmuştu. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
Nihayet annesi geldi
ve onun memesini almayı kabul etti. İşte yüce Allah'ın: "Böylece seni
yine annene döndürdük" buyruğu bunu anlatmaktadır. Ubeyy'in, Mushaf'ında:
"Böylece seni... döndürdük" buyruğu; şeklindedir, (mana aynıdır).
"Gözleri aydın
olup, üzülmesin diye" Abdu'l-Hamid'in, İbn Âmir'den rivayetine göre o;
kelimesini "kaf" harfini esreli olarak okumuştur, el-Cevherî dedi ki;
Bu fiil; "Gözüm onunla aydın oldu" şekillerinde kullanılır. Her iki
kullanımın da mastarı; şeklinde gelir. “Gözü aydın adam" demektir.
"Gözleri soğudu" anlamındadır, Allah kendisine gözü aydın olup artık
daha ilerisini istemeyecek kadar verdi" demektir. Gözü soğuyuncaya ve
hararet bulmayıncaya kadar diye de açıklanmıştır. Denildiğine göre sevincin
gözyaşı serin, kederin gözyaşı sıcakmış. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce
Meryem Sûresi'nde (19/25-26. âyetler, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Üzülmesin
diye" yani seni yitirdiği için üzülmesin diye böyle yaptık.
"Ve sen birisini
öldürmüştün." İbn Abbas dedi ki: Kâfir bir Kıptî'yi öldürmüştü. Kâb da
şöyle demişti: O sırada oniki yaşında idi. Müslim'in, Sahih'inde de- ileride
(el-Kasas, 28/15-16. âyetlerin tefsirinde) geleceği üzere-"onu hataen
öldürmüştü" denilmektedir[81]
"Ama yine de seni
gamdan kurtardık." Korkuya kapılmaktan, öldürülmekten, hapse atılmaktan
yana seni güvenlik altında tuttuk.
"Ve seni deneyip
mihnetten mihnete uğrattdt." Yani risalete elverişli hale gelinceye kadar
seni sınadıkça sınadık. Katade dedi ki: Seni imtihan ettik. Mücahid; Seni
alabildiğine arındırıp temizledik, demektir,
İbn Abbas dedi ki:
Risaletten önce seni bir takım hususlarla sınadık. Bunların ilki annesi
kendisine Firavun'un çocukları boğazladığı bir yılda gebe kalmıştı. Sonra onun
suya atılması, sonra annesinin memesinden başka kimseden süt almaması, sonra
Firavun'un sakalını çekmesi, sonra inci yerine kor ateşi eline alması ve
bununla Firavun'un öldürmesi tehlikesini uzaklaştırması. Arkasından Kıptî'yi
öldürmesi ve etrafını gözetleyerek korku içerisinde çtkıp gitmesi. Bilahare
insanları yönetmeye alışmak üzere koyun çobanlığı yapması...
Denildiğine göre bir
gün bir oğlak koyun sürüsünden kaçtı. Günün uzunca bir bölümü onu takip etti,
onu çok yordu. Sonra da onu alıp öptü ve bağrına bastı. Ona: Hem beni yordun,
hem kendini yordun demiş, ona kızmamış tır.
Vehb b. Münebbih dedi
ki: İşte bundan dolayı yüce Allah onu ketim edindi. Daha önceden en-Nisa
Sûresi'nde (4/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Medyenliler
arasında senelerce kaldın." Bununla anlaştığı iki şıklı sürenin daha
eksiksiz olan on yıllık süreyi kastetmektedir. Vehb dedi ki: Şu-ayb'ın yanında
yircnisekiz yıl kalmıştır. Bunun on yılı hanımı Şuayb kızı Safûrâ'nın mehri
idi. Onsekiz yıl da çocuğu doğuncaya kadar yanında ikamet etti.
"Sonra bir takdir
gereği geldin. Ey Musa" İbn Abbas, Katade ve Abdu'r-Rahman b. Keysan
dediler ki: Bununla nübüvvet ve risalete uygun hale geldin, demek
istenmektedir. Çünkü peygamberler ancak kırk yaşında peygamber olurlar.
Mücahid ve Mukatil, "bir takdir gereği" buyruğunu bir vade gereği,
diye açıkiamışlardır.
Muhammed b. Ka'b da
şöyle demiştir: Sonra sen Benim, senin hakkında geleceğini takdir etmiş olduğum
kadere uygun olarak geldin, demektir. İkisinin de anlamı birdir. Yani sen
Bizim seni rasûl olarak göndermeyi murad ettiğimiz vakit geldin. Şair de şöyle
demiştir:
"0 hilafete nail
oldu ya da onun için bir kaderdi,
Nitekim Musa'nın
Rabbine belli bir kader gereği vardığı gibi."
"Ve seni Kendim
için seçtim" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demektedir: Seni
vahyim ve risaletim için seçtim. Burada; "Seni... seçtim" buyruğunun
san'at'tan alınma, yarattım anlamında olduğu söylenmiştir. Bunun kullanma emir
ve nehiylerimi tebliğ etmen için sana güç verdim, ilim öğrettim demek olduğu da
söylenmiştir.
"Sen ve kardeşin
âyetlerimle gidin.* İbn Ab bas: Ona indirilmiş olan dokuz âyeti
kastetmektedir, der.
"Beni anmakta
gevşeklik göstermeyin." İbn Abbas dedi ki: Risalet hususunda asla zaafa
düşme. Katade de böyle açıklamıştır. Hiçbir şekilde fütura kapılmayın.
Gevşemeyin, diye de açıklanmıştır. Şair dedi ki:
"Muhammed o
mutlak ilah kendisine geçmiş ve geride kalmış (Günahlarını) bağışladığından
beri Asla gevşemedi, zaaf göstermedi."
Bu kelime zaaf
göscermek, fütur göstermek, zayıflamak, bitip tükenmek anlamlarına gelir.
İmruu'1-Kays da şöyle demektedir:
"Diğer yüzücüler
(atlar) zaaf gösterip, yorulduklarında tırnaklarını Sert yerlere vurup toz
çıkartırlarken; (benim atını) hızlıca
yürümeye devam
eder."
"Bu işi görmekte
zaafa düştüm..." denilir. İsm-i faili; dir. Müennes İsm-i fail de; dır.
"Ben onu zaafa düşürdüm, yordum" anlamındadır. "Filan kişi hâlâ
bu işi yapmaya devam eder" demektir. Ebân da âyetin anlamını böylece
açıklamış ve delil olarak da Tarafe'nin şu beytini göstermiştir:
"Sanki
önlerindeki o muazzam tencereler,
Kurdukları kubbelere
(çadırlara) benzer; hiç durmaksızın kaynayıp dururlar."
Yine İbn Abbas'tan
bunun "gecikmeyin" anlamında olduğu nakledilmiştir.
İbn Mes'ud'un
kıraatinde: "Beni anmakta gevşekliğe kapılmayın" şeklindedir.
Anmaktan kasıt; Bana hamdetmek, Benim şanımı, şerefimi yüceltmek ve risaletimi
tebliğ etmektir.
[82]
43.
"İkiniz Firavun'a gidin. Çünkü o, haddini aşmıştır.
44.
"Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar."
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[83]
Yüce Allah'ın:
"İkiniz Firavun'a gidin" buyruğundan önce: "Sen ve kardeşin
âyetlerimle gidin" (Tâ-Hâ, 20/40) denilmişti. Burada ise "ikiniz
gidin" denilmektedir. Bu şöyle açıklanmıştır: Yüce Allah bu âyet-i
kerîmede Musa ve Harun'a, Firavun'a davette bulunmak üzere gitmelerini
emretmektedir. Önce yalnızca Musa'ya -ona şeref kazandırmak için- hitab
ettikten sonra te'kid için bunu tekrarlamış bulunmaktadır.
Bir başka açıklama da
şöyledir: Bununla onlardan birisinin gitmesinin yeterli olmadığını
açıklamaktadır. Bir diğer görüşe göre; birincisindeki emir bütün insanlara
gitme emridir, ikincisinde ise Firavun'a gitme emri verilmiştir.
[84]
"(Ma yumuşak söz
söyleyin" buyruğunda iyiliği emredip münkerden alıkoymanın caiz oluşuna
delil vardır. Ayrıca bunun, elinde güç ve kuvvet bulunduranlara kaçşı
yumuşaklıkla yapılacağına da delil vardır. Bununla birlikte onun (bu güçlülere
karşı) korunacağı da teminat altına alınmıştır. Nitekim: "Ona yumuşak söz
söyleyin" diye buyuruiüuğu gibi: "Korkmayın çünkü Ben sizinle
beraberim. İşitir ve görürüm." (46. âyet) diye buyurduğuna dikkat edelim,
O halde bu şekilde davranmak, öncelikle bizim için söz konusu olmalıdır. İşte
o vakit emredip alıkoyan kimse istediğini elde eder, arzusunu gerçekleştirir.
Bu da açıkça görülen bir husustur.
[85]
İlim adamları yüce
Allah'ın: "Yumuşak söz" buyruğunun anlamı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Aralarında el-Kelbî ve İkrime'nin yer aldığı bir kesim şöyle
demiştir: Bu ona künyesi ile hitap edin demektir. İbn Abbas, Mücahid ve
es-Süddî de böyle demiştir. Künyesinin de Ebu'l-Abbas olduğu söylenmiştir.
Ebu'l-Velid olduğunu, Ebu Murre olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşe göre,
kâfir bir kimse ileri gelen, etkin ve müslüman olması ümit edilen birisi İse,
künyesiyle hitap etmek caizdir. Müslüman olacağı ümit edilmese dahi bu caiz
olabilir. Çünkü ümitlenmek belli ameli gerektiren hakikat değildir.
Peygamber (sav)da:
"Size bir kavmin nezdinde değerli olan birisi geldiği takdirde ona değer
veriniz."[86] diye buyurmuş ancak,
müslüman olacağını ümit ederseniz diye buyurmamıgtır. İşte kâfire künyesi ile
hitap etmek te ona değer vermenin bir parçasıdır.
Peygamber (sav) Safvan
b. Umeyye'ye; "İn ey Vehb'in babası" diyerek, ona künyesiySe hitab
etmiş. Sa'd'a da: "Ebu Hubab'ın söylediklerini duymuyor musun?"
demiş ve bununla da Abdullah b. Ubeyy'i kastetmiştir.
İsrâıHyât'ta rivayet
edildiğine göre Musa (as) bir sene boyunca Fira-vun'un kapısında ayakta
bekledi. O dışarı çıkıncaya kadar ona sözünü ulaştıracak bir elçi bulamadı ve
aralarında yüce Allah'ın bize nakletmiş olduğu olay cereyan etti.
Bu da ondan sonra
gelen mü'minlere zalimler ile aralarında geçecek olaylara dair bir teselli
kaynağıdır. Hidayet bulanları en iyi bilen senin Rab-bindir. Yine denildiğine
göre Musa ona: Benim getirdiklerime iman eder, âlemlerin Rabbine ibadet
edersen, ölüme kadar asla yaslanmamak üzere genç kalacaksın, yine ölünceye
kadar elinden alınmayacak hükümdarlığın olacak ve dörtyüz yıl yaşayacaksın,
öldüğün takdirde de cennete gireceksin. İşte sözü edilen "yumuşak
söz" budur.
İbn Mes'ud da şöyle
demektedir; "Yumuşak söz" yüce Allah'ın bize aktardığı üzere
şunlardır: "De ki: Sen temizlenme^ istiyor musun? İster misin ki sana
Rabbine giden yolu göstereyim de korkâsın?" (en-Nâziât, 79/18)
"Yumuşak söznün,
Musa (as)ın söylediği şu sözler olduğu da söylenmiştir: Ey Firavun, biz
âlemlerin Rabbi olan senin de Rabbinin elçileriyiz.
Ona bu şekilde Firavun
adıyla hitap etmesinin sebebi, kendisine hitap edildiğinde kullanılan isimler
arasında en sevdiği ismin o oluşundandır. Nitekim hükümdar, kral vb. isimler de
bu kabildendir.
Derim ki:
"Yumuşak söz" sert olmayan sözdür. "O şey yumuşadı,
yumuşar" denilir. "Yumuşak" denildiği gibi "ya" harfi
şeddesiz ve sakin olarak da kullanılır, çoğutu da şeklinde gelir.
Musa (as)a, Firavun'a
yumuşak söz söylemekle emrolunduğuna göre; ondan daha aşağı mertebede bulunan
kimselerin de hitabında buna uyması daha uygundu. İyiliği emrederken sözlerinde
buna dikkat etmesi daha uygundur. Nitekim yüce Allah el-Bakara Sûresi'nde
(2/83- âyet, 8. başlıkta) geçtiği üzere'insanlara güzellikle söz
söyleyin" (el-Bakara, 2/83) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.
[87]
"Belki öğüt alır
yahut korkar" buyruğunun anlamı şudur: Yani sizin umudunuza ve sizin
beklentinize göre bu böyledir. Burada umut ve beklenti insanlar İle ilgilidir.
Nahivcilerin büyüklerinden Sibeveyh ve başkaları böyle demiştir. Buna dair açıklama
el-Bakara Sûresi'nin de baş taraflarında (2/21. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
ez-Zeccac dedi ki:
"Belki, umulur ki..." kelimesi umut ve beklenti ifade eden bir
kelimedir. Yüce Allah akıllarıyla kavrayacakları bir üslupla onlara hitab
etmiştir. Burada edatın soru anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani bak
bakalım, o öğüt alacak mı? demektir. Bunun; anlamında olduğu da söylenmiştir.
(Öğüt alsın yahut korksun diye, demek olur.)
Bir görüşe göre
bununla yüce Allah, Harun'un Musa'ya: "Belki o öğüt alır yahut
korkar" diye söylemiş olduğunu haber vermektedir. Bu açıklamayı da
el-Hasen yapmıştır.
Şöyle de denilmiştir;
Kur'ân-ı Kerîm'deki bu ve benzeri umut ve beklenti ifade eden edatların tamamı
fiilen meydana geErmş ve gelecek hususlar hakkında kullanılmıştır. Firavun da
boğulduğu esnada hatırlamış ve korkmuş, bu sebebten dolayı da:
"îsrailoğullarının imarı ettiklerinden başka bir ilâhın olmadığına
inandım. Ben de müslümanlardanım." (Yunus, 10/90) demiş, ancak bu iman ona
fayda vermemişti. Bu açıklamayı Ebu Bekr el-Verrâk ve başkaları yapmıştır.
Yahya b. Muâz da bu
âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Ben ilâhım, diyen kimselere karşı
senin yumuşak davranman bu şekilde olması gerektiğine göre, ilâh bizzat sensin
diye(rek ortak koşa)nlara karşı yumuşak davranman nasıl olmalıdır?
Bir diğer açıklama da
şu şekildedir: Firavun, Musa kendisini davet ettiğinde söylediği sözlere
dikkat etti. Bu hususta hanımıyla danıştı, o iman etti ve ona da iman etmesi
yönünde telkinde bulundu. Haman ile danıştı, Haman: Sen önceleri her şeyin
sahibi bir kral iken başkasının mülkü olacaksın. Rab iken başkasının rabliğini
kabul edeceksin, bunun için yapma, dedi, Sonra da: Ben sana gençliğini geri
veririm dedi, sakalını siyaha boyadı. İlk saç boyayan o oldu.
[88]
45. "Ey
Rabbimiz! Biz, bize karşı aşın gitmesinden veya azgınlığını arttırmasından
korkarız" dediler.
"Ey Rabbimiz! Biz
bize karşı aşırı gitmesinden veya algınlığım arttırmasından korkarız,
dediler" buyruğu ile ilgili olarak ed-Dahhak: "Aşırı gitmedi acele
etmesi diye; "azgınlığım artttrmasrnı da haddi aşarak düşmanca davranması
diye açıklamıştır. en-Nehhâs da şöyle demektedir: İfadenin takdiri şöyledir.
Biz, bizim aleyhimize aşırıya kaçarak olmadık bir iş yapacağından korkarız.
el-Ferrâ dedi ki: "Bir işi yaptı" demektir. ise aşırıya gitti,
anlamındadır. "Terketti" demektir.
Cumhur: "Aşırı
gitmesi" şeklinde "ya" harfini üstün "ra" harfini
öt-relî olarak okumuştur. Bu da elini çabuk tutarak bizi cezalandırmakta acele
edeceğinden korkarız anlamındadır. Su almak üzere topluluğun önünden giden
kişiye; denilmesi de buradan gelmektedir. Yani bizler günahta ileriye gitmiş,
aşırıya kaçmış bir kimsenin yapacağı gibi bizi azaba, işkenceye uğratacağtndan
korkarız. Bu açıklamayı ei-Müberred yapmıştır.
Aralarında İbn
Muhaysın'ın da yer aldığı bir kesim bu kelimeyi "ya" ve
"ra" harfleri üstün olarak okumuştur. el-Mehdevî dedi ki; Bu bîr
söyleyiş olabilir. Yine ondan "ya" harfi ötreli, "ra"
harfi de Üstün olarak okuduğu da nakledilmiştir. Bunun, herhangi bir kimsenin
ya da sebebin etkisi altında kalarak bize karşı acelecilik edeceğinden
korkarız, demektir.
Bir başka kesim
"ya" harfini ötreli "ra" harfini de esreli olarak okumuşlardır.
İbn Abbas, Mücahid, İkrime ve İbn Muhaysın da böyle okumuşlardır. Bu da bize
vereceği eziyette, yapacağı işkencelerde çok ileriye gitmesinden korkarız,
demek otur. Şair recez vezninde şöyle demektedir:
"Bu dev gibi adam
bize çok fazla eziyet etti ve elini çabuk da tuttu."
[89]
46. Buyurdu
ki: "Korkmayın! Çünkü Ben sizinle beraberim. İşitir ve görürüm."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[90]
İlim adamları dedi ki:
Onların da sair İnsanlarda olduğu gibi kendileri adına korkmaları üzerine,
yüce Allah kendilerine Firavun'un da, kavminin de onlara eziyet verme imkânı
bulamayacağını haber verdi, öğretti.
Bu âyet-i kerîme, ben
korkmam diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir. Düşmanlardan korkmak yüce
Allah'ın peygamberlerinin, velilerinin -kendisini bilip ona güvenmelerine
rağmen- bir sünnetidir,
Hasan-ı Basrî'nin
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kendisine Âmir b. Abdullah hakkında haber
verene söylediği sözleri gerçeklen güzeldir. Bu kişiye göre Âmir b. Abdullah
arkadaşları ile birlikte Şam yolunda bir suyun kenarında konaklamışlar. Arslan
gelip onlarla suyun arasında durmuş. Âmir suya kadar gitmiş, ihtiyacı olan
suyu almış. Kendisine: Kendini tehlikeye attın, denilince şöyle demiş: Kılıç ve
mızrakların karnıma teker teker saplanmaları yüce Allah'ın benim kendisinden
başka bir şeyden korktuğumu bilmesinden daha sevdiğim bir iştir. Bunu duyan
Hasan-ı Basrî şöyle demiş: Âmir'den daha hayırlı olanlar korkmuş, Musa (as)
haber getiren kişi kendisine: "İleri gelenler seni öldürmek için hakkında
danışıyorlar. Çık git, muhakkak ben sana öğüt verenlerdenim" deyince korku
ile etrafı gözeterek o şehirden çıkıp: "Rabbim, beni zalimler
topluluğundan kurtar." (el-Kasas, 28/20) demişti. Yine onun hakknıda
şöyle buyurulmaktadır: "Nihayet şehirde korku ile gözetleyerek sabahı
etti." (el-Kasas, 28/18) Bu buyruklarda korktuğunu gördüğümüz gibi;
sihirbazlar da iplerini ve sopalarını yere bıraktıkları hali anlatırken:
"Musa içten içe bir korkuya kapıldı. Biz ona: Korkma dedik, çünkü üstün
gelecek olan sensin." (Tâ-Hâ, 20/67-68) diye buyurmaktadır.
Derim ki: Peygamber
(sav)in Medine çevresinde müslümanlan ve mallarını korumak maksadıyla Hendeği
kazması da bu kabildendir. Halbuki o hiçbir kimsenin ulaşamayacağı seviyede
Rabbine tevekkül eden ve O'na güvenen kimse idi. Diğer taraftan herkesin de
bildiği gibi; onun ashabı kendi yurtlarını bırakıp bir sefer Habeşistan'a, bir
başka sefer Medine'ye göç ettiler. Çünkü Mekke müşriklerinin kendilerine zarar
vereceğinden korkuyorlardı. Kendilerine yapacakları işkencelerle dinleri
sebebiyle azaba uğratılmaktan korktukları için kaçıyorlardı.
Ömer (ra) da Esma
bintî Umeys'e: Biz sizden önce hicret ettik. O bakımdan sizden daha çak
Rasûlullah (sav)a yakın olmaya hak sahibiyiz deyince, Esma binti Umeys şu
cevabı vermişti: Doğruyu söylemedin ey Ömer, asla. Allah'a yemin ederiz,
sizler Rasûlullah (sav) ile birlikte idiniz. O aranızdaki açları yedirir,
cahillerinize öğüt verirdi. Biz ise Habeşistan'da bizimle akrabalıkları
bulunmayan, bize uzak, (dinlerini) buğz ettiğimiz bir diyarda -yahut bir yerde-
bulunuyorduk. Bu ise Allah ve Rasûlü uğrunda idi. Allah'a yemin ederim, senin
bu söylediklerini Rasülullah'a nakletmedikçe ne bir yemek yiyeceğim, ne de bir
şey içeceğim, Biz orada eziyetler görüyorduk ve korkuyor idik... Hadisi uzun
uzadıya Müslim rivayet etmektedir.[91]
İlim adamları der ki:
Yüce Allah'ın Âdemoğullarının nefislerinde yaratmış olduğu tabiatın dışında,
kendisi hakkında haber veren kimseler yalancıdırlar. Yüce Allah İnsanın
tabiatına kendisine zarar ve acı verecek yahut telef edecek şeylerden kaçmayı
yerleştirmiştir.
Yine dediler ki: Düz
bir arazide saldırgan ve yırtıcı bir hayvandan kendisini savunacak kılıç,
mızrak, ok, yay ve buna benzer hiçbir silahı bulunmayan kimseye bu halinden
daha zararlı hiçbir şey yoktur.
[92]
"Çünkü Ben sizinle
beraberim" yardımım, desteğim ve Firavun'a kadir oluşumla beraberim
demektir. Bu bir kimsenin emir tarafından himaye edilişini anlatmak istediği
zaman:
Emir filan kişi ile
birliktedir, demeye benzer.
"İşitir ve
görürüm" yani hiçbir gizli şeyin dahi kendisinden gizli ve saklı
kalmayacağını ve herşeyi bilip, idrâk ettiğini anlatmaktan ibarettir. Âlemlerin
Rabbi Allah'ın şanı ne yücedir!
[93]
47.
"Artık ona varıp deyiniz ki: Muhakkak biz senin Rabbin tarafından
gönderilmiş rasûlleriz. O halde İsraÜoğullarım bizimle gönder. Onlara azab
etme! Biz sana Rabbin tarafından bir âyet İle geldik. Selâm olsun hidayete
uyanlara.
48.
"Gerçekten bize: Muhakkak azab, yalanlayan ve yüz çevirenler üzerinedir,
diye vanyolundu."
49.
"Sizin Rabbiniz kimdir? Ey Musa" dedi.
50.
"Rabbimiz, bütün herşeye hilkatini verip sonra da ona doğru yolu
gösterendir" dedi.
"Artık ona varıp
deyiniz ki Muhakkak biz senin Rabbin tarafından gönderilmiş rasûlleriz"
buyruğunda hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani sonra ona gittiler ve ona bu sözleri
söylediler.
"O halde
İsrailoğullarını bizimle gönder." Onları serbest bırak. "Onlara"
angarya işlerle ve yaptıkları işlerde onları yormak suretiyle "azab
etme!"
îsrailoğulları
Firavun'un eli altında oldukça çetin bir azap içerisinde bulunuyorlardı. Oğullarını
boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çamur, kerpiç ve şehir inşaatında
altından kalkamayacakları işlerle onları yükümlü tutuyordu.
"Biz sana Rabbin
tarafından bir âyet ile geldik." İbn Abbas dedi ki: Bununla âsa ve el
mucizelerini kastetmektedir.
Denildiğine göre
Firavun ona: Bu mucize nedir? diye sormuş; o da elini gömleğinin yakasına
soktuktan sonra güneş ışığını andıran bir parıldayış ile bembeyaz
çıkarıvermişti. Onun ışığı, güneşin nurunu gölgelemişti, buna hayret etti. Asa
mucizesini ona ancak toplandıkları tören gününde göstermişti.
"Selam olsun
hidayete uyanlara!" ez-Zeccâc dedi ki; Yani hidayete uyan kimse yüce
Allah'ın gazabından ve azabından kurtulmuş, esenliğe kavuşmuş olur. O bu
ifadesiyle ona selam vermek maksadını gülmemişti. Buna delil ise bu sözlerinin
karşılaşmalarının veya hitabının başında söylenmemiş olmasıdır.
el-Ferrâ dedi ki:
"Selam hidayete uyanlara!" demek kasdı ile; ile demek arasında bir
fark yoktur.
"Gerçekten bize:
Muhakkak azab" yani dünya hayatında yok olup, helâk olmak, âhiret
hayatında da cehennemde ebedi kalmak, Allah'ın peygamberlerini
"yalanlayan ve" iman etmekten "yüz çevirenler üzerinedir, diye
vahyolundu." İbn Abbas dedi ki: Bu âyet-i kerîme muvahhidler için en büyük
ümit kaynağıdır, çünkü onlar ne yalanlamışlardır ne de yüz çevirmişlerdir.
"Sizin Rabbiniz
kimdir? Ey Musa." Firavun'un, Harun'u söz konusu etmeyip, Musa'yı söz
konusu ettiğinin belirtilmesi, âyet sonlan (arasında uyum) dolayısıyladır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Özellikle onun adını söylemesi, risaletin, yüce Allah ile
konuşmanın ve mucizelerin sahibinin o oluşundan dolayıdır.
Bir diğer görüşe göre;
her ikisi de -Harun susuyor idiyse dahi- risaleü tebliğ etmişlerdir. Çünkü
konuşma esnasında ancak bîr kişi konuşabilir. Birisinin sözü kesildi mi öbürü
onu destekler ve te'yid eder. Böylelikle buradan hareketle biz bir ilmî fayda
elde ediyoruz, İki kişiye bir görev verilecek olursa, bu görevi onlardan
birisi yerine getirirken diğeri kişi de onun yanında bulunmakla birlikte, kimi
zaman ona ihtiyaç duyulur, kimi zaman ihtiyaç duyulması dahi onlar kendilerine
verilen görevi eksiksiz yerine getirmiş, onu ifa etmiş ve mükâfat almayı
haketmiş olurlar. Çünkü yüce Allah: "İkiniz Fİ-ravun'a gidin" (43,
âyet); "Sen ve kardeşin... gidin" (42. âyet) ve; "Ona deyiniz
ki" diye buyurmakta ve her ikisine de gidip ona emredilenleri söylemelerini
emretmiş bulunmaktadır. Sonra yüce Allah Firavun'un onlara hitap ettiğinde:
"Sizin Rabbiniz kimdir?" dediğini haber vermekte ve bununla Harun'un
da Musa (ikisine de selam olsun) ile birlikte olduğunu bildirmektedir.
Musa: "Rabbimiz,
bütün herşeye hilkatini verip, sonra da doğru yolu gösterendir, dedi,"
Yani bizim Rabbimiz sıfatları ile bilinir, O'nun, O filandır denilecek şekilde
(mahlukat gibi) özel bir ismi yoktur. Aksine o bütün kâinatı yaratandır. Her
bir yaratığa belli şekil ve sureti veren O'dur. Eğer onlarla konuştuğunda her
ikisi de cevap vermiş olsalardı, yüce Allah'ın: Rabbimiz... dediler, diye
buyurması gerekirdi.
"Hilkatini"
anlamındaki lafız, "verip" anlamındaki fiilin ilk mefulüdür. Yani O,
herbir şeye gerek duydukları şekilde ve kendilerine uygun olacak şekilde
hilkatlerini verendir. Yahut ikinci mef'ul de olabilir. Yani herbir şeye
suretini ve ondan sağlanacak faydaya uygun olan şeklini veren O'dur. Bu;
geleceği üzere ed-Dahhak'ın görüşüne göredir.
"Sonra da doğru
yolu gösterendir" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas, Saîd b. Cübeyr ve
es-Süddî şöyle demişlerdir: O her bir şeye kendi türünden onun öbür tekini,
eşini vermiş, sonra da onunla ilişki kurma yolunu, yiyecek elde etme, içecek
elde etme ve meskene sahip olma yolunu göstermiştir.
Yine İbn Abbas'tan
şöyle dediği nakledilmiştir: Sonra ona kaynaşmak, bir araya gelmek ve
çiftleşmek yolunu göstermiştir.
el-Hasen ve Katade
dedi ki: O her bir şeye kendisine uygun olanı vermiş ve halini ıslâh edip,
düzeltecek olanı göstermiştir.
Mücahid de şöyle
demektedir: O her bir şeye bir sure vermiştir ki, insanların yaratılış ve
suretlerini diğer hayvanlara, canlılara vermediği gibi, hayvanlara verdiği
yaratılışı da insanlara vermemiştir, O her bir şeyi ayrı ayrı yaratmış ve
belli bir ölçü ile takdir etmiştir. Şair şöyle demektedir:
"Her "jir
şeyi O ayrı bir hilkatte yaratmıştır. İşte Allah böyledir, O ne dilerse
yapar."
Yani O, dilediği gibi
yaratır ve suret verir, Bu Atıyye ve Mukatil'İn de görüşüdür.
ed-Dahhak dedi ki: Her
bir varlığa kendisine uygun ve kendisinden beklenen faydaya elverişli bir
hilkat vermiştir. Yani eli yakalamak, ayağı yürümek, dili konuşmak, gözü
görmek, kulağı işitmek için yaratmıştır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Her bir şeye ilham ettiği bilgi yahut sanatı vermiştir.
el-Ferrâ da şöyle
demektedir: O erkeği kadın için yaratmıştır. Her bir erkeğe de kendisine uygun
dişiler yaratmıştır. Sonra da erkeğin dişisine gideceği yolu göstermiştir.
Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: O her bir şeye kendi yaratılışının bir
benzerini vermiştir.
Derim ki: Bu İbn
Abbas'ın açıklaması ile aynı anlamı ifade eder. Ayet-i kerîme genel anlamı İle
bütün bu görüşleri kapsar. Zaide, el-A'meş'den: "Herşeye hilkatini
verip..." buyruğunu (son kelimedeki) "lam" harfini cezm yerine
üstün ile okumuştur. Bu aynı zamanda İbn Ebi İshak'ın da kıraatidir. Ayrıca
bunu Nusayr, el-Kisaî'den ve başkalarından da rivayet etmiştir. Şu demektir: O,
Âdemoğullanna gerek duydukları herşeyi verendir.
Her iki kıraat mana
itibariyle birbirine uygundur.
[94]
51.
"Geçmiş asırlar halkının halleri nicedir?" dedi.
52. Dedi ki:
"Onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rab-bîm yanılmaı ve
unutmaz."
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[95]
"Geçmiş asırlar
halkının halleri nicedir?" Onların durumu nedir? Halleri nedir? Musa (as)
kendisine onların bilgisinin Allah'ın nezdinde olduğunu bildirdi. Yani bu
senin hakkında soru sorduğun şey, gayb ümindendir. Yüce Allah'ın bilgisini
kendisine sakladığı ve kendisinden başka kimsenin bilmediği bir bilgi
tiiründendir. Ben de ancak senin gibi bir kulum. Bana gayblan bilenin verdiği
haberlerden başkasını bilmem. Geçmiş asırlardaki kavimlerin durumlarına dair
bilgi yüce Allah'ın nezdinde Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunuyor.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Önceki asırların ahalisinin bunu kabul etmeyişlerinin sebebi
nedir? Yani neden onlar da senin Rabbinden başkasına ibadet ettikleri halde
yok olup gittiler?
Şöyle de
açıklanmıştır; O, Musa (as)a önceki nesillerin amelleri hakkında soru
sormuştur. O da kendisine bu amellerinin Allah tarafından tesbit edilmiş
olduğunu ve O'nun nezdindeki bir kitapta kayıtlı bulunduklarını bildirdi. Yani
bunların yaptıkları yazılıdır. Yarın onlara bu amellerinin mükafatını ya da
cezasını verecektir.
Musa (as)
"kitap" ile Levh-i Mahfuz'u kastetmiştir. Bunun kimi meleklerle
birlikte bulunan bir kitap olduğu da söylenmiştir.
[96]
Bu âyet-i kerîme ve
buna benzer geçmiş ve gelecek olan âyetler, ilimlerin tedvin edilip
unutulmamaları İçin yazılmaları gerektiğine delil teşkil etmektedir. Çünkü
ezberlemek, yanlışlık ve unutmak gibi bir takım tehlikelere maruz kalabilir.
İnsan bazen duyduğunu ezberlemeyebilir, O bakımdan bu bilgiyi elden kaçırmamak
için onu yazı ile belgeler.
Bizler muttasıl bir
isnad ile Katade'den şunu rivayet ediyoruz: Ona: Senden duyduklarımızı yazalım
mı? diye sorulmuş. O da şöyte demiş: Latif ve Ha-bir olan, sana yazdığını haber
vermişken seni yazmaktan alıkoyan nedir? Çünkü O: "Onların bilgisi
Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz" diye
buyurmuştur.
Müslim'in, Sahih'inde
kaydedildiğine göre Ebu Hureyre (ra) dedi ki: Ra-sûlullah (sav) buyurdu ki:
"Allah yaratıkları yaratmayı hükmettiğinde, Kendisine ait ve nezdinde
bulunan kitabında, Kendi üzerine şunu yazdı: Şüphesiz rahmetim gazabımı geride
bırakır. "[97]
el-Hatib Ebu Bekr de
senedini kaydederek Ebu Hureyre'den şöyle dediğini nakleder: Ensar'dan bir
adam, Peygamber (sav)ın huzurunda oturur, ondan hadis dinler. Bu onun hoşuna
gider, fakat onu bellemezdi. Bu halinden, Rasûlullah (sav)a şikayette bulundu.
Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Ben senden hadislerini dinliyorum, hoşuma da
gidiyor, fakat onu belleyemiyorum. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) yazı yazmaya
işaret ederek: "Sağ elinin yardımını al" diye buyurdu[98]
Bu açık bir nasstır.
Ashab'in ve Tabiînin cumhuru ilmin yazılarak, tedvin edilmesinin caiz olduğunu
kabul etmişlerdir. Rasûlullah (sav) Hac'da irad etmiş olduğu hutbenin,
Yemen'den bir adam olan Ebu Şah'ın yazılıp kendisine verilmesini istemesi
üzerine yazılmasını emretmişti. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.[99]
Amr b. Şuayb
babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "İlmi yazı ile kaydediniz."[100]
Muavİye b. Kurra dedi
ki: İlmi yazmayan kimsenin ilmi ilim olmaktan çıkar.
Kimileri de yazmanın
yasak olduğu kanaatindedir. Ebu Nasra rivayet ederek dedi ki: Ebu Said'e: Sizin
bu hadisinizi yazalım mı diye sorulmuş, o da: Siz bunu niye Kur'ân gibi
değerlendiriyorsunuz? Bunun yerine biz nasıl ezbedediysek, siz de öylece
ezberleyin, demiştir.
Yazmayanlar arasında
eş-Şa'bî, Yunus b. Ubeyd ve Halid el-Hazzâ da vardır. Halid dedi ki: Tek bir
hadis müstesna hiçbir şey yazmadım. Onu da ezberledikten sonra sildim. İbn Avn
ve ez-Zührî de yazmayanlardandır. Bunların kimisi önce yazar, sonra onu
ezberledikten sonra silerdi. Böyle yapanlardan birisi Muhammed b. Şîrîn ve
Âsim b. Damra'dır,
Hişanı b. Hassan dedi
ki: Ben "el-A'mâk hadisi" diye bilinen hadis dışında asla hadis
yazmadım. Onu da ezberledikten sonra sildim.
Derim ki: Biz Halid
el-Hazzâ'dan da bunun benzeri bir sözü zikretmiş bulunuyoruz.
"el-A'mâk" diye bilinen hadisi de Müslim, kitabının sonlarında rivayet
etmiş bulunmaktadır: "Rumlar, el-A'mâk denilen yere -yahut ta şüphe
raviden olmak üzere Dâbik'a inmedikçe... kıyamet kopmayacaktır."[101] Bu
hadisi Müslim, Fiten bölümünde zikretmiş bulunmaktadır.
Kimisi de ezberler,
sonra da ezberlediğini yazardı. el-A'meş, Abdullah b. İdris, Huşeym ve
başkaları bunlardandır. Bu da ezberleme için bir ihtiyattır. Genel olarak
yazmak daha İyidir,
Âyetler ve hadisler de
bu doğrultuda vârid olmuştur. Ömer, Ali, Câbir ve Enes (Allah hepsinden razı
olsun) rivayet edilen kanaat bu olduğu gibi; onlardan sonra gelen el-Hasen,
Atâ, Tavus, Urra b, ez-Zübeyr gibi tabiînin büyükleri ile onların ardından
gelen ilim ehlinden de nakledilen kanaatler bu doğrultudadır. Yüce Allah da
şöyle buyurmaktadır: "Bir de ona levhalarda kerşeye ait bir öğüt ve
herşeye dair açıklamayı yazdık." (ei-A'raf, 7/145); "An-dolsun Biz,
Tevrat'tan sonra Zebur'da: Arza Benim salih kullarım mirasçı olur, diye
yazdık." (el-Enbiya, 21/105); "Bize hem bu dünyada, hem de âhi-rette
iyilik yaz." (el-A'raf, 7/156); "Küçük-büyük herşey satır satır
yazılıdır." (en-Necm, 54/52)
Burada da yüce Allah:
"Onların bilgisi Babbimin yanında bit kitaptadır" diye
buyurmaktadır. Ve buna benzer daha başka âyet-i kerîmeler.
