ENBİYA SURESİ 2

İnsanların İlahı Vahye Karşı Takındıkları Tavır 2

Bilene Sormak En İyi Yoldur 5

Kur'an Şeref Kaynağıdır 6

Zulüm, Toplumları Yıkan En Büyük Sebeptir 6

Tevhid İnancına Götüren Açıklamalar 9

Allah, Sorgulanamayan Varlıktır 11

Tanrılık İddiasında Bulunmanın Cezası 13

Evrenin Oluşumu Ve Canlıların Yaratılışı 13

Her Canlı Ölümü Tadacaktır 15

İnkarın Getirdikleri 16

Hz. Peygamber'in Görevi Ve Kâfirlerin Pişmanlığı 20

Kıyametin Adalet Terazisi 21

Hz. Musa Ve Harun'a İndirilen, Vahy Kimin İçin, Ne Yapar?. 22

Taklit, Peygamber Uyarıcılarına Karşı En Büyük Direnç Olmuştur 24

Deneysel İspat 26

Kurtuluş. 28

Hz. Lut'un Özet Olgusu. 30

Hz. Nuh'un Olgusu. 31

Hz. Davud Ve Hz. Süleyman'ın Olguları 31

Hz.Eyyub Olgusu. 34

Üç Peygamberin Durumu. 35

Zü'n-Nûn Yani Yûnus Peygamberin Olgusu. 35

Hz. Zekeriyya'nın Olgusu. 37

Hz. Meryem Ve Oğlu. 38

Tevhîd İnancı Ve Tefrika. 39

İyi Ve Kötü Eylemin Sonucu. 40

Şirk Ve Cehennem.. 41

İyilerin Sonucu. 43

Kıyametin Kopuşu. 44

Siyası Erkin El Değiştirmesi 45

Hz. Muhammed'in Gönderiliş Amacı 45

Enbiyâ Sûresinden Çıkarılan İlkeler 48


ENBİYA SURESİ

 

Peygamberler anlamına gelen enbiyâ kelimesinin bu sûre­ye ad olarak verilmesinin sebebi, peygamberlerin olgularını kısa metinler halinde ele alıp pek çoğuna değinmiş olmasıdır.

Kâinatın yaratılışı ve canlıların kökenini ele alması bakımından pek çok sûre ile bağlantısı bulunan bu sûre, Kur'ân'in insana temin edeceği şerefi gündeme getirmesi açısından Fâtır ve Zuhruf sûrelerini müjdelemekte, bilmeyenlere "Kur'ân'ı bilene sorunuz" demekle Nahl sûresine bağlantı kurmakta, hak ile bâtıl kavramlarını aralarındaki ilişkiler bakımından ele alması yönüyle de İsra sûresine olan bağlılığını göstermekte ve şirk inancı ile mücâdele ve tevhîd inancım yerleştirme bakımından pek çok sûreye de referans olmaktadır.

Ayrıca bu sûrenin "Rahman çocuk edindi" şeklindeki ifa­deyi ele alması bakımından Mâide ve Meryem sûresi ile de ala­kası vardır. "Her nefis ölümü tadacaktır" ilkesi ile 'Ankebût sû­resine işaret etmekte olan bu sûre, iyi ile kötünün imtihan sorula­rı olduğunu bildirmekte, Hz. Meryem, ye'cûc ile me'cûc, kıya­metin kopuşu gibi konuları ele almaktadır.

112 âyetten meydana gelen Enbiyâ sûresi, Mekke'de in­miştir. [1]

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

İnsanların İlahı Vahye Karşı Takındıkları Tavır

 

1.  İnsanların hesaplan yaklaştı; fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler.

2.  Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü alaya alarak dinlerler.

3.  Kalpleri başka şeylerle oyalanarak, o haksızlık eden­ler, aralarında gizli konuşarak: 'Bu da sizin gibi bir in-

  sandan başka bir şey değildir. Siz göre göre büyüyü mü kabul edip inanacaksınız?' (derler).

4.  (Peygamber): 'Rabbim, gökte ve yerde söyleneni bi­lir. O her şeyi işiten ve her şeyi bilendir' dedi.     

5.  Onlar: 'Hayır, bunlar karışık rüyalardır. Hayır onu uydurmuştur. Hayır o şairdir. Haydi, önceki peygam­berler gibi bir belge getirsin' dediler."

6.  Bunlardan Önce helak ettiğimiz hiçbir memleket hal­kı iman etmemişti, şimdi bunlar mı iman edecekler?

Ayetlerin analizinden varacağımız neticeler vardır:

1. "İnsanların hesaplan yak­laştı; fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler."

a) "Yaklaşmak" anlamına gelen ıkterabe fiilinin öznesi, hisâbuhüm kelimesi olmaktadır. Hesap bir canlı gibi hareket edip yaklaşmaktadır. Hisâb kelimesi "değerlendirmek, ölçüp tartmak" mana­larına gelmektedir. Demek ki, dünya hayatı bir imtihandır. Bu imtihanda insanların verdikleri cevaplar, yani yaptıkları ameller bir gün değerlendi­rilecek, sonuçları insanlara bildirilecektir. İşte bu değerlendirme zama­nının yaklaştığını bu âyet söylemektedir. Kur'ân'm gelmesinden sonra asırlar geçmesine rağmen "kıyamet kopmadı, değerlendirme yapılmadı" denirse, cevap olarak "zaman kavramının Allah katındaki süresi ile beşe­rî kavrayıştaki süresinin farklı olduğunu" söyleyebiliriz. Zamanın işle­meye başlaması, yaklaşması demektir.

Diğer taraftan âhirette değerlendirmenin olması, bu dünyada hak­sızlığa uğrayanlara bir teselli, bir moral, bir güven vermektedir. Maz­lumların bu dünyada haklarının aranmaması halinde âhirette bu hakların

alınacağının bilinmesi, zâlimlere bir tehdit oluşturmaktadır. İşte dini felsefeden ayıran temel özelliklerden biri de budur. Felsefelerin âhireti, âhiretteki değerlendirmesi, cennet ve cehennemi yoktur. Din böyle bir âlemi bununla ilgili oluşumları inanç sistemine koymaktadır; yani Yüce Allah böyle bir hayatı insana sunmaktadır.

b) İnsanlar yaklaşan bu değerlendirme gününe rağmen gaflet için­de bu inançtan, dinden ve ilâhî uyarıdan yüz çevirmektedirler. Dikkat edilirse âyette "gaflet içinde" ifadesine yer verilmektedir. Sanki gaflet, bir bulut, bir duman, bir sis gibi insanın beynini ve gönlünü bü­rümüş ve insan onun içinde kalmıştır. İşte o cehaletin ve inkârın kapla­yan buLûtu içinde inançsızlar, gerçekten yüz çevirmektedirler.

Buradaki yüz çevirme, gösterilen olumsuz tepkiyi ifade etmekte­dir. Gafletten uyanamayan, gaflet uykusunda kendini rahat hisseden in­sanlar, neye, nasıl ve niçin olumsuz tepki gösterdiklerinin farkına vara­mazlar. Hatta tepkilerinin olumsuz veya olumlu olup olmadığını da bil­mezler. Çünkü içinde bulundukları gaflet, sağlıklı değerlendirme yapma­larına müsaade etmez. Gaflet insanı kör eder, aklını kullandırmaz, beyne zincir vurur, düşünme yeteneğini yok eder, gönlü devre dışı bıraktırır. İşte din, insanın içinde bulunduğu bu gaflet sisini ve karanlığını ortadan kaldırmak için gelir ve ışığı ile cehaletin karanlığını aydınlığa çevirir.

Böylece âyet, "hesap günü" gelmeden hesabın yapılmasını, yani insanın kendi kendisini değerlendirmesini öğütlemektedir. Zaman akıp giderken hesap ve değerlendirme günü bize yaklaşmaktadır. İnsan bu bilinci kazanmalıdır.

2. "Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü alaya alarak dinlerler."

Bir bakıma "gaflet içinde yüz çevirme"nin ne anlama geldiğini bu âyet açıklamaktadır. "Yeni öğüt" ifadesi de bize şunu göstermektedir: İnsanlar daima "yeni" olana tepki göstermiş, göstermekte ve gelecekte de göstereceğe benzemektedir.

Yüce Allah, Kur'ân ile yeni bir öğüt, yeni bir uyarı vermektedir. Ama insanlar "yeni olan her şeye" kapalı olduklarından, ona da olumsuz tepki göstermişler ve göstermektedirler. İşte muhdes kelimesi "yeni" olanı ifade etmektedir. Bu kelime üzerinde âlimler tarafından derin tartışmalar yapılmış ve bu tartışmalar Kur'ân'ın mahluk olup olmadığına kadar uzatılmıştır. Ancak biz bu tartışmaları burada zikretmeyi uygun bulmuyor, bu açıklamayla yetiniyoruz.                         

İşte bu durum, her peygamberden sonra gelen peygambere neden tepki gösterildiğini, ona gelen vahye karşı neden alayla yaklaşılmış ol­duğunu açıklamakta ve sebeplerinden birini göstermektedir.

Alaya alıp dinlemek, verilen dersin etkinliğini sıfıra düşürmekte­dir. Bundan şu eğitim ilkesini çıkartıyoruz: Öğrencinin alakası, ilgisi dersin öğrenimindeki etkinliği ve kaliteyi artırmaktadır. Yeni bir şeyin öğretilmesi, genelde taklitçi ve tutucu insanların olumsuz tepkileri ile karşılaşmakta ve bu da Öğretimin etkinliğini azaltmaktadır.

3. Kalpleri başka şeylerle oyalanarak."

Âyette geçen Iâhiye kelimesi, lehv kökünden türemiştir. Aslında lehâ, "oyalanmak, gaflet içinde olup her şeyden habersiz olmak" anlamında kullanılmaktadır. Bu kelime "kalp" ile beraber kullanıldığından, "kâfirlerin ilâhî öğüde, uyarıya gönülden tepki göstermeleri"ni ifade etmektedir. Kalbini başka şeylerle meşgul eden insanın, kendisine anlatılan şeyleri anlaması, onlardan istifade etmesi mümkün değildir. Bu tür insanlar belki bedenen ordadırlar; ama ruh ve gönül bakımından orada bulunmadıkları için istifade edilmesi gereken şekilde değişiklik gösteremezler.

Bir önceki âyetin son kelimesi olan yel'abûn ile bu âyetteki kulûbuhum kelimesi çoğuldur. Bunun anlamı kâfirlerin topluca tepki gösteriyor olmaları, alay etme ve oyalanmalarının da aynı şekilde cereyan etmesiydi. Onların kalpleri, sineleri, yürekleri toplu halde vuru­yordu; aynı psikolojik hali yaşıyor ve aynı davranışı sergiliyorlardı. Ne­dense tarihte kötüler ve inkarcılar daha düzenli anlaşan, ittifak içinde olan gruplar şeklinde gözükmüşlerdir; ancak Haşr sûresinin 14. âyetinde geçen, onların kalplerinin bir arada olma fakat aslında dağınık olan ilâhî uyarı ile onların psikolojik durumu ortaya konmaktadır. İyilerin ittifak kurması ve tek bir yürek, tek bir vücut halinde hareket etmeleri çok az. ve çok zor olmuştur.

Kısaca diyebiliriz ki, kalplerin yönü ve antenleri ilâhî öğüt ve uya­rıya yönelik olursa etkilenmeleri mukadderdir, ama başka yöne dönük ise verilen mesajı alamayacaktır, çünkü başka şeyle meşguldürler ve boş şeylerle oyalanmaktadırlar.                                                                 

Demek ki iş gönülde, yürekte, sinede başlıyor, orada bitiyor. Böy­lece Yüce Allah, ilâhî öğüde ve uyarıya gösterilen olumsuz tepkinin ne­denlerini psikolojik oluşumlara bağlamakta ve burada bir davranış psiko­lojisi yapmakta; davranışların sebeplerini psikolojiye bağlamaktadır. Âdeta bize, "davranışlar, insanların iç âlemlerindekini dışa vurmasıdır" bağlantısını öğretmektedir.

4. "O haksızlık edenler, aralarında gizli konuşarak: 'Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Siz göre göre bu büyüyü mü kabul edip inanacaksınız' (derler)."

Âyette geçen ellezîne zalemû "zulmedenler" ifadesi, "haksızlık edenler, hata yapanlar, şirk koşanlar" manasına gelmektedir. Yüce Allah'ın öğüdünü alaya alan, ona karşı olumsuz tavır takınıp yanlış davranışta bulunanlar zâlimdirler. Çünkü onlar o öğüde yakışan davranı­şı yapmamış, ilgili olumlu tavrı da takınmamışlardır. Bu kişiler her çağ­da, her nesilde çıkmış ve çıkmaya da devam etmektedir.

necvâ "fısıltı" demektir. eserrû da "gizlediler" anlamına gelmektedir. İkisi beraber olunca, "fısıltıyı gizlediler' manası ifade edilmiş olmaktadır. Demek ki o devrin kâfirleri ve müşrikleri kapılar ardında bir araya gelerek toplu halde Hz. Muhammed ve Kur'ân hakkında konuşuyorlardı. Bu gizli toplantılarında birbirlerine şunu söylüyorlardı:

a) "Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir."                                                               

Onların bu ifadesinden anlıyoruz ki, onlar peygamberi beşer olarak düşünmüyorlar, onu beşerüstü bir varlık olarak tasavvur ediyorlardı. Tepkilerini bu tenkitle göstermekte idiler. Ama öyle anlaşılıyor ki onla­rın kültüründe beşer ve beşerüstü varlık anlayışı vardı.

b) "Göre göre bu büyüyü mü kabul edip ina­nacaksınız? (derler)."

"Göre göre" demek, "bile bile" anlamına gelmektedir. Kâfirler bu sözleri ile Kur'ân'ı sihir olarak tanımlamış, ona büyük bir iftirada bu­lunmuşlardır. Ayette geçen oyîüii efete'tûne kelimesi, "kapılmak, inan­mak" manasında yorumlanabilir.

Demek ki aralarında toplanıp iki yönlü saldırıya geçmişlerdi. Bir taraftan Hz. Muhammed'in peygamber olamayacağını, diğer taraftan da Kur'ân'ın bir sihir olduğunu söylüyorlardı. Kapılar ardındaki konuşma­ları bu yolda devam ediyordu. Aslında onlar, hayatlarında köklü bir de­ğişimi meydana getirecek olan bir ilâhî öğretiye karşı çıkıyorlardı. Yeni bir öğreti, onlar için uyulması çok zor bir durumdu. Aslında onların ka­palı kapılar ardında yaptıkları bu gizli toplantıların bir amacı da insanların inanç özgürlüğüne, öğrenim hakkına engel olmaktı. Onların zâlim olarak nitelendirilmelerinin bir sebebi de bu idi. Onlar daha sonra bu gizli konuşmalarını ve saldırılarını açıktan yapmaya başladılar.

Yüce Allah bunları bize niye anlatıyor? Günümüzde ve gelecekte İslam dinine, onu meydana getiren Kur'ân'a böylesine, hatta daha ileri, daha koyu tepkilerin olacağına bu âyette işaret edilmektedir. Artık kapalı kapılar ardında değil de kalemleri, kitapları, filmleri, televizyonları vs. vasıtalarıyla saldırılarına devam edeceklerdir. Hatta bu olumsuz tepkile­rini eyleme dönüştürerek savaşa girişeceklerdir. Çünkü Bedir, Uhud, Hendek, Mûte savaşları olmuş-bitmiş olgular değil, onlar devam eden süreçlerdir. Müslümanlar kimi zaman Bedir'i, kimi zaman Uhud'u, kimi zaman da Hendek'i yaşamaktadır.

Bu savaşlar bazen fikir, bazen ekonomi, bazen siyaset, bazen de kültür alanında devam etmektedir. Günümüzde bunun altında Kur'ân'ı eline alıp objektif incelememe vardır; "babamdan bu dini böyle aldım, onun ötesindekine inanmam imkansızdır, öyleyse savaşırım" şeklindeki marazı tutum vardır.

5. "(Peygamber): 'Rabbim, gökte ve yerde söyleneni bilir. O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir' dedi."

Acaba Hz. Peygamber onların bu tavırlarını ve söylediklerini bili­yor muydu? Onların gizli olarak konuştuklarını, Yüce Allah ona bildirdi ise bilebilirdi; ama alaycı tavırlarının elbette farkında idi. Onların olum­suz tepkisini giderebilmek için kendisini değil de Allah'ı işitme ve bilme sıfatlarıyla anlatmaya başladı. Yüce Allah'ın gökte ve yerde söylenen ne varsa hepsini duyduğunu ve bildiğini gündeme getirerek onların gizlice kurdukları tuzakları Allah'ın bildiğini onlara hatırlatmıştır.

Göklerde söylenenler olmasaydı Hz. Peygamber "gök" kelimesini kullanmazdı. Halbuki kâfirler, söylediklerini yerde söylüyorlardı. Aslın­da gök ve yer kelimeleri, Allah'ın duyması ve bilmesinin dışında hiçbir şeyin kalamayacağını, gizli aşikâr her şeyi ilmi ile kapsayacağını ifade etmektedir.

Bazı âlimler yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 4'ün ilk ke­limesini jü kale şeklinde değil de Jî kul kalıbında emir anlamında okumuşlardır. Bağavi ve Beydâvî bunlardandır. Zemahşerî ise bu kelimenin, kale olarak okunmasına rağmen kendisinin kul şeklinde okumayı tercih ettiğini ifade etmiştir (Muhammed Esed, age, Enbiyâ, 5. dipnot). Bilindiği gibi kale kalıbı "dedi"; kul de "de" anlamındadır. Okunuşundaki tartışma bize göre yersizdir. Ama manayı "de" olarak söyleme yerine, âyeti Allah'ın vahyettiğini dememiz daha doğru olacaktır. Âyetin içeriğini peygamber ifade etmiş olsa bile, onu ona Allah bildirmiştir. Burada Önemli olan âyetin içeriğidir, insanlara verdiği mesajdır, Yüce Allah'ın işitme ve bilme sıfatlarının sonsuzluğudur.

Netice olarak diyebiliriz ki, kâfirlerin gizli konuşmaları, alaycı ta­vırları söz konusu olduğundan, konuya uygun olan sıfatlar gündeme ge­tirilmiştir.

Kur*ân'in metotlarından biri de, anlatılan konuya uygun ilâhî sıfat­ları getirmiş olmasıdır.

"Onlar: 'Hayır, bunlar karışık rüyalardır. Hayır onu uydurmuştur. Hayır o şâirdir. Haydi, önceki peygamberler gibi bir belge getirsin' dediler."

Kâfirler önce Hz. Peygamber'in getirdiği vahy hakkında değerlen­dirme yapmışlar ve şunları söylemişlerdir:

a) "Bunlar karışık rüyalardır."                                   

ahlâm "rüyalar"; adgâs da "karışık" anlamına gelmektedir. Kâfirler, Kur'ân mesajına "karışık rüyalar" demişler, Hz. Peygamber'in söylediklerine bu şekilde iftirada bulunmuşlardır. Belki de "karışık rüya"dan kasıt, peygamber olduğu ile ilgili olarak anlattıkları olabilir.                                                                                                    

b) "Hayır, onu uydurmuştur."

Kâfirler, Hz. Peygamber'in bütün anlattıklarını "iftira ediyor, uy­duruyor" şeklinde değerlendirmişlerdir. Yûnus 38 ve Hûd 13'te de aynı şeyi söyledikleri gündeme getirilmiştir.

O âyetlerde onun benzeri, eş değeri olacak bir sûre veya on sûre getirmeleri teklif edilmiştir. Eğer Kur'ân'ı Hz. Muhammed uyduruyorsa, onlar da aynı seviyede sözler üretebilirler. Onlar bunu yapamayacakları­na göre, Hz. Muhammed'in onu kendisi yazmış olamaz, kendisi uydur­muş olamaz. Bir anda insanın bu şekildeki metni söylemesi de, yazması da mümkün değildir.

c) "Hayır o şairdir."

Kâfirler, Hz. Peygamberi şâir; Kur'ân'ı da şâirin sözü olarak nite­lendirmişlerdir. Yüce Allah, Hakka sûresinde onları cevaplandırmakta­dır. Yüce Allah orada kâfirlerin hem "Kur'ân'ıo uydurdu" hem de "o şâirdir" şeklideki iddialarını cevaplandırmıştır: "Ve Kur'ân, bir şâir sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz! Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşü­nüyorsunuz! O, âlemin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni de olamazdı­nız" (Hakka 69/41-47).

d) "Haydi, önceki peygamberler gibi bir belge getirsin."

Kâfirler, önceki peygamberlerin mucize getirdiklerini biliyorlardı. Araplar, İsmail peygamberin soyundan geliyorlardı. Dedeleri Hz. İbrahim idi. Hz. İbrahim'in neslinden çok peygamber geldiğinden, peygam­berlerin mucize getirdiklerine dair bilgiye, kültüre sahiptiler. Peygam­berliğini ispat edebilmesi için onun da bir mucize getirmesini istiyorlar­dı. Onların bu şekilde konuşmalarının, mucize istemelerinin ne anlama geldiğini Yüce Allah bir sonraki âyette değerlendirmeye tâbi tut­maktadır.

7.  “Onlardan önce helak ettiğimiz hiçbir memleket halkı iman etmemişti; şimdi onlar mı iman edecekler?"

Bu âyet, hem bir önceki âyetin açıklaması, ona bir cevap niteliğine sahip olması hem de geçmiş toplumların helak sebeplerini belirlemesi bakımından önemli mesajlara sahiptir.

a) Onların Hz. Peygamberden mucize istemeleri, iman edecekle­rinden dolayı değil de işi yokuşa sürmek amacını taşımaktadır. İsrâ 59'da Yüce Allah, eski toplumların yalanlamalarından ve sonuçta helak edilmelerinden ötürü Hz. Muhammed'e mucize vermediğini açıklamış, hatta örnek olarak da Semüd kavmini vermiştir.

b) Yüce Allah, inanmayan toplumları helak etmiştir. Demek ki tevhid inancına sahip olmak bir toplumun çöküşünü önlemektedir.

c) Geçmiş toplumlar, peygamberlerinin getirdiği ilâhî mesajları, nefislerinin arzularına dayalı hayatlarına ters görmeleri nedeniyle inkâr etmişler ve bu inkârı da onların helakini getirmiştir.

d) Yüce Allah, Hz. Peygamber'in döneminde yaşayan kâfirlerin, öncekilerden daha katı olmaları sebebiyle inanmayacaklarına dikkat çekmektedir. Yüce Allah, İslam düşmanı haline gelen Mekke kâfirlerini, eski toplumları helak ettiği gibi helak etmemiştir.

Onların çöküşünü, Hz. Peygamberle savaştırarak sağlamış ve bir kısmını da hidâyete getirerek kâfirleri azaltmıştır. İnkârda birleştikleri arkadaşlarının Müslüman olması, onlara bir çeşit azap olmuştur.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah buraya kadar olan sûrelere, kitap, hidâyet, hamd, yaratma, Kur'ân gibi konularla başlarken bu sûre­ye, Hz. Peygamber'e ve ona gelen vahye gösterilen tepki ile başlamıştır.

Bu bakımdan Enbiyâ sûresinin girişi öncekilere nispetle farklılık gös­termektedir.

Enbiyâ sûresinin ilk altı âyetinde genelden özele, özelden genele giden açıklamalarla geçmiş toplumların peygamberlere ve ilâhî vahye karşı olan olumsuz tepkileri ele alınmış, oradan Hz. Peygamber döne­mindeki kâfirlerin tepkilerindeki benzerliklere dikkat çekilmiş, sonuçta yeni bir uyarıya karşı çıkmanın merkezî niteliği vurgulanmıştır. [2] 

 

Bilene Sormak En İyi Yoldur

 

7.  Biz, senden önce, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer

bilmiyorsanız Kur'ân'ı bilenlere sorunuz.

8. Biz onları yemek yemeyen birer ceset kılmadık ve on­lar ölümsüz de değiller.

9. Sonra biz onlara verdiğimiz sözü yerine getirdik. On-

ları ve dilediklerimizi kurtardık. Aşırı gidenleri de helâk ettik.

Bu âyetler hem metodu hem peygamberlerin durumunu hem de toplumların çöküş sebebini ele almaktadır. Analizlerden varacağımız neticeler olacaktır.

1. "Biz, senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik."

Âyetin bu kısmı, daha önce Enbiyâ 3'te "Bu sizin gibi bir insandan başkası mıdır?" şeklinde geçen kâfirlerin sözüne bir cevap niteliğindedir. Kâfirler beşer olan birinin peygamber olup, ona tâbi olunamayacağını bu cümleleriyle ifade etmişler, buna karşılık Yüce Allah da daha önce vahyedip peygamberlikle görevlendirdiklerinin de insan olduğunu ifade etmiş, insanların içinden seçtiklerinin dışında olan bir varlığı peygamber olarak görevlendirmem iştir. İnsanlara, kendi içlerinden seçtiklerine pey­gamberlik görevi vermiştir. Böylece Yüce Allah, Hz. Muhammed'in insan olmasının, onların onu reddetmesine sebep olduğu iddialarını gün­deme getirmektedir. Oysa peygamberin insan olması, reddedilmesinin sebebi olmamalıdır.

2. "Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun."

Bizim burada "bilenler" diye manalandırdığımız ifade ehlezzikrdir. Anlamı da "zikir ehli, yani kitabı bilen" demektir. Peki "zikir ehli" yani "bilen kişi" kimdir? Bu soruyu daha önce Nahl 43'te, Kur'ân'ı bilen olarak cevaplandırmıştık. Ama burada aynı cevabı ver­memiz mümkün değildir. Çünkü burada sorulacak olan, daha önceki peygamberlerin durumu, insan olup olmamalarıdır. Onun için bu soru Kur'ân'ı bilene değil, Kur'ân'dan önceki kitapların bilgisine sahip olan­lardır. Bu bilgiye o dönemde sahip olanlar da Yahudi ve Hıristiyanlardı. Çünkü onlar, peygamberlere inanıyor, onların vahy getirdiğini biliyor­lardı ve insan olduklarının da farkında idiler.

Ayrıca kitap ehlinin âlimlerine ve din adamlarına sormanın iki faydası olacaktı. Birisi, bir beşerin peygamber olup olamayacağını öğre­neceklerdi, diğeri de Tevrat ve İncil'de müjdelenen peygamberin Hz. Muhammed olup olmadığını tespit edeceklerdi. Bunlardan ikincisi, Va­raka b. Nevfel'e sorularak gerçekleşmiş oldu.

Netice olarak diyebiliriz ki: Yüce Allah insanlara asla değişmeye­cek bir metodu öğretmektedir. Bilmeyenler bilenlere soracaktır. Soru sormak Allah'ın emridir. Bu emri bir tekerleme ile açıklayabiliriz: "Bilmemek ayıp değildir, öğrenmemek ayıptır". Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: "Bilmemek ayıp değildir, sormamak ayıptır". Demek ki soru sormak Allah'ın emri, yani farzdır. Bir konu hakkında bilmeden fikir beyan etmek, insanı inkâra götürür. Daha önceki peygamberlerin duru­munu bilmeyenler, Hz. Muhammed'i beşer olması nedeniyle inkâr et­mişlerdir. Bilene sormak, insanı olumsuz tepkiden veya inkârdan kurta­rabilir.

"soru sormak", bir anlamda "eksikliğini hissetmek, eksikliğini gi­derme ihtiyacında olduğunun farkına varmak, duygularına yenilmemek, arayış içinde olmak ve meseleye tarafsız yaklaşmak" anlamına gelmek­tedir. Konuya hissi olarak yaklaşan, soru sormayan, tarafsız ve öğrenme ihtiyacını hisseden kişi soru sorar.

Bu emri günümüze getirirsek şunu görürüz: Müslüman halk dini konuları bilmeyenlere sormakta, kimi zaman kendileri din hakkında fikir yürütüp fetva vermektedirler. Bu davranış şekilleri dîni konulan ayağa düşürmekte, Kur'ân'ı, dini ve Allah'ı rencide etmektedir. Müslümanlar, "bilmeyenin bilene sorması" şeklinde ortaya konan ilâhî emri ilke olarak benimsemeli ve hayata geçirmelidirler. Dîni konuların değeri, hassasiye­ti ve önemi ancak bu metodu, bu ilâhî emri yerine getirmekle korunabi­lir. Dîni konular hakkında gelişigüzel, bilmeden konuşmanın Allah'a iftira (Nahl 16/116) ve zulüm (Hûd 11/18) olduğunu daha Önce açıkla­mıştık.

3. "Biz onları yemek yemeyen birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz de değillerdir"

Mekke kâfirleri, peygamberleri insanüstü varlıklar olarak düşünüp görmek istediklerinden, Yüce Allah onlara bu açıklamayı yapmaktadır.

Bu açıklamanın başka bir boyutu da Furkân sûresinde gündeme getirilmektedir: "Senden önce gönderdiğimiz peygam­berler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırdı. Sizin bir kısmı­nızı diğer bir kısmınıza imtihan vesilesi kıldık. Bakalım sabredecek mi­siniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir" (Furkân 25/20).

,,,,,SAYFA 409 EKSİK,,,,

 

göstererek Allah'ın yardımının geleceğine inanmışlardır. Yüce Allah onlara yardım etmeye söz vermişti.

c) "Onun için sen sabret! Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. Onlara söz verdiğimiz azabın bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni daha önce vefat ettiririz. Nasıl olsa onlar bize döndürüleceklerdir" (Gâfir 40/77).

Demek ki Yüce Allah, Hz. Peygamberin düşmanlarına azap ede­ceğine ve bunu hayatında ona göstereceğine söz vermişti. Hatta o azap­tan önce peygamber ölmüş olsa bile, yine onlara azabını yapacağını vaad etmişti.

Aslında yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 9. âyetin devamı hangi konuda Allah'ın söz verdiğini açıklamaktadır.

"Onları ve dilediklerimizi kurtardık." Allah uğruna çalışanları Yü­ce Allah düşmanlarının entrikasından ve saldırılarından kurtaracağına dair söz vermişti. Ayrıca bu sözün devamı da vardır: "Aşırı gidenleri de helak ettik." Yüce Allah'ın, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in düşmanlarını helak edeceğine dair vaadi vardı. Yüce Allah onu da gerçekleştirdiğini âyette açıklamaktadır. Ayette geçen "dilediklerimiz" kelimesi, Hz. Mu-hammed veya ondan önceki peygamberlerin yanında yer alan inanırlardı.

Netice olarak diyebiliriz ki, Enbiyâ 7-9. âyetlerinden şu ilkeyi çı­kartıyoruz: Peygamberler tarihinin iyi bilinmesi, analiz edilmesi ve gü­nümüz ile geleceğe ışık tutacak bir şekilde olaylardan çıkarımlarda bu­lunulması gerekiyor. "Peygamberlere nasıl tepki gösterilmiş?", "tepki gösterenlerin sonu ne olmuş?", bu ve benzeri konular iyice açıklığa ko-vuşmalıdır. Böylece tarihi olguların eğitici yönünden istifade etmek ge­rekiyor. [3]

 

Kur'an Şeref Kaynağıdır

 

70. Andolsun size, içinde şerefiniz bulunan bir Kitap

indirdik. Aklınızı kullanmıyor musunuz?

Yüce Allah, Hz. Muhammed'e inanan her çağın insanına hitap et­mektedir. Ayette geçen "size" zamiri, sadece Hz. Peygamber döneminde yaşayan insanlara hitap etmemekte, bütün çağların insanını kast etmek­tedir. Bu hitabın, Hz. Peygamber döneminde yaşayanlar kendilerine, biz bu devirde kendimize, gelecek nesiller de kendilerine ait olduğunu anlayacaklardır.

"içinde şerefiniz bulunan bir kitap in­dirdik."

Yüce Allah, Kur'ân'ın hem görevini belirlemekte hem de amacını tespit etmektedir. Kur'ân, kendi inanırlarına, kendini hayata geçirenlere, yani Kur'ân'i iyi anlayıp, anlatanlara ve hayata tatbik edenlere şeref vermek için gelmiştir ya da gönderilmiştir.                                       

Yüce Allah, aslında insanı şerefli yaratmıştır; ama ondan bu şerefi alıp onu adîleştirecek kötülükler da vardır. İnsanın daima şerefli kala­bilmesi için, Kur'ân gibi bir kitaba, objektif olan ve ilâhî kaynaklı olan bir bilgi yığınına ihtiyacı vardır ve bu ihtiyacı karşılamak için de Yüce Allah Kur'ân'1 göndermiştir. İnsana yaratılıştan verilen potansiyel şerefi hem harekete geçirmek hem de onu koruyup devam ettirmek için eğitim şarttır. İşte Yüce Allah, bu eğitimi Kur'ân vasıtasıyla gerçekleştirmekte­dir. Bu noktada şu soruyu soruyoruz: Bu şereften nasıl yararlanacağız? Sorunun cevabını âyetin devamı vermektedir:

2. "Aklınızı kullanmıyor musunuz?"

İnsanlar Kur'ân'a akılları ile yaklaşacak, onunla akılları ile ilişki kuracak ve ondaki şeref dağıtan ilkeleri anlayıp hayata geçirecektir. Aklı devre dışı bırakan, onu küçümseyen fert ve toplumlar Kur'ân'dan şeref alamazlar.

Netice olarak diyebiliriz ki Kur'ân hem Hz. Peygamberin hem de onun getirdiği mesaja inanıp onun izinden gidenlerin şerefidir."Doğrusu Kur'ân senin ve toplumunun şeref kaynağıdır. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız" (Zuhruf 43/44). Kur'ân'ın şeref kaynağı olma özelliği kendi içinde kalmamalı, onu inceleyip anlamak ve hayata geçirmek gerekiyor. Kur'ân'ın şerefi insanlara kendiliğinden gelmez. Onu ondan çıkaracak bir beyin, yani akıl ve gönül hareketi, ça­bası ve sevdası gerekiyor. Kur'ân'i evinin duvarına asıp, sadece okuyup içindekini anlamamak ve sonra da din adına fetvaları beşerin kitapların­da aramak, sorgulamayı zorunlu kılacaktır. Kur'ân'a hürmet, ona inan­mak, onu anlamak ve hayata geçirmektir. Akıl ile Kur'ân'a hürmet, ona sevdalanmak, onu anlamaya çalışmak, onu benimseyip hayata uyarla­mak ona hürmet etmektir; Kur'ân'ı ölülerin kitabı olmaktan çıkarıp diri­lerin kitabı haline getirmek, ona layık olan değeri vermektir[4]

 

Zulüm, Toplumları Yıkan En Büyük Sebeptir

 

11. Biz halkı zulüm yapan nice ülkeleri kırıp geçirdik. Ve ondan sonra yerlerine başka topluluklar vücuda ge­tirdik.      .                       

12. Azabımızı hissettiklerinde, oralardan kaçmaya baş­ladılar.                                                                                ,

13.  Kaçmayın! İçinde bulunduğunuz refaha ve evlerinize dönün! Çünkü size sorular sorulacak.

14.  "Vay başımıza gelenlere!" dediler. "Gerçekten biz zâlim insanlarmışız."

15.  Biz, kendilerini kuruyup biçilmiş ekine, sönmüş ateş(külün)e çevirinceye kadar bu feryatları sürüp gider.

Zulüm, bir toplumda yaygın hale gelince, o toplumun başına nele­rin geleceği bu âyetlerde anlatılmaktadır.

Ayetlerin analizinden, toplumların çöküşü ve onların yerine başka toplumların gelişinin sebebini çıkarıp geleceğin nesillerine, toplumlarına bir ışık olarak sunacağız.

1. "Biz, halkı zulüm yapan nice ülkeleri kırıp geçirdik."

Ayetin bu kısmında geçen karye kelimesi, "ülke" anlamına alınmalıdır. Ülke kavramını toprak, yani vatan olarak düşünmek doğru değildir. Çünkü vatan zulüm yapmaz, o toprakta, vatanda, ülkede bulu­nan, yaşayan halk zulüm eder. Onun için "karye" den kasıt, ülke halkı­dır.      .                                                           

Diğer taraftan âyette geçen ve bizim "kırıp geçirmek" mana­sım verdiğimiz kusanına kelimesi, "bir şeyi kırmak, helak etmek, mah­vetmek" anlamlarına gelmektedir. Kasıme kalıbı da "ön dişlerin yarısın­dan kırılması" anlamına gelmektedir. Zemahşerî, kasnı kelimesinin, "eklemlerin birbiriyle birleştiği yerlerin, birbirinden kötü bir şekilde ay­rılıp koparılması" anlamına geldiğini söylemektedir (Zemahşerî, age, III, 564). Bu kelime Kur'ân'da sadece yorumunu yapmakta olduğumuz En­biyâ de geçmektedir.

Âyetin bu kısmında yer alan "zâlim olan", "zulmeden" kavramın­dan neyi anlamak gerekiyor? Yüce Allah, bir ülke halkım hangi davra­nışlarından dolayı zâlim ilan etmektedir? Çünkü zulüm, bir toplumun

çöküşünü hazırlayan en büyük sebep ve dinamik olmaktadır. Bu sorunun cevabını Kur'ân'ın diğer âyetleriyle vermemiz mümkündür:

a) Kadınlara haksızlık yapmak (Bakara 2/231).

b) Allah'ın sınırlarını aşmak (Talâk 65/1).

c) Allah'a şirk koşmak (Bakara 2/54; Lokman 31/13).

d) Haram lokma yemek (Nisa4/10; A'râf 7/23).

e)  Allah'ın söylediklerini başka sözlerle değiştirmek. Allah'ın de­mediğini dedi gibi O'na iftira ederek fetva vermek (Bakara 2/59; En'âm 6/93; 144; Hûd 11/18).

f)  Kendilerine yapılan ilâhî uyanları unutmak; kendilerine verilen nimetlerden dolayı şımarmak (En'âm 6/44-45).

g) Faiz yemek (Bakara 2/279).

h) Haksız yere insanları memleketlerinden çıkarmak. Ve bunu inanç özgürlüğüne mâni olmak için yapmak (Hacc 22/39-40).

i) Bozgunculuk yapmak, fitne çıkarmak ve fitne çıkaranlara kulak vermek (Tevbe 9/47) ve

j) Allah'ı görmek istemek (Nisa 4/153) zulümdür. Ayrıca:

a)  Peygamberlerin mucizelerini yalanlayan ve inanmamakta ısrar edenler (Yûnus 10/13).

b) Kendilerine verilen refahın peşine düşenler (Hûd 11/116).

c)  Allah'ın davetine uymayan, peygamberine tâbi olmayanlar (İb­rahim 14/44).

d) Günah işleyen, iftira eden, şeytana kulak veren, yalan söyleyen, sapıklara uyan, yapmadıkları şeyleri yaptı diye söyleyenler, başkalarının hakkına tecavüz edenler (Şu'arâ 26/222-227).                       

e) Peygamberlerini öldürmek için tuzak kuranlar ve bu konuda and içenler (Nemi 27/49-52).

f) Nefsinin kötü arzularına uyanlar (Rûm 30/29).       

g) Kâfirler (Bakara 2/254).

h) Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen!er (Mâide 5/45). 

i) Küfrü imana tercih edeni dost edinenler (Tevbe 9/23).

j) Hatasına tövbe etmeyenler (Hucurât 49/11).

k) Allah'ın âyetlerine hakaret edenler (En'âm 6/68).

