-
21 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 21, nüzûl
sıralamasına göre 73, üçüncü miûn grubunun ikinci sûresi olan Enbiyâ sûresi
Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 112 dir.
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlüne ve
Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Enbiyâ sûresi Mekke’de nâzil olmuş 112 âyetlik bir sûredir. Sûrenin
başında Rabbimiz insanları yaklaşmakta olan kıyâmetle, hesaplarının görülme,
defterlerinin dürülme zamanıyla uyarır. Ama insanların bundan gaflet içinde olduklarını,
Rablerinden kendilerine gelen her bir uyarıyı alaya aldıklarını, Rablerinin
elçisini bir sihirbaz, onun okuduğu âyetleri de karmakarışık rüyalar olarak
itham ettiklerini anlatır. Bu halleriyle tıpkı iman etmeyen öncekiler gibi kendilerinin
de helâkten kurtulamayacaklarını haber verir.
Daha
sonra sûreye ismini veren imâmlarını, Enbiyâyı gündeme getirir ve onların
hayatlarından, dualarından kesitler sunar. Toplumlarının tıpkı şu anda
Mekkelilerin yaptıkları gibi onları reddedişleri ve buna rağmen o peygamberlerin
yollarına devam edişleri ve sonunda Allah’ın yardımıyla düşmanları karşısında
zafere ulaşmaları anlatılarak hem Rasulullah efendimize, hem onun yolunun
yolcularına bir destek, hem de peygamber düşmanlarına büyük bir tehdit oluşturulur.
İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım
inşallah.
1. “İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ
habersiz, haktan yüz çeviriyorlar.”
İnsanların hesap günleri, hesaba
çekilecekleri zaman yaklaştı. Kıyâmet yaklaştı, ama onlar hâlâ gaflet
içindeler. Yarın başlarına gelecekler konusunda gaflet içinde bir hayatın içine
gömülüp Allah’ın bu uyarılarından yüz çeviriyorlar. Evet hesaplarının görülme
zamanı yaklaştı, ama onlar o gün konusunda hiçbir hazırlık içinde değiller. Allah’ın
uyarılarına, Allah’ın âyetlerine kulak asmıyorlar, âkıbetlerini hiç düşünmüyorlar.
Kamer sûresi de aynı uyarıyla başlamaktadır. Hesaba çekilme
zamanı yaklaşmıştır. Her gelecek yakındır zaten de, bir de kıyâmet her şeyden
yakındır. Bir göz açıp yumması kadar insana yakındır.
Evet kıyâmet vakti yaklaşmıştır. Çünkü biliyoruz ki dünya ömrünün
son dönemlerini yaşamaktadır. Kitabımızın ve Rasulullah efendimizin beyanlarına
göre bu dünyada insanın yaratılışı dönemin sonlarına rast gelmektedir. İnsan
cinsinin yaratılmasından önce tüm varlıklar yaratılmış, varlıklar zinciri
tamamlanmış ve en son insan yaratılmıştır.
Hz
Adem yaratılmadan önce, yeryüzüne insan nesli gelmeden önce tüm varlıklar
yaratılmıştı. Bu varlıklar zincirinin son halkasını teşkil ediyordu insanın
yaratılışı. Daha önce melekler yaratılmış, cinler yaratılmış, dünya yaratılmış,
semalar yaratılmış, güneş, ay, yıldızlar yaratılmış, arz yaratılmış, hayvanlar
yaratılmış, bitkiler, madenler yaratılmış, mahlukât tamam, mevcudat tamam ve
zamanın sonunda, âhir zamanda insan yaratılıyordu. Yaratıkların en son zinciri
olarak insan dünyaya geliyordu. Ve böylece yaratılış süreci tamamlanıyor, ondan
sonra da artık tamam dünyanın işi bitecek ve kıyâmet kopacaktır.
Evet dünyanın ömrü sonuna yaklaşmış, Peygamberlerin tamamı
gelip geçmiş, en son olarak âhir zaman Nebisi de gelmiş. Kitabın ve Rasulullah’ın
haber verdiği şartların pek çoğu gerçekleşmiştir. Nitekim Allah’ın Resûlü bir hadislerinde
şehadet parmağıyla orta parmağını birleştirerek şöyle buyuruyordu:
“İşte
ben ve kıyâmet böylece gönderildik”
Buyurmuştur.
O halde kıyâmet çok yakındır. İnsanların hesaplarının görülme, defterlerinin
dürülme vakti çok yaklaşmıştır. Ama bu insanlar ondan gafildirler. Bedenleri
oyun ve eğlencede olan bu insanların kalplerinin gaflette olmaması zaten mümkün
değildir. Şimdi Rabbimiz Kitabında bu kadar açık ve net bir şekilde hesap kitap
gününün yaklaştığını haber verdiği halde acaba bu insanlar daha neyi
bekliyorlar? Bu Kitabı dinledikleri halde anlamaya yanaşmayan, onunla
hayatlarını düzenlemeye ve onu hayat programı olarak kabul etmeye yanaşmayan,
kitabı dinledikleri halde hiçbir şey anlamamış gibi, hiçbir şey duymamış gibi
davranan ve kitaba rağmen kitapsız bir hayat yaşamaya çalışan bu gafiller daha
ne bekliyorlar?
Unutmasınlar ki o kıyâmet saati ona hazırlıksız olan kimselere
ansızın gelecektir. Zira kendileri kıyâmetin geleceğinden gafil bir şekilde
dünyaya dalmış, onu hatırlarından çıkarmış ve böylece lüzumuz şeylerin peşine
takılmış insanlar için elbette kıyâmet ansızın gelecektir. Kıyâmete inanmayan
ve onun hazırlığı içinde Allah için bir hayat yaşamayan insanlar onun kopmasına
yakın bir dönemde alâmetler belirdiği zaman bile uyanmayacaklar, o zaman bile
oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir. Onun için şuurları yerinde değilken,
haberleri yokken kıyâmet gelip onların tepelerinde patlayacaktır. Artık ondan
sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı da kalmayacaktır.
2, 3. “Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihbarı
mutlaka, gönülleri gaflet içinde eğlenerek dinlerler. Zulmedenler, gizli
toplantılarında: “Bu zât, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Siz, göz
göre göre sihre mi uyarsınız?” diye konuşurlar.”
Rablerinden her ne zaman kendilerine
yeni bir kitap, yeni bir din, yeni bir uyarı, yeni bir âyet geldiği zaman onlar
kalpleri gaflet içinde eğlenerek, alaya alarak onu dinlerler. Çünkü onların
kalpleri dünya tutkusuyla oyalanmaktadır. Dünyayı kıble edinmişlerdir onlar.
Dünya boyunlarına öyle bir dolanmış ki; Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
Kitabıyla ilgilenecek zamanları kalmamıştır. Onlar bu hayatı oyun ve eğlence
zannediyorlar. Veya Allah’ın uyarılarını ihtiva eden bu kitabı oyun ve eğlence
yerine koyup ciddiye almıyorlar. Ve işte böyle kalpleri oyun ve eğlencede olan
kimseler için uyarının varlığıyla yokluğu müsavi oluyor. Peygamber onları ha
uyarmış ha uyarmamış, Kur’an diye bir kitap yeryüzüne ha gelmiş ha gelmemiş
fark etmez oluyor.
Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Bizden önceki kitap
ehline Rabbimiz ne zaman yeni bir kitap, yeni bir uyarıcı göndermişse mutlaka
onu eğlence yerine almışlar, alay konusu yapmışlardır. Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
elçilerini alaya almışlar, dalga geçmişlerdir. Allah’ın hak elçilerinin
kendilerine getirdikleri âyetleri dinleyip onlar üzerinde ciddi ciddi düşünmek
ve bir karara varmak yerine, kulak verip tanıdıktan sonra onları kabullenmek
veya bir delille reddetmek yerine alaya alıyorlar, oyun ve eğlence yerine koyuyorlar.
Neden? Çünkü sepetleri boştur adamların. Dağarcıklarında onu değerlendirecek
sermayeleri yoktur adamların. Kafalarının içi bomboştur adamların. Bütün
sermayeleri alay etmek, tekzip etmek, yalanlamak, karşı çıkmak, susturmak,
asmak, kesmek, tehditler savurmaktır. Her devirde bu böyledir. Her devirde
kâfirlerin karakteri budur işte. Halbuki her hangi bir kimseden bir söz
duyulunca onu dinlemek, anlamaya çalıştıktan sonra ya kabullenmek ya da delilleriyle
reddetmek icap etmek-tedir.
Öyleyse aman Kur’an okurken çok dikkatli olalım. Kur’an
o-kurken, Kur’an dinlerken onun Allah sözü olduğunu hiçbir zaman unutmayalım.
İyi kulak verelim ona. O, okunurken mutlaka kalbimiz devrede olsun. Onu anlayabilmek
için tüm dikkatimizi ona teksif etmek zorundayız. Bu kitabı okurken, dinlerken
mutlaka susacağız. Başka hiçbir şeyle meşgul olmayacağız. Bütün benliğimizle,
bütün varlığımızla ona yönelip anlamaya çalışacağız. Ukalalık etmeyecek, kendi
düşüncelerimizi, önyargılarımızı, başkalarının
düşüncelerini onun önüne geçirmeyeceğiz. Gündemi bu kitaba
belirlettireceğiz. Gündemimizi bu kitap belirleyecek ve biz bu kitabın istediği
gibi bir hayatı yaşayacağız, sergileyeceğiz. Yâni Allah’ın Resûlü bu kitabı
nasıl okuduysa biz de öylece okuyacağız. Rasulullah hangi gayeyle, hangi niyetle okuduysa biz de
o şekilde okuyacağız. Yâni okumanın şeklini, biçimini, zamanını, miktarını,
sayısını, oranını, hedefini peygamberin tayin buyurduğu biçimde tayin edeceğiz.
Bunları ondan bağımsız belirlemeye kalkıştığımız zaman da mutlaka yanlışa düşeceğimizin
şuurunda olacağız.
Biz biliyoruz ki Allah’ın Resûlü bu kitabı anlamadan sadece
mücerret okumak için okumadı. Sadece bilgi olsun diye de okumadı. Âyetler
kalbine indi Rasulullah efendimizin. Âyetler hayatına indi. İşte biz de tıpkı
onun gibi okuyacağız. Anlamak ve hayatımızı onunla düzenlemek üzere okuyacağız.
Kalbimizde ve hayatımızda tesirler ve değişiklikler icra edecek biçimde
okuyacağız. Zaten okuma budur.
Okuma, üç azanın işidir. Dil âyetleri
telaffuz eder, akıl tercüme eder, kalp de okunan âyetlere göre tavır alır. İşte
okuma budur. Dil, akıl ve kalp uyumu içinde okuyacağız. Hattâ Rasulullah efendimizin
bu konuda bir hadisini hatırlıyorum:
“Kur’an
kıraatine Kur’an’la kalpleriniz arasında bir uyum mevcut olduğu sürece devam
edin. Bu bağ ortadan kalktığı anda okumaya ara verin.”
Buyurmaktadır.
Yâni kişi okuduğu âyetlerle kalbinin irtibatı kesilip de kalbi başka şeyler
düşünmeye, başka şeylerle ilgilenmeye başladığı anda Kur’an okuma kesilmelidir.
Çünkü o bir eğlence değil Allah kelâmıdır. Öyleyse bu konuya çok dikkat edelim
inşallah. Allah’ın âyetlerini oyun konusu yapmaya kalkmayalım. Allah’ın âyetlerini
alaya almayalım. Allah’ın âyetlerini kendi zevklerinizi tatmine imkân verecek
şekilde oyun ve eğlence yerine koymayalım. Allah’ın âyetleriyle dalga geçmeye
kalkmayalım.
Evet kâfirler, zalimler Allah’ın Kitabını eğlenceye
alıyorlar ve gizli toplantılarında da şöyle diyorlar: Ne oluyor? Şimdi de sihre
mi uyacağız? Bir sihirbazın dediklerine mi tabi olacağız? Bir sihre mi
inanacağız? Mekke’de kâfirler kendi aralarında toplanıp Rasulullah efendimizin
durumunu konuşuyorlardı. Bu adam asla bir peygamber olamaz. Çünkü bizden
biridir. Bizimle hiçbir farkı yoktur. Bizim gibi yiyip içen bir beşerdir. O
profesyonel bir sihirbaz olduğu için kendisiyle ilgi kuran, kendisini dinleyen
herkesi sihirliyor. Kimse onun etkisinden kendisini kurtaramıyor. Onun içindir
ki ne yapıp, yapıp kendimizi ve çevremizi ondan uzak tutmalıyız diyorlardı.
Gerçekten de bir kerecik onu dinleyen kişi
mutlaka onun etkisi altında kalıyordu. Ebu Cehil, Velid Bin Muğıre gibi
toplumun en akıllı, en kültürlü insanları, İslâm’ın en amansız düşmanları bile
bunu itiraf ediyorlar. İşte bunun için tedbirler alıyorlar. Mekkelilere ve taşradan
gelenlere ısrarla onun bir sihirbaz olduğunu, okuduğu kitabın bir sihir
olduğunu ve kesinlikle ondan uzak durmaları gerektiğini tavsiye ediyorlardı.
Onların bu iftiralarına karşılık Rasulullah efendimizin şöyle demesini emrediyor
Rabbimiz:
4. “Peygamber: “Benim Rabbim gökte ve
yerde söyleneni bilir. O, işitendir, bilendir” dedi.”
Evet göklerde ve yerde gizli ve açık
kim ne konuşuyorsa, kim ne dolap çeviriyorsa Rabbim onu bilir. Benim Rabbim
Alîm ve Habîr-dir. Sizi O’na havale ediyorum. Sizin gece gündüz neler konuştuğunuzu,
neler planladığınızı da, bu tavırlarınızın karşılığı olarak size nasıl bir ceza
vereceğini de bilen O’dur. Yâni ben sizin bu iftiralarınıza, bu
saçmalıklarınıza cevap verecek değilim. Sizin muhatabınız ben değil Rabbimdir.
Çünkü ben Rabbimin elçisiyim. Bu söylediklerimin hiçbirisi benden değil,
Ondandır. Sizin işinizi O görecektir. Çünkü her şeyi bilen ben değil O’dur.
Göklerde olsun, yerde olsun, gizli olsun, açık olsun kim ne söylemişse, kim ne
düşünmüşse bilen O’dur.
Evet
onların terbiyesizce, seviyesizce, küstahça takındıkları alaylı tavırlarına
Rabbimiz tarafından verilmiş en güzel bir cevaptır bu.
5. “Onlar: “Hayır, onun söyledikleri
karmakarışık rüyalardır.” Hayır, onu uydurmuştur.” Hayır; o bir şairdir” “Haydi
önceki peygamberler gibi o da bize bir mûcize getirsin” dediler.”
Görüyor musunuz saçmalamalarını?
Duyuyor musunuz zır-valarını? Çok değişik şeyler söylüyorlar. Hayır hayır bu
senin söylediklerin karmakarışık düşlerdir. İçinden çıkılmaz rüyalardır bunlar.
Hayır onu kendisi uyduruyor. Kendi kendine düzüp ortaya koyduğu şeyleri Allah’a
izafe ederek, bunlar bana Allah’tan geliyor diyerek Al-lah’a iftira ediyor. Yo
hayır, o bir şairdir. Eğer gerçekten bir peygamberse o zaman haydi önceki
peygamberler gibi bize bir âyet, bir mûcize getirsin de görelim diyorlar. Ne
dediklerini bilmiyor adamlar.
Sanki
gece rüyalarında gördükleri belli belirsiz şeyleri, karmakarışık rüyaları
onlara yol gösteriyor. Rüyalarında gördüğü şeyleri söylüyor adamlar. Yâni bu
Allah elçisini reddetme işini, bu Allah âyetlerini reddetme işini bir bilgiye,
bir delile dayandırmıyorlar. Bir belgeyle hareket etmiyorlar da bunu onlara
akılları, hayalleri, rüyaları, düşleri emrediyor. Peygambere isnat ettikleri bu
sözlerindeki çelişkileri, bu saçmalıkları onların akılları emrediyor? Ve tabii
böylece bu adamların akılsızlıkları açığa çıkıyor.
Yâni
akıl işi mi bu yaptıklarınız? Hangi akla, hangi mantığa sı-ğar bunlar? Kâh şair
diyeceksiniz, kâh deli diyeceksiniz, olmadı kâhin diyeceksiniz, olmadı sihirbaz
diyeceksiniz. Yâni nasıl iştir bu? Diyecekseniz bari bir tanesini deyin.
Birbiriyle taban tabana zıt, birbiriyle asla uyuşmayan şeylerdir bunlar. Hiç
deliden şair olabilir mi? Hiç deli bir kimse şiir söyleyebilir mi? Hiç deli
birisi kâhin olabilir mi? Kâhin akıllı, zeki kimsedir.
Yok
yok, bu adamlar azgın, haddi aşmış, bildikleri halde pey-gamberi kabule
yanaşmayan bir topluluktur. Yâni bu adamların akıl-ları kendilerine saçma sapan
şeyler emrediyor? Yoksa gece rüya-larında gördükleri şeyleri mi peygamber
hakkında, din hakkında, müslümanlar hakkında söylüyorlar? Zaten kendileri de
inanmıyorlar bu söylediklerine. Herhalde bu adamlar akıllarına esen şeyleri
söylü-yorlar. Bugün beyaz dediklerine yarın siyah diyorlar. Bugün doğru
dediklerine yarın yanlış diyorlar. İşte kıyâmete kadar ki kâfirlerin değişmeyen
özellikleridir bu.
Bakıyoruz tıpkı dünküler gibi günümüz kâfirleri de kitap ve
peygambere aynı şeyleri söylüyorlar. Ya Rabbi senin gönderdiğin ki-tap, senin
gönderdiğin peygamber bin dört yüz yıl öncesinin hayatını düzenlemiş. Aradan
bin dört yüz yıl geçmiş. Devir değişmiş. Zaman değişmiş. Şimdi bizim
bilimlerimiz var, bizim pozitif bilimlerimiz gelişti. Bizim laboratuarlarımız
var, teknik bilimlerimiz var, bilimsel çalışmalarımız var. Binaenaleyh artık
senin modası geçmiş Kitabına ve peygamberine ihtiyacımız kalmadı diyorlar. Kitap
ve sünnet için pozitif değildir diyorlar, tarafsız değildir diyorlar, günümüz
hayatının çözümü değildir diyorlar. Bakın bir de şöyle diyorlar:
Ey Muhammed, eğer gerçekten sen peygambersen, gerçekten bu
söylediklerin Allah’tansa, haydi o zaman evvelki elçiler gibi bize bir âyet
getir, bir mûcize getir de görelim. Ölmüşleri dirilt, atalarımızı geri getir de
bizimle konuşsunlar. Şu dağları altın yap, gökten bize bir sofra indir de
yiyelim vs.vs.
6.
“Onlardan önce yok etmiş olduğumuz kasabalar halkı inanmadılar, bunlar mı
inanacaklar?”
Kendilerinden önceki beyinsizler de
elçilerinden bu tür âyetler istediler. Ama Allah kendilerine istedikleri cinsten
âyetler gönderdiği halde onlar yine inanmadılar. Onlar inanmadılar da bunlar mı
inanacaklar? Yâni şu anda kendilerine arz ettiğimiz bunca görsel ve işitsel
âyet yetmiyor da başka âyet mi bekliyorlar? Şu Kitabın âyetleri yetmi-yor mu?
Şu kâinatta serpiştirdiğimiz meşhut âyetler az mı geliyor? Bu tutumlarıyla
Rablerinden helâklerine dâvetiye çıkardıklarının farkında değil mi bu adamlar?
Allah o tür âyetleri de göndermeye kadirdir. Ama o tür inkârı asla mümkün
olmayan âyetler geldi mi artık defteriniz dürülecek demektir. Eğer şu anda
önceki beyinsizlere yaptığı gibi size bu tür âyetler gönderilmiyorsa bu size
Rabbinizin merhametinin, dönüş imkânı tanımasının gereğidir.
7,8. “Ey Muhammed! Senden önce de,
kendilerine vahy ettiğimiz adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız Kitaplılara sorun.
Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz de değillerdi”
Peygamberim, senden önce de
kendilerine vahiy gönderdiğimiz kişiler insandı. Senden önce de biz insanlara
vahiy gönderdik. Önceki peygamberler insan değil miydi ki sana itiraz
ediyorlar? Eğer bilmiyorlarsa sorsunlar ehl-i kitaba? Sorsunlar Yahudi ve
Hıristiyanlara? Sorsunlar akıl hocalarına? Sorsunlar Yahudilere Mûsâ (a.s) bir
insan değil miydi? Îsâ (a.s) bir insan değil miydi? Yolundan gittiğini iddia
ettikleri İbrahim (a.s) bir beşer değil miydi? Sorun bakalım sizi kışkırtan,
size peygambere karşı mücâdele yöntemleri ulaştırmaya çalışan şu kitap ehline.
Yâni
şimdi bu adamlar Rablerinden kendilerine insan yerine bir Meleğin
gönderilmesini mi bekliyorlar? Eğer sizler insan değil de yeryüzünde dolaşan
melekler olsaydınız tamam elçi olarak Allah’ın bir melek göndermesi uygun olurdu.
Ama sizler insansınız ve peygamber de size kulluk örneği olmak ve sizi
gittiğiniz yolun yanlışlığı konusunda uyarmak için gelmektedir. Sizi Allah’ın
rahmetine ulaştırmak için gelmektedir. Böyle bir neticeyi sağlamak ve sizi Allah’ın
cennetine ulaştırmak için içinizden seçilmiş, bildiğiniz, tanıdığınız bir elçiyi
neden garip karşılıyorsunuz? Rabbinizin sizin içinizden sizin gibi yaşayan,
sizinle konuşan, sizin problemlerinizi bilen ve her an kendisini örnek
alabileceğiniz bir elçiyi seçip göndermesi size merhametinin gereğidir.
Değilse
Allah size elçi olarak bir melek gönderseydi, Onunla nasıl diyalog kuracak,
nasıl anlaşacak, nasıl örnek alacaktınız? Sizler o melek gibi nasıl
yaşayacaktınız? O Meleği nasıl örnek alacaktınız? Hoş zaten bu adamların böyle
bir kulluk dertleri de, kullukta örnek arama dertleri de yoktu. Zaten bu
adamların peygamberi reddetmelerinin altında yatan sebep de işte buydu. Adamlar
peygamberi örnek alma, peygamber gibi kulluk yapma, peygamber gibi yaşama derdinden
kurtulmak için onu reddediyorlardı. Peygamberi reddederlerken birinci dertleri
Allah’ın vahiy göndererek, hayat programı göndererek hayatlarına karışmasını reddetmekti.
Allah böyle içimizden bir beşerî elçi seçerek, kitap göndererek, vahiy göndererek
bizim hayatımıza karışmasın demeye çalışıyorlardı. Onun için olmaz böyle şey
derken şaşkınlıkları da buradan
kaynaklanıyordu aslında.
Biz
onları, o elçileri yemek yemez birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz de
değillerdi. Onlar da aynen sizin gibi yiyen, içen, doğan, ölen insanlardır.
Onların sizden tek farkları bizim kendilerini sözcü seçmemizdir. Kendilerine
kendi bilgimizi aktarmamızdır.
9. “Sonra Biz onlara verdiğimiz sözü
yerine getir-dik, kendilerini ve dilediklerimizi kurtardık; aşırı gidenleri ise
yok ettik.”
Evet elçilerimize kendilerini reddedenler karşısında vaad et-tiğimiz
zafer sözümüzü, kurtuluş vaadimizi yerine getirdik, onların hepsini
toplumlarına galip getirdik. Onlar elçilerimizi yalanladılar, biz de onları ve
beraberlerindeki inananları, onların mücâdelelerini destekleyenleri kurtardık
diyor Rabbimiz. Evet tercihini peygamber yolunda olmaya kullanan, oylarını
peygamber safında olmaya kulla-nanları kurtardık.
Evet peygamberlerimizi ve dilediklerimizi kurtardık, müsrifleri
de helâk ettik. Müsrif hayatını israf eden demektir. Allah’ın kendisine verdiği
fıtrî özellikleri gereği gibi kullanamayarak boşa harcayan demektir. Veya
müsrif böyle sere serpe istediği gibi bir hayat yaşamadan yana olan, ne Allah,
ne din, ne iman hiçbir kayıt tanımadan, hiçbir sınır tanımadan canı ne isterse
yapmaya çalışan kimsedir. İşte böyle keyfine göre bir hayat, keyfine göre bir
kılık kıyafet, keyfine göre bir hukuk, keyfine göre bir ekonomi, keyfine göre
bir inanç sistemi, keyfine göre bir itikat sistemi belirleyerek hayat
yaşayanları, Alah’ın yasalarını görmezden gelenleri helâk ettik diyor Rabbimiz.
Allah’ı İlâh kabul etmeyerek kendi kendilerini İlâh makamına koyanları, kendilerine
hidâyet kapısı olarak gelen Allah elçilerini reddederek kendi kendilerini,
kendi bilgilerini putlaştıranları helâk ettik.
Bu
müsrifler, kendi hayatlarını israf ettikleri gibi toplumlarını israf
etmişlerdir. Kendilerini mahvettikleri gibi etraflarındaki insanları da kendi
görüşlerine, kendi yasalarına çağırıp onları buna uymaya mahkum ettikleri için;
tüm toplumu da israf etmiş zalimleri helâk ettik. Çünkü toplumunun iradesini
ipotek altına alarak herkesi kendisi gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya
zorlayan zorba zalimler hem kendilerini, hem de tüm toplumlarını israf
etmişledir. İşte bunlar hem dünyada hem de Ukba’da helâk üstüne helâke uğramaya
lâyık insanlardır.
10. “Andolsun ki, size şerefiniz ve
öğüt veren bir Kitap indirdik; akıl etmiyor musunuz?”
Evet ey Mekkeliler, ey Kureyş, andolsun
ki size bu kitabı indirmekle, sizi bu kitapla şereflendirmekle sizi başkalarına
üstün kıldığımızı anlamıyor musunuz? Size bu kitapla şeref kazandırdığımızı
düşünemiyor musunuz? Bu kitapta sizin şerefiniz vardır. Bir zamanlar bu zikir,
bu şeref, bu liderlik İsrail oğullarındaydı. Kendilerine gönderilen kitaplar ve
elçilerle Rabbimiz onları âlemlere tafdil buyurmuş, kendilerine büyük şeref
kazandırmıştı. Ama onlar kitaplarını arkalarına atarak, peygamberlerine karşı
ilgisiz kalarak bu şerefe lâyık olmaktan uzaklaşınca Rabbimiz bu şerefi
onlardan alıp İsmail oğullarına devrediverdi. Peygamberliğin İsrail
oğullarından İsmail oğullarına intikali, kıblenin değişmesi onların bu şereflerinin
ve liderliklerinin bittiğinin beyanıdır. Kudüs merkezli dinler artık yerini
Mekke merkezli, Kâbe merkezli dine bırakmıştır. Ve böylece şan, şeref,
liderlik, halifelik İsrail oğullarından alınıp bu son elçiye, bu son kitaba
iman etmiş İslâm ümmetine verilirken, bu son elçiye inanmayan İsrail oğulları
için de kıyâmete kadar horluk, hakirlik,
zillet ve meskenet yasa oluyordu.
Evet bu kitap izzet ve şeref
kaynağıdır. Çünkü bu Kitabın sa-hibi izzet ve şeref sahibi, güç ve kuvvet
sahibidir. Ve yine kesinlikle bileceğiz ki bu kitapla beraber olanlar
yeryüzünde en büyük izzet ve şeref sahibi, hikmet ve hâkimiyet sahibidirler. Bu
kitapla beraber o-lanlar şereflidirler. Bu kitapla beraber olanlar güçlüdürler.
Bu kitapla beraber olanlar, bu kitabı anlayanlar ve bu kitabın istediği şekilde
ha-reket edenler yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.
Zikri şeref olarak anladık. Rabbimiz bu kitapta sizin zikriniz
vardır buyururken Allahu âlem bu kitapta sizin şerefiniz vardır, bu kitap sizin
için inmiştir, bu kitap sizi konu edinir, sizin hayatınızı, sizin
problemlerinizi, sizin mutluluğunuzu, sizin cennetinizi konu edinir. Bu kitap
sizin fıtratınızı, sizin kökeninizi, sizin kulluğunuzu konu edinir.
Bunun
dışında zikir şu anlamlara da gelmektedir. Sizin için bu kitap bir zikirdir,
bir gündemdir, bir hayat programıdır. Doğumdan ölü-me tüm hayatınız bu
kitaptadır. Zikir, dindir. Öyleyse sizin dininiz bu kitaptadır. Zikir, öğüt
demektir. Öyleyse sizin alacağınız öğüt bu kitaptadır. Sürekli bu kitapla
beraber olmak ve hayatınızı bu kitapla düzenlemek zorundasınız diyor Rabbimiz.
Değilse siz bilirsiniz:
11,12,13. “Halkı zalim olan nice
kasabaları kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka milletler var ettik. Onlar
bizim baskınımızı hissettiklerinde, oradan kaçmağa koyuluyorlardı. Koşup
kaçmayın; size nîmet verilen yere, yurtlarınıza dönün, elbette sorguya çekileceksiniz"
dedik.”
Evet biz halkı zalim olan, kendilerini
olmamaları yerde tutan, kendilerini Rablerine kulluk makamından indirip kendi
hevâ ve heveslerine, ya da kendileri gibilerinin hevâ ve heveslerine kulluk ortamında
tutarak Allah’ın hakkını vermeyen, Kitabın, peygamberin hakkını, fıtratının
hakkını vermeyen nice kasabaları, nice kentleri kırıp geçirdik. Onların yerine
başkalarını getirdik. Unutmayın ki sizi de helâk eder, yerinize başkalarını
getiririz. Eğer zikriniz olan, gündeminiz olan, dininiz olan, hayat programınız
olan bu kitaptan ve bu Kitabın pratiği olan peygamberden uzak bir hayat
yaşamaya kalkışırsanız sizin sonunuz da onlarınkinden farklı olmayacaktır
buyuruyor Rabbimiz. Onlar bizim baskınımızı, azabımızın gelişini hissettikleri
zaman oradan kaçıp kurtulmaya çalışıyorlardı. Nereye kaçabilecekler de Allah’ın
azabından? Onlara dendi ki kaçmayın.
14,15. “Vay başımıza gelenlere! Doğrusu
biz haksızlık yapmış kimseleriz" dediler. Biz onları biçilmiş ot ve bir
yığın kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti.”
Eyvah! Yazıklar olsun bize! Doğrusu
bizler zalimler idik. Bizler yapmamamız gereken şeyleri yaparak, olmamamız
gereken yerlerde bulunarak, kendimizi Rabbimize kulluk ortamından çıkararak,
kendimizi Rab ve İlâh makamında görüp hayat programımız konusunda Rabbimizi diskalifiye
ederek, Rabbimizin kitabını, Rabbimizin elçisini görmezden gelerek kendi
kendimize zulmedenlerden olmuşuz dediler ve hemen yaptıklarından pişman
oldular.
O ana kadar, Allah’ın azabı kendilerine gelmeden önce
Al-lah’a isyan içinde çok rahat bir hayat yaşıyorlarken, yaşadıkları hayattan
memnunlarken, Allah’ın azabı kendilerine geliverince hemen pişman olup
zalimliklerini itiraf ediyorlar, hayatlarını sorgulamaya baş-lıyorlar. Allah’ın
azabına lâyık olduklarını haykırmaya başlıyorlar. Dün böyle demiyorlardı
hainler. Dün Allah’ı da, Allah’ın elçisini de, Allah’ın yasalarını da
diskalifiye ederek, Allah’a kulluktan yüz çevirerek bir hayat yaşayan zalimler
kendilerine azap geldiği zaman, başları daraldığı zaman Allah’ı hatırlıyorlar.
Eyvah! Yazıklar olsun bize! Meğer biz-ler zalimlermişiz! Meğer bizler Rabbimize
ve kendimize karşı zulüm içindeymişiz! Meğer bizler Rabbimizin hayat programını
terk edip ken-di hayatımızı kendimiz belirlemeye kalkışmışız. Meğer Rabbimizi bı
rakıp kendi tanrılığımızı
iddia etme cehaletine düşmüşüz. Meğer Allah yasaları dururken, Allah elçileri
dururken ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı kendimiz belirlemeye kalkmışız
diye feryadı figan ediyorlar.
Şimdi de öyle değil mi? İşleri yolundayken, hayatları tıkırındayken
Allah’ı hiç hatırlamayan, peygamberi dışlayan, hayatlarını yer-yüzü
tanrılarının yasalarıyla düzenleyen insanların bir sıkıntıyla kaşı karşıya
geldikleri, rahatları kaçtığı, sistemleri tıkandığı zaman, uyguladıkları
yasalar kendilerini çıkmazlara sürüklediği zaman acı acı feryatlarının
yükseldiğini, birbirlerini suçlamaya yöneldiklerini, ama Allah yasalarını da
bilmedikleri için yine bir pislikten başka bir pisliğe, bir çıkmazdan başka bir
çıkmaza yuvarlandıklarını görüyoruz. Hani Ra-sulullah efendimizin bir hadisi vardı:
“Bir
toplum kendilerini mazur görmeyecek bir hale gelmedikçe helâk olmazlar”.
Evet
işte bakın adamlar kendilerini mazur görmüyorlar, kendilerini suçluyorlar, biz
gerçekten zalimler olarak Rabbimizin bu aza-bını, bu helâkini hakkettik
diyorlar. Yazıklar olsun bize, biz buna lâyıktık diyorlar. Geçmiş olsun. Bunu
azap gelmeden diyecektiniz.
Peki dün Mekkelilere, bugün de bize ne diyor bu âyet? Ey
yirminci asrın insanları, ey sizler, ey bizler, aklınızı başınıza alın! Değilse
Rabbinizin helâki geldiği zaman son pişmanlıklarınızın hiç bir faydası olmayacaktır.
Biçilmiş bir yığın ot haline getirilinceye kadar haykırmak, feryat etmek
istemiyorsanız bugünden pişman olacaksanız. Bugünden pişman olun, bugünden bu
pişmanlığı gerçekleştirin, bugünden tevbe edin ve Rabbinize kulluğa yönelin. Değilse
yarın mecburi bir pişmanlığın gerçekleşeceği bir ortamda bu pişmanlıklarınızın hiçbir
kıymeti olmayacaktır, bunu unutmayın diyor Rabbimiz.
16, 17. “Biz gökleri, yeri ve ikisinin
arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik, bunu yapacak
olsaydık, şanımıza uygun şekilde yapardık; ama yapmayız.”
Evet biz gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık diyor Rabbimiz. Bu, kâfirlerin:
Bizler bir daha asla dirilip hesaba çekilmeyeceğiz. Ölümlerimizden sonra
sümenaltı edilecek ve yaptıklarımızın hesabı sorulmayacaktır şeklindeki inançlarına
ve bu düşünceye bağlı olarak yaşadıkları hayatlarının bozukluğuna bir cevap
oluyor. Çünkü kâfirlerin bu iddiaları bu âlemin boşluğunu ortaya koyuyor.
Göklerin ve yerin lâf olsun diye yaratıldığı, hiç bir anlam taşımadığı mânâsına
geliyor. Halbuki bu kâinat boşuna ya-ratılmamıştır. İşte Rabbimiz buyuruyor ki;
gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Bu âyette göklerin ve yerin, ikisi arasında olanların
yaratıcısının Allah olduğu haber veriliyor. Öyleyse kâinatta ne varsa onların
tümünü Allah yarattığı için hepsinin üzerinde söz sahibi, hak sahibi, hukuk
sahibi, hâkimiyet sahibi sadece Allah’tır. Allah’tan başka bu varlıklar
üzerinde hâkimiyet ve otorite sahibi yoktur. Ve işte görüyoruz, gökler de,
yerler de, göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar da yaratıcılarına kulluk
yapmaktadırlar. Tüm varlıklar kendilerini var edenin kulluk yasalarına
teslimdirler. Güneş hiçbir zaman O’nun hak yasasının dışına çıkamaz. Ay O’nu
dinlemektedir, yıldızlar O’na teslimdirler. Göklerde ve yerde sadece Allah’a
kulluk ve O’na itaat yasası işlemektedir. Ama sadece insanlar bunu bilmezler.
Sadece insanlar bu yasanın dışına çıkabilmekte, sadece insanlar Rablerine kafa
tutabilmektedirler.
Evet gökler, yer ve ikisi arasında bulunanların tamamı kuldur
ve bu varlıklar âleminin yaratılış sebebi de yaratıcılarına kulluktur. Değilse
bu varlıklar oyun ve eğlence olsun diye yaratılmamıştır. Eğer biz eğlence
yapacak olsaydık -ki bu bizim şanımıza asla yakışmaz- o zaman bu mahlukâtı
yaratmadan onu kendi katımızdan edinirdik. Eğlenceyi katımızdan edinirdik.
Bunun için bu kadar varlığı yaratmamıza gerek kalmazdı. Bunun için hayatı, ölümü,
dünyayı, âhireti, cenneti, cehennemi yaratmamıza gerek kalmazdı. Ama kâfirler,
önceki âyetlerde de ifade edildiği gibi kalpleri hep oyunda eğlencede olanlar,
Rahmânın bunca uyarılarından gafil olanlar elbette bu âlemin boş olduğunu iddia
edecekler. Bu işlerine geliyor adamların. Çünkü hesabın Kitabın gündeme gelmesi
rahatlarını kaçırıyor. Onun içindir ki ne yapıp yapıp bu dünyanın, bu hayatın
bir oyun ve eğlence olduğunu savunmak zorundadırlar.
Hayır
hayır bu yaratıklar birer oyun olmadığı gibi, yaratıcı da bir oyuncu değildir.
Bu hayatın sebebi imtihandır. Allah imtihan için yaratmıştır bu âlemi. Gökler,
yer ve ikisi arasında olanlar Rabbimiz tarafından belli bir hak üzere yaratılmıştır.
Gökler ve yer hak üzerine, sağlam temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle
yaratılmıştır. Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun işlemektedir. Tüm
kâinatta hak esastır. Her şey hak üzerine bina edilmiştir. Bâtıl ise ârızî ve geçicidir.
Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onu şöyle dile getirir:
18. “Gerçeği, bâtılın başına çarparız
ve onun beynini parçalar; böylece bâtıl ortadan kalkar. Allah'a yakıştırdığınız
vasıflardan ötürü yazıklar olsun size!”
Hakkı bâtılın tepesine vururuz. İlk
insan Hz. Ademden bu yana bu bizim sünnetimizdir diyor Rabbimiz. Biz hakkı
bâtılın üzerine darp ederiz de, bâtıl hak karşısında can çekişe çekişe geberip
gider. Bu bizim değişmeyen yasamızdır diyor Rabbimiz. Hakkı bâtılın üzerine
öyle bir vurur, öyle bir çarparız ki hak bâtılın beynini dağıtıp parçalayıverir.
Dün de bu böyle olmuştur, bugün de böyle olmaktadır, yarın da böyle olacaktır.
Hakkı bâtılın başına öyle bir çalar ki Rabbimiz onun beynini, sistemini Allak
bullak ediverir. Bâtılın tüm düşünce yapısını tepetakla getiriverir. Ama tabii
Rabbimiz bunu bizim elimizle, bizim çabamızla gerçekleştirecektir. Yâni bunu
biz yapacağız. Bâtılı hakla biz devireceğiz. Rabbimiz sünneti gereği bunu
bizden istiyor. Biz önce hakka sahip çıkacağız, hak taraftarı olacağız, hakkın
galibiyeti için say edeceğiz, biz bize düşeni yapacağız. Lâkin bizim elimizin
uzanmadığı, gücümüzün yetmediği yerlerde de yine Rabbimiz bizim imdadımıza
yetişecektir. İşte bu Rabbimizin bize çağrısıdır.
Hak, bâtıl karşısında daima galip gelecektir. Ama bazen günümüzde
olduğu gibi suyun üzerindeki köpük, ya da madenin üzerinde oluşan cüruf gibi,
küf gibi bâtılların zâhiren hakimmiş gibi bir durum arz ettiğini görürsünüz.
Yâni zaman zaman geçici olarak bâtılın açığa çıktığını, bâtılın hakkın üzerine
çıktığı görülebilir. Tıpkı köpüğün suya, cürufun demire galebe çalıp egemen
olması gibi bâtılın da hakka egemenmiş gibi bir konuma geldiği görülebilir.
