HAC   SÛRESİ 4

Meali; 4

İlgili Hadîs. 4

Kıyamet Sarsıntısı 4

Mevcut Düzenin Bozulması 5

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali: 6

İniş Sebebi 6

Bilgisiz Tartışmak. 6

Korku Ve Ümit Bağını Koparan. 6

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali: 6

İlgili Hadîsler. 7

Kıyamet Gününde Dirilip Kalkmak. 7

Taklit Düzeyinde  İman. 7

Âyetler Arasinda Bağlantı 8

Meali: 8

İniş Sebebi 8

Bilgisiz Tartışma. 9

Allah'ı Bırakıp Başkasına Tapmak, Aşağılıktır. 9

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 9

İniş Sebebi 9

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. 10

Umudunu Kaybedenler. 10

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

İniş Sebebi 11

İlgili Hadîsler. 11

Hak Birdir, Bölünmez. 11

Varlık Âlemi Secde Halindedir. 12

İnsanın Bağlı Bulunduğu Hilkat Kanunu. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali; 13

İlgili Hadîsler. 14

Mescid-İ Haram İbâdete Kapalı Tutulamaz. 14

Beytü'l-Haram'ın İbrahim Peygambere Hazırlatılması 14

Mü'minlerin Kabe Konusunda Kendi Lehlerine Sağlayacakları  Menfaatler  14

Belli Günlerde Kurban Kesmek Ve Tekbîr Getirmek. 15

Fıkhî Yönü. 15

Âyetler Arasında Bağlanti 15

Meali: 15

İlgili Hadîsler. 16

Allah'ın Haram Kılıp Yasakladığı Şeylerden Kaçınmak. 16

Yalan Ve Putperestlik. 17

Allah'a Ortak Koşanlar Boşluk İçinde Bocalarlar. 17

Her Ümmette Kurban İbadeti 17

Devenin Ayakta Boğazlanması 18

Kesilen Kurbandan Hem Yemek, Hem De Fakirlere Yedirmek. 18

Davarların İnsanın Hizmetine Verilmesi 18

Allah Kişinin Şekline Ve Malına Bakmaz, Onun Kalbine Ve Ameline Bakar  18

İyiliği Huy Edinenler Müjdelenmektedir. 18

Âyetler  Arasında  Bağlantı 19

Meali: 19

İniş Sebebi 19

İman Birliği 19

Hainlik Ve Nankörlük. 20

Savaşmak İsteyenlerle Savaşılır. 20

Savaş Azgınlık Ve Fitneyi Durdurup Dengeyi Sağlar. 20

Tek Suçları : «Rabbımız Allah'tır» Demeleri İdi 21

Âyetler Arasında  Bağlantı 21

Meali: 21

İlgili Hadis. 21

Kitle Taassubu. 21

Arkeolojik Kalıntılar. 22

Âyetler Arasinda Bağlantı 22

Meali: 22

İlgili Hadîsler. 22

Azabın Acele Gelmesini İsteyenler. 23

Zaman Kavramı 23

Hz. Muhammed (A.S.)In Görevi 23

İman Ve Amel-İ Salih. 23

Âyetler  Arasında Bağlantı 24

Meali 24

İniş Sebebi 24

Şeytanın Vesvese Esintisi 24

Kendilerine İlim Verilenler. 25

Yorumlar-Açıklamalar. 25

Âyetler Arasında Bağlantı 25

Meali 26

İlgili Hadîsler. 26

Nîmet Külfet Karşılığıdır. 26

Saldırıya Gerekirse Misliyle Karşılık Vermek. 26

Âyetler Arasinda Bağlantı 27

Meali ; 27

Her Şey İnsanın Hizmetinde. 27

Çekim Kanunu Ve Gökteki Cisimler. 28

Öldürüp Dirilten Ancak O'dur. 28

Her Ümmete Ayrı Bir İbadet Yolu Verilmiştir. 28

İnkarcıların Yüzlerindeki Hoşnutsuzluk. 29

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 29

İniş Sebebi 29

İlgili Hadîsler. 29

Yaratma Kudreti 30

Allah'ın Kadrini  Bilip Takdir Edemediler. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 30