Yine ilim, ancak
yazmak ile sağlam bir şekilde tesbit edilebilir. Yazdıktan sonra karşılıklı
okuma, ders arkadaşlarıyla müzakere, zaman zaman kontrol etme, gereği gibi
koruyup belleme, müzakere etme, soru sorma, na-kilcilerin ve güvenilir
ravilerin naklettiklerini kontrol etme ile ancak sağlam-laştırılabilir.
Diğer taraftan ilk
nesilden yazı yazmayı mekruh gören ve bunu benimsemeyenlerin bu tutumlarının
sebebi, henüz kendileri ile Peygamber arasında fazla bir zaman geçmemiş
olması, isnadda zikredilen ravilerin sayısının az olması ve yazmak suretiyle
yazanın yazdığına güvenerek, İsnadı ihmal edeceğinden yahut da onu iyice
belleyip gereğince amel edeceğinden yüz çevirmelerinden korkulmasıdır.
Şimdilerde ise aradaki
zaman uzayıp gittiğine, isnadda zikredilenlerin sayısı zaman kısa olmadığından
dolayı çok olduğuna, senedyolian değişik olduğuna, nakilde bulunanların
isimleri birbirine benzediğine, nisyan denilen âfet ânz olduğuna, yanılmadan
emin olunmadığına göre; ilmin, yazmak suretiyle kaydedilmesi daha uygundur ve
konu ile ilgili şüpheleri gidericidir. Hem yazmanın vücubuna dair deliller de
daha kuvvetlidir.
Ebu Saîd'in, Peygamber
(sav)dan rivayet etmiş olduğu ve Müslim tarafından kaydedilmiş bulunan:
"Benden bir şey yazmayın, kim Kur'ân'ın dışında bir şey yazmış ise onu
silsin"[102] hadisini delil getiren
kimseye cevabımız şudur:
Bu önceleri böyleydi,
daha sonra yazmaya dair vermiş olduğu emir İİe Ebu Şah ve başkalarına bunu
mubah kılmış olması iie nesh edilmiştir. Aynı şekilde bu Kur'ân-ı Kerîm'e,
Kur'ân'dan olmayan şeylerin karışmasını engellemek içindi. Yine Ebu Said'den
gelen rivayet de böyledir: Biz Peygamber (sav)ın hadis yazmamıza izin vermesini
çok istedik, fakat kabul etmedi.[103]
Eğer bu hadis sağlam
ve bellenmiş bir hadis ise bu hicretten önce ve hadisle uğraşıp Kur'ân'ın
ihmal edileceğinden emin olunmadığı dönemlerde olmuş olmalıdır.[104]
Ebu Bekr el-Hatib dedi
ki: Hadisin siyah (mürekkep) ile yazılması gerekir. Sonra özellikle renkli
değil de siyah mürekkebin kullanılması gerekir. Çünkü siyah, renklerin en
koyusudıır. Ve siyah mürekkep en uzun ömürlüdür. İlim ehlinin de aleti,
marifet sahiplerinin aracıdır.
Abdullah b. Ahmed b.
Hanbel'in naklettiğine göre o şöyle demiş: Bana babam anlattı, dedi ki; Şafiî,
beni meclisinde bulunduğum bir sırada gömleğimin üzerinde'bulunan mürekkebi
gizlemeye çalışırken gördü ve; Onu niye örtüp saklıyorsun, dedi.
Elbise üzerinde
mürekkep mertliktendir, çünkü onun gözlere görünen rengi siyah olsa bile
basiretlerde görünen rengi beyazdır.
Halid b. Yezid de dedi
ki; Hadis ile uğraşan kimsenin elbisesinde mürekkep gelinin elbisesindeki hoş
koku gibidir. Ebu Abdullah el-Beievî bu anlamda şöyle demiştir:
"Mürekkep
hokkalarının mürekkebi erkeklerin kokusudur,
Kadınların kokusu ise
zaferandan yapılır.
Bu bunların
elbiselerine yakışır,
Öteki de iffetli
kadının elbisesine yaraşır."
el-Maverdî'nin
naklettiğine göre Abdullah b. Süleyman şunu anlatmış: Elbiselerinin bir tarafı
üzerinde bir sarılık izi görünce, hokkadan mürekkep alıp o sanlığı onunla
boyamış, sonra da: Bizim için mürekkep zaferandan daha güzeldir, diyerek şu
beyti okumuş:
"Zaferan
bakirelerin kokusudur,
Mürekkep hokkalarının
mürekkebi de erkeklerin kokusudur."
[105]
"Rabbim yanılmaz
ve unutmaz" buyruğunun anlamı hususunda beş görüş vardır:
Birinci Görüş: Bu,
yeni bir ifadenin başlangıcıdır. Yüce Allah bu iki vasıftan tenzih
edilmektedir. Bundan önce de ifade "bir kitaptadır" buyruğunda
bitmiştir. ez-Zeccâc da böyle demiştir. "Yanılmaz" anlamı
verilen; ise: "Biz yerde helak
olduktan, sonra mı..." (es-Secde, 32/10) buyruğunda geçtiği gibi
"helak olmak (ölmek)" anlamında kullanılmıştır. "Ve
unutmaz" hiçbir şey unutmaz demektir. Böylelikle yüce Allah'ı helak
olmaktan ve unutmaktan tenzih etmiş olmaktadır.
İkinci' Görüş:
"Rabbün yanılmaz" hata etmez demektir. Bu açıklama İbn Abbas'a
göredir. Yani, Rabbim kâinatı idare etmekte asla hata etmez. Birisine eğer
süre tanırsa bir hikmet dolayısıyla ona süre tanır. Birisinin de azabını
çabucak vermişse yine bir hikmet dolayısıyla azabını acilen vermiştir.
Üçüncü Görüş:
"Yamlmaz" buyruğu kaybolmaz anlamındadır. İbnu'1-A'ra-bî şöyle
demiştir: "Daların aslı kayboluştur. Meselâ, bir kimse ezberlediği ve
bellediği şeyi unutursa; denilir. Buna göre "Rabbim, yanılmaz ve unutmaz"
buyruğu, O'ndan hiçbir şey kaybolmaz ve O (bilgisiyle) herşeyin yanındadır,
demektir.
Dördüncü görüş:
ez-Zeccâc tarafından ifade edilmiş, en-Nehhâs da benimsemiştir buyruğun en
uygun açıklaması da bu görünmektedir: Yüce Allah kendisinin hiçbir şekilde yazı
yazmaya ihtiyacı olmadığını haber vermektedir. Yani hiçbir şeye dair bilgi ve
onun bilinmesi O'ndan uzak değildir ve onlara dair bildiklerinden hiçbir şeyi
de unutmaz.
Derim ki: Bu açıklama
İbnu'l-Arabi'nin açıklamasının kapsamı içerisindedir.
Beşinci Görüş:
"Rabbim yandmaz ve unutmaz" buyruğu "bir kitaptadır"
buyruğunun sıfatı
konumundadır. Yani bu kitap yüce Allah'tan kaybolmaz, çıkmaz. "Ve
unutmaz" bu kitabı da hiçbir şekilde unutmaz, demektir, O halde bunların
ikisi de "bir kitaptadır" in sıfatı durumundadır. Bu açıklamaya göre
de âyet-i kerîmede ifade muttasıldır ve "bir kitaptadır" buyruğu üzerinde
vakıf yapılmaz. Araplar bulamadıkları bir şeyi anlatmak maksadıyla; "O
şeyi kaybettim" derler. Bir şeyi bıraktıkları yerde bulamayacak olurlarsa;
"Ben onu bıraktığım yerde bulamadım" derler.
el-Hasen, Katade, İsa
b. Ömer, İbn Muhaysın, Âsim el-Cahderî ile Şibl'in rivayetine göre İbn Kesir;
diye okumuştur. Bunun da; Rabbim onu kaybetmez ve unutmaz, demektir. İbn Arafe
der ki: Araplara göre dalâlet asıl maksadın dışındaki bir yolu izlemektir.
Mesela; "Yolu kaybetti (şaşırdı), o şeyi yitirdi" denilir. İşte
"ya" harfini öneli okuyanların kıraati de buradan gelmektedir. O
kaybetmez, yitirmez demektir. Arapların bu konuda anlatım şekilleri böyledir.
[106]
53. "O, yeryüzünü size bir döşek yapan,
sizin İçin orada yollar açan ve gökten yağmur indirendir." Biz onunla
bitkilerden çifter çifter çıkardık.
54. Siz de
yeyiniz, davarlarınıza dayedİriniı. şüphe yok ki bunlarda tam akıl sahipleri
için belgeler vardır.
55. Bîz sizi
ondan yarattık. Ona İade ederiz. Bir kere daha yine ondan çıkarırız.
"O yeryüzünü size
bir döşek yapan" buyruğundaki: "O" lafzı "Rabbin"
lafzının bir sıfatıdır. Yeryüzünü size bir döşek yapan Rabbin yanılmaz,
demektir. Bunun: hazfedilmiş bîr mübtedânın haberi olması da mümkündür. O,
öyle bir Rabdir ki... demek olur. Kastettiğim Rab O'dur
ki... anlamında takdir edilecek bir fiilin mansubu da
olabilir.
Kûfeliler burada ve
ez-Zuhruf Sûresi'nde (43/10. âyette); "Bir döşek" şeklinde "mim"
harfini üstün "ne" harfini sakin olarak okumuşlardır. Diğerleri ise;
diye okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de bunu tercih etmişlerdir. Sebeb
ise bütün kıraat imamlarının: "Biz yeri bir beşik yapmadık mı?"
(en-Nebe', 78/6) buyruğunda hep bu şekilde okumuş olmalarıdır. en-Nehhâs dedi
ki: (Bu ittifakla okunduğu üzere) çoğul kıraati daha uygundur. Çünkü tekil
kıraat, mastardır. Burası hazfedilmiş bir ifadenin yani; takdirinin kabul
edilmesi halinde, mastarın kullanılabileceği bir yer değildir.
el-Mehdevî dedi ki: Bu
buyruğu Kûfelîler gibi okuyanların kıraatine göre bu kelimenin yaymak gibi bir
anlamı ifade eden mastar olması mümkündür. Yani;" O yeri sizin için belli
bir şekilde yaymıştır." Bununla birlikte muzafın hazfedilmiş olduğu da
kabul edilebilir, "O, yaygılara sahip bir özetliktedir" demek olur.
Bu kelimeyi diğerleri gibi okuyanların kıraatine gelince; bunun döşek
(el-fîrâş) gibi müfred olması caiz olduğu gibi "mehd"in çoğulu olup,
isimler gibi kullanılarak kırık çoğul yapılmış olması da mümkündür.
Diğerlerinin kıraatinin anlamı da şöyle olur; Biz orayı bir döşek ve üzerinde
karar bulacağınız bir karargah kıldık, demek olur.
"Sizin İçin orada
yollar açan..." buyruğuna şu buyruklar da benzemektedir: "Allak yeri
sizin için bir sergi kılınıştır; tâ kî onun geniş yollarında gidesiniz."
(Nuh, 71/19-20); "O ki yeri size döşek kılmış ve yolunuzu bulabilmeniz
için orada size yollar da açmıştır." (ez-Zuhruf, 43/10)
"Ve gökten yağmur
indirendir" buyruğunun anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara,
2/22. âyet, 164. âyet, 7. baslıkta ve el-En'âm, 6/99. âyet, 1.başlıkta ve
benzer yerlerde) geçmiş bulunmaktadır.
Burada Musa (as)ın
sözleri son bulmaktadır. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz
onunla..."
Bütün bunların Musa
(as)ın söylediği sözler olduğu da söylenmiştir. Yani, Biz onunla tarlaların
sürülmesi ve diğer işlemlerinin yapılması suretiyle anlamındadır. Çünkü gökten
indirilen su, bitkilerin çıkıp yeşermesine sebeptir.
"Çeşitli
bitkilerden çifter çifter çıkardık." Yani çeşitli türler ve birbirine
benzeyen bitkiler çıkardık. Türleri, çeşitleri birbirinden farklı değişik sınıflardan
bitkiler çıkardık, anlamındadır. el-Ahfeş dedi ki; İfadenin takdiri bitkilerden
çeşitli çiftler çıkardık şeklindedir. Bitkinin de çeşitli olması söz konusu
olabilir. Buna göre "çeşitli" anlamındaki kelimenin "çifter
çifter" kelimesinin sıfatı olabildiği gibi "bkkiler"in sıfatı
da olabilir,
"Çeşitli*
kelimesi bîr şeyin dağılması anlamında; den alınmıştır. "Darmadağınık
iş" anlamında da; denilir. "İş darmadağınık oldu" demektir. de
bu anlamdadır. "Teşettüt" de böyledir. "Onu darmadağın etti,
demektir. "Kavmim, benim bir olan İşimi darmadağın, etti."kendisi
darmadağın olan şey, demektir. Ru'be bir deveyi vasfederken şöyle demektedir:
"Onlarla birlikte
geldi, fakat onlardan apayrı bir yol izledi, O bu arada tozu dumana da
katıyordu."
"Dişleri
eğri-büğrü ağız" demektir. "Darmadağın kişiler"
"Darmadağın şeyler" demektir. Ayrı gelen kimseleri anlatmak üzere;
"ayn ayrı geldiler" denilir. Tekili ise: dır. Bu açıklamaları
el-Cevherî yapmıştır.
"Siz de yiyiniz,
davarlarınıza da yediriniz" buyruğundaki emir mubahlık bildirmektedir.
"Yediriniz"
emri "Davarlar ot otladı" "Davarların sahibi onları
otlattı" yani otlağa saldı demektir. Bu fiil hem lâzım hem de müteaddi
gelir.
"Şüphe yok ki
bunlarda tam akıl sahipleri için belgeler vardır."
"Akıllar"
demek olup, bunun tekili; şeklinde gelir. Onlara (nihayetten gelen) bu ismin
veriliş sebebi, nihayette onların görüşlerine başvurulduğundan dolayıdır.
Onlara (nehyetmekten geldiği kabul edilerek) nefsi çirkinliklerden nehyedip,
alıkoydukları için bu ismin verildiği de söylenmiştir.
Bütün bunları Musa
(as) şanı yüce Allah'ın varlığını "sizin Rabbinİz kimdir ey Musa"
sözüne cevap olmak üzere Firavun'a karşı delil getirmek üzere söylemiştir. O
böylelikle yüce yaratıcının şu anda yaptıklarının, varlığına delil
gösterilmesi gerektiğini açıklamış olmaktadır,
"Biz sizi ondan
yarattık." Âdem (as)ı kastetmektedir, çünkü o yerden yaratılmıştır. Bu
açıklamayı Ebu İshak ez-Zeccâc ve başkaları yapmıştır. Her bir nutfe topraktan
yaratılmıştır, diye de açıklanmıştır. Kur'ân'ın zahiri de buna delildir. Ebu
Hureyre'nin de şöyle dediği rivayet edilmektedir: RasûlulJah (sav) buyurdu ki:
"Doğan her bir
çocuğun üzerine mutlaka gömüleceği çukurun toprağından serpilir." Bunu
hafız Ebu Nuaym, İbn Şîrîn ile ilgili açtığı babta rivayet etmiş ve: Bu Avn
yoluyla gelen hadis olarak garip bir hadistir. Biz bunu ancak Ebu Asım
en-Nebîl yoluyla kaydetmiş bulunuyoruz. Bu da Basralı ilim adamlarının
güvenilir ve belli başiı alimlerindendir.
Bu hususa dair İbn
Mes'ud'dan gelen rivayet ile geniş açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (6/2.âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ata el-Horasanî dedi
ki: Nutfe, rahime düştü mü, rahim ile görevli olan melek gider, onun gömüleceği
yerin toprağından alır ve gelip bu nutfenin üzerine serper. Böylelikle yüce
Allah o canlı varlığı nutfeden ve topraktan yaratır. İşte yüce Allah'ın:
"Biz sizi ondan yarattık, ona iade ederiz. Bir kere daha yine ondan
çıkarırız" buyruğu bu demektir.
el-Berâ b. Âzib (ra)ın
rivayet ettiği hadiste, Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu bildirilmektedir:
"Mü'min kulun ruhu çıktı mı melekler onu (semalara doğru) çıkartırlar.
Kaç melek grubu yanından o ruhu geçirirlerse mutlaka onlar da; Bu hoş ve güzel
ruh neyin nesidir? diye sorarlar. Onlar da: Bu -dünyada iken onun hakkında
kullanılan en güzel ismini zikrederek- filan oğlu filandır, derler. O ruha
kapıların açılmasını isterler, kapılar açılır. Her bir semanın mukarreb
melekleri bir diğer semaya onu uğurlarlar. Nihayet yedinci semaya kadar
ulaşır.
Aziz ve celil olan
Allah da şöyle buyurur: "Kulun lehine İlİtyyîn'de konulacak bir kitap
yazınız ve onu tekrar yere iade ediniz. Çünkü ben onları or-dan yarattım,
onları oraya iade ederim. Bir defa daha onları yine ondan çıkartırım."
Bunun üzerine ruhu tekrar cesedine iade edilir" diye hadisin geri kafan
kısmını zikreder.[107]
Biz bu hadisi
bütünüyle "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Aynı
zamanda bu Ali (ra) yoluyla da rivayet edilmiş olup es-Sa'lebî zikretmiştir.
Ölümden sonra
"ona iade ederiz. Bir kere daha" diriliş ve hesap için "yine
ondan çıkarırı?." Buradaki "bir kere daha" buyruğu "ona
iade ederiz" buyruğuna değil de "sizi ondan yarattık" buyruğuna
râci'dir. Bu da bir kimsenin: "Dişi bir deve ve bir ev satın aldım ve bir
dişi deve daha" demesine benzer. Biz sizi yerden çıkardık, ölümden sonra
bir defa daha yine yerden çıkartacağız, demektir.
[108]
56.
Andolsun, Biz ona âyetlerimizin hepsini gösterdik de o yalanladı ve yüz çevirdi.
57.
"Sen büyünle bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin, Ey Musa"
dedi.
58. "Andolsun biz de sana senin büyün gibi
bir büyü getiririz. Bizimle senin aranda bir buluşma yeti ve vakti belirle ki,
sen de biz de caymayalım. Düz ve geniş bir yer olsun."
59.
"Sizinle karşılaşma zamanımız tören günü olsun. Kuşluk vakti insanlar
toplansınlar" dedi.
60. Firavun
dönüp hilesini topladı, sonra geldi.
61. Musa
onlara: "Vay size! Allah'a yalan uydurmayın. Yoksa sizi az-ab ile helak
eder. O'na İftira eden zaten zarar eder" dedi.
"Andolsun Biz ona
ayetlerimizin hepsini gösterdik." Musa'nın peygamberliğine delil teşkil
eden bütün mucizeleri gösterdik. Yüce Allah'ın tevhidine delil olan bütün
belgeleri gösterdik, diye de açıklanmıştır.
"O yalanladı ve
yüz çevirdi" iman etmedi. İşte bu, onun inat ederek küfürde direndiğini
göstermektedir. Çünkü o, bütün belgeleri, kendisine verilen haber ile duyarak
değil, gözleriyle gördü, müşahede etti. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna
benzemektedir: "Kalbleri onlara İnandığı halde zulümle büyüklenmeleri
sebebiyle onları inkâr ettiler." (en-Neml, 27/14)
"Sen büyünle bizi
topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin, ey Musa, dedi." Firavun, Musa (as)ın
getirdiği bunca belge ve mucizeyi görünce bunlar büyüdür, dedi. Yani sen,
insanlara sana uyulmasını, iman etmeyi gerektiren bir mucize ile geldiğin
izlenimini vermek maksadıyla geldin. Tâ ki sen bu topraklarımıza ve bize
üstünlük sağlayasın,
"Andolsun biz de
sana senin büyün gibi bir büyü getiririz." Biz de senin getirdiğinin bir
benzeri ite sana karşı çıkacağız. Tâ ki insanlar bu getirdiklerinin Allah'tan
gelmediğini açıkça görsünler, bunu anlasınlar.
"Bizimle senin
aranda bir buluşma yeri ve vakti belirle!" buyruğundaki mastardır. Sen
bize bir vade belirle, demektir. Bunun sözleşilen yerin ismi (ism-i mekân)
olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu da bu anlamdadır:
"Şüphesiz ki onların hepsine vaad olunan yer cehennemdir." (el-Hicr,
15/43) Burada "mev'id"; vaad olunan yer demektir. Aynı şekilde bunu
vaad olunan zamanın adı (ism-i zaman) olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Onlara vaad olunan zaman sabahtır." (Hud,
11/81) Buna göre anlam şöyle olur: Sen bizim için ya belli bir gün yahut da
bilinen bir yer tayin et.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Daha kuvvetli görülen bunun bir mastar olduğudur. Bundan dolayı şöyle demiştir:
"Ki sen de biz de caymayalım" yani bu vaade muhalefet etmeyelim.
Vaade muhalefet ise, bir şeye söz verip onu yerine getirmemek demektir,
el-Cevheri dedi ki: Mîâd, vaidl eşmek, vaidleşme zamanı, vaidleşme yeri
demektir. "Mev'id" de böyledir.
Ebu Ca'fer
İbnu'l-Ka'kâ", Şeybe ve el-A'rec -caymayalım, ona muhalefet etmeyelim
anlamındaki kelimeyi- ce2m ile; şeklinde ve "belirle" fiilinin
cevabı olarak okumuşlardır. Bunu merfu olarak okuyanlara göre bu kelime,
"mev'id: buluşma yer ve zamanı"nın sıfatıdır. İfadenin takdiri de:
Caymanın söz konusu olmadığı bir va'de, sözleşiten yer ve zaman, demek olur,
"Düz ve geniş bir
yer olsun" buyruğundaki "suvâ: Düz ve geniş" kelimesini İbn Amir,
Âsim ve Hamza, "sin" harfini ötreli olarak, diğerleri ise esre-li
olarak (sivâ şeklinde) okumuşlardır. Bunlar da iki ayrı söyleyiştir. "Tuvâ
ve Tivâ" gibi. Ebu Ubeyd ile Ebu Hâkim, "sin" harfinin esreli
okunuşunu tercih etmişlerdir, çünkü üstün ve'fasih olan söyleyiş budur.
en-Nehhâs da: Esreli okuyuş daha çok bilinen ve meşhur otan bir söyleyiştir,
der. Bununla birlikte hepsi de "vav" harfini tenvinli okumuşlardır.
el-Hasen'den de böyle rivayet edilmiştir. Yine ondan farklı olarak
"sin" harfini ötreli, fakat "vav" harfini tenvinsiz
okuduğu da rivayet edilmiştir.
Bunun manası hususunda
farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre; bu yerden başka bir yer, demektir. Bu
açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. Bir diğer görüşe göre şu demektir: Herkesin
bizim açıkça ortaya koyduğumuzu, açık-seçik bir şekilde görebilecekleri düz bir
yer, demektir. Bu açıklamayı da îbn Zeyd yapmıştır. İbn Abbas ortalama bir yer,
Mücahid insafla belirlenmiş bir yer diye açıklamışlardır. Yine Mücahid ve
Katade'den, bizimle senin aranda âdil bir yer olsun, diye açıkladıkları
nakledilmiştir.
en-Nehhâs dedi ki:
Tefsir alimleri bu kelimenin adaletli ve insaflıca bir yer anlamında olduğunu
söylemişlerdir. Bu da güzel bir açıklamadır. Sibeveyh dedi ki: Sivâ ve süvâ
adaletli, âdil demektir. Yani İnsaflıca belirlenmiş, iki yer arasında adaletli
olan bir yer anlamında olur. Bu tabirin aslı ise med ile; "(jlaJl «Ij- J
o-k-): Evin ortasında oturdu" ifadesinden alınmıştır. Herşeyin va-satt ise
onun en mutedil, en iyi yeri demektir. Hadiste de Peygamber (sav)ın:
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık," (el-Bakara, 2/143) buyruğunu
"adlen (en mutedil) demektir" diye açıkladığı rivayet edilmiştir.[109]
Şair Züheyr şöyle
demiştir:
"Bize zillet ve
zulmün olmadığı bir yol gösterin ki, Bu da bizim aramızda adaletli bir çözümü
göstersin."
Ebu Ubeyde ve
el-Kutebî iki kesim arasında vasat (adaletli bîr yer) demektir, diye
açıklamışlardır. Ebu Ubeyde, Musa b. Cabir el-Halefî'nin şu beyi tini
zikretmektedir:
"Bizim atamız
Kaya yani Kays-ı Aylan ile el-Fizr arasında Ortada {sevâ) bir yerde
konaklamıştı."
Sözü edilen
"el-Fizr" Sa'd b. Zeyd-i Menat b, Temim'dir.
el-Ahfeş dedi ki:
"Süvâ, sivâ" eğer "gayr: başka, dışında..." yahut ta âdil
ve mutedil anlamında kullanılır ise; üç türlü söylenişi vardır. Şayet
"sin"i öt-reli yahut esreli söyleyecek olursak, bu sefer her iki
söyleyişte de kasr ile okunur. Eğer üstün okursak med ile okunur. Buna göre
"şiven ve süven" denilirken "seva" denilir. Bu da iki
kesim arasında adaletli ve vasat anlamındadır. Musa b. Câbir dedi ki:
"Biz atamızı öyle
bir yerde konaklamış bulduk ki..."
diyerek (az önce
zikrettiğimiz) beyti zikreder.
"Düz ve geniş
(süva) bîr yer" in, orta yollu bir yer anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bu görüşün sahibi (delil olarak) şu beyiti zikretmektedir:
"Eğer benim
sevdiğim temenni etse, benden başkasına yönelmez, Yahut ben temenni edecek
olaam, ondan başkasına yönelmem."
Senden başka bir adama
uğradım, denilirken; şeklinde her üç türlü söyleyiş de kullanılabilir. İki kişi
için; "Onlar bu işte eşittirler" denilebileceği gibi; de
denilebilir. Çoğul için tekil şekli medli olarak kullanıldığı gibi; diye de
çoğulu kullanılabilir. Kıyas dışı olmak üzere; "Onlar birbirlerine
eşittirler" denilmektedir.
"CCîlSC >:
Yeri" kelimesi "belirle" anlamı verilen; fiilinin ikinci mef'ulüdür.
"Mev'id: Buluşma yer ve zamanı" kelimesinin mefulü yahut zarfı
olarak mansub kabul edilmesi uygun değildir. Çünkü bu kelime sıfat almış
bulunmaktadır. Fiiller gibi amel eden isimler ise sıfat alır yahut küçültme
ismi yapılacak olurlarsa artık fiile benzeyiş özellikleri ortadan kalkmış olacağından
amel etmeleri uygun durmaz. Bunun ikinci mef ulun yerini tutan bir zarf olarak
kabul edilmesi de uygun değildir. Çünkü "mev'id" kelimesinden sonra
eğer bir zarf gelecek olursa, Araplar onu zarflarla birlikte gelen mastarlar
gibi değerlendirmezler. Aksine bu konuda isi geniş tutarlar.
Yüce Allah'ın:
"Onlara vaad olunan vakit sabahtır" buyruğu ile "Sizinle
karşılaşma zamanımız tören günü olsun" buyruğu gibi.
"Tören günü"
hususunda farklı görüşler vardır. Bunun süslendikleri ve bir araya gelip
toplandıkları bir bayram olduğu söylenmiştir. Bu görüş Katade, es-Süddî ve
başkalarına aittir. İbn Abbas ve Said b, Cübeyr İse şöyle demişlerdir: Bu
aşura günü idi. Said b, el-Müseyyeb de şöyle demiştir: Bu onların pazar
(panayır) günleri idi. Bu günde süslenirlerdi. Katade de böyle demiştir.
ed-Dahhak ise bunun cumartesi günü olduğunu söylemiştir. Nevruz günü olduğu da
söylenmiştir. Bunu da es-Sa'lebî zikretmektedir.
Bu günün Halic'in
kırılma geçirdiği bir gün olduğu da söylenmiştir. Onlar bugün evlerinden
dışarı çıkarlar, etrafı seyreder, gezerler, piknik yaparlardı. İşte o vakit
Mısır diyarı da Nil'den yana emin olur kabul edilirdi.
el-Hasen el-A'meş, İsa
es-Sekafi, es-Sülemî ve Hubeyre'nin rivayetine göre Hafs: "Tören
günü(nde)" şeklinde nasb ile okumuştur. Bu kıraat Ebu Amr'dan da rivayet
edilmiştir. Yani sözünüz tören gününde gerçekleşecektir. Diğerleri ise
mübtedanın haberi olarak, ref ile okumuşlardır.
"Kuşluk vakti
insanlar toplansınlar" yani insanların toplanma zamanı da kuşluk vakti
olsun. Burada; "Gün" anlamındaki kelimeyi merfû' okuyanların
kıraatine göre ref mahallindedir. "Kuşluk vakti insanlar toplansınlar"
buyruğunun atıf ile gelmesi de ref ile kıraati pekiştirmektedir, çünkü bu edat
zarf olmaz. Eğer sarih mastar olursa o vakit zarf olur. "Hacıların
gelmesi" gibi. Çünkü ben sana hacıların gelmesi zamanı geleceğim diyen bir
kimse herhangi bir şekilde; demez.
en-Nehhâs der ki:
Bundan daha uygunu bunun "tören" anlamındaki kelimeye atf ile cer mahallinde
olmasıdır. "Kuşluk vakti (ed-Duha)" müennes-tir. Araplar bunu
"he" koymaksızın küçültme ismini yaparlar ki; onun küçültme ismi;
"Kuşluk vakti" lafzına benzemesin. Bu açıklamayı da en-Nehhâs
yapmıştır.
el-Cevherî de şöyle
demektedir: "Güneşin doğuşundan sonraki zaman" demektir. Bundan sonra
"duhâ" vakti gelir ki, bu da güneşin etrafı aydınlatma zamanıdır. Bu
kelimenin "elif-i maksur" olup müennes de gelir, müzekker de gelir.
Bunun müennes olduğunu kabul edenler; "Kuşluk vakti" lafzının çoğulu
olduğu kanaatindedirbr. Müzekker olduğunu kabul eden kimseler ise; bunun
"surad" ve "nuğar" gibi "fu'al" vezninde isim olduğunu
kabul ederler. Bu da "seher" kelimesi gibi (süresi itibariyle)
belirsiz bir zarftır. "Ben ona kuşluk vakti rastladım" denir. Eğer bu
günün kuşluk vakti kastedilirse tenvinsiz söylenir. Bundan sonra gelen vakte
med ile; denilir ki, bu da güneşin tepeye doğru yükselme vaktidir.
Özellikle kuşluk
vaktinin tesbit edilmesi, günün başlangıcı oluşundandır. Aralarındaki
karşılaşma uzayıp gidecek olursa yeterli 2aman kalmış olacaktır.
İbn Mes'ud,
el-Cahderîve diğer rivayetlere göre; diye okumuşlardır ki bu: "Allah'ın
insanları kuşluk vaktinde toplaması" gibi bir anlama gelir. Kimi kıraat
alimi de; diye okumuşlardır ki; bu da Ey Firavun senin insantan... toplaman,
anlamındadır. Yine el-Cahderîden "biz toplayalım" anlamında diye
okuduğu da rivayet edilmiştir.
Onlarla o günde
karşılaşmak üzere sözleşmesi, Allah'ın kelimesinin yücelmesi, dininin
galibiyeti, kâfirin susturulması, bâtılın can çekişerek yuk olmasının, herkesin
ve hıncahınç kalabalıkların gözü önünde gerçekleşmesini istemesidir.
Böylelikle, Hakka isteği bulunanın isteği daha bir güçlensin, bâtıla lan n ve
onların taraftarlarının da keskin kılıçlan köre I sin. Bu pek önemli işten, göçebeler
ve, şehirliler arasında da çokça söz eden bulunsun. Şehirlerde oturanlar,
çadırlarda yaşayanlar arasında bunun haberi yaygınlaşsın.
"Firavun dönüp
hilesini" ve büyü hünerlerini "topladı." Maksat sihirbazların
toplanmasıdır, İbn Abbas dedi ki: Bunların her birisi ile birlikte pek çok ip
ve sopa bulunmak üzere, yetmişiki sihirbaz idiler. Dörtyüz kişi oldukları
söylendiği gibi, onikibin, ondörtbin kişi oldukları dahi söylenmiştir. Hatta
İbnu'l-Munkedir seksenbin kişi olduklarını söylemiştir.
Bir görüşe göre bunlar
Şem'ûn diye anılan bir kişinin başkanlığını İttifakla kabul etmişlerdi. Bir
diğer görüşe göre başkanlarının adı Yuhanna idi. Beraberinde oniki usta
sihirbaz vardı. Bu ustaların her birisinin beraberinde yirmi kalfa, bunların
her birisi ile beraber de bin yetişkin sihirbaz vardı. Bir başka görüşe göre
bunlar Feyyümlu üçyüzbin kişi, Said'den üçyüzbin kişi ve köylerden üçyüzbin
kişi olmak üzere toplam dokuzyüzbin sihirbaz idiler. Bunların başı da kör bir
kimse idi.
"Sonra"
tayin edilen yer ve zamanda "geldi."
"Musa
onlara" yani Firavuna ve büyüklere "vay sizel" Bu onlara helak
olmaları için bir bedduadır. Mastar manasınadır. Ebu İshak ez-Zeccâc der ki:
Bu; "Allah veyli onların yakalarından düşürmedi." Onlardan ayırmadı,
anlamında mansubtur. Bunun yüce Allah'ın: "Vay bize... kim kaldırdı
bizi." (Yasin, 36/52) buyruğunda olduğu gibi, nida olma ihtimali de vardır.
"Allah'a yalan
uydurmayın." O'na yalan uydurup iftirada bulunmayın, O'na ortak koşmayın.
Mucizelere: Bunlar büyüdür, demeyin.
"Yoksa sîzi azab
İle helak eder." Katından göndereceği bir azab ile sizi kökten imha eder.
ile aynı anlamda olup,
helak oldu, demektir. Bunun aslı saçı kökünden kesmek anlamındaki; den gelir.
Kûfeliler:
"Sîzi... helak eder" diye; den gelen müzari bilfiil olarak
okumuşlardır. Diğerleri ise, şeklinde; den gelen müzari bir fiil olarak
okumuşlardır. Bu, Hicazlıların şivesidir. Birincisi ise Temimoğullarının
şivesidir. Fiil nehyin cevabı olarak nasbedilmiştir. el-Ferez-dak şöyle
demektedir:
"Ey Mervanoğlu,
bırakmadı zamanın sıkıntıları, Maldan geriye hiçbir şey; hepsini yok etti;
yahutta kalan
ufak-tefek
kırıntılardır."
ez-Zemahşerî dedi ki:
Bu öyle bir beyittir ki, hâlâ biniciler (bu işin erbabı) i'rabım düzeltmek
İçin çarpışıp dururlar.
"O'na iftira eden
zaten zarar eder." Hüsrana uğrar, helak olur. Yüce Allah hakkında izin
vermediği iddialarda bulunan, O'nun rahmet ve mükâfatını kaybeder.
[110]
62. Büyücüler durumlarını aralarında karşılıklı
konuştular. Da-nışmalarını da gizli yaptılar.
63. Dediler
kis "Bu ikisi gerçekten sihirbazdır. Sizi sihirleriyle yurdunuzdan
çıkarmak ve sizin en güzel olan bu yolunuzu yok etmek istiyorlar.
64. "O
bakımdan bütün becerilerinizi bir araya getirip saf saf gelin. Çünkü bugün kim
üstün gelirse umduğunu elde eder."
"Büyücüler durumlarını
aralarında karşılıklı konuştular." Birbirleriyle danıştılar.
"Danışmalarını da gizli yaptılar." Katade dedi ki: "Dediler
ki:"
Eğer bunun ortaya
koyacağı bir büyü ise onu yeneriz. Şayet onun getirdiği, Allah'tan ise o vakit
bu işin karşısında durmamız mümkün değildir. işte aralarında gizlice
konuştukları buydu.
Aralarında
gizledikleri sözün: "Bu ikisi gerçekten sihirbazdır" âyeti ile ifade
edilenler olduğu da söylenmiştir ki bu es-Süddî ve Mukatil'in görüşüdür, Bir
diğer açıklamaya göre gizledikleri: Eğer o bizi yenik düşürürse biz ona uyarız,
sözleridir. Bunu da el-Kelbî söylemiştir. Buna delil de sonunda sergiledikleri
tutumlarıdır.
Bir başka görüşe göre
onların gizlice konuştukları, Musa (as)ın kendilerine: "Vay size! Allah'a
yalan uydurmayın" sözünü söylediğinde; "bu bir sihirbaz sözü
değildir” sözleridir.
"Gizilkonuşmak"
anlamı verilen "en-necvâ" kelimesi "münâcât (kendi aralarında
konuşmak)" demek olur. Bu hem isim, hem mastar olarak kullanılabilir.
Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresinde (4/114. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
[111]
Yüce Allah'ın:
"Bu İkisi gerçekten sihirbazdır'' buyruğu Ebu amr; diye okumuşturBu
kıraat Osman, Aişe (Allah
nu Ebu Amr; diye
okumuştur. Bu kıraat Osman, Âişe (Allah ikisinden de razı olsun) ve onlardan
başka sahabilerden de rivayet edilmiştir. el-Hasen, Said b. Cübeyr, İbrahim
en-Nehaî ve başka tabiîler de böyle okumuştur. Kıraat alimlerinden İsa b. Ömer
ve Asım el-Cahderî -en-Nehhâs'ın naklettiğine göre de böyle okumuşlardır. Böyle
bir kıraat i'raba uygun olmakla birlikte, Mushaf'a muhaliftir.
ez-Ziihrî, el-Halil b.