1) Toplumu ikiye bölüp birini tutup diğer grubu ezen, sömüren ve köleleştirenler (Enfâl 8/54; Kasas 28/4) de zâlimdir.

Bütün bu davranışların hepsini bir kişi veya toplum işlediği zaman zâlim olur diyemeyiz. Bunlardan bazıları işlenip topluma yayılırsa ve kötü alışkanlık haline gelirse o toplum helaki, batmayı ve yıkılmayı hak etmiş demektir. İşte Yüce Allah böylesine yanlış hareketleri işleyenleri ıslah olmaz gördüğünden onları kırıp geçirerek köklerini kazımaktadır. Âyet, bu şekilde helak etmenin geçmişte olduğunu haber vermektedir ama gelecekte de gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Aslında buradaki anlatım geleceğe ışık tutmak ve caydırıcı olmak amacını gütmektedir. Bu davranışlar, ilâhî âleme çıkmakta ve oradan helak konusundaki takdi­ri alıp gelmektedir.

2.  "Ve ondan sonra yerlerine başka topluluk­lar vücuda getirdik."

Âyetin bu kısmı, giden toplumun yerine yenisinin gelmesi ile ilgili değişimi ele almakta, ona dikkat çekmektedir. Dikkat edilirse "diğer topluluklar" derken çoğul ifade kullanılmaktadır. "Zulüm yaptığı için helak olan nice ülkeler vardır" dedikten sonra, yerlerine gelenlerin de çoğul olduğunu görüyoruz. Bu da bize, geçmişte böyle şeyler olduğu gibi gelecekte de olacağını göstermektedir.

Böylece âyet, tarihin en can alıcı dinamiklerinden birini bize öğ­retmekte ve geleceğe uyanda bulunmaktadır. Geçmişin tarihsel olguları­nı iyice analiz edip neticeler çıkarmak ve bunu yaşanan ve yaşanacak olan hayat için kullanmak eğitimin amaçlan arasında yer almalıdır.

3. "Azabımızı hissettiklerinde ora­lardan kaçmaya başladılar."

Âyette geçen yerküdu kelimesi, "süratle hareket etmesi için hayvanı mahmuzlamak" anlamına gelmektedir. "Ayağınla vur" (Sâd 38/42) âyetinde de bu anlamı buluyoruz.

"Kaçmak" eyleminin rakeda fiili ile ifade edilmesi, onların atları­nı mahmuzlayarak kaçtıklarına işarettir. Öyle anlaşılıyor ki, çökmekte olan toplumların fertleri olan o zâlimler, Allah'ın azabının helakinin geldiğini, toplumlarının çökmekte olduklarını fark etmişlerdir. Geleceğin batacak toplumlarındaki durum da aynı olacaktır.

Bu âyette vurgulanan ilke, çökme başladıktan sonra kaçmak değil, önemli olan, çökmeyi önlemek için gerekli olan ıslahatı, devrimleri yapmaktır, bulunduğu topraklardan kaçarak kurtulmak mümkün değildir. Çünkü işlenen zulüm kaçmakla geri kalmıyor, kaçan insanla beraber gidiyor.

4. "Kaçmayın! İçinde bulunduğunuz refaha ve evlerinize dönün! Çünkü size sorular sorulacak."

"Kaçmayın, içinde bulunduğunuz refaha dönün" konuşmasını on­lara kim yaptı? Bu sözleri onlara Allah Teala söylemiş olabilir mi? Aca­ba melekler mi söyledi? Yoksa kendi kendilerine mi söylediler?

Aslında Yüce Allah, geçmişten örnekler vererek geleceğin toplum­larına konuşmaktadır. Onun için bu ifadeleri bize Allah söylemektedir diyebiliriz.                                                                         

"İçinde bulunduğunuz refaha dönün" ifadesinde yer alan ütriftüm kelimesi, ıjy terifeden türemiştir. Fiil kalıbında alınınca "ko­lay, müreffeh, zahmetsiz bir hayat sürdü" anlamına gelmektedir. Mütraf da "bu hayat şeklini süren, ahlâkî endişelere yer vermeden, ahlâkî değer­leri dikkate almadan, onlara hayatında yer vermeden kendine göre haya­tın tadını çıkararak yaşayan" demektir. Yani mütraf, "kolay ve müreffeh hayatın küstahlaştırdığı haz ve keyif peşinde koşarak yozlaşan kimse" demektir.                                                                                       

Peki onlara niçin öyle bir hayata dönün denmektedir? Âyetin so­nundaki "sorgulanacaksınız" ifadesi bunu cevaplandırmaktadır. Bir bakıma, onlara zulmü işledikleri topraklarda tatbikat yaptırarak sorgulama yapılacaktı.

Sorgulamanın suç mahallinde olması daha uygun olduğu için böy­le hitap edilmektedir. Çünkü onlar başka ülkelere gitselerdi, oralarda sorgulanıp helak edileceklerinden, o ülkelere de zarar vermiş olacaklar­dı. Böylece suçsuz insanlar zarar görecekti. Şımarıklığın, yozlaşmanın, zulmün işlendiği, yaşam sürdüğü mahalde sorgulanıp cezalandırılmaları bu nedenle uygun görülmüştür. Bir çeşit tecrid edilip karantina altına alınıp cezalandırılmışlardır. Vücuda hastalık veren tümör başka organla­ra sıçramadan alınmalıdır. Onun için onların pisliklerinin başka ülkelere bulaşması istenmemiştir.

Sorgulamayı kim yapacaktı? sorusuna vereceğimiz cevaplardan bi­ri, onların yerine gelecek olan toplumdur. Tabii akla ilk gelen de Al­lah'ın sorgulamasıdır. Ama zaten Allah'ın cezası gelmiş durumdaydı. O cezayı hissettikleri için kaçıyorlardı.

5."Vay başımıza gelenlere!" dediler; "ger­çekten biz zâlim insanlarmışız."                                                              

Sorgulamadan sonra onlar kendi kendilerini değerlendirerek, zâlim olduklarını itiraf edeceklerdir. Halbuki zulmederken bunun farkına varıp vazgeçirmelerini sağlamaları gerekiyordu. Sonradan itiraf etmenin bir yaran olmamış ve olmayacaktır, Aslında bu anlatım her zaman için ya­şayan ve yaşayacak olan toplumlara aittir. Geçmiş geçmişte kalmıştır, ama geleceği kurtarmak amaç olmalıdır.

Geçmişin toplumlarının basma gelenlerden sonra akılları başlarına gelmişti. Geleceğin insanı da belanın içine girmeden aklını başına devşiren olmalıdır. İlkel insanla gelişmiş, aydın insanın farkı bu olmalıdır. Olmadan önce hissedebilme, fark edebilme, hayatın akış ve mecrasını görebilme, toplumun çürümesini anlayıp çare aramaya başlayabilme uğruna bu açıklamalar Kur'ân'da yer almaktadır.                             

Biyolojik hastalıklarda erken teşhisin önemi gibi, sosyal hastalık­larda da erken teşhis çok Önemlidir.

6. "Biz kendilerini, kuruyup biçilmiş ekine, sönmüş ateş(külün)e çevirinceye kadar bu fer­yatları sürüp gider."

Onların pişman olmaları, kendilerini zâlim olarak değerlendirip suçlarını itiraf etmeleri onlara fayda vermeyecektir. Geçmişte vermedi, gelecekte de vermeyecektir. "Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendi­lerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın, kullan hakkında süregelen adeti budur. İşte o zaman kâfirler hüsrana uğrayacaklardır" (Gâfir 40/85). "Son pişmanlık fayda vermez" tekerlemesinden hareket edersek "Yüce Allah cezayı takdir ettikten sonra iman fayda vermeyecektir" diyebiliriz.

İşte bu temel ilkenin işlemesi neticesinde Yüce Allah o zâlimleri, kuruduğu için biçilen ekine, ateşte yanan ve kül haline gelen oduna çevi­recektir.

Bu benzetme şu açıdan manidardır. Kuruyup kesilen ekine can vermek mümkün değildir. O ekin bir daha yerine dikilemez. Yanıp kül olan odun, kül olduktan sonra eski haline döndürülemez. İlâhî kararların ardından ceza alan toplumların da, kesilen ekin, yanan ve kül olan odun gibi geri dönüşleri, eski haline gelmeleri mümkün değildir. Dönüşüm-süzlüğü anlatmak için bu benzetmeler yapılmıştır. Demek ki bazı sosyal olgular, oluşumlar, bazı tabiat kanunlarının işlemesine benzerler.

Şu âyetlerde de bu sosyal kanun ifade edilmektedir: "Biz ondan sonra, onun milletini helak etmek için üzerlerine gökten herhangi bir ordu indirmedik ve indirecek de değildik. Onları helak eden korkunç sesten başka bir şey değildi. Hareketsiz kül yığınına dönüverdiler" (Yâ-sîn 36/28-29).

Demek ki, ateşin odunu yaktığı gibi zulüm de toplumları yakıp kü­le çevirmektedir. [5]

 

Tevhid İnancına Götüren Açıklamalar

 

19.   Göklerde ve yerde var olan herkes O'na aittir, O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet etmek husu­sunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.

20.   Onlar bıkıp  usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih ederler.

21.  Yoksa müşrikler yerden bir takım tanrılar edindiler de onlar mı diriltecekler?

22. Eğer yerde ve gökte Allah 'tan başka tanrılar bulun­saydı, yer ve gök, kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlar­dan uzaktır.

Yüce Allah, bu âyetlerde kendi eylemlerini değerlendirmekte, neyi yapıp neyi yapmadığını açıklamakta, tek olduğunu anlatan izahlar yap­makta, tek tanrı fikrini, inancını insanlara öğretip onları bu konuda bi­linçlendirmekte, şirkin yanlışlığını vurgularken, tevhîd inancını onun yerine yerleştirmenin Öğretisini vermektedir.

1. "Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında var olan hiçbir şeyi bir oyun olarak yaratmadık."

Gökler, yer ve ikisi arasında var olan her şeye "kâinat" diyebiliriz. Demek ki Yüce Allah, kâinat ve içindeki tüm varlıkları oyun ve eğlence maksadı ile değil, tam tersine belli bir amacı gerçekleştirmek için yarat­mıştır. Bunu Yûnus 5'te şöyle ifade etmektedir: "Al­lah bunları bir gerçeğe binaen yaratmıştır." Yani Allah, onları bir anlam ve amaçtan yoksun yaratmış değildir.

Yüce Allah, bu açıklamayı yaparken kâinatın yaratılışı üzerinde düşünen insanlara sağlıklı neticeler çıkarmaları için rehberlik etmekte­dir; "Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünür­ler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu (kâinatı) boşuna (anlamsız ve amaçsız) yaratmadın. Seni tesbîh ederiz. Bizi cehennem azabından koru" (Âl-i İmrân 3/191). Diğer taraftan kâinatın boşuna yaratılmadığı ama bir amaca yönelik yaratıldığını ifade eden aşağıdaki âyetler de dikkate alın-

malıdır: "Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık; onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar" (Dühân 44/38-39).

İşte inanan insanın, kâinatın yaratılışı üzerinde düşünürken vara­cağı netice, onun anlamsız ve amaçsız yaratılmadığıdır. Ama kâfirler ise zanna dayanarak şu neticeye varırlar: "Göğü, yeri ve ikisi arasındakiler i biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline" (Sâd 38/27).

Her iki âyete baktığımızda inanan ve tefekkür eden insan ile, inkâr edip zanna dayanan insanın kâinat hakkında vardığı çok farklı neticeyi görmekteyiz. İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 16'da yanlış neticeyi önleme amacını buluyoruz.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, kâinatın yaratılışı üzerinde düşünülmesini, ona akılla yaklaşılmasını ve kâinat kitabının da iyi oku­nup anlaşılmasını istemektedir. Tevhîd inancı için bu ödevi yapmak ge­reklidir. Eserden müessire, yani yaratılandan yaratana gitme metodu burada öğretilmektedir.

2. "Eğer bir eğlence edinmek isteseydik herhalde bunu kendi tarafımızdan edinirdik. Biz bunu yapanlardan değiliz."

Yüce Allah, kâinatın ve içindeki tüm varlıkların bir oyun, bir eğ­lence uğruna boşuna yaratılmadığını kendi özelliği ile anlatmaktadır. Kâinatın bir oyun olduğunu söylemek, Allah'ın oyun ve eğlenceye ihti­yaç duyduğunu söylemekten başka bir şey değildir. Allah, eğlence ve oyuna ihtiyaç duysaydı kâinatı yaratmaya lüzum kalmadan kendi kendi­ne eğlenirdi. Kâinat ve içindeki varlıkları eğlence ve oyun edinmek, on­lara hakarettir. Kendi yarattıklarına Yüce Allah'ın hakaret ederek onları eğlence ve oyun edindiği söylenebilir mi hiç?

Demek ki Yüce Allah, amaçsız ve anlamsız bir iş yapmaz. Onun eyleminde mutlaka bir hikmet vardır ve bu işler bir gerçeklik uğruna yapılmıştır. İnsana düşen, bu hikmeti ve gerçekliği fark etmek, anlamak

ve yakalamaktır. Böylece Yüce Allah, beşerin özelliklerinden olan eğ­lenmek, oynamak ve oyalanmak ihtiyacının kendisinde bulunmadığını, bir oyun.aracına muhtaç olmadığını hatırlatmakta ve öğretmekte, kendisi ile beşer arasındaki farkı ortaya koymakta ve insana farkı fark etmesini öğütlemektedir.                                                                  

Diğer taraftan yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 17. âyete farklı bir mana vererek açıklamak da mümkündür: "Eğer bir eğlence edinmeyi dileseydik, yani mutlaka böyle bir şey yapmak isteseydik onu katımızdan edinirdik." Bu anlama göre âyetin sonundaki ifadesinin başında yer alan öl in edatı şart anlamında olur ki bu edat fiilin başına geldiğinde bu anlamı verir. Tıpkı Enbiyâ 68. âyette olduğu gibi. Başka bir ifadeyle öl edatı genel gramer kurallarına göre ismin başına geldiği zaman olumsuz olur ve bu tür kullanımlarda cümle genellikle illâ edatıyla devam eder.

3. "Ter­sine Biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de,'o, bâtılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir. O halde (Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan ötürü, yazıklar olsun size."

Yüce Allah, bâtılı yaratma yerine bâtılı yok etmeyi hedef aldığını ifade etmektedir. Amaçsız ve manasız şeyleri yaratmak yerine, onların tepesine hakkı atıp onları yok ederiz derken, hak ile bâtılın çatışmasına dikkat çekmektedir.

Bâtılın işini hak bitirmekte ve bitirecektir. Önemli olan, hakkı bâtı­lın üstüne atabilmektir. Yüce Allah, Kur'ân'1 göndermekle onu bâtılın üstüne atmış oldu. İnsanları tevhîd inancına götürebilmek için önlerin­deki bâtıl engelini aşmak gerekiyor. Bâtıl engeli yumuşak bir cismi an­dırmaktadır. Onun üzerine kaya gibi bir cismi atınca bâtıl yok olup gide­cektir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 18'den öyle anlıyoruz ki, "hakk", hareket eden, mücâdele veren bir canlı gibidir. "Parçalamak" anlamına gelen demğ eylemini gerçekleştiren odur. Bâtıl da "yok olup gitmek" eylemini gerçekleştirmektedir. İsrâ 81'de olduğu gibi: "De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur." Hak ile bâtıl çatışırken daima kaybeden bâtıl olmaktadır. İkisinin bir yerde bulunması, durması, olması mümkün de­ğildir. Madem ki hakkın olduğu yerde bâtılın bulunması mümkün değil­dir, hak olan ve noksan sıfatlardan uzak olan Allah'a oyun eğlence de­nen bâtılın yakıştinlmasi nasıl doğru olabilir?                                        Yüce Allah, müşrikleri, Kendisine yakıştırdıkları sıfatlardan dolayı kınamaktadır. velekümü'l-veylü ifadesini "sizin için veyl var­dır" şeklinde de tercüme edebiliriz. O zaman veyl cehennem anlamına gelmektedir. Yüce Allah, her türlü eksiklikten ve yetersizlikten uzaktır; Kendisi ile başka yaratıklar arasında benzerlik ve paralellik kurulmasın­dan da uzaktır. Onun içindir ki: "O, sonsuz ihtişam sahibidir ve insanların her türlü tasavvur ve tahayyülünü aşan bir yüceli­ğe sahiptir" (En'âm 6/100) buyurmaktadır. Çünkü "hiçbir şey O'na benzemez" (Şûra 42/11); "Hiçbir şey O'na denk değildir" (İhlâs 112/4). Allah'ı ve O'nun sıfatlarını tanımlamaya kalkışmak insan mantığının sınırlarına sığmaz. Biz Allah'ın sıfatlarını, yarattığı kâinat ve varlıklar üzerinde görürüz, anlarız, fark ederiz ve sonunda inanırız. Onun için Yüce Allah'a yakışmayan vasıfları yüklemek hem günahtır hem de ima­nı yaralayan bir harekettir.

4 ."Göklerde ve yerde var olan herkes ona aittir. O'nun huzurunda bulu­nanlar, O'na ibadet etmek hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar."

Bu âyette Yüce Allah iki önemli konuyu gündeme getirmektedir:

a) Kâinatın mülkiyetinin kendisine ait olduğu. Çünkü tek tanrı, kâ­inatın tek sahibi olmalıdır. Bu özellik tevhîd inancı için olmazsa olmazı teşkil etmektedir. Tek olan, tek yaratıcı ve tek sahip demektir. Madem ki Yüce Allah tüm kâinatı yarattı, öyle ise tek sahibi de O'dur.

b) Meleklerin, Allah'a kibirlenmeden ve yorulmadan ibadet etme­leri.  Ayette geçen "O'nun huzurunda bulun ani ar" dan kasıt, meleklerdir. Yüce Allah, Hz. Adem'i yaratacağını meleklere söyleyince onlar: "Bizler hamdinle seni tesbîh ve seni takdis ederiz" (Bakara 2/30) demişlerdi. Melekler sürekli olarak yorulmadan ve kibir yapmadan yani kendilerini müstağni hissetmeden bu ibadetlerine devam ederler.

Muhammed Esed âyette yer alan ve men 'indehû "O'nun huzurunda bulunanlar" ifadesine farklı bir yorum getirmektedir: Bu ifa­deyi yalnızca melekleri değil, aynı zamanda Allah'a karşı sorumluluk duyan ve bütün varlığı ile O'na boyun eğen insanları da içine alacak şekilde geniş anlamıyla ele almak mümkündür. Her iki durumda da söz konusu varlıkların "O'nun yanında olmaları", O'na mekanca yakın ol­duklarını değil, O'nun öngördüğü yolu tutmuş bulunduklarını ve dolayı­sıyla O'nun nezdinde kazandıkları manevi değer ve itibarı dile getiren mecazî bir anlam taşımaktadır (Esed, age, Enbiyâ, 23. dipnot).

Biz, âyetin bu kısmına farklı bir açılım getirmek istiyoruz: Yüce Allah, kendi huzurunda olanların, sürekli olarak bıkmadan yorulmadan ibadet etmelerinden dolayı, müşriklerin kulluğuna ihtiyacı olmadığını ifade etmektedir. Yüce Allah'a güzel vasıfları yakıştıran, yani O'nu teşbih ve tenzih eden vardır. O'na akıl dışı vasıflar yakıştıranların ta­pınmasını beklememektedir.

5. "Onlar bıkıp usanmaksızın gece gün­düz Allah'ı teşbih ederler."

"Teşbih ederler" demek, "sınırsız kudret ve yüceliğini anarak, noksan sıfatlardan uzak tutarlar" anlamına gelmektedir.

lâ yeftürûn ifadesi, "ara vermeyerek" anlamına gelmekte­dir. "Fetret devri" Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasındaki döneme den­mektedir ve peygamber gelmeyen zaman dilimini ifade etmektedir.

Ara vermeyenler Muhammed Esed'in ifade ettiği gibi hem melek­ler hem de Allah katında yüce bir değere sahip olan müminlerdir. Onlar da melekler gibi gece gündüz teşbihlerine ara vermeden devam ederler. Böylece Yüce Allah, ibadetin devamlı olanına dikkat çekmekte ve bunun önemini vurgulamaktadır.

" Klasik müfessirler gibi Enbiyâ 19-20'de geçen ibadetleri yapanla­rın sadece melekler olduğunu kabul edersek şu mukayeseyi yapmamız mümkün olacaktır: Tâhâ 130'da insanların hamd ile teşbih etmelerinin zamanı belirlenirken, meleklerin Enbiyâ 19-20'de teşbih ve takdis etme­lerinin aralıksız olduğu söylenmektedir. Çünkü insanlar, geçim için çalışmaktadırlar. Meleklerin böyle işleri yoktur. Onun için onlar sürekli olarak ibadet halindedirler.

6.  "Yoksa, müşrikler yerden bir takım tanrılar edindiler de onlar mı diriltecekler?"

Ayette geçen "yerden taun edinmek" ifadesi, insanların yeryüzün­de kendi elleri ile yaptıkları putları, kendi beyinleriyle ürettikleri ve son­ra tanrı gibi önlerinde saygı duydukları soyut kavramlar, ideolojiler, kar­şılarında kul gibi davrandıkları insanlar ve ölüleri kapsamına almaktadır.

Tanrı olacak ve kulluk edilecek varlık mutlaka tek yaratıcı olmalı­dır. Hatta âyette işaret edildiği gibi, öldükten sonra diriltecek güçte ol­malıdır. Yüce Allah, bu soruyu reddedici bir soru olarak sormakta, onla­rın tapındığı sahte tanrıların böyle bir işi beceremeyeceğini ifade etmek­tedir.                       

Yüce Allah bu âyetinde din eğitimi açısından bize, tevhîd inancını tebliğ ederken, öğretirken tanrı fikrini, yaratma eylemi ile anlatmayı tek­lif etmekte, önermekte ve Öğütlemektedir.

7. "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdık­ları sıfatlardan uzaktır."

Yüce Allah bu âyette çok tanrılı inancın yanlışlığını ve tek tanrı inancının zorunluluğunu açıklamaktadır.

a) Öncelikle Yüce Allah, müşriklerin dediğinin farz-ı muhal doğ­ruluğundan hareket ederek, işin nereye varacağını açıklamakta, meseleye insanların çarpık mantığından, düşüncesinden bakmaktadır. Yüce Allah, tek tanrıdan başka, mesela iki tanrının bulunmasının, tek düzen esasının yok olup gitmesine neden olacağını söylemektedir. Kâinat için olmazsa olmazı teşkil eden esas, aksamayan bir sistemin yürümesidir. İki tanrı bu sistemi bozar. Birinin ak dediğine, diğeri kara diyecek; biri yağmur yağ­dırmayı diğeri de güneş çalmayı emredecektir.

b)  "Arşın Rabbi", mutlak hükümranlık tahtını, yani kâinatı idare etme gücünü elinde tutan Allah'tır ve O, kâinatın yaratıcısı, sahibi ve

idare edenidir. Kâinatın idarecisi olan Yüce Allah, müşriklerin yakıştır­dığı noksan sıfatlardan uzaktır. Çünkü noksan sıfatlara sahip olan varlık, yaratamaz, sahip olamaz ve idare edemez.

" Kudret ve egemenlik tahtının sahibi olan Allah'a noksan sıfatlar yakıştınlamaz. Yüce Allah, Enbiyâ sûresinin bu âyetlerinde, Allah, kâi­nat ve insan ilişkiler sistemini ele almış ve tevhîd inancını benimseyip şirkten kurtulma konusunda derinden bir ders vermiştir. Çok tanrılı inan­cın dayandığı temel inanç sisteminin yanlışlığını, bu inanca sahip olanlar açısından bakarak ispat etmiş, tevhîd inancının zorunluluğunu açıklamış­tır. Tevhîd inancının doğruluğunu anlatırken, yaratma, sahip olma, ve yönetme eylemlerini delil olarak getirmiştir. [6]

 

Allah, Sorgulanamayan Varlıktır

 

23. Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz, onlar ise sorguya çekileceklerdir.

24.  Yoksa O'ndan başka bir takım tanrılar mı edindiler? De ki: "Haydi delillerinizi getirin! İşte benimle be-

raber olanların kitabı ve benden öncekilerin kitabıHayır onların  çoğu hakkı bilmezler, bu yüzden de yüz çevirirler.

25.  Senden Önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: "Benden başka ilâh yoktur, o halde bana kulluk edin"      diye vahyetmiş olmayalım.

26.  "Rahman çocuk edindi" dediler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Bilakis onlar, lütuf ve ihsana mazhar olmuş     

kullardır.

27. Allah'dan önce konuşmazlar, onlar, sadece O'nun

emri ile hareket ederler.                                                       

28. Allah, onların önlerindekini de arkalarındakini de  bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler.

Aslında bu âyetler bir önceki âyetler gurubunun devamı durumun­dadır ve tevhîd inancının doğruluğunu ispat edip savunmaktadır. Âyet­lerin içeriği bu bütünlüğe delil teşkil etmektedir.

1. "Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz, onlar ise sorguya çekileceklerdir."

Kâinatta bir takım oluşumlar meydana gelmektedir. Bu oluşumla­rın çoğu insan kudretini aşmaktadır. İnsan kudretini aşan oluşumları, güç bakımından insanın altında olan bir varlık veya varlıklar gerçekleştiremez.

Demek ki bu oluşumları, insanın gücünü aşan bir güce sahip olan varlık gerçekleştirmektedir. O zaman bu oluşumları gerçekleştiren, son­suz kudrete sahip olan Allah'ı, insanın sorgulaması mümkün değildir. Çünkü sonlu ve ölümlü güce sahip olan varlık, sonsuz ve ölümsüz olanı sorgulayamaz. Zayıf olanın, güçlü olanı sorgulama imkanı yoktur.

Demek ki, "tek tanrı" inancı ve fikri, sorgulanamama özelliği üze­rinde temel bulmaktadır. Başkası tarafından sorguya çekilen varlık, tanrı olma niteliğini kazanamayan bir varlıktır ve o sıfata layık değildir.

Yüce Allah, kendisine eş koşan müşrikleri mutlaka sorguya çeke­ceğini söylemektedir. Sorgulanamayacak tanrıya eş koşmak, sorguyu gerektirmektedir. Böylece Yüce Allah, şirk koşmanın ne kadar tehlikeli olduğuna, insanın başına sorgulama gibi çetin bir oluşumu getireceğine işaret etmektedir.

2. "Yoksa O'ndan başka bir takım tanrılar mı edindiler?"

İşte değil âhirette, bu dünyada bile sorgulama başlamıştır. Yüce Allah, müşrikleri sorgulayarak, başka tanrı edinip edinmediklerini sor­maktadır. Bu soru inkâr, yani reddetme niteliğinde bir sorudur. "Edindi­ler mi?" demek, edinmemelerini öğütlemektir, bir başka deyişle "eğer edindilerse sonucuna katlanırlar" demektir.         

3. "De ki: Haydi delillerinizi getirin."

Hukukta genel bir kaide vardır: "İddia eden delil getirir; inkâr eden ise yemin eder." Yüce Allah, bu kaidenin birinci bölümünü burada iş­letmektedir. Allah'tan başka tanrısı olduğunu iddia eden, delil getirecek­tir. Sorguya çekilene delili sorulur, ama sorguya çekilemeyen Allah'a "delil getir" denemez.

4.  "işte benimle beraber olanların kitabı ve benden öncekilerin kitabı."

Buradaki kitâb kelimesi âyette "zikir" olarak geçmektedir. Bu, şu anlama gelmektedir: Hz. Muhammed ve ondan öncekilere gelen öğreti­lerin müşterek noktalarından biri tevhîd inancıdır. Müslümanlara gelen öğreti ile önceki peygamberlere gelen öğretinin merkezi tevhîd inancıdır, yani Allah'tan başka tanrı olmadığı ilkesidir. Hz. Peygamber için delil olarak bu yeterlidir. Allah'ın tek olduğunu iddia edenin öne çıkan delili de budur. Bütün peygamberlerin aynı öğretiyi Öne sürmesi delil olarak yeterlidir.

5. "Hayır! Onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüz çevirirler."

Yüce Allah, şirk koşan ve delillere inanmayıp kendileri de delil ge­tiremeyenlerin noksanlığının nerede olduğuna dikkat çekmektedir. "On­lar hakikati bilmiyorlar" demek, onlarda bilgi eksikliği var demektir. Hakikatin bilgisine sahip olmamak, hakikati tanımamak, onları tevhîd inancından yüz çevirtmektedir.

Böylece Yüce Allah, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde müşriklerin durumunu açıklamaktadır. Hakikati bilmemeleri, yüz çevirmeleri de şir­ke sapmalarına sebep olmaktadır. Ama sebepler zincirinin başında bil­meme halkası yer almaktadır.

6. "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka ilâh yoktur, o halde bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."                         

Bu âyet, bir önceki âyette geçen "İşte benimle beraber olanların kitabı" ifadesini açıklamaktadır, yani onun açılımı niteliğinde­dir. Allah'tan başka tanrı olmadığı ve sadece ona kulluk edilmesi gerek­tiği ilkesi tüm peygamberlere vahyedilmiştir. Demek ki kulluk, sadece tek tanrıya yapılmalıdır. Tek tanrı inancı, kulluğun kime yapılacağının belirleyicisi olmaktadır.

7. "Rahman çocuk edindidediler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Bilakis onlar lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır."

a) Ayette geçen  veled kelimesinin ne anlama geldiğini açık­layabilmek için İsrâ 40'a gitmemiz gerekiyor: "Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da kendisi meleklerden kız çocuklar mı edindi? Gerçekten siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz."

Demek ki Yahudiler Hz. Üzeyir'i, Hıristiyanlar Hz. İsa'yı, Mekke müşrikleri de melekleri Allah'ın çocukları diye kabul ediyorlardı. Yo­rumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 26'da geçen "Rahman çocuk edindi" ifadesini Mekke müşrikleri söylemişlerdi ve kastettikleri de me­leklerdi.

b)  Yüce Allah, onların bu iddiasını cevaplandırırken meleklerin çocuk değil, şerefli, ihsan edilmiş kullar olduğunu söylemektedir. De­mek ki müşriklerin bir inanç hastalığı da, kulları Allah'ın oğlu olarak görmeleridir.

c)  Yüce Allah, çocuk edinme nitelemesinden uzak ve yücedir. Tevhîd inancının can alıcı esaslarından biri de "sübhân'lıktır. Şirk bu sübhânhğı, yani evlat edinmeden, noksan sıfatlardan uzak olmayı kir­letmekte,    yaralamaktadır.    Şirkin    zulüm    olarak    tanımlanmasının nedenlerinden biri de budur.

9. "Allah'tan önce konuşmazlar, onlar sadece O'nun emri ile hareket ederler."

Bundan anlıyoruz ki, müşriklerin "Rahman çocuk edindi" derken kastettikleri meleklerdi. Meleklerin bir önceki âyetteki özelliklerinden biri, "ikram olunmuş olmaları" idi. Bu âyette de "sözde yani konuşmada Allah'ın önüne geçmemeleri" diğer bir özelliklerini teşkil etmektedir. Bir başka özellikleri de, "Allah'ın emri ile hareket etmeleri"dir. Demek ki meleklerin farklı davranma seçenekleri yoktur. Bu özelliklere sahip olan melekleri Allah'ın çocukları olarak görmeleri, müşriklerin gerçek­ten sapık bir inanışa sahip olduklarını göstermektedir.

Meleklerin "sözde/konuşmada Allah'ın önüne geçmemeleri", iman eden Müslümanların da ahlâkı olmalıdır, il "Ey iman edenler! Allah'ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin" (Hucurât 49/1) ifadesi bu anlayışın ilkesini belirlemektedir. Kul olmanın şartlarından diğerleri de, Yüce Allah'ın emirlerinin önüne geçmemek ve O'nun emirlerine göre hareket etmektir.

10. "Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir."

"Önlerindeki" ifadesinin bazı âlimler, "yaptıkları"nı, bazıları da "âhiretleri"ni ifade ettiğini söylemişlerdir. Râzî ise şu yorumu yapmak­tadır: "Allah onları çepeçevre kuşatmıştır. O'nun mülkünde dolaşır ve O'nun kudretinin altındadırlar."

Aslında âyete "Yüce Allah, onların yaptıklarını ve yapmadıklarını, ortaya koydukları ile gizlediklerini bilir" manasını vermek daha doğru olacaktır.

11. "Allah rızasına u-laşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler."

Burada meleklerin şefaati, "ancak Allah'ın rızasına nail olanlara olacaktır" dendiği halde Meryem 87'de "Rahman nezdinde söz ve izin alandan başkalarının şefaate güçleri yet­meyecektir" ifadesine yer verilmektedir. "O gün, Rahman'in izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez" (Tâhâ 20/109) âyetinde de aynı şey gündeme getirilmektedir.  

Onların bu durumu, Allah'ın huzurunda saygıdan titremeleridir. Başka bir ifadeyle Allah korkusundan titremeleridir.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, müşriklerin psikolojik ya­pısını anlatırken ince tahlillere girmekte, şirkin ne kadar kötü olduğunu vurgularken, örnek olarak "Allah çocuk edindi" demelerini vermekte, melekleri Allah'ın kızları olarak görmeleri ve bu şekilde inanmalarını gündeme getirerek de, meleklerin O'nun huzurundaki durumlarına dik­kat çekmektedir. Bu açıklamalar bize şunu söylüyor: Her varlığa layık olduğu değeri vermek ve yerlerini iyi tespit etmek gerekiyor. Allah'ı tek tanrı makamında; meleklere melek, peygamberlere uyarıcı, yaratılmışla­ra da tanrı olamama özelliklerini vermek en doğru yoldur. Tanrı olama­yacak olanlara tanrılık özelliği vermek, büyük bir haksızlıktır, bir zu­lümdür ve Allah hakkını çiğnemektir.

Şirkten kurtulmanın yollarından biri, hakikatin bilgisine sahip ol­maktır. Her varlığa layık olduğu yeri vermek de bunlardan biridir. İnsan­ları bu şekilde eğitip onlara tevhîd inancının önemini, o inanca düşman olan sapık düşünceleri iyi öğretmek gerekiyor. Tevhîd inancı olmadan gerçek dinin olamayacağım, gerçek inanca sahip olduklarını zanneden câhil insanların kolaylıkla tevhîd inancından sapabileceklerini insanların beynine kazımak gerekiyor. Câhil insanların gizli şirki fark edemeyip

gönüllerinin kirlenmesine yol açacağını anlatmak, din âlimi ve görevlile­rinin önde gelen görevleri olmalıdır.

Madem ki şirk ile mücâdele vermek bir ilâhî uğraşı, bir ilâhî öğreti niteliğini taşımaktadır, öyleyse din eğitiminin de birinci çabası bu olma­lıdır. Şirk durdukça, pençelerini insanların gönlüne sapladıkça, tevhîd inancı insan gönlünde kendine yer bulamayacaktır. [7]        

 

Tanrılık İddiasında Bulunmanın Cezası

 

29. Onlardan kim: "Allah'tan başka ben de bir tanrı-

yım " derse, işte onu cehennemle cezalandırırız. Zâlim­lerin cezasını böyle veririz.

Ayette geçen "onlar" zamirinden kasıt "meleklerdir". Melekler de Allah'ın kullan olduğundan, kendilerini tanrı makamına koyamazlar. Ama müşriklerin dediği gibi, melekler Allah'ın çocukları olsalardı, onlar da zamanla tanrı makamına geçmiş olacaklardı. Tıpkı Hıristiyanların demelerine benzemektedir: Onlar önce Hz. isa'yı Allah'ın oğlu yaptılar (Tevbe 9/30) sonra da onu tanrılaştirdılar (Mâide 5/72).

Yüce Allah, meleklerin kendilerini Allah'ın yanı sıra tanrı oldukla­rını söylemelerinin imkansızlığını öne sürerken böyle bir şey söyledikle­ri taktirde neler olacağını da açıklamaktadır. Böyle tanrılık iddiasında bulunsalardı onların da cehennem cezası ile cezalandırılacaklarına işaret etmektedir. Çünkü tanrılık iddiasında bulunanlar, müşriktirler; müşrikler zâlimdir ve zâlimler de cehenneme giderler.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, meleklerin kendilerini tan­rı yerine koymalarını, tanrılık iddiasında bulunmalarını imkansız gör­mektedir. Onlara tanrılık özelliklerini insanlar yakıştırmaktadır.

İnsanlardan tanrılık iddiasında bulunanlar da olabilir (Nâzi'ât 79/24), ama meleklerden tanrılık iddiasında bulunanların olmayacağını, yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 29'da Yüce Allah söylemektedir. [8]

 

Evrenin Oluşumu Ve Canlıların Yaratılışı

 

30. İnkâr edenler, göklerin ve yerin birbirine yapışık olduğunu, Bizim onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Buna rağmen i-nanmayacaklar mı?                                            

31. İnsanları sarsmaması için yerin üstüne sabit dağlar yerleştirdik. Dağlar arasında geçitler ve yollar açtık ki yollarını bulabilsinler.

32.  Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Oysa onlar bundaki delilleri görmezlikten geliyorlar.

33.  Geceyi ve gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur. Onların her biri bir yörüngede akıp gitmektedirler.

Yüce Allah, tevhîd inancını ispat etmek ve insanları ona inandır­mak için kâinatın yaratılışından oradaki oluşumlara uzanan bir dizi bilgi­ler vermektedir.

1. "İnkâr edenler, göklerin ve yerin birbirine yapışık olduğunu görmüyorlar mı?

Âyetin bu kısmı, günümüzde "büyük patlama" denen açıklamanın asırlar önce müjdesini vermektedir. Aslında kâinatın yaratılışım geriye doğru izlediğimizde, başlangıçta sadece hidrojen gazı olduğunu anlarız. Tek olan Allah ilk önce tek şeyi, yani hidrojeni yarattı. Âyette geçen Ratk kelimesi bunu ifade etmektedir. Gökle yerin birbirine bitişik olma­sının anlamı başlangıçta tek şey olduklarıdır. O tek şey hidrojen gazın­dan başkası değildi.

Yüce Allah, bu durumu burada niçin gündeme getirmektedir? Amaç din eğitimidir. Yüce Allah, kâinatın yaratılışını, oluşumunu incele­memiz için bize ödev vermektedir. Bu inceleme ile âyetin sonunda belir­tildiği gibi imana ulaşıp Allah'ın var ve bir olduğuna, sonsuz kudret ve ilme sahip olduğuna inanmamız hedeflenmektedir.