Meali; 31

İlgili Hadîsler. 31

Dinde Üc Önemli Konu. 31

Cihad Emri 32

Dinde Zorluk Konulmamıştır. 32

Kolaylığın Kıymetini Bilip Şükrünü Yerine Getirmek. 32

Müslüman İsmi Kimden Miras Kalmadır?. 32


HAC   SÛRESİ

 

Mekke'de inmiştir. Ancak 19. âyetten 24. âyete kadar olan kısmının Medine'de indiği söylenir. [1]Müfessir Kurtubı'ye göre, sadece üç âyeti Medine'de inmiştir. Cumhura göre, sûre Mekkî ve Medenî âyetleri kapsa­maktadır.

Sûreye, İbrahim Peygamber tarafından yerine getirilen hac farizasına bütün mü'minlerin çağrılması; aynı zamanda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz tarafından da bu farzın hem yerine getirilmesi, hem şartlar elverdiğinde zengin müslümanlara da farz kılındığını ilân etmesi konu edildiğinden, «Hac» ismi verilmiştir.

Âyet sayısı       :      78

Kelime    »       » : 1291

Harf       »          : 5075 [2]

 

Sûrenin Tamamı, Genel Anlamda Üç Konuyu İçermektedir:

 

1—  Hac farizası, Mescid-i Haram ve ilgili meseleler,

2—  Konuyla yakından ilgili bulunan savaşa hazırlık, zulme sapanla­rın yok edilmesi; yerkürenin denge ve düzeninin bir oian yaratana delâlet ettiği ve dünya hayatının önemsizliği,

3—  Sûrenin baş kısmında, ölümden sonraki dirilme ve onunla  ilgi­li safhalar anlatılır...

Enbiyâ sûresinin son bölümünde kıyametin kopuşundan önemli bir safha tasvir edilirken, bu sûreye de kıyametin diğer önemli safhalarından söz edilerek başlanması, iki sûre arasındaki irtibatı sağlar. [3]

 

Meali;                                                                   

 

1—  Ey insanlor! Rabbınızın (değişmiyen kanunlarına, hayatınızı dü­zene sokan sünnetine uyun). O'nu dînlemezlikten sakının.  Şüphesiz  ki kıyamet sarsıntısı büyük bir olaydır.

2—  O günü bir görseniz, emzikli olan her kadın emzirdiğini bırakıp geçer ve her gebe kadın taşıdığını düşürür. İnsanları (o gün) sarhoş (gibi) görürsün, halbuki sarhoş değildirler; ama (ne var ki) Allah'ın azabı olduk­ça şiddetlidir.

 

İlgili Hadîs

 

«Allah kıyamet gününde Âdem'e: «Ya Âdem!» diye hitap eder. O da: «Buyur Rabbımız, buyruğuna amadeyim» der. İşitilecek bir sesle şöyle ses­lenir: «Cehennem'e zürriyetinden bir ba's çıkarmanı Allah emrediyor.» Bu­nun üzerine Âdem; «Ya Rab! Cehennem'in ba'sı nedir?» diye sorar. Allah ona: «Her binden bir tanesini çıkar, (geriye kalan 999 Cehennemliktir)» bu­yurur.

İşte o anda hamile kadın hamlini düşürür; tüyü bitmedik çocuk yaşla­nıp saçları ağarır. İnsanları sarhoş (gibi) görürsün. Oysa onlar sarhoş de­ğillerdir; fakat Allah'ın azabı pek şiddetlidir.