Ahmed, el-Mufaddal, Eban. İbn Muhaysın, İbn Kesir ve Hafs'ın rivayetine göre
Âsim ise; şeklinde "nun" harfini şedde-siz olarak ve; "İki
sihirbazdır" diye okumuşlardır. İbn Kesir ise; "Bu ikisi"
lafzının "nûn'unu şeddeli okumuştur. Bu şekildeki kıraat hern Mushaf'a
muhalif olmaktan, hem i'rab bakımından yanlışlıktan kurtuh muştur. Bu da; bu
ikisi ancak iki sihirbazdır, demek olur.
Medineliler ve
Kûfeliler ise "nûn" harfini şeddeli olarak; şeklinde ve; diye
okumuşlar, Ancak bu okuyuşlanyla Mushaf'a uygun okurlarken, i'raba muhalefet
etmişlerdir.
en-Nehhâs dedi ki;
Bunlar imamlardan belli bir çoğunluğun rivayet etmiş olduğu üç ayrı kıraattir.
Abdullah b. Mes'ud'dan; "Bu ikisi ancak iki sihirbazdır" şeklinde
okuduğu rivayet edilmiştir. el-Kisaî de Abdullah'ın kıraatinin; şeklinde
"lâm"sız olduğunu söylemiştir. el-Fer-râ da Ubeyy'in kıraatinin; şeklinde
olduğu söyler. İşte bunlar da tefsir olarak değerlendirilecek farklı üç ayrı
kıraattir. Hatları Mushaf'a uygun olmadığından dolayı bu şekilde okumak caiz
değildir.
Derim ki: İlim
adamlarınsn, Medine ve Kûfelilerin kıraati ile ilgili olarak altı görüş vardır.
Bunları İbnu'l-Enbarî "Kitabu'r-Red" adlı eserinde, en-Nehhâs da
'Trabu'l-Kur'ân'' adlı eserinde, el Mehdevî de Tefsir'inde zikretmişlerdir.
Onlardan başkaları ise; bu açıklamaları naklederken birinin sözünü
diğerininkine karıştırmıştır. Ancak böyle bir kıraati bazıları da hatalı
görmüşler. O kadar ki Ebu Amr; Ben; diye (Medineliler ile Kûfeli-ler gibi)
okumaktan Allah'tan haya ederim, demiştir.
Urve, Âişe (r.anha)dan
rivayet ettiğine göre ona şöyle soruldu: Yüce Allah; "Fakat onlar
arasında ilimde yüksek bir dereceye erenler" (en-Nisa, 4/162) diye
buyurduktan sonra; "Namaz kılanlar" denilmistir.[112]
el-Maide Sûresi'nde de: "îman edenlerle, yakudiler ve sabiî'ler..."
(el-Maide, 5/69) denilmiş[113]
"Ve: "Bu ikisi gerçekten sihirbazdır"[114] diye
buyurulmuştur. Bu konuda ne dersin? şu cevabı verdi: Ey kizkardeşimin oğlu! Bu
katibin bir yanlışlığıdır[115]
Osman b. Affan (ra) da
şöyle demiştir: Mushaf ta lahn vardır. (Arap dil kurallarına aykırı yazımlar
vardır.) Araplar dilleriyle bunu düzelteceklerdir.[116]
Eban b. Osman da şöyle
demiştir: Ben bu âyeti babam Osman b. Affan'ın huzurunda okudum, bu bir lahn ve
bir hatadır, dedi. Bu sefer birisi ona: Niye onu değiştirmiyorsun? deyince, o
da: Onu bırakın dedi. Çünkü helali haram kılmıyor, haramı da helal kılmıyor,
dedi.
Bu husustaki altı
görüşten ilkine göre el-Haris b. Ka'boğullarının ve Ze-bid, Has'am ve Kinane b.
Zeyd'in lügati (şivesi) olduğu şeklindedir. Onlar tesniyenin refini de, nasbini
da, cer'ini de "elif ile yaparlar ve (şu üç hale birer örnek olmak üzere
mesela) şöyle derler;
"İki Zeyd geldi,
iki Zeyd'i gördüm, iki Zeyd'e uğradım." Yüce Allah'ın önceden geçtiği gibi
(Yunus, 10/16. âyetin tefsirinde): "Onu size bildirmezdi" (Yunus,
10/16) buyruğunda böyledir, el-Ferrâ da, -ve ben kendisinden daha fasih bir
kimse görmedim dediği Ese-doğullarından bir adama ait şu beyiti nakletmektedir:
"Tıpkı yılanın
çenesini kapatması gibi, o da çenesini kapattı ve eğer yılan, Dişlerini
geçirmek için uygun bir yer bulursa sonuna kadar batırır ve
asla bırakmaz."[117]
Araplar:
"Ellerini kırdım ve üstüne bindim" ifadelerini; anlamında (yani
"ya" ile kullanmalan gerekirken "elif ile) kullanırlar. Şair
der ki:
"Bizden azık
olarak iki kulağı arasında bir darbe aldı.
Bu darbe de onu, ardı
arkası kesilmiş olarak toz-toprağa buladı."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Onlar onun
üstüne uçtular, sen de onun üstüne uç." Burada; demesi gerekirdi. Bir
başka şair de şöyle demektedir:
"Şüphesiz onun
babası ve babasının babası, Şerefte en ileri dereceye ulaştılar."
Burada da; demiş gibidir.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs
dedi ki: Bu açıklama âyet-i kerîme ile ilgili yapılmış açıklamaların en
güzelidir. Çünkü bu şekildeki kullanım bilinen bir kullanımdır. İlim ve
emanetine güvenilir kimseler de nakletmiş bulunmakladır ki, Ebu Zeyd el-Ensarî
bunlardan birisidir. Şu sözler de onundur; Eğer Sibeveyh: Bana kendisine
güvendiğim kişi anlattı, diyecek olursa, beni kastetmektedir. Yine
Ebu'l-Hattab el-Ahfeş de bu kullanımı nakletmiş bulunmaktadır ki; bu da dilin
önderlerinden birisidir. el-Kisaî de el-Ferrâ da dahil hepsi: Bu el-Haris b.
Ka'boğullarının şivesidir, demişlerdir. Ebu Ubeyde de Ebu'l-Hatiab'dan bunun
Kinaneoğullarının şivesi olduğunu nakletmektedir. el-Mehdevî der ki: Ondan
başkası bunun Has'amlıların bir şivesi olduğunu nakletmektedir.
en-Nehhâs dedi ki: Bu
hususta en açık ifade Sibeveyh'in şu görüşüdür; Şunu bil ki sen tekil olan bir
kelimeyi tesniye yapacak olursan, ona iki şey ziyade edersin. Bunlardan birisi
harf-i meddir, diğeri de harf-i lîndir. îrab harfi de budur. Ebu Ca'fer dedi ki;
Sibeveyh'in: "İ'rab harfi de budur" demiş olması kelimenin aslının
değişmemesini gerektirir. Buna göre: "Bu ikisi" ifadesi onun kabul
ettiği bu asıl kaideye göre gelmiş olmaktadır, bunu bilelim. Nitekim yüce
Allah: "Şeytan onlara galip ve üstün geldi" (el-Mücadele, 58/19)
diye buyurmuş; şeklinde kullanmamıştır. Bu şekilde gelmesi kelimenin aslına
delâlet etmesi içindir. Aynı şekilde burada "Bu ikisi gerçekten
sihirbazdır" buyruğu da böyledir. Eğer önder dil bilginleri bu şiveyi
rivayet etmiş iseler, herhangi bir kimse böyle bir kıraati de inkâr etmeyi
aklından geçiremez.
İkinci görüşe göre
buradaki; "(Üıl): Muhakkak ki, gerçekten" kelimesi; "Evet"
anlamındadır. Nitekim el-Kisaî, "Âsım'dan şöyle dediğini nakletmektedir:
Araplar bazen "muhakkak" edatını "evet" aniamında
kullanırlar. Sibeveyh de bunun yine "evet" anlamında kullanıldığını
nakletmektedir. Muhammed b. Yezid ile Kadı İsmail b. İ.shak da bu görüşü kabul
ediyorlardı. en-Nehhâ.s dedi ki; Ben de Ebu İshak ez-Zeccac ile Ali b,
Süleyman'ın bu görüşü kabul ettiklerini gördüm. ez-Zemahşerî dedi ki: Ebu İshak
ayrıca bu görüşü beğenirdi.
en-Nehhâ.s dedi ki:
Bize Ali b. Süleyman da anlattı dedi ki: Bize Abdullah b. Ahmed b.
Abdi's-Selam en-Neysaburî anlattı. Daha sonra da burada sözünü ettiğim Abdullah
b. Ahmed ile karşılaştım, o bana anlattı dedi ki: Bana Umeyr b. el-Mütevekkil
anlattı. Bize Haris b. Abdu'l-Muttalib oğullarından Muhammed b. Musa
en-Nevfeu", anlattı, dedi ki: Bize Ömer b. Cumey' el-Kûfî, Ca'fer b.
Muhammed'den anlattı. Ca'fer, babasından o, Ali b. el-Hu-seyn'den, o babası
(el-Huseyn)den, o Ali b. Ebi Talib'den -Allah hepsinden razı olsun-
dedi ki: Ben?
Rasûllullah (sav)ı minberi
üzerinde;
"Muhakkak (evet),
hamd yalnız Allah'ındır, O'na hamdeder ve O'ndan yardım dileriz" dedikten
sonra da: "Ben bütün Kureyşli-îerin en fasih konuşanıyım. Benden sonra
fasih kişi de Eban b. Said b. el-Âs'dır" dediğini sayamayacağım kadar çok
duymuşumdur.
Ebu Muharamed
el-Haffâf dedi ki; Umeyr dedi ki: Arap dili bilginleri ve nahiv bilginlerine
göre bunun irabı "Şüphesiz ki hamd, yalnız Allah'ındır" şeklinde nasb
iledir. Ancak Araplar; Muhakkak, şüphesiz" edatını; "Evet"
anlamında da kullanırlar. Bununla, Rasûlullah (sav) sanki; "Evet, hamd
Allah'a mahsustur" demek istemiş gibidir. Çünkü cahitiye dönemi hatibleri
hutbelerine "neam: evet" diyerek başlarlardı. Şair de bu edatı
"neam: evet" anlamında şöylece kullanmaktadır:
"Sen sözünde
durmadın dediler, ben de: Evet belki de, dedim,
Sözünde durmayan kimse
yücelere ulaşır ve susamışın yüreğine su serper."
Abdullah b. Kays
er-Rukayyât da şöyle demektedir:
"Sabahın erken
vaktinde genç kızlar.
Beni kınıyorlar, ben
de kınıyorum onları.
Diyorlar ki; saçların
ağarmış bulunuyor,
Ve yaşlandın, ben de
onlara: Evet öyledir, dedim."
Buna göre şanı yüce
Allah'ın: Bu ikisi gerçekten sihirbazdır" buyruğunun: Evet, bunların
ikisi sihirbazdsr" anlamında olması ve bu edatın ismini nasb etmemesi
mümk'ndür.
en-Nehhâs dedi ki:
Bana; Dâvûd b. el-Heysem nakletti, dedi ki: Bana Sa'leb şu beyti nakletti:
"Ah, keşke
bilseydim! Sevenin yüreğini yakan
Onların aşklarından
bir şifa var mıdır? Evet, o kavuşmadır."
en-Nehhâs dedi ki: Bu
güzel bir görüştür. Ancak bir husus var. ü da şudur; "Evet, Zeyd
çıkmaktadır" denilir ve hemen hemen burada (âyet-i kerîmede olduğu gibi
değil de) "lam" hiç kullanılmaz. Eğer nahivci-ler bu konuda söz
söylemiş ve: Burada "iam"ın takdimi niyet edilir demirlerse, (buna
diyecek bir itiraz kalmaz.) Nitekim şair şöyle demiştir:
"Dayım şüphesiz
ki sensin, kimin dayısı Car îr olursa, Yücelere nail olar ve o da dayılarına
ikramda bulunur.'
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Ummul-Huleys
oldukça yaşlı bir koca-karıdır. Koyunun boyun kemiğine dahi razı olur."
Burada birinci beyitte
"dayım" kelimesinin, ikinci beyitte "Ummu'l-Huleys"
kelimesinin başında "lam" harfi gelmesi gerekirken, bir sonraki
kelimeye getirilmiştir.
ez-Zeccâc dedi ki: Bu
âyet-i kerîmede bu buyruk; Köşeli parantez içindeki ihareler, el-Ferrâ,
Menâni'l-Kur'ân, II, 184*deki ifadelen esas alınarak tercüme edilmiştir. Bu
ikisi gerçekten şüphesiz sihirbazdır" takdirinde olup daha sonra mübtedâ
hazfedilmiştir.
el-Mehdevî dedi ki:
Ancak Ebu Ali ile Ebu'1-Feth Osman b. Cinnî bunu kabul etmemişlerdir.
Ebu'l-Feth dedi ki: Burada hazfedildiği belirtilen: "İkisi"
anlamındaki zamir marife olmadıkça hazfedilmez. Marife olduğu takdirde de
marife oluşu sebebiyle "lam" ile te'kid edilmesine ihtiyaç kalmaz.
Müekkedin hazfedildikten sonra te'kid edenin bırakılması da uygun bir şey
değildir.
Üçüncü görüşü el-Ferrâ
kabul etmiş olup şöyledir: Ben buradaki ("Hazâ": Bu" lafzındaki
"elifin bir destek (deâme) olduğu görüşündeyim. iTesniye yapılınca ona
bir nûn ilâve edip nûn, hiçbir şekilde ortadan kalkmaksızın olduğu haliyle
bırakılmıştır. Tıpkı Arapların: O kimse kt... diyerek, daha sonra çoğula delâlet
eden bir "nûn" ilâve edip]:[118]
"Yakında bulunan
kimseler bana geldi, yanında bulunan kimseleri gördüm, yanında bulunan kimselere
uğradım" dedikleri gibi.
Dördüncü görüş; bazı
KûfeÜlerin görüşüdür. Buradaki "elif deki "elife benzer. Bu
"elif değişmez.
Beşinci görüş: £bu
jshak dedi ki: Eski nahivcüer buradaki "he'nın gizlenmiş olduğunu
söylerler. Yani; "Gerçek şu ki bu ikisi sihirbazdır" demektir.
İbnu'l-Enbârî dedi ki: "İnne"nin nasbettiği "ne" harfi
gizlendikten sonra artık "bu ikisi" anlamındaki kelime
"inne"nin haberidir. "İki sihirbazdır* anlamındaki kelimenin de
gizli olan "ikisi" anlamındaki zamir mer-fu olmasını sağlamaktadır.
İfadenin takdiri de; şeklinde olup: "Gerçek şu ki; bu ikisi şüphesiz iki
sihirbazdırlar" demektir.
Bu şekilde cevap verenlerin
görüşüne göre daha uygunu "he"nin, "inne"nin ismi oluşu
"bu ikisi" anlamındaki zamirin mübteda olarak merfu gelişi, ondan
sonrasının da mübtedânın haberi olduğudur.
Altıncı görüş: Ebu
Ca'fer en-Nehhâs dedi ki; Ben Ebu'l-Hasen b. Keysân'a bu âyete dair soru
sordum, dedi ki: Düersen sana nahivcilerin cevabı gibi cevap veririm, dilersen
kendi görüşümü belirterek cevap veririm. Ben ona: Kendi görüşünle cevap ver,
dedim. Bana dedi ki: Bana İsmail b. İshak bu âyet hakkında soru sordu, ona
şöyle dedim: Benim kabul ettiğim görüşe göre "haza; bu" şekli hem
ref, hem nasb, hem cer hallerinde aynı kaldığına; tesniye-nin de müfredi
değiştirmemesi gerektiğine göre; ben de tesniyeyi tekil gibi kabul ettim. Bana
dedi ki: Bu ne kadar güzel bir görüştür; ama keşke bir de senin bu görüşüne
ışık tutması açısından senden önce birisi bu görüşü söylemiş olsaydı. İbn
Keysan dedi ki: Ben de ona dedim ki: Kadı da (ki İbn Key-san'a soru soran
İsmail b. İshak'ın kendisidir) bu görüştedir. Ve onun görüşü benim görüşüme
ışık tutar dedim, o da gülümsedi.
"Sizi
sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak ve sizin en güzel olan bu yolunuzu yok etmek
istiyorlar" sözleri, Firavun'un büyücülere söylediği söz-Serindendir. Yani
bunların maksatları sizin izlemekte olduğunuz dininizi bozmaktır. Nitekim
Firavun'un söylediği bize nakledilmiş bulunan şu sözleri de bü kabildendir:
"Çünkü ben onun dininizi değiştirmesinden yahut yerde bozgunculuk
çıkarmasından korkuyorum. jitdjfAü'min, 40/26)
"Filanın yolu
(tarikatı) güzeldir" denilir, bu (taponun gidişi güzeldir demektir. Yine
"bir kavmin izlediği yol, söyledikleri sözlerin en değerlisidir" denilmiştir.
"İşte yolunu (tarikatını) izlemeleri gereken ve kendisine uymaları gereken
kişi budur" sözü de bu kabildendir.
Buyruğun anlamı şudur:
Bunlar sizin ileri gelenlerinizi, sizin başınızda bulunanları kendilerine doğru
çekerek, kendi yollarından götürmek istiyorlar yahut da en ideal insanlar olan
İsrailoğullannı alıp götürmek istiyorlar. Çünkü her ne kadar onlar sizin
hizmetiniz altında bulunuyor iseler de, ne-sebleri peygamberlere kadar
ulaşmaktadır. Ya da: Bunlar sizin yolunuzu izleyen insanları alıp götürmek
istiyorlar, anlamında olup muzaf hazfedilmiş olabilir.
"el-Müslâ: En
güzel" kelimesi "el-emset"in müennesidir. Nitekim el-efdalın
müennesi olarak el-fudlâ denilmesi de böyledir, "Tarikat" kelimesinin
mü-ennes getirilmesi de lafza binaendir. Bununla erkekler kastedilse bile.
Mü-ennesliğin çoğul olması dolayısıyla bu şekilde gelmiş olması mümkündür.
el-Kisaî dedi ki:
"Sizin yolunuz" yani sizin sünnetiniz, gitmekte olduğunuz yol
demektir. "el-Müslâ: En güzel" ise bir sıfattır. "Yaşlı
kadın" demek kabildendir. Araplar da hidayeti ve dosdoğru yolu kastederek;
Filan kişi en güzel olan yol (et-tarîkatu'1muslâ) üzeredir, derler.
"O bakımdan bütün
becerilerinizi bir araya getirin" buyruğundaki ("Bir araya
getirmek" anlamı verilen:) "el-icmâ" işi sağlam tutmak ve bir şeye
kesin karar vermek demektir. Mesela; "Çıkmaya azmettim, karar
verdim" demektir.
Bütün bölgelerde
kıraat âlimleri, bu kelime "Bir araya getirin" şeklinde
okumuşlardır. Ancak Ebu Amr bu kelimeyi; şeklinde "elifin vas-lı ile ve
"mim" harfini de üstün olarak okumuştur. Buna delil olarak yüce Allah'ın:
"Firavun dönüp hilesini topladı, sonra geldi." (60. âyet) buyruğunu
göstermektedir.
en-Nehhâs dedi ki:
Bana Muhammed b. Yezid'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Ebu Amr'ın, bu
şekildeki kıraatinden başka türlü okuması gerekirdi. Okuması gereken bu kıraat
insanların çoğunun benimsediği okuma şeklidir,
Çünkü o yüce Allah'ın:
"Firavun dönüp hilesini topladı" buyruğunu delil göstermiştir. Evet,
bu böyle sabit olmuştur, fakat bunun kendisinden sonra gelen "bir araya
getirin (toplayın)" kelimesinin de bu şekilde okunmasına delil olması
uzak bir ihtimaldir. Bunun yerine bundan sonra gelen bu kelimenin; "karar
verin, bu işe ciddiyetle sarılın" anlamında; şeklinde olma ihtimalini
yükselti») Onun belirttiği şekildeki kıraate delil olan husus önceden
geçtiğine gÖteYsonradan gelen (kökü bir) bu kelimenin farklı bir manada olması
icab eder, Mesela; "Karar verilmiş bir iş" denilir.
en-Nehhâs dedi ki:
Bununla birlikte Ebu Amr'ın kıraatinin sahih olduğunu ortaya koyan husus şu
anlama gelmesidir: Siz ne kadar çare, tedbir ve beceriye sahip iseniz onları
arka arkaya, hep birlikte, bir araya getiriniz. Bu açıklamayı Ebu îshak da
yapmıştır.
es-Sa'lebî dedi ki:
"Elifin kat' ile "mim'in de esreli (ki büyük çoğunluğun kıraati
böyledir) okunuşunun iki türlü açıklanması mümkündür. Birincisi bir araya
getirip toplamak manasıdır. Meselâ; şeklindeki kullanımların ikisi de (o şeyi
toplayıp, bir araya getirdim) aynı anlamdadır, "es-Sihâh"da şöyle
denilmekledir; " Onu bir araya getirdim, topladım" demektir. Ebu
Züeyb de (yaban) eşekleri(ni) nitelendirirken şunları söylemektedir; '
"Sanki onlar
Nübâyı' vadisindeki el-Ciz denilen yer ile Zü'1-Arcâ'hların arasında bir araya
gelip toplanmış, hedef (ya da talan edilecek şeyler dırlar."
Burada da görüldüğü
gibi bu kelime "bir araya gelip toplanmak" anlamını ihtiva etmektedir,
İkinci açıklamaya göre
bu kelime, işi sağlam tutmak, azimli olmak, karar vermek demektir. Şair şöyle
demiştir;
"Ah keşke -ki
temennilerin faydası yok-,
Bir gün olsun işimi
sağlama almış olarak sabahı edebil şeydim?"
"Saf saf
gelin." Mııkatil ve el-Kelbî hep birlikte bir arada gelin, diye
açıklamışlardır. Bunun, daha heybetli olmanız için saflar halinde dizilmiş olarak
gelin, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Buradaki "saf'
kelimesinin nasb ile gelmesi Ebu Ubeyde'nin görüşüne göre meful oluşundan dolayıdır.
O dedi ki: Mesela; "Ben namazgaha gittim" denilir. Ebu Ubeyde'nin bu
açıklamasına göre aniamt: Tören günü toplanacağınız yere gidiniz, demektir.
Arapların
fasihlerinden birisinin "Ben (namazgahı kastederek) saffa gelemedim"
dediği nakledilmiştir.
ez-Zeccac da şöyle
demiştir: Burada anlamın: Sonra insanlar dizilmiş ol-dukiarı halde, siz geliniz
şeklinde olması da mümkündür. Buna göre bu buyrukta "saf" kelimesi
hal konumunda mastar demektir. Bundan dolayı çoğul gelmemiştir.
"...ib...
gelin" buyruğu "mim" harfi ve "ya" harfi esreli olarak
da okunmuştur. Çünkü hemzeli okumayanlar hemzenin yerine bedel olarak
"elif getirirler.
"Çünkü bugün kim
üstün* yani galip "gelirse umduğunu elde eder."
Bütün bunlar,
sihirbazların birbirlerine söyledikleri sözlerdir. Firavun'un onlara
söyledikleri sözler olduğu da söylenmiştir.
[119]
65. Oedİler
ki: "Ey Musa, sen mi bırakırsın, yoksa ilk bırakan bîı mi olalım?"
66. O
"Hayır, siz bırakın" dedi. Bir de baktı ki: Onların ipleri ve değnekleri
büyülerinden ötürü kendisine yürüyorlannış gibi geldi.
67. Musa
içten İçe bir korkuya kapıldı.
68. Biz ona:
"Korkma!" dedik. "Çünkü üstün gelecek olan sensin.
69. "Sağ elindekini bırak, onların
yaptıklarını yutacak. Onların yaptıkları ancak bir büyücü hilesidir. Büyücü ise
nereye giderse iflah olmaz."
70. Derken büyücüler secdeye kapandılar.
"Harun ve Musa'nın Rabblne iman ettik" dediler.
71. Dedi ki;
"Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size büyüyü
öğreten büyüğünüzdür.
Andolsun ki sizin el
ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hurma dallarına asacağım. Hangimizin
azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu da mutlaka bileceksiniz." '
Sihirbazlar
"dediler ki: Ey Musa, sen mi" elinden asanı "bırakırsın yoksa
îlk bırakan biz mi olalım?" Böylelikle Musa'ya karşı edebli davranmış ve
bu onların iman etmelerine sebeb teşkil etmiştir.
"Os Hayır, siz
bırakın dedi. Bir de baktı ki onların ipleri..." ifadesinde
hazfedilmiş kelimeler
vardır. Yani "onlara; Siz bırakın" dedikten sonra, onlar da
bıraktılar. Buna da ifadelerin anlamı delil teşkil etmektedir.
el-Hasen: "Ve
değnekleri" buyruğunu ("ayn" harfini esreii okumak yerine):
şeklinde "ayn" harfini ötreli olarak okumuştur. Harun el-Karî dedi
ki: Temİmoğuüannın söyleyişi bu şekildedir. el-Hasen de onların söyleyişlerini
esas alır. Diğerleri ise "sad"ın esresine tabi kılmak suretiyle
"ayn" harfini esre ile okurlar. "Kovalar, yaylar"
kelimelerinin iki türlü söylenişi de bu şekildedir.
"Büyülerinden
ötürü kendisine yürüyor lar mış gibi geldi." İbn Abbas, Ebu Hayve, İbn
Zekvân ve Ya'kub'tan Ravh; "Gibi geldi" kelimesini -"ya"
yerine- "te" ile okumuşlardır. Bu okuyuşlarıyla onlar müennes olduklarından
ötürü "asalar" ve "ipleri" lafızlarını göz önünde
bulundurmuş olmaktadırlar.
Büyücüler iplerini
cıvaya batırmışlardı. Güneşin ısısı bunlara isabet edince kımıldamaya ve
hareket etmeye başladılar. el-Kelbî dedi ki: Musa'ya yerde yılanların dolup
taştığı ve bu yılanların karınları üzere yürümekte oldukları intibaını
verdiler.
"Gibi geldi"
anlamındaki kelime; şeklinde "gibi güründüler" anlamında okunmuştur.
Bunun anlamı ile; ın anlamı aynıdır. Böyle okunuşu, (İbn Abbas ve diğerlerinin
okuyuşu olan gibi açıklanır). Bu kelimeyi; şeklinde "ya" ile
okuyanlar fiilin failini onların hileleri kabul etmektedir. Bu kelime; şeklinde
"nun" harfi ile de okunmuştur ki, sınamak ve denemek maksadıyla bu
şekilde gösterenin yüce Allah olduğu manasına gelir.
Failin
"yürüyorlarmış gibi" anlamındaki kelime olduğu da söylenmiştir. Buna
göre baştaki; "Yürüyorlarnuş gibi" lafzı ref mahallindedir. Onun
gözlerine, onların yürüdükleri görünüyordu, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zeecae
yapmıştır. el-Ferrâ ise bunun nasb mahallinde olduğunu iddia etmiştir. Yani
bu; demek olup sonradan "be" harfi hazfedilmiştir.
Birinci şekle göre
anlam şöyledir: Onların büyüleri ve hilelerinden ötürü onların yürümekte
olduklarını zannedecek hale geldi. ez-Zeccâc dedi ki: Bu kelimeyi harfi ile okuyanlar; ı nasb mahallinde kabul
ederler. Yani bunların yürümek özelliğine sahib oldukları intibaı uyanmıştı.
Bununla birlikte bunun "...gibi geldi'deki zamirden bedel, ref mahallinde
olması da mümkündür. Bu zamir de iplere ve sopalara râci'dir. Buradaki bedel
de bedel-i istimaldir.
"Musa içten İçe
bir korkuya kapıldı." Yani içinde böyle bir korku gizledi. Bu korkunun
farkına vardı, yahut hissetti, diye de açıklanmıştır. Bu kor-kunun sebebi
yılanlardı. Çünkü önceden de geçtiği üzere insan tabiatına arız olan sebebler
bunu gerektirir.
Şöyle de
açıklanmıştır: O asasını yere bırakmadan önce insanların bu işe kanarak
sapmalarından korkmuştu. Bir diğer açıklama da şöyledir: Asayı yere
bırakmasını emreden vahyin kendisine gelişi gecikince, insanların asasını yere
bırakmadan önce dağılacaklarından ve böylelikle sapıtacaklarından korkmuştu.
Kimi hakikat ehli
kimseler de şöyle demiştir: Sebeb Musa (as)ın sihirbazlarla karşılaşıp:
"Vay size! Allah'a yalan uydurmayın, yoksa sizi azab ile helak eder"
{Si. âyet) dediğinde, yan carafına baktığında Cebrail'in sağında olduğunu
görüverdi. Ona; Ey Musa! Allah'ın dostlarına karşı yumuşak davran, dedi. Musa
ona; Ey Cebrail! Bunlar büyücüdür. Mucizeyi iptal etmek, Fira-vun'un dinîni
desteklemek, Allah'ın dinini reddetmek maksadıyla pek büyük bir sihir ortaya
attılar. Sen kalkmış bana: Allah'ın dostlarına yumuşak davran, diyorsun. Bunun
üzerine Cebrail ona şöyle dedi: Onlar şu andan ikindi namazına kadar yanında
kalacaklar, ikindi namazından sonra ise cennette olacaklar. Cebrail kendisine
bu sözleri söyleyince Musa'nın içinde bir korku belirdi ve Allah'ın benim hakkımdaki
bilginin ne olduğunu ben nasıl bilebilirim? Belki ben şimdi bu durumdayım,
Allah'ın benim hakkımdaki bilgisi ise bunların önceki hali gibi, şu andaki
halimin hilâfına da olabilir, diye bir düşünce geçti. Yüce Allah onun
kalbindekileri bildiğinden ona şunları vahyetti; "Biz ona: Korkma, dedik.
Çünkü üstün gelecek olan sensin." Dünyada onları yenik düşüreceksin,
cennette de üstün derecelerde bulunacaksın. Buna sebeb de peygamberlik ve yüce
Allah'ın seni seçmiş olması dolayısıyla sana vermiş olduğu nübüvvettir.
"Korku"
kelimesinin asli; olup, "hı" harfi esreli olduğundan dolayı
"vav" harfi de "ya"ye kalb olmuştur.
"Sağ elindeklni
bırak. Onların yaptıklarını yutacak." Asanı bırak diye buyurulmadı. Bunun,
asanın küçüklüğünü anlatmak kaslı ile söylenmiş olması da mümkündür. Yani
onların ip ve sopalarının çokluğunu aldırma. Sen sağ elinde bulunan, hacim
itibariyle oldukça küçük o biricik sopacığıns bı-rakıver. Yüce Allah'ın kudreti
ile o bir tane olmasına, onların yaptıklarının da pek çok olmasına, senin
sopanın küçüklüğüne, onların büyülerinin de büyüklüğüne rağmen onları
yutuverecektir.
Bu ifadenin asayı
ta'zim için kullanılmış olma ihtimali de vardır. Yani sen pek çok ve pek büyük
olan cisimlere önem verme, senin sağ elinde bütün dünyadan daha büyük bir şey
vardır. Bunlar pek çok olmasına rağmen senin asan kargısında pek az ve küçük
kalırlar. Allah'ın izniyle asan onları yutacak ve mahvedecektir.
"(' iüfcy
Yutacak" kelimesi emrin cevabı olmak üzere cezrn ile gelmiştir. Yani eğer
sen asanı bırakırsan onların yaptıklarını alıp yutacaktır, denilmiş gibidir.
es-Sülenıî ve Hafs bu kelimenin "lam" harfini sakin olarak; den gelen
bir fiil olmak üzere okumuşlardır. İbn Zekvân, Ebû Hayve es-Şamî ve Yahya b.
el-Hâris ise; şeklinde "te" harfinin hazf; ve "fc" harfini
ref İle o "yutacaktır" anlamında okumuşlardır. Burada hitab Musa
(as)adır. Asaya olduğu da söylenmiştir.
"Süratle alıp,
yakalamak" anlamındadır. Bu fiil "kaf harfi esreli olarak; şeklinde
kullanılır ki; ben onu hızlıca, süratle, aldım, yakaladım demektir.
Ya'kub'tan
nakledildiğine göre; "Süratli, hafif hareket eden
ve maharetli"
anlamında olmak üzere kullanılır. "Câ Duvarın düşmesi, yıkılması"
demektir. "Havuz dibinden çöktü ve genişledi" demektir. ile yutar
fiilleri aynı anlamda olup "yutar" demektir. Daha önceden el-A'raf
Sûresi'nde (7/115-117. âyetlerin tefsirinde) yavaş yavaş bir şeyi yutmayı
anlatmak üzere; in kullanıldığına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Aynı
şekilde; "Onu yuttu" anlamındadır,
"Onların
yaptıklarını" yani onların ortaya koyduklarını "yutacak." Aynı
şekiide "onların yaptıkları" yani onların ortaya koydukları o şey
"ancak bir büyücü hilesîdlr."
Bu buyruktaki
"büyücü" kelimesi -Asım dışında- Kûfeliler tarafından;
"Büyü" anlamında olmak üzere "sin" harfi esreli
"ha" harfi de sakin olarak okunmuştur. Bu
kıraat iki şekilde açıklanır: Birincisi "hile" anlamındaki
"keyd" kelimesinin hazf takdiri söz konusu olmaksızın doğrudan
"sihre" muzaf olmasıdır. (Bir büyü hiiesidir, demek.olur). İkincisi
ise, ifadede hazf takdiri olmak üzere "büyü sahibinin sihri"
anlamında olur. Diğerleri ise, "yap-mak" kökünden gelen fiilin unda
cereyan etmesi suretiyle; "Hilesi" diye okumuşlardır. ise ameli
Önleyen "kâffe"dır ve dolayısıyla burada (ism-i mevsul gibi ona ait
olacak şekilde) "he" zamiri takdir edilmez. " Büyücü"
kelimesi ise (hile kelimesine) izafe ile okunmuştur.
Burada "et-keyd
(hile)" bu kıraate göre gerçekte "büyücü "ye muzaftır. Büyüye
değildir. Bununla birlikle ("ma"dan önce gelen; (60 edatının hemzesinin:
"Çünkü onların yaptıkları ancak bir büyücünün hi-le.sidir" anlamında
olmak üzere üstün gelmesi de mümkündür.
"Büyücü ise
nereye giderse iflah olmaz." Yeryüzünün neresine giderse gitsin,
kurtulamaz, muradına eremez. Hile yaptığı zaman kurtulamaz diye de
açıklanmıştır. el-Bakaru Sûresi'nde (2/102. âyet, 3. başlık ve devamında) büyücünün
hükmü ve büyünün anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu konuyu
oradan takip edebilirsiniz.
"Derken
büyücüler" bu büyük İşi ve asadaki bu olağanüstü özelliği gördüklerinde
"secdeye kapandılar." Çünkü bu asa onların hile yoluyla ortaya
koymuş oldukları bütün ip ve sopalarını yutuvermişti. Bunlar üçyüz deve yükü
kadardı. Daha sonra tekrar eski haline döndü ve yüce Allah'tan başka bunca
sopa ve ipin nereye gittiğini hiç kimse bilemedi. Bu hususa dair açıklamalar ve
asa ile ilgili yeterli bilgiler, bundan önce el-A'raf Sûresi'nde (7/115-117.
âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,
"Harun ve
Musa'nın Rabbine iman ettik dediler."
"Dedi ki: Ben
size izin vermeden O'na İman mı ettiniz?"
"Ona İman
etti" anlamında olmak üzere; denildiği gibi; da denilebilir. Yüce
Allah'ın: "Bunun üzerine kendisine Lût iman etti." (el-An-kebut,
29/26) buyruğunda birinci şekil; buna karşılık el-A'raf Sûresi'nde Firavun:
"Ben size izin vermeden Önce mi ona iman ettiniz... dedi." (el-A'raf,
7/123) buyruğunda da ikinci şekil kullanılmıştır. Onun söylediği bu sözler,
onların yaptıklarını reddetmek manasına bir tepki İdi. Yani siz haddinizi aştınız
ve benim size emretmediğim işi yaptınız.
"Muhakkak ki o
size büyüyü öğreten buyüğünuzdür." O, bunu öğretmekte size başkanlık
edendir. Onun size galip gelmesinin biricik sebebi, bu konuda sizden daha
becerikli olmasındandır.
Firavun bu sözleriyle
insanları şüpheye düşürmek İstemişti. Tâ ki insanlar büyücülere uyarak,
onların iman ettikleri gibi inanmasınlar. Gerçekte Firavun onların Musa'dan
hiçbir şey öğrenmediklerini biliyordu. Onlar Musa, Mısır'a geri dönmeden hatta
doğmadan önce bile büyüyü öğrenmişlerdi. "Andolsun ki sizin el ve
ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hurma
dallarına
asacağım." Buradaki; "...de, da"; "...e, a" anlamındadır.
Nitekim Suveyd b. Ebi Kâhil de böyle kullanmıştır:
"Onlar Abdî
(Abdül-Kays'ten) olan o kimseyi hurma ağacına astılar, Şeybanhlar ancak burnu
keaik birisi eliyle helak olsunlar."
Firavun o büyücüler
vefat edinceye kadar -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- el ve ayaklarını
kesti ve idam etti.
İbn Muhaysın burada ve
el-A'raf Sûresi'nde: "Elbette keseceğim" ile "Elbette sizi
asacağım" anlamındaki fiilleri; ile diye "elifi üstün ve birinci
fiilde "ti" harfini, ikinci fiilde de "lam" harfini
şeddesiz olarak; Kesti ve: Astı kökünden gelmiş oiarak okudu.