Yüce Allah, Allah'ı inkâr edenlere kâinatın yaratılışı ile ilgili bir ders vermektedir. Öncelikle onların kâinatın yaratılışı ve oluşumunu gözlemelerini, araştırmalarını öngörmekte, gözlemden gönüle giden ve orada imanı meydana getiren yolu tavsiye etmekte, gözlemden imana geçiş yapmalarını önermektedir. Soru bunun üzerinde cereyan etmekte­dir.

Gözlemin konusu, kâinat yaratılmadan önce tek bir gaz kütlesi ol­duğudur. Çokluktan teke giden bir oluşum zincirinin varlığına dikkat çekilmektedir.

2. "Bizim onları ayırdığımızı (görmüyorlar mı?)"

Demek ki Yüce Allah, ilk önce hidrojen gazını yarattı ve sonra bu­günkü bilimin ulaştığı "büyük patlama" olayını gerçekleştirdi. Bitişik olan gökle yeri, birbirinden ayıran Yüce Allah'tır. Demek ki insanlar özelde kâfirler kâinattaki oluşumları gözlemlerle incelerken orada ilâhî kudretin neler yaptığını görmelidir. Bu gözlemler onları Allah'a götüre­cektir. Tek olan Allah'ın önce teki yarattığını ve oradan çokluğa nasıi geçtiğini gözlemleyeceklerdir. Bir bakıma tevhîd inancını, tek tanrı i-nancmı kâinatın oluşumunda okuyacaklardır. Yüce Allah, çokluktan teke giden düşünce şeklini öğütlemekte, böylece hem tabiatı inceleme hem de tevhîd inancı dersi vermekte, fen bilimleri ile ilahiyat bilimini programa koymakta ve bizden de koymamızı istemektedir.

3. "Bütün canlıları sudan yarattığımızı (görmüyorlar mı?)"

Dersin sonunda başka bir derse intikal ederek "canlıların kökeni" öğretilmektedir. H2O= Suyun, bütün canlıların kökeninde kullanılan bir bileşim olduğu vurgulanmaktadır. Yüce Allah, önce "hidrojen"i yarattı daha sonra ondan da oksijeni meydana getirdi. Hidrojenden iki atom, oksijenden de bir atom alarak birleştirdi ve onu, yani suyu bütün canlıla­rın kaynağına koydu. İşte canlılar âlemini incelerken, onların kaynağına giden bir yolu izlemelerini ve oradan ilâhî yaratma eylemini gözleyerek tek Allah'a varmalarını insanlardan istemektedir.

4. "Buna rağmen inanmayacaklar mı?"

İşte tüm bu gözlemlerin, araştırmaların nihâî neticesi, yaratılış ol­gusunun arkasındaki kudreti, sonsuz bilgiyi görebilme ve oradan tek tanrı inancına ulaşmaktır. Bilimsel bilgiden tek tanrı inancına geçişin gerçekleşmesi ile insan beyni işini tamamlamış olacaktır. O zaman şirk denen inanç ve gönül kirlenmesi ortadan kalkacaktır.

Günümüz ve geleceğin dünyası, yani insanlarının ihtiyaç duyduğu ve duyacağı araştırma ve zihin sıçraması budur. İnsanlar aklı serbest

bırakır ve onun ihtiyaç duyduğu düşünme ve bilimsel bilgiyi gıda olarak ona verirlerse tek tanrı fikri ile bağlantı kurulacaktır. Zaten "bağ" anla­mına gelen akıl, Allah ile bağ kurmuş olacaktır. Yüce Allah'ın, kâinatın yaratılışı, büyük patlama olgusu ve canlıların kökenine yönelik istediği gözlem ve araştırmalar, hep aklı insanın tasalLûtundan kurtarıp özgürlü­ğüne kavuşmasını amaçlamaktadır.                      

Objektif manada gözlem ve bilimsel bilgi, akla vurulan zincirleri bir bir kırarak tevhîd inancına varmasını temin edecektir. Yüce Allah, Hz. Peygamberi "Onların ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" (A'râf 7/157) şeklinde tanımlarken de bunu kastetmektedir.

Bilimsel gözlem ve onun getirdiği bilimsel bilginin son durağı Al­lah'ın varlığına ve birliğine imandır. Bu noktaya ulaşmayan bilgi, rahat­sız, hedefsiz ve çilelidir. Bilginin bu hedefine ulaşmasını engellemekten daha büyük zuîüm olabilir mi? Artık insan aklı dış dünyamızda seyredip yani yolculuk yaparak, Allah'ın kudretini görerek iman edecek Özgürlü­ğe kavuşmalıdır.

5- "İnsanları sarsmaması için yerin üstüne sabit dağlar yerleşirdik. Dağlar arasında geçitler ve yollar açtık ki yollarını bulabilsinler."

a) Yüce Allah, dağların görevine de dikkat çekmektedir. Daha ön­ce Nahl 15'te de aynı konu gündeme gelmişti. "Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı."

Demek ki yer kabuğunun oluşumunda denge meselesini dağlarla temin eden Yüce Allah, bu konuyu inceleyecek olan bilime bir ödev vermektedir. Yer kabuğu katılaşma döneminde, gazlardan oluşan yerin merkezine doğru olan basınçlardan meydana gelen dağların görevi in­sanların sarsılmamasım temin etmektir. Yüce Allah, insana yaşayabile­ceği bir maddî çevre takdir ederken, yani planlarken, sarsılmamasım da bu plana dahil etmiştir.

"Dağları da birer kazık yapmadık mı?" (Nebe' 78/7) buyururken, arzın jeolojik oluşumlar sürecinde kazanacağı dengeyi Yüce Allah, dağlarla sağlamış ve onlara "kazık" adını vermiştir. Dağ denenkazıklar, yer altındaki kaymaların, yeryüzündeki hayatı tehlikeye sok­maması, yaşanmaz hale getirmemesi için kullanılmıştır.

Bu konunun açıklaması bilime düşmektedir. Ancak bizim de bu oluşumların incelenmesi ile insanın Allah'a varması meselesine dikkat çekmemiz gerekiyor.

Ayette geçen İl temîd kelimesinin aslı el-meyddir ve "hareket etmek, devran etmek, çalkalanmak sağa ve sola çalkalanıp sallanmak" anlamlarına gelmektedir. Ağaç dallarının ve insan başının sağa sola sallanması bu kelime ile ifade edilmektedir.

Ama tercüme ederken "sallanması, çalkalanması" için değil de, "sallanmaması, çalkalanmaması" şeklinde olumsuz mana verilmektedir. Bunun sebebi şudur: İl en temîde ifadesinde en ile temîde kelimesi­nin arasında gizli bir lâ harfi vardır. Yani bu ifade en lâ temîde şeklinde düşünülmekte ve gramerde de böyle izah edilmektedir. En lâ temîde ifadesi de "sarmaması için" demektir.

b) Yüce Allah, insanlar dağlar arasından yol bulsunlar diye yollar bıraktığını söylemektedir. Ayette geçen ficâc kelimesi el-fecc kelimesinin çoğuludur ve "gidilebilecek yol" demektir. Aslında ficâc kelimesine "geçitler", sübül kelimesine de "yollar" manasını vermek en doğrusu olacaktır.

Yüce Allah, dağlar arasında geçitleri ve yollan niçin koyduğunu açıklamakta, insanların, yollarını bulmaları, yani maksatlarına ulaşmaları için yeryüzüne bu şekli verdiğini ifade etmektedir.

Ayette bize verilen ders şudur: Yeryüzünü insan için bir beşik ve bir döşek olarak yaratırken Yüce Allah, daima onun rahatını, yaşamını ve mutluluğunu takdir etmişti. O kadar ki, onun yolunu, geçitlerini bile yaratış planına koymuştur. Bunları gözlemleyen insanın iman etmemesi ne büyük bir nankörlük olmaktadır. Kendisine yapılan ve ihsan edilen bunca nimetlere rağmen, hâlâ Allah'a eş koşması, O'nu inkâr etmesi affedilecek bir iş midir?                                                            6. "Gökyüzünü de ko­runmuş bir tavan gibi yaptık. Oysa onlar, bundaki delilleri görmezlikten geliyorlar."

"Korunmuş" diye man al andırdığımız mahfuz kelimesi "güvenli" anlamına da alınabilir.

Göğün, "tavan, çatı" anlamına gelen sakf ile ifade edilmesi, insan­ların idraki gereğidir. İnsan idraki dikkate alındığında göğün yerküreye nispeti tavan, yani çatı olarak manalandırılacaktır.

Göğün korunmuşluğunun ve güvenli olmasının ne anlama geldiği­ni şu âyetlerle açıklayabiliriz:

a) "Göğü de, kendi izni olmadıkça yer üzerine düşmekten korur" (Hacc 22/65).

b) "Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile durması da O'nun del ili erindendir" (Rûm 30/25).

c) "Şüp­hesiz Allah, gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Andolsun ki, eğer onların nizamı bir bozulursa, kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz (Fâtır 35/41).

İşte bu âyetlerden anlaşılıyor ki ilâhî kudret, göklerle yeri yaratmış ve onların bir nizam içinde devam etmeleri için koruma altına almıştır. Kâinattaki bu sistemin kurulması ve devam etmesi, insan için çok ilginç konuları içermekte ve etkili bir ders alma niteliğini taşımaktadır. Sanki kâinatın bu nizamı, insana ders veren bir öğretmendir. Kâinattaki olu­şumlar insana yüksek sesle konuşmakta, ama insanlar bu sese kulak vermemektedir. Onun içindir ki yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 32'nin sonunda "delilleri görmezlikten geliyorlar", yani "onlar ise gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirirler" ifadesi yer almakta­dır. Âyetin son kısmında yer alan "onun âyetleri", "delil, kanun" anlamına gelmektedir. Gökyüzünün ya da uzayın araştırılması, o kitabın okunması, insanı Allah'a götürecek, O'nun ne büyük bir kudrete ve ilme sahip olduğunu öğretecektir. Çünkü maddî âlemin tüm kanunları, insan aklını Allah'a doğru çekmekte, tevhîd inancını öğretmekte ve insanı madde âleminin ötesine taşımaktadır. Bundan yüz çevirmek kadar büyük hata olabilir mi?

7. "Geceyi ve gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur. Onların her biri bir yörün­gede akıp gitmektedirler."

Yüce Allah, gece ile gündüzü bunlar anılınca Güneş ile Ay da devreye girmektedir- hepsini yarattığını ifade ederken, sadece gökyüzü­nü değil, oradaki cisimleri, ışığı ve karanlığı da yarattığına dikkat çek­mektedir. Yer küre insanı ne kadar ilgilendiriyorsa, Güneş ile Ay, gece ile gündüz de bir o kadar ilgilendirmektedir. Ama gök cisimlerinin bir yörüngede, bir boşlukta akıp gitmeleri, hareket etmeleri, yüzmeleri de önemli bir ders, kanun ve öğreti niteliğini taşımaktadır. Onlar, kendileri­ne tahsis edilen yörüngede hareket ederken, insanın da kendisine tahsis edilen yolda hareket etmemesi ilginçtir. Aslında insan aklına da bir yö­rünge tahsis edilmiştir. Ama, cehaletin ve nefsin karanlığı onun yoluna engel koymaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah insanlara iman etmeleri i-çin dış âlemdeki göksel ve yerel kanunlarını anlatmakta, bunları araştır­ması için ödev vermektedir. Bu kanunların anlatımında uzaktan yakına, yakından uzağa metodunu kullanmaktadır. 30 ile 33. âyetler arasına dik­katle bakıldığında bu metot net olarak görülecektir.                               Başka bir metodu tespit etmeye çalışırsak şöyle diyebiliriz: Yüce Allah, tekten çokluğa, çokluktan teke giden bir açıklama yapmaktadır. Tek olan Allah, tek maddeyi yani hidrojeni yaratıyor; daha sonra ondan tüm kâinatı ve ondaki varlıkları ve elementleri yaratıyor. Sonra o kâina­tın yapısı ve kanunları insan aklını tek olan Allah'a imana götürüyor. İşte bu tekten çokluğa, çokluktan da teke giden bir metot oluyor. [9]

 

Her Canlı Ölümü Tadacaktır

 

34. Biz, senden önce hiçbir beşere sonsuz yaşam vermedik.   Şimdi  sen  ölürsen,   sanki  onlar sonsuz  mu kalacaklar?

35. Her canlı Ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi iyilikle ve kötülükle imtihan ederiz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz.

Ayetler, kendi kendilerine niçin indirildiklerini, yani nüzul sebep­lerini açıklamaktadırlar. Önceki âyetlerde Yüce Allah inanmayanlara, yani kâfirlere ders veriyordu. Onlar da Yüce Allah'ın delillerinden yüz çeviriyorlardı. Daha önceki âyetlerde de müşriklerin durumunu açıkla­mıştı. Kâfirlerle müşrikler Hz. Muhammed'in ölümünü bekliyorlar ya da onu Öldürmek istiyorlardı. İşte bu âyetler, onların bu beklenti ve istekle­rini cevaplandırmaktadır.

1. "Biz senden önce hiçbir beşere sonsuz yaşam vermedik."

Yüce Allah, Hz. Muhammed'e gelinceye kadar yaratılan her insa­nın öldüğüne dikkat çekmektedir. Ölümsüzlük Allah'a aittir. Başlangıcı olan, yani doğan veya yaratılan her varlık ölümlüdür.

2. "Şimdi sen ölürsen onlar sonsuz mu kalacaklar?"'                

Hz. Muhammed ölecek de, onlar bu dünyada mı kalacaklar. İnanç farklılığı nedeniyle meydana gelen düşmanlık, ölümü isteme derecesine ulaşmıştır. Sanki Hz. Muhammed ölünce İslâm, yani bir bakıma tevhîd inancı da ölecekti. İnsanlar bazen önemli davaların, onu savunanlarınölmesi ile yok olacaklarını sanırlar. O yüce davayı savunan ölecektir, ama o düşmanlar da ölecektir. İnsanın hayatından daha uzun yaşayacak olan o davadır. Nice nesiller gelip geçti ama tevhîd inancının, İslam'ın ve Kur'ân'ın bayrağı dimdik dalgalanmaktadır. Hz. Muhammed'den önce gelen peygamberler öldü, ama savundukları tevhîd inancı devam etmektedir.                                                                       3. "Her canlı ölümü tadacaktır."      

Yüce Allah, bu âyetiyle "ölüm" denen evrensel kuralını gündeme getirmektedir. Canlılar âleminin en geçerli ve değişmez kanunu "ö-lüm"dür. Ölüm olgusu, insana dünyaya aşırı bir şekilde, tutkuyla bağ­lanma konusunda en etkili dersi vermektedir. Ölümün olması, insana dünyaya karşı bir soğukluk getirmekte, "dünya aşırı bağlanmaya ve ter­cih edilmeye değmez" düşüncesini temin etmektedir.

Ölüm, insana en yüksek sesle konuşan bir öğüttür. Ölümü aklına getiren kimsenin gönül kırması mümkün değildir. Ahlâkî değerleri canlı tutmaya en çok yardım edenlerden biri de Ölüm olgusudur. Hatta ölüm olgusu, tevhîd inancına en büyük desteği vermektedir; çünkü ölümlü varlıkların tanrı olamayacağını haykırmaktadır.

Ayette "tadacaktır" anlamındaki kelimenin kullanılması manidar­dır. Ölen insan, canı kalmadığı için tad alabilir mi? Buradaki tatma, zevk alma olayı mecazî bir anlam ifade etmekte, her canlının ölüm olgusun­dan geçeceğine işaret etmektedir.

4. "Bir deneme olarak sizi iyilikle ve kötülükle imtihan ederiz."   

Yüce Allah, dünya hayatının bir imtihan yeri olduğuna işaret et­mektedir. Âyette geçen hayr "iyi" kelimesi, ahlâkî manada iyiyi ifade ettiği gibi, sahip olunan nimetleri de ifade etmiş olabilir. Mesela, sıhhat, sevinç, lezzet, maddî nimetler "iyi" kavramının kapsamına gireceği gibi, iffet, fedâkârlık, sadâkat, adalet, Özgürlük, hürriyet, paylaşım, barış, gü­ven, iman, akıl, sevgi, bilgi gibi değerler de bu "iyi" kavramının içine girebilir.

Bununla beraber şerr denen "kötü" kelimesi de "hastalık, savaş, üzüntü, çile, fakirlik" denen hayatın kötü yanlarını ifade edeceği gibi,

yukarıda sıralanan ahlâkî değerlerin tersini de kapsamına alabilir. İşte dünya hayatı, bu iki kavramın "iyi" ile "kötünün" soru olduğu bir imti­handan ibarettir. Zıtların bulunduğu dünya hayatında, tercih söz konusu­dur; tercihin olduğu yerde özgürlük vardır, özgürlüğün olduğu yerde de sorumluluk elbette olacaktır. İşte sorumluluk da imtihanın temelini oluş­turmaktadır.    

Mesela çalışmak iyi, tembellik kötüdür. Gerçek iman iyi, inkâr ve şirk kötüdür. Farklılıkların olduğu yerde imtihan vardır. Aslında Enbiyâ sûresinde yorumunu yapmakta olduğumuz 35. âyete kadar açıklanan tüm konular iyi ile kötü kavramlarının içini doldurmaktadır.

5. "Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz."

Bunun anlamı, geçirdiğiniz imtihanın değerlendirmesi yapılacak ve neticeyi âhirette öğreneceksiniz. İmtihan neticesiz kalmayacak, değer­lendirme mutlaka yapılacaktır.

utm: Ayrıca bunun diğer manası şudur: Allah'tan geldiniz, yine O'na döneceksiniz. Ölüm yok olmak değil, tam tersine başka bir hayatın geçiş dönemidir. Ölümsüz o hayata geçmek mümkün değildir.

Netice olarak bu âyetleri önceki âyetlere bağlarsak, müşriklere, sahte tanrılarına değil, gerçek tanrı olan Allah'a dönecekleri, kâfirlere de ölüm ile yok olmayacakları, kendilerini yaratana dönecekleri öğretilmek­te ve onlara bu konuda bir ders verilmektedir. Ölüm, imtihan, iyi, kötü ve Allah'a dönüş gibi çok önemli kavramlarla örülü olan bu ders, amaç olarak tek Allah'a inancı hedeflemekte, ayrıca âhirete imana da işaret etmektedir. Bu kavramları din eğitimi hem ilahiyat hem de ahlâkî konu­ların temeline yerleştirerek öğüt vermelidir. İnsana, nerden gelip nereye gideceğini öğretmek tevhîd inancının en önemli konularından birini teş­kil etmektedir. Ölüm olgusu gibi köklü bir hayat değişiminin yok olmak değil, Allah'a dönüşün başlangıcı olduğunu öğretmek, ahlâkî disipline yardım edecektir. İnsanın imtihan içinde olduğunu onlara söylemek de uyanık olmalarını, seçeneklerini iyi kullanmalarını temin edecektir. Din eğitimi bu konulan işlemeden etkili olamaz, kendi varlık sebebini yakalayamaz. Ölümsüz varlık ile ölümlü varlık arasındaki farkı iyi anlatmak şirk denen kirliliğin azalmasına, tevhîd inancının da kuvvetlen­mesine sebep olabilir. [10]

 

İnkarın Getirdikleri

 

36. inkarcılar seni gördüklerinde: "Sizin tanrınızı diline dolayan bu mudur?" diye seni alaya almaktan başka

bir şey yapmazlar. Oysa kendileri, çok merhametli olan Allah'ı anmayı inkâr ediyorlar.                      

37. İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Ayetlerimi yakında size göstereceğim, artık onların çabuk gelmesini

istemeyin.                                                                                   

38.  inkâr edenler: "Doğru söylüyorsanız bizi tehdit et­tiğiniz azap ne zaman?" derler.

39.  İnkâr edenler, yüzlerinden ve sırtlarından ateşi sa­yamayacakları, kendilerine yardım dahi edilemeyeceği zamanı bir bilselerdi!

40.  Bilakis kendilerine, o öyle ani gelir ki, onları şaşır-tır. Artık ne reddedebilirler onu, ne de kendilerine müh­let verilir.                                                                   vi;

41.  Andolsun, senden önceki peygamberlerle de alay edildi; ama onları alaya alanları, o alay konusu ettikle­ri şey kuşatıverdi.

42. De ki: "Allah'a karşı sizi gece gündüz kim koruya-cak?" Buna rağmen onlar Rabblerini anmaktan yüz çe­virirler.

43.   Yoksa kendilerini bize karşı savunacak bir takım tanrıları mı var? O tanrılar, kendilerine bile yardım edecek güçte değildirler. Onlar bizden de alaka ve des­tek görmezler.

44.  Doğrusu Biz o inkarcıları ve babalarını dünya ni­metlerinden yararlandırdık. Öyle ki uzun süre bu şekil­de yaşadılar. Onlar, Bizim, şimdi bulundukları toprak­lara   gelip,    oraları   azar   azar   ele   geçirdiğimizi

görmüyorlar mı? Onlar inananlara galip geleceklerini

mi sanıyorlar?

Âyetlerin iniş sebebini yine âyetler "peygamberi alaya almak" ola­rak belirlemektedir. Burada alay konusu olan kâfirlerin durumu detaylı bir şekilde ele alınmakta ve ciddi uyarılar yapılmaktadır.

1. "İnkarcı­lar seni gördüklerinde: "Sizin tanrınızı diline dolayan bu mudur?" diye seni alaya almaktan başka bir şey yapmazlar."

Yüce Allah, inkâr psikolojisine sahip olanların, Hz. Peygambere karşı takındıkları alaycı tavırlarını açıklayarak günümüzün müminlerine ve geleceğin Müslümanlarına öğüt vermektedir. Onlar, Hz. Peygamberi gördüklerinde, onun getirdiği tevhîd inancı öğretisini hatırlayıp alaya almaktadırlar. Onunla alay etmeleri kendinden kaynaklanmıyor, getirdiği tevhîd inancına olan tepkilerinden kaynaklanıyordu. Yüce Allah, tepki­nin adını "alay" olarak koymuştur. Bu alaya alma günümüzde de devam etmektedir. İslâm'a karşı olan menfi tavırlar, müminlere alay olarak dön­mektedir. Müminler, inançlarını bırakıp inkâra sapsalar, kâfirlerin alayı ortadan kalkacaktır.

"Göz görmeyince gönül istemez" tekerlemesinden hareketle, "göz görmeyince alay olmaz" diyebiliriz.

Alayın dile dökülmesi, sahte tanrıları diline dolayanın Hz. Muhammed olup olmadığını sormaları ile ortaya çıkmaktadır. Demek ki müşriklerde tanrı fikri var, ama gerçek Allah'a eş olarak kabul ettikleri sahte tanrılar öne çıkmaktadır.

2. "Oysa kendileri çok merhametli olan Al­lah'ı anmayı reddetmektedirler."

Sahte tanrılarına laf ettirmezken, toz kondurmazken, onların aley­hine olan konuşmalardan rahatsız olurken, gerçek Allah'ın yaptıklarını, mesajlarını, öğütlerini ve kitaplarını inkâr etmektedirler. Ayette geçen zikrirrahmân ifadesiyle, "Allah'ın zikrini" yani, "Allah'ın kitabı Kur'ân" anlamı kastedilmiş olabilir. Hem Allah'ı anmak hem de Allah'ın kitabı birlikte kastedilmiş de olabilir. Çünkü Kur'ân, Allah'ı hatırlatıyor. Kâfirler, sahte tanrıları hatırlatırken, onlara tapınırken aynı ihtimamı Allah'a göstermemektedirler.

Âyetin bu kısmı günümüz Müslümanlarına ve geleceğin insanları­na çok önemli mesajlar vermektedir. Günümüzde beşerin yazdığı kitap­ları Allah'ın kitaplarından üstün tutanların varlığı buna delildir. Bazı Müslüman graplai, kendi ekollerinin temsilcilerini hatırladıkları, onların fetvalarına verdikleri değeri Allah'a ve Kur'ân'a vermemekte ve Allah'ı hatırlamamaktadırlar. İşte Yüce Allah bizlere, o devrin kâfirlerinin du­rumunu anlatırken, bizi uyarmakta ve aynı hataya düşmekten korumak­tadır. Böyle hataya düşme ihtimali olmasaydı, Hucurât l'de "Allah'ın ve Peygamberin önüne geçmeyin" denmezdi.

3."İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Ayetlerimi, yakında size göstereceğim, artık onların çabuk gelmesini istemeyin."

iftira) Yüce Allah, bu âyetinde, insan psikolojisinin temel özelliğini, boyutunu gündeme getirmektedir.                                               acel kelimesi, Himyer lügatında "çamur" anlamına gelmektedir (Ömer Dumlu ve Hüseyin Elmalı, Kur'ân'ı Kerim'in Türkçe anlamı, İzmir, 2001, s. 293). Demek ki âyetteki 'acel kelimesine "çamur" manası verirsek, "insan çamurdan yaratıldı" diyebiliriz. Ama âyetin   devamına   baktığımız   zaman   mananın   "aceleci"   anlamına geldiğini görebiliriz.

İnsan davranışlarını yöneten ve bazen insana hata yaptıran temel Özelliklerinden biri de "aceleci" olmasıdır. "insan, iyiyi istiyorum diye kötüyü ister. İnsan pek acelecidir" (İsrâ 17/11) âyetinde, insanın dua ederken aceleci davranması, isteğinde hata yapmasına sebep olmaktadır. İnsan, öğrenmekte aceleci davranır (Tâhâ 20/114). 'Acele kelimesinin geniş manası Nahl l'de yapılmıştır.

Bu âyetin 36. âyetle olan ilişkisi nedir? İnsan, kendisine verilen bilgilerle geçmişten aldığı inançların karşılaştırmasını, analizini yapma­dan, acele olarak kararını verdiği için hak inancı kabulde yanılmaktadır. Hz. Peygamberin onlara getirdiği mesajı araştırıp tetkik etselerdi, ondaki güzellikleri görecek ve rahatlıkla inanacaklardı.

Hem insanları hem de verilen ilâhî mesajları, öğretilen bilgileri değerlendirmekte acele etmemek gerekiyor. Özellikle Öğretmenler öğ­rencilerini değerlendirmekte acele etmemelidirler. Öğrenciler de öğretmenlerini değerlendirirken acele etmemelidirler. Kâfirlerin, Hz. Mu­hammedi değerlendirirken acele etmeleri, onu alaya almalarına, Allah'ın kitabını inkâr etmelerine sebep olmuştur. Öğretim meselelerinde acele etmek doğru değildir ve bu durum hata yapma yüzdesini artırır.

Böylece Yüce Allah, inkâr psikolojisi ile acelecilik psikolojisi ara­sında bir bağlantı kurmaktadır. İnsanlar kendilerine ulaşan ilâhî mesaj üzerinde etraflıca düşünseler, aradıkları değeri bulmaya çalışsalar, karar­larını geciktirseler, sağ duyuya biraz kulak verseler kolayca inkâra sap-mayacaklardır. Acelecilik insanlara yanlış değerlendirme yaptırıyor.

b) Yüce Allah, âyetlerini yakında göstereceğini, bu nedenle o ko­nuda kâfirlerin acele etmemelerini emretmektedir. Buradaki âyetlerden kasıt Allah'ın tebliği ve Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna dair delillerdir.

Bir sonraki âyete bakarsak, buradaki âyetlerden kasıt dünya ve âhirette verilecek olan cezalardır. Başka bir ihtimal de Hz. Peygamberle alay ettikleri dönem, İslam'ın başlangıcı idi. Kur'ân'ın bütün âyetleri tamamlanmamıştı. Bu nedenle Yüce Allah, Kur'ân'ın bütün hükümleri­nin geleceğini söyleyerek acele etmemelerini istemiştir.

"Âyetlerimi göstereceğim" ifadesi, "âyetlerimi öğreteceğim" de­mektir. Öğrenilecek şeylerin bir zamanı vardır. Turfanda meyve yetiştirir gibi, turfanda öğretim olmaz. Tedrîcilik metodunu uygulamak ve takip etmek gerekiyor. Öğrenciler, vaktinden önce bilgileri öğrenmekte acele etmemelidirler. Gelişim psikolojinin merhaleleri belirleyici olmalıdır. Aynı şekilde toplumun gelişimi de verilen bilgileri hazmedecek kıvamda olmalıdır. Acele öğretilen konuları toplum kaldıramayabilir; tatbik et­mekte zorluk çekebilir. Aşiret toplumuna Kur'ân gibi bir kitabın ilkele­rini uygulamak, hayata geçirmek imkansız denecek kadar zordur. Onun için acele etmeye gelmez.

4. "inkar edenler: 'Doğru söylüyorsanız, bizi tehdit ettiğiniz azap ne zaman?' derler."

İnsanın acele etme psikolojisinin ortaya çıktığı alanlardan biri de, dinin kâfirler için söylediği cezalandırma olgusudur. İnkâr edenlerin cezalandırılacağına dair dinin temel ilkelerinden biri gündeme getirilince, din ile alay eden kâfirler, o azabın hemen getirilmesini isterler. Bu istek alayla doludur. "Senden, azabı çarçabuk getirmeni isterler. Eğer önceden tayin edilmiş bir vâde olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat on­lar farkında değilken, azap ansızın kendilerine gel i verecektir" ('Ankebût 29/53). Daha önceki peygamberlerden de ümmetleri, alay edercesine azap konusunda acele istekte bulunmuşlardı. "Nihayet onu vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce; 'Bu, bize yağmur yağdıracak yaygın bir buLûttur' dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgardır" (Ahkâf 46/24).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 38'in sonu çoğul gelmiş­tir. "Eğer doğru kimselerseniz" derlerken, kastettikleri onlarla konuşan Müslümanlardı. Kıyametin kopacağına ve ardından Ölülerin dirileceğine inanan mümin kimselerle alay edercesine bu sözü söylüyor ve sorularını yöneltiyorlardı. Onların sorduğu bu sorunun cevabı A'râf 187'dedir:

"Sana kıyameti ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun bilgi­si ancak Rabbimin kalındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecek­tir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgi­si ancak Allah'ın katındadır, ama insanların çoğu bilmezler."

Demek ki, soru alay etmek için sorulsa bile, konu önemli ise cevaplandırılmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, kâfirler bir taraftan Hz. Peygam­ber ve ona gelen mesajla alay ederken, diğer taraftan da âhiret hayatı ve Öldükten sonra dirilme ile alay ediyorlardı.

5. "İnkâr edenler, yüzlerinden ve sırtlarından ateşi sayamayacakları,

kendilerine yardım dahi edilemeyeceği zamanı bir bilselerdi!"

Yüce Allah, onların bu alaycı sorularına bir sonraki yani Enbiyâ 39 ile cevap vermektedir. Yüce Allah cevabını şu kelimelerle ya da kavram­larla Örmektedir: Ateş, yardım ve bilme. O bekledikleri azap, onların

yüzlerini ve arkalarını dağlayacaktır. Yüz, yani ön ve arkalarının ateşle dağlanması, her taraflarının ateş içinde kalması demektir.

Ateş, onları sarınca, ne kendileri o ateşi savabilecekler, yani ondan uzaklaşabilecek, onu söndürebilecek ne de ondan kurtulmak için başka­larından yardım alabileceklerdir. Kendilerinin gücü yetmeyecek, ama başkalarından da yardım alamayacaklardır.

Yüce Allah, bu durumun önceden bilinmesini istemektedir. Bilen adam şöyle söyler: "Allah'ın azabı bize gelip çatarsa, kim bize yardım edebilir?" (Ğâfir 40/29).

Buradaki bilmek, inanmayı da kapsamına almakta ve "keşke inan-salardı" manasına gelmektedir. İşte bilme ile inanmanın arasındaki sıkı bağ burada ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda Yüce Allah'ın bilmeye verdiği önemi de öğrenmiş oluyoruz. Bu demektir ki, insanların başına ne gelmişse bilememek yani cehaletten ve imansızlıktan gelmiştir. "Bir bilselerdi!" ifadesiyle Yüce Allah, gelecek nesilleri bilgilendirmekte, önceden bilmenin önemini öğretmekte ve bilgiden imana giden yolu göstermektedir.

6. "Bilâkis kendilerine o (kıyamet) öyle âni gelir ki, onları şaşırtır. Artık ne reddedebilirler onu ne de kendilerine mühlet verilir."

a)  Azabın kendilerine ansızın geleceğini, onun böyle ansızın gel­mesi kendilerini hayrete düşüreceğini söyleyerek bu konudaki sorularını cevaplandırmaktadır.

b)  Ansızın gelen azabı geri çevirme imkanları olmayacak; çünkü böyle bir çıkış kapısı bulabilmelerine mühlet verilmeyecektir.

Böylece Yüce Allah, felaketin niteliklerini anlatırken, kâfirlerin onun karşısında nasıl bir durumda olacaklarını da anlatmaktadır. Bu ko­nuda Yüce Allah, açıklama yapma yetkisini Hz. Peygambere vermemiş­tir. Dinin âhiret hayatı ile ilgili boyutu hakkında Peygamberin açıklama yetkisi yoktur. Tüm açıklamayı Yüce Allah yapmaktadır.

7. "Andolsun senden önceki peygamberlerle de alay edildi;'ama onları ala­ya alanları, o alay konusu ettikleri şey, kuşatıverdi."

Bu âyetten şunu anlıyoruz:

a) Peygamberlerle alay etmek gibi kötü bir davranış, kâfirlerin ah­lâkı haline gelmiştir. İstisnasız her peygamberle alay edilmiştir. Doğal olarak Hz. Peygamberle de alay edilmiştir. Zamanımızda müminlerle alay edilmektedir ve gelecekte de muhtemelen edilecektir. Kendinde bir üstünlük gören kâfirier her zaman iman edenlerle alay etmişler ve et­mektedirler. Sosyal ve ekonomik gücü kendinde bulan ve kendini müs­tağni hisseden inançsızlar, iman edenleri aşağılamaktadır.

b) Alay kaybolmamaktadır. Zamanla birikip, alay edenleri kuşat­maktadır. Alay, zamanla Allah katında azaba dönüşmekte, azap şeklinde alay edeni içine almakta, hem bu dünyada hem de âhirette onların maddî ve manevî hayatlarını çekilmez hale getirecektir. Dünyevî ve uhrevî mutluluklarını alıp götürecek, Allah katında rezil olacaklardır. Allah'ın peygamberi ya da Allah'a inananla alay etmek, Allah'ın alay etmesine sebep olur ve böylece Allah'ın alayı nice olur!

Alaya almak, karşısındakini küçük görmektir. Hele bu, ferdî ol­maktan öteye geçip grup ve sınıfsal bir yapıya bürünürse, toplumun er­demini alıp götüren bir rüzgara, yakıp kül eden bir ateşe dönüşür. Gü­nümüzde manevî değerlerle, din ile hatta peygamberlerle alay etme me­totları değişmiş ve çeşitlilik kazanmıştır. Kitaplarla, makalelerle, basınla ve televizyonlarla bu alaya alma çok uzaklara ulaşmaktadır. Artık yüz yüze gelip alay etme zamanı geçmiştir; zira teknoloji bunu uzaklara ta­şımaktadır.

Ama o alay edenleri, yaptıkları alayların bir kısmının kuşattığını bu dünyada görüyoruz. Ama Öteki dünyada da alayları ateşe dönüşecek ve etraflarını saracaktır. "Ey inananlar! Bir topluluk diğer bir toplu­luğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler.

Kendi kedinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İ-mandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse işte onlar zâlimlerdir" (Hucurât 49/11). Allah katında kimin kimden üstün olduğunu bilme imkanımız olmadığından, bir Müslüman grup diğeri ile alay etmemelidir. Çünkü alay zulümdür, fâsiklıktır.

8."De ki: Allah'a karşı sizi gece gündüz'kim koruyacak? Buna rağmen onlar Rabblerini anmaktan yüz çevirirler."

Âyette geçen yekleü fiili, "bekçilik yapmak, korumak" mana­larına gelmektedir. Demek ki peygamberi alaya alanları bu dünyada azap saracak ve onları Allah'a karşı kimse koruyamayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, onların işini Allah görecektir. Mesela: Peygamberlerle alay etme konusuna tarihi bir örnek verecek olursak, Bedir savaşında Müslümanların karşısında kâfirlerin düştüğü perişan duruma Yüce Allah'ın yardımı olmuştur. Yüce Allah, Kur'ân'da bunu anlatmaktadır. Alay edenleri Allah'ın azabına karşı koruyacak kimse yoktur.

Buna rağmen onlar Allah'ın zikrinden, yani Allah'ı anmaktan veya O'nun Kur'ân'ından yüz çevirmektedirler. Daha önce Tâhâ 124-127. âyetlerde Kur'ân'dan ve Allah'ın öğüdünden yüz çevirmenin nelere mal olacağı anlatılmıştı.

9. "Yoksa kendilerini bize karşı savunacak bir takım tanrıları mı var? O tanrılar, kendilerine bile yardım edecek güçte değildirler. Onlar da biz­den alaka ve destek görmezler."

Allah'ın peygamberi ile alay eden, âhirete inanmayan ve O'nun ki­tabından yüz çeviren insanlara Yüce Allah şunu sormaktadır: Bana karşı onları savunacak, benim azabımı engelleyecek tanrıları mı vardır? Ne cesaretle bu şekilde davranıyor ve olumsuz tepkide bulunuyorlar? de­mektedir. Aslında sorunun şekli, içinde ret olan bir sorudur. O'nun aza­bından onları koruyacak, azabı engelleyecek tanrıları olamaz demektir.

Böyle tanrılar olamaz ama, onlar olduğunu kabul etseler bile, o tanrıların kendi kendilerine bile faydalan olamaz. Kendi kendine yardım edebilmek, yeterlilik göstergesidir. Kendi kendine yeterli olan sadece Allah'tır ama bu sorudan, onların tanrılarının canlı olduğu anlaşılmakta­dır.

İnsan bile kendi kendine fayda ve zarar vermekte yetkin değildir. Onun içindir ki Yüce Allah, Hz. Muhammed'i tanrı edinmemeleri için şu mesajı insanlara iletmesini ondan istemiştir: "De ki: Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiç fenalık dokunmazdı. Ben, sadece inanan bir toplum için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim"(A'râf 7/188).

Tefsirini yapmakta olduğumuz âyetin son kelimesi yushabûndur. Bu kelime, "yardım, destek, alaka" anlamına gelen sahâbetden türemiştir. Demek ki bu insanlar, Allah'tan bir destek ve alaka da bekleyemezler, çünkü böyle bir şey asla olmayacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, peygamberlerle alay etmek, âhireti in­kâr etmek, Kur'ân'dan yani ilâhî öğütten, mesajdan yüz çevirmek, Allah ile olan bütün bağlarını koparmaktır Yani, Tâhâ 126'da ifade edildiği gibi "unutulmaktır". Yüce Allah, böylesi ile ilgisini kesmekte ve onu unutmaktadır. Allah tarafından unutulmak, alakası kesilmek en büyük azaplardan değil midir?