Rabbimiz
buyurur ki ey müslümanlar, ey hak taraftarları, sakın ha sakın bu duruma bakıp
ta aldanmayın. Böyle bir durum sakın sizi aldatmasın. Bâtıl, suyun üzerinde oluşan
ârızî köpüğe benzer. Bâtıl, demirin üzerinde oluşmuş ârızî küfe benzer. Sakın
suyun tamamını köpük zannetmeyin. Sakın demirin tamamını küf zannetmeyin. Eğer
hak safında yerinizi alır, Allah’ın istediği kullar olursanız, sizler Allah’ın
istediği bir hayatın sahibi olursanız, Allah hakkı bâtılın üzerine öyle bir
vurur ki o köpük ve cüruf mahiyetinde olan bâtıl çok kısa bir zaman içinde yok
olup gider. Çünkü bâtıl ârızîdir, kabuktur, köksüzdür, gelip geçicidir, gücü,
kudreti, otoritesi yoktur. Ama hak hiçbir zaman bâtıla benzemez. Hak bu
kâinatın tabiatında, varlığın fıtratında köklü olan bir esastır. Bâtıl gibi
ârızî, gelip geçici değildir. İşte bu âlemin yaratılış gerçeği budur. Çünkü bu
âlemin sahibi Allah yasayı böyle koymuştur. Çünkü mülkün sahibi O’dur.
19,20. “Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Katında olanlar
O’na kulluk etmekten çekinmezler ve usanmazlar. Gece gündüz, bıkmadan tesbih
ederler.”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ın kuludur, Allah’ın kölesidir, Allah’ın mülküdür. Her şey kuldur, her
şey mülktür, Mâlik O’dur. Hiçbir varlık O’nun mülküne ortak değildir. Katında
olanlar, melekler, peygamberler ve sizin tanrılaştırdığınız varlıkların tamamı
O’na kulluk etmekten asla çekinmezler, usanmazlar. Gece gündüz bıkıp usanmadan
Rablerini tesbih ederler. Rablerini gündemde tutarlar. Ey Hıristiyanlar,
bilesiniz ki sizin tanrılaştırdığınız Îsâ (a.s) da, ey müşrikler, sizin
tanrılaştırdığınız melekler de Allah’ın kullarıdırlar. Gelin Îsâ (a.s)’ı Allah,
ya da Allah’ın oğlu kabul etmeyin. Gelin Allah’ı üç-lemeyin. Allah’a ortaklar,
yardımcılar izafe etmeyin. Hâşâ hâşâ Allah’ın kulu olan Meryem’i ve Onun oğlu
olan peygamberi Allah’a yardımcılar yapmayın. Gelin ey zavallılar! Bu
sapıklıklarınızdan vazgeçin.
Bu varlıklar Allah’ın kullarıdır ve asla Allah’a kulluktan
istinkâf edip çekinmezler, müstekbir davranmazlar. Bunlar kendileri Rablerine
kul köle iken, sizlere ne oluyor da onları ilâhlaştırmaya kalkışıyorsunuz?
Nereden alıyorsunuz bu cesareti? Onlar Allah’a kulluktan asla çekinmezler.
Çünkü kul olarak onlar için Rablerine, yaratıcılarına kulluk şereflerin en
büyüğüdür. Bunu herkesten iyi bilen, Rablerini herkesten daha yakın tanıyan
peygamberler ve melekler nasıl terk edecekler Rablerine kulluğu? Hiç aklınız
ermez mi sizin? Bu varlıklar ne kadar da yüce olurlarsa olsunlar, ne kadar da
günahsız olurlarsa olsunlar onların Allah karşısındaki konumları kulluktan başka
bir şey değildir. Kul ne kadar da yüce olursa olsun yine de yaratıcısına muhtaçtır.
Âbid her yerde, her zaman ve mekânda yine âbiddir, Mabûd da Mâbud’dur.
Yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında konumu kulluktur.
Bakın
işte onlar Rablerini tesbih ediyorlar, Rablerini azametine uygun sıfatlarıyla
tanıyorlar, noksan sıfatlardan tenzih ediyorlar. Bir taraftan bu şekilde
Rablerini tesbih ederlerken, diğer taraftan da yerdeki ukalaların Rablerine
karşı işledikleri saygısızlıklarından, iftiralarından, isyanlarından ötürü de
utançlarından yüzlerini yerlere koyup Rablerine, sıfatlarıyla tanıdıkları
Rablerine özürler beyan ediyorlar. İnsanlar adına O’ndan özür diliyorlar.
Rablerine boyun büküyorlar, her bir makamda O’nun emirlerini uyguluyorlar.
Rablerinin her bir fermanı karşısında teslimiyetlerini izhâr ediyorlar. Allah
bizleri de onlar gibi kendisine kulluk yapan, kendisini tesbih edip, kendisini
kendisinin haber verdiği gibi tanıyıp iman eden ve tüm hayatında O’nun emirlerine
boyun büküp ukalalık etmeyen kullarından eylesin.
21,22,23. “Yeryüzünde edindikleri tanrılar mı, onlar mı
ölüleri diriltecekler? Eğer yerde, gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi
de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından
münezzehtir. O, yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumlu tutulacaklardır.”
Sizi şu yeryüzünde, Allah berisinde
edindiğiniz tanrılarınız mı diriltecek? Var mı onların böyle bir güçleri? Varsa
hani şu anda onlar neyi yaratmışlar? Sizi ölümlerinizden sonra onlar mı
diriltecek? Onlar mı hesaba çekecek? Yarın hesabı onlara mı ödeyeceksiniz?
Cennet ve cehennem onların mı? Eğer göklerde ve yerde egemen Allah’tan başka tanrılar
olsaydı göklerin ve yerin dengesi altüst olurdu. Arzuları, emirleri çatışan bu
tanrılar göklerin ve yerin düzenini bozarlardı. Eğer birbirinden bağımsız
ilâhlar, Rabler, yöneticiler, egemenler olsaydı bir saniye bile bu düzen devam
etmezdi. Tek bir yasa var, tüm bu kâinatta geçerli. Bir tek İlâh var. Bir tek
Rab var egemen. Sadece Onun iradesi geçerlidir. Halbuki arşın sahibi olan Allah
onların vasıflandırdıklarından münezzehtir, uzaktır. Rab olarak, İlâh olarak,
yaratıcı olarak Allah yaptıklarının hiç birisinden sorumlu değildir. O mülkünde
dilediğini yapar, dilediğine hükmeder. Ama Onun dışında herkes kul olarak, köle
olarak, mülk olarak yaptıklarının tümünde Mâlike karşı sorumludur. Çünkü mülkün
Mâlike hesap verme zorunluluğu vardır, ama Mâlikin mülküne karşı hesap verme
sorumluluğu yoktur.
24. “O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler?
De ki: “Kesin delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin Kitabı ve benden
öncekilerin Kitapları.” Hayır; onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.”
Hal böyleyken onlar Allah’ı bırakıp ta
kendilerine başka tanrılar mı edindiler? Var mı buna bir delilleri? İşte bu kitap benim ve bana iman etmiş
ümmetimin delilidir, zikridir, şerefidir, aynı zamanda benden öncekilerin de zikridir.
Yâni bu Kur’an kendisinden önceki ki-taplardan farklı şeyler söylemiyor. Kaynak
aynı kaynak olduğu için farklı şeyler yoktur bu kitapta. Tüm kitaplar Allah’tan
başka İlâh olmadığını söylüyor. Öyleyse onların tüm kitapların haber verdiği tevhidi
kabule yanaşmayışlarının sebebi cahillikleridir. Cahillikleri ve kibirleri
yüzünden hakkı kabule yanaşmıyorlar. Onların pek çoğu hiçbir şey bilmiyorlar.
25. “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz
her peygambere: “Benden başka İlâh yoktur, Bana kulluk edin” diye vahy
etmişizdir.”
Evet ey peygamberim, senden önce hiçbir
peygamber göndermedik ki ona vahy etmiş olmayalım. Senden önce gönderdiğimiz
hiçbir elçimiz yoktur ki ona bizim vahyimiz ulaşmış olmasın. Tüm
peygamberlerimize vahy ettik. Peki neyi vahy etmiş Rabbimiz? Tüm elçilerine
gönderdiği vahyin konusu: Benden başka İlâh yoktur. Benden başka sözü
dinlenecek, Benden başka yasaları uygulanacak, Benden başka kendisine kulluk
edilecek İlâh yoktur. Öyleyse sadece Bana kulluk edin. İşte Rabbimizin tüm
elçilerine vahyinin ana konusunu, temelini oluşturan budur. İlk elçi Adem (a.s)
ile son elçi Muhammed (a.s) arasındaki tüm elçilere gönderilen vahyin, mesajın,
dinin temelini Rabbimiz bu âyetinde özetliyor.
Allah’tan başka İlâh yoktur. Allah kendisinden başka İlâh olmayandır.
Tüm varlıkların kulluk ipleri elinde olan, sadece kendisine ibadet edilen,
sadece kendisinin sözü dinlenen, göktekiler ve yerdekiler konusunda sadece
kendisinin kanunları geçerli olan, herkesin kendisine boyun büktüğü tek varlık
Allah’tır. Kendisine yönelinecek, kendisine kulluk edilecek tek varlık
Allah’tır. Ondan başka İlâh yoktur. Ondan başka sözü dinlenecek, Ondan başka
hatırı kazanılacak varlık yoktur. İbadetin, duanın, tevekkülün sadece kendisine
yapılacağı, imdadın, yardımın sadece kendisinden isteneceği tek varlık
Allah’tır. Tüm varlıklar adına kanun koymaya, onlara din ve şeriat belirlemeye,
onlara hayat programı çizmeye yetkili tek varlık Allah’tır. Çünkü onları
yaratan O’dur. Onların sahip oldukları her şeylerini onlara lütfeden O’dur ve
sonunda onları öldürecek ve hesaba çekecek olan da O’dur.
Onun
dışında hiçbir kimsenin bu konuda tek kelime bile söz söyleme hakkı yoktur.
Allah’tan başka hiçbir kimsenin kanun yapmaya, Allah’tan başka hiçbir kimsenin
din belirlemeye, yâni hayat tarzı koymaya, hayat programı belirlemeye hakkı
yoktur. Din koyucusu sadece Allah’tır. Hayat programını belirleyici sadece
O’dur. Çünkü tüm varlıklar O’nundur, herkes ve her şey O’nun kuludur, O’nun mülküdür
ve mülkünde söz hakkı da O’na aittir. Gökler ve yerde tek Melik, tek hükümdar
O’dur. Yaratıcı, hayat veren, dirilten, öldüren, rızık veren, doyuran O’dur.
İşte Rabbimiz buyuruyor ki İlâh Benim. Kulluğa lâyık, ibadete lâyık, sözü
dinlenmeye lâyık Benden başka hiç kimse yoktur. Evet tüm yaratıklarından,
meleklerden, cinlerden, insanlardan, kullarından, mülklerinden kulluk isteme
hakkı da sadece Allah’a aittir. Ama:
26. “ Rahmân çocuk edindi"
dediler. Hâşâ; hayır; melekler şerefli kılınmış kullardır.”
Evet buna rağmen dediler ki Rahmân
kendisine bir oğul e-dindi. Rahmân kendisine bir evlât seçti.
Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. Îsâ Allah’ın oğludur dediler.
Me-lekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Nasıl diyebilirler bunu Allah’a? Halbuki
göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Hepsi O’nun kuludur. Hepsi O’na
boyun büküp itaat etmektedir. Oğullar O’nundur, babalar O’nundur, analar
O’nundur, kızlar Onundur, gökler O’nundur, yerler O’nundur, denizler O’nundur,
yıldızlar O’nundur, her şey O’nundur. Her şey Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar
O’nun iken, tüm yaratıklar O’nun kulu iken bunlardan birini veya bir kaçını
kendisine oğul edinmesine ne gerek var da?
Nasıl da diyebiliyorlar bunu Allah’a? Nasıl da iftira
edebiliyorlar hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir Allah’a? Allah’ın hanımı mı var
ki bunu diyebiliyorlar? O’nun bir güç ve kudret problemi mi var ki O’na evlâtlar,
yardımcılar, veliahtlar bulmaya çalışıyorlar? Yâni mülkünde, saltanatında,
kullarını idaresi konusunda bir kudret problemi mi var ki, bazı işlere gücü
yetmiyor mu ki, bazı konularda âciz mi kalıyor ki onları kendilerine havale
edecek, yardımlarına başvuracak evlâtlar edinsin? Birilerinin yardımına
ihtiyacı mı var ki evlâtlar edinsin? Neye ihtiyacı var ki yetkilerinin bir
kısmını onlara devretsin? Zira bu tür şeyler Allah’a eksiklik ve ihtiyaç
izafesidir. Halbuki Allah’ın varlıklarıyla ilişkisi birbirinden farklı
değildir. Yâni Cenâb-ı Hakkın varlıklarından bazısına daha yakın, bazısına daha
uzak olduğu asla düşünülemez. Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken,
göktekilerin ve yerdekilerin tamamı O’nun kulu ve kölesi iken neden bir çocuğa
ihtiyaç duysun da?
Hıristiyanlık dünyasına, Yahudi dünyaya ve müşrik dünyaya
sormamız gerekiyor. Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr Allah’ın oğludur. Allah
yeryüzünün idaresini insanlara devretmiştir. Allah hayata karışmamaktadır.
Falanlar, filanlar yer yüzünde egemendir. Onların da yasa belirleme konusunda
yetkileri vardır. Onlar da bizim hayatımızda söz sahibi varlıklardır. Bizler
onları da dinlemek zorundayız. Bizler Allah’la birlikte onlara da kulluk etmek,
onların arzularını da yerine getirmek zorundayız derken, bu tür zırvaların peşine
takılırken acaba bu konuda dayandığınız nedir? Neye dayanarak söylüyorsunuz bu
sözleri? Deliliniz nedir bu konularda? Halbuki Allah kendisini kendisinin
tanıttığının ötesinde tanıma imkânımız olmayandır. Allah kitaplarında kendisini
nasıl tanıtmışsa öylece tanıyıp inanmamız gereken varlıktır.
Hal
böyleyken nasıl oluyor da kendisini apaçık kitaplarında ortaya koymasının
ötesinde bu insanlar O’nu O’nda olmayan noksan sıfatlarla tanımlama yoluna
gidebiliyorlar? Nereden çıkarıyorlar bunu? Sübhanallah. Hayır hayır sizler
Allah hakkında ancak bilmediklerinizi söylüyor, yalan söylüyor ve Allah’a
iftira ediyorsunuz. Çünkü Allah hakkında söz söyleyen kişi bunu Allah’ın Kitabından
delillendirmek zorundadır. Allah hakkında söz söyleyen kişi ya Kuranla konuşur,
ya peygamberle konuşur doğru söyler, ya da vahyin dışında kendi hevâ ve hevesleriyle
konuşur ve yalan söyler.
Bizler
şu anda Allah hakkında Kur’an ve sünnetle konuşuruz. Allah hakkında, toplum
hakkında, toplumsal problemlerin, hayatın problemlerinin çözümü hakkında vahiyle
konuşuruz. Âhiret hakkında vahiyle konuşuruz. Hayat hakkında, ölüm hakkında,
hayatın yasaları hakkında, ekonomi hakkında, eğitim hakkında, her konuda
vahiyle konuşuruz ve doğru söyleriz. Bir kişi tüm bu konularda Allah’la, kitapla,
peygamberle konuşmadığı sürece, Allah ve peygamberin sözcülüğünü yapmadığı
sürece, söylediklerini vahiy destekli söylemediği sürece yalan söylüyor, iftira
ediyor demektir.
Sübhanallah. Tesbih Allah’ı ve Allah’ın tanıttıklarını
Allah’ın ta-nıttığı şekilde kabul demektir. Allah kitabında ve elçilerinin
sözlerinde kendisini nasıl tanıtmışsa bizler O’nu öylece tanıyacağız ve Sübhanal-lah
diyeceğiz. Yahudi’nin, Hıristiyanın düştüğü hataya bizler düşmeyeceğiz. Kitabın
ve peygamberin ortaya koyduğuna göre Allah’ın ne oğlu vardır, ne kızı vardır,
ne de yeryüzünde yetkilileri vardır. Ne melekler, ne peygamberler, ne yeryüzü
yöneticileri, ne melikleri, ne kralları, ne hacılar, ne hocalar, ne şeyhler, ne
mürşitler Allah yetkilerine sahip değillerdir. Allah’ın rubûbiyetine,
ulûhiyetine, egemenliğine hiç kimse ortak değildir. Hiçbir varlık O’nun sıfatlarına,
O’nun yetkilerine sahip değildir.
Binaenaleyh
Hz. Îsâ (a.s) da, Üzeyr (a.s) da, melekler de, diğer peygamberler de Allah’ın
mükramun kullarıdır. Allah’ın ikramına lâyık kıldığı, Allah’ın yarattığı ve
varlıklarını sürdürme konusunda Allah’a muhtaç kullardır. Bunların öteki
varlıklardan tek farkı Rabbimiz onlara lütfedip ikramına, risâletine mazhar
kılıp peygamber seçmiş olmasıdır. Bu Allah’ın biz fazlıdır ki dilediğine onu
verir.
Yahudi ve Hıristiyanların düştükleri bu yanlışa her zaman insanların
düşebileceklerini çok iyi bilen Rabbimiz Kitabının pek çok yerinde ısrarla bu
konuyu gündeme getiriyor. Şu anda da bakıyoruz kimileri yöneticilerini,
kimileri idarecilerini, kimileri şeyhlerini, hocalarını çok fazla yücelterek,
onlara Allah sıfatlarını vererek, sevgide, hürmette aşırı giderek yanılgı içine
düşmektedirler. Müslümanlar bu konuda çok dikkatli davranmak zorundadırlar.
27. “Allah'tan önce söz söyleyemezler; ancak Onun emri
üzerine iş işlerler.”
Allah berisinde İlâhlar bildiğiniz,
tanrılar bildiğiniz, kendilerine Allah sıfatlarını yüklemeye çalıştığınız, Allah’ın
oğlu kızı demeye çalıştığınız varlıklar var ya, onlar sözle bile asla Allah’ı
geçemezler. İn-sanlar, kullar Allah’ın önüne sözle bile geçemezler. Çünkü
onlar, o melekler, o peygamberler herkesten çok Rablerine teslim olan, herkesten
çok O’na kulluk eden varlıklardır. Onlar asla kendi sözlerini Allah sözünün
önüne geçirmezler. Onlar Rablerinin emriyle hareket ederler. Emir olunmadıkları
hiçbir şeyi söylemezler, hiçbir şeyi yapmazlar. İnsanlar sözle bile olsa Allah’a
karşı gelemezler, isyan edemezler. Bilâkis onlar Allah’ın emrini, Allah’ın
yasalarını pratikte uygularlar, O’nun emrinde bir hayat sürerler. Hiç kimse
Allah’ın hükmünün, Allah’ın sözünün, Allah’ın muradının dışına çıkamaz.
Zaten
ne Îsâ (a.s), ne Üzeyr (a.s) ne de melekler sözle böyle bir şey
söylememişlerdir. Bizler Allah’ın önündeyiz, bizler Allah yetkilerine sahibiz,
bizler Allah’ın oğulları kızlarıyız, bizler de tanrılarız, bizlere de kulluk
etmek, bizim arzularımızı, bizim yasalarımızı da uygulamak zorundasınız
dememişlerdir. Öyleyse nasıl oluyor da bu in-sanlar onların demedikleri bir
şeyi onlar namına söylemeye çalışıyorlar? Nereden alıyorlar bu yetkiyi?
Aslında bunların derdi şuydu. Üzeyr Allah’ın oğludur, Îsâ Allah’ın
oğludur derken bu adamlar esasen Allah’a karşı torpilli varlıklar bularak,
işledikleri şeylere kılıflar bulmaya çalışıyorlardı. Allah’a veliahtlar bulmaya
çalışıyorlardı ki böylece Allah’a yaklaşabilme, O’na torpil yaptırabilme imkânı
bulabilsinler. Böyle çabaları vardı adamların. Öyle ya bir insana çocuğundan
daha yakın birisi olmayacağına göre, ya da adam çocuğunun hatırından
çıkamayacağına göre, bunlar da sanki Allah’ı insan gibi, kendisine çocuğu
vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden ötürü torpil yaptırma
derdiyle bu herzelere yöneliyorlardı. Bu varlıkların yarın Allah huzurunda
şefaatte bulunarak kendilerini kurtaracaklarına inanıyorlardı. İşte bu yüzden
bu sapıklıkların içine giriyorlardı. Bakın bundan sonraki âyetinde Rab-bimiz bu
hususu şöylece açıklığa kavuşturuyor:
28. “Allah, onların yaptıklarını ve
yapmakta olduk-larını bilir. Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına
şefaat edemezler; O’nun korkusundan titrerler.”
Allah onların önlerini de, arkalarını
da, önlerinde olanı da, ar-kalarında olanı da, yaptıklarını da, yapmadıklarını
da, önceden yaptıklarını da, sonradan yapacaklarını da, amele, eyleme
dönüştürdüklerini de, kalplerinde yapmayı tasarladıkları niyetlerini de,
düşündüklerini de, fiillerini de, hareketlerini de, geçmişlerini de, geleceklerini
de bilmektedir.
Evet
İnsanların öncesini ve sonrasını bilendir Allah. Yâni varlıklardan önce ne
vardı? Varlıkların varlığından önce ne vardı? İnsanların yaratılmasından önce
ne vardı? Onların yokluğundan sonra ne olacak? Bunu bilen ancak Allah’tır.
Allah her şeyi bilendir, O’nun bilgisinin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Ve
hiçbir kimse Allah’ın bildik-lerinden hiçbir şeye dair bilgiyi Allah onu
kendisine öğretmeksizin elde edemez. Allah izin vermedikçe hiçbir kimse
Allah’ın bilgisinden hiçbir bilgiye muttali olamaz.
Öyleyse onlar Allah’ın razı
olduklarından, hoşnut olduklarından başkalarına asla şefaatte bulunamazlar. Ne
Îsâ (a.s), ne Üzeyr (a.s), ne Allah’ın melekleri, ne de Allah’ın öteki
peygamberleri Allah’ın izin vermediği, Allah’ın razı olmadığı kimselere şefaat
etme yetkisine sahip değillerdir. Çünkü bunların hiçbirisi insanların, kulların
önlerini, arkalarını, niyetlerini, amellerini, yaptıklarını, yapmadıklarını
bilemezler. Kimin hangi niyetle ameller işlediğini, kimin ne adına bir hayat
yaşadığını Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
Kur’an-ı Kerîmde bu
ve benzeri âyetlerden anlıyoruz ki yarın şefaatte bulunabilecek, şefaat
edebilecek insanları da, şefaat edilecek kimseleri de Allah belirleyecektir.
Bunu Allah’ın izni belirleyecektir. Allah’ın izin vermediği hiç bir kimse
şefaat etme hakkını kendisinde bulamayacağı gibi, Allah’ın lâyık görmediği
hiçbir kimse de şefaat edilmeye hak kazanamayacaktır. Yâni meselâ yarın Allah
bana şefaat edebilme hakkını verse, ben babama, anama, kayınpederime, ba-canağıma,
arkadaşlarıma şefaat edemeyeceğim de, Allah’ın şunlara şunlara şefaat edebilirsin
diye benim karşıma çıkardığı listede yazılı olanlara, yâni Allah’ın razı olup
izin verdiklerine ancak şefaat edebileceğim.
Peki bunun sebebi nedir? Yâni eğer yarın Allah bana şefaat
izni verirse niye ben kendi istediklerime, sevdiklerime şefaatte bulunamayacağım
da sadece Allah’ın belirlediği kimselere şefaat edebileceğim? Allah’ın elçileri
niye kendi istediklerine şefaatte bulunamayacaklar? Bunun sebebi nedir?
“O kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini
bilir”
Evet insanların önlerini arkalarını, cinslerini, cibilliyetlerini,
kalplerini, niyetlerini, amellerini, amellerinin zâhirîni, bâtınını, o amelleri
işlerken nasıl bir niyet taşıdıklarını, Allah için mi, yoksa toplum için mi
yaptıklarını, dosyalarını, sicillerini tutan, bilen yalnız Allah’tır. Peygamber
bilemez ki bunları. Ben bilemem ki insanların önlerini arkalarını. Ben bilemem
ki insanların ne tür bir dosyayla, ne tür bir niyetle, ne tür amellerle
Allah’ın huzuruna geldiklerini. Bir insanın direk cennete gitmesi gereken biri
mi, yoksa bir süre cehennemde yanması mı gerektiğini kesinlikle peygamber
bilemez, biz bilemeyiz. Çünkü kalpleri, niyetleri, amelleri, bu amellerin
önünü, arkasını bilen sadece Allah’tır. Onun için ben istediklerime şefaat
etmeye kalkarsam zulmedebilirim, hata edebilirim. Cennete gitmesi gereken
birini cehenneme, cehenneme gitmesi gereken birini cennete postalama çabası
içine girebilir ve zulmetmiş olabilirim, haksızlık etmiş olabilirim. Bakın
Nebe’ sûresi de bu hususu şöyle anlatıyordu:
"...Ona onun huzurunda hiçbir söz
söylemeye Mâlik olamazlar. Konuşamayacaklar, ancak Rahmânın izin verdikleri
(konuşabilecekler) O konuşanlar da sevaba konuşacaklardır."
(Nebe’ 37,38)
Yâni Onun huzurunda kimse söz söyleyemeyecek, ancak O’nun
izin verdiği peygamberler söz söyleyecekler ve onlar da sa-dece sevap söz
söyleyeceklerdir. Yâni doğru söyleyeceklerdir. Yâni ancak şefaate lâyık olan
kişilere, Allah’ın razı olduklarına şefaat edebileceklerdir. Yâni Allah’ın
şefaate izin verdiği kimselere şefaat edecekler, Allah’ın kendilerinden razı
olduğu insanları kurtarmaya kalkışacaklardır. Allah’ın şefaate izin vermediği,
kendi istediklerine şefaat etmeye kalkışarak yanlışa düşmeyeceklerdir. Yanlış
yapmayacaklardır.
Öyleyse Allah’ın vermediği yetkiyi birilerine vererek yarın
bunlar bize şefaat etsinler demenin anlamı yoktur. Kendi kafamıza göre bu
dünyada bir kısım Şafii’ler belirleyerek, onları şafi makamına oturtarak,
onların eteğine yapışarak, onların önlerinde eğilerek, onlardan yardım bekleyerek,
onların hatırını kazanmaya çalışarak, Allah’a yapılması gereken kulluk
vazifelerinden bir kısmının bunlara yaparak şirke düşmeye gerek yoktur. Kul
oluruz Allah’a, O dilerse dilediklerinin şefaatiyle bizi lütfuna, cennetine
ulaştırır.
29. “Bunlar içinde kim “Ben, Allah'tan
başka bir ilâhım” derse, işte onu cehennemle cezalandırırız. Zulmedenlerin
cezasını işte böyle veririz.”
Evet onlardan her kim ki, ben de Allah
berisinde tanrıyım dese, Allah yetkilerine sahip olduğunu, kulluğa lâyık
olduğunu, insanların hayatında söz sahibi, egemenlik sahibi olduğunu iddia etse
biz kesinlikle onu cehennemle cezalandırırız. Böyle bir şeyi iddia etmek en
büyük zulümdür ve işte biz zalimleri böylece cezalandırırız.
Mümkün değil, hiçbir peygamber böyle bir şey demez. Hiçbir
peygambere yakışmaz bu. Ben İlâhım! Ben İlâhlık sıfatlarına sahibim! Ben Allah
yetkileriyle donanmışım! Ben kendisine kulluk edilecek varlığım! Ey insanlar,
bana da kulluk etmek zorundasınız! Beni de dinlemek zorundasınız! Bana dua
etmek, istediklerinizi benden de istemek, bana da sığınmak zorundasınız! Hayatınız,
ölümünüz benim elimdedir! Rızkınız, şifanız bendendir! Sizin hayatınızda egemen
olan, size hayat programı belirleme yetkisine sahip olan benim! Bana kulluk
etmek zorundasınız diyerek bir peygamber kendisini Allah yerine koyarak, İlâh
ve Rab pozisyonunda insanlara lanse etmeye çalışsa biz onu cehennemle
cezalandırırız diyor Rabbimiz.
Allah yasalarını örterek, kendisini İlâh makamında görerek
in-sanlara benim yasalarıma tabi olmak zorundasınız, benim istediğim gibi
yaşamak zorundasınız, benim istediğim gibi giyinmek zorundasınız, benim gibi
olmak, benim gibi düşünmek, benim gibi yaşamak zo-rundasınız, benim istediğim
gibi bir aile hayatınız, benim istediğim gibi bir eğitiminiz, benim istediğim
gibi bir hukukunuz, benim istediğim gibi bir siyasal yapılanmanız, bir miras
yasanız olacak derse kesinlikle bilesiniz ki o zalimdir ve onun yeri cehennemdir
diyor Rabbimiz.
30. “İnkar edenler, gökler ve yer
yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiği-mizi
bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?”
Bu kâfirler, bu zalimler bilmiyorlar
mı, görmüyorlar mı ki ken-dilerini Rab ve İlâh makamında görüyorlar?
Görmüyorlar mı ki ken-dilerini tanrı olarak insanlara takdim ediyorlar bu
zalimler? Halbuki gökler ve yer bitişikti de biz ikisinin arasını ayırdık.
Gökle yer, sema ile arz bitişikti, birdi de biz onu ayırdık diyor Rabbimiz.
Hepsi bir bü-tündü. Göklerle yer birbiriyle ilişki içinde değildi de biz onları
birbir-leriyle ilişki içine soktuk. Yeryüzünde hayat yoktu, yeryüzünde
can-lılar yoktu da biz orada hayatı var ettik. Gökyüzünden arza yağmur
yağmıyordu, arza vahiy inmiyordu da biz vahiy indirdik. Gökle yerin ilişkisini
biz gerçekleştirdik.
Evet
göklerle yer birlikte bir özelliğe sahipti, birbirinden ayrıldılar da sema
oluştu, arz oluştu. Semanın sinesinde yıldızlar, ay, güneş oluştu. Sonra
arzdaki varlıklar, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar oluştu. Bunu
bilmiyorlar mı bu zalimler? Bu hayatı var eden Rablerinin gücünü, kudretini
anlamıyorlar mı, görmüyorlar mı ki Onu diskalifiye ederek kendilerinin
tanrılığını iddia etmeye kalkışıyorlar? Ne güçleri, ne imkânları, ne kudretleri
var ki egemenlik iddiasında bulunuyorlar? Ve yine görmüyorlar mı ki:
Sonra yine bakmıyorlar mı, görmüyorlar
mı bu kâfirler; biz her şeyi, her bir diriyi de sudan yarattık. Hâlâ Rablerinin
gücünü, kudretini görüp iman etmeyecek mi bu zalimler? Tüm canlıların,
bitkilerin, insanların ama maddelerinin sudan olduğunu, sudan yaratıldıklarını
biliyoruz. İnsanın bir nutfeden yaratıldığını biliyoruz. Varlığın başlangıcı
sudan olduğu gibi, devamının da suyla mümkün olduğunu biliyorlar bu insanlar.
İşte böyle akıllara durgunluk verecek biçimde varlığı suyla yaratan, sudan
böyle bir hayat çıkaran, kendilerine hayatı lütfeden Rablerine inanmayacaklar
mı bu insanlar?
Evet gökleri ve yeri yaratan, var eden Allah’tır. Yeryüzünde
hayatı başlatan, açığa çıkaran O’dur. Sizi sudan yaratan O’dur. Şu anda
içtiğiniz sularınızı yaratan, gökten indiren de O’dur. Öyle değil mi? Şu anda
içtiğiniz sularınızı kesiverse, gökten su indirmeyiverse ne yaparsınız? Tüm
canlılarla birlikte boyunlarınızı büküp Rabbinize yalvarmaz mısınız? İlla da
nîmetlerini çekip alması mı lâzım O’na kulluğa yönelmeniz için? Bir
düşünsenize. Bir anda sularınız yok oldu? Ne yaparsınız? Kime gidersiniz?
Kimden yardım istersiniz? Bir yudum suyu nereden bulursunuz? Tüm dünyalılar
olarak bir araya gelseniz bir yudum su bulabilir misiniz? Öyleyse İlâhlık hakkı
yaratıcıya aittir. Yaratıcı olan Rab ve İlâhtır.
Yoksa sizler yaratıcı olarak Allah’ı kabul ediyor da, hayata
karışıcı olarak O’nu reddetmeye mi çalışıyorsunuz? Tamam göklerin de, yerlerin
de, göktekilerin de, yerdekilerin de yaratıcısı Allah’tır ama bu Allah bizim
hayatımıza karışmaz mı demeye çalışıyorsunuz? Biz hayatımızı bildiğimiz gibi
yaşarız, ya da bizim hayatımıza karışacak başka Rablerimiz başka tanrılarımız
var demeye mi çalışıyorsunuz? Allah bizim hayatımızı bilmez mi demeye
çalışıyorsunuz? Gökleri ya-ratan, göktekilere hükmeden, yerleri yaratmaya güç
yetiren Allah si-zin hukukunuzu hiç bilmez mi? Sizin eğitiminizi bilmez mi?
Sizin sosyal, ekonomik ve siyasal yapılanmalarınızı hiç bilmez mi?
Halbuki
yaratan da O’dur yarattığını idare etmesini bilen de O’dur. Yaratan da O’dur
yarattığının hayat programını belirleyen de O’dur. Yaratan da O’dur, Rab da
O’dur. Geceyi gündüzü yaratan, geceye gündüze söz geçiren, güneşe, aya ve
yıldızlara hükmedebilen birileri var mı? Varsa tamam onlara da kulluk edin.
Onlara da minnet duyun. Onların arzularını da yerine getirin. Halbuki Allah’tan
başka hiç kimsenin bu konularda gücü ve kuvveti yoktur. Göklerin ve göktekilerin
işlerini düzenlediği gibi, yerdekilerin işlerini de düzenleyen Allah’tır.
Ey bizler İlâhız diyenler, ey bizler Rabbiz diyenler. Ey
egemenlik bizdedir, bu insanlara biz hükmederiz diyenler. Ey bizim ha-yatımıza
Allah karışamaz diyenler. Söyleyin, bir yaratma gücünüz var mı? Bir yudum su
bulabilir misiniz? Rızık verebilir misiniz bu insanlara? Yaratabilir misiniz
bir tek canlıyı? Diriltebilir misiniz bir tek ölüyü? Eğer bu anlatılanlarla
Rabbinizin gücünü kudretini hâlâ anlayamadıysanız bir de şunu dinleyin.
31. “Yeryüzüne, insanlar sarsılmasın
diye sabit dağlar yerleştirdik; rahat gidebilsinler diye aralarında geniş
yollar var ettik.”
Evet sarsılmasın diye, alabora olmasın
diye, arzı dengede tutalım diye yeryüzünde sabit dağlar yarattık buyuruyor
Allah. Rab-bimiz yerin üstünde sabit dağlar yaratmıştır. Yâni dağları arzın
üstü-ne baskı yaptı. Çiviler, kazıklar yaptı dağları. Yâni semada, fezada,
boşlukta dönüp duran dünyanın dengesini sağlamak için dağları böyle kazıklar
olarak çakıvermiştir Rabbimiz. Sonra bu dağların arasından rahat geçebilmeniz için
geniş, geniş yollar, caddeler var ettik de sizler gidebileceğiniz yerlere
gidebiliyor, menzillerinize ulaşabiliyorsunuz. Dağların arasındaki o vadileri,
o geçitleri yaratan da Allah’tır.
Şimdi
söyleyin bakalım, yeryüzünde İlâhlık, Rablik iddiasında bulunan hangi tanrı
taslağı becerebilir bunu? Kim yapabilir? Kim yaratabilir bu dağları? Kim var
edebilir bu vadileri? Şu anda egemenlik bizdedir diyerek kendilerini insanlara
tanrı olarak takdim eden sahte yeryüzü tanrılarından hangisinin yarattığı bir
dağı var? Hangisinin bu dağların arasından açtığı bir vadisi, bir yolu var? Ama
insanlar o kadar nankörleşmiş, o kadar zalimleşmişler ki neredeyse yeryüzünün
bir tek dağında ufacık bir yol açmışlarsa, küçücük bir iş yapmışlarsa,
gururlarından, tekebbürlerinden o dağlara Allah’ın bir ismini vermi-yorlar da
kendi isimlerini vermeye çalışıyorlar. Allah’ın büyük, büyük dağların arasında
açtığı o vadilerde, o yollarda yürürlerken
hamd ol-sun Rabbimize ki bize bu yolları açmış diye küçücük bir hatırlatmaya
bile tahammül edemiyorlar. Allah’ın kendilerine vermiş olduğu akılla, güç ve
kuvvetle yapmış oldukları ufacık bir işi o kadar büyütüyorlar ki Allah’ın
kendilerine lütfettiği çok büyük nîmetleri o küçücük işlerinin arkasında
gizleyerek kendilerini ön plana çıkarıyorlar.
İşte
görüyoruz şu müşrik toplum Allah’ın âyetlerini o kadar örtüyor ki, Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın gücünü kudretini o kadar örtbas etmeye, kamufle etmeye
çalışıyor ki, bundan daha büyük bir zulüm düşünmek mümkün değildir. Kendi
âyetlerini gündeme getirdiklerinin binde biri kadar Allah’ın âyetlerini gündeme
getirmiyorlar. Kendi âyetlerine, kendi kendilerine hamd ettiklerinin binde biri
kadar Allah’a hamd etmiyorlar.
Meselâ
kendi âyetleri olan elektriğe hamd ettikleri kadar, elektriği gündeme getirdikleri
kadar Allah’ın eşsiz bir âyeti olan güneşi gündeme getirmiyorlar. Kendi buldukları
bilg
32. “Göğü karışıklıktan korunmuş bir
tavan kıldık; oysa onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar.”
Sonra yine semayı korunmuş bir tavan
yaptık diyor Rabbimiz. Evet yeryüzünü yaratan, düzenleyen Allah olduğu gibi,
gökyüzünü de yaratan, düzenleyen O’dur. Yeryüzü tanrıları ve tanrıçalarının
elleri gökyüzüne de uzanmamaktadır. Orada da etkileri, yetkileri yoktur
onların.
Rabbimiz semayı da koruduk, korunmuş bir tavan kıldık. Neden
korumuş Rabbimiz semayı? Bozulmaktan,
yıkılmaktan korudu. Kıyâmete kadar bozulmayacak o sema. Ya da şeytanlardan
koruduk o semayı. Şeytanların bilgi almasından korudu. İşte bu, Azîz ve Alîm
olan, mutlak bilgi sahibi, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah’ın
takdiridir. Bunu Azîz ve Alîm olan Allah’tan başka kim yapabilir?
Allah
semayı bina etmiş binasından sonra da bu binanın devamını sağlamış, kıyâmete
kadar bozulmaktan korumuştur onu. Peki ne diyor Rabbimiz bu âyetleriyle bize?
Bu âyetleriyle Rabbimiz bize diyor ki, ey kullarım, sizin arzınızı, semanızı
yaratan Benim. Öyleyse Rab ve İlâh Benim. Sadece bana kulluk edin buyurmaktadır.
Ben
bütün bunları size Coğrafya bilgisi vermek için, Astronomi konusunda sizi bilgilendirmek için veya sizi
eğlendirip hoş vakitler geçirmeniz için anlatmıyorum. Arza, dağlara, ovalara,
semaya bir daha bakmanızı, çevrenizdeki Benim âyetlerimi bir daha gözden geçirmenizi,
Benim rubûbiyet ve ulûhiyetime delil olarak size arz ettiğim bu âyetlerim
üzerinde ibretle ve tefekkürle kafa yorarak Benim gücümü, kudretimi ve
hikmetimi anlamanız, kavramanız ve Bana kul olmanız, Bana teslim olmanız için
anlatıyorum.
Şu
altınıza bir döşek gibi yaydığım yeryüzüne, şu ona denge unsuru olarak çaktığım
dağlara, o dağların arasında yarattığım geçitlere, yollara, o dağların eteklerindeki
ekime dikime elverişli olsun diye düzenlediğim ovalara, şu dağların
eteklerinden ovaları sulamak için akıttığım nehirlere, şu yiyip içtiklerinize
bir bakın. Bakın da bunları Benden başka becerebilecek birileri var mı, yok mu?
bir düşünün? Ki-min ekmeğini yiyip de kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün
diyor Rabbimiz.
Ama onlar âyetlerimizden yüz
çeviriyorlar. Ama onlar Allah’ın âyetlerine karşı geliyorlar. Âyetlerle
ilgilenmiyorlar. Âyetler üzerinde düşünmüyorlar, kafa yormuyorlar, görmüyorlar,
göremiyorlar. Allah bu kadar âyet yaratsın, gökyüzü Allah’ın olsun, yeryüzü
Allah’ın olsun, dağlar O’nun olsun, yollar O’nun olsun, varlıklar O’nun olsun,
her şey O’nun mülkü olsun da, bu insanlar böyle mülkün sahibi olan, hayatın
sahibi olan bir Allah’ın kendileri için yarattığı bunca âyetlerinden yüz
çevirsinler. Böyle bir Rabbin âyetleriyle, yasalarıyla ilgilenmesinler. Böyle
bir Allah’a kulluğa yönelmesinler. Gerçekten çok garip bir şeydir bu.