"Hangimizin"
ben mi yoksa Musa'nın Rabbi mi "azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu
da mutlaka bileceksiniz."
[120]
72. Dediler
ki: Bize gelen apaçık delillerle ve bizi yaratana seni üstün tutmayız. Ne
hüküm vereceksen ver sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin.
73.
"Gerçekten biz Rabbimize İman ettik ki günahlarımızı ye bizi işlemeye
zorladığın büyüyü bağışlayarak bizi affetsin. Allah hem daha hayırlıdır, hem
daha kalıcıdır."
74. Gerçek
şu kî: Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse onun için cehennem vardır, orada
ölmez de dirilmez de.
75. Kim de
O'na mü'min olarak salih amelde bulunmuş halde gelirse onlar İçin en yüksek dereceler
vardır.
76. Altından
ırmaklar akan Adn cennetleri. Onlar orada ebedidirler. İşte arman kimselerin
mükafatı budur.
Büyücüler
"dediler ki: Bize gelen apaçık delillerle ve bizi yaratana seni üstün
tutmayız" tercih etmeyiz.
İbn Abbas dedi ki:
Bununla kendilerine gelen kesin bilgi ve yakîni kastetmişlerdir. İkrime ve
başkaları da şöyle dediler: Onlar secdeye kapandıklarında yüce Allah
cennetteki yerlerini kendilerine gösterdi. İşte bundan dolayı Firavun'a
"seni üstün tutmayız" dediler. Firavun'un hanımı: Kim galip geldi?
diye soruyordu. Ona: Musa ve Harun galip geldi, denilince o da: Ben de Musa ve
Harun'un Rabbine İman ettim, demişti. Firavun una adamlarını gönderdi ve şu
talimatı verdi; En büyük ve yüksek kayayı bulunuz, eğer inancını sürdürecek olursa
o kayayı onun üzerine bırakınız. Yanına vardıklarında başını kaldırıp semaya
baktı, cennetteki yerini gördü ve inancını dile getiren ifadelerini sürdürdü,
ısrar etli. Bu esnada da ruhu kabz edildi, cesedinde ruh olmadığı halde kayayı
üzerine bıraktılar,
Şöyle de denilmiştir:
Büyücülerin önde gelen kimseleri Musa'nın asasını, neler yaptıklarını görünce
güvendiği bir kimseye şunları söyledi: Şu yılana bak, korktu mu korkmadı mı,
eğer korkarsa cinlerdendir, şayet korkuya kapılmayacak olursa kendisinin
bilgisinden hiçbir beşeri eserin kaybolmadığı mutlak yaratıcının bir
takdiridir. O güvendiği şahıs: Hayır hiç korkmadı deyince, sihirbazların ileri
gelenleri: Ben Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettim, dedi.
"Ve bizi
yaratana" anlamındaki buyruk, yüce Allah'ın: "Bize gelen apaçık
delillere" buyruğuna atfedilmiştir. Yani biz seni ne bize gelen apaçık delillere
tercih ederiz, ne de bizleri yaratana üstün tutarız.
Bu buyruğun bir yemin
olduğu da söylenmiştir; yani Allah'a andolsun ki seni.,. üstün"%[utmayız.
"Ne hüküm
vereceksen ver" yani vereceğin hüküm ne ise onu ver.
"Vereceğin hüküm
ne ise" buyruğundaki; "Ne" fiii İle beraber geldiği vakit,
mastar durumunda olan değildir. Çünkü o fiillere muttasıl gelir, bu ise mübtedâ
ve haberin başına gelmiştir.
İbn Abbas dedi ki: Sen
ne yapacaksan onu yap demektir. Vereceğin hüküm her ne ise -yanı ellerin
ayakların kesilmesi ve hurma dallarına asılması hükmünü- ver, diye de
açıklanmıştır. "Hüküm vereceksen" kelimesinin sonunda "ya"
harfinin vasi halinde hazfedilmesinin sebebi (bu harfin) sakin oluşu ve
tenvinin de sakin oluşudur. Sibeveyh ise vakf halinde bu kelimede
"ya" harfinin okunmasını tercih etmiştir. Çünkü artık iki sakin illeti
ortadan kalkmış olur.
"Sen ancak bu
dünya hayatında hükmedersin." Yani senin vereceğin emirler ancak dünya
hayatında geçer. "Dünya hayatı" anlamındaki terkip zarf olarak mansub
gelmiştir. Yani sen ancak bu dünya hayatındaki meta ile ilgili olarak hüküm
verebilirsin, yahut sen bu dünya hayalı süresince hüküm verebilirsin, anlamında
olup mef ulun hazfedildiği kabul edilebilir.
İfadenin takdiri şöyle
de olabilir: Sen ancak bu dünya hayatının işleri hakkında hüküm verirsin. Bu
durumda "hayat': kelimesi meful olarak nasb edilmiş olur, "mâ"
da kendisinden önce gelen: 'İnne"nin amelini önleyen (kâf-fe) olur.
el-Ferrâ ise merfu
okumayı caiz kabul etmiştir. Ancak buradaki "mâ"nın ism-i ınevsul
kabul edilmesi ve "hükmedersin" anlamındaki fiilin sonundaki
"he" zamirini hazfedip daha sonra: "Bu dünya hayatı"
terkibini de merfu kabul etmek mümkündür.
"Gerçekten biz
Rabbimize iman ettik." Allah'ın, hiçbir ortağı söz konusu olmaksızın bir
ve tek olduğuna ve Musa'nın getirdiklerine inandık.
"Ki
günahlarımızı" -üzerinde bulundukları şirki kastediyorlar.- "ve bizi
işlemeye zorladığın büyüyü bağışlayarak bizi affetsin."
"Bizi işlemeye
zorladığın" anlamındaki buyrukta bulunan; edatı "günahlarımız"
kelimesine atf ile nasb mahallindedir. Bunun i'rabtan mahalli olmayıp nefy
edaü olduğu da söylenmiştir. Bu takdirde anlam şöyle olur: Bizim büyücülükten
ötürü kazandığımız günahları bağışlayacağını ümit ederiz ve sen bizi bu
büyücülüğe zorlamadığın halde "biz bunu yapmıştık."
en-Nehhâs dedi ki:
Birincisi daha uygundur. el-Mehdevî de: Birincisinin uygun olduğu uzak bir
ihtimaldir, çünkü onlar: "Eğer galip gelen biz olursak herhalde bize bir
mükâfat var değil mi?" (el-A'raf, 7/113) demişlerdi. Bu sözler zorlanan
kimselerin söyleyecekleri sözler değildir. Ayrıca ikrah da zaten bir günah
değildir. Her ne kadar küçükken büyüyü öğrenmek üzere zorlanmış olmaları
düşünülebilirse dahi bu böyledir.
el-Hasen dedi ki:
Bunlara çocukken büyü öğretiliyordu. Sonra da büyüyü kendi iradeleriyle
yaptılar.
Buradaki
"mâ" edatının mübtedâ olarak ref mahallinde olması, haberin mukadder
olması da mümkündür. İfadenin takdiri şöyle olur: Ve senin bizi işlemeye
zorladığın büyünün günahı bizden kaldırılmıştır.
"Büyüyü"
kelimesi bu görüşe ve birinci açıklama şekline göre "işlemeye
zorladığın" anlamındaki fiile taalluk eder. "Mâ"nın nefy edatı
olduğunu söyleyen görüşe göre ise "günahlarımızı" anlamındaki kelimeye
taalluk etmektedir.
"Allah hem daha
hayırlıdır, hem daha kalıcıdır." O'nun mükâfatı daha hayırlı ve daha
kalıcıdır, demektir. Burada muzaf hazfedilmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbas
yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim için Allah senden daha hayırlıdır.
O'nun bize vereceği azap da senin azabından daha kalıcıdır. Bu da Firavun'un:
"Hangimizin azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu da mutlaka
bileceksiniz" sözlerinin cevabını teşkil etmektedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Eğer biz Allah'a itaat edersek, O bizim için daha hayırlıdır.
İsyan edecek olursak O'nun azabı da seninkinden daha kalıcıdır.
"Gerçek şu ki,
kim Rabbine günahkâr olarak gelirse..." Bunun iman ettikten sonra
sihirbazların söylediği sözlerden olduğu söylendiği gibi, yüce Allah'ın
söylediği sözlerin başı olduğu da söylenmiştir.
"Gerçek şu
ki" ifadesindeki zamir, işe ve şe'ne râci'dir. (Zamir-i şa'ndır). Bununla
birlikte: "Gerçekten kim... gelirse" anlamında olması da mümkündür.
Şairin şu beyitinde de böyledir:
"Şüphesiz kim bir
gün kiliseye girecek olursa,
Orada yabani öküz
yavruları ve ceylanlarla karşılaşır."
Burada şair:
"Gerçek şu ki..." demek istemiştir. Yani durum şudur: Günahkâr olan
kimse ateşe girecektir, mü'min olan kimse de cennete girecektir. Buradaki
günahkâr (mücrim), kâfir demektir.
Masiyetler işleyen ve
günah kazanan kimse olduğu söylenmiş ise de, birinci anlam daha uygun
görünmektedir. Çünkü bundan sonra: "Onun için cehennem vardır, orada ölmez
de dirilmez de" diye buyurmaktadır. Bu ise daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde
(4/116. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde açıklandığı üzere inkarcı ve
yalanlayıcı kâfirin niteliğidir. Böyle bir kimse ne hayatından istifade eder,
ne de ölüm dolayısıyla rahat yüzü görür. Şair der ki:
"Söyleyin bana
ölüp de bedbahtlığı sona ermeyen,
Tadı bulunan bir hayat
da sürmeyen bir kimseye kim ne yapabilir?"
Şöyle de
açıklanmıştır: Kâfirin canı hançeresinde askıda kalır. Yüce Allah'ın onun
hakkında haber verdiği şekilde; ne bu canı hançeresinden ayrılarak ölür, ne de
bedeninde karar bularak hayat bulur.
"Kim Rabbİne
günahkâr olarak gelirse" buyruğunun anlamı; kim Rab-binin huzuruna gelmek
için tesbit edilen vakitte bu halde gelecek olursa, demektir.
"Kim de ona
mü'mln olarak" yani iman üzere ölüp, O'nu tasdik ederek vefat edip
"salih amelde bulunmuş halde gelirse" itaat etmiş, kendisine verilmiş
emirleri yerine getirmiş ve yasak kılınmış şeylerden de uzak kalmış ise
"onlar için en yüksek" nitelendirilemeyecek kadar üstün
"dereceler vardır."
Aynca yüce Allah'ın:
"Kimde O'namü'min olarak... gelirse" buyruğu burada sözü geçen
"mücrim; günahkâr" ile müşrikin kastedildiğine delil teşkil
etmektedir.
"Altından"
yani (onlar için) o cennetlerin köşklerinin ve tahtlarının altından -önceden
de geçtiği gibi- şaraptan, baldan, sütten ve sudan "ırmaklar akan Adn
cennetleri" (vardır). Bu buyruk hem dereceleri açıklamaktadır, hem de
"dereceler"den hedeldir. Adn ise ikamet, temelli kalmak demektir. Buna
dair açıklamalar daha önceden (el-Kehf, 18/30-31) âyetlerin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır,
"Onlar orada
ebedidirler" devamlı kalıcıdırlar.
"İşte
arınan" küfür ve isyandan kendisini temizleyen "kimselerin mükâfatı
budur."
Bunların büyücülere
ait sözler olduğunu söyleyenler de şöyle demektedir: Büyücülerin bu gerçekleri
Musa'dan yahut da İsrailoğullarından dinlemiş olmaları ihtimali vardır. Çünkü
Mısır'da bulunan İsrailoğulları arasında, büyücülerden bazı kimseler de vardı.
Yine Firavun hanedanından iman eden kişi de onlar arasında bulunuyordu.
Derim ki: Bunun iman
etmeleri üzerine yüce Allah'ın kendilerine ilham vererek bu ilham ile
söylettiği sözler olma ihtimali de vardır. Doğrusunu eniyi bilen Allah'tır.
[121]
77. Andolsun
ki Biz Musa'ya şunu vahyettik: "Kullarımla geceleyin yola çık! Yetişmeden
yana korkun ve endişen olmaksızın onlar için denizde kupkuru bir yol aç."
78. Firavun
askerleriyle onların ardınca gitti. Ancak kendilerini denizden ne kapladıysa,
kapladı.
79. Firavun
kavmini saptırdı, hidayet yolunu göstermedi.
" Andolsun ki Biz
Musa'ya şunu vahyettik; Kullarımla geceleyin yola çık." Bu hususa dair
yeterli açıklamalar önceden geçmişti.
"Yetişmeden"
Firavun ve askerlerinin size kavuşmasından "yana korkun ve endişen
olmaksızın onlar için denizde kupkuru" yani camursuz ve
susuz "bir yol
aç." Daha önceden el-bakara Sûıesi'nde (2/50. âyetin tefsirinde) Musa'nın
denize (asasını) vuruşu, denize künyesiyle hitap etmesi ve Fi-ravun'un suda
boğulması ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunduğundan bun-lan tekrarlamanın
antamı yoktur.
İbn Güreye dedi ki:
Musa (as) ile birlikte bulunanlar! İşte Firavun, arkamızdan yetişti, işte
önümüzde de deniz, bizi örtecek, dediler. Bunun üzerine yüce Allah:
"Yetişmeden yana korkun ve endişen olmaksızın" buyruğunu indirdi.
Yani Firavun'un sana yetişmesinden yana korkma, eğer denizin içirie dalacak
olursan sana değeceğinden ve içinde boğulmaktan yana da endişelenme!
"Korkun...
olmaksızın" buyruğunu Hamza, emrin cevabı olmak üzere "Korkma"
diye okumuştur, İfade: Sen denizde onlara yol açacak olursan, bundan dolayı
korkma! takdirindedir. Diğer taraftan Endişen olmaksızın" buyruğu da: Sen
endişeye düşmeyerek... takdirinde yeni bir cümledir. Yahut da aslında bu (da
emrin cevabı olarak) cezmedilmiş. fakat (sın harfinin) fethasının doyurulmuş
şekli (işbâı) ile elif (-İ maksûra) gelmistir. (O takdirde anlam burada da:
Endişelenme şeklindedir.) Bu da yüce
Allah'ın: "Onlar
da bizi yoldan saptırdılar" (el-Ahzab, 33/67) buymğundaki (işba' için
getirilmiş) elif gibidir. Yahut bu, şairin şu sözüne (bu yönüyle)
benzemektedir.
"Sanki sen benden
önce Yemenli bir esir görmemiş gibisin."
Bu da sahih olan
fiilde harekenin hazfedilin esi gibi hazfın yapıldığı varsayımına göredir.[122]
el-Ferrâ'nın görüşü budur. Bir başka şair de şöyle demiştir
"Sen önce
Zebbân'ı hicvettin sonra Zebbân'ı hicvettiğin için, Özür dileyerek geldin;
(böylelikle) sen ne hicvetmiş oldun, ne de (esenlikte bırakarak) terketmiş
oldun."[123]
Bir diğer şair de
şöyie demiştir;
"Haberler
Ziyadoğullarınm süt veren develerinin neyle karşılaştıklarım
anlatıp dururken,
(Buna dair) haberler sana gelmedi mi?"[124]
en-Nehhâs dedi ki:
Yüce Allah'ın Kitabının şiirdeki bu gibi şâz söyleyişlere göre yorumlanması
hataların en çirkin seki Heri ndendir. Aynı şekilde onun örnek göstermiş olduğu
bu şiirler hiçbir yönüyle âyet-i kerîmeye benzememektedir. Çünkü
"ya" ile "vav" harfleri "eliften farklıdırlar. Zira bu
iki harf hareke aldıkları halde, "elif hareke aimaz. Ayrıca şair çaresiz
kaldığı takdirde bu iki harfi harekeli kabul edebilir, sonra da cezm
dolayısıyla bu hareke hazfedilir, "elifte böyle bir şey yapmaya imkan
yoktur. Birinci kıraat ise daha açık ve anlaşılırdır. Çünkü ondan sonra gelen
"Endişen olmaksızın" kelimesinin cezimsiz olduğu hususunda İcma
vardır. Ve bunda üç takdir söz konusudur:
Birincisi
"korkun... olmaksızın" buyruğu muhatabın hali konumunda olabilir.
İfadenin takdiri de şöyle olur: Sen korkuya kapılmadan ve endişelenmeden onlar
için denizde kupkuru bir yol aç.
İkinci takdir; Yolun
sıfatı konumunda olabilir, çünkü sıfat olan "kupkuru oluş" üzerine
atfedilmiştir ve buna göre ifadenin takdiri; Sen onda (o yolda)
korkmaksızın... takdirindedir. Böylelikle ona ait olan sıfat hazfedilmiş demektir.
Üçüncü takdire
gelince: Önceki ile ilgisi olmayan ve: Sen korkmayacaksın korkmaksızın,
takdirinde hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olabilir.
"Firavun, askerleriyle
onların ardınca gitti." Firavun beraberinde askerleri bulunduğu halde
onları izledi. " Onların ardınca gitti" buyruğu, şeklinde "teT:
harfi şeddeli olarak da okunmuştur. Bu takdirde " Askerleriyle'deki
"be" harfi fiilin ikinci mefufc geçiş yapmasını sağlamış olmaktadır.
Çünkü bu fiil tek başına (yani harfi cer olmaksızın) tek bir mef'ule geçiş
yapar. Yani Firavun askerleri iîe birlikte onların arkasından yetişmek
maksadıyla onların ardından gitti. Bu da, emir kılıcı da beraberinde bulunduğu
halde bindiğini anlatmak üzere bu harf-i cerr-i kullanarak: demeye benzer.
Bu fiili kat' ile;
şeklindeki okuyuşa göre ise fiil iki mef ule geçiş yapar ve bu durumda
"be" harfinin zaid olması da mümkündür. Fiiiin tek bir mef ule geçiş
almasıyla yecînilmesi de mümkündür. Nitekim aynı anlamda olmak üzere; "
ile: Onu izledi" ve; ile "Ona yetişti" denilir. Bu durumda
"askerleriyle" buyruğu da hal konumunda olur. "Askerlerini
önünden yürüterek onları takip etti" denilmiş gibidir.
"Ancak
kendilerini denizden ne kapladıysa kapladı." Yani denizden on-iarı boğacak
kadar su isabet etti. Burada "kapladıysa kapladı" şeklindeki tekrar,
tanzim ve durumun bilinmesinin anlatılması maksadı iledir.
"Firavun kavmini
saptırdı, hidayet yolunu göstermedi." Yani Firavun onları doğru yoldan
saptırıp uzaklaştırdı, onları hayra ve kurtuluşa iletmedi. Çünkü o, Musa (as)
ile beraberinde bulunanların kendisinden önce gidemeyeceklerini ve Önlerinde
deniz bulunduğundan dolayı elinden kurtulamayacaklarını zannetmişti. Ancak
Musa (as) asasıyla denize vurunca, denizde ontki yol ayrıldı ve bu yollar
arasındaki sular yukarı doğru dağlar gibi yükseldi. eş-Şuarâ Sûresi'nde de;
"Ardından deniz ayrılıp her bir tarafı büyük bir dağ gibi oldu"
(eş-Şuarâ, 26/63) diye buyurulmaktadır. Her bir kol (sıpt), bu yolların
birisini izledi. Yüce Allah dağ gibi ayrılan sulara: Sizlerde pencereler
olsun, diye emredince, bunlar arasında birbirlerini görmelerini sağlayacak
şekilde pencere gibi delikler açıldı, birbirlerinin sözlerini duyar oldular.
Bu ise en büyük mucizelerden, en büyük belgelerden biri olmuştu.
Firavun gelip denizde
yol açılmış, suyun da yukarı doğru yükselmiş olduğunu görünce, beraberindeki
askerlerine denizin kendi heybeti dolayısıyla bu hali aldığı vehmini verdi.
Beraberinde bulunanlarla birlikte denize girdi ve deniz üzerlerine
kapanıverdi.
Yüce Allah'ın:
"Hidayet yolunu göstermedi" anlamındaki buyruğun Fi-ravun'un onları
saptırmalarını te'kid manasına olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte bir
başka görüşe göre bu, Fîravun'un: "Ben size ancak gördüğümü gösteriyorum
ve ben sizi doğru yoldan başkasına da iletmiyorum" (el-Mu'min, 40/29)
buyruğuna bir cevaptır ve yüce Allah onun bu iddiasını böylece
yalanlamaktadır.
İbn Abbas dedi ki:
"Hidayet yolunu göstermedi" yani o bizzat kendisini hidayete
iletemedi, aksine kendisini de kavmini de helake sürükledi.
[125]
80. Ey
İsrailoğulları! Gerçekten Biz sizi düşmanınızdan kurtardık ve sizinle Tur'un
sağ yanında sözleştik. Sîze kudret helvası ve bıldırcın da İndirdik.
81. Size
verdiğimiz güzel rızıktan yeyin ve bu hususta haddi aşmayın. Çünkü o takdirde
gazabım gelip sizi bulur, gazabım her kime gelip çatarsa yıkılır gider.
82. Muhakkak
Ben tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere olana da çok çok
mağfiret ediciyim.
"Ey İsrailoğullarıt
Gerçekten Biz sizi düşmanınızdan kurtardık." Yüce A]lalı, Firavun'dan
kurtardıktan sonra şükretsinler diye onlara bu sözleri söylemişti,
j
"Ve sizinle
Tur'un sağ yanında sözleştik" buyruğunda geçen "yan" anlamındaki
kelime "sözleştik" fiiiinin ikinci mef ulu olmak üzere nasb edilmiştir.
Bunun zarf olarak nasb edilmesi uygun düşmez. Çünkü bu müphem olmayan,
katsksız bir mekân zarfıdır. Fiillerin ve mastarların mekân zarflarına teaddi
etmesi (geçişi) müphem olmaları halinde harf-i cersiz olur.
Mekkî dedi ki: Bu
hakkında görüş ayrılığı bulunmayan bir esastır. Âyetin takdiri şöyledir: Biz
sizinle Tur'un yan tarafına gelmek üzere süzleştik. Daha sonra bundan mıızaf
hazfedilmişler.
en-Nehhâs dedi ki:
Yani Biz. Musa'ya sizlere size kendisi ile birlikte çıkmanızı emretsin diye
emir verdik. Çünkü yüce Allah sizin huzurunuzda onunla konuşacak ve siz de bu
kelâmı işitecektiniz.
Şöyle de
açıklanmıştır: Firavun'un suda boğulmasından sonra, Musa'ya Tur'un sağ tarafına
gelmesi ve burada kendisine Tevrat'ı vermesi vaadinde bulunmuştu. Buna göre
verilen söz Musa'ya verilmiştir. Ancak bu hususta onlara hitap edilmesi, bu
sözün kendileri dolayısıyla verilmiş olmasından dolayı idi.
"Sizinle... sözleştik"
buyruğunu Ebu Amr "vav"dan sonra "eliP'siz olarak okumuş, Ebu
Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü burada "vaadetmek (söz vermek)"
yüce Allah tarafından özellikle Musa'yadır. "Sözleşmek"
("eliPli okuyuşun manası) ise ancak iki kişi tarafından yapılır. Bu hususa
dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'ndc (2/51. âyet, 1. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır.
"Sağ"
(anlamındaki: el-eymen) kelimesi de "yan" anlamındaki kelimenin
sıfatı olduğundan dolayı nasb edilmiştir. Dağın kendisinin ne sağı, ne solu
olur. O bakımdan birisine: Dağın sağ tarafından git, denilecek olursa bu, sen
dağı sağ tarafına al git, demektir. Musa (as) da dağa geldiğinde, dağ onun sağ
tarafında bulunuyor idi.
"Size kudret
helvası ve bıldırcın da indirdik." Yani Tîh'te üzerinize bunları indirdik.
Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/57. âyet, 2. başlıkla) geçmiş
bulunmaktadır.
"Size verdiğimiz
güzel rızıktan" yani rızkın lezzetlisinden "yeyin." Helalinden
yeyin anlamında ulduğu da söylenmiştir. Çünkü herhangi bir insanın bu rızkın
meydana gelmesinde emeği ve katkısı yok ki buna bir şüphe girsin.
"Ve o hususta
haddi aşmayın." İçinde bulunduğunuz bolluk ve afiyet sizi isyankârlığa
götürmesin, çünkü tuğyan, caiz olmayana doğru haddi aşmaktır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Sizler nimete^karşı nankörlük ederek bu nimetleri size ihsan
edene şükrelıııeyi unutmayınız.
Bir diğer açıklama da
şöyledir: Sizler bu nimetler yerine başkalarını istemeye kalkışmayınız.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Siz daha hayırlı olanı böyle
daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?" (el-Bakara, 2/61)
Bir diğer açıklama da
şu şekildedir: Siz bu nzıktan bir gün ve bir gecelikten fazlasını saklamaya
kalkışmayınız. îbn Abbas dedi ki: Saklayıp biriktirdikleri kurtlandı. Eğer onlar
bunu yapmamış olsalardı, ebediyyen hiçbir yiyecek kurtlanmazdı,
"Çünkü o takdirde
gazabım gelip sizi bulur." Yani hakkınızda vacip olur ve üzerinize iner.
Gelip... bulur"
kelimesi yüce Allah'ın: "Haddi aşmayın" buyruğun-daki nehyin cevabı
olarak başına gelen "fe" ile nasb edilmiştir.
"Çünkü o takdirde
gazabım gelip sîzi bulur. Gazabım her kime gelip çatarsa yıkılıp gider."
el-A'meş, Yahya b.
Vessâb ve el-Kisaî "Gelip ... bulur" anlamındaki fiildeki
"ha" harfini -esre yerine- öt re ile; şeklinde ve; "Kime gelip
çatarsa" lafzını da birinci "lam"ı -esre yerine- ötrc ile
okumuşlardır. Diğerleri ise (her iki kelimedeki, her iki harfi de) esreli
okumuşlardır ve bunların ikisi de ayrı birer söyleyiştir.
Ebu Ubeyde ve
başkasının naklettiğine göre; bir şeyin gelmesi vacip olduğunda denilir. Gelip
çattığında ise; şekli kullanılır, el Ferrâ da böyle demiştir: "Hulul"
mastarında (muzariinde aynu'l-fiilin) ötreli gelmesi, vuku bulmak demektir.
Esreli gelmesi ise vacip olmak anlamındadır.
Her İki mana da birbirine
yakın olmakla birlikte; esreii okuyuş daha uygundur. Çünkü bütün kıraat
alimieri yüce Allah'sn:
"Ve kalıcı azabın
da kimin başına ineceğini..." (Hud, 11/39) buyruğunda bu kelimeyi icma ile
esreli okumuşlardır.
"Allah'ın
gazabı" cezası, intikamı ve azabı demektir.
" Yıkılır,
gider" buyruğu, ez-Zeccâc dedi ki: Helak oldu, demektir. Yani bu kimse
cehennem ateşinin dibi olan "el-Hâviye"ye gider demektir. Bu da
yukarıdan aşağıya doğru düşmeyi anlatan; den gelmektedir. "Filan
öldü" demektir.
İbnu'l-Mubarek şunu
nakletmektedir: Bize İsmail b. 'Ayyaş haber verdi, dedi ki: Bize Sa'lebe b.
Müslim anlattı, o Eyyub b. lieşir'den, o Şufey el-Asba-hi'den dedi ki:
Cehennemde Saûd diye adlandırılan bir dağ vardır. Kâfir kırk yıl süreyle
tırmandığı halde tepesine ulaşamaz. Yüce Allah da; "Ben onu Sa-ûd'a
(sarpyokuşa) sardıracağım." (el-Muddessir, 74/17) diye buyurmaktadır.
Yine cehennemde "Hevâ" diye adlandırılan yüksek bir bina vardır. Kâfir
bu binanın üst tarafından aşağı doğru atılır ve kırk yıl süre ile o aşağı doğru
inmeye devam eder de bunun dibine daha ulaşmış olmaz. İşte yüce Allah da:
"Gazabım her kime gelip çatarsa yıkihr gider" diye buyurmaktadır.
Daha sonra hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Biz bu hadisi
"et-Tezkire" adlı kitabımızda zikretmiş bulunuyoruz.
"Muhakkak
Ben" şirkten "tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip hidayet
üzere olana da çok çok mağfiret ediciyim." Ölünceye kadar imanı üzere
kalmaya devam edene "mağfiret ediciyim" demektir. Bu açıklamayı
Süfyan es-Sevrî, Katade ve başkaları yapmıştır. İbn Abbas dedi ki: İmanında
şüphe etmeyen kimseye... demektir. Bu açıklamayı da el-Maverdî ve el-Mehdevî
zikretmişlerdir.
Seril b. Abdullah
et-Tüsterî İle yine İbn Abbas şöyle demişlerdir: Sünnete ve cemaate
bağlılığını sürdüren kimseye... anlamındadır. Bunu da es-Sa'İe-bî nakletmiştir,
Enes dedi ki: Peygamber (sav)ın sünnetini izleyen kimse söz konusudur. Bunu
el-Mehdevî zikretmiş, el-Maverdî, bunu er-Rabî' b. Enes'ten de nakletmiştir.
Diğer bir görüşe göre:
İsabetli ameî yapan kimselere... anlamındadır. Bu açıklamayı da İbn Zeyd
yapmıştır. Yine İbn Zeyd'den nakledildiğine göre her kim nasıl davranacağını
bilmek üzere İlim öğrenirse bu durumda olacaktır. Birincisini ei-Mehdevî,
ikincisini de es-Sa'lebî zikretmiştir.
eş-Şa'bî, Mukatil ve
el-Kelbî de şöyle demişlerdir; Bu işlerin iyi olanına mükâfat, kötü olanlarına
ceza olduğunu bilen kimselere... demektir. el-Ferrâ da böyle demiştir. Başka
bir görüşe göre: "Hidayet üzere olana" yani Peygamber (sav)ın ehl-i
beytini dost edinmeye, veli edinmeye devam edene demektir. Bu açıklamayı da
Sâbİt ei-Bünânî yapmıştır. Bütün bu görüşlerin en güzeli yüce Allah'ın İzniyİe
birinci görüştür ve diğer görüşler de onun kapsamına girmektedir.
Vekî', Süfyan'dan
şöyle dediğini nakletmektedir: Bizîer yüce Allah'ın: şu buyruğunun şöylece
açıklandığını dinliyorduk: "Muhakkak Ben" şirkten "tevbe
eden" şirkten sonra ise "iman eden ve" namaz kılıp oruç tutarak
"sa-Uh amel İşleyip hidayet üzere olana" ve bu şekilde ölene "da
çok çok mağfiret ediciyim."
[126]
83. "Kavminden
erken gelmek için seni aceleye iten nedir, ey Musa!"
84.
"Onlar da arkamdan geliyorlar. Rabbim razı olasın diye ben huzuruna
gelmek için acele ettim" dedi.
85. Buyurdu
ki: "Senden sonra Biz kavmini fitneye düşürdük. Sonra Sâmirî de onları
saptırdı."
86. Musa kızgın ve kederli bir şekilde kavmine
döndü. Dedi ki: "Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?
Yoksa aradan geçen süre size uzun mu geldi? Yahut üzerinize Rabbinizden bir
gazabın gelmesini mi istediniz de bana olan vaadinizde durmadınız?"
87. Dediler
kî: "Biz kendi güç ve isteğimizle vaadine muhalefet etmedik. Fakat kavmin
süs eşyasından İğreti aldığımız ağırlıklar yüklenmiştik de onları attık. Sâmirî
de böylece attı."
88. Onlara
böğüren bir buzağı heykeli yaptı. Dediler Öt: "Bu sizin de ilâhmızdır,
Musa'nın da İlâhıdır, o unuttu."
89. Onun,
hiçbir sözlerine karşılık veremediğini, onlara bir zararının dokunmadığını,
bir fayda da sağlayamadığını görmezler mi?
"Kavminden erken
gelmek için seni aceleye İten nedir, ey Musa?" Ondan önce seni gelmeye ne
itti?
Denildiğine göre;
burada kavimden kasıt, büLün İ.srailoğullarıdır. Buna binaen şöyle
denilmiştir: O, İsrailoğullarının başına Harun'u yerine halef bırakmış,
kendisi ise beraberinde yetmiş kişi ile birlikte tayin edilen vakitte hazır
bulunmak üzere gitmişti.
"Onlar da
arkamdan geliyorlar." O bu sözleriyle kavminin arkasından ve bu tarafa
doğru yürümekle olduklarını kastetmemiştir. Bu sözleriyle: Onlar benim
yakınımda bulunuyorlar ve benim kendilerine dönmemi bekliyorlar, demek
istemişti.
Şöyle de
açıklanmıştır: Hayır Harun'a, İsrailoğulları ile birlikte izini takip edip
kendisine yetişmeleri emrini vermiştim.
Bir kesim de şöyle
demiştir: O "kavim" ile seçtiği yetmiş kişiyi kastetmişti. Musa,
Tur'a yaklaştığında yüce Allah'ın kelâmını dinleme şevki dolayısıyla onlardan
daha çabuk hareket ederek önlerine geçmişti.
Bir başka açıklama da
şöyledir: O sözleşilen şekilde Tûr-i Sina'ya gelince, Rabbine kavuşma şevkini
duydu. Yüce Allah'a olan aşırı şevkinden dolayı aradaki mesafe kendisine çok
uzak geldi, bundan dolayı o kadar sıkıldı ki, gömleğini dahi yırttı. Fakat
yine de dayanamayarak onları geride bırakıp tek başına gitti. Huzurda durunca
şanı yüce ve mübarek olan Allah: "Kavminden erken gelmek için seni aceleye
iten nedir, ey Musa?" diye sordu. O ise ne cevap vereceğini kestiremeyip
şaşırdı ve cevap oimak üzere: "Onlar da arkamdan geliyorlar, dedi."
Yüce Allah kendisine acele etme sebebini sorduğu halde, o kavminin arkasından
gelmekte olduklarını bildirdi. Daha sonra da: "Rabbim razı olasın diye ben
huzuruna gelmek için acele ettim, dedi." Böylelikle şevkini ve Allah'ın
rızasını aramaktaki samimiyetini dile getirmiş oluyordu.
Abdu'r-Rezzak,
Ma'mer'den, o Katade'den yüce Allah'ın: "Rabbim razı olasın diye ben
huzuruna gelmek için acele ettim" buyruğu hakkında: Sana olan şevkimden
dolayı (böyle hareket ettim) diye açıkladığını nakletmektedir.
Âişe (ranha) da uyumak
üzere yalağına çekildiğinde: ei-Mecîd'i getirin, derdi. Bunun üzerine ona
Mushaf getirilir, onu alır, göğsüne bastırır ve o şekilde uyurdu. Bununla
teselli bulurdu. Bunu Süfyan. Misar'dcn, o Aişe (r^nha) dan rivayet etmektedir.
Peygamber (sav)da
yağmur yağdığında elbiselerini çıkartır ve yağmur tenine değinceye kadar
elbisesiz kalır ve şöyle derdi: Çünkü bunun Rabbimin yanından gelişi
yepyenidir."[127]
İşte Rasûlullah (sav)ın ve ondan sonrakilerin bu gibi davranışları yüce Allah'a
duyulan şevk kabilindendir. Bundan dolayı yüce Allah'ın (kudsİ hadiste) şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "İyi insanların Bana kavuşmaya olan
şevkleri epey uzadı. Onlara kavuşmaya Benim şevkim onlarınkinden
fazladır."[128]
İbn Abbas dedi ki:
Elbette yüce Allah bunun sebebini biliyordu. Lakin Musa (as)a rahmet olmak, bu
sözleriyle ona ikramda bulunmak, kalbine sükûnet vermek ve ona karşı duyduğu
merhamet dolayısıyla: "Kavminden erken gelmek İçin seni aceleye İten
nedir, ey Musa?" diye buyurdu. O da Rabbi-ne cevap olmak üzere:
"Onlar da arkamdan geliyorlar" dedi.
Ebu Hatim der ki: İsa
dedi ki: Temimoğulları: -"onlar..,1ar" anlamında-:şeklinde
"elifi maksura" ile söylerler. Hicazlılarsa medli olarak; derler.
el-Ferrâ; "Onlar da arkamdan geliyorlar" diye okunduğunu da
nakletmektedir.
Ebû İshak ez-Zeccâc,
bu okuma şeklinin uygun bir açıklaması bulunma-dığınriddia etmiştir, en-Nehhâs
dedi ki: Bu onun dediği gibidir. Çünkü bu edat izafe yapılan bir kelime değil
ki; "Benim hidayetimde benzesin. Diğer taraftan şu iki husustan birisi de
mutlaka süz konusudur: Bu ya müphem bir isimdir, buna göre izafet yapılması
imkansızdır. Yahut da; Onlar" anlamındadır, yine izafe olmaz. Çünkü ondan
sonraki ifadeler onu bütün! emektedir ve bu maıifedir,
İbn Ebi İshak, Nasr ve
Ruveys, Ya'kub'dan; şeklinde hemzeyi esreü, "se"yi sakin olarak
okumuşlardır. Bu da; anlamındadır, İki ayrı söyleyiştir. (Mealdeki anlamıyla:
Arkamdan, izimden)
"Rabbim razı
olasın diye ben huzuruna gelmek için acele ettim." Yani gelmemi emretmiş
olduğun yere benden razı olasın diye acele edip geldim, Nitekİmf" Aceleci
adam ve aceleciliği apaçık adam" denilir. Acele, geç hareket etmenin, geç
davranmanın aksidir.
"Senden sonra,
Biz kavmini fitneye düşürdük." Yüce Allah'ın varlığına delil
göstermelerini istemek suretiyle onları «knedik, sınadık.
