İnsanların İlahı Vahye Karşı Takındıkları Tavır
Zulüm, Toplumları Yıkan En Büyük Sebeptir
Tevhid İnancına Götüren Açıklamalar
Allah, Sorgulanamayan Varlıktır
Tanrılık İddiasında Bulunmanın Cezası
Evrenin Oluşumu Ve Canlıların Yaratılışı
Hz. Peygamber'in Görevi Ve Kâfirlerin Pişmanlığı
Hz. Musa Ve Harun'a İndirilen, Vahy Kimin İçin, Ne Yapar?
Taklit, Peygamber Uyarıcılarına Karşı En Büyük Direnç
Olmuştur
Hz. Davud Ve Hz. Süleyman'ın Olguları
Zü'n-Nûn Yani Yûnus Peygamberin Olgusu
Hz. Muhammed'in Gönderiliş Amacı
Enbiyâ Sûresinden Çıkarılan İlkeler
Peygamberler anlamına
gelen enbiyâ kelimesinin bu sûreye ad olarak verilmesinin sebebi,
peygamberlerin olgularını kısa metinler halinde ele alıp pek çoğuna değinmiş
olmasıdır.
Kâinatın yaratılışı ve
canlıların kökenini ele alması bakımından pek çok sûre ile bağlantısı bulunan
bu sûre, Kur'ân'in insana temin edeceği şerefi gündeme getirmesi açısından
Fâtır ve Zuhruf sûrelerini müjdelemekte, bilmeyenlere "Kur'ân'ı bilene
sorunuz" demekle Nahl sûresine bağlantı kurmakta, hak ile bâtıl
kavramlarını aralarındaki ilişkiler bakımından ele alması yönüyle de İsra
sûresine olan bağlılığını göstermekte ve şirk inancı ile mücâdele ve tevhîd inancım
yerleştirme bakımından pek çok sûreye de referans olmaktadır.
Ayrıca bu sûrenin
"Rahman çocuk edindi" şeklindeki ifadeyi ele alması bakımından Mâide
ve Meryem sûresi ile de alakası vardır. "Her nefis ölümü tadacaktır"
ilkesi ile 'Ankebût sûresine işaret etmekte olan bu sûre, iyi ile kötünün
imtihan soruları olduğunu bildirmekte, Hz. Meryem, ye'cûc ile me'cûc, kıyametin
kopuşu gibi konuları ele almaktadır.
112 âyetten meydana
gelen Enbiyâ sûresi, Mekke'de inmiştir.
[1]
Rahman Ve Rahim Olan
Allah'ın Adıyla
1. İnsanların hesaplan yaklaştı; fakat onlar
hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler.
2. Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü
alaya alarak dinlerler.
3. Kalpleri başka şeylerle oyalanarak, o
haksızlık edenler, aralarında gizli konuşarak: 'Bu da sizin gibi bir in-
sandan başka bir şey değildir. Siz göre göre
büyüyü mü kabul edip inanacaksınız?' (derler).
4. (Peygamber): 'Rabbim, gökte ve yerde
söyleneni bilir. O her şeyi işiten ve her şeyi bilendir' dedi.
5. Onlar: 'Hayır, bunlar karışık rüyalardır.
Hayır onu uydurmuştur. Hayır o şairdir. Haydi, önceki peygamberler gibi bir
belge getirsin' dediler."
6. Bunlardan Önce helak ettiğimiz hiçbir
memleket halkı iman etmemişti, şimdi bunlar mı iman edecekler?
Ayetlerin analizinden
varacağımız neticeler vardır:
1.
"İnsanların hesaplan yaklaştı; fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz
çevirmektedirler."
a)
"Yaklaşmak" anlamına gelen ıkterabe fiilinin öznesi, hisâbuhüm
kelimesi olmaktadır. Hesap bir canlı gibi hareket edip yaklaşmaktadır. Hisâb
kelimesi "değerlendirmek, ölçüp tartmak" manalarına gelmektedir.
Demek ki, dünya hayatı bir imtihandır. Bu imtihanda insanların verdikleri
cevaplar, yani yaptıkları ameller bir gün değerlendirilecek, sonuçları
insanlara bildirilecektir. İşte bu değerlendirme zamanının yaklaştığını bu
âyet söylemektedir. Kur'ân'm gelmesinden sonra asırlar geçmesine rağmen
"kıyamet kopmadı, değerlendirme yapılmadı" denirse, cevap olarak
"zaman kavramının Allah katındaki süresi ile beşerî kavrayıştaki
süresinin farklı olduğunu" söyleyebiliriz. Zamanın işlemeye başlaması,
yaklaşması demektir.
Diğer taraftan
âhirette değerlendirmenin olması, bu dünyada haksızlığa uğrayanlara bir
teselli, bir moral, bir güven vermektedir. Mazlumların bu dünyada haklarının
aranmaması halinde âhirette bu hakların
alınacağının
bilinmesi, zâlimlere bir tehdit oluşturmaktadır. İşte dini felsefeden ayıran
temel özelliklerden biri de budur. Felsefelerin âhireti, âhiretteki
değerlendirmesi, cennet ve cehennemi yoktur. Din böyle bir âlemi bununla ilgili
oluşumları inanç sistemine koymaktadır; yani Yüce Allah böyle bir hayatı insana
sunmaktadır.
b) İnsanlar
yaklaşan bu değerlendirme gününe rağmen gaflet içinde bu inançtan, dinden ve
ilâhî uyarıdan yüz çevirmektedirler. Dikkat edilirse âyette "gaflet
içinde" ifadesine yer verilmektedir. Sanki gaflet, bir bulut, bir duman,
bir sis gibi insanın beynini ve gönlünü bürümüş ve insan onun içinde
kalmıştır. İşte o cehaletin ve inkârın kaplayan buLûtu içinde inançsızlar,
gerçekten yüz çevirmektedirler.
Buradaki yüz çevirme,
gösterilen olumsuz tepkiyi ifade etmektedir. Gafletten uyanamayan, gaflet
uykusunda kendini rahat hisseden insanlar, neye, nasıl ve niçin olumsuz tepki
gösterdiklerinin farkına varamazlar. Hatta tepkilerinin olumsuz veya olumlu
olup olmadığını da bilmezler. Çünkü içinde bulundukları gaflet, sağlıklı
değerlendirme yapmalarına müsaade etmez. Gaflet insanı kör eder, aklını
kullandırmaz, beyne zincir vurur, düşünme yeteneğini yok eder, gönlü devre dışı
bıraktırır. İşte din, insanın içinde bulunduğu bu gaflet sisini ve karanlığını
ortadan kaldırmak için gelir ve ışığı ile cehaletin karanlığını aydınlığa
çevirir.
Böylece âyet,
"hesap günü" gelmeden hesabın yapılmasını, yani insanın kendi
kendisini değerlendirmesini öğütlemektedir. Zaman akıp giderken hesap ve
değerlendirme günü bize yaklaşmaktadır. İnsan bu bilinci kazanmalıdır.
2.
"Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü alaya alarak
dinlerler."
Bir bakıma
"gaflet içinde yüz çevirme"nin ne anlama geldiğini bu âyet
açıklamaktadır. "Yeni öğüt" ifadesi de bize şunu göstermektedir:
İnsanlar daima "yeni" olana tepki göstermiş, göstermekte ve gelecekte
de göstereceğe benzemektedir.
Yüce Allah, Kur'ân ile
yeni bir öğüt, yeni bir uyarı vermektedir. Ama insanlar "yeni olan her
şeye" kapalı olduklarından, ona da olumsuz tepki göstermişler ve
göstermektedirler. İşte muhdes kelimesi "yeni" olanı ifade
etmektedir. Bu kelime üzerinde âlimler tarafından derin tartışmalar yapılmış ve
bu tartışmalar Kur'ân'ın mahluk olup olmadığına kadar uzatılmıştır. Ancak biz
bu tartışmaları burada zikretmeyi uygun bulmuyor, bu açıklamayla
yetiniyoruz.
İşte bu durum, her
peygamberden sonra gelen peygambere neden tepki gösterildiğini, ona gelen vahye
karşı neden alayla yaklaşılmış olduğunu açıklamakta ve sebeplerinden birini
göstermektedir.
Alaya alıp dinlemek,
verilen dersin etkinliğini sıfıra düşürmektedir. Bundan şu eğitim ilkesini
çıkartıyoruz: Öğrencinin alakası, ilgisi dersin öğrenimindeki etkinliği ve
kaliteyi artırmaktadır. Yeni bir şeyin öğretilmesi, genelde taklitçi ve tutucu
insanların olumsuz tepkileri ile karşılaşmakta ve bu da Öğretimin etkinliğini
azaltmaktadır.
3. Kalpleri
başka şeylerle oyalanarak."
Âyette geçen Iâhiye
kelimesi, lehv kökünden türemiştir. Aslında lehâ, "oyalanmak, gaflet
içinde olup her şeyden habersiz olmak" anlamında kullanılmaktadır. Bu
kelime "kalp" ile beraber kullanıldığından, "kâfirlerin ilâhî
öğüde, uyarıya gönülden tepki göstermeleri"ni ifade etmektedir. Kalbini
başka şeylerle meşgul eden insanın, kendisine anlatılan şeyleri anlaması,
onlardan istifade etmesi mümkün değildir. Bu tür insanlar belki bedenen
ordadırlar; ama ruh ve gönül bakımından orada bulunmadıkları için istifade
edilmesi gereken şekilde değişiklik gösteremezler.
Bir önceki âyetin son
kelimesi olan yel'abûn ile bu âyetteki kulûbuhum kelimesi çoğuldur. Bunun
anlamı kâfirlerin topluca tepki gösteriyor olmaları, alay etme ve
oyalanmalarının da aynı şekilde cereyan etmesiydi. Onların kalpleri, sineleri,
yürekleri toplu halde vuruyordu; aynı psikolojik hali yaşıyor ve aynı
davranışı sergiliyorlardı. Nedense tarihte kötüler ve inkarcılar daha düzenli
anlaşan, ittifak içinde olan gruplar şeklinde gözükmüşlerdir; ancak Haşr
sûresinin 14. âyetinde geçen, onların kalplerinin bir arada olma fakat aslında
dağınık olan ilâhî uyarı ile onların psikolojik durumu ortaya konmaktadır.
İyilerin ittifak kurması ve tek bir yürek, tek bir vücut halinde hareket
etmeleri çok az. ve çok zor olmuştur.
Kısaca diyebiliriz ki,
kalplerin yönü ve antenleri ilâhî öğüt ve uyarıya yönelik olursa etkilenmeleri
mukadderdir, ama başka yöne dönük ise verilen mesajı alamayacaktır, çünkü başka
şeyle meşguldürler ve boş şeylerle oyalanmaktadırlar.
Demek ki iş gönülde,
yürekte, sinede başlıyor, orada bitiyor. Böylece Yüce Allah, ilâhî öğüde ve
uyarıya gösterilen olumsuz tepkinin nedenlerini psikolojik oluşumlara
bağlamakta ve burada bir davranış psikolojisi yapmakta; davranışların
sebeplerini psikolojiye bağlamaktadır. Âdeta bize, "davranışlar,
insanların iç âlemlerindekini dışa vurmasıdır" bağlantısını öğretmektedir.
4. "O
haksızlık edenler, aralarında gizli konuşarak: 'Bu da sizin gibi bir insandan
başka bir şey değildir. Siz göre göre bu büyüyü mü kabul edip inanacaksınız'
(derler)."
Âyette geçen ellezîne
zalemû "zulmedenler" ifadesi, "haksızlık edenler, hata yapanlar,
şirk koşanlar" manasına gelmektedir. Yüce Allah'ın öğüdünü alaya alan, ona
karşı olumsuz tavır takınıp yanlış davranışta bulunanlar zâlimdirler. Çünkü
onlar o öğüde yakışan davranışı yapmamış, ilgili olumlu tavrı da
takınmamışlardır. Bu kişiler her çağda, her nesilde çıkmış ve çıkmaya da devam
etmektedir.
necvâ
"fısıltı" demektir. eserrû da "gizlediler" anlamına
gelmektedir. İkisi beraber olunca, "fısıltıyı gizlediler' manası ifade
edilmiş olmaktadır. Demek ki o devrin kâfirleri ve müşrikleri kapılar ardında
bir araya gelerek toplu halde Hz. Muhammed ve Kur'ân hakkında konuşuyorlardı.
Bu gizli toplantılarında birbirlerine şunu söylüyorlardı:
a) "Bu
da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir."
Onların bu ifadesinden
anlıyoruz ki, onlar peygamberi beşer olarak düşünmüyorlar, onu beşerüstü bir
varlık olarak tasavvur ediyorlardı. Tepkilerini bu tenkitle göstermekte idiler.
Ama öyle anlaşılıyor ki onların kültüründe beşer ve beşerüstü varlık anlayışı
vardı.
b)
"Göre göre bu büyüyü mü kabul edip inanacaksınız? (derler)."
"Göre göre"
demek, "bile bile" anlamına gelmektedir. Kâfirler bu sözleri ile
Kur'ân'ı sihir olarak tanımlamış, ona büyük bir iftirada bulunmuşlardır.
Ayette geçen oyîüii efete'tûne kelimesi, "kapılmak, inanmak"
manasında yorumlanabilir.
Demek ki aralarında
toplanıp iki yönlü saldırıya geçmişlerdi. Bir taraftan Hz. Muhammed'in
peygamber olamayacağını, diğer taraftan da Kur'ân'ın bir sihir olduğunu
söylüyorlardı. Kapılar ardındaki konuşmaları bu yolda devam ediyordu. Aslında
onlar, hayatlarında köklü bir değişimi meydana getirecek olan bir ilâhî
öğretiye karşı çıkıyorlardı. Yeni bir öğreti, onlar için uyulması çok zor bir
durumdu. Aslında onların kapalı kapılar ardında yaptıkları bu gizli
toplantıların bir amacı da insanların inanç özgürlüğüne, öğrenim hakkına engel
olmaktı. Onların zâlim olarak nitelendirilmelerinin bir sebebi de bu idi. Onlar
daha sonra bu gizli konuşmalarını ve saldırılarını açıktan yapmaya başladılar.
Yüce Allah bunları
bize niye anlatıyor? Günümüzde ve gelecekte İslam dinine, onu meydana getiren
Kur'ân'a böylesine, hatta daha ileri, daha koyu tepkilerin olacağına bu âyette
işaret edilmektedir. Artık kapalı kapılar ardında değil de kalemleri,
kitapları, filmleri, televizyonları vs. vasıtalarıyla saldırılarına devam
edeceklerdir. Hatta bu olumsuz tepkilerini eyleme dönüştürerek savaşa
girişeceklerdir. Çünkü Bedir, Uhud, Hendek, Mûte savaşları olmuş-bitmiş olgular
değil, onlar devam eden süreçlerdir. Müslümanlar kimi zaman Bedir'i, kimi zaman
Uhud'u, kimi zaman da Hendek'i yaşamaktadır.
Bu savaşlar bazen
fikir, bazen ekonomi, bazen siyaset, bazen de kültür alanında devam etmektedir.
Günümüzde bunun altında Kur'ân'ı eline alıp objektif incelememe vardır;
"babamdan bu dini böyle aldım, onun ötesindekine inanmam imkansızdır,
öyleyse savaşırım" şeklindeki marazı tutum vardır.
5.
"(Peygamber): 'Rabbim, gökte ve yerde söyleneni bilir. O, her şeyi işiten
ve her şeyi bilendir' dedi."
Acaba Hz. Peygamber
onların bu tavırlarını ve söylediklerini biliyor muydu? Onların gizli olarak
konuştuklarını, Yüce Allah ona bildirdi ise bilebilirdi; ama alaycı
tavırlarının elbette farkında idi. Onların olumsuz tepkisini giderebilmek için
kendisini değil de Allah'ı işitme ve bilme sıfatlarıyla anlatmaya başladı. Yüce
Allah'ın gökte ve yerde söylenen ne varsa hepsini duyduğunu ve bildiğini
gündeme getirerek onların gizlice kurdukları tuzakları Allah'ın bildiğini
onlara hatırlatmıştır.
Göklerde söylenenler
olmasaydı Hz. Peygamber "gök" kelimesini kullanmazdı. Halbuki
kâfirler, söylediklerini yerde söylüyorlardı. Aslında gök ve yer kelimeleri,
Allah'ın duyması ve bilmesinin dışında hiçbir şeyin kalamayacağını, gizli
aşikâr her şeyi ilmi ile kapsayacağını ifade etmektedir.
Bazı âlimler yorumunu
yapmakta olduğumuz Enbiyâ 4'ün ilk kelimesini jü kale şeklinde değil de Jî kul
kalıbında emir anlamında okumuşlardır. Bağavi ve Beydâvî bunlardandır.
Zemahşerî ise bu kelimenin, kale olarak okunmasına rağmen kendisinin kul
şeklinde okumayı tercih ettiğini ifade etmiştir (Muhammed Esed, age, Enbiyâ, 5.
dipnot). Bilindiği gibi kale kalıbı "dedi"; kul de "de"
anlamındadır. Okunuşundaki tartışma bize göre yersizdir. Ama manayı
"de" olarak söyleme yerine, âyeti Allah'ın vahyettiğini dememiz daha
doğru olacaktır. Âyetin içeriğini peygamber ifade etmiş olsa bile, onu ona
Allah bildirmiştir. Burada Önemli olan âyetin içeriğidir, insanlara verdiği
mesajdır, Yüce Allah'ın işitme ve bilme sıfatlarının sonsuzluğudur.
Netice olarak
diyebiliriz ki, kâfirlerin gizli konuşmaları, alaycı tavırları söz konusu
olduğundan, konuya uygun olan sıfatlar gündeme getirilmiştir.
Kur*ân'in
metotlarından biri de, anlatılan konuya uygun ilâhî sıfatları getirmiş
olmasıdır.
"Onlar: 'Hayır,
bunlar karışık rüyalardır. Hayır onu uydurmuştur. Hayır o şâirdir. Haydi,
önceki peygamberler gibi bir belge getirsin' dediler."
Kâfirler önce Hz.
Peygamber'in getirdiği vahy hakkında değerlendirme yapmışlar ve şunları
söylemişlerdir:
a)
"Bunlar karışık rüyalardır."
ahlâm
"rüyalar"; adgâs da "karışık" anlamına gelmektedir.
Kâfirler, Kur'ân mesajına "karışık rüyalar" demişler, Hz.
Peygamber'in söylediklerine bu şekilde iftirada bulunmuşlardır. Belki de
"karışık rüya"dan kasıt, peygamber olduğu ile ilgili olarak
anlattıkları olabilir.
b)
"Hayır, onu uydurmuştur."
Kâfirler, Hz.
Peygamber'in bütün anlattıklarını "iftira ediyor, uyduruyor"
şeklinde değerlendirmişlerdir. Yûnus 38 ve Hûd 13'te de aynı şeyi söyledikleri
gündeme getirilmiştir.
O âyetlerde onun benzeri,
eş değeri olacak bir sûre veya on sûre getirmeleri teklif edilmiştir. Eğer
Kur'ân'ı Hz. Muhammed uyduruyorsa, onlar da aynı seviyede sözler üretebilirler.
Onlar bunu yapamayacaklarına göre, Hz. Muhammed'in onu kendisi yazmış olamaz,
kendisi uydurmuş olamaz. Bir anda insanın bu şekildeki metni söylemesi de,
yazması da mümkün değildir.
c)
"Hayır o şairdir."
Kâfirler, Hz.
Peygamberi şâir; Kur'ân'ı da şâirin sözü olarak nitelendirmişlerdir. Yüce
Allah, Hakka sûresinde onları cevaplandırmaktadır. Yüce Allah orada kâfirlerin
hem "Kur'ân'ıo uydurdu" hem de "o şâirdir" şeklideki
iddialarını cevaplandırmıştır: "Ve Kur'ân, bir şâir sözü değildir. Ne de
az iman ediyorsunuz! Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! O,
âlemin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer peygamber bize atfen bazı sözler
uydurmuş olsaydı elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun şah damarını
koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız" (Hakka 69/41-47).
d)
"Haydi, önceki peygamberler gibi bir belge getirsin."
Kâfirler, önceki
peygamberlerin mucize getirdiklerini biliyorlardı. Araplar, İsmail peygamberin
soyundan geliyorlardı. Dedeleri Hz. İbrahim idi. Hz. İbrahim'in neslinden çok
peygamber geldiğinden, peygamberlerin mucize getirdiklerine dair bilgiye,
kültüre sahiptiler. Peygamberliğini ispat edebilmesi için onun da bir mucize
getirmesini istiyorlardı. Onların bu şekilde konuşmalarının, mucize
istemelerinin ne anlama geldiğini Yüce Allah bir sonraki âyette değerlendirmeye
tâbi tutmaktadır.
7. “Onlardan önce helak ettiğimiz hiçbir memleket
halkı iman etmemişti; şimdi onlar mı iman edecekler?"
Bu âyet, hem bir
önceki âyetin açıklaması, ona bir cevap niteliğine sahip olması hem de geçmiş
toplumların helak sebeplerini belirlemesi bakımından önemli mesajlara sahiptir.
a) Onların
Hz. Peygamberden mucize istemeleri, iman edeceklerinden dolayı değil de işi
yokuşa sürmek amacını taşımaktadır. İsrâ 59'da Yüce Allah, eski toplumların
yalanlamalarından ve sonuçta helak edilmelerinden ötürü Hz. Muhammed'e mucize
vermediğini açıklamış, hatta örnek olarak da Semüd kavmini vermiştir.
b) Yüce
Allah, inanmayan toplumları helak etmiştir. Demek ki tevhid inancına sahip
olmak bir toplumun çöküşünü önlemektedir.
c) Geçmiş
toplumlar, peygamberlerinin getirdiği ilâhî mesajları, nefislerinin arzularına
dayalı hayatlarına ters görmeleri nedeniyle inkâr etmişler ve bu inkârı da
onların helakini getirmiştir.
d) Yüce
Allah, Hz. Peygamber'in döneminde yaşayan kâfirlerin, öncekilerden daha katı
olmaları sebebiyle inanmayacaklarına dikkat çekmektedir. Yüce Allah, İslam
düşmanı haline gelen Mekke kâfirlerini, eski toplumları helak ettiği gibi helak
etmemiştir.
Onların çöküşünü, Hz.
Peygamberle savaştırarak sağlamış ve bir kısmını da hidâyete getirerek
kâfirleri azaltmıştır. İnkârda birleştikleri arkadaşlarının Müslüman olması,
onlara bir çeşit azap olmuştur.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Yüce Allah buraya kadar olan sûrelere, kitap, hidâyet, hamd,
yaratma, Kur'ân gibi konularla başlarken bu sûreye, Hz. Peygamber'e ve ona
gelen vahye gösterilen tepki ile başlamıştır.
Bu bakımdan Enbiyâ
sûresinin girişi öncekilere nispetle farklılık göstermektedir.
Enbiyâ sûresinin ilk
altı âyetinde genelden özele, özelden genele giden açıklamalarla geçmiş
toplumların peygamberlere ve ilâhî vahye karşı olan olumsuz tepkileri ele
alınmış, oradan Hz. Peygamber dönemindeki kâfirlerin tepkilerindeki
benzerliklere dikkat çekilmiş, sonuçta yeni bir uyarıya karşı çıkmanın merkezî
niteliği vurgulanmıştır.
[2]
7. Biz, senden önce, kendilerine vahyettiğimiz
kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer
bilmiyorsanız Kur'ân'ı
bilenlere sorunuz.
8. Biz onları yemek
yemeyen birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz de değiller.
9. Sonra biz onlara
verdiğimiz sözü yerine getirdik. On-
ları ve
dilediklerimizi kurtardık. Aşırı gidenleri de helâk ettik.
Bu âyetler hem metodu
hem peygamberlerin durumunu hem de toplumların çöküş sebebini ele almaktadır.
Analizlerden varacağımız neticeler olacaktır.
1.
"Biz, senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını
peygamber olarak göndermedik."
Âyetin bu kısmı, daha
önce Enbiyâ 3'te "Bu sizin gibi bir insandan başkası mıdır?" şeklinde
geçen kâfirlerin sözüne bir cevap niteliğindedir. Kâfirler beşer olan birinin
peygamber olup, ona tâbi olunamayacağını bu cümleleriyle ifade etmişler, buna
karşılık Yüce Allah da daha önce vahyedip peygamberlikle görevlendirdiklerinin
de insan olduğunu ifade etmiş, insanların içinden seçtiklerinin dışında olan
bir varlığı peygamber olarak görevlendirmem iştir. İnsanlara, kendi içlerinden
seçtiklerine peygamberlik görevi vermiştir. Böylece Yüce Allah, Hz.
Muhammed'in insan olmasının, onların onu reddetmesine sebep olduğu iddialarını
gündeme getirmektedir. Oysa peygamberin insan olması, reddedilmesinin sebebi
olmamalıdır.
2.
"Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun."
Bizim burada
"bilenler" diye manalandırdığımız ifade ehlezzikrdir. Anlamı da
"zikir ehli, yani kitabı bilen" demektir. Peki "zikir ehli"
yani "bilen kişi" kimdir? Bu soruyu daha önce Nahl 43'te, Kur'ân'ı bilen
olarak cevaplandırmıştık. Ama burada aynı cevabı vermemiz mümkün değildir.
Çünkü burada sorulacak olan, daha önceki peygamberlerin durumu, insan olup
olmamalarıdır. Onun için bu soru Kur'ân'ı bilene değil, Kur'ân'dan önceki
kitapların bilgisine sahip olanlardır. Bu bilgiye o dönemde sahip olanlar da
Yahudi ve Hıristiyanlardı. Çünkü onlar, peygamberlere inanıyor, onların vahy
getirdiğini biliyorlardı ve insan olduklarının da farkında idiler.
Ayrıca kitap ehlinin
âlimlerine ve din adamlarına sormanın iki faydası olacaktı. Birisi, bir beşerin
peygamber olup olamayacağını öğreneceklerdi, diğeri de Tevrat ve İncil'de
müjdelenen peygamberin Hz. Muhammed olup olmadığını tespit edeceklerdi.
Bunlardan ikincisi, Varaka b. Nevfel'e sorularak gerçekleşmiş oldu.
Netice olarak
diyebiliriz ki: Yüce Allah insanlara asla değişmeyecek bir metodu
öğretmektedir. Bilmeyenler bilenlere soracaktır. Soru sormak Allah'ın emridir.
Bu emri bir tekerleme ile açıklayabiliriz: "Bilmemek ayıp değildir,
öğrenmemek ayıptır". Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: "Bilmemek
ayıp değildir, sormamak ayıptır". Demek ki soru sormak Allah'ın emri, yani
farzdır. Bir konu hakkında bilmeden fikir beyan etmek, insanı inkâra götürür.
Daha önceki peygamberlerin durumunu bilmeyenler, Hz. Muhammed'i beşer olması
nedeniyle inkâr etmişlerdir. Bilene sormak, insanı olumsuz tepkiden veya
inkârdan kurtarabilir.
"soru
sormak", bir anlamda "eksikliğini hissetmek, eksikliğini giderme
ihtiyacında olduğunun farkına varmak, duygularına yenilmemek, arayış içinde
olmak ve meseleye tarafsız yaklaşmak" anlamına gelmektedir. Konuya hissi
olarak yaklaşan, soru sormayan, tarafsız ve öğrenme ihtiyacını hisseden kişi
soru sorar.
Bu emri günümüze
getirirsek şunu görürüz: Müslüman halk dini konuları bilmeyenlere sormakta,
kimi zaman kendileri din hakkında fikir yürütüp fetva vermektedirler. Bu
davranış şekilleri dîni konulan ayağa düşürmekte, Kur'ân'ı, dini ve Allah'ı
rencide etmektedir. Müslümanlar, "bilmeyenin bilene sorması" şeklinde
ortaya konan ilâhî emri ilke olarak benimsemeli ve hayata geçirmelidirler. Dîni
konuların değeri, hassasiyeti ve önemi ancak bu metodu, bu ilâhî emri yerine
getirmekle korunabilir. Dîni konular hakkında gelişigüzel, bilmeden konuşmanın
Allah'a iftira (Nahl 16/116) ve zulüm (Hûd 11/18) olduğunu daha Önce açıklamıştık.
3. "Biz
onları yemek yemeyen birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz de değillerdir"
Mekke kâfirleri,
peygamberleri insanüstü varlıklar olarak düşünüp görmek istediklerinden, Yüce
Allah onlara bu açıklamayı yapmaktadır.
Bu açıklamanın başka
bir boyutu da Furkân sûresinde gündeme getirilmektedir: "Senden önce
gönderdiğimiz peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırdı.
Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan vesilesi kıldık. Bakalım
sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir" (Furkân 25/20).
,,,,,SAYFA 409 EKSİK,,,,
göstererek Allah'ın
yardımının geleceğine inanmışlardır. Yüce Allah onlara yardım etmeye söz
vermişti.
c)
"Onun için sen sabret! Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. Onlara söz
verdiğimiz azabın bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni daha önce vefat
ettiririz. Nasıl olsa onlar bize döndürüleceklerdir" (Gâfir 40/77).
Demek ki Yüce Allah,
Hz. Peygamberin düşmanlarına azap edeceğine ve bunu hayatında ona
göstereceğine söz vermişti. Hatta o azaptan önce peygamber ölmüş olsa bile,
yine onlara azabını yapacağını vaad etmişti.
Aslında yorumunu
yapmakta olduğumuz Enbiyâ 9. âyetin devamı hangi konuda Allah'ın söz verdiğini
açıklamaktadır.
"Onları ve
dilediklerimizi kurtardık." Allah uğruna çalışanları Yüce Allah
düşmanlarının entrikasından ve saldırılarından kurtaracağına dair söz vermişti.
Ayrıca bu sözün devamı da vardır: "Aşırı gidenleri de helak ettik."
Yüce Allah'ın, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in düşmanlarını helak edeceğine dair
vaadi vardı. Yüce Allah onu da gerçekleştirdiğini âyette açıklamaktadır. Ayette
geçen "dilediklerimiz" kelimesi, Hz. Mu-hammed veya ondan önceki
peygamberlerin yanında yer alan inanırlardı.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Enbiyâ 7-9. âyetlerinden şu ilkeyi çıkartıyoruz: Peygamberler
tarihinin iyi bilinmesi, analiz edilmesi ve günümüz ile geleceğe ışık tutacak
bir şekilde olaylardan çıkarımlarda bulunulması gerekiyor. "Peygamberlere
nasıl tepki gösterilmiş?", "tepki gösterenlerin sonu ne olmuş?",
bu ve benzeri konular iyice açıklığa ko-vuşmalıdır. Böylece tarihi olguların
eğitici yönünden istifade etmek gerekiyor.
[3]
70. Andolsun size,
içinde şerefiniz bulunan bir Kitap
indirdik. Aklınızı
kullanmıyor musunuz?
Yüce Allah, Hz. Muhammed'e
inanan her çağın insanına hitap etmektedir. Ayette geçen "size"
zamiri, sadece Hz. Peygamber döneminde yaşayan insanlara hitap etmemekte, bütün
çağların insanını kast etmektedir. Bu hitabın, Hz. Peygamber döneminde
yaşayanlar kendilerine, biz bu devirde kendimize, gelecek nesiller de
kendilerine ait olduğunu anlayacaklardır.
"içinde şerefiniz
bulunan bir kitap indirdik."
Yüce Allah, Kur'ân'ın
hem görevini belirlemekte hem de amacını tespit etmektedir. Kur'ân, kendi
inanırlarına, kendini hayata geçirenlere, yani Kur'ân'i iyi anlayıp,
anlatanlara ve hayata tatbik edenlere şeref vermek için gelmiştir ya da
gönderilmiştir.
Yüce Allah, aslında
insanı şerefli yaratmıştır; ama ondan bu şerefi alıp onu adîleştirecek
kötülükler da vardır. İnsanın daima şerefli kalabilmesi için, Kur'ân gibi bir
kitaba, objektif olan ve ilâhî kaynaklı olan bir bilgi yığınına ihtiyacı vardır
ve bu ihtiyacı karşılamak için de Yüce Allah Kur'ân'1 göndermiştir. İnsana
yaratılıştan verilen potansiyel şerefi hem harekete geçirmek hem de onu koruyup
devam ettirmek için eğitim şarttır. İşte Yüce Allah, bu eğitimi Kur'ân
vasıtasıyla gerçekleştirmektedir. Bu noktada şu soruyu soruyoruz: Bu şereften
nasıl yararlanacağız? Sorunun cevabını âyetin devamı vermektedir:
2.
"Aklınızı kullanmıyor musunuz?"
İnsanlar Kur'ân'a
akılları ile yaklaşacak, onunla akılları ile ilişki kuracak ve ondaki şeref
dağıtan ilkeleri anlayıp hayata geçirecektir. Aklı devre dışı bırakan, onu
küçümseyen fert ve toplumlar Kur'ân'dan şeref alamazlar.
Netice olarak
diyebiliriz ki Kur'ân hem Hz. Peygamberin hem de onun getirdiği mesaja inanıp
onun izinden gidenlerin şerefidir."Doğrusu Kur'ân senin ve toplumunun
şeref kaynağıdır. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız" (Zuhruf 43/44).
Kur'ân'ın şeref kaynağı olma özelliği kendi içinde kalmamalı, onu inceleyip
anlamak ve hayata geçirmek gerekiyor. Kur'ân'ın şerefi insanlara kendiliğinden
gelmez. Onu ondan çıkaracak bir beyin, yani akıl ve gönül hareketi, çabası ve
sevdası gerekiyor. Kur'ân'i evinin duvarına asıp, sadece okuyup içindekini
anlamamak ve sonra da din adına fetvaları beşerin kitaplarında aramak,
sorgulamayı zorunlu kılacaktır. Kur'ân'a hürmet, ona inanmak, onu anlamak ve
hayata geçirmektir. Akıl ile Kur'ân'a hürmet, ona sevdalanmak, onu anlamaya
çalışmak, onu benimseyip hayata uyarlamak ona hürmet etmektir; Kur'ân'ı
ölülerin kitabı olmaktan çıkarıp dirilerin kitabı haline getirmek, ona layık
olan değeri vermektir[4]
11. Biz halkı zulüm
yapan nice ülkeleri kırıp geçirdik. Ve ondan sonra yerlerine başka topluluklar
vücuda getirdik. .
12. Azabımızı
hissettiklerinde, oralardan kaçmaya başladılar. ,
13. Kaçmayın! İçinde bulunduğunuz refaha ve
evlerinize dönün! Çünkü size sorular sorulacak.
14. "Vay başımıza gelenlere!" dediler.
"Gerçekten biz zâlim insanlarmışız."
15. Biz, kendilerini kuruyup biçilmiş ekine,
sönmüş ateş(külün)e çevirinceye kadar bu feryatları sürüp gider.
Zulüm, bir toplumda
yaygın hale gelince, o toplumun başına nelerin geleceği bu âyetlerde
anlatılmaktadır.
Ayetlerin analizinden,
toplumların çöküşü ve onların yerine başka toplumların gelişinin sebebini çıkarıp
geleceğin nesillerine, toplumlarına bir ışık olarak sunacağız.
1.
"Biz, halkı zulüm yapan nice ülkeleri kırıp geçirdik."
Ayetin bu kısmında
geçen karye kelimesi, "ülke" anlamına alınmalıdır. Ülke kavramını
toprak, yani vatan olarak düşünmek doğru değildir. Çünkü vatan zulüm yapmaz, o
toprakta, vatanda, ülkede bulunan, yaşayan halk zulüm eder. Onun için
"karye" den kasıt, ülke halkıdır. .
Diğer taraftan âyette
geçen ve bizim "kırıp geçirmek" manasım verdiğimiz kusanına
kelimesi, "bir şeyi kırmak, helak etmek, mahvetmek" anlamlarına
gelmektedir. Kasıme kalıbı da "ön dişlerin yarısından kırılması"
anlamına gelmektedir. Zemahşerî, kasnı kelimesinin, "eklemlerin birbiriyle
birleştiği yerlerin, birbirinden kötü bir şekilde ayrılıp koparılması"
anlamına geldiğini söylemektedir (Zemahşerî, age, III, 564). Bu kelime
Kur'ân'da sadece yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ de geçmektedir.
Âyetin bu kısmında yer
alan "zâlim olan", "zulmeden" kavramından neyi anlamak
gerekiyor? Yüce Allah, bir ülke halkım hangi davranışlarından dolayı zâlim
ilan etmektedir? Çünkü zulüm, bir toplumun
çöküşünü hazırlayan en
büyük sebep ve dinamik olmaktadır. Bu sorunun cevabını Kur'ân'ın diğer
âyetleriyle vermemiz mümkündür:
a) Kadınlara
haksızlık yapmak (Bakara 2/231).
b) Allah'ın
sınırlarını aşmak (Talâk 65/1).
c) Allah'a
şirk koşmak (Bakara 2/54; Lokman 31/13).
d) Haram
lokma yemek (Nisa4/10; A'râf 7/23).
e)
Allah'ın söylediklerini başka sözlerle
değiştirmek. Allah'ın demediğini dedi gibi O'na iftira ederek fetva vermek
(Bakara 2/59; En'âm 6/93; 144; Hûd 11/18).
f)
Kendilerine yapılan ilâhî uyanları unutmak;
kendilerine verilen nimetlerden dolayı şımarmak (En'âm 6/44-45).
g) Faiz
yemek (Bakara 2/279).
h) Haksız yere
insanları memleketlerinden çıkarmak. Ve bunu inanç özgürlüğüne mâni olmak için
yapmak (Hacc 22/39-40).
i)
Bozgunculuk yapmak, fitne çıkarmak ve fitne çıkaranlara kulak vermek (Tevbe
9/47) ve
j) Allah'ı
görmek istemek (Nisa 4/153) zulümdür. Ayrıca:
a) Peygamberlerin mucizelerini yalanlayan ve
inanmamakta ısrar edenler (Yûnus 10/13).
b)
Kendilerine verilen refahın peşine düşenler (Hûd 11/116).
c)
Allah'ın davetine uymayan, peygamberine tâbi
olmayanlar (İbrahim 14/44).
d) Günah
işleyen, iftira eden, şeytana kulak veren, yalan söyleyen, sapıklara uyan,
yapmadıkları şeyleri yaptı diye söyleyenler, başkalarının hakkına tecavüz
edenler (Şu'arâ 26/222-227).
e)
Peygamberlerini öldürmek için tuzak kuranlar ve bu konuda and içenler (Nemi
27/49-52).
f) Nefsinin
kötü arzularına uyanlar (Rûm 30/29).
g) Kâfirler
(Bakara 2/254).
h) Allah'ın
indirdiği ile hükmetmeyen!er (Mâide 5/45).
i) Küfrü
imana tercih edeni dost edinenler (Tevbe 9/23).
j) Hatasına
tövbe etmeyenler (Hucurât 49/11).
k) Allah'ın
âyetlerine hakaret edenler (En'âm 6/68).
1) Toplumu
ikiye bölüp birini tutup diğer grubu ezen, sömüren ve köleleştirenler (Enfâl
8/54; Kasas 28/4) de zâlimdir.
Bütün bu davranışların
hepsini bir kişi veya toplum işlediği zaman zâlim olur diyemeyiz. Bunlardan
bazıları işlenip topluma yayılırsa ve kötü alışkanlık haline gelirse o toplum
helaki, batmayı ve yıkılmayı hak etmiş demektir. İşte Yüce Allah böylesine
yanlış hareketleri işleyenleri ıslah olmaz gördüğünden onları kırıp geçirerek
köklerini kazımaktadır. Âyet, bu şekilde helak etmenin geçmişte olduğunu haber
vermektedir ama gelecekte de gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Aslında
buradaki anlatım geleceğe ışık tutmak ve caydırıcı olmak amacını gütmektedir.