Bu haber ashab-ı kirama ağır geldi. O kadar ki renkleri değişti. Bu­nun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu: «Ye'cüc ve Me'-cüc'den 999, sizden bir tane... Siz o insanlara nisbetle, beyaz öküzün yan kısmında siyah bir kıl veya siyah bir öküzün yanında beyaz bir kıl gi­bisiniz. Umarım ki Cennet ehlinin dörtte biri siz (ümmetim) olursunuz.»[4]

 

Kıyamet Sarsıntısı

 

«Ey insanlar! Rabbınızın (değişmeyen kanunlarına, hayatınızı düzene sokan sünnetine uyun), O'nu dinlemeziikten sakının. Şüphesiz ki kıyamet sarsıntısı büyük bir olay­dır.»

İlgili âyetle, kendini hayvani duygularının peşine takıp her türlü kut­sal değeri unutan veya inkâr eden gafiller uyarılıyor. Şu görünen mükem­mel düzeni kuran Yüce Yaratan'ın bir gün bu düzeni bozacağına; azabının ise nankörler hakkında pek şiddetli olacağına dikkatler çekiliyor.

Bu uyarının sebebine gelince :

İnsan dünya hayatında korku ile ümit arasında ömrünü değerlendir­diği ölçüde mutlu ve huzurlu olur. Allah'ın azabından korkmak, günlük hayatı en iyi şekilde disipline eder. Sorumluluk duygusunu geliştirir. İyi­liğin rahmet, kötülüğün azap olacağını öğretir. Allah'ın geniş rahmetine ümit bağlamak, ic huzuru doğurarak ruhu rahatlatır; kalbe yatışkanlık ve­rir. Her şeyden evvel insanın manevî boşluğunu Allah sevgi ve korkusuy­la doldurur. Böylece insanı merhametli, şefkatli, hayırhah ve erdemli bir düzeye getirir.

Beşerin kalp ve kafasından bu iki kavramı tesiriyle birlikte söküp al­dığımız zaman, geriye hayvanî duygulardan başka bir şey kalmaz.

İşte bu nedenledir ki, Kur'ân'da uygulanan ilâhî metotlardan biri de, korku İle ümit arasında bir köprü kurmak ve münasebet düştükçe bunu az değişik ifadelerle tekrarlamaktır. Aynı zamanda her tekrar yeni bir saf­hayı anlatır, değişik bir tablo çizer ve böylece kıyamet hakkında bir zincirin halkaları misali önemli ve uyarıcı safhalar birbirine eklenerek konu hakkında tamamlayıcı bilginin bizden yana son noktasına gelinir.

Allah inkâr edildiği, kıyamet diye ikinci bir hayatın olacağı kabul edil­mediği veya bu iki yönlendirici esastan korkulmadığı takdirde ne gibi sa­kıncalar ortaya çıkar? Şüphesiz ki bu oldukça açıklama isteyen geniş bir konudur. Ama biz özet mahiyetinde de olsa bir bilgi demeti vermekte ya­rar görüyoruz. Şöyle ki:

1—  Fertlerin içinde meydana gelen manevî boşluk, bâtıl fikirlerle, sap­tırıcı ideolojilerle dolmaya başlar.

2—  Sorumluluk duygusu dumura  uğrar.  Maddî müeyyideden  başka bir müeyyide tanınmadığı için kişi son derece tehlikeli bir düzeye gelir.

3—  Aile kavramı temelinden yıkılır. Baba kızıyla, kardeş kızkardeşiy-ie cinsel temasta bulunmakta bir sakınca görmez. Nitekim son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalara ve istatistiklere göre, medenî geçinen Bel­çika'da 12-13 yaşlarında doğum yapan kız çocuklarının sayısının sür'atle arttığı ve ülkedeki kızlardan yüzde 22'sinin gayrimeşru cinsel ilişkide bu­lunduğu; Amerika'da ise bu oranın yüzde 50'nin üstüne çıktığı anlaşılmış­tır. Yine aynı istatistiklere göre, Belçika'da 12-13 yaşlarında doğum yapan kız  çocukların  büyük  kısmının,  