"Sonra Sâmirî de
onları saptırdı." Yani onları sapıklığa davet etti. Yahut da
sapıklıklarına o sebeb oldu.
Şöyle de
açıklanmıştır: Biz onları fitneye düşürdük, yani buzağıya tapmayı kendilerine
süslü gösterdik. Bundan dolayı Musa (as): "Zaten o ancak senin
fitnendir" (el-A'raf, 7/155) demiştir.
İbn Abbas (ra) dedi
ki: Sâmirî ineğe tapan bir topluluktandı. Mısır topraklarına gelmişti ve
zahiri itibariyle İsrailoğullan dinine girmişti. Kalbinde ineklere tapma
duygusunu hâlâ taşıyordu.
Kimisine göre de
Sâmirî Kıbtîlerden idi. Musa (as)ın komşusu olup ona iman etmiş, onunla
birlikte Mısır'dan dışarıya çıkmıştı.
Bir diğer açıklamaya
göre o, İsrailoğullarının büyüklerinden birisi idi. es-Sâmirâ diye bilinen bir
kabileye mensubtu. Bunlar Şam topraklarında bilinen bir kabiledir. Said b.
Cubeyr dedi ki: Sâmirî, Kimıân ahalisindendi.
"Musa kızgın ve
kederli bir şekilde kavmine döndü." (Bu buyrukta: "ki2-gın ve kederli
bir şekilde" anlamındaki ifadeler) hal'dir. Buna dair yeterli açıklamalar
daha önceden el-A'raf Sûresİ'nde (7/150. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Dedi ki: Ey
Kavmim! Rabbinİz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?" Yüce Allah kendisine
itaati sürdürdükleri takdirde cenneti vaad etti ve ayrıca Musa (as) diliyle
Tevrat'ta kelâmını kendilerine işittireceği sözünü de vermişti. Böylelikle
Tevrat'ta bulunan hükümler gereğince amel etsinler ve amellerine karşılık
mükâfatı hak etsinler.
Bir görüşe göre on!
ara yardım ve zafer vaadinde bulunmuştu. Bir diğer görüşe göre onun vaadi;
"Muhakkak Ben tevbe eden, İman eden ve salih amel işleyip hidayet üzere
olana da çok çok mağfiret edeceğim." (82. âyet) buyruğunda dile
getirdiğidir.
"Yoksa aradan
geçen süre size uzun mu geldi?" Yani -denildiği üzere-siz bunları
unuttunuz mu? Aradan geçen uzun bir süre dolayısıyla bir şey unutulabilir.
"Yahut üzerinize
Rabbinizden bir gazabın gelmesini mi istediniz de Bana olan vaadinizde
durmadınız?" Bu buyruktaki: "Gelmesi" hakkınızda bunun vacip
olup inmesi.,, demektir. Gazab da ceza ve musibet, intikam demektir. Yani
yoksa sizler Allah'ın gazabının sizi gelip bulmasına sebeb teşkil edecek bir
fiil mi yapmak istediniz!* Çünkü hiçbir kimse Allah'ın gazabını istemez, ama
ilâhî gazaba sebeb teşkil edecek işler yapabilir.
"...Bana olan
vaadinizde durmadınız?" Çünkü onlar Musa (as)a Tur dağından geri
dönünceye kadar yüce Allah'a itaate devam edeceklerine söz vermişlerdi. Bir
diğer açıklamaya göre; hemen arkasından gelmek üzere kendileriyle sözleşmiş
olduğu halde onlar duraksadıiar.
"Dediler ki: Biz
kendi güç ve isteğimizle vaadine muhalefet etmedik" buyruğundaki:
"Kendi güç ve isteğimizle" lafzı NâfT, Âsim ve İsa b. Ömer tarafından
"mim" harfi üstün olarak okunmuştur. Mücahid ve es-Süd-dî,
"kendi güç ve takatimizle" demektir diye açıklamışlardır. îbn Zeyd de
şöyle açıklamıştır: Biz kendimizi tutamadık, yani buna mecbur kaldık.
İbn Kesir, Ebu Amr ve
îbn Âmir ise bu kelimeyi "mim" harfini esreli olarak okumuşlardır.
Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de bunu tercih etmişlerdir. Çünkü üstün şive budur. Bu
da; "Bir şeye malik oldum, malikim" fiilinin mastarıdır, Burada
mastar faile izafe edilmiş, mef'ul de hazfe-dilmiştir. Şöyle denilmiş gibidir:
Biz kendi imkanlarımızla doğruya muhalefet etmedik, aksine hata ettik. Bu
onların hata ettiklerini itiraftır.
Hamza ve el-Kisaî ise
"mim" harfini ötreli olarak okumuşlardır ki; bu da, biz kendi
otoritemiz ve sultamızla... anlamındadır. Yani bizler hiçbir şeye malik
değildik ki sana vermiş olduğumuz söze muhalefet etmiş olalım.
Diğer taraftan şöyle
denilmiştir: Yüce Allah'ın: "Dediler ki" buyruğu umumî olmakla
birlikte, maksad özel kimselerdir. Yani Musa, Tur'dan kendilerine geri
dönünceye kadar Allah'a itaat üzere sebat eden kimseler: "Biz kendi güç ve
isteğimizle vaadine muhalefet etmedik" dediler. Bunlar oni-kibin kişi
idiler, bütün İsrailoğulları ise toplam akıyüzbin kişi idi.
"Fakat kavmin süs
eşyasından iğreti aldığımız ağırlıklar yüklenmiştik de onları attık"
buyruğunda ki: "Yüklenmiştik" anlamındaki kelimenin "ha"
harfi ötreli, "mim" şeddeli ve esrelidir. Nâfi', îbn Kesir, İbn Âmir,
Hafs ve Ru-veys böyle okumuşlardır. Diğerleri ise her iki harfi de üstün ve
şeddesiz okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir.
Çünkü oniar kavmin süs eşyalarım beraberlerinde taşıyıp getirmişler, bunları
zorla taşımamışlardır.
Musa (as) İle beraber
çıkmayı istediklerinde Kıptîlerden süs eşyalarını iğreti olarak almışlardı.
Bir bayramları yahut bir ziyafetleri dolayısıyla toplantıya gidecekleri
izlenimini vermişlerdi.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu onların Firavun hanedanından deniz kendilerini sahile attığı
vakit aldıkları şeylerdi. Bunlara "ağırlıklar (evzâr)" deniliş sebebi
bunların hepsinin günah oluşlarıdır. Yani bunları almak kendilerine helâl
değildi, ganimet onlara helâl kılınmamıştı. Aynı şekilde dilde de
"evzâr" ağırlıklar, ağır yükler demektir.
"... onları
attık" yani beraberimizde bulunan süs eşyalarını taşımak bize ağır geldi.
Biz de erisinler diye onları ateşe bıraktık.
Şöyle de
açıklanmıştır: Biz geri dönüp bu hususta görüşünü açıklayasm diye onları
Sâmirî'ye attık.
Katade dedi ki:
İsrailoğulları, Musa (as)m geciktiğini görünce Sâmirî kendilerine şöyle dedi:
Onun size geri dönüşünün gecikmesinin sebebi, yanımızda bulunan süs
eşyalarıdır. Bunun üzerine bütün bu süs eşyalarım toplayıp Sâmirî'ye verdiler.
O da bunları alıp ateşe attı ve bunlardan kendilerine bir buzağı yaptı. Sonra
da o buzağının üzerine elçinin -ki Cibril (as)dir-atının ayağının izinden bir
avuç bıraktı.
Ma'mer dedi ki: Cibril
(as)ın üzerinde bulunduğu at, hayatın kendisi idi. O bakımdan bu aldığı avucu
buzağının üzerine bırakınca, hemen böğürtüsü olan bir buzağı heykeline
dönüşüverdi.
İbn Abbas dedi ki: Süs
eşyaları ateşte eriyince, Sâmirî geldi ve Harun'a: Ey Allah'ın peygamberi, ben
de elimde olanı bırakayım mı? -O da Sâmirî'nin de diğerleri gibi süs eşyası
getirmiş olduğunu zannediyordu.- Sâmirî erimiş süs eşyası arasına o toprağı
attı ve böğürtüsü olan bir buzağı ol dedi, dediği gibi oldu. Buna sebeb ise
sınamak ve denemekti. Bu buzağı tek bir defa böğürdü ve daha sonra onun gibi de
boğürmedi.
Bir diğer açıklamaya
göre onun böğürüp ses çıkarması, rüzgar ile oluyordu. Çünkü o bu buzağıda bir
takım delikler yapmıştı. Rüzgar onun içine girdi mi ses çıkarıyordu; canlı
değildi. Bu da Mücahid'in görüşüdür.
Birinci görüşe göre
etten, kemikten bir buzağı oimuştur. Bu da el-Hasen, Katade ve es-Süddî'nİn
görüşüdür.
Hammad, Simâk'dan o
Saİd b. Cubeyr'den, o da İbn Abbas'tan rivayete göre İbn Abbas şöyle demiş:
Harun buzağıyı yapmakça olan Sâmirî'nin yanından geçti. Bu nedir? diye sordu.
O da: Bu fayda verir ve zarar vermez demişti. Bunun üzerine Allah'ım ona
nefsinde olana uygun olmak üzere Senden istediğini ver, dedi. Bunun üzerine
Sâmirî de: Allah'ım, Senden bunun böğürmesini dilerim, dedi. Buzağı böğürdüğü
vakit secdeye kapanıyorlardı. Bu böğürme de Harun'un yaptığı bu duadan dolayı
olmuştu.
İbn Abbas dedi ki: Bu
buzağı canlı bir buzağı imiş gibi böğürdü.
Rivayet edildiğine
göre Musa (as) şöyle demiş: Rabbina, şu Sâmirî beraberlerindeki süs
eşyalarından böğürtüsü olan bir buzağı heykeli yaptı. Bu heykeli ve bu
böğürtüyü yaratan kim? Şanı yüce ve mübarek olan Allah; Ben, diye buyurdu,
Musa (as) dedi ki: İzzetin, celâlin, yüceliğin, azametin ve saltanatın hakkı
için senden başka kimse onları saptırmadı. Yüce Allah: "Ey hikmetliler
hikmetlisi doğru söyledin" dedi... Bütün bunlar daha önceden el-A'raf
Sûresİ'nde (7/148. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Dediler ki: Bu
sizin de İlâhınızdır, Musa'nın da ilâhıdır." Sâmirî ve ona uyanlar
demektir. -Ki bunlar teşbihe meyilli kimseler idiler. Zira: "Onların nasıl
tanrıları varsa sen de bize böyle bir tanrı yap." (ei-A'raf, 7/138) demişlerdi,
"O unuttu."
Yani Musa bu konuda şaşırdı ve ilâhını gidip başka yerde aradı. Bulunduğu yeri
bilemedi. Rabbine giden yolu da şaşırdı.
Anlamının şöyle olduğu
da söylenmiştir: Musa ilâhını burada bırakıp gitti; gidip başka yerde
aradı.
İsrail, Simâk'dan, o
İkrime'den o da İbn Abbas'lan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Musa sizlere
bunun kendisinin de ilâhı olduğunu söylemeyi unuttu, demektir.
Buradaki hitabsn
Sâmirî hakkında bir haber olduğu da söylenmiştir. Yani Sâmirî Musa'nın
kendisine emretmiş olduğu imanı terketti ve o bakımdan şaşırıp sapıttı. Bu
açıklamayı İbnuM-A'rabî yapmıştır.
Yüce Allah onların bu
iddialarına karşı delil getirerek şöyle buyurmaktadır:
"Onun hiçbir
sözlerine karşılık veremediğini" onlarla hiçbir şekilde konuşamadığını,
bir diğer açıklamaya göre hiçbir şekilde tekrar böğüremeyip ses çıkaramadığını
"onlara bir zararının dokunmadığını, bir fayda sağla yamadığını görmezler
mİÎ" O halde o nasıl ilâh olabilir? Musa (as)ın ibadet ettiği ise zarar
verir, fayda sağlar, mükafat verir, ihsanda bulunur ya da engeller.
"Karşılık
veremediğini" buyruğu; takdirindedir, Bundan dolayı da fiil merfu olarak
gelmiş; şeddesiz gelmiş ve zamir hazfedilmiş tir. Görmek, bilmek ve zannetmek
fiilerinin, bu şekilde gelmeleri halinde, tercih edilen açıklama şekli budur.
Şair dedi ki:
"Hint
kılıçlarından (onlar gibi genç ve dinç) gençler arasında
bulunanlar biliyorlar
ki, Çıplak ayaklı olsun, ayakkabılı olsun, herkes mutlaka ölecektir."
Zamir bazen bu (vb.)
edatların şeddeli olmasına rağmen yine de hazfe-dilebilir. Şairin şu beyitinde
olduğu gibi:
"Eğer sen Dabblı
(Dabboğullarından) birisi olsaydın yakınlığımı bilirdin, Ama (sen) kalın
dudaklı zencinin birisisin."
Burada; "Ama
sen" takdirindedir.
[129]
90. Andotsun
ki daha önce Harun onlara şöyle demişti: "Ey kavmim, siz bununla ancak
sınandınız. Muhakkak skin Rabbiniz, Rahmanadır. O halde bana uyun, emrime
İtaat edin."
91. Onlar:
"Musa bize dönünceye değin biz buzağıya ibadete mutlaka devam
edeceğiz" dediler.
92. "Ey
Harun" dedi. "Onların sapıttıklarını görünce seni alıkoyan ne oldu
93.
"Bana uymaktan? Yoksa emrime karşı mı geldin?"
"Andolsun ki daha
önce" yani Musa geri dönüp yanlarına dönmeden önce "Harun onlara
şöyle demişti: Ey kavmim siz bununla" yani bu buzağı ile "ancak
sınandınız" imtihan edildiniz ve onun sebebiyle sapıklığa uğratıldınız.
"Muhakkak sizin
Rabbiniz, Rahmandır." Buzağı değildir. "O halde" gerçek
Rabbinize ibadet hususunda "bana uyun"; Sâmirînİn emrine değil de benim
"emrime İtaat edin." Yahut da Musa'ya doğru yol almak hususunda bana
uyun, buzağıyı bırakın. Ancak ona karşı geldiler ve:
"Onlar: Musa bize
dönünceye değin, biz buzağıya ibadete mutlaka devam edeceğiz." O vakit
bizim bu buzağıya ibadet ettiğimiz gibi onun da ibadet edip, etmeyeceğini
göreceğiz. Bu nedenle buzağıya ibadetimizi kesinlikle sürdüreceğiz,
"dediler."
Onlar Musa da buzağıya
ibadet edecek sandılar. Bunun üzerine Harun buzağıya ibadet etmeyen onikibin
kişi ile birlikte onlardan ayrıldı. Musa geri döndüğünde onlar buzağının
etrafında raksedip duruyorlardı. Bu esnada onların çıkardıkları sesleri ve
gürültüleri duyunca beraberinde bulunan yetmiş kişiye: İşte bu, (onların içine
düştükleri) fitnenin sesidir, dedi. Kardeşi Harun'u görür görmez sağ eliyle
başından, sol eliyle de sakalından öfke İle yakaladı ve: -
"Ey Harun, dedi.
Onların sapıttıklarını" yollarını şaşırdıklarını ve kâfir olduklarını
"görünce seni alıkoyan ne oldu, bana uymaktan."
"Bana
uymaktan" buyruğundaki; olumsuzluk edatı fazladan gelmiştir. Emir ve
tavsiyeme uymaktan seni alıkoyan ne oldu, demektir.
Onların yaptıklarım
reddedip tepkiyle karşılamak hususunda bana uymanı engelleyen ne oldu diye
açıklandığı gibi; anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Niçin onlarla
çarpışmadın? Çünkü sen kesinlikle biliyorsun ki ben onların arasında olsaydım
mutlaka küfre saptıkları için onlarla vuruşurdum.
Onlar fitneye düşünce
gelip bana kavuşmaktan seni alıkoyan ne oldu? diye de açıklanmıştır.
"Yoksa emrime
karşı mı geldin?" Bununla şunu anlatmak istemişti: Onlar yüce Allah'a ibadet
etmedikleri halde senin aralarında kalman bana karşı gelmen demektir. Bu
açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
Şu anlamda olduğu da
söylenmiştir: Niye onlardan ayrı durmadın? Senin onlardan ayrılışın onlara bir
azar ve bu yaptıklarından vazgeçmeleri gerektiğine dair bir tavır olurdu.
"Yoksa emrime
karsı mı geldin?" buyruğunun anlamının şu olduğu söylenmiştir: O kardeşine
yüce Allah'ın bize naklettiği şekilde şu emri vermişti: "Musa kardeşi
Harun'a: Kavmim içinde yerime geç, ıslah et, fesadçı-ların yoluna da uyma,
dedi." (el-A'raf, 7/142) Ama Harun aralarında kalıp onları bu işten
alıkoymak ve yaptıklarına tepki göstermek hususunda daha ileri dereceye
gitmediğinden dolayı, kendisine karşı gelmekle ve emrine aykırı hareket
etmekle onu nitelendirdi.
[130]
Bütün bu buyruklar
iyiliği emredip, münkerden alıkoymanın, münkeri değiştirmenin, münker ehlinden
ayrılıp uzaklaşmanın, onlar arasında kalmaya devam edenin -bilhassa yaptıklarından
razı ise- onlarla aynı hükümde olacağının acık bir delilidir, Bu anlamdaki
açıklamalar daha önceden Âl-i İm-ran, (3/104,110,159. âyet, 8. başlık), en-Nisâ
(4/114. âyetin tefsiri) el-Mâide, e!-En'âm (6/68,93) el-A'raf (7/157. âyetin
tefsiri) -ve el-Enfal sûrelerinde geçmiş bulunmaktadır. (Ayrıca İmam
Kurtubî'nin hayatı ve eserlerine dair hazırladığımız bölüm sahife: 47,
"Tasavvufa Yaklaşımı" başlığına bakılabilir.)
İmam Ebu Bekr
et-Tuıtuşî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)ye şöyle bir suru soruimuş: Fakih
efendimiz sufîlerin tutumları hakkında ne der? Bu arada kendisine -Allah
hayatta olduğu sürece onu muhafaza buyursun- şu da bildirilmektedir: Bir takım
kimseler bir araya gelirler, yüce Allah'ı ve Muham-med (sav)ı çokça
zikrederler. Daha sonra onlar ellerindeki çubukla bir deriye vururlar.
Onlardan kimileri de kalkar, rakseder ve baygın olarak yere düşünceye kadar
vecde gelir. Sonra da yiyecek bir şeyler getirirler... Bunlarla bulunmak caiz
midir, değil midir? Bu hususta Allah'tan ecrinizi vermesini dileyerek bize
fetva veriniz. Onların söyledikleri sözler de şunlardır:
"Ey yaşh kişi
günahlardan vazgeç, Darmadağın olmadan ve hatalara düşmeden., Kendin için salih
amel işle, Amel sana faydalı olduğu sürece. Gençliği sorarsan o geçip gitti, Başına
da aklar işte düştü."
Ve buna benzer sözler
ve bu gibi hususlar hakkında (ne dersiniz?) Cevap; Allah'ın rahmeti üzerine
olsun. Şunu bil ki sufîlerin izledikleri yol tembelliktir, cahilliktir,
sapıklıktır. İslâm ise ancak Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinden
ibarettir. Raksa ve vecde gelmeye gelince; onu ilk ortaya atanlar Sâmirî'nin
yanında yer alanlardır. Sâmirî onlara böğüren bir buzağı yapınca, ayağa
kalktılar, onun etrafında raksetmeye ve vecde gelmeye koyuldular.
İşte bu kâfirlerin
dinidir, buzağıya tapanların yoludur. Çubukla vurmaya gelince; müslümanlan yüce
Allah'ın Kitabından başka şeylerle uğraştırmak maksadıyla onu ilk olarak
zındıklar icad etmişlerdir. Peygamber (sav) ise ashabı ile birlikte
oturduğunda vakarlarından dolayı adeta başlarının üzerine kuşlar konrauşçasına
duruyorlardı. Buna göre devlet yöneticisinin ve onun vekili durumunda olanların
bu gibi kimseleri mescidlere gelmekten ve başka yerlerde bulunmaktan
alıkoymaları gerekir. Allah'a ve" Âhıret gününe iman eden bir kimsenin bunlarla
birlikte bulunması helal değildir. Bâtılları hususunda onlara yardımcı
olmaması gerekir. İşte bu MaSik'in. Ebu Hanifenin. Şafiî'nin, Ahmed b.
Hanbel'in ve bunlar gibi diğer müslüman imamların mezhebidir. Başarı
Allah'tandır.
[131]
94. Dedi ki:
"Anamın oğlu! Sakalıma, başıma yapışına! Bana: İsra-iloğulları arasında
tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın, diyeceğinden korktum."
95.
"Senin bu yaptığın nedîr? Ey Sâmirî" dedi.
96.
"Onların görmediklerini ben gördüm. Bunun için elçinin bastığı yerden bir
avuç almıştım da onu bıraktım. Nefsim de bana böylece süsledi" dedi.
97. Dedi ki:
"Haydi gitl Çünkü sen hayatta oldukça: 'Ne siz bana dokunun, ne ben sîze
dokunayım' diyeceksin. Sana verilmiş ve asla geri bırakılmayacak bir va'de
vardır. Şimdi de taptığın İlâhına bir bak. Biz onu -andolsun ki- yakacak,
sonra da denize savurup darmadağın edeceğiz."
98. Sizin
ilâhınız ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. İlmi herşeyi
kuşatmıştır O'nun.
"Dedi ki: Anamın
oğlu! Sakalıma, başıma yapışma!" İbn Abbas dedi ki: Saçlarını sağ eliyle,
sakalını da sol eliyle yakalamıştı. Çünkü Allah'ın dini için duyduğu gayret ona
büsbütün hakim oi muştu. Sen böyle bir şey yapma! Çünkü bunu görenler senin
bana bu şekilde davranmakla, beni küçümsediğini yahut cezalandırdığını
zannedecekler.
Şöyle de
açıklanmıştır: Musa (as) onu ne hafife almak, ne de cezalandırmak maksadıyla
büyle yakalamıştı. Bir insanın kendi sakalım tutması gibi, onu da öylece
tutmuştu. Buna dair gerekli açıklamalar el-A'raf Sûresi'nde (7/150. âyetin
tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Peygamberinin neyi mu-rad ettiğini
en iyi bilen yüce Allah'tır,
"Bana:
İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın diyeceğinden
korktum." Yani -sen bana onlarla birlikte katmayı emretmiş bulunuyorken
ben onları bırakıp çıkacak olsaydım bir takım kimselerin benim arkamdan
geleceklerinden, bir takım kimselerin de bu2ağı ile birlikte kalacaklarından
korktum. Belki de iş birbirlerinin kanlarım dökecek noktaya kadar da
gelebilirdi. Ayrıca bu işten vazgeçin, diye onları alıkoymaya kalkişsaydım,
aralarında bir çarpışma çıkacağından ve bundan dolayı senin beni kınayacağından
da korktum. İşte Harun (as)ın, Musa (as)ın: "Yoksa emrime karşı mı
geldin?" sözlerine karşı cevabı budur. el-A'raf Sûresi'nde ise şöyle
dediği bildirilmektedir; "Bu kavim beni gerçekten zayıf buldu. Neredeyse
beni öldüreceklerdi bile. Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş
yapma!" (eİ-A'raf, 7/150) Çünkü sen bana onlarla birlikte kalmayı emretmiş
bulunuyordun. Bu açıklamalar önceden geçmiş idi.
"Ve benim sözüme
uymadın" Benim dediklerimi yerine getirmek hususunda tavsiyem gereğince
uygulama yapmadın "diyeceğinden korktum." Bu
şekildeki açıklamayı Mukatil yapmıştır. Ebu Ubeyde de
şöyle açıklamıştır: Sen benim yanına geleceğim vakti ve geri dönüşümü
beklemedin, (diyeceğinden korktum).
Daha sonra Musa (as)
onu bıraktı ve Sâmirî'ye yönelerek:
"Senin bu
yaptığın nedir ey Sâmirî, dedi." Yani bu yaptıklarını yapmaya seni iten
ne oldu, senin bu halin ne, ne yaptın böyle? Katade dedi ki: Sâmirî, Sâmira
diye bilinen bir kabileden olup, İsrailoğullan arasında büyük değer verilen
birisiydi. Ancak, Musa (as) denizi aşıp geçtikten sonra Allah'ın düşmanı
münafıklık yapmaya başladı. İsrailoğulları yolda Amalikalılann putlarının önünde
ibadet etmekte olduklarını görünce: "Ey Musa, onların nasıl tanrıları
varsa sen de bize böyle bir tanrı yap, dediler." (el-A'raf, 7/138) Sâmirî
onların bu sözlerini ganimet bildi ve buzağıya tapmaya eğilimü olduklarını
anladığından onlara buzağı yaptı.
Sâmirî, Musa'ya cevap
olmak üzere;
"Dedi ki; Onların
görmediklerini ben gördüm.™ Yani ben Cibril (as)ı "ebedi" hayat atı
üzerinde gördüm. Benim içimden de onun izinden bir avuç almak geçti. Ben bu
aldığım avucu neye bırakırsam mutlaka onun canı, eti ve kanı otur. Onlar senden
kendilerine bir tanrı yapmanı isteyince, benim nefsim de bana bu işi yapmayı
güzel ve süslü gösterdi.
Ali (ra) dedi ki:
Cibril, Musa (as)ı semaya yükseltmek üzere indiğinde, bütün insanlar arasından
Sâmirî onu gördü. O da, o atın izinden bir avuç aldı.
Sâmirî'nin şöyle
dediği de söylenmiştir: Ben Cibril'i atının üzerinde gördüm. O gözün
uzanabildiği en uzak noktaya kadar adımını atabiliyordu. Benim içimden onun
izinden bir avuç almak geçti. Ben onu neyin üzerine bırakırsam hemen onun canı
ve kanı olur.
Şöyle de denilmiştir:
O, Cibril'i indiği günü erkeği arzulayan cins bir kısrak üzerinde görmüştü.
Denizden geçmek için de Firavun'un atlarının önünden gitmişti.
Şöyle de
denilmektedir: Sâmirî'nin annesi onu doğurunca Firavun öldürür korkusuyla bir
mağaraya bırakmıştı. Cibril (as) gelip Sâmirî'nin avucunu ağzına yerleştirdi.
Böylelikle o bai ve süt emmeye başladı. Cibril zaman zaman onun yanına gider
gelirdi, işte Cibril'i ta o zamandan tanıyordu. Bu anlamdaki açıklamalar daha
önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/148. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yine-denildiğine göre
Musa (as) birisi öküz, diğeri de at suretinde baimu-mundan İki heykelcik yapıp
bunları Nit nehrine attığında, Yusuf (as)ın kabrinin bulunmasını istemişti. Onun
kabri Nil'de Ustan bir tabutun içersinde idi. Öküz bu tabutu boynuzu üzerinde
taşıyarak getirmişti. İşte Sâmirî bu esnada Musa (as)ın söylediği sözleri
işitmişti. Musa (as)ın söylediğini duyduğu bu sözleri tekrarladı ve elçinin
atının bastığı yerden aldığı bir avucu da yaptığı buzağının içine yerleştirdi.
Bunun üzerine de buzağı böğürmeye başladı.
"Onların
görmediklerini" anlamındaki buyruğu Hamza, el-Kisaî, el-A'meş ve Halef
muhatap kipi olarak "te" ile; "Sizin görmediklerinizi..."
diye okumuşlardır. Diğerleri ise gaib kipi olarak "ya" ile
("Onların görmediklerini..." diye) okumuşlardır.
Ubeyy b. Ka'b, İbn
Mes'ud, el-Hasen ve Katade noktasız olarak "sad" harfiyle; diye
okumuşlardır. el-Hasen'den; kelimesini "kaf harfi ötreli ve
"sad" harfi ite okuduğu rivayet edilmiştir. Diğerleri ise: "Bir
avuç almıştım" diye "dât" harfi ile okumuşlardır.
Bu iki okuyuş
arasındaki farka gelince, diğerlerinin okuyuşuna göre "avuçlamak
(kabzetmek)" elin tamamıyla olur. "Sad" harfiyle (kabzetmek) ise
parmak uçlarıyla yapılır. Mesela "ağzın tümüyle yakalamak" demek
olan; lı) üe dişlerin uçları ile bir
şeyi kesip parçalamak anlamına gelen;
kelimeleri de bunlara benzemektedir. "Kaf1 harfi ötreli olarak
"kub-da" ise kabzedilen miktar demektir. Bunu da el-Mehdevî
zikretmektedir.
el-Cevherî ise
"sad" harfi ve "kaf" harfi ötreli olarak; kelimesinden söz
etmeyip, sadece "kaf" harfi ötreli ve "dat" harfi ile
söylenen; kelimesini kaydetmektedir ki; bu da eline avucuna aldığın herhangi
bir şey demektir. Mesela-, "Ona bir avuç sevik yahut hurma verdi"
denilir. "Kaf" harfinin üstün kullanıldığı da olur. "Kaf harfi
esreli olarak ve "sad" harfi ile "el-kıbs" kelimesi ise çok
sayıdaki insan demektir. Şair el-Kümeyt söyle demektedir:
"Sizindir ziyaret
olunan Allah'ın iki mescidi ve bir de çakıl taşları, Fakiriyle, zenginiyle yine
onun çok sayıdaki insanları da."
"...da onu
bıraktım." Buzağının içine attım.
"Nefsim de bana
böylece süsledi." Bana bunu süslü gösterdi. Bu açıklamayı el-Ahfeş
yapmıştır. İbn Zeyd dedi ki: İçimden böyle geçti, nefsim bana bunu telkin
etti. İkisinin de anlamı birbirine yakındır.
Musa ona:
"Dedi ki:
Haydi" aramızdan "git. Çünkü sen hayatta oldukça ne siz bana
dokunun, ne ben size dokunayım, diyeceksin." Hayat boyunca ne ben kimseye
dokunurum, ne de kimse bana.
Musa (as) onu kavminin
arasından sürüp uzaklaştırdı. İsrailoğullanna onunla oturup kalkmamalarını, ona
yaklaşmamalarını ve onunla konuşmamalarını bir ceza olmak üzere- emretmiş idi.
Şair de şöyle demektedir:
"Temi mi il er,
Sâmîri'ye ve onun şu sözlerine benzerler: Şunu bilin ki; Sâroirî ne kimseye
dokunmak ister, ne kimsenin kendisine
dokunmasını."
el-Hasen dedi ki: Yüce
Allah Sâmirî'ye ve ondan olanlara ceza olmak üzere kıyamet gününe kadar
kendisine dokunmamayı, kendisinin de başkalarına dokunmamasını diye tesbit
etmiştir. Yüce Allah adeta onun mihnetini kimseye dokunmaması ve kimseye de ona
dokunma imkânını vermemesi suretiyle daha bir ağırlaştırmıs gibidir. Bunu
dünyada onun için bir ceza oia-rak tesbit etmiştir.
Şöyle de
denilmektedir: O vesveseye mübtela olmuştu. Vesvese esas itibariyle o zamandan
beri görülegelmiştir.
Katade de şöyle
demektedir: Onların kalıntıları bugüne kadar devam etmektedir. Onlar şu
"lâ misas (dokunmak yok)" sözlerini söyler dururlar. Onlardan birisi
bir diğerine dokunacak olursa, aynı anda her ikisi de sıtmaya tutulurlardı.
§öyle de
denilmektedir: Musa, Sâmirî'yi öldürmek istedi. Yüce Allah ona: Onu öldürme,
çünkü o cömert birisidir, dedi.
Yine denildiğine göre
Musa kendisine: "Haydi git. Çünkü sen hayatta oldukça: Ne sîz bana
dokunun, ne ben size dokunayım diyeceksin" deyince bundan korktu ve
kaçmaya koyuldu. Çöllerde yırtıcı ve vahşi hayvanlarla beraber serserice
dolaşmaya başiadı ve sonunda insanlardan kendisine dokunacak hiç kimse bulamaz
oldu. Adeta "dokunma yok" diyene benzedi. Buna sebeb ise kendisinin
insanlardan uzaklığı, insanların da ondan uzak oluşuydu. Nitekim şair şöyle
demektedir;
"O, eğimi olan
bayraklar taşıyandır,
Ve nihayet Ezdliler
"lâ misâs (dokunma yok)" derler."[132]
Bu âyet-i kerîme
bid'at ve masiyet ehli kimselerin sürgüne gönderilmesi, onlardan uzak
kalınması, onlarla oturup kalkılmaması hususunda aslî bir dayanaktır, bir
delildir. Peygamber (sav), Ka'b b. Malik ile onunla birlikte geriye bırakılan
kimselere böyle davranmıştır.[133]
Aynı şekilde Harem-i Şerife katil olduktan sonra sığınan kimseler de kimi
fakihlere göre öldürülmez, onunla herhangi bir muamelede bulunulmaz, ondan bir
şey alınmaz, ona bir şey satılmaz. Bu ise onun oradan çıkması için bir
zorlamadır.
Zina cezasında,
sürgüne göndermek de bu kabildendir. Bütün bunlara dair açıklamalar yerierinde
geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Hamd yalnız
Allah'adır.
Harun el-Karî dedi ki:
Bu lafzın Arapça söylenişi "mim" harfi üstün, "sin" harfi
de esreli olmak üzere; şeklindedir. Nahivciler bu hususta açıklamalarda
bulunmuşlardır. Sİbeveyh dedi ki: Bu kelime; "O adamı döv"
denilmesinde olduğu gibi, esre üzere mebntdir.
Ebu İshak ise şöyle
demektedir: Bu söyleyiş bir nefydir. "Sin"in esreli oluşu, onun
te'nis alâmeti olduğundan dolayıdır. Mesela; "Ey kadın sen (bu işi)
yaptın (mı?)" denilir.
en-Nehhâs dedi ki: Ben
Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Mu-hammed b. Yezid'i şöyle derken
dinledim: Bir kelime üç bakımdan da illetli oldu mu artık onun mebni olması
gerekir. İki cihetten illetli oldu mu mun-sarıf olmaması gerekir. Çünkü
munsarıf olmayıştan sonra geriye sadece mebni olmak kalır. Buna göre; "
Ona dokun, ona yetiş" tabirleri üç bakımdan illetlidirler, Evvela
bunlarda adi özelliği vardır, ikinci olarak bunlar müennestır, üçüncü olarak
bu kelimeler marifedir. Bunların mebni olmaları vacip olup da
"sin"den önceki "elif, sakin olduğundan dolayı, iki sakinin arka
arkaya gelişinden ötürü "sin" harfi esreli olmuştur. Tıpkı;
"Adamı döv" demek gibi. Ben Ebu İshak'ın bu görüşün hatalı olduğu
kanaatinde olduğunu gördüm. O Ebu'l-Abbas'ı bir kadına "Firavun"
adını verecek olursa, bunun mebni olması gerektiğine ikna ettiğini de gördüm."
Ancak bu görüşte kimse bulunmamaktadır.
el-Cevherî,
"es-Sıhâh" adlı eserinde şöyle demektedir: Arapların "la
nıe-sâsi" demeleri, "Katâmi" demelerine benzer. Bunun esre üzere
mebni olması mastardan adi olmasıdır ki; bu da "mess"dir. Ebu Hayve
de "la mesâsi" diye okumuştur.
"Sana verilmiş ve
asla geri bırakılmayacak bîr vâde vardır." Kıyamet gü nünü kastetmektedir,
"el-Mev'ıd (vâde)" mastardır. Yani senin azaba uğra-tılman için
belirlenmiş bir vâde, bir süre vardır.
İbn Kesir ve Ebu Amr
bu kelimeyi "lam" harfi esreli olarak; diye okumuşlardır ki; bunun
iki manası vardır; Birinci anlamı: Sen bu va'de geleceksin ve bunun geri
bırakjlmadığını göreceksin. Nitekim: Beti onun övülür bir kişi olduğunu
gördüm, anlamında: demek de buna benzer. İkincisi ise tehdit anlamında olur.
Yani senin bu vakte ulaşman kaçınılmaz bir şeydir.
Diğerleri ise: Allah
sana vermiş olduğu bu va'deyi geri bırakmayacaktır, anlamında "lam"
harfini üstün olarak okumuşlardır,
"Şimdi de
taptığın" tapmayı sürdürdüğün "ilâhına bir bak" buyruğun-daki;
"Sürdürdüğün" kelimesinin asıl şekli; dir. Nitekim şair şöyle
demektedir:
"Ancak o aaİl
binekler, onun farkına vardılar. O bakımdan gözlerinin ucuyla ona
bakıyorlardı."
Buradaki; kelimesi
takdirindedir.
el-A'meş de bu
kelimeyi aslına uygun olarak iki "lam" ile okumuştur. İbn Mes'ud'un
kıraatinde bu kelime "zı" harfi esreltdir. Bir işi gündüzün yaptığını
anlatmak isteyen; der. Aynı şekilde; ile dahi diyebilir. Burada "zı"
harfini üstün ve tek "lam" ile kullanan "tahfif maksadıyla
birinci "lam"ı hazfetmiş olur. "Zı" harfi esreli olarak
kullanan ise "iam"tn harekesini "zı" harfine vermiş olui.
"Bİz onu
-andolsun ki- yakacağa" kelimesini kıraat alimleri umumi olarak
"nun" harfini ötreli ve °ra" harfini şeddeli olarak; den gelmiş
bir şekilde okumuşlardır.
el-Hasen ve başkaları
ise "nun" harfini ötreli, "ha" harfini sakin,
"ra" harfini şeddeli; den okumaktadır.
Ali, İbn Abbas, Ebu
Ca'fer, İbn Muhaysın ve Eşheb el-Ukaydî; şeklinde "nun" harfini
üstün ve şeddesiz olmak üzere "ra" harfini de ötreli okumuşlardır. Bu
da; den gelen bir fiildir. Ve onu birbirine sürttüm, türpüledim anlamındaki
fiilden gelir.