33. “Geceyi ve gündüzü, güneşi ve Ay’ı
yaratan O’ dur. Her biri bir yörüngede yürür”
Evet O Allah geceyi de, gündüzü de, ayı
da, güneşi de yaratandır. Bunların sahibi ve yaratıcısı da Allah’tır. O zaman insanlara
ne kaldı? Yeryüzü tanrılarına ne kaldı? Hiçbir şey kalmadı değil mi? Hayır
hayır, onlara tek bir şey kaldı, o da böyle bir Allah’a teslimiyet, böyle bir
Allah’a kulluk. Göklerin ve yerin, göktekilerin ve yerdekilerin, arzın ve
semanın, gecenin ve gündüzün, ayın ve güneşin, tüm varlıkların teslim olup
boyun büktükleri böyle bir Rabbe insanlar da teslim olup, boyun büküp, kulluk
etmek zorundadırlar. Ama bakıyoruz ki Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden habersiz
yaşayan insanlar böyle bir Allah’a teslimiyeti, kulluğu bir kenara bırakıp da
kendi kendilerini Rableştirip, İlâhlaştırıp hevâ ve heveslerine sarılarak
insanlara tanrılık taslamaya kalkışıyorlar. Allah yasalarını bir kenara bırakarak
kendi yasalarını insanlara empoze etmeye, insanları kendilerine kul köle
edinmeye çalışıyorlar.
Allah’ın yarattığı kullar olarak çok garip bir imtihan
içindeyiz. Rabbimiz yaratıp dünyaya getirdiği biz kullarına bir kısım yetkiler
vermiş. Rabbimizin biz kullarına verdiği yetki kendi yetkisine benzemektedir.
Güç kuvvet vermiş Rabbimiz bize. Sahip olduğumuz bu güç ve kuvvetle kendisine
asla benzememekle birlikte bize öyle bir yetki vermiş ki bu dünyada aynen O’nun
yetkisini kullanabiliyoruz. Dünyada pek çok varlığa hükmedebiliyoruz. Gerçekten
bu çok yaman bir imtihandır. Bu imtihanda yetki vereni unutmadan, şu anda sahip
olduğumuz bu hayatın, bu gücün, kuvvetin kendimizden değil Allah’tan olduğunu
bir an bile unutmadan bir hayat yaşamak zorundayız. Kendimizin asıl değil,
vekil olduğumuzu unutmadan, yeryüzünde Allah’ın verdiği yetkilerle Allah’ın
istediği bir hayatı yaşamak zorundayız. O’nun yaratıp görevlendirdiği
halifeler, kullar olduğumuzu unutmadan bir hayat yaşamak zorundayız. Rabbimizin
yetkilerini aşmamaya azami dikkat ederek yaşamak zorundayız.
Biz müslümanız, biz bizi yaratana teslim
olduk, biz O’na kul olduk dedik mi işte o zaman kazandık demektir. Ama ne zaman
ki kul olduğumuzu unutur, Allah’ın bize verdiği geçici yetkileri kendimizden
zanneder, daimi zanneder ve yaratıcımızın varlığını ve bizden istediği kulluğu
görmezden gelerek kendi tanrılığımız istikâmetinde, hevâ ve heveslerimiz
doğrultusunda bir hayat yaşamaya kalkışırsak kesinlikle bilelim ki bu imtihanı
kaybettik demektir Allah korusun. Çünkü bu ha-yat bizim değildir. Hayatın
sahibi Allah’tır. Gecenin, gündüzün sahibi Allah’tır. Hayatımızın vazgeçilmez
unsurları olan arz da, sema da, güneş de, yıldızlar da, dağlar da, yollar da,
havamız da, suyumuz da hepsi hepsi Allah’ındır. Tüm bunları, hayatımızın devamı
için gerekli olan tüm bu varlıkları biz yaratmadık. Bu varlıklar bizi
dinlemiyorlar, bizden emir almıyorlar. Bakın âyetin sonunda diyor ki Rabbimiz:
Hepsi bir yörüngede yüzüp
gitmektedirler. Gece, gündüz, ay, güneş, yıldızlar her biri belli bir felekte
yüzmektedirler. Evet tüm varlıklar Allah’ın yarattığı, Allah’ın tespit ettiği,
Allah’ın belirlediği bir düzeni, bir yasayı, bir hayatı, bir programı yaşarlar,
uygularlar. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı yeryüzünde tüm bu varlıklar
Rablerinin programına, Rablerinin yörüngesine girip, Rablerinin arzularına
teslim olup bir hayat yaşarlar. Yâni bir felekte, bir yörüngede yüzüp gitmek
demek, her varlık için kendisine Allah tarafından tahsis edilen programın
devamının icrası demektir. Allah’ın belirlediği hayat programının icrası
demektir. Allah güneşe, aya, yıldızlara bir yol, bir yörünge, bir program
tahsis etmiştir ki onlar Rableri tarafından kendilerine tahsis edilen, çizilen
bu programı aynen icra edip, yüzüp giderler. Yâni tüm bu varlıklar Rablerinin
kendileri için belirlediği yörüngenin içinde hareket ederler.
Bu
varlıkların tamamı böyle iken sadece insanlar Rablerinin bu dünyada imtihan
gereği kendilerine verdiği iradeleriyle isterlerse Allah’ın yarattığı dinini,
Allah’ın kendileri için belirlediği hayat programını kabul ederler,
istemezlerse de reddederler. Diğer varlıklardan farklı yaratmıştır Rabbimiz
insanları. Kul olmaya da, isyan etmeye de iradeleri vardır. Öyleyse tüm
varlıklar Rablerine kulluk ederlerken, Rablerinin kendileri için belirlediği
programını icra edip dururlarken isterlerse insanlar Rablerine kulluğu terk
etsinler. İsterlerse Rablerine isyana yönelsinler. Bu, insanların kendi
kendilerini ateşe atmaktan başka Allah’a hiçbir zarar veremez.
Gerçi
insanın da hür iradesinin dışındaki tüm hayatı Allah’ın yaratışına, Allah’ın
yaratış yasasına, Allah’ın fıtrat yasasına göre hareket etmektedir. Evet
insanın eli, ayağı, gözü, kulağı, kalbi Allah’ın emrindedir. Fıtraten zaten
insan Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir. Allah’ın yarattığı bu insan
yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta, uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta ve
ölmektedir. Yâni insan fıtraten Allah’ın koyduğu yaratılış yasalarının dışına
çıkamamaktadır. Yâni fıtraten insanın tüm azaları Allah’a kuldur.
İşte
insan fıtrî hayatında böylece Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi, günlük
hayatında da Allah’ın yasalarına boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî
hayatında Allah’ın yasalarına boyun büken bu insan, günlük hayatında
başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının birinde Rabbinin İlâhî
yasalarına, ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa, yâni iki Rabbi, iki
İlâhı olursa onun, yâni onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı çatışma içine
girerse o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir. Çatışan bu iki hayat
arasında insan mahvolup gidecektir.
İşte
şu anda insanlığın bunalımlarının temeli budur. Hem ken-disiyle, yâni kendi
fıtratıyla, hem de kendisinin dışındaki tüm varlıklarla böyle bir çatışma
içinde olan bu insanlar nasıl huzura kavuşsun da? Mümkün müdür bu? Yâni düşünün
göklerde ve yerdeki tüm varlıklar boyunlarındaki kulluk iplerinin ucunu Allah’a
teslim etsinler, tüm varlıklar Allah’ın yaratış yasasına teslim olsunlar,
Allah’ın programına göre hareket etsinler, ama insan onlarla çatışma içine
girerek, onlardan ayrı bir yol takip ederek sonunda huzurlu ve mutlu olsun. Mümkün mü bu?
İnsanın
bedeni, eli, ayağı, saçı, tırnağı Allah’ın yolunda yürüsün, Allah’ın fıtrat
yasasına teslim olsun, ama iradesi desin ki ben bu yolda yürümeyeceğim. Ben
Allah yasalarına teslim olmayacağım. İş-te yanılgı burada başlıyor. İşte
bunalım burada başlıyor. Öyle değil mi? Bir mahallede, bir köyde, bir kentte
çevresindeki insanlarla uyumsuzluk içine düşen bir insan, çevresiyle çatışma
içine giren bir insan huzursuz olur da tüm varlıklarla, kendi organlarıyla
çatışma içine giren insan bunalımların girdabına yuvarlanmaz mı? Allah’la
çatışan bir insanın bu dünyada mutlu olması mümkün mü?
Öyleyse başka çaresi yok, insan da
tıpkı öteki varlıklar gibi Allah felekinde, Allah yörüngesinde, Allah dininde,
Allah programında bir hayatın içine girmek zorundadır. Tıpkı bedeni gibi,
azaları gibi Allah yasalarına teslim olmak zorundadır. Öteki varlıklar gibi
insan da kendisine gece hazırlayacağı program içinde gündüz yüzüp gidecektir.
Gece okunan âyetler, gece ilgi kurulan vahiy ona bir program çizecek ve gündüz
o bu vahyin kendisi için çizdiği o kulluk programı dahilinde yüzüp gidecektir.
Yâni tıpkı öteki varlıklar gibi Rablerinin kendileri için belirlediği hayat programını
icra edeceklerdir.
Bundan sonra Rabbimiz Nübüvvet
problemini, Risâlet konusunu gündeme getirecek. Bakın şöyle buyuruyor:
34. “Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir
insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar bâkî kalır mı?”
Biz senden önce hiçbir beşeri ebedî
kılmadık. Hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Bu Allah’ın bir yasasıdır. Resuller
de ölümlüdür. Sen öleceksin de, onlar bâkî mi kalacaklar? Bir gün sen de bu dünyaya
veda edeceksin. Çünkü peygamberin Allah gibi yetkileri yoktur. Hayat ve ölüm peygamberin
kendi elinde değildir. Peygamber Allah’ın yarattığı, Allah yasalarına teslim
bir kuldur. O mükemmel bir kuldur. Evet ey peygamberim biz senden önce hiçbir
insana, hiçbir insan cinsine ebedîlik vermedik. Evet her şey ve herkes kuldur
ve herkes için bir zaman, bir ecel belirlemiştir Rabbimiz. Kendisinden başka
her şey fânîdir. Her şey eceli geldiği zaman yok olmaya mahkumdur. Bâkî olan
sadece bu kâinatın yaratıcısı ve yarattığı varlıkların yasalarının ve ecellerinin
tayin edicisi olan Rabbimizdir. Öyleyse ey peygamberim:
Sen öleceksin de onlar ebedî mi kalacaklar? Sen öleceksin de
onlar dünyaya kazık mı çakacaklar? Mekkeli kâfirler Rasulullah efendimizin
ölümünü bekliyorlardı. Beddua ediyorlardı, ölsün, yok olsun diye. Nasıl da
bozuk düşünüyorlar? Şimdi sen öleceksin de o kâfirler ölmeyecekler mi? Allah’ın
Resûlü vefat etti de, Ebu cehiller yaşadı mı? Ölüme inananlar öldüler de, ölümü
değil de yaşamayı seçenler ölümden kurtuldular mı? Cenneti seçenler öldü de,
dünyacı kesilenler kurtuldular mı? Allah için cennet için, ebedî hayat için
gözünü kırpmadan savaşa atılanlar öldüler de, Âd ve Semûd gibi âhireti unutup
da dünyayı kıbleleştirenler, Firavunlar gibi dünyaya kazık çakma sevdasına kapılanlar
ölmediler mi? Yeryüzünün en büyük saltanatına sahip Süleyman ve Dâvûd (a.s) lar
öldüler de, Nemrutlar, Karunlar yaşamaya devam mı ettiler? Allah’a kul olanlar
öldüler de kâfirler yaşadılar mı? Müslümanlar öldüler de ötekiler bâkî mi kaldılar?
Öyleyse
ey şu anda yeryüzünde müslümanlara hayat hakkı tanımayanlar, Allah kullarına
zulmedenler, zannetmeyin ki bu dünya, bu hayat devam edecek. Zannetmeyin ki
ölmeyeceksiniz. Sizden öncekiler ölmediler mi? Sizden önceki kâfirler
yaşıyorlar mı? Kim kur-tulmuş ölümden? Hangi taraf olursa olsun, ister
tercihini Allah’tan yana kullanan, hayatını Allah için yaşayan müslümanlardan
olsun, isterse hayatlarına Allah’ı karıştırmayarak kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir hayat yaşamadan yana olan kâfir ve müşrik dünyadan olsun.
İster Allah’ın en sevgili peygamberleri olsun, ister en büyük Allah düşmanı
olsun Allah herkes için ölümü yazmıştır. Kimse bu yasanın dışına çıkma imkânına
sahip değildir. Çünkü:
35. “Her can ölümü tadacaktır. Bir
imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda Bize dönersiniz”.
Her nefis ölümü tadacaktır. Yeryüzünde
Allah’ın genel yasasıdır bu. Mü’minler de ölecek, kâfirler de. Allah’a,
Allah’ın elçilerine, Allah’ın kitaplarına iman edip bu imana bağlı bir hayat
yaşayanlar da ölecek, iman etmeyip kendi kendilerine bir hayat yaşayanlar da ölecektir.
Kendilerini yeryüzü tanrısı olarak ilân edenler de ölecektir, onların kulları
da ölecektir. Hiç kimse ölümden kaçıp kurtulamayacaktır. Nereye kaçacaklar da?
Bir ülkeden başka bir ülkeye, bir kıtadan başka bir kıtaya, dünyadan başka bir
gezegene kaçsalar da Allah’ın ölüm yasasından asla kurtulamayacaklardır. Bu
Allah’ın yeryüzünde koyduğu değişmez bir yasasıdır.
Nuh
(a.s) da öldü, ona inanmayan, onunla kavgalarını sürdüren toplumu da öldü.
Dünyayı cennetleştirip ebedî yaşayacaklarına inanan, ölümü akıllarının ucundan
bile geçirmeyen Âd kavmi de öldü, onlara elçi olarak gönderilen Hûd (a.s) da
öldü. Semûd toplumu da öldü, Sâlih (a.s) da, İbrahim (a.s) da gitti toplumu da,
Süleyman (a.s) da gitti, Muhammed (a.s) da gitti. Mülk ve saltanat sahipleri de
gitti, hiçbir şeyleri olmayan garibanlar da gitti. Mekke’de Allah’ın sevgili
elçisine ve ona iman eden müslümanlara hayat hakkı tanımayanlar da gitti, müslümanlar
da gitti. Yaratılmış olan hiçbir varlığının bu dünyada ölümsüzlük hakkı yoktur.
Herkes ölümlüdür. Sadece bâkî olan Allah’tır.
Evet yaşadığınız bu dünya hayatında, bu
imtihan salonunda bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda
Bize dönersiniz. Demek ki hayatın ve ölümün sebebi imtihandır. Allah buyuruyor
ki, sizi bu dünyada hayırla ve şerle deneyerek imtihan ediyoruz. Rabbimizin bu
âyetinden anlıyoruz ki hayatın temeli işte bu imtihandır. Hayat baştan sona
imtihandan ibarettir. İmtihanın konusu da ha-yır ve şermiş. Hayırla imtihan,
şerle imtihan. İyilikle imtihan, kötülükle imtihan. Kolaylıkla imtihan,
zorlukla imtihan. Varlıkla imtihan, yoklukla imtihan. Savaşla imtihan, barışla
imtihan. Hastalıkla imtihan, sağlıkla imtihan. Zaferle imtihan, mağlubiyetle
imtihan. Hayatla imtihan, ölümle imtihan. İmanla imtihan, küfürle imtihan. Soğukla
imtihan, sıcakla imtihan. Açlıkla imtihan toklukla imtihan. Evlenme ile
imtihan, boşan-mayla imtihan. Kazanmayla imtihan, kaybetmeyle imtihan. Her an,
her saniye bir imtihanın içindeyiz. İmtihanın dışında bir tek saniyemiz bile
yoktur. Bir an bile gaflet etmeden sürekli bu imtihanın şuurunda olmak
zorundayız. Ne zamanki bir imtihanda olduğumuzu unuttuk, ne zamanki bu
imtihandan gaflet ettik bilelim ki kaybımız başlamış demektir.
Ve yaşadığımız bu imtihanın sonunda
Allah’a döndürüleceğiz. Bir gün gelecek, bir ölüm bizi O’nun huzuruna götürecek.
Ya-şadığımız hayatın hesabını ödemek üzere Rabbimizin huzuruna gideceğiz. Hiç
kimsenin bundan kaçıp kurtulması, unutulup sümenaltı olması, Allah’ın sorgulamasından
kurtulması mümkün değildir.
36. “İnkârcılar seni gördükleri zaman, şüphesiz, seni alaya
almaktan başka bir şey yapmazlar. “Sizin İlâhlarınızı diline dolayan bu mudur?
“derler ve Rahmân'ın Kitabını işte onlar inkâr ederler.”
Evet kâfirler seni gördükleri zaman,
seninle karşı karşıya geldikleri zaman seninle alay ediyorlar, seni alay konusu
yapıyorlar. O kendilerine Allah’ın bir rahmet kapısı olarak gönderdiği peygamber,
o kendilerine Allah’ın en büyük lütfu olan peygamber, o erdemli peygamber
kendilerini sadece Hakka çağırdığı halde, hayra dâvet ettiği halde, ateşten,
cehennemden cennete çağırdığı halde, onlardan ha-yırdan başka bir şey
istemediği halde onu gördükleri zaman alay edi-yorlardı. Kendilerini üstün bir
konumda, peygamberi de alçak bir konumda görerek gülüyorlardı. Allah elçisini
alay konusu ediyorlardı.
İşte
bir peygamber ve işte onu alaya alan, ona değer vermeyen bir kâfir ve müşrik
güruhu. Tarih boyunca bu hep böyle olmuş-tur. Tarih boyunca tüm Firavunların,
tüm kâfirlerin ve küfür sistemini ayakta tutmaya çalışan insanların tamamının
yaptığı iş budur. Al-lah’ın âyetlerini ve Allah’ın elçilerini alaya almak ve
onlarla dalga geçmek. Allah’ın hak elçilerinin kendilerine getirdikleri
âyetleri dinleyip onlar üzerinde düşünmek ve bir karara varmak yerine, düşünüp
taşındıktan sonra onları kabullenmek veya bir delille onları reddetmek yerine
alaya alarak gülüp geçiyorlar. Neden? Çünkü sepetleri boştur adamların.
Dağarcıklarında onu değerlendirecek sermayeleri yoktur adamların. Kafalarının
içi bomboştur adamların.
Bütün
sermayeleri sadece gülmek, alaya almak ve reddetmek. Tek yapabilecekleri şey
alay etmek, tekzip etmek, yalanlamak, karşı çıkmak, susturmak, asmak, kesmek,
tehditler savurmaktır. Her devirde bu böyledir. Her devirde kâfirlerin,
müşriklerin, küfrü ve şirki yasallaştırıp ayakta tutmaya çalışanların karakteri
budur işte. Halbuki herhangi bir kimseden bir söz duyulunca onu dinlemek,
anlamaya çalıştıktan sonra ya kabullenmek, ya da delilleriyle reddetmek icap etmektedir.
Ama bu hainler anlamadan, dinlemeden peygamberi redde-diyorlar, onu alaya
alıyorlar ve şöyle diyorlar:
Sizin İlâhlarınız hakkında ileri geri
konuşan, İlâhlarınızı diline dolayan bu mu? Peygamber efendimiz onların
putlarını, ilâhlarını eleştiriyordu. Onların hayatlarını, inanışlarını
sorguluyordu. Hakaret etmiyordu, sövmüyordu onlara ve putlarına, ama onların
akıllarını er-direbilmek için, yanılgılarını, sapıklıklarını ortaya koyabilmek
için şöyle diyordu: Şu hiçbir fayda ve zarar sağlamaya gücü yetmeyen, hayatınızda
hiçbir etkileri, yetkileri olmayan, kendilerini bile yaratmaktan âciz cansız
varlıklara mı tapınıyorsunuz? Bunların hiç birisi Allah berisinde İlâh
değillerdir.
Ne Lat, ne Uzza, ne Hubel, ne de başkaları gibi
cansızlar, ne de canlı ekonomik tanrılarınız, ne sosyal ve siyasal
tanrılarınız, ne hukuk tanrılarınız, ne oyun ve eğlence tanrılarınız, ne sanat
tanrılarınız ve tanrıçalarınız, ne siyasal tanrılarınız, ne bilim tanrılarınız,
ne şifa tanrılarınız, ne eğitim tanrılarınız asla İlâh olamazlar. Bunların hiç birisi
Allah yetkilerine, Allah sıfatlarına sahip değildir. Göklere ve yere egemen,
kullarının hayatına egemen tek İlâh vardır, O da Allah’tır diyordu.
Kimileri ekonomiyi
ben bilirim, ben ekonomi tanrısıyım! Kimileri siyaseti ben bilirim, ben siyaset
tanrısıyım! Kimileri hukuku ben bilirim, ben hukuk tanrısıyım! Kimileri hayatın
sahibi benim, ben tanrıyım! Kimileri şifa benim elimdedir, ben şifa tanrısıyım!
Kimileri diyor ki dinden ben sorumluyum, dini ben bilirim! Kimileri kutsal
mekânların sahibi benim! Diyerek tanrılıklarını iddia ediyorlar. Bir sürü tanrı
taslağı var piyasada. İşte aynen şu bizim toplum gibi müşrik bir toplum içinde
Allah’ın Resûlü Allah’tan aldığı vahiyle insanları uyarıyordu. Kendilerini
hayra, Hakka ulaştırmak için çırpınan rahmet peygamberini anlayamadılar o
insanlar da, bu mu diyorlardı şu İlâhlarınızı diline dolayan? Bu mu şu
İlâhlarınızın aleyhinde konuşup duran?
Halbuki onlar Rahmânın zikrine karşı
gafildiler. Rahmânın zik-rinden gaflet içindeydiler, bilmiyorlardı,
anlamıyorlardı. Rahmânın zik-ri, Rahmânın gündeme alınması demektir. Rahmânın
zikri, Rahmâ-nın Kitabının, Rahmânın âyetlerinin okunması, anlaşılması,
tezekkür ve tefekkür edilmesi demektir. Rahmânın istediği hayatın hatırlanıl-ması
ve uygulanması demektir. İşte onlar Rahmânın zikrinden habersizdiler. Eğer
onlar Rahmânın zikrine yönelselerdi, Rahmânı gündemlerine alsalardı, Rahmânın
Kitabını ellerine alsalardı, Rahmânın âyetleriyle ilgilenselerdi elbette
kazananlardan olacaklardı. Ama Rah-mânın zikrinden, Rahmânın Kitabından,
Rahmânın âyetlerinden gaflet içinde olanlar, Kitaba ve peygambere kulak
vermeyenler kaybettiler. Onlar bugün dünyada kaybettikleri gibi, yarın âhirette
de kaybedecekler.
37. “İnsan aceleci olarak
yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim, bunu Benden acele istemeyin.”
Evet insan aceleden yaratıldı.
Acelecidir insan oğlu. İnsan dünyada hep aceleden yanadır. Allah’ın kitabında
kendileri için sözünü ettiği âhiretin, hesabın kitabın, azabın, ikabın gelmesi
konusunda acele ediyorlar. Bir azaptan söz ediliyor, hani niye gelmiyor ya bu
azap? diye alaylı bir şekilde acele ediyorlar. Kendilerini Allah’ın helâkiyle
uyaran peygambere karşı haydi ne getireceksen getir ey peygamber de görelim
diye acele ediyorlar. Azaplarına, helâklerine acele dâvetiye çıkarıyorlar. Evet
insan acelecidir. Ama bu onun fıtrî bir özelliğidir. Yâni insan bundan, bu
fıtrî özelliğinden kurtulamaz ama, elbette bunu hayra kanalize ederse hakkında
hayırlı olacaktır.
İşte Rabbimizin buyurduğu gibi her zaman, her işimizde acele
ediyoruz değil mi? Meselâ istiyoruz ki insanlar hemen kurtuluversinler.
Tebliğimiz acele meyve versin. Anlattığımız insanlar acele ve kolayca
değişsinler. Çevremizdekiler acele müslümanlaşıversinler. Veya dünyada yaptığımız
kulluklar, iyilikler karşılığında acele mükafat bulalım. Acele karşılık
görelim. Acele dünyada üstünlük buluverelim. Dünyada acele zafer elde edelim
demelerimizin, aceleden yana olmamızın anlamsızlığı anlatılıyor burada.
Ama dünya konusunda aceleci olmak, dünyada istediklerinize
acele kavuşmak veya mükafata acele ulaşmak, zaferi acele kucaklayıvermek
konusunda, sakın ha sakın âhireti terk ettirici bir acelede bulunmayın diyor
Rabbimiz. Dünya konusunda aceleci olmayacağız, ama âhireti kazandıracak bir
konuda aceleci olacağız. Çünkü bakıyoruz ki Kur’an’da ve sünnette pek çok yerde
hayır konularda acele etmemizin istendiğini görüyoruz. Hayırda acele edin diyor
Allah’ın Resûlü. Öyleyse bize âhireti kazandıracak bir hayırda acele edeceğiz.
Ama dünya konularında acele etmeyeceğiz.
Acele etmeyin, biz size âyetlerimizi göstereceğiz. Siz acele
etseniz de Allah acele etmez ki. O’nun kimseden ne bir korkusu, ne de bir
çekinmesi yoktur. Evet insanlar acele ediyorlar da bakın diyorlar ki:
38. “Doğru sözlü iseniz bildirin bu
tehdit ne zaman-dır?” derler.”
Eğer sâdıklarsanız, eğer sözünüzü ispat
edicilerseniz bu va-ad ne zaman? Bu âyetlerin gerçekleşme zamanı ne zaman? Bu hesap
kitap, bu cennet, bu cehennem ne zaman? Korkuttuğunuz bu âhiret, bu kıyâmet, bu
tekrar diriliş ne zaman? İnsanlar ne zaman ölecekler? Ne zaman dirilecekler? Ne
zaman müslümanlar cennete uçacak? Kâfirler ne zaman cehenneme yuvarlanacaklar?
Yahut bu kitapta vaad edilen müslümanların galibiyetleri, müslümanların yeryüzünde
hâkimiyetleri ne zaman? Bedir ne zaman? Fetih ne zaman? Yardım ne zaman? Nusret
ne zaman? Diyorlar. Allah taraftarı şu müslümanların kölelikten kurtuluşları ne
zaman? Allah bu kitaptaki müslümanlara vaadini, hükmünü ne zaman tamamlayacak?
Ne zaman bu müslümanlar dünyada egemen duruma gelecekler? Bunu kâfirler de
söylüyorlar. Allah’ın yardımıyla uzun bir yıkılıştan sonra İslâm dünyasının
yavaş yavaş kendine gelmeye başladığı şu günlerde müslümanlıklarının farkında
olmadan bir hayat yaşayan müslü-manlar da söylüyorlar. Allah’ın zafer vaadi ne
zaman?
39. “Bu kâfirler, ateşi yüzlerinden ve
sırtlarından men edemeyecekleri ve yardım da göremeyecekleri zamanı keşke
bilseler.”
Ah böyle diyen kâfirler bir bilselerdi.
Keşke gerçeği bir anlasalardı. Hangi gerçeği? Ateşi yüzlerinden ve sırtlarından
men edemeyecekleri ve asla yardım da göremeyecekleri bir ortamı keşke bir dü-şünüp
anlayabilselerdi. Bir gün gelecek böyle diyen, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
vadini, Allah’ın yargılamasını, Allah’ın cehennemini sorgulamaya çalışan bu
kâfirler reddettikleri, alaya aldıkları cehennem ateşini yüzlerinden ve
sırtlarından engelleyemeyecekler. Yüzlerindeki ateş azabına engel
olamayacaklar. Sırtlarındaki yangın azabını defedemeyecekler. Kendilerine de
hiç kimse yardım edemeyecek. Hiçbir yerden yardım göremeyecekler. Ah bu
kâfirler yarın mutlak başlarına gelecek bu durumu bugünden bir bilselerdi, anlasalardı.
O
günü bir anlasalardı bu zavallılar hiç isterler miydi acele onu? Ama Rahmânın
zikrinden, Rahmânın âyetlerinden, Rahmânın Kitabından ve Rahmânın elçilerinden
gafil bir hayat yaşayan zavallılar nereden bilecekler de bunu? Halbuki Rahmân
olan, kullarına karşı kendilerinden daha merhametli olan Rabbimiz onları bu
konuda uyarmıştır. Evet dün de, bugün de bu azap insanlara duyurulmuştur. Her
bir dönem insanlığı içlerinden seçilen kutlu elçiler vasıtasıyla bu azapla
uyarıldılar. İnsanlardan kimileri Rablerinin bu uyarısından nasibini alıp
kurtulurken, kimileri de Rablerinin bu uyarılarıyla ilgilenmeyerek, kulak
vermeyerek kaybettiler. İşte şu anda da Rabbimizin bu âyetleri tüm dünya
insanlığını uyarmaya devam ediyor.
Keşke
şu anda Allah’ın bu uyarılarına kulaklarını tıkayarak bir hayat yaşayan
kâfirler neyi inkâr ettiklerini bir bilebilselerdi. Reddettikleri, alaya aldıkları
cehennem ateşinin yüzlerini nasıl kavurup onu yüzlükten çıkardığını, sırtlarını
nasıl dağladığını keşke bir anlayabil-selerdi. Allah’ın azabına karşılık
kendilerine asla yardım da edilmeyeceğini bir anlayabilselerdi. Yarın mutlak
sûrette gerçekleşecek böyle bir azap ortamını anlayıp keşke müslüman olabilselerdi.
40. “Belki aniden gelecek de onları
şaşırtacaktır. Artık onu geri çeviremezler; kendileri de ertelenmez.”
Evet o azap, o ateş, o dünya
mağlubiyeti, o dünya yıkılışı an-sızın, hiç beklemedikleri bir şekilde gelecek
de şaşırıp kalacaklar, hiçbir şey yapamayacaklar. Ve asla geri dönme imkânları
olmayacak. Yâni kendilerine asla mühlet de tanınmayacak. Evet Allah müslümanlara
vadini tamamlayıp ta kâfirlerin dünyada yıkılışları bir başladı mı, hezimetleri
bir başladı mı veya akılları baştan alan, yürekleri hoplatan kıyâmetin o
korkunç sayhası bir başladı mı, Allah’ın melekleri onların defterlerini dürmek
üzere yeryüzüne inmeye bir başladılar mı, rüzgarlar esmeye bir başladı mı,
denizler kaynamaya, yıldızlar yerinden oynaya bir başladı mı artık onların
zilletleri o gün çok daha büyük olacaktır.
41. “Andolsun ki, ey Muhammed! Senden
önce birçok peygamber alaya alınmıştı da, alaya alanları, eğlendikleri şey
mahvetmişti.”
Peygamberim, eğer şu anda seninle alay
ediyorlarsa bilesin ki senden önceki elçilerimizle de alay ettiler. Senden
öncekiler de alaya alınmışlar ve bilesin ki kendilerini alaya alanlar sonunda
hak ettikleri cezayı bulmuşlardır. Tabii bu âyet bir yandan Rasulullah efendimizi
teselli ederken, öbür taraftan da onu yalanlamaya çalışanlar için de çok ciddi
bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Sizler ey peygamber düşmanları! Seleflerinizin
başına gelenleri bekleyin! Onların âkıbetlerine hazır olun! diyordu. Çünkü
sizden öncekiler de şu anda sizin tavırlarınızı takındılar. Benim elçilerimi
alaya aldılar da işledikleri tüm kötülükleri, yaptıkları tüm pislikleri,
küfürleri, şirkleri yakalayıverdi onları. Allah’tan habersiz yaşadıkları
hayatlarının kötü sonucu sarıverdi onları.
Yâni
inkâr ettikleri, alaya aldıkları azabın kuşatması altında buluverdiler
kendilerini. İnkâr ettikleri, reddettikleri, alay edip durdukları azap, kıyâmet
gerçeği kendilerini çepeçevre kuşatıvermiştir. Ve artık bundan kaçıp
kurtulmaları da mümkün değildir. Sizler de şu an-da onu bekliyorsunuz. Dünyada müslümanlar
karşısında rezil edici bir yenilgi, kahredici bir hezimet sizin için olduğu
gibi, âhirette de da-yanılmaz bir azap var sizi beklemektedir. Rabbimizin bu
tehdidi gerçekten hicretten iki yıl sonra gerçekleşiyordu. Çok geçmeden bu tehdit
gerçekleşmiştir.
42. “De ki: “Geceleyin ve gündüzün sizi
Rahmândan kim koruyabilir? Ama onlar Rablerinin Kitabından yüz çevirmektedirler.”
Evet ey kâfirler, ey zalimler, hiç
düşünmüyor musunuz? A-kıllarınız ermiyor mu sizin? Anlamıyor musunuz? Gece ve
gündüz sizi Rahmândan kim koruyabilir? Rahmân olan Allah size bir zarar, bir
azap göndermeyi murad etse gece, ya da gündüz O’ndan sizi kim koruyabilir? Evet
kiminiz var sizin? Kime güvenip sığınıyorsunuz? Ki-mi koruyucu biliyorsunuz?
Sığınağınız, korunağınız, barınağınız kim sizin?
Allah
size bir zarar ulaştırmayı dilese, ya da Allah berisinde yerdeki ordulardan
size bir zarar, bir hücum, bir saldırı gerçekleşse. Ordular üzerinize yürüse,
sizi yok etmeye yönelik tehlikeler söz konusu olsa, böyle bir durumda sizi
koruyacak, kurtaracak Allah’tan başka kiminiz var? Kime güveniyor,
sığınıyorsunuz? Yapabilecekleri, sığınabilecekleri hiç kimseleri yokken, bunu
bile bile bu kâfirler:
Rablerine sığınacaklarken, Rablerinin
koruması altına girip Onun istediği gibi bir hayatı yaşayacaklarken bilâkis bu
kâfirler Rablerinin zikrinden yüz çeviriyorlar. Rablerini gündeme almaktan,
Rablerinin Kitabına yönelmekten, Rablerine kulluğa yönelmekten yüz çeviriyorlar.
Ne kadar garip değil mi? Rab ve İlâh Allah olsun, göklere ve yere egemen Allah
olsun, güç kudret Allah’a ait olsun, hayatın ve ölümün sahibi Allah olsun, azabın,
ikabın sahibi Allah olsun, cennetin cehennemin sahibi Allah olsun ve buna
rağmen insanlar tutup böyle bir Allah’tan, böyle bir Allah’ın Kitabından, böyle
bir Allah’ın hayat programından yüz çevirsinler. Olacak şey mi bu? Akıl işi
midir bu?
43.“Yoksa kendilerini bize karşı
savunacak İlâhları mı var? O İlâhlar kendilerine bile yardım edemezler. Katımızdan
da yardım göremezler.”
Yoksa, yoksa onların güvenip bel
bağladıkları tanrıları mı var ki onları bize karşı savunacaklar? Bize karşı,
katımızdan olana karşı onları savunup koruyacak tanrıları mı var onların? Kime
güveniyor bu adamlar? Kimi tanrı biliyorlar? Bizden kendilerine gelecek bir
ölüme, bir helâke, bir mağlubiyete, bir hezimete, bir dünya azabına, bir dünya
hastalığına, bir dünya depremine, zelzelesine, bir dünya tufanına, bir âhiret
azabına, bir ateşe, bir cehenneme karşı kim koruyabilecek onları? Elleriyle
işledikleri yüzünden Allah onlara bir kıtlık gönderse hangi ekonomik tanrıları
kurtarabilecektir onları bundan? Bir sâri, bir toplumsal hastalık gönderse
Allah, hangi şifa tanrıları kurtaracak? Bir felâket, bir azap gazap gönderse
Allah hangi korumacı İlâh kurtarabilecek onları?
Halbuki onların şu anda Allah berisinde
tanrı bilip kendilerine sığındıkları, kendilerine kulluk ettikleri, yasalarını
uyguladıkları bu yapay tanrıları ve tanrıçaları bırakın onlara bir fayda ve
zarar sağlamayı, kendilerine bile yardımda bulunamazlar. Bana şirk koşmaya,
ortak bilmeye çalıştığınız bu tanrı taslakları bırakın sizi korumayı, onlar
kendi nefislerini bile koruyamazlar. Allah’tan, Rablerinden ken-dilerine
gelebilecek bir belâyı, bir azabı, bir ölümü def etmeye bile gücü yetmeyen bu
insanlar nerde kaldı size yardım edip sizi benden geleceklerden koruyacaklar?
Kendilerine gelen açlık gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir
sıkıntıyı bile defedemeyen bu varlıklar nerde kaldı sizin sıkıntılarınızı
giderebilecekler?
Evet bu adamlar nasıl sizin arzularınıza,
isteklerinize cevap verebilecekler? Sizi hem dünyada, hem de Ukba’da nasıl
mutlu edebilecekler? Ne yapabilecekler bunlar sizin için? Ölümü engelleyebilecekler
mi? Ölüm döşeğine yattığınız zaman, iki saatliğine olsun onu
geciktirebilecekler mi? Zamana iki dakikalığına söz geçirebilecekler mi? Gökten
iki damla yağmur indirebilecekler, yerden bir tek bitki bitirebilecekler mi?
Kendilerine bile sahip olmayan bu tağutlar nerde kaldı arkalarından giden
enayilere bir şey sağlayabilsinler?
Evet o sizin Allah’a ortak koşup yasalarını Allah yasalarına
tercih ettiğiniz, hayatınızı düzenleme konusunda Allah’tan daha bilgili kabul
ettiğiniz varlıklar, onlar kesinlikle size hiçbir yardımda bulunamazlar. Buna
onların güçleri yermediği gibi, güçleri yetse bile size yardımda bulunmayı asla
istemezler onlar. “İstetaa” kelimesinde bu mânâ da vardır. Yâni onlar size
herhangi bir yardım sağlamaya, sizi korumaya güç yetiremezler, güç yetirseler
bile bunu asla istemezler demektir. Çünkü onlar başkalarına vermeye değil,
almaya alışmış varlıklardır. Başkalarını korumaya değil, başkaları tarafından
korunmaya alışmış varlıklardır. Sizler tarafından korunan, sizler tarafından
beslenen bu âcizlerden ne bekliyorsunuz?
Onlar sizi koruyamadıkları gibi bizden herhangi bir yakınlıkta
da bulunamazlar. Yâni bizim yanımızda bir yakınlıkları, bir şefaat hakları da
yoktur onların. Bizim katımızda kendilerine şefaatçi de bulamazlar. Ne kendi
kendilerini koruyabilirler, ne de onlar yüzünden birileri korunur.
44. “Biz bunlara ve babalarına
geçimlikler verdik de ömürleri uzadı; şimdi memleketlerini her yandan eksilttiğimizi
görmüyorlar mı? Üstün gelen onlar mıdır?”
Bilâkis biz onlara ve atalarına pek çok
nîmetler, geçimlikler verdik. Dünyada onlara imkânlar, fırsatlar verdik. Ta ki
onlara bu dünyada tanıdığımız ömürleri uzadı da, sağlıkları, sıhhatleri, bollukları,
nîmetleri uzadı da, güçleri, kuvvetleri, mülkleri saltanatları uzadı da 70,80
yaşlarına geldiler. Küfürlerine rağmen biz onların üzerinden nîmetlerimizi
eksik etmedik. Şu andaki kâfirleri düşünün. Veya meselâ Nuh (a.s) karşısında
950 yıl peygambere isyan, Allah’a küfür içinde hayat yaşayanları bir düşünün.
Şimdi Allah’ın kendilerine yıllarca imkân tanıdığı bu kâfirler:
Görmüyorlar mı yeryüzünü etrafından
eksilttiğimizi? Hâlâ görmüyorlar, düşünmüyorlar, anlamıyorlar mı yeryüzünü
etrafından eksiltmeye başladığımızı? Farkında değiller mi bunun? Allah’ın kendilerine
uzun uzun ömürler verdiği bu kâfirler yavaş yavaş etraflarının nasıl eksiltilip
daraldığını görmüyorlar mı? Her geçen gün küfrün ve şirkin aleyhine İslâm’ın
gönüllere nüfusu, Allah dâvâsının adım adım kalplere yürümesi, İslâm
coğrafyasının genişlemesi, küfür ve şirk coğrafyasının daralması, küçülmesi
anlatılıyor. Görmüyorlar mı ki biz arzda ilerlemekteyiz. Görmüyorlar mı ki
bizim dâvâmız, bizim mesajımız Arabistan yarımadasında hızla yayılıyor. Bizim
mesajımızın yayılışı karşısında, mesajımızı yayanlarla birlikte bizim de
yürümemiz, bizim de birlikte olmamız karşısında küfür ve şirk dünyası daralıyor.
Küfrün ve şirkin etkisi azalıyor. Kâfirlerin etki sahâlârı daralıyor. Egemenlikleri
sarsılıyor. Köleleştirdikleri müslümanlar birer birer uyanıyorlar. İslâm
dünyası birer birer kâfirlerin egemenliklerinden kurtuluyorlar.
Görmüyorlar
mı bu âyetleri? Allah’ın kâfirlerin elebaşlarını yok ettiğini görmüyorlar mı?