Bu davranışlar, ilâhî âleme çıkmakta ve oradan helak konusundaki takdiri alıp
gelmektedir.
2.
"Ve ondan sonra yerlerine başka topluluklar
vücuda getirdik."
Âyetin bu kısmı, giden
toplumun yerine yenisinin gelmesi ile ilgili değişimi ele almakta, ona dikkat
çekmektedir. Dikkat edilirse "diğer topluluklar" derken çoğul ifade
kullanılmaktadır. "Zulüm yaptığı için helak olan nice ülkeler vardır"
dedikten sonra, yerlerine gelenlerin de çoğul olduğunu görüyoruz. Bu da bize,
geçmişte böyle şeyler olduğu gibi gelecekte de olacağını göstermektedir.
Böylece âyet, tarihin
en can alıcı dinamiklerinden birini bize öğretmekte ve geleceğe uyanda
bulunmaktadır. Geçmişin tarihsel olgularını iyice analiz edip neticeler
çıkarmak ve bunu yaşanan ve yaşanacak olan hayat için kullanmak eğitimin
amaçlan arasında yer almalıdır.
3.
"Azabımızı hissettiklerinde oralardan kaçmaya başladılar."
Âyette geçen yerküdu
kelimesi, "süratle hareket etmesi için hayvanı mahmuzlamak" anlamına
gelmektedir. "Ayağınla vur" (Sâd 38/42) âyetinde de bu anlamı
buluyoruz.
"Kaçmak" eyleminin
rakeda fiili ile ifade edilmesi, onların atlarını mahmuzlayarak kaçtıklarına
işarettir. Öyle anlaşılıyor ki, çökmekte olan toplumların fertleri olan o
zâlimler, Allah'ın azabının helakinin geldiğini, toplumlarının çökmekte
olduklarını fark etmişlerdir. Geleceğin batacak toplumlarındaki durum da aynı
olacaktır.
Bu âyette vurgulanan
ilke, çökme başladıktan sonra kaçmak değil, önemli olan, çökmeyi önlemek için
gerekli olan ıslahatı, devrimleri yapmaktır, bulunduğu topraklardan kaçarak
kurtulmak mümkün değildir. Çünkü işlenen zulüm kaçmakla geri kalmıyor, kaçan
insanla beraber gidiyor.
4.
"Kaçmayın! İçinde bulunduğunuz refaha ve evlerinize dönün! Çünkü size
sorular sorulacak."
"Kaçmayın, içinde
bulunduğunuz refaha dönün" konuşmasını onlara kim yaptı? Bu sözleri
onlara Allah Teala söylemiş olabilir mi? Acaba melekler mi söyledi? Yoksa
kendi kendilerine mi söylediler?
Aslında Yüce Allah,
geçmişten örnekler vererek geleceğin toplumlarına konuşmaktadır. Onun için bu
ifadeleri bize Allah söylemektedir diyebiliriz.
"İçinde
bulunduğunuz refaha dönün" ifadesinde yer alan ütriftüm kelimesi, ıjy
terifeden türemiştir. Fiil kalıbında alınınca "kolay, müreffeh, zahmetsiz
bir hayat sürdü" anlamına gelmektedir. Mütraf da "bu hayat şeklini
süren, ahlâkî endişelere yer vermeden, ahlâkî değerleri dikkate almadan,
onlara hayatında yer vermeden kendine göre hayatın tadını çıkararak
yaşayan" demektir. Yani mütraf, "kolay ve müreffeh hayatın küstahlaştırdığı
haz ve keyif peşinde koşarak yozlaşan kimse" demektir.
Peki onlara niçin öyle
bir hayata dönün denmektedir? Âyetin sonundaki "sorgulanacaksınız"
ifadesi bunu cevaplandırmaktadır. Bir bakıma, onlara zulmü işledikleri
topraklarda tatbikat yaptırarak sorgulama yapılacaktı.
Sorgulamanın suç
mahallinde olması daha uygun olduğu için böyle hitap edilmektedir. Çünkü onlar
başka ülkelere gitselerdi, oralarda sorgulanıp helak edileceklerinden, o
ülkelere de zarar vermiş olacaklardı. Böylece suçsuz insanlar zarar görecekti.
Şımarıklığın, yozlaşmanın, zulmün işlendiği, yaşam sürdüğü mahalde sorgulanıp
cezalandırılmaları bu nedenle uygun görülmüştür. Bir çeşit tecrid edilip
karantina altına alınıp cezalandırılmışlardır. Vücuda hastalık veren tümör
başka organlara sıçramadan alınmalıdır. Onun için onların pisliklerinin başka
ülkelere bulaşması istenmemiştir.
Sorgulamayı kim
yapacaktı? sorusuna vereceğimiz cevaplardan biri, onların yerine gelecek olan
toplumdur. Tabii akla ilk gelen de Allah'ın sorgulamasıdır. Ama zaten Allah'ın
cezası gelmiş durumdaydı. O cezayı hissettikleri için kaçıyorlardı.
5."Vay
başımıza gelenlere!" dediler; "gerçekten biz zâlim
insanlarmışız."
Sorgulamadan sonra
onlar kendi kendilerini değerlendirerek, zâlim olduklarını itiraf edeceklerdir.
Halbuki zulmederken bunun farkına varıp vazgeçirmelerini sağlamaları
gerekiyordu. Sonradan itiraf etmenin bir yaran olmamış ve olmayacaktır, Aslında
bu anlatım her zaman için yaşayan ve yaşayacak olan toplumlara aittir. Geçmiş
geçmişte kalmıştır, ama geleceği kurtarmak amaç olmalıdır.
Geçmişin toplumlarının
basma gelenlerden sonra akılları başlarına gelmişti. Geleceğin insanı da
belanın içine girmeden aklını başına devşiren olmalıdır. İlkel insanla
gelişmiş, aydın insanın farkı bu olmalıdır. Olmadan önce hissedebilme, fark
edebilme, hayatın akış ve mecrasını görebilme, toplumun çürümesini anlayıp çare
aramaya başlayabilme uğruna bu açıklamalar Kur'ân'da yer almaktadır.
Biyolojik
hastalıklarda erken teşhisin önemi gibi, sosyal hastalıklarda da erken teşhis
çok Önemlidir.
6. "Biz
kendilerini, kuruyup biçilmiş ekine, sönmüş ateş(külün)e çevirinceye kadar bu
feryatları sürüp gider."
Onların pişman
olmaları, kendilerini zâlim olarak değerlendirip suçlarını itiraf etmeleri
onlara fayda vermeyecektir. Geçmişte vermedi, gelecekte de vermeyecektir.
"Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda
vermeyecektir. Allah'ın, kullan hakkında süregelen adeti budur. İşte o zaman
kâfirler hüsrana uğrayacaklardır" (Gâfir 40/85). "Son pişmanlık fayda
vermez" tekerlemesinden hareket edersek "Yüce Allah cezayı takdir
ettikten sonra iman fayda vermeyecektir" diyebiliriz.
İşte bu temel ilkenin
işlemesi neticesinde Yüce Allah o zâlimleri, kuruduğu için biçilen ekine,
ateşte yanan ve kül haline gelen oduna çevirecektir.
Bu benzetme şu açıdan
manidardır. Kuruyup kesilen ekine can vermek mümkün değildir. O ekin bir daha
yerine dikilemez. Yanıp kül olan odun, kül olduktan sonra eski haline
döndürülemez. İlâhî kararların ardından ceza alan toplumların da, kesilen ekin,
yanan ve kül olan odun gibi geri dönüşleri, eski haline gelmeleri mümkün
değildir. Dönüşüm-süzlüğü anlatmak için bu benzetmeler yapılmıştır. Demek ki
bazı sosyal olgular, oluşumlar, bazı tabiat kanunlarının işlemesine benzerler.
Şu âyetlerde de bu
sosyal kanun ifade edilmektedir: "Biz ondan sonra, onun milletini helak
etmek için üzerlerine gökten herhangi bir ordu indirmedik ve indirecek de
değildik. Onları helak eden korkunç sesten başka bir şey değildi. Hareketsiz
kül yığınına dönüverdiler" (Yâ-sîn 36/28-29).
Demek ki, ateşin odunu
yaktığı gibi zulüm de toplumları yakıp küle çevirmektedir.
[5]
19. Göklerde ve yerde var olan herkes O'na
aittir, O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet etmek hususunda kibirlenmezler
ve yorulmazlar.
20. Onlar bıkıp
usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih ederler.
21. Yoksa müşrikler yerden bir takım tanrılar
edindiler de onlar mı diriltecekler?
22. Eğer yerde ve
gökte Allah 'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, kesinlikle bozulup
gitmişti. Demek ki Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan
uzaktır.
Yüce Allah, bu
âyetlerde kendi eylemlerini değerlendirmekte, neyi yapıp neyi yapmadığını
açıklamakta, tek olduğunu anlatan izahlar yapmakta, tek tanrı fikrini,
inancını insanlara öğretip onları bu konuda bilinçlendirmekte, şirkin
yanlışlığını vurgularken, tevhîd inancını onun yerine yerleştirmenin Öğretisini
vermektedir.
1. "Gökleri,
yeri ve bu ikisi arasında var olan hiçbir şeyi bir oyun olarak
yaratmadık."
Gökler, yer ve ikisi
arasında var olan her şeye "kâinat" diyebiliriz. Demek ki Yüce Allah,
kâinat ve içindeki tüm varlıkları oyun ve eğlence maksadı ile değil, tam
tersine belli bir amacı gerçekleştirmek için yaratmıştır. Bunu Yûnus 5'te
şöyle ifade etmektedir: "Allah bunları bir gerçeğe binaen
yaratmıştır." Yani Allah, onları bir anlam ve amaçtan yoksun yaratmış
değildir.
Yüce Allah, bu
açıklamayı yaparken kâinatın yaratılışı üzerinde düşünen insanlara sağlıklı
neticeler çıkarmaları için rehberlik etmektedir; "Onlar ayakta dururken,
otururken, yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında
derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu (kâinatı) boşuna
(anlamsız ve amaçsız) yaratmadın. Seni tesbîh ederiz. Bizi cehennem azabından
koru" (Âl-i İmrân 3/191). Diğer taraftan kâinatın boşuna yaratılmadığı ama
bir amaca yönelik yaratıldığını ifade eden aşağıdaki âyetler de dikkate alın-
malıdır: "Biz,
gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye
yaratmadık; onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu
bilmiyorlar" (Dühân 44/38-39).
İşte inanan insanın,
kâinatın yaratılışı üzerinde düşünürken varacağı netice, onun anlamsız ve
amaçsız yaratılmadığıdır. Ama kâfirler ise zanna dayanarak şu neticeye
varırlar: "Göğü, yeri ve ikisi arasındakiler i biz boş yere yaratmadık.
Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline" (Sâd
38/27).
Her iki âyete
baktığımızda inanan ve tefekkür eden insan ile, inkâr edip zanna dayanan
insanın kâinat hakkında vardığı çok farklı neticeyi görmekteyiz. İşte yorumunu
yapmakta olduğumuz Enbiyâ 16'da yanlış neticeyi önleme amacını buluyoruz.
Netice olarak
diyebiliriz ki Yüce Allah, kâinatın yaratılışı üzerinde düşünülmesini, ona
akılla yaklaşılmasını ve kâinat kitabının da iyi okunup anlaşılmasını
istemektedir. Tevhîd inancı için bu ödevi yapmak gereklidir. Eserden müessire,
yani yaratılandan yaratana gitme metodu burada öğretilmektedir.
2.
"Eğer bir eğlence edinmek isteseydik herhalde bunu kendi tarafımızdan
edinirdik. Biz bunu yapanlardan değiliz."
Yüce Allah, kâinatın ve
içindeki tüm varlıkların bir oyun, bir eğlence uğruna boşuna yaratılmadığını
kendi özelliği ile anlatmaktadır. Kâinatın bir oyun olduğunu söylemek, Allah'ın
oyun ve eğlenceye ihtiyaç duyduğunu söylemekten başka bir şey değildir. Allah,
eğlence ve oyuna ihtiyaç duysaydı kâinatı yaratmaya lüzum kalmadan kendi kendine
eğlenirdi. Kâinat ve içindeki varlıkları eğlence ve oyun edinmek, onlara
hakarettir. Kendi yarattıklarına Yüce Allah'ın hakaret ederek onları eğlence ve
oyun edindiği söylenebilir mi hiç?
Demek ki Yüce Allah,
amaçsız ve anlamsız bir iş yapmaz. Onun eyleminde mutlaka bir hikmet vardır ve
bu işler bir gerçeklik uğruna yapılmıştır. İnsana düşen, bu hikmeti ve
gerçekliği fark etmek, anlamak
ve yakalamaktır.
Böylece Yüce Allah, beşerin özelliklerinden olan eğlenmek, oynamak ve
oyalanmak ihtiyacının kendisinde bulunmadığını, bir oyun.aracına muhtaç
olmadığını hatırlatmakta ve öğretmekte, kendisi ile beşer arasındaki farkı
ortaya koymakta ve insana farkı fark etmesini öğütlemektedir.
Diğer taraftan
yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 17. âyete farklı bir mana vererek açıklamak
da mümkündür: "Eğer bir eğlence edinmeyi dileseydik, yani mutlaka böyle
bir şey yapmak isteseydik onu katımızdan edinirdik." Bu anlama göre âyetin
sonundaki ifadesinin başında yer alan öl in edatı şart anlamında olur ki bu
edat fiilin başına geldiğinde bu anlamı verir. Tıpkı Enbiyâ 68. âyette olduğu
gibi. Başka bir ifadeyle öl edatı genel gramer kurallarına göre ismin başına
geldiği zaman olumsuz olur ve bu tür kullanımlarda cümle genellikle illâ
edatıyla devam eder.
3. "Tersine
Biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de,'o, bâtılın işini bitirir. Bir de
bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir. O halde (Allah'a) yakıştırdığınız
sıfatlardan ötürü, yazıklar olsun size."
Yüce Allah, bâtılı
yaratma yerine bâtılı yok etmeyi hedef aldığını ifade etmektedir. Amaçsız ve
manasız şeyleri yaratmak yerine, onların tepesine hakkı atıp onları yok ederiz
derken, hak ile bâtılın çatışmasına dikkat çekmektedir.
Bâtılın işini hak
bitirmekte ve bitirecektir. Önemli olan, hakkı bâtılın üstüne atabilmektir.
Yüce Allah, Kur'ân'1 göndermekle onu bâtılın üstüne atmış oldu. İnsanları
tevhîd inancına götürebilmek için önlerindeki bâtıl engelini aşmak gerekiyor.
Bâtıl engeli yumuşak bir cismi andırmaktadır. Onun üzerine kaya gibi bir cismi
atınca bâtıl yok olup gidecektir.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Enbiyâ 18'den öyle anlıyoruz ki, "hakk", hareket eden,
mücâdele veren bir canlı gibidir. "Parçalamak" anlamına gelen demğ
eylemini gerçekleştiren odur. Bâtıl da "yok olup gitmek" eylemini
gerçekleştirmektedir. İsrâ 81'de olduğu gibi: "De ki: Hak geldi, bâtıl
yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur." Hak ile bâtıl çatışırken
daima kaybeden bâtıl olmaktadır. İkisinin bir yerde bulunması, durması, olması
mümkün değildir. Madem ki hakkın olduğu yerde bâtılın bulunması mümkün değildir,
hak olan ve noksan sıfatlardan uzak olan Allah'a oyun eğlence denen bâtılın
yakıştinlmasi nasıl doğru olabilir? Yüce
Allah, müşrikleri, Kendisine yakıştırdıkları sıfatlardan dolayı kınamaktadır.
velekümü'l-veylü ifadesini "sizin için veyl vardır" şeklinde de
tercüme edebiliriz. O zaman veyl cehennem anlamına gelmektedir. Yüce Allah, her
türlü eksiklikten ve yetersizlikten uzaktır; Kendisi ile başka yaratıklar
arasında benzerlik ve paralellik kurulmasından da uzaktır. Onun içindir ki:
"O, sonsuz ihtişam sahibidir ve insanların her türlü tasavvur ve
tahayyülünü aşan bir yüceliğe sahiptir" (En'âm 6/100) buyurmaktadır.
Çünkü "hiçbir şey O'na benzemez" (Şûra 42/11); "Hiçbir şey O'na
denk değildir" (İhlâs 112/4). Allah'ı ve O'nun sıfatlarını tanımlamaya
kalkışmak insan mantığının sınırlarına sığmaz. Biz Allah'ın sıfatlarını, yarattığı
kâinat ve varlıklar üzerinde görürüz, anlarız, fark ederiz ve sonunda inanırız.
Onun için Yüce Allah'a yakışmayan vasıfları yüklemek hem günahtır hem de imanı
yaralayan bir harekettir.
4 ."Göklerde
ve yerde var olan herkes ona aittir. O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet
etmek hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar."
Bu âyette Yüce Allah
iki önemli konuyu gündeme getirmektedir:
a) Kâinatın
mülkiyetinin kendisine ait olduğu. Çünkü tek tanrı, kâinatın tek sahibi
olmalıdır. Bu özellik tevhîd inancı için olmazsa olmazı teşkil etmektedir. Tek
olan, tek yaratıcı ve tek sahip demektir. Madem ki Yüce Allah tüm kâinatı
yarattı, öyle ise tek sahibi de O'dur.
b)
Meleklerin, Allah'a kibirlenmeden ve yorulmadan ibadet etmeleri. Ayette geçen "O'nun huzurunda bulun ani
ar" dan kasıt, meleklerdir. Yüce Allah, Hz. Adem'i yaratacağını meleklere
söyleyince onlar: "Bizler hamdinle seni tesbîh ve seni takdis ederiz"
(Bakara 2/30) demişlerdi. Melekler sürekli olarak yorulmadan ve kibir yapmadan
yani kendilerini müstağni hissetmeden bu ibadetlerine devam ederler.
Muhammed Esed âyette
yer alan ve men 'indehû "O'nun huzurunda bulunanlar" ifadesine farklı
bir yorum getirmektedir: Bu ifadeyi yalnızca melekleri değil, aynı zamanda
Allah'a karşı sorumluluk duyan ve bütün varlığı ile O'na boyun eğen insanları
da içine alacak şekilde geniş anlamıyla ele almak mümkündür. Her iki durumda da
söz konusu varlıkların "O'nun yanında olmaları", O'na mekanca yakın
olduklarını değil, O'nun öngördüğü yolu tutmuş bulunduklarını ve dolayısıyla
O'nun nezdinde kazandıkları manevi değer ve itibarı dile getiren mecazî bir
anlam taşımaktadır (Esed, age, Enbiyâ, 23. dipnot).
Biz, âyetin bu kısmına
farklı bir açılım getirmek istiyoruz: Yüce Allah, kendi huzurunda olanların,
sürekli olarak bıkmadan yorulmadan ibadet etmelerinden dolayı, müşriklerin
kulluğuna ihtiyacı olmadığını ifade etmektedir. Yüce Allah'a güzel vasıfları
yakıştıran, yani O'nu teşbih ve tenzih eden vardır. O'na akıl dışı vasıflar
yakıştıranların tapınmasını beklememektedir.
5.
"Onlar bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih ederler."
"Teşbih
ederler" demek, "sınırsız kudret ve yüceliğini anarak, noksan
sıfatlardan uzak tutarlar" anlamına gelmektedir.
lâ yeftürûn ifadesi,
"ara vermeyerek" anlamına gelmektedir. "Fetret devri" Hz.
İsa ile Hz. Muhammed arasındaki döneme denmektedir ve peygamber gelmeyen zaman
dilimini ifade etmektedir.
Ara vermeyenler
Muhammed Esed'in ifade ettiği gibi hem melekler hem de Allah katında yüce bir
değere sahip olan müminlerdir. Onlar da melekler gibi gece gündüz teşbihlerine
ara vermeden devam ederler. Böylece Yüce Allah, ibadetin devamlı olanına dikkat
çekmekte ve bunun önemini vurgulamaktadır.
" Klasik
müfessirler gibi Enbiyâ 19-20'de geçen ibadetleri yapanların sadece melekler
olduğunu kabul edersek şu mukayeseyi yapmamız mümkün olacaktır: Tâhâ 130'da
insanların hamd ile teşbih etmelerinin zamanı belirlenirken, meleklerin Enbiyâ
19-20'de teşbih ve takdis etmelerinin aralıksız olduğu söylenmektedir. Çünkü
insanlar, geçim için çalışmaktadırlar. Meleklerin böyle işleri yoktur. Onun
için onlar sürekli olarak ibadet halindedirler.
6.
"Yoksa, müşrikler yerden bir takım
tanrılar edindiler de onlar mı diriltecekler?"
Ayette geçen
"yerden taun edinmek" ifadesi, insanların yeryüzünde kendi elleri ile
yaptıkları putları, kendi beyinleriyle ürettikleri ve sonra tanrı gibi
önlerinde saygı duydukları soyut kavramlar, ideolojiler, karşılarında kul gibi
davrandıkları insanlar ve ölüleri kapsamına almaktadır.
Tanrı olacak ve kulluk
edilecek varlık mutlaka tek yaratıcı olmalıdır. Hatta âyette işaret edildiği
gibi, öldükten sonra diriltecek güçte olmalıdır. Yüce Allah, bu soruyu
reddedici bir soru olarak sormakta, onların tapındığı sahte tanrıların böyle
bir işi beceremeyeceğini ifade etmektedir.
Yüce Allah bu âyetinde
din eğitimi açısından bize, tevhîd inancını tebliğ ederken, öğretirken tanrı
fikrini, yaratma eylemi ile anlatmayı teklif etmekte, önermekte ve
Öğütlemektedir.
7.
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök
kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, Arşın Rabbi olan Allah, onların
yakıştırdıkları sıfatlardan uzaktır."
Yüce Allah bu âyette
çok tanrılı inancın yanlışlığını ve tek tanrı inancının zorunluluğunu
açıklamaktadır.
a) Öncelikle
Yüce Allah, müşriklerin dediğinin farz-ı muhal doğruluğundan hareket ederek,
işin nereye varacağını açıklamakta, meseleye insanların çarpık mantığından,
düşüncesinden bakmaktadır. Yüce Allah, tek tanrıdan başka, mesela iki tanrının
bulunmasının, tek düzen esasının yok olup gitmesine neden olacağını
söylemektedir. Kâinat için olmazsa olmazı teşkil eden esas, aksamayan bir
sistemin yürümesidir. İki tanrı bu sistemi bozar. Birinin ak dediğine, diğeri
kara diyecek; biri yağmur yağdırmayı diğeri de güneş çalmayı emredecektir.
b)
"Arşın Rabbi", mutlak hükümranlık
tahtını, yani kâinatı idare etme gücünü elinde tutan Allah'tır ve O, kâinatın
yaratıcısı, sahibi ve
idare edenidir.
Kâinatın idarecisi olan Yüce Allah, müşriklerin yakıştırdığı noksan
sıfatlardan uzaktır. Çünkü noksan sıfatlara sahip olan varlık, yaratamaz, sahip
olamaz ve idare edemez.
" Kudret ve
egemenlik tahtının sahibi olan Allah'a noksan sıfatlar yakıştınlamaz. Yüce
Allah, Enbiyâ sûresinin bu âyetlerinde, Allah, kâinat ve insan ilişkiler
sistemini ele almış ve tevhîd inancını benimseyip şirkten kurtulma konusunda
derinden bir ders vermiştir. Çok tanrılı inancın dayandığı temel inanç
sisteminin yanlışlığını, bu inanca sahip olanlar açısından bakarak ispat etmiş,
tevhîd inancının zorunluluğunu açıklamıştır. Tevhîd inancının doğruluğunu
anlatırken, yaratma, sahip olma, ve yönetme eylemlerini delil olarak
getirmiştir.
[6]
23. Allah, yaptığından
sorumlu tutulamaz, onlar ise sorguya çekileceklerdir.
24. Yoksa O'ndan başka bir takım tanrılar mı
edindiler? De ki: "Haydi delillerinizi getirin! İşte benimle be-
raber olanların kitabı
ve benden öncekilerin kitabıHayır onların
çoğu hakkı bilmezler, bu yüzden de yüz çevirirler.
25. Senden Önce hiçbir peygamber göndermedik ki
ona: "Benden başka ilâh yoktur, o halde bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım.
26. "Rahman çocuk edindi" dediler.
Hâşâ! O, bundan uzaktır. Bilakis onlar, lütuf ve ihsana mazhar olmuş
kullardır.
27. Allah'dan önce
konuşmazlar, onlar, sadece O'nun
emri ile hareket
ederler.
28. Allah, onların
önlerindekini de arkalarındakini de bilir.
Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah
korkusundan titrerler.
Aslında bu âyetler bir
önceki âyetler gurubunun devamı durumundadır ve tevhîd inancının doğruluğunu
ispat edip savunmaktadır. Âyetlerin içeriği bu bütünlüğe delil teşkil
etmektedir.
1.
"Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz, onlar ise sorguya
çekileceklerdir."
Kâinatta bir takım
oluşumlar meydana gelmektedir. Bu oluşumların çoğu insan kudretini aşmaktadır.
İnsan kudretini aşan oluşumları, güç bakımından insanın altında olan bir varlık
veya varlıklar gerçekleştiremez.
Demek ki bu
oluşumları, insanın gücünü aşan bir güce sahip olan varlık
gerçekleştirmektedir. O zaman bu oluşumları gerçekleştiren, sonsuz kudrete
sahip olan Allah'ı, insanın sorgulaması mümkün değildir. Çünkü sonlu ve ölümlü
güce sahip olan varlık, sonsuz ve ölümsüz olanı sorgulayamaz. Zayıf olanın,
güçlü olanı sorgulama imkanı yoktur.
Demek ki, "tek
tanrı" inancı ve fikri, sorgulanamama özelliği üzerinde temel
bulmaktadır. Başkası tarafından sorguya çekilen varlık, tanrı olma niteliğini
kazanamayan bir varlıktır ve o sıfata layık değildir.
Yüce Allah, kendisine
eş koşan müşrikleri mutlaka sorguya çekeceğini söylemektedir. Sorgulanamayacak
tanrıya eş koşmak, sorguyu gerektirmektedir. Böylece Yüce Allah, şirk koşmanın
ne kadar tehlikeli olduğuna, insanın başına sorgulama gibi çetin bir oluşumu
getireceğine işaret etmektedir.
2.
"Yoksa O'ndan başka bir takım tanrılar mı edindiler?"
İşte değil âhirette,
bu dünyada bile sorgulama başlamıştır. Yüce Allah, müşrikleri sorgulayarak,
başka tanrı edinip edinmediklerini sormaktadır. Bu soru inkâr, yani reddetme
niteliğinde bir sorudur. "Edindiler mi?" demek, edinmemelerini
öğütlemektir, bir başka deyişle "eğer edindilerse sonucuna
katlanırlar" demektir.
3. "De
ki: Haydi delillerinizi getirin."
Hukukta genel bir
kaide vardır: "İddia eden delil getirir; inkâr eden ise yemin eder."
Yüce Allah, bu kaidenin birinci bölümünü burada işletmektedir. Allah'tan başka
tanrısı olduğunu iddia eden, delil getirecektir. Sorguya çekilene delili
sorulur, ama sorguya çekilemeyen Allah'a "delil getir" denemez.
4. "işte benimle beraber olanların kitabı ve
benden öncekilerin kitabı."
Buradaki kitâb
kelimesi âyette "zikir" olarak geçmektedir. Bu, şu anlama
gelmektedir: Hz. Muhammed ve ondan öncekilere gelen öğretilerin müşterek
noktalarından biri tevhîd inancıdır. Müslümanlara gelen öğreti ile önceki
peygamberlere gelen öğretinin merkezi tevhîd inancıdır, yani Allah'tan başka
tanrı olmadığı ilkesidir. Hz. Peygamber için delil olarak bu yeterlidir.
Allah'ın tek olduğunu iddia edenin öne çıkan delili de budur. Bütün
peygamberlerin aynı öğretiyi Öne sürmesi delil olarak yeterlidir.
5.
"Hayır! Onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüz çevirirler."
Yüce Allah, şirk koşan
ve delillere inanmayıp kendileri de delil getiremeyenlerin noksanlığının
nerede olduğuna dikkat çekmektedir. "Onlar hakikati bilmiyorlar"
demek, onlarda bilgi eksikliği var demektir. Hakikatin bilgisine sahip olmamak,
hakikati tanımamak, onları tevhîd inancından yüz çevirtmektedir.
Böylece Yüce Allah,
sebep-sonuç ilişkisi içerisinde müşriklerin durumunu açıklamaktadır. Hakikati
bilmemeleri, yüz çevirmeleri de şirke sapmalarına sebep olmaktadır. Ama
sebepler zincirinin başında bilmeme halkası yer almaktadır.
6.
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka ilâh
yoktur, o halde bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."
Bu âyet, bir önceki
âyette geçen "İşte benimle beraber olanların kitabı" ifadesini
açıklamaktadır, yani onun açılımı niteliğindedir. Allah'tan başka tanrı
olmadığı ve sadece ona kulluk edilmesi gerektiği ilkesi tüm peygamberlere
vahyedilmiştir. Demek ki kulluk, sadece tek tanrıya yapılmalıdır. Tek tanrı
inancı, kulluğun kime yapılacağının belirleyicisi olmaktadır.
7.
"Rahman çocuk edindidediler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Bilakis onlar lütuf
ve ihsana mazhar olmuş kullardır."
a) Ayette
geçen veled kelimesinin ne anlama
geldiğini açıklayabilmek için İsrâ 40'a gitmemiz gerekiyor: "Rabbiniz,
erkek çocukları sizin için ayırdı da kendisi meleklerden kız çocuklar mı
edindi? Gerçekten siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz."
Demek ki Yahudiler Hz.
Üzeyir'i, Hıristiyanlar Hz. İsa'yı, Mekke müşrikleri de melekleri Allah'ın
çocukları diye kabul ediyorlardı. Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 26'da
geçen "Rahman çocuk edindi" ifadesini Mekke müşrikleri söylemişlerdi ve
kastettikleri de meleklerdi.
b)
Yüce Allah, onların bu iddiasını
cevaplandırırken meleklerin çocuk değil, şerefli, ihsan edilmiş kullar olduğunu
söylemektedir. Demek ki müşriklerin bir inanç hastalığı da, kulları Allah'ın
oğlu olarak görmeleridir.
c)
Yüce Allah, çocuk edinme nitelemesinden uzak
ve yücedir. Tevhîd inancının can alıcı esaslarından biri de
"sübhân'lıktır. Şirk bu sübhânhğı, yani evlat edinmeden, noksan
sıfatlardan uzak olmayı kirletmekte,
yaralamaktadır. Şirkin zulüm
olarak tanımlanmasının
nedenlerinden biri de budur.
9.
"Allah'tan önce konuşmazlar, onlar sadece O'nun emri ile hareket
ederler."
Bundan anlıyoruz ki,
müşriklerin "Rahman çocuk edindi" derken kastettikleri meleklerdi.
Meleklerin bir önceki âyetteki özelliklerinden biri, "ikram olunmuş
olmaları" idi. Bu âyette de "sözde yani konuşmada Allah'ın önüne
geçmemeleri" diğer bir özelliklerini teşkil etmektedir. Bir başka
özellikleri de, "Allah'ın emri ile hareket etmeleri"dir. Demek ki meleklerin
farklı davranma seçenekleri yoktur. Bu özelliklere sahip olan melekleri
Allah'ın çocukları olarak görmeleri, müşriklerin gerçekten sapık bir inanışa
sahip olduklarını göstermektedir.
Meleklerin
"sözde/konuşmada Allah'ın önüne geçmemeleri", iman eden Müslümanların
da ahlâkı olmalıdır, il "Ey iman edenler! Allah'ın ve Peygamberinin önüne
geçmeyin" (Hucurât 49/1) ifadesi bu anlayışın ilkesini belirlemektedir.
Kul olmanın şartlarından diğerleri de, Yüce Allah'ın emirlerinin önüne geçmemek
ve O'nun emirlerine göre hareket etmektir.
10.
"Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir."
"Önlerindeki"
ifadesinin bazı âlimler, "yaptıkları"nı, bazıları da
"âhiretleri"ni ifade ettiğini söylemişlerdir. Râzî ise şu yorumu
yapmaktadır: "Allah onları çepeçevre kuşatmıştır. O'nun mülkünde dolaşır
ve O'nun kudretinin altındadırlar."
Aslında âyete
"Yüce Allah, onların yaptıklarını ve yapmadıklarını, ortaya koydukları ile
gizlediklerini bilir" manasını vermek daha doğru olacaktır.
11.
"Allah rızasına u-laşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar,
Allah korkusundan titrerler."
Burada meleklerin
şefaati, "ancak Allah'ın rızasına nail olanlara olacaktır" dendiği
halde Meryem 87'de "Rahman nezdinde söz ve izin alandan başkalarının
şefaate güçleri yetmeyecektir" ifadesine yer verilmektedir. "O gün,
Rahman'in izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda
vermez" (Tâhâ 20/109) âyetinde de aynı şey gündeme getirilmektedir.
Onların bu durumu,
Allah'ın huzurunda saygıdan titremeleridir. Başka bir ifadeyle Allah korkusundan
titremeleridir.
Netice olarak
diyebiliriz ki Yüce Allah, müşriklerin psikolojik yapısını anlatırken ince
tahlillere girmekte, şirkin ne kadar kötü olduğunu vurgularken, örnek olarak
"Allah çocuk edindi" demelerini vermekte, melekleri Allah'ın kızları
olarak görmeleri ve bu şekilde inanmalarını gündeme getirerek de, meleklerin
O'nun huzurundaki durumlarına dikkat çekmektedir. Bu açıklamalar bize şunu
söylüyor: Her varlığa layık olduğu değeri vermek ve yerlerini iyi tespit etmek
gerekiyor. Allah'ı tek tanrı makamında; meleklere melek, peygamberlere uyarıcı,
yaratılmışlara da tanrı olamama özelliklerini vermek en doğru yoldur. Tanrı
olamayacak olanlara tanrılık özelliği vermek, büyük bir haksızlıktır, bir zulümdür
ve Allah hakkını çiğnemektir.
Şirkten kurtulmanın
yollarından biri, hakikatin bilgisine sahip olmaktır. Her varlığa layık olduğu
yeri vermek de bunlardan biridir. İnsanları bu şekilde eğitip onlara tevhîd
inancının önemini, o inanca düşman olan sapık düşünceleri iyi öğretmek
gerekiyor. Tevhîd inancı olmadan gerçek dinin olamayacağım, gerçek inanca sahip
olduklarını zanneden câhil insanların kolaylıkla tevhîd inancından
sapabileceklerini insanların beynine kazımak gerekiyor. Câhil insanların gizli
şirki fark edemeyip
gönüllerinin
kirlenmesine yol açacağını anlatmak, din âlimi ve görevlilerinin önde gelen
görevleri olmalıdır.
Madem ki şirk ile
mücâdele vermek bir ilâhî uğraşı, bir ilâhî öğreti niteliğini taşımaktadır,
öyleyse din eğitiminin de birinci çabası bu olmalıdır. Şirk durdukça, pençelerini
insanların gönlüne sapladıkça, tevhîd inancı insan gönlünde kendine yer
bulamayacaktır.
[7]
29. Onlardan kim:
"Allah'tan başka ben de bir tanrı-
yım " derse, işte
onu cehennemle cezalandırırız. Zâlimlerin cezasını böyle veririz.
Ayette geçen
"onlar" zamirinden kasıt "meleklerdir". Melekler de
Allah'ın kullan olduğundan, kendilerini tanrı makamına koyamazlar. Ama
müşriklerin dediği gibi, melekler Allah'ın çocukları olsalardı, onlar da
zamanla tanrı makamına geçmiş olacaklardı. Tıpkı Hıristiyanların demelerine
benzemektedir: Onlar önce Hz. isa'yı Allah'ın oğlu yaptılar (Tevbe 9/30) sonra
da onu tanrılaştirdılar (Mâide 5/72).
Yüce Allah, meleklerin
kendilerini Allah'ın yanı sıra tanrı olduklarını söylemelerinin imkansızlığını
öne sürerken böyle bir şey söyledikleri taktirde neler olacağını da
açıklamaktadır. Böyle tanrılık iddiasında bulunsalardı onların da cehennem
cezası ile cezalandırılacaklarına işaret etmektedir. Çünkü tanrılık iddiasında
bulunanlar, müşriktirler; müşrikler zâlimdir ve zâlimler de cehenneme giderler.
Netice olarak
diyebiliriz ki Yüce Allah, meleklerin kendilerini tanrı yerine koymalarını,
tanrılık iddiasında bulunmalarını imkansız görmektedir. Onlara tanrılık
özelliklerini insanlar yakıştırmaktadır.
İnsanlardan tanrılık
iddiasında bulunanlar da olabilir (Nâzi'ât 79/24), ama meleklerden tanrılık
iddiasında bulunanların olmayacağını, yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 29'da
Yüce Allah söylemektedir.
[8]
30. İnkâr edenler,
göklerin ve yerin birbirine yapışık olduğunu, Bizim onları ayırdığımızı ve
bütün canlıları sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Buna rağmen i-nanmayacaklar
mı?
31. İnsanları
sarsmaması için yerin üstüne sabit dağlar yerleştirdik. Dağlar arasında
geçitler ve yollar açtık ki yollarını bulabilsinler.
32. Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık.
Oysa onlar bundaki delilleri görmezlikten geliyorlar.
33. Geceyi ve gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan
O'dur. Onların her biri bir yörüngede akıp gitmektedirler.
Yüce Allah, tevhîd
inancını ispat etmek ve insanları ona inandırmak için kâinatın yaratılışından
oradaki oluşumlara uzanan bir dizi bilgiler vermektedir.
1.
"İnkâr edenler, göklerin ve yerin birbirine yapışık olduğunu görmüyorlar
mı?
Âyetin bu kısmı,
günümüzde "büyük patlama" denen açıklamanın asırlar önce müjdesini
vermektedir. Aslında kâinatın yaratılışım geriye doğru izlediğimizde,
başlangıçta sadece hidrojen gazı olduğunu anlarız. Tek olan Allah ilk önce tek
şeyi, yani hidrojeni yarattı. Âyette geçen Ratk kelimesi bunu ifade etmektedir.
Gökle yerin birbirine bitişik olmasının anlamı başlangıçta tek şey
olduklarıdır. O tek şey hidrojen gazından başkası değildi.
Yüce Allah, bu durumu
burada niçin gündeme getirmektedir? Amaç din eğitimidir. Yüce Allah, kâinatın
yaratılışını, oluşumunu incelememiz için bize ödev vermektedir. Bu inceleme
ile âyetin sonunda belirtildiği gibi imana ulaşıp Allah'ın var ve bir
olduğuna, sonsuz kudret ve ilme sahip olduğuna inanmamız hedeflenmektedir.
Yüce Allah, Allah'ı
inkâr edenlere kâinatın yaratılışı ile ilgili bir ders vermektedir. Öncelikle
onların kâinatın yaratılışı ve oluşumunu gözlemelerini, araştırmalarını
öngörmekte, gözlemden gönüle giden ve orada imanı meydana getiren yolu tavsiye
etmekte, gözlemden imana geçiş yapmalarını önermektedir. Soru bunun üzerinde
cereyan etmektedir.
Gözlemin konusu,
kâinat yaratılmadan önce tek bir gaz kütlesi olduğudur. Çokluktan teke giden
bir oluşum zincirinin varlığına dikkat çekilmektedir.
2. "Bizim
onları ayırdığımızı (görmüyorlar mı?)"