İşte kâfirlerin inandıkları canlı sahte tanrılar, Allah'tan böyle bir muameleye maruzdurlar; aslında kâfirlerle, tanrıları aynı ilâhî muamele ile karşı karşıya kalacaklardır.

10. "Doğrusu Biz, o inkarcıları ve babalarını dünya nimetlerinden yararlandırdık. Öyle ki uzun süre bu şekilde yaşadılar."

Yüce Allah, inkâr edenleri dünya nimetlerinde mahrum bırakma­maktadır. Onları da belli bir sürede nimetlendirmektedir. Hz. İbrahim sadece inananlara nimet isteyince, Allah ona kâfirlere de vereceğini söy­lemiştir (Bakara 2/126). Bu durum bize şunu anlatmaktadır: Yüce Allah dünyevî nimetlerini herkese sunmaktadır. Çalışan insan o hazineden alır. İman  etmiyor diye  alın  terinin  karşılığını  vermezlik  yapmaz.  Ama âhiretin nimetleri sadece iman edip iyi amel işleyenlere ait olacaktır. İşte âyetin bu kısmı, kâfirlerin kendilerini ve babalarını dünyevi nimetlerden istifade ettirip ömürlendirdiğini gündeme getirmektedir.

"Onlar, Bizim, şimdi bulundukları topraklara gelip, oraları azar azar ele geçirdiğimizi görmüyorlar mı? Onlar inananlara galip geleceklerini mi sanıyorlar?"

a) Yüce Allah bu âyette, İslam ülküsünün, Müslümanlığın kuvvet­lenmesi ve onun Allah tarafından desteklenmesi ile, inkarcıların toprak­larının, hüküm sürdükleri sınırların daraldığını ve daralacağını ifade et­mekte, küfrün güç kaybına ve ülke kaybına işaret etmektedir.

b) Yüce Allah "görmüyorlar mı?" derken de, bu işin farkına varmalarını, anlamalarını ve sonunda imana gelmelerini istemektedir. Gerçekleşen olguların nereye varacağını kestirmeleri gerekiyor. Maddî bakımdan topraklarını kaybederken, manevî bakımdan da siyâsî güçleri­ni kaybediyorlardı.

c) Aslında bu soru her asrın insanına sorulmaktadır. Hem her ülke­nin içinde zulmeden, Allah ile ilişkilerini inkârdan dolayı koparan, ina­nanlara düşmanlık yapanların zaman içinde güçlerini yitirecekleri hem de ülkeler arası ilişkilerde zulmedenlerin, Allah'ın vahyine karşı koyan­ların topraklarım ve güçlerini kaybedeceğine burada işaret edilmektedir.

Âyete bu yorumu getirmemizin sebebi, âyetin son kısmında yer a-lan ifadededir.                                                            

d) "Onlar inananlara galip geleceklerini mi sanıyorlar?"

" Aklını kullanan, bilgiye ve gerçek tevhîd inancına sahip olanlara kâfirlerin galip gelmesi mümkün değildir. Çünkü onlara şu ferman ve­rilmiştir: "Eğer inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz" (Âl-i Imrân 3/139).

Netice olarak diyebiliriz ki: Gerçek tevhîd inancına sahip olan müminleri Yüce Allah destekleyeceği için onların galip gelmeleri mut­laktır. Ama unutulmamalıdır ki, iman edip yatmakla bu fermanın kap­samına girmek, ona muhatap olmak mümkün değildir. İmanın bir bölü­mü de davasında kararlı olmak, onun uğrunda mücâdele vermenin gerek-

lerini yerine getirmektir. Mücâdelede gerekli olan, fikrî ve teknolojik alt yapıyı hazırlamaktır. Mücâdele fikrî alanda, ekonomik ve teknolojik sahalarda ise alan neyi zorunlu kılıyorsa o yerine getirilmelidir.

Her imkan elinde olur, ama davana inanmıyorsan mücâdelede ye­nik düşersin. Diğer taraftan imanım var deyip yan gelip yatarsan da ye­nik düşmen mukadderdir. Akıl, iman, bilgi, ekonomik ve teknolojik güç­ler bir araya gelmelidir. Bunların yanında farkı belirleyecek olan, Yüce Allah'ın yardımı olacaktır.

Demek ki: Yüce Allah inkâr ile tevhîd inancının mücâdelesini ve bu mücâdeleden galip gelecek olanı belirlemekte, böylece inanç alanında mücâdelenin olacağını, farklı inançların çatışacağını, bu çatışmada mü­minlerin hazırlıklı olmasını öngörmektedir. Bu mücâdeleyi anlatırken, bize göre, şunu amaç edinmektedir: Farklı inançların, kavga etmeden, birbirine saldırmadan bir arada barış içinde yaşama kültürü geliştirilme­lidir. İnançların çatışmadığı, çatışmaya sebep olmadığı bir dünya oluş­turmak insanların görevi olmalıdır. Bu durum, ilkel insan ve toplum ile gelişmiş insan ve toplum farkını belirleyen ölçülerden biridir. İnançlarını baskı aracı olarak kullanan fert ve toplumlar, gelişmiş insan ve toplum sınıfına giremezler. Her çağda inkarcılar, daima inançlar arasında kavga ve savaş çıkarmışlardır. [11]

 

Hz. Peygamber'in Görevi Ve Kâfirlerin Pişmanlığı

 

45. De ki: Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum. Fakat   sağır olanlar, uyarıldıkları zaman, bu çağrıyı duymaz-

46. Andolsun, Rabbinin azabı onlara hafifçe dokunsa: "Vah bize! Doğrusu, biz haksızlık yaptık" derler.

Birbirinden farkh konulara değinmelerine rağmen, iki âyeti aynı anda tefsir etmeyi uygun bulduk. Açıklamalarından varacağımız ilkeler olacaktır.

1. "De ki: Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum."

Âyetin bu kısmı din eğitimi ve öğretiminin can alıcı konusunu teş­kil etmektedir.

Peygamber, insanları "ilâhî vahy" ile uyarmak mecburiyetindedir. Petyamberin "vahy ile uyarması", kendi düşüncesine, görüşüne ve iste­ğine göre uyarmaması demektir. Bundan şu noktaya geliyoruz: Din âlimi ve görevlileri "vahy"i anlayacak ve onunla insanları uyaracak, din diye onu insanlara öğreteceklerdir. "Vahy'Mn dışında herhangi bir görüşü din olarak başkasına sunamaz, onu referans kabul edemez; aksi takdirde hem Allah'ın emrine ters düşer hem de Hz. Peygamberin uygulamasına ters düşer.

Bu ilkeyi esas almayanlar, din alanını kirletmekte, insanları dinden uzaklaştırmakta, ilâhî vahy ile insanların arasındaki bağı koparmakta ve irtibatlarım kesmekte, dini beşerîleştirmekte, yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Enbiyâ 45'e ters düşmekte ve Allah'ın emrini dikkate almamak­tadırlar.

Âyette geçen vahy kelimesinin başındaki bâ harfi, "ile" anlamına geldiği gibi, "dayanarak" manasına da alınabilir. Dolayısıyla âyet "ben sizi, sadece vahye dayanarak uyarıyorum" şeklinde tercüme edilebilir.

Yüce Allah, "vahye dayanarak" buyururken, Benim mesajıma, Kur'ân'ıma, kitabıma demektedir. Uyarının referansı Kur'ân olmalıdır. Peygamber ve daha sonra din âlimleri ve görevlileri öğrettikleri şeylerin, verdikleri fetvaların, yaptıkları uyarıların Kur'ân'a dayandığını, kendile-

rinin görüşü olmadığını halka söylemelidir. Çünkü uyarıların kabul e-dilmemesi durumunda, Allah'a karşı sorumlu olacaklardır. Din adına onların sorumluluğu sadece Allah'a olabilir. Çünkü dinde haram, ilâhî vahyde aranmalıdır (En'âm 6/145); Peygamber kendisine Allah'ın indir­diğini tebliğ etmek zorundadır. Aksi takdirde görevini yerine getirmemiş olur (Mâide 5/67); Peygamber Kur'ân ile öğüt vermelidir (Kâf 50/45).

Beşerî fikri ilâhî vahye karıştırarak insanlara sunmak çok büyük günahtır ve Allah ile bağlan koparmaktır (Hakka 69/44-46). Gelişigüzel haram, helal fetvası vermek Allah'a iftiradır (Nahl 16/116); Allah'a iftira etmek de yalancı peygamberliğe denk bir hatadır (En'âm 6/93).

Kısaca din eğitimi tüm ilâhiyatçılara, ilâhîyat öğrenimi görenlere, yaygın din eğitiminde görev alanlara, vahye dayanmadan din adına ko­nu şulamayacağım sıkı sıkıya öğretmelidir. Bu ilkenin uygulama alanı bulunmadığı bir faaliyet dini faaliyet olamaz. Din alanını temiz tutmak, kirletmemek bu ilkenin hayata geçirilmesine bağlıdır. Din öğretiminin etkili olması bu ilkeyi hayata geçirmeye bağlıdır. İnsanlara ilâhî vahyin pınarından içirmek, onun ışığı ile gönüllerini aydınlatmak eğitimin etkili olması demektir.

2. "Fakat sağır olanlar, uyarıldıkları zaman, bu çağrıyı duymazlar."                     

Ayetin bu kısmında gündeme getirilen "sağırlık" manevi anlamda sağırlığı ifade etmektedir; kafadaki kulakların sağırlığını değil. Manevi anlamdaki sağırlık neden meydana gelmektedir? Önceki âyetlere bakar­sak Enbiyâ 36'da bahsedilen inkâr psikolojisi kulakları tıkatmaktadır. Hz. Peygamberle alay eden, Kur'ân'dan yüz çeviren, âhiret hayatına inanmayan, Allah'tan başka varlıkları tanrı edinenlerin kulakları, ilâhî vahye dayanan peygamberin uyarısına karşı tıkalıdır.

a) Yüz çevirenler dinlemedikleri için duymazlar (Fussilet 41/4).

b)  Kalplerin davet edilen şeye karşı kapalı olması, kulaklarda bir ağırlığın olması, onları sağır hale getirmektedir (Fussilet 41/5).

c)  "Gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur" (Hacc 22/46) âyetinde göz için söylenenleri kulaklar için de söyleyebiliriz. Kafadaki ku­laklar değil, sinedeki kulaklar kör olur.

Duyu organlarından sinesini ve kulaklarını ilâhî vahye dayanan peygamberin uyarısına kapatan insanlar sağırdırlar. Onlara uyarıyı işit­tirmek mümkün değildir. Biz buna, "din eğitiminin sınırlılıkları" da di­yebiliriz. Ayetin bu kısmını birinci bölümüne bağlayarak açıklarsak şu neticelere varabiliriz: İnsan sûresinin 2 ve 3. âyetine göre kişi kulaklarım uyarıya açıp açmamakta Özgürdür. İster onları açarak ilâhî uyarıyı duyar, dinler ve anlar; isterse sinesindeki kulakları uyarıya kapatır, ona karşı olumsuz bir tavır takınır. Bu özgürlüğe rağmen, din eğitimi yaparak ilâhî vahye dayanan uyanda bulunmak gerekiyor. Zaten o zaman, yani din eğitimi anında insanın hangi taraftan yana seçeneğini kullandığı ortaya çıkacaktır. Sinelerdeki manevi kulakların işitip işitmediği, din eğitimi denen muayeneden sonra ortaya çıkacaktır. Doktora müracaat etmeden hastalık da sağlamlık da anlaşılamaz. Eğitimden ve uyandan geçmeden sinedeki kulakların sağır olup olmadığı anlaşılmaz.

3. "Andolsun, Rabbinin azabı onlara hafifçe dokunsa: 'Vah bize! Doğrusu biz, haksız­lık yaptık'derler."                                                      

Âyette geçen nefha, "esinti, yani hafif esen rüzgar"ın özelliğidir. Azabın kendisi değil de, onun hafif esintisi dokunsa, feryat çıkarırlar demektir. Azabın dokunması, onların akciğerlerine baskı yaparak ağızlarından: "Vah bize! Doğrusu zâlimlerdik" sözünü çıkartmaktadır. Demek ki azabın dokunması, onların bilincini geliştirmekte, pişmanlık duymalarına, kendilerini tenkit etmelerine sebep olmaktadır. Hayat tecrübesi olmadan, başa gelmeden anlayış uyanmamaktadır. Demek ki, hayat tecrübesi, bilginin kaynaklarından biri olmaktadır. Diğer taraftan cezanın eğitici yönüne de dikkat çekilmektedir. Hukukun eğiticiliğini burada görmemiz mümkündür. Kendini tanımak, ne yaptığını anlamak, kendini değerlendirip yargıda bulunmak gibi erdemli oluşumlar bu şekilde meydana gelmektedir.

Ama bu oluşumlar, yapılan hatalara denk bir ceza verilseydi mey­dana gelmezlerdi. Çünkü ağır cezanın eğiticiliği yoktur, karşılığım alma vardır. Cezayı hafif bir şekilde dokundurma, uyandıracak eğitici netice­ler meydana getirecektir.

Bu âyet, çağdaş hukuka şunu öğretmektedir: Bir davranışa uygula­nacak olan cezanın en üst derecede olanının uygulanması hukuksal neti­ceyi; en az seviyede olanını uygulaması da eğitici neticeyi doğuracaktır. Yargıçlar, kişinin durumuna göre üst veya alt seviyede cezanın uygula­nışına karar vereceklerdir. Onun için Hukuk Fakültelerinde hukuk felse­fesi dersinin yanında psikoloji, sosyoloji ve ahlak dersleri de verilmeli­dir. Hukuk Sosyolojisi, Hukuk Psikolojisi ve Hukuk Etiği bu konulara yönelik konulan içerecektir.

Ağır cezanın altında tüm melekelerini yok etmek yerine, "vah bize! büyük yanlışlar yaptık" diyebilecek melekelerini canlı bırakmak, onları harekete geçirmek gerekiyor. [12]

 

Kıyametin Adalet Terazisi

 

47. Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Ar tık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş,          bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa onu getiririz. Hesap gören olarak Biz yeteriz.

Yüce Allah, insanların bu dünyada işledikleri amellerini âhirette göreceklerini, onlar hakkında değerlendirme yapılmadan önce amellerini tartan teraziler konacağını ve bu terazilerin "adalet terazisi" olacağını bu âyette beyan etmektedir.                                                                 

1.  "Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız."

Ayette geçen  neda'u fiili, "hazırlarız, koyarız, kurarız" mana­larına gelmektedir. Dünyanın "temel değerlerinden" biri "adalet" oldu­ğundan âhirette de bu değer, amellerinin ölçülmesinde ve tartılmasında kullanılacak olan terazinin de sıfatı olacaktır.

Bu dünyada en çok yara alan, itilip kakılan, bazen yerlere atılan, çiğnenen değerlerin başında da "adalet" gelmektedir. Onun için "adalet", âhirette en önde gelen değerlerden olacaktır. Bu dünyada adaleti çiğne­yenler, orada adaletle muamele göreceklerdir.

Bilindiği gibi "kist adaletine", "oran adaleti" manasını vermiştik. Herkese eşit davranılması "adalet", ama herkesin yaptığı işe göre ödül­lendirilmesi "kist" denen "adalet" yani "oran adaleti" olmaktadır. Onun içindir ki, âhirette herkes ameline göre muamele göreceğinden "kist ada­letinden kurulu terazilerle ölçüme tâbi tutulacaklardır.

Eğer İbn Abbas'ın A'râf 29'daki âyette geçen kist kelimesine ver­diği manadan hareket edersek kıyamette kurulacak terazilerin "tevhîd inancı terazisi" olacağını söyleyebiliriz. Çünkü İbn Abbas bu âyetteki kist kelimesini "tevhîd" olarak manalandırmıştır.

İbn Abbas'a göre "tevhîd", "adalet" ile eşittir. Zira "şirk", "zulüm" olunca, "tevhîd" de "adalet" olmaktadır.

2.  "Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez."                                                             

Yüce Allah, kullarının: "Rabbimiz zulmediyor" dememeleri için birden fazla ölçü kullanacaktır. Birisi kirâmen kâtibin ismindeki  leklerin amelleri yazdığı defter veya kitap, diğeri insanın kendi beden organları, bir başkası da âyette bahsedilen terazilerdir.

Üç tane delil ile belirlenecek olan amellerin ardından değerlendir­me yapılacaktır. Bu üç delil ve Ölçü birbirini tutunca adalet gerçekleşe­cektir. Hiç kimseye zulmedilmeyeceği için kıyamette de mutlak ilâhî adalet yerini bulacak, ortaya çıkacak ve gerçekleşecektir. Bazen bu dün­yada insanlar adaleti engelledikleri için, hakları çiğnedikleri için zulüm yapmaktadırlar. Ama âhirette adaletin güneşini kimse söndüremeyecektir.

Ayetin her iki bölümünden şu neticeyi çıkartıyoruz: Âdil ölçme ve değerlendirmenin olduğu yerde, haksızlık olmaz. Haksızlığın, yani zul­mün en azılı düşmanı adalettir.

3. "Yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz."

Âyetin bu kısmı, en küçük amellerin bile kaybolmayıp kaydedildi­ğini, mahşerde insanın önüne geleceğini belirtmektedir. Kur'ân'da bu konuyu ele alan başka âyetler de vardır:

"Kitap ortaya kon­muştur. Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. 'Vay halimize!' derler, 'bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bı­rakmaksızın hepsini sayıp dökmüş'. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez" (Kehf 18/49).

"Yavrucuğum! Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu bir kayanın içinde veya göklerde ya da yerin derinlikle­rinde bulunsa, yine de Allah onu getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır" (Lokman 31/16).

c) "Kim zerre miktarı hayır yaparsa onu görür; Kim de zerre miktarı şer işlerse onu görür" (Zilzâl 99/7-8).

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, herkes bu dünyada işlediği amel­lerin küçük ve büyüğü ile mahşerde karşılaşacak, onu görecek, Yüce Allah onu ona getirecektir. Bu dünyada haksızlığa uğrayanlar, haklarını o âlemde alacaklardır.

Bütün insanlar şu gerçeği bilmelidir: Hesap görücü olarak Allah yeterlidir. O'nun değerlendirmesinde eksiklik olmaz ve bu konuda kim­seye muhtaç değildir.                                            

Bu dünyada insanların görmesinden kaçırıp yaptığımız kötülük ve işlediğimiz günahların kaybolmadığını bilirsek ahlâkî disiplin kazanmış oluruz. Yaptığımız iyiliklerin kaybolmayıp karşılığını göreceğimize dair inancımız da, bizi daima iyi ameller üretmeye teşvik edecektir. Birincisi caydırıcı, ikincisi de teşvik edici olacaktır. [13]

 

Hz. Musa Ve Harun'a İndirilen, Vahy Kimin İçin, Ne Yapar?

 

48. Andolsun Mûsâ ve Harun'a eğriyi doğrudan ayıran Kitâb'ı, takva sahibi olanlara ışık ve öğüt olarak ver­dik.

49. Takva sahipleri, görmedikleri halde Rabblerine bi­linçli bir şekilde saygı duyarlar; onlar kıyametten kor­kan kimselerdir.

50. İşte bu Kur'ân da, bizim indirdiğimiz hayırlı ve faydalı bir öğüttür. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?                

Yüce Allah, gönderdiği vahyin evrensel değerlerini ve görevlerin­den bir kısmını bu âyetlerde açıklamaktadır. Bunu şu şekilde açıklayabi­liriz: İnsanın biyolojik hayatı, kesinti veya sıçramalarla devam eden bir çizgi değil, tam tersine birbirini takip eden ve kesintiye uğrayamayan bir süreç niteliğindedir. Aynı şekilde insanın sosyal yaşamı da kesintisiz sıçramaları olmayan bir süreçten ibarettir.

Sıçramaları, kesintileri olmayan ve bir süreç olarak devam eden in­sanlığın sosyal hayatı için Yüce Allah'ın koyduğu ilkeler, hükümler ve

ahlâkî değerler arasında da devamlılık, aynilik ve benzerlik vardır. Bu bakımdan peygamberlerin görevlerinde ve onlara gelen vahyde aynilik vardır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 48-50. âyetlerde bunu görmemiz mümkündür.

1. "Andolsun, Mûsâ ve Harun'a, eğriyi doğrudan ayıran Kitâb'i takva sahibi olanlara ışık ve öğüt olarak verdik."        

Bu âyette Kitâb'ın üç özelliğine temas edilmektedir:

a) Furkân                                                                                                        

Yüce Allah, Hz. Mûsâ ve Harun'a verdiği Kitâb'ın adını Furkân koymuştur. Furkân ismi o kitabın aynı zamanda görevini belirlemekte­dir. Furkân, "farkları fark ettiren, yani hakla bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt eden" demektir.

Daha önce birinci ciltte Kur'ân'ın isimlerini anlatırken, onun bir isminin de Furkân olduğunu açıklamıştık. Demek ki Furkân olma ve bunu yerine getirme bakımından Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'a gönderilen vahyin arasında bir devamlılık, bir benzerlik ve bir aynîlik vardır.

Burada dikkat edilmesi gereken konu, bütün peygamberlere gönde­rilen vahyin müşterek özelliklerinden, görevlerinden ve amaçlarından biri budur. Çünkü bu vahylere inananların seçici olabilmeleri için, seç­meden önce farkı fark etmeleri gerekiyor. Farkı fark edemeyen, seçme­sinde isabet edemez, yanılır ve sağlıklı bir seçme yapamaz. İşte ilâhî vahy, insanın veya inanırların önüne farkı fark ettiren, kirli düşünceleri, felsefeleri rafine ederek sağlıklı seçim yapmasını sağlamaktadır.

Çünkü bir yığın fikrin içinden iyilerini, güzellerini, doğrularını ve hak olanlarını bulup çıkarmak için ilâhî vahy bir kültür geliştirir.

Oturmuş hukukun, sağlam kültürün ve manen sağlıklı bir hayatın ve ahlâkın buna ihtiyacı vardır. Çöplerden, dikenlerden, kirden temiz­lenmiş bir kültürün gelişip yayılması için Yüce Allah "furkân görevi"ni yerine getirecek vahyini göndermiştir. İşte bunlardan bu görevi yerine getirenler Hz. Musa'ya, Hz. Harun'a ve Hz. Muhammed'e gönderilen kitaplardır. Onların geliştirmek istediği seçici kültürdür. Bu seçici kültürün içinde dostunu, düşmanını, zehirleyici düşünceleri fark eden insanı yetiştirmek asıl hedef olarak belirlenmiştir. Dostunu, düşmanını seçeme-yen, fark edemeyen fert veya nesiller ve milletler, geleceği göremez, geleceği sezemez ve geleceğe yönelik projeler yapamaz; geçmişi kulla­narak geleceği inşa edecek dehayı yetiştiremez.

Yüce Allah, Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'a gönderdiği vahyin takva sa­hipleri için bir ışık olduğunu, bir aydınlatma görevini yerine getireceğini buyurmuştur.

Onların kitabı ışık idi; Kur'ân da yine "ışık" anlamına gelen nur­dur. Onların kitabı diyâ', Kur'ân da nûr görevini yerine getirmektedir. Kur'ân'ın nûr olduğu Nisa 174 ve Şûra 52'de belirtilmiştir. Genel kabu­le göre Hz. Musa'ya indirilen kitabın adı Tevrat'tır. Ama Kur'ân'a göre Tevrat tüm İsrailoğullarına gönderilen kitaptır. Maide 44’te de Tevrat'ın nûr olduğuna işaret edilmektedir. Demek ki önceki peygamberlere gelen ilâhî vahy de nûr görevini yerine getiriyordu.

Kâinatta güneş ne yapıyorsa, manevi alanda ve insan hayatında i-lâhî vahy de aynı şeyi yapmaktadır. Bir fark vardır: Güneş batar, ama ilâhî vahyin güneşi hiç batmaz.

İnsanların cehaleti, nefsin kötü arzuları, hırs, haset, düşmanlık duygusu ve saldırganlık iç güdüsü, bir karanlık meydana getirmektedir. Bu karanlık da bir süreç olarak devam etmektedir. Bu karanlığı gidere­cek olan ilâhî vahye, yani ilâhî bilgiye nûr denmektedir. Nûr, insana önünü, yolunu ve objelerin rengini gösteriyor. Bu ışık olmaz ise, bir ön­ceki ayırt edici, farkı fark ettirici görevini yerine getirmez..              

c) Öğüt                                                                                

Hem Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'a hem de Hz. Muhammed'e gönderi­len ilâhî vahyin kitabı bir öğüttür. Enbiyâ 50'de Kur'ân için bu isim ve görev belirlendiği için öğütle ilgili açıklamayı orada yapacağız. Burada şu kadarını söyleyebiliriz: Kur'ân düşündürür, Allah'ı ve insana kendisi­ni hatırlatır, bunları yerine getirene şeref bahşeder. Bu nedenle takva sahiplerine öğüt verme görevini de yerine getirir.            ;

Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'a gönderilen vahyin, kitabın da bu görev­lerini takva sahiplerine yapacağını da özellikle belirtmektedir. Bu vahy, genelde bütün insanlığa, özelde takva sahiplerine farkı fark ettirecek, ışık olacak ve öğüt verecektir. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Kimdir bu takva sahipleri ya da takva burada ne anlama gelmektedir? Sorunun cevabını 49. âyet vermektedir.

2. "Takva sahipleri, görmedikleri halde Rabblerine bilinçli bir şeklide saygı duyarlar, onlar kıyametten korkan kimselerdir."

İşte bu âyet hem takva sahiplerinin kim olduğunu hem de takvanın ne anlama geldiğini kısaca anlatmaktadır.

a)  Kendi algı ve tasavvurlarının ötesinde, görmedikleri, elleriyle tutmadıkları, yani gayb olan Allah'a bilinçli bir şeklide saygı duyan kişi takva sahibi olmanın adımlarından birini atmış, basamaklardan birini çıkmış demektir. Demek ki, Allah'a saygı duymak, takvanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Ayette geçen ijJüt yahşevne kelimesinin anlamı içinde "bilinci bir saygı ve korku ile mayalanmış bir saygı" ma­nası vardır.

b)  Diğer taraftan bu kişiler kıyametten korkarlar. Buradaki korku, titreyerek hareket etmeyi ifade etmektedir. Son saatten, yani kıyametten korkmaları nedeniyle davranışlarını ona göre düzenlerler.

Kısaca gözü ile göremediği, eli ile tutamadığı Allah'ına bilinçli bir şekilde saygı duyan ve kıyametten korktuğu için haramlardan sakınan ve ahlâkî davranışlarını düzenleyen kişiler ilâhî vahyden istifade edecekler­dir.

3. "İşte bu Kur'ân da, bizim indir­diğimiz hayırlı ve faydalı bir öğüttür. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz."

Yüce Allah, Kur'ân'ın Furkânlığını Furkân sûresi birinci âyette; nûr olgusunu da Şûra 52'de anlatmıştı. Bu özellikler, Hz. Mûsâ ve Hâ-rûn'a indirilen vahyin de özellikleri idi. Şimdi müşterek özelliklerden biri olan "öğüt" olmaları bu âyette hatırlatılmaktadır.                            '

Ayette geçen zikrun mübârekün ifadesinde yer alan mübarek kelimesi, "hayırlı, faydalı, kutlu, bereketli" manalarına gelmektedir. Demek ki Kur'ân, fayda veren, hayırlı olan kutlu bir mesaj ve öğüt kitabıdır. Kur'ân da önceki vahyler ve kitaplar gibi uyaran, düşündüren, hatırlatan ve öğüt veren kutlu, faydalı ve bereketli bir

kıtapttpüce Allah, bu benzerlikleri açıklayarak kâfirlerin Kur'ân'ı inkâr etmelerini önlemek istemektedir. Demek ki geçmiş peygamberlere ina­nanların, vahyler arasındaki benzerliği teşhis ederlerse inanmaları kolay­laşacaktır.

İlâhî vahyin farkı fark ettirici, ışık ve öğüt verici özellikleri tama­men eğitimle alakalı nitelikleri ve görevleridir. Vahyler arasında var olan benzerlikler insanları imana davet etmeli, inkârı terk etmelerine sebep olmalıdır. Din eğitimi bunu sürekli olarak işlemelidir. Benzerliklerin tespit edilmesi dinde tevhîdi, sosyal yapıda da sosyal gücü meydana ge­tirecektir. Aynı değer ve inançlar etrafında toplanmak ilâhî vahyin ama­cı, sosyal güç meydana getirmenin de temelidir.

Din eğitimcileri şunu öğretmelidirler. Felsefi sistemler birbirini, özellikle sonrakiler Öncekileri reddeder nitelikte olmalarına rağmen, farklı peygamberlere gelen vahyler, özellikle sonrakiler öncekileri des­tekler ve onların devamı olduğunu söylerler. Felsefe ile vahyin temel farklarından biri de budur. Bu, felsefi sistemlerin neden din olmadığının ve olamayacağının sebeplerinden birini teşkil etmektedir. [14]

 

Taklit, Peygamber Uyarıcılarına Karşı En Büyük Direnç Olmuştur

 

51. Andolsun ki, daha önce İbrahim 'e de sağduyusunu vermiştik. Biz onu biliyorduk.

52. İbrahim, babasına ve toplumuna: "Şu karşısına ge­çip tapmakta olduğumuz heykeller de ne oluyor?" demıştı.

53. Onlar: "Babalarımızı onlara tapar bulduk" demişlerdi.

54. İbrahim: "Andolsun ki, sizler de babalarınız da paçık bir sapıklık içindesiniz" dedi.  

55. Onlar: "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa oyun­bazlardan biri misin?" dediler.      

56. "Hayır" dedi, "sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şahitlik edenlerdenim."

Hz. Mûsâ ve Harun'a verilen vahy ve Hz. Muhammed'e verilen Kur'ân'm bazı özellikleri ortaya konup aralarındaki evrensel benzerlik­ler belirtildikten sonra Hz. İbrahim'in olgusuna farklı bir boyuttan yakla-

şıp ele alınmaktadır. Bu olgudan çıkaracağımız ve günümüze ışık tuta­cak neticeler olacaktır.

1. "Andolsun ki, daha önce İbrahim'e de sağduyusunu vermiştik. Biz onu biliyorduk."

Bu âyet, Hz. İbrahim'in bizim "sağduyu" olarak tercüme ettiğimiz "rüşd" özelliğini gündeme getirmektedir. Rüşd kelimesinin açıklaması Bakara 186'da yapıldığından, burada geniş açıklamaya girilmeyecektir. Bu âyette bulunduğu yere göre "sağduyu" anlamı kelimeye uygun düş­mektedir. Kelimenin anlamına "doğru akıl yürütme" de denebilir. İbn Abbâs, "ilim ve anlayış"; Kadı Beydâvî, Nesefî ve Hâzin "hidâyet" ma­nasını vermişlerdir. "Olgunluk, ufuk aydınlığı, analiz yeteneği" de dene­bilir. Biz bu rüşd kelimesinin anlamını Meryem 12 ile verebiliriz: "Henüz sabî iken Yahya'ya hikmet verdik." Hz. Yahya'ya verilen "hikmet" ile Hz. İbrahim'e verilen "rüşd" kelimesini manalandırabiliriz. Bu mana ile İbn Abbâs'ı haklı bulduğumuzu söyle­yebiliriz. Bu manaları, Hz. İbrahim'in akıl yürütmek yolu ile tevhîd i-nancına varışını anlatan En'âm 74-79. âyetlerle örneklendirebiliriz. Gök­sel cisimlerden hareket ederek tek tanrı inancına varmasında gösterdiği akıl yürütme, sağ duyu ve hikmet bu "rüşd" kavramının içini doldurmak­tadır. Rüşd, bir bakıma "aklını kullanarak Allah'a varma yeteneği"ni ifade etmektedir. Rüşd, aynı zamanda "yetiştiği çok tanrılı bir inanç çevresinin ağır baskını kırmak, onunla boğuşmak, özgürce hakikatin peşine düşüp onu yakalama"yi da ifade etmektedir.

Yüce Allah'ın, Hz. Mûsâ ve Harun'dan önce Hz. İbrahim'e bunu vermiş olması, peygamberlerin yaptıklarının bir süreç olduğunu, tevhîd inancını öğretmenin ortak uğraşıları olduğunu göstermektedir.

Rüşd, çok tanrılı kültürü yıkıp tevhîd inancına geçmek için gerekli olan köklü değişimi yapma yeteneğini ifade etmektedir. Tabii ki böyle­sine köklü değişimi ancak peygamberler yapabilir. Çünkü bir toplumun kültürünün aktığı nehir yatağını tamamen değiştirmek normal insanların harcı değildir. İşte o peygamberliğin üzerinde oturduğu kabiliyet ve ye­teneklere rüşd denmektedir.

"İbrahim'e rüşdünü verdim" denirken, "verme" fiilinin, yaratılıştan onun psikolojik yapısına konduğunu mu, yoksa sonradan Öğretildiğini mi ifade ediyor? Eğer rüşdü "kabiliyet, akıl yürütmek" manasına alırsak yaratılıştan onun içine konduğunu söyleyebiliriz. Ama rüşd kelimesini bazı âlimlerin dediği gibi "peygamberlik" olarak alırsak, sonradan veril­diği ifade edilmiş olur. Bu manalardan hareket edersek, Hz. İbrahim'in yaratılıştan getirdiği psikolojik yapı ile kendisine verilen peygamberliğin örtüştüğünü göstermek için âyetin sonunda "Biz onu biliyor­duk" yani "onu tanıyorduk" ifadesi gelmiştir.

Biz bu âyetten kendimiz için şunu çıkartıyoruz: Bir kişiye önemli bir görevi verirken, ciddi bir sorumluluk yüklerken onu önceden iyi bil­mek, iyi tanımak gerekiyor. Yüce Allah Hz. İbrahim'e ne verdi ise, ne sorumluluk yükledi ise hep onu bilmesine, tanımasına göre hareket et­miştir.

2. "İbrahim, babasına ve toplumuna: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?' demişti."

et-temâsîl kelimesi timsâlin çoğuludur. Timsâl ise, "Yüce Allah'ın yarattığı varlıklardan herhangi birine benzetilmiş olarak yapılan şey"e denir (Râzî, age, XVI, 159). Hz. İbrahim, babasının ve toplumu­nun çok tanrılı inanca sahip olmaları nedeniyle, onların tanrılarına hey­kel demektedir. Heykel demesi onlar için hakareti ifade etmektedir. O heykellerin ne olduğunu bilmesine rağmen soruyu onlara yöneltmekte­dir.'âkif kelimesi, heykellerle beraber kullanılınca, "tapınmak, onlar için durmak" demektir. Bu soru, geleneksel din anlayışının ve çok tanrılı kültürün altına konan bir dinamiti, bombayı ve fay hattını ifade etmektedir. Çok tanrılı inancın ve kültürün çatırdaması, artık o kültürün sorgulanmaya başlaması anlamına gelmektedir. Bu sorgulama şekli tüm dünya insanlığı için bir örnek teşkil etmeli ve etsin diye de burada zikre­dilmektedir.

Oysa anlaşılıyor ki, çok tanrılı inançların çok eski bir tarihi var ve insanlık tarihinin derinliklerine kadar inmektedir. Bu sorgulamaya onla­rın verdiği cevap bir sonraki âyette yer almaktadır.                

3. "Onlar: 'Babalarımızı onlara tapar bul­duk' demişlerdi."

Bu âyetin sonundaki 'âbidîn kelimesi, bir önceki âyetin so­nunda yer alan 'âkifûn kelimesine mana vermektedir. Demek ki 'âkif, "tapınan" demektir. İşte Hz. İbrahim'in sorgulamasına verilen bu cevap, onların taklitçi olduğunu göstermektedir.

Sorgulama ile karşı karşıya gelen, onun önüne dikilen, ona karşı amansız mücâdele veren taklit olmuştur. Babalarını o putlara tapar bulmaları, onların da şirk koşmalarına neden olmuştur.

Zuhruf 23'te bu taklit sorunu şöyle ifade edilmektedir: "Senden Önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı1arı /  şımarıklıkları: 'Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi". Benzer gerekçeler şu âyetlerde de zikredilmek­tedir: "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar: 'Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları akıllarım kullanamıyor, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (Bakara 2/170); "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin' denildiği vakit, 'babalarımızı üzerinde bulduğumuz bize yeter' derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?" (Mâide 5/104).

İşte bu âyetler, taklidin, insanlık tarihinin çok kötü bir alışkanlığı, Hz. Peygamberin döneminde de çok revaçta olduğunu işaret etmektedir.

Ayetlere bakarsak ve bu âyetlerin içeriği ile yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 53'e yaklaşırsak şunu yakalamamız mümkündür: O milletin de babalarından aldıkları inanç sistemini, kültür mirasını sorgu­lamaları gerekiyordu. Akıl, bilgi, anlayış, düşünce ve gelen yeni vahy ile o kültür mirasını sorgulayıp zinciri kırmalı idiler. Çünkü Lokman 21'e göre taklit, şeytanın çağrısı ve sonu da cehennemdir.

"Babamızı bu yol üzerinde bulduk", "bunu sorgulayamayız" ve "yeni olanı da, değişimi de reddederiz" diyenler, toplumlarını ve tüm

insanlığı ateşe sürüklemekte, beyinlerine zincir vurmakta, gönüllerini de hapishaneye tıkamaktadırlar. Onlar, aynı zamanda, geçmişlerini tanrılaş­tırmakta, ölülerin iradesine girmekte, özelikle kendilerini yaşayan ölüye çevirmektedirler. Toprağın altında olanlar kendi dönemlerinde gerekli olanı yaptılar, biz de bulunduğumuz zamanın gereklerine göre hayatımı­zı ve düşüncemizi düzenlemeliyiz.

Hareketi, yeniliği, gelişmeyi ve değişmeyi durdurmaya çalışmak, taşıp kükreyen nehrin karşısında durmaya benzer. O nehrin suları seni alıp götürecek, taştan taşa vuracak, kemiklerini kırıp bir kenara atacaktır. İnsanlık medeniyeti de akıp duruyor; hele bilgi ve onun getirdiği baş döndürücü değişim olgusu kükreyen nehir gibi akıp gitmektedir. Onun karşısında duran, ona ayak uyduramayan toplumlar, milletler yok olup gitmeye mahkumdurlar.

4.  "İbrahim: 'Andolsun ki, sizler de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz' dedi."

Hz. İbrahim, onların bu taklit dolu sözlerini değerlendirmektedir. Hem kendilerinin hem de babalarının apaçık sapıklık içinde olduğunu söylemiştir. Demek ki, "sapıklık nedir?" sorusuna verilecek cevaplardan biri şudur: "Müşrik babalarını taklit ederek tevhîd inancını kabul etme­mek sapıklıktır". Böylece Hz. İbrahim, taklidi sapıklık olarak görmüştür.