Kâfirlerin yok edilişi bazen müslümanların eliyle olur, bazen de Allah kendi
kendilerine onların yok edilişini sağlayıverir. Daha dün müslüman kanına
doymayan zalim İzak Rabini kim yok etti? Müslümanlar mı yok etti? Allah kendi
kendilerine yok et-tiriyor zalimleri? Veya geçmiş dönemlerde ülkemizdeki din
düşmanlarını birbirlerine kırdırmadı mı? Bazen bir fâsıkla da Allah düşmanlarını
yok edip dinini yüceltiverir.
Evet Allah kâfirlerin egemenliklerini, güçlerini eksiltiyor,
bunu görmüyorlar mı? Etraflarını daraltıyor. Tabi bu âyeti önce Mekke için
düşünürsek, Rabbimiz her gün bir kaç insanı müslüman yaparak kâ-flerin
sınırlarını, sayılarını daraltıyordu, bunu görmüyorlar mı? Kölelerini kaybediyorlardı.
Her gün bir küfür beldesinin İslâm beldesine katılmasını, her gün bir küfür
ailesinin İslâm ailesine katılmasını ve böylece etraflarının daraldığını
görmüyorlar mı? Hattâ kendi oğullarının bile müslüman olduklarını görmüyorlar
mı? Kendi egemenlik sahâlârının evlerinin içinde bile daraldığını, bitmeye
başladığını görmüyorlar mı? O gün böyle olmuştu, bugün de böyle olacak Allah’ın
yardımıyla. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Şimdi ne bekliyor bu kâfirler? Bunu
göre göre hâlâ galibiyet mi bekliyorlar? Müslümanlar karşısında üstün gelenler,
galip olanlar onlar mı olacak? Galip gelenler onlar mı olacak, yoksa Allah mı?
Bunlar kiminle savaştığının farkında değiller mi? Bugüne kadar kim baş edebilmiş
Allah’la? Göklerde ve yerde egemen olan Allah’sa, mutlak güç kudret sahibi
Allah’sa, Allah’ın dilemesiyle onların çocukları bile, vatandaşları bile müslüman
oluyorsa kesinlikle bilelim ve inanalım ki galip gelen de Allah olacaktır,
Allah taraftarları olacaktır.
45.“De ki: “Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum”
Uyarıldıkları zaman, sağırlar çağrıyı duymazlar.”
Ey peygamberim, sen de ki onlara ben
sizi vahiyle uyarıyorum. Benim istinat noktam, hareket noktam, uyarım vahiydir.
Ama in-sanları benim vahyimle uyardıktan sonra da sakın peygamberim, yo-la
gelmediler diye, uyarıya müspet cevap vermediler diye üzülme. Çünkü
uyarıldıkları zaman sağırlar dâveti işitmiyorlar. Sağırlar işitmeyecekler.
Sağırlar dâvetle ilgilenmeyecekler. İşte peygamberin görevi budur. Peygamber
Allah’ın emriyle insanları vahiyle uyaracak. İnsanlara vahyi duyuracak, ama
unutmayacak ki bu dâvet karşısında sağırlar da olabilecek.
Dolayısıyla
yeryüzünde peygamber yoluna, peygamber misyonuna sahip çıkan, peygamber
sorumluluğunu üstlenen Müslü-manların görevi de işte budur. Ey peygamberim, de
ki, ben sizi va-hiyle uyarıyorum. Emrin ilk muhatabı Rasulullah efendimizdir.
Rab-bimizden bu emri ilk alan Rasulullah efendimizdir. Ama onun şah-sında
kıyâmete kadar bu emri alan müslümanlar da bununla sorum-ludur. Nasıl ki bu
emri alan Rasulullah efendimiz Mekke’de bir tek ev, bir tek insan kalmayacak
biçimde Allah âyetlerini, Allah vahyini insanlara duyurmuşsa, bu dünyadan
ayrılacağı ana kadar bu mesajla insanları uyarmaya devam etmişse, onun yolunun
yolcusu olarak bizler de Rabbimizin bu emrini yerine getirmek ve
ulaşabildiğimiz tüm insanlığı vahiyle uyarmak zorundayız.
Bu âyet Rasulullah efendimizin risâletini tescili oluyordu.
Yâni Rasulullah efendimizin ben sizi vahiyle uyarıyorum sözünün, iddiasının
tesciliydi bu âyet. Allah’ın Resûlü bu âyetin inişinden önceki dönemlerde
insanları Allah vahyiyle uyarıyordu. Peygamber olup yeryüzünde Allah
sözcülüğünü üstlendikten sonra peygamberimiz sürekli insanları cennetle,
cehennemle uyarıyor, müjdeliyor, korkutuyor ve Allah’a kulluğa dâvet ediyordu.
Ama
eğer şu ana kadar hayatımızda vahiy yoksa, vahiyle uyarı yoksa, uyarılarımız
vahye dayanmıyor, vahiyden kaynaklanmıyorsa, vahyin dışında, Allah âyetlerinin
dışında başka şeyler duyuruyorsak insanlara, o zaman elbette bu sözü söyleme
hakkımız olmayacaktır. Yâni hem kendi dünyamızda âyetler yoksa, hem de
insanlara yaptığımız konuşmalarda âyetler yoksa, o zaman bunu demeye hakkımız olmayacaktır.
Öyleyse eğer şu ana kadar hep vahiyle konuşmamış-sak, vahiyle beraber
olmamışsak, insanları vahiyle uyarmamışsak bu âyeti duyduğumuz şu andan
itibaren vahyi tanıma ve hem kendimizi hem de dışımızdaki insanları vahiyle uyarma
yoluna girelim inşallah. Böylece bu âyetiyle Allah’ın bizden istediğini
yapmayı, Allah’ın bizi görmek istediği noktaya gelmeyi becerelim Allah’ın
izniyle.
Evet Allah’ın Resûlü insanları vahiyle uyarıyordu, ama sağırlar
bu uyarıyı, bu dâveti işitmiyorlardı. Yâni Allah yeryüzüne vahiy gibi en büyük
nîmetini indirsin, yeryüzüne kendi bilgisini sunsun, bu iş için insanların
arasından sözcü olarak şerefli bir elçi seçsin de bu insanlar hâlâ bu elçinin
mesajına kulak vermesinler. Ve şu anda da peygamber yolunun yolcuları kendilerine
hâlâ bu mesajı sunmaya devam ettikleri halde bu insanlar buna ilgisiz
kalsınlar. Canları isterse. Bunun zararı bu işitmeyenlere aittir. Değilse
hiçbir zaman bunun zararı ne bu dâvetin sahibi olan Allah’a, ne sadâkatle bu
mesajı insanlara ulaştıran peygambere, ne de peygamber misyonunu üstlenerek
gece gündüz kendilerini vahiyle uyarmaya çalışan müslümanlara ait değildir.
46. “Rabbinin azabından onlara bir
esinti dokunsa: “Vah bize! Doğrusu biz haksızdık” derler.”
Evet her ne zamanki Rabbinin azabından bir nefha, bir esinti
onlara dokunsa, hemen cıyak cıyak ötmeye başlarlar. Kendilerine Rabbinden bir
azap haberi yaklaştırıldığı zaman hemen zalimliklerini, Allah karşısında
güçsüzlüklerini anlayıp vah bize, yazıklar olsun bize, biz zalimlerden olduk derler.
Rablerinden kendilerine gelebilecek ufacık bir nefha bile, küçücük bir zarar
bile onların zalimliklerini anlamalarına yetmektedir. O kadar âciz ki bu
insanlar ufacık bir sarsıntı, ufacık bir hastalık, ufacık bir ekonomik kriz
bile zalimliklerini itiraflarına yetmektedir.
Bu
durum belki Allah’ın insan fıtratına koyduğu ve yerinde kullanıldığı zaman
insanın hayrına sebep olabilecek iyi bir özelliktir. Başlarına Allah’tan ufacık
bir belâ geldiği zaman, Allah’ın küçük bir azabıyla, uyarısıyla karşı karşıya
geldikleri zaman, başları daraldığı zaman hemen Allah’ı hatırlayıp ya Rabbi!
diyebiliyorlar. Allah karşısında tavırlarını yargılayıp ya Rabbi yazıklar olsun
bize, meğer biz zalimlik etmişiz diyebiliyorlar. Kendi zulümlerini idrak edip
kavrayabiliyorlar. İşte Rabbimizin onların fıtratlarına koyduğu bu özellikleri
sebebiyle bu insanlar daha büyük belâlarla, daha çetin azaplarla karşı karşıya
geldikleri zaman Rablerine kulluğa dönebilirler. Bu onların müslüman olmalarını
sağlayabilir.
Gerçekten
bakıyoruz her bir dönem peygamber karşısında zalimane davrananların, Allah ve
elçileriyle en büyük savaş verenleri bu fıtrî özellikleri sayesinde yavaş yavaş
da olsa İslâm’a döndüklerine şâhit oluyoruz. Yâni insanlar tüm âcizliklerine
rağmen yaratıcılarına kafa tutacaklar, yaratıcılarının elçilerine zulmedecekler,
Rabbim Allah diyen insanlara hayat hakkı tanımayacaklar, yeryüzünde Allah’ı
diskalifiye ederek kendi Rabliklerini, kendi İlâhlıklarını iddia edecekler, ama
günün birinde Rabbimiz kendilerine ufacık bir azap, ufacık bir baş ağrısı
gönderecek ve bu insanlar hatalarını anlayacaklar, zalimliklerini anlayacaklar,
yazıklar olsun bize biz zalimlerden olduk diyecekler.
Evet
bu itiraf, bu yargı böyle diyenler için onlar namına gerçekten güzel bir
şeydir. Ama Allah azaplarıyla, Allah uyarılarıyla karşı karşıya geldikleri
halde hiç tınmayan, hiç sarsılmayan, Allah’ın uyarılarını kendi kendilerince
bir yoruma tabi tutup, bunlar tabii olaylardır. Bunlar önceden de olan olağan
hadiselerdir. Atalarımız da bu tür ha-diselerle karşılaşmışlar. Bunlar normal
şeylerdir diyerek bu tür imtihan konularından ibret almayan insanların, toplumların
Allah’a dönmeleri mümkün olmayacaktır.
Evet elleriyle işledikleri şeyler sebebiyle merhameti bol
olan Rabbimiz hemen onları yakalamayıp merhameti gereği onlara uyarıcılar,
belâlar, mûsibetler göndermiş. Kıtlıklar, hastalıklar, bitler, çekir-geler,
tufanlar göndermiş. Gökten yağmurlarını kesivermiş. İnsanları birbirlerini kıracak,
birbirlerini yiyecek duruma getirmiş. Ama insanlar Allah karşısında kendi
durumlarını sorgulayıp, bu gelenlerden dersler çıkarıp, yahu biz suçluyuz, biz
zulmediyoruz da onun için bütün bunlar başımıza geliyor diyerek Allah’a kulluğa
yönelmemişler. İşte insanların, toplumların kaybı burada başlıyor. Çünkü
Allah’ın gönderdiği bu uyarıcılar aslında insanların, toplumların uyanmalarına
sebep olmalıydı. Ama bugün bu tür azaplarla uyanmayanlar yarın o büyük azapla
uyanacaklar. Uyanmaz komaz olsunlar. Ne kıymeti olacak ta bu uyanmanın?
Eğer Allah’ın rahmeti gereği toplumlara gönderdiği bu
belalar, bu azaplar karşısında bağışıklık kazanmış, hiç tınmaz, hiç aldırış
etmez hale gelmiş bir toplum içinde insanlardan bazıları çıkıp ta toplumu bu
kötü gidişiyle uyarmazsa, onları vahiyle, Allah’ın âyetleriyle, kıyâmetle,
azapla uyarmazsa, artık Allah’ın azabı o toplumu top yekun kaplayacaktır. O
toplum top yekun azabı hakketmiş olacaktır. Ama Allah’la savaşa tutuşmuş,
Allah’ın elçileriyle, Allah’ın diniyle sa-vaşa tutuşmuş bir toplum içinde
insanlardan bazıları çıkıp ta, ey insanlar, Allah’ın size uyarıcılar olarak
gönderdiği bu belâların, bu depremlerin, bu açlıkların, bu kıtlıkların, bu
ekonomik sıkıntıların, bu ailevi ve toplumsal huzursuzlukların, bu sari
hastalıkların, bu siyasal bunalımların temel sebebi bilesiniz ki önceki toplumlarda
da görülen tabii olaylar, olağan hadiseler değildir. Bütün bunlar bizim
zulümlerimizin neticesidir. Bizler Allah’a karşı, Allah’ın kitabına karşı,
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine karşı zulmettiğimiz için, hayatımızda
Allah’ı diskalifiye ettiğimiz için, kitapsız bir hayat yaşadığımız için, peygambersiz
bir hayat yaşadığımız için, Allah’a kulluktan kaçtığımız için Rab-bimizden
gelen uyarılardır bunlar. Rabbimiz bütün bu belâlarla bizi uyarıyor. Bunlar
Allah’ın bizi denemeleridir.
Gelin
ey insanlar, bu uyarılardan ibret alalım da hep birlikte Allah’a yönelelim.
Allah’a kulluğa yönelelim. Yıllardır kaçtığımız Rab-bimize tövbe edelim.
Yönümüzü, kıblemizi Allah’a doğru çevirelim. Allah’la, Allah’ın Kitabıyla,
Allah’ın elçisiyle barışık bir hayatın içine girelim. Günahlarımızdan,
zulümlerimizden vazgeçip Rabbimize yalvarıp yakaralım da Rabbimiz bu
belâlardan, bu çıkmazlardan, bu bu-nalımlardan bizi kurtarsın. Bizi sahil-i
selâmete çıkarsın demek zorundayız. Demek zorundayız ki daha büyük, daha genel
azaplardan bu toplumu, bu zavallı insanları kurtarmış olalım. Değilse Allah korusun
böyle bir toplum içinde uyarıcılar da susarsa, onlar da evlerine, işlerine
çekilir, onlar da günahkârların üyesi olmaya başlarlarsa genel bir azaptan
sonra bunu demenin, Allah’a yalvarıp yakarmanın hiçbir kıymeti kalmayacaktır.
Çünkü, unutmayın ki bir gün gelecek:
47. “Kıyâmet günü doğru teraziler
kurarız; hiç bir kimse haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile
yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz.”
Allah kıyâmet günü adâlet terazisi
koyacaktır. Evet artık kı-yamet günü hesap kitap başlayacaktır ve artık geriye
dönüş imkânı da kalmayacaktır. Rabbimiz öyle âdil bir terazi koyacak ki insanın
tüm amelleri bu terazide tartılacak. Bir ölçü, bir tartı vazedilecek ki yarın
bizce meçhul, bizce malum değil o. Ama bizler mahiyetini bilmesek de, anlamasak
da âhirete müteallik her bir iman konusuna olduğu gibi inanıyoruz. İnanıyoruz
ki yarın Rabbimiz bizim amellerimizi tartmak, değerlendirmek için bir mîzan
vazedecektir. Mü’minler için böyle bir mîzan konulacağını anlatan Rabbimiz Kehf
sûresinin 105. âyetinde de kâfirler için terazi konulmayacağını, onların
amellerini değerlendirmeye bile tabi tutmayacağını anlatır.
“Bunlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na
kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyâmet günü Biz onlara
değer vermeyeceğiz.”
(Kehf 105)
Evet kâfirler için terazi konmayacak.
Çünkü bunlar Rablerinin âyetlerini ve
O’na kavuşmayı inkâr eden kimselerdir. Allah’ın kendilerine yol göstermek üzere
gönderdiği kitabının âyetlerini inkâr etmişler, Allah’ın âyetlerini örtmüşler,
âyetleri gündemlerinden düşürmüşler, âyetlerden habersiz bir hayat yaşamışlar.
Ve de O’na kavuşacakları günü hesaplarına katmadan yaşamışlar. Yaşadıkları bu hayatın
sonunda kendilerinden hesap sorulmayacak zannederek yaşamışlar. Onun için tüm
amelleri boşa gitmiştir kâfirlerin.
Rabbimiz
buyurur ki biz onlar içim kıyâmet günü herhangi bir tartı da tutmayacağız.
Onların amelleri asla değerlendirmeye tabi tutulmayacaktır. Amellerinin hiçbir
değeri olmayacaktır yâni. Ne ya-parlarsa yapsınlar, isterse büyük büyük ameller
işlesinler. Fabrikalar, yollar, köprüler kursunlar. Açları doyurup çıplakları
giydirsinler. Değil mi ki tüm bu amellerinin yaptırıcısı Allah değil, hepsi
boştur bunların.
Ya
da onlar tüm çabalarını, tüm plan ve programlarını dünya adına harcamış
kimselerdir. Yâni bunlar dünyayı kıble edinmiş, tüm plan ve programlarını
dünyayı kazanmak adına yapmışlar. Dünyalık elde etmek üzere, dünyada zengin ve
başarılı olmak üzere yapmış insanlardır. Onun içindir ki yaptıklarının hiç
birisi âhirete intikal etmeyecektir. Hiçbir amellerinin karşılığını görmeyeceklerdir.
Evet sadece mü’minler için konulacak bir terazi, bir mîzan.
Kur’an ve sünnette ortaya konduğuna göre öyle bir terazi düşüneceğiz ki bu
terazide kul kendisi tartılacak, sözleri, amelleri, düşünceleri, kelimeleri,
eceli, rızkı her şeyi tartılacak. Hem ameli, hem imanı, hem düşünceyi, hem kişiyi
o ameli işlemeye sevk eden niyeti, yâni adamın ciğerini, bağırsaklarını bile
tartabilecek bir terazi konulacak yarın.
Evet Kur’an ve Sünnette ortaya
konduğuna göre öyle bir terazi düşüneceğiz ki bu terazide kul kendisi
tartılacak, sözleri, ameli, düşünceleri, kelimeleri, eceli, rızkı her şeyi
tartılacak. Tabi biz hep iki kefeli bir terazi düşünüyoruz. Onun içindir ki
tamam bu terazinin bir kefesine bizim amellerimiz konacaktır anladık da acaba
bu terazinin öbür kefede ne olacak? diyoruz. Ama şimdi elektronik teraziler
çıktı. Ve artık iki kefeye gerek olmadığını tek kefeli bir terazinin de olabileceğini
gördük. Bir de şöyle düşünüyoruz. Tamam maddi şeylerin tar-tılabileceğini
anlıyoruz da acaba madde olmayan amel, cisim olmayan düşünce, niyet nasıl
tartılacak? Acaba bir söz, bir hareket nasıl ölçülecek? Bunu nasıl anlayacağız?
Hani yaşadığımız şu dünyada
biz de tartarız değil mi? Bir şahsı, bir düşünceyi, bir hareketi bir tavrı biz
de ölçüp tartarız. Meselâ hasan deriz şöyle bir tartıveririz ve yok ya onda
hayır yoktur deyiveririz. Bir kooperatifte birine bir görev verilecekse hemen
kendisine verilecek o göreve göre şöyle bir ölçüp tartarız onu ve deriz ki
tamam bu işin ehli odur deriz, ya da olmaz bu iş onun işi değildir deriz. İşte
Rabbimizin yarın koyacağı terazi, mizan hem ameli, hem imanı, hem düşünceyi,
hem ameli, hem kişiyi o ameli işlemeye sevk eden niyeti, yani adamın ciğerini,
bağırsaklarını bile tartabilecek bir terazi. Bizce malum olmayan hakikatler m
Kâfirler için böyle asla bir
mizanın konulmayacağını onların amellerinin kaale bile alınmayacağını anlatan Allah’ın
Resûlü Abdullah İbni Mes’ud efendimizin incecik bacaklarına gülüşen kimselere
şöyle buyuruyordu:
“Onun
bacakları incedir diye gülmeyin, Allah’a yemin ederim ki o bacaklar mizanda
Uhut dağından daha ağır geleceklerdir.”
Hiçbir nefis, hiçbir kimse hiçbir şekilde zulme uğratılmayacaktır.
Allah öyle güzel hükmedicidir ki hükmünde kullarına zerre kadar zulmetmez.
Hükmünde, kararında asla adâletsizliğe, zulme düşmez Rabbimiz. Gerek dünyada kendisine
kendisinin istediği gibi kulluk yapmış, müslümanca bir hayat yaşamış müminlere,
gerekse emirlerine, yasalarına isyan içinde bir hayat yaşamış olan kâfirlere
adâletle bir hüküm verecek, adâletle karşılık verecek Rabbimiz. İnsanlar yarın
bir kıl kadar, bir iplik kadar bile zulme uğramayacaklardır. Allah adına
yaptıklarının, yaşadıkları hayatın karşılığını mutlaka göreceklerdir. Bir tek
nefesleri, bir damla terleri bile zâyi olmayacaktır. Herkes dünyada ne
yapmışsa, ne tür ameller işlemişse onunla karşı karşıya kalacak. Çünkü bu
amelleri kendileri işlemiştir. Kendi amellerinin karşılığıdır bunlar.
Değilse
yapmadıkları, işlemedikleri suçlardan ötürü Allah hiç kimseyi cezalandırarak zulmetmez.
Ya da başkalarının günahlarını yanlışlıkla bir adamın defterine yazarak,
işlemediği günahlardan ötürü ona zulmetmez. Veya yaptıklarının bir kısmını zâyi
etmek sûretiyle Allah kimseye zulmetmez. Hayır hayır, Allah hiçbir haksızlık yapmaz,
bunlar bu adamın bizzat dünyadayken kendi elleriyle işlediği amellerin
değerlendirilmesidir. Allah âdil bir Melik olarak, âdil bir hükümdar olarak
hükmünü verecektir. Tabi sadece o gün değil, bugün de adildir Rabbimiz.
Yâni
Rabbimiz o gün kullarının amellerini değerlendirirken ne kadar adilse, bugün
O’nun Kitabına göre, mîzanına göre, hayat programına göre hüküm vermek de o
kadar adâlettir. Ve bu Kitabın, bu Mîzanın dışında da başka bir adâlet, başka
bir doğru hüküm, başka bir doğru Mîzan da yoktur.
Evet hardal tanesi kadar bir amel bile olsa biz onu getirip
teraziye koyacağız, onu değerlendirmeye tabi tutacağız diyor Rabbimiz. Zerre kadar,
hardal tanesi kadar bir amel de olsa onu terazide söz konusu ederiz diyor.
İster iyi bir amel olsun, isterse kötü bir amel olsun. Öyleyse Allah adına
yaptıklarımızı, yapacaklarımızı asla küçük görmeyelim. Bunlar küçük, bunlar
değersiz demeyelim. Büyük küçük fark etmez Allah adına verelim. Allah’ın rızasını
kazanmak ve yarın defterimizde yazılı bulmak, teraziye konmak için en küçük amelleri
bile ihmal etmeyelim. Yarım hurmayla da olsa, güzel bir çift sözle de olsa
kendimizi cehennemden kurtarmaya çalışalım. İyilikler konusunda böyle olduğu
gibi günahlar konusunda da, kötülükler konusunda da aynı hassasiyeti gösterip,
küçük görülen günahlardan da sakınmasını bilmek zorundayız.
Hesap görücü olarak Allah yeter. Belki şu anda
yaşadığınız hayatta kendi kendinize bir düzen dolap içine girerek, yaptığınız
haksızlıklar konusunda kılıflar hazırlayarak, tüm çevreyi atlatmayı becermiş
olabilirsiniz, ama unutmayın ki Allah sizi görmektedir. Allah tüm yaptıklarınıza
şâhittir ve hesap görücü olarak yetmektedir. İşte tüm hayatımızda, tüm yapıp
ettiklerimizde Allah bu hesap görücülüğü ile toplumu murakabesi altına alıyor.
Yaşadığımız bu dünyada sürekli kendisinin gözetimi ve kontrolü altında bir
hayat yaşadığımızı unutmamamızı, bunu çok iyi anlamamızı, yaptıklarımızın
tümünü kendisine lâyık bir şekilde muhsinler olarak yapmamızı istiyor Rabbimiz.
Öyleyse gelin ey insanlar, Allah kontrolünde olduğumuzu unutmadan
yaşayalım. Bunlar bunlar küçüktür, bunlar bunlar değersizdir diye Rabbimizin
istemediği kötülükleri işlemeye kendi kendimize cevazlar bularak cesaret
etmeyelim, cüret etmeyelim. Küçük görerek güzel amelleri de işlemekten uzak
durmayalım. Bir gün bu küçük gördüğümüz iyiliklerin bizi cennete götüreceğini,
bu basit gördüğümüz kötülüklerin de bizi baş aşağı cehenneme yuvarlayacağını unut-mayalım.
Haydin öyleyse hesabımızı buna göre güzel yapalım. Hesabımızı güzel görecek
Allah huzuruna çıkmazdan önce, fırsat eldeyken O’nun hesap ölçülerine göre,
O’nun kitabının mîzanına göre bir hayat yaşamanın, bir hesap ödemenin
sıkıntısını bugünden yaşayalım. Tüm hayatımızı, tüm amellerimizi Allah’ın kitabı
ve Resûlünün sünneti belirlesin. Kitap ve sünnet desin biz öyle yapalım da öte
âlemde hesabımız güzel çıksın inşallah.
48. “Andolsun ki, Mûsâ ve Harun'a
eğriyi doğrudan ayıran Furkân’ı, sakınanlar için ışık ve öğüt olarak verdik.”
Biz Mûsâ’ya ve Harun’a Furkân’ı verdik.
Mûsâ (a.s)’a verilen Furkân Tevrat’tır. Harun (a.s) da Onunla birlikteydi.
İkisi birlikte Allah’tan görev aldılar. Rabbimiz Tur dağında Mûsâ (a.s)’a
elçilik verip kendisini şereflendirince Mûsâ (a.s) bu şerefli görevi kardeşi
için de istedi. Kardeşi Harun’un da elçilik göreviyle görevlendirilmesi konusunda
Rabbine dua dua yalvarıp yakardı da Rabbimiz Onu da elçi seçti. Mûsâ (a.s) en
güzel bir kardeşlik numunesi sergileyerek kardeşi için de hidâyeti istedi. Biz
de bunu kendimize örnek alacağız. Biz de kardeşlerimiz için hidayet isteyeceğiz.
Biz de kardeşlerimizin hidayeti için çırpınacağız. Biz de kardeşlerimizin
şerefe, şerefli konumlara ulaşmasını isteyeceğiz.
Evet her ikisine de verilen Tevrat Furkân’dır. Tevrat’ın bir
adı Furkân olduğu gibi, bizim Kitabımız Kur’an’ın bir adı da, bir özelliği de
Furkân’dır. Furkân; fark eden, fark ettiren, ayıran demektir. Allah’ın
kitaplarının böyle bir özelliği vardır. Yâni Allah’ın kitapları hakkı bâtıldan,
bâtılı haktan ayırırlar. Bir de hakkı bâtılı, iyiyi kötüyü fark ettirirler
kitaplar. Kitap onunla birlikte olan kişiye yolunu fark ettirir, hayatını fark
ettirir. Kitapla beraber olan kişi hayatındaki tüm bozuklukları, tüm
yanlışlıkları, tüm bozuk düzenlikleri fark ediverir. Kitapla birlikte oluverdiniz
mi, hadiselere Kitabın gözlüğüyle bakıverdiniz mi o her şeyi size fark ettiriverecektir.
Hayatınızdaki küfür alâmetlerini, şirk unsurlarını, nifak eserlerini ve tüm bozuk
düzenlikleri kitapla fark ediverirsiniz. Kitapla tanışmamışsanız, kitapla
beraber değilseniz bunları anlamanız mümkün olmayacaktır.
Öyleyse şunu kesinlikle bilelim ki bu Kitabı tanımadan,
bu kitapla tanışmadan bizim hak ve
bâtılı tanıma imkânımız yoktur. Kitaptan bağımsız olarak bir şeye iyi, ya da
kötü deme yetkimiz yoktur. Haram, ya da helâl deme yetkimiz yoktur. Çünkü
Kitabın iyi dediği iyidir, hak dediği haktır, bâtıl dediği de bâtıldır. Onun
ötesinde hiç kimsenin değer yargısına itibar edilmez.
Evet Allah kitaplarının bir başka
özelliği de, gerek Tevrat ve gerekse Allah’ın bu son Kitabı Kur’an aynı zamanda
ziyâdır, ışıktır, nûrdur. İnsanlığın yolunu aydınlatan, küfür, şirk
karanlıkları içinde ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette kıvranan tüm dünya
insanlığını aydınlığa çıkaran bir özelliğe sahiptirler. Karanlık bir dünyanın
insanları, çözümsüz bir dünyanın insanları, bunalımlı bir dünyanın insanları
kıyâmete kadar bu özelliğe sahip olan bu kitapla ancak aydınlığa çıkabilecektir.
Öyle
değil mi? Eğer şu anda Allah’ın kendilerine gönderdiği bu ışığa sırt dönmüş,
kitapla diyaloglarını kesmiş, şeytan vahiylerinin gündemlerinin içine dalmış,
değer yargıları tefessüh etmiş bir dünyada, eğer şu anda Rabbimiz bizi kendi
gündemleriyle, kendi değer yargılarıyla, kendi ışıklarıyla, kendi âyetleriyle
karşı karşıya getirmeseydi biz ne yapardık? Hakkı, bâtılı, adâleti zulmü,
iyiliği kötülüğü, doğruyu yanlışı biz nereden öğrenebilirdik? Tüm dünyayı
kaplayan, tüm dünyayı etkisi altına alıp, tüm değer yargılarını altüst eden bu
şeytan vahiylerinin arasında bizler Hakka nasıl ulaşabilirdik? Rahmeti bol olan
Rabbimiz rahmetinin gereği olarak bize böyle Furkân bir kitap göndermeseydi, şu
anda karanlık güçlerin egemen olduğu, karanlık güçlerin beyinleri kararttığı bir
dünyada şu anda ulaştığımız aydınlığa nasıl ulaşabilirdik?
Bir de Allah’ın kitapları zikra’dır. Zikirdir. Gündemdir bu
kitaplar. Müslümanın gündemidir. Müslümanın gündemini Allah’ın kitabı
oluşturur. Rabbimiz hangi konunun gündem olmasını istiyorsa, hangi konuyu
gündeme almamızı istiyorsa onu gündeme almak zorundadır müslüman. Rabbimiz
hangi konunun düşünülmesini, hangi konunun konuşulmasını istemişse onu
düşünmek, onu konuşmak zorundadır müslüman.
İşte
şu anda peygamberleri gündeme almamızı istedi Rabbi-miz, biz onu gündeme aldık.
Biraz sonra başka konuların gündem olmasını isteyecek ve onları gündemimize alacağız.
Şeytan gündem-leriyle asla meşgul olmayacağız. Zaten Kitabı gündemine almayan
insanlar mecburen şeytan vahiylerini gündemlerine alıyorlar. Kim bu Kitabın
âyetlerini gündemine alırsa, hayatını bu kitapla düzenleme gayreti içine
girerse, işte o muttakidir, kitapla yol bulan, hayatını Allah için yaşayan
kimsedir. Bakın bundan sonra Rabbimiz muttakilerin özelliklerini anlatacak:
49. “Onlar görmedikleri halde
Rablerinden korkarlar; kıyâmet saatinden de titrerler.”
Evet o muttakiler, kitapla yol
bulanlar, Allah’ın Kitabından istifade edebilme hakkına sahip olanlar, kitabın
esrarını kendilerine açtığı insanlar, gıyaben Rablerinden korkan, gıyabında
Rablerinden haşyet duyanlardır. Evet onlar Rablerini görmüyorlar, duyularıyla
O’nu algılama imkânına sahip değiller, ama vahye imanları gereği, gayba
imanları gereği, muhsin olmaları gereği Rablerinin sürekli kendilerini
gördüğünü, sürekli O’nun kontrolü altında olduklarını bilirler ve gıyabında
O’ndan haşyet duyarlar. Rablerine boyun eğenler, Allah’ı gücendirmekten
korkarlar, Allah’ı razı edememekten korkarlar.
Ve bir de onlar saat konusunda, kıyâmet saati konusunda da
tir tir titrerler. O saati hep gündemde tutarlar. Kıyâmetin hesabını kitabını
bir an bile unutmadan bir hayat yaşarlar. Ne kadar da güzel kulluklar
yapmışlarsa da hiçbir zaman kendilerini kesin cennetlik görmezler. Ne
yaparlarsa yapsınlar, Allah’ın daha güzeline lâyık ol-duğunu ve cennete
girebilmek için kesinlikle Allah’ın rahmetine muhtaç olduklarını hiçbir zaman
hatırlarından çıkarmazlar. Acaba yapamadık mı? Acaba beceremedik mi? Acaba
Rabbimizin hatırını kazanamadık mı? Acaba yaptıklarımız bizi ateşe mi götürüyor?
diye tir tir titrerler. Âhireti, hesabı kitabı daima iki kaşlarının arasında
hissederler. Rablerinden haşyet duyarlar. Acaba rızasına ulaşamadık mı? Acaba
memnun edemedik mi? diye sürekli içlerinde bir endişe taşırlar. Hesabın
kötüsünden, kötü hesaptan korkarlar. Rablerinden, Rablerinin rahmetinden ve
cennetinden kesinlikle ümitlerini kesmemekle beraber, acaba mı ki? diye yine de
korku içinde bir hayat yaşayarak her an daha iyiye, daha güzel bir müslümanlığa
çabalarlar. Hayatlarına buna göre program yaparlar. Hayatlarının her bir saniyesine
bu imanın mührünü vururlar. Evet işte böyle âhiret konusunda, ölüm ötesi
hayatın hesabı kitabı konusunda müşfik olan, tir tir titreyen insanlardır
muttakiler. Allah bizleri de onlardan eylesin inşallah.
50. “İşte bu, indirdiğimiz kutsal bir Kitaptır. Siz mi onu
inkâr ediyorsunuz?”
İşte Azîz olan Allah’tan gelme Azîz
olan ve müntesiplerini Azîz kılan bir zikir. İşte yeryüzünün en büyük gündemi.
Hem de bereketli olan, berekete konu olan, berekete kaynak olan, kendisiyle
birlikte olanların hayatlarını bereketlendiren, ona sarılanları, onunla hareket
edenleri cennete ulaştıran bir zikir.
İşte
şu anda yeryüzünde en büyük zikir olan, yeryüzünde en mübarek gündem olan bir
kitapla beraberiz. Kim bu zikre tabi olursa, kim bu zikri gündemine alırsa, kim
bu zikirle bir hayat yaşarsa, kim bu zikri okur, anlar, konuşur ve insanlara
ulaştırırsa, insanların gündemlerini bu zikirle oluşturma kavgası içine
girerse, hep bunu konuşur, hep bunu gündeme getirirse kesinlikle bilesiniz ki
yeryüzünün en mübarek insanı odur. Yeryüzünde tebrik edilecek tek insan odur.
Hal böyleyken:
Siz böyle mübarek bir Kitabı, böyle
tebrike şayan bir zikri inkâr mı ediyorsunuz? Onu reddetmeye mi çalışıyorsunuz?
Onu gündemlerinize almamaya, onunla birlikte olmamaya, onu konuşmamaya, ona
karşı ilgisiz kalmaya mı çalışıyorsunuz? Gündemlerinizi bu kitabın dışında
başka şeylerle mi oluşturmaya çalışıyorsunuz? Başka şeyler konuşmaya, başka
şeyler anlatmaya, başka şeyler dinlemeye mi çalışıyorsunuz? Şeytan vahiyleriyle
oluşturduğunuz gündemlerinizin içinde Kitaba yer vermemeye mi çalışıyorsunuz? O
zaman o gündemlerinizin bereketsizliği içinde mahvolup gitmeye hazır olun.
Evet Mûsâ ve Harun (a.s)’ların gündeminden sonra şimdi de
bir başka kutlu peygamber gündeme alınacak.
51. “Andolsun ki, daha önce İbrahim'e
de akla uygun olanı göstermiştik. Biz onu biliyorduk.”
Evet İbrahim (a.s) gündem yapılıyor.
Muhakkak ki biz daha önce İbrahim’e de rüştünü verdik. İbrahim’i rüşte
ulaştırdık. Onu Sırat-ı Müstakime hidâyet ettik. Rızaya ve cennete ulaştıran
yolu, hak yolu, İslâm yolunu, teslimiyet yolunu gösterdik ona. Raşit kıldık
onu. Kitabın, vahyin yönlendirmesine tabi kıldık onu. Çünkü biz onu bilenlerden
idik. Ona Rüştü, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırt edebilme gücünü verirken,
Biz onun buna lâyık olduğunu biliyorduk diyor Rab-bimiz. İşte Allah’ın kutlu
elçisi İbrahim (a.s) Allah’ın lütfuyla, Allah’ın verdiği rüştle, Allah’ın
vahyiyle hakkı hak, bâtılı da bâtıl bilerek, bâtıldan sarf-ı nazar edip, Hakka
yönelerek bakın şöyle buyurdu:
52.
“İbrahim, babasına ve milletine: “Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?”
demişti.”
Rabbimizin rüşte ulaştırdığı İbrahim (a.s)
babasına ve toplumuna dedi ki: Samimiyetle kulluk ettiğiniz bu putlar, bu heykeller,
bu timsaller, bu semboller neyin nesi? Nedir bunlar? Ne anlama geliyor bunlar?
Bunlar ne ki sizler karşılarında samimiyetle kulluk ediyor, söz-lerini
dinliyor, arzularını yerine getiriyor, yasalarını uygulamaya çalışıyorsunuz?
Kendi akıllarınızla, kendi ellerinizle ortaya koyduğunuz, kendi ellerinizle
diktiğiniz, kendi hevâ ve heveslerinizle icat ettiğiniz bu putlar, bu
sistemler, bu yasalar, bu âdetler, bu yönetmelikler neyin nesi? Benim Rabbimden
getirdiğim dinimin karşısına çıkıp tutunmaya, savunmaya çalıştığınız, korumaya
çalıştığınız bu timsaller neyin nesi? Sizin eseriniz değil mi bu sistemler? Siz
kendiniz dikmediniz mi bu putları? Siz koymadınız mı bu yasaları? Siz kendiniz
koy-madınız mı bu kanunları?
Allah’ın
sisteminin, Allah’ın mesajının karşısında şu savun-duğunuz, şu tutunduğunuz
demokrasiyi kendiniz icat etmediniz mi? Ona tutunarak Allah sistemini dışlamaya
mı çalışıyorsunuz? Allah dinine, Allah Rabliğine alternatif olarak diktiğiniz
bu putları siz kendiniz kendi ellerinizle dikmediniz mi? Bu sistemleri kendiniz
icat etmediniz mi?
Evet insanlar kendi kafalarından, kendi hevâ ve heveslerinden
bir şeyler üretiyorlar ve onlara tutunarak Allah sistemiyle savaş vermeye
kalkışıyorlar. Diktikleri bu putlara dokunulmazlıklar izafe ederek, onların
kesin doğru olduklarını kabul ederek onların tartışılmasına bile izin
vermiyorlar. Meselâ kendi elleriyle laiklik diye bir put dikiyorlar, ona öyle
bir sarılıyorlar ki, öyle bir kutsiyet izafe ediyorlar ki, öyle bir
dokunulmazlık veriyorlar ki onların kesin bâtıl olduğunu bilen insanlar bile ona
ilişmekten korkuyorlar.
Evet adamlar kendi yaptıklarına sarılarak Allah yasalarıyla
savaşmaya çalışıyorlar. Bunlar Allah’ınkinden daha üstün, bunlar Al-lah
yasalarından daha doğrudur demeye çalışıyorlar. Meselâ kanun çıkarıyorlar,
kendileri yasa yapıyorlar ve Allah’ın arzuları bu yasalarla çatıştığı zaman da
eh ne yapalım yasalar böyle diyorlar. Ne yapalım yasalar izin vermiyor
diyorlar. Peki kim yaptı bu yasaları? Kim dikti bu putları? Allah yasalarına
göre örtünmek isteyen kızların karşısına kendi yasalarını çıkarıyorlar ne
yapalım yasalar engel diyorlar.
Eskiden
müşrik Araplar helvadan put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar, sonra acıkınca
da onu yiyiveriyorlardı. Şimdi de aynen öyledir. Yasa yapıyorlar, bir süre o
yasalara saygı duyup uyguluyorlar on-ları, ama daha sonra işlerine gelmeyince
de o yasaları yiyiveriyorlar. Hani şimdi şu anda on sene önceki yasalar var mı?
Nerede onlar? Halbuki o günlerde o yasalar yüzünden ne canlar yakmışlardı değil
mi? Ama aradan bir kaç sene geçince kendi yasalarını, kendi putlarını kendileri
yiyorlar.
Bütün bu yaptıklarınız sadece isimden ibarettir diyor
Rab-bimiz. Sadece isim, altında da hiçbir şey yoktur. Meselâ adâlet di-yorlar,
ama adâletin asına bile rastlamak mümkün değil. Hürriyet di-yorlar, eşitlik
diyorlar, yasalar diyorlar, demokrasi diyorlar, laiklik di-yorlar, din ve
vicdan özgürlüğü diyorlar, ama başörtülülere kan ağla-tıyorlar. İnsan hakları
diyorlar, adâlet konseyi diyorlar, güvenlik konseyi diyorlar ama sadece isimden
ibaret, altında bu isme lâyık hiçbir şey yok. Tüm dünyaya korkudan başka, zulümden
başka hiç bir şey yaymıyorlar. Sadece isimden ibarettir bunların yaptıkları şeyler.
Altını kazıdığınız zaman hiç bir çıkmaz. Sadece timsal ve sembolden ibarettir.
Evet
İbrahim (a.s) böyle buyurunca toplum diyor ki bakın:
53. “Babalarımızı onlara tapar bulduk”
demişlerdi.”
Evet diyorlar ki ey İbrahim, biz
atalarımızı bunlara ibadet eder bulduk. Atalarımızı bu yolda bulduk. Biz atalarımızı
bazı değerlerin bu temsilcilerine ibadet ve itaat eder bulduk. Dolayısıyla biz
de atalarımızın yoluna tabi oluyoruz. Atalarımızın yoluna, anlayışına sahip
çıkıyoruz. Onlar böyle deyince bakın Allah’ın elçisi çok tekitli bir ifadeyle
şöyle buyuruyor:
54. “İbrahim: “Andolsun ki sizler de
babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi”
Yemin üstüne yemin olsun ki, sizler de,
atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz. Allah yanında hiçbir değer ifade
etmeyen bu âciz varlıklara ibadet etmekle atalarınız da, onların yolunu körü
körüne sürdüren sizler de çok büyük bir sapıklık içindesiniz.
Evet diyorlar ki biz aba ve ecdadımızdan böyle gördük. Aba
ve ecdadımızı bunun üzerine bulduk. Aba ve ecdadımızı da bunları yapar bulduk.
Eğer bu yaptığımız şeyler kötü bir şey olsaydı, elbette atalarımız yapmazlardı
bunu diyorlar. Atalarımız da bunları yaptığına göre bunlar günah değildir
diyorlar. Biz atalarımızı bir din, bir yol üzerine bulduk, biz de onların
izleri üzerinde güdülüp gideceğiz. Onlar bizi nereye çekerlerse, nereye
sürüklerlerse oraya doğru gideceğiz diyorlar.
Tıpkı
şu anda müslümanım diyen insanlardan pek çoğunun kör bir taklidin peşine
takılıp, dinlerinin aslını araştırma gereği duymadan atalarından intikal edenin
doğruluğuna güvenerek onların izlerini takip ettikleri gibi. Bu tür insanların
bizim toplumda çoğunlukta olduğunu görüyoruz. Ya da işte uydum cemaate diyerek
çoğunluğun yaptıklarının doğruluğuna itikat eden ve hiç düşünmeden onların peşine
takılan insanlar gibi. Allah korusun bu insanların ne amel edecek bir kitapları
var, ne kitaptan haberleri var, ne de dayandıkları bir delilleri vardır. Onlar
sadece cahil babalarının yoluna tabi oluyorlar. Diyorlar ki biz atalarımızı bir
sebil üzere, bir yol üzere, bir mezhep üzere, bir tarz üzere, bir hayat
programı üzere bulduk, biz de onların izleri üzerinde gitmekteyiz.
Atalar
dini. Atalar yolu. Bunların işi gücü kör taklittir. Dinin te-mel kaynakları
olan kitap ve sünneti tanıma ve amellerini onlara da-yandırma zahmetinden kaçan
bu taklitçiler, atalarının sünnetine tabi olarak kolay yoldan doğru yolu bulabileceklerini
zanneden zavallılardır. Bakın diyorlar ki İbrahim (a.s)’a:
55. “Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa
şaka mı ediyorsun?” dediler.”
Ey İbrahim, gerçekten sen bize bir
hakla mı geldin? Bize gerçekten bir hak mı getirdin? Yoksa bizimle oyun oynayanlardan
mısın? Gerçekten bu söylediklerin hak mı, yoksa bizimle dalga mı geçiyorsun?
Bunları lâf olsun diye, eğlence olsun diye mi konuşuyorsun? Yoksa bu dediklerin
doğru mu? Bizimle şaka mı ediyorsun, yoksa ciddi misin?
56. “O şöyle dedi: “Hayır; Rabbiniz,
göklerin ve yerin Rabbidir ki onları, O yaratmıştır. Ben de buna şâhitlik
edenlerdenim.”
İbrahim (a.s) dedi ki, benim Rabbim,
göklerin ve yerin Rab-bidir ki onları yoktan var edendir. Büyük atamız dikkat
ederseniz hemen gerçeği yerine oturtuverdi. Rabbin yaratıcı özelliğini ortaya
koyuverdi. Rab olanın, göklere ve yere egemen olanın, göklere ve yere söz
geçirenin yaratıcı olması gerektiğini, yaratıcı olmayanların asla Rab ve İlâh
olamayacağını, insanların hayatına karışamayacağını or-taya koyuverdi.
Evet
şu hiçbir özellikleri olmayan, ne kendilerini, ne de başkalarını yaratma gücüne
sahip olmayan, rızık verme, doyurma, koruma özellikleri olmayan, bırakın
başkalarına, kendilerine bile bir fayda ve zarar sağlama güçleri olmayan, konuşamayan,
yeme, içme özellikleri olmayan, sadece insanların kendi kafalarından uydurdukları
bu varlıklara, bu putlara tapınanların ne kadar akılsız, ne kadar aptal olduklarını,
bu aptalların sapıklıklarını ortaya koyduktan sonra bakın İbrahim (a.s)öyle
diyordu:
Ey insanlar, bunların hiçbirisi Rab ve İlâh olamazlar.
Bilâkis Rabbiniz, kendisine ibadet edeceğiniz, sözünü dinleyeceğiniz, yasalarını
uygulayacağınız, hatırını kazanacağınız, boyunlarınızdaki kulluk iplerini eline
vereceğiniz, çektiği yere gideceğiniz, dua edeceğiniz, sığınacağınız, saygı
duyacağınız, hamd edeceğiniz Rabbiniz göklerin ve yerin de Rabbidir. O Rab şu
anda tanrılaştırdığınız varlıklar gibi sadece yeryüzünün Rabbi değil, sadece
belli ülkelerin Rabbi değil, sadece insanların Rabbi değil, gökler ve göktekilerin
de, yerler ve yerdekilerin de Rabbidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’na boyun büküp teslim olmuştur. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsini yaratan ve hepsinin yasalarını belirleyendir O Rabb’tır.
Şu sizin Allah berisinde tanrı kabul ettiğiniz varlıkların hangisinin böyle bir
özelliği vardır? Hangi tanrı ve tanrıçanızın göklerde ve yerde egemenliği
vardır? O Rabbin bir başka özelliği de:
Onları yoktan var etmesidir. Gökleri ve yeri, göktekileri ve
yer-dekileri yoktan var edendir O. Peki Allah özelliğine sahip başka biri var
mı? Allah’tan başka yoktan bir şey var eden var mı? Hattâ işte bundan dolayı
Allah’ı hayatlarında devre dışı bırakarak hiçbir şey ya-ratma özelliğinde
olmayan bu sahte tanrılar egemenliğinde bir hayat yaşamaya çalışan müşriklerin
yanılgıları bilimlerinde de söz konusudur. Kendi kendilerine uydurdukları,
kendi elleriyle diktikleri tanrılarında olmayan Allah’ın bu yaratıcılık
özelliğini diskalifiye edebilmek için diyorlar ki, hiçbir varlık yoktan var
olmaz, var iken de yok olmaz. Var yok olmaz, yok da var olmaz diyorlar. Neden
diyorlar bunu? Çünkü ne kendileri, ne de tapındıkları tanrıları kesinlikle
hiçbir şeyi yoktan var etmeye, varı da yok etmeye güç yetirememektedirler. Herhangi
bir varlığı yaratmaya da, yok iken var etmeye de, var iken öldürmeye de mâlik
değillerdir. Yaratan da, öldüren de Allah’tır. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü
çıkaran sadece Allah’tır. İşte Allah’ın bu sıfatını diskalifiye edebilmek için
bu saçmalığı bilimsel bir gerçekmiş gibi sunmaya çalışıyorlar alçaklar.
Ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Ben
Rabbimin bu sıfatlara sahip oluşuna şahidim. Gözümle görmeden de öte kesin bir
bilgiyle buna şehadet ediyorum ben. Ben de göklerin ve yerin, göktekilerin ve
yerdekilerin Rabbi olan, göklerde ve yerde egemen olan, göklerin ve yerin
yoktan var edicisi olan Allah’ın benim de, sizin de Rabbimiz olduğuna şehadet
ediyorum.
57. “Allah'a yemin ederim ki, siz
ayrıldıktan sonra, putlarınıza bir tuzak kuracağım!”
İbrahim (a.s) dedi ki, Allah’a yemin
olsun ki ben sizin bu Allah sıfatlarına sahip olmadıkları halde Allah yerine,
Rab ve İlâh makamına oturttuğunuz putlarınıza, tanrılarınıza bir tuzak kuracak,
bir oyun oynayacağım. Bu âciz varlıkların asla tanrı olmadıklarını, olamayacaklarını
size göstereceğim. Siz ayrıldıktan sonra, siz arkanızı dönüp gittikten sonra
onlara bir düzen kuracağım diyor.
58. “Hepsini paramparça edip,
içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye, sağlam bıraktı.”
O putların en büyükleri hariç diğerlerini
kırıp param parça etti. Hepsini kırdı, sadece bir tanesi hariç. Onu kırmadı,
belki ona dönerler diye. Umulur ki ona dönerler, kendisine müracaat ederler
diye ona dokunmadı. Ya o puta dönerler, müracaat ederler, ya da kendisine
müracaat ederler diye onu kırmadı İbrahim (as.) Ya da onların âcizliklerini,
güçsüzlüklerini, kendilerini bile koruma gücüne sahip olmadıklarını anlayıp
Rablerine kulluğu dönerler diye böyle yaptı.
Evet Allah’ın elçisi, halk orayı terk ettikten sonra,
topluca bir bayram yerine gittikten sonra put haneye giriyor ve orada bulunan
irili ufaklı tüm putları kırıyor, sadece bir tanesini, onların en büyüklerini
bırakıyor. Belki bu olayla kendilerine gelirler, kendilerine dönerler,
akıllarını başlarına alırlar diye. Belki bunun çözümü konusunda kendisine
müracaat ederler de bu işin aslını onlara anlatma, onları uyarma fırsatı
bulurum diye. Sonra halk dönünce görüyorlar ki tüm tanrıları yerle bir edilmiş.
Tüm tanrıları kırılmış, yok edilmiş. Bu manzara karşısında şaşkına dönmüş
insanlar gazapla diyorlar ki:
59. “Milleti: “İlâhlarımıza bunu kim
yaptı? Doğrusu o zalimlerden biridir” dediler.”
İlahlarımıza bunu kim yaptı? Bunu İlâhlarımıza
kim yaptıysa muhakkak ki o zalimlerdendir. Böyle bir şeyi İlâhlarımıza yapmakla
o zulümlerin en büyüğünü irtikap etmiştir diyorlar. Putlarımıza yapılan bu iş
zulümlerin en büyüğüdür diyorlar. Çünkü her ne kadar bizim bu İlâhlarımız, bu
putlarımız konuşma yeteneğine sahip olmasalar da, kendi kendilerini koruma,
düşmanlarıyla savaşma yeteneğine, hüküm verme, hüküm uygulama yeteneğine sahip
olmasalar da, bizim tarafımızdan dikilip korunsalar da, bize muhtaç olsalar da
biz onları seviyor, onlara saygı duyuyorduk. Onların arkasına saklanıp istediğimiz
şeyleri yapabiliyorduk. Keyfimize göre bir hayat yaşayabiliyorduk.
Peki acaba bu putlar ne istiyorlardı onlardan? Nasıl bir
kulluk istiyorlardı, nasıl sorumluluklar istiyorlardı onlardan? Aslında o putların
onlardan ne istedikleri değil, onları dikip arkalarına saklananların onlara ne
söylettirdikleri önemlidir. Evet o putlar onlardan bizzat bir şeyler istemese
de, istetiyorlardı. Putlar kendilerine konuşmasa da, onlar o putları
kendilerince konuşturuyorlar, putlara kendi istedikleri bir kısım şeyleri
dedirtiyorlar ve o dediklerini de yapıyorlardı tabii. Yâni aslında onlar o
putlara değil kendi arzularına, kendi hevâ ve he-veslerine tapınıyorlardı.
Put
budur zaten. Put insanlara hiçbir şey demese de, dedirtirler ona. Put aslında
konuşmaz, ama putun arkasına saklanan birileri istediklerini o putlara
söyleterek onun arkasında kendi egemenliklerini, kendi hegemonyalarını gerçekleştirirler.
Meselâ
şimdi insanların hayatına bir put olarak dikilmiş olan şu yönetmelikler konuşur
mu? Konuşmaz değil mi? Ama konuşturuyorlar değil mi insanlar şu anda onları?
"Olmaz arkadaş! Bu yönetmeliklere aykırıdır!" diyor müdür efendi.
Veya olmaz arkadaş! Bu âdetlere terstir diyor adam. Yâni bu yönetmenlik dedikleri
şey ne? Ya da bu âdet dedikleri ne? Kim
koydu bunu? İnsanlar koymadılar mı? Yâni şimdi bu yönetmeliklerin, bu âdetlerin
arkasında birileri yok mu? Birileri konuşturmuyorlar mı onları? Birileri
onların arakasında kendi arzularını putlaştırmıyorlar mı? Aslında hiçbir put
insanları kendisine kulluğa çağırmaz, çağıramaz. Lâkin onu dikenler onlara
kulluğa çağırmaktadırlar.
Bakın bu diktikleri putları, bu tanrıları kendilerine kulluk
edenlerine bir şeyler sağlamak, kendilerine kulluk edenleri korumak, onları
doyurmak şöyle dursun, kendilerini bile korumaktan âcizdirler. Bu âciz
varlıklar kendilerine bel bağlayan, kendilerine gönüllü kulluk eden, velâyeti altındaki
kullarını, kölelerini, vatandaşlarını doyurmak ve beslemek şöyle dursun
onlardan beslenmek durumundadırlar. Kullarını korumak şöyle dursun kullarının
korumasına sığınmaktadırlar. Kullarından aman beni koruyun! Beni yıkmak, beni
kırmak, beni yok etmek isteyenlere karşı aman beni koruyun! diye onlardan korunma
talep etmektedirler.
Öyle
değil mi? Hiçbir put onu diken kullarından saygı, kabul görmedikçe tapınılmaya
lâyık olamaz. Hiçbir Firavun kullarından, metbularından vergi almadıkça ayakta
duramaz. Hiçbir Firavun kullarından destek almadıkça ayakta duramaz. Hiçbir put
kendisine tapınanlardan kendisine bir mozole, bir anıtkabir istemedikçe tapınılmaya
değer görülemez. Hiçbir sistem kullarından oy istemedikçe, kullarından sahiplenme
istemedikçe yaşayamaz. Hiçbir âdet, hiçbir töre, hiç bir yasa, hiçbir
yönetmelik, hiçbir moda bağlılarından talep görmedikçe yaşayamaz.
Bakın
İbrahim (a.s) in toplumu da korudukları putlarının yanın-dan ayrılır ayrılmaz
bir çocuğun kendilerini paramparça etmesine engel olamıyorlar. Tanrılarının
başına gelen bu olaya üzülüyorlar ve di-yorlar ki kim yaptı bunu? Bunu
İlâhlarımıza kim yapmışsa gerçekten o en büyük zalimdir. Sonra diyorlar ki:
60,61. “Bazıları: “İbrahim denen bir
gencin onları diline doladığını duymuştuk” deyince, “O halde bunların şâhitlik
edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin” dediler.”
Evet kendi kendilerine diyorlar ki, biz
İbrahim denen bir genç duymuştuk. Onun özelliği şuydu: O bizim putlarımız
hakkında bir şeyler söylüyordu. O bizim İlâhlarımız hakkında ileri geri
konuşmalar yapıyor, bizim İlâhlarımızı diline doluyordu. Onların tanrı
olmadıklarını, onların hiçbir değer ve anlam ifade etmediklerini, sadece birer
timsal olduklarını, içi boş birer kadavradan, birer heykelden, birer isimden,
yakıştırmadan ibaret olduklarını söylüyordu. Herhalde putlarımıza bu kötülüğü
yapsa yapsa o yapar, ondan başka bunu onlara yapacak hiç kimse yoktur dediler.
Buradan
anlaşılıyor ki toplum İbrahim (a.s)’ı ve Onun inancını tanıyorlardı. Allah’ın
elçisi toplum içinde sürekli onların İlâhlarının, putlarının aleyhinde
konuşuyor, onların asla tanrı olamayacağını, gerçek İlâhın âlemlerin Rabbi olan
Allah olduğunu gündemde tutuyordu. Sürekli toplumu Allah’a kulluğa dâvet
ediyordu. Herkes onun bu tavrını biliyordu. Onun içindir ki putlarının başına
gelen bu hadiseden ilk planda onu sorumlu tutuyorlardı.
62. “İbrahim gelince, ona: “Ey İbrahim! Bunu İlâhlarımıza
sen mi yaptın?” dediler.”
Putların bulunduğu put hanenin
çevresinde kümelenen halkın konuşmaları, tartışmaları devam ediyor. Dediler ki
onu insanların gözleri önüne getirin. Olur ki bu halk ona şâhitlik eder.
Bakalım, bu hadiseyi bir tahkik edelim, araştıralım, onu sorgulayalım dediler
ve herkes toplanıp İbrahim (a.s)’ı çağırdılar. İşte Allah’ın elçisinin
beklediği, planladığı da buydu. Bu hadisenin tüm insanların gözleri önünde şüyu
bulmasını istiyordu. Herkesin önünde bu putların asla tanrı olmadıklarını
anlatmak, onların akıllarını erdirmek, onları uyarmak istiyordu. Tıpkı Mûsâ
(a.s) gibi halkın arasına geldi.
63. “İbrahim: “Belki onu şu büyükleri
yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun” dedi.”
Dediler ki ey İbrahim, bunu putlarımıza
sen mi yaptın? Herkes susmuş dinliyorken İbrahim (a.s)şöyle buyurdu: Bilâkis
bunu o yapmıştır. Bilâkis tanrılarınıza bunu; şu büyükleri yapmıştır. İşte bu
onların büyükleridir. Eğer konuşurlarsa sorun onlara. Hepsi, bütün küçükleri
kırılıp o kaldığına göre ve onları kıran balta da onun boynunda olduğuna göre,
elbette bu işi o yapmıştır. İbrahim (a.s) o putlara tapınan bu âcizlerin
akıllarını erdirmek için böyle bir yöntem takip ediyordu. Bu İbrahim (a.s)’in
söylediği bir yalan değil aksine tartışmada bir yöntemdi. Tıpkı En’âm sûresinde
toplumunun akıllarını erdirebilmek için ay, güneş ve yıldızlar için şöyle
buyurduğu gibi:
"Bu Rabbim ha?"
(En’âm 76)
Bu benim Rabbim ha? Şimdi ben hayat programımı bundan
alacağım ha? Siz bu yıldızı Rab kabul ediyorsunuz ve ben de ona ibadet edeceğim
öyle mi? Ben hayatımı buna danışacağım öyle mi? Şimdi benim Rabbim bu yıldız
ha? Ben bunu Rab bileceğim öyle mi? diyor ve onların gözünde o yıldızın Rab
olamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Bu, tartışmada bir ikna yöntemidir. İşte
bakın burada da kırdığı putların karşısında:
Derken görüyoruz. Bu söz de aynen bunun
gibiydi. Hz. İbrahim burada da bu sözü söylerken o putların konuşmayacağını,
konuşamayacağını pek ala biliyordu. Ama bunu bile bile yine de muhataplarına
bunu anlatabilmek, onların akıllarını erdirebilmek için böyle diyordu. Sorun o
putlara da kendilerini kimin kırdığını söylesinler. O böyle deyince:
64,65. “Kendi kendilerine: “Doğrusu siz
haksızsınız”, sonra kafalarında olan eski inançlarına dönerek: “Ey İbrahim! Bunların
konuşmayacağını, andolsun ki, bilirsin” dediler.”
Evet onlar nefislerine döndüler. Çünkü
Allah’ın elçisi gerçekten onları can alıcı noktalarından yakalamıştı. İbrahim
(a.s)’in bu akılları erdirici sözünden sonra kendilerine gelip akıllarını
kullanmaya, kalpleriyle tefekkür etmeye başladılar. Ve kendi kendilerine dediler
ki gerçekten siz zalimlerin ta kendilerisiniz. Bu cansız ve akılsız varlıklara
tapınan sizler zalimlik ediyorsunuz diyerek kendi kendilerine bu yargıya varıp
içlerinden böyle dediler. Bu âciz varlıkları Allah makamına oturtarak Allah’a
zulmediyorsunuz. Akıllarınıza, kalplerinize, insan oluşunuza zulmediyorsunuz.
Gerçekten bu putları kıran İbrahim değil, onlara tapınan sizler zalimlersiniz
dediler. Çünkü kendilerine gelip düşününce hemen anladılar ki; ne bu en
büyükleri onları kırabilir, ne de bu paramparça olan küçükler kendilerini kimin
kırdığını söyleyebilirler.
Sonra, kendilerine gelip gerçeği
anladıktan hemen sonra çaresiz mahcup olup başlarını önlerine eğdiler, hatalarını
anladılar, bunların hiçbirisinin tanrı olamayacağını anladılar. Ya da bu
gerçeği kavrayıp zalimliklerini itiraf ettikten hemen sonra başları üzerine, tepeleri
üstüne gerisingeriye döndüler. Tepe taklak gelerek eski inançlarına, eski kafalarına,
eski mantıklarına, eski şirklerine döndüler. Yükseldikleri az evvelki
kavrayışlarından baş aşağı yuvarlandılar. Tekrar eski dünyalarına dönüverdiler
de: Ey İbrahim, sen de pekala biliyorsun ki bu putlar konuşmazlar. Şimdi bunu
bile bile sen nasıl oluyor da kendilerini kimin kırdığını onlara sormamızı
teklif ediyorsun? Onları bu noktaya getiren Allah’ın elçisi buyurdu ki:
66,67. “İbrahim: “O halde, Allah'ı
bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye
taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun!
Akletmiyor musunuz?” dedi.”
Öyleyse Allah’ı bırakıp ta niçin konuşamayan,
ne kendilerine, ne de size karşı hiçbir fayda ve zarar sağlama imkânına sahip
olmayan bu putlara tapınıyorsunuz? Allah’ı bırakıp ta kendilerine tapındığınız
bu putlar size ne bir fayda verebilirler, ne de en ufak bir zarar verebilirler.
Şimdi sizler fayda ve zarar verebilecek tek egemen olan Allah’ı bırakıp ta
O’nun berisinde bunlara mı ibadet ediyorsunuz? Kulluk, güç ve kudret sahibi
Allah’a lâyıkken O’nu bırakıp ta hiçbir güç ve kuvvet sahibi olmayan bu putlara
mı kulluk ediyorsunuz? Bunlar size hiçbir zarar veremeyecekleri gibi, fayda da
sağlayamazlar.
Size de Allah berisinde tapındığınız bu
putlarınıza da, bu tanrılarınıza da yuh olsun. Akletmez misiniz? Aklınız yok mu
sizin? Akıllarınızı kullanmaz mısınız? Evet İbrahim (a.s) insanlar karşısında
söyleyeceğini söylüyor. Ta baştan beri hedefi buydu zaten. Baştan beri sadece o
dönem insanlığına değil kıyâmete kadar tüm insanlığa bu ölümsüz mesajı
ulaştırmaktı derdi. Allah’ın elçisinin tevhidi haykıran bu çağrısı sadece o
günün Ur kentinde yankı yapmıyordu, kıyâmete kadar Allah’ı unutup O’nun
berisinde yapay tanrılara ve tanrıçalara tapınan müşriklerin akıllarını
başlarına getirecek, başlarına inen bir balyoz yankısını yapacaktı.
Tevhid
peygamberi İbrahim (a.s)’in: Ey kavmim, sizler size hiç bir fayda ve zarar
vermeyenlere mi ibadet ediyorsunuz? Şeklindeki akıl erdirici sorgulaması
onlarda şok etkisi yapıyordu. O insanlar bu sözlerle sarsılıyorlardı, ama
elbette sadece onlar değil, kıyâmete kadar tüm insanlık sarsılmaya ve kendine
gelmeye devam edecek.
Ey
akılsızlar, ey akıllarını kullanmayanlar, ey düşünmeyenler, yuh olsun size de,
bu putlarınıza da. Hiç aklınız yok mu sizin? Ne güçleri var bu putların? Ne
yetkileri var? Şu Allah berisinde dua ettikleriniz, çağırdıklarınız, Allah
yasaları dururken yasalarını çağrıştırdıklarınız, Allah berisinde kendilerinde
bir şey var zannederek imdadınıza çağırdıklarınız, kendileriyle iletişim
kurmaya çalıştıklarınız, kendilerine bel bağladıklarınız var ya. Kapılarında
hukuk dilendikleriniz, eğitim konusunda kendilerine baş vurup istekte
bulunduklarınız var ya, onların hepsi de kuldurlar. Sizler gibi kuldur onlar.
Allah’ın kulları ve mülkleridir onlar. Yaratılışları Allah’tan, rızıkları
Allah’tan, hayatları ve ölümleri Allah’tan olan kullardır onlar. Hepsi de çaresiz
Allah yasalarına mahkumdur.
Tabi
tanrılaştırılan bu varlıklar her zaman taştan, tunçtan olmayabilir. Bazen de
insanlar putlaştırılır. Kurumlar, müesseseler putlaştırılır. Tüm bu putlar ve
onları putlaştıranlara Allah’ın elçisi diyor ki, bunların hepsi güçsüzdür,
hepsi kuldur. Bunlara dua edilemeyeceği gibi, bunların kendileri duaya
muhtaçtır. Durum böyle olunca bu varlıklar nasıl putlaştırılabilir? Nasıl bu
âcizlerin İlâh diye arkalarından gidilip, yasaları uygulanabilir?
Bunların hepsi kuldur, hepsi Allah’ın kullarıdır, hepsi Allah’ın
yaratıklarıdır. Hiçbir güçleri, hiçbir yetkileri yoktur onların. Ne kendilerine,
ne de kullarına hiçbir fayda ve zarar sağlama imkânına sahip değillerdir onlar.
Eğer aksini iddia ediyorsanız söyleyin bakalım, niye koruyamadılar benim gibi
bir genç karşısında kendilerini? Hani neredeydi onların güçleri kuvvetleri?
Kendilerini bile kırılmaktan koruyamayan bu tanrılar sizi nasıl koruyacaklar?
Eğer
gerçekten bunların tanrı olduklarını samimiyetle savunuyorsanız haydi çağırın
onları da size icabet etsinler bakalım. Başınız derde düştüğü zaman, sıkıştığınız
zaman, büyük felâketlere maruz kaldığınız zaman, meselâ bir depremle, bir
ölümle, bir kıtlıkla karşı karşıya kaldığınız zaman çağırın imdadınıza da
kurtarsınlar bakalım sizi? Böyle bir durumda kime yalvarırsınız? Kimi
çağırırsınız imdadınıza? Bunları mı çağırıyorsunuz, yoksa Allah’ı mı? Haydi
böyle içinden çıkamadığınız konularda çağırın o putlarınızı, çağırın o tâğutla-rınızı
da sizi kurtarsınlar bakalım. Çağırın bakalım da eğer onlar sizin gibi kullar
değiller de tanrısal bir güçleri varsa size icabet etsinler bakalım.
Gerek
canlı, gerekse cansız bu varlıklarda İlâhlık gören, tanrısal güç gören herkes
yalan söylüyor demektir. Çünkü bunların hiçbirisi çağıranın çağrısına icabet
edemezler. Evet bu insanların Allah’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar
kendilerine cevap veremeyecek, dualarına ve çağrılarına ebediyen icabet
edemeyecek âciz varlıklara kulluk yapan akılsız kimselerdir.
Yeryüzünde
hiçbir şey yaratmaya, yapmaya güç yetiremeyen, kendi varlıkları konusunda bile
Allah’a muhtaç olan, yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve
zararı def etmeye kadir olmayan bir kısım âciz varlıklara dua eden kimselerden
daha akılsız ve daha zalim kim vardır? Allah’ı bırakıp da böyle dualarını bile
duyamayacak, kendilerine icabet edemeyecek, kendilerinin imdadına yetişemeyecek
varlıklara dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim vardır diyor
İbrahim (a.s).
Kıyâmete
kadar kapılarını dövdükleri bu âciz varlıkların onlara hidâyet sunmaları,
onlara yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları mümkün değildir. Kıyâmete
kadar onları Hakka ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu zalimler
onların önünde eğilip onlardan yardım beklesinler. İstedikleri kadar onları Rab
bilip onlardan hayat programı istesinler. Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel
yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın! diyerek istedikleri kadar onlara
yalvarıp yakarsınlar. Kıyâmete kadar onların bunlara hiçbir fayda sağlamaları
mümkün olmayacaktır. Çünkü isteyenler de zayıf, istenenler de âcizdir. Onların
Hakka ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.
Öyle
değil mi? Hani şu ana kadar bu âciz insanlardan hangisinin insanlığa sunduğu
sistem, hangisinin insanlığa sunduğu reçete insanları huzur ve sükûna kavuşturabilmiştir?
Dünya açısından bu böyle olduğu gibi, âhiret açısından da böyledir. Dünyada bir
fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları Allah’ın azabından kurtaramayacaklardır
bu varlıklar. İşte görüyoruz bu âcizlerin elinde dünyamız kan gölüne döndürülmüştür.
Evet İbrahim (a.s)’in bu son derece etkili, akılları erdirici,
be-yinleri sarsıcı sözlerinden sonra bakın diyorlar ki:
68. “Onlar: “Bir şey yapacaksanız, şunu
yakın da İlâhlarınıza yardım edin” dediler.”
Evet hak karşısında, hakkı ortaya koyan
Allah elçisi karşısında kâfirlerin, müşriklerin başka yapabilecek bir şeyleri
yoktur. Asmak, kesmek, öldürmek, susturmak, hapse atmak, tehdit etmek, korkutmak,
ürkütmek. Başka yapacakları bir şey yoktur. Diyorlar ki: Yakın onu ve
İlâhlarınıza yardım edin.
Bir
sürü İlâhlar manzumesi ki kullarının yardımına muhtaç. Bir sürü tanrı taslağı
ki kullarının desteğine muhtaç. Ve adamlar öyle akılsızlar ki korudukları,
destekleyip yaşatmaya çalıştıkları kendilerine muhtaç varlıklara tapınıyorlar.
Düşünmüyorlar, düşünemiyorlar. Böyle İlâh olur mu hiç? Kullarının korumasına,
kullarının yardımına muhtaç İlâh olur mu?
Bakın
diyorlar ki: Yakın İbrahim’i ve putlarınıza, tanrılarınıza yardım edin.
İbrahim’e ve onun getirdiği mesaja aldırış etmeden hayatınıza devam edin. Ve
aman İlâhlarınıza sıkı tutunun. İlâhlarınıza bağlılık konusunda direnin, dayatın,
sabredin. İlâhlarınıza sahip çıkarak yardım edin. İbrahim’in getirdiği mesaja
karşı kendi hayatlarınıza, kendi inanışlarınıza sabrederek, dayanıp direnerek
ilahlarınıza yardım edin. Eğer siz İlâhlarınıza sımsıkı sarılırsanız, o peygamberin
size karşı yapabileceği bir şey yoktur diyorlar.
Tıpkı
günümüzde peygamber düşmanlarının peygamber mesajı gündeme geldiği zaman, aman
İlâhlarınıza sahip çıkın! Aman laikliğe sahip çıkın! Aman demokrasiye sahip
çıkın! Aman şu düzeninize sahip çıkın! Eğer sizler bu İlâhlarınıza sımsıkı
sarılırsanız, hayatınızdan, inanışlarınızdan vazgeçmezseniz peygamberin de,
peygamber mesajının da, peygamber yolunun yolcusu olanların da size yapabileceği
bir şey yoktur diyerek İlâhlarına sadâkat yeminleri istiyor-lar.
Allah’ın elçisi onların tapındıkları tüm sahte tanrılarını
reddedince, onların asla tanrı olamayacaklarını ortaya koyup onları âlemlerin
Rabbi olan Allah’a kulluğa dâvet edince, Allah’ı bırakıp şirke düşmüş
toplumunun hayat tarzını, inanışlarını, değer yargılarını reddedip açıktan
açığa kendi imanını haykırınca tüm şehir, tüm halk, tüm ülke ve o ülke
insanlığının İlâh kabul ettikleri, otorite kabul ettikleri tüm sahte tanrılar,
tüm sahte İlâhlar onun üzerine çullanmışlardı. Öldürün onu! Yok edin onu! Yakın
onu! Şu bizim düzenimizi reddeden, şu bizim İlâhlarımızın aleyhinde konuşan, şu
bizim yasalarımızı reddeden bu peygamberi yakın! Susturun onu! Asın! Kesin!
Hapsedin! diyerek tüm toplum üzerine çullanıyorlar.
İbrahim (a.s) in bir tek suçu vardı, o da Rabbim Allah demekti.
Sadece Rabbimiz Allah’tır diyordu. Ama berikiler buna tahammül edemiyorlardı.
Çünkü İlâh biziz! diyorlardı. Rab biziz! diyorlardı. Yetki bizdedir!
diyorlardı. Bizim sözümüz geçer bu ülkede! diyorlardı. Bizim kanunlarımız!
bizim yasalarımız! diyorlardı. Bizi dinlemek zorundasınız! Bizim istediğimiz
gibi inanacak, bizim istediğimiz gibi yaşayacak, bizim istediğimiz şekilde
giyineceksiniz! diyorlardı. Rızkı veren biziz! Ekonominizi ayarlayan biziz!
Sizi doyuran biziz! Hayatı veren biziz! Hayatınızı bize borçlusunuz!
diyorlardı. O putların arkasına saklanmış birileri kendi Rabliklerini, kendi
İlâhlıklarını iddia ediyorlar, kendi hegemonyalarını gerçekleştirmeye çalışıyorlardı.
Evet onların tümünün egemenliğini reddedip, sadece Allah’ın
egemenliğini savunan İbrahim (a.s)’a karşı putlarına yaptığına misilleme olarak
onu yakmayı öğütlüyorlar. Dağlar gibi ateş hazırlanır. Halk toplanır. O anda
yeryüzünün en büyük olayı gerçekleşiyordu. Mezopotamya’nın Ur şehrinde dünyanın
en büyük hadisesi gerçekleşecekti. Materyalist tarihin, putçu tarih kitaplarının
unuttuğu, göz ardı ettiği, tek kelime, tek cümle bile söz etmediği bir hadise
gerçekleşecekti. Yalancı tarihin, kendisini yıkacağından korktuğu için söz etmekten
kaçındığı yeryüzünün en büyük hadisesi.
Yalancıdır
tarih. Meselâ Mısır tarihinden söz edilir, ama hiçbir an, bir satır bile olsa,
bir sayfa, bir cümle bile olsa Mısır’ı Mısır yapan Hz. Yusuf’tan, Hz. Mûsâ’dan
söz edilmezse yalancı değil de nedir bu tarih? Veya genel tarihten, insanlık
tarihinden söz edilir, ama bu tarihin baş imâmları, baş mimarları olan peygamberlerden
bir satır bile söz edilmezse, peygambersiz bir insanlık tarihi gündeme getirilirse
baştan sona yalan değil de nedir?
Veya
tarihten söz edilir, ama hep saraylardan, köşklerden, yapılardan, yapıtlardan
söz edilirse. Veya tarihten söz edilirken sadece savaşlardan, vuruşmalardan söz
edilir, ama insanların inanışlarından, dinlerinden, yaşayışlarından söz
edilmezse işte bu yalanların en büyüğüdür.
Veya
tarihten söz edilirken sadece idarecilerden, ezenlerden, önde gidenlerden,
zalimlerden, despotlardan söz edilir, onların tarihlerinden söz edilir, ama
mazlumların, mus’taz’afların, garibanların, ezilenlerin tarihinden söz
edilmezse işte bu, tarih adına söylenmiş en büyük yalandır. Şu anda okuduğunuz
tarihin bu yalanlarla dolu olduğunu biliyorsunuz. İşte bu tarih tek cümle bile
İbrahim (a.s) dan, İbrahim (a.s)’in toplumuyla mücâdelesinden, İbrahim (a.s)’in
tevhidi anlayışından, karşısındakilerin felsefelerinden söz etmiyor. Çünkü bu
olayı anlatsalar materyalist tarihin temelleri yıkılacaktır.
Evet ateş yakılıyor, halk hazır, toplumun kıralı hazır. Ve
Al-lah’ın elçisi Hz. İbrahim uzaktan bile yaklaşılamayacak derece yanan dağlar
gibi ateşin içine atılarak cezalandırılacak. Hem putları reddeden, putların ve
put sistemlerinin aleyhinde olan İbrahim (a.s) cezalandırılacak, hem de böylece
putlara yardım edilecek. İlâhlara yardım edilecek. İlâhlar kendi düşmanlarından
kendi intikamlarını alamıyorlar da kullarına sığınıyorlar. Kulları yapmalıydı
bunu.
Evet
bir meydanda halk hazır, kral hazır, askerleri hazır, İb-rahim (a.s) da hazır.
Ve bakın Rabbimiz ateşe şu emri veriyor:
69. “Biz: “Ey ateş! İbrahim’e karşı
serin ve zararsız ol” dedik.”
Evet ateşin sahibi ateşe emrediyor.
Ateşin Rabbi olan, ateşe hükmetme yetkisi elinde olan, ateşin boynundaki kulluk
ipinin ucu elinde olan Rabbimiz diyor ki: Ey ateş, İbrahim’e serin ve selâmette
ol! Elbette o ateşe ancak o ateşin sahibi olan hükmeder. Ateşe ancak onun
sahibi emir verir ve ateş ancak Rabbini dinler. Ateşi yaratan, onu var eden,
ateşin yasasını belirleyen, ona yakma özelliğini veren Rab, elbette ona verdiği
bu özelliği geri alma yetkisine sahip olacaktı. İşte bu egemenliğe sahip olan
Rabbimiz buyurdu ki ateşe: Ey ateş, ey kulum, İbrahim’e serin ve selâmette ol!
Yakma onu! Zarar verme ona. Ve elbette Rabbinin kendisine verdiği bu emirle
yakıcı olan ateş İbrahim’i yakmayacaktı. Elbette sahibinin fermanıyla İbrahim’e
serin ve selâmette olacaktı.
Tıpkı
suyun Rabbini dinlediği, Rabbinin emrine teslim olduğu gibi. Rabbinin
fermanıyla suyun Mûsâ’yı ve ona iman
edenleri boğmayıp, Firavun ve hempalarını boğduğu gibi. Yine aynı su Nuh
(a.s)’ı ve onun yolunun yolcularını değil de, kavmini helâk ettiği gibi. Çünkü
emir Allah’ın emridir. Emir göklere ve yere, göktekilere ve yerdekilerin tümüne
egemen olan bir Rabbin emridir. Emir tüm varlıkların boyunlarındaki ipin ucu
elinde olan yüce makamdan geliyordu. Ateş de onun emrindedir, su da onun
askeridir, rüzgar da, tüm varlıklar da sadece O’na teslimdir.
İşte
ateş de Rabbini dinliyor ve İbrahim (a.s)’a serin ve selâ-mette oluyordu.
İbrahim (a.s)’ı yakmıyordu. Rabbinin emrine karşı gelmiyordu. Elbette onların
kendilerine hiçbir fayda ve zarar vere-meyen, bir peygamber tarafından kırılıp
dökülmelerine bile engel ola-mayan tanrıları gibi âciz değildi Allah.
70. “Ona düzen kurmak istediler, fakat
Biz onları hüsrana uğrattık.”
Ona tuzak kurmak istediler, Ona bir
komplo hazırlamak is-tediler. İbrahim (a.s)’a bir dümen çevirmek istediler. Onu
yakmak, öl-dürmek istediler ve böylece kıyâmete kadar putlarına, İlâhlarına
karşı gelenlere unutulmayacak, ibret olacak bir ders vermek istediler, ama
Allah onları hüsrana uğrattı. İbrahim (a.s)’a karşı çevirdikleri düzeni,
kurdukları komployu Allah boşa çıkardı. Tüm planlarını etkisiz ve so-nuçsuz
kıldı Allah. Hüsrana uğrattı Rabbimiz onları. Zarara uğrayanlardan, elleri boşa
çıkanlardan kıldı. Allah dostu İbrahim’e bir zarar veremediler. Onlar İbrahim
(a.s)’a her hangi bir zarar veremezlerken, Allah onlara zarar verdi.
71. “Onu da, Lût'u da, âlemler için
kutsal kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.”
Onu ve Lût’u âlemler için mübarek
kıldığımız arza doğru, Kudüs civarına doğru kurtarıp sevk ettik. Çünkü İbrahim
(a.s)’a iman eden sadece Lût (a.s) vardı, bir de Sara annemiz vardı. Üçü birden
Mezopotamya’nın Ur kentinden, Bağdat’tan Harran bölgesine, sonra oradan Urfa
taraflarına, oradan Şam bölgesine, sonra oradan da Beyt’ül Makdis civarına,
Kudüs civarındaki Halilür Rahmân kentine gelip yerleşiyor. Buradan daha sonra
oğlu İsmail’i ve Hacer annemizi bırakmak için Harem-i şerif bölgesine gidiyor,
sonra tekrar oğlu İsmail’le birlikte Kabe’yi inşa etmek amacıyla bir kaç
ziyareti daha oluyor.
72. “İbrahim'e, buna ilâveten İshak ve Yâkub’u
da verdik, her birini iyi kimseler kıldık.”
Kudüs’te bulunduğu dönemde Rabbimiz
Sara annemizden oğlu İshak (a.s)’ı İbrahim (a.s)’a lütfediyor. Gerek baba İbrahim
(a.s), gerekse ana Sara annemizin çok ihtiyarlık dönemlerinde Rabbimiz İshak’ı
ona lütfediyor. Buna ilâveten, üstüne, fazladan olarak, nafile olarak Yâkub’u
da lütfediyor.
Yâkup
(a.s) İshak (a.s)ın oğludur. Yâni daha hayattayken hem oğlu İshak’ı, hem de
onun oğlu, yâni torunu Yâkup (a.s)’ı da gösteriyor Allah İbrahim (a.s)’a. Ve
her birerini sâlihlerden kıldık diyor Rabbimiz. İbrahim (a.s) sâlih, Sara
annemiz sâliha, Lût (a.s) sâlih, İshak (a.s) sâlih, İsmail (a.s) sâlih, hepsi
de sâlihlerdendi.
73. “Onları, buyruğumuz altında
insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz
kılmayı, zekât vermeyi vahy ettik. Onlar, Bize kulluk eden kimselerdi.”
Evet onları imâmlar, doğru yolun
rehberleri, kendilerine u-yanları hidâyete ulaştıran, hidâyeti gösteren
önderler, rehberler yaptık diyor Rabbimiz. İşte imâmlarımız, işte önderlerimiz
bunlardır. Varlık sebepleri, görevleri, fonksiyonları nedir bu imâmların? Allah
niye seçmiş bu elçilerini? Niçin sâlihlerden kılmış onları? Ya da kulları ara-sından
seçtiği bu imâmlara nasıl bir yük yüklemiş Rabbimiz?
Bizim emrimizle insanlara hidâyet
etsinler diye. Onlar bizim emrimizle hidâyet ederler diyor Rabbimiz. Onlar
Allah’ın emriyle in-sanları hidâyete sevk edecekler, insanlara hidâyet yolunu
gösterecekler. Allah’ın emriyle hidâyetin rehberidir onlar. Allah’ın seçip
görevlendirdiği imâmlar olarak onlar insanların önlerine düşecekler, onları Allah’a
götürecekler. Kendilerine tabi olan, kendilerini imâm bilen insanları hayra,
Hakka, doğruya, cennete götürecekler.
Evet
bu peygamberler, bu imâmlar, bu önderler Allah tarafından seçilmiş, Allah
tarafından eğitilmiş ve hayatları da yine Allah tarafından yasallaştırılıp
onaylanmış olarak bize sunulmuş kimselerdir. İşte bizim için en mükemmel
örnekler, en mükemmel imâmlar bunlardır. Hayatlarında kesinlikle falso olmayan
ve bizim kendilerini örnek alıp hayatlarını yaşadığımız zaman, kendilerini
taklit ettiğimiz zaman kesinlikle hata etmeyeceğimiz mükemmel örnekler.
Evet
hayatları Allah tarafından kesinlikle onaylanmış insanlar bunlardır. Yasal örnekler
ve önderler bunlardır. Biz kendimiz için on-ları örnek bilmek, imâm bilmek
zorunda olduğumuz gibi, insanları da Allah’ın bu örnek insanlarına çağırmak
zorundayız. İnsanları kendimize, kendimiz gibilere değil bu yasal örneklere
çağırmak zorundayız. Gelin ey insanlar, gelin ey Allah kulları, yeryüzünde en
güzel örnek-ler bunlardır. Yeryüzünde hayatları Allah tarafından onaylanmış en
mükemmel önderler bunlardır. Gelin hepimiz bunları örnek alalım. Gelin hepimiz
bunlar gibi yaşayalım. Gelin bireysel ve toplumsal tüm hayatımızda bunlara benzeyelim,
bunları örnek alalım, bunlar gibi yaşayalım demek zorundayız. Çünkü örnek
kullar işte bunlardır.
Ama biz onları bırakıp da birbirimizi, ya da içimizden birilerini
örnek aldığımız zaman, bilelim ki Allah’ın onaylamadığı bir hayat bizim için
örnek olamaz. Ne benim, ne de benim gibilerin hayatı Allah tarafından
onaylanmış değildir. Bundan dolayıdır ki toplumun kendilerini örnek kabul
ettikleri, önder kabul ettikleri insanlar, hacılar, hocalar, mürşidler, şeyhler
daima kendilerine bir görev olarak şunu çok iyi bilmeliler: İnsanlara gelin
peygamberlerle beraber olalım. Gelin hayatları Allah tarafından onaylanmış
elçilere benzeyelim. Gelin kitabın dediği gibi olalım demeliyiz. Kesinlikle
insanları kendimize veya kendimiz gibilere çağırmamalıyız. Gelin bizim gibi
olun! Gelin bizim gibi yaşayın! Bizi örnek alın! Bize bakın! Biz nasıl yaşıyorsak
siz de öyle yaşayın! dememeliyiz. Çünkü eğer insanlar bizi örnek alır, bizim
gibi olmaya çalışırlarsa bizde çakılır kalırlar ve bizi bir adım bile öteye
aşamazlar, ancak bizim kadar olabilirler. Daha öteye geçemez bu in-sanlar.
Ve yine biz onlara, o imâmlara hayır
işlerini, hayırlı ve bereketli amelleri vahy ettik, bildirdik. Her türlü
hayırlı işleri onlara öğrettik biz. Ve onlara namazı ikameyi emredip vahy ettik
de onlar namazı ikame ettiler. Zekâtı emrettik de onlar zekâtı verenlerden oldular.
Kendileri namazı ikame edip, zekâtı verdikleri gibi aynı zamanda bunu toplumlarına
da aktardılar. Toplumlarına da duyurdular, onlara da bunu uygulattılar. Bu
imâmlar kendileri canları ve malları konusunda Allah’ı söz sahibi bildikleri
gibi, toplumlarının da böyle olmasını sağladılar. Toplumlarının da hidâyete
sevk edici, hayırlı işlerde yarışıcı, namazı ikame edici, zekâtı verici
olmalarını istediler.
Evet imâmlardan, hidâyet rehberlerinden İbrahim (a.s) in gün-demi
burada biterken hemen arkasından Lût (a.s) un gündeme alındığını görüyoruz. Lût
(a.s) da tıpkı İbrahim (a.s) gibi Allah tarafından seçilip görevlendirilen
şerefli imâmlardan birisidir.
74. “Lût'a da hüküm ve ilim verdik; onu, çirkin işler
işleyen kasabadan kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir milletti.”
Ona da hüküm ve ilim verdik diyor
Rabbimiz. Lût (a.s) İbrahim (a.s) in yeğenidir. İbrahim (a.s) in kavmiyle, toplumuyla,
devletiyle verdiği onurlu mücâdelesinden ve sonunda ateşe atılmasından sonra
yeğeni Lût (a.s)’la beraber ülkesinden hicret etmiş. İbrahim (a.s) Filistin
bölgesine, yâni Beyt-i Makdis civarına, Lût (a.s) da Ürdün’e, Sodam ve Gomore
kentlerinin bulunduğu bölgeye yerleşmiştir. Kudüs’le Amman arasında bir bölgedir
burası.
Lût’a da hüküm ve ilim verdik. Ona da Allah bilgisi ve bu
bilginin pratikte uygulanma nîmeti veriliyor. Allah’a nasıl bir kulluk yapılacağı,
Allah’ın istediği biçimde nasıl bir hayat yaşanacağı konusunda insanlara imâm
olma, örnek ve önder olma nîmeti veriliyor. Allah bilgisi ve Allah hükmüyle
toplumunu dâvet eden Lût (a.s)’ı toplumu kabullenmediler. Peygamberin getirdiği
hidâyet hediyesine karşılık ken-di pis hayatlarına devam etmeyi tercih ettiler.
Kur’an’ın başka sûrelerinde anlatıldığına göre Lût (a.s) un toplumunun bir
büyük hastalığı vardı. Yeryüzünde hiçbir kavmin yapmadığı korkunç bir hastalık.
Lûtîlik. Erkeğin erkelere gitmesi. Erkeklerin kadınları bırakıp hemcinslerine
gitmeleri. Allah’ın elçisi toplumunu bu çirkin işle uyardı.
Dedi
ki onlara: Ey kavmim, ne oluyor size? Hayvanların bile yapmadığı, yapamadığı bu
fıtrat bozukluğuyla kadınlar dururken erkeklere mi gidiyorsunuz? Yapmayın, etmeyin,
Allah sizi bu yüzden helâk edecek diye gece gündüz çırpınıp uğraştı. Ama dinlemediler.
Allah’ın kendilerine verdiği erkeklik güçlerini, bu cinsel potansiyellerini
meşru yollarda kullanacakları yerde, Allah’ın kendilerine verdiği bu güç
sayesinde nesillerini devam ettirecekleri yerde, beşeriyetin devamını
sağlayacakları yerde israf ederek onu kötü yerde kullanmaya devam ettiler.
Halbuki meşru dairede erkekse kadına, kadınsa erkeğe gidecekler ve Allah’ın
kendilerine gösterdiği yollardan bu arzularını tatmin edeceklerdi. Oysaki bu
ahlâksız toplum Allah’ın kendilerine lüt-fettiği bu gücü, bu enerjiyi gerekli
yerde kullanmayarak israf ettiler. Allah’ın elçisinin uyarılarına kulak asmaz
hale gelince de:
O pis işleri yapan, o çirkin amelin
sahibi habis toplumdan, kentten biz de Onu kurtardık. Onlar gerçekten çok pis,
çok kötü, çok israfçı ve fâsık bir kavimdi. İsrafta, fısk-u fücurda, isyanda,
ahlâksızlıkta, fuhuşta, Allah’a ve elçisine kafa tutmakta çok ileri gitmiş,
haddi aşmış bir toplumdu. Rabbimizin kendilerine imâm olarak, hidâyet rehberi
olarak gönderdiği, onlara bir rahmet kapısı olarak görevlendirdiği elçisi
gerçekten kendilerini bu pis işlerden kurtarmak için çok çabaladı. Gecesini
gündüzüne katarak onları hayra, Hakka, hidâyete dâvet etti. İçinde bulundukları
hayvanları bile utandıracak o kötü halden kendilerini arındırmak, temizlemek
istedi. Ama toplum onu kabule yanaşmadı. Bu rahmet kapısından istifade etmek
istemedi. Temizlenmek istemedi, pisliği, pis kalmayı tercih etti. İşte bu
tavırlarından, bu tercihlerinden ötürü Rabbimiz de o günahkâr kavmi, o kötü
toplumu helâk ederken, yerle bir ederken elçisi Lût (a.s)’ı ve beraberindeki
iki kızını kurtarıp selâmete çıkarıyordu. Çünkü toplum içinde kendisine inanan
sadece iki kızıydı.
75. “Lût'u rahmetimizin içine aldık;
doğrusu o iyilerdendi.”
Onu rahmetimize dahil kıldık,
rahmetimize kattık diyor Rabbi-miz. Pislerin içinden çekip aldık Lût (a.s)’ı da
rahmetimize gark ettik. Bizim rahmetimiz Onu kuşatıverdi de O kurtulanlardan
oldu. Çünkü O sâlihlerdendi. Rabbimiz kitabında bu işin, bu helâk işinin ve bu
he-lâkten kurtarılma işinin yasasını anlatır.
“Allah'ın geçmişlere uyguladığı yasası
budur ve Allah'ın yasasında bir değişme bulamazsın.”
(Ahzâb 62)
Allah’ın sünnetinde, Allah’ın
yasalarında bir değişiklik bulamazsınız. İşte dün Allah dostlarına yardım etmiş
ve onları destekleyerek tüm düşmanlarına karşı galip getirmiştir ve böylece kıyamete
kadar dostlarına, müminlere yardım vadinde bulunmuştur. Rabbimiz Mûsâ (a.s)’ a
yardım etmiş, Nuh (a.s)’a yardım etmiş, İbrahim (a.s)'a yardım edip desteklemiş.
Ve işte burada da görüyoruz ki habis bir toplum içinde, Allah’a savaş açmış
ahlâksız bir kavim içinde insanları Allah’a kulluğa dâvet eden, böyle bir
görevi üstlenen bir peygambere Allah yadım ediyor.
Acaba bugün mü'minler olarak bize de yardım eder mi? diye bir derdiniz
varsa şunu kesinlikle unutmayın ki Allah’ın kelimelerini, Allah’ın vadini ve
yasalarını değiştirecek yoktur. Bizler de yasalara riâyet ettiğimiz sürece, bizler
de tıpkı o Allah elçileri gibi Allah yolunda olduğumuz sürece, onların
misyonlarına sahip çıktığımız sürece kesinlikle bilelim ki Allah bize de yardım
edecek, bizi de destekleyecek ve tüm düşmanlarımıza karşı bizi de galip getirecektir.
Evet böyle pislik içinde yüzen bir toplum içinde eğer bizler de aynen bir
peygamber misyonuna sahip çıkar, toplumu isyanları ko-nusunda uyarır, onları
Allah’a kulluğa dâvetimizi sürdürebilirsek, ke-sinlikle bilelim ki toplumumuz
bizim uyarılarımıza aldırış etmeseler bile, bizi dinlemeseler bile aynen
öncekiler gibi Rabbimiz onları helâk ederken, onların içinde tıpkı bir
peygamber gibi çabalayan bizleri, bir peygamber örnekliliğini sergileyen
bizleri kurtaracaktır. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmeyen bir yasasıdır. Toplum
içinde toplum kendisine itibar etmese bile peygamberi bir hayat yaşayan müslümanlar
mü-kafatlarını alacaklardır.
Evet işte Lût (a.s)’dan sonra bir başka
Allah elçisinin, bir başka imâmın gündeme alındığını görüyoruz:
76.
“Nuh da daha önceleri bize yalvarmıştı, onun duasını kabul edip,
kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.”
Allah’ın yeryüzünde imâm kıldıklarından
bir başka peygamber. Nuh (a.s). Daha önce O da dua etmişti. Rabbine çağrıda
bulunmuştu Nuh (a.s).
Allah’ın elçisi Allah’tan aldığı vahiyle toplumunu uyardı.
Ey kavmim, Allah’a kulluk edin! Allah’a kulluk yapın! Sizin O’ndan başka
İlâhınız yoktur! Allah’ı dinleyin! Allah’ın dediklerini yapın! Allah’ın istediği
hayatı yaşayın! Çünkü sizin Ondan başka sözünü dinleyeceğiniz, rızasını
kazanacağınız varlık yoktur. Değilse ben sizin adınıza, sizin namınıza, sizin
aleyhinize büyük bir günün, azîm bir günün, herkesin önünde saygıyla eğilmek
zorunda kalacağı ve hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir günün azabından korkuyorum
dedi. Ey kavmim, sadece Allah’ı dinleyin! Yalnızca Allah’a kulluk yapın! Sadece
Allah’ın hayat programını uygulayın! Eğitiminizi Allah’ın istediği biçimde düzenleyin!
Hukukunuzu Allah’ın istediği biçimde ayarlayın! Ticaretinizi Allah yasalarına
göre belirleyin! Evinizi, eşyanızı, kazanmanızı, harcamanızı, hayata
bakışınızı, insanlarla olan ilişkilerinizi, gecenizi gündüzünüzü Allah’ın
istediği biçimde ayarlayın! Çünkü sizin için Allah’tan başka sözünü
dinleyeceğiniz İlâhınız yoktur. Allah’tan başka hayat programı kabul edilmeye
lâyık Rab ve İlâh yoktur.
Değilse
ben sizin için azîm bir günün azabından endişe ediyorum. Ya sizin için tufan
gününden korkuyorum, ya da kıyâmet günü şirklerinize karşılık sizi bekleyen
azaptan korkuyorum dedi.
Kavmi Onu yalanlar ve bu görevini hafife alır. kavmi Onun
kendilerine duyurduğu âyetlerle dalga geçer. Allah’ın elçisini alaya alırlar.
Allah’tan aldığı emirler gereği peygamber onların alaylarına, dışlamalarına,
yalanlamalarına aldırış etmeden görevine devam eder. Yoluna devam eder. Sonra
kavmi Onu tehdit eder, Onunla ilgiyi keserler, Ondan desteklerini çekip onu
yalnız bırakırlar. Ama peygamber yine görevine devam eder. Sonra kavmi şiddete
başvurur. Allah elçisine eziyet etmeye başlar. En yakınlarını sıkıştırarak Onun
etrafındaki inananları dağıtmaya çalışırlar. Peygamber yine yılmadan yoluna
devam eder. Ve dile kolay 950 yıl bu mücâdele devam eder.
Allah’tan aldığı emri
savsaklamamanın, işi oluruna bırakma-manın, görevi geçiştirmemenin sembolü
olan, 950 yıl her türlü fırsatı değerlendirerek çevresindekileri uyarmaya
çalışan, bıkmadan, usan-madan bu işi sürdüren Hz. Nuh bakın en sonunda Kamer
sûresinin 10. âyetindeki sözlerini söylüyordu.
Ya Rabbi ben mağlup oldum, bana yardım
et. Ben bu zalimlerin haklarından gelemiyorum ya Rabbi. Bunların hakkından sen
gel ya Rabbi diyordu. Günler, aylar, yıllar, yüzyıllar geçmişti aradan, ama
olmamıştı. Toplum adam olmamıştı. Allah’ın elçisi çırpındıkça onların fısk-u
fücurları artmıştı. Onların bu küfürde ısrarları karşısında Allah’ın elçisi
artık âciz kalmıştı. Tüm çırpınışlarına rağmen toplumda doğanlar kâfir doğuyor,
ölenler kâfir ölüyorlardı. Yaşlılar çocuklarına, torunlarına kendi küfürlerini
vasiyet ederek ölüyorlardı.
Bu
durumu gören yaşlı peygamber artık dayanamayarak işte bunları söylüyordu. İşi
Allah’a havale ediyordu. Ya Rabbi ben bittim, bana yardım et diyordu. Artık
yeryüzünde bir tek kâfir bırakma ya Rabbi! Yeryüzündeki tüm kâfirlerin kökünü
kes ya Rabbi! Çünkü eğer yeryüzünde onlardan bir tek fert, bir tek aile
bırakırsan onlar kâfirden başkasını doğurmazlar. Kâfirler kâfir yetiştirirler.
Kâfirler kâfir doğururlar. Kâfirlerin eğitimi insanların kâfirleşmesini sağlar.
Kâfirlerin egemen olduğu yerde ancak kâfir yetişir. Bunlara fırsat verirsen
yeryüzünde kâfir yetiştirirler ya Rabbi. Binaenaleyh yeryüzündeki tüm kâfirleri
yok et! diyordu. Allah da diyor ki bakın:
Evet biz de Onu ve ehlini o büyük
sıkıntıdan, o büyük üzüntüden, 950. yıllık eziyetten kurtardık. Nuh (a.s)’ı
beraberindeki inananlarla birlikte, Onun mücâdelesini destekleyenlerle birlikte
gemide kurtardık.
Evet tercihini peygamber yolunda olmaya
kullanan, oylarını peygamberin gemisinde, peygamberin terekesinde, peygamberin
sa-fında olmaya kullananları kurtardık diyor Rabbimiz. Bunlar inanan in-sanlardı.
Belki peygamber safında yer alan bu insanların içinde günahkârlar da vardı ama,
değil mi ki tercihlerini peygamberden yana kullanmışlardı, günahkâr da olsalar
Allah onları tercih ettikleri safta kurtarıyordu.
Meselâ tercihini Hz. Mûsâ’nın yanında olmaya
kullanan bir Sâ-mirî de denizi geçip, kurtulanların arasındaydı. Bunlar
günahkâr da olsalar imanlarından ötürü, tercihlerinden ötürü dünyada kurtulan-lardan
oluyorlardı. Ama tercihlerini peygamberden yana kullanma-yanlar, Allah ve âyetlerini
yalanlayanları da denizde boğuyordu Rab-bimiz.
77. “Âyetlerimizi yalanlayan millete
karşı ona yardım ettik. Doğrusu onlar fena bir milletti, hepsini suda boğduk.”
Evet işte bir toplum daha helâk ediliyor ve yasanın değişmediği
bir daha ortaya konuyordu. Allah’a karşı gelen, Allah’ın elçisine karşı gelen
ve hayatlarına Allah’ı da, Allah’ın elçisini de karıştırmak istemeyen, kendi
bildiklerince bir hayat yaşamaktan yana tavır sergileyen bir toplum helâk
edilirken, Allah’a ve Allah’ın elçisine teslim olanlar da kurtulanlardan
oluyordu. Bundan sonra iki peygamber daha tanıyoruz:
78. “Dâvûd ve
Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm
veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahittik.”
İmâmlarımızdan, önderlerimizden iki
peygamberi daha tanı-yoruz. Allah’ın şerefli elçisi Dâvûd (a.s) ve Onun oğlu
Süleyman (a.s)’ları gündeme alıyoruz şimdi de. Dâvûd (a.s) ve oğlu Süleyman
(a.s) yeryüzünde kurulan ilk İslâm devletinin halifelik özelliğini gerçekleştiren
iki peygamber. Bakara sûresinde yeryüzünde halife olarak Adem (a.s) in
yaratıldığını biliyoruz. Ama bu hilafet Dâvûd ve Sü-leyman (a.s)’lar dönemine
kadar yeryüzünde hiç gerçekleşmemişti. müslümanlar yeryüzünde Dâvûd ve Süleyman
(a.s)’lar döneminde güçlerinin zirve noktasına ulaşırlar ve ilk defa yeryüzünde
İslâm devleti gerçekleşir. Ve işte bu devletin ilk halifeleri de Dâvûd ve Süleyman
(a.s)’lar olur.
Dâvûd
(a.s) un yaşadığı bölge Kudüs şehri merkez olmak üzere Filistin’dir. Dâvûd ve
oğlu Süleyman (a.s) ların her ikisine de Rabbimiz yeryüzünde çok büyük izzet ve
şeref, güç ve kuvvet, mülk ve saltanat vermiştir.
Her
ikisi de hem peygamber, hem de yeryüzünün en büyük melikleri, hükümdarları idi.
Dâvûd (a.s) un Bakara sûresinde daha önce gördüğümüz gibi yeryüzünün en süper
gücü, en büyük devleti olan, yeryüzünün en büyük komutanlarından biri olan Calût’u
öldürdüğünü biliyoruz. Dâvûd (a.s) o dönem Talût’un ordusunun içinde kü-çüçük
bir çocuktu. Elindeki sapan taşıyla Calût’u gebertmiş ve Allah’ın lütfuyla
mülke ve hikmete sahip kılınmıştı. Artık Dâvûd (a.s) döneminde müslümanlar,
İsrail oğulları yeryüzünde en güçlü, en iz-zetli dönemlerini yaşamaya
başlarlar.
Sonra
Süleyman (a.s)’ı Rabbimiz Ona vâris kılar. Süleyman (a.s)’a da yeryüzünde hiç
kimseye verilmemiş büyük bir mülk nasip eder Rabbimiz. Kur’an’ın değişik yerlerinde
anlatılır, şeytanlar Onun emrinde, cinler Onun emrinde, kuşlar, kurtlar,
dağlar, taşlar, rüzgarlar hepsi Onun emrinde. İşte bakın burada ikisini de
birden gündeme getirerek Rabbimiz şöyle buyurur:
Hatırlayın o ikisi bir ekin hakkında, bir ekin tarlası
hakkında hüküm vermişlerdi. O ekin tarlası ki kavmin koyunları onun içine dalıp
yayılmışlardı. Bir adamın koyunları başka bir adamın ekinine girmişti. Tarlanın
sahibi gelip ekininin davarlar tarafından tamamen yenip bitirildiğini Dâvûd
(a.s)’a anlatarak hakkını ister. Bu işin çözümü konusunda Allah’ın elçisine
müracaat eder. Allah buyuruyor ki biz onların hükümlerine şâhittik. Yâni o iki
elçinin bu konudaki verdikleri hüküm Allah’ın kontrolü altındaydı. Rabbimiz
gözetiyordu onları. Biz onları gözlüyorduk ki hangisi doğru hüküm verecek diye.
Dâvûd (a.s) koyunların tarla sahibine, ekin sahibine verilmesine karar verir.
Çünkü koyunların maddî değeri zâyi olan ekinin değerine eşitti. Onun için koyun
sahibinin koyunlarının tamamını ekin sahibine vermesini emrederek, hükmederek
işi bitirir.
Bunun
üzerine henüz on yaşlarında olan oğlu Süleyman (a.s) bu hükmü kabullenmeyerek
ben bunun dışında bir hüküm biliyorum ki her ikisi açısından da daha uygundur
der. Babası Dâvûd (a.s) oğlunun bildiği hükmünü söylemesini ister. O da der ki,
benim hükmüm şudur: Koyunları sahibinden alıp ekin sahibine veriniz. Ekin
sahibi ekininin zararını giderinceye kadar koyunların sahibi olsun. Zararını
tazmin edinceye kadar o koyunların sütlerinden, yünlerinden, yavrularından
faydalansın. Ekini de koyun sahibine veriniz. Ekini ıslah edip bozulmadığı dönemine
getirene kadar o da ona sahip olsun. Ve nihâyet ekin sahibi zararını giderdikten
sonra tarlasına, koyun sahibi de koyunlarına sahip olsun der. Oğlunun bu
hükmünü duyan Dâvûd (a.s): Hüküm senin dediğin gibidir diyerek hemen o
istikâmette hükmünü verir. Bakın Rabbimiz o hükmün ayrıntılarını bundan sonraki
âyetlerinde şöyle anlatıyor:
79. “Süleyman'a bu meselenin hükmünü
bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik. Dâvûd'la beraber tesbih etsinler
diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları Biz yapmıştık.”
Biz o hüküm işini, o ayrıştırma işini
Süleyman’a fehmettirdik, kavrattırdık, öğrettik. Zaten önceki âyetinde Rabbimiz
onlar bizim kontrolümüz altında, gözetimimiz altındaydı buyurmuştu. İşte burada
da Rabbimizin öğretmesiyle Süleyman (a.s) ın doğru hüküm verdiği anlatılıyor.
Ama:
Hepsine, her birerine hüküm
verdik, ilim verdik diyor Rabbi-miz. Hayatla, hakikatle mutabakatı olan bir
bilgidir Allah’ın elçilerine verdiği bilgi. Yâni hayatla birleştirilmesi
gereken bilgidir. Hayatlarını bu bilgiyle düzenleyecekleri bir bilgiydi bu
bilgi. Onlara ilim verdi Rab-bimiz de onlar hayatlarını onunla düzenlediler,
hükümlerini o bilgiyle verdiler. Böylece Allah’ın elçileri bu bilgiyle
şereflendiler. Değilse mücerret bilgi insanı hiç bir zaman tafdil etmez, üstün
kılmaz, üstün kılacak değildi. Zira Ebu Cehil de bilgiliydi, biz onu biliyoruz.
Hattâ İblisin bildiği çok daha kesin. Yâni âyetle sabittir ki İblis Allah’ı da
biliyor, Allah’tan korkulması gerektiğini de biliyor, âhireti de biliyordu, ama
bu bilgi ona hiçbir şey kazandırmadı. Ya da Firavunun bilgisini hatırlayın.
Peki Hz. Süleyman’la Dâvûd
(a.s) un ilmi neydi? Ya da Al-lah’ın öteki elçilerine bildirdiği bilgi neydi?
Kendileri ve Allah, kendileri ve mahlukât, kendileri ve insanlar, kendileri ve
mevcudat arasındaki diyalogu kurabiliyordular. Bu ilimle onlar kendilerinin
varlık âlemindeki yerlerini bulmuşlar ve bu yerlerinin diğer varlıklarla
diyalogunu kurabilmişlerdi. Benim anlayabildiğim budur buradan.
Zaten peygamberlere verilen ilim bir
mânâda da hikmetin mânâsı olacaktır. Yâni nerede nasıl hareket edeceklerini,
konuşma olarak, susma olarak, ölme olarak, öldürme olarak, ya da tavır ve davranış
olarak ne yapmaları gerektiğini, her bir konumda, her bir makamda Allah’ın
kendilerinden nasıl bir davranış beklediğini bilmeleri mânâsınadır, Allah’ın
verdiği ilim de budur.
Yâni hayat programı ilmidir, hayatı
anlama ilmidir. Ama onlar hangi hayatı yaşayacak idiydiyse öyle bir hayatın
bilgisi verilmiştir. Meselâ Süleyman (a.s)’a verilen hayat bilgisi elbette Nuh
(a.s)’a verilmemişti. Lâzım da değildi zaten ona. Meselâ bir karıncanın konuşmasını
anlaması gerekmiyordu Nuh (a.s) un. Neden? Çünkü öyle bir sorumluluğu yoktu
onun.
Tabii Süleyman (a.s)’la Dâvûd (a.s) a
verilen bu ilim biraz da siyasal platformda bir etkinlik bilgisi de oluyordu.
Peki bunu nereden çıkardım? Kur’an’ın tümünde anlatılan Dâvûd ve Süleyman (a.s)
ların anlatılışından çıkarıyorum. Yâni onlara bu ilim verilmiş ki idareciliği
bilmişler, yöneticiliği bilmişler, devleti idare etmeyi bilmişler, ya da saltanatı
yürütebilmeyi bilmişlerdir. Dâvûd (a.s) un da ayrıca bir otoritesi vardı devlet
planında.
Rabbimiz elçilerine kendi bilgisinden bilgi aktarıyor, vahy
ediyor ve Allah’ın elçileri de Rablerinin kendilerine vahy ettiği bu Allah bilgisiyle
hareket ediyorlar, bu Allah hükmüyle hükmediyorlar, asla adâletten
ayrılmıyorlar, asla zulme düşmüyorlar. İşte Allah elçilerinin ayrıcalıklı
yönleri budur. Aynen onlar gibi peygamber yoluna, peygamber misyonuna sahip
çıkan müslümanların da dünya insanlığından ayrıldıkları nokta işte burasıdır.
Onlar da tıpkı örnekleri, pişdarları peygamberler gibi Allah bilgisiyle,
peygamber bilgisiyle donanırlar, kitap ve sünnet bilgisiyle bilgilenirler,
vahyi kuşanırlar ve tüm hayat problemlerine bu bilgiyle çözüm ararlar, bu
bilgiyle hükmederler. Müs-lümanların hayatlarında Allah vardır, Allah bilgisi
vardır, vahiy vardır, hayatlarına karışan Allah’ın kitabı ve elçilerinin sünnetidir.
Dâvûd’la beraber biz dağları da musahhar
kıldık. Biz dağları Dâvûd’a musahhar kıldık ta onlar da Dâvûd’la birlikte
tesbih ediyorlardı. Kuşlara da aynı şeyi emrettik. Dağlar da, kuşlar da akşam
sa-bah Onun tesbihine katılıyorlardı. Dâvûd (a.s) Rabbimiz tarafından kendisine
vahy edilen Zebur’u o güzel sesiyle, o Davudî sesiyle okurken dağlar onun
okuyuşunu yankılandırıyor, Onun okuyuşuna tabi oluyordu. Kuşlar havada toplanıp
Onun okuyuşuna karşılık veriyorlardı. Evet görünürde hiçbir gücü olmayan dağlar
ve kuşlar Onun tes-bihine, Onun tahmidine eşlik ederek Onun şanını, şerefini
artırıyordu. Hep birlikte Onun Rabbi yüceltmesine, Rabbi Rab olarak ta-nımasına
onlar da eşlik ediyorlardı.
Bizler
de tıpkı Allah’ın elçisi gibi Rabbimizi tüm noksan sıfatlardan münezzeh ve tüm
kemal sıfatlarla muttasıf biliyoruz diyorlardı. Bizler de tıpkı Allah’ın elçisi
gibi Rabbimizin emrindeyiz. Rabbimizin yaratış yasasının dışına çıkmadan Ona
kulluk ediyoruz diyorlardı. Çünkü tesbihin böyle bir anlamı da vardır. Tesbih
bir varlığın yaratılış gayesi istikâmetinde hareket etmesidir. Bu mânâda gülün
kokuşu, ateşin yakışı, bülbülün ötüşü, suyun akışı, bulutun yağmur yağdırması,
güneşin aydınlatması, kuşun ötüşü tesbihtir. Gerçi kitabımızın bir âyetinden
öğreniyoruz ki tüm varlıklar Rablerini tesbih ederler, ama biz onların
tesbihlerinin mahiyetini bilemeyiz.
İşte biz böyle yaparız diyor Rabbimiz. Yeryüzünde hiçbir kimseye
verilmeyen bu mülk ve saltanatın Dâvûd ve Süleyman (a.s)’a verilmesi, beşerî
planda onların yeryüzünde halife olmaları, kuşların, kurtların, dağların,
taşların, rüzgarların, cinlerin, şeytanların ve insanların onların emrine verilmesi,
hepsi hepsi bendendir diyor Rabbimiz.
80.
“Ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik, artık şükreder
misiniz?”
Ona sizin için yapacağı zırh sanatını
da öğrettik. Savaşlarda düşmanlarınıza karşı sizi koruyacak, sizi muhafaza edecek
zırh yap-ma becerisini de öğrettik Ona. O dönemde Rabbimizin öğretmesiyle hiç
kimsenin bilmediği zırh yapma ve onunla korunma işini ilk defa Dâvûd (a.s)
gerçekleştiriyordu. Demir Onun elinde bir hamur gibi yu-muşatıldı. Demir Onun
emrine boyun büktürüldü de Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde dilediği gibi
ondan savaşta müslümanları koruyacak zırhlar yapıyordu. Tabi Allah rehberliğinde
yapıyordu bunu. Tıpkı Nuh (a.s) un Allah gözetiminde gemi yaptığı gibi.
Bunca
nîmetine karşı Rabbinize şükretmeyecek misiniz? Hayatınızı o hayatın sahibine
vermeyecek misiniz? Hayatınızı Allah için yaşamaya yanaşmayacak mısınız?
Rabbinizin size böylece ilim ve hikmet vermesine karşılık sizler Rabbinize
teşekkür etmeli, Ona kulluğa yönelmeli değil misiniz?
81. “Bereketli kıldığımız yere doğru
Süleyman'ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgarı, onun buyruğuna verdik. Biz her
şeyi biliyorduk.”
Bereketli, mübarek kıldığımız yere
doğru esip giden rüzgarları da Süleyman (a.s) ın emrine verdik. Rüzgarlar Onun
emriyle mübarek arza doğru esip gidiyordu. Etrafını, veya içini, ya da içindeki
Mescid-i Aksâ’yı mübarek kıldığımız Filistin arzına doğru rüzgarlar Onun emriyle
Allah’ın rahmetinin müjdecisi olarak esiyordu. Tabi Allah’ın bir âyeti olan
rüzgarlar kimilerine rahmet, kimilerine de helâk sebebi, azap unsurudur. Meselâ
Âd kavmi gibi yoldan çıkıp Allah’la savaşa tutuşmuş kimselere yok
edilişlerinin, helâk edilişlerinin habercisidir rüzgârlar. Rüzgarıyla, rüzgar
ayetiyle, rüzgar ordusuyla yok etmişti Allah nice düşmanlarını. İşte o silah, o
ordu, o ayet Süleyman (a.s) ın emrindeydi.
Düşünebiliyor
musunuz Süleyman (a.s) nın gücünü, kuvvetini? Anlayabiliyor musunuz Onun
devletini, saltanatını? Kim karşı koyabilirdi böyle bir Allah elçisine? Yeryüzünde
hangi melik, hangi hükümdar böyle bir güce sahip olabilmiş bugüne kadar? Kim
rüzgarlara hükmedebilmiş? Yazmış mı tarih böyle bir şeyi? Allah desteğindeki
Süleyman (a.s) dan daha güçlü kim olabilir yeryüzünde? İşte Rab-bimiz kendisine
iman etmiş, ilmine güvenmiş, o ilimle hayatını düzenlemeye yönelmiş bir kuluna
veriyordu bu imkânı.
Elbette
bu Allah’ın bir yasasıdır. Süleyman yolunda olan, Süleyman misyonuna sahip
çıkan her müslümana Allah bu desteğini, bu yardımını vaad etmektedir.
Yeryüzünde böyle Allah’a güvenmiş, vahyine teslim olmuş bir tek müslüman olsa
ve tüm dünya kâfirleri onun üzerine yürüseler bile Allah tüm ordularını onun
yardımına gönderecek ve onu galip getirecektir, bundan hiç kimsenin zerre kadar
bir şüphesi olmasın.
Biz her şeyi biliriz diyor Rabbimiz. Bilgi bizim elimizdedir.
Evet bilgi Allah bilgisidir. Bilgi Allah’ın elindedir ve yeryüzünde Ondan başka
da bilgi sahibi yoktur. Öyleyse Allah bilgisine sahip olan bilgindir. Allah
bilgisiyle hareket eden âlimdir. Allah bilgisine sahip olmayan, hayatını Allah
bilgisiyle düzenleyecek kadar vahyi tanımayan herkes cahildir, profesör de
olsa, ordinaryüs profesör de olsa?
Evet yeryüzünde Allah’ın dinini, Allah’ın vahyini, Allah’ın
gönderdiği hayat programını bilmeyenler, Allah’ın kitabını bir kenara bırakarak
kendi hevâ ve heveslerine göre bir hayat yaşayanlar, kendi arzularına göre bir
din, bir hayat tarzı ortaya koyanlar, yâni kendi kendilerine tapınanlar bilesiniz
ki yeryüzünün en cahil insanlarıdır. Kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en cahil,
en akılsız insanlarıdır. Çünkü Kur’an’da Rabbimizin bu âyetlerinden öğreniyoruz
ki gerçek bilgi vahiydir. Gerçek bilgi Allah’ın bildirdiği bilgidir. Allah
bilgisine sahip olan, vahiy bilgisinden haberdar olan kişi âlimdir.
Kur’an’ı
ve sünneti tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim
kişisidir. Vahiyden habersiz yaşayan insanlar hem dünyalarını, hem de
âhiretlerini berbat etmiş cahil insanlardır. Kitap ve sünnetten habersiz
yaşayan kimseler zalimlerdir ve Allah asla zalimlere yol gösterecek değildir.
Onlar dünyada da, âhirette de kaybetmiş kimselerdir.
Allah
böyle zalim ve cahil bir toplumu asla kurtuluşa ve düzlüğe ulaştırmayacaktır.
Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın hayat programını reddederek kendi
kendilerine bilgisizce yasa belirlemeye kalkışan, kanun koyma hakkını, haram
helâl belirleme hakkını kendilerinde gören cahil bir toplumu asla Allah kurtuluşa ulaştırmayacaktır. Böyle bir toplum
ne hukukta, ne eğitimde, ne ekonomide, ne amelde, ne düşüncede kesinlikle
doğruya ulaşamayacaktır. İyi şeyler yapmak için çırpınsalar da Allah’ın
yasalarından habersiz hareket ettiklerinden, istinat noktası olarak Allah’ın
kitabını tanımadıkların ne yaparlarsa yapsınlar hep batacaklar. Karmaşa içinde
bir hayat yaşamaktan asla kurtulamayacaklardır bunlar. Hiç bir konuda doğru ve
sıhhatli bir noktaya varamayacaklardır. Hiç bir konuda çözüme ulaşamayacaklardır.
Çözümü bulduk sandıkça batacaklardır. Çünkü Allah’ın yasalarını reddetmiş ve
zalimin zalimi, cahilin cahili olmuştur
o toplum.
82. “Dalgıçlık yapan ve bundan başka
işler de gören şeytanlardan da onun buyruğu altına verdik. Onların hepsini
gözetiyorduk.”
Şeytanlar da Süleyman (a.s) nın
emrindeydiler. Dalgıçlık yapan şeytanlar, ayrıca Sâd sûresiyle söyleyecek olursak
bina Kur’an, dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğerlerini de
Onun buyruğu altına verdik diyor Rabbimiz.
Evet
bu âyetlerde anlatıldığına göre Rabbimiz cinleri, şeytanları Süleyman (a.s) nın
emrine vermiş ve Süleyman (a.s) prangalara bağlanmış olarak onları Mescid-i Aksâ’nın
yapımında çalıştırıyordu. Kimilerini denizlere gönderiyor, denizlerin dibine
dalıyorlar, oradan Süleyman (a.s) nın istediği nîmetleri çıkarıyorlardı.
Yine
Belkıs’ı karşılamak istediğinde köşk yaptırıyordu onlara. Rivâyetlere göre Hz.
Süleyman (a.s) Mescid-i Aksâ’nın yapımı esnasında gözlerinin önünde asasına yaslanarak
vefat etmişti. Ama cinler inşaat bitene kadar Onun vefat ettiğini bilememişler.
Nihâyet inşaat tamamlandıktan sonra asayı kurt yiyip de Süleyman (a.s) nın
vefat ettiğini anlar anlamaz tüm cinler sağa sola dağılıvermişlerdi.
Bakın
gözlerinin önünde bir peygamberin vefatını bile bile-miyorlardı bu cinler. İşte
cinlerin bilgisi bu kadardır anlıyoruz. Sonra yine bu âyetlerin ifadesiyle
cinlerin insanlardan tamamen farklı olduklarını, farklı özellikler taşıdıklarını
da anlıyoruz.
Evet şeytanlar onun emrinde, cinler onun emrinde, rüzgarlar,
kuşlar, kurtlar onun emrindeydi. Hayvanlarla da konuşuyordu, onların dilinden
de anlıyordu Allah’ın elçisi. Ama Onun saltanatı sadece bunlarla da sınırlı
değildi, tüm mevcudat Onun mülkünün Onun hükümranlığının altındaydı.
Ama
demin de ifade ettiğim gibi Kur’an’da hiçbir peygamberin vefat haberi, vefat
hadisesi zikredilmediği halde Süleyman (as)ın ve-fatı anlatılır. Sebep ne? Cinlerin
hiçbir şey bilmediklerini ortaya koyuyordu Rabbimiz. İkinci sebebi de,
anlayabildiğimiz kadarıyla bir beşerin, bir insanın güç ve kuvveti zirvede olsa
da, saltanat ve devleti sa-dece insanları değil tüm mevcudata ulaşmış olsa da,
o bu dünyaya veda etmek zorunda kalacaktır. Ölümü tatmak zorunda kalacaktır.
Anlıyoruz ki hiç kimse Allah’ın ölüm yasasından kendini kurtaramayacaktır.
Evet onlar üzerinde muhafız olan bizdik
diyor Rabbimiz. Yâni onları koruyan, onları muhafaza eden, yaşatan, öldüren,
rızık veren biz idik. Ya da onların tümünü Süleyman (a.s) nın emrine âmâde kı-lan
biz idik. Onların boyunlarındaki iplerin ucu bizim elimizdeydi. Yâni onların
Süleyman (a.s)’a itaatini, isyan etmemelerini sağlayan Allah’tı.
83. “Eyyub da: "Başıma bir belâ geldi, (Sana sığındım),
Sen merhametlilerin merhametlisisin" diye Rabbine nida etmişti.”
Evet kendisine imâmlık verilen,
önderlik verilen şerefli elçilerden birisi de Eyyub (a.s) dır. O da Rabbine dua
eder. Ya Rabbi bana bir zarar dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin
der.
Rabbimiz
kitabında bize şerefli elçilerinden farklı dua modelleri sunar. İşte bizim
örneklerimizin kabule şayan duaları bunlardır. Bizler kendi kendimize dua
modelleri oluşturma çabası içine gireceğimize, pişdarlarımızın dua modellerini
öğrenerek Rabbimize öyle dua etsek elbette çok daha hayırlı olacaktır.
Bakın
Eyyub (a.s) un duası da farklı bir duadır. Nuh (a.s) un toplumunun helâki için
Rabbimize duasını öğrenmiştik. O konumda olan kullarına bunu öğretti Rabbimiz.
Eyyub (a.s) da hastalığının iyileştirilmesi için, hastalığına Şafi olan
Rabbimizin şifa lütfetmesi için dua ediyordu. Hastaydı Allah’ın elçisi,
Rabbimiz tarafından hastalıkla imtihan ediliyordu.
Eyyub
(a.s) Kur’an’da Rabbimizin bize haber verdiğine göre önceden çok zengin, çok
fazla mal mülk sahibiyken, Rabbimizin kendisini tuttuğu bir imtihan sonucu tüm
servetini, malını, mülkünü ve de sıhhatini kaybeder. Allah Onu bir hastalıkla
da imtihan eder. Her şeyini kaybeden Allah elçisi Allah’ın bu durumda
kullarından beklediği sabrı gerçekleştirir ve Allah’ın rıza ve rıdvanına
kavuşur. Çünkü O bu durumda Allah’ın rahmetine, Allah’ın şifasına muhtaçtı.
Şeytan Onu bu zayıf noktasından vurup kendisini hastalıkla imtihan eden Rabbine
karşı isyana teşvik edince dayanamayan Eyyub (as): Ya Rabbi, dedi bana
fazlasıyla zarar isâbet etti. Bana zarar dokundu ve sen merhametlilerin en
merhametlisisin.
Dikkat
ediyor musunuz? Hastalıkla imtihan edilen müslüman-lara ne güzel bir dua örneği
sunuluyor. Allah’ın kutlu elçisi böyle bir durumda sırf Allah’ın merhametine
sığınıyor ve şifayı sadece Allah’tan bekliyor. Üstelik dikkat ederseniz ya
Rabbi bana şifa ver bile demiyor. Sadece Erhamur Rahîmin olan
Allah’a güvenip teslim oluyor. İşi Ona havale ediyor. Çünkü bilmiyor ki imtihan
eden Allah ilminde hastalığının devamıyla imtihan olması mı hayırlı kendisi
için, yoksa sağlığa kavuşması mı? Bunu bilmediği için Rabbinin hayırlısı neyse
onu takdir buyurmasını diliyor.
84. “Biz de onun duasını kabul etmiş ve
başına gelenleri kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir
hatıra olmak üzere ona tekrar ailesini ve kaybettikleriyle bir mislini daha
vermiştik.”
Allah’ın imtihan konusuna sabreden bir
yiğit peygamber dua eder de, dua edilecek, istenilecek makamı bilir de, Rabbi
ona icabet etmez mi? Allah’ın kendisini böyle bir hastalıkla imtihan ettiği bir
mü’-min Şafi olarak Rabbini bilir, sadece Ondan şifa ister, dua dua halini O’na
arz eder de Rabbi ona cevap vermez mi? Rabbi onun imdadına yetişmez mi? Böyle
bir mü’mine hayatın da, ölümün de, sağlığın da, hastalığın da sahibi olan
Rabbimiz şifa vermez mi? Hangi peygambere, hangi mü’mine icabet etmedi ki
Allah? Yeter ki kullar O’nu bilsinler, O’nu yetki sahibi, güç kuvvet sahibi,
şifa sahibi bilip O’na yönelsinler. Yeter ki kullar O’na yalvarıp yakarsınlar.
Yeter ki O’na dua etsinler, O’na kulluk etsinler, Ondan istesinler. Yeter ki
hastalar, yeter ki fakirler, yeter ki günahkârlar hallerinin arz edecekleri,
isteyecekleri kapıyı bilsinler. Öyle değil mi? Biz kulları bütün kulluğumuz,
bütün âcizliğimiz içinde, bütün samimiyetimizle dua dua yalvararak Rabbi-mize
yönelsek hiç O Rab dualarımızı reddeder mi? Hiç cevapsız bırakır mı?
Rabbimiz buyuruyor ki biz kulumuz Eyyub’un duasına icabet
ettik. Onda olan zararı giderip, Onu
kurtardık ve ehlini de ona verdik. Karısını ve çoluk çocuğunu Ona tekrar
verdik.
Rivâyetlere
göre ya ehli Onun bu hastalığına tahammül ede-meyerek yanından ayrılmıştı da,
sıhhatine kavuşmasından sonra tek-rar ehlini Ona döndürdük. Ya da sadece Eyyub
(a.s) değildi bu ölümcül hastalıkla imtihana tabi tutulan. Ehli, karısı, çoluk
çocuğu da bu hastalığa tutulmuştu da hepsini Rabbimiz iyileştirivermiştir.
Rabbimiz ehlini Ona gerisingeriye lütfettiği gibi fazlasını da veriyor. Ya Ona
daha başka sâliha kadınlar veriyor, ya da evlâtlar, oğullar, kızlar veriyor ve
ailesi çoğalıyor. İşte tüm bu verilişler Allah katından bir rahmettir. Şifayı
veren Allah’tır, sağlığı veren O’dur, ehlini veren O’dur, her şeyini veren
O’dur.
“Ey Muhammed! Kulumuz Eyyub'u da an;
Rab-bine: "Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi" diye
seslenmişti. "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir
su" dedik. Katımızdan bir rahmet ve
akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, ona tekrar aile ve geçmiş olanlarla bir
mislini daha vermiştik.”
(Sâd 41,42,43)
Evet işte bu âyetlerde anlatıldığına göre Rabbimizin emriyle
Eyyub (a.s) ayağını yere vurur ve vurduğu yerden bir su fışkırır, ondan içer,
yıkanır ve hastalığından kurtulur.
Ve gerçekten Onun gibi Allah’a dua
eden, Onun gibi Allah’ın imtihan konusuna sabreden, Onun gibi Allah’ı her
konuda tek merci bilen, Onun gibi Allah’a kulluk eden mü’minler için bu bir
zikra oldu diyor Rabbimiz. Biz bunu onlara bir zikra, bir hatırlatma, bir
uyarı, bir hatıra yaptık. Mü’minler için en güzel bir gündem maddesi yaptık.
Yâni kullarımızdan kıyâmete kadar benzer durumda, hastalıkla, yoklukla,
sıkıntıyla imtihan edilenlere güzel bir örnek, hoş bir ibret yaptık bunu.
Allah’ın
elçisi Eyyub (a.s) gibi hastalıkla imtihana tabi tutulanlar sadece Rablerini
Şafi bilip, sadece şifayı O’ndan bekleyip, O’na dua ettikleri, O’nun kapısını
dövmeye devam ettikleri ve O’nun rahmetine sığındıkları sürece kesinlikle
bilsinler ki bu dünyada kaybettiklerini yeniden bulacaklar, yitirdiklerine
yeniden kavuşacaklar, hattâ fazlasına ulaştıracak Rableri onları.
Süleyman ve Dâvûd (a.s) ların
çok farklı bir durumları var. Çok farklı bir imtihan konuları var. Kendileri bu
dünyada hiç kimseye nasip olmayacak güç verilmiş, saltanat verilmiş, imkân
verilmiş, fırsat verilmiş. Kuşlar onlara ordu, cinler onların ordusu,
şeytanlar, rüzgarlar, dağlar, taşlar onların ordusu. Saltanatları mevcudatı
kaplamış. İşte böyle büyük bir varlıkla, büyük bir saltanatla imtihan edilen Süleyman
ve Dâvûd (a.s)’lara karşılık, hastalıkla, yoklukla, tüm dünyalıklarını
kaybetmekle imtihan edilen bir elçi. Eyyub (a.s). Birbirine tamamen zıt iki
imtihan konumu!
Öyleyse şunu kesinlikle unutmamalıyız
ki imtihanı yapan Allah’tır. İmtihanın konusunu takdir eden Allah’tır. Bizi bu
dünyada güç, kuvvet, zenginlik, servet ve saltanatla, imkân ve fırsatla da imtihan
edebilir, bunun tamamen zıddına fakirlikle, yoklukla, hastalıkla, mahrumiyetle
de imtihan edebilir. Her iki durumda da kuluz ve Allah’ın takdirine, Allah’ın
imtihan konularına rıza göstermek zorundayız. Asla Rabbimizi unutup, Rabbimize
isyan içinde bir hayatın adamı olmamamız gerektiği bilmek zorundayız.
Öyle değil mi? Dâvûd ve Süleyman (a.s)
gibi de imtihan edilebiliriz bu dünyada, Eyyub (a.s) gibi de. Süleyman ve Dâvûd
(a.s) gibi Mülk ve saltanatla imtihan edildiğimiz zaman asla şımarmayacak, müstekbirleşmeyecek,
Allah’a kafa tutup O’na isyan etmeyecek, sürekli bütün bunları kendisine borçlu
olduğumuzu, her şeyimizle kendisine muhtaç bir kul olduğumuzu, imtihanda
olduğumuzu unutmayacağız, Eyyub (a.s) gibi mahrumiyetlerle imtihana çekildiğimiz
zaman da bize tahsis buyurduğu bu imtihan konusundan ötürü asla O’na isyan
etmeyeceğiz, kafa tutmayacağız, kendimizi dağıtmayarak kul olduğumuzun şuurunda
O’na dua dua yalvarıp yakaracağız.
Peki şu anda bizler de bu elçiler gibi
mi imtihan ediliyoruz? Elbette.
Gerçekten bir insan her ne kadar kıyâmete kadar Süleyman (a.s) nın
saltanatına erişemeyecek idiyse de Allah bazılarına çevresine göre Süleyman
saltanatını verebilmiştir değil mi? Çevresine göre tabii. Yâni şu bizzat Süleyman
(a.s) nın saltanatı kimsede olmayacak, kimseye vermiyor Allah da, çevresindekilere
verilenlere nispetle onun gibisini verebiliyor kimilerine. Yâni kimi insanların
kendi çevresine göre saltanatı Süleyman (a.s) gibi olabilir. İşte çevresine göre böyle kendisine çok
fazladan bir şeyler verilenlerin bu verilenlerle şımarıklaşmaması, haddini bilmesi,
bunu kendisine veren Allah’ın sadece kendisine vermediğini, kendisinden önce de
birilerine, hem de peygamber olarak lütufta bulunduğunu unutmaması gerektiğini
anlatmak üzere galiba Süleyman ve Dâvûd (a.s) hadisesinden söz ediliyor anlıyoruz.
Ama meselâ bu dünyada bir Eyyub (a.s) gibi hastalıkla, sı-kıntıyla,
fakirlikle, her şeyini kaybetmekle imtihan edilebilirsiniz. Veya bir Nuh (a.s)
gibi ezilmişlerin peygamberi, çevresinde rezil rüsva insanların alaylarına
maruz kalmış bir peygamber konumunda imtihana çekilebilirsiniz.
Veya
Hûd (a.s) gibi, Ya da Lût (a.s) gibi belki sadece iki kızı ile o bölgeden
çıkması emrolunan geri kalanların tümünün helâk edildiği bir toplumun
peygamberi olabilirsiniz. Evet kimi yok, kimsesi yok, gücü yok, kuvveti yok
gibi görülen bir peygamber konumunda olabilirsiniz. Ama Dâvûd (a.s) öyle değil
mi? Hele Süleyman (a.s) hiç öyle değil. Süleyman (a.s) kendi döneminin daha
güçlü, daha kuvvetli bir peygamberi olarak karşımıza çıkmaktadır.
85,86. “Ey Muhammed! İsmail, İdris ve
Zülkifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları
rahmetimizin içine aldık; doğrusu onlar iyilerdendi.”
İsmail, İdris ve Zülkifl onların hepsi
sabredenlerdendi. İsmail (a.s) bildiğiniz gibi insanlığa imâm kılınan atamız
İbrahim (a.s) in Hacer annemizden dünyaya gelen oğludur. Babası İbrahim (a.s)
tarafından annesiyle birlikte Mekke’ye yerleştirildi. Allah’ın emriyle babasıyla
birlikte yeryüzünde Allah’ın kıblesi, Allah’a kulluğun sembolü olan Kabe’yi
inşa edecekti İsmail (a.s). Ve yıllar sonra onun soyundan Mekke’de Muhammed
(a.s) elçi olarak görevlendirilecekti.
İdris
(a.s) da atamız, insanlığın atası ve ilk peygamber Hz. Adem’e en yakın olan,
Onun torunlarından olan bir peygamberdir. İlk dönemin, tevhidin bozulmadığı,
yeryüzünde fesadın, küfrün, şirkin bulunmadığı dönemin peygamberi. Hz. Ademle
Hz. Nuh (a.s) arasında gelmiş bir elçi.
Zülkifl
(a.s) da imanlarımızdan birisidir, hakkında pek fazla bir şey bilmiyoruz. O da
Rabbimiz tarafından vahiyle şereflendirilip yüceltilmiş bir elçi. İşte bunların
hepsi Allah’ın kendilerine biçtiği rollerine, kendilerine yüklediği kulluk
programlarına, Risâlet misyonlarına sabreden, böylece Rabbimizin rahmetine
lâyık olan insanlardır. Onların tümünü rahmetine erdirdi Rabbimiz. Rahmetine
idhal buyurdu, çünkü onlar sâlihlerdendi.
87. “Zün-Nun hakkında söylediklerimizi de an. O, öfkelenerek
giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı; fakat sonunda
karanlıklar içinde: “Senden başka İlâh yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben
haksızlık edenlerdenim” diye seslenmişti.”
Evet, Zün-Nun’u da hatırla peygamberim.
Zün-Nun’a söylediklerimizi de hatırla. Onu da gündeme al. Zün-Nun balık sahibi
demektir. O da Allah elçilerinden bir elçiydi. Kalem sûresinde bir adının
Zün-Nun olduğu, bir başka yerde de onun adından Yunus olarak söz edilir. Evet
Yunus (a.s)’ı ve ona söylediklerimizi de gündeme alın diyor Rabbimiz.
Hani O gazaplanarak, öfkelenerek gitmişti,
kavminden ayrılmış, toplumundan uzaklaşmıştı. Niye kaçıp gitmişti toplumundan?
Sebep şuydu: Yunus (a.s) Allah’tan aldığı görevle toplumunu uyarır, toplumunu
Allah’a kulluğa çağırır. Ama toplum Onu dinlemez, uyarılarına aldırış etmez.
Nihâyet toplumunu Allah’tan kendilerine gelmekte olan bir azapla tehdit eder.
Ama haber verdiği azap biraz gecikir. Toplumuna gazaplanan peygamber henüz azap
gelmeden ve de Al-lah’tan kendisine toplumundan hicret emri de gelmeden hemen
alelacele toplumunu terk eder. Onlara nefret ederek görevinden kaçar.
Halbuki bir peygamberin Allah’tan kendisine bir hicret emri gelmeden görev
mahallini terk etmemesi gerekiyordu. Ölecekse orada ölmeliydi. Allah
dilemedikçe orada da ölmeyecekti tabii. Dövecekler, sövecekler, hapse atacaklar,
ateşe atacaklar ama yine de gitmeyecekti oradan. Fakat gitti işte. Niye gitti?
Öyle yapılınca başımıza ne-lerin geleceğini bize anlatma adına, gösterme adına,
bize bir ders verme adına gitti. Bize bir misâl olsun diye arz etti Allah.
Yunus sûresinin anlattığına göre koşarak gitmişti. Kölenin efendisinden kaçtığı
gibi toplumundan kaçtı ve bir gemiye bindi.
Allah’tan kendisine bir emir gelmeden
böyle gazapla kaçıp giderken zannediyordu ki bizim kendisine gücümüz
yetmeyecekti. Yâni ne yapabilecekti bir peygamber? Nereye kaçabilecekti Allah’-tan?
Nereye gidebilecekti? Ama bilemedi işte. Halbuki Allah onu yakalayacaktı.
Allah’tan asla kaçamayacaktı. İşte yakaladı da. Bir gemiye bindi. Yolda bir
fırtına sonucu alabora oldu ve gemide bir kura çekildi. Yunus (a.s) kendi
suçluluğunun farkındaydı ya, belki bizzat kendisi bunu teklif eder, ya da kura
kendisine çıktığı için denize atılmayı rahat rahat kabul eder ve atılır. Sonra
denizde bir balık tarafından yutulur. Balığın karnında dua dua Rabbine
yalvarır. Karanlıklar içinde bir cezaydı bu kendisine. Kederle dolu olduğu
halde yutkunarak Rab-bine dua edip, hatasını anlayıp affını ister. Rabbini
tesbih eder. Tes-bihi de bakın şöyleydi:
Allah’ım! Seni tesbih ederim! Senden başka İlâh yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu
ben haksızlık edenlerdenim. Rabbim ben zalimlerden oldum. Hem Rabbime, hem toplumuma,
hem de kendi ken-dime zulmedenlerden oldum. Ben görevimi terk ettim! Ben toplumum-dan
uzaklaştım! Ben hata ettim! Ben bunu yapmamalıydım! diyerek kendi kendisini suçladı,
özür dileyerek Rabbine yalvarıp yakardı.
88. “Biz de ona cevap verip, onu
üzüntüden kurtarmıştık. İnananları böyle kurtarırız.”
Ona da icabet ettik, Onun duasına da
cevap verdik diyor Rab-bimiz. Eyyub (a.s) un duasına icabet eden, Nuh (a.s) un
duasına ica-bet eden Rabbimiz burada da Yunus (a.s) un duasına icabet ettiğini
bildiriyor. Var mı Ondan başka dövülecek kapımız? Var mı Ondan başka dualara icabet
eden? Evet Onun duasını da kabul edip, Onu gamdan, kederden kurtardık diyor
Rabbimiz. Bakın burada da:
1: Bize imâmlarımızdan, örneklerimizden
böyle bir dua modeli, böyle bir tesbih örneği sunuluyor. Biz kullarına bir imâm
şahsında bir tövbe usulü, bir dönüş örneği sunuyor. Bu tövbe örneğinin yanında
bir de şu husus anlatılıyor burada. Allah’la savaş içinde bulunan, Allah’a
kulluktan kaçan tüm kâfirlere bir uyarıda bulunuyor Rabbimiz burada. Bakın,
dikkat edin, Allah’ın en sevgili kulu, Allah’ın kutlu elçisi bile Allah’a isyan
edince Allah Onun cezasını verdi. Bir peygamberi bile yaptığı bir eyleminden
ötürü böylece cezalandıran Allah size ne yapacak? Sizi bağışlayacak mı? Sizin
yaptıklarınızı görmezden mi gelecek? Hayır hayır kesinlikle bilesiniz ki Allah
size de ceza verecektir. Bir peygamber yanında sizin ne değeriniz var da?
Neyinize güveniyorsunuz?
Ama Şurasını da göz ardı etmeyin ki tövbe edince de Allah Onu affetti. Eğer
sizler de şu anda yaptığınız yanlışlardan
döner, eğer tövbe ederseniz bilesiniz ki sizleri de aynen Onun gibi affederim
deniyor. Kâfirler için böyle denirken, mü’minler için de deniyor ki burada: Ey
mü’minler iman ettik diye, müslüman olduk diye sakın şımarmayın ha! Allah’a,
peygambere yakınlığınızdan dolayı şımarmayın! Yapacağınızı yapın, değilse
peygamber bile olsanız gözünüzün yaşana bakılmaz, cezaya çarptırılırsınız! Bu
işin şakası yoktur denmektedir.
2: Müslümanlığımızı, kulluğumuzu,
Allah’a karşı sorumluluklarımızı Allah adına icra etmeye çalışalım. Birilerine
rağmen, ya da birilerine binaen hareket etmeyelim. İnsanlar dinlemediler diye,
anlamadılar diye hareketlerimizi onlara göre ayarlamaya, tavırlarımızı onlara
göre belirlemeye kalkışmayalım. İnsanlar bize ve anlattıklarımıza değer vermediler
diye üzülüp kendimizi dağıtmamalıyız. Ya da tam tersi de geçerlidir. Nasıl?
İnsanlar bizi dinler ve değer verirler görününce de şımarmayacağız. Tüm
hareketlerimizi Allah’a göre ayarlamalıyız.
3: Her konuda, bilhassa müslümanlığın
toplum içinde icrası konusunda başkalarını değil kendimizi suçlamasını
bileceğiz. Toplumun yaptıklarından toplumu değil kendimizi suçlayacağız. Şeytan
gibi suçu Allah’a, ya da başkalarına atmak ve sorumluluktan kolayca kurtulmak
yerine; Adem (a.s) gibi suçu kabullenmek zorundayız. O zaman içinde
bulunduğumuz bozukluktan kurtulabilmek için çare arayacağız ve Rabbimize
yöneleceğiz demektir. O zaman işte âyetlerde gördük, Rabbimiz kendisine yönelip
dua dua yalvaranları mutlak sûrette affedecek ve yol gösterecektir, bunu hiç
bir zaman unutmayalım.
Bir imâm daha, bir dua örneği daha
geliyor:
89. “Zekeriya da: “Rabbim! Beni tek
başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın” diye nida etmişti.”
Evet önderlerimizden Zekeriya (a.s) da
bir başka dua konusuyla Rabbine dua ediyor ve diyordu ki: Ey Rabbim, beni evlâtsız,
beni varissiz tek başıma bırakma. Bana bir vâris ver. Ama ilmin, takdirin,
buyruğun gereği bana bir vâris vermesen de aldırmam. Çünkü ben biliyor ve
inanıyorum ki sen varislerin en hayırlısısın diyordu. Evet önce dua dua
yalvarıp yakararak bir evlât istiyor, sonra da işini teslimiyetle Allah’a
havale ederek, sen bâkî kalacak mirasçımsın diyordu.
Ya Rabbi, bana vâris olacak, benim yolumu devam ettirecek,
peygamberler yolunun toplumda ilelebet silinmemesine, unutulmamasına say-ü
gayret edecek, benim dinime, benim inancıma, benim yoluma sahip çıkacak,
kullarını senin dinine çağıracak, sana senin istediğin kulluğu gerçekleştirecek,
senin razı olduğun müslümanca bir hayat yaşayacak bir evlât, bir vâris istiyorum
Allah’ım senden. Evet işte Zekeriya (a.s) nın evlât arzusunun hedefi buydu.
İstiyordu ki bu evlât kendi dinine, kendi inancına, kendi yoluna vâris olsun ve
bu yolunu devam ettirsin. İstiyordu ki bu evlât kendi yolunu, kendi sünnetini,
kendi risâletini devam ettirsin.
Meryem sûresiyle birlikte söyleyecek olursak Zekeriya (a.s)
arkasında kendisine halef olacaklardan, vâris olacaklardan da korku duyuyordu.
Ya Rabbi, ben arkamdan geleceklerden korkuyorum. Be-nim arkamda kalanların dâvâmı,
yolumu bitireceklerinden, unutacaklarından korkuyorum. Ne olur Allah’ım, bana katından
bana bir vâris lütfet, bana bir dost, bir yardımcı ver ki o benim dinimi, benim
yolumu sürdürsün diyordu.
Dikkat
ediyor musunuz Allah’ın elçisinin evlât istemedeki hedefine, niyetine? İşte
evlât böyle istenir. İşte vâris bunun için istenir. Malıma mülküme, dükkanıma
tezgahıma sahip olsun diye, param pu-lum el âleme kalmasın diye, ihtiyarladığım
zaman bana yardımcı olsun diye, adımı sürdürsün diye değil. Bana hizmet etsin
diye değil. Benim dinimi sürdürsün diye, benim yolumu, benim dâvâmı takip edip
sürdürsün diye istenir evlât. O böyle halis bir niyetle Rabbine dua edince:
90. “Biz de ona icabet ederek, Yahya'yı
bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde
yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden
saygı duyuyorlardı.”
Biz de Onun duasını kabul edip, yaşlı
ve kısır olan karısının kısırlığını tedavi ederek olmazı oldurduk ve Yahya’yı
Ona bahşettik diyor Rabbimiz. Rabbimiz kendisine dua dua yalvaran kulunu, elçisini
mahrum bırakmıyor ve kendisine Yahya isminde sâlih bir evlât lütfediyor. Yahya
diri, dirilik, canlılık demektir. Elbette böyle yüz yaşını aş-mış yaşlı bir
babadan, yine onun kadar yaşlı, doğurma yaşını çoktan aşmış ve de kısır bir
anadan meydana gelen, yâni tabiri caizse iki ölüden dünyaya gelen bir diriydi
Yahya. Dirilik ve canlılık sembolüydü Yahya. Bir de daha gencecik yaşında,
hayatının baharında Allah dâ-vâsı uğrunda babasından önce şehit olarak ebediyen
dirilerin içine katılacaktı Yahya (a.s). Ölümsüzlük makamına ulaşacaktı. Rabbi
ka-tında dirilerden olarak rızıklandırılacaktı Yahya. Arkasındaki müslü-manları
diriltmeye, diri tutmaya sebep olacaktı Yahya. Bizi diriltecekti Yahya.
Onların, o imâmların, o elçilerin hepsi de hayırlı yollarda
yarışıyorlar ve ümit ederek, ümit kesmeyerek,
korkarak, haşyet içinde bize dua ediyorlar, ibadet ediyorlardı. Bize
karşı gönülden teslim olarak kulluk ediyorlardı. Böyle oldukları için de biz
onların dualarına icabet ediyorduk. Öyleyse bizler de hayırlara koşalım, hayır
peşinde olalım. Hep hayır yollarında yarışalım, hep Rabbimizin rızasını celp
edecek, O’nun gazabından sakındıracak ameller peşinde, tavırlar pe-şinde,
kulluklar peşinde olalım da Rabbimiz bizim dualarımıza da ica-bet buyursun.
Rabbimize karşı hep bir saygı içinde, hep bir haşyet içinde olalım da
dualarımız geri çevrilmesin inşallah.
Evet bundan sonra Allah’ın lânetine ve gazabına uğramış iki
toplumun sapma noktalarına işaret ederek bir imâmın, bir elçinin daha annesiyle
birlikte gündeme alındığını görüyoruz. Meryem anamız ve tertemiz bir kız olarak
onun dünyaya getirdiği, bir Allah yasası, bir Allah kelimesi olarak doğurduğu
Hz. Îsâ (a.s) dan söz edilecek. Ve Hz. Îsâ (a.s) nın da tıpkı öteki elçiler
gibi, öteki imâmlar gibi bir beşer olduğu, asla bir İlâh, bir tanrı, ya da
tanrının yetkilerine sahip olmadığı, tanrının oğlu olmadığı vurgulanacak.
91. “Mahrem yerini koruyan Meryem'e
ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu, âlemler için bir mûcize kılmıştık.”
Evet mahrem yerini koruyan, ırzını,
namusunu koruyan ter-temiz bir kızcağız olan Meryem’e biz kendi ruhumuzdan
üfledik, Onu ve oğlunu tüm insanlığa bir âyet, bir ibret, bir yasa yaptık. Evet
Îsâ (a.s) Allah’ın Meryem’den İlâhî bir yasa olarak babasız dünyaya getirdiği
bir elçisidir. O Allah’ın bir kelimesi, bir yasası, bir âyeti, bir mûcizesi,
bir ruhudur ki Onu Meryem’e ilka etmiştir. Rabbinizin Cebrâil (a.s) vasıtasıyla
Meryem’e gönderdiği, Meryem’e ilka ettiği, Merye-m’in rahminde meydana
getirdiği bir ruhudur. Böyle mûcizevi olarak babasız dünyaya getirdiği Allah’ın
bir âyeti, bir yasasıdır O. İş bu ka-dar net ve açıkken, Rabbimiz Kur’an-ı Kerîminde
Ondan daha enteresan bir yaratılış yasasıyla hem babasız, hem de anasız bir
şekilde Ademin yaratılışıyla da bu işe açıklık getirirken yine de maalesef Hıristiyanlık
dünyası bu konuda çok büyük bir yanılgı içine düştüler. Îsâ (as)’ın bu mûcizevi
yaratılışından ötürü Onun tanrı, ya da tanrının oğ-lu olduğunu iddia ederek
Allah’a en büyük iftirayı yaptılar ve şu anda da bu sapıklıklarını
sürdürmektedirler.
Rabbimiz Îsâ (a.s) nın gündeme getirildiği bu âyetinden önce
peygamberler silsilesini gündeme getirerek bunların her birerinin bir beşer
olduklarını, hepsinin kul olduklarını, her birerinin Rablerine dua edip
yalvardıklarını, kendileri için hiçbir şeye kadir olamayıp isteyeceklerini Rablerinden
istediklerini, Rablerine herkesten çok teslim olarak ibadet ettiklerini ve
bunların hiçbirisinin İlâhlıkta hiç bir payelerinin bulunmadığını ısrarla
anlattı. Onların kendi hastalıklarına şifa verecek, kendilerine ya da
başkalarına çocuk verebilecek güçte olmadıklarını, Allah’ın vahyine aykırı
hareket eden bir Yunus peygamberin cezalandırıldığını anlattı, anlattı sonra da
onlardan biri olan ve Meryem isimli bir kızdan dünyaya gelen Îsâ (a.s)’a sözü getirdi.
Öyleyse tüm bu gerçekleri bildikleri halde ey Allah elçisini ve anasını
tanrılaştırma kavgası veren Hıristiyanlar, bu sapıklıklarınızdan vazgeçmezseniz
Allah’a en büyük iftirayı yaparak cehennemi boylayacaksınız buyurulmaktadır.
92. “Doğrusu tevhid dini olan müslümanlık,
bir tek din olarak sizin dininizdir ve Ben de Rabbinizim, artık bana kulluk
edin.”
İşte bu anlattığımız peygamberler,
imâmlar rehberliğinde sizin tek ümmetiniz bu ümmettir. Hz. Adem (a.s) dan bu
yana işte size an-lattığım bu peygamberler silsilesi tek bir ümmettir. Tek bir
ümmet üzerindedirler. Bu ümmet onların mübarek yolunun yolcusu olan sizlerin
müntesibi olmakla şeref bulduğunuz, izzet kazandığınız İslâm ümmetidir. Ve ben
de sizin tek Rabbinizim. Yalnız bana kulluk edin, yalnız beni dinleyin, yalnız
beni Rab bilip hayatınızı benim adıma ve benim yasalarım istikâmetinde yaşayın.
Evet
ümmet; İslâm ümmeti, din; İslâm dini, teslimiyet dini ve Rab, İlâh da
Allah’tır. Bir tek ümmet olabilmek için elbette tüm peygamberlerin kulluk
ettikleri bir tek Rabbe kulluk edilecekti. Ama:
93. “Ama insanlar, din konusunda
aralarında bölüklere ayrıldılar, hepsi Bize döneceklerdir.”
Onlar aralarında işlerini paramparça
ettiler. Onlar hepsi bir tek ümmet olan, hepsi bir tek dinin sahibi olan, hepsi
bir tek Rabbe inanıp bir tek Rabbe kulluk eden peygamberleri parçaladılar.
Peygamberlerin tümünün mensubu bulundukları tek ümmeti, tek milleti, tek dini,
tek yolu paramparça yaptılar. Böylece kendi kendilerini de parçaladılar.
Gruplaştırdılar da her bireri bir parçasına sarıldılar. Tek bir ümmet olan
İslâm ümmetini parçaladılar da her biri farklı bir isimle anılmaya başladılar.
Halbuki az evvel anlattı elçilerini Rabbimiz. Onların tamamı tek dinin, tek
ümmetin mensubuydular. Hepsinin dini İslâm’dı, hep-si müslümandı onların. Onlar
bu peygamberlerin yolunu, dinini parçaladılar.
Yâni
onlar o peygamberlerin dininden ayrıldılar. Din asıldır, ondan ayrılanlar
tefrikacıdır. Onlar Allah’ın Hz. Adem (a.s)’dan bu ya-na gönderdiği İslâm’dan,
tüm peygamberlerin dini olan İslâm dinin-den ayrılıp ayrı dinler iddiasına kapıldılar.
Param parça parçalandılar. Tüm peygamberlerin dini olan İslâm’ı terk ettiler de
Yahudilik ve Hıristiyanlık diye ayrı ayrı dinlere inandıklarını iddia ettiler.
94. “İnanmış olarak yararlı iş
işleyenin ameli inkâr edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız.”
Allah’a, Allah’tan gelenlere, Allah’ın
elçilerine Allah’ın istediği biçimde inanıp, sâlih ameller işleyen, imanını
sadece söz planında, iddia planında bırakmayarak hayatını bu imanla düzenleyen
kulumuzun ameli asla inkâr edilmeyecektir. Yâni inanan, iman kaynaklı bir hayat
yaşayan, imanını sadece iddia planında, söz planında bırakmayarak sâlih
amellerle ispat eden, fıtratına yaraşır ameller işleyen, Allah’ın istediği
hayatı yaşayan kulumuzun ameli asla inkâr edilmeyecektir. Kıl kadar bile
kendisine bir haksızlık yapılmayacaktır. Kıl ka-dar bile olsa yaptıkları boşa
gitmeyecek, kendisine asla zulmedilmeyecektir. Çünkü biz onu yazmaktayız diyor
Rabbimiz.
Evet inanarak, imanlarına yaraşır sâlih ameller işleyerek hayatlarını
Allah için yaşayanların, Allah’a lâyık bir hayat yaşayanların, Allah kontrolü altında
bir hayat yaşayanların, Allah’ın kitabına, Allah’ın yasalarına, Allah’ın
elçilerinin, imâmların hayatlarına,
örneklediklerine uygun bir hayat yaşayanların hayatlarını bereketlendirecek ve
asla zayi etmeyeceğim diyor Rabbimiz. Onların zerre kadar iyiliklerini bile
büyütülmüş olarak onlara karşılık vereceğim diyor. Evet Rabbimiz onların
yaptıklarının zerresini bile zayi etmeyeceğim diyor. Büyük küçük, gizli açık ne
yapmışlarsa, ne düşünmüşlerse, ne niyet etmişlerse tümünü değerlendirecek ve
karşılığını tastamam kendilerine vereceğim diyor. Çünkü o ameller boşa gitmesin
diye melekler tarafından sürekli yazılmakta, kaydedilmekte ve muhafaza edilmektedir.
95. “Yok ettiğimiz kasaba halkının
âhirette ceza görmek üzere Bize dönmemesi imkânsızdır.”
Evet, bu âyet-i kerîmeye üç türlü mânâ
vereceğiz:
1: Allah’ın gazabına uğrayarak yıkıma uğratılmış, helâk edil-miş
her bir kasaba halkının artık bir daha dünyaya geri dönmesi mümkün değildir.
Çünkü artık Allah tarafından onların defterleri dürülmüştür. Allah’ın gazabına
uğrayarak gebertilmiş olan bu insanlara artık bir daha denenme fırsatı
tanınmaz. Öyleyse ey insanlar, Rab-binizin yıkımı, helâki gelip de defteriniz
dürülmeden önce, fırsat el-deyken Rabbinize kulluğa dönün. O’nun elçilerinin
örnekliğinde sâlih ameller işlemeye ve Rabbinizi kendinizden razı etmeye çalışın.
2: Helâk ettiğimiz, yıkıma uğrattığımız her bir kasaba halkı
mutlaka dirilerek yaşadıkları hayatın hesabını ödemek üzere Bizim huzurumuza gelmemeleri,
unutulmaları, sümenaltı edilmeleri, hesaptan, Bizim sorgulamamızdan
kurtulmaları asla mümkün değildir. El mahkum herkes dirilecek ve Bizim
huzurumuza gelecektir.
3: Veya bir üçüncü mânâsı da şöyle olabilir: Ahalisi bize
isyan içinde, Bizim elçilerimize isyan içinde bir hayat yaşayıp ta bu isyanlarından
ötürü kendilerine azabımızı, helâkimizi takdir edip kararlaştırdığımız hiçbir
kasaba halkına artık asla tövbe imkânı, isyandan itaate, küfürden, şirkten
İslâm’a dönme fırsatı verilmez. Bir kere helâklerine hükmettik mi artık onlara
hiçbir mühlet tanınmaz. Onlara göz açtırılmaz diyor Rabbimiz.
96. “Ye'cuc ve Me'cuc'un seddi
yıkıldığı zaman her dere ve tepeden boşanırlar.”
Kehf sûresinde Zülkarneyn (a.s) in
Ye’cuc ve Me’cüc için bir set yaptığı ve onları yıkılması mümkün olmayan bu
seddin arkasına hapsederek o bölge insanını onların belâlarından koruduğu, ama
kı-yâmetin gerçekleşmesiyle bu seddin yıkılıp onların bırakılacağı ve dalgalar
halinde birbirlerine girerek arza yayılacakları anlatılmaktadır. Bunu kıyâmet
alâmetlerinden sayanlar olmuş. Öyle bir zaman gelecek ki tıpkı barajların
setlerinin yıkılıp da muhteşem suların akması gibi bu sed de yıkılacak ve bu
Ye’cuc ve Me'cüc yeryüzüne dağılacaktır deniyor. Ama bu inşallah bizi üzmeyecek
zaten kıyâmetle birlikte yeryüzünde bizim hayatımız da bitecektir. Kıyâmetin
kopmasından kısa bir süre önce Rabbimiz yeryüzündeki mü’min kullarının canını
alacak ve kıyâmet kâfirlerin üzerine kopacaktır. Rabbimiz kıyâmetin dehşetinden
mü’min kullarını koruyacaktır.
97. “Gerçek vaat yaklaşmıştır. O zaman
inkâr edenlerin gözleri beleriverir:” Vah bize! Bundan önce gaflet içindeydik,
hem de zalimdik” derler.”
Evet gerçek vaat, kıyâmet günü, kıyâmet
saati yaklaşmıştır. İnsanların defterlerinin dürülüp, hesaplarının görüleceği
zaman yaklaşmıştır. O kıyâmet saati ona hazırlıksız olan kimselere ansızın gelecektir.
Zira kendileri kıyâmetin geleceğinden gafil bir şekilde dünyaya dalmış, onu
hatırlarından çıkarmış ve böylece lüzumsuz şeylerin peşine takılmış insanlar
için elbette kıyâmet ansızın gelecektir. Kıyâmete inanmayan ve onun hazırlığı
içinde Allah için bir hayat yaşamayan insanlar onun kopmasına yakın bir dönemde
alâmetler belirdiği zaman bile uyanmayacaklar, o zaman bile oyun ve oynaşlarını
sürdüreceklerdir. Onun için şuurları yerinde değilken, haberleri yokken kıyâmet
gelip onların tepelerinde patlayacaktır. Artık ondan sonra pişman olma ve
geriye dönme imkânı da kalmayacaktır.
O gün kâfirlerin gözü belerip
kalmıştır. Ona inanmayanların gözleri dehşet ve korkudan yuvalarından, yerlerinden
fırlayacak hale gelmiştir. Ve gözleri zillet içinde donup kalmıştır,
donakalmıştır. Evet o gün kâfirler zelil, hor, hakir, gözleri önlerine düşmüş,
suspus olmuşlardır. Kıyâmet sûresinin ifadesiyle bâsira olmuştur. Yâni Abus bir
çehre olarak pusarır, asılıp kalır o gün kâfirler. Suçundan dolayı, kaybından
dolayı, ayıbından dolayı, ıstırabından, üzüntüsünden dolayı suspus olmuş,
yıkılmış bitmiş tükenmiştir kâfirler. Böyle bir durumda diyorlar ki bakın
alçaklar:
Vah bize! Eyvah biz! Biz bundan önce bu
kıyâmetten gaflet içindeydik, hem de zalimdik diyorlar. Aslında bugünle uyarıldık,
ama biz bu kıyâmetten gaflet içindeymişiz. Uyarılara kulak asmayan zalimlermişiz
meğer diyecekler. Gerçeği bütün çıplaklığıyla anlayacaklar ve kuzuya dönecekler.
Evet alçakların tüm kâfirlikleri, tüm müşriklikleri, tüm
müstekbirlikleri bitmiştir. Tüm tâğutlukları son bulmuş, tüm zulümleri ve şir-retlikleri,
azgınlıkları kalmamış. Ne Rablikleri kalmış, ne ilâhlıkları kal-mış, ne
krallıkları, ne egemenlikleri kalmış. Ne biz bilirizleri, ne biz ya-parızları
kalmış. Her şeyleri bitmiş suspus olmuşlar ve korku içinde, dehşet içinde
zalimliklerini itiraf ediyorlar. Kış sineği gibi başlarına gelecek felâketi
beklemektedirler. Çünkü artık gerçeği anlamışlardır alçaklar. Allah’ı
diskalifiye ederek, Allah’la, Allah’ın elçileriyle sava-şarak, Allah’a
kulluktan kaçarak bir hayat yaşamakla ne kadar büyük zulümler işlediklerini
anlamışlar.
Allah
yerine koyup, Rab makamına oturtup kanunlarını uygulamak için çırpındıkları,
hatırlarını kazanmak için koşturdukları tâğut-ların, modanın, çevrenin,
âdetlerin ve tüm yapay tanrıların ve tanrıçaların meğer Allah’ın ortakları olmadıklarını,
meğer onların hiç bir güç ve kuvvete, hiç bir yetki ve salahiyete sahip olmadıklarını,
onların da kendileri gibi âciz birer varlık olduklarını, Rab olmaya, İlâh
olmaya, kanun koymaya, din belirlemeye, hayat programı tespit etmeye, ha-tırı
kazanılmaya lâyık olanın da sadece Allah olduğunu anlamışlardır artık.
Anlamışlardır ama zaten inkârı mümkün olmayan, reddedilmesi mümkün olmayan bir
ortamda anlamışlardır. Bakın onlara denilecek ki:
98. “Siz ve Allah'tan başka
taptıklarınız cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz.”
Evet ey kâfirler, sizler de, Allah
berisinde tapındıklarınız da, sizler de, sizleri Allah berisinde kendilerine
tapınmaya çağıran tanrı taslakları da cehennemin yakıtı olacaksınız. Hepiniz,
tapınanlarınızla, tapınılanlarınızla çaresiz oraya gireceksiniz. Tanrılarınız
da, kullarınız da cehennemi boylayacaksınız.
Tabi
bu kâfirlerin dün ve bugün tanrı bilip tapınmaya çalıştıkları kimi varlıklar
bunun dışındadır. Hıristiyanların tanrı bilip kulluk etmeye çalıştıkları Îsâ
(a.s), Yahudilerin tanrılaştırdıkları Üzeyr (a.s) ve müşriklerin tapındıkları Allah’ın
melekleri bunun dışındadır. Çünkü Allah’ın bu sâlih kullarının hiçbirisi
kendilerini insanlara tanrı olarak takdim etmemişler, insanlardan kendilerine
asla kulluk istememişlerdir. Bunların hiçbirisinin bu kâfirlerin tapınmaları
konusunda hiçbir sorumlulukları yoktur.
Ama
insanlara egemenlik taslayan, tanrılık taslayan, insanları kendisinin
İlâhlığına çağıran, insanları kendisini dinlemeye çağıran, insanları kendi
yasalarına kulluğa çağıran tüm tanrı taslakları cehennemin yakıtı olacaktır.
Aynı zamanda insanları kendisine kulluğa çağırmamakla birlikte, ama kendisinden
başka insanlara kulluğa çağıran, insanların yasalarına itaate çağıranlar da
cehennemin yakıtı ola-caklardır. Ne tanrılar kullarını, ne de kullar
tanrılarını cehenneme yu-varlanmaktan kurtaramayacaktır.
Her kim ki Allah’ı reddederek, Allah’ın dinini yok farz ederek,
Allah yasalarını örterek, kendisini İlâh makamında görerek, insanlara tanrılık
taslayarak, benim yasalarıma tabi olmak zorundasınız, benim istediğim gibi yaşamak
zorundasınız derse kesinlikle bilesiniz ki o zalimdir ve onun yeri cehennemdir
diyor Rabbimiz. Evet her iki taraf ta cehennemdedir o gün.
Kâfirlere o gün pişmanlıkları hiçbir şey fayda sağlamayacak.
Çünkü onlar zalimdiler. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp O’nun berisinde bir takım
âciz varlıklara tapınarak haksızlık yapıyorlardı. Allah berisinde bir takım
insanları hayatlarında egemen kabul ederek, onların yasalarını uygulayarak,
Rahmânın hakkını vermiyorlardı. Kitabın hakkını vermediler. Peygamberin hakkını
vermediler. Çünkü onlar olmamaları gereken yerde oldular. Bulunmamaları gereken
konumda bulundular. Kendilerini Rablerine kulluk makamından uzaklaştırdılar.
Küfür ortamında, şirk ortamında tutarak kendi kendilerine zulmettiler. Dinlenmesi
gereken makamı dinlemeyip, dinlenmemesi gereken makamı dinlediler. Rahmânın
zikrine karşı kör ve sağır kesildiler. Vahiyle beraber olmadılar. Hayat
programlarını vahiyden almadılar. Rahmânın kendileri için, kendi cennetleri
için, kurtuluşları için açtığı rahmet kapısını kapattılar. Şimdi artık kendilerini
saptıranlarla beraber cehenneme yuvarlanıyorlar. Üstelik Allah’ın azabını bu
tanrı taslaklarıyla birlikte tatmış olmaları, yâni azabı tanrılarıyla paylaşmaları,
aynı azabın içinde olmaları onlara hiçbir fayda vermeyecektir.
99. “Eğer bunlar İlâh olsaydı cehenneme
girmez-lerdi; hepsi orada temelli kalacaktır.”
Evet eğer bu tapındıklarınız tanrı
olsalardı elbette cehenneme gitmeyeceklerdi. Eğer gerçekten bu Allah berisinde
kendilerinde güç kuvvet gördükleriniz tanrı olsalardı hiç cehenneme girerler miydi?
Allah berisinde kendilerinde bir yetki olsaydı kurtarmazlar mıydı kendilerini
bu ateşten?
100. “Orada onlara ah etmek vardır; bir
şey de işi-temezler.”
Onlar için orada içinde bulundukları
dayanılmaz azaptan ö-türü zor nefes alma, derinden derinden ah çekmeler,
pişmanlıklar, nedametler, dövünmeler vardır ve asla işitmezler de. Kendilerinden
yardım isteyen kullarının yardım çağrısını da işitmezler onlar. Ama beri
tarafta:
101. “Yaptıklarına karşılık katımızdan
kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak
tutulanlardır.”
Dünyada işledikleri sâlih amellerine
karşılık Bizim katımızdan kendilerine Hüsnâ yazılanlar, rahmet ve cennet takdir
edilenler cehennemden, ateşten uzak tutulacaklardır. Dünyada Allah’ın hidâyetine
tabi olanlar, Rablerinin koruması altına girenler, imâmların, elçilerin yol
gösterisine uyanlar, yollarını yol bilene sorarak yaşayanlar, yol göstericinin
elinden tutarak hayat yaşayanlar var ya, işte onları cehenneminden koruyacaktır
Rabbimiz. Onlar için korku da yoktur, mahzun olmak ta.
Yâni
ne cehenneme gitme korkusu, ne de cenneti kaybetme hüznü olmayacaktır onlar
için. Korku da yok, mahzun olma da yoktur. Yine onlar için yaptıklarının boşa
gitme korkusu yoktur. Zira Rableri onların kendisi için yaptıkları tüm
amellerini, tüm döktükleri terlerini, akıttıkları her damla kanlarını,
harcadıkları tek kuruşlarını, attıkları her bir adımlarını, tükettikleri her
bir nefeslerini garanti ediyor. Kulum, on-lar Benim yanımda emanette kalsın,
onlara muhtaç olduğun bir dönemde onları Benden alırsın diyor. Cennete girmek
için mi lâzım oldu? Cehennemden kurtuluş için mi lâzım oldu? O zaman onları Benden
alırsın diyor.
Evet Enbiyâ sûresinde anlatılan Enbiyâya, imâmlara, Allah
elçilerine tabi olan, takvayı seçen, gayba inanan, namaz kılıp, infak eden,
hayatını Allah için yaşamaya karar veren ve hayatı boyunca iyi bir müslüman
olmak için çırpınanlar cehennemden korunacaktır.
102. “Cehennemin uğultusunu duymazlar.
Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar.”
Onlar cehennemin uğultusunu bile
duymazlar. Canlarının istediği her şeye sahip olarak onlar cennette ebedî kalırlar.
Kur’an’ın anlatışına bakılırsa cehennemin sanki bir insan
gibi ne yapacağını? Ne edeceğini? Kime azap edeceğini bilen şuurlu bir varlık
olarak anlatıldığını görürüz. Cehennem müşterilerini tanımaktadır ve uzaktan
onları gördüğü zaman:
Bu ateş, onlara uzak bir yerden
gözükünce, onun kaynamasını, öfkesini ve uğultusunu işitirler.”
(Furkân 12)
Sanki müşterilerini tanıyor ve uzaktan onları görünce de kükremeye,
homurdanmaya başlıyor.
“Cehennem, yalnız azgınları bekleyen
yerdir. Dönecekleri yer orasıdır.”
(Nebe’ 21,22)
Evet işte cehennem sanki şuurlu bir varlık olarak böyle korkunç
bir bekleyicidir. Bekledikleri içine atıldığı zaman da Mülk sûresinin
ifadesiyle:
Evet insanlar oraya atıldıkları zaman,
o çılgın ateşe yuvarlandıkları zaman onun bir kükreyişini, bir hırlayışını, bir
uğultusunu işitirler ki, sanki çıldırıyor, sanki kükrüyor. Müşterilerinden her
bir grup, her bir alay atıldıkça gazabından kükreyerek çıldıracak duruma gelir
diyor Rabbimiz. İşte o mükramun olan mü’minler, değil O cehenneme atılmak, onun
bu uğultusunu bile duymaktan korunacaklardır.
Ve onlar o cennette canlarının çektiği
her şey olduğu halde, arzu ettikleri her şeyin içinde ebediyen yaşayacaklardır.
O cennette sizin canınızın çektiği her şey vardır. Yâni ne arzu ederseniz hepsi
vardır orada. Neyin gelmesini isterseniz mutlaka o size getirilecektir orada.
Canlarının çektiği türden her çeşit meyveler,
istedikleri tatta, istedikleri renkte, istedikleri büyüklükte ve
olgunlukta meyveler, kuş etleri, şarap ırmakları, su ırmakları, bal ve süt
ırmakları, tertemiz eşler her şey vardır onlar için. Orada mahrumiyet yoktur.
Orada üzüntü ve-rici herhangi bir şey yoktur.
Orada
insanın beğenmeyip burun kıvıracağı hiçbir şey yoktur. Orada zevk vardır, orada
razı oluş vardır, orada istenilen her şeye ulaşma vardır. Orada hoşnutluk,
orada Allah’ın nîmetlerinin insanın yüzüne, içine, kalbine, benliğine sinmesi
vardır. Orada Allah’ın nî-metlerinin eseri insanın yüzünde, gözünde ve tüm
benliğinde hisse-dilecektir. Sevinçleri, memnuniyetleri, yüzlerinde,
gözlerinde, halle-rinde ve tavırlarında etrafa taşacaktır. Yâni onları görenler
her taraf-larından bu nîmetlerin sevincinin aktığını hissedecek. Nîmetlerin eseri
her hallerinden görünür biçimde bir sevinç vardır yüzlerinde ve bu nîmetleri
asla kaybetmeden ebediyen bir hayat vardır onlar için.
103. “En büyük korku bile onları üzmez;
kendilerini melekler: “Size söz verilen gün işte bugündür" diye karşılarlar.”
Evet boru çalındığında, sura üflendiğinde, insanların
akıllarını zayi eden, yüreklerini hoplatan kıyâmet gerçekleştiğinde, o gün gerçekten
çok çetin, çok zorlu bir gündür. İnsanların zorlanacağı bir gündür o gün.
Rabbimizin ifadesiyle kâfirler için hiç kolaylanmayacak bir zorluk günüdür o gün.
Ama o günün dehşetinden, o büyük günün felâketinden Rabbimiz mü’minleri koruyacaktır.
O gün mü’minler hiç etkilenmeyecektir.
Ayrıca melekler o müminlere inecekler, onları karşılayacaklar
ve diyecekler ki: Ey mü’minler, sakın korkmayın! Sakın üzülmeyin! İş-te bugün
size vaad edilen gündür. Rabbinizin kitabında size vaad ettiği bir gündür
bugün. Bugün sizin inandığınız, iki kaşınızın arasında canlı tuttuğunuz, bir an
bile unutmadığınız, bir ömür boyu kazanmak için çırpındığınız kıyâmet günüdür.
Siz zaten bugünü biliyordunuz. Siz zaten bir ömür boyu bugünün heyecanıyla
çırpınıyordunuz. Her an Allah’la karşı karşıya gelivereceğinize inanıyordunuz. Yâni her an ölüp de Allah’ın
huzuruna çıkacakmış gibi yaşıyordunuz. Ha şu köşeyi döndüm dönmeden, ha şu sözü
bitirdim bitirmeden, ha şu lokmayı yuttum yutmadan ölüm geliverecek ve biz
hesap kitap için Rabbimizle karşı karşıya geleceğiz hesabı içinde yaşıyordunuz.
Ölümü her an yanınızda biliyordunuz. Ölüm için hazırlık yapıyordunuz, hesabı
kitabı sağlam tutuyor, kasa hesabını her an sıfırlayıp rahat bir şekilde her an
ölümü bekliyordunuz. İşte size vaad edilen gün, size vaadedilen cennetle
sevinin! Rabbinizin mükafatlarıyla sevinip coşun! diyorlar.
Allah’ın melekleri onlara gidecekleri yer konusunda,
başlarına gelecekler konusunda hiç korkmamalarını, serin olmaları söylerler.
Dünyada, yaşadıkları hayatta tüm kötülüklerin sona erdiğini, tüm sı-kıntıların,
tüm meşakkatlerin bittiğini ve bundan sonra sonsuz hayırların başladığını haber
verirler. Korkmayın ey müslümanlar! Mahzun da olmayın! Ne geçmişiniz konusunda,
ne de geleceğiniz hususunda endişe etmeyin! Sizler Allah yolunda olduktan
sonra, hayatınızı Allah için yaşadıktan sonra, Sırat-ı Müstakimde olduktan
sonra, geçmişiniz konusunda da, geleceğiniz konusunda da hiçbir endişeniz
olmasın! Vaad olunduğunuz cennetle sevinip coşun derler.
104. “Göğü, kitap dürer gibi dürdüğümüz
zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir söz olarak onu
tekrar var edeceğiz. Doğrusu Biz yaparız.”
Evet göğü kitap dürer gibi dürdüğümüz,
gökyüzünün defterini dürdüğümüz gün, yaratmaya ilk başladığımız gibi onu
yeniden var edeceğiz, ya da onu yine eski durumuna iade edeceğiz. Yâni gökyüzünü
ve tüm mahlukâtı ilk defa nasıl yaratmışsak ikinci defa öylece yaratacağız. Katımızda
vaad edilmiş bir söz olarak Biz muhakkak bu-nu yapacağız.
Hani sûrenin 30. âyetinde
Rabbimiz:
"İnkâr edenler görmüyorlar mı ki
gökler ve yer bitişikti de biz onları ayırdık."
Buyurmuştu ya, işte burada da eski
haline getirileceği anla-tılıyor. İşte dünyadaki bizim imtihanımız için, bizim
imtihan salonu-muzun oluşması için bir komutla bu ikisini ayıran, bu ikisini
imtihan konumuna getiren Allah, şimdi de imtihanın sona ermesiyle, imtihan
sonuçlarının okunma döneminin gelmesiyle artık gökle yeri eski haline döndürüveriyor.
Yâni daha önce bir komutla imtihan konumuna getirilen sema ve arz, bu defa da
ikinci bir komutla hesap konumuna getiriliyor. Hesap kitap konumu alın! diyecek
Rabbimiz ve sema da arz da eski hallerine getirilecek Allahu âlem.
Evet gökleri ve yeri yaratan Allah,
göktekileri ve yerdekileri yaratan Allah, tüm bu varlıkları yaratan, gökleri ve
yeri yaratan Allah, sizi ilk defa yaratan Allah sizi ikinci defa yaratamaz mı?
Bütün bunlara güç yetiren Allah sizi ikinci defa yaratmaya güç yetiremez mi?
105. “Andolsun ki, Tevrat'tan sonra
Zebur’da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.”
Tevrat’ta da, Tevrat’tan sonra Zebur’da da
yeryüzünde kulları adına yazdığı, belirlediği bir yasasından söz ediyor
Rabbimiz. Tüm kitaplarında yazdığı ve yeryüzünde hiçbir zaman değişmeyen bir ya-sa
ki; yeryüzüne sâlih kullar vâris olacaktır. Yeryüzünde sâlih mü’-minler egemen
olacaktır. Bu Allah’ın değişmeyen bir vadidir. Sâlihler, yeryüzünde ıslahtan
yana olanlar, yeryüzünde Allah’ın kulluk programının icrasından yana olanlar,
Allah’ın koyduğu yasalara riâyet ederek bir hayat yaşayanlar, Allah’ın düzenini
bozmadan yaşayanlar, bozgunculuk yapmayanlar, düzen bozmadan yana olmayanlar,
fesat çıkarmayanlar mutlak sûrette yeryüzüne egemen olacaklardır. Rab-bimiz
arzını her zaman sâlih kullarına vaad
etmektedir. Hiç şüphemiz olmasın ki tüm dünya yakında gerçek sahiplerini
bulacak ve müslümanlar tüm dünya egemenliğine sahip olacaklardır.
Bu
yeryüzünde Rabbimizin değişmeyen yasasıdır. Sâlihler, müslümanlar yeryüzünde
zayıf da olsalar, sayısal yönden az da olsalar, müstekbirler tarafından köle
konumuna düşürülmüş de olsalar, eğer sabrederler, müstekbirler karşısında
dirençlerini kaybetmezler ve Allah’ın kendilerinden istediği gibi olmaya çalışırlarsa
sonunda mutlaka Allah’ın yardımı gelecek ve düşmanları helâke mahkum olurken
kendileri de yeryüzüne egemen olacaklardır. Bu Allah’ın yeryüzünde hiç
değişmeyen bir yasasıdır, tarih bunun örnekleriyle doludur.
Zira Allah sözünden dönmeyendir. Rabbimiz kullarına bir şey
vaadetmişse o mutlaka gerçekleşecektir. Allah’ın kelimelerinde, Allah’ın
yasalarında asla değişiklik olmaz. Geçmiş toplumlarda da bu böyle olmuştur.
Tarihin her bir döneminde sâlihlere, mus’taz’aflara, zalimler tarafından ezilmiş,
horlanmış, hayat hakları ellerinden alınmış müslümanlara Rabbimizin bu vadi
aynen gerçekleşmiştir. Rabbimiz vaad etmişti kendilerine. Arz Benimdir demişti.
Oraya dilediklerimi, lâyık olanları vâris kılarım demişti ve işte böylece bunun
gerçekleştiğini görüyoruz.
Evet eğer bizler de bugün sabreder,
Allah’ın bizden istediği kulluğa devam eder, geri adım atmaz, bütün güç ve
kuvvetin Allah’ta olduğunu bilir ve O’nun yardımı konusunda ümitsizliğe düşmez,
Allah’ın istediği kulluktan vazgeçmez, yılgınlık göstermez, direnir, dayanır ve
Allah’tan yardım istersek bilelim ki yeryüzünün
sahibi O’dur, kullarından dilediğini ona vâris kılar. Tabi Allah’tan yardım
dilemek de O’nu Rab bilmeye, O’nu Melik, Kahhâr ve Hakim bilmeye ve tanımaya
bağlıdır. Öyle bir Allah’a iman edeceğiz ki O yalnız kendisinden yardım
istenen, yalnız kendisine güvenilen, yalnız kendisine sığınılan, yalnız kendisine
kulluk edilen, her şeye güç yetiren bir Allah olacak. Böyle bir Allah’a iman
edip güveneceğiz.
Bir
de sabredeceğiz. Her şeye rağmen Allah’a kulluğa sabır. Her şeye rağmen
Allah’ın istediklerini yapmaya devama sabır. Düşmanlarımız güçlü olsalar da,
Allah’ın bize karşı yardımı gecikse de, dostlarımız az olsa da, en kötü şartlar
altında bulunsak da yılmadan, yıkılmadan yine kulluğumuza devam edeceğiz.
Böylece biz bize düşeni yerine getirirsek yeryüzünde değişmeyen yasası gereği
Rabbi-miz yeryüzün mirasını bize devredecek, yeryüzünün egemenliğini bi-ze
verecektir.
106,107. “Doğrusu bu Kur’an’da, kulluk
eden kimselere açık mesaj (Gerçek bir çıkış yolu) vardır. Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere
rahmet olarak gönderdik.”
Evet muhakkak ki bu Kur’an’da,
Kur’an’ın içindeki bu sûrede kulluk edecekler için, ibret alacaklar için, bununla
yol bulup Allah’ın istediği bir hayatı yaşayacaklar için apaçık mesajlar
vardır. Evet hayatlarını bu kitapla düzenlemek isteyen fert ve toplumlar için
bu Kur’-an’da yeteri kadar öğüt, nasihat, bildiri vardır. Tek başına bu sûre bi-le
kendisine müracaat edenleri Hakka, doğruya, Allah’ın istediği bir hayata yönlendirmeye
yetecektir. Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. Peygamberin gelişi
tüm âlemler için Rabbimizin rahmetinin gereğidir. Rabbimiz tüm dünya
insanlığına bu son elçisini rahmet olarak bağışta bulundu. Hem o peygambere
iman etmiş müminlere, hem de ümmet-i dâvet dediğimiz tüm diğer insanlara rahmettir
peygamber. Rabbimizin biz kullarına açtığı en büyük rahmet kapısıdır. Allah’ın
size karşı en büyük rahmetidir O. Tüm âlemlere rahmettir.
Rabbimiz
sahâbe ve tüm insanlık için kendilerinden, kendi içlerinden bir peygamberi
Resul olarak göndermiştir. O peygamber onlara Allah’ın âyetlerini okuyor,
Allah’ın âyetleriyle onlara yol gösteriyor. Müjdeler veriyor, âyetlerle onları
uyarıyor, âyetlerle onların gün-demlerini belirliyor, ne yapacaklarını, nasıl
bir hayat yaşayacaklarını âyetlerle onlara beyan ediyor. Sonra bu peygamber
onları tezkiye e-diyor, temizliyor. Onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor. Halbuki
onlar da-ha önceleri, kendilerine böyle bir elçi gelmeden önce apaçık bir sapıklık
içindelerdi. Bu peygamberin gelişinden önce cahildiler. Vahiyden uzak bir
körlük, bir bilgisizlik ve şaşkınlık içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.
O peygamber insanları tezkiye ediyor. İnsanları arındırıp tertemiz
hale getiriyor. Küfürden, şirkten, nifaktan, cahiliyeden insanları arındırıyor.
Onların vicdanlarını, kalplerini, düşüncelerini, niyet ve amellerini, aile
hayatlarını, sosyal ve içtimaî yaşantılarını, hayat programlarını temizliyor.
İnsanları her türlü bâtıl düşüncelerden, efsane-lerden temizleyerek onları apaçık
imana ve hidâyete ulaştırıyor. Peygamber olarak geldiği toplumu, dünyanın en
vahşi bir toplumunu dün-yanın en medeni toplumu haline getiriyordu. Dünyanın en
zalim insanlarını âdil hale getiriyordu. Belki dünyanın en cahilleri olan bir
toplumu dünyanın en âlimleri haline getiriyordu, dünyanın hocası haline getiriyordu.
Mekkelileri,
Medinelileri sonra da tüm dünya insanlığını hidâyete ulaştırıyor, tertemiz hale
getiriyordu. Çünkü o peygamber sadece kendi dönemine değil, tüm âlemlere rahmet
olarak gelmişti. Yâni peygamberin
misyonu sadece kendi döneminde bitmeyecek, kıyâmete kadar devam edecekti.
Kıyâmete kadar bu din kendilerine ulaşan herkese uyarısı devam edecekti.
Kıyâmete kadar her dönem in-san-lığı bu kitapla temizlenecek, bu peygamberin
sünnetiyle, bu peygamberin tertemiz hayatıyla arınmasını sürdürecektir. Ama bu
kitap ve bu kitabın pratiği olan peygamberin sünnetinden uzak kalanlar da yeryüzünde
pisler olarak, necisler olarak hayatlarını sürdürerek apaçık bir sapıklığı
yaşamaya devam edeceklerdir.
Evet peygamber rahmettir. Peygamber Rabbimizin rahmetidir.
Rahmân olan Allah bize rahmeti gereği Peygamberini göndermiştir. Peygamberlerin
gönderilmesi mahza Rabbimizin rahmetidir. Rabbi-miz kullarını karanlıklar
içinde bocalar bir vaziyette bırakmak istemediği için kitapla birlikte
peygamberini göndermiştir. Hakkı bâtılı, hidâyeti dalâleti, doğruyu yanlışı
anlayabilmeleri için kullarına bu kitabı ve peygamberini göndermiş ve kendi
bilgisiyle kullarını bilgilendirmiştir. Allah bu elçilerini seçip bize
göndermeseydi, onları kendi bilgisiyle bilgilendirip bize örnek yapmasaydı biz
ne yapardık? Bu dünyada Allah’ın bizden istediği kulluğu nasıl bilebilirdik?
Yeryüzünde peygamberin ve peygamber yolunun yolcusu
mü'minlerin varlığı tüm insanlar için rahmettir. Müminiyle, kâfiriyle tüm
insanlık için peygamber ve onun yolunun yolcusu olan müslümanlar rahmettir.
Peygamberler yeryüzünde toplumlar için rahmettirler. Allah’ın tüm kutlu
elçileri insanlara Allah’ın rahmet kapılarının açılışı konusunda birer vasıtadırlar.
Birer sebeptirler. Allah onları toplumlarının kurtuluşu adına seçmiş, onlara
kendi bilgisinden bilgi göndermiş ve onlar aracılığıyla insanlara rahmetini
ulaştırmıştır.
Meselâ
bazen koskoca bir toplumda sadece bir tek kişinin kurtuluşu için şerefli bir
Nuh peygamberini 950 sene tebliğle görevlendirmiş. Şimdi nasıl oluyor da bu
kâfirler kendilerinden bir tek insanı kurtarabilmek için bu kadar sıkıntılara
katlanmış, kendilerinin kurtuluşu için gelmiş, kendilerinden gelebilecek her
türlü sıkıntılara, yalanlamalara göğüs germiş, kimisi memleketinden sürgün
edilmiş, kimisi belinden testereyle biçilmiş, kimisi değişik işkencelere göğüs
germiş bu peygamberlerin ortadan kaldırılmasını isteyebilmektedirler? Nasıl
oluyor da bu insanlar mahza kendilerinin kurtuluşu için, kendilerinin cenneti
için gelmiş bir vahyin, bir kitabın ortadan kaldırılmasını istemektedirler?
Nasıl oluyor da böyle bir peygamberin sünnetini ortadan kaldırmak için say
edebiliyorlar?
Ya
da nasıl oluyor da kendileri için denge unsuru olan, kendilerinin kendilerine
bakarak yanılgı noktalarını anlayacakları hayatlarında kıstas olan mü'minlerin
ortadan kaldırılmalarını isteyebilmektedirler? Bunu anlamak, buna hayret
etmemek mümkün değildir. Yeryüzünde vahyin ortadan kaldırılmasını istemek,
yeryüzünde peygamberin yolunun, peygamberinin anlayışının, peygamberin
sünnetinin ortadan kaldırılmasını istemek yeryüzünde varlıkları mahza rahmet
olan mü'minlerin varlıklarının ortadan kaldırılmasını istemek en büyük
ahmaklıktır, en büyük aptallıktır ve bunu kâfirlerden başkası da isteyemez.
108. “De ki: “Doğrusu İlâhınızın tek
bir İlâh oldu-ğu bana şüphesiz vahy olundu. Artık müslüman olacak mısınız?”
Evet de ki, peygamberim, bana Rabbim
vahy ediyor. Ben bunları size kendimden değil, Rabbimden okuyorum. Ben de sizin
gibi bir insanım. Ancak benim sizden bir farkım var, o da Rabbim bana vahy
ediyor. Rabbim kendi bilgisinden bana bilgi ulaştırıyor. Rabbim sizin
hayatınıza karışma konusunda beni sözcü seçti ve size söyleyeceklerini benimle
söylüyor. Değilse ben sizlerden farklı birisi değilim. Ben de sizin gibi bir
kulum, bir beşerim. Bu dinin, bu kitabın sahibi ben değilim. Bu konuda sizi
zorlayamam. Sizin kalplerinize nüfuz edip zorla bu mesajı size empoze edemem.
Ancak bu mesajı dinlemek ve kabullenmek isteyenlere ulaştırabilirim ben. Beni
rahmet bilenlere rahmet olabilirim.
Rabbim
bana kendi bilgisinden vahiy göndermektedir. Onunla hayatımızı düzenleyelim
diye bana kitap gönderiyor. O halde beni dinleyin. Bana tabi olun. Rabbim bana
gönderdiği o mesajında diyor ki, sizin İlâhınız bir tek İlâhtır. Rabbim bana
vahy ediyor ve bildiriyor ki, kendisinden başka İlâh yoktur. Kulluk edilmeye
lâyık tek İlâh O’-dur. Hepimizin, sizin de, benim de İlâhımız tek bir İlâhtır.
Hepimizin kendisini dinleyeceğimiz, hepimizin boyunlarındaki kulluk ipinin ucu
elinde olan İlâhımız, Rabbimiz tek İlâhtır, tek Rab tır.
Ben
nasıl sadece O’na kulluk ediyor, sadece O’nu dinliyor ve sadece O’nun çektiği
yere gidiyorsam, sizler de yalnız O’nu dinlemek ve sadece O’nu razı etmek
zorundasınız. O’ndan başkalarını İlâh bilmeyin. O’ndan başkalarına kulluk yapmayın.
Sığınılacak tek varlık O’dur, O’ndan başkalarına sığınmayın. Kendisine dua
edilecek tek varlık O’dur, O’ndan başkalarına sığınmayın. Sözü dinlenecek tek
varlık O’dur, O’ndan başkalarının koyduğu kanunlara ve kurallara ita-at
etmeyin. Hayatınızda yalnız O’nu memnun etmeye çalışın, yalnız O’nun çektiği
yere gidin, yalnız O’nun programını icra edin.
Artık teslim olmayacak mısınız? Artık müslüman olmayacak
mısınız? Rahmeten lil âlemin olarak size gönderilen elçinize, o elçinizin size
getirdiği kitaba iman edip tek olan İlâhınızın istediği bir hayata yönelmeyecek
misiniz?
109, 110. “Eğer yüz çevirirlerse, de ki: “Size düpe-düz
açıkladım; tehdit olunduğunuz şeyin yakın mı uzak mı olduğunu bilmem. Doğrusu
O, açığa vurulan sözü de bilir, gizlediklerinizi de bilir.”
Evet ey peygamberim, onları böyle açık
ve net bir biçimde uyardıktan sonra eğer hâlâ yüz çevirirlerse onlara de ki,
ben bana düşeni yaptım. Artık bu küfürlerinizin, bu isyanlarınızın karşılığı
olan bir dünya azabı, bir dünya yıkımı, ya da sizlerin tehdit olunduğunuz
kıyâmet saatinin yakın mı, uzak mı olduğunu ben bilmiyorum.
Ey kâfirler, benim Rabbimden getirdiğim
bu mesajımı reddetmenizin, Allah’la savaşa tutuşmanızın karşılığında hak
ettiğiniz azabın size ne zaman geleceğini ben bilmiyorum. Onu ancak Rabbim
bilir. Azabın ne zaman geleceğini, yahut size ne kadar bir süre tanındığını ben
değil Rabbim bilir. Bu konuda karar verecek olan ben değil Rabbimdir. Bu
konudaki ilim sadece Allah katındadır. Ben bunun bilgisine sahip değilim. Ben
kaderin bilgisini bilmem. Ben gaybı bilmem, ben sadece benimle gönderilenleri
size ulaştırıyorum. Ben Rabbimin bana indirdiği şeyleri size söylüyorum,
ötesini bilmem, bilemem ben.
Onun görevi sadece Allah’tan gelenlere tabi olmak ve onu
Allah’ın istediği biçimde Allah kullarına ulaştırmaktı, gerisini bu dinin
sahibine bırakmaktı.
Ve
işte bakın Allah’ın Resûlü aynı şeyi yapıyordu. Yâni ben kendi kaderimi de
sizin kaderinizi de bilmiyorum. İlerde bana da, size de nelerin takdir
edildiğini bilmiyorum. Çünkü ben gaybı bilmiyorum. Ben gelecekte nelerin olacağını,
sizi de beni de nelerin beklediğini bilmiyorum. Ben ancak Rabbimden bana vahy
edilenlere uymakta-yım. Tüm bunları bilen ancak Rabbimdir. Bana düşen sadece
Rabbi-min bana indirdiklerine uymaktır. Değil sizlerin geleceği, değil sizlerin
kaderi, ben kendi geleceğimi, kendi kaderimi bile bilmiyorum. Benim kaderim
bile kendi elimde değildir. Ben hayatımın tümünde Rabbime teslim olmuşum. Ben
bir kulum ve benim Rabbim de Allahtır. Açığa vurulanı da, gizlide yapılanı da
bilen O’dur. Bana ve benim yolumun yolcusu müslümanlara kalplerinizde
taşıdığınız düşmanlıklarınızı, gizli gizli planladığınız komplolarınızı da
benim Rabbim çok iyi bilmektedir.
111. “Bilmem; belki bu gecikme sizi
denemek ve bir süreye kadar geçindirmek içindir.”
Yine ben bilmiyorum, bilmem mümkün
değil, belki de Rab-binizin size vaad ettiği azabın gecikmesi sizin için bir
imtihan sebe-bidir. Sûrenin başındaki hesabınızın görüleceği günün yaklaştığını
ifade eden Rabbimin beyanıyla anlıyorum ki, belânız yakındır. Ben bunu çok iyi
biliyorum. Ama ya pişman olup dönersiniz diye, ya da belki de azabınız, cezanız
biraz daha artsın diye Allah size imkân tanımaktadır, mühlet vermektedir. Belli
bir süreye kadar Rabbiniz sizi bu dünyada yararlandırmakta, oyalamaktadır.
Allah size mühlet veriyor. Bu dünyada arzu ve isteklerinizle
sizi baş başa bırakıyor. Dünyada imtihan gereği istediklerinizin ta-mamını size
veriyor. Dokunmuyor size. İşte sizler de dünyanın bu konumuyla aldanıp Allah’ı
atlattığınızı, başarılı olduğunuzu, doğru yolda olduğunuzu zannediyorsunuz ve
aldanıyorsunuz. Aslında u-nutmayın ki sizi imhal eden, size mühlet tanıyan
Allah’tır. Size zaman ve fırsat veren O’dur. Bilesiniz ki Rabbim imhal eder,
mühlet tanır, zaman verir, fırsat verir ama asla ihmal etmez. Çünkü Allah’ın
fendi sağlamdır. Allah’ın tuzağı, Allah’ın planı, Allah’ın tedbiri pek
yamandır. Allah tuzak kurdum mu, Allah yakaladım mı yaman yakalar, kimse O’ndan
kaçıp kurtulamaz.
Rasulullah efendimiz karşısında Mekke kâfirlerine fırsat tanıdı
Rabbimiz. Uhut’ta fırsat verdi onlara. Mûsâ (a.s) karşısında Mısır’da Firavun
oğullarına yıllar yılı fırsat tanıdı, belki adam olurlar diye. Nuh (a.s)
karşısında 950 yıl fırsat tanıdı kâfirlere, belki müslüman olurlar diye.
Allah’ın kutlu elçileri karşısında her bir dönem kâfirleri günler, geceler,
aylar, yıllar yaşayıp saltanat sürdüler. Allah dokunmadı onlara. Hemen helâk
edivermedi. Ama sonuç ne oldu? Ne yaptı Allah on-lara? Nereye gittiler? Hepsi
de geberip Rablerinin huzuruna gitmediler mi? Şimdi kendilerini alçaltacak
acıklı bir azabın içinde bağrışmıyorlar mı?
Peki
o kâfirlerin öldürdükleri, onların işkence ettikleri, zulmet-tikleri müslümanlar
ne oldular? Onlar nereye gittiler? Onlar da uğrun-da şehadeti yudumladıkları
Rablerinin cennetine gitmediler mi? Peki sonuçta kim kazançlı çıktı? Kimin
hayatı kendisi için hayırlı olmuş? Kim kazanmış, kim kaybetmiş? Acaba bu
kâfirlere verilen imkânlar, fırsatlar, galibiyetler onları Allah’ın azabından
kurtarabilmiş mi? O za-man kesinlikle bilsinler ki bu imkânlar, bu fırsatlar
kendileri için hayırlı değildir. Şu anda da tüm kâfirler akıllarını başlarına
almak zorundadırlar.
112. “Peygamber dedi ki: “Rabbim!
Aramızda gerçekle hükmet, Bizim Rabbimiz sizin her türlü nitelendirmelerinize
karşı yardımına sığınılan Rahmân olan Allah-tır.
Evet görevini en güzel bir şekilde ifa eden, insanları açık
ve net bir biçimde Allah’ın âyetleriyle uyaran Allah’ın Resûlü dedi ki, ey
Rabbim, artık aramızda hükmünü ver. Kavmimle bizim aramızı hakla, adâletinle
ayır ya Rabbi. Sen aramızda hakla hükmet ya Rabbi. Bu kâfirlere karşı vaad
ettiğin adâletin artık daha fazla gecikmesin.
Sûrenin
başındaki ifadelerle söyleyecek olursak, ey kâfirler Rabbimden getirdiğim bu
din hakkında, bu mesaj hakkında bu sihirdir, bu anlaşılmaz karmakarışık rüyadır
gibi isnatlarınıza, iftiralarınıza karşı, Allah’ın dinine karşı, müslümanlara
karşı çevirdiğiniz dolaplarınıza, hazırladığınız komplolarınıza karşı yardımına
sığınılacak olan sadece Allah’tır. Biz, sizin tüm düzenlerinize karşı Allah’a
sığınıyoruz.
Evet peygamberinin böyle demesini ve kendisine sığınmasını
istiyor Rabbimiz. Eğer bizler de tıpkı peygamberimiz gibi Rabbimize sığınır,
Rabbimizin istediği yolda olursak, kesinlikle bilelim ki tüm düşmanlarımıza
karşı bizi de koruyacak ve galip getirecektir Rabbi-miz, bu konuda zerre kadar
bir endişemiz olmasın.
Bu sûreyle alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereği gibi
iman edip amele dönüştüren kullarından eylesin. Sübhanekallahüm-me ve bihamdik,
eşhedü en lâ ilâhe illa ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.