Demek ki Yüce Allah,
ilk önce hidrojen gazını yarattı ve sonra bugünkü bilimin ulaştığı "büyük
patlama" olayını gerçekleştirdi. Bitişik olan gökle yeri, birbirinden
ayıran Yüce Allah'tır. Demek ki insanlar özelde kâfirler kâinattaki oluşumları
gözlemlerle incelerken orada ilâhî kudretin neler yaptığını görmelidir. Bu
gözlemler onları Allah'a götürecektir. Tek olan Allah'ın önce teki yarattığını
ve oradan çokluğa nasıi geçtiğini gözlemleyeceklerdir. Bir bakıma tevhîd
inancını, tek tanrı i-nancmı kâinatın oluşumunda okuyacaklardır. Yüce Allah,
çokluktan teke giden düşünce şeklini öğütlemekte, böylece hem tabiatı inceleme
hem de tevhîd inancı dersi vermekte, fen bilimleri ile ilahiyat bilimini
programa koymakta ve bizden de koymamızı istemektedir.
3.
"Bütün canlıları sudan yarattığımızı (görmüyorlar mı?)"
Dersin sonunda başka
bir derse intikal ederek "canlıların kökeni" öğretilmektedir. H2O=
Suyun, bütün canlıların kökeninde kullanılan bir bileşim olduğu
vurgulanmaktadır. Yüce Allah, önce "hidrojen"i yarattı daha sonra
ondan da oksijeni meydana getirdi. Hidrojenden iki atom, oksijenden de bir atom
alarak birleştirdi ve onu, yani suyu bütün canlıların kaynağına koydu. İşte
canlılar âlemini incelerken, onların kaynağına giden bir yolu izlemelerini ve
oradan ilâhî yaratma eylemini gözleyerek tek Allah'a varmalarını insanlardan
istemektedir.
4. "Buna
rağmen inanmayacaklar mı?"
İşte tüm bu
gözlemlerin, araştırmaların nihâî neticesi, yaratılış olgusunun arkasındaki
kudreti, sonsuz bilgiyi görebilme ve oradan tek tanrı inancına ulaşmaktır.
Bilimsel bilgiden tek tanrı inancına geçişin gerçekleşmesi ile insan beyni
işini tamamlamış olacaktır. O zaman şirk denen inanç ve gönül kirlenmesi ortadan
kalkacaktır.
Günümüz ve geleceğin
dünyası, yani insanlarının ihtiyaç duyduğu ve duyacağı araştırma ve zihin
sıçraması budur. İnsanlar aklı serbest
bırakır ve onun
ihtiyaç duyduğu düşünme ve bilimsel bilgiyi gıda olarak ona verirlerse tek
tanrı fikri ile bağlantı kurulacaktır. Zaten "bağ" anlamına gelen
akıl, Allah ile bağ kurmuş olacaktır. Yüce Allah'ın, kâinatın yaratılışı, büyük
patlama olgusu ve canlıların kökenine yönelik istediği gözlem ve araştırmalar,
hep aklı insanın tasalLûtundan kurtarıp özgürlüğüne kavuşmasını
amaçlamaktadır.
Objektif manada gözlem
ve bilimsel bilgi, akla vurulan zincirleri bir bir kırarak tevhîd inancına
varmasını temin edecektir. Yüce Allah, Hz. Peygamberi "Onların
ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" (A'râf 7/157) şeklinde
tanımlarken de bunu kastetmektedir.
Bilimsel gözlem ve
onun getirdiği bilimsel bilginin son durağı Allah'ın varlığına ve birliğine
imandır. Bu noktaya ulaşmayan bilgi, rahatsız, hedefsiz ve çilelidir. Bilginin
bu hedefine ulaşmasını engellemekten daha büyük zuîüm olabilir mi? Artık insan
aklı dış dünyamızda seyredip yani yolculuk yaparak, Allah'ın kudretini görerek
iman edecek Özgürlüğe kavuşmalıdır.
5- "İnsanları
sarsmaması için yerin üstüne sabit dağlar yerleşirdik. Dağlar arasında geçitler
ve yollar açtık ki yollarını bulabilsinler."
a) Yüce
Allah, dağların görevine de dikkat çekmektedir. Daha önce Nahl 15'te de aynı
konu gündeme gelmişti. "Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları,
yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı."
Demek ki yer kabuğunun
oluşumunda denge meselesini dağlarla temin eden Yüce Allah, bu konuyu
inceleyecek olan bilime bir ödev vermektedir. Yer kabuğu katılaşma döneminde,
gazlardan oluşan yerin merkezine doğru olan basınçlardan meydana gelen dağların
görevi insanların sarsılmamasım temin etmektir. Yüce Allah, insana yaşayabileceği
bir maddî çevre takdir ederken, yani planlarken, sarsılmamasım da bu plana
dahil etmiştir.
"Dağları da birer
kazık yapmadık mı?" (Nebe' 78/7) buyururken, arzın jeolojik oluşumlar
sürecinde kazanacağı dengeyi Yüce Allah, dağlarla sağlamış ve onlara
"kazık" adını vermiştir. Dağ denenkazıklar, yer altındaki kaymaların,
yeryüzündeki hayatı tehlikeye sokmaması, yaşanmaz hale getirmemesi için
kullanılmıştır.
Bu konunun açıklaması
bilime düşmektedir. Ancak bizim de bu oluşumların incelenmesi ile insanın
Allah'a varması meselesine dikkat çekmemiz gerekiyor.
Ayette geçen İl temîd
kelimesinin aslı el-meyddir ve "hareket etmek, devran etmek, çalkalanmak
sağa ve sola çalkalanıp sallanmak" anlamlarına gelmektedir. Ağaç
dallarının ve insan başının sağa sola sallanması bu kelime ile ifade
edilmektedir.
Ama tercüme ederken
"sallanması, çalkalanması" için değil de, "sallanmaması,
çalkalanmaması" şeklinde olumsuz mana verilmektedir. Bunun sebebi şudur:
İl en temîde ifadesinde en ile temîde kelimesinin arasında gizli bir lâ harfi
vardır. Yani bu ifade en lâ temîde şeklinde düşünülmekte ve gramerde de böyle
izah edilmektedir. En lâ temîde ifadesi de "sarmaması için" demektir.
b) Yüce
Allah, insanlar dağlar arasından yol bulsunlar diye yollar bıraktığını
söylemektedir. Ayette geçen ficâc kelimesi el-fecc kelimesinin çoğuludur ve
"gidilebilecek yol" demektir. Aslında ficâc kelimesine
"geçitler", sübül kelimesine de "yollar" manasını vermek en
doğrusu olacaktır.
Yüce Allah, dağlar
arasında geçitleri ve yollan niçin koyduğunu açıklamakta, insanların, yollarını
bulmaları, yani maksatlarına ulaşmaları için yeryüzüne bu şekli verdiğini ifade
etmektedir.
Ayette bize verilen
ders şudur: Yeryüzünü insan için bir beşik ve bir döşek olarak yaratırken Yüce
Allah, daima onun rahatını, yaşamını ve mutluluğunu takdir etmişti. O kadar ki,
onun yolunu, geçitlerini bile yaratış planına koymuştur. Bunları gözlemleyen
insanın iman etmemesi ne büyük bir nankörlük olmaktadır. Kendisine yapılan ve
ihsan edilen bunca nimetlere rağmen, hâlâ Allah'a eş koşması, O'nu inkâr etmesi
affedilecek bir iş midir?
6. "Gökyüzünü de korunmuş
bir tavan gibi yaptık. Oysa onlar, bundaki delilleri görmezlikten
geliyorlar."
"Korunmuş"
diye man al andırdığımız mahfuz kelimesi "güvenli" anlamına da
alınabilir.
Göğün, "tavan,
çatı" anlamına gelen sakf ile ifade edilmesi, insanların idraki
gereğidir. İnsan idraki dikkate alındığında göğün yerküreye nispeti tavan, yani
çatı olarak manalandırılacaktır.
Göğün korunmuşluğunun
ve güvenli olmasının ne anlama geldiğini şu âyetlerle açıklayabiliriz:
a)
"Göğü de, kendi izni olmadıkça yer üzerine düşmekten korur" (Hacc 22/65).
b) "Göğün
ve yerin O'nun buyruğu ile durması da O'nun del ili erindendir" (Rûm
30/25).
c) "Şüphesiz
Allah, gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Andolsun ki, eğer
onların nizamı bir bozulursa, kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz (Fâtır
35/41).
İşte bu âyetlerden
anlaşılıyor ki ilâhî kudret, göklerle yeri yaratmış ve onların bir nizam içinde
devam etmeleri için koruma altına almıştır. Kâinattaki bu sistemin kurulması ve
devam etmesi, insan için çok ilginç konuları içermekte ve etkili bir ders alma
niteliğini taşımaktadır. Sanki kâinatın bu nizamı, insana ders veren bir
öğretmendir. Kâinattaki oluşumlar insana yüksek sesle konuşmakta, ama insanlar
bu sese kulak vermemektedir. Onun içindir ki yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ
32'nin sonunda "delilleri görmezlikten geliyorlar", yani "onlar
ise gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirirler" ifadesi yer almaktadır.
Âyetin son kısmında yer alan "onun âyetleri", "delil,
kanun" anlamına gelmektedir. Gökyüzünün ya da uzayın araştırılması, o kitabın
okunması, insanı Allah'a götürecek, O'nun ne büyük bir kudrete ve ilme sahip
olduğunu öğretecektir. Çünkü maddî âlemin tüm kanunları, insan aklını Allah'a
doğru çekmekte, tevhîd inancını öğretmekte ve insanı madde âleminin ötesine
taşımaktadır. Bundan yüz çevirmek kadar büyük hata olabilir mi?
7.
"Geceyi ve gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur. Onların her biri bir
yörüngede akıp gitmektedirler."
Yüce Allah, gece ile
gündüzü bunlar anılınca Güneş ile Ay da devreye girmektedir- hepsini
yarattığını ifade ederken, sadece gökyüzünü değil, oradaki cisimleri, ışığı ve
karanlığı da yarattığına dikkat çekmektedir. Yer küre insanı ne kadar
ilgilendiriyorsa, Güneş ile Ay, gece ile gündüz de bir o kadar
ilgilendirmektedir. Ama gök cisimlerinin bir yörüngede, bir boşlukta akıp
gitmeleri, hareket etmeleri, yüzmeleri de önemli bir ders, kanun ve öğreti
niteliğini taşımaktadır. Onlar, kendilerine tahsis edilen yörüngede hareket
ederken, insanın da kendisine tahsis edilen yolda hareket etmemesi ilginçtir.
Aslında insan aklına da bir yörünge tahsis edilmiştir. Ama, cehaletin ve
nefsin karanlığı onun yoluna engel koymaktadır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Yüce Allah insanlara iman etmeleri i-çin dış âlemdeki göksel ve
yerel kanunlarını anlatmakta, bunları araştırması için ödev vermektedir. Bu
kanunların anlatımında uzaktan yakına, yakından uzağa metodunu kullanmaktadır.
30 ile 33. âyetler arasına dikkatle bakıldığında bu metot net olarak
görülecektir.
Başka bir metodu tespit etmeye çalışırsak şöyle diyebiliriz: Yüce Allah,
tekten çokluğa, çokluktan teke giden bir açıklama yapmaktadır. Tek olan Allah,
tek maddeyi yani hidrojeni yaratıyor; daha sonra ondan tüm kâinatı ve ondaki
varlıkları ve elementleri yaratıyor. Sonra o kâinatın yapısı ve kanunları
insan aklını tek olan Allah'a imana götürüyor. İşte bu tekten çokluğa,
çokluktan da teke giden bir metot oluyor.
[9]
34. Biz, senden önce
hiçbir beşere sonsuz yaşam vermedik.
Şimdi sen ölürsen,
sanki onlar sonsuz mu kalacaklar?
35. Her canlı Ölümü
tadacaktır. Bir deneme olarak sizi iyilikle ve kötülükle imtihan ederiz. Ve siz
ancak bize döndürüleceksiniz.
Ayetler, kendi
kendilerine niçin indirildiklerini, yani nüzul sebeplerini açıklamaktadırlar.
Önceki âyetlerde Yüce Allah inanmayanlara, yani kâfirlere ders veriyordu. Onlar
da Yüce Allah'ın delillerinden yüz çeviriyorlardı. Daha önceki âyetlerde de
müşriklerin durumunu açıklamıştı. Kâfirlerle müşrikler Hz. Muhammed'in ölümünü
bekliyorlar ya da onu Öldürmek istiyorlardı. İşte bu âyetler, onların bu
beklenti ve isteklerini cevaplandırmaktadır.
1. "Biz
senden önce hiçbir beşere sonsuz yaşam vermedik."
Yüce Allah, Hz.
Muhammed'e gelinceye kadar yaratılan her insanın öldüğüne dikkat çekmektedir.
Ölümsüzlük Allah'a aittir. Başlangıcı olan, yani doğan veya yaratılan her
varlık ölümlüdür.
2.
"Şimdi sen ölürsen onlar sonsuz mu kalacaklar?"'
Hz. Muhammed ölecek
de, onlar bu dünyada mı kalacaklar. İnanç farklılığı nedeniyle meydana gelen
düşmanlık, ölümü isteme derecesine ulaşmıştır. Sanki Hz. Muhammed ölünce İslâm,
yani bir bakıma tevhîd inancı da ölecekti. İnsanlar bazen önemli davaların, onu
savunanlarınölmesi ile yok olacaklarını sanırlar. O yüce davayı savunan
ölecektir, ama o düşmanlar da ölecektir. İnsanın hayatından daha uzun yaşayacak
olan o davadır. Nice nesiller gelip geçti ama tevhîd inancının, İslam'ın ve
Kur'ân'ın bayrağı dimdik dalgalanmaktadır. Hz. Muhammed'den önce gelen
peygamberler öldü, ama savundukları tevhîd inancı devam etmektedir.
3. "Her canlı ölümü
tadacaktır."
Yüce Allah, bu
âyetiyle "ölüm" denen evrensel kuralını gündeme getirmektedir.
Canlılar âleminin en geçerli ve değişmez kanunu "ö-lüm"dür. Ölüm olgusu,
insana dünyaya aşırı bir şekilde, tutkuyla bağlanma konusunda en etkili dersi
vermektedir. Ölümün olması, insana dünyaya karşı bir soğukluk getirmekte,
"dünya aşırı bağlanmaya ve tercih edilmeye değmez" düşüncesini temin
etmektedir.
Ölüm, insana en yüksek
sesle konuşan bir öğüttür. Ölümü aklına getiren kimsenin gönül kırması mümkün
değildir. Ahlâkî değerleri canlı tutmaya en çok yardım edenlerden biri de Ölüm
olgusudur. Hatta ölüm olgusu, tevhîd inancına en büyük desteği vermektedir;
çünkü ölümlü varlıkların tanrı olamayacağını haykırmaktadır.
Ayette
"tadacaktır" anlamındaki kelimenin kullanılması manidardır. Ölen
insan, canı kalmadığı için tad alabilir mi? Buradaki tatma, zevk alma olayı
mecazî bir anlam ifade etmekte, her canlının ölüm olgusundan geçeceğine işaret
etmektedir.
4. "Bir
deneme olarak sizi iyilikle ve kötülükle imtihan ederiz."
Yüce Allah, dünya
hayatının bir imtihan yeri olduğuna işaret etmektedir. Âyette geçen hayr
"iyi" kelimesi, ahlâkî manada iyiyi ifade ettiği gibi, sahip olunan
nimetleri de ifade etmiş olabilir. Mesela, sıhhat, sevinç, lezzet, maddî
nimetler "iyi" kavramının kapsamına gireceği gibi, iffet, fedâkârlık,
sadâkat, adalet, Özgürlük, hürriyet, paylaşım, barış, güven, iman, akıl,
sevgi, bilgi gibi değerler de bu "iyi" kavramının içine girebilir.
Bununla beraber şerr
denen "kötü" kelimesi de "hastalık, savaş, üzüntü, çile,
fakirlik" denen hayatın kötü yanlarını ifade edeceği gibi,
yukarıda sıralanan
ahlâkî değerlerin tersini de kapsamına alabilir. İşte dünya hayatı, bu iki
kavramın "iyi" ile "kötünün" soru olduğu bir imtihandan
ibarettir. Zıtların bulunduğu dünya hayatında, tercih söz konusudur; tercihin
olduğu yerde özgürlük vardır, özgürlüğün olduğu yerde de sorumluluk elbette
olacaktır. İşte sorumluluk da imtihanın temelini oluşturmaktadır.
Mesela çalışmak iyi,
tembellik kötüdür. Gerçek iman iyi, inkâr ve şirk kötüdür. Farklılıkların
olduğu yerde imtihan vardır. Aslında Enbiyâ sûresinde yorumunu yapmakta
olduğumuz 35. âyete kadar açıklanan tüm konular iyi ile kötü kavramlarının
içini doldurmaktadır.
5. "Ve
siz ancak bize döndürüleceksiniz."
Bunun anlamı,
geçirdiğiniz imtihanın değerlendirmesi yapılacak ve neticeyi âhirette
öğreneceksiniz. İmtihan neticesiz kalmayacak, değerlendirme mutlaka
yapılacaktır.
utm: Ayrıca bunun
diğer manası şudur: Allah'tan geldiniz, yine O'na döneceksiniz. Ölüm yok olmak
değil, tam tersine başka bir hayatın geçiş dönemidir. Ölümsüz o hayata geçmek
mümkün değildir.
Netice olarak bu
âyetleri önceki âyetlere bağlarsak, müşriklere, sahte tanrılarına değil, gerçek
tanrı olan Allah'a dönecekleri, kâfirlere de ölüm ile yok olmayacakları,
kendilerini yaratana dönecekleri öğretilmekte ve onlara bu konuda bir ders
verilmektedir. Ölüm, imtihan, iyi, kötü ve Allah'a dönüş gibi çok önemli kavramlarla
örülü olan bu ders, amaç olarak tek Allah'a inancı hedeflemekte, ayrıca âhirete
imana da işaret etmektedir. Bu kavramları din eğitimi hem ilahiyat hem de
ahlâkî konuların temeline yerleştirerek öğüt vermelidir. İnsana, nerden gelip
nereye gideceğini öğretmek tevhîd inancının en önemli konularından birini teşkil
etmektedir. Ölüm olgusu gibi köklü bir hayat değişiminin yok olmak değil,
Allah'a dönüşün başlangıcı olduğunu öğretmek, ahlâkî disipline yardım
edecektir. İnsanın imtihan içinde olduğunu onlara söylemek de uyanık
olmalarını, seçeneklerini iyi kullanmalarını temin edecektir. Din eğitimi bu
konulan işlemeden etkili olamaz, kendi varlık sebebini yakalayamaz. Ölümsüz
varlık ile ölümlü varlık arasındaki farkı iyi anlatmak şirk denen kirliliğin azalmasına,
tevhîd inancının da kuvvetlenmesine sebep olabilir.
[10]
36. inkarcılar seni
gördüklerinde: "Sizin tanrınızı diline dolayan bu mudur?" diye seni
alaya almaktan başka
bir şey yapmazlar.
Oysa kendileri, çok merhametli olan Allah'ı anmayı inkâr ediyorlar.
37. İnsan aceleci olarak
yaratılmıştır. Ayetlerimi yakında size göstereceğim, artık onların çabuk
gelmesini
istemeyin.
38. inkâr edenler: "Doğru söylüyorsanız bizi
tehdit ettiğiniz azap ne zaman?" derler.
39. İnkâr edenler, yüzlerinden ve sırtlarından
ateşi sayamayacakları, kendilerine yardım dahi edilemeyeceği zamanı bir
bilselerdi!
40. Bilakis kendilerine, o öyle ani gelir ki,
onları şaşır-tır. Artık ne reddedebilirler onu, ne de kendilerine mühlet
verilir.
vi;
41. Andolsun, senden önceki peygamberlerle de
alay edildi; ama onları alaya alanları, o alay konusu ettikleri şey
kuşatıverdi.
42. De ki:
"Allah'a karşı sizi gece gündüz kim koruya-cak?" Buna rağmen onlar
Rabblerini anmaktan yüz çevirirler.
43. Yoksa kendilerini bize karşı savunacak bir
takım tanrıları mı var? O tanrılar, kendilerine bile yardım edecek güçte
değildirler. Onlar bizden de alaka ve destek görmezler.
44. Doğrusu Biz o inkarcıları ve babalarını dünya
nimetlerinden yararlandırdık. Öyle ki uzun süre bu şekilde yaşadılar. Onlar,
Bizim, şimdi bulundukları topraklara
gelip, oraları azar
azar ele geçirdiğimizi
görmüyorlar mı? Onlar
inananlara galip geleceklerini
mi sanıyorlar?
Âyetlerin iniş
sebebini yine âyetler "peygamberi alaya almak" olarak
belirlemektedir. Burada alay konusu olan kâfirlerin durumu detaylı bir şekilde
ele alınmakta ve ciddi uyarılar yapılmaktadır.
1.
"İnkarcılar seni gördüklerinde: "Sizin tanrınızı diline dolayan bu
mudur?" diye seni alaya almaktan başka bir şey yapmazlar."
Yüce Allah, inkâr
psikolojisine sahip olanların, Hz. Peygambere karşı takındıkları alaycı
tavırlarını açıklayarak günümüzün müminlerine ve geleceğin Müslümanlarına öğüt
vermektedir. Onlar, Hz. Peygamberi gördüklerinde, onun getirdiği tevhîd inancı
öğretisini hatırlayıp alaya almaktadırlar. Onunla alay etmeleri kendinden
kaynaklanmıyor, getirdiği tevhîd inancına olan tepkilerinden kaynaklanıyordu.
Yüce Allah, tepkinin adını "alay" olarak koymuştur. Bu alaya alma
günümüzde de devam etmektedir. İslâm'a karşı olan menfi tavırlar, müminlere
alay olarak dönmektedir. Müminler, inançlarını bırakıp inkâra sapsalar,
kâfirlerin alayı ortadan kalkacaktır.
"Göz görmeyince
gönül istemez" tekerlemesinden hareketle, "göz görmeyince alay
olmaz" diyebiliriz.
Alayın dile dökülmesi,
sahte tanrıları diline dolayanın Hz. Muhammed olup olmadığını sormaları ile
ortaya çıkmaktadır. Demek ki müşriklerde tanrı fikri var, ama gerçek Allah'a eş
olarak kabul ettikleri sahte tanrılar öne çıkmaktadır.
2. "Oysa
kendileri çok merhametli olan Allah'ı anmayı reddetmektedirler."
Sahte tanrılarına laf
ettirmezken, toz kondurmazken, onların aleyhine olan konuşmalardan rahatsız
olurken, gerçek Allah'ın yaptıklarını, mesajlarını, öğütlerini ve kitaplarını
inkâr etmektedirler. Ayette geçen zikrirrahmân ifadesiyle, "Allah'ın
zikrini" yani, "Allah'ın kitabı Kur'ân" anlamı kastedilmiş
olabilir. Hem Allah'ı anmak hem de Allah'ın kitabı birlikte kastedilmiş de
olabilir. Çünkü Kur'ân, Allah'ı hatırlatıyor. Kâfirler, sahte tanrıları
hatırlatırken, onlara tapınırken aynı ihtimamı Allah'a göstermemektedirler.
Âyetin bu kısmı günümüz
Müslümanlarına ve geleceğin insanlarına çok önemli mesajlar vermektedir.
Günümüzde beşerin yazdığı kitapları Allah'ın kitaplarından üstün tutanların
varlığı buna delildir. Bazı Müslüman graplai, kendi ekollerinin temsilcilerini
hatırladıkları, onların fetvalarına verdikleri değeri Allah'a ve Kur'ân'a
vermemekte ve Allah'ı hatırlamamaktadırlar. İşte Yüce Allah bizlere, o devrin
kâfirlerinin durumunu anlatırken, bizi uyarmakta ve aynı hataya düşmekten
korumaktadır. Böyle hataya düşme ihtimali olmasaydı, Hucurât l'de
"Allah'ın ve Peygamberin önüne geçmeyin" denmezdi.
3."İnsan
aceleci olarak yaratılmıştır. Ayetlerimi, yakında size göstereceğim, artık
onların çabuk gelmesini istemeyin."
iftira) Yüce Allah, bu
âyetinde, insan psikolojisinin temel özelliğini, boyutunu gündeme
getirmektedir.
acel kelimesi, Himyer lügatında "çamur" anlamına gelmektedir
(Ömer Dumlu ve Hüseyin Elmalı, Kur'ân'ı Kerim'in Türkçe anlamı, İzmir, 2001, s.
293). Demek ki âyetteki 'acel kelimesine "çamur" manası verirsek,
"insan çamurdan yaratıldı" diyebiliriz. Ama âyetin devamına
baktığımız zaman mananın
"aceleci" anlamına
geldiğini görebiliriz.
İnsan davranışlarını yöneten
ve bazen insana hata yaptıran temel Özelliklerinden biri de "aceleci"
olmasıdır. "insan, iyiyi istiyorum diye kötüyü ister. İnsan pek
acelecidir" (İsrâ 17/11) âyetinde, insanın dua ederken aceleci davranması,
isteğinde hata yapmasına sebep olmaktadır. İnsan, öğrenmekte aceleci davranır
(Tâhâ 20/114). 'Acele kelimesinin geniş manası Nahl l'de yapılmıştır.
Bu âyetin 36. âyetle
olan ilişkisi nedir? İnsan, kendisine verilen bilgilerle geçmişten aldığı
inançların karşılaştırmasını, analizini yapmadan, acele olarak kararını
verdiği için hak inancı kabulde yanılmaktadır. Hz. Peygamberin onlara getirdiği
mesajı araştırıp tetkik etselerdi, ondaki güzellikleri görecek ve rahatlıkla
inanacaklardı.
Hem insanları hem de
verilen ilâhî mesajları, öğretilen bilgileri değerlendirmekte acele etmemek
gerekiyor. Özellikle Öğretmenler öğrencilerini değerlendirmekte acele
etmemelidirler. Öğrenciler de öğretmenlerini değerlendirirken acele
etmemelidirler. Kâfirlerin, Hz. Muhammedi değerlendirirken acele etmeleri, onu
alaya almalarına, Allah'ın kitabını inkâr etmelerine sebep olmuştur. Öğretim
meselelerinde acele etmek doğru değildir ve bu durum hata yapma yüzdesini
artırır.
Böylece Yüce Allah,
inkâr psikolojisi ile acelecilik psikolojisi arasında bir bağlantı
kurmaktadır. İnsanlar kendilerine ulaşan ilâhî mesaj üzerinde etraflıca düşünseler,
aradıkları değeri bulmaya çalışsalar, kararlarını geciktirseler, sağ duyuya
biraz kulak verseler kolayca inkâra sap-mayacaklardır. Acelecilik insanlara
yanlış değerlendirme yaptırıyor.
b) Yüce
Allah, âyetlerini yakında göstereceğini, bu nedenle o konuda kâfirlerin acele
etmemelerini emretmektedir. Buradaki âyetlerden kasıt Allah'ın tebliği ve Hz.
Muhammed'in peygamber olduğuna dair delillerdir.
Bir sonraki âyete
bakarsak, buradaki âyetlerden kasıt dünya ve âhirette verilecek olan
cezalardır. Başka bir ihtimal de Hz. Peygamberle alay ettikleri dönem, İslam'ın
başlangıcı idi. Kur'ân'ın bütün âyetleri tamamlanmamıştı. Bu nedenle Yüce
Allah, Kur'ân'ın bütün hükümlerinin geleceğini söyleyerek acele etmemelerini
istemiştir.
"Âyetlerimi
göstereceğim" ifadesi, "âyetlerimi öğreteceğim" demektir.
Öğrenilecek şeylerin bir zamanı vardır. Turfanda meyve yetiştirir gibi,
turfanda öğretim olmaz. Tedrîcilik metodunu uygulamak ve takip etmek gerekiyor.
Öğrenciler, vaktinden önce bilgileri öğrenmekte acele etmemelidirler. Gelişim
psikolojinin merhaleleri belirleyici olmalıdır. Aynı şekilde toplumun gelişimi
de verilen bilgileri hazmedecek kıvamda olmalıdır. Acele öğretilen konuları
toplum kaldıramayabilir; tatbik etmekte zorluk çekebilir. Aşiret toplumuna
Kur'ân gibi bir kitabın ilkelerini uygulamak, hayata geçirmek imkansız denecek
kadar zordur. Onun için acele etmeye gelmez.
4.
"inkar edenler: 'Doğru söylüyorsanız, bizi tehdit ettiğiniz azap ne
zaman?' derler."
İnsanın acele etme
psikolojisinin ortaya çıktığı alanlardan biri de, dinin kâfirler için söylediği
cezalandırma olgusudur. İnkâr edenlerin cezalandırılacağına dair dinin temel
ilkelerinden biri gündeme getirilince, din ile alay eden kâfirler, o azabın
hemen getirilmesini isterler. Bu istek alayla doludur. "Senden, azabı
çarçabuk getirmeni isterler. Eğer önceden tayin edilmiş bir vâde olmasaydı,
azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat onlar farkında değilken, azap
ansızın kendilerine gel i verecektir" ('Ankebût 29/53). Daha önceki
peygamberlerden de ümmetleri, alay edercesine azap konusunda acele istekte
bulunmuşlardı. "Nihayet onu vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde
görünce; 'Bu, bize yağmur yağdıracak yaygın bir buLûttur' dediler. Hayır! O,
sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir
rüzgardır" (Ahkâf 46/24).
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Enbiyâ 38'in sonu çoğul gelmiştir. "Eğer doğru
kimselerseniz" derlerken, kastettikleri onlarla konuşan Müslümanlardı.
Kıyametin kopacağına ve ardından Ölülerin dirileceğine inanan mümin kimselerle
alay edercesine bu sözü söylüyor ve sorularını yöneltiyorlardı. Onların sorduğu
bu sorunun cevabı A'râf 187'dedir:
"Sana kıyameti ne
zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Rabbimin
kalındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır
gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana
soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır, ama insanların çoğu
bilmezler."
Demek ki, soru alay
etmek için sorulsa bile, konu önemli ise cevaplandırılmalıdır. Öyle anlaşılıyor
ki, kâfirler bir taraftan Hz. Peygamber ve ona gelen mesajla alay ederken,
diğer taraftan da âhiret hayatı ve Öldükten sonra dirilme ile alay ediyorlardı.
5.
"İnkâr edenler, yüzlerinden ve sırtlarından ateşi sayamayacakları,
kendilerine yardım
dahi edilemeyeceği zamanı bir bilselerdi!"
Yüce Allah, onların bu
alaycı sorularına bir sonraki yani Enbiyâ 39 ile cevap vermektedir. Yüce Allah
cevabını şu kelimelerle ya da kavramlarla Örmektedir: Ateş, yardım ve bilme. O
bekledikleri azap, onların
yüzlerini ve
arkalarını dağlayacaktır. Yüz, yani ön ve arkalarının ateşle dağlanması, her
taraflarının ateş içinde kalması demektir.
Ateş, onları sarınca,
ne kendileri o ateşi savabilecekler, yani ondan uzaklaşabilecek, onu
söndürebilecek ne de ondan kurtulmak için başkalarından yardım
alabileceklerdir. Kendilerinin gücü yetmeyecek, ama başkalarından da yardım
alamayacaklardır.
Yüce Allah, bu durumun
önceden bilinmesini istemektedir. Bilen adam şöyle söyler: "Allah'ın azabı
bize gelip çatarsa, kim bize yardım edebilir?" (Ğâfir 40/29).
Buradaki bilmek,
inanmayı da kapsamına almakta ve "keşke inan-salardı" manasına
gelmektedir. İşte bilme ile inanmanın arasındaki sıkı bağ burada ortaya
çıkmaktadır. Aynı zamanda Yüce Allah'ın bilmeye verdiği önemi de öğrenmiş
oluyoruz. Bu demektir ki, insanların başına ne gelmişse bilememek yani
cehaletten ve imansızlıktan gelmiştir. "Bir bilselerdi!" ifadesiyle
Yüce Allah, gelecek nesilleri bilgilendirmekte, önceden bilmenin önemini
öğretmekte ve bilgiden imana giden yolu göstermektedir.
6.
"Bilâkis kendilerine o (kıyamet) öyle âni gelir ki, onları şaşırtır. Artık
ne reddedebilirler onu ne de kendilerine mühlet verilir."
a)
Azabın kendilerine ansızın geleceğini, onun
böyle ansızın gelmesi kendilerini hayrete düşüreceğini söyleyerek bu konudaki
sorularını cevaplandırmaktadır.
b)
Ansızın gelen azabı geri çevirme imkanları
olmayacak; çünkü böyle bir çıkış kapısı bulabilmelerine mühlet verilmeyecektir.
Böylece Yüce Allah,
felaketin niteliklerini anlatırken, kâfirlerin onun karşısında nasıl bir
durumda olacaklarını da anlatmaktadır. Bu konuda Yüce Allah, açıklama yapma
yetkisini Hz. Peygambere vermemiştir. Dinin âhiret hayatı ile ilgili boyutu
hakkında Peygamberin açıklama yetkisi yoktur. Tüm açıklamayı Yüce Allah
yapmaktadır.
7.
"Andolsun senden önceki peygamberlerle de alay edildi;'ama onları alaya
alanları, o alay konusu ettikleri şey, kuşatıverdi."
Bu âyetten şunu
anlıyoruz:
a)
Peygamberlerle alay etmek gibi kötü bir davranış, kâfirlerin ahlâkı haline
gelmiştir. İstisnasız her peygamberle alay edilmiştir. Doğal olarak Hz.
Peygamberle de alay edilmiştir. Zamanımızda müminlerle alay edilmektedir ve
gelecekte de muhtemelen edilecektir. Kendinde bir üstünlük gören kâfirier her
zaman iman edenlerle alay etmişler ve etmektedirler. Sosyal ve ekonomik gücü
kendinde bulan ve kendini müstağni hisseden inançsızlar, iman edenleri
aşağılamaktadır.
b) Alay
kaybolmamaktadır. Zamanla birikip, alay edenleri kuşatmaktadır. Alay, zamanla
Allah katında azaba dönüşmekte, azap şeklinde alay edeni içine almakta, hem bu
dünyada hem de âhirette onların maddî ve manevî hayatlarını çekilmez hale
getirecektir. Dünyevî ve uhrevî mutluluklarını alıp götürecek, Allah katında
rezil olacaklardır. Allah'ın peygamberi ya da Allah'a inananla alay etmek,
Allah'ın alay etmesine sebep olur ve böylece Allah'ın alayı nice olur!
Alaya almak,
karşısındakini küçük görmektir. Hele bu, ferdî olmaktan öteye geçip grup ve
sınıfsal bir yapıya bürünürse, toplumun erdemini alıp götüren bir rüzgara,
yakıp kül eden bir ateşe dönüşür. Günümüzde manevî değerlerle, din ile hatta
peygamberlerle alay etme metotları değişmiş ve çeşitlilik kazanmıştır.
Kitaplarla, makalelerle, basınla ve televizyonlarla bu alaya alma çok uzaklara
ulaşmaktadır. Artık yüz yüze gelip alay etme zamanı geçmiştir; zira teknoloji
bunu uzaklara taşımaktadır.
Ama o alay edenleri,
yaptıkları alayların bir kısmının kuşattığını bu dünyada görüyoruz. Ama Öteki
dünyada da alayları ateşe dönüşecek ve etraflarını saracaktır. "Ey inananlar!
Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden
daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar
kendilerinden daha iyidirler.
Kendi kedinizi
ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İ-mandan sonra fâsıklık ne
kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse işte onlar zâlimlerdir" (Hucurât
49/11). Allah katında kimin kimden üstün olduğunu bilme imkanımız olmadığından,
bir Müslüman grup diğeri ile alay etmemelidir. Çünkü alay zulümdür, fâsiklıktır.
8."De
ki: Allah'a karşı sizi gece gündüz'kim koruyacak? Buna rağmen onlar Rabblerini
anmaktan yüz çevirirler."
Âyette geçen yekleü
fiili, "bekçilik yapmak, korumak" manalarına gelmektedir. Demek ki
peygamberi alaya alanları bu dünyada azap saracak ve onları Allah'a karşı kimse
koruyamayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, onların işini Allah görecektir. Mesela:
Peygamberlerle alay etme konusuna tarihi bir örnek verecek olursak, Bedir
savaşında Müslümanların karşısında kâfirlerin düştüğü perişan duruma Yüce Allah'ın
yardımı olmuştur. Yüce Allah, Kur'ân'da bunu anlatmaktadır. Alay edenleri
Allah'ın azabına karşı koruyacak kimse yoktur.
Buna rağmen onlar
Allah'ın zikrinden, yani Allah'ı anmaktan veya O'nun Kur'ân'ından yüz
çevirmektedirler. Daha önce Tâhâ 124-127. âyetlerde Kur'ân'dan ve Allah'ın
öğüdünden yüz çevirmenin nelere mal olacağı anlatılmıştı.
9. "Yoksa
kendilerini bize karşı savunacak bir takım tanrıları mı var? O tanrılar,
kendilerine bile yardım edecek güçte değildirler. Onlar da bizden alaka ve
destek görmezler."
Allah'ın peygamberi
ile alay eden, âhirete inanmayan ve O'nun kitabından yüz çeviren insanlara
Yüce Allah şunu sormaktadır: Bana karşı onları savunacak, benim azabımı
engelleyecek tanrıları mı vardır? Ne cesaretle bu şekilde davranıyor ve olumsuz
tepkide bulunuyorlar? demektedir. Aslında sorunun şekli, içinde ret olan bir
sorudur. O'nun azabından onları koruyacak, azabı engelleyecek tanrıları olamaz
demektir.
Böyle tanrılar olamaz
ama, onlar olduğunu kabul etseler bile, o tanrıların kendi kendilerine bile
faydalan olamaz. Kendi kendine yardım edebilmek, yeterlilik göstergesidir.
Kendi kendine yeterli olan sadece Allah'tır ama bu sorudan, onların
tanrılarının canlı olduğu anlaşılmaktadır.
İnsan bile kendi
kendine fayda ve zarar vermekte yetkin değildir. Onun içindir ki Yüce Allah,
Hz. Muhammed'i tanrı edinmemeleri için şu mesajı insanlara iletmesini ondan
istemiştir: "De ki: Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir
fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette
daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiç fenalık dokunmazdı. Ben, sadece
inanan bir toplum için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim"(A'râf 7/188).
Tefsirini yapmakta
olduğumuz âyetin son kelimesi yushabûndur. Bu kelime, "yardım, destek,
alaka" anlamına gelen sahâbetden türemiştir. Demek ki bu insanlar,
Allah'tan bir destek ve alaka da bekleyemezler, çünkü böyle bir şey asla
olmayacaktır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, peygamberlerle alay etmek, âhireti inkâr etmek, Kur'ân'dan
yani ilâhî öğütten, mesajdan yüz çevirmek, Allah ile olan bütün bağlarını
koparmaktır Yani, Tâhâ 126'da ifade edildiği gibi "unutulmaktır".
Yüce Allah, böylesi ile ilgisini kesmekte ve onu unutmaktadır. Allah tarafından
unutulmak, alakası kesilmek en büyük azaplardan değil midir?
İşte kâfirlerin
inandıkları canlı sahte tanrılar, Allah'tan böyle bir muameleye maruzdurlar;
aslında kâfirlerle, tanrıları aynı ilâhî muamele ile karşı karşıya
kalacaklardır.
10.
"Doğrusu Biz, o inkarcıları ve babalarını dünya nimetlerinden yararlandırdık.
Öyle ki uzun süre bu şekilde yaşadılar."