5.  "Onlar: 'Sen bize gerçeği mi ge­tirdin, yoksa oyun bozanlardan biri misin?' dediler."

Hz. İbrahim'in değerlendirmesinin ardından, onlar bu âyetteki soru ile karşısına çıktılar. Gerçeği getirip getirmediğini, yoksa şaka yapıp yapmadığını sordular. Aslında onların ruhlarının derinliğinde gerçeği, yani hakkı arama, hakka kavuşma isteği potansiyel olarak vardı. Hakikat ile şaka arasında farkın olacağını da biliyorlardı.

Bu sorularında esas tavırları, Hz. İbrahim'in getirdiğinin gerçek olmadığı, şaka yaptığı yönünde olduğu anlaşılmaktadır.

6.  "Hayır, sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şahitlik edenlerdenim, dedi."

Artık Hz. İbrahim, tevhîd inancını anlatmaya, tebliğ etmeye başla­mıştır.

a) Önce onların Rabbinden bahsetmektedir. Allah'ın, "Sizin Rabbiniz" demesi ile onların da Rabbi olduğunu ifade etmiştir. Daha sonra Hz. Musa'nın Allah'ı anlatırken Şu'arâ 26'da şöyle demesi de Hz. İbrahim'in bu âyetteki sözünü hatırlatmaktadır: "Mûsâ dedi ki: Allah, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbidir." Demek ki, peygamberler tevhîd inancı eğitimini yaparken, "sizin Rabbiniz" ifadesine yer vermişler, bunu bir metot olarak kullan­mışlardır. Rabb ismi ya da sıfatı, "Allah'ın yaratıcılığını, besleyip bü­yütmesini, eğitmesini, yani doğru yolu göstermesini" ifade etmektedir (Tâhâ 20/50).

b) Hz. İbrahim, onların Rabbinin, aynı zamanda yarattığı kâinatın da Rabbi olduğunu ifade etmiştir. Âyetin bu kısmından da, Yüce Al­lah'ın fâtırlık sıfatını, yani "yoktan yaratması"m gündeme getirmiştir. Hz. Mûsâ, Tâhâ 50'de hâhklık, Hz. İbrahim ise Enbiyâ 56'da fâtırlık sıfatını hatırlatmıştır.                                                            

Bundan şunu çıkartıyoruz: Tevhîd inancını insanlara öğretirken, anlatırken Yüce Allah'ın insanı âciz bırakan yaratma sıfatını gündeme getirmek gerekiyor. İnsanların dikkatini yaratılış olgusuna çekmek, en doğru sunuş ve Öğretim şekli olmaktadır.

Şimdi Enbiyâ 56'ya, Hz. İbrahim'in tevhîd inancını anlatım meto­duna dönebiliriz: Onun, modern öğretim metotlarından "yakından uza­ğa" metodunu kullandığına şahit oluyoruz. Önce "sizin Rabbiniz" diye­rek yakından başlıyor; sonra "yarattığı göklerin ve yerin Rabbi" diyerek uzağa gidiyor. Biz buna "yakından uzağa" metodu diyoruz. Genelde "yakından uzağa" metodu çocukların öğretiminde kullanılır. Yetişkinle­rin Öğretiminde ise daha çok "uzaktan yakma" metodu kullanılabilir. Hz. İbrahim'in toplumu tevhîd inancı bakımından çocuk seviyesinde olduğu için o, yakından uzağa metodunu uygun görmüştür.

c) Hz. İbrahim, Yüce Allah'ın kâinatı ve içindeki bütün varlıkları yarattığına, onları besleyip büyüttüğüne tanıklık ettiğini söylemektedir. Âyette geçen şâhid kelimesi "inanmak, tasdik etmek, tanıklık etmek"

anlamlarına gelmektedir. Aslında Âl-i İmrân 18'de geçen "Allah şu hususu açıkladı" ifadesindeki şehâdet kelimesi "açıklamak" anlamına gelmektedir. Hz. İbrahim de söylediği tevhîd inancını delilleriyle açıkla­dığını söylemektedir (Kurtubî, age, XI, 502).

Biz şu bağlantıyı kurarak bir netice çıkarmak istiyoruz: En'âm 75'te Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbra­him'e göklerin melekûtunu gösteri yorduk." Buradaki melekût, "Yüce Allah'ın gökleri ve yeri idare etme kanunları" demektir. Yüce Allah ona gösterince, o da Enbiyâ 56'da şahit olduğunu, inanıp tasdik ettiğini ifade etmiş oldu.

Yüce Allah'ın, Hz. İbrahim'e gösterip öğrettiği kâinatın yaratılış ve idare kanunlarını, Hz. İbrahim de toplumuna öğretmekte ve aktar­makta, kendi inandığını onlara "inanın" diye teklif etmektedir. Bundan şu çıkıyor: Öğreticiler inanmadıkları ve hayatlarında tatbik etmedikleri konulan başkasına anlatıp inanmalarını isteyemez. Önce, öğrettiklerine kendisi inanacak, hayatına tatbik edecek, sonra da başkasına öğretecek ve inanmalarını teklif edecektir. O zaman Öğretimi etkili olacak ve netice alacaktır. İşte insanlara teklif edilen inanç ilkelerine Öncelikle Hz. Pey-gamber'in inanması gerektiğini söyleyen Bakara 285. âyeti buna delil olmaktadır.

Hz. İbrahim, tevhîd inancının Öğretimi ile toplumunun taklitçiliği­ni, babalarının çok tanrılı inancına bağlılıklarını kırma mücâdelesini ver­mektedir. Bu anlatım şekli bizim için örnek teşkil etmelidir. [15]

 

Deneysel İspat

 

57. Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.

58.   Hepsini paramparça edip,  içlerinden büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bıraktı.

59.  "Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlim­lerden biridir" dediler.

60.  Bazdan: "Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş" dediler.

61.   "O halde, onu hemen insanların gözü önüne geti­rin, belki şahitlik ederler" dediler.                           *     .

62.  "İbrahim, bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?" dedi­ler,

63.  (İbrahim): "Hayır, onu şu büyükleri yapmıştır, ko-nuşabiliyorlarsa onlara sorun" dedi.               

64-65. Kendi kendilerine dönüp birbirlerine: "Doğrusu siz zâlimlerdensiniz" dedikten sonra, gönüllerindeki eski inançları depreşerek: "Ey İbrahim! Sen bunların konuşmayacağını bilirsin" dediler.

66-67. (İbrahim): "O halde, Allah'ı bırakıp size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsu­nuz? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yuh ol­sun! Aklınızı kullanmıyor musunuz?" dedi.

68.  Onlar: "Bir şey yapacaksanız, şunu yakın da, tanrı­larınıza yardım edin " dediler.

69.  Biz: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve esenlik ol" dedik.

70. Ona tuzak kurmak istediler. Biz de onları daha çok kayba uğrattık.

Şimdi bu âyetleri açıklarken genel anlamda çıkaracağımız ilkeleri gündeme getireceğiz.

1. Hz. İbrahim bir deneye başvurdu.

Çok tanrılı inanca sahip olan toplumuna, Allah'a yemin ederek, yapacağını açıkça söyledi. Onların putlarına karşı bir oyun oynayacağını ifade etti. Aslında bu deneyle, putların güçsüz olduğunu ispat etmiş ola­caktı.

Putları kırdı; içlerinden birini yani büyüğünü onunla konuşsunlar diye bıraktı. İspat etmek istedi ki, kendilerine verilen zararı engelleye­meyen putlar tanrı olamayacaktır. Hedef olarak halkı değil de onların taptığı putları almıştı. Yanlış davranışlarım tanrılarından hareket ederek göstermeye çalışmıştı. Tapanları kırmadan, tapılanları kırmayı tercih etti. Kırılan sahte tanrıların yerine tevhîd inancını koymayı hedef almıştı.

Hz. İbrahim, tanrıların "konuşma" yeteneklerinin olup olmadığını ispat ederek tek tanrı inancını onlara sunmak istedi.

2. Deney hedefine ulaşıyor.

Halk, tanrılarının yanına döndüklerinde, perişan hali görünce, bunu yapanı zâlim olarak ilân ettiler. Böylece onlar, tanrıya dokunmanın zu­lüm olacağı değerlendirmesini yaptılar. Biz bundan şunu çıkartıyoruz: Allah hakkında ileri-geri konuşmak zulümdür, yani büyük bir haksızlık­tır.

mt Bunu yapanın Hz. İbrahim olduğu haberini alıyorlar ve onu bulup getiriyorlar. Halkın önünde onu sorguluyorlar. Bu işi onun yapıp yap­madığını soruyorlar. Hz. İbrahim de, kırdığı putlara sormalarını istemiş­ti. Kırmadığı büyük putun, onları kırdığını söyleyebileceğine işaret et­mişti.

Hz. İbrahim'in bu teklifine karşılık kendi kendilerine, zâlimlerin, yani büyük hata yapanların kendileri olduğunu söylediler. İşte bu anda deney hedefine ulaşmış oldu.

Halk, kendi vicdanları ile baş başa kalınca, hata yaptıklarına karar verdiler. Hz. İbrahim'in deneyi, yani uygulaması onların gönlünde mey­dana gelmesi gereken değişimi gerçekleştirmişti. Kendi kendilerini ten­kit ederek büyük hata yaptıkları fikrine ulaştılar.

3. Kültürün baskısı değişimi önlüyor

İçten, yani vicdanlarından, akıllarından gelen baskı ile hata yaptık­larına karar verdiler ama, dıştan yani eski inanç ve kültürlerinden gelen baskı tekrar eski durumlarına dönmelerine sebep oldu. Bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Dıştan gelen baskı bazen içteki değişimi önlemektedir. Sosyal baskı, psikolojik değişimin doğmasına mani oluyor, ondan daha ağır geliyor. Bundan da şu esasa varıyoruz: Bâtıl inançlar ve onların o-luşturduğu müessese ve kültür olmasa, bunlar oradan çekilse insanlar, hak ve doğru olan tevhîd inancını bulacaklardır.                            

Hz. İbrahim'in toplumunun eski inançları depreşince, değişim dur­du ve geriye dönüş başladı. Geçmişin inancını, kültürünü ve anlayışını söküp atmak çok zordur. Zira o, insan psikolojisinin derinliklerinde yer­leşmiş, oralara nüfuz etmiştir. Kökleri ile beraber onları söküp atmak "şok hidâyet" dediğimiz ilâhî ameliyat gerekiyor. Böylece Yüce Allah, Hz. Muhammed'in döneminde yaşayanlara ve geleceğin nesillerine, câ­hil toplumların halkı üzerinde kültürlerinin ne denli etkili olduğunu, bir tanrı haline geldiğini öğretmekte ve böylece yanlış kültür ve inançla mü­câdele etmenin önemine dikkat çekmektedir.

Değişmeyen anlayış, inanç ve kültür bir tepki olarak kendisini or­taya çıkarıp hâlâ canlı olduğunu göstermektedir. Eğer bu şirk, bütün vü­cudu sarmış, bir kanser gibi insanın manevi yapısını kuşatmış ise, deği­şime her an amansız ve çetin bir tepki olarak karşı koyacak ve varlığım hissettirecektir.

Onların şu sözü tekrar sahte ve bâtıl inançlarına döndüklerini ifade ediyordu: "Ey İbrahim! Sen bunların konuşma­yacağını bilirsin." fşte bu söz, oların değişmediğini, bâtıl inançlarının zincirini kıramadıklarını ifade etmektedir.

4. Hz. ibrahim gerekeni yapıyor.

"O halde Allah'ı bıra­kıp size hiçbir fayda ve zarar vermeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz? dedi."

Deney, onların değişimine yetmeyince, Hz. İbrahim bu kez çok önemli bir akıl yürütme ile onların karşısına çıkıyor. Konuya fayda ve zarar açısından yaklaşıyor ve bu konu ile onların inançlarını sorguluyor. Bu sorgulamasında yine tevhîd inancı gereği Allah'ı anıyor. Akıl yürüt­mesini, tapınmaya layık olan tanrının fayda ve zarar verebilecek nitelikte olması esası üzerinde temellendiriyor.

Hz. İbrahim'in fayda ve zarar kavramlarını öne sürerek tevhîd i-nancını tebliğ etmesinden şunu çıkartıyoruz: İnsanlar, Allah'ın dışında taptıkları sahte tanrıların ya faydasını ya da zararından kurtulmalarını, ümit etmişlerdir. Kimi zaman edindikleri göksel tanrıların faydasını, kimi zaman da yersel tanrıların zararından kurtulmayı öne çıkarmışlar­dır. Güneşe, ateşe, hayvana faydasından dolayı tapınışlardır. Ama bir nehre hem taşıp tarlalarındaki ekini mahvetmemesi hem de kurumamasi için tapınışlardır. Tabiattaki varlıklara tapmalarının altında bu fayda ve zarar kavramları yatmaktadır.

İşte Hz. İbrahim'in bu akıl yürütmesi bir taraftan bize eski sapık inançların nedenlerini verirken, diğer taraftan tevhîd inancının da temel­lerini anlatmaktadır. Çünkü fayda veremeyen ve zararı dokunamayan varlığın tanrı olamayacağına dikkat çekmektedir. Bir peygamberin de tanrı olamayacağı ilkesinde aynı kavramları Yüce Allah kullanmaktadır (A'râf7/188).

5. Hz. İbrahim devreye aklı sokuyor.

Hz. İbrahim, onlara ve taptıkları tanrılara "yuh olsun" diyerek, ağır tepkisini göstermekte ve bunun akıllarını kullanmamaktan kaynaklandı-gına işaret etmektedir: jjJÜU; %\ "Aklınızı kullanmıyor musunuz?" Kötü manada insanın başına ne geliyorsa aklını kullanmamaktan geliyor. Hz. İbrahim bu kanunu yakalayıp sorusunu sormuş ve onların akıllarından zoru olduğunu onlara hissettirmiştir. Çünkü akıl çalışınca, fayda ve zara­rın kimden geldiğini anlayacaktır. Böylece tehvid inancının altında aklın ve düşüncenin olduğunu vurgulamıştır.

Hz. İbrahim, aklı kullanma ile ilgili sorusunu çoğul olarak sormuş­tur. Onun bu sorusundan, toplumsal aklı harekete geçirmek istediği so­nucunu çıkartıyoruz. Demek ki, şirkin olduğu yerde akıl yoktur, aklın faaliyeti devre dışı kalmıştır. Aklı devre dışı bıraktığı için şirk, zulüm olmaktadır.

6. Tanrılar kurban istiyor.                                                          

Hz. İbrahim'in akıl yürütmesine dayanamayanlar, onun ölümünü istediler. Akıl çalışmayınca, devreye nefis giriyor. Eski kültürün tanrıla­rının korunması, onlara tapınmayı sürdürebilmek için kan akıtmayı emredip kurban istiyor: "Bir şey yapacaksa­nız, şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin."

Tanrılarına yardım için Hz. İbrahim'in feda edilmesini, öldürülme­sini ve yakılmasını istediler.

Biz bundan şunu çıkartıyoruz: İnsanlık tarihinin, inanç özgürlüğü­ne zincir vurmak, onun uğruna insanları öldürmek lekesi, günahı ve zulmü ile Allah'ın huzuruna çıkmaya yüzü yoktur. Hz. Peygamberin hicret etmesi gibi nice insanlar yurtlarından çıkarıldı, esir alındı, köleleş-tirildi ve savaşıp öldürüldü. Bu kara, kirli, kanlı leke kolay kolay insan­lık tarihinden silinemeyecektir.

Hz. İbrahim'in yakılıp öldürülmesinin, tanrılarına yardım olacağı inancında idiler. "Kendi inancını yaşatmak istiyorsan, öldüreceksin" şeklindeki akıl dışı ilke, inanç özgürlüğünün en büyük düşmanı olmuştur ve oluyor. Aslında günümüzde inanç özgürlüğüne karşı takınılan tavır­lar, din merkezli çıkarılan savaşlar, o günden bir adım bile öne geçeme­diğimizin delili olmaktadır. Hz. İbrahim'in ateşe atılması, günümüzde bazen kılık değiştirmekte, farklı metot kullanmaktadır. Ama netice ola­rak devam etmektedir. Nice gönüller, nice parlak zekalar ateşe atılıp yakılmaktadır. "Benim gibi düşünmüyorsan, benim gibi inanıp yaşamıyorsan, benim dünya görüşüme sahip olamıyorsan, sosyal nimet­lerden istifade edemezsin" diyerek nice insanlar zulme uğramıştır, hâlâ uğruyorlar ve muhtemelen uğrayacaklerdır. Hep birileri birilerine düşün­ce, ideoloji, inanç ve hayat tarzım dayatmış, dayatıyor ve dayatacaktır. Hz. İbrahim'in atıldığı ateş hâlâ yanıyor, hâlâ icraatına devam ediyor.

7. Nefsin ve şirkin yaktığı ateşi Allah söndürüyor.

"Biz: 'Ey ateş! ibrahim'e karşı se­rin ve esenlik ol' dedik." Aslında Hz. İbrahim'i yakmak için onların tu­tuşturdukları ateş, kendi beyinlerinde, gönüllerinde ve nefislerinde yanı­yordu. Bu yakma girişimi, onların içindeki ateşin maddî ateşe dönüşü­münden başka bir şey değildi.

Yüce Allah, ateşle konuşmuş ve ona emir vermiştir. Çünkü Yüce Allah bir şeyi yapmayı murat ettiği zaman o şeye "ol" der, o da oluverir (Yâsîn 36/82). Yüce Allah bu kuralı, Hz. İbrahim'in atıldığı ateşe uyguIamış ve onun Hz. İbrahim için serin ve esenlik olması adına "ol" demiş, o da istediği hale gelmiştir. Buradaki "ol" emri, Mâide 64'te "söndür­mek" şeklinde ifade edilmektedir: "Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür."

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Gerçekten maddî anlamda Hz. İbrahim ateşe atıldı mı? Birinci anlamı ile maddî anlamda ateşe atılmış olarak kabul ediyoruz. Çünkü onların tanrıları kurban istemişti. Ama onun ateşe atılmasından bizim çıkaracağımız netice ise, manevi olacaktır. Ancak günümüzde maddî ateşin yandığını da görüyoruz. Hz. İbrahim'in ateşe atılması ve ondan onu Yüce Allah'ın kurtarması ina­nanlar için önemli bir dersi teşkil etmektedir.

"Kavminin'cevabı ise: 'Onu öldürün, yahut yakın!' demeleri olmuştur. Ama Allah onu ateşten korudu. Doğrusu bunda iman eden bir toplum için dersler vardır" ('Ankebût 29/24). Şimdi bu âyetten iki şey çıkartıyo­ruz: Ölüm emrini vermiş olmalarından anlaşılıyor ki, gerçekten maddî ateşe atılmıştır. Çünkü ya ölüm ya ateş demişlerdi. Diğer taraftan ina­nanlar için ondan dersler çıkartmaya açık olmasıdır.

Sâffât 97'de geçen cahîm kelimesinden de anlaşılıyor ki, Hz. İbra­him o ateşe atılmıştır.

Şimdi biz bu olgudan hangi neticeleri çıkartacağız? Bu dersleri çıkartamazsak, Hz. İbrahim'in olgusu bir hikaye olarak kalacaktır. O zaman 'Ankebut 24'te Yüce Allah'ın istediği yerine gelmemiş olacaktır.

a) İnsanlar farklı inançlarından dolayı zulüm ateşine atılacaklardır. Bu zulüm ateşinden onları kurtaracak olan da, serin düşünce ve hareket­tir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen j£ berd "serin" keli­mesi, "sabırlı davranmayı, ağırbaşlı olmayı, etraflı ve serin düşünmeyi" ifade etmektedir. "Sabır" yanan zulüm ateşini söndürecektir.

b) Tevhîd inancını savunanlara yapılan ve yapılacak olan zulmün ateşini "esenlik" diye tercüme ettiğimiz '^9c selâm "barış" söndürecektir.

"Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları

iradesiyle karanlıklardan  aydınlığa çıkarır,  dosdoğru bir yola iletir" (Mâide5/16).

Yüce Allah zulmün ateşini "barış" ile söndürebileceğimizi bu olguyu anlatmakla öğretmektedir. Serin ve sabırla mayalanmış düşünce ile barış, din özgürlüğüne olan baskının zulmünü, dayatmanın ateşini söndürecektir.

8. Müşrikler mağlup oluyor.

"Ona tuzak kurmak istediler. Biz de onları daha çok kayba uğrattık." Kayba nasıl uğradılar? Bunun cevabını

Sâffât 98 ile verebiliriz: "Fakat biz onları alçaklardan kıl­dık." Onları küçük düşürdü, onların tuzağını boşa çıkardı ve Hz. İbra­him'in tevhîd inancını yaymaya devam etmesini sağladı.

Netice olarak diyebiliriz ki, inanç ve din özgürlüğüne karşı çıkan­ların kurdukları veya kuracakları tuzaklar mutlaka boşa çıkacak, onlar kayba uğrayıp küçük düşürüleceklerdir. Bunları anlatırken Yüce Allah, insanların inanç özgürlüğüne saygılı olmanın önemini vurgulamaktadır. [16]

 

Kurtuluş

 

71. Biz, İbrahim ve Lût'u kurtararak âlemler için kutsal kıldığımız topraklara (ülkeye) ulaştırdık.

72.  İbrahim'e îshâk'ı ve ilâve bir bağış olmak üzere.....

Ya 'kûb 'u verdik. Her birini iyi kimseler kıldık.

73.  Onları, buyruğumuza göre insanlara yol gösteren   önderler yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılma-

yi, zekat vermeyi vahyettik.  Onlar, bize kulluk eden MEKtoh kimselerdi.

Bu âyetlerden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

1. Hz. İbrahim ile kardeşinin oğlu Hz. Lût'u kurtaran gücün Allah olduğunu ifade edilmektedir. Bunun bize anlatılmasının sebebi, genelde biz tarihi yazarken Allah Teala'yı başarılara katmayız. Zaferleri, başarı­ları, hep insanlara tahsis ederiz. Genelde Hz. Peygamberin başarılarını da böyle yazarlar. Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlarda Allah'ın yardı­mını pek görmeyiz ve bunu tarihte anmayız. Bu tarih şekli yanlıştır. Tevhîd inancına sahip insanların zaferinde mutlaka Allah'ın iradesi, tak­diri, yardımı vardır.

Yüce Allah, "Biz kurtardık" derken, Hz. İbrahim ile karde­şinin oğlu Hz. Lût'u o ahlâksızlardan ve müşriklerden bizzat kendisinin kurtardığına işaret etmiş ve tarihin böyle yazılmasını istemiştir.

2.  Ayette geçen "âlemler" den kasıt, tüm insanlardır. Her insan bir âlemdir, bir dünyadır. Âlemler de insanlar demektir. Peki Yüce Allah'ın bütün insanlık için kutsal kıldığı topraklar neresidir? Âlimler bu konuyu tartışmışlar ve Mescid-i Aksa'nın çevresi olan Şam ve çevresi demişlerdir.

Kutsal, mübarek toprakların neresi olduğunu şu âyetlerle ispat ede­biliriz:

a) "Şüphesiz, âlemler i-çin mübarek ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mek­ke'deki (Ka'be)'dir" (Âl-i İmrân 3/96).

Demek ki ilk kutsal mabed Ka'be'dir. Kutsal topraklar da onun çevre topraklarıdır.

b) "Kulunu, gecenin bir vaktinde, kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini

mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan uzaktır" (İsrâ 17/1).

Bize göre bu kutsal topraklar Mekke ve Şam'ı içine alan topraklar­dır. Biraz daha geniş tutarsak ve mübarek kelimesine "bereketli" mana­sını da verirsek Mezopotamya da diyebiliriz. Genelde bu toprakların kutsal olmasının nedeni ilk insan Hz. Adem'in burada yaratılması, ilk medeniyetin orada kurulması, insanlığın oradan çıkıp dünyaya yayılması ve Kur'ân'da anılan peygamberlerin çoğunun orada yaşayıp tevhîd inan­cını tebliğ etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Demek ki bu kutsal topraklar, insanlık için bir ışık olan ilâhî vah­yin öğretildiği üniversitelerin bulunduğu yerlerdir.

3. Hz. İbrahim'in ailesi insanlık için çok önemli bir ailedir. Hz. İs­mail, Hz. İshâk, Hz. Ya'kûb bu ailenin ilk peygamberleridir. Yüce Allah, çok yaşlılık anında Hz. İbrahim'e, Hz. İshak'ı vermiştir. Oysa hem ken­disi hem de hanımı çocuk yapma yaşını geçmişlerdi (Hûd 11/70-72; Hicr 15/53-55). Ayette geçen nafile kelimesi de, "fazladan" manasına gelmektedir. Hz. İbrahim, bir çocuk istedi; ilâveten ona bir tane daha verildiği burada ifade edilmektedir. "O bir istedi, Allah iki verdi demek­tir." Hz. Ya'kûb, Hz. İbrahim'in torunu idi.

"Her birini iyi kimseler kıldık." Hz. ibrahim'in çocukları ve torunlarından Kur'ân'da isimleri geçenlerin hepsi "iyi" kimselerdi.

Âyetin son kısmında yer alan "yaratmak, kılmak, sağlamak" manalarına gelmektedir. Burada sorulacak soru şudur: Yüce Allah, onları yaratışta mı iyi yarattı, yoksa sonradan mı onların iyi olmasını temin etti. ce'alnâ kelimesi her ikisini de ifade etmektedir. Çünkü genel olarak bütün insanlar yaratılıştan iyidirler. Sonradan aldıkları eğitimle ya da çevrenin baskısıyla kötü olurlar. İnsanlar doğuştan kötü değillerdir. Kötünün fıtratta, yaratılışta yeri yoktur. Onun içindir ki, mutlak manada kötülük de yoktur. Yüce Allah, zaten tüm insanları yaratılışlarında "iyi" kılmıştır. Burada bahsedilen, sonradan onları iyi kılmasıdır. Kendi elinde olmayan yaratılış kanunu gereği iyi olmak insan için bir maharet değildir; maharet sonradan iyi olmaktır.

Demek ki Hz. İbrahim'in çocuklarının iyi olmasında, onun eğiti­minden ziyade Allah'ın eğitiminin etkisi olmuştur. Hz. İbrahim'in duası (Bakara 2/129); Allah'ın takdiri, müdahalesi ve bu duayı kabul etmesi, onların iyi olmasını sağlamıştır.

Bundan çıkaracağımız netice şudur: Ana-babalar "iyi çocuk" yetiş-tirebilmeleri için Hz. İbrahim örneğinde belirtildiği gibi (Bakara 2/129; İbrahim 14/40), Hz. Zekeriyyâ'nın duasında olduğu gibi (Meryem 19/5) Allah'a dua etmeleri gerekiyor (Furkân 25/74). İnsanın, insanı yetiştirir­ken istenen "iyi" değerini gerçekleştirmesi imkansızdır. Eğitimde Al­lah'ın müdahalesi şarttır. İşte âyette Yüce Allah, "İbrahim onları iyi ye­tiştirdi" demiyor da; bu işi ce'alnâ fiili ile Kendisinin yaptığını söylüyor. Ana-babalar, öğretmenler iyiden yana tüm gayretlerini göste­rip çocuklarını terbiye edeceklerdir, ama mutlaka Allah'ın yardımını da isteyeceklerdir.

4. "Onları, buyruğumuza göre insanlara yol gösteren önder­ler yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi

vahyettik. Onlar, bize kulluk eden kimselerdi."

Bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler ve ilkeler olacaktır.

a) "Onları, buyruğumuza göre insanlara yol gösteren önderler yaptık."

Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, peygamberler Allah'ın emri, buyruğu ve takdiri sayesinde insanları doğru yola iletebilirler. Kendi güçleri doğru yola götürmeye yeterli değildir. Bu kanunun bulunduğu dinde, biri "bir insanın diğerini hidâyete getirdiğini" söylerse ne olur? İşte bu konuşmada gizli şirk vardır. Kimse kimseyi Allah'ın emri, takdiri hidâyeti ve dilemesi olmadan doğru yola, yani hidâyete iletemez.

Bu kural Hz. Peygamber için de geçerlidir: "Bu (kitap), Rabblerinin izni ile insanları, karanlıklardan aydınlığa yani her şeye galip, övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için indirdiğimiz bir kitaptır" (İbrahim 14/1).

Peygamberler, insanları eğitip doğru yola iletirken, Allah'ın emrine dayanmak, ona göre hareket etmek zorundalar. Bu şeklide davranmak üzere onlar Allah tarafından önderler olarak tayin edilirler.

b) "Onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi, vahyettik. Onlar, bize kulluk eden kimselerdi."

Yüce Allah, önce "iyi iş" yapmaktan başlamıştır. İyi iş, "insanlara, topluma ve insanın kendisine faydalı olan"dır. Ayrıca iyi iş, "insanlara asla zararı dokunmayan eylem" olarak da tanımlanabilir. Zararı dokunmuyor ama bir fayda da getirmiyorsa, buna iyi denemez.

Daha sonra namazın kılınması ve zekatın verilmesi gelmektedir. "İyi iş" kavramı, namaz ve zekatın dışında tutulmuştur. Çünkü bunlar ibadettir.

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, peygamberler de namaz kılmak ve zekat vermekle yükümlüdürler. Kulluk yönleri peygamberlik yönleri­ne itaat etmek zorundadır.

Peygamberlere, nasıl davranacaklarını, nasıl ibadet edeceklerini ve kime kulluk edeceklerini Allah vahyetmiştir, yani öğretmiştir, emretmiş­tir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah, peygamberlerin bu şekilde davrandığını, onların da Allah'a kulluk ettiklerini bize anlatmakla şunu öğretmektedir: Peygamberler de kuldur. Onların da Allah'ın emrettikle­rini yapma zorunluluğu vardır. Neyin iyi, neyin kötü olduğunun kayna­ğında ilâhî emirler vardır. Yüce Allah, daima iyiyi emreder, asla kötüyü emretmez. İbadetler de Allah tarafından bildirilmektedir. İnsanın ibadet koyması mümkün değildir. [17]

 

Hz. Lut'un Özet Olgusu

 

74. Lâfa gelince, ona da hüküm ve ilim verdik; onu irkin işler yapmakta olan memleketten kurtardık. Zira o memleketin halkı, gerçekten fena işler yapan kötü bir topluluktu."

75. Lût'u rahmetimize aldık; doğrusu o, iyilerdendir. Bu âyetlerin merkezî konusu cinsel sapıklıktır.                            

1. "Lût'a gelince ona da hüküm ve ilim ver­dik."

Âyetin bı kısmında geçen hüküm kelimesine Zemahşerî, Nesefî, Kadı Beydâvî, Hâzin ve Râzî, "hikmet veya peygamberlik"; İbn Abbâs, "anlayış kapasitesi" manalarını vermişlerdir. Yüce Allah ona, "iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, hak ile bâtılı ayırt edici ve seçici muhakeme yeteneği"ni vermiştir.                                          

Onun için İbn Abbâs'ın manasını tercih ediyoruz. Bu yeteneğe sa­hip olduğu için ona ilim verilmiştir. Önce hüküm, sonra ilim verilmesin­den de bu anlam çıkmaktadır. Yetenek ve ilim, peygamberliğin bileşen­leridir.

2. "Onu, çirkin işler yapmakta olan memleketten kurtardık. Zira o memleketin halkı, gerçekten fena işler yapan kötü bir topluluktu."

Âyetin bu kısmından geçen el-hebâis, yani "çirkin işler" ne anlama gelmektedir? Bu soruya cevap verebilmemiz için şu âyetlere gitmemiz gerekiyor:

a) "Lût'u da kavmine gönderdik. Kavmine dedi ki: Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhşunu mu yapıyorsunuz? Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvet­le erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir topluluksunuz" (A'râf7/8O-81).

Demek ki habâis, ya "erkeğin erkeğe cinsel manada yanaşması" olan fuhuş ya da 81. âyetin sonunda yer alan ve "taşkınlık, aşırı gitmek" demek olan israf anlamına gelmektedir.

"Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. Lût; 'Ey kavmim işte şuniar kızlarımdır; sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!' dedi" (Hûd 11/78).

Bu âyette de yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 74'te geçen habâis kelimesine karşılık olarak, "kötü işler" anlamına gelen seyyiât kelimesi kullanılmıştır. Bu sefer de "nedir habâis ve nedir seyyiât?" sorusunu sorabiliriz: Hûd 78'deki diğer açıklamalarla da bu soruya ce­vap verebiliriz. Bunlar, nefsi aklını gidermiş, Allah'tan korkmayip cinsel sapıklığa sapmaktır veya sapanların davranışıdır.

c) "Siz, ille de erkek­lere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlikler yapacak mısınız?" ('Ankebût 29/29). Bu âyette de habâis, "grup seks" olarak tanımlanmaktadır.

d) "Hem de, Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizden uzaklaşarak? Yoo, siz her türlü ölçüyü aşan azgın bir toplumsunuz" (Şu'arâ 26/166).

Demek ki habâis denen iş, "her türlü ahlâkî ölçüyü aşıp azgınlaşa-rak erkeğin erkeği kullanması" anlamına gelmektedir.

e) Göz göre göre yaratılış kanununa aykırı olan homoseksüellik fii­lini işlemek bilinçsizliğini göstermektir (Nemi 27/54-55).

Demek ki fiil 'Ankebât 3O'a göre "fesat"; Nemi 55'e göre "ceha­let", yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 74'e göre de "fâsikhk"tır. Görüldüğü gibi Yüce Allah, bu fiile ne kadar kötü sıfatlar varsa hepsini vermiş, onu ifade ederken onları kullanmıştır. Bütün bunları tek ifade ile manalandirabiliriz: Habâis, "aklın sınırlarını aşıp ahlaksızlığa düşmek­tir" (Hûd 11/78).

Sodom yada Lût kavminin halkı bu kötü fiile öylesine gömülmüştü ki, bu fiil, toplumu yıkacak büyük bir deprem halini aldı. Yüce Allah, sevgili kulu ve ona inanan küçük bir grubu o depremden kurtardı. Çün­kü, artık toplumun iyiden yana değişimi imkansız hale gelmişti. İyiden yana değişimi imkansız hale gelen ve ahlâkî değerleri ayaklar altına alan bir toplumun saçtığı sosyal mikroplardan kurtulmanın yolu ilâhî takdir­den geçmektedir. Onun için Hz. Lût'u, Yüce Allah kurtarmıştır. Bu ifa­desiyle Yüce Allah kimi, ne zaman, kimden kurtaracağını sonraki nesil­lere öğretmekte, bir toplumun çöküş nedenlerine ve dinamiklerine de dikkat çekmektedir. Aklı bir tarafa atan, Allah'a saygı duymayan ve ah­lâkî değerleri çiğneyen toplumların batacağı da vurgulanmaktadır.

3. "Lût'u rahmetimize aldık; doğrusu o, iyilerdendir."

Yüce Allah, Hz. Lût'u kurtarmakla, onu merhameti ile kuşattığını söylemektedir. Çünkü o, erdemli, iyi kişilerdendi. İyi olmak, ilâhî mer­hameti, ilâhî merhamet de kurtuluşu getirmiştir. Böylece bu iki âyet, Yüce Allah'ın rahmet, yani merhametinin kimleri kuşatıp kurtuluşa erdi­receğini açıklamaktadır.                                                           

Netice olarak diyebiliriz ki, aklın devre dışı kaldığı, Allah'a saygı­nın azaldığı ve ahlâkî değerlerin çiğnendiği toplumlar yıkıcı depremleri meydana getirecek olan fay hattı üzerine oturmaktadırlar. Onların bu yaptıkları Allah'ın kahredici, yıkıcı takdirini çağırırken, iyi ve erdemli olmak da Allah'ın merhametini getirmektedir. Din eğitimcileri, faaliyet­lerinde başarılı olduklarında ilâhî merhameti toplumlarına getirmiş ola­caklardır.                                                                                          

 

Hz. Nuh'un Olgusu

 

76. Nûh da, daha önce yalvarmıştı; onun da duasını kabul etmiştik. Kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.

77.  Onu, âyetlerimizi inkâr eden kavimden koruduk. Gerçekten onlar, fena bir kavim idi. Bu yüzden topunu birden suya gömdük.

Kur'ân'ın, baş yerlerinde detaylı bir şekilde ele aldığı Hz. Nuh'un olgusuna bu iki âyette kısaca değinilmektedir.

1. "Nûh da, daha önce yalvarmıştı; onun da duasını kabul etmiştik."

Âyetin bu kısmını açıklarken şu soruyu cevaplandırmamız gereki­yor: Hz. Nuh'un Allah tarafından kabul edilen duası ne idi? Bu soruyu Kur'ân'ın diğer âyetleriyle cevaplandırabiliriz:

"Bunun üzerine, Rabbine: 'Ben yenik düştüm, bana yardım et!' diyerek yalvardı" (Kamer 54/10).

"Nûh: 'Rabbim!' dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarım saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör doğururlar" (Nûh 71/26-27).

İşte Hz. Nûh bu şekilde dua etti. Bu duası Allah tarafından kabul edildi. Kabul edilişi nasıl ifade edildi?    

"Nuh'a vahyolundu ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık sana inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme. Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca, gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Onlar mutlaka boğulacaklar" (Hûd 11/36-37).

b) "Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: 'Bizi zâlimler topluluğun­dan kurtaran Allah'a hamd olsun' de" (Mü'minûn 23/28).

c) "Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşmişti. Nuh'u da tahtalardan yapılmış çivilerle çakılmış gemiye bindirdik" (Kamer 54/11-13).                                 

İşte bunlar da Hz. Nuh'un duasının kabul edildiğinin işaretleri ve delilleri olmaktadır.                                                                         

2. "Kendisini ve ailesini büyük sıkın­tılardan kurtardık."

Hz. Nuh'un duasının kabul edilişini gösteren âyetlerde, onun Allah tarafından nasıl kurtarıldığı anlatılmaktadır.

3."Onu âyetlerimizi inkâr eden kavimden koruduk. Gerçekten onlar, fena bir kavim idi. Bu yüzden topunu birden suya gömdük."

Hz. Nuh'un kurtuluşu iki boyutlu bir şekilde gerçekleşmiştir. Yüce Allah kendisine, gemi yapılışını vahyetti, yani Öğretti. Sonra o da gemiyi yaptı. Yüce Allah tufan ile kavmini helak etti; kendisini de gemi ile kur­tardı.          

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette Yüce Allah, onları niçin suda boğduğunu açıklarken, onların, Allah'ın âyetlerini yalanlamalarını sebep olarak göstermiş, ayrıca onların "fena bir kavim" olduğunu da gündeme getirmiştir.