Arapların;
"işitilecek şekilde dişlerini birbirine gıcırdattı" tabirleri de
buradan gelmektedir. Bu kıraat; Biz onu eğelerle törpüleyeceğiz, demektir. Eğe
ve törpü demek olan; "el-mibred"e: de denilir.
İlk iki kıraat; ateşle
yakmak anlamını verir. Bu iki işlemin yapılmış olması da mümkündür.
es-Süddî dedi ki;
Buzağı boğazlandı, bir buzağının boğazlanması esnasında kanının aktığı gibi
onun da kanı aktı. Sonra da kemiklerini eğe ile törpü-ledi ve yaktı.
İbn Mes'ud'un
kıraatinde: "Andolsun onu mutlaka boğazlayacağız, sonra da onu
yakacağız" şeklindedir. Et vtı kan yakıldığı takdirde kül olur ve bu
durumda da denize savrulması mümkün olur. Altının kül olması söz konusu
değildir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Musa altını ne İle küle dönüştüreceğini bilmişti. Bu da onun
mucizelerindendi.
"Onu savurup
darmadağın edeceğiz" demektir. Ebıı Recâ bu kelimeyi "sin"
harfini ötreli olarak da okumuştur. Bunların her birisi ayrı birer söyleyiştir.
Savurmak (nesf): Bir
şeyi rüzgar alıp götürsün diye silkelemek demektir, ile aynı anlama gelir.
"el-Minsef" buğdayın (unun) kepeğinin kendisiyle alındığı alettir.
Bu ise üst tarafı yüksekçe ve etrafı eğimli bir şeydir, "en-Nüsâfe"
ise ondan düşen şeye denilir. Mesela; "Sen kepeği ayır ve katıksız olanı
(has olanı) ye." Yine; "Filan kişi bize sakalı bir minsefmiş gibi
geldi" denilir. Bunu da Ebu Nasr Ahmed b. Hatim nakletmektedir. Yine
"el-minsefe" kendisi ile yapılann söküldüğü alet (kazma vb.)
demektir. "Onu yıktım, söktüm anlamındadır. Deve otu kökünden kopararak
yedi" demektir. Bir şeyi kökünden söktüm" demektir. Bu açıklamalar
İbn
Zeyd'den nakledilmiştir.
"Sizin
ilahiniz" buzağı değil "ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır,
timi herşeyi kuşatmıştır O'nun." O ne yaparsa ilme istinaden yapar.
kelimesi temyiz olarak
mansub gelmiştir. Mücahid ile Katade; O ilmiyle herşeye genişlik
vermiştir" diye okumuşlardır.
[134]
99. İşte
geçmiş olanların haberlerinden sana böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki sana
katımızdan bir zikir verdik.
100. Kim
O'ndan yüz çevirirse muhakkak o kimse kıyamet gününde ağır bir yük
yüklenecektir.
101. O
kimseler onda (günah yükünün altında) ebediyyen kalacaklardır. Kıyamet gününde
de o kendileri için ne kötü bir yük olacaktır!
102. Sûr'a
üfürüldüğü güne Biz, günahkârları, o gün gözleri göğer-miş olduğu halde,
hasrederiz.
103. Kendi
aralarında gizlice: "Siz ancak on gün eğlendiniz" diye
fı-sıldaşırlar.
104. Biz
onların ne söylediklerini çok iyi biliriz. Onların daha iyi yolda olanları der
ki: "Siz ancak bir gün eğlendiniz."
İşte... böylece"
buyruğundaki "kef" harfi hazfedilmiş bir mastarın sıfatı
konumundadır. Yani, Biz sana Musa'nın haberini anlattığımız gibi "işte
geçmiş olanların haberlerinden" de "sana böylece anlatıyoruz."
Ay
nı şekilde geçmişlerin
haberlerinden bir takım kıssalar anlatıyoruz ki, senin için bir teselli olsun
ve senin doğruluğuna delil teşkil etsin.
"Şüphe yok ki
sana katımızdan bir zikir verdik." Yani Kur'ân'ı verdik. Kur'ân'a
"zikir" denilmesinin sebebi, onda bulunan öğütler ve hatırlatmalar
dolayısıyladır. Nitekim Rasûle de "zikir" adı verilmiştir. Buna sebeb
ise zikrin onun üzerine nazil olmasıydı.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik"
şeref verdik,
demektir. Nitekim bir başka yerde: "Şüphesiz ki o senin için bir
zikirdir." (ez-Zuhruf, 43/44) diye buyurulmaktadır. Senin için bir şeref
ve şanını yüceltmektir.
"Kim ondan"
yani Kur'ân-ı Kerîm'den ona İman etmeyerek ve gereğince amel etmeyip "yüz
çevirirse muhakkak o kimse kıyamet gününde ağır" pek büyük bir günah ve
altından kalkılması zor "bir yük yüklenecektir."
"O kimseler onda
ebediyyen kalacaklardır." Yani o ağır yükürt, günahın cezasını devamlı
çekeceklerdir. Bunun cezası ise cehennemdir.
"Kıyamet gününde
o kendileri için ne kötü bir yük olacaktır!" Kıyamet gününde onların
taşıyacakları yük ne kötüdür!
O kimse...
yüklenecektir" buyruğunu Davud b. Rufey'; ): Bu yük onun sırtına
vurulacaktır" diye okumuştur.
"Sûr'a
üfürttldüğü gün" buyruğunda "üfürüldüğü" anlamındaki fiil genel
olarak "ya" harfi ötreli meçhul fiil olarak okunmuştur. Ancak Ebu Amr
ve İbn Ebi tshak "üfüreceğimiz gün" anlamında "nûn" ile
malum fiil olarak okumuşlardır. Ebu Amr yüce Allah'ın: "Hasrederiz"
fiilinin de böyle olduğunu, bu şekildeki okuyuşuna delil göstermiştir. İbn
Hürmüz ise "üfüreceği" anlamında, üstün "ya" ile okumuştur.
İsrafil'in üfüreceği... demektir. Ebu lyad "es-sûr" kelimesini
"es-suver" diye okumuştur. (Suretlere üfürüleceği günde anlamına
gelir.) Diğerleri ise "Sûr'a" anlamına gelecek şekilde okumuşlardır.
Buna dair yeterli açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (6/71-73- âyetlerin
tefsirinde) ve "et-Tezkire" adlı eserimizde geçmiş bulunmaktadır.
Talha b. Musarrif ise
"hasrederiz" anlamındaki fiili ötreli "ya" ile:
Hasredilir" şeklinde buna karşılık Mushaf a aykırı olarak da; Günahkârlar
(hasredilir)" diye' okumuştur.
Diğerleri ise
"günahkârları... hasrederiz" anlamında okumuş olup günahkârlardan
kasıt müdriklerdir,
"Gözleri göğermiş
halde" anlamındaki kelime, günahkârların halini belirtmektedir.
"Göğermişlik" sürmeli oluşun aksinedir, Araplar gözlerin
goğer-mişliğrni uğursuz kabul eder ve bunu yererlerdi. Yani onların hilkatleri
gözlerinin göğermesi, yüzlerinin de kararması İle çirkinleştirilecektir.
el-Kelbîve el-Ferrâ
"göğermiş halde" kör olarak... demektir, demişlerdir. el-Ezherî de
şöyle açıklamıştır: Aşın susuzluktan dolayı gözleri göğermiş susuzlar olarak
demektir. ez-Zeccâc da böyle açıklamış ve şöyle demiştir: Çünkü gözlerin siyahı
susuzluktan dolayı değişikliğe uğrar ve göğerir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu akabinde hüsranın gelişi halindeki yalan umutlanmanın adıdır.
Meselâ, şunu uzunca beklediğimden dolayı gözüme ak düştü, denilir.
Beşinci bir açıklama
da şu şekildedir: Göğermişlikten kasıt, aşırı korkudan ötürü gözlerin yukarı
doğru kayması demektir. Şair der ki;
"Ey Muka' biroğlu
gözlerin göğerdî,
Nitekim
Dabboğullarından her bir kişi de, adilikten dolayı göğermiş renktedir."
Erkek için: "Mavi
gözlü adam" denilirken, kadın için de: "Kadın açıkça görülecek
şekilde mavi (gözlü)dür" denilir. Bu kökten isim: "Mavilik"
şeklinde gelir.
"Gözü göğerdi,
göğeriş" denilir.
Said b. Cubeyr dedi
ki: İbn Abbas'a yüce Allah'ın: "Biz günahkârları o gün gözleri göğermiş
halde hasrederiz" buyruğu ile bir başka yerde geçen: "Biz onları
kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzü koyun hasredeceğiz"
(el-İsrâ, 17/97) buyruğu hakkında soru soruldu da, şunları söyledi: Kıyamet
gününün bir çok halleri vardır. Hallerin birisinde günahkârların gözleri göğermiş
olacak, bir diğerinde kör olacaklardır.
"Kendi aralarında
gizlice: Siz ancak on gün eğlendiniz, diye fıs Jdaşırlar." Sözlükte;
"Gizlice fısıldaşmak" aslında sakin olmak, hareketsiz olmak demektir.
Daha sonra sesini alçaltan kimse hakkında; "Sesini yükseltti"
denilmiştir. Birbirleriyle gizlice konuşurlar, demektir. Bu açıklamayı Müca-hid
yapmıştır. Yani o durak yerinde (Mevkıf de) birbirlerine gizlice derler ki:
"Siz" dünya hayatınızda bir görüşe göre de kabirlerde: "Ancak on
gün eğlendiniz diye fisüdaşırlar" oralarda kaldığınız süre bu kadardır.
"Ancak on'dan kasıt da on gündür. Burada iki üfürüş arasındaki sürenin
kastedildiği de söylenmiştir ki, bu da kırk yıldır. Bu süre içerisinde
kâfirlerin üzerindeki azap kaldırılacaktır. Bu da İbn Abbas'ın görüşüne göre
böyledir. O bakımdan bu süreyi çok kısa bulacaklardır. Yahut bu, onların
dünyadaki kalış sürelerini ifade eder. Çünkü kıyamet gününde görecekleri
dehşetler onları böyle düşündürecektir. Sözleri en mutedil, en akıllı ve
kendisince en bilgilileri olan kimselere de durum şöyle görünecektir; Onların
dünya hayatındaki kalış süreleri sadece bir günden ibarettir. Bu açıklama
Katade'den nakledilmiştir. Buna göre ifade: Ancak bir gün kadar kaldık,
takdirindedir.
Bir diğer açıklamaya
göre; o günün ileri derecedeki dehşetinden ötürü dünya hayatı içerisindeki
nimetleri, bir günmüş gibi soracak kadar unutmuş olacaklardır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bununla onların iki üfürüş arasında kaldıkları süre yahut
önceden geçtiği üzere, kabirlerde kaldıkları süre kastedilmiştir.
"On" ve
"bir gün" kelimeleri "eğlendiniz" anlamındaki fiil ile
nasbedilmişlerdir,
[135]
105. Sana
dağları sorarlar: "Rabbün onları kökünden koparıp parça parça
dağıtacak" de.
106.
"Yerlerini dümdüz edecektir.
107.
"Sen orada alçaklık da, yükseklik de göremeyeceksin"
108. O günde
davetçiye uyarlar. Hiçbir tarafa sapmayarak giderler. Rahmanın huzurunda sesler
kısılmış olacak, kıpırdanan dudakların Asıltısından başkasını duyamayacaksın.
109. O günde
Rahman'ın izin vereceği ve sözünden razı olacağı kim-seninki müstesna, şefaatin
hiçbir faydası olmayacaktır.
110.
O, onların önlerindekini de, arkalarındakini de
bilir. Onlar ise bilgileri ile O'nu kuşatamazlar.
"Sana
dağlan" yani kıyamet gününde dağların durumunun ne olacağını
"sorarlar. Rabbim onları kökünden koparıp" uçuracak; "parça
parça dağıtacak, de."
Buradaki
"De" buyruğunun "fe" ile geldiğini görüyoruz. Halbuki
Kur'ân-ı Kerîm'de her bir soruya cevap olarak gelen; "de" anlamındaki
buyruk, -bunun dışında- hep "fe" harfi başa getirilmeden gelmiştir.
Bunun sebebi burada anlamın; eğer sana dağlar hakkında soru sorarlarsa...
"de" şeklinde oluşudur. O bakımdan ifade şart aniamını taşımaktadır.
Yüce Allah onların dağlar hakkında soru soracaklarını bildiğinden dolayı onlar
sormadan önce onlara cevap vermektedir. Diğerleri ise önceden Peygamber (sav)a
sorulmuş sorular olup onlara dair cevap da sorunun akabinde gelmiştir. Onların
cevaplarının "fe" harfi getirilmeden geliş sebebi budur. Buradaki ise
henüz sormadıkları bir soruyu dile getirmektedir. Bunu iyice kavramak gerekir.
"Onları kökünden
koparıp parça parça dağıtacak" buyruğu ile ilgili olarak İbnu'l-A'rabî ve
başkaları şöyle demektedir: Onları köklerinden söküp koparacak, sonra onları
akabilecek şekilde kum haline dönüştürecek, sonra da rüzgarların etrafa
dağıtabilecekleri şekilde atılmış yün gibi yapacaktır. (Bazı âyetlerde sözü
edilen): "el-îhn" İse ancak boyanmış yünden olur. Bundan sonra
dağlar, etrafa dağıtılmış toz zerreleri haline gelecektir.
"Yerlerini dümdüz
edecektir." Onların yerlerini bitki ve üzerinde yapı bulunmayan dümdüz ve
kaygan bir zemine dönüştürecektir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabî yapmıştır.
el-Cevherî dedi ki:
"dümdüz yer" demektir. Çoğulu da; şekillerinde gelir. (Son şekilde)
"vav"ın bir önceki harfi esreli olduğundan dolayı "ya "ya
dönüşmüştür.
el-Ferrâ da şöyle
demektedir: Bu kelime "su birikintisi" demektir. ise bitkisiz, kel
arazi demektir. el-Kelbî dedi ki: Bu hiçbir bitkisi bulunmayan arazi demektir,
Bunun: Düzlüğünde adeta bir safmış gibi görünen düz yer, demek olduğu da
söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Bu iki kelime de aynı
anlamdadır. Çünkü; " Açık ve geniş yer" ise düz ve girintisi,
çıkıntısı olmayan yumuşak yer demektir. Sibeveyh de şu beyiti nakletmektedir:
"Senin evine
varıncaya kadar nice düzlük araziler,
Alabildiğine ufak
kumlu yollar ile Üstüste yığılmış kumlardan yollar var."
"Dümdüz"
kelimesi ha îdi r. Ondan sonraki kelime de böyle.
"Sen orada
alçaklık da, yükseklik de göremeyeceksin" ifadesi sıfat ma-hallindedir.
İbnu'l-A'rabî dedi ki: "el-Ivec" yollardaki iniş çıkışlardır.
"el-Emt" ise küçük tepeler demektir. Ebu Ömer dedi ki:
"el-Emt" küçük tepeler demektir. Yani orası ne tümsekliği de
alçaklığı da bulunmayan dümdüz bir yerdir. Mesela; "Ağzına kadar doldu,
dolmadık boş bir yeri kalmadı, kırbayı boş. bir yer kalmamacasına
doldurdum" denilir.
"el-Emt"
sözlükte yüksekçe yer demektir.
İbn Abbas:
"Ivec" meyil demektir. "el-Emt" ise otlağa giden yol gibi
bir iz demektir. Yine ondan nakledildiğine göre "ıvec" vadi,
"emi" ise tepe demektir. Ondan gelen bir başka rivayete göre
"el-ıvec" alçaklık, "el-emt" ise yükseklik demektir.
Katade dedi ki:
"Ivec" çatlaklık, yarık, "emt" tepe demektir. Yemân dedi
ki: "el-Emt" yerdeki çatlaklar demektir. Bunun düzlükte yahut dağda
bir yerin kalınlaşması, bir başka yerde de incelmesi anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bunu da es-Sûlî nakletmektedir.
[136]
Derim ki: Bu âyet-i
kerîme, okunarak rukye yapılan âyetlerdendir. Bununla siğiller tedavi edilir.
Bizde bunlara "el-berârik" denilir ki bunun tekili
"be-rûka"dır. Bunlar genel olarak vücudun çeşitli yerlerinde
özellikle ellerde çıkarlar. Bunun için arpa samanından üç tane çubuk alınır.
Bu çubukların her birisinde bir düğüm bulunur. Bu çubuklann her birisi siğiller
üzerinden geçirilerek bu âyet-i kerîme bir defa okunur. Sonra da bu çubuklar
nemlice bir yere gömülür. Bunlar küflenince bu siğiller de küflenir ve onların
hiçbir izi kalmaz.
Ben bunu hem kendimde
denedim, hem de başkasına uyguladım. Yüce Allah'ın izniyle faydalı olduğunu
gördüm.
"O gün
davetçiye" yani Sûr'a üfüreceği vakitte İsrafil (as)a "uyarlar.
Hiçbir taraf» sapmayarak giderler." Yani ondan ayrı bir yere gitmezler. Bu
da şu demektir: Onun çağrısından uzaklaşmazlar. Başka bir tarafa meyledip
gitmezler. Aksine hızlıca ona doğru giderler ve onun bulunduğu yönden başka
bir yöne sapmazlar. İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur.
("Hiçbir tarafa
sapmayarak giderler" anlamını verdiğimiz:) "Onun bir eğriliği
yoktur" buyruğunun yani İsrafil'in çağrısının bir eğriliği yoktur,
anlamına geldiği de söylenmiştir.
Bir başka görüşe göre;
onlar herhangi bir eğriliği olmayan bir şekilde da-vetçinin davetine tabi
olurlar, demektir. Buna göre mastar gizlidir. Yani onlar davetçinin mahşere
çağıran sesine uyarlar. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Nida edenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver." (Kaf,
50/41) İleride gelecektir.
"Rahmân'ın
huzurunda sesler kltnt olacak." Yani orada sesler oldukça alçalraış ve
adeta sükûnet bulmuş olacak. İbn Abbas'tan şöyle dediği nakledilmektedir:
ez-Zübeyr'in Cşehâdet) haberi ulaştığında Medine'nin Sûr'u ve o huşu duyan
dağlar alçaldı.
Orada suskun her bir
dil, ilâhî huzurun heybetinden susmuş olacaktır. "Rahmân'ınhuzurunda"
demek, Ondan dolayı susacaktır, demektir.
"Kıpırdanan
dudakların Asıltısından başkasını duyamayacaktır." Buy-
ruğundaki (fısıltı
anlamı verilen): "el:Hems" gizli ses demektir. Bu açıklamayı Mücahid
yapmıştır. İbn Abbas'tan; gizli saklı ses demektir. el-Hasen ve İbn Cüreyc de
şöyle demişlerdir: Bu mahşere doğru giderken ayakların çıkaracakları sestir.
Şairin vecez veznindeki şu mısraı da bu anlamdadır:
"Onlar, biz
onların sırtında olduğumuz halde ayak sesleri duyularak giderler."
Bununla şair yürürken
develerin ayaklarının çıkardıkları sesleri kastetmektedir. Arslana
"el-hemûs" adı, karanlıkta farkettirmeden yavaşça yürümesinden
dolayı verilmiştir. Ru'be de kendisinin güçlü kuvvetli oluşunu anlatırken şöyle
demektedir:
"Öyle bir arşlardım)
ki karanlıkta sessizce ilerleyen arslanı da Kirli renkleri olan fili ve camuau
da vurup perişan ederim, ben."
"Yemeğin
hems"i, ağzı kapalı bir şekilde yemeği çiğnemek demektir. Re-cez vezninde
şair şöyle demektedir:
"Dünden beri ben
hayret edilecek bir şey gördüm,
Tıpkı gulyabaniler
gibi beş tane koca karı,
Ben ne yapıyorsam
onlar ağızları kapalı çiğneyip çiğneyip (bitirip) duruyorlar."
Bu kelimenin dili ve
dudağı hareket ettirmek anlamında olduğu da söylenmiştir.
Ubeyy b. Ka'b: “Onlar
ancak fısıltı ile konuşurlar" diye okumuştur ki, anlamlar birbirine
yakındır. Yani sen onların ne konuşma seslerini, ne konuştuklarını, ne de ayak
seslerini işitirsin. Bu kelimenin kökünü teşkil eden "he, mim ve
sin" harflerinin asıl anlamı ne olursa olsun gizliliktir.
"Mehmûs" (hems ile çıkan harfler de) buradan gelmektedir ki, bunlar
on tane harf olup, kelimelerinde toplanmıştır. Harfe "hemsli
(mehmûs)" denilmesinin sebebi mahreçlerine fazla dayanılmayarak harf
telaffuz edilirken nefesin akmasıdır.
"O gün de Rahmân'ın
İzin vereceği ve" şefaat hususunda söyleyeceği "sözünden razı
olacağı kimseninkl müstesna, şefaatin hiçbir faydası olmayacaktır."
Bu buyruktaki
("kimse" anlamı verilen): "Men" kelimesi birincisinin dışına
çıkartılan (muttasıl) istisna olarak nasb mahallindedir. Yani şefaat, Rahmân'ın
kendisine şefaat edilmesine izin vereceği kimseden başkasına fayda
sağlamayacaktır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Şefaat ancak razı olunan bir sözü bulunan ve kendisine şefaat
edilmesi hususunda Rahmân'ın izin verdiği kimseye faydalı olacaktır. İbn Abbas
da der ki: Bu söz "lâ ilahe illallah"tır,
"O onların
önlerlndekini de" kıyamette meydana gelecek hususları "da
arkalarındaklni de" dünyada olanları da "bilir." Bu şekildeki
açıklama Katade tarafından yapılmıştır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onların ileride görecekleri mükâfat ve cezayı bildiği gibi,
dünyadan geride bıraktıkları, arkada terkettikleri şeyleri de bilir.
Âyet-i kerîmenin bütün
insanlar hakkında umumî olduğu söylendiği gibi; sadece "davetçjye
uyanlar"ın kastedildiği de söylenmiştir. Hamd Allah'a mahsustur.
"Onlar ise
bilgileriyle O'nu kuşatamazlar" buyruğundakİ "Onu' zamiri yüce
Allah'a aittir. Yani hiçbir kimse bilgisiyle O'nu kuşatamaz. Çünkü "kuşatmak"
sınırlılık anlamını da çağrıştırmaktadır. Yüce Allah ise sınırlı oluştan
münezzehtir.
Bu zamirin
"bilgf'ye ait olduğu da söylenmiştir. Yani hiçbir kimse Ailah'ın bildiğini
bilgisiyle kuşatamaz.
Taberî der ki;
"Önlerindeki", "arkalarındaki" ile
"kuşatamazlar"daki zamirler meleklere aittir. Yani yüce Allah bu
meleklere ibadet edenlere, meleklerin önlerindekini de arkalarındakint de
bilemediklerini bildirecektir.
[137]
111. Yüzler
Hayy ve Kayyûm'a zület İle boyun eğmiş olacaktır. Zulüm taşıyanlar gerçekten
zarara uğrayacaktır.
112. Kim
mü'min olduğu halde salih ameller işlerse o, zulme uğratılmaktan da korkmaz,
eksiltilmesinden de.
"Yüzler... zillet
île boyun eğmiş olacaktır" anlamındaki buyrukta yer alan; kelimesinin
"zillet ile boyun eğme" anlamında olduğunu İbnu'1-A'ra-bî ve
başkaları söylemiştir. Esire; denilmesi de bundan dolayıdır. Ümeyye b.
Ebi's-Salt da şöyle demiştir:
"O mutlak bir
egemendir, Semanın Arşı üzerinde ve mutlak sözü geçendir, Yüzler O'nun izzeti
dolayısı ile zilletle boyun eğer ve secdeye kapanır."
Yine şöyle demiştir:
"Yüzüm de, bütün
varlığım da zilletle O'na boyun eğmiştir, Secde edenler arasında şükrederek
O'nun zâtına."
el-Cevherî der ki:
" Zilletle boyun eğdi" demektir. "O'na boyun eğdirdi"
anlamındadır. Allah'ın :"KYüzler Hayy ve Kayyum'a zillet İle boyun eğmiş
olacaktır." buyruğu da bu anlamdadır. "Aralarında esir olarak ve
hapsedilmiş olarak kaldı" demektir. "Onu hapsetti, alıkoydu"
demektir. "Esir" demek olup, erkekler için çoğulu; kadınlar için
çoğulu da; şeklinde gelir. "Başına bir takını işler geldi"
anlamındadır.
İbn Abbas dedi ki:
"Boyun eğdi" demektir. Mücahid de: Zillet duyarak boyun eğdi,
anlamındadır, demiştir. el-Maverdî de der ki: Zillet ile huşu' -anlamları
birbirine yakın olmakla birlikte- aralarında bir fark vardır. Zillet, kişinin
Özü itibariyle zelil olması dernektir, huşu ise kendisine itaat edilen
kimsenin önünde zelil olduğunu göstermektir.
el-Kelbî, kelimesinin
bildi anlamında olduğunu söylemiştir. Atıy-ye el-Avfî ise "teütym
oldu" diye açıklamıştır. Talk b. Habib de şöyle açıklamıştır: Bu secde
esnasında alnı ve burnu yere koymaktır. en-Nehhâs da şöyle demektedir:
"Zillet ile boyun eğmiş olacaktır" buyruğunun anlamı ile ilgili
olarak iki görüş vardır. Birincisine göre bu âhirette oiacaktır. İkrime, İbn
Abbas'Can; "Yüzler Hayy ve Kayyum'a zillet Ue boyun eğmiş olacaktır."
buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu rükû' ve
sücuddur. Sözlükte bu kelime kahretmek ve yenik düşürmek anlamındadır.
"Ülke galip gelinerek ve kahredilerek fethedildi" tabiri de buradan
gelmektedir. Şair de şöyle demektedir:
"Onlar orayı
isteyerek ve (ahalisinin) teslim etmesi suretiyle almadılar, Ama asıl orayı
düşüren şarif kılıçlarıyla indirilen
darbelerdir."
Bu kelimenin yorgunluk
anlamıyla kullanıldığı da söylenmiştir.
İnsanlardan
"yüzler" diye söz edilmesi zilletin eserlerinin ancak yüzde açığa
çıkmasından dolayıdır.
"Hayy ve
Kayvûm" buyruğundakİ "el-Kayyûm" ile ilgili üç te'vil yapılmıştır.
Birincisi yaratıkların işlerini çekip çeviren, ikincisi her bir nefsin neler
kazandığını görüp gözetleyen, üçüncüsü zeval bulmayan, sonu gelmeyen, daimi ve
ebedi olan demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde
(2/255. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Zulüm taşıyanlar
gerçekten zarara uğrayacaktır." Yani şirk yükü taşıyarak gelecekler,
zararlı çıkacaklardır.
"Kim mü'min
olduğu halde salih ameller işlerse..." Çünkü imansız hiçbir amel kabul
edilmez. "Salih amellar" buyruğundaki; "..den, dan" teb'îz
(kısmîlik) bildirmek içindir. Salih amellerden bir bölüm İşlerse.., demektir.
Bunun cins (tür) bildirmek için olduğu da söylenmiştir.
"O zulme
uğratılmaktan" yaptığı itaatlerin sevabının eksiltilmesinden ve
kötülüklerinde aleyhine bir fazlalıktan da "korkmaz." Hakettiği
mükâfatının "eksiltilmesinden de" korkmaz.
"Korkmaz"
buyruğunu İbn Kesir, Mücâhid ve İbn Muhaysın "kim... İşlerse"
buyruğunun cevabı olmak üzere cezm ile; "Korkmasın" diye okumuştur.
Diğerleri ise haber olarak merfu olmak üzere elif ile okumuşlardır. Yani;
"O korkmaz" yahut; O korkmayacaktır" anlamındadır.
Eksiltmek": Eksik
vermek, kırmak demektir.
Mesela;
Ben bunu hakkımdan
düşürdüm, hakkım olduğu halde almadım" demektir. "Bu kişi buğdayın
ağırlığını eksiltiyor (eksik tartıyor)" demektir, "Göbeği olmayan
kadın" demektir.
el-Maverdî der ki: Bu
kelime ile zulüm arasındaki fark şudur: Zulüm hakkın tamamını engellemektir,
vermemektir. Bu ise onun bir bölümünü dahi vermemek demektir. Bir bakıma
birbirlerinden ayrı olsalar bile, bu da bir zulümdür. el-Mütevekkü el-Leyst de
şöyle demiştir:
"Şüphesiz ki
zelillerle bayağı kimseler öyle bir topluluktur ki,
Onların dostları zulme
uğrayan ve hakkı tamamen verilmeyen kimselerdir."
el-Cevherî dedi ki:
Zulme uğramış adam, demektir. O ona zulmetti, hakkını eksik verdi"
demektir.
[138]
113. Böylece
onu Arapça bir Kur'ân olarak İndirdik ve onda tehditlerimizi tekrar ettik.
Olur ki korkarlar, yahut o yeniden öğüt almalarını sağlar.
114. Mutlak
egemen ve hak olan Allah ne yücedir! Sana onun vahyi tamamlanmadan önce
Kur'ân'ı okumayı acele etme ve: "Rabbİm ilmimi arttır!" de.
"Böylece" yani
sana bu sûrede açıklamış olduğumuz gibi "onu Arapça" Arap diliyle
"bir Kuran olarak indirdik ve onda tehditlerimizi muhtevasında bulunan
korkutmaları, tehditleri, amellerinin karşılıklarını ve cezasını "tekrar
ettik."
"Olur ki
korkarlar." Allah'dan korkup O'na isyanı gerektiren işlerden uzaklaşırlar.
O'nun cezasına uğramaktan sakınırlar, çekinirler. "Yahut o yeniden öğüt
almalarını sağlar." Katade: Olur ki sakınırlar ve takvaya yönelirler,
diye açıklamıştır. Olur ki... yeniden şeref sahibi olmalarını sağlar, diye de
açıklanmıştır. Bu açıklamaya göre burada (öğüt anlamı verilen) "zikr"
şeref manasına kullanılmış demek olur. Bu da yüce Allah'ın: "Ve muhakkak o
sana ve senin kavmine bir zikirdir" (ez-Zuhruf, 43/44) buyruğunda
"bir şereftir" anlamında olmasına benzer.
Kendisi ile tehdit
olundukları azabı hatırlamalarını sağlar, anlamında olduğu da söylenmiştir.
e!-Hasen;
"(iaiJjı): ... yeniden... sağlar" buyruğunu "nün" harfi ile
"sağlarız" anlamında okumuştur. Yine ondan "se" harfini hem
merfu, hem ce-zimli okuduğu da rivayet edilmiştir.
"Mutlak egemen ve
hak olan Allah ne yücedir t" Şanı yüce Allah nimetlerinin büyüklüğünü,
kullara gösterip Kur'ân'ı indirişini söz konusu ettikten sonra, kendisini
çoluk-çocuk sahibi olmaktan ve eşi bulunmaktan tenzih ederek: "Mutlak
egemen ve hak" yani mutlak hak sahibi "olan Allah ne yücedir!"
diye buyurmaktadır.
"Sana onun vahyi
tamamlanmadan önce Kuranı okumayı acele etme"
buyruğu ile
peygamberine Kur'an'ı nasıl belleyeceğini öğretmektedir. İbn Ab-bas dedi ki:
Peygamber (sav) Kur'an'ı belleme tutkusu ve unutmak endişe -si ile, Cebrail
(as) vahyi bitirmeden acele eder ve kendisi de okumaya koyulurdu. Yüce Allah
bunu ona yasaklayarak: "Kur'an'ı okumayı acele etme" buyruğunu
indirdi. Bu da ileride,geleceği gibi yüce Allah'ın: "Onu. çabuklaştırmak
için dilini onunla kıpırdatma!" (el-Kıyame, 75/16) buyruğunu andırmaktadır.
İbn Ebi Necîh'in
rivayetine göre Mücahid şöyle demiştir: Onu iyice anlamadan okumaya koyulma!
"Acele etme"
buyruğunun; "sana onun vahyi" nin gelişi "tamamlanmadan
Önce" indirilmesini isteme, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre anlam şudur: Onun te'viline dair açıklama sana gelmeden önce onu
insanlara bildirme.
el-Hasen de şöyle
demektedir: Bu âyet-i kerîme hanımının yüzüne bir tokat atan adam hakkında
inmiştir. Hanımı, Peygamber (sav)a gelerek kısas uygulanmasını istedi.
Peygamber (sav)"da kadının kısas hakkı olduğuna dair hüküm verdi. Bunun
üzerine yüce Allah'ın: "Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler."
(en-Nisa, 4/34) âyeti indi. İşte bundan dolayı: "Ve Rabbitn ilmimi"
kavrayışımı, anlayışımı "arttır, de" buyruğu inmiştir. Çünkü
Peygamber (sav) kısas hükmünü vermiş olmakla birlikte yüce Allah bunu kabul
etmemiştir.
İbn Mes'ud ve
başkaları "sana onun vahyi tamamlanmadan önce" anlamındaki buyruğu;
"Biz sana onu vahyetmeyi tamamlamadan önce" diye -"nun"
harfi ve "daı" harfi esreli olarak "vahiy" kelimesinde de
"ya" harfini üstün olarak- okumuşlardır.
[139]
15. Andolsun
ki Biz daha önce Âdem'e vahyetmiştik; fakat o unuttu. Biz onu azimli bulmadık.
"Andolsun ki Biz
daha önce Âdem'e vahyetmiştik; fakat o unuttu"
buyruğunda geçen "fakat o unuttu"
anlamındaki lafzı, el-A'meş kendisinden
farklı
rivayetlerde gelmiş olmakla birlikte "ya" harfini sakin olarak; linde
okumuştur. Bunun iki anlamı vardır: Bunların birincisi terketti demek olup, ona
verilen emri, ahdi (vahyi) terketti demektir. Mücahid ile çoğu mü-fessirlerin
görüşü budur. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları
unuttu" (et-Tevbe, 9/67) buyruğunda da bu anlamdadır.
İkinci anlamı da İbn
Abbas'ın dediğine göre şöyledir: Burada "unutmak" yanılmaktan ve
nisyân'dan (unutmaktan) gelmektedir. "İnsan" kelimesi de buradan
gelmiştir. Çünkü yüce Aüah ona emir verip vahy etmiş olduğu halde, o bunu
unutmuştu.
İbn Zeyd dedi ki: O bu
hususta Allah'ın kendisine vermiş olduğu ahdi (vahyi) unutmuştu. Eğer
kararlılığı bulunmuş olsaydı, düşmanı İblis'e itaat etmezdi. Bu görüşe göre
Âdem (as)tn o vakitte yanılmaktan dolayı sorumlu tutulmuş olması
gerekmektedir. Her ne kadar bugün unutmanın sorumluluğu bizden kaldırılmış olsa
bile.
"Daha önce"
nin anlamına gelince; ağaçtan yemeden önce demektir. Çünkü ona, o ağaçtan
yemesi yasaklanmıştı.
Maksat, Peygamber
(sav)ı tesclü etmektir. Yani, Âdemoğullarının şeytana itaat etmeleri oldukça
eski bir durumdur. Eğer bunlar verilen sözü bozuyor ve durmuyor iseler aynı
şekilde Biz de Âdem'e emretmiş, vahyetmiş o da bunları unutmuştu. Bu manayı
el-Kuşeyrî, aynı şekilde et-Taberî de nakletmektedirler.
Yani ey Muhammed, şu
kâfirler benim âyetlerimden yüz çeviriyor, peygamberlerime muhalefet ediyor ve
İblis'e itaat ediyor iseler de çok eskiden beri onların ataları Âdem de böyle
yapmıştır.
İbn Atiyye dedi ki:
Böyle bir yorum (te'vil şekli) zayıftır. Çünkü Âdem (as)ın Allah'ı inkâr eden
kâfirlere örnek teşkil etmesinin kabul edilebilir hiçbir tarafı yoktur. Âdem
(as) belli bir yorumun etkisiyle emre karşı gelmiştir, Dolayısıyla böyle bir
açıklama şekli onun değerini düşürür. Aksine âyet-i kerîmenin zahirinden
anlaşılan şu olmalıdır; Ya bu buyruk kendisinden önceki buyruklarla ilgisi
olmayan yeni bir kıssanın başlangıcıdır. Yahut bu buyruk, yüce Allah'ın
Muhammed (sav)a Kur'ân-ı Kerîm'i bellemekte acele etmemesi emri ile ilgilidir.
Bu hususta da kendisine önceden emir verilmiş, unutmuş ve bundan dolayı
cezalandınlmış bir peygamber misal gösterilmektedir ki, bu onu sakındırma
üslubunu daha ileriye götürsün. Muhammed (sav)a verilen bu emrin ileri
derecedeki önemi ortaya çıksın.
Burada "ahdetmek
(mealde; vahyetmek)"; vasiyet etmek (emretmek) anlamındadır.
"Unutmak", terketmek anlamındadır. Burada nisyânın hatırlamamak ve
yanılmak (unutmak) anlamıyla kuüanılması mümkün değildir. Çünkü unutanın ceza
görmesi söz konusu olmaz
"Azimü
olmak" ise ne olursa olsun inanılan bir hususu sürdürmek demektir. Âdem
(as) da ağaçtan yememe gereğine inanıyordu, ancak İblis ona vesvese verince bu
inancını azimle sürdürmedi. Âdem (as)a verilen ahid (vahiy) ise ağaçtan
yememesi anlamında idi. Bununla birlikte İblis'in kendisinin düşmanı olduğu da
bildirilmişti.