Yüce Allah, inkâr
edenleri dünya nimetlerinde mahrum bırakmamaktadır. Onları da belli bir sürede
nimetlendirmektedir. Hz. İbrahim sadece inananlara nimet isteyince, Allah ona
kâfirlere de vereceğini söylemiştir (Bakara 2/126). Bu durum bize şunu
anlatmaktadır: Yüce Allah dünyevî nimetlerini herkese sunmaktadır. Çalışan
insan o hazineden alır. İman etmiyor
diye alın terinin
karşılığını vermezlik yapmaz.
Ama âhiretin nimetleri sadece iman edip iyi amel işleyenlere ait
olacaktır. İşte âyetin bu kısmı, kâfirlerin kendilerini ve babalarını dünyevi
nimetlerden istifade ettirip ömürlendirdiğini gündeme getirmektedir.
"Onlar, Bizim,
şimdi bulundukları topraklara gelip, oraları azar azar ele geçirdiğimizi
görmüyorlar mı? Onlar inananlara galip geleceklerini mi sanıyorlar?"
a) Yüce
Allah bu âyette, İslam ülküsünün, Müslümanlığın kuvvetlenmesi ve onun Allah
tarafından desteklenmesi ile, inkarcıların topraklarının, hüküm sürdükleri
sınırların daraldığını ve daralacağını ifade etmekte, küfrün güç kaybına ve
ülke kaybına işaret etmektedir.
b) Yüce
Allah "görmüyorlar mı?" derken de, bu işin farkına varmalarını,
anlamalarını ve sonunda imana gelmelerini istemektedir. Gerçekleşen olguların
nereye varacağını kestirmeleri gerekiyor. Maddî bakımdan topraklarını
kaybederken, manevî bakımdan da siyâsî güçlerini kaybediyorlardı.
c) Aslında
bu soru her asrın insanına sorulmaktadır. Hem her ülkenin içinde zulmeden,
Allah ile ilişkilerini inkârdan dolayı koparan, inananlara düşmanlık
yapanların zaman içinde güçlerini yitirecekleri hem de ülkeler arası
ilişkilerde zulmedenlerin, Allah'ın vahyine karşı koyanların topraklarım ve
güçlerini kaybedeceğine burada işaret edilmektedir.
Âyete bu yorumu
getirmemizin sebebi, âyetin son kısmında yer a-lan ifadededir.
d)
"Onlar inananlara galip geleceklerini mi sanıyorlar?"
" Aklını
kullanan, bilgiye ve gerçek tevhîd inancına sahip olanlara kâfirlerin galip
gelmesi mümkün değildir. Çünkü onlara şu ferman verilmiştir: "Eğer
inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz" (Âl-i Imrân 3/139).
Netice olarak
diyebiliriz ki: Gerçek tevhîd inancına sahip olan müminleri Yüce Allah
destekleyeceği için onların galip gelmeleri mutlaktır. Ama unutulmamalıdır ki,
iman edip yatmakla bu fermanın kapsamına girmek, ona muhatap olmak mümkün
değildir. İmanın bir bölümü de davasında kararlı olmak, onun uğrunda mücâdele
vermenin gerek-
lerini yerine
getirmektir. Mücâdelede gerekli olan, fikrî ve teknolojik alt yapıyı
hazırlamaktır. Mücâdele fikrî alanda, ekonomik ve teknolojik sahalarda ise alan
neyi zorunlu kılıyorsa o yerine getirilmelidir.
Her imkan elinde olur,
ama davana inanmıyorsan mücâdelede yenik düşersin. Diğer taraftan imanım var
deyip yan gelip yatarsan da yenik düşmen mukadderdir. Akıl, iman, bilgi,
ekonomik ve teknolojik güçler bir araya gelmelidir. Bunların yanında farkı
belirleyecek olan, Yüce Allah'ın yardımı olacaktır.
Demek ki: Yüce Allah
inkâr ile tevhîd inancının mücâdelesini ve bu mücâdeleden galip gelecek olanı
belirlemekte, böylece inanç alanında mücâdelenin olacağını, farklı inançların
çatışacağını, bu çatışmada müminlerin hazırlıklı olmasını öngörmektedir. Bu
mücâdeleyi anlatırken, bize göre, şunu amaç edinmektedir: Farklı inançların,
kavga etmeden, birbirine saldırmadan bir arada barış içinde yaşama kültürü
geliştirilmelidir. İnançların çatışmadığı, çatışmaya sebep olmadığı bir dünya
oluşturmak insanların görevi olmalıdır. Bu durum, ilkel insan ve toplum ile
gelişmiş insan ve toplum farkını belirleyen ölçülerden biridir. İnançlarını
baskı aracı olarak kullanan fert ve toplumlar, gelişmiş insan ve toplum
sınıfına giremezler. Her çağda inkarcılar, daima inançlar arasında kavga ve
savaş çıkarmışlardır.
[11]
45. De ki: Ben ancak sizi
vahy ile uyarıyorum. Fakat sağır
olanlar, uyarıldıkları zaman, bu çağrıyı duymaz-
46. Andolsun, Rabbinin
azabı onlara hafifçe dokunsa: "Vah bize! Doğrusu, biz haksızlık
yaptık" derler.
Birbirinden farkh konulara
değinmelerine rağmen, iki âyeti aynı anda tefsir etmeyi uygun bulduk.
Açıklamalarından varacağımız ilkeler olacaktır.
1. "De
ki: Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum."
Âyetin bu kısmı din
eğitimi ve öğretiminin can alıcı konusunu teşkil etmektedir.
Peygamber, insanları
"ilâhî vahy" ile uyarmak mecburiyetindedir. Petyamberin "vahy
ile uyarması", kendi düşüncesine, görüşüne ve isteğine göre uyarmaması
demektir. Bundan şu noktaya geliyoruz: Din âlimi ve görevlileri
"vahy"i anlayacak ve onunla insanları uyaracak, din diye onu
insanlara öğreteceklerdir. "Vahy'Mn dışında herhangi bir görüşü din olarak
başkasına sunamaz, onu referans kabul edemez; aksi takdirde hem Allah'ın emrine
ters düşer hem de Hz. Peygamberin uygulamasına ters düşer.
Bu ilkeyi esas almayanlar,
din alanını kirletmekte, insanları dinden uzaklaştırmakta, ilâhî vahy ile
insanların arasındaki bağı koparmakta ve irtibatlarım kesmekte, dini
beşerîleştirmekte, yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 45'e ters düşmekte ve
Allah'ın emrini dikkate almamaktadırlar.
Âyette geçen vahy
kelimesinin başındaki bâ harfi, "ile" anlamına geldiği gibi,
"dayanarak" manasına da alınabilir. Dolayısıyla âyet "ben sizi,
sadece vahye dayanarak uyarıyorum" şeklinde tercüme edilebilir.
Yüce Allah,
"vahye dayanarak" buyururken, Benim mesajıma, Kur'ân'ıma, kitabıma
demektedir. Uyarının referansı Kur'ân olmalıdır. Peygamber ve daha sonra din
âlimleri ve görevlileri öğrettikleri şeylerin, verdikleri fetvaların,
yaptıkları uyarıların Kur'ân'a dayandığını, kendile-
rinin görüşü
olmadığını halka söylemelidir. Çünkü uyarıların kabul e-dilmemesi durumunda,
Allah'a karşı sorumlu olacaklardır. Din adına onların sorumluluğu sadece
Allah'a olabilir. Çünkü dinde haram, ilâhî vahyde aranmalıdır (En'âm 6/145);
Peygamber kendisine Allah'ın indirdiğini tebliğ etmek zorundadır. Aksi
takdirde görevini yerine getirmemiş olur (Mâide 5/67); Peygamber Kur'ân ile
öğüt vermelidir (Kâf 50/45).
Beşerî fikri ilâhî
vahye karıştırarak insanlara sunmak çok büyük günahtır ve Allah ile bağlan
koparmaktır (Hakka 69/44-46). Gelişigüzel haram, helal fetvası vermek Allah'a
iftiradır (Nahl 16/116); Allah'a iftira etmek de yalancı peygamberliğe denk bir
hatadır (En'âm 6/93).
Kısaca din eğitimi tüm
ilâhiyatçılara, ilâhîyat öğrenimi görenlere, yaygın din eğitiminde görev
alanlara, vahye dayanmadan din adına konu şulamayacağım sıkı sıkıya
öğretmelidir. Bu ilkenin uygulama alanı bulunmadığı bir faaliyet dini faaliyet
olamaz. Din alanını temiz tutmak, kirletmemek bu ilkenin hayata geçirilmesine
bağlıdır. Din öğretiminin etkili olması bu ilkeyi hayata geçirmeye bağlıdır.
İnsanlara ilâhî vahyin pınarından içirmek, onun ışığı ile gönüllerini
aydınlatmak eğitimin etkili olması demektir.
2. "Fakat
sağır olanlar, uyarıldıkları zaman, bu çağrıyı duymazlar."
Ayetin bu kısmında
gündeme getirilen "sağırlık" manevi anlamda sağırlığı ifade
etmektedir; kafadaki kulakların sağırlığını değil. Manevi anlamdaki sağırlık
neden meydana gelmektedir? Önceki âyetlere bakarsak Enbiyâ 36'da bahsedilen
inkâr psikolojisi kulakları tıkatmaktadır. Hz. Peygamberle alay eden,
Kur'ân'dan yüz çeviren, âhiret hayatına inanmayan, Allah'tan başka varlıkları
tanrı edinenlerin kulakları, ilâhî vahye dayanan peygamberin uyarısına karşı
tıkalıdır.
a) Yüz
çevirenler dinlemedikleri için duymazlar (Fussilet 41/4).
b)
Kalplerin davet edilen şeye karşı kapalı
olması, kulaklarda bir ağırlığın olması, onları sağır hale getirmektedir
(Fussilet 41/5).
c)
"Gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin
göğüsler içindeki kalpler kör olur" (Hacc 22/46) âyetinde göz için
söylenenleri kulaklar için de söyleyebiliriz. Kafadaki kulaklar değil,
sinedeki kulaklar kör olur.
Duyu organlarından
sinesini ve kulaklarını ilâhî vahye dayanan peygamberin uyarısına kapatan
insanlar sağırdırlar. Onlara uyarıyı işittirmek mümkün değildir. Biz buna,
"din eğitiminin sınırlılıkları" da diyebiliriz. Ayetin bu kısmını
birinci bölümüne bağlayarak açıklarsak şu neticelere varabiliriz: İnsan
sûresinin 2 ve 3. âyetine göre kişi kulaklarım uyarıya açıp açmamakta Özgürdür.
İster onları açarak ilâhî uyarıyı duyar, dinler ve anlar; isterse sinesindeki
kulakları uyarıya kapatır, ona karşı olumsuz bir tavır takınır. Bu özgürlüğe
rağmen, din eğitimi yaparak ilâhî vahye dayanan uyanda bulunmak gerekiyor.
Zaten o zaman, yani din eğitimi anında insanın hangi taraftan yana seçeneğini
kullandığı ortaya çıkacaktır. Sinelerdeki manevi kulakların işitip işitmediği,
din eğitimi denen muayeneden sonra ortaya çıkacaktır. Doktora müracaat etmeden
hastalık da sağlamlık da anlaşılamaz. Eğitimden ve uyandan geçmeden sinedeki
kulakların sağır olup olmadığı anlaşılmaz.
3. "Andolsun,
Rabbinin azabı onlara hafifçe dokunsa: 'Vah bize! Doğrusu biz, haksızlık
yaptık'derler."
Âyette geçen nefha,
"esinti, yani hafif esen rüzgar"ın özelliğidir. Azabın kendisi değil
de, onun hafif esintisi dokunsa, feryat çıkarırlar demektir. Azabın dokunması,
onların akciğerlerine baskı yaparak ağızlarından: "Vah bize! Doğrusu
zâlimlerdik" sözünü çıkartmaktadır. Demek ki azabın dokunması, onların
bilincini geliştirmekte, pişmanlık duymalarına, kendilerini tenkit etmelerine
sebep olmaktadır. Hayat tecrübesi olmadan, başa gelmeden anlayış
uyanmamaktadır. Demek ki, hayat tecrübesi, bilginin kaynaklarından biri
olmaktadır. Diğer taraftan cezanın eğitici yönüne de dikkat çekilmektedir.
Hukukun eğiticiliğini burada görmemiz mümkündür. Kendini tanımak, ne yaptığını
anlamak, kendini değerlendirip yargıda bulunmak gibi erdemli oluşumlar bu
şekilde meydana gelmektedir.
Ama bu oluşumlar, yapılan
hatalara denk bir ceza verilseydi meydana gelmezlerdi. Çünkü ağır cezanın
eğiticiliği yoktur, karşılığım alma vardır. Cezayı hafif bir şekilde
dokundurma, uyandıracak eğitici neticeler meydana getirecektir.
Bu âyet, çağdaş hukuka
şunu öğretmektedir: Bir davranışa uygulanacak olan cezanın en üst derecede
olanının uygulanması hukuksal neticeyi; en az seviyede olanını uygulaması da
eğitici neticeyi doğuracaktır. Yargıçlar, kişinin durumuna göre üst veya alt
seviyede cezanın uygulanışına karar vereceklerdir. Onun için Hukuk
Fakültelerinde hukuk felsefesi dersinin yanında psikoloji, sosyoloji ve ahlak
dersleri de verilmelidir. Hukuk Sosyolojisi, Hukuk Psikolojisi ve Hukuk Etiği
bu konulara yönelik konulan içerecektir.
Ağır cezanın altında
tüm melekelerini yok etmek yerine, "vah bize! büyük yanlışlar yaptık"
diyebilecek melekelerini canlı bırakmak, onları harekete geçirmek gerekiyor.
[12]
47. Biz, kıyamet günü
için adalet terazileri kurarız. Ar tık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık
edilmez. Yapılan iş, bir hardal
tanesi ağırlığında bile olsa onu getiririz. Hesap gören olarak Biz yeteriz.
Yüce Allah, insanların
bu dünyada işledikleri amellerini âhirette göreceklerini, onlar hakkında
değerlendirme yapılmadan önce amellerini tartan teraziler konacağını ve bu
terazilerin "adalet terazisi" olacağını bu âyette beyan
etmektedir.
1.
"Biz, kıyamet günü için adalet
terazileri kurarız."
Ayette geçen neda'u fiili, "hazırlarız, koyarız,
kurarız" manalarına gelmektedir. Dünyanın "temel değerlerinden"
biri "adalet" olduğundan âhirette de bu değer, amellerinin
ölçülmesinde ve tartılmasında kullanılacak olan terazinin de sıfatı olacaktır.
Bu dünyada en çok yara
alan, itilip kakılan, bazen yerlere atılan, çiğnenen değerlerin başında da
"adalet" gelmektedir. Onun için "adalet", âhirette en önde
gelen değerlerden olacaktır. Bu dünyada adaleti çiğneyenler, orada adaletle
muamele göreceklerdir.
Bilindiği gibi
"kist adaletine", "oran adaleti" manasını vermiştik.
Herkese eşit davranılması "adalet", ama herkesin yaptığı işe göre
ödüllendirilmesi "kist" denen "adalet" yani "oran
adaleti" olmaktadır. Onun içindir ki, âhirette herkes ameline göre muamele
göreceğinden "kist adaletinden kurulu terazilerle ölçüme tâbi
tutulacaklardır.
Eğer İbn Abbas'ın
A'râf 29'daki âyette geçen kist kelimesine verdiği manadan hareket edersek
kıyamette kurulacak terazilerin "tevhîd inancı terazisi" olacağını
söyleyebiliriz. Çünkü İbn Abbas bu âyetteki kist kelimesini "tevhîd"
olarak manalandırmıştır.
İbn Abbas'a göre
"tevhîd", "adalet" ile eşittir. Zira "şirk",
"zulüm" olunca, "tevhîd" de "adalet" olmaktadır.
2.
"Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık
edilmez."
Yüce Allah,
kullarının: "Rabbimiz zulmediyor" dememeleri için birden fazla ölçü
kullanacaktır. Birisi kirâmen kâtibin ismindeki leklerin amelleri yazdığı defter veya kitap,
diğeri insanın kendi beden organları, bir başkası da âyette bahsedilen
terazilerdir.
Üç tane delil ile
belirlenecek olan amellerin ardından değerlendirme yapılacaktır. Bu üç delil
ve Ölçü birbirini tutunca adalet gerçekleşecektir. Hiç kimseye
zulmedilmeyeceği için kıyamette de mutlak ilâhî adalet yerini bulacak, ortaya
çıkacak ve gerçekleşecektir. Bazen bu dünyada insanlar adaleti engelledikleri
için, hakları çiğnedikleri için zulüm yapmaktadırlar. Ama âhirette adaletin
güneşini kimse söndüremeyecektir.
Ayetin her iki
bölümünden şu neticeyi çıkartıyoruz: Âdil ölçme ve değerlendirmenin olduğu
yerde, haksızlık olmaz. Haksızlığın, yani zulmün en azılı düşmanı adalettir.
3. "Yapılan
iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa onu getiririz. Hesap gören olarak
biz yeteriz."
Âyetin bu kısmı, en
küçük amellerin bile kaybolmayıp kaydedildiğini, mahşerde insanın önüne
geleceğini belirtmektedir. Kur'ân'da bu konuyu ele alan başka âyetler de
vardır:
"Kitap ortaya konmuştur.
Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. 'Vay
halimize!' derler, 'bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın
hepsini sayıp dökmüş'. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin
Rabbin hiç kimseye zulmetmez" (Kehf 18/49).
"Yavrucuğum!
Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu bir kayanın içinde
veya göklerde ya da yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu getirir.
Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır"
(Lokman 31/16).
c) "Kim
zerre miktarı hayır yaparsa onu görür; Kim de zerre miktarı şer işlerse onu
görür" (Zilzâl 99/7-8).
Bütün bu âyetlerden
anlıyoruz ki, herkes bu dünyada işlediği amellerin küçük ve büyüğü ile
mahşerde karşılaşacak, onu görecek, Yüce Allah onu ona getirecektir. Bu dünyada
haksızlığa uğrayanlar, haklarını o âlemde alacaklardır.
Bütün insanlar şu
gerçeği bilmelidir: Hesap görücü olarak Allah yeterlidir. O'nun
değerlendirmesinde eksiklik olmaz ve bu konuda kimseye muhtaç değildir.
Bu dünyada insanların
görmesinden kaçırıp yaptığımız kötülük ve işlediğimiz günahların kaybolmadığını
bilirsek ahlâkî disiplin kazanmış oluruz. Yaptığımız iyiliklerin kaybolmayıp
karşılığını göreceğimize dair inancımız da, bizi daima iyi ameller üretmeye
teşvik edecektir. Birincisi caydırıcı, ikincisi de teşvik edici olacaktır.
[13]
48. Andolsun Mûsâ ve
Harun'a eğriyi doğrudan ayıran Kitâb'ı, takva sahibi olanlara ışık ve öğüt
olarak verdik.
49. Takva sahipleri,
görmedikleri halde Rabblerine bilinçli bir şekilde saygı duyarlar; onlar
kıyametten korkan kimselerdir.
50. İşte bu Kur'ân da,
bizim indirdiğimiz hayırlı ve faydalı bir öğüttür. Şimdi onu inkâr mı
ediyorsunuz?
Yüce Allah, gönderdiği
vahyin evrensel değerlerini ve görevlerinden bir kısmını bu âyetlerde
açıklamaktadır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: İnsanın biyolojik hayatı,
kesinti veya sıçramalarla devam eden bir çizgi değil, tam tersine birbirini
takip eden ve kesintiye uğrayamayan bir süreç niteliğindedir. Aynı şekilde
insanın sosyal yaşamı da kesintisiz sıçramaları olmayan bir süreçten ibarettir.
Sıçramaları,
kesintileri olmayan ve bir süreç olarak devam eden insanlığın sosyal hayatı
için Yüce Allah'ın koyduğu ilkeler, hükümler ve
ahlâkî değerler
arasında da devamlılık, aynilik ve benzerlik vardır. Bu bakımdan peygamberlerin
görevlerinde ve onlara gelen vahyde aynilik vardır. Yorumunu yapmakta olduğumuz
Enbiyâ 48-50. âyetlerde bunu görmemiz mümkündür.
1.
"Andolsun, Mûsâ ve Harun'a, eğriyi doğrudan ayıran Kitâb'i takva sahibi olanlara
ışık ve öğüt olarak verdik."
Bu âyette Kitâb'ın üç
özelliğine temas edilmektedir:
a)
Furkân
Yüce Allah, Hz. Mûsâ
ve Harun'a verdiği Kitâb'ın adını Furkân koymuştur. Furkân ismi o kitabın aynı
zamanda görevini belirlemektedir. Furkân, "farkları fark ettiren, yani
hakla bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt
eden" demektir.
Daha önce birinci
ciltte Kur'ân'ın isimlerini anlatırken, onun bir isminin de Furkân olduğunu
açıklamıştık. Demek ki Furkân olma ve bunu yerine getirme bakımından Hz. Mûsâ
ve Hz. Harun'a gönderilen vahyin arasında bir devamlılık, bir benzerlik ve bir
aynîlik vardır.
Burada dikkat edilmesi
gereken konu, bütün peygamberlere gönderilen vahyin müşterek özelliklerinden,
görevlerinden ve amaçlarından biri budur. Çünkü bu vahylere inananların seçici
olabilmeleri için, seçmeden önce farkı fark etmeleri gerekiyor. Farkı fark
edemeyen, seçmesinde isabet edemez, yanılır ve sağlıklı bir seçme yapamaz.
İşte ilâhî vahy, insanın veya inanırların önüne farkı fark ettiren, kirli
düşünceleri, felsefeleri rafine ederek sağlıklı seçim yapmasını sağlamaktadır.
Çünkü bir yığın fikrin
içinden iyilerini, güzellerini, doğrularını ve hak olanlarını bulup çıkarmak
için ilâhî vahy bir kültür geliştirir.
Oturmuş hukukun,
sağlam kültürün ve manen sağlıklı bir hayatın ve ahlâkın buna ihtiyacı vardır.
Çöplerden, dikenlerden, kirden temizlenmiş bir kültürün gelişip yayılması için
Yüce Allah "furkân görevi"ni yerine getirecek vahyini göndermiştir.
İşte bunlardan bu görevi yerine getirenler Hz. Musa'ya, Hz. Harun'a ve Hz.
Muhammed'e gönderilen kitaplardır. Onların geliştirmek istediği seçici
kültürdür. Bu seçici kültürün içinde dostunu, düşmanını, zehirleyici
düşünceleri fark eden insanı yetiştirmek asıl hedef olarak belirlenmiştir.
Dostunu, düşmanını seçeme-yen, fark edemeyen fert veya nesiller ve milletler,
geleceği göremez, geleceği sezemez ve geleceğe yönelik projeler yapamaz;
geçmişi kullanarak geleceği inşa edecek dehayı yetiştiremez.
Yüce Allah, Hz. Mûsâ
ve Hz. Harun'a gönderdiği vahyin takva sahipleri için bir ışık olduğunu, bir
aydınlatma görevini yerine getireceğini buyurmuştur.
Onların kitabı ışık
idi; Kur'ân da yine "ışık" anlamına gelen nurdur. Onların kitabı
diyâ', Kur'ân da nûr görevini yerine getirmektedir. Kur'ân'ın nûr olduğu Nisa
174 ve Şûra 52'de belirtilmiştir. Genel kabule göre Hz. Musa'ya indirilen
kitabın adı Tevrat'tır. Ama Kur'ân'a göre Tevrat tüm İsrailoğullarına
gönderilen kitaptır. Maide 44’te de Tevrat'ın nûr olduğuna işaret edilmektedir.
Demek ki önceki peygamberlere gelen ilâhî vahy de nûr görevini yerine
getiriyordu.
Kâinatta güneş ne
yapıyorsa, manevi alanda ve insan hayatında i-lâhî vahy de aynı şeyi
yapmaktadır. Bir fark vardır: Güneş batar, ama ilâhî vahyin güneşi hiç batmaz.
İnsanların cehaleti,
nefsin kötü arzuları, hırs, haset, düşmanlık duygusu ve saldırganlık iç güdüsü,
bir karanlık meydana getirmektedir. Bu karanlık da bir süreç olarak devam
etmektedir. Bu karanlığı giderecek olan ilâhî vahye, yani ilâhî bilgiye nûr
denmektedir. Nûr, insana önünü, yolunu ve objelerin rengini gösteriyor. Bu ışık
olmaz ise, bir önceki ayırt edici, farkı fark ettirici görevini yerine
getirmez..
c) Öğüt
Hem Hz. Mûsâ ve Hz.
Harun'a hem de Hz. Muhammed'e gönderilen ilâhî vahyin kitabı bir öğüttür.
Enbiyâ 50'de Kur'ân için bu isim ve görev belirlendiği için öğütle ilgili
açıklamayı orada yapacağız. Burada şu kadarını söyleyebiliriz: Kur'ân
düşündürür, Allah'ı ve insana kendisini hatırlatır, bunları yerine getirene
şeref bahşeder. Bu nedenle takva sahiplerine öğüt verme görevini de yerine
getirir. ;
Hz. Mûsâ ve Hz.
Harun'a gönderilen vahyin, kitabın da bu görevlerini takva sahiplerine
yapacağını da özellikle belirtmektedir. Bu vahy, genelde bütün insanlığa,
özelde takva sahiplerine farkı fark ettirecek, ışık olacak ve öğüt verecektir.
Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Kimdir bu takva sahipleri ya da takva burada
ne anlama gelmektedir? Sorunun cevabını 49. âyet vermektedir.
2. "Takva
sahipleri, görmedikleri halde Rabblerine bilinçli bir şeklide saygı duyarlar,
onlar kıyametten korkan kimselerdir."
İşte bu âyet hem takva
sahiplerinin kim olduğunu hem de takvanın ne anlama geldiğini kısaca
anlatmaktadır.
a)
Kendi algı ve tasavvurlarının ötesinde,
görmedikleri, elleriyle tutmadıkları, yani gayb olan Allah'a bilinçli bir
şeklide saygı duyan kişi takva sahibi olmanın adımlarından birini atmış,
basamaklardan birini çıkmış demektir. Demek ki, Allah'a saygı duymak, takvanın
olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Ayette geçen ijJüt yahşevne kelimesinin
anlamı içinde "bilinci bir saygı ve korku ile mayalanmış bir saygı" manası
vardır.
b)
Diğer taraftan bu kişiler kıyametten
korkarlar. Buradaki korku, titreyerek hareket etmeyi ifade etmektedir. Son
saatten, yani kıyametten korkmaları nedeniyle davranışlarını ona göre
düzenlerler.
Kısaca gözü ile
göremediği, eli ile tutamadığı Allah'ına bilinçli bir şekilde saygı duyan ve
kıyametten korktuğu için haramlardan sakınan ve ahlâkî davranışlarını
düzenleyen kişiler ilâhî vahyden istifade edeceklerdir.
3.
"İşte bu Kur'ân da, bizim indirdiğimiz hayırlı ve faydalı bir öğüttür. Şimdi
onu inkâr mı ediyorsunuz."
Yüce Allah, Kur'ân'ın
Furkânlığını Furkân sûresi birinci âyette; nûr olgusunu da Şûra 52'de
anlatmıştı. Bu özellikler, Hz. Mûsâ ve Hâ-rûn'a indirilen vahyin de özellikleri
idi. Şimdi müşterek özelliklerden biri olan "öğüt" olmaları bu âyette
hatırlatılmaktadır.
'
Ayette geçen zikrun
mübârekün ifadesinde yer alan mübarek kelimesi, "hayırlı, faydalı, kutlu,
bereketli" manalarına gelmektedir. Demek ki Kur'ân, fayda veren, hayırlı
olan kutlu bir mesaj ve öğüt kitabıdır. Kur'ân da önceki vahyler ve kitaplar
gibi uyaran, düşündüren, hatırlatan ve öğüt veren kutlu, faydalı ve bereketli
bir
kıtapttpüce Allah, bu
benzerlikleri açıklayarak kâfirlerin Kur'ân'ı inkâr etmelerini önlemek
istemektedir. Demek ki geçmiş peygamberlere inananların, vahyler arasındaki
benzerliği teşhis ederlerse inanmaları kolaylaşacaktır.
İlâhî vahyin farkı
fark ettirici, ışık ve öğüt verici özellikleri tamamen eğitimle alakalı
nitelikleri ve görevleridir. Vahyler arasında var olan benzerlikler insanları
imana davet etmeli, inkârı terk etmelerine sebep olmalıdır. Din eğitimi bunu
sürekli olarak işlemelidir. Benzerliklerin tespit edilmesi dinde tevhîdi,
sosyal yapıda da sosyal gücü meydana getirecektir. Aynı değer ve inançlar
etrafında toplanmak ilâhî vahyin amacı, sosyal güç meydana getirmenin de
temelidir.
Din eğitimcileri şunu
öğretmelidirler. Felsefi sistemler birbirini, özellikle sonrakiler Öncekileri
reddeder nitelikte olmalarına rağmen, farklı peygamberlere gelen vahyler,
özellikle sonrakiler öncekileri destekler ve onların devamı olduğunu
söylerler. Felsefe ile vahyin temel farklarından biri de budur. Bu, felsefi
sistemlerin neden din olmadığının ve olamayacağının sebeplerinden birini teşkil
etmektedir.
[14]
51. Andolsun ki, daha
önce İbrahim 'e de sağduyusunu vermiştik. Biz onu biliyorduk.
52. İbrahim, babasına
ve toplumuna: "Şu karşısına geçip tapmakta olduğumuz heykeller de ne
oluyor?" demıştı.
53. Onlar:
"Babalarımızı onlara tapar bulduk" demişlerdi.
54. İbrahim:
"Andolsun ki, sizler de babalarınız da paçık bir sapıklık
içindesiniz" dedi.
55. Onlar: "Sen
bize gerçeği mi getirdin, yoksa oyunbazlardan biri misin?" dediler.
56. "Hayır"
dedi, "sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna
şahitlik edenlerdenim."
Hz. Mûsâ ve Harun'a
verilen vahy ve Hz. Muhammed'e verilen Kur'ân'm bazı özellikleri ortaya konup
aralarındaki evrensel benzerlikler belirtildikten sonra Hz. İbrahim'in olgusuna
farklı bir boyuttan yakla-
şıp ele alınmaktadır.
Bu olgudan çıkaracağımız ve günümüze ışık tutacak neticeler olacaktır.
1.
"Andolsun ki, daha önce İbrahim'e de sağduyusunu vermiştik. Biz onu
biliyorduk."
Bu âyet, Hz.
İbrahim'in bizim "sağduyu" olarak tercüme ettiğimiz "rüşd"
özelliğini gündeme getirmektedir. Rüşd kelimesinin açıklaması Bakara 186'da
yapıldığından, burada geniş açıklamaya girilmeyecektir. Bu âyette bulunduğu
yere göre "sağduyu" anlamı kelimeye uygun düşmektedir. Kelimenin
anlamına "doğru akıl yürütme" de denebilir. İbn Abbâs, "ilim ve
anlayış"; Kadı Beydâvî, Nesefî ve Hâzin "hidâyet" manasını
vermişlerdir. "Olgunluk, ufuk aydınlığı, analiz yeteneği" de denebilir.
Biz bu rüşd kelimesinin anlamını Meryem 12 ile verebiliriz: "Henüz sabî iken
Yahya'ya hikmet verdik." Hz. Yahya'ya verilen "hikmet" ile Hz.
İbrahim'e verilen "rüşd" kelimesini manalandırabiliriz. Bu mana ile
İbn Abbâs'ı haklı bulduğumuzu söyleyebiliriz. Bu manaları, Hz. İbrahim'in akıl
yürütmek yolu ile tevhîd i-nancına varışını anlatan En'âm 74-79. âyetlerle
örneklendirebiliriz. Göksel cisimlerden hareket ederek tek tanrı inancına
varmasında gösterdiği akıl yürütme, sağ duyu ve hikmet bu "rüşd"
kavramının içini doldurmaktadır. Rüşd, bir bakıma "aklını kullanarak
Allah'a varma yeteneği"ni ifade etmektedir. Rüşd, aynı zamanda
"yetiştiği çok tanrılı bir inanç çevresinin ağır baskını kırmak, onunla
boğuşmak, özgürce hakikatin peşine düşüp onu yakalama"yi da ifade
etmektedir.
Yüce Allah'ın, Hz.
Mûsâ ve Harun'dan önce Hz. İbrahim'e bunu vermiş olması, peygamberlerin
yaptıklarının bir süreç olduğunu, tevhîd inancını öğretmenin ortak uğraşıları
olduğunu göstermektedir.
Rüşd, çok tanrılı
kültürü yıkıp tevhîd inancına geçmek için gerekli olan köklü değişimi yapma
yeteneğini ifade etmektedir. Tabii ki böylesine köklü değişimi ancak
peygamberler yapabilir. Çünkü bir toplumun kültürünün aktığı nehir yatağını
tamamen değiştirmek normal insanların harcı değildir. İşte o peygamberliğin
üzerinde oturduğu kabiliyet ve yeteneklere rüşd denmektedir.
"İbrahim'e
rüşdünü verdim" denirken, "verme" fiilinin, yaratılıştan onun
psikolojik yapısına konduğunu mu, yoksa sonradan Öğretildiğini mi ifade ediyor?
Eğer rüşdü "kabiliyet, akıl yürütmek" manasına alırsak yaratılıştan
onun içine konduğunu söyleyebiliriz. Ama rüşd kelimesini bazı âlimlerin dediği
gibi "peygamberlik" olarak alırsak, sonradan verildiği ifade edilmiş
olur. Bu manalardan hareket edersek, Hz. İbrahim'in yaratılıştan getirdiği
psikolojik yapı ile kendisine verilen peygamberliğin örtüştüğünü göstermek için
âyetin sonunda "Biz onu biliyorduk" yani "onu tanıyorduk"
ifadesi gelmiştir.
Biz bu âyetten
kendimiz için şunu çıkartıyoruz: Bir kişiye önemli bir görevi verirken, ciddi
bir sorumluluk yüklerken onu önceden iyi bilmek, iyi tanımak gerekiyor. Yüce
Allah Hz. İbrahim'e ne verdi ise, ne sorumluluk yükledi ise hep onu bilmesine,
tanımasına göre hareket etmiştir.
2.
"İbrahim, babasına ve toplumuna: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz
heykeller de ne oluyor?' demişti."
et-temâsîl kelimesi timsâlin
çoğuludur. Timsâl ise, "Yüce Allah'ın yarattığı varlıklardan herhangi
birine benzetilmiş olarak yapılan şey"e denir (Râzî, age, XVI, 159). Hz.
İbrahim, babasının ve toplumunun çok tanrılı inanca sahip olmaları nedeniyle,
onların tanrılarına heykel demektedir. Heykel demesi onlar için hakareti ifade
etmektedir. O heykellerin ne olduğunu bilmesine rağmen soruyu onlara
yöneltmektedir.'âkif kelimesi, heykellerle beraber kullanılınca,
"tapınmak, onlar için durmak" demektir. Bu soru, geleneksel din anlayışının
ve çok tanrılı kültürün altına konan bir dinamiti, bombayı ve fay hattını ifade
etmektedir. Çok tanrılı inancın ve kültürün çatırdaması, artık o kültürün
sorgulanmaya başlaması anlamına gelmektedir. Bu sorgulama şekli tüm dünya
insanlığı için bir örnek teşkil etmeli ve etsin diye de burada zikredilmektedir.
Oysa anlaşılıyor ki,
çok tanrılı inançların çok eski bir tarihi var ve insanlık tarihinin
derinliklerine kadar inmektedir. Bu sorgulamaya onların verdiği cevap bir
sonraki âyette yer almaktadır.
3.
"Onlar: 'Babalarımızı onlara tapar bulduk' demişlerdi."
Bu âyetin sonundaki
'âbidîn kelimesi, bir önceki âyetin sonunda yer alan 'âkifûn kelimesine mana
vermektedir. Demek ki 'âkif, "tapınan" demektir. İşte Hz. İbrahim'in
sorgulamasına verilen bu cevap, onların taklitçi olduğunu göstermektedir.
Sorgulama ile karşı
karşıya gelen, onun önüne dikilen, ona karşı amansız mücâdele veren taklit
olmuştur. Babalarını o putlara tapar bulmaları, onların da şirk koşmalarına
neden olmuştur.
Zuhruf 23'te bu taklit
sorunu şöyle ifade edilmektedir: "Senden Önce de hangi memlekete uyarıcı
göndermişsek mutlaka oranın varlıklı1arı / şımarıklıkları: 'Babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi". Benzer gerekçeler şu âyetlerde
de zikredilmektedir: "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman
onlar: 'Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya
ataları akıllarım kullanamıyor, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (Bakara
2/170); "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin' denildiği
vakit, 'babalarımızı üzerinde bulduğumuz bize yeter' derler. Ataları hiçbir şey
bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?" (Mâide 5/104).
İşte bu âyetler,
taklidin, insanlık tarihinin çok kötü bir alışkanlığı, Hz. Peygamberin
döneminde de çok revaçta olduğunu işaret etmektedir.
Ayetlere bakarsak ve
bu âyetlerin içeriği ile yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 53'e yaklaşırsak
şunu yakalamamız mümkündür: O milletin de babalarından aldıkları inanç sistemini,
kültür mirasını sorgulamaları gerekiyordu. Akıl, bilgi, anlayış, düşünce ve
gelen yeni vahy ile o kültür mirasını sorgulayıp zinciri kırmalı idiler. Çünkü
Lokman 21'e göre taklit, şeytanın çağrısı ve sonu da cehennemdir.
"Babamızı bu yol
üzerinde bulduk", "bunu sorgulayamayız" ve "yeni olanı da,
değişimi de reddederiz" diyenler, toplumlarını ve tüm
insanlığı ateşe
sürüklemekte, beyinlerine zincir vurmakta, gönüllerini de hapishaneye
tıkamaktadırlar. Onlar, aynı zamanda, geçmişlerini tanrılaştırmakta, ölülerin
iradesine girmekte, özelikle kendilerini yaşayan ölüye çevirmektedirler.
Toprağın altında olanlar kendi dönemlerinde gerekli olanı yaptılar, biz de
bulunduğumuz zamanın gereklerine göre hayatımızı ve düşüncemizi
düzenlemeliyiz.
Hareketi, yeniliği,
gelişmeyi ve değişmeyi durdurmaya çalışmak, taşıp kükreyen nehrin karşısında
durmaya benzer. O nehrin suları seni alıp götürecek, taştan taşa vuracak,
kemiklerini kırıp bir kenara atacaktır. İnsanlık medeniyeti de akıp duruyor;
hele bilgi ve onun getirdiği baş döndürücü değişim olgusu kükreyen nehir gibi
akıp gitmektedir. Onun karşısında duran, ona ayak uyduramayan toplumlar,
milletler yok olup gitmeye mahkumdurlar.
4.
"İbrahim: 'Andolsun ki, sizler de
babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz' dedi."
Hz. İbrahim, onların
bu taklit dolu sözlerini değerlendirmektedir. Hem kendilerinin hem de babalarının
apaçık sapıklık içinde olduğunu söylemiştir. Demek ki, "sapıklık
nedir?" sorusuna verilecek cevaplardan biri şudur: "Müşrik babalarını
taklit ederek tevhîd inancını kabul etmemek sapıklıktır". Böylece Hz.
İbrahim, taklidi sapıklık olarak görmüştür.
5.
"Onlar: 'Sen bize gerçeği mi getirdin,
yoksa oyun bozanlardan biri misin?' dediler."
Hz. İbrahim'in
değerlendirmesinin ardından, onlar bu âyetteki soru ile karşısına çıktılar.