Bu fenalıkları ne idi? Tevhîd inancını kabul etmediler. Bunun ge­rekçesini de Hz. Nuh'un, kendileri gibi bir beşer olması, basit görüşlü insanların ona uyması, Hz. Nuh'un yalan söylemekte olduğu ve öğüdü­nün onlara fayda vermeyeceği şeklinde belirlemişlerdi (Hûd 11/26-34). Hz. Nuh'un çağrısı onların kaçışını artırdı. Parmaklarını kulaklarına tı­kadılar, duymamak için elbiselerini başlarına çektiler (Nûh 71/6-7).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 76'da geçen kerb keli­mesi, "kavminin ona yaptığı eziyetler"dir. Boğulma azabıdır. İbn Abbâs her ikisi olduğunu söylemektedir (Razi, age, XVI, 180).

Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. İbrahim ve Hz. Lût'tan önce Hz. Nûh da kavmi tarafından inkâr edilmiş, sıkıntılarla karşı karşıya kalmış­tır. Artık insanla sadece şeytan mücâdele vermiyordu, kötüler de, yani insanlar da birbirine kötülüğü öyle bir dereceye, boyuta vardırmışiardı ki, Allah'ın müdahalesi olmadan kurtulmak mümkün değildi.

Enbiyâ sûresinde geçen peygamberlerin olgularından ilk üçü, ya­kından uzağa metodu ile anlatılmıştır. Hz. İbrahim'den başlayarak Hz. Nuh'a gidilmiştir. Daha sonra tekrar yakına gelinecektir. Demek ki bu anlatımda, "yakından uzağa, uzaktan yakına metodu" işletilmektedir.

Her üç peygamberin toplumunda çöküşü hazırlayan dinamiklerin farklı olduğunu görüyoruz. Bu kıssalarda geçmişin olguları ile yaşan­makta olan ve yaşanacak olan hayata ışık tutulmakta, tarihi olgularla öğüt verilmektedir. [18]

 

Hz. Davud Ve Hz. Süleyman'ın Olguları

 

78. Dâvûd ve Süleyman'ı da an. Bir zaman bir ekin ko­nusunda hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir durumda bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz onların hükmünü görüp bil­mekte idik.

79. Böylece hükmü Süleyman 'a biz anlatmıştık. Her iki­sine de sağlam bir muhakeme gücü ve ilim vermiştik. Kuşları ve teşbih eden dağları da Davud'a boyun eğ­dirdik. Biz her şeyi yaparız.

80.  Davud'a, sizi her türlü korkuya karşı koruması için zırh yapmayı öğrettik. Bütün bunlar için şükrediyor musunuz?

81. Süleyman 'in emrine de zorlu rüzgarı verdik. Onun emriyle içinde bereketler yarattığımız ülkeye doğru         serdi. Biz her şeyi biliriz.

82. Şeytanlar arasında da, onun için dalgıçlık eden vebundan başka işler görenler vardı. Biz onları gözetim

altında tutuyorduk.

Yüce Allah, Hz. İbrahim ve Hz. Lût'tan sonra Hz. Nuh'a döndü, ondan sonra da Dâvûd ve onun oğlu Süleyman peygamberleri beraberce ele aldı. Onların olgusundan da bize bir demet sunup almamız gerekeni almayı öğütleyecektir.

"Dâvûd ve Süleyman'ı da an. Bir zaman, bir ekin konusunda  hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir durumda bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz onların hükmünü görüp bilmekte idik."                                                           

a) Ayette nasıl hüküm verdikleri zikredilmemektedir. Bize göre bunun sebebi, onlardan sonra gelecek olan nesillerin de onu şaşmaz bir hüküm olarak kabul etme ihtimallerinin bulunmasıdır.

Hüküm verdikleri konu gündeme getirilmesine rağmen, verilen hüküm belirtilmemektedir. Her ikisinin verdiği hüküm hakkında sahabe­den nakledilen rivayetler olmuştur. Tefsirlerde bu açıklamaları bulmak mümkündür. Muhammed Esed onların özetini yapmıştır.

Hz. Dâvûd, koyun sürüsünü ekinin sahibine verir. Hz. Süleyman ise aynı şeyi bir yıllığına yapar. Yani sürüyü ekinin sahibi bir yıl sakla­yıp sütünden, yününden ve etinden istifade edip ekininden bir gelir elde etmiş olacaktı. Bir yıl sonra sürü sahibine verilecekti. Hz. Dâvûd, genç oğlunun hükmünü kendisininkinden daha isabetli görür ve davayı bu şekilde karara bağlar.

Nakledilen bu hükmün doğru olup olmadığını tartışma yerine gü­nümüze nasıl intikal ettirip faydalanacağımız önemlidir.

Günümüzde bir millet ve devlet, askerlerini bir ülkeye sokup, ora­nın ekinlerinden ziyade insanlarını, ekonomisini, yollarını, müzelerini,

değerli maden yataklarını ve binalarını tahrip etmektedir. Öylesine tahrip etmektedir ki, askerlerinin tamamını verse zararı tazmin edemez. İşte böylesine haksız yere saldırının tazmin edilmesi yönünde hüküm veril­mesi gerekiyor. Ölçü, adalettir ve zulmü ortadan kaldırmak ve zararı tazmin etmektir.

Hz. Dâvûd ve oğlu Hz. Süleyman'ın olgusu, bu tip saldırıların hu­kuki çözümünün zorunluluğunu gündeme getirmektedir. Hükmün nasıl verildiğinden ziyade, bunun bir hukuk davası olması önemlidir.

b) Âyette geçen oji-i el-hars "ekin" kelimesini, "kültür" manasına alabiliriz. Bir millet, diğer milletin veya milletlerin kültürünü tahrip et­miş olabilir, yani bir kültür emperyalizmi uygulamış olabilir. Böylesine kültür tahribatı, uluslararası hukukun konusu olabilir veya böylesine bir hukuk geliştirebilir. Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman'ın olgusu buna uygula­nabilir.

c) Bir ülkenin insanları, başka bir ülkeye girip oradaki insanları zo­runlu göçe zorlayabilirler. Onları öldürüp ülkeyi tahrip edebilirler. İşte uluslararası hukuk buna müdahale edip zulmü durdurmalıdır.

d) Yüce Allah, âyetin sonunda "Biz oların hük­münü görüp bilmekte idik" buyuruyor. Bu ne anlama gelmektedir? Bize göre, onlara nasıl hüküm vereceklerini Yüce Allah öğretmişti. Şayet öğ­retmedi ise, hükümlerinin doğru olup olmadığına şahitlik ediyordu. Yan­lış hüküm vermiş olsalardı müdahalesini yapacaktı.

2. "Böylece hükmü Süleyman'a biz anlatmıştık." Sürüsü ekine giren adam ile ekinin sahibi arasında isabetli, doğru hüküm vermeyi Hz. Süleyman'a öğreten Yüce Allah idi. İşte bundan şunu çıkartıyoruz: İlk defa, insanlararası hukuku ilgilendiren konuların tespiti Allah tarafından yapılmış, nasıl hüküm verileceğini de Allah öğ­retmişti. Böylece hukukun doğusundaki irâde ve hukukun kaynağı belir­lenmiş oldu.

3. "Her ikisine de sağlam bir muhakeme gücü ve ilim vermiştik."                                                                 

Âyetin bu kısmından şunu çıkartıyoruz: Hukuk yapabilmek, insan­lar arasında hüküm verebilmek için, sağlam bir muhakeme gücüne ve bilgiye ihtiyaç vardır. Birincisi yaratılıştan gelen bir yeteneğe, ikincisi de Öğrenimle elde edilecek bir değere işaret etmektedir.       .

4. "Kuşları ve teşbih e-den dağları da Davud'a boyun eğdirdik. Biz her şeyi yaparız."

ııea: Dağ, taş ve kuşlar Yüce Allah'ı teşbih etmekte, O'nun gücünü ve yüceliğini anıp noksan sıfatlardan uzak olduğunu ifade etmektedirler. Bütün bu eyleme teşbih denmektedir. Bütün kâinat ve içindeki varlıkla­rın tamamı Allah'ı teşbih etmekte, O'nun varlığına ve birliğine delil ol­makta, çağırmaktadırlar: "Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O, azîzdir, hakimdir" (Hadîd 57/1); "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu teşbih eder" (İsrâ 17/44).

İşte onlar teşbih ederken, Yüce Allah onlardan dağ ve kuşları Hz. Davud'a boyun eğdirmiştir. Bunun bir anlamı şudur: Hz. Dâvûd, Allah'ı teşbih ederken dağlar ve kuşlar da onunla beraber teşbih ediyorlardı.

Buradaki "dağların ve kuşların teşbihi", onların hareketini ifade etmektedir. Onlar hareket ederek Allah'ı teşbih etmektedirler. Bir taş da Allah'a teşbih ederek ibadet etmektedir. Maddenin en küçük parçası olan atomun çekirdeğinin etrafında dönen elektrotların dönmesi de bir teşbih ibadetidir. Göklerdeki gezegenlerin dönmesi de bir teşbih ibadetidir. Dağların ve kuşların hareketi de bir teşbihtir. Ka'be'nin etrafında tavaf ederken de bizler teşbih ibadeti yapıyoruz. O zaman bütün kâinatın teşbihine katılıyor, onlarla beraber bu ibadeti yerine getiriyoruz. İşte dağlar ve kuşlar Hz. Dâvûd ile beraber teşbih ibadetini yerine getiriyor­lardı.

Bütün varlıkların hareketi ve teşbihi şu neticeye götürüyor: Allah her şeyi yapabilir ve yapar. Kâinatta olan her şey, O'nun kudretiyle ol­maktadır. O'nun yapamadığı hiçbir şey yoktur.

5."Davud'a, sizi her türlü korkuya karşı koruması için zırh yapmayı öğret­tik. Bütün bunlar için şükrediyor musunuz?"

Âyette geçen lebûs kelimesi, "elbise" anlamına gelen libâstan türemiştir. Bu elbisenin adı "zirh"tır. Çünkü zırh da bir çeşit elbisedir. Âyeti iki şekilde yorumlamayı uygun buluyoruz:

a) İnsanları savaşta koruyan teknolojilerden biri zırhtır. Çünkü yüz yüze yapılan savaşlarda kılıç ve ok, uzaktan yapılan savaşlarda mermi­den koruyan elbiselerden biri zırhtır. Bu ifade, savaşta düşmanın silahın­dan koruyan her şeyin icat edilmesini ifade etmektedir. Savaş teknolojisi değiştikçe, koruyucu silahlar da değişmek zorundadır. İşte savaşta koru­yucu zırhın yapımını ilk defa Yüce Allah Hz. Davud'a öğretmiştir. Bu açıdan Hz. Dâvûd hem peygamber hem zırh yapma sanatını bilen hem de devleti idare eden biri idi.

b) Buradaki lebûs, "elbise" anlamına geldiğine göre, bu elbise maddî anlamda zırhı değil de, "takva elbisesini" ifade etmiş olabilir. Her türlü manevi mikrop korkusuna karşı insanı koruyan zırh elbisesi, takva elbisesidir. Zaten takva, manevi bağışıklık sistemidir. "Ey Ademoğulları, size yücelerden hem çıplaklığınızı örtesiniz diye hem de bir görkem güzellik nesnesi olarak elbise yapmayı öğrettik. Takva elbisesi. İşte o, daha hayırlıdır" (A'râf7/26).

Takva elbisesi, üstün bir korunma sanatıdır. Yüce Allah, Hz. Davud'a verdiği yüksek muhakeme yeteneği ve ilim ile bu takva elbise­sini oluşturma sanatını ona bahsetmiştir.

İşte bu takva elbisesine sahip olmak, şükredümesi gereken bir ni­mettir. Onun içindir ki Yüce Allah âyetin sonunda "Bütün bunlar için şükretmiyor musunuz?" sorusunu sormuştur.

Hz. Dâvûd ile ilgili bu âyeti zamanımıza ve geleceğe taşırken bu iki manayı almamız mümkündür. İşte Kur'ân'ın mucize oluşu bundan kayn akl anmaktadı r. 

 6. "Süleyman'ın emrine de zorlu rüzgarı verdik. Onun emri ile içinde bereketler yarattığımız ülkeye doğru eserdi. Biz her şeyi biliriz."

Bu âyetteki rüzgar anlamına gelen «jjı er-rîh kelimesini, maddî anlamda "rüzgar" anlamına alacağımız gibi Enfâl 46'da geçen "sosyal

güç, siyâsî güç" anlamına da alabiliriz. Bize kalırsa Enfal 46'daki mana daha uygun düşmekte ve bu âyetle örtüşmektedir. Âyette rîh "rüzgar" kelimesinin sıfatı olan 'âsıfe kelimesi de, "zorlu, şiddetli" anlamına gelmektedir.                                                                     

ifadesini de "kutlu kıldığımız ülke" diye tercüme edebiliriz. Bereketli kılman ülke, kutlu ülke demektir. Hz. Süleyman'ın rüzgar denen iktidarı, kutlu ülkede hükmünü yürütüyordu demektir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 81'de rüzgarın şiddetli olduğu söylenirken, Sâd 36'da "Bunun üzerine, Biz de istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgarı o-nun emrine verdik" buyrulmaktadır. Bu âyette de söz konusu rüzgarın, "kolayca giden" özellikte olduğuna işaret edilmektedir. Hz. Süleyman'ın iktidarı güçlü olduğundan, kolayca hükmünü icra ediyordu anlamını çıkarmak gerekiyor. Sebe' 12'de de "sabah gidişi bir aylık mesafe, ak­şam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgar" denmektedir. Demek ki Hz. Süleyman'ın hükümranlığı bu kadar bir mesafeye uzanmakta idi.

Yüce Allah, her şeyi bildiği için Hz. Süleyman'ın hükümranlığını da biliyordu. Her şey O'nun bilgisi içinde, altında cereyan etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, manevi güç anlamına gelen "rüzgar", İslam'ın getirdiği gücü oluşturmakta ve oluşturacaktır.

7. "Şeytanlar arasından da, onun için dalgıçlık eden ve bundan başka işler görenler vardı. Biz onları gözetim altında tutuyorduk."

Bu âyetle Sebe' sûresinin 12. âyetini bir araya getirmemiz gereki­yor: "Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim, emrimizden sapsa ona alevli azabı tattırırdık."

Şeytanların bir kısmı cinlerden olduğundan yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 82'deki şeytanları cinler manasına alabiliriz. Zaten Sebe' 12 ve 14. âyetler bu manayı vermemize müsaade etmektedir.

a) Süleyman peygamberin en Önemli özelliklerinden biri de cinleri istihdam etmesi idi. Bu âyette, cinler Hz. Süleyman için dalgıçlık yaptığı gündeme getirilmektedir. Başka işler görenler de vardı. Mesela: Sebe' 14'e göre Hz. Süleyman, onları ağır işlerde istihdam ediyordu:  "Cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı"; "Cinler Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar geniş leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı" (Sebe' 34/13). De­mek ki cinler dalgıçlık yaparak, denizden inci gibi süs eşyaları çıkartı­yor, yapı ve sanat işlerinde çalışıyorlardı. Zor işlerde cinler istihdam ediliyordu.                                                                                 

Hatta Belkıs'm tahtını getirtme konusunda bile cinnin kullanılabi­leceğine işaret edilmektedir: "Sonra Süleyman ileri gelenlere dedi ki: Ey Ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelme­den önce, hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben bunu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi" (Nemi 27/38-39).

Şimdi "Yüce Allah bize bunları niçin anlatıyor?" sorusunu sorabi­liriz. Bütün bunlar sadece tarihsel bir olguyu aktarmaktan ibaret mi kala­cak, yoksa âyetlerin içeriğini günümüze aktaracak mıyız?

Biz, bundan şunu çıkartıyoruz: Bir gün insanlar âlemi, cinler âlemi ile ilişki kuracak ve sadece sihir alanında onları istihdam edeceklerdir. Cinler âlemi ile insanlar âlemi arasında kurulacak bu ilişkiler sistemi, insanların faydasına neticeler verecektir. Cinlerin Müslümanları ile in­sanların Müslümanları arasında iyi ilişkiler devam ederken, şeytanlar gibi kâfir cinler de daima insanları yoldan çıkarma gayretinde olacaklar­dır. Şimdiler de, cinlerin şeytanlar kısmı insanları daima kötüden yana etkilemektedirler.

b) "Biz onları gözetim altında tutuyorduk."

Âyetin bu kısmından hareket ederek, Muhammed Esed'in "sevâtîn" kelimesine verdiği manaya atıfta bulunabiliriz. "Şeytân" kelimeşinin "reis" anlamına geldiğini biliyoruz. Bu âyetteki "şeyâtîn" da "baş eğmeyen, asi güçler" manasına alınabilir.

"Şeytan"ı reis manasına alırsak, bunların insanlardan meydana geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü En'âm 112'de şeytanların bir kısmının insanlardan oluştuğuna dikkat çekilmektedir. Bu anlamdan hareket eder­sek, Hz. Süleyman, "baş eğmeyen, asi başkanları, reisleri boyun eğdirip çalıştırmıştır" fikrine varabiliriz.

Yüce Allah'ın onları kontrol etmesinin de manası budur. Çünkü Sebe' 12'de: "Onlardan (cinlerden) kim emrimizden sapsa, ona alevli azabı tattırırdik" buyurulmaktadır. Demek ki, Hz. Süleyman cinleri Allah'ın emri Üe istihdam ediyordu. Yanlış iş yapanı da Allah cezalandırıyordu.

Eğer Muhammed Esed'in, şeyâtîn kelimesine verdiği "baş eğme­yen, aşın derecede kibirli, dik başlı, küstah" şeklindeki manayı kabul edersek şu neticeyi çıkarıp günümüze taşımamız gerekiyor: Devleti idare eden siyâsî erk, toplumda asi olan, baş eğmeyen, küstah ve dik başlı in­sanları kontrol altına alıp disipline ederek onları istihdam edip küstahlık­larına son vermelidir. Kontrol altına alıp istihdam etmek, onların toplu­ma zarar vermesini önlemek demektir. Buradan önemli bir pedagoji ilke­si de çıkartabiliriz: Asi ve yaramaz olan, okulun veya sınıfın düzenini bozan öğrencileri cezalandırmadan Önce, onları okuldaki kollarda, spor­tif faaliyetlerde görevlendirmek gerekiyor. Bu şekilde onları istihdam etmek, hem isyanları durdurulacak hem de kendileri bir faaliyet yapma­ları nedeniyle istifade etmiş olacaklardır.

Ayrıca insanlığı rahatsız eden bazı toplumların reislerini de bu şe­kilde kontrol altına alıp küstahlıklarını, zararlarım Önlemek mümkündür. Âyetten milletlerarası ilişkilerde de istifade edilebilir. Günümüzde oldu­ğu gibi gelecekte de bazı toplumların başında şeytan denecek kadar asi güçler olabilir. Onlara "dur" diyen, "onları kontrol altına alan güçte bir dünya lideri" olmalıdır. [19]

 

Hz.Eyyub Olgusu

 

83. Eyyûb'u da (an). Hani Rabbine: "Başıma bir bela geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz

etmişti.                                                                                  

84. Biz de onun duasını kabul etmiş ve başına gelen sı­kıntıyı kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere, ona tekrar ailesini ve olanlarla beraber bir katını daha vermiştik.

Her peygamberin öne çıkan bir Özelliği vardır. Hz. Eyyûb'un da öne çıkan özelliği "sabretmesi"dir. Kur'ânî açıdan bakınca sabır denince akla Eyyûb peygamber gelmelidir. Nakledilenlerden anlaşıldığına göre Hz. Eyyûb, başlangıçta çok varlıklı, çocuk sahibi, ikbali açık idi. Sonra­ları Yüce Allah onu imtihan etmek için bütün servetini elinden aldı. En büyük nimeti olan sıhhatini kaybetti. Ağır hastalığına rağmen Allah'tan umudunu kesmedi. Kendisine dokunan belaya karşı dayandı, yani sabret­ti, îşte bu âyetler onun sabrını, sabrederken yaptığı duayı, yalvarış tarzını bize anlatmakta, insanlık ahlâkına ait temel değerlerin simgesi olarak takdim etmektedir.

1. "Eyyûb'u da an. Hani Rabbine: 'Başıma bir belâ geldi. Sen, merhametlilerin en merha­metlisisin' diye niyaz etmişti."                                                

a) "Eyyûb'u da (an)." Hz. Eyyûb, insanların Allah'a karşı teslimiyet ve sabır bakımından anması gereken örnek şahsiyetlerden

"Başıma bir belâ geldi." Aslında âyetin bu kısmını metne bağlı olarak tercüme edersek şu şekilde çevirebiliriz: "Bana bir zarar dokundu." Yalvarmanın şekli çok önemlidir. Eyyûb peygamber, "belâyı ve zararı sen bana dokundurdun, başıma getirdin" diyerek yalvarmıyor. "Zarar bana dokundu" diyor. Sanki zarar, canlı bir varlık gibi hareket etmiş, gelip ona dokunmuştur. Aslında hastalığı meydana getiren mikrop çeşitleri canlıdır. Onlar insana dokununca, yani insanın çeşitli organları ile temasa geçince hastalık başlamaktadır. Hz. Eyyûb'un bu ifadesinden hem bu gerçeği hem de Allah'a karşı olan saygısını çıkartıyoruz.

c) "Sen, merhametlilerin en merhametlisisin, diye niyaz etti."

"Beni sıhhatime kavuştur, benden bu belâyı gider" demiyor da, Al­lah'ın merhametine sığınıyor. Demek ki Yüce Allah, merhameti gereği insanlara şifâ vermektedir. Biz bundan şu neticeye varmak istiyoruz: Yüce Allah, hastalıkları meydana getiren mikrop çeşitlerini bulma, tespit etme ve ardından onu kontrol altına alıp yok edecek ilacı bulma ilhamını yani tıp ilmini geliştirmeyi insanlara merhameti gereği vermektedir, lüt-fetmektedir. Bu konudaki ilâhî öğretimdeki ilham akışını O'nun merha­meti gerçekleştirmektedir. Bu konularda ilâhî âlemden beşeri âleme olan bilgi akışını Allah'ın merhameti sağlamaktadır.

Demek ki, âyetin bu kısmı hem Allah'a yalvarmanın metodunu hem de tıp ilminin kaynağında ilâhî merhametin tecellisi olduğunu öğ­retmektedir. Allah'ın merhameti olmasaydı şifâ olmayacaktı. Şifâ, ilâhî merhametin gereği olarak gerçekleşmektedir. Mikrop, tabiatı gereği; şifâ da ilâhî merhamet gereğidir. Mikrobu bulmak, ona göre ilaç üretmek Allah'ın insanlara verdiği bir "ev ödevi", öğretisi ilâhî kaynaklı, bulun­ması da merhametinin gereği olmaktadır. Hz. Eyyûb'un bu yalvarış şek­linden bunları çıkartıyoruz.

"Biz de onun duasını kabul etmiş ve başına gelen sıkıntıyı İnsanın, içinden samimiyet dolu bir yalvarışla dua edince ilâhî âlemi nasıl harekete geçirdiğine de burada dikkat çekilmektedir. "Kul isteme­den Allah vermez" tekerlemesi de burada geçerlidir. Böylece Yüce Al­lah muhatap olarak aklı ve tevhîd inancına sahip olanı almaktadır. Yal­varış şekli de önemlidir. İsyan edercesine yalvarmanın neticesinde dua kabul edilmezse, suç kulun kendisindedir, Allah'da değil. [20]

 

Üç Peygamberin Durumu

 

85. İsmail'i, İdrîs'i ve Zülkifl'i de (an). Hepsi de sabreden kimselerdendi.

86. Onları rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi.

1. Yüce Allah, bu üç peygamberi "sabır" konusunda insanlık için Kur'ân'da örnek göstermektedir. Bu üç peygamberin müşterek özellikle­rinden biri ve önde geleni sabırdır. Sabrın burada gündeme getirilmesi­nin bize göre amacı, Hz. Eyyûb'un sabır örneği olmasından kaynaklan­maktadır. "Sabreden sadece o değildi; diğer peygamberlerin meziyetleri arasında da sabır vardı" demek için bunlar da söz konusu edilmektedir.

"Sabır" geçmiş peygamberlerden bize uzanan ahlâkî erdemlerin başında gelmekte ve kâmil insanın esaslarından birini teşkil etmektedir. "Sabır", bu peygamberlerin "sabır" özelliği, darlığa, sıkıntıya, kendileri­ne gösterilen olumsuz tepkilere karşı katlanıp onların çözümü için olan­ca güçlerini sarf etmeleri anlamına gelmektedir.

Bu âyette geçen "İdrîs" ismi Meryem 56'da geçmiş, "özü, sözü doğru ve nebî olan biri" olarak takdim edilmişti. Bu âyette geçen "Zülkifl" isminin, "sorumlu olan, ant ile bağlanan, bir şeyden veya kişi­den sorumlu olmak" anlamına gelen keffeleden geldiği ifade edilmekte­dir (Muhammed Esed, age, Enbiyâ sûresi 81. dipnot). Râzî, tefsirinde bu kelimenin, "nasip, pay, hisse, mükafat hissesi veya sevap payı" anlamla­rına gelen kiflden geldiğini söylemektedir. Bu ismin bir peygamber ismi olup olmadığı tartışmasını kayda değer bulmuyor ve onun bir peygamber olduğuna inandığımızı söylüyoruz.

2. Bu üç peygamberin ikinci özelliklen, Allah'ın rahmetine, yani merhametine kabul edilmiş olmalarıdır. Sabırlı olmaları nedeniyle Yüce Allah onları rahmeti ile kuşatmıştı. Yüce Allah'ın mesajlarım insanlara ulaştırmak, gördükleri her türlü menfi tepkiye karşı göğüs germek konu­sunda gösterdikleri "sabır", onlara ilâhî rahmeti, yani merhameti getir­miş oldu.

Diğer taraftan onların iyi kimselerden olduğu da gündeme getiril­mektedir. Yüce Allah, Kur'ân'da bunların anılmasını niçin istemektedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Nisa 69'a gitmemizgerekiyor: "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın ken­dilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler sıddîklar, şahitler ve iyi kişi­lerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır." İşte insanlığa ve özellikle müminlere, tarihteki Örnek alacakları arkadaşlarını öğretmek için bu isimler gündeme getirilmektedir. [21]

 

Zü'n-Nûn Yani Yûnus Peygamberin Olgusu

 

87. Zü'n-Nûn'u da (an). O, öfkeli bir halde geçip gitmisti; Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde:   "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum" diye yalvardı.

88. Bunun üzerine onun da duasını kabul ettik. Ve onu kederden kurtardık. İşte Biz müminleri böyle kurtarırız.

Zü'n-Nûn, yani Yûnus'un burada çok kısa anlatılan olgusunun bi kısmından çıkaracağımız neticeler olacaktır.

1. "Zü'n-Nûn'u da (an)."

Balığın karnında kalan anlamına gelen Zü'n-Nûn, Hz. Yûnus'u diğer adıdır, ondan kinayedir. Sâifât 139'da' "Şüphesi Yûnus da peygamberlerimizden biri idi" ifadesinde yer alan Yûnus, rumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 87'de Zü'n-Nûn olarak geçmekt dir. Kalem 48'de de; Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi gibi olma. Hani o der dertli Rabbine yalvarmıştı." Hz. Yûnus, "balık sahibi" unva ile anılmaktadır. Ayrıca Yûnus sûresinin 98. âyetinde de "Yûnus" isi ile yer almıştır.

Demek ki Hz. Yûnus, Yûnus 98'de "Yûnus"; Enbiyâ 87'de "Zü' Nûn"; Sâffât 139'da "Yûnus"; Kalem 48'de de "Balık sahibi" isimleri: anılmaktadır. Geleceğin nesilleri için hayatından çıkarılacak, öz ar faydalı olgular olduğu için Kur'ân'da anılması, anlatılması istenmekte­dir.

2. "O, öfkeli bir halde geçip gitmişti."

Bir peygamber olan Hz. Yûnus, neye öfkelendi de geçip gitti? So­runun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 87'de bulama­yız. Sâffât 140 ve Kalem 48. âyetlerde cevabı aramaya çalışacağız.

Sâffât 140'da geçen ebeka fiili, "kölenin efendisinden kaçma­sını" ifade etmektedir. Âyetin anlamını Muhammed Esed şöyle veriyor: "Kaçak bir köle gibi, yüklü bir gemiye (binip) kaç­mıştı" (Sâffât 37/140); "Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani O, dertli dertli Rabbine yalvarmıştı" (Kalem 68/48).

Öyle anlaşılıyor ki, Yüce Allah Hz. Yûnus'a peygamberlik görevi­ni yüklemiş, bu görevi yerine getirirken, toplumundan ağır olumsuz tep­ki görmüş ve onların tevhîd inancını kabul edip doğru yola geleceklerin­den ümidini kesip sabırsızlık göstererek ülkesini terk etmişti. Toplumuna kızmış, kızgınlığı sabırsızlığına sebep olmuş, sabırsızlığı da ülkesini terk etmekle sonuçlanmıştı. Onun içindir ki Kalem 48'de "Yûnus gibi sabır­sız olma" hükmünü Yüce Allah, Peygamberimize hatırlatmıştır.

Halkı, toplumu, "yaptığı tebliği kabul etmedi" diye öfkelenmenin bir din adamına yakışmayacağı, gelecek nesillerin eğitimcileri olan din adamlarına, Hz. Yûnus örneği ile anlatılmaktadır. Din âlimi ve görevlile­ri umutlarım asla kesemezler, öfkelenemezler ve halkını bırakıp gide­mezler. Ta ki halkın tepkisi öldürme sınırına varmış olmasın. Hz. Pey­gamber de Mekke'yi terk etti ama hayat tehlikesi vardı ve mesajını baş­ka bir yerde daha rahat tebliğ etme imkanı da vardı. Terk edişi tekrar geri dönüp halkını İslâm'a davet için yeni bir hamle yapma amacını gü­düyordu. Çünkü ona Yüce Allah, Hz. Yûnus gibi sabırsız olmamasını ve kızmamasını emretmişti. Böylece Yüce Allah Kalem 48'de ne yapacağı­nı, nasıl davranacağını, nasıl davranmaması gerektiği ile anlatmaktadır. Sabırlı ve öfkesiz davranmak gerekiyor. Kısaca diyebiliriz ki, Eyyûb, İsmail, İlyâs ve Zülkifl gibi peygamberlerin sabırlı olmalarını andıktan sonra Yûnus'un anılması da buna işaret etmektedir.

3. "Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti."

Âyetin bu kısmında yer alan "zannetmişti" fiili, Hz. Yûnus'un "hakikatten, doğrudan, gerçekten bir pay" olmayan zanna göre hareket etmesinin de yanlışlığını öğretmektedir. Hz. Yûnus'un, zannın peşine koşması sebebiyle neticeler, zannettiği gibi olmamıştır.

Âyetin bu kısmında geçen jjÜ nakdira kelimesi, kök itibariyle "daraltmak, sıkıştırmak" anlamlarına gelmektedir. Bu kelime "güç" an­lamına gelen kadirin de türediği bir kelime olduğundan Muhammed Esed haklı olarak ilgili kelimeye "gücünü ulaştırmak" manasını vermiş ve âyeti "gücümüzün kendisine ulaşamayacağını zannederek" şeklinde tercüme etmiştir. Bu tercümenin âyetin anlamına zenginlik kazandırdığı­nı söylememizde yarar vardır.

Yüce Allah'ın gücünün ona asla ulaşamayacağını zannetmesini iki şekilde yorumlamak mümkündür:

"Gücün ulaşması" bir anlamda, işlerini yoluna koymak, sabrede-mediği şeylerin oluşumunu temin etmek anlamına alınabilir. O zaman Yûnus 98'i gündeme getirerek, Yûnus'un toplumunun daha sonra iman etmiş olması ile açıklamamızın doğru olduğunu ispat ederiz.

Diğer taraftan "gücün ulaşması" toplumunun imana gelmemesi ile düştüğü sıkıntıdan daha fazla sıkıntıya düşmesi manasına da alınabilir.

Hangi mana ve yorum alınırsa alınsın, bizim için önemli olan şu­dur: Hz. Yûnus'un, eğer Allah'ın kudretinin kendisine ulaşabileceğine dair kesin inanç bilgisi olup ona dayansaydı, zannın peşine koşmayacak­tı, sabırsızlık gösterip öfkelenmeyecekti ve halkını terk etmeyecekti. Bilgi ve imanda hafif bir kopukluğun, insanı nasıl zannın kollarına dü­şürdüğü, doğrudan bir paya sahip olmayan zannın da insan psikolojini nasıl tahrip ederek sabırsızlığa ve öfkeye sevk ettiğini bundan anlıyoruz.

Böylesine bir "zannın" ardından Hz. Yûnus ne yaptı? Sorunun ce­vabını yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 87'de bulamayız. Cevabı şu âyetlerde bulmamız mümkündür: "Hani, o dolu bir gemiye binip kaçmıştı" (Sâffât 37/140). Toplumun olumsuz tepkisine dayanamayınca, sabırsızlık gösterdi ve Öfke ile ülkesini terk etti. Peki

ardından neler oldu? "Gemide olanlarla karşılıklı kur'a çektiler ve kaybedenlerden oldu" (Sâffât 37/141). Fazla yükten dolayı bindiği gemi batmak üzereydi. Gemiyi kimin terk edeceğini tespit etmek için çekilen kur'anın neticesinde Hz. Yûnus gemiden atlamak zorunda kaldı. Denize atlayınca büyük bir balık onu yuttu. "Yûnus kendini kınayıp dururken, onu bir balık yuttu" (Sâffât 37/142).

"Senden başka hiçbir tanrı yoktur.1 Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum, diye yalvardı."

Yüce Allah bu durumu Sâffât sûresinde şöyle anlatmaktadır: "Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olma­saydı tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı" (Sâffât 37/143-144). Peki Hz. Yûnus teşbihini nasıl yaptı? Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 87'de sorunun cevabını buluyoruz:                     

a) "Senden başka hiçbir tanrı yoktur." Öncelikle tevhîd inancına sahip olduğunu ifade etti.

b) "Seni tenzih ederim." Tenzih etmek, Yüce Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu söylemektir.

c) "Gerçekten ben zâlimlerden oldum" diyerek de suçunu hem Hz. Âdem nem de Hz. Mûsâ gibi itiraf etti.

d) "Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı" (Sâffât 37/143).

Yukarıda bahsedilen yalvarmaların tümü bu âyette teşbih olarak adlandırılmaktadır. Aslında tevhîd inancını söylemesi ile sübhâneke demesi teşbihi ifade etmektedir.                     

Hz. Yûnus, bu yalvarıp yakarmasını nerede yaptı? Enbiyâ 87'de bunu "nihayet karanlıklar içinde yalvardı" ifadesi gereği balığın karnın­da yapmıştı. Demek ki o, balığın karnında canlılığını muhafaza ediyor­du, oradaki karanlıkların içinde olduğunu biliyordu ve yalvaracak kadar da şuuru yerinde idi.

5. "Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz, müminleri böyle kurtarırız."

Yüce Allah, Hz. Yûnus'un durumunu değerlendirirken "keder" an­lamına gelen iiİi el-ğamm kelimesine yer vermektedir. Biraz daha açarsak ğamm kelimesine "bunalım ve sıkıntı" dememiz de mümkün olacaktır.  

Onun yalvarışı, Allah'ın ona icabet etmesine sebep olmuştur. Onu kurtarmasaydı nelerin olacağına da Yüce Allah açılım getirmektedir.

a) "Tekrar dirilecekleri güne kadar onun kar­nında kalırdı" '(Sâffât 37/144).

b) "Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı" (Kalem 68/49).

Şimdi neticeyi çıkartabilmek için şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah Hz.Yûnus'un olgusunu bize niçin anlatıyor? İşte bu sorunun cevabı, olguyu günümüze ve geleceğe taşıyacaktır.

1. "İşte biz müminleri böyle kurtarırız" (Enbiyâ 21/88). Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 88'de Yüce Allah, olguyu neden anlattığını cevaplandırmakta, inanan insanları, düştükleri kederden, sıkıntıdan ve bunalımdan kurtaracağına dair fermanını Hz. Yûnus olgusu ile açıklamaktadır. Aslında bu şu demektir: "İman kurtu­luşa eşittir. İnkâr karanlığından kurtulmanın yolu imandan geçmektedir. Keder içinde, bunalımda ve sıkıntıda olan toplumların çıkış ve kurtuluş yolu imandır."

2.  Âyette yer alan balık ve deniz, sabırsızlığın, öfkenin ve zannm meydana getirdiği karanlıklardır; bir bakıma nefsin ve bilgisizliğin ka­ranlığını temsil etmektedirler. Bunlar, aklına göre değil de zannma göre hareket edenin, içine girdiği karanlıktır. Böylece Yüce Allah sabırsızlığı ve öfkeyi terk etmenin eğitimini yapmaktadır.

3. Diğer taraftan hatasını anlayıp suçunu itiraf ederek tövbe etme­nin önemi de burada anlatılmaktadır. Karanlıklar içinde kalan insan, hatasını anlayıp teşbih ve tövbe ederse, kurtuluş kapısını aralamaktadır. Onun teşbihi ve tövbesi Allah'ın yardımını, merhametini, rahmetini ve lütfunu harekete geçirecektir.

4. Toplumun değişimi için beklenti içinde olmak gerekiyor. İnsan­larda inanç ve davranış değişikliğini oluşturmak veya onların kendileri­nin oluşturması uzun zaman alabilir. Bunun için eğitimciler hem beklenti içinde olacak hem de sabredeceklerdir.

Sosyal değişim çok zor ve çok zaman aldığından hem toplumu yö­netenler hem de eğitimciler sabırlı olmak zorundadırlar. Hele işledikleri yanlışlar ve yaptıkları zulüm nedeniyle batmak üzere olan bir toplumun geri dönüşü, bulunduğu ölüm döşeğinden kalkıp geri dönmesi daha da zordur.                                                                                       

İşte Hz. Yûnus'un toplumu bir istisnayı teşkil etmektedir:

"Yûnus'un kavmi müstesna, (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) herhangi bir ülke halkı, keşke (kendilerine azap gelmeden) iman etse de bu iman­ları kendilerine fayda verseydi. Yûnus'un kavmi iman edince, kendile­rinden dünya hayatındaki rüsvalık azabını kaldırdık ve onları belli bir süre faydalandırdık" (Yûnus 10/98).

Demek ki, Hz. Yûnus, biraz daha sabretseydi, ilâhî takdiri bekle-seydi, toplum iman edecekti ve bu konuda gerekli olan değişimi göster­miş olacaktı.       

Kısaca Yüce Allah, Hz. Yûnus'un olgusu ile nesillere, siyâsî, dînî ahlâkî ve eğitim bakımından değişimde sabrın ve beklentinin önemini anlatmaktadır, diyebiliriz. [22]

 

Hz. Zekeriyya'nın Olgusu

 

89. Zekeriyyâ'yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle yalvarmıştı: "Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın."