Yüce Allah'ın:
"Biz onu azimli bulmadık" buyruğunun anlamı ile ilgili farklı
görüşler vardır. İbn Ab bas vq Katade der ki: Biz ağacın meyvesinden yemek
konusunda onu sabırlı ve emre bağlılığını sürdürmek noktasında dirençli
bulmadık, demektir.
en-Nehhâs dedi ki:
Lügatte de bunun anlamı böyledir. Meselâ "filânın azmi vardır"
denildiği vakit, o masiyetlere karşı, onlardan kurtuluncaya kadar kendisini
korumakta sabır ve sebat sahibidir, demektir. Yüce Allah'ın: "Peygamberlerden
büyük azim sahipleri sabrettiği gibi sen de sabret!" (el-Ah-kaf, 46/35)
buyruğunda da bu anlamdadır.
Yine İbn Abbas'tan ve
Atiyye el-Avfî'den şöyle dedikleri nakledilmektedir; Kendisine verilen emre
riayet konusunda korunmadı. Yani o Allah'ın kendisine yasak kıldığı şeyi iyice
hıfzetmedi, bellemedi, sonunda unuttu ve istidlali terketmek suretiyle de buna
dair bilgiyi elden kaçırdı. Çünkü İblis ona şöyle demişti: Eğer sen bu meyveden
yersen, cennette ebedî kalırsın. Bunu söylediği zaman muayyen bir ağacı
göstermişti. Âdem ona itaat etmedi. Bu sefer yasağın genel çerçevesine giren o
ağacın benzeri bir başka ağaçtan yemeye çağırdı. Halbuki bu durumda onun delil
kullanması gerekirdi, fakat o bunu yapmadı. Diğer ağacın yasağın kapsamına
girmediğini zannetti, te'vil'de bulunarak ondan yedi. Bir işin masiyet olduğunu
bilerek bir işi yapan kimse unutmuş sayılamaz.
İbn Zeyd dedi ki:
"Azim" Allah'ın emrini korumak demektir, ed-Dahhak dedi ki: Bir işte
kararlı olmak demektir. İbn Keysân da: Biz bu konuda onda ısrar da görmedik,
günaha tekrar dönmeyi içinden sakladığını da görmedik, diye açıklamıştır.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Birinci açıklama şekli ifadenin te'vili açısından daha uygundur. İşte bundan
dolayı bazıları şöyle demişlerdir: Âdem (as) azim sahibi peygamberlerden
değildi, çünkü yüce Allah: "Biz onu azimli bulmadık" diye
buyurmuştur.
Çoğunluk ise şöyle
demektedir: Bütün peygamberler azim sahibidirler. Nitekim haberde şöyle
buyurulmuştur: Zekeriya oğlu Yahya dışında hata etmemiş yahut bir günah
İşlemeyi içinden geçirmemiş hiçbir peygamber yoktur. "[140]
Eğer işlediği günahı
dolayısıyla Âdem (as) azim sahibi peygamberler arasından çıkacak olsa Yahya
dışında bütün peygamberlerin de bunun dışına çıkmaları gerekirdi.
Ebu Umâme de şöyle
demiştir: Eğer Allah'ın mahlukatı yarattığından beri kıyamet gününe kadar
bütün Âdemoğullarının akılları bir araya getirilip, bir terazinin bir kefesine
konulsa, Âdem (as)ın da aklı bir diğer kefeye konulsa şüphesiz onunki ağır
basar. Şanı yüce Allah da: "Biz onu azimli bulmadık" diye
buyurmuştur.
[141]
116. Hani
meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dışında hepsi secde
etmişlerdi. O ise yüz çevirmişti.
117.
"Ey Âdem dedik, şüphesiz ki bu, sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi
cennetten çıkarmasın. Sonra sıkıntıya uğrarsın.
118.
"Çünkü orada sen aç da kalmazsın, çıplak da.
119.
"Ve
sen orada susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin.
"Hani meleklere:
Âdem'e secde edin, demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişlerdi. O ise yüz
çevirmişti" buyruğuna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara
Sûresi 'nde (2/34. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Ey Âdem dedik,
şüphesiz ki bu, sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın."
Bu bir yasaklamadır. Bunun mecazi anlamı da şudur: Onun telkinlerini kabul
etmeyiniz, kanmayınız. O takdirde sizin "cennetten" çıkışınıza sebeb
teşkil eder.
"Sonra" sen
ve eşinle birlikte "sıkıntıya uğrarsın." Çünkü her ikisinin de
sıkıntıya uğrama sebebi aynıdır. Bu konuda aralarında hiçbir fark yoktur.
Burada (tesniye
olarak): "İkiniz sıkıntıya uğrarsınız" denilmeyişi, anlamın
anlaşılmasından ve Âdem (as)'ın ası! muhatap oluşundandır; ve asıl maksat da
odur. Diğer taraftan eşi için çalışıp didinen, onun için kazanmakla yükümlü
olan kendisi olduğu için, özellikle onun hakkında "sıkıntıya uğramak"
öncelikle söz konusu olur. Şöyle de açıklanmıştır: Cennetten çıkış ikisi için
olmuştur, fakat sıkıntıya uğramak yalnız Âdem içindir. Bu da bedeni bir
sıkıntıdır. Nitekim hemen akabinde, yüce Allah: "Çünkü orada" yani
cennette "sen aç da kalmazsın, çıplak da. Ve sen orada susuz da
kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin" diye buyurmakta ve böylelikle
bütün bunların cennette verileceğini ona bildirmektedir: Yiyecek, içecek,
giyecek ve mesken. Diğer taraftan sen bu emre riayet etmeyip de düşmanına
itaat edecek olursan, ikinizi de cennetten çıkartırım ve sen yorularak,
didinerek sıkıntıya uğrarsın. Yani aç kalırsın, çıplak kalırsın, susuz
kalırsın, güneş sıcağı da seni yakar. Zira sen cennetten çıkartılacak olursan
yere döndürüleceksin.
Özellikle onun
sıkıntıya uğrayacağının belirtilip, "ikiniz sıkıntıya uğrayacaksınız"
diye buyurulmamiş olması, bize hanımın nafakasını karşılama yükümlülüğünün
kocaya ait olduğunu göstermektedir. İşte o günden beri kadınların nafakalarını
sağlamak erkekler üzerine bir yükümlülük olagelmiştir. Havva'nın nafakasını
karşılamak, Âdem'in yükümlülüğü olduğu gibi, onun kızlarının nafakalarını
karşılamak da eş olmak hukuku dolayısıyla Âdemo-ğullannın bir yükümlülüğüdür.
Yüce Allah bu âyet-i
kerîmede bize şunu da öğretmektedir: Kocanın hanımının lehine sağlamakla
yükümlü olduğu nafaka; yiyecek, içecek, giyecek ve meskenden ibaret bu dört
ihtiyacı kapsar. Koca hanımının bu dört ihtiyacını karşılayacak oiursa, ona
karşı nafaka yükümlülüğünü de yerine getirmiş olur. Bunların dışında bir
şeyler verecek olursa o takdirde Allah'tan ecir alır. Bu dört temel ihtiyacın
karşılanması, kadının lehine yerine getirilmesi gereken haklardır, Zira kişinin
hayatta kalması bunlarla mümkündür.
el-Hasen dedi ki: Yüce
Allah'ın: "Sonra sıkıntıya uğrarsın" buyruğunda kastedilen, dünyadaki
sıkıntılardır. Âdemoğlu ne zaman görülürse yorgun, argın görülür.
el-Ferrâ dedi ki: Bu
"sıkıntı" kendi el emeğinden yemek durumunda olması demektir. Said
b. Cübeyr dedi ki: Âdem'e kırmızı bir öküz de indirildi. Onu toprağı sürmekte
kullanırdı. Diğer taraftan alnının terini silerdi. İşte yüce Allah'ın sözünü
ettiği sıkıntıya uğraması budur.
Şöyle de denilmiştir:
Cennetten indirildikten sonra onun ilk sıkıntısı Cibril (as)ın ona cennetten
bir kaç tane indirmiş olmasıydı. Ey Âdem sen bunları ek, dedi. O da toprağı
sürdü ve ekti. Daha sonra ekinleri biçti, sonra topladı, sonra ayıkladı, sonra
öğüttü, sonra hamur yoğurdu, sonra pişirdi. Bunca yorgunluktan sonra ekmeği
yemek üzere oturdu. Elindeki ekmek yuvarlandı gitti, dağın dibine kadar vardı.
Âdem de onun arkasından koşup gitti, yoruldu ve alnı terledi. Ey Âdem, dedi,
işte senin rızkın bu şekilde yorgunluk ve sıkıntı ile elde edilecektir. Senden
sonra çocuklarının da rızkı dünyada kaldığınız sürece hep böyle olacaktır.
"Çünkü orada sen
aç da kalmazsın çıplak da. Ve sen orada susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da
çekmezsin" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık
[142]halinde
sunacağız:
[143]
"Çünkü sen
orada" yani cennette "aç da kalmazsın, çıplak da."
"Ve sen orada
susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin." Yani güneşe karşı
çıkmayacak, görünmeyeceksin ki, onun sıcağını duyasın. Çünkü cennette güneş
olmayacaktır. Orada uzaytp giden gölgeden başka bir şey yoktur. Tıpkı tan
yerinin ağarması ile güneşin doğuşu arasında olduğu gibi.
Ebu'l-Âliye dedi ki:
Cennette gündüz şöyledir deyip, namaz kılanların sabah namazını ki i iş
vakitlerine işaret etti.
Ebu Zeyd dedi ki: Yol göründü, açığa çıktı, ortaya çıktı"
demektir. "Terledim" demektir.
Yine; "Güneşe
karşı çıktım" demektir. lafzı da aynı anlamdadır. Her iki kullanım için de
muzari mütekellim; " Çıkarım" şeklinde kullanılır.
Ömer b. Ebi Rabia dedi
ki:
"Bir adam gördü
ki güneş onun karşısında olursa,
Sıcağından etkilenir,
akşam oldu mu da soğuktan rahatsız olur."[144]
Hadiste de rivayet
edildiğine göre İbn Ömer gölgelenen ihramlı bir adam görmüş, ona; kendisi için
ihrama girdiğin kimse uğruna güneşin sıcağını duy, demiş[145]
Buradaki "güneş sıcağını duy" anlamındaki; kelimesini mu-haddisler bu
şekilde "elifi üstün, "ha" harfini esreli olarak; den gelen
emir kipi halinde rivayet etmektedirler.
el-Asmaî dedi ki:
Ancak bunun doğru şekli "elifin esreli, "ha"n:n üstün olarak;
den gelmesidir. Çünkü ona güneşin önüne çıkmasını emretmiştir. Yüce Allah'ın:
"Ve sen orada susuz da kalmazsın, güneş sıcağını da çekmezsin"
buyruğu da buradan gelmektedir. Sonra şu beyiti nakletmektedir:
"Ben onun için
güneş sıcağını çektim ki, onun gölgesiyle gölgeleneyim, Kıyamet gününde gölge
çekilmiş olacağı vakit,"
Ebû Amr ile -Ebu
Bekr'in kendisinden yaptığı rivayete göre Âsim müstesna- Kûfeliler; "Ve
sen" lafzını hemzeyi üstün olarak ve "Aç da kalmazsın" buyruğuna
atfederek okumuşlardır. Bununla birlikte mahalline atf ile, ref konumunda
olması da mümkündür. Sen orada aç kalmazsın, demekti r.
Diğerleri ise ya
isti'naf (yeni bir cümle olarak) ya da; "Çünkü... sen" lafzına atf
ile esreli okumuşlardır.
[146]
120. Şeytan ona vesvese verip dedi ki: "Ey
Âdem, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?"
121. İkisi
de ondan yediler. Hemen kendilerine ayıp yerleri görü-nüverdi. Cennetin
yapraklarını yamayarak üstlerini örtmeye başladılar. Âdem, Rabbİnin emrine
karşı geldi de şaşırdı.
122. Sonra
Rabbi onu seçti, tevbesinİ kabul etti ve doğru yola iletti.
"Şeytanona
vesvese verip..." buyruğu ile ilgili açıklamalar daha önceden el-A'raf
Sûresi'nde (7/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Şeytan ona "dedi
ki: Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim
mi?" Bu, -önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/36, âyet, 2. başlık ve
devamında) açıklandığı gibi- karşılıklı konuştuklarına ve şeytanın yılanın
karnında cennete girmiş olduğuna delildir. Yine orada (2/35. âyet, 8. başlık ve
devamında) bu ağacın hangisi olduğuna dair açıklamalar ile bu konudaki ilim adamlarının
değişik görüşleri kaydedilmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın bir anlamı
yoktur.
"İkisi de ondan
yediler. Hemen kendilerine ayıp yerleri görünüverdİ. Cennetin yapraklarını
yamayarak üstlerini örtmeye başladılar." Bu buy-ruğa dair yeterli açıklamalar
da önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/22-24. âyetlerin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
el-Ferrâ dedi ki:
"Başladılar" Arapçada koyuldular, demektir. Denildiğine göre onlar
incir yapraklarını üzerlerine yapıştırmaya başladılar.
Yüce Allah'ın:
"Âdem, Rabbİnin emrine karşı geldi de şaşırdı" buyruğuna dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
[147]
Yüce Allah:
"Âdem, Rabbİ'nin enirine karşı geldi" diye buyurmaktadır. el-Bakara
Sûresi'nde (2/35. âyet, 12. başlıkta) peygamberlerin günahları ile ilgili
görüşler geçmiş bulunmaktadır. Bizim ilim adamlarımızın müteahhirle-rinden
kimisi şöyle demişlerdir: Söylenmesi gereken şudur: Yüce Allah kimi peygamberlerden
bazı günahlar sadır olduğunu haber vermiş, bu günahları kendilerine nisbet
etmiş, bundan dolayı onlara serzenişte bulunmuş, bizzat kendileri de bu konuda
kendileri hakkında haber vermiş, bu günahlardan sıyrılmış, bunlardan ötürü
mağfiret dileyip tevbe etmişlerdir. Bütün bunların tek tek te'villeri her ne
kadar mümkün ise de hep birlikte te'vili kabil olmayacak şekilde pek çok yerde
varid olmuşlardır. Ancak bunların hepsi de onların mevkilerinden düşürecek
şekilde değildir. Onlardan sadır olan bütün bu hususlar, ancak nadiren görülen
şeylerdir ve ancak hata ve unutma yoluyla meydana gelmiştir. Yahut bu işi
yapmaya kendilerini iten bir te'vil sonucu bu işi yapmışlardır. Onların bu
yaptıkları başkalarına nisbetle hasenattır, Ancak kendilerine, mevkilerine ve
üstün değerlerine nisbetle seyyiâttır. Zira kimi zaman vezir, bir seyisin, bir
idarecinin mükâfat gördüğü aynı iş sebebiyle sorgulanabilir. Bundan dolayı
peygamberler emniyet altında olduklarını, kendilerine eman verildiğini ve
esenliğe kavuşacaklarını bilmiş olmalarına rağmen, Kıyamet gününde bunlardan
(ceza görebilmeleri ihtimali dolayısıyla) çekinmişlerdir. İşte hak olan da
budur.
Cüneyd'in şu sözleri
ne kadar güzeldir: "İyilerin hasenatı mukarrebierin seyyiatıdır."
Ontar (Allah'ın salât ve selâmları üzerlerine olsun) her ne kadar bir takım
nasslar, onların bir takım günahları İşlemiş olduğuna tanıktık etmekte ise de,
bu onların mevkilerini ihlâl etmez, rütbelerini alçaltmaz. Aksine yüce Allah
onların bu hatalarını telafi etmelerine İmkân vermiş, onları seçmiş, onları
doğru yola iletmiştir. Onları övmüş, onları tertemiz edip arındırmış, seçip
beğenmiştir. Allah'ın salât ve selâmları üzerlerine olsun.
[148]
Kadı Ebu Bekr
İbnu'i-Arabî dedi ki: Bugün bizden herhangi bir kimsenin bu şekilde Âdem (as)
hakkında haber vererek sözlerine başlaması caiz değildir. Ancak bunu şanı yüce
Allah'ın onun hakkında söylediği sözler arasında yahut peygamberinin sözleri
arasında zikretmemiz müstesnadır. Yoksa bir kimsenin kendiliğinden söze
başlayarak bunu dile getirmesi, Âdem (as) bir tarafa bize zaman itibariyle
oldukça yakın ve bizim benzerimiz bulunan kendi atalarımız hakkında bile caiz
değilken; en eski, en büyük, en keremli öne geçirilmiş bir peygamber yüce
Allah'ın mazeretim, tevbesini kabul edip kendisine mağfiret buyurduğu atamız
hakkında nasıl caiz olabilir?
Derim ki; Bu tutum
yaratılmış birisi hakkında caiz olmadığına göre; söze yüce Allah'ın el, ayak,
parmak, böğür, inmek ve buna benzer sıfatlarının varlığını haber vererek
başlamanın engellenmesi, öncelikle söz konusudur ve Allah'ın Kitabının yahut
Rasûlünün sünnetinin okunması esnasında bu gibi şeylerden söz etmek dışında,
söze bunlarla başlamak caiz değildir. Bundan ötürü İmam Malik b, Enes şöyle
demiştir: Her kim yüce Allah'ın: "Yahudiler Allah'ın eli bağlıdır,
dediler." (el-Maide, 5/64) buyruğu gibi yüce Allah'ın zatının vasıflarını
ilgilendiren bir buyruk okur da bu esnada elini
boynuna götürürse eli kesilir. İşitme ve görmede de bu böyledir. Onun
bu organları kesilir, çünkü o şanı yüce Allah'ı kendisine benzetmiş olur.
[149]
Lafız Müslim'e ait
olmak üzere hadis imamlarının rivayet ettiklerine göre Ebu Hureyre (ra),
Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Âdem ile Musa
birbirleriyle tartıştılar. Musa: Ey Âdem, dedi. Sen bizim atamızsın, fakat bizi
hüsrana uğrattın, bizi cennetten çıkarttın.
Bunun üzerine Âdem; Ey
Musa dedi. Aziz ve celil olan Allah kelâmı ile seni seçti ve eli ile sana
(Tevrat'ı) yazdı. Ey Musa, sen beni yüce Allah'ın benim hakkımda, beni
yaratmadan kırk yıl öncesinden takdir etmiş bulunduğu bir iş dolayısıyla mı
kınıyorsun? Böylece Âdem getirdiği delille Musa'yı yenik düşürmüş oldu.
(Peygamber -sa- bu sözünü) üç defa tekrar etti."[150]
el-Mü-helleb dedi ki: Hz. Peygamber'in: "Âdem getirdiği delille Musa'yı
yenik düşürmüş oldu" ifadesi delil ile onu yendi, demektir.
el-Leys b. Sa'd dedi
ki: Bu kıssadan Âdem'in Musa (ikisine de selam ol-sun)ya karşi getirmiş olduğu
delilin sağlıklı oluş sebebi, yüce Allah'ın Âdem'e günahını bağışlamış olması
ve tevbesini kabul etmiş olmasıdır. Musa (as)ın yüce Allah'ın kendisine
bağışlamış olduğu bir günahı dolayısıyla onu ayıplamaması gerekirdi. Bundan
dolayıdır ki Âdem: Sen Allah'ın kendisine Tevrat'ı vermiş, olduğu Musa'sın. O
Tevrat'ta herşeye dair bir bilgi vardır. Sen orada Allah o masiyeti benim
hakkımda takdir ettiğine dair ifadeyi de görmüşsün. Yine ondan dolayı tevbe
etmeyi takdir ettiğini de. Böylelikle benden kınamayı kaldırmış oluyordu.
Şimdi Allah beni kınamazken sen mi beni kınıyorsun! dedi.
Nitekim İbn Ömer de;
Osman Uhud günü kaçtı, diyen kişiye benzer bir ifadeyle delil getirmiş ve şöyle
demişti: Osman'ın bir günahı yoktur. Çünkü yüce Allah: "Andolsun Allah
onları atfetmiştir." (Âl-i İmran, 3/155) diye buyurmuştur.[151]
Şöyle de denilmiştir:
Âdem (as) bir babadır. Bir başkası dahi olsaydı ve bundan Ötürü o başkasını
ayıplamak bile ona karşı gösterilmesi gereken hürmete aykırı olurdu. Çünkü
şanı yüce Allah kâfir olan anne-baba hakkında bile: "Dünyada onlarla
güzel bir şekilde geçin." (Lukman, 31/15) diye buyurmaktadır. İşte bundan
dolayı İbrahim (as), kâfir olan babası kendisine: "Eğer vazgeçmezsen seni
mutlaka taşlarım. Bir süre benden uzaklaş, yanımdan git!" (Meryem, 19/46)
dediğinde o: "Dedi ki: Selâm olsun sana." (Meryem, 19/47) Ya Rabbi
tarafından seçilmiş, tevbesi kabul olunmuş ve hidayete iletilmiş bjr peygamber
olan bir babaya karşı nasıl davranmak gerekir?
[152]
Günah işleyip,
mağfirete mazhar olmamış kimselere gelince, ilim adamları icma ile şunu
belirtmişlerdir: Böyle bir kimsenin Âdem (as)ın gösterdiği delil gibi delil
ileri sürerek: Allah bu İşi hakkımda takdir ettiğine göre beni; adam öldürdüm,
zina ettim yahut hırsızlık yaptım diye kınıyor musun? deyip Âdem (as)ın delil
ileri sürdüğü gibi delil getirmesi caiz değildir.
Yine ümmetin icmâ' ile
kabul ettiğine göre iyilikte bulunan kimseyi iyiliği dolayısıyla öğmek,
kötülükte bulunan kimseyi de kötülükleri dolayısıyla kınamak ve onun aleyhine
olmak üzere günahlarını sayıp dökmek caizdir.
[153]
"Şaşırdı"
yani onun aleyhine olmak üzere yaşayışı bozuldu. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiş
olup, el-Kuşeyrî de bunu tercih etmiştir.
Ben hocamız Üstad
mukri' (Kur'ân okuyucusu ve öğreticisi) Ebu Cafer el-Kurtubî'yî şöyle derken
dinledim: "Şaşırdı* yani dünyaya inmesi sebebiyle yaşayışı bozuldu.
("ğavâ"nın mastarı olan:) el-Gayy ise fesad yani bozuluş demektir.
Bu da güzel bir açıklamadır. Bu açıklama, "bunun anlamı, doğru yolda
olmanın zıddı olan "el-ğayy"den gelmekte olup, sapıttı
anlamındadır" diyenlerin görüşünden daha uygundur.
Bunun, o nerede doğru
yolu bulabileceğini bilemedi. Yani kendisine yasak kılınan ağacın o olduğunu
bilemedi, anlamında olduğu da söylenmiştir. Burada "el-ğayy"
bilememek, bilmemek demektir,
Kimilerine göre de bu,
ancak çokça yemekten dolayı karnı şişti anlamındadır. ez-Zemahşerî dedi ki: Bu
her ne kadar mâ kabli (önceki harfi) esreli olan "ya"yı "elife
kalb ederek; gibi fiilieri; şeklinde kullanan Tayyoğullarının şivesine göre
sahih ise de, çok kötü bir açıklama şeklidir.
[154]
el-Kuşeyrî Ebu Nasr
dedi ki: Bazıları şöyle demişlerdir: Âdem asi oldu ve şaşırdı denilir; ama
isyankârdı ve şaşkındı denilemez. Nitekim bir defa dikiş diken hakkında; dikti
denilebilirse de defalarca dikiş dikmedikçe ona terzi denilemez. Şöyle de
denilmiştir: Efendinin külü kendisine karşı geldiği takdirde onun bu karşı
gelişi hakkında başkalarının kullanamayacağı tabirleri kullanması mümkündür.
Ancak bu, çok
zorlanarak yapılmış bir açıklamadır. Peygamberlere bu kabilden izafe edilen
şeyler ya küçük günahtır yahut evlâ olanı terketmektir ya da peygamberlikten
önce yapılan işlerdir.
Derim ki: Bu açıklama
güzeldir. îmam Ebu Bekr b. Fûrek -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki:
Bunu Âdem peygamber olmadan önce işlemişti. Buna delil yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Sonra Rabbİ onu seçti, tev-besini kabul etti ve doğru yola
iletti." Burada seçme ve hidayete iletmenin, doğruyu göstermenin isyandan
sonra olduğunu zikretmektedir. Onun bu yaptığı iş peygamberlikten önce
olduğuna göre; peygamberlerin yalnız bu şekilde günah işlemeleri caiz olur.
Zira peygamberlikten önce onları tasdik etmemiz hususunda bizim şer'î bir
yükümlülüğümüz yoktur. Yüce Allah onları kullarına peygamber olarak gönderip
onlar da peygamberliklerini edâ etmekte güvenilir ve masum olduklarına göre;
daha önceden onların işlemiş oldukları günahların bir zararı olmaz.
Bu açıklama değerli
bir açıklamadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[155]
123. Buyurdu
ki: "Hepiniz oradan inin. Kiminiz kiminize düşman olacaktır. Benden sîze
bir hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem
bedbaht olmaz.
124.
"Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır
ve onu kıyamet gününde kör olarak hasrederiz,"
125. Der ki:
"Rabbim, niçin beni kör hasrettin? Halbuki ben görüyordum"
126. Buyurur
ki: "Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun. Bugün de sen
böylece unutulursun."
127. Haddi
aşıp Rabbinin âyetlerine iman etmeyenleri de böylece cezalandırırı!. Âhiret
azabı ise elbette daha şiddetli ve daha kalıcıdır.
"Buyurdu ki:
Hepiniz oradan" yani cennetten "inin." Bu buyruğuyla Âdem'e ve
İblise hitap etmektedir. Ayrıca İblis'e: "Küçülmüş, kınanmış ve koğulmuş
olarak çık oradan" (el-A'raf, 7/18) dediği de bildirilmiştir. Muhtemeldir
ki; o cennetten semada herhangi bir yere çıkartılmış, sonra da yeryüzüne
indirilmiştir,
"Kiminiz kiminize
düşman olacaktır." Daha önceden el-Bakara Sûre-si'nde (2/36. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır/Yani sen yılana da, İblis'e de düşman
olacağın gibi, onlar da sana düşmandırlar. Bu da yüce Allah'ın: "(İkİntz)
inin" buyruğunun Âdem ve Havva'ya hitap olmadığını göstermektedir. Çünkü
her ikisi karşılıklı olarak birbirine düşman değildiler. Ayrıca Âdem (as)ın
yere indirilmesi, Havva'nın da indirilmesini kapsamıştır.
"Benden size bir
hidayet" doğruluk ve doğru bir söz "geldiğinde" -ki bu
da daha önceden
el-Bakara Sûresi'nde (2/38, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.-
"... kkn benim hidâyetime" peygamberlere ve kitaplara "uyarsa
o, hem sapıtmaz hem bedbaht olmaz."
İbn Abbas: Şanı yüce
Allah Kur'ân'ı okuyup içindekilerin gereğince amel eden kimseye dünya hayatında
sapıtmamayı, âhirette de bedbaht olmamayı garantilemiştir, diyerek bu âyet-i
kerîmeyi okumuştur. Yine ondan nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Kim
Kur'ân'ı okur, içindekilere uyarsa Allah onu şaşkınlıktan, sapıklıktan kurtarıp
hidayete iletir. Kıyamet gününde de kötü hesaptan onu korur. Sonra da bu
âyet-i kerîmeyi okudu.
"Kim de Benim
zikrimden yüz çevirirse" Benim dinimden, Kitabımı okumaktan ve
içindekiler gereğince amel etmekten yüz çevirirse... Bir diğer açıklamaya
göre, indirmiş olduğum delillerden yüz çevirirse... demektir.
Zİkr'in Rasûl diye
açıklanması da mümkündür, çünkü o Allah tarafından gelmiş bir zikir (öğüt veren
ve hatırlatıcı) idi.
"Gerçekten onun
için dar bir geçim vardır." Dar ve sıkıntılı bir yaşayışa mahkûm olur.
Meselâ; "Dar ev ve dar geçim" denilir. Bu kelimenin tekili, ikili,
müzekkeri, müennesi ve çoğulu aynı gelir. Antere şöyle demiştir:
"Eğer onlara
yetişilirse ben de hücum ederim, şayet etrafları sarıhrsa, Ben de (onlara
karşı) hamle yaparım. Ve eğer (savaşta) bir darlıkla karşılaşırlarsa (atımın
üstünden) inerim (ve böylece savaşırım.}"
Yine Antere şöyle
demektedir:
"Gerçek şu ki;
eğer ölümün bir timsali yapılacak olsa benim gibi temsil edilir, Onlar
(savaşta) dar bir yere indikleri vakit."
"Dar geçim"
anlamındaki kelime; şeklinde de okunmuştur. Bunun da anlamı şu olur: Şanı yüce
Allah teslim, kanaat, kendisine tevekkül ve kısmetine rızayı, dinin muhtevası
içerisine yerleştirmiştir. Dine sahip bir kimse yüce Allah'ın kendisine vermiş
olduğu rızıktan gönül hoşluğuyla ve kolaylıkla infak eder bol ve rahat bir
geçim içerisinde yaşar, gider. Nitekim yüce Allah: "Biz şüphesiz ona çok
güzel bir hayat yaşatırız" (en-Nahl, 16/97) diye buyurmuştur,
Dinden yüz çeviren
kimseyi hırs istilâ eder. O bakımdan bu hırsın etkisi ile sürekli dünyalığının
artmasına göz diker. Cimrilik ona musallat olur. Bu cimrilik onun infak
etmesini engeller. Böylesinin yaşayışı dardır, hali kapkaranlıktır. Nitekim
birisi şöyle demiştir; Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse mutlaka kendi
aleyhine olmak üzere zamanını karartır. Rızkından bir türlü memnun olmaz ve
dar bir geçim içerisinde kalır.
İkrime dedi ki:
"Dar geçim" haram kazanç demektir. el Hasen ise: (cehennemliklerin
yiyeceği olan ve zehirli bir ot olduğu bildirilen:) Dâri' ile Zakkum yemektir,
demiştir.
Sahih otan dördüncü
görüşe göre ise bu kabir azabıdır. Bu görüşü Ebu Sa-id ei-Hudrî, Abdullah b.
Mes'ud ifade etmiş: Ebu Hureyre de bunu Peygamber (sav)dan raerfû' bir hadis
olarak rivayet etmiştir. Biz de bunu "et-Tezki-re" adlı eserimizde
kaydetmiş bulunuyoruz. Ebu Hureyre dedi ki: Kâfirin üzerine kabri, kaburga
kemikleri birbirine girinceye kadar daralır. İşte dar olan geçim budur.[156]
"Ve onu kıyamet
gününde kör olarak hasrederiz." Denildiğine göre kimi hallerde kör, kimi
hallerde de gözü görecektir. Buna dair açıklamalar cl-İsrâ Sûresi'nin
sonlarında (17/97. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Delil getirmekten yana
kör olacaktır, diye açıklanmıştır ki bu görüş de Mü-cahid'e aittir. Hayır
yönlerini bilemeyecek ve bu yolların hiçbirisini bulamayacak şekilde kördür,
diye de açıklandığı gibi; nasıl ki körün göremediği şeylere karşı alacak
hiçbir tedbiri bulunmuyor ise onun da kendisinden azabı uzaklaştırma yolunu
göremeyecektir, diye de açıklanmıştır.
"Der ki: Rabbim,
niçin beni kör hasrettin?" Hangi günahım dolayısı ile beni körlükle
cezalandırdın?
"Halbuki
ben" dünyada iken "görüyordum." Bu gibi kimselerin, sanki günahları
olmadığjm zannedecekleri görülmektedir. İbn Abbas ve Mücahid şöyle
demişlerdir: Yani "niçin benî" delil getirme imkânını bulamayacak
şekilde "kör hasrettin? Halbuki ben" delilimi bilen bir kimse olarak
"görüyordum.'9
el-Kuşeyrî dedi ki: Bu
uzak bir ihtimaldir. Çünkü kâfirin dünyada hiçbir zaman delili olmamıştır ki.
"Buyurur ki:
Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun."
Yani yüce Allah
kendisine: "Çünkü sana âyetlerimiz" vahdaniyetimize ve kudretimize
dair belgelerimiz "geldiğinde onları unuttun" terkettin, onlar
üzerinde hiç düşünmedin, onlardan yüz çevirdin.
"Bugün de sen
böylece unutulursun." Azap içerisinde -ki cehennemi kastetmektedir-
bırakılırsın,
"Haddi aşıp
Rabbinîn âyetlerine iman etmeyenleri" onkrı tasdik etmeyenleri "de
böylece cezalandırırız." Yani Kur'ân-ı Kerîm'den yüz çevirenleri,
Allah'ın yarattıkları üzerinde düşünmekten, onlar hakkında tefekkür etmekten
yüz çevirip masiyette haddi aşanları işte böyle cezalandırırız.
"Âhiret azabı ise
elbette daha şiddetli" dar geçimden ve kabir azabından daha korkunç, daha
dehşetli "ve daha kalıcıdır." Daha sürekli ve yakayı bırakmayan bir
azaptır. Çünkü bu azap asla kesintiye uğramaz ve asla onun sonu gelmez.
[157]
128.
Meskenlerine uğrayıp geçtikleri, kendilerinden önceki nice nesilleri helak
edişimiz, onlar İçin bîr hidayet sebebi olmadı mı? Şüphe yok ki bunda üstün
akıl sahiplerine âyetler vardır.
129. Eğer
Rabbinden bir söz verilmemiş ve belli bir va'de olmasaydı (bunlara da azap)
lâzım olurdu.
130. O halde
söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd
İle teşbih et. Gecenin saatlerinde ve gündüzün çeşitli vakitlerinde de teşbih
et. Umulur ki razı olursun.
"Meskenlerine
uğrayıp geçtikleri... onlar için bir hidâyet sebebi olmadı mı?" Bununla
Mekkelileri kastetmektedir. Yani bunlar kendilerinden önce geçmiş olup
kendileri de yolculuk yaptıklarında ve geçimlerini elde etmek kastıyla, ticaret
için Mekke'nin dışına çıktıklarında daha önce helik etmiş olduğumuz nesillerin
haberlerini açık seçik bir şekilde bilmiyorlar mı? Geçmiş ümmetlerin ve
nesillerin ülkelerini bomboş, ıpıssız görmüyorlar mı? Yani bunlar da,
kendilerinden önce kâfirlerin başına gelenlerin bir benzerinin kendilerinin de
başına geleceğinden korkmuyorlar mı?
İbn Abbas, es-Sülemî
ve başkaları "bir hidâyet sebebi olmadı mı?" anlamındaki buyruğu;
"Onlara bir hidayet sebebi kılmadık mı?" diye "nun" harfi
ile okumuşlardır. Bu daha açık bir okuyuştur, şeklinde "ya"
ile okuyuşun, fail dolayısıyla izah edilmesi biraz
zordur. Kûfeliler; Nice, kelimesinin fail olduğunu söylemişlerdir. en-Nehhâs
dedi ki: Bu bir hatadır, çünkü bu kelime soru edatıdır. Ondan önceki ifadeler
bunda amel et-mezler. ez-Zeccac da şöyle demiştir: Anlamı şudur: Helak
ettiğimiz kimselerin, helak edilmesine dair vermiş olduğumuz emir. onlar için
hidâyet sebebi olmadı mı?
Bu kelimenin gerçek
anlamı hidâyete delâlet etmek, hidâyeti göstermek demektir. Buna göre fail
bizzat hidâyetin kendisidir ve ifadenin takdiri de şöyle olur: Hidâyetin
kendisi onlara hidâyet sebebi olmadı mı?
ez-Zeccâc dedi ki:
"Nice" anlamındaki kelime "helak edişimiz" anlamındaki
fiil ile nasb mahallindedir.
"Eğer Rabbinden
bir söz verilmemiş olsaydı (bunlara da azap) lazım olurdu." (anlamındaki)
buyrukta bir takdim ve te'hir vardır. Eğer Rabbinden bir söz verilmemiş ve
belli bir va'de olmasaydı (bunlara da azap) lazım olurdu, demektir. Bu
açıklamayı Katade yapmıştır.[158]
Lizâm (lazım olma):
Ayrılmamak, yakayı bırakmamak demektir. Yani azap onların yakasına yapışırdı.
Burada; "(ols): Olurdu" edatının İsmi (olan azap) hazfedilmiş
bulunmaktadır.
ez-Zeccac dedi ki:
"Ve belli birva'de" anlamındaki buyruk "bir söz"e
at-fedilmiştir. Katade dedi ki: Bu belli vakitten kasıt kıyamet günüdür.
el-Ku-tebl de böyle demiştir. Onların Bedir gününe kadar ertelenmeleri olduğu
da söylenmiştir.
"O halde
söylediklerine sabret!" Yüce Allah onların kendisi hakkında: Bir
sihirbazdır, bir kâhindir, o bir yalancıdır ve buna benzer sözlerine sabretmesini
emretmektedir. Yani onlara aldırma: Çünkü onların azaba uğratılacakları ve öne
de alınmayan, sonraya da bırakılmayan belli bir süreleri vardır.
Diğer taraftan bunun
savaşı emreden âyet iie nesh olduğu söylendiği gibi, mensuh olmadığı da
söylenmiştir. Çünkü savaşı emreden âyetten sonra kâfirlerin kökünü
kurutmamıştır. Aksine onların büyük bir bölümü hayatta kalmaya devam etmiştir.
"Güneşin
doğmasından ve batmasından önce Rabbinİ hamd İle teşbih et." Te'vilcilerin
çoğunluğu: Bu beş vakit namaza bir işarettir, demişlerdir. "Güneşin
doğmasından önce" ile sabah namazı "ve batmasından önce" ikindi
namazı "gecenin saatlerinde" yatsı namazı, "ve gündüzün çeşitli
vakitlerinde de" akşam ve öğle namazında "teşbih et!" Çünkü
öğle namazı günün ilk bölümünün son vaktinde ve ikinci bölümünün ilk vaktinde
kılınır. O bakımdan bu namaz günün iki vaktinde yer almaktadır. Üçüncü vakit
ise güneşin batış vakti olup bu da akşam namazı vaktidir.