Gerçeği getirip getirmediğini, yoksa şaka yapıp yapmadığını sordular. Aslında
onların ruhlarının derinliğinde gerçeği, yani hakkı arama, hakka kavuşma isteği
potansiyel olarak vardı. Hakikat ile şaka arasında farkın olacağını da
biliyorlardı.
Bu sorularında esas
tavırları, Hz. İbrahim'in getirdiğinin gerçek olmadığı, şaka yaptığı yönünde
olduğu anlaşılmaktadır.
6.
"Hayır, sizin Rabbiniz, yarattığı
göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şahitlik edenlerdenim, dedi."
Artık Hz. İbrahim,
tevhîd inancını anlatmaya, tebliğ etmeye başlamıştır.
a) Önce
onların Rabbinden bahsetmektedir. Allah'ın, "Sizin Rabbiniz" demesi
ile onların da Rabbi olduğunu ifade etmiştir. Daha sonra Hz. Musa'nın Allah'ı
anlatırken Şu'arâ 26'da şöyle demesi de Hz. İbrahim'in bu âyetteki sözünü
hatırlatmaktadır: "Mûsâ dedi ki: Allah, sizin de Rabbiniz, daha önceki
atalarınızın da Rabbidir." Demek ki, peygamberler tevhîd inancı eğitimini
yaparken, "sizin Rabbiniz" ifadesine yer vermişler, bunu bir metot
olarak kullanmışlardır. Rabb ismi ya da sıfatı, "Allah'ın yaratıcılığını,
besleyip büyütmesini, eğitmesini, yani doğru yolu göstermesini" ifade
etmektedir (Tâhâ 20/50).
b) Hz.
İbrahim, onların Rabbinin, aynı zamanda yarattığı kâinatın da Rabbi olduğunu
ifade etmiştir. Âyetin bu kısmından da, Yüce Allah'ın fâtırlık sıfatını, yani
"yoktan yaratması"m gündeme getirmiştir. Hz. Mûsâ, Tâhâ 50'de
hâhklık, Hz. İbrahim ise Enbiyâ 56'da fâtırlık sıfatını hatırlatmıştır.
Bundan şunu
çıkartıyoruz: Tevhîd inancını insanlara öğretirken, anlatırken Yüce Allah'ın insanı
âciz bırakan yaratma sıfatını gündeme getirmek gerekiyor. İnsanların dikkatini
yaratılış olgusuna çekmek, en doğru sunuş ve Öğretim şekli olmaktadır.
Şimdi Enbiyâ 56'ya,
Hz. İbrahim'in tevhîd inancını anlatım metoduna dönebiliriz: Onun, modern
öğretim metotlarından "yakından uzağa" metodunu kullandığına şahit
oluyoruz. Önce "sizin Rabbiniz" diyerek yakından başlıyor; sonra
"yarattığı göklerin ve yerin Rabbi" diyerek uzağa gidiyor. Biz buna
"yakından uzağa" metodu diyoruz. Genelde "yakından uzağa" metodu
çocukların öğretiminde kullanılır. Yetişkinlerin Öğretiminde ise daha çok
"uzaktan yakma" metodu kullanılabilir. Hz. İbrahim'in toplumu tevhîd
inancı bakımından çocuk seviyesinde olduğu için o, yakından uzağa metodunu
uygun görmüştür.
c) Hz.
İbrahim, Yüce Allah'ın kâinatı ve içindeki bütün varlıkları yarattığına, onları
besleyip büyüttüğüne tanıklık ettiğini söylemektedir. Âyette geçen şâhid
kelimesi "inanmak, tasdik etmek, tanıklık etmek"
anlamlarına
gelmektedir. Aslında Âl-i İmrân 18'de geçen "Allah şu hususu
açıkladı" ifadesindeki şehâdet kelimesi "açıklamak" anlamına
gelmektedir. Hz. İbrahim de söylediği tevhîd inancını delilleriyle açıkladığını
söylemektedir (Kurtubî, age, XI, 502).
Biz şu bağlantıyı
kurarak bir netice çıkarmak istiyoruz: En'âm 75'te Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin
melekûtunu gösteri yorduk." Buradaki melekût, "Yüce Allah'ın gökleri
ve yeri idare etme kanunları" demektir. Yüce Allah ona gösterince, o da
Enbiyâ 56'da şahit olduğunu, inanıp tasdik ettiğini ifade etmiş oldu.
Yüce Allah'ın, Hz.
İbrahim'e gösterip öğrettiği kâinatın yaratılış ve idare kanunlarını, Hz.
İbrahim de toplumuna öğretmekte ve aktarmakta, kendi inandığını onlara
"inanın" diye teklif etmektedir. Bundan şu çıkıyor: Öğreticiler
inanmadıkları ve hayatlarında tatbik etmedikleri konulan başkasına anlatıp
inanmalarını isteyemez. Önce, öğrettiklerine kendisi inanacak, hayatına tatbik
edecek, sonra da başkasına öğretecek ve inanmalarını teklif edecektir. O zaman
Öğretimi etkili olacak ve netice alacaktır. İşte insanlara teklif edilen inanç
ilkelerine Öncelikle Hz. Pey-gamber'in inanması gerektiğini söyleyen Bakara
285. âyeti buna delil olmaktadır.
Hz. İbrahim, tevhîd
inancının Öğretimi ile toplumunun taklitçiliğini, babalarının çok tanrılı
inancına bağlılıklarını kırma mücâdelesini vermektedir. Bu anlatım şekli bizim
için örnek teşkil etmelidir.
[15]
57. Allah'a yemin
ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.
58. Hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü, ona başvursunlar diye
sağlam bıraktı.
59. "Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak
o, zâlimlerden biridir" dediler.
60. Bazdan: "Bunları diline dolayan bir genç
duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş" dediler.
61. "O halde, onu hemen insanların gözü
önüne getirin, belki şahitlik ederler" dediler. * .
62. "İbrahim, bunu tanrılarımıza sen mi
yaptın?" dediler,
63. (İbrahim): "Hayır, onu şu büyükleri
yapmıştır, ko-nuşabiliyorlarsa onlara sorun" dedi.
64-65. Kendi
kendilerine dönüp birbirlerine: "Doğrusu siz zâlimlerdensiniz"
dedikten sonra, gönüllerindeki eski inançları depreşerek: "Ey İbrahim! Sen
bunların konuşmayacağını bilirsin" dediler.
66-67. (İbrahim):
"O halde, Allah'ı bırakıp size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan
putlara mı tapıyorsunuz? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yuh olsun!
Aklınızı kullanmıyor musunuz?" dedi.
68. Onlar: "Bir şey yapacaksanız, şunu yakın
da, tanrılarınıza yardım edin " dediler.
69. Biz: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve
esenlik ol" dedik.
70. Ona tuzak kurmak
istediler. Biz de onları daha çok kayba uğrattık.
Şimdi bu âyetleri
açıklarken genel anlamda çıkaracağımız ilkeleri gündeme getireceğiz.
1. Hz.
İbrahim bir deneye başvurdu.
Çok tanrılı inanca
sahip olan toplumuna, Allah'a yemin ederek, yapacağını açıkça söyledi. Onların
putlarına karşı bir oyun oynayacağını ifade etti. Aslında bu deneyle, putların
güçsüz olduğunu ispat etmiş olacaktı.
Putları kırdı; içlerinden
birini yani büyüğünü onunla konuşsunlar diye bıraktı. İspat etmek istedi ki,
kendilerine verilen zararı engelleyemeyen putlar tanrı olamayacaktır. Hedef
olarak halkı değil de onların taptığı putları almıştı. Yanlış davranışlarım
tanrılarından hareket ederek göstermeye çalışmıştı. Tapanları kırmadan,
tapılanları kırmayı tercih etti. Kırılan sahte tanrıların yerine tevhîd
inancını koymayı hedef almıştı.
Hz. İbrahim,
tanrıların "konuşma" yeteneklerinin olup olmadığını ispat ederek tek
tanrı inancını onlara sunmak istedi.
2. Deney
hedefine ulaşıyor.
Halk, tanrılarının
yanına döndüklerinde, perişan hali görünce, bunu yapanı zâlim olarak ilân
ettiler. Böylece onlar, tanrıya dokunmanın zulüm olacağı değerlendirmesini
yaptılar. Biz bundan şunu çıkartıyoruz: Allah hakkında ileri-geri konuşmak
zulümdür, yani büyük bir haksızlıktır.
mt Bunu yapanın Hz.
İbrahim olduğu haberini alıyorlar ve onu bulup getiriyorlar. Halkın önünde onu
sorguluyorlar. Bu işi onun yapıp yapmadığını soruyorlar. Hz. İbrahim de,
kırdığı putlara sormalarını istemişti. Kırmadığı büyük putun, onları kırdığını
söyleyebileceğine işaret etmişti.
Hz. İbrahim'in bu
teklifine karşılık kendi kendilerine, zâlimlerin, yani büyük hata yapanların
kendileri olduğunu söylediler. İşte bu anda deney hedefine ulaşmış oldu.
Halk, kendi vicdanları
ile baş başa kalınca, hata yaptıklarına karar verdiler. Hz. İbrahim'in deneyi,
yani uygulaması onların gönlünde meydana gelmesi gereken değişimi
gerçekleştirmişti. Kendi kendilerini tenkit ederek büyük hata yaptıkları
fikrine ulaştılar.
3. Kültürün
baskısı değişimi önlüyor
İçten, yani
vicdanlarından, akıllarından gelen baskı ile hata yaptıklarına karar verdiler
ama, dıştan yani eski inanç ve kültürlerinden gelen baskı tekrar eski
durumlarına dönmelerine sebep oldu. Bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Dıştan
gelen baskı bazen içteki değişimi önlemektedir. Sosyal baskı, psikolojik
değişimin doğmasına mani oluyor, ondan daha ağır geliyor. Bundan da şu esasa
varıyoruz: Bâtıl inançlar ve onların o-luşturduğu müessese ve kültür olmasa,
bunlar oradan çekilse insanlar, hak ve doğru olan tevhîd inancını
bulacaklardır.
Hz. İbrahim'in
toplumunun eski inançları depreşince, değişim durdu ve geriye dönüş başladı.
Geçmişin inancını, kültürünü ve anlayışını söküp atmak çok zordur. Zira o,
insan psikolojisinin derinliklerinde yerleşmiş, oralara nüfuz etmiştir.
Kökleri ile beraber onları söküp atmak "şok hidâyet" dediğimiz ilâhî
ameliyat gerekiyor. Böylece Yüce Allah, Hz. Muhammed'in döneminde yaşayanlara
ve geleceğin nesillerine, câhil toplumların halkı üzerinde kültürlerinin ne
denli etkili olduğunu, bir tanrı haline geldiğini öğretmekte ve böylece yanlış
kültür ve inançla mücâdele etmenin önemine dikkat çekmektedir.
Değişmeyen anlayış,
inanç ve kültür bir tepki olarak kendisini ortaya çıkarıp hâlâ canlı olduğunu
göstermektedir. Eğer bu şirk, bütün vücudu sarmış, bir kanser gibi insanın
manevi yapısını kuşatmış ise, değişime her an amansız ve çetin bir tepki
olarak karşı koyacak ve varlığım hissettirecektir.
Onların şu sözü tekrar
sahte ve bâtıl inançlarına döndüklerini ifade ediyordu: "Ey İbrahim! Sen
bunların konuşmayacağını bilirsin." fşte bu söz, oların değişmediğini,
bâtıl inançlarının zincirini kıramadıklarını ifade etmektedir.
4. Hz.
ibrahim gerekeni yapıyor.
"O halde Allah'ı
bırakıp size hiçbir fayda ve zarar vermeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?
dedi."
Deney, onların
değişimine yetmeyince, Hz. İbrahim bu kez çok önemli bir akıl yürütme ile
onların karşısına çıkıyor. Konuya fayda ve zarar açısından yaklaşıyor ve bu
konu ile onların inançlarını sorguluyor. Bu sorgulamasında yine tevhîd inancı
gereği Allah'ı anıyor. Akıl yürütmesini, tapınmaya layık olan tanrının fayda
ve zarar verebilecek nitelikte olması esası üzerinde temellendiriyor.
Hz. İbrahim'in fayda
ve zarar kavramlarını öne sürerek tevhîd i-nancını tebliğ etmesinden şunu
çıkartıyoruz: İnsanlar, Allah'ın dışında taptıkları sahte tanrıların ya
faydasını ya da zararından kurtulmalarını, ümit etmişlerdir. Kimi zaman
edindikleri göksel tanrıların faydasını, kimi zaman da yersel tanrıların
zararından kurtulmayı öne çıkarmışlardır. Güneşe, ateşe, hayvana faydasından
dolayı tapınışlardır. Ama bir nehre hem taşıp tarlalarındaki ekini mahvetmemesi
hem de kurumamasi için tapınışlardır. Tabiattaki varlıklara tapmalarının
altında bu fayda ve zarar kavramları yatmaktadır.
İşte Hz. İbrahim'in bu
akıl yürütmesi bir taraftan bize eski sapık inançların nedenlerini verirken,
diğer taraftan tevhîd inancının da temellerini anlatmaktadır. Çünkü fayda veremeyen
ve zararı dokunamayan varlığın tanrı olamayacağına dikkat çekmektedir. Bir
peygamberin de tanrı olamayacağı ilkesinde aynı kavramları Yüce Allah
kullanmaktadır (A'râf7/188).
5. Hz.
İbrahim devreye aklı sokuyor.
Hz. İbrahim, onlara ve
taptıkları tanrılara "yuh olsun" diyerek, ağır tepkisini göstermekte
ve bunun akıllarını kullanmamaktan kaynaklandı-gına işaret etmektedir: jjJÜU;
%\ "Aklınızı kullanmıyor musunuz?" Kötü manada insanın başına ne
geliyorsa aklını kullanmamaktan geliyor. Hz. İbrahim bu kanunu yakalayıp
sorusunu sormuş ve onların akıllarından zoru olduğunu onlara hissettirmiştir.
Çünkü akıl çalışınca, fayda ve zararın kimden geldiğini anlayacaktır. Böylece
tehvid inancının altında aklın ve düşüncenin olduğunu vurgulamıştır.
Hz. İbrahim, aklı
kullanma ile ilgili sorusunu çoğul olarak sormuştur. Onun bu sorusundan,
toplumsal aklı harekete geçirmek istediği sonucunu çıkartıyoruz. Demek ki,
şirkin olduğu yerde akıl yoktur, aklın faaliyeti devre dışı kalmıştır. Aklı
devre dışı bıraktığı için şirk, zulüm olmaktadır.
6. Tanrılar
kurban istiyor.
Hz. İbrahim'in akıl
yürütmesine dayanamayanlar, onun ölümünü istediler. Akıl çalışmayınca, devreye
nefis giriyor. Eski kültürün tanrılarının korunması, onlara tapınmayı
sürdürebilmek için kan akıtmayı emredip kurban istiyor: "Bir şey yapacaksanız,
şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin."
Tanrılarına yardım
için Hz. İbrahim'in feda edilmesini, öldürülmesini ve yakılmasını istediler.
Biz bundan şunu
çıkartıyoruz: İnsanlık tarihinin, inanç özgürlüğüne zincir vurmak, onun uğruna
insanları öldürmek lekesi, günahı ve zulmü ile Allah'ın huzuruna çıkmaya yüzü
yoktur. Hz. Peygamberin hicret etmesi gibi nice insanlar yurtlarından
çıkarıldı, esir alındı, köleleş-tirildi ve savaşıp öldürüldü. Bu kara, kirli,
kanlı leke kolay kolay insanlık tarihinden silinemeyecektir.
Hz. İbrahim'in yakılıp
öldürülmesinin, tanrılarına yardım olacağı inancında idiler. "Kendi
inancını yaşatmak istiyorsan, öldüreceksin" şeklindeki akıl dışı ilke,
inanç özgürlüğünün en büyük düşmanı olmuştur ve oluyor. Aslında günümüzde inanç
özgürlüğüne karşı takınılan tavırlar, din merkezli çıkarılan savaşlar, o
günden bir adım bile öne geçemediğimizin delili olmaktadır. Hz. İbrahim'in
ateşe atılması, günümüzde bazen kılık değiştirmekte, farklı metot
kullanmaktadır. Ama netice olarak devam etmektedir. Nice gönüller, nice parlak
zekalar ateşe atılıp yakılmaktadır. "Benim gibi düşünmüyorsan, benim gibi
inanıp yaşamıyorsan, benim dünya görüşüme sahip olamıyorsan, sosyal nimetlerden
istifade edemezsin" diyerek nice insanlar zulme uğramıştır, hâlâ
uğruyorlar ve muhtemelen uğrayacaklerdır. Hep birileri birilerine düşünce,
ideoloji, inanç ve hayat tarzım dayatmış, dayatıyor ve dayatacaktır. Hz. İbrahim'in
atıldığı ateş hâlâ yanıyor, hâlâ icraatına devam ediyor.
7. Nefsin ve
şirkin yaktığı ateşi Allah söndürüyor.
"Biz: 'Ey ateş!
ibrahim'e karşı serin ve esenlik ol' dedik." Aslında Hz. İbrahim'i yakmak
için onların tutuşturdukları ateş, kendi beyinlerinde, gönüllerinde ve
nefislerinde yanıyordu. Bu yakma girişimi, onların içindeki ateşin maddî ateşe
dönüşümünden başka bir şey değildi.
Yüce Allah, ateşle
konuşmuş ve ona emir vermiştir. Çünkü Yüce Allah bir şeyi yapmayı murat ettiği
zaman o şeye "ol" der, o da oluverir (Yâsîn 36/82). Yüce Allah bu
kuralı, Hz. İbrahim'in atıldığı ateşe uyguIamış ve onun Hz. İbrahim için serin
ve esenlik olması adına "ol" demiş, o da istediği hale gelmiştir.
Buradaki "ol" emri, Mâide 64'te "söndürmek" şeklinde ifade
edilmektedir: "Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu
söndürmüştür."
Burada şu soruyu
sormamız gerekiyor: Gerçekten maddî anlamda Hz. İbrahim ateşe atıldı mı?
Birinci anlamı ile maddî anlamda ateşe atılmış olarak kabul ediyoruz. Çünkü
onların tanrıları kurban istemişti. Ama onun ateşe atılmasından bizim
çıkaracağımız netice ise, manevi olacaktır. Ancak günümüzde maddî ateşin
yandığını da görüyoruz. Hz. İbrahim'in ateşe atılması ve ondan onu Yüce
Allah'ın kurtarması inananlar için önemli bir dersi teşkil etmektedir.
"Kavminin'cevabı
ise: 'Onu öldürün, yahut yakın!' demeleri olmuştur. Ama Allah onu ateşten
korudu. Doğrusu bunda iman eden bir toplum için dersler vardır" ('Ankebût
29/24). Şimdi bu âyetten iki şey çıkartıyoruz: Ölüm emrini vermiş olmalarından
anlaşılıyor ki, gerçekten maddî ateşe atılmıştır. Çünkü ya ölüm ya ateş
demişlerdi. Diğer taraftan inananlar için ondan dersler çıkartmaya açık
olmasıdır.
Sâffât 97'de geçen
cahîm kelimesinden de anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim o ateşe atılmıştır.
Şimdi biz bu olgudan
hangi neticeleri çıkartacağız? Bu dersleri çıkartamazsak, Hz. İbrahim'in olgusu
bir hikaye olarak kalacaktır. O zaman 'Ankebut 24'te Yüce Allah'ın istediği
yerine gelmemiş olacaktır.
a) İnsanlar
farklı inançlarından dolayı zulüm ateşine atılacaklardır. Bu zulüm ateşinden
onları kurtaracak olan da, serin düşünce ve harekettir. Yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette geçen j£ berd "serin" kelimesi, "sabırlı
davranmayı, ağırbaşlı olmayı, etraflı ve serin düşünmeyi" ifade
etmektedir. "Sabır" yanan zulüm ateşini söndürecektir.
b) Tevhîd
inancını savunanlara yapılan ve yapılacak olan zulmün ateşini
"esenlik" diye tercüme ettiğimiz '^9c selâm "barış"
söndürecektir.
"Rızasını arayanı
Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları
iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir" (Mâide5/16).
Yüce Allah zulmün
ateşini "barış" ile söndürebileceğimizi bu olguyu anlatmakla
öğretmektedir. Serin ve sabırla mayalanmış düşünce ile barış, din özgürlüğüne
olan baskının zulmünü, dayatmanın ateşini söndürecektir.
8. Müşrikler
mağlup oluyor.
"Ona tuzak kurmak
istediler. Biz de onları daha çok kayba uğrattık." Kayba nasıl uğradılar?
Bunun cevabını
Sâffât 98 ile
verebiliriz: "Fakat biz onları alçaklardan kıldık." Onları küçük
düşürdü, onların tuzağını boşa çıkardı ve Hz. İbrahim'in tevhîd inancını
yaymaya devam etmesini sağladı.
Netice olarak
diyebiliriz ki, inanç ve din özgürlüğüne karşı çıkanların kurdukları veya
kuracakları tuzaklar mutlaka boşa çıkacak, onlar kayba uğrayıp küçük düşürüleceklerdir.
Bunları anlatırken Yüce Allah, insanların inanç özgürlüğüne saygılı olmanın
önemini vurgulamaktadır.
[16]
71. Biz, İbrahim ve
Lût'u kurtararak âlemler için kutsal kıldığımız topraklara (ülkeye) ulaştırdık.
72. İbrahim'e îshâk'ı ve ilâve bir bağış olmak
üzere.....
Ya 'kûb 'u verdik. Her
birini iyi kimseler kıldık.
73. Onları, buyruğumuza göre insanlara yol
gösteren önderler yaptık; onlara iyi
işler yapmayı, namaz kılma-
yi, zekat vermeyi
vahyettik. Onlar, bize kulluk eden
MEKtoh kimselerdi.
Bu âyetlerden
çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:
1. Hz.
İbrahim ile kardeşinin oğlu Hz. Lût'u kurtaran gücün Allah olduğunu ifade
edilmektedir. Bunun bize anlatılmasının sebebi, genelde biz tarihi yazarken
Allah Teala'yı başarılara katmayız. Zaferleri, başarıları, hep insanlara
tahsis ederiz. Genelde Hz. Peygamberin başarılarını da böyle yazarlar. Bedir,
Uhud, Hendek gibi savaşlarda Allah'ın yardımını pek görmeyiz ve bunu tarihte
anmayız. Bu tarih şekli yanlıştır. Tevhîd inancına sahip insanların zaferinde
mutlaka Allah'ın iradesi, takdiri, yardımı vardır.
Yüce Allah, "Biz
kurtardık" derken, Hz. İbrahim ile kardeşinin oğlu Hz. Lût'u o
ahlâksızlardan ve müşriklerden bizzat kendisinin kurtardığına işaret etmiş ve
tarihin böyle yazılmasını istemiştir.
2.
Ayette geçen "âlemler" den kasıt,
tüm insanlardır. Her insan bir âlemdir, bir dünyadır. Âlemler de insanlar
demektir. Peki Yüce Allah'ın bütün insanlık için kutsal kıldığı topraklar
neresidir? Âlimler bu konuyu tartışmışlar ve Mescid-i Aksa'nın çevresi olan Şam
ve çevresi demişlerdir.
Kutsal, mübarek
toprakların neresi olduğunu şu âyetlerle ispat edebiliriz:
a)
"Şüphesiz, âlemler i-çin mübarek ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için
kurulan ilk ev Mekke'deki (Ka'be)'dir" (Âl-i İmrân 3/96).
Demek ki ilk kutsal
mabed Ka'be'dir. Kutsal topraklar da onun çevre topraklarıdır.
b) "Kulunu,
gecenin bir vaktinde, kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini
mübarek kıldığımız
Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan uzaktır" (İsrâ 17/1).
Bize göre bu kutsal
topraklar Mekke ve Şam'ı içine alan topraklardır. Biraz daha geniş tutarsak ve
mübarek kelimesine "bereketli" manasını da verirsek Mezopotamya da
diyebiliriz. Genelde bu toprakların kutsal olmasının nedeni ilk insan Hz.
Adem'in burada yaratılması, ilk medeniyetin orada kurulması, insanlığın oradan
çıkıp dünyaya yayılması ve Kur'ân'da anılan peygamberlerin çoğunun orada
yaşayıp tevhîd inancını tebliğ etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Demek ki bu kutsal
topraklar, insanlık için bir ışık olan ilâhî vahyin öğretildiği
üniversitelerin bulunduğu yerlerdir.
3. Hz.
İbrahim'in ailesi insanlık için çok önemli bir ailedir. Hz. İsmail, Hz. İshâk,
Hz. Ya'kûb bu ailenin ilk peygamberleridir. Yüce Allah, çok yaşlılık anında Hz.
İbrahim'e, Hz. İshak'ı vermiştir. Oysa hem kendisi hem de hanımı çocuk yapma
yaşını geçmişlerdi (Hûd 11/70-72; Hicr 15/53-55). Ayette geçen nafile kelimesi
de, "fazladan" manasına gelmektedir. Hz. İbrahim, bir çocuk istedi;
ilâveten ona bir tane daha verildiği burada ifade edilmektedir. "O bir
istedi, Allah iki verdi demektir." Hz. Ya'kûb, Hz. İbrahim'in torunu idi.
"Her birini iyi
kimseler kıldık." Hz. ibrahim'in çocukları ve torunlarından Kur'ân'da
isimleri geçenlerin hepsi "iyi" kimselerdi.
Âyetin son kısmında
yer alan "yaratmak, kılmak, sağlamak" manalarına gelmektedir. Burada
sorulacak soru şudur: Yüce Allah, onları yaratışta mı iyi yarattı, yoksa
sonradan mı onların iyi olmasını temin etti. ce'alnâ kelimesi her ikisini de
ifade etmektedir. Çünkü genel olarak bütün insanlar yaratılıştan iyidirler.
Sonradan aldıkları eğitimle ya da çevrenin baskısıyla kötü olurlar. İnsanlar
doğuştan kötü değillerdir. Kötünün fıtratta, yaratılışta yeri yoktur. Onun
içindir ki, mutlak manada kötülük de yoktur. Yüce Allah, zaten tüm insanları
yaratılışlarında "iyi" kılmıştır. Burada bahsedilen, sonradan onları
iyi kılmasıdır. Kendi elinde olmayan yaratılış kanunu gereği iyi olmak insan
için bir maharet değildir; maharet sonradan iyi olmaktır.
Demek ki Hz.
İbrahim'in çocuklarının iyi olmasında, onun eğitiminden ziyade Allah'ın
eğitiminin etkisi olmuştur. Hz. İbrahim'in duası (Bakara 2/129); Allah'ın
takdiri, müdahalesi ve bu duayı kabul etmesi, onların iyi olmasını sağlamıştır.
Bundan çıkaracağımız
netice şudur: Ana-babalar "iyi çocuk" yetiş-tirebilmeleri için Hz.
İbrahim örneğinde belirtildiği gibi (Bakara 2/129; İbrahim 14/40), Hz.
Zekeriyyâ'nın duasında olduğu gibi (Meryem 19/5) Allah'a dua etmeleri gerekiyor
(Furkân 25/74). İnsanın, insanı yetiştirirken istenen "iyi" değerini
gerçekleştirmesi imkansızdır. Eğitimde Allah'ın müdahalesi şarttır. İşte
âyette Yüce Allah, "İbrahim onları iyi yetiştirdi" demiyor da; bu
işi ce'alnâ fiili ile Kendisinin yaptığını söylüyor. Ana-babalar, öğretmenler
iyiden yana tüm gayretlerini gösterip çocuklarını terbiye edeceklerdir, ama
mutlaka Allah'ın yardımını da isteyeceklerdir.
4.
"Onları, buyruğumuza göre insanlara yol gösteren önderler yaptık; onlara
iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi
vahyettik. Onlar, bize
kulluk eden kimselerdi."
Bu âyetten çıkaracağımız
önemli neticeler ve ilkeler olacaktır.
a)
"Onları, buyruğumuza göre insanlara yol gösteren önderler yaptık."
Ayetin bu kısmından
anlıyoruz ki, peygamberler Allah'ın emri, buyruğu ve takdiri sayesinde
insanları doğru yola iletebilirler. Kendi güçleri doğru yola götürmeye yeterli
değildir. Bu kanunun bulunduğu dinde, biri "bir insanın diğerini hidâyete
getirdiğini" söylerse ne olur? İşte bu konuşmada gizli şirk vardır. Kimse
kimseyi Allah'ın emri, takdiri hidâyeti ve dilemesi olmadan doğru yola, yani hidâyete
iletemez.
Bu kural Hz. Peygamber
için de geçerlidir: "Bu (kitap), Rabblerinin izni ile insanları,
karanlıklardan aydınlığa yani her şeye galip, övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna
çıkarman için indirdiğimiz bir kitaptır" (İbrahim 14/1).
Peygamberler,
insanları eğitip doğru yola iletirken, Allah'ın emrine dayanmak, ona göre
hareket etmek zorundalar. Bu şeklide davranmak üzere onlar Allah tarafından
önderler olarak tayin edilirler.
b)
"Onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi, vahyettik.
Onlar, bize kulluk eden kimselerdi."
Yüce Allah, önce
"iyi iş" yapmaktan başlamıştır. İyi iş, "insanlara, topluma ve
insanın kendisine faydalı olan"dır. Ayrıca iyi iş, "insanlara asla
zararı dokunmayan eylem" olarak da tanımlanabilir. Zararı dokunmuyor ama
bir fayda da getirmiyorsa, buna iyi denemez.
Daha sonra namazın
kılınması ve zekatın verilmesi gelmektedir. "İyi iş" kavramı, namaz
ve zekatın dışında tutulmuştur. Çünkü bunlar ibadettir.
Âyetin bu kısmından
anlıyoruz ki, peygamberler de namaz kılmak ve zekat vermekle yükümlüdürler.
Kulluk yönleri peygamberlik yönlerine itaat etmek zorundadır.
Peygamberlere, nasıl
davranacaklarını, nasıl ibadet edeceklerini ve kime kulluk edeceklerini Allah
vahyetmiştir, yani öğretmiştir, emretmiştir.
Netice olarak diyebiliriz
ki, Yüce Allah, peygamberlerin bu şekilde davrandığını, onların da Allah'a
kulluk ettiklerini bize anlatmakla şunu öğretmektedir: Peygamberler de kuldur.
Onların da Allah'ın emrettiklerini yapma zorunluluğu vardır. Neyin iyi, neyin
kötü olduğunun kaynağında ilâhî emirler vardır. Yüce Allah, daima iyiyi
emreder, asla kötüyü emretmez. İbadetler de Allah tarafından bildirilmektedir.
İnsanın ibadet koyması mümkün değildir.
[17]
74. Lâfa gelince, ona
da hüküm ve ilim verdik; onu irkin işler yapmakta olan memleketten kurtardık.
Zira o memleketin halkı, gerçekten fena işler yapan kötü bir topluluktu."
75. Lût'u rahmetimize
aldık; doğrusu o, iyilerdendir. Bu âyetlerin merkezî konusu cinsel
sapıklıktır.
1. "Lût'a
gelince ona da hüküm ve ilim verdik."
Âyetin bı kısmında
geçen hüküm kelimesine Zemahşerî, Nesefî, Kadı Beydâvî, Hâzin ve Râzî,
"hikmet veya peygamberlik"; İbn Abbâs, "anlayış kapasitesi"
manalarını vermişlerdir. Yüce Allah ona, "iyi ile kötüyü, doğru ile
yanlışı, güzel ile çirkini, hak ile bâtılı ayırt edici ve seçici muhakeme
yeteneği"ni vermiştir.
Onun için İbn Abbâs'ın
manasını tercih ediyoruz. Bu yeteneğe sahip olduğu için ona ilim verilmiştir.
Önce hüküm, sonra ilim verilmesinden de bu anlam çıkmaktadır. Yetenek ve ilim,
peygamberliğin bileşenleridir.
2.
"Onu, çirkin işler yapmakta olan memleketten kurtardık. Zira o memleketin
halkı, gerçekten fena işler yapan kötü bir topluluktu."
Âyetin bu kısmından
geçen el-hebâis, yani "çirkin işler" ne anlama gelmektedir? Bu soruya
cevap verebilmemiz için şu âyetlere gitmemiz gerekiyor:
a)
"Lût'u da kavmine gönderdik. Kavmine dedi ki: Sizden önceki milletlerden
hiçbirinin yapmadığı fuhşunu mu yapıyorsunuz? Çünkü siz, şehveti tatmin için
kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir
topluluksunuz" (A'râf7/8O-81).
Demek ki habâis, ya
"erkeğin erkeğe cinsel manada yanaşması" olan fuhuş ya da 81. âyetin
sonunda yer alan ve "taşkınlık, aşırı gitmek" demek olan israf
anlamına gelmektedir.
"Lût'un kavmi,
koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. Lût;
'Ey kavmim işte şuniar kızlarımdır; sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan
korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir
adam yok mu!' dedi" (Hûd 11/78).
Bu âyette de yorumunu
yapmakta olduğumuz Enbiyâ 74'te geçen habâis kelimesine karşılık olarak,
"kötü işler" anlamına gelen seyyiât kelimesi kullanılmıştır. Bu sefer
de "nedir habâis ve nedir seyyiât?" sorusunu sorabiliriz: Hûd 78'deki
diğer açıklamalarla da bu soruya cevap verebiliriz. Bunlar, nefsi aklını
gidermiş, Allah'tan korkmayip cinsel sapıklığa sapmaktır veya sapanların
davranışıdır.
c)
"Siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda
edepsizlikler yapacak mısınız?" ('Ankebût 29/29). Bu âyette de habâis,
"grup seks" olarak tanımlanmaktadır.
d) "Hem
de, Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizden uzaklaşarak? Yoo, siz her
türlü ölçüyü aşan azgın bir toplumsunuz" (Şu'arâ 26/166).
Demek ki habâis denen
iş, "her türlü ahlâkî ölçüyü aşıp azgınlaşa-rak erkeğin erkeği
kullanması" anlamına gelmektedir.
e) Göz göre
göre yaratılış kanununa aykırı olan homoseksüellik fiilini işlemek
bilinçsizliğini göstermektir (Nemi 27/54-55).
Demek ki fiil 'Ankebât
3O'a göre "fesat"; Nemi 55'e göre "cehalet", yorumunu
yapmakta olduğumuz Enbiyâ 74'e göre de "fâsikhk"tır. Görüldüğü gibi
Yüce Allah, bu fiile ne kadar kötü sıfatlar varsa hepsini vermiş, onu ifade
ederken onları kullanmıştır. Bütün bunları tek ifade ile manalandirabiliriz:
Habâis, "aklın sınırlarını aşıp ahlaksızlığa düşmektir" (Hûd 11/78).
Sodom yada Lût
kavminin halkı bu kötü fiile öylesine gömülmüştü ki, bu fiil, toplumu yıkacak
büyük bir deprem halini aldı. Yüce Allah, sevgili kulu ve ona inanan küçük bir
grubu o depremden kurtardı. Çünkü, artık toplumun iyiden yana değişimi
imkansız hale gelmişti. İyiden yana değişimi imkansız hale gelen ve ahlâkî
değerleri ayaklar altına alan bir toplumun saçtığı sosyal mikroplardan
kurtulmanın yolu ilâhî takdirden geçmektedir. Onun için Hz. Lût'u, Yüce Allah
kurtarmıştır. Bu ifadesiyle Yüce Allah kimi, ne zaman, kimden kurtaracağını
sonraki nesillere öğretmekte, bir toplumun çöküş nedenlerine ve dinamiklerine
de dikkat çekmektedir. Aklı bir tarafa atan, Allah'a saygı duymayan ve ahlâkî
değerleri çiğneyen toplumların batacağı da vurgulanmaktadır.
3.
"Lût'u rahmetimize aldık; doğrusu o, iyilerdendir."
Yüce Allah, Hz. Lût'u
kurtarmakla, onu merhameti ile kuşattığını söylemektedir. Çünkü o, erdemli, iyi
kişilerdendi. İyi olmak, ilâhî merhameti, ilâhî merhamet de kurtuluşu
getirmiştir. Böylece bu iki âyet, Yüce Allah'ın rahmet, yani merhametinin
kimleri kuşatıp kurtuluşa erdireceğini açıklamaktadır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, aklın devre dışı kaldığı, Allah'a saygının azaldığı ve ahlâkî
değerlerin çiğnendiği toplumlar yıkıcı depremleri meydana getirecek olan fay
hattı üzerine oturmaktadırlar. Onların bu yaptıkları Allah'ın kahredici, yıkıcı
takdirini çağırırken, iyi ve erdemli olmak da Allah'ın merhametini
getirmektedir. Din eğitimcileri, faaliyetlerinde başarılı olduklarında ilâhî
merhameti toplumlarına getirmiş olacaklardır.
76. Nûh da, daha önce
yalvarmıştı; onun da duasını kabul etmiştik. Kendisini ve ailesini büyük
sıkıntıdan kurtardık.
77. Onu, âyetlerimizi inkâr eden kavimden
koruduk. Gerçekten onlar, fena bir kavim idi. Bu yüzden topunu birden suya
gömdük.
Kur'ân'ın, baş
yerlerinde detaylı bir şekilde ele aldığı Hz. Nuh'un olgusuna bu iki âyette
kısaca değinilmektedir.
1. "Nûh
da, daha önce yalvarmıştı; onun da duasını kabul etmiştik."
Âyetin bu kısmını
açıklarken şu soruyu cevaplandırmamız gerekiyor: Hz. Nuh'un Allah tarafından
kabul edilen duası ne idi? Bu soruyu Kur'ân'ın diğer âyetleriyle
cevaplandırabiliriz:
"Bunun üzerine,
Rabbine: 'Ben yenik düştüm, bana yardım et!' diyerek yalvardı" (Kamer
54/10).
"Nûh: 'Rabbim!'
dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan
kullarım saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör doğururlar" (Nûh 71/26-27).
İşte Hz. Nûh bu
şekilde dua etti. Bu duası Allah tarafından kabul edildi. Kabul edilişi nasıl
ifade edildi?
"Nuh'a vahyolundu
ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık sana inanmayacak. Öyle ise
onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme. Gözlerimizin önünde ve vahyimiz
uyarınca, gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Onlar
mutlaka boğulacaklar" (Hûd 11/36-37).
b)
"Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: 'Bizi zâlimler
topluluğundan kurtaran Allah'a hamd olsun' de" (Mü'minûn 23/28).
c) "Biz
de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeryüzünde
kaynaklar fışkırttık. Su, takdir edilmiş bir işin olması için birleşmişti.
Nuh'u da tahtalardan yapılmış çivilerle çakılmış gemiye bindirdik" (Kamer
54/11-13).
İşte bunlar da Hz.
Nuh'un duasının kabul edildiğinin işaretleri ve delilleri olmaktadır.
2.
"Kendisini ve ailesini büyük sıkıntılardan kurtardık."
Hz. Nuh'un duasının
kabul edilişini gösteren âyetlerde, onun Allah tarafından nasıl kurtarıldığı
anlatılmaktadır.
3."Onu
âyetlerimizi inkâr eden kavimden koruduk. Gerçekten onlar, fena bir kavim idi.
Bu yüzden topunu birden suya gömdük."
Hz. Nuh'un kurtuluşu
iki boyutlu bir şekilde gerçekleşmiştir. Yüce Allah kendisine, gemi yapılışını
vahyetti, yani Öğretti. Sonra o da gemiyi yaptı. Yüce Allah tufan ile kavmini
helak etti; kendisini de gemi ile kurtardı.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette Yüce Allah, onları niçin suda boğduğunu açıklarken, onların,
Allah'ın âyetlerini yalanlamalarını sebep olarak göstermiş, ayrıca onların
"fena bir kavim" olduğunu da gündeme getirmiştir.