90. Biz de duasını kabul ettik ve ona Yahya 'yi bahşettik.

Eşini de kendisi için elverişli hâle getirdik. Gerçekten bütün peygamberler hayır işlerinde koşuşurlar; umarak

ve korkarak bize yalvarırlardı. Onlar bize gönülden saygı duyuyorlardı.

Daha önce Zekeriyyâ peygamberlerin konusu Al-i Imrân ve Mer­yem sûrelerinde ele alınmıştı. Peygamberler sûresi anlamına gelen Enbi­yâ sûresinde, diğer peygamberlerin yanında onun da anılması istenmiş ve eğitici yönüne dikkat çekilmiştir.

1.  "Zekeriyyâ'yı da (an)."

Bahsi geçen her peygamberin olgusundan mutlaka, yaşayan ve ya­şanacak zaman için dersler çıkartılmalıdır.

2. "Hani o, Rabbine şöyle yalvarmıştı: Rabbim! Beni yâlnız bırakma! Sen vârislerin en hayırlısı­sın."

a) Zekeriyyâ peygamber "beni yalnız bırakma" derken neyi kasdetmiştir? Sorunun cevabı şu âyetlerdedir: "Orada Zekeriyyâ Rabbine dua etti: 'Rabbim! Bana tara­fından hayırlı bir nesil bağışla' dedi" (Âl-i İmrân 3/38). Bu âyette, temiz bir nesil istemektedir. Yalnız bırakmaktan kasıt, kendisinden sonra kendi kültür mirasını yüklenip götürecek çocuk istemekti: "Rabbim dedi. Benden kemiklerim zayıfladı, saçım başım a-ğardı. Ve ben, Rabbim, sana dua sayesinde hiç bedbaht olmadım. Doğ­rusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyo­rum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir oğul (velî) ver" (Meryem 19/4-5). Demek ki, "beni yalnız bırakma" derken, oğul ve nesil istiyor­du.

Bu duanın yapıldığı an, kendisi ve hanımı çok yaşlı idi. Çocuk yapmaktan düşmüşlerdi.                                                   

b) "Sen vârislerin en hayır! ısısın" derken iki şeyi kastetmiş olaca­ğını Râzî açıklamaktadır:

i. İşlerin sonunun Allah'a varıp dayandığını bildiği için, bu işi çöz­sün diye söz konusu ifadeyi Allah'a bir övgü üslubu olarak kullanmıştır.

ii. "Eğer bana vâris olacak birisini vermezsen, ben buna aldırmam. Çünkü sen en hayırlı vârissin" demek istemiştir (Râzî, age, XVI, 222).

Al-i İmrân 38'deki duasının sonunda: "Şüphesiz sen duayı hakkıy­la işitensin" dedi. Enbiyâ 89'daki ifade ile Âl-i İmrân 38'deki bu ifade arasında bir paralellik vardır.

3. "Biz de duasını kabul ettik ve ona Yah­ya'yı bahşettik."

Yüce Allah'ın ona duasını kabul ettiğine dair işaretleri ne olmuş­tur? Sorunun cevabı ÂI-i İmrân 39'dadır:

"Zekeriyyâ Mabed'de durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: Allah, sana, kendisi tarafından gelen bir kelimeyi tasdik edici, efendi, iffetli ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeliyor."

İşte Yüce Allah, melekleri göndererek ona müjdeyi vermek sure­tiyle duasını kabul ettiğini bildirmişti. Duasının kabulü, Hz. Yahya'nın doğumu ile son bulmuş ve kesin neticeye ulaşmıştır.

4. "Eşini de kendisi için elverişli hâle getirdik."

Elverişli hale getirmesi, çocuk doğuracak duruma getirmesi de­mektir. Çocuk doğurmak için gerekli olan yumurta üretimine başlaması demektir. Aslında çok yaşlı bir kadının çocuk doğuracak duruma gelme­si ve bunu bize bu âyetlerle anlatması, insanlığa bu konuda bir ödev ver­mektedir. Biyolojik olarak yaşlanmış olan bir kadının çocuk yapar hale gelmesi, bir mucizeden bilime dönüşümün ödevini insanlığa vermesi anlamına gelmektedir.

Bu kadar yaşlı çiftlerin çocuklarının nasıl olacağını da Zekeriyyâ peygamber hayretler içerisinde sormuş (Âl-i İmrân 3/40; Meryem 19/8), o kadar ki Yüce Allah'tan bir âyet, bir işaret göstermesini dahi istemişti (Âl-i İmrân 3/41; Meryem 19/10).                      :

5. "Ger­çekten bütün peygamberler, hayır işlerinde koşuşurlar; umarak ve korka­rak bize yalvarırlardı. Onlar bize gönülden saygı duyuyorlardı."

Yüce Allah, peygamberlerin ortaklaşa özelliklerini  anlatırken, peygamber ahlâkını da bize tanıtıp öğretmektedir.

a) Peygamberler hayır işlerinde koşuşurlardı. Değil hayır yapmak, hayır yapmaya koşuşmak bile peygamber ahlâkı olduğundan, böyle dav­ranmak, kaliteli müminlerin de ahlâkı olmalıdır. Hayra olan koşuşma, Âl-i İmrân 133'te olduğu gibi cennete ve Allah'ın affına koşmaktır.

b)  Umarak ve korkarak Allah'a yalvarmak da onların Allah ile 0-lan ilişkilerinde yer almaktadır. Korku ve ümit arasında bir denge kur­mak, peygamberlerin uygulaması olduğuna göre, müminlerin de uygu­lamalarında ve dualarında bunlar yer almalıdır. Secde 16'da peygamber­lerin duasmdaki bu psikolojik denge müminlere aktarılmaktadır. "Korkuyla ve umutla Rabblerine  yalvarmak  üzere  vücutları  yataklarından  uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar."

Yüce Allah, peygamberlerin bu özelliğini bize aktarırken, din eği­timinde duygu eğitiminin önemini ve bu duygu eğitiminin amacının denge olduğunu öğretmektedir. Korku ve ümit arasında dengeyi kurmak, eğitimin, özellikle din eğitiminin en zor uğraşılarının başında geliyor. Korku ve ümit dengesi akıl, iman ve bilgi arasında kurulacak olan den-

geye bağlıdır; yaşaması da beyin, gönül ve nefis arasındaki denge saye­sinde olacaktır.

c) "Bize gönülden saygı duyuyorlardı."

Korku ve ümit arasındaki denge, gönülde huşu denen saygıyı do­ğuracaktır. Huşu, kök salan, kopması, sökülmesi mümkün olmayan say­gıdır ve riyakarlığı, yalakalığı söküp atan, tam anlamı ile olan saygıdır.

İffetini koruyan Meryem'e ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu âlemlere ibret kılmıştık.

Yüce Allah, Enbiyâ sûresinde geçen peygamberlerden sonra Hz. Meryem'in de anılmasını istemektedir. Onun içindir ki Hz. Meryem'i ve oğlunu beraber gündeme getirmektedir.  [23]             

 

Hz. Meryem Ve Oğlu

 

1. "İffetini koruyan."

Bizim "iffet" dediğimiz kelime âyette yi fere olarak geçmektedir. Fere ise, ilk bakışta "cinsel organı" ifade etmektedir. Bu kelimenin ma­nası hakkında Kurtubî "gömleğin açık yakası" açıklaması yapmaktadır. Yani Hz. Meryem'in elbisesine şüphe bulaşmamıştır. Gömleğin fercleri, yani açık yerleri dörttür: Kollar, yaka kısmı ve aşağısı (Kurtubî, age, XI, 565).                                                                 

Kurtubî'nin bu anlatımından hareket ederek diyebiliriz ki, kadının tüm vücudu iffet kavramının kapsamına girmektedir.

Âyetin bu kısmında geçen ciü-i ehsanet kelimesi, "koruma altına almak, muhafaza etmek" demektir. Hasune kalıbı, "kadın iffetli olmak, evlenmek" demektir. Hassan e kalıbı da, "bir yeri kuvvetlendirmek, sarp kılmak, kadını haramdan korumak, hastalıktan iyileşmek, bağışıklık ka­zandırmak" demektir. Hısn da "kale" anlamına gelmektedir. Bütün ma­naları bir araya getirip yorumunu yapmakta olduğumuz Hz. Meryem'le ilgili Enbiyâ 91'e getirirsek bu kelime, "kale gibi iffetini korumak" an­lamını ifade etmektedir diyebiliriz.

Aslında ehsanet kelimesi ile fere kelimesinin bir araya gelmesin­den bir tenkit, bir ileri ifade buluyoruz. Babasız çocuğu dünyaya getir­mesi nedeniyle büyük iftiralara ve saldırılara uğradığı için Hz. Mer­yem'in tüm insanlığa, özelde dünya kadınlığına örnek verilmesi isten­mektedir. "İffetini koruyan" ifadesine dikkat edilirse, namus duygusunu hareket ettiren, Hz. Meryem'in kendisi olmakta, iffetin içinde hareket edip eylem halinde bulunmaktadır. "İffetini korumak ne anlama gelmek­tedir?" sorusunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

"Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde görün­dü. Meryem dedi ki: 'Senden, çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen1. Melek: 'Ben, yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim' dedi. Meryem: 'Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?' dedi" (Meryem 19/17-20).

Burada anlatılmak istenen şey tek kelimeyle, "beşer eli değmeme-si" anlamına gelmektedir. Bu manayı da bizzat Hz. Meryem'in kendisi vermektedir.

2. "O' na ruhumuzdan üfledik."

Buradaki "ruh üfleme" olayını şöyle yorumİayabiliriz: Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 91 'de Hz. Meryem'e ait fîhâ'daki zamir dişi zamiridir. Ama Tahrîm 12'de ise erkek zamiri yer almaktadır.

Demek ki Enbiyâ 91'de Hz. Meryem dişi, Tahrîm 12'de de erkek olarak kabul edilmektedir. Bundan şunu çıkartabiliriz: Hz. Meryem'in cinsellikle ilgili iç organlarında hem yumurta hem de sperm üreten sis­tem vardı. Cebrail üflemesi ile hem yumurta hem de sperm harekete ge­çip buluştular, döllenip Hz. isa'nın yaratılmasını sağladılar. Bu durum bitkiler âleminde ceviz ve fındıkta; hayvanlar âleminde de solucanlarda vardır. Daha önce bunu anlattığımızdan burada kısa bir açılama ile yeti­niyoruz.

Bize göre Hz. Meryem'in cinsel organındaki iç sistem bir mucize­dir.

Aslında "Hz. Adem yaratıldığında şekillenmiş çamura da üflenip canlanmıştı" (Sâd 38/72). Onun içidir ki Âl-i İmrân 59'da Hz. Adem ile Hz. İsa'nın yaratılışının, benzer yaratılışlar olduğu ifade edilmektedir. Üflemenin Hz. Meryem ile Hz. Adem'in balçığına yaptığı etki, belki farklı olabilir ama, neticesi aynı olmaktadır.

3. "Onu ve oğlunu âlemlere ibret kıldık."

Ayette geçen âlemlerden kasıt, "insanlar"dır. Yüce Allah, Hz. Meryem'i ve oğlu Hz. isa'yı, kendilerinden sonra gelecek tüm insanlara, nesillere kıyamete kadar bir işaret, bir ders, bir kanun olarak bırakmıştır. Aslında işaret anlamında âyet, "algılanabilen, elle tutulup gözlenebilen, bir şeyden hareket edip görülemeyen, elle tutulup gözlenemeyen, madde ötesi bir şeye vardıran"a denmektedir. Hz. Meryem ile oğlu Hz. îsâ da insanlık için madde ötesi, aslında gözle görülemeyen, elle tutulamayan ama zihnen bilinene götürmeleri bakımından birer âyet, işaret delil ve simge olmaktadırlar. Onlar vasıtasıyla Yüce Allah insanlığa ne anlatmaktadır?

a) Erkeksiz dünya olmaz deyip, kadınları ezen, onlara zulmeden, onları horlayan, onlara değer vermeyen, itip-kakan erkeklere Yüce Allah "Ben dilersem erkeksiz bir çocuk dünyaya getiririm ve sizin bu yaptıkla­rınızı, gururunuzu ortadan kaldırırım" demek istemektedir.

b) Kadın haklarının devrimi Hz. Meryem ile başlamıştır. Kadının peygamber annesi olduğu insanlara hatırlatılmaktadır.

c) Yüce Allah, sonsuz kudreti ile her şeyi yapabileceğini öğret­mekte, bu yaratılışın, Hz. Adem'in yaratılışını açıklayan bir ders niteli­ğini taşıdığım göstermektedir.

d) Bu doğum, gelecekte tıbbî araştırmalara yön vermek, konu sunmak ve ödev vermek bakımından Önemli bir mesaj taşımaktadır.

e) Bu doğum, Hıristi yani arı hatta Yahudileri bu ortak olgu yoluyla İslâm'a davet etme bakımından da bir delil özelliğindedir. Kur'ân'm, Hz. Meryem'in namuslu bir kadın olduğunu ispatlaması, onu ve oğlunu insanlık için bir mesaj, bir simge, bir ders ve bir işaret denen âyet olarak kabul etmesi buna yol açmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Enbiyâ 48'den başlayıp 91. âyetin so­nuna kadar ele alınan peygamberlerle ilgili olgular, insanlığa manevi değerler konusunda çok önemli dersler vermekte, insanın özellikleri ve bu Özellikleri işlemenin metotları gösterilmektedir. Bunların neler oldu­ğu, sûrenin sonunda çıkaracağımız ilkelerde ifade edilecektir. [24]

 

Tevhîd İnancı Ve Tefrika

 

92. İşte,  sizin bu dininiz,  tek bir dindir ve Ben de Rabbinizim, artık bana kulluk edin.

93. Ama, insanlar din konusunda aralarında bölündüler, hepsi Bize döneceklerdir.

Hz. Nuh'tan başlayarak Hz. îsâ'ya kadar bir çok peygamberin ol­gusunu anlatırken mesaj olarak ilâhî dinlerin ortak değerinin tevhîd i-nancı olduğu özellikle vurgulanmıştır. İşte Enbiyâ 48'den 91'e kadar anlatılan peygamberlerin olgusu, inanç ve dindeki birlik ve bu birliğin toplum hayatına yansımasıdır.

1. "İşte, sizin bu dininiz tek bir dindir."

Zemahşerî, âyetin bu kısmında geçen "û ümmet kelimesini "millet, İslâm" olarak manalandırmıştır (Zemahşerî, age, II, 583). Millet kelime­si, burada sosyolojik manada kullanılmış olabilir. O zaman da "İslam Bir önceki âyette din, tevhîd inancı ve sadece Allah'a kulluk konu­lan geçtiğine göre, buradaki emr kelimesi, "dînî konular, din işleri, Al­lah'ın emirleri" manasına alınmalıdır.

Tek din, tek inanç, tek Allah ve tek Allah'a kulluk, bu parçalan­mada, meydana getirmesi gereken toplumsal birlik beraberliği de parça­lamaktadır. Parçalanan toplumda oluşan gruplar kendi fikir, inanç ve davranışları ile sevinip böbürlenmektedirler (Mü'minûn 23/53). Bu şe­kilde dinlerini parçalayanlara, yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 93'te Yüce Allah, "onların, Kendisine döneceklerini, yani O'nun huzu­runda bu parçalanmalarının hesabını vereceklerini bildirmekte ve uya­rıda bulunmaktadır. Ayrıca:"İnananlarının bütünlüğünü bozarak gruplara, fırkalara ayrılanlara gelince, onlar için yapabileceğin hiçbir şey yoktur. Unutma, onların işi Allah'a kalmıştır. Ve zamanı gelince Allah onlara vaktiyle yaptıklarını gösterecektir" (En'âm 6/159).

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Aynı ilâhî mesajı, kitabı, vahyi almalarına rağmen bir dinin mensupları neden ihtilaf eder de tefri­kaya düşerler? Bu sorunun cevabını Bakara 213 ile verebiliriz: "Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde ayrılığa düştüler." Demek ki, sözde ilim adamları ve din adamları, aralarındaki kıskançlık yüzünden dinde ihtilaf etmişlerdir. Sebep kıskançlık, netice de bölünme olmuştur.

Yüce Allah bu konulan Kur'ân ile bize niçin anlatıyor? Din âlim­lerinin, din konusunda sebep oldukları, kapanması imkânsız ihtilafların ve bölünmelerin ilâhî âleme çıktığını ve orada bir rahatsızlık meydana getirdiğini bize anlatmak, onun kötülüğüne dikkat çekmek, onların du­rumuna düşmemek için din eğitimini tevhîd inancı ve doğru bilgi üzerine oturtmak için uyarıda bulunmaktadır. Din eğitimin, din âlimlerinin ö-nünde, şirkten sonra dev gibi duran sorun bu konudur. İlâhî vahyi, yani Kur'ân'ı bilmeyen, Kur'ân bilgisine sahip olmayan sözde din âlimlerinin verdiği fetvalar insanları bölmektedir. Herkes kendi etrafında bir grup oluşturmuş, kendi anlayışlarına göre bir din anlayışı oluşturmuş ve bu oluşturdukları ortamda insanları şartlandırarak sevinip durmaktadırlar.

Kendilerini doğru yolda, kendi çevrelerinde olmayanları yanlış yolda görmektedirler. [25]

 

İyi Ve Kötü Eylemin Sonucu

 

94. inanmış olarak iyi amel yapanların çalışması inkâr edilmeyecektir. Biz, onu yazmaktayız.

95.Helak ettiğimiz ülke halkının Bize dönmemesi  kansızdır.                                                                    

Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc açıldığı ve onlar her te~peden akın ettiği zaman.                                                       

97. Verilen gerçek söz yaklaştığında inkâr edenlerin gözleri donakalır! "Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz, bu durumdan habersizmişiz, hatta biz zâlim kimselermisiz" derler.                                                          

Yüce Allah, Kur'ân'da hem kâfirlerin hem de müminlerin yaptık­larının kayıt altına alındığını, zerre kadar bir amelin bile kişinin karşısına

konacağını vurgulamaktadır. Bu açıklamaların, mümin için teşvik, kâfir için de caydırıcı olması hedeflenmektedir.

"İnanmış olarak iyi amel yapanların çalışması inkâr edilmeyecektir. Biz, onu yaz­maktayız."

Bu âyeti, bir önceki tefrika ile ilgili âyetle ilişkilendirerek açıkla­mak gerekiyor. Kendi aralarında işlerini parçalayanların mahşerde Al­lah'ın huzurunda hesapları görülecektir. Bununla beraber imanını koru­yanların iyi amelleri kaydedildiğinden dolayı hiç kayba uğramayacak­lardır. Başka bir açıdan bakarsak, insanların tefrikalarını önlemek için gayret gösterenlerin bu çabalarının boşa gitmeyeceğine de burada işaret edilmektedir. Çünkü tefrika, önlenmesi gereken bir durumdur. Özellikle bu ihtilaf din alanında oluyorsa mümin insanlar bunu önleme gayretini göstermelidirler.

Bu âyet, bir önceki âyete bağlı olarak açıklanacağı gibi, genel ma­nada da ele alınabilir.

a) "Bilsin ki in­san için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması kendisine gösterilecek ve sonra ona karşılığı tas tamam verilecektir" (Necm 53/39-41).

b) "Kim de âhireti diler ve bir mümin olarak uğraşır, bir çaba harcarsa, işte bunların çalışmaları makbuldür" (îsrâ 17/19).

c)  "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür" (Zilzâî 99/7).

d)  "Şunu  iyi  bilin  ki, üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarını bilirler" (înfıtâr 82/10-12).

Bütün bu âyetler, en küçük amelden en büyük amele kadar her şe­yin kaydedildiğini anlatmaktadırlar. Mümin insan, şuna inanmalıdır: İnandığı için bütün amelleri, gayretleri, çabalan olumlu manada kayıt altına alınmaktadır. Onun için en küçük ameli bile küçümsememelidir.

Önemli olan, yerinde ve zamanında, kendisine ve insanlığa faydalı ola­rak gerçekleştirmiş olsun.

2. "Helak ettiğimiz ülke halkının Bize dönmemesi imkânsızdır."

Aslında iman edenlerin amelleri kaydediliyor; aynı zamanda helak olacak kadar kötü işler yapanların da amelleri kaydedilmektedir. Kötü iş yapanlara, kaçmalarının imkânsız olduğu, Allah'a dönüp hesap verecek­leri bu âyette söylenmektedir.

Âyete şu şekilde mana verirsek, başka bir yorum getirmek zorun­dayız: "Helak ettiğimiz bir belde için artık (yeniden mamur olmak) im­kansızdır; çünkü onlar geri dönemeyecekler." Bu manadan şu neticeyi çıkartıyoruz: Helak olan toplumlar bir daha geri dönüp eski şaşaalı gün­lerini yaşayamazlar. Bir daha insanlık medeniyetine katılma fırsatını yakalayamazlar. Çünkü insanlığın sosyal hayatı, toplumların yaşamı, geri dönüşü olmayan bir kimya formülü gibidir. Helak olmadan önce ıslahat yapılabilir ve bu ıslahatla toplumun ömrü uzayabilir. Yûnus sûre­sinin 98. âyetinde Yûnus toplumunun hayatında olan değişim gibi.

Bu açıklama bizi nereye götürür? Bu açıklama bizi "helak olan toplumları geri getirmek üzere yapılacak çalışmaların sonuçsuz kalacağı ilkesi"ne götürür. Mesela: Bir daha Roma İmparatorluğunu, Pers krallı­ğını, Osmanlı devletini geri getirmek mümkün değildir.

3. "Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman."

Bu âyet, bir sonraki, yani 97. âyete göre yorumlanırsa, kıyametin kopmasından önce olacakların birini gündeme getirmektedir diyebiliriz. Ama bir önceki, yani 95. âyete göre manalandırırsak, bir toplumun helak olmasından önce nelerin olacağına işaret etmektedir deme imkanımız vardır. Ama biz bir önceki âyete göre yorum yaptıktan sonra, bir sonraki âyetle ilgisini kuracağız.

Her devletin ve o devleti meydana getiren milletin, siyâsî, toplum­sal ve kültürel, hatta bütün bunları kucaklayan dînî anlayışları ve değer­leri vardır. Bu değerler onu farklı millet yapar ve ona farklı ve bağımsız bir devlet kurmasını öğütler. Farklı milletler, farklı dünya görüşünü,

farklı inanç ve kültürel değerleri temsil eder ve onların kurduğu devletle­rin içi de onlarla dolar ve onlarla örülmüş olurlar.

Bu kültürel, siyâsî ve dînî değerler aynı zamanda, o toplumun, devletin hatta milletin, koruyucusu, etrafını saran surlarıdır. Bu manevi surlar, Ye'cûc ve Me'cûc denen, siyâsî, kültürel ve dînî değerleri zehir­leyen, karmaşaya salan, çürüten ve hasta edip yatağa düşüren, devletin gardım dağıtan mikroplardan korur. Devletlerin içindeki halkın yaşamı, bu değerlerle örtüşerek, onları yaşatarak devam ederse, Ye'cûc ve Me'cûc denen tahrip edici kültürel mikroplar içeri giremezler. Ama o toplumun değerlerinin bağışıklık sistemi zayıflayıp milletin gardı düş-meyedursun, Ye'cûc ve Me'cûc her taraftan saldırıp o milleti yok ede­cek, onu kargaşaya salacaktır. Bu da o devletin ve o milletin helaki ola­caktır. Günümüzde Ye'cûc ve Me'cûc çok farklı boyutlar kazanmıştır. Artık devletlerin kültürel saldırıya, medya denen güce karşı gardları düşmüş vaziyettedir.

Ye'cûc ve Me'cûc, manevi kültürün surlarını aşıp gelmekte, her yerden saldırmaktadır. Milletler gençliklerini, tüm halkını her yerden saldıran Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı korumak için eskiye nazaran daha çok çalışmalıdırlar. İşte Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı tedbir alamayan top­lumlar helak olmaya mahkûmdurlar. Bu yorum bir önceki âyete göre yapılacak yorumdur.

4. "Verilen gerçek söz yaklaştığında, inkâr edenlerin gözleri dona kalır!"

Ye'cûc ve Me'cûc, kıyametin kopmasından önce tabiat kanunları­nın çözülmesi, kâinattaki dengenin bozulması, her tarafta kargaşanın başlaması, düzenin bozulması demektir. Bu durum, yani kıyametin kopması Yüce Allah'ın vaadidir, yani gerçek sözüdür. Bu söz yaklaştı­ğında Ye'cûc ve Me'cûc ortaya çıkıp saldıracak, kâfirlerin gözleri hayret içerisinde donakalacaktır ve dışarıya fırlayacaktır.

5. "Yazıklar olsun bize! Gerçekten    biz,    bu    durumdan    habersizmişiz.    Hatta    biz    zâlim kimselermişiz, derler."

Dünya hayatlarında, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler; kıya­metin kopmasının ardından dirilince ve bu diriltmeyi bizzat görünce pişmanlık duyup kendi kendilerini suçlayacaklardır. "Bu durumdan ha-bersizmişiz" derken kendilerine bu olgunun, yani öldükten sonra diril­menin öğretilmediğini kastetmeyeceklerdir; tam tersine Öğretilip de i-nanmadıklarının pişmanlığını itiraf edeceklerdir. Buradaki "gaflet" ke­limesi, umursamazlıklarını göstermektedir.

Öldükten sonra dirilip amellerinin sorgulanacağına inanmayanlar, kötülük ve zulüm yapmaktan çekinmezler. Çünkü onlara göre hayat, bu dünyadaki hayattır. Ne yaparsan yanında kâr kalacaktır.

Bu tür insanlar, kendilerinin dünyada zâlim olduklarını da itiraf edeceklerdir. Yüce Allah, gelecekle ilgili bu bilgilendirmeyi bize niçin yapmaktadır?                                                                  

Bu soruya cevabımızı İbrahim 43-44. âyetlerle vermeye çalışaca-

Zihinleri bomboş olarak kendilerine bile dönüp bakamaz durumda, gözleri göğe dikilmiş bir vaziyette koşarlar. Kendilerine azabın geleceği, bu yüzden zâlimlerin: 'Ey Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım' diyecekleri gün hakkında insanları uyar. Onlara denilir ki: Daha önce, sizin için bir zeval olmadığına, yemin etmemiş miydiniz?"

Yüce Allah'ın bu bilgilendirmeyi yapmasının amaçlarından biri, insanların âhirette pişmanlık duymalarını önlemek, bu dünyada inanması gerekene inanıp sonra bu dünyaya tekrar gelmeyi isteyecek kadar peri­şan hale düşmesini gidermektir.

Diğer taraftan bir diğer Amaç, bu dünyada kötülük ve zulüm yap­malarını önlemek ve ahlâkın kaynağına âhiret inancını koymaktır. İnsan­ların kötülük ve zulüm yapmalarını önleyen, onları disipline eden en büyük güçlerden biri, âhiret inancıdır, yani bu dünyada yaptıkları ile âhirette karşılaşacağına inanmasıdır.

İşte "din" ile felsefenin temel farklarından biri budur. Felsefenin insana sunacağı bir âhiret hayatı yoktur ve orada olacak olanları haber vermesine de imkân yoktur. Yüce Allah gönderdiği din ile, hem âhiret hayatının olacağını, ödül ve cezanın görüleceğini bildiriyor hem de ora­da pişman olmamak için önceden uyarıyor. Bu ön uyarı, dinin en Önemli görevleri arasıdadır. Bu nedenle âhiret inancı, din eğitiminin önde gelen amaç ve görevleri arasında yer almaktadır. [26]

 

Şirk Ve Cehennem

 

98.  Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz.

99.  Eğer   onlar   birer   tanrı   olsalardı   cehenneme girmezlerdi. Hepsi orada çok uzun süreli olarak kala-çaktır.

100. Cehennemde onlara inim inim inlemek düşer. Yine onlar orada hiçbir şey işitmezler.

Bu âyetler hem şirk koşmanın yanlış olduğunu hem de müşriklere neleri getireceğini anlatmaktadır.

ve Al­lah'tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız. Siz oraya gireceksi­niz."

Âyette geçen f küm "siz" kelimesi ya da zamiri, "müşrikleri, şirk koşanları" ifade etmektedir. "Allah'tan başka taptıklarınız" ifadesi de sadece put anlamına alınmamalıdır.

Müşriklerin ya da genel anlamda yanlış inanç sahibi insanların tap­tığı Allah'tan başka tanrılar çok çeşitlidir. Kendi nefsine taptığı gibi, azizlere, peygamberlere, putlara, ideolojilere, mala, dinsel otoritelere, onların telkin ettiği sahte ahlâkî değerlere, fikirlere de tapmaktadırlar ve neyi, ne zaman tanrı edindiğinin farkında olmadığından gizli şirkin pen­çesinden kurtulamamaktadir.                                              

Müşriklerin kendileri ve taptıkları sahte tanrılar, mahşerde cehen­nem yakıtı olacaklardır. Yakıt olarak tercüme ettiğimiz hasab ke-limsi, "odun" anlamına gelmektedir. Hasab kelimesini hadab ve hatab şeklinde okuyanlar da olmuştur. Neden Yüce Allah hasab dedi de "odun" anlamına gelen hatab dememiştir? Bize göre bunun sebebi, hasab m "yakıcı olan, yanan ve ısıtan her şey"i ifade etmesidir. Bu ateş maddi ateş olacağı gibi, manevi ateş de olabilir.                               

Konuya dünyevi manada yaklaşırsak, müşrikler ve onların taptık­ları sahte tanrılar, toplumları ve insanlığı ateşe verip cehenneme çevir­mekte ve beyinlerin, gönüllerin cehennemi olan nefsin yakıtı olmaktadır­lar. Bize göre, önce onlar insanlığın tevhîd inancını yıkmakla manevi, alanı cehenneme çevirmektedirler.

Diğer taraftan onlar, cehennemi bu dünyadan âhirete taşımakta ve oradaki cehennemin yakıtı olmaktadırlar. İşte şirk bir ateştir. Bu ateşi taşıyanlar da müşriklerdir. Bir taraftan da cehennem ateşi onların gönül­lerinde bir mum gibi yanacaktır, ama mumun alevi, mumu eritmeden yanacaktır. Demek ki inançlar ateşe dönüşecektir. Tevhîd inancı nura, ışığa; şirk ve inkâr da ateşe dönüşecektir (Bakara 2/24; Hadîd 57/12).

Müşriklerin kendileri cehennemin yakıtı olurken, aynı zamanda o cehenneme de gireceklerdir. Demek ki, kendi cehennemlerinin ateşini yakacak, sonra da kendileri onun içine gireceklerdir.

2. "Eğer onlar birer tanrı ol­salardı cehenneme girmezlerdi. Hepsi orada çok uzun süreli olarak kala­caktır."                                                                                       

Yüce Allah, müşriklerin Allah'tan başka varlıklara, nesnelere tap­malarının yanlış olduğunu, bu sahte tanrıların neden tanrı olamayacakla­rını ispatlayarak açıklamaktadır. Tanrı olan bir varlığın, cehenneme git-

memesi gerekir. Demek ki onların tanrılık atfettikleri bu varlıklar, kendi­lerinden üstün bir tanrının kuracağı cehenneme gitmektedir. Kendisinden üstün olan bir tanrıya denk olabilecek bir tanrı olmasına imkan var mı­dır?

Ayrıca tanrı edinen müşrikler ile tanrı edinilenler veya kendilerini insanlara tanrı gibi sunanlar çok uzun süreli olarak cehennemde kalacak­lardır.                                                                                   

Bu âyette Yüce Allah çok önemli bir metot kullanmaktadır. Yüce Allah insanların beyni ile meselelere bakıp değerlendirmesini yapmakta, böylece, "başkalarının düşünce tarzı ile alay ve olgulara yaklaşıp açık­lamalar yaparak doğru veya yanlış olduklarını onlara gösterme meto-du"nu bize öğretmektedir.

Diğer taraftan âyetten şu neticeyi de çıkartıyoruz: Yüce Allah'ın bir önceki âyet ile bu âyette kullandığı "kendisinden başka tanrılar" ifa­desinden "cansız putlar"ı değil de "canlı varlıklar"ı anlıyoruz. Çünkü putun cehenneme gitmesi diye bir şey söz konusu edilir mi? Kendilerini tanrı olarak insanlara sunmuş olanlar cehenneme gidip orada çok uzun süreli olarak kalacaklardır.

3. "Cehennemde onlara inim inim in­lemek düşer. Yine onlar orada hiçbir şey işitmezler."

a) zefîr, "kederli bir kişinin sinesinden çıkardığı nefesin sesi, inleyişi, âhı"dır. Bu kelimeye, "hararet, sıcaklık" manasını da verenler de olmuştur (Râzî, age, XVI, 236). Aslında sıcaklık ile inlemek arasında yakın bir ilişki vardır. İnlemeyi meydana getiren nefesin, gamın sıcaklığı vardır. Ya da cehennem ateşinin hararetinden dolayı meydana gelen bir inleme bu kelime ile ifade edilmektedir. Bize göre bu inlemenin başka bir nedeni de duydukları derin pişmanlık olabilir.

b) "Yine onlar orada hiçbir şey işitmezler."

Âyetin bu kısmına iki ayrı yorum getirebiliriz: Birisi, onların sinelerinden kopup gelen nefesle çıkardıkları inilti onların duyma yeteneğini ortadan kaldıracak, kendi sesleri varken başkalarımnkini duyamayacaklardır. Kendilerinin iniltisi öylesine yüksek perdeden olacaktır ki, duyulması gereken sesleri duyamayacaklardır. Kendi sesleri yulması gereken sesleri duyamayacaklardır. Kendi sesleri kulaklarını sağır edecektir.

Bu niçin böyle olacaktır? Çünkü onlar bu dünyadayken daima kendi fikirlerine, kendi sözlerine, kendi anlayışlarına ve inançlarına ku­lak verip dinliyorlardı. Onun için orada da kendi iniltilerinden başka ses duyamayacaklardır.

Diğer açıklamamız şöyle olabilir: Bu dünyada Allah'ın vahyini, çağrılarını, öğütlerini dinlemeyen, onlara kulak asmayalar, öteki dünya­da sağır olacaklardır. Tâhâ sûresinin son âyetlerinde, 124-126. âyetlerin­de Allah'ın Kur'ân'ına sırt dönenlerin mahşerde kör olarak haşr edilip terk edilecekleri söylenmiş, Enbiyâ'nın bu âyetlerinde de, dünyada Al­lah'ın uyarılarına kulak verip dinlemeyenlerin sağır olacaklarına dikkat çekilmiştir. Bu dünyada hangi duyu organı ile Allah'ın kelamına, öğü­düne ve çağrısına hangi tavrı takındıysalar, o duyu organı mahşerde gö­revini yapamayacaktır. Organlar layık oldukları şekilde haşrolacaklardır.

"Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir haled yüzükoyun hasrederiz" (İsrâ 17/97). Çünkü bun­lar:   "Elbette sen, ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin" (Rûm 30/52) âyetinde belirtildiği gibi yaşayan ölülerdi.

Bu âyetlerin amacı hem tüm insanları uyarmak, gelecek tehlikeyi önceden haber vermek hem de müminlerin bu neticeyi çıkaracak hatalara düşmelerini önlemek, âhiretteki tüm oluşumların bu dünyadan oraya taşınacağının bilincini kazandırmaktır. Burada psikolojik manada iyiye teşvik, kötüden de uzaklaştırmak amacı vardır; duyu organlarının yerli yerinde, amaçlarına uygun bir biçimde kullanılması ve bu şekilde eğitil­meleri hususunda bir uyarı vardır. Genel eğitimin, özel manada din eği­timinin gayreti bu uğurda harcanmalıdır. Çünkü duyu organlarımız bey­ne neyi taşıyorsa, o da onu makul hale getirmektedir. [27]

 

İyilerin Sonucu

 

101. Tarafımızdan kendilerine güzel sonuç takdir edil­miş olanlara gelince, işte onlar cehennemden uzak tulurlar.

102. Bunlar, cehennemin uğultusunu duymazlar; gönül­lerinin dilediği nimetler içinde çok uzun süreli kalırlar,

103.  En büyük dehşet bile onları tasalandırmaz. Melek­ler kendilerini: "Size söz verilen gün, işte bugündür"

diye karşılarlar.

Enbiyâ 97 ile 100. âyetler arasında kâfir ve müşriklerin âhiretteki durumları anlatılırken yukarıda verdiğimiz âyetlerde de iman edip iyi amel işleyenlerin durumu açıklanmaktadır. Ritim psikolojisi gereği, kö­tülerin durumundan hemen sonra iyilerin durumu ele alınmaktadır.

Kötülerin anlatılması ile oluşan kötümser psikolojik havanın iyim­serliğe dönüşebilmesi için Yüce Allah, Kur'ân'in genelinde bu metodu uygulamaktadır.

1. "Tarafımızdan kendilerine güzel sonuç takdir edilenlere gelince, işte onlar cehennemden uzak tutulurlar."

Râzî, bizim mealde "takdir etmek" anlamına aldığımız dİL^ sebekat fiilini, gerçek anlamı olan "geçmek" manasına almıştır. O zaman mana şöyle olur: "Tarafımızdan kendilerine en güzelin geçtiği kim­seler." Zemahşerî hüsnâ kelimesini, "üstün haslet ve özellik" anlamına almıştır. Bilindiği gibi hüsnâ kelimesi, ahsen kelimesinin dişisidir ve "saadet, mutluluk, ödülün müjdelenmesi, iyiyi yerine getirmeye başarılı kılmak" demektir; ayrıca "ödülün vaadedilmesi" manasına da gelmekte­dir.[28]

"Geçmek" anlamına aldığımızda âyetin manası çok farklı alanlara uzanmaktadır. Üstün özelliklerin Allah tarafından birilerine geçmesi, intikal etmesi, kişinin, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanması, Yüce Allah'ın eğitiminden istifade etmesi" anlamına gelmekte, Bakara 138'de belirtil­diği gibi "Allah'ın boyası ile boyanması" olgusunu ifade etmektedir. "Allah'tan üstün özelliklerin insana intikal etmesi, geçmesi", "o insanın şahsiyetinin ve ruhunun Allah'ın boyası ile boyanması, O'nun ahlâkı ile ahlâklanması" anlamına gelmektedir. Tek kelime ile "Kur'ân ahlâkına bürünmesi" demektir.

Bu yorumdan şu neticeyi çıkarıyoruz: Güzellikler, üstün özellikler bir yerden veya birinden diğerine geçebilmekte, geçmek için hareket edebilmektedirler. Kötülükler bulaşırken, iyilikler, güzellikler de geçe­bilmekte, intikal edebilmektedirler.                                                    

O zaman eğitimin şu tarafı ortaya çıkmaktadır: Eğitim, erdemleri, güzellikleri ve iyilikleri insanlara aktarma ve kazandırma sanatıdır. Sa­natkâr, kendi ruhundaki güzelliği bir heykele, bir şiire, bir resme intikal ettirdiği gibi, Allah da kendi güzelliklerini insana intikal ettirip ona ka­zandırmaktadır.