Şöyle denilmiştir:
Gündüz iki kısma ayrılmakta olup bunları zeval vakti birbirinden ayırır. Her
bir kısmın da iki tarafı (vakti) bulunmaktadır. Zeval vakti esnasında ise biri
birinci kısmın son vakti, diğeri ikinci kısmın ilk vakti olmak üzere iki tarafı
vardır. O bakımdan burada iki "taraf dan çoğul olarak "etraf diye söz
edilmesi, yüce Allah'ın: "İkinizin kalpleri meyletmiş bulunuyor."
(et-Tahrîm, 66/4) buyruğuna benzemektedir. Buna İbn Fûrek,
"el-Muşkîl" adlı eserinde işaret etmektedir.
Şöyle de denilmiştir:
Buradaki "nehâr (gündüz)" cins için kullanılmıştır. Her bir günün bir
tarafı vardır, Burada çoğul getiriliş sebebi, bu tarafın her bir günde tekrar
edilmesinden ötürüdür.
"Gecenin
saatlerinde" gecenin anlarında, vakitlerinde demektir. "Saatler"
(anlamı verilen): "el-Ânâ"in tekili ise diye gelir.
Bir kesim de âyet-i
kerîmede kastedilenin nafile namazlar olduğunu söylemişlerdir, Bunu da
el-Hasen söylemiştir.
"Umulur ki razı
olursun." Yani umulur ki sen bu amellere karşılık razı olacağın şeklide
mükâfat görürsün,
el-Kİsaî ve Âsım'dan
rivayetle Ebu Bekr: "Razı edilirsin" dîye "te" harfini
ötreli olarak okumuşlardır. Yani sana seni razı edecek şeylerin verilmesi
umulur.
[159]
131.
Onlardan bir kısmına bunlarla kendilerini İmtihan edelim dîye, dünya hayatının
süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı
İse daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
132. Sen
aile halkına namazı emret! Kendin de sabırla ona devam et! Senden rızık
istemeyiz, sana rızkı Biz veririz. Güzel akıbet ise takva sahiplerinindir.
"Onlardan bir
kısmına... dünya hayatının süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere
gözlerini dikme!" Bu buyruğun anlamına dair açıklamalar daha önceden
el-Hicr Sûresi'nde (15/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Bir
kısmına" anlamındaki; kelimesi "faydalandırdığımız" anlamındaki
fiilin mefulüdür.
"Süsü
olarak" anlamındaki; da hâl olarak nasb edilmiştir. ez-Zec-câc da şöyle
demektedir: Bu kelime "faydalandırdık" fiilinin anlamı ile nasb
edilmiştir. Çünkü bu: Biz dünya hayatını onlar için bir süs kıldık, anlamındadır.
Yahut gizli bir fiil ile nasb edilmiştir ki o da "kıldık" anlamındaki
fiildir. Yani Biz dünya hayatını onlar için bir süs kıldık. Bu da aynı şekilde
ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu kelime "bunlarla" anlamındaki; deki "he"
zamirinden bedeldir. Mesela; Ona, (yani) kardeşine uğradım" demeye
benzer. el-Ferrâ da bunun hâl olarak nasbedildiğine işaret etmiştir. Bunun
âmili ise "faydalandırdığımız" anlamındaki; fiilidir. O der ki: Bu;
"Ben ona yoksul olduğu halde uğradım" demeye benzer. Bunun
takdirinin de şöyle olduğunu söyler: Biz onları dünyada, hayatın süsü ve onda
bir ziynet olarak kendisi ile kendilerini faydalandırdığımız... takdirindedir.[160]
Bunun mastar (meful-i
mutlak) olarak nasb edilmesi de caizdir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın
sanatı..."(en-Neml, 27/88) buyruğu ile: "Allah'ın va'di"
(en-Nisa, 4/122; Yunus, 10/4 vs.) buyruklarında olduğu gibi. Ancak bu tartışılabilir
bîr görüştür.
En güzeli bunun hâi
olarak nasbedilmesi ve tenvinin hem kendisinin sakin olması hem de
"el-hayat"ın "lam'ının sakin olması dolayısıyla da
hazfe-dilmesidir. Nitekim "Güneşin aya erişip yetişmesi gerekmediği gibi,
gece de gündüzü geride bırakıcı değildir." (Yasin, 36/40) buyruğunda
"gündüz" anlamındaki kelime "geride bırakıcı" anlamındaki
kelime
ile nasbedilmiştir. Bu da hem tenvinin
kendisi, hem de "âm" sakin olduğundan dolayı tenvinin hazfedildiği
takdirine göredir. Bu durumda "ei-hayat" kelimesi de yüce Allah'ın:
"Bunlarla kendilerini... faydalandırdığımız şeylere" buyruğundaki
"mâ"mn bedeli olmak üzere mecrur olur. Buna göre de ifadenin takdiri
şöyle olur: Sen gözlerini dünya hayatına süslü olarak yani süslü oluşu
halinde... dikme, takdirinde olur. "Süsü olarak" kelimesinin
"faydalandırdığıma şeylere" buyruğundaki "ma"nm bedeli
olması da güzel değildir. Çünkü "kendilerini imtihan edelim diye"
buyruğu "faydalandırdığımız" buyruğuna taalluk etmektedir.
"Dünya hayatının
süsü olarak" ifadesi ile de dünya hayatının bitkilerle süslenmesini
kastetmektedir.
"Ze" harfi
ile ondan sonraki "ne" harfinin üstün ile "ez-zeheratü"
şeklinde bitkilerin beyazlığı demektir. "ez-Zühre (Venüs)" ise bir
gezegen adıdır. "Zühreoğullan" söylenirken "he" harfi sakin
telaffuz edilir. Bu açıklamaları İbn Aziz yapmıştır.
İsa b. Ömer de
"he" harfini "nehr ve neher" kelimelerinde olduğu gibi üstün
olarak okumuştur. "Parlaklığı olan kandiİ" demektir.
"Zehra-tu'1-Eşcâr" ağaçların parlak ve göz alıcı renkleri demektir.
Hadiste de şöyle buyurulmuştur: Peygamber (sav)ın rengi ezher (parlak) idi.[161]
Aydınİtk saçan her bir şeye "zahir" denilir ki,' bu da renklerin en
güzelidir, "Kendilerini imtihan edelim" sınayalım "diye"
demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Biz bunu kendileri için bir fitne ve sapıklık
sebebi yapalım diye... anlamındadır.
Âyetin manası şudur:
Ey Muhammed, sen dünyanın parlaklığına, göz alıcılığına hiçbir değer verme,
bunun kalıcılığı yoktur. "Dikme" ifadesi "bakma"
ifadesinden daha beliğdir. Çünkü bir kimseyi gözünü bir şeye dikmeye iten
ancak bununla birlikte bulunan bir hırs olabilir. Bakan bir kimsede ise böyle
bir hırs bulunmayabilir.
[162]
Kimisi şöyle demiştir:
Bu âyetin nüzul sebebi, Rasûlullah (sav)ın azatlı kölesi Ebû Râfi'in yaptığı
gu rivayettir: Rasûlullah (sav)a bir misafir geldi, O (selâm ona) beni
yahudiierden birisinin yanına gönderdi ve dedi ki: Ona şunları söyle; Muhammed
sana diyor kî: Bizim bir misafirimiz geldi, ancak yanımızda onun işine yarayacak
az da olsa bir şey yok, sen bana Receb ayına kadar şu kadar şu kadar un sat
yahut bana borç ver. Adam: Hayır. Rehin aimadıkça vermem dedi. Ben de
Rasûlullah (sav)a geri döndüm ve ona durumu bildirince şöyle buyurdu:
"Allah'a yemin ederim. Şüphesiz ki ben semada da eminim, yeryüzünde de
eminim. Şayet bana borç verseydi yahut satmış olsaydı mutlaka ona öderdim. A!,
benîm bu zırhımı ona götür (rehin bırak.)" Bu âyet-i kerîme de dünyalığa
karşı onu teselli etmek üzere nazil oldu.[163]
İbn Atiyye dedi ki:
Bunun nüzul sebebi olmasına itiraz edilir. Çünkü bu sûre Mekke'de inmiştir.
Sözü edilen olay ise Medine'de Peygamber (sav)ın ömrünün sonlarına doğru
cereyan etmiştir. Zira o zırhı bit sözü edilen olay sebebiyle bir yahudinin
yanında rehin bırakılmış olduğu halde vefat etti. Ancak zahiren görülen o ki,
âyet-İ kerîme kendisinden önceki âyetlerle uyumlu bir şekilde konuyu
sürdürmektedir. Şöyle ki: Yüce Allah oniarı geçmiş ümmetlerin halinden ibret
almayı terkettikleri için azarladıktan sonra, süresi belirlenmiş gelecek olan
azab ile tehdit etti, arkasından da peygamberine onların hallerini küçük
görmesini, sözlerine karsı sabretmesini, mallarından ve ellerinde bulunan
dünyalıktan yüz çevirmesini emretti. Zira bütün bunlar ellerinden çıkacak ve
sonunda onlar rezil ve rüsvay olacaklardır.
Derim ki: Peygamber
(sav)dan gelen şu rivayet de böyledir: Bu rivayete göre o Mustalıkoğullarına
ait bir takım develerin yanından geçer. Bu develer semiz olduklarından ötürü
sidikleri ve kaba pislikleri üzerlerinde (yağlı bölgelerine takılarak)
kurumuştu. Bunun üzerine Peygamber elbisesi ile yüzünü başını örttü ve yoluna
devam etti. Buna sebeb de yüce Allah'ın: "Onlardan bir kısmını bunlarla
kendilerini imtihan edelim diye dünya hayatının süsü olarak verip
faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme" buyruğudur.
Daha sonra yüce Allah
peygamberini teselli ederek şöyle buyurmaktadır: "Rabbinİn rızkı ise daha
hayırlı ve daha kalıcıdır." Yani Allah'ın sabra karşılık vereceği mükâfat
ile dünyalığa pek aldırış etmemek daha iyidir. Çünkü mükâfat kalıcıdır, dünya
(ve dünyalık) fanidir.
Buradaki
"rızık" ile yüce Allah'ın mü'minlere fethetmeyi müyesser kılacağı
ülkelerle alacakları ganimetlerin kastedildiği de söylenmiştir.
[164]
"Sen aile halkına
namazı emret!" Yüce Allah ona aile halkına namaz kılmalarını emretmesini,
onlarla birlikte kendisinin de namaz kılmasını, namaz kılmada sabır ve sebat
göstererek terketmemesini emretmektedir, Bu, Peygamber (sav)a bir hitaptır.
Bunun genel çerçevesi içerisine bütün ümmet, özellikle de aile halkı
girmektedir. Bu âyet-i kerîmenin inişinden sonra Peygamber (sav) her sabah
Fatıma ve Ali (Allah onlardan razı olsun)nin evlerine gider ve "namaza
kaikınız" derdi.
Rivayet edildiğine
göre Urve b. ez-Zübeyr (ra) sultanların durumları ile ilgili bir takım
haberler işitir, bazı hallerini gördü mü hemen çabucak evine gider, evinin
içerisine girerdi. Bu esnada da yüce Allah'ın: "Onlardan bir kısmına
bunlarla kendilerini imtihan edelim diye dünya hayatının süsü olarak verip
faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme! Rab binin rızkı ise daha hayırlı ve
daha kalıcıdır" buyruğunu okur, sonra da namaz kılmak üzere seslenir:
Haydi Allah'ın rahmeti üzerinize olsun, namaza, der ve kendisi de namaz
kılardı. Ömer b. el-Hattab (ra) da gece namazı kılmak için aile halkını
uyandırırken bu âyeti okurdu.
"Senden rızık
istemeyiz." Ne kendine ne de onlara rızık vermeni isteriz. Rızkını elde
etmek için uğraştığından, namaz kılamayacak hale gelmeni de istemeyiz. Aksine
senin de, onların da rızkını vermeyi Biz üstleniyoruz. Peygamber (sav) aile
halkı geçim sıkıntısına düştüler mi onlara namaz kılmalarını emrederdi, Zaten
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri de insanları da ancak bana
ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık da istemiyorum. Bana
yedirmelerini de istemiyorum. Çünkü şüphesiz ki Allah'tır kem rızkı veren, hem
de pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan." (ez-Zâriyât, 51/56-58)
"Güzel akıbet ise
takva sahlplerinindir." Yani cennet takva sahiplerinin-dir. Yani övülmeye
değer güzel akıbet onlarındır. Çünkü takva sahibi olmayanların da bir akıbeti
vardır. Ancak onların akıbeti yerilen bir akıbettir. O bakımdan böyle bir
âkıbel yok gibidir.
[165]
133.
"Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?" dediler. Da ha
önceki sahifelerde bulunan apaçık deliller onlara gelmedi mi ki?
134. Biz
onları bundan önce bir azap ile helak etmiş olsaydık, elbette şöyle
diyeceklerdi: "Rabbimiz, bize bir peygamber gön-derseydin de alçalmadan,
rezil olmadan önce âyetlerine uysaydı^"
135. De ki:
"Her birimiz gözetliyoruz, siz de gözetleyin. Dosdoğru yolun sahipleri
kimdir ve hidayet bulmuş kimdir, bileceksiniz..."
"Rabbinden bize
bir mucize getirmeli değil miydi? dediler." Mekke kâ firlerini
kastetmektedir. Yani Muhammed bize zorunlu ve kat'î bilgiyi gerektirecek bir
belge getirmeli değil mi? Yahut dişi deve ve asâ gibi apaçık bir mucize ile
gelmeli değil mi? Yahut bize kendisinden önceki peygamberlerin getirdiği gibi,
bizim kendisine teklif edeceğimiz mucizeleri bize neden göstermiyor?
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Daha önceki sahifelerde bulunan apaçık deliller onlara
gelmedi mi ki?" Bununla Tevrat, încil ve daha önce indirilmiş kitapları
kastetmektedir. İşte bu, en büyük bir belgedir, zira o bu kitaplarda
bulunanları haber vermiştir. "Sahifeler" anlamındaki "es-Suhuf'
kelimesi "ha" harfi sakin olarak "es-Suhf" şeklinde de
okunmuştur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bunlar peygamberliğine deiil teşkil eden bir belge olmak üzere,
önceki kitaplarda gördükleri geleceği müjdesini veren buyruklar kendilerine
ulaşmış bulunmuyor mu?
Bir diğer açıklama da
şöyle yapılmıştır Bizim küfre sapan ve bir takım mucizeler gösterilmesini
teklif eden ümmetleri helak edişimize dair haberier onlara ulaşmadı mı?
İstedikleri bu mucizeler kendilerine geldiği takdirde, bunların hallerinin de
ötekilerinin hali gibi olmayacağına dair kendilerine emniyet ve güven veren
nedir?
Ebu Ca'fer, Şeybe,
Nâfi\ Ebu Amr, Ya'kub, İbn Ebi İs hak ve Hafs "beyyi-ne: apaçık
delil" kelimesinin müennes oluşu dolayısı ile "onlara gelmedi m:
ki?" anlamındaki buyruğu da; Cf&p$') şeklinde te'nis "te"si
ile okumuşlar dır. Diğerleri ise fiilin önceden geçmiş olması dolayısıyla bunu
"ya" ile oku muşlardır. Diğer taraftan "beyyine" beyan
(açıklamak) ile, burhan (delil) ay nı şeydir. O bakımdan onlar bu fiili manayı
göz önünde bulundurarak böyle okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de bu
okuyuşu tercih etmiştir.
el-Kisaî; "İlk
sahifelerde bulunanlar o apaçık deliller onlara gelmedi mi!" şeklinde bir
okuyuşu da nakletmektedir. Buna bağlı olarak da şunları söyler: Buna göre;
şeklinde okunması da mümkündür.
en-Nehhâs dedi ki:
"Beyyine" kelimesini tenvinli ve merfu olarak okuyacak olursak;
ondan bedel olur. Mansub okunursa hâl olur. Önceki sahifelerde bulunanlar
açıklanmış olarak onlara gelmedi mi?
"Biz onları
bundan önce" yani Muhammed (sav)ın peygamber olarak gönderilmesinden ve
Kur'ân'ın indirilmesinden önce "bir azab ile helak etmiş olsaydık,
elbette" kıyamet gününde "şöyle diyeceklerdi: Rabbİmîz bize bir
peygamber gönderseydin de" yani bize bir peygamber göndermeli değil miydin
de "alçalmadan, rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık."
"Alçalmadan ve
rezil olmadan önce" buyruğundaki fiiller; "Alçaltılmadan ve rezil
edilmeden..." şeklinde meçhul fiil olarak da okunmuştur.
Ebu Said el-Hudrî'nin
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûtullah (sav) fetret döneminde ölen, bunak
ve çocukken ölen kimse hakkında şöyle buyurmuştur: "Fetret döneminde ölen
der ki: Bana ne bir kitap geldi, ne de bir peygamber. Sonra da: "Biz
onları bundan önce bir azap ile helak etmiş olsaydık. Elbette şöyle
diyeceklerdi: Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin..." Bunak da
şöyle diyecek: Rabbim Sen bana kendisi ile hayrı ve şerri kavrayabileceğim bir
akıl vermedin. Çocukken ölen de şöyle diyecek: Rabbim ben amel edebilecek bir
yaşa gelmedim. Bunun üzerine onların önünde bir ateş yükseltilir. Onlara:
Haydi o ateşe gidiniz ve içine giriniz, denilir. (Devamla) Buyurdu ki: Eğer
amelde bulunacak çağa gelmiş olsaydı, Al-iah'ın ilminde mutlu kimselerden
oiduğu bilinen kişiler o ateşe varacak yahut ona girecek. Allah'ın ilminde
amel edecek yaşa geldiği takdirde bedbaht olacağı bilinen kimse ise, onun
yanına gitmeyecek. Bunun üzerine şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle
buyuracak: Şimdi siz Bana karşı geldiniz, ya peygamberlerim size gelmiş
olsaydı, ne yapardınız?"
Bu Ebu Said'den onun
bir sözü diye mevkuf olarak rivayet edilir. Ancak bu hadis(in sıhhati) su
götürür. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde açıklamış
bulunuyoruz. Çocuklar ve diğerleri âhirette imtihana tabi tutulurlar, diyenler
bunu delil göstermişlerdir.
"Uysaydık"
anlamındaki fiilin, nasb ile gelmesi tahsis'in cevabı olması dolayısıyladır.
Azab içerisinde
"alçalmadan" cehennemde de "rezil olmadan önce âyetlerine"
Muhatnmed (sav)ın getirdiklerine -uysaydık." Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
Şöyle de açıklanmıştır: Dünyada azap ile "alçalmadan" âhi-rette de
âhirct azabı ile "rezil olmadan önce..."
"De kit Her
birimiz gözetliyoruz." Yani ey Muhammed onlara de ki: Herkes
gözetlemekte, beklemektedir; bütün mü'minler de. kâfirler de. Hepsi zamanın ne
gibi olaylar getireceğini gözetlemekte ve kimin zafer kazanacağını
beklemektedir.
"SİZ de
gözetleyin. Dosdoğru yolun sahihleri kimdir? ve hidayet bnlmuş
kimdir?
bileceksiniz." Bununla dosdoğru (müstakim) dini ve hidayeti kastetmektedir.
Yani sizler ilâhî yardım sayesinde kimin hak dine götüren yolu bulup hidayete
erdiğini bileceksiniz.
Bir başka açıklama da
şöyledir: Siz kıyamet gününde cennete götüren yolu kimin bulduğunu
bileceksiniz.
Bu ifadeler bir çeşit
tehdit ve korkutma anlamında olup bunlarla sûre bitirilmiş olmaktadır.
"Bileceksiniz"
buyruğu; "Bîr süre sonra bileceksiniz" diye de okunmuştur. Ebû Rafi'
dedi ki: Ben bunu Rasûlullah (sav)dan (böylece) belledim. Bunu da ez-Zemahşerî
nakletmektedir.
"Kim"
ez-Zeccac'a göre ref mahallindedir. el-Ferrâ da şöyle demiştir: Bu yüce
Allah'ın: "Allah kimin ıslâh ettiğini, kimin fesad yaptığını bilir"
(el-Bakara, 2/220) buyruğunda olduğu gibi nasb mahallinde de olabilir.
Ebu tshak dedi ki: Bu
yanlıştır. Çünkü soruda ma kabli (ondan önceki lafızlar) amel etmez. Buradaki
"kim" anlamındaki edat mübtedâ olarak ref mahallinde bir İstifham
(soru)dır ve: Sizler dosdoğru yolun izleyicilerinin biz mi yoksa siz mi
olduğunu bileceksiniz, demektir.
en-Nehhâs dedi ki:
el-Ferrâ' "dosdoğru yolun sahipleri kimdir" buyruğu sapıtmayan
kimdir, anlamında olduğu kanaatindedir. "Ve hidayet bulmuş kimdir?"
buyruğu da ona göre önce sapıtan, sonra da hidayet bulan kimdir, anlamındadır.
Yahya b. Ya'mer ile
Âsim el-Cahderî "dosdoğru yolun sahipleri kimdir ve hidayet bulmuş kimdir
bileceksiniz" anlamındaki buyruğu; "Dosdoğru yolun sahipleri
kimlerdir... bilecekler" diye ve "dosdoğru" anlamındaki
kelimeyi "vav" harfi şeddeli ve ondan sonra da te'nis elifi ile
hemzesiz olarak "fu'lâ" vezninde okumuşlardır. Ancak "es-Sırât:
Yo!" kelimesinin müennes kabuiü oldukça az görülen bir istisnadır.
Nitekim yüce Allah: "Bizi dosdoğru yola (es-sıratal müstakim) ilet"
diye
buyurmakta ve gerek burada, gerek başka
yerde bu kelime müzekker olarak kullanılmış olmaktadır.
Ebu Hatim bunu reddederek
şöyle der: Eğer bu kelime "es-sev"den geliyor İse o takdirde;
denilmesi gerekirdi. Eğer "es-sevâ"den geliyor ise bu takdirde
"sin" harfi esreli olarak; denilmesi gerekirdi ve bunun aslı da;
şeklindedir.
ez-Zemahşerî dedi ki:
Bu kelime vasat ve âdil yahut da dümdüz, dosdoğru anlamında olmak üzere; diye
de okunmuştur.
en-Nehhâs dedi ki:
Yahya b. Ya'mer ile el-Cahderî'nin kıraatinin caiz oluşu bu kelimenin aslının;
şeklinde oluşu halinde mümkündür. Sakin olan harf sağlam bir engel olmadığından
dolayı sanki hemze, dammeye kal-bedilmiş ve onun yerine de -mâ kabli meftuh
geldiği takdirde "elif" getirildiği gibi- "vav" getirilmiş
gibidir.
(Tâ-Hâ Sûresi) burada
sona ermektedir. Hamd, yalnız Allah'a mahsustur.
[166]
TÂ-HÂ SÛRESİ'NİN SONU
[1] Dârakutnt, I, 123
[2] İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, I, 271 vd.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/291-292.
[3] Darimî, Fedâilu'l-Kur'ân 20.
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/292-293.
[5] Suyûtî, ed-Durru't-Mensûr,
V, 551
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/294-297.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/297-298.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/298-299.
[9] Buna göre bir önceki âyet-i kerîmedeki "yarman''
lafzından hedel olacağından iki âyetin birlikte meali şöyle olur: "O yeri
ve yüksek gökleri yaratan ve Arş'a isüva eden. Rahman olan Aliah tarafından
indirilmiştir."
[10] Açıkça görüldüğü gibi, tbn Ka'b ile İbn Münebbih'ten
gelen bu rivayetlerin ne şer'î, ne aklî ne de ilmî bir dayanağı vardır.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/299-302.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/302-305.
[13] Tirmizî, Libâs 10. Muvatta', Libâs lfi'da, Ka'b
e]-Ahbâr tarafından yapıldığı rivayet edilen bir açıklamada yalnızca
"ayakkabıları ölmüş eşek derisinden idi" ifade edilmiştir.
[14] Ebû Dâvûd, Cenâiz 74; Nesâî, Cenâiz 107; İbn Mâce,
Cenâiz 46, Müsned, V, 83, 84, Z24. Ancak ayakkabılarıyla kabirler arasında
dolaşanın, hadisin râvisi olan Beşir (ra) değil, "bir adam" olduğu
belirtilmektedir.
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/305-306.
[16] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr,
V, 559
[17] Buhâri, Libâs 37; Müslim, Mesâcid 60; Tirmizl, Salâı 176;
Dârimt, Salât 103; Müsned, III, 100, 166, 189
[18] Nesâî, Kıble 24,
[19] Nesaî, Kıble 25. Bb&Dâoüd, Salât 88; İbn Mâce,
İkametu's-Salât 205; CKurtubTnin ibaresinden bir önceki rivayeti, Nesâî,
Abdullah b. es-Sâib'den yaptığı şeklinde anlaşılmakta ise de görüldüğü gibi,
Müslim'e atfettiği rivayet ile bu rivayet, ayrı ayrıdır).
[20] Ebû Dâvüd, Salâı 88; Müsned, V, 92.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/306-307.
[22] Ebû Dâvûd, Salâl 89
[23] Ebû Dâvâd, Salât 89; Ebfl Said el-Makbuıî'nin Ebû
Huıeyre yoluyla rivayet eniği bir hadis olarak.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/307.
[25] Az önce ikinci başlıkta geçen hadise işaret
etmektedir.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/308.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/308-309.
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/309-310
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/310.
[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/310-311.
[31] Bu husustaki bazı rivayetler, bir sonraki başlıkta
sözkonusıı edilecektir. Kaynakları da ilgili notlarda gösterilecektir.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/311.
[33] Müslim, Mesâcid 309, 314, 316; Tirmm, Tefsir 20. sûre
1; İbnMûce, Salât 10; Ebû Dâ-oûd, Salât 11; Muvatta, Vukfıt 25; Müsned, fil,
184, 269-
[34] Buhârî, Mevâkîtu's-Salât Müslim, Mesâcid 314-316; Ebü
Dûvûd, Salat 11; Müsned, III, 269.
[35] Dârakutnî, I, 423
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/311-312.
[37] Buhârî, Tevhîd 15, Müslim, Zikr 2, 21; Tirmizl, Oeavît
131; îbn Mâce, Edeb 58; Müs-ned, II, 251, 405, 413, 480...
[38] Ebû Dâvâd, Savm 39; Tirmizî, Savm 27; İbn Mâce, Siyam
14; Dârimî, Savm 18; Müs-ned, II, 386, 442, 458, 470.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/312-314.
[40] Buhâri, Hudûcl 22; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; İbn Mâce, Talâk
15, 16; Dâimi, Hudûd 1; Müs-ned, VI, 100-101, 144.
[41] Buhâri, Hudûd 22; Ebû Dâvûd, Hudûd 1; İbn Mâce, Talâk
16; Dâimi, Hudûd 1, Müs-ned, VI, 100-101, 144.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/314.
[43] Dârakutnî, I, 421.
[44] Buhûrî, Mevâkîtu's-Salât 36, 3«, Ezan 26, Salârul-Havf
4. Meğâzî 2% Müslim, Mcsâcid 209; Tirmizi, Salât 18; Nesâî, Sehv 105.
[45] Tirmizî, Salât 18; Müsned, I, 375.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/314-316.
[47] Dâraktıtnt, I, 421.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/316-317.
[49] Müslim, Mesârid 311; Miisned, V, 298.
[50] Dârakutnî, I, 386.
[51] Ebu Dâvüd, Salat 11, h. no: 43«. Ancak burada râvî,
İmrân b. Husayn değil, Ebû Katâdedir.
[52] Dârakutni, I, 3H5-386.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/317-318.
[54] Âyet-i kerîmede "gizli tutmak" diye meali
verilen ve aynı zamanda "açıklamak" anlamına geldiği söylenen kelime
ile :ıynı kipten.
[55] Dolayısıyla burada: neredeyse anlamı verilen ve
tefsirini yapmak sadedinde olduğumuz âyet-i kerîmede aynı kökten gelip,
kullanılan fiil hem burada, hem orada fazladan ve te'kid için geldiği kabul
edilmektedir.
[56] Buharı, Zekâ! 16, Ezan 36, Hııdûd 19; Müslim, Zekât
91; Tırmizî, Sıfatlı 1-Cennc 25, Ziihd 53; Nesâî, Âdâbu'L-Kudâl 2; Muvatta,
Şear 14; Müsned, II, 439
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/319-324.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/324-325.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/325.
[60] Ebû Dâvüd, Tah3re 41; Tirmizî, Tahâre 52; Nesâî,
Tahâre 47, Miyâh 4, Say d 35; İbn. Mâce, Tahâre 38; Müsned, II, 237, 36], 393.
[61] Müslim, Hacc 409-411; Ebû Dâvûd, Menâsik 8; Tirmizî,
Hacc 83; Nesâi, Menâsikul-Hacc 15; İbn Mâce, Menâsik 11; Müsned, I, 219, 244,
28K, 343, 344.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/325-326.
[63] Ebû Dâvûd, Savm 34; Dâriml, Savm 21; Müsned, I, 21,
52.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/326-327.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/327.
[66] Buhari, Salât 92, 93; Müslim, Salât 250, 252; Miisned,
V, 307.
[67] Buhârl, Hîk-c 58; Müslim, Haeo 253, 254, 257; Ebû
Dâvüd, Menâsik 4H; Nesâl, Hacc 140, 159; İbn Mâce, Menasik 2H- Müsned, i, 214,
237, 24«, 304
[68] Muvatta, cs-Salâtu fi Raınaclân 4.
[69] Buhârî, C'enâiz S3, Tcfch 96. sûre 6; Müslim, Kader
f>; Ebû Dâvüd, Siinne 16.
[70] Buhâri, Aslıatm'n-Nebiy 20. 27; Tirmizi, Menâkıb 37;
Müsned, VI, 449 dn Ahdtıllnh 1>.
Mes'LK.1 llz.Peygaııılıer'in ayakkabıları, yastık ve
ihriği ile görevli olduğu belirtilmekte.
ancak bastonu ile harbesinden söz edilmemekledir.
[71] ibn Mâce, İkametus-Salât 85; Mitsııed, IV, 304, 3j5.
[72] Müslim, Talâk 36; Ebû Dâvud, Talâk 9\Tirmizl, Nikâh
38; Nesâî, Talâk 70; Dârimi, Nikâh 7; Muvatta, Talâk 67; Müsııed, VI, 412, 413.
[73] Müsned, V, 238
[74] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevûid, VIII, 106
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/328-331.
[76] Bu ifadeler en-NehhSs'a aittir. Hk. İ'rûbu'l-Kur'ân,
II, 336.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/331-334.
[78] Nesâi, Bey'at 33; Müsned, V], 70; ayrıca hk.: Bbû
Dâvûd, İmâre 4.
[79] Buhârî, Ahkâm 42, Kader 8; Nesâî, Bey a t 32; Müsned,
II, 237, 289, II!, 39, 88.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/334-338
[81] Müslim, Fiten 50.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/339-345.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/346.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/346.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/346.
[86] İbn Mâce, Edeb 19; ayrıca bk. el-Heysemî, Mecnıau'z-Zevâid,
I, 42
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/346-348.
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/348.
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/349.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/349-350.
[91] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 169
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/350-351.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/351.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/351-354.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/354-355.
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/355.
[97] Buhârî, Tevhki 15, 22, 28, 55, BedVl-Halk I; Müslim,
Tevhe 14-16; Tirmizi, Deavâi 99; İbn Mâce, Mukaddime 13, Zühd 35; Müsned, 11,
242, 258, 260, 313, 358...
[98] Tirmizi, İ!m 12
[99] Buhârî, Lııkata 7, Diyât 8; Müslim, Hacc 447, 448; Ebû
Dâuûd, Menâsik 89, Diyât 4; Tirmizi, İlm 12; Müsned, II, 23S-
[100] Hâkim, et-Müstedrek, I, 106
[101] Müslim, Fiten 34.
[102] Müslim, Zühd 72; Dârimi, Mukaddime 42; Müsned, III,
12, 21, 39, 56.
[103] Dârimî, Mukaddime 42
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/355-358
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/358-359.
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/359-360.
[107] Müsned, IV, 287, 295-296; Hâkim, el-Müstedrek, I,
37-38.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/360-363.
[109] Tirmizt, Tefsir 2. sûre 8; Müsntsd,
III,
9, 32.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/364-370.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/370-371.
[112] Burada- "Namaz kılanlar" anlamındaki lafzın
"el-mukîmın" şeklinde değil de "el-mukî- mûn* şeklinde olması gerektiğine işaret
ediyor.
[113] Burada da "Sabiler" anlamındaki
"es-Sâbiûn" yerine, "es-Sâbiîn" şeklinde olması gerektiğine
işaret ediyor.
[114] Burada da "bu ikisi" anlamındaki
"hâzâni" lafzınm "bu kıraate göre) "hâzeyni" şeklinde
olması gerektiğine işaret ediyor.
[115] Merhum Kurtuhî'nin Tefsirine yazdığı
"Mukaddimece: "Kur'ân'da Eksiklik Vardır, Diyenlere Reddiye"
(Tercüme, I, 192 vd.) başlığına ve Suyu
ti, et-îtkan, I, 239 vd.na bakınız.
[116] Hz. Osman'dan böyle bir rivayet, sahih olarak
gelmemiştir. Çtinkü isnadı hem zayıf, hem munkatı", hem de muzdaribtir...
(Sûyûtî, el-İtkûn, İ, 239; ayrıca bk. Kurtubî, Mukaddime, anılan başlık).
[117] Burada şair açıklanmakta olan hususa uygun olarak
İinâbeyhi" demesi gerekirken; "ya" ile değil de "elif"
ile bu kelimeyi kullanmıştır.
[118] Köşeli parantez içindeki ihareler, el-Ferrâ,
Menâni'l-Kur'ân, II, 184*deki ifadelen esas alınarak tercüme edilmiştir.
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/371-380.
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
11/380-385.
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/385-390.
[122] "Görmemiş" anlamındaki fiilin bacına cezm
edatı geldiğinden, sondaki illet harfi olan "ya'nın hazfedilmesi
gerekirdi. Ancak hu harf hazfedilmeyince, sahih fiilde olduğu gibi sadece
harekenin harfi ile yetinildiği kabul edilmektedir.
[123] Burada "hicvettin" anlamındaki fiilde de
aynı durum sözkonusudur.
[124] Burada ".sana gelmedi ini" anlamındaki
fiilde aynı ti urum sözkonusudur.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/390-393.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/393-396.
[127] Müslim, Isriska 13; Ebû Dâvûd, 104, 105
[128] Müfessirimizin kaydettiği lafzıyla tespit edemedik.
Ancak: "Allah'a kavuşmayı sevene Allah da kavuşmayı sever"
anlamındaki rivayetler için hk Buhârî,
Rikaak 4i; Müsned, Zikr 14, 16-18; Tirmiîi, Cenâiz 67, ZUhd 6; Nesûî, Cenâiz
10; İbn Mâce, Zühd 31; Dâ-rimi, Rikaak 43; Müsned, II, 312, 346...
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/397-404.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/404-405.
[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/406-407.
[132] Kurtubî'de heyitin son kelimesi "misâhisâ
seklinde olmakla birlikte; bu durumda, açıklanan âyet lafzı ile ilgili
olmakları çıkacağından; İhn Atiyye, el-Muharrar el-Veclz, XI, lOZdeki şeklini
esas aldık.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/407-411.
[133] Bunların kıssaları, eı-Tevbe, 9/118, âyet-i kerimede
ve tefsirinde geçmiş bulunmaktadır.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/412-414.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/415-418.
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/418-420
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/420-423
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/423-425.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/426-427.
[140] Hakim, el-Müstedrek, II, 591
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/427-430
[142] Ancak, merhum mClfessirimiz yalnızca tek bîr başlık
zikretmektedir.
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/430-432.
[144] el-Ferrâ, Meâni'l-Kur'ân, II, 194'de "eymâ"
yerine, "emmâ" şeklindedir. Tercüme de ona göre yapılmıştır.
[145] İbnul-E-sîr, en-Nihâye, III, 77.
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/432-433.
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/433-434.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/434-435.
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/435-436.
[150] Buhârî, Enbiyâ 31, Tefsir 20. sûre 1-3, Kader 11,
Tevhid 37; Müslim, Kader 13-15; Ebû Dâvûd, Sürme 16; Tirmizl, Kader 2; İbn
Mâce, Mukaddime 10; Muvatta, Kader î; Müsned, II, 248, 264, 287, 392, 398, 448,
464.
[151] Buhâri, Meğâzi 19, Fedâilu Ashâbin-Nebiyy 7; Müsmed,
II, 101; Taberâni, el-Evsat, IX, 224, 225.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/436-437.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/437.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/437.
[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/438.
[156] Kâfir ve raünafıkın kabrinde sıkıştırılıp kaburga kemiklerinin
birbirine geçeceğini teliften rivayetler için hk.: Ebû Dâvûd, Sünne 24;
Tirmizi, Cenâiz 70, Sifanı'l-Kıyâme 26; Müsned, III, 126, IV, 288
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/438-442.
[158] Türkçe cümle kuruluşu dolayısıyla meal de bu şekilde
yapılmıştır.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/442-444.
[160] "Süsü olarak" anlamındaki lafız, hâl olarak
nasb edilmiştir. Iîu lafız her ne kadar ma'rife ise de, Araplar; "Ona
-şerefli kereinii haliyle- uğradım" derler. (el-Ferrâ, Meâni'l-Kur'ân, II,
196)
[161] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82; Dârimî,
Mukaddime 10; Müsned, I, 89, 101, III, 228, 240, 270.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/444-446.
[163] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensar, V, 612.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/446-447
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/447-448.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 11/448-452.