Bu fenalıkları ne idi?
Tevhîd inancını kabul etmediler. Bunun gerekçesini de Hz. Nuh'un, kendileri
gibi bir beşer olması, basit görüşlü insanların ona uyması, Hz. Nuh'un yalan
söylemekte olduğu ve öğüdünün onlara fayda vermeyeceği şeklinde
belirlemişlerdi (Hûd 11/26-34). Hz. Nuh'un çağrısı onların kaçışını artırdı.
Parmaklarını kulaklarına tıkadılar, duymamak için elbiselerini başlarına çektiler
(Nûh 71/6-7).
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Enbiyâ 76'da geçen kerb kelimesi, "kavminin ona yaptığı
eziyetler"dir. Boğulma azabıdır. İbn Abbâs her ikisi olduğunu
söylemektedir (Razi, age, XVI, 180).
Netice olarak
diyebiliriz ki, Hz. İbrahim ve Hz. Lût'tan önce Hz. Nûh da kavmi tarafından
inkâr edilmiş, sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Artık insanla sadece
şeytan mücâdele vermiyordu, kötüler de, yani insanlar da birbirine kötülüğü
öyle bir dereceye, boyuta vardırmışiardı ki, Allah'ın müdahalesi olmadan
kurtulmak mümkün değildi.
Enbiyâ sûresinde geçen
peygamberlerin olgularından ilk üçü, yakından uzağa metodu ile anlatılmıştır.
Hz. İbrahim'den başlayarak Hz. Nuh'a gidilmiştir. Daha sonra tekrar yakına
gelinecektir. Demek ki bu anlatımda, "yakından uzağa, uzaktan yakına
metodu" işletilmektedir.
Her üç peygamberin
toplumunda çöküşü hazırlayan dinamiklerin farklı olduğunu görüyoruz. Bu
kıssalarda geçmişin olguları ile yaşanmakta olan ve yaşanacak olan hayata ışık
tutulmakta, tarihi olgularla öğüt verilmektedir.
[18]
78. Dâvûd ve
Süleyman'ı da an. Bir zaman bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir grup
insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir durumda bu ekinin içine dağılıp
ziyan vermişti. Biz onların hükmünü görüp bilmekte idik.
79. Böylece hükmü
Süleyman 'a biz anlatmıştık. Her ikisine de sağlam bir muhakeme gücü ve ilim
vermiştik. Kuşları ve teşbih eden dağları da Davud'a boyun eğdirdik. Biz her
şeyi yaparız.
80. Davud'a, sizi her türlü korkuya karşı koruması
için zırh yapmayı öğrettik. Bütün bunlar için şükrediyor musunuz?
81. Süleyman 'in
emrine de zorlu rüzgarı verdik. Onun emriyle içinde bereketler yarattığımız
ülkeye doğru serdi. Biz her şeyi
biliriz.
82. Şeytanlar arasında
da, onun için dalgıçlık eden vebundan başka işler görenler vardı. Biz onları
gözetim
altında tutuyorduk.
Yüce Allah, Hz.
İbrahim ve Hz. Lût'tan sonra Hz. Nuh'a döndü, ondan sonra da Dâvûd ve onun oğlu
Süleyman peygamberleri beraberce ele aldı. Onların olgusundan da bize bir demet
sunup almamız gerekeni almayı öğütleyecektir.
"Dâvûd ve
Süleyman'ı da an. Bir zaman, bir ekin konusunda
hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir
durumda bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz onların hükmünü görüp
bilmekte idik."
a) Ayette
nasıl hüküm verdikleri zikredilmemektedir. Bize göre bunun sebebi, onlardan
sonra gelecek olan nesillerin de onu şaşmaz bir hüküm olarak kabul etme
ihtimallerinin bulunmasıdır.
Hüküm verdikleri konu
gündeme getirilmesine rağmen, verilen hüküm belirtilmemektedir. Her ikisinin
verdiği hüküm hakkında sahabeden nakledilen rivayetler olmuştur. Tefsirlerde
bu açıklamaları bulmak mümkündür. Muhammed Esed onların özetini yapmıştır.
Hz. Dâvûd, koyun
sürüsünü ekinin sahibine verir. Hz. Süleyman ise aynı şeyi bir yıllığına yapar.
Yani sürüyü ekinin sahibi bir yıl saklayıp sütünden, yününden ve etinden
istifade edip ekininden bir gelir elde etmiş olacaktı. Bir yıl sonra sürü sahibine
verilecekti. Hz. Dâvûd, genç oğlunun hükmünü kendisininkinden daha isabetli
görür ve davayı bu şekilde karara bağlar.
Nakledilen bu hükmün
doğru olup olmadığını tartışma yerine günümüze nasıl intikal ettirip
faydalanacağımız önemlidir.
Günümüzde bir millet
ve devlet, askerlerini bir ülkeye sokup, oranın ekinlerinden ziyade
insanlarını, ekonomisini, yollarını, müzelerini,
değerli maden
yataklarını ve binalarını tahrip etmektedir. Öylesine tahrip etmektedir ki,
askerlerinin tamamını verse zararı tazmin edemez. İşte böylesine haksız yere
saldırının tazmin edilmesi yönünde hüküm verilmesi gerekiyor. Ölçü, adalettir
ve zulmü ortadan kaldırmak ve zararı tazmin etmektir.
Hz. Dâvûd ve oğlu Hz.
Süleyman'ın olgusu, bu tip saldırıların hukuki çözümünün zorunluluğunu gündeme
getirmektedir. Hükmün nasıl verildiğinden ziyade, bunun bir hukuk davası olması
önemlidir.
b) Âyette
geçen oji-i el-hars "ekin" kelimesini, "kültür" manasına
alabiliriz. Bir millet, diğer milletin veya milletlerin kültürünü tahrip etmiş
olabilir, yani bir kültür emperyalizmi uygulamış olabilir. Böylesine kültür
tahribatı, uluslararası hukukun konusu olabilir veya böylesine bir hukuk
geliştirebilir. Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman'ın olgusu buna uygulanabilir.
c) Bir
ülkenin insanları, başka bir ülkeye girip oradaki insanları zorunlu göçe
zorlayabilirler. Onları öldürüp ülkeyi tahrip edebilirler. İşte uluslararası
hukuk buna müdahale edip zulmü durdurmalıdır.
d) Yüce
Allah, âyetin sonunda "Biz oların hükmünü görüp bilmekte idik"
buyuruyor. Bu ne anlama gelmektedir? Bize göre, onlara nasıl hüküm
vereceklerini Yüce Allah öğretmişti. Şayet öğretmedi ise, hükümlerinin doğru
olup olmadığına şahitlik ediyordu. Yanlış hüküm vermiş olsalardı müdahalesini
yapacaktı.
2.
"Böylece hükmü Süleyman'a biz anlatmıştık." Sürüsü ekine giren adam
ile ekinin sahibi arasında isabetli, doğru hüküm vermeyi Hz. Süleyman'a öğreten
Yüce Allah idi. İşte bundan şunu çıkartıyoruz: İlk defa, insanlararası hukuku
ilgilendiren konuların tespiti Allah tarafından yapılmış, nasıl hüküm
verileceğini de Allah öğretmişti. Böylece hukukun doğusundaki irâde ve hukukun
kaynağı belirlenmiş oldu.
3. "Her
ikisine de sağlam bir muhakeme gücü ve ilim vermiştik."
Âyetin bu kısmından
şunu çıkartıyoruz: Hukuk yapabilmek, insanlar arasında hüküm verebilmek için,
sağlam bir muhakeme gücüne ve bilgiye ihtiyaç vardır. Birincisi yaratılıştan
gelen bir yeteneğe, ikincisi de Öğrenimle elde edilecek bir değere işaret
etmektedir. .
4.
"Kuşları ve teşbih e-den dağları da Davud'a boyun eğdirdik. Biz her şeyi
yaparız."
ııea: Dağ, taş ve
kuşlar Yüce Allah'ı teşbih etmekte, O'nun gücünü ve yüceliğini anıp noksan
sıfatlardan uzak olduğunu ifade etmektedirler. Bütün bu eyleme teşbih denmektedir.
Bütün kâinat ve içindeki varlıkların tamamı Allah'ı teşbih etmekte, O'nun
varlığına ve birliğine delil olmakta, çağırmaktadırlar: "Göklerde ve
yerde bulunan her şey Allah'ı teşbih etmektedir. O, azîzdir, hakimdir"
(Hadîd 57/1); "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu teşbih
eder" (İsrâ 17/44).
İşte onlar teşbih
ederken, Yüce Allah onlardan dağ ve kuşları Hz. Davud'a boyun eğdirmiştir.
Bunun bir anlamı şudur: Hz. Dâvûd, Allah'ı teşbih ederken dağlar ve kuşlar da
onunla beraber teşbih ediyorlardı.
Buradaki
"dağların ve kuşların teşbihi", onların hareketini ifade etmektedir.
Onlar hareket ederek Allah'ı teşbih etmektedirler. Bir taş da Allah'a teşbih
ederek ibadet etmektedir. Maddenin en küçük parçası olan atomun çekirdeğinin
etrafında dönen elektrotların dönmesi de bir teşbih ibadetidir. Göklerdeki
gezegenlerin dönmesi de bir teşbih ibadetidir. Dağların ve kuşların hareketi de
bir teşbihtir. Ka'be'nin etrafında tavaf ederken de bizler teşbih ibadeti
yapıyoruz. O zaman bütün kâinatın teşbihine katılıyor, onlarla beraber bu
ibadeti yerine getiriyoruz. İşte dağlar ve kuşlar Hz. Dâvûd ile beraber teşbih
ibadetini yerine getiriyorlardı.
Bütün varlıkların
hareketi ve teşbihi şu neticeye götürüyor: Allah her şeyi yapabilir ve yapar.
Kâinatta olan her şey, O'nun kudretiyle olmaktadır. O'nun yapamadığı hiçbir
şey yoktur.
5."Davud'a,
sizi her türlü korkuya karşı koruması için zırh yapmayı öğrettik. Bütün bunlar
için şükrediyor musunuz?"
Âyette geçen lebûs
kelimesi, "elbise" anlamına gelen libâstan türemiştir. Bu elbisenin
adı "zirh"tır. Çünkü zırh da bir çeşit elbisedir. Âyeti iki şekilde
yorumlamayı uygun buluyoruz:
a) İnsanları
savaşta koruyan teknolojilerden biri zırhtır. Çünkü yüz yüze yapılan savaşlarda
kılıç ve ok, uzaktan yapılan savaşlarda mermiden koruyan elbiselerden biri
zırhtır. Bu ifade, savaşta düşmanın silahından koruyan her şeyin icat
edilmesini ifade etmektedir. Savaş teknolojisi değiştikçe, koruyucu silahlar da
değişmek zorundadır. İşte savaşta koruyucu zırhın yapımını ilk defa Yüce Allah
Hz. Davud'a öğretmiştir. Bu açıdan Hz. Dâvûd hem peygamber hem zırh yapma
sanatını bilen hem de devleti idare eden biri idi.
b) Buradaki
lebûs, "elbise" anlamına geldiğine göre, bu elbise maddî anlamda
zırhı değil de, "takva elbisesini" ifade etmiş olabilir. Her türlü
manevi mikrop korkusuna karşı insanı koruyan zırh elbisesi, takva elbisesidir.
Zaten takva, manevi bağışıklık sistemidir. "Ey Ademoğulları, size
yücelerden hem çıplaklığınızı örtesiniz diye hem de bir görkem güzellik nesnesi
olarak elbise yapmayı öğrettik. Takva elbisesi. İşte o, daha hayırlıdır"
(A'râf7/26).
Takva elbisesi, üstün
bir korunma sanatıdır. Yüce Allah, Hz. Davud'a verdiği yüksek muhakeme yeteneği
ve ilim ile bu takva elbisesini oluşturma sanatını ona bahsetmiştir.
İşte bu takva
elbisesine sahip olmak, şükredümesi gereken bir nimettir. Onun içindir ki Yüce
Allah âyetin sonunda "Bütün bunlar için şükretmiyor musunuz?"
sorusunu sormuştur.
Hz. Dâvûd ile ilgili
bu âyeti zamanımıza ve geleceğe taşırken bu iki manayı almamız mümkündür. İşte
Kur'ân'ın mucize oluşu bundan kayn akl anmaktadı r.
6. "Süleyman'ın emrine de zorlu rüzgarı verdik.
Onun emri ile içinde bereketler yarattığımız ülkeye doğru eserdi. Biz her şeyi
biliriz."
Bu âyetteki rüzgar
anlamına gelen «jjı er-rîh kelimesini, maddî anlamda "rüzgar"
anlamına alacağımız gibi Enfâl 46'da geçen "sosyal
güç, siyâsî güç"
anlamına da alabiliriz. Bize kalırsa Enfal 46'daki mana daha uygun düşmekte ve
bu âyetle örtüşmektedir. Âyette rîh "rüzgar" kelimesinin sıfatı olan
'âsıfe kelimesi de, "zorlu, şiddetli" anlamına gelmektedir.
ifadesini de
"kutlu kıldığımız ülke" diye tercüme edebiliriz. Bereketli kılman
ülke, kutlu ülke demektir. Hz. Süleyman'ın rüzgar denen iktidarı, kutlu ülkede
hükmünü yürütüyordu demektir.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Enbiyâ 81'de rüzgarın şiddetli olduğu söylenirken, Sâd 36'da
"Bunun üzerine, Biz de istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden
rüzgarı o-nun emrine verdik" buyrulmaktadır. Bu âyette de söz konusu
rüzgarın, "kolayca giden" özellikte olduğuna işaret edilmektedir. Hz.
Süleyman'ın iktidarı güçlü olduğundan, kolayca hükmünü icra ediyordu anlamını
çıkarmak gerekiyor. Sebe' 12'de de "sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam
dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgar" denmektedir. Demek ki Hz.
Süleyman'ın hükümranlığı bu kadar bir mesafeye uzanmakta idi.
Yüce Allah, her şeyi
bildiği için Hz. Süleyman'ın hükümranlığını da biliyordu. Her şey O'nun bilgisi
içinde, altında cereyan etmektedir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, manevi güç anlamına gelen "rüzgar", İslam'ın
getirdiği gücü oluşturmakta ve oluşturacaktır.
7.
"Şeytanlar arasından da, onun için dalgıçlık eden ve bundan başka işler
görenler vardı. Biz onları gözetim altında tutuyorduk."
Bu âyetle Sebe'
sûresinin 12. âyetini bir araya getirmemiz gerekiyor: "Rabbinin izniyle
cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim, emrimizden sapsa ona
alevli azabı tattırırdık."
Şeytanların bir kısmı
cinlerden olduğundan yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 82'deki şeytanları
cinler manasına alabiliriz. Zaten Sebe' 12 ve 14. âyetler bu manayı vermemize
müsaade etmektedir.
a) Süleyman
peygamberin en Önemli özelliklerinden biri de cinleri istihdam etmesi idi. Bu
âyette, cinler Hz. Süleyman için dalgıçlık yaptığı gündeme getirilmektedir.
Başka işler görenler de vardı. Mesela: Sebe' 14'e göre Hz. Süleyman, onları
ağır işlerde istihdam ediyordu:
"Cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı";
"Cinler Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar geniş
leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı" (Sebe' 34/13). Demek
ki cinler dalgıçlık yaparak, denizden inci gibi süs eşyaları çıkartıyor, yapı
ve sanat işlerinde çalışıyorlardı. Zor işlerde cinler istihdam ediliyordu.
Hatta Belkıs'm tahtını
getirtme konusunda bile cinnin kullanılabileceğine işaret edilmektedir:
"Sonra Süleyman ileri gelenlere dedi ki: Ey Ulular! Onlar teslimiyet
gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilir?
Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben bunu sana getiririm.
Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi" (Nemi
27/38-39).
Şimdi "Yüce Allah
bize bunları niçin anlatıyor?" sorusunu sorabiliriz. Bütün bunlar sadece
tarihsel bir olguyu aktarmaktan ibaret mi kalacak, yoksa âyetlerin içeriğini
günümüze aktaracak mıyız?
Biz, bundan şunu
çıkartıyoruz: Bir gün insanlar âlemi, cinler âlemi ile ilişki kuracak ve sadece
sihir alanında onları istihdam edeceklerdir. Cinler âlemi ile insanlar âlemi
arasında kurulacak bu ilişkiler sistemi, insanların faydasına neticeler
verecektir. Cinlerin Müslümanları ile insanların Müslümanları arasında iyi
ilişkiler devam ederken, şeytanlar gibi kâfir cinler de daima insanları yoldan
çıkarma gayretinde olacaklardır. Şimdiler de, cinlerin şeytanlar kısmı
insanları daima kötüden yana etkilemektedirler.
b) "Biz
onları gözetim altında tutuyorduk."
Âyetin bu kısmından
hareket ederek, Muhammed Esed'in "sevâtîn" kelimesine verdiği manaya
atıfta bulunabiliriz. "Şeytân" kelimeşinin "reis" anlamına
geldiğini biliyoruz. Bu âyetteki "şeyâtîn" da "baş eğmeyen, asi
güçler" manasına alınabilir.
"Şeytan"ı
reis manasına alırsak, bunların insanlardan meydana geldiğini söyleyebiliriz.
Çünkü En'âm 112'de şeytanların bir kısmının insanlardan oluştuğuna dikkat
çekilmektedir. Bu anlamdan hareket edersek, Hz. Süleyman, "baş eğmeyen,
asi başkanları, reisleri boyun eğdirip çalıştırmıştır" fikrine
varabiliriz.
Yüce Allah'ın onları
kontrol etmesinin de manası budur. Çünkü Sebe' 12'de: "Onlardan
(cinlerden) kim emrimizden sapsa, ona alevli azabı tattırırdik"
buyurulmaktadır. Demek ki, Hz. Süleyman cinleri Allah'ın emri Üe istihdam
ediyordu. Yanlış iş yapanı da Allah cezalandırıyordu.
Eğer Muhammed Esed'in,
şeyâtîn kelimesine verdiği "baş eğmeyen, aşın derecede kibirli, dik
başlı, küstah" şeklindeki manayı kabul edersek şu neticeyi çıkarıp
günümüze taşımamız gerekiyor: Devleti idare eden siyâsî erk, toplumda asi olan,
baş eğmeyen, küstah ve dik başlı insanları kontrol altına alıp disipline
ederek onları istihdam edip küstahlıklarına son vermelidir. Kontrol altına
alıp istihdam etmek, onların topluma zarar vermesini önlemek demektir. Buradan
önemli bir pedagoji ilkesi de çıkartabiliriz: Asi ve yaramaz olan, okulun veya
sınıfın düzenini bozan öğrencileri cezalandırmadan Önce, onları okuldaki
kollarda, sportif faaliyetlerde görevlendirmek gerekiyor. Bu şekilde onları
istihdam etmek, hem isyanları durdurulacak hem de kendileri bir faaliyet yapmaları
nedeniyle istifade etmiş olacaklardır.
Ayrıca insanlığı
rahatsız eden bazı toplumların reislerini de bu şekilde kontrol altına alıp
küstahlıklarını, zararlarım Önlemek mümkündür. Âyetten milletlerarası
ilişkilerde de istifade edilebilir. Günümüzde olduğu gibi gelecekte de bazı
toplumların başında şeytan denecek kadar asi güçler olabilir. Onlara
"dur" diyen, "onları kontrol altına alan güçte bir dünya
lideri" olmalıdır.
[19]
83. Eyyûb'u da (an).
Hani Rabbine: "Başıma bir bela geldi. Sen, merhametlilerin en
merhametlisisin" diye niyaz
etmişti.
84. Biz de onun
duasını kabul etmiş ve başına gelen sıkıntıyı kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet
ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere, ona tekrar ailesini ve olanlarla
beraber bir katını daha vermiştik.
Her peygamberin öne
çıkan bir Özelliği vardır. Hz. Eyyûb'un da öne çıkan özelliği
"sabretmesi"dir. Kur'ânî açıdan bakınca sabır denince akla Eyyûb
peygamber gelmelidir. Nakledilenlerden anlaşıldığına göre Hz. Eyyûb,
başlangıçta çok varlıklı, çocuk sahibi, ikbali açık idi. Sonraları Yüce Allah
onu imtihan etmek için bütün servetini elinden aldı. En büyük nimeti olan
sıhhatini kaybetti. Ağır hastalığına rağmen Allah'tan umudunu kesmedi.
Kendisine dokunan belaya karşı dayandı, yani sabretti, îşte bu âyetler onun
sabrını, sabrederken yaptığı duayı, yalvarış tarzını bize anlatmakta, insanlık
ahlâkına ait temel değerlerin simgesi olarak takdim etmektedir.
1. "Eyyûb'u
da an. Hani Rabbine: 'Başıma bir belâ geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin'
diye niyaz etmişti."
a)
"Eyyûb'u da (an)." Hz. Eyyûb, insanların Allah'a karşı teslimiyet ve
sabır bakımından anması gereken örnek şahsiyetlerden
"Başıma bir belâ
geldi." Aslında âyetin bu kısmını metne bağlı olarak tercüme edersek şu
şekilde çevirebiliriz: "Bana bir zarar dokundu." Yalvarmanın şekli
çok önemlidir. Eyyûb peygamber, "belâyı ve zararı sen bana dokundurdun,
başıma getirdin" diyerek yalvarmıyor. "Zarar bana dokundu"
diyor. Sanki zarar, canlı bir varlık gibi hareket etmiş, gelip ona dokunmuştur.
Aslında hastalığı meydana getiren mikrop çeşitleri canlıdır. Onlar insana
dokununca, yani insanın çeşitli organları ile temasa geçince hastalık
başlamaktadır. Hz. Eyyûb'un bu ifadesinden hem bu gerçeği hem de Allah'a karşı
olan saygısını çıkartıyoruz.
c)
"Sen, merhametlilerin en merhametlisisin, diye niyaz etti."
"Beni sıhhatime
kavuştur, benden bu belâyı gider" demiyor da, Allah'ın merhametine
sığınıyor. Demek ki Yüce Allah, merhameti gereği insanlara şifâ vermektedir.
Biz bundan şu neticeye varmak istiyoruz: Yüce Allah, hastalıkları meydana
getiren mikrop çeşitlerini bulma, tespit etme ve ardından onu kontrol altına
alıp yok edecek ilacı bulma ilhamını yani tıp ilmini geliştirmeyi insanlara
merhameti gereği vermektedir, lüt-fetmektedir. Bu konudaki ilâhî öğretimdeki
ilham akışını O'nun merhameti gerçekleştirmektedir. Bu konularda ilâhî âlemden
beşeri âleme olan bilgi akışını Allah'ın merhameti sağlamaktadır.
Demek ki, âyetin bu
kısmı hem Allah'a yalvarmanın metodunu hem de tıp ilminin kaynağında ilâhî
merhametin tecellisi olduğunu öğretmektedir. Allah'ın merhameti olmasaydı şifâ
olmayacaktı. Şifâ, ilâhî merhametin gereği olarak gerçekleşmektedir. Mikrop,
tabiatı gereği; şifâ da ilâhî merhamet gereğidir. Mikrobu bulmak, ona göre ilaç
üretmek Allah'ın insanlara verdiği bir "ev ödevi", öğretisi ilâhî
kaynaklı, bulunması da merhametinin gereği olmaktadır. Hz. Eyyûb'un bu
yalvarış şeklinden bunları çıkartıyoruz.
"Biz de onun
duasını kabul etmiş ve başına gelen sıkıntıyı İnsanın, içinden samimiyet dolu
bir yalvarışla dua edince ilâhî âlemi nasıl harekete geçirdiğine de burada
dikkat çekilmektedir. "Kul istemeden Allah vermez" tekerlemesi de
burada geçerlidir. Böylece Yüce Allah muhatap olarak aklı ve tevhîd inancına
sahip olanı almaktadır. Yalvarış şekli de önemlidir. İsyan edercesine
yalvarmanın neticesinde dua kabul edilmezse, suç kulun kendisindedir, Allah'da
değil.
[20]
85. İsmail'i, İdrîs'i
ve Zülkifl'i de (an). Hepsi de sabreden kimselerdendi.
86. Onları rahmetimize
kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi.
1. Yüce
Allah, bu üç peygamberi "sabır" konusunda insanlık için Kur'ân'da
örnek göstermektedir. Bu üç peygamberin müşterek özelliklerinden biri ve önde
geleni sabırdır. Sabrın burada gündeme getirilmesinin bize göre amacı, Hz.
Eyyûb'un sabır örneği olmasından kaynaklanmaktadır. "Sabreden sadece o
değildi; diğer peygamberlerin meziyetleri arasında da sabır vardı" demek
için bunlar da söz konusu edilmektedir.
"Sabır"
geçmiş peygamberlerden bize uzanan ahlâkî erdemlerin başında gelmekte ve kâmil
insanın esaslarından birini teşkil etmektedir. "Sabır", bu
peygamberlerin "sabır" özelliği, darlığa, sıkıntıya, kendilerine
gösterilen olumsuz tepkilere karşı katlanıp onların çözümü için olanca
güçlerini sarf etmeleri anlamına gelmektedir.
Bu âyette geçen
"İdrîs" ismi Meryem 56'da geçmiş, "özü, sözü doğru ve nebî olan
biri" olarak takdim edilmişti. Bu âyette geçen "Zülkifl"
isminin, "sorumlu olan, ant ile bağlanan, bir şeyden veya kişiden sorumlu
olmak" anlamına gelen keffeleden geldiği ifade edilmektedir (Muhammed
Esed, age, Enbiyâ sûresi 81. dipnot). Râzî, tefsirinde bu kelimenin,
"nasip, pay, hisse, mükafat hissesi veya sevap payı" anlamlarına
gelen kiflden geldiğini söylemektedir. Bu ismin bir peygamber ismi olup
olmadığı tartışmasını kayda değer bulmuyor ve onun bir peygamber olduğuna
inandığımızı söylüyoruz.
2. Bu üç
peygamberin ikinci özelliklen, Allah'ın rahmetine, yani merhametine kabul
edilmiş olmalarıdır. Sabırlı olmaları nedeniyle Yüce Allah onları rahmeti ile
kuşatmıştı. Yüce Allah'ın mesajlarım insanlara ulaştırmak, gördükleri her türlü
menfi tepkiye karşı göğüs germek konusunda gösterdikleri "sabır",
onlara ilâhî rahmeti, yani merhameti getirmiş oldu.
Diğer taraftan onların
iyi kimselerden olduğu da gündeme getirilmektedir. Yüce Allah, Kur'ân'da
bunların anılmasını niçin istemektedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için
Nisa 69'a gitmemizgerekiyor: "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte
onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler sıddîklar,
şahitler ve iyi kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır." İşte
insanlığa ve özellikle müminlere, tarihteki Örnek alacakları arkadaşlarını
öğretmek için bu isimler gündeme getirilmektedir.
[21]
87. Zü'n-Nûn'u da
(an). O, öfkeli bir halde geçip gitmisti; Bizim kendisini asla
sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni
tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum" diye yalvardı.
88. Bunun üzerine onun
da duasını kabul ettik. Ve onu kederden kurtardık. İşte Biz müminleri böyle
kurtarırız.
Zü'n-Nûn, yani
Yûnus'un burada çok kısa anlatılan olgusunun bi kısmından çıkaracağımız
neticeler olacaktır.
1.
"Zü'n-Nûn'u da (an)."
Balığın karnında kalan
anlamına gelen Zü'n-Nûn, Hz. Yûnus'u diğer adıdır, ondan kinayedir. Sâifât
139'da' "Şüphesi Yûnus da peygamberlerimizden biri idi" ifadesinde
yer alan Yûnus, rumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ 87'de Zü'n-Nûn olarak geçmekt
dir. Kalem 48'de de; Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi gibi olma.
Hani o der dertli Rabbine yalvarmıştı." Hz. Yûnus, "balık
sahibi" unva ile anılmaktadır. Ayrıca Yûnus sûresinin 98. âyetinde de
"Yûnus" isi ile yer almıştır.
Demek ki Hz. Yûnus,
Yûnus 98'de "Yûnus"; Enbiyâ 87'de "Zü' Nûn"; Sâffât 139'da
"Yûnus"; Kalem 48'de de "Balık sahibi" isimleri:
anılmaktadır. Geleceğin nesilleri için hayatından çıkarılacak, öz ar faydalı
olgular olduğu için Kur'ân'da anılması, anlatılması istenmektedir.
2. "O,
öfkeli bir halde geçip gitmişti."
Bir peygamber olan Hz.
Yûnus, neye öfkelendi de geçip gitti? Sorunun cevabını yorumunu yapmakta
olduğumuz Enbiyâ 87'de bulamayız. Sâffât 140 ve Kalem 48. âyetlerde cevabı
aramaya çalışacağız.
Sâffât 140'da geçen
ebeka fiili, "kölenin efendisinden kaçmasını" ifade etmektedir.
Âyetin anlamını Muhammed Esed şöyle veriyor: "Kaçak bir köle gibi, yüklü
bir gemiye (binip) kaçmıştı" (Sâffât 37/140); "Sen Rabbinin hükmünü
sabırla bekle. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani O, dertli dertli Rabbine
yalvarmıştı" (Kalem 68/48).
Öyle anlaşılıyor ki,
Yüce Allah Hz. Yûnus'a peygamberlik görevini yüklemiş, bu görevi yerine getirirken,
toplumundan ağır olumsuz tepki görmüş ve onların tevhîd inancını kabul edip
doğru yola geleceklerinden ümidini kesip sabırsızlık göstererek ülkesini terk
etmişti. Toplumuna kızmış, kızgınlığı sabırsızlığına sebep olmuş, sabırsızlığı
da ülkesini terk etmekle sonuçlanmıştı. Onun içindir ki Kalem 48'de "Yûnus
gibi sabırsız olma" hükmünü Yüce Allah, Peygamberimize hatırlatmıştır.
Halkı, toplumu,
"yaptığı tebliği kabul etmedi" diye öfkelenmenin bir din adamına
yakışmayacağı, gelecek nesillerin eğitimcileri olan din adamlarına, Hz. Yûnus
örneği ile anlatılmaktadır. Din âlimi ve görevlileri umutlarım asla
kesemezler, öfkelenemezler ve halkını bırakıp gidemezler. Ta ki halkın tepkisi
öldürme sınırına varmış olmasın. Hz. Peygamber de Mekke'yi terk etti ama hayat
tehlikesi vardı ve mesajını başka bir yerde daha rahat tebliğ etme imkanı da
vardı. Terk edişi tekrar geri dönüp halkını İslâm'a davet için yeni bir hamle
yapma amacını güdüyordu. Çünkü ona Yüce Allah, Hz. Yûnus gibi sabırsız
olmamasını ve kızmamasını emretmişti. Böylece Yüce Allah Kalem 48'de ne
yapacağını, nasıl davranacağını, nasıl davranmaması gerektiği ile
anlatmaktadır. Sabırlı ve öfkesiz davranmak gerekiyor. Kısaca diyebiliriz ki,
Eyyûb, İsmail, İlyâs ve Zülkifl gibi peygamberlerin sabırlı olmalarını andıktan
sonra Yûnus'un anılması da buna işaret etmektedir.
3.
"Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti."
Âyetin bu kısmında yer
alan "zannetmişti" fiili, Hz. Yûnus'un "hakikatten, doğrudan,
gerçekten bir pay" olmayan zanna göre hareket etmesinin de yanlışlığını
öğretmektedir. Hz. Yûnus'un, zannın peşine koşması sebebiyle neticeler,
zannettiği gibi olmamıştır.
Âyetin bu kısmında
geçen jjÜ nakdira kelimesi, kök itibariyle "daraltmak, sıkıştırmak"
anlamlarına gelmektedir. Bu kelime "güç" anlamına gelen kadirin de
türediği bir kelime olduğundan Muhammed Esed haklı olarak ilgili kelimeye
"gücünü ulaştırmak" manasını vermiş ve âyeti "gücümüzün
kendisine ulaşamayacağını zannederek" şeklinde tercüme etmiştir. Bu
tercümenin âyetin anlamına zenginlik kazandırdığını söylememizde yarar vardır.
Yüce Allah'ın gücünün
ona asla ulaşamayacağını zannetmesini iki şekilde yorumlamak mümkündür:
"Gücün
ulaşması" bir anlamda, işlerini yoluna koymak, sabrede-mediği şeylerin
oluşumunu temin etmek anlamına alınabilir. O zaman Yûnus 98'i gündeme
getirerek, Yûnus'un toplumunun daha sonra iman etmiş olması ile açıklamamızın
doğru olduğunu ispat ederiz.
Diğer taraftan
"gücün ulaşması" toplumunun imana gelmemesi ile düştüğü sıkıntıdan
daha fazla sıkıntıya düşmesi manasına da alınabilir.
Hangi mana ve yorum
alınırsa alınsın, bizim için önemli olan şudur: Hz. Yûnus'un, eğer Allah'ın
kudretinin kendisine ulaşabileceğine dair kesin inanç bilgisi olup ona
dayansaydı, zannın peşine koşmayacaktı, sabırsızlık gösterip öfkelenmeyecekti
ve halkını terk etmeyecekti. Bilgi ve imanda hafif bir kopukluğun, insanı nasıl
zannın kollarına düşürdüğü, doğrudan bir paya sahip olmayan zannın da insan
psikolojini nasıl tahrip ederek sabırsızlığa ve öfkeye sevk ettiğini bundan anlıyoruz.
Böylesine bir
"zannın" ardından Hz. Yûnus ne yaptı? Sorunun cevabını yorumunu
yapmakta olduğumuz Enbiyâ 87'de bulamayız. Cevabı şu âyetlerde bulmamız
mümkündür: "Hani, o dolu bir gemiye binip kaçmıştı" (Sâffât 37/140).
Toplumun olumsuz tepkisine dayanamayınca, sabırsızlık gösterdi ve Öfke ile
ülkesini terk etti. Peki
ardından neler oldu?
"Gemide olanlarla karşılıklı kur'a çektiler ve kaybedenlerden oldu"
(Sâffât 37/141). Fazla yükten dolayı bindiği gemi batmak üzereydi. Gemiyi kimin
terk edeceğini tespit etmek için çekilen kur'anın neticesinde Hz. Yûnus gemiden
atlamak zorunda kaldı. Denize atlayınca büyük bir balık onu yuttu. "Yûnus
kendini kınayıp dururken, onu bir balık yuttu" (Sâffât 37/142).
"Senden başka
hiçbir tanrı yoktur.1 Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum, diye
yalvardı."
Yüce Allah bu durumu
Sâffât sûresinde şöyle anlatmaktadır: "Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı
tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı" (Sâffât
37/143-144). Peki Hz. Yûnus teşbihini nasıl yaptı? Yorumunu yapmakta olduğumuz
Enbiyâ 87'de sorunun cevabını buluyoruz:
a)
"Senden başka hiçbir tanrı yoktur." Öncelikle tevhîd inancına sahip
olduğunu ifade etti.
b) "Seni
tenzih ederim." Tenzih etmek, Yüce Allah'ın noksan sıfatlardan uzak
olduğunu söylemektir.
c)
"Gerçekten ben zâlimlerden oldum" diyerek de suçunu hem Hz. Âdem nem
de Hz. Mûsâ gibi itiraf etti.
d)
"Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı" (Sâffât 37/143).
Yukarıda bahsedilen
yalvarmaların tümü bu âyette teşbih olarak adlandırılmaktadır. Aslında tevhîd
inancını söylemesi ile sübhâneke demesi teşbihi ifade etmektedir.
Hz. Yûnus, bu yalvarıp
yakarmasını nerede yaptı? Enbiyâ 87'de bunu "nihayet karanlıklar içinde
yalvardı" ifadesi gereği balığın karnında yapmıştı. Demek ki o, balığın
karnında canlılığını muhafaza ediyordu, oradaki karanlıkların içinde olduğunu
biliyordu ve yalvaracak kadar da şuuru yerinde idi.
5.
"Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte
biz, müminleri böyle kurtarırız."
Yüce Allah, Hz.
Yûnus'un durumunu değerlendirirken "keder" anlamına gelen iiİi
el-ğamm kelimesine yer vermektedir. Biraz daha açarsak ğamm kelimesine
"bunalım ve sıkıntı" dememiz de mümkün olacaktır.
Onun yalvarışı,
Allah'ın ona icabet etmesine sebep olmuştur. Onu kurtarmasaydı nelerin
olacağına da Yüce Allah açılım getirmektedir.
a)
"Tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı" '(Sâffât
37/144).
b)
"Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka kınanacak bir
halde ıssız bir diyara atılacaktı" (Kalem 68/49).
Şimdi neticeyi
çıkartabilmek için şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah Hz.Yûnus'un olgusunu bize
niçin anlatıyor? İşte bu sorunun cevabı, olguyu günümüze ve geleceğe
taşıyacaktır.
1. "İşte
biz müminleri böyle kurtarırız" (Enbiyâ 21/88). Yorumunu yapmakta
olduğumuz Enbiyâ 88'de Yüce Allah, olguyu neden anlattığını cevaplandırmakta,
inanan insanları, düştükleri kederden, sıkıntıdan ve bunalımdan kurtaracağına
dair fermanını Hz. Yûnus olgusu ile açıklamaktadır. Aslında bu şu demektir:
"İman kurtuluşa eşittir. İnkâr karanlığından kurtulmanın yolu imandan
geçmektedir. Keder içinde, bunalımda ve sıkıntıda olan toplumların çıkış ve
kurtuluş yolu imandır."
2.
Âyette yer alan balık ve deniz,
sabırsızlığın, öfkenin ve zannm meydana getirdiği karanlıklardır; bir bakıma
nefsin ve bilgisizliğin karanlığını temsil etmektedirler. Bunlar, aklına göre
değil de zannma göre hareket edenin, içine girdiği karanlıktır. Böylece Yüce
Allah sabırsızlığı ve öfkeyi terk etmenin eğitimini yapmaktadır.
3. Diğer
taraftan hatasını anlayıp suçunu itiraf ederek tövbe etmenin önemi de burada
anlatılmaktadır. Karanlıklar içinde kalan insan, hatasını anlayıp teşbih ve
tövbe ederse, kurtuluş kapısını aralamaktadır. Onun teşbihi ve tövbesi Allah'ın
yardımını, merhametini, rahmetini ve lütfunu harekete geçirecektir.
4. Toplumun
değişimi için beklenti içinde olmak gerekiyor. İnsanlarda inanç ve davranış
değişikliğini oluşturmak veya onların kendilerinin oluşturması uzun zaman
alabilir. Bunun için eğitimciler hem beklenti içinde olacak hem de
sabredeceklerdir.
Sosyal değişim çok zor
ve çok zaman aldığından hem toplumu yönetenler hem de eğitimciler sabırlı
olmak zorundadırlar. Hele işledikleri yanlışlar ve yaptıkları zulüm nedeniyle
batmak üzere olan bir toplumun geri dönüşü, bulunduğu ölüm döşeğinden kalkıp
geri dönmesi daha da zordur.
İşte Hz. Yûnus'un
toplumu bir istisnayı teşkil etmektedir:
"Yûnus'un kavmi
müstesna, (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) herhangi bir ülke halkı, keşke
(kendilerine azap gelmeden) iman etse de bu imanları kendilerine fayda
verseydi. Yûnus'un kavmi iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvalık
azabını kaldırdık ve onları belli bir süre faydalandırdık" (Yûnus 10/98).
Demek ki, Hz. Yûnus,
biraz daha sabretseydi, ilâhî takdiri bekle-seydi, toplum iman edecekti ve bu
konuda gerekli olan değişimi göstermiş olacaktı.
Kısaca Yüce Allah, Hz.