Demek ki, bazı insanlar Yüce Allah'ın aktardığı güzellikleri, er­demleri alıp ruhuna sindirebilmekte, ilâhî eğitimden gerekli olan istifa­deyi elde edebilmektedirler. İşte âyet hem erdemleri aktaran Allah'ın eylemini hem de onları benimseyen, alan, ruhuna sindirenin eylemini bir araya getirmektedir. Onun için ciLi sebekat kelimesini "yazdı, takdir etti" anlamına almak doğru değildir. Çünkü o zaman, Yüce Allah birilerine güzellikleri yazmış, birilerine de yazmamış olacaktır. Bu da zulüm olur. Halbuki sebekat, "geçmek, intikal etmek, ulaştırmak" manasına alındığında kulun alıp almamasmdaki özgürlüğü de ortaya

sına alındığında kulun alıp almamasındaki özgürlüğü de ortaya çıkmak­tadır.

b) Yüce Allah'ın eğitiminden güzellikleri alıp ruhuna sindiren ve onları hayata geçiren insanların en önemli ödüllerinden biri cehennem­den uzak tutulmaları olacaktır. Demek ki iman ve erdemli hareketler, insanları cehennemden uzaklaştırırken cennete yaklaştırmaktadır. Çünkü bir şeyden uzaklaşan, bir şeye yaklaşıyor demektir.

Önceki birkaç âyete bakınca özellikle "siz cehenneme gireceksi­niz" ifadesinin yer aldığı 98. âyetin ardından bu âyetin gelmesiyle, insan ruhunun ne kadar yatıştığını anlamakta geç kalmayız. Birileri cehenne­me atılırken, birilerine de "Cennet de takva sahiplerine uzak olmayacak şekilde yaklaştırılır" (Kâf 50/31) muamelesi yapılacaktır.

Cehennemin uğultusu var mıdır? Sorunun cevabını Mülk 7 ile ve­rebiliriz: "Oraya atıldıklarında kaynarken onun çıkardığı uğultuyu işitirler." Cehennemin uğultusu öfkesinden meydana gelecektir: "Cehennem neredeyse, öfkesinden çatlayacak" (Mülk 67/8). Demek ki, uğultusu onun öfkesinin bir sonucu olmaktadır. Demek ki yorumun yapmakta olduğumuz Enbiyâ 102'de geçen hasîs kelimesi, Mülk 7'de şehîk olarak yer almaktadır. İkisi de "korkunç bir uğultuyu" ifade etmektedir.

Bu âyetlerle ilgili dünyevî sonuçlar çıkarmamız gerekiyor: "Kâfir­ler: 'Bu Kur'ân'1 dinleme­yin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız1 dediler" (Fussılet 41/26). Bu şekilde Kur'ân'a olumsuz tepki gösteren, ona karşı uğultu çıkaranlar âhirette cehennemin uğultusunu duyacaklardır.

Günümüzde Kur'ân'a ve onun getirdiği îslâm dinine karşı kalemle­riyle, medyasıyla, kitaplarıyla, makaleleriyle, konuşmalarıyla, çeşitli siyâsî ve ekonomik projeleriyle gürültü çıkaranlar, aslında âhirete ce­hennem uğultusunu gönderiyorlar. Allah'ın dinine karşı bütün gayretleri ve çeşitli hareketleriyle uğultu çıkaranlara uğultu ile mukabele edilecek­tir. Ama müminler, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklananlar, güzellikleri Al­lah'tan alanlar bu uğultuyu duymayacaktır.

4. "Gönüllerinin  dilediği  nimetler içinde çok uzun süreli kalırlar."

Demek ki Yüce Allah, cennetteki nimetlerini bunlara sunarken, on­ların gönül isteğini dikkate alacaktır. Bu dünyada gönüllerinin isteği yani kendi iradeleri ile Allah'ın intikal ettirdiği güzellikleri alanlar, orada da kendi isteklerine göre ödüllendirileceklerdir. Bu ödül, Yüce Allah'ın dilediği ana kadar devam edecektir.                                    

5. "En büyük dehşet bile onları tasalandırmaz."

"Büyük dehşet, büyük korku onları tasalandırmayacaktır" buyurulurken, büyük dehşetin ne zaman olacağını sorma hakkımız doğ­maktadır. Sorunun cevabını sûrenin devamındaki âyetler vermektedir. Ayrıca Nemi 87 de bir cevap niteliğini taşımaktadır: "Sûra üfürüldüğü gün, -Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler." İşte dehşet anı, İsrafil meleğinin sûra üfürüp kıyametin kopma anıdır.               ,

İşte Nemi 87'de belirlenen istisna kişiler, Allah'ın onlara sunduğu bütün erdemleri hayata geçirenlerdir. Herkesin dehşete düştüğü kıyame­tin kopuş anında, onlar bu korkudan uzak kalacaklardır. Amelleri, korku ile onların arasında bir engel teşkil edecektir.                  

6. "Melekler kendilerini: 'Size söz verilen gün, işte bu gündür' diye karşılarlar."

Bunun anlamı, kıyamet koparken, melekler bu mümin ve erdemli insanları, olgu hakkında bilgilendireceklerdir. Bu bilgilendirme onları yatıştırıp korkularını önleyecektir.                                                     

Bu bilgilendirme, kıyametin daha önce Allah'ın vaad ettiği gün ol­duğu yönünde olacaktır. Demek ki bilgi korkuyu önleyici bir niteliğe sahiptir. Bundan şuna varıyoruz: İmanı bilgi ile birleştirince, dehşet ve­rici olgular bile insanı korkutmamaktadır. Çünkü akıl, iman ve bilgi ol­gusunun ne olduğunu anlayacak ve bu anlayış, insanın rahatlamasını temin edecektir.                                                                                 

Herkesin dehşete düştüğü kıyamet günü, meleklerin konuşmasına, bilgilendirmesine muhatap olmak gerçekten çok büyük bir ödüldür. [29]

 

Kıyametin Kopuşu

 

104. Göğü, kitap sayfalarını dürer gibi durduğumuz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi, katımızdan ve­rilmiş bir söz olarak yaratmayı tekrar edeceğiz. Biz bu­nu yapacağız.

Pek çok âyette kıyamet koparken nelerin olacağı anlatılmaktadır. Bu âyette bir örnek ile kıyametin kopması anlatılmaktadır.

1. "Göğü, kitap sayfalarını dürer gibi durduğumuz zaman."

Yüce Allah, kıyametin kopmasını, köklü bir değişim olarak İbra­him 48'de takdim etmektedir. Anlık bir şekil değişimi iîe yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşecektir. Bu dönüşüm olgusunda ba­zen yeryüzünde, bazen göklerde, hatta özelde dağların, denizlerin, güne­şin ve yıldızların ne hâle geleceği detaylı bir şeklide açıklanır. Yorumu­nu yapmakta olduğumuz âyette de göklerin durumuna dikkat çekilmek­tedir.

"Kitap sayfalarının dürülmesi gibi göğü düreceğiz" ifadesinde ki­tabın şekli ile kıyametin kopmasında göklerin alacağı şeklin benzerliği dikkate değer bir benzerliktir. Kitabı bilmeyen, çünkü kitabın basımı olmayan bir topluma gelen bu vahyin ne denli evrensel olduğuna delil teşkil etmektedir. Kitap, kıyamete kadar insanın hayatında önemli bir rol oynayacaktır. Kitabın kapatılıp bir tarafa atılması, açılıp okunmaması,toplumlar için kıyamettir. Yüce Allah'ın benzetmesine ters taraftan bakalım: Kitabın dürülmesi, göklerin dürülmesini, göklerin dürülmesi de kitabın dürmesini temsil etmektedir. Kitaplarım dürüp kenara koyanlar kıyametlerini koparmışlardır.

Diğer taraftan bu âyeti, önceki âyetlere bağlı olarak da açıklayabiliriz. İnanan ve erdemli davranışlarda bulunan, insanlara güzellikler sunanlar kıyametin kopuşundaki uğultuyu duymayacak ve korkmayacaklardır.                                                                 

2. "Yaratmaya ilk başladığımız gibi, katımızdan verilmiş bir söz olarak yaratmayı tekrar edeceğiz. Biz bunu yapacağız."

İbrahim 48'de geçen dönüşümün gerçekleşmesi, Allah'ın vaadidir. Kıyamet kopacak ve hemen başka bir dünya ve gökler kurulacaktır. Kurulan âhiret âleminin boş olmasının anlamı yoktur. Yüce Allah, bunu yapacağına dair bize söz vermektedir. Bu sözünü gerçekleştirecek güçtedir.

föi; Öldükten sonra dirilme olgusuna inanmak için insanların dikkatini ilk yaratmaya çekmemiz gerekiyor. Değişim, dönüşüm ve ikinci kez yaratma bir arada gerçekleşecektir. Bu konudaki dersler, din eğitimcileri tarafından bilinçli bir şekilde, Kur'ân'a dayanan bilimsel açıklamalarla yapılmalıdır. [30]

 

Siyası Erkin El Değiştirmesi

 

105.  Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: "Yeryüzü­ne iyi kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık.

106.  İşte bunda, kulluk eden bir toplum için bir mesaj vardır.

Bu âyetlerden çıkaracağımız ilke veya ilkeler olacaktır:

"Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır1 diye yazmıştık." Zikirden kasıt Hz. Musa'ya gönderilen kitap­tır. Sonra Zebur'un gelmesinden bunu çıkartıyoruz. Bize göre, Zikir ve Zebur'un anılması, aslında bütün peygamberlere gelen vahyin mesajına işaret etmektedir. Çünkü "parçayı anarak, bütünü kastetmek" kuralına dayanarak bütün vahye işaret edildiğini söyleyebiliriz. Demek ki bütün vahylerin içeriğinde bu ilke yer almaktadır.

Mesaj nedir? Yüce Allah yeryüzünün mirasını iyi insanlara ver­mekte, onları vâris olarak tayin etmektedir. Bunun da anlamı, yeryüzü­nün idaresini onlara verecek, onlar temsil edeceklerdir. Demek ki, iyi, erdemli insan olmak siyâsî erki ele geçirmeye yeterli bir neden ve dina­mik olmaktadır. Gerekli olan değişimi de Allah yapacaktır. Kimdir bu iyi insanlar? Biraz önce Enbiyâ lOTde açıkladığımız insanlardır. Güzel­likleri Allah'ın aktardığı ve onların da aldığı insanlardır. Nedir iyi, nedir güzellikler? Bu sorulara cevap verebilmek için Kur'ân'ın pek çok âyeti­ne gitmemiz gerekiyor: Tevhîd inancının gerekli kıldığı iman esaslarına inanmak, sevdiği malından fakirlere, yetimlere, akrabaya ve özgürlük uğruna yapılan faaliyetlere yardım etmek, namazını kılmak, zekatını vermek, ahdine vefa göstermek, sıkıntılara karşı göğüs gerip sabretmek, takva denen ruh olgunluğunu elde etmek (Bakara 2/177); aklın, düşün­cenin ve takvanın yolu olan haklara saygı duyup

hayata geçirmek, Allah hakkı olarak şirk koşmamak, ana-baba hakkına, çocuk hakkına, toplumun ahlâkî hakkına, hayat hakkına, yetim hakkına, tüketici hakkına, hukuki bakımdan doğruyu söyleyerek kul hakkına ve Allah'a verilen sözü yerine getirme hakkına riâyet edip hayata geçirmek (En'âm 6/151-153); Allah'ın indirdiği vahyin hak olduğunu bilmek, ak­lını kullanıp düşünmek, Allah'ın ahdini yerine getirmek, antlaşmayı bozmamak, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirmek, Allah'a saygı duymak, âhiretteki hesaptan korkmak, Allah rızası için sabretmek, namazı kılıp infak etmek, kötülüğe iyilikle mukabele etmek (Ra'd 13/19-22); boş sözden yüz çevirmek, cinsel organlarını koruyarak iffetli kal­mak, emanete sahip çıkmak (Mü'minûn 23/1-11).

Aslında bütün bu değerler, ameller ve güzellikler hayatın tamamını kapsamaktadır. Bunların tamamını eritip tevhîd inancının potasına atabi­liriz.

Yeryüzüne vâris olabilmek için üstün meziyetlere sahip olmak ge­rekiyor. Akıl, bilgi ve iman mutlaka bir araya gelmelidir. Zaten yukarıda sıralanan bütün güzellikler bunlardan çıkmaktadır. Yüce Allah, onlara güzellikleri sunmaktadır, "Eğer inanıyorsanız üstün sizsiniz" (Al-i İnırân 3/139) dendiğine göre, inanmak, siyâsî erki eline almanın da şartı olmaktadır. Buradaki iman, aklın eylemini, düşünceyi, anlamayı ve bilgiyi de içermektedir.

2. "İşte bunda, kulluk eden bir toplum için bir mesaj vardır."

Tabii ki burada Allah'a kulluk eden kastedilmektedir. Tevhîd inancına sahip olarak Allah'a kulluk eden insanların 105. âyetten bir mesaj çıkarmaları gerekiyor. Al-i İmrân 139'da aynı mesaj verilmektedir. Sahip olduğu kabiliyet ve yetenekleri, yani psikolojik nimetleri kullanamayanlar siyâsî erki elde edebilmek için Allah'ın yapacağı imtihanı geçemeyeceklerdir (En'âm 6/164).

Benzetmede hata olmaz ise, insanlar doğurdukları ve kendilerine evlatlık edenlere miraslarını bırakırlar. Yüce Allah da yarattığı ve kendi­sine kulluk edenlere yeryüzünü miras olarak vermektedir.

Âyette geçen ve "yeryüzü" anlamına gelen ard kelimesini Zümer 74. âyete göre manalandırırsak, bunun cennet olduğunu söyleyebiliriz. "Onlar: 'Bize verdiği sözde sadık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamd olsun. İyi amelde bulunanla­rın mükafatı ne güzelmiş!1 derler." Yüce Allah, ard ile cennet kelimele­rini bir araya getirmiştir. Mü'minûn 10-11. âyetlerde de Firdevs cenneti­ni miras olarak vereceğini ifade etmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 106'da geçen fös belâğ kelimesi, "çare, yollar, gayeye ulaştıran şey" demektir. "İyi kulların si­yâsî erki eline geçirip yeryüzüne vâris olacağı idealine ulaştıracak yol­lar" yorumunu yapabiliriz. Zikir ve Zebur denen tüm ilâhî kitaplarda, yeryüzüne vâris olmanın yolları anlatılmaktadır. Demek ki ilâhî vahyi iyi anlayıp Öğretirsek vâris olmanın yollarını da öğretmiş oluruz. [31]

 

Hz. Muhammed'in Gönderiliş Amacı

 

 ız sen} ancak âlemlere acıdığımız için gönderdik.

Bu âyetteki rahmet kelimesinin cümledeki konumu hakkında de­ğişik kanaatler ileri sürülmüştür. Bu kanaaetlerden biri bu kelimenin cümlede "hâl" oluşudur ki bu taktirde âyetin anlamı "Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" şeklinde olur. Diğer görüşe göre de rahmet kelimesi ersele fiilinin "mef ûlün leh"i olmaktadır ki bu taktirde de anlam: "Biz, seni ancak âlemlere merhametimizden dolayı gönder­dik" şeklinde olur (Bu görüş için bkz: Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, Kahire, 1964, IH, 430; Nesefî, age, IV, 274; Râzî, age, XVI, 246-248; Muhyiddîn ed-Dervîş, İ'râbu'l-Kur'âni'l-Kerîm ve Beyânüh, Suriye, 1996, VI, 372). Biz de bu ikinci manayı tercih ederek yorumumuzu ya­pacağız, Yüce Allah, insanların doğru yoldan çıkıp inkâra, şirke düşme-

terinden dolayı onlara acımış ve merhamet etmek istemiştir. İşte onlara merhamet etmek için Hz. Peygamberi göndermiştir. Başka bir ifade ile, Hz. Peygamber Allah Teala'nın insanlara olan merhametinin bir tezahü­rü olmaktadır.                                                                          

Hz. Muhammed'den önce insanlar birbirlerini yiyorlardı. Kuvvetli­ler zayıfları eziyor, kadınlar hakaret içinde tutuluyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, insanlar elleriyle yaptıkları putlara tanrı diye tapıyorlardı. Dünya küfür ve sapıklık içinde yüzüyordu. İşte Yüce Allah, insanları bu haksızlıklardan kurtarıp özgürlüğe kavuşturmak, zayıfları korumak, ruhları vehim ve hurafelerin tutsaklığından kurtarmak için Hz. Muhammed'i göndermiştir. Onu göndermesi, insanlara acıdığından ve şefkatinden dolayıdır. O, bizatihi âlemlere rahmet olmuştur. Çünkü getirdiği prensipler, onların mutluluğuna sebep olmuştur (Süleyman Ateş, Tefsir, V, 529).

108. De ki: "Bana, Tanrınız ancak bir tek tanrıdır" di­ye vahyolunuyor. O'na teslim olacak mısınız?

709. Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizin hepinize e-şit şekilde açıkladım. Artık tehdit edildiğiniz şeyin yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilmem.

110. Şüphesiz O, sözün açığını da bilir; gizlediklerinizi de bilir.

111. Bilmem, belki de o azabın ertelenmesi, sizi sına­mak ve bir süreye kadar yaşatmak içindir."

112. (Muhammed): "Rabbim, onlar hakkında adaletle hükmünü ver. Bizim Rabbimiz Rahman'dır. Sizin anlat­tıklarınıza karşı yardımı umulandır" dedi.

Öyle anlaşılıyor ki Enbiyâ sûresi genel manada tevhîd inancı ve onun tezahürlerini anlatarak sona ermiştir. [32]

 

Tevhid İnancı

 

1. Yüce Allah'ın insanlara olan merhametinin, acımasının ilk gö­rüntüsü onları şirkten kurtarmak için tevhîd inancına çağırmış olmasıdır. Onun için Hz. Peygambere verdiği birinci görev, yaratılış kanununu o-jcuduktan sonra ('Alak 96/1-5) insanlara tevhidi öğretmektir. "De ki: 'Bana, Tanrınız ancak bir tek tanrıdır' diye vahyolunuyor.", "Sizin tanrınız" denmesi bütün peygamberlerin ifade­sinde yer almaktadır. "Tanrınız" ifadesinden anlıyoruz ki, hitap edilen kimseler başka tanrılara tapmıyorlardı.

Bu tebliğ konusundan şunu çıkartıyoruz: Dinin temeli, özü tevhîd inancıdır. Tevhîd inancı olmaz ise, hayatın mutluluğa yürüyüşü ile ilgili ilkelerini topluma yerleştirmek mümkün değildir; dinin ahlâkî değerleri­ni insanın davranışlarına ve oradan topluma yansıtmasının imkanı yok­tur. Çünkü tevhîd inancı, hem ahlakın hem ekonominin hem din eğitimi­nin hem siyasetin hem de devletlerarası ilişkilerin alt yapısını teşkil et­mektedir.

Allah'ın tek Tanrı olduğuna inanmak, O'nun bizim üzerimizdeki hakkıdır. Bu hak ödenmedikçe, insanlıktaki sosyal depremin, çalkalan­manın, bunalımların durması mümkün değildir. İnsanlığın sosyal prob­lemlerinin çözümündeki hareket noktası tevhîd inancı olmalıdır. Tevhîd inancı, insanın psikolojik yapısındaki parçalanmayı ve şahsiyet bölünmesini de önleyecektir.

2. "O'na teslim olacak mısınız?"

Âyetin bu kısmı, tevhîd inancının gerekli kıldığı ilk şartı gündeme getirmektedir. Allah'a teslim olmak tevhîd inancını kabul etmenin delili olmaktadır. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: "Teslim ol" denmiyor da niçin "olacak mısınız?" şeklinde soru şeklinde soruluyor? Bu ifadeden insanın inanma özgürlüğüne müdahale edilmediğini, inanmakta onun serbest bırakıldığını çıkartıyoruz. "Teslim ol" emrinde, seçenek ve onun getireceği özgürlük ortadan kalkıyor. Soru şeklindeki seçenek ve özgür­lük işler haldedir.

Âyetin iki kısmını bir araya getirirsek şöyle bir benzetme ile açık­lama yapabiliriz: Çekirdek atomun yapısında ne ise, dinin yapısında da tevhîd inancı odur. Çekirdeğin etrafında dönen elektronlar ne ise, dinin tevhîd inancının etrafında dönen diğer ilkeleri, değerleri de odur. Neden atomu örnek verdik? Çünkü dinin yapısı ile maddenin yapısı arasında bir benzerlik vardır. Maddenin en küçük parçası olan atomu parçalayınca infilak ediyor ve tahribatı büyük oluyor. Aynı şekilde dinin tevhîd inan­cına dokununca insanın her şeyi infilak ediyor. Allah ile olan tüm köprü­ler yıkılıp gidiyor. İlişkilerinde büyük tahribat meydana geliyor. Cenneti cehenneme çeviriyor. İşte teslimiyet, dinin çekirdeği olan tevhîd inancı­nın etrafında dönen bir elektrondur.                                           ; Buradaki teslimiyet, "bütün benliğini Allah'a vermek" ve sadece "O'na boyun eğmek" demektir.

3. "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizin hepinize eşit şekilde açıkladım. Artık tehdit edildiğiniz şeyin yakın mı yoksa uzak mı olduğunu bilmem."

a) IjJy hû "Yüz çevirirlerse" ifadesinden anlaşılıyor ki, bu eylemi yapmakta insanlar hürdürler; kendilerine öğretilen tevhîd inancına karşı sırtını dönerek kabul etmeme, olumsuz tepki gösterme seçeneğine ve özgürlüğüne sahiptirler. Bir bakıma bu: "Ve de ki: Hakk, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, di­leyen inkâr etsin" (Kehf 18/29) âyetinin uygulaması olmaktadır.

b) "Ben sizin hepinize eşit şekilde açıkladım."  

Zemahşerî âzene fiilinin, "bilmek" anlamına gelen ezineden türe-diğini söylemektedir. Fakat bu kelimenin "inzâr etmek" manasına geldi­ğini söyleyenlerin olduğunu da Râzî nakletmektedir. Bakara 279''da "şayet yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun" âyetindeki fe'zenû emri "haberiniz olsun, bilin" anlamına alınmıştır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de bu kelime, "duyurmak, açıklamak, öğretmek" anlamını ifade etmektedir.

Âyetin bu kısmında geçen 'alâ sevâ' ifadesi, "eşit bir şe­kilde" demektir. Bunun anlamı bütün insanları kapsamına almakta, bü­tün insanlara hitap etmektedir. Tevhîd inancı aklın gereği olduğundan, akıl da bütün insanlarda bulunduğundan, bu uyarı ve tebliğ tüm insanları ilgilendirmektedir. Bu noktadan biraz daha ileri gidersek, Kur'ân'ın ge­tirdiği mesajın evrenselliğine işaret etmektedir, diyebiliriz. Ayrıca bu ifade, eğitimde fırsat eşitliğinin olması gerektiğini bize hatırlatmaktadır. Yani "bütün insanları eğitimden geçirmek, onların eğitimden nasiplerini almalarını sağlamak"tır. "Eşit bir şekilde" ifadesi bunu gündeme getir­mektedir. Eğitim, öğretim, herkese eşit bir şekilde yapılmalıdır, öğrenen öğrenir, herkes kendi kabiliyet ve yeteneğine göre ondan istifade eder.

c) "Artık tehdit edildiğiniz şeyin yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilmem."

Burada "tehdit edildiğiniz şey" ifadesinden neyin kastedildiği ko­nusunda bazı görüşleri âlimler öne sürmüşlerdir. "Kıyamet günü" oldu­ğunu söyleyenler olmuş, bazıları da, "peygamberlerin onlara ilan ettiği harp", "Müslümanların kâfirlere galip geleceğine dair verilen söz" de­mişlerdir. Bize göre, "bu, dünya ve âhiret azaplarından biri" olabilir. Ama esasen müşriklerin İnanmakta güçlük çektikleri mesele kıyametin kopması idi. Bu konuda çok soru soruyorlardı: "Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbinin kalındadır. Onun zamanını O'ndan başkası açıklamaz" (A'râf 7/187).

Âyetin devamına baktığımızda, Hz. Peygamberin bilememesi ko­nusunu dikkate aldığımızda ve A'râf 187. âyete gittiğimizde anlaşılıyor ki bu vakit, yani bu tehdit kıyametin kopmasıdır.

Âyetin bu kısmından çıkaracağımız başka bir netice de şudur: Hz. Peygamberin "bilmem" veya "bilmiyorum" ifadesini kullanmasını Yüce Allah ona söylüyor. Demek ki dinde öyle konular vardır ki bilgisi Hz. Peygambere bile verilmemiştir. Çünkü o konular sadece iman alanına girmektedirler.

"Bilmem" veya "bilmiyorum" ifadesi din âlimi ve görevlileri için çok önemli bir örnek teşkil etmelidir. Dini konularda gelişigüzel konuş­mamak, "gerektiğinde bilmiyorum" demek hem Allah'ın emri hem de Hz. Peygamberin uygulamasıdır. Yüce Allah Hz. Peygambere "bilmiyo­rum" demesini vahy, yani Kur'ân ile öğretmektedir.

Diğer taraftan bu ifadeden, Kur'ân'ı Hz. Peygamberin yazmadığını da çıkartabiliriz. Çünkü insan bildiği bir konuda kitap yazar. Kitabında, kendisine sorulan soruya "ben bilmiyorum" demez. Hem de üçüncü biri ona "bilmiyorum de" hiç demez. Kimdir bilen? Bir sonraki âyette bunun cevabı verilmektedir.

4. "Şüphesiz O, sözün açığını da bilir, gizlediklerinizi de bilir."

Bu âyetten çıkaracağımız neticeler vardır:

a) Bu âyeti, bir sonraki âyetin öncüsü ve bir önceki âyetin devamı olarak düşünürsek, peygamberin her şeyi bilemeyeceğine, ama her şeyi bilenin Allah olduğuna, bu nedenle kıyametin ne zaman kopacağını O'nun bilebileceğine bu âyeti işaret olarak nitelendirebiliriz.

b) Bu âyet, ahlâkın temel ilkelerinden birini koymaktadır: Bir kim­se, açığa vurduğu ile, sinesinde gizli tuttuğu niyetlerinin Allah tarafından bilindiğini bilirse ne kötü niyet besler ne de kötü davranışta bulunur. Bu, öylesine bilinçli bir ahlâk olur ki, başka insanların kontrolünü gerekli kılmaz; polis ve jandarmaya iş bırakmayan bir bilinçle ahlâkı meydana getirir. Çünkü bu bilinçli kişi, açığa vurdukları ile içindeki oluşumların Allah tarafından gözlendiğine ve bilindiğine inanmaktadır. İşte bu inanç, ahlâkın altındaki fay hattını kaldırmaktadır.       ,..  

Demek ki, Allah'ın sonsuz ilmi, insanları içten ve dıştan kuşatmış­tır. Bu kuşatma, asla ihmal edilen bir nokta, bir boyut bırakmamaktadır.

5. "Bilmem, belki de o azabın ertelenmesi, sizi sınamak ve bir süreye kadar yaşatmak içindir."

Bu âyete dikkat edersek, 109. âyette geçen "tehdidin" azap oldu­ğunu söylememiz mümkündür. Azabın ertelenmesinin iki nedeni olabi­leceğini Hz. Peygamber açıklamaktadır.

a) Bu, bir imtihan olabilir. Bunun anlamı, tövbe edip inkârdan dönme, dinin önerdiği tevhîd inancına yönelik değişimin gerçekleşip gerçekleyeceğinin denenmesi için bir fırsat verme ihtimali olabilir. Çün­kü Yüce Allah'ın insanların yaptıklarını hemen cezalandırmaması, onla­ra değişmeleri için bir fırsat vermek içindir. Her yapılan suçun veya gü­nahın ardından ceza vermesi, dünyada insan kalmaması demektir. İşte değişip değişmeyeceklerini denemek için azabını geciktirir.

Bu erteleme, belli bir süreye kadar zaman tanımaktan ibaret de o-labilir. Aslında süre tanımak, faydalanmalarına müsaade etmek de, bu zaman içinde değişebileceklerini, akıllarını başlarına devşireceklerini, anlayabileceklerini amaç edinmektedir. Çünkü zaman çok şeyi değiştire­bilir.

Ama bu zaman tanıma şu anlama da gelebilir: Kâfirlerin nimetler­den faydalanması bu dünyadadır, ama onların âhireti perişandır. Bu erte­leme, "bırak bu dünyada biraz faydalansınlar, daldıkları pisliğe biraz daha dalsınlar" anlamına da gelebilir.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah bu iki ihtimali teke indirebilirdi, niçin iki tane koydu? Bu soruya şu cevabı verebiliriz: İhti­mal Allah için değil, insanlar içindir. İnsanların iradesinin faaliyetinde, ortaya çıkışında ihtimal söz konusudur. Çünkü Kur'ân'da Yüce Allah, insan iradesinin söz konusu olduğu yerde ifadesini ihtimalli kullanır.

c) Diğer taraftan Yüce Allah bu sözü Hz. Peygamber vasıtası ile söyletmektedir. Bunun anlamı şudur: İnsan Allah'ın takdiri konusunda konuşurken kesin konuşmamalıdır. Çünkü ilâhî takdire çeşitli açılardan bakılabilir ve çeşitli neticeler çıkartılabilir.

Âyette azabı ertelemeyi Allah takdir etmiş, ona karar vermiştir. Biz bu ilâhî karan, çeşitli açılardan değerlendirebiliriz: Azaba layık o-lanları "dönebilirler diye imtihana tabi tutmakta olduğu" veya "fayda­lanmaları için onlara bir süre tanımakta olduğu" şeklinde durum değer­lendirmesi yapılabilir. Yüce Allah, meseleye böylesine iki açıdan bakı-labileceğini Hz. Peygambere ve bize öğretmektedir.                    

Bu bakış açısını öğrendikten sonra şu ahlâkı kazanıyoruz: Sosyal olgulara tek boyuttan bakmayı değil çeşitli boyutlardan bakmayı elde ediyoruz. Çünkü olgular tek sebepli olmayıp çok sebepli olabilirler. Ge­nelde de çok sebeplidirler. Gerçekleşen olguyu yorumlarken de birden fazla yorum getirebiliriz.

6. "(Muhammed): 'Rabbim, onlar hakkında adaletle hükmünü ver. Bizim Rabbimiz Rahmân'dır. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır' dedi."

a) Bu âyetten 109. âyete bakarsak, "vaadolunan şeyin" bu dünya azabı olduğunu görmemiz mümkündür. Çünkü Yüce Allah'a Hz. Pey­gamber dua ederek, kendisine karşı çıkanlar hakkında adaletle hüküm vermesini dilemektedir. "Hak ile hükmetmek", yaptıklarının gerekli kıl­dığı cezanın verilmesi anlamına gelmektedir.

Ağır tepki gören peygamberler de aynı şekilde dua etmişlerdir: "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın" (A'râf 7/89). "Azap" kelimesini kullanma yerine "hak" ile, "adaletle hükmet" ifadesi­ne yer vermeleri merhametleri gereğidir.

Aslında bu duadan şunu çıkartıyoruz: Peygamberler, görevlerini bihakkın yerine getirdikten sonra, halledemediklerini Allah'a bırakmak­tadırlar.

Dini öğretmekle yükümlü olanlar da aynı metodu izlemelidirler: Ellerinden geleni yapacaklar, tepki gördükleri insanlar hakkında hükmü Allah'a bırakmak üzere dua edeceklerdir.   

"Sizin anlattıklarınıza karşı" derken âyette alâ mâ tesıfûn ifadesi tercih edilmiştir. Aslında tesıfûn "tanımlamak" manasına gelmekte, "yakıştırmak, tasvir etmek, tanımlamak" anlamını

ifade etmektedir. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Onlar Allah'a neler yakıştırıyorlardı? Sorunun cevabını vermek için En'âm 100'e git­memiz gerekiyor: "Cehaletleri yüzünden O'na oğullar ve kızlar isnat ettiler." Allah'a benzerlik isnat ettiklerinden dolayı Şûra 11'de "Hiçbir şey ona benzemezdir" buyurulmuştur. O'na denk tanrılar edindiklerinden dolayı İhlâs 4'te: "Hiçbir şey O'na denk tutulamaz" denmiştir. Allah için or­taya attıkları bütün tanımlar ve sıfatlar konusundaki teşebbüslerinin mantıkî ve aklî hiçbir dayanağı yoktur.

c) Halbuki Yüce Allah, rahmetin kaynağı anlamına gelen Rah-mân'dır. Ayrıca yardımı umulandır. Çaresiz kalındığı yerde insanın sığı­nacağı sonsuz kudrete sahip olandır.

Bu sûrenin son cümlesi "kâfirlerin gösterdikleri olumsuz tepkiye karşı hükmüne başvurulacak yegane hâkim Allah'tır" anlamına gelmek­tedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Enbiyâ sûresinin sonu tevhîd inancı ile bitmektedir. Her şey tekten geliyor, çoğalıp yine teke dönüyor. [33]

 

Enbiyâ Sûresinden Çıkarılan İlkeler

 

1. Tevhîd inancı ile ilgili ilkeler:

a) Göğü ve yeri, yani kâinatı yaratan Allah'tır (âyet: 16, 31-32).

b) Yaratan, yarattığının sahibi ve hâkimidir (âyet: 19, 56).

c) Öldükten sonra diriltecek O'dur (âyet: 21).

d)  Yerde ve gökte Allah'tan başka Tanrı olsaydı veya iki ilâh bu­lunsaydı, kâinatın düzeni bozulurdu (âyet: 22).

e) Allah, tek ve en üstün güce sahip olduğu için sorgulanamaz (â-yet: 23).

f)  Allah'tan başka tanrı olduğuna dair getirilecek hiçbir delil yok­tur (âyet: 24, 43).

g) Allah, asla çocuk edinmemiştir (âyet: 26).

h) Bitişik yarattığı kâinatı, yer ve göğü birbirinden ayırıp her can­lıyı sudan yaratan O'dur" (âyet: 30).

i) Kulluk edilecek varlık, fayda ve zarar verecek vasıfta olmalıdır (âyet: 66-67).

j) İnsanların tanrısı tek olan Allah'tır. O, gizli ve aşikâr her şeyi bi­lir. Rahmân'dir, kendisine sığınılandır, kendisinden yardım istenenedir (âyet: 108; 110-111).

2. Kur ün ile ilgili ilkeler:                                             

a) Kur'ân aklını kullananlara şeref temin etmektedir (âyet: 10).

b) Dinde fetva verecek olanlar Kur'ân'ı bilmelidirler. Kur'ân'ı bi­lene soru sorulmalıdır. Peygamber bile uyarıyı vahy ile yani Kur'ân ile yapacaktır (âyet: 9,45).                            

c) Kur'ân, Allah'ın insanlara bir duyurusudur (âyet: 106-107).

3. Peygamberlerle ilgili ilkeler:

a) Hz. Peygambere ve ondan önceki tüm peygamberlere Allah vahy göndermiştir. O vahy ile onlar peygamber olmuş, tayin edilmiş ve seçilmişlerdir (âyet: 7, 25, 48, 50-51, 73-74).

b) Hz. Peygamberi, Yüce Allah insanlara merhamet ettiği, acıdığı için göndermiştir (âyet: 107).

c) Peygamberlerin getirdiği vahy, insanlığa tevhîd inancının ya­nında ahlâkın dayandığı temel değerleri de getirmiştir. Onlar ışık ve öğüt getirdiler. Fayda değerini öğrettiler. İyiyi tanıttılar. Şirk ile mücâdele verdiler. Taklidi ortadan kaldırmaya çalıştılar. Yüce Allah onlara hikmet ve bilgi verdi. İyiyi hayata geçirdiler. Sabır ve iffet değerlerini öğrettiler (âyet: 26, 48, 50-51, 66, 74, 53-54, 83, 91).

d)  Din adına uyarıyı vahye dayanarak yapmak zorundadırlar (âyet: 45).

4. Âhiretle ilgili ilkeler:

a)  Âhirette hesap, yani değerlendirme vardır. Ve bu zaman yakın olmasına rağmen, insanlar ilâhî buyruktan yüz çevirmektedirler (âyet: 1).

b) Âhirette dirilmeyi sadece Allah gerçekleştirecektir (âyet: 21).  

c) Her şey ölümlüdür (âyet: 34-35).

d)  Kıyamet günü adalet terazileri kurulacaktır. Bu nedenle kimse­ye haksızlık yapılmayacak, küçük-büyük bütün ameller ortaya getirile­cektir (âyet: 47).

e)  Kıyamet koparken, kâinat kitap sayfalarının dürülmesi gibi dü-rülecektir (âyet: 104).

f) Dünyada iman edip erdemli ameller üretenler, cehennemden uzak kalacak ve onun horultusunu işitmeyeceklerdir (âyet: 101-103).

g) Dünyada müşriklerin taptıkları tanrılar ile kendileri cehennemin yakıtı olacaklardır. Orada inim inim inleyeceklerdir (âyet: 98-99).

h) Kıyametin bilgisi bilinmemektedir; çünkü aniden gelecektir (â-yet: 38-40).

5. İnsan psikolojisi ve eğitimle ilgili ilkeler:

a)  İlâhî vahy ve peygamberler aklı kullanmayı teşvik etmiştir (â-yet: 10,67).

b) İnsan, yaratılıştan acelecidir (âyet: 37).

c) İnsan, yeni bir şeye karşı daima tepki gösterir, kabul etmemekte inatçıdır (âyet: 2-3).

d)  Sûre genelinde tevhîd eğitimi yapılmakta ve şirkin yanlışlığı is­pat edilip öğretilmektedir.

e) Astronomi ve varlıkların kökeni konusunda biyolojik araştırma­lar için insanlara ödev verilmektedir (özellikle 30. âyet).

f) Din eğitimi için önemli konulardan biri olan, ilâhî vahyin bir sü­reç olduğu, vahyin, aynı inanç sistemini ve değerleri öğrettiği, peygam­ber ve kitapların birbirlerini tasdik ettiklerine dikkat çekilmektedir.

g)  Bu sûrede, Allah-kâinat, Allah-insan, insan-kâinat ilişkileri ile ilgili akla, gönüle hitap eden açıklamalar yapılmıştır. [34]

 

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/395.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/397-406.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/406-410.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/411-412.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/412-418.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/419-426.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/426-432.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/432-433.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/433-440.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/440-443.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/443-454.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/454-458.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/458-461.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/461-465.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/466-472.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/473-480.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/480-484.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/488-490.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/491-498.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/499-502.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/502-503.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/504-509.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/510-513.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/513-516.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/516-519.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/519-524.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/524-527.

[28] Râzî, age, XVI, 238. Zemahşerî'den nakil

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/528-533.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/532-533.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/534-536.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/536-537.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/537-544.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/545-547.