Yûnus'un olgusu ile nesillere, siyâsî, dînî ahlâkî ve eğitim bakımından
değişimde sabrın ve beklentinin önemini anlatmaktadır, diyebiliriz.
[22]
89. Zekeriyyâ'yı da
(an). Hani o, Rabbine şöyle yalvarmıştı: "Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen
vârislerin en hayırlısısın."
90. Biz de duasını
kabul ettik ve ona Yahya 'yi bahşettik.
Eşini de kendisi için
elverişli hâle getirdik. Gerçekten bütün peygamberler hayır işlerinde
koşuşurlar; umarak
ve korkarak bize
yalvarırlardı. Onlar bize gönülden saygı duyuyorlardı.
Daha önce Zekeriyyâ
peygamberlerin konusu Al-i Imrân ve Meryem sûrelerinde ele alınmıştı.
Peygamberler sûresi anlamına gelen Enbiyâ sûresinde, diğer peygamberlerin
yanında onun da anılması istenmiş ve eğitici yönüne dikkat çekilmiştir.
1.
"Zekeriyyâ'yı da (an)."
Bahsi geçen her
peygamberin olgusundan mutlaka, yaşayan ve yaşanacak zaman için dersler
çıkartılmalıdır.
2.
"Hani o, Rabbine şöyle yalvarmıştı: Rabbim! Beni yâlnız bırakma! Sen
vârislerin en hayırlısısın."
a) Zekeriyyâ
peygamber "beni yalnız bırakma" derken neyi kasdetmiştir? Sorunun
cevabı şu âyetlerdedir: "Orada Zekeriyyâ Rabbine dua etti: 'Rabbim! Bana
tarafından hayırlı bir nesil bağışla' dedi" (Âl-i İmrân 3/38). Bu âyette,
temiz bir nesil istemektedir. Yalnız bırakmaktan kasıt, kendisinden sonra kendi
kültür mirasını yüklenip götürecek çocuk istemekti: "Rabbim dedi. Benden
kemiklerim zayıfladı, saçım başım a-ğardı. Ve ben, Rabbim, sana dua sayesinde
hiç bedbaht olmadım. Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan
yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir oğul
(velî) ver" (Meryem 19/4-5). Demek ki, "beni yalnız bırakma"
derken, oğul ve nesil istiyordu.
Bu duanın yapıldığı
an, kendisi ve hanımı çok yaşlı idi. Çocuk yapmaktan düşmüşlerdi.
b) "Sen
vârislerin en hayır! ısısın" derken iki şeyi kastetmiş olacağını Râzî
açıklamaktadır:
i. İşlerin
sonunun Allah'a varıp dayandığını bildiği için, bu işi çözsün diye söz konusu
ifadeyi Allah'a bir övgü üslubu olarak kullanmıştır.
ii.
"Eğer bana vâris olacak birisini vermezsen, ben buna aldırmam. Çünkü sen
en hayırlı vârissin" demek istemiştir (Râzî, age, XVI, 222).
Al-i İmrân 38'deki
duasının sonunda: "Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin" dedi.
Enbiyâ 89'daki ifade ile Âl-i İmrân 38'deki bu ifade arasında bir paralellik
vardır.
3. "Biz
de duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı bahşettik."
Yüce Allah'ın ona
duasını kabul ettiğine dair işaretleri ne olmuştur? Sorunun cevabı ÂI-i İmrân
39'dadır:
"Zekeriyyâ Mabed'de
durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: Allah, sana, kendisi
tarafından gelen bir kelimeyi tasdik edici, efendi, iffetli ve iyilerden bir
peygamber olarak Yahya'yı müjdeliyor."
İşte Yüce Allah,
melekleri göndererek ona müjdeyi vermek suretiyle duasını kabul ettiğini
bildirmişti. Duasının kabulü, Hz. Yahya'nın doğumu ile son bulmuş ve kesin
neticeye ulaşmıştır.
4.
"Eşini de kendisi için elverişli hâle getirdik."
Elverişli hale
getirmesi, çocuk doğuracak duruma getirmesi demektir. Çocuk doğurmak için gerekli
olan yumurta üretimine başlaması demektir. Aslında çok yaşlı bir kadının çocuk
doğuracak duruma gelmesi ve bunu bize bu âyetlerle anlatması, insanlığa bu
konuda bir ödev vermektedir. Biyolojik olarak yaşlanmış olan bir kadının çocuk
yapar hale gelmesi, bir mucizeden bilime dönüşümün ödevini insanlığa vermesi
anlamına gelmektedir.
Bu kadar yaşlı
çiftlerin çocuklarının nasıl olacağını da Zekeriyyâ peygamber hayretler
içerisinde sormuş (Âl-i İmrân 3/40; Meryem 19/8), o kadar ki Yüce Allah'tan bir
âyet, bir işaret göstermesini dahi istemişti (Âl-i İmrân 3/41; Meryem
19/10). :
5. "Gerçekten
bütün peygamberler, hayır işlerinde koşuşurlar; umarak ve korkarak bize
yalvarırlardı. Onlar bize gönülden saygı duyuyorlardı."
Yüce Allah, peygamberlerin
ortaklaşa özelliklerini anlatırken,
peygamber ahlâkını da bize tanıtıp öğretmektedir.
a)
Peygamberler hayır işlerinde koşuşurlardı. Değil hayır yapmak, hayır yapmaya
koşuşmak bile peygamber ahlâkı olduğundan, böyle davranmak, kaliteli müminlerin
de ahlâkı olmalıdır. Hayra olan koşuşma, Âl-i İmrân 133'te olduğu gibi cennete
ve Allah'ın affına koşmaktır.
b)
Umarak ve korkarak Allah'a yalvarmak da
onların Allah ile 0-lan ilişkilerinde yer almaktadır. Korku ve ümit arasında
bir denge kurmak, peygamberlerin uygulaması olduğuna göre, müminlerin de uygulamalarında
ve dualarında bunlar yer almalıdır. Secde 16'da peygamberlerin duasmdaki bu
psikolojik denge müminlere aktarılmaktadır. "Korkuyla ve umutla
Rabblerine yalvarmak üzere
vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan
Allah yolunda harcarlar."
Yüce Allah,
peygamberlerin bu özelliğini bize aktarırken, din eğitiminde duygu eğitiminin
önemini ve bu duygu eğitiminin amacının denge olduğunu öğretmektedir. Korku ve
ümit arasında dengeyi kurmak, eğitimin, özellikle din eğitiminin en zor
uğraşılarının başında geliyor. Korku ve ümit dengesi akıl, iman ve bilgi
arasında kurulacak olan den-
geye bağlıdır;
yaşaması da beyin, gönül ve nefis arasındaki denge sayesinde olacaktır.
c)
"Bize gönülden saygı duyuyorlardı."
Korku ve ümit
arasındaki denge, gönülde huşu denen saygıyı doğuracaktır. Huşu, kök salan,
kopması, sökülmesi mümkün olmayan saygıdır ve riyakarlığı, yalakalığı söküp
atan, tam anlamı ile olan saygıdır.
İffetini koruyan
Meryem'e ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu âlemlere ibret kılmıştık.
Yüce Allah, Enbiyâ
sûresinde geçen peygamberlerden sonra Hz. Meryem'in de anılmasını istemektedir.
Onun içindir ki Hz. Meryem'i ve oğlunu beraber gündeme getirmektedir.
[23]
1.
"İffetini koruyan."
Bizim
"iffet" dediğimiz kelime âyette yi fere olarak geçmektedir. Fere ise,
ilk bakışta "cinsel organı" ifade etmektedir. Bu kelimenin manası
hakkında Kurtubî "gömleğin açık yakası" açıklaması yapmaktadır. Yani
Hz. Meryem'in elbisesine şüphe bulaşmamıştır. Gömleğin fercleri, yani açık
yerleri dörttür: Kollar, yaka kısmı ve aşağısı (Kurtubî, age, XI, 565).
Kurtubî'nin bu
anlatımından hareket ederek diyebiliriz ki, kadının tüm vücudu iffet kavramının
kapsamına girmektedir.
Âyetin bu kısmında
geçen ciü-i ehsanet kelimesi, "koruma altına almak, muhafaza etmek"
demektir. Hasune kalıbı, "kadın iffetli olmak, evlenmek" demektir.
Hassan e kalıbı da, "bir yeri kuvvetlendirmek, sarp kılmak, kadını
haramdan korumak, hastalıktan iyileşmek, bağışıklık kazandırmak"
demektir. Hısn da "kale" anlamına gelmektedir. Bütün manaları bir
araya getirip yorumunu yapmakta olduğumuz Hz. Meryem'le ilgili Enbiyâ 91'e getirirsek
bu kelime, "kale gibi iffetini korumak" anlamını ifade etmektedir
diyebiliriz.
Aslında ehsanet
kelimesi ile fere kelimesinin bir araya gelmesinden bir tenkit, bir ileri
ifade buluyoruz. Babasız çocuğu dünyaya getirmesi nedeniyle büyük iftiralara
ve saldırılara uğradığı için Hz. Meryem'in tüm insanlığa, özelde dünya
kadınlığına örnek verilmesi istenmektedir. "İffetini koruyan"
ifadesine dikkat edilirse, namus duygusunu hareket ettiren, Hz. Meryem'in
kendisi olmakta, iffetin içinde hareket edip eylem halinde bulunmaktadır.
"İffetini korumak ne anlama gelmektedir?" sorusunun cevabını şu
âyetlerle verebiliriz:
"Derken, biz ona
ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem
dedi ki: 'Senden, çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan sakınan
bir kimse isen1. Melek: 'Ben, yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam
için Rabbinin bir elçisiyim' dedi. Meryem: 'Bana bir insan eli değmediği,
iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?' dedi" (Meryem
19/17-20).
Burada anlatılmak
istenen şey tek kelimeyle, "beşer eli değmeme-si" anlamına
gelmektedir. Bu manayı da bizzat Hz. Meryem'in kendisi vermektedir.
2. "O'
na ruhumuzdan üfledik."
Buradaki "ruh
üfleme" olayını şöyle yorumİayabiliriz: Yorumunu yapmakta olduğumuz Enbiyâ
91 'de Hz. Meryem'e ait fîhâ'daki zamir dişi zamiridir. Ama Tahrîm 12'de ise
erkek zamiri yer almaktadır.
Demek ki Enbiyâ 91'de
Hz. Meryem dişi, Tahrîm 12'de de erkek olarak kabul edilmektedir. Bundan şunu
çıkartabiliriz: Hz. Meryem'in cinsellikle ilgili iç organlarında hem yumurta
hem de sperm üreten sistem vardı. Cebrail üflemesi ile hem yumurta hem de
sperm harekete geçip buluştular, döllenip Hz. isa'nın yaratılmasını
sağladılar. Bu durum bitkiler âleminde ceviz ve fındıkta; hayvanlar âleminde de
solucanlarda vardır. Daha önce bunu anlattığımızdan burada kısa bir açılama ile
yetiniyoruz.
Bize göre Hz.
Meryem'in cinsel organındaki iç sistem bir mucizedir.
Aslında "Hz. Adem
yaratıldığında şekillenmiş çamura da üflenip canlanmıştı" (Sâd 38/72).
Onun içidir ki Âl-i İmrân 59'da Hz. Adem ile Hz. İsa'nın yaratılışının, benzer
yaratılışlar olduğu ifade edilmektedir. Üflemenin Hz. Meryem ile Hz. Adem'in
balçığına yaptığı etki, belki farklı olabilir ama, neticesi aynı olmaktadır.
3. "Onu
ve oğlunu âlemlere ibret kıldık."
Ayette geçen
âlemlerden kasıt, "insanlar"dır. Yüce Allah, Hz. Meryem'i ve oğlu Hz.
isa'yı, kendilerinden sonra gelecek tüm insanlara, nesillere kıyamete kadar bir
işaret, bir ders, bir kanun olarak bırakmıştır. Aslında işaret anlamında âyet,
"algılanabilen, elle tutulup gözlenebilen, bir şeyden hareket edip
görülemeyen, elle tutulup gözlenemeyen, madde ötesi bir şeye vardıran"a
denmektedir. Hz. Meryem ile oğlu Hz. îsâ da insanlık için madde ötesi, aslında
gözle görülemeyen, elle tutulamayan ama zihnen bilinene götürmeleri bakımından
birer âyet, işaret delil ve simge olmaktadırlar. Onlar vasıtasıyla Yüce Allah
insanlığa ne anlatmaktadır?
a) Erkeksiz
dünya olmaz deyip, kadınları ezen, onlara zulmeden, onları horlayan, onlara
değer vermeyen, itip-kakan erkeklere Yüce Allah "Ben dilersem erkeksiz bir
çocuk dünyaya getiririm ve sizin bu yaptıklarınızı, gururunuzu ortadan
kaldırırım" demek istemektedir.
b) Kadın
haklarının devrimi Hz. Meryem ile başlamıştır. Kadının peygamber annesi olduğu
insanlara hatırlatılmaktadır.
c) Yüce
Allah, sonsuz kudreti ile her şeyi yapabileceğini öğretmekte, bu yaratılışın,
Hz. Adem'in yaratılışını açıklayan bir ders niteliğini taşıdığım
göstermektedir.
d) Bu doğum,
gelecekte tıbbî araştırmalara yön vermek, konu sunmak ve ödev vermek bakımından
Önemli bir mesaj taşımaktadır.
e) Bu doğum,
Hıristi yani arı hatta Yahudileri bu ortak olgu yoluyla İslâm'a davet etme
bakımından da bir delil özelliğindedir. Kur'ân'm, Hz. Meryem'in namuslu bir
kadın olduğunu ispatlaması, onu ve oğlunu insanlık için bir mesaj, bir simge,
bir ders ve bir işaret denen âyet olarak kabul etmesi buna yol açmaktadır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Enbiyâ 48'den başlayıp 91. âyetin sonuna kadar ele alınan
peygamberlerle ilgili olgular, insanlığa manevi değerler konusunda çok önemli
dersler vermekte, insanın özellikleri ve bu Özellikleri işlemenin metotları
gösterilmektedir. Bunların neler olduğu, sûrenin sonunda çıkaracağımız
ilkelerde ifade edilecektir.
[24]
92. İşte, sizin bu dininiz, tek bir dindir ve Ben de Rabbinizim, artık
bana kulluk edin.
93. Ama, insanlar din
konusunda aralarında bölündüler, hepsi Bize döneceklerdir.
Hz. Nuh'tan başlayarak
Hz. îsâ'ya kadar bir çok peygamberin olgusunu anlatırken mesaj olarak ilâhî
dinlerin ortak değerinin tevhîd i-nancı olduğu özellikle vurgulanmıştır. İşte
Enbiyâ 48'den 91'e kadar anlatılan peygamberlerin olgusu, inanç ve dindeki
birlik ve bu birliğin toplum hayatına yansımasıdır.
1.
"İşte, sizin bu dininiz tek bir dindir."
Zemahşerî, âyetin bu
kısmında geçen "û ümmet kelimesini "millet, İslâm" olarak
manalandırmıştır (Zemahşerî, age, II, 583). Millet kelimesi, burada sosyolojik
manada kullanılmış olabilir. O zaman da "İslam Bir önceki âyette din,
tevhîd inancı ve sadece Allah'a kulluk konulan geçtiğine göre, buradaki emr
kelimesi, "dînî konular, din işleri, Allah'ın emirleri" manasına
alınmalıdır.
Tek din, tek inanç,
tek Allah ve tek Allah'a kulluk, bu parçalanmada, meydana getirmesi gereken
toplumsal birlik beraberliği de parçalamaktadır. Parçalanan toplumda oluşan
gruplar kendi fikir, inanç ve davranışları ile sevinip böbürlenmektedirler
(Mü'minûn 23/53). Bu şekilde dinlerini parçalayanlara, yorumunu yapmakta
olduğumuz Enbiyâ 93'te Yüce Allah, "onların, Kendisine döneceklerini, yani
O'nun huzurunda bu parçalanmalarının hesabını vereceklerini bildirmekte ve uyarıda
bulunmaktadır. Ayrıca:"İnananlarının bütünlüğünü bozarak gruplara,
fırkalara ayrılanlara gelince, onlar için yapabileceğin hiçbir şey yoktur. Unutma,
onların işi Allah'a kalmıştır. Ve zamanı gelince Allah onlara vaktiyle
yaptıklarını gösterecektir" (En'âm 6/159).
Burada şu soruyu
sormamız gerekiyor: Aynı ilâhî mesajı, kitabı, vahyi almalarına rağmen bir
dinin mensupları neden ihtilaf eder de tefrikaya düşerler? Bu sorunun cevabını
Bakara 213 ile verebiliriz: "Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık
deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde ayrılığa
düştüler." Demek ki, sözde ilim adamları ve din adamları, aralarındaki kıskançlık
yüzünden dinde ihtilaf etmişlerdir. Sebep kıskançlık, netice de bölünme
olmuştur.
Yüce Allah bu konulan
Kur'ân ile bize niçin anlatıyor? Din âlimlerinin, din konusunda sebep
oldukları, kapanması imkânsız ihtilafların ve bölünmelerin ilâhî âleme çıktığını
ve orada bir rahatsızlık meydana getirdiğini bize anlatmak, onun kötülüğüne
dikkat çekmek, onların durumuna düşmemek için din eğitimini tevhîd inancı ve
doğru bilgi üzerine oturtmak için uyarıda bulunmaktadır. Din eğitimin, din
âlimlerinin ö-nünde, şirkten sonra dev gibi duran sorun bu konudur. İlâhî
vahyi, yani Kur'ân'ı bilmeyen, Kur'ân bilgisine sahip olmayan sözde din
âlimlerinin verdiği fetvalar insanları bölmektedir. Herkes kendi etrafında bir
grup oluşturmuş, kendi anlayışlarına göre bir din anlayışı oluşturmuş ve bu
oluşturdukları ortamda insanları şartlandırarak sevinip durmaktadırlar.
Kendilerini doğru
yolda, kendi çevrelerinde olmayanları yanlış yolda görmektedirler.
[25]
94. inanmış olarak iyi
amel yapanların çalışması inkâr edilmeyecektir. Biz, onu yazmaktayız.
95.Helak ettiğimiz
ülke halkının Bize dönmemesi kansızdır.
Nihayet Ye'cûc ve
Me'cûc açıldığı ve onlar her te~peden akın ettiği zaman.
97. Verilen gerçek söz
yaklaştığında inkâr edenlerin gözleri donakalır! "Yazıklar olsun bize!
Gerçekten biz, bu durumdan habersizmişiz, hatta biz zâlim kimselermisiz"
derler.
Yüce Allah, Kur'ân'da
hem kâfirlerin hem de müminlerin yaptıklarının kayıt altına alındığını, zerre
kadar bir amelin bile kişinin karşısına
konacağını
vurgulamaktadır. Bu açıklamaların, mümin için teşvik, kâfir için de caydırıcı
olması hedeflenmektedir.
"İnanmış olarak
iyi amel yapanların çalışması inkâr edilmeyecektir. Biz, onu yazmaktayız."
Bu âyeti, bir önceki
tefrika ile ilgili âyetle ilişkilendirerek açıklamak gerekiyor. Kendi
aralarında işlerini parçalayanların mahşerde Allah'ın huzurunda hesapları
görülecektir. Bununla beraber imanını koruyanların iyi amelleri
kaydedildiğinden dolayı hiç kayba uğramayacaklardır. Başka bir açıdan
bakarsak, insanların tefrikalarını önlemek için gayret gösterenlerin bu
çabalarının boşa gitmeyeceğine de burada işaret edilmektedir. Çünkü tefrika,
önlenmesi gereken bir durumdur. Özellikle bu ihtilaf din alanında oluyorsa
mümin insanlar bunu önleme gayretini göstermelidirler.
Bu âyet, bir önceki
âyete bağlı olarak açıklanacağı gibi, genel manada da ele alınabilir.
a)
"Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması
kendisine gösterilecek ve sonra ona karşılığı tas tamam verilecektir"
(Necm 53/39-41).
b) "Kim
de âhireti diler ve bir mümin olarak uğraşır, bir çaba harcarsa, işte bunların
çalışmaları makbuldür" (îsrâ 17/19).
c)
"Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu
görür" (Zilzâî 99/7).
d)
"Şunu
iyi bilin ki, üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar
vardır. Onlar yapmakta olduklarını bilirler" (înfıtâr 82/10-12).
Bütün bu âyetler, en
küçük amelden en büyük amele kadar her şeyin kaydedildiğini anlatmaktadırlar.
Mümin insan, şuna inanmalıdır: İnandığı için bütün amelleri, gayretleri,
çabalan olumlu manada kayıt altına alınmaktadır. Onun için en küçük ameli bile
küçümsememelidir.
Önemli olan, yerinde
ve zamanında, kendisine ve insanlığa faydalı olarak gerçekleştirmiş olsun.
2.
"Helak ettiğimiz ülke halkının Bize dönmemesi imkânsızdır."
Aslında iman edenlerin
amelleri kaydediliyor; aynı zamanda helak olacak kadar kötü işler yapanların da
amelleri kaydedilmektedir. Kötü iş yapanlara, kaçmalarının imkânsız olduğu,
Allah'a dönüp hesap verecekleri bu âyette söylenmektedir.
Âyete şu şekilde mana
verirsek, başka bir yorum getirmek zorundayız: "Helak ettiğimiz bir belde
için artık (yeniden mamur olmak) imkansızdır; çünkü onlar geri
dönemeyecekler." Bu manadan şu neticeyi çıkartıyoruz: Helak olan toplumlar
bir daha geri dönüp eski şaşaalı günlerini yaşayamazlar. Bir daha insanlık
medeniyetine katılma fırsatını yakalayamazlar. Çünkü insanlığın sosyal hayatı,
toplumların yaşamı, geri dönüşü olmayan bir kimya formülü gibidir. Helak
olmadan önce ıslahat yapılabilir ve bu ıslahatla toplumun ömrü uzayabilir.
Yûnus sûresinin 98. âyetinde Yûnus toplumunun hayatında olan değişim gibi.
Bu açıklama bizi
nereye götürür? Bu açıklama bizi "helak olan toplumları geri getirmek
üzere yapılacak çalışmaların sonuçsuz kalacağı ilkesi"ne götürür. Mesela:
Bir daha Roma İmparatorluğunu, Pers krallığını, Osmanlı devletini geri
getirmek mümkün değildir.
3.
"Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği
zaman."
Bu âyet, bir sonraki,
yani 97. âyete göre yorumlanırsa, kıyametin kopmasından önce olacakların birini
gündeme getirmektedir diyebiliriz. Ama bir önceki, yani 95. âyete göre
manalandırırsak, bir toplumun helak olmasından önce nelerin olacağına işaret
etmektedir deme imkanımız vardır. Ama biz bir önceki âyete göre yorum yaptıktan
sonra, bir sonraki âyetle ilgisini kuracağız.
Her devletin ve o
devleti meydana getiren milletin, siyâsî, toplumsal ve kültürel, hatta bütün
bunları kucaklayan dînî anlayışları ve değerleri vardır. Bu değerler onu
farklı millet yapar ve ona farklı ve bağımsız bir devlet kurmasını öğütler.
Farklı milletler, farklı dünya görüşünü,
farklı inanç ve kültürel
değerleri temsil eder ve onların kurduğu devletlerin içi de onlarla dolar ve
onlarla örülmüş olurlar.
Bu kültürel, siyâsî ve
dînî değerler aynı zamanda, o toplumun, devletin hatta milletin, koruyucusu,
etrafını saran surlarıdır. Bu manevi surlar, Ye'cûc ve Me'cûc denen, siyâsî,
kültürel ve dînî değerleri zehirleyen, karmaşaya salan, çürüten ve hasta edip
yatağa düşüren, devletin gardım dağıtan mikroplardan korur. Devletlerin
içindeki halkın yaşamı, bu değerlerle örtüşerek, onları yaşatarak devam ederse,
Ye'cûc ve Me'cûc denen tahrip edici kültürel mikroplar içeri giremezler. Ama o
toplumun değerlerinin bağışıklık sistemi zayıflayıp milletin gardı
düş-meyedursun, Ye'cûc ve Me'cûc her taraftan saldırıp o milleti yok edecek,
onu kargaşaya salacaktır. Bu da o devletin ve o milletin helaki olacaktır.
Günümüzde Ye'cûc ve Me'cûc çok farklı boyutlar kazanmıştır. Artık devletlerin
kültürel saldırıya, medya denen güce karşı gardları düşmüş vaziyettedir.
Ye'cûc ve Me'cûc,
manevi kültürün surlarını aşıp gelmekte, her yerden saldırmaktadır. Milletler
gençliklerini, tüm halkını her yerden saldıran Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı korumak
için eskiye nazaran daha çok çalışmalıdırlar. İşte Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı
tedbir alamayan toplumlar helak olmaya mahkûmdurlar. Bu yorum bir önceki âyete
göre yapılacak yorumdur.
4. "Verilen
gerçek söz yaklaştığında, inkâr edenlerin gözleri dona kalır!"
Ye'cûc ve Me'cûc,
kıyametin kopmasından önce tabiat kanunlarının çözülmesi, kâinattaki dengenin
bozulması, her tarafta kargaşanın başlaması, düzenin bozulması demektir. Bu
durum, yani kıyametin kopması Yüce Allah'ın vaadidir, yani gerçek sözüdür. Bu
söz yaklaştığında Ye'cûc ve Me'cûc ortaya çıkıp saldıracak, kâfirlerin gözleri
hayret içerisinde donakalacaktır ve dışarıya fırlayacaktır.
5. "Yazıklar
olsun bize! Gerçekten biz, bu
durumdan habersizmişiz. Hatta
biz zâlim kimselermişiz,
derler."
Dünya hayatlarında,
öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler; kıyametin kopmasının ardından
dirilince ve bu diriltmeyi bizzat görünce pişmanlık duyup kendi kendilerini
suçlayacaklardır. "Bu durumdan ha-bersizmişiz" derken kendilerine bu
olgunun, yani öldükten sonra dirilmenin öğretilmediğini kastetmeyeceklerdir;
tam tersine Öğretilip de i-nanmadıklarının pişmanlığını itiraf edeceklerdir.
Buradaki "gaflet" kelimesi, umursamazlıklarını göstermektedir.
Öldükten sonra dirilip
amellerinin sorgulanacağına inanmayanlar, kötülük ve zulüm yapmaktan
çekinmezler. Çünkü onlara göre hayat, bu dünyadaki hayattır. Ne yaparsan
yanında kâr kalacaktır.
Bu tür insanlar,
kendilerinin dünyada zâlim olduklarını da itiraf edeceklerdir. Yüce Allah,
gelecekle ilgili bu bilgilendirmeyi bize niçin yapmaktadır?
Bu soruya cevabımızı
İbrahim 43-44. âyetlerle vermeye çalışaca-
Zihinleri bomboş
olarak kendilerine bile dönüp bakamaz durumda, gözleri göğe dikilmiş bir
vaziyette koşarlar. Kendilerine azabın geleceği, bu yüzden zâlimlerin: 'Ey
Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine uyalım ve
peygamberlere tâbi olalım' diyecekleri gün hakkında insanları uyar. Onlara
denilir ki: Daha önce, sizin için bir zeval olmadığına, yemin etmemiş
miydiniz?"
Yüce Allah'ın bu
bilgilendirmeyi yapmasının amaçlarından biri, insanların âhirette pişmanlık
duymalarını önlemek, bu dünyada inanması gerekene inanıp sonra bu dünyaya
tekrar gelmeyi isteyecek kadar perişan hale düşmesini gidermektir.
Diğer taraftan bir
diğer Amaç, bu dünyada kötülük ve zulüm yapmalarını önlemek ve ahlâkın
kaynağına âhiret inancını koymaktır. İnsanların kötülük ve zulüm yapmalarını
önleyen, onları disipline eden en büyük güçlerden biri, âhiret inancıdır, yani
bu dünyada yaptıkları ile âhirette karşılaşacağına inanmasıdır.
İşte "din"
ile felsefenin temel farklarından biri budur. Felsefenin insana sunacağı bir
âhiret hayatı yoktur ve orada olacak olanları haber vermesine de imkân yoktur.
Yüce Allah gönderdiği din ile, hem âhiret hayatının olacağını, ödül ve cezanın
görüleceğini bildiriyor hem de orada pişman olmamak için önceden uyarıyor. Bu
ön uyarı, dinin en Önemli görevleri arasıdadır. Bu nedenle âhiret inancı, din
eğitiminin önde gelen amaç ve görevleri arasında yer almaktadır.
[26]
98. Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız,
cehennemin yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz.
99. Eğer
onlar birer tanrı
olsalardı cehenneme girmezlerdi.
Hepsi orada çok uzun süreli olarak kala-çaktır.
100. Cehennemde onlara
inim inim inlemek düşer. Yine onlar orada hiçbir şey işitmezler.
Bu âyetler hem şirk
koşmanın yanlış olduğunu hem de müşriklere neleri getireceğini anlatmaktadır.
ve Allah'tan başka
taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz."
Âyette geçen f küm
"siz" kelimesi ya da zamiri, "müşrikleri, şirk koşanları"
ifade etmektedir. "Allah'tan başka taptıklarınız" ifadesi de sadece
put anlamına alınmamalıdır.
Müşriklerin ya da
genel anlamda yanlış inanç sahibi insanların taptığı Allah'tan başka tanrılar
çok çeşitlidir. Kendi nefsine taptığı gibi, azizlere, peygamberlere, putlara,
ideolojilere, mala, dinsel otoritelere, onların telkin ettiği sahte ahlâkî
değerlere, fikirlere de tapmaktadırlar ve neyi, ne zaman tanrı edindiğinin
farkında olmadığından gizli şirkin pençesinden kurtulamamaktadir.
Müşriklerin kendileri
ve taptıkları sahte tanrılar, mahşerde cehennem yakıtı olacaklardır. Yakıt
olarak tercüme ettiğimiz hasab ke-limsi, "odun" anlamına gelmektedir.
Hasab kelimesini hadab ve hatab şeklinde okuyanlar da olmuştur. Neden Yüce
Allah hasab dedi de "odun" anlamına gelen hatab dememiştir? Bize göre
bunun sebebi, hasab m "yakıcı olan, yanan ve ısıtan her şey"i ifade
etmesidir. Bu ateş maddi ateş olacağı gibi, manevi ateş de olabilir.
Konuya dünyevi manada
yaklaşırsak, müşrikler ve onların taptıkları sahte tanrılar, toplumları ve
insanlığı ateşe verip cehenneme çevirmekte ve beyinlerin, gönüllerin cehennemi
olan nefsin yakıtı olmaktadırlar. Bize göre, önce onlar insanlığın tevhîd
inancını yıkmakla manevi, alanı cehenneme çevirmektedirler.
Diğer taraftan onlar,
cehennemi bu dünyadan âhirete taşımakta ve oradaki cehennemin yakıtı
olmaktadırlar. İşte şirk bir ateştir. Bu ateşi taşıyanlar da müşriklerdir. Bir
taraftan da cehennem ateşi onların gönüllerinde bir mum gibi yanacaktır, ama
mumun alevi, mumu eritmeden yanacaktır. Demek ki inançlar ateşe dönüşecektir.
Tevhîd inancı nura, ışığa; şirk ve inkâr da ateşe dönüşecektir (Bakara 2/24;
Hadîd 57/12).
Müşriklerin kendileri
cehennemin yakıtı olurken, aynı zamanda o cehenneme de gireceklerdir. Demek ki,
kendi cehennemlerinin ateşini yakacak, sonra da kendileri onun içine
gireceklerdir.
2.
"Eğer onlar birer tanrı olsalardı cehenneme girmezlerdi. Hepsi orada çok
uzun süreli olarak kalacaktır."
Yüce Allah,
müşriklerin Allah'tan başka varlıklara, nesnelere tapmalarının yanlış
olduğunu, bu sahte tanrıların neden tanrı olamayacaklarını ispatlayarak
açıklamaktadır. Tanrı olan bir varlığın, cehenneme git-
memesi gerekir. Demek
ki onların tanrılık atfettikleri bu varlıklar, kendilerinden üstün bir
tanrının kuracağı cehenneme gitmektedir. Kendisinden üstün olan bir tanrıya
denk olabilecek bir tanrı olmasına imkan var mıdır?
Ayrıca tanrı edinen müşrikler
ile tanrı edinilenler veya kendilerini insanlara tanrı gibi sunanlar çok uzun
süreli olarak cehennemde kalacaklardır.
Bu âyette Yüce Allah
çok önemli bir metot kullanmaktadır. Yüce Allah insanların beyni ile meselelere
bakıp değerlendirmesini yapmakta, böylece, "başkalarının düşünce tarzı ile
alay ve olgulara yaklaşıp açıklamalar yaparak doğru veya yanlış olduklarını
onlara gösterme meto-du"nu bize öğretmektedir.
Diğer taraftan âyetten
şu neticeyi de çıkartıyoruz: Yüce Allah'ın bir önceki âyet ile bu âyette
kullandığı "kendisinden başka tanrılar" ifadesinden "cansız
putlar"ı değil de "canlı varlıklar"ı anlıyoruz. Çünkü putun
cehenneme gitmesi diye bir şey söz konusu edilir mi? Kendilerini tanrı olarak
insanlara sunmuş olanlar cehenneme gidip orada çok uzun süreli olarak
kalacaklardır.
3.
"Cehennemde onlara inim inim inlemek düşer. Yine onlar orada hiçbir şey
işitmezler."
a) zefîr,
"kederli bir kişinin sinesinden çıkardığı nefesin sesi, inleyişi,
âhı"dır. Bu kelimeye, "hararet, sıcaklık" manasını da verenler
de olmuştur (Râzî, age, XVI, 236). Aslında sıcaklık ile inlemek arasında yakın
bir ilişki vardır. İnlemeyi meydana getiren nefesin, gamın sıcaklığı vardır. Ya
da cehennem ateşinin hararetinden dolayı meydana gelen bir inleme bu kelime ile
ifade edilmektedir. Bize göre bu inlemenin başka bir nedeni de duydukları derin
pişmanlık olabilir.
b)
"Yine onlar orada hiçbir şey işitmezler."
Âyetin bu kısmına iki
ayrı yorum getirebiliriz: Birisi, onların sinelerinden kopup gelen nefesle
çıkardıkları inilti onların duyma yeteneğini ortadan kaldıracak, kendi sesleri
varken başkalarımnkini duyamayacaklardır. Kendilerinin iniltisi öylesine yüksek
perdeden olacaktır ki, duyulması gereken sesleri duyamayacaklardır. Kendi
sesleri yulması gereken sesleri duyamayacaklardır. Kendi sesleri kulaklarını
sağır edecektir.
Bu niçin böyle
olacaktır? Çünkü onlar bu dünyadayken daima kendi fikirlerine, kendi sözlerine,
kendi anlayışlarına ve inançlarına kulak verip dinliyorlardı. Onun için orada
da kendi iniltilerinden başka ses duyamayacaklardır.
Diğer açıklamamız
şöyle olabilir: Bu dünyada Allah'ın vahyini, çağrılarını, öğütlerini
dinlemeyen, onlara kulak asmayalar, öteki dünyada sağır olacaklardır. Tâhâ
sûresinin son âyetlerinde, 124-126. âyetlerinde Allah'ın Kur'ân'ına sırt
dönenlerin mahşerde kör olarak haşr edilip terk edilecekleri söylenmiş,
Enbiyâ'nın bu âyetlerinde de, dünyada Allah'ın uyarılarına kulak verip
dinlemeyenlerin sağır olacaklarına dikkat çekilmiştir. Bu dünyada hangi duyu
organı ile Allah'ın kelamına, öğüdüne ve çağrısına hangi tavrı takındıysalar,
o duyu organı mahşerde görevini yapamayacaktır. Organlar layık oldukları
şekilde haşrolacaklardır.
"Kıyamet gününde
onları kör, dilsiz ve sağır bir haled yüzükoyun hasrederiz" (İsrâ 17/97).
Çünkü bunlar: "Elbette sen, ölülere duyuramazsın.
Arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin" (Rûm
30/52) âyetinde belirtildiği gibi yaşayan ölülerdi.
Bu âyetlerin amacı hem
tüm insanları uyarmak, gelecek tehlikeyi önceden haber vermek hem de müminlerin
bu neticeyi çıkaracak hatalara düşmelerini önlemek, âhiretteki tüm oluşumların
bu dünyadan oraya taşınacağının bilincini kazandırmaktır. Burada psikolojik
manada iyiye teşvik, kötüden de uzaklaştırmak amacı vardır; duyu organlarının
yerli yerinde, amaçlarına uygun bir biçimde kullanılması ve bu şekilde eğitilmeleri
hususunda bir uyarı vardır. Genel eğitimin, özel manada din eğitiminin gayreti
bu uğurda harcanmalıdır. Çünkü duyu organlarımız beyne neyi taşıyorsa, o da
onu makul hale getirmektedir.
[27]
101. Tarafımızdan
kendilerine güzel sonuç takdir edilmiş olanlara gelince, işte onlar
cehennemden uzak tulurlar.
102. Bunlar,
cehennemin uğultusunu duymazlar; gönüllerinin dilediği nimetler içinde çok
uzun süreli kalırlar,
103. En büyük dehşet bile onları tasalandırmaz.
Melekler kendilerini: "Size söz verilen gün, işte bugündür"
diye karşılarlar.
Enbiyâ 97 ile 100.
âyetler arasında kâfir ve müşriklerin âhiretteki durumları anlatılırken
yukarıda verdiğimiz âyetlerde de iman edip iyi amel işleyenlerin durumu
açıklanmaktadır. Ritim psikolojisi gereği, kötülerin durumundan hemen sonra
iyilerin durumu ele alınmaktadır.
Kötülerin anlatılması
ile oluşan kötümser psikolojik havanın iyimserliğe dönüşebilmesi için Yüce
Allah, Kur'ân'in genelinde bu metodu uygulamaktadır.
1.
"Tarafımızdan kendilerine güzel sonuç takdir edilenlere gelince, işte onlar
cehennemden uzak tutulurlar."
Râzî, bizim mealde
"takdir etmek" anlamına aldığımız dİL^ sebekat fiilini, gerçek anlamı
olan "geçmek" manasına almıştır. O zaman mana şöyle olur:
"Tarafımızdan kendilerine en güzelin geçtiği kimseler." Zemahşerî
hüsnâ kelimesini, "üstün haslet ve özellik" anlamına almıştır.
Bilindiği gibi hüsnâ kelimesi, ahsen kelimesinin dişisidir ve "saadet,
mutluluk, ödülün müjdelenmesi, iyiyi yerine getirmeye başarılı kılmak"
demektir; ayrıca "ödülün vaadedilmesi" manasına da gelmektedir.[28]
"Geçmek"
anlamına aldığımızda âyetin manası çok farklı alanlara uzanmaktadır. Üstün
özelliklerin Allah tarafından birilerine geçmesi, intikal etmesi, kişinin,
"Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanması, Yüce Allah'ın eğitiminden istifade
etmesi" anlamına gelmekte, Bakara 138'de belirtildiği gibi "Allah'ın
boyası ile boyanması" olgusunu ifade etmektedir. "Allah'tan üstün
özelliklerin insana intikal etmesi, geçmesi", "o insanın şahsiyetinin
ve ruhunun Allah'ın boyası ile boyanması, O'nun ahlâkı ile ahlâklanması"
anlamına gelmektedir. Tek kelime ile "Kur'ân ahlâkına bürünmesi" demektir.
Bu yorumdan şu
neticeyi çıkarıyoruz: Güzellikler, üstün özellikler bir yerden veya birinden
diğerine geçebilmekte, geçmek için hareket edebilmektedirler. Kötülükler
bulaşırken, iyilikler, güzellikler de geçebilmekte, intikal
edebilmektedirler.
O zaman eğitimin şu
tarafı ortaya çıkmaktadır: Eğitim, erdemleri, güzellikleri ve iyilikleri
insanlara aktarma ve kazandırma sanatıdır. Sanatkâr, kendi ruhundaki güzelliği
bir heykele, bir şiire, bir resme intikal ettirdiği gibi, Allah da kendi
güzelliklerini insana intikal ettirip ona kazandırmaktadır.
Demek ki, bazı
insanlar Yüce Allah'ın aktardığı güzellikleri, erdemleri alıp ruhuna
sindirebilmekte, ilâhî eğitimden gerekli olan istifadeyi elde edebilmektedirler.
İşte âyet hem erdemleri aktaran Allah'ın eylemini hem de onları benimseyen,
alan, ruhuna sindirenin eylemini bir araya getirmektedir. Onun için ciLi
sebekat kelimesini "yazdı, takdir etti" anlamına almak doğru
değildir. Çünkü o zaman, Yüce Allah birilerine güzellikleri yazmış, birilerine
de yazmamış olacaktır. Bu da zulüm olur. Halbuki sebekat, "geçmek, intikal
etmek, ulaştırmak" manasına alındığında kulun alıp almamasmdaki özgürlüğü
de ortaya
sına alındığında kulun
alıp almamasındaki özgürlüğü de ortaya çıkmaktadır.
b) Yüce
Allah'ın eğitiminden güzellikleri alıp ruhuna sindiren ve onları hayata geçiren
insanların en önemli ödüllerinden biri cehennemden uzak tutulmaları olacaktır.
Demek ki iman ve erdemli hareketler, insanları cehennemden uzaklaştırırken
cennete yaklaştırmaktadır. Çünkü bir şeyden uzaklaşan, bir şeye yaklaşıyor
demektir.
Önceki birkaç âyete
bakınca özellikle "siz cehenneme gireceksiniz" ifadesinin yer aldığı
98. âyetin ardından bu âyetin gelmesiyle, insan ruhunun ne kadar yatıştığını
anlamakta geç kalmayız. Birileri cehenneme atılırken, birilerine de
"Cennet de takva sahiplerine uzak olmayacak şekilde yaklaştırılır"
(Kâf 50/31) muamelesi yapılacaktır.
Cehennemin uğultusu
var mıdır? Sorunun cevabını Mülk 7 ile verebiliriz: "Oraya atıldıklarında
kaynarken onun çıkardığı uğultuyu işitirler." Cehennemin uğultusu
öfkesinden meydana gelecektir: "Cehennem neredeyse, öfkesinden
çatlayacak" (Mülk 67/8). Demek ki, uğultusu onun öfkesinin bir sonucu
olmaktadır. Demek ki yorumun yapmakta olduğumuz Enbiyâ 102'de geçen hasîs
kelimesi, Mülk 7'de şehîk olarak yer almaktadır. İkisi de "korkunç bir
uğultuyu" ifade etmektedir.
Bu âyetlerle ilgili
dünyevî sonuçlar çıkarmamız gerekiyor: "Kâfirler: 'Bu Kur'ân'1 dinlemeyin,
okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız1 dediler" (Fussılet
41/26). Bu şekilde Kur'ân'a olumsuz tepki gösteren, ona karşı uğultu çıkaranlar
âhirette cehennemin uğultusunu duyacaklardır.
Günümüzde Kur'ân'a ve
onun getirdiği îslâm dinine karşı kalemleriyle, medyasıyla, kitaplarıyla,
makaleleriyle, konuşmalarıyla, çeşitli siyâsî ve ekonomik projeleriyle gürültü
çıkaranlar, aslında âhirete cehennem uğultusunu gönderiyorlar. Allah'ın dinine
karşı bütün gayretleri ve çeşitli hareketleriyle uğultu çıkaranlara uğultu ile
mukabele edilecektir. Ama müminler, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklananlar,
güzellikleri Allah'tan alanlar bu uğultuyu duymayacaktır.
4.
"Gönüllerinin dilediği nimetler içinde çok uzun süreli
kalırlar."
Demek ki Yüce Allah,
cennetteki nimetlerini bunlara sunarken, onların gönül isteğini dikkate
alacaktır. Bu dünyada gönüllerinin isteği yani kendi iradeleri ile Allah'ın
intikal ettirdiği güzellikleri alanlar, orada da kendi isteklerine göre
ödüllendirileceklerdir. Bu ödül, Yüce Allah'ın dilediği ana kadar devam edecektir.
5. "En
büyük dehşet bile onları tasalandırmaz."
"Büyük dehşet,
büyük korku onları tasalandırmayacaktır" buyurulurken, büyük dehşetin ne
zaman olacağını sorma hakkımız doğmaktadır. Sorunun cevabını sûrenin devamındaki
âyetler vermektedir. Ayrıca Nemi 87 de bir cevap niteliğini taşımaktadır:
"Sûra üfürüldüğü gün, -Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde
bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O'na
gelirler." İşte dehşet anı, İsrafil meleğinin sûra üfürüp kıyametin kopma
anıdır. ,
İşte Nemi 87'de
belirlenen istisna kişiler, Allah'ın onlara sunduğu bütün erdemleri hayata
geçirenlerdir. Herkesin dehşete düştüğü kıyametin kopuş anında, onlar bu
korkudan uzak kalacaklardır. Amelleri, korku ile onların arasında bir engel
teşkil edecektir.
6.
"Melekler kendilerini: 'Size söz verilen gün, işte bu gündür' diye
karşılarlar."
Bunun anlamı, kıyamet
koparken, melekler bu mümin ve erdemli insanları, olgu hakkında bilgilendireceklerdir.
Bu bilgilendirme onları yatıştırıp korkularını önleyecektir.
Bu bilgilendirme,
kıyametin daha önce Allah'ın vaad ettiği gün olduğu yönünde olacaktır. Demek
ki bilgi korkuyu önleyici bir niteliğe sahiptir. Bundan şuna varıyoruz: İmanı
bilgi ile birleştirince, dehşet verici olgular bile insanı korkutmamaktadır.
Çünkü akıl, iman ve bilgi olgusunun ne olduğunu anlayacak ve bu anlayış,
insanın rahatlamasını temin edecektir.
Herkesin dehşete
düştüğü kıyamet günü, meleklerin konuşmasına, bilgilendirmesine muhatap olmak
gerçekten çok büyük bir ödüldür.
[29]
104. Göğü, kitap
sayfalarını dürer gibi durduğumuz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi,
katımızdan verilmiş bir söz olarak yaratmayı tekrar edeceğiz. Biz bunu
yapacağız.
Pek çok âyette kıyamet
koparken nelerin olacağı anlatılmaktadır. Bu âyette bir örnek ile kıyametin
kopması anlatılmaktadır.
1.
"Göğü, kitap sayfalarını dürer gibi durduğumuz zaman."
Yüce Allah, kıyametin
kopmasını, köklü bir değişim olarak İbrahim 48'de takdim etmektedir. Anlık bir
şekil değişimi iîe yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşecektir. Bu
dönüşüm olgusunda bazen yeryüzünde, bazen göklerde, hatta özelde dağların,
denizlerin, güneşin ve yıldızların ne hâle geleceği detaylı bir şeklide
açıklanır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de göklerin durumuna dikkat
çekilmektedir.
"Kitap
sayfalarının dürülmesi gibi göğü düreceğiz" ifadesinde kitabın şekli ile
kıyametin kopmasında göklerin alacağı şeklin benzerliği dikkate değer bir
benzerliktir. Kitabı bilmeyen, çünkü kitabın basımı olmayan bir topluma gelen
bu vahyin ne denli evrensel olduğuna delil teşkil etmektedir. Kitap, kıyamete
kadar insanın hayatında önemli bir rol oynayacaktır. Kitabın kapatılıp bir
tarafa atılması, açılıp okunmaması,toplumlar için kıyamettir. Yüce Allah'ın
benzetmesine ters taraftan bakalım: Kitabın dürülmesi, göklerin dürülmesini, göklerin
dürülmesi de kitabın dürmesini temsil etmektedir. Kitaplarım dürüp kenara
koyanlar kıyametlerini koparmışlardır.
Diğer taraftan bu
âyeti, önceki âyetlere bağlı olarak da açıklayabiliriz. İnanan ve erdemli
davranışlarda bulunan, insanlara güzellikler sunanlar kıyametin kopuşundaki
uğultuyu duymayacak ve korkmayacaklardır.
2.
"Yaratmaya ilk başladığımız gibi, katımızdan verilmiş bir söz olarak
yaratmayı tekrar edeceğiz. Biz bunu yapacağız."
İbrahim 48'de geçen
dönüşümün gerçekleşmesi, Allah'ın vaadidir. Kıyamet kopacak ve hemen başka bir
dünya ve gökler kurulacaktır. Kurulan âhiret âleminin boş olmasının anlamı
yoktur. Yüce Allah, bunu yapacağına dair bize söz vermektedir. Bu sözünü gerçekleştirecek
güçtedir.
föi; Öldükten sonra
dirilme olgusuna inanmak için insanların dikkatini ilk yaratmaya çekmemiz
gerekiyor. Değişim, dönüşüm ve ikinci kez yaratma bir arada gerçekleşecektir.
Bu konudaki dersler, din eğitimcileri tarafından bilinçli bir şekilde, Kur'ân'a
dayanan bilimsel açıklamalarla yapılmalıdır.
[30]
105. Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da:
"Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık.
106. İşte bunda, kulluk eden bir toplum için bir
mesaj vardır.
Bu âyetlerden
çıkaracağımız ilke veya ilkeler olacaktır:
"Andolsun
Zikir'den sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır1 diye
yazmıştık." Zikirden kasıt Hz. Musa'ya gönderilen kitaptır. Sonra
Zebur'un gelmesinden bunu çıkartıyoruz. Bize göre, Zikir ve Zebur'un anılması,
aslında bütün peygamberlere gelen vahyin mesajına işaret etmektedir. Çünkü
"parçayı anarak, bütünü kastetmek" kuralına dayanarak bütün vahye
işaret edildiğini söyleyebiliriz. Demek ki bütün vahylerin içeriğinde bu ilke
yer almaktadır.
Mesaj nedir? Yüce
Allah yeryüzünün mirasını iyi insanlara vermekte, onları vâris olarak tayin
etmektedir. Bunun da anlamı, yeryüzünün idaresini onlara verecek, onlar temsil
edeceklerdir. Demek ki, iyi, erdemli insan olmak siyâsî erki ele geçirmeye
yeterli bir neden ve dinamik olmaktadır. Gerekli olan değişimi de Allah
yapacaktır. Kimdir bu iyi insanlar? Biraz önce Enbiyâ lOTde açıkladığımız
insanlardır. Güzellikleri Allah'ın aktardığı ve onların da aldığı insanlardır.
Nedir iyi, nedir güzellikler? Bu sorulara cevap verebilmek için Kur'ân'ın pek
çok âyetine gitmemiz gerekiyor: Tevhîd inancının gerekli kıldığı iman
esaslarına inanmak, sevdiği malından fakirlere, yetimlere, akrabaya ve özgürlük
uğruna yapılan faaliyetlere yardım etmek, namazını kılmak, zekatını vermek,
ahdine vefa göstermek, sıkıntılara karşı göğüs gerip sabretmek, takva denen ruh
olgunluğunu elde etmek (Bakara 2/177); aklın, düşüncenin ve takvanın yolu olan
haklara saygı duyup
hayata geçirmek, Allah
hakkı olarak şirk koşmamak, ana-baba hakkına, çocuk hakkına, toplumun ahlâkî
hakkına, hayat hakkına, yetim hakkına, tüketici hakkına, hukuki bakımdan
doğruyu söyleyerek kul hakkına ve Allah'a verilen sözü yerine getirme hakkına
riâyet edip hayata geçirmek (En'âm 6/151-153); Allah'ın indirdiği vahyin hak
olduğunu bilmek, aklını kullanıp düşünmek, Allah'ın ahdini yerine getirmek,
antlaşmayı bozmamak, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirmek,
Allah'a saygı duymak, âhiretteki hesaptan korkmak, Allah rızası için sabretmek,
namazı kılıp infak etmek, kötülüğe iyilikle mukabele etmek (Ra'd 13/19-22); boş
sözden yüz çevirmek, cinsel organlarını koruyarak iffetli kalmak, emanete
sahip çıkmak (Mü'minûn 23/1-11).
Aslında bütün bu
değerler, ameller ve güzellikler hayatın tamamını kapsamaktadır. Bunların
tamamını eritip tevhîd inancının potasına atabiliriz.
Yeryüzüne vâris
olabilmek için üstün meziyetlere sahip olmak gerekiyor. Akıl, bilgi ve iman
mutlaka bir araya gelmelidir. Zaten yukarıda sıralanan bütün güzellikler
bunlardan çıkmaktadır. Yüce Allah, onlara güzellikleri sunmaktadır, "Eğer
inanıyorsanız üstün sizsiniz" (Al-i İnırân 3/139) dendiğine göre, inanmak,
siyâsî erki eline almanın da şartı olmaktadır. Buradaki iman, aklın eylemini,
düşünceyi, anlamayı ve bilgiyi de içermektedir.
2.
"İşte bunda, kulluk eden bir toplum için bir mesaj vardır."
Tabii ki burada
Allah'a kulluk eden kastedilmektedir. Tevhîd inancına sahip olarak Allah'a
kulluk eden insanların 105. âyetten bir mesaj çıkarmaları gerekiyor. Al-i İmrân
139'da aynı mesaj verilmektedir. Sahip olduğu kabiliyet ve yetenekleri, yani
psikolojik nimetleri kullanamayanlar siyâsî erki elde edebilmek için Allah'ın
yapacağı imtihanı geçemeyeceklerdir (En'âm 6/164).
Benzetmede hata olmaz
ise, insanlar doğurdukları ve kendilerine evlatlık edenlere miraslarını
bırakırlar. Yüce Allah da yarattığı ve kendisine kulluk edenlere yeryüzünü
miras olarak vermektedir.
Âyette geçen ve
"yeryüzü" anlamına gelen ard kelimesini Zümer 74. âyete göre
manalandırırsak, bunun cennet olduğunu söyleyebiliriz. "Onlar: 'Bize
verdiği sözde sadık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet
yurduna vâris kılan Allah'a hamd olsun. İyi amelde bulunanların mükafatı ne
güzelmiş!1 derler." Yüce Allah, ard ile cennet kelimelerini bir araya
getirmiştir. Mü'minûn 10-11. âyetlerde de Firdevs cennetini miras olarak
vereceğini ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Enbiyâ 106'da geçen fös belâğ kelimesi, "çare, yollar, gayeye
ulaştıran şey" demektir. "İyi kulların siyâsî erki eline geçirip
yeryüzüne vâris olacağı idealine ulaştıracak yollar" yorumunu
yapabiliriz. Zikir ve Zebur denen tüm ilâhî kitaplarda, yeryüzüne vâris olmanın
yolları anlatılmaktadır. Demek ki ilâhî vahyi iyi anlayıp Öğretirsek vâris
olmanın yollarını da öğretmiş oluruz.
[31]
ız sen} ancak âlemlere acıdığımız için
gönderdik.
Bu âyetteki rahmet
kelimesinin cümledeki konumu hakkında değişik kanaatler ileri sürülmüştür. Bu
kanaaetlerden biri bu kelimenin cümlede "hâl" oluşudur ki bu taktirde
âyetin anlamı "Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik"
şeklinde olur. Diğer görüşe göre de rahmet kelimesi ersele fiilinin "mef
ûlün leh"i olmaktadır ki bu taktirde de anlam: "Biz, seni ancak
âlemlere merhametimizden dolayı gönderdik" şeklinde olur (Bu görüş için
bkz: Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, Kahire, 1964, IH, 430; Nesefî, age, IV, 274; Râzî,
age, XVI, 246-248; Muhyiddîn ed-Dervîş, İ'râbu'l-Kur'âni'l-Kerîm ve Beyânüh,
Suriye, 1996, VI, 372). Biz de bu ikinci manayı tercih ederek yorumumuzu yapacağız,
Yüce Allah, insanların doğru yoldan çıkıp inkâra, şirke düşme-
terinden dolayı onlara
acımış ve merhamet etmek istemiştir. İşte onlara merhamet etmek için Hz.
Peygamberi göndermiştir. Başka bir ifade ile, Hz. Peygamber Allah Teala'nın
insanlara olan merhametinin bir tezahürü olmaktadır.
Hz. Muhammed'den önce
insanlar birbirlerini yiyorlardı. Kuvvetliler zayıfları eziyor, kadınlar
hakaret içinde tutuluyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, insanlar
elleriyle yaptıkları putlara tanrı diye tapıyorlardı. Dünya küfür ve sapıklık
içinde yüzüyordu. İşte Yüce Allah, insanları bu haksızlıklardan kurtarıp
özgürlüğe kavuşturmak, zayıfları korumak, ruhları vehim ve hurafelerin tutsaklığından
kurtarmak için Hz. Muhammed'i göndermiştir. Onu göndermesi, insanlara
acıdığından ve şefkatinden dolayıdır. O, bizatihi âlemlere rahmet olmuştur.
Çünkü getirdiği prensipler, onların mutluluğuna sebep olmuştur (Süleyman Ateş,
Tefsir, V, 529).
108. De ki:
"Bana, Tanrınız ancak bir tek tanrıdır" diye vahyolunuyor. O'na
teslim olacak mısınız?
709. Eğer yüz
çevirirlerse de ki: "Ben sizin hepinize e-şit şekilde açıkladım. Artık
tehdit edildiğiniz şeyin yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilmem.
110. Şüphesiz O, sözün
açığını da bilir; gizlediklerinizi de bilir.
111. Bilmem, belki de
o azabın ertelenmesi, sizi sınamak ve bir süreye kadar yaşatmak içindir."
112. (Muhammed):
"Rabbim, onlar hakkında adaletle hükmünü ver. Bizim Rabbimiz Rahman'dır.
Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır" dedi.
Öyle anlaşılıyor ki
Enbiyâ sûresi genel manada tevhîd inancı ve onun tezahürlerini anlatarak sona
ermiştir.
[32]
Tevhid İnancı
1. Yüce
Allah'ın insanlara olan merhametinin, acımasının ilk görüntüsü onları şirkten kurtarmak
için tevhîd inancına çağırmış olmasıdır. Onun için Hz. Peygambere verdiği
birinci görev, yaratılış kanununu o-jcuduktan sonra ('Alak 96/1-5) insanlara
tevhidi öğretmektir. "De ki: 'Bana, Tanrınız ancak bir tek tanrıdır' diye
vahyolunuyor.", "Sizin tanrınız" denmesi bütün peygamberlerin
ifadesinde yer almaktadır. "Tanrınız" ifadesinden anlıyoruz ki,
hitap edilen kimseler başka tanrılara tapmıyorlardı.
Bu tebliğ konusundan
şunu çıkartıyoruz: Dinin temeli, özü tevhîd inancıdır. Tevhîd inancı olmaz ise,
hayatın mutluluğa yürüyüşü ile ilgili ilkelerini topluma yerleştirmek mümkün
değildir; dinin ahlâkî değerlerini insanın davranışlarına ve oradan topluma
yansıtmasının imkanı yoktur. Çünkü tevhîd inancı, hem ahlakın hem ekonominin
hem din eğitiminin hem siyasetin hem de devletlerarası ilişkilerin alt
yapısını teşkil etmektedir.
Allah'ın tek Tanrı
olduğuna inanmak, O'nun bizim üzerimizdeki hakkıdır. Bu hak ödenmedikçe,
insanlıktaki sosyal depremin, çalkalanmanın, bunalımların durması mümkün
değildir. İnsanlığın sosyal problemlerinin çözümündeki hareket noktası tevhîd
inancı olmalıdır. Tevhîd inancı, insanın psikolojik yapısındaki parçalanmayı ve
şahsiyet bölünmesini de önleyecektir.
2.
"O'na teslim olacak mısınız?"
Âyetin bu kısmı,
tevhîd inancının gerekli kıldığı ilk şartı gündeme getirmektedir. Allah'a
teslim olmak tevhîd inancını kabul etmenin delili olmaktadır. Bu noktada şu
soruyu sorabiliriz: "Teslim ol" denmiyor da niçin "olacak
mısınız?" şeklinde soru şeklinde soruluyor? Bu ifadeden insanın inanma
özgürlüğüne müdahale edilmediğini, inanmakta onun serbest bırakıldığını
çıkartıyoruz. "Teslim ol" emrinde, seçenek ve onun getireceği
özgürlük ortadan kalkıyor. Soru şeklindeki seçenek ve özgürlük işler haldedir.
Âyetin iki kısmını bir
araya getirirsek şöyle bir benzetme ile açıklama yapabiliriz: Çekirdek atomun
yapısında ne ise, dinin yapısında da tevhîd inancı odur. Çekirdeğin etrafında
dönen elektronlar ne ise, dinin tevhîd inancının etrafında dönen diğer
ilkeleri, değerleri de odur. Neden atomu örnek verdik? Çünkü dinin yapısı ile
maddenin yapısı arasında bir benzerlik vardır. Maddenin en küçük parçası olan
atomu parçalayınca infilak ediyor ve tahribatı büyük oluyor. Aynı şekilde dinin
tevhîd inancına dokununca insanın her şeyi infilak ediyor. Allah ile olan tüm
köprüler yıkılıp gidiyor. İlişkilerinde büyük tahribat meydana geliyor.
Cenneti cehenneme çeviriyor. İşte teslimiyet, dinin çekirdeği olan tevhîd
inancının etrafında dönen bir elektrondur. ;
Buradaki teslimiyet, "bütün benliğini Allah'a vermek" ve sadece
"O'na boyun eğmek" demektir.
3.
"Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizin hepinize eşit şekilde açıkladım.
Artık tehdit edildiğiniz şeyin yakın mı yoksa uzak mı olduğunu bilmem."
a) IjJy hû
"Yüz çevirirlerse" ifadesinden anlaşılıyor ki, bu eylemi yapmakta
insanlar hürdürler; kendilerine öğretilen tevhîd inancına karşı sırtını dönerek
kabul etmeme, olumsuz tepki gösterme seçeneğine ve özgürlüğüne sahiptirler. Bir
bakıma bu: "Ve de ki: Hakk, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin,
dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29) âyetinin uygulaması olmaktadır.
b) "Ben
sizin hepinize eşit şekilde açıkladım."
Zemahşerî âzene
fiilinin, "bilmek" anlamına gelen ezineden türe-diğini söylemektedir.
Fakat bu kelimenin "inzâr etmek" manasına geldiğini söyleyenlerin
olduğunu da Râzî nakletmektedir. Bakara 279''da "şayet yapmazsanız Allah
ve Resulü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun" âyetindeki fe'zenû
emri "haberiniz olsun, bilin" anlamına alınmıştır.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette de bu kelime, "duyurmak, açıklamak, öğretmek"
anlamını ifade etmektedir.
Âyetin bu kısmında
geçen 'alâ sevâ' ifadesi, "eşit bir şekilde" demektir. Bunun anlamı
bütün insanları kapsamına almakta, bütün insanlara hitap etmektedir. Tevhîd
inancı aklın gereği olduğundan, akıl da bütün insanlarda bulunduğundan, bu
uyarı ve tebliğ tüm insanları ilgilendirmektedir. Bu noktadan biraz daha ileri
gidersek, Kur'ân'ın getirdiği mesajın evrenselliğine işaret etmektedir,
diyebiliriz. Ayrıca bu ifade, eğitimde fırsat eşitliğinin olması gerektiğini
bize hatırlatmaktadır. Yani "bütün insanları eğitimden geçirmek, onların
eğitimden nasiplerini almalarını sağlamak"tır. "Eşit bir
şekilde" ifadesi bunu gündeme getirmektedir. Eğitim, öğretim, herkese
eşit bir şekilde yapılmalıdır, öğrenen öğrenir, herkes kendi kabiliyet ve
yeteneğine göre ondan istifade eder.
c)
"Artık tehdit edildiğiniz şeyin yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu
bilmem."
Burada "tehdit
edildiğiniz şey" ifadesinden neyin kastedildiği konusunda bazı görüşleri
âlimler öne sürmüşlerdir. "Kıyamet günü" olduğunu söyleyenler olmuş,
bazıları da, "peygamberlerin onlara ilan ettiği harp",
"Müslümanların kâfirlere galip geleceğine dair verilen söz" demişlerdir.
Bize göre, "bu, dünya ve âhiret azaplarından biri" olabilir. Ama
esasen müşriklerin İnanmakta güçlük çektikleri mesele kıyametin kopması idi. Bu
konuda çok soru soruyorlardı: "Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını
soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbinin kalındadır. Onun zamanını O'ndan
başkası açıklamaz" (A'râf 7/187).
Âyetin devamına
baktığımızda, Hz. Peygamberin bilememesi konusunu dikkate aldığımızda ve A'râf
187. âyete gittiğimizde anlaşılıyor ki bu vakit, yani bu tehdit kıyametin
kopmasıdır.
Âyetin bu kısmından
çıkaracağımız başka bir netice de şudur: Hz. Peygamberin "bilmem"
veya "bilmiyorum" ifadesini kullanmasını Yüce Allah ona söylüyor.
Demek ki dinde öyle konular vardır ki bilgisi Hz. Peygambere bile
verilmemiştir. Çünkü o konular sadece iman alanına girmektedirler.
"Bilmem"
veya "bilmiyorum" ifadesi din âlimi ve görevlileri için çok önemli
bir örnek teşkil etmelidir. Dini konularda gelişigüzel konuşmamak,
"gerektiğinde bilmiyorum" demek hem Allah'ın emri hem de Hz.
Peygamberin uygulamasıdır. Yüce Allah Hz. Peygambere "bilmiyorum"
demesini vahy, yani Kur'ân ile öğretmektedir.
Diğer taraftan bu
ifadeden, Kur'ân'ı Hz. Peygamberin yazmadığını da çıkartabiliriz. Çünkü insan
bildiği bir konuda kitap yazar. Kitabında, kendisine sorulan soruya "ben
bilmiyorum" demez. Hem de üçüncü biri ona "bilmiyorum de" hiç
demez. Kimdir bilen? Bir sonraki âyette bunun cevabı verilmektedir.
4.
"Şüphesiz O, sözün açığını da bilir, gizlediklerinizi de bilir."
Bu âyetten
çıkaracağımız neticeler vardır:
a) Bu âyeti,
bir sonraki âyetin öncüsü ve bir önceki âyetin devamı olarak düşünürsek,
peygamberin her şeyi bilemeyeceğine, ama her şeyi bilenin Allah olduğuna, bu
nedenle kıyametin ne zaman kopacağını O'nun bilebileceğine bu âyeti işaret
olarak nitelendirebiliriz.
b) Bu âyet,
ahlâkın temel ilkelerinden birini koymaktadır: Bir kimse, açığa vurduğu ile,
sinesinde gizli tuttuğu niyetlerinin Allah tarafından bilindiğini bilirse ne
kötü niyet besler ne de kötü davranışta bulunur. Bu, öylesine bilinçli bir
ahlâk olur ki, başka insanların kontrolünü gerekli kılmaz; polis ve jandarmaya
iş bırakmayan bir bilinçle ahlâkı meydana getirir. Çünkü bu bilinçli kişi,
açığa vurdukları ile içindeki oluşumların Allah tarafından gözlendiğine ve
bilindiğine inanmaktadır. İşte bu inanç, ahlâkın altındaki fay hattını kaldırmaktadır. ,..
Demek ki, Allah'ın
sonsuz ilmi, insanları içten ve dıştan kuşatmıştır. Bu kuşatma, asla ihmal
edilen bir nokta, bir boyut bırakmamaktadır.
5.
"Bilmem, belki de o azabın ertelenmesi, sizi sınamak ve bir süreye kadar
yaşatmak içindir."
Bu âyete dikkat
edersek, 109. âyette geçen "tehdidin" azap olduğunu söylememiz
mümkündür. Azabın ertelenmesinin iki nedeni olabileceğini Hz. Peygamber
açıklamaktadır.
a) Bu, bir
imtihan olabilir. Bunun anlamı, tövbe edip inkârdan dönme, dinin önerdiği tevhîd
inancına yönelik değişimin gerçekleşip gerçekleyeceğinin denenmesi için bir
fırsat verme ihtimali olabilir. Çünkü Yüce Allah'ın insanların yaptıklarını
hemen cezalandırmaması, onlara değişmeleri için bir fırsat vermek içindir. Her
yapılan suçun veya günahın ardından ceza vermesi, dünyada insan kalmaması
demektir. İşte değişip değişmeyeceklerini denemek için azabını geciktirir.
Bu erteleme, belli bir
süreye kadar zaman tanımaktan ibaret de o-labilir. Aslında süre tanımak,
faydalanmalarına müsaade etmek de, bu zaman içinde değişebileceklerini,
akıllarını başlarına devşireceklerini, anlayabileceklerini amaç edinmektedir.
Çünkü zaman çok şeyi değiştirebilir.
Ama bu zaman tanıma şu
anlama da gelebilir: Kâfirlerin nimetlerden faydalanması bu dünyadadır, ama
onların âhireti perişandır. Bu erteleme, "bırak bu dünyada biraz
faydalansınlar, daldıkları pisliğe biraz daha dalsınlar" anlamına da
gelebilir.
Bu noktada şu soruyu
sorabiliriz: Yüce Allah bu iki ihtimali teke indirebilirdi, niçin iki tane
koydu? Bu soruya şu cevabı verebiliriz: İhtimal Allah için değil, insanlar
içindir. İnsanların iradesinin faaliyetinde, ortaya çıkışında ihtimal söz
konusudur. Çünkü Kur'ân'da Yüce Allah, insan iradesinin söz konusu olduğu yerde
ifadesini ihtimalli kullanır.
c) Diğer
taraftan Yüce Allah bu sözü Hz. Peygamber vasıtası ile söyletmektedir. Bunun
anlamı şudur: İnsan Allah'ın takdiri konusunda konuşurken kesin konuşmamalıdır.
Çünkü ilâhî takdire çeşitli açılardan bakılabilir ve çeşitli neticeler
çıkartılabilir.
Âyette azabı
ertelemeyi Allah takdir etmiş, ona karar vermiştir. Biz bu ilâhî karan, çeşitli
açılardan değerlendirebiliriz: Azaba layık o-lanları "dönebilirler diye
imtihana tabi tutmakta olduğu" veya "faydalanmaları için onlara bir
süre tanımakta olduğu" şeklinde durum değerlendirmesi yapılabilir. Yüce
Allah, meseleye böylesine iki açıdan bakı-labileceğini Hz. Peygambere ve bize
öğretmektedir.
Bu bakış açısını
öğrendikten sonra şu ahlâkı kazanıyoruz: Sosyal olgulara tek boyuttan bakmayı
değil çeşitli boyutlardan bakmayı elde ediyoruz. Çünkü olgular tek sebepli
olmayıp çok sebepli olabilirler. Genelde de çok sebeplidirler. Gerçekleşen
olguyu yorumlarken de birden fazla yorum getirebiliriz.
6. "(Muhammed):
'Rabbim, onlar hakkında adaletle hükmünü ver. Bizim Rabbimiz Rahmân'dır. Sizin
anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır' dedi."
a) Bu
âyetten 109. âyete bakarsak, "vaadolunan şeyin" bu dünya azabı
olduğunu görmemiz mümkündür. Çünkü Yüce Allah'a Hz. Peygamber dua ederek,
kendisine karşı çıkanlar hakkında adaletle hüküm vermesini dilemektedir.
"Hak ile hükmetmek", yaptıklarının gerekli kıldığı cezanın verilmesi
anlamına gelmektedir.
Ağır tepki gören
peygamberler de aynı şekilde dua etmişlerdir: "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz
arasında adaletle hükmet! Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın" (A'râf
7/89). "Azap" kelimesini kullanma yerine "hak" ile,
"adaletle hükmet" ifadesine yer vermeleri merhametleri gereğidir.
Aslında bu duadan şunu
çıkartıyoruz: Peygamberler, görevlerini bihakkın yerine getirdikten sonra,
halledemediklerini Allah'a bırakmaktadırlar.
Dini öğretmekle
yükümlü olanlar da aynı metodu izlemelidirler: Ellerinden geleni yapacaklar,
tepki gördükleri insanlar hakkında hükmü Allah'a bırakmak üzere dua
edeceklerdir.
"Sizin
anlattıklarınıza karşı" derken âyette alâ mâ tesıfûn ifadesi tercih
edilmiştir. Aslında tesıfûn "tanımlamak" manasına gelmekte,
"yakıştırmak, tasvir etmek, tanımlamak" anlamını
ifade etmektedir.
Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Onlar Allah'a neler yakıştırıyorlardı?
Sorunun cevabını vermek için En'âm 100'e gitmemiz gerekiyor: "Cehaletleri
yüzünden O'na oğullar ve kızlar isnat ettiler." Allah'a benzerlik isnat
ettiklerinden dolayı Şûra 11'de "Hiçbir şey ona benzemezdir"
buyurulmuştur. O'na denk tanrılar edindiklerinden dolayı İhlâs 4'te:
"Hiçbir şey O'na denk tutulamaz" denmiştir. Allah için ortaya
attıkları bütün tanımlar ve sıfatlar konusundaki teşebbüslerinin mantıkî ve
aklî hiçbir dayanağı yoktur.
c) Halbuki
Yüce Allah, rahmetin kaynağı anlamına gelen Rah-mân'dır. Ayrıca yardımı
umulandır. Çaresiz kalındığı yerde insanın sığınacağı sonsuz kudrete sahip
olandır.
Bu sûrenin son cümlesi
"kâfirlerin gösterdikleri olumsuz tepkiye karşı hükmüne başvurulacak
yegane hâkim Allah'tır" anlamına gelmektedir.
Netice olarak diyebiliriz
ki, Enbiyâ sûresinin sonu tevhîd inancı ile bitmektedir. Her şey tekten
geliyor, çoğalıp yine teke dönüyor.
[33]
1. Tevhîd
inancı ile ilgili ilkeler:
a) Göğü ve
yeri, yani kâinatı yaratan Allah'tır (âyet: 16, 31-32).
b) Yaratan,
yarattığının sahibi ve hâkimidir (âyet: 19, 56).
c) Öldükten
sonra diriltecek O'dur (âyet: 21).
d)
Yerde ve gökte Allah'tan başka Tanrı olsaydı
veya iki ilâh bulunsaydı, kâinatın düzeni bozulurdu (âyet: 22).
e) Allah,
tek ve en üstün güce sahip olduğu için sorgulanamaz (â-yet: 23).
f)
Allah'tan başka tanrı olduğuna dair
getirilecek hiçbir delil yoktur (âyet: 24, 43).
g) Allah,
asla çocuk edinmemiştir (âyet: 26).
h) Bitişik
yarattığı kâinatı, yer ve göğü birbirinden ayırıp her canlıyı sudan yaratan
O'dur" (âyet: 30).
i) Kulluk
edilecek varlık, fayda ve zarar verecek vasıfta olmalıdır (âyet: 66-67).
j)
İnsanların tanrısı tek olan Allah'tır. O, gizli ve aşikâr her şeyi bilir.
Rahmân'dir, kendisine sığınılandır, kendisinden yardım istenenedir (âyet: 108;
110-111).
2. Kur ün
ile ilgili ilkeler:
a) Kur'ân
aklını kullananlara şeref temin etmektedir (âyet: 10).
b) Dinde
fetva verecek olanlar Kur'ân'ı bilmelidirler. Kur'ân'ı bilene soru sorulmalıdır.
Peygamber bile uyarıyı vahy ile yani Kur'ân ile yapacaktır (âyet: 9,45).
c) Kur'ân,
Allah'ın insanlara bir duyurusudur (âyet: 106-107).
3.
Peygamberlerle ilgili ilkeler:
a) Hz.
Peygambere ve ondan önceki tüm peygamberlere Allah vahy göndermiştir. O vahy
ile onlar peygamber olmuş, tayin edilmiş ve seçilmişlerdir (âyet: 7, 25, 48,
50-51, 73-74).
b) Hz.
Peygamberi, Yüce Allah insanlara merhamet ettiği, acıdığı için göndermiştir
(âyet: 107).
c) Peygamberlerin
getirdiği vahy, insanlığa tevhîd inancının yanında ahlâkın dayandığı temel
değerleri de getirmiştir. Onlar ışık ve öğüt getirdiler. Fayda değerini
öğrettiler. İyiyi tanıttılar. Şirk ile mücâdele verdiler. Taklidi ortadan
kaldırmaya çalıştılar. Yüce Allah onlara hikmet ve bilgi verdi. İyiyi hayata
geçirdiler. Sabır ve iffet değerlerini öğrettiler (âyet: 26, 48, 50-51, 66, 74,
53-54, 83, 91).
d)
Din adına uyarıyı vahye dayanarak yapmak
zorundadırlar (âyet: 45).
4. Âhiretle
ilgili ilkeler:
a)
Âhirette hesap, yani değerlendirme vardır. Ve
bu zaman yakın olmasına rağmen, insanlar ilâhî buyruktan yüz çevirmektedirler
(âyet: 1).
b) Âhirette
dirilmeyi sadece Allah gerçekleştirecektir (âyet: 21).
c) Her şey
ölümlüdür (âyet: 34-35).
d)
Kıyamet günü adalet terazileri kurulacaktır.
Bu nedenle kimseye haksızlık yapılmayacak, küçük-büyük bütün ameller ortaya
getirilecektir (âyet: 47).
e)
Kıyamet koparken, kâinat kitap sayfalarının
dürülmesi gibi dü-rülecektir (âyet: 104).
f) Dünyada
iman edip erdemli ameller üretenler, cehennemden uzak kalacak ve onun
horultusunu işitmeyeceklerdir (âyet: 101-103).
g) Dünyada
müşriklerin taptıkları tanrılar ile kendileri cehennemin yakıtı olacaklardır.
Orada inim inim inleyeceklerdir (âyet: 98-99).
h) Kıyametin
bilgisi bilinmemektedir; çünkü aniden gelecektir (â-yet: 38-40).
5. İnsan
psikolojisi ve eğitimle ilgili ilkeler:
a)
İlâhî vahy ve peygamberler aklı kullanmayı
teşvik etmiştir (â-yet: 10,67).
b) İnsan,
yaratılıştan acelecidir (âyet: 37).
c) İnsan,
yeni bir şeye karşı daima tepki gösterir, kabul etmemekte inatçıdır (âyet:
2-3).
d)
Sûre genelinde tevhîd eğitimi yapılmakta ve
şirkin yanlışlığı ispat edilip öğretilmektedir.
e) Astronomi
ve varlıkların kökeni konusunda biyolojik araştırmalar için insanlara ödev
verilmektedir (özellikle 30. âyet).
f) Din
eğitimi için önemli konulardan biri olan, ilâhî vahyin bir süreç olduğu,
vahyin, aynı inanç sistemini ve değerleri öğrettiği, peygamber ve kitapların
birbirlerini tasdik ettiklerine dikkat çekilmektedir.
g)
Bu sûrede, Allah-kâinat, Allah-insan,
insan-kâinat ilişkileri ile ilgili akla, gönüle hitap eden açıklamalar
yapılmıştır.
[34]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/395.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/397-406.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/406-410.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/411-412.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/412-418.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/419-426.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/426-432.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/432-433.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/433-440.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/440-443.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/443-454.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/454-458.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/458-461.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/461-465.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/466-472.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/473-480.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/480-484.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/488-490.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/491-498.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/499-502.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/502-503.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/504-509.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/510-513.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/513-516.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/516-519.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/519-524.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/524-527.
[28] Râzî, age, XVI, 238. Zemahşerî'den nakil
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/528-533.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/532-533.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/534-536.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/536-537.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/537-544.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/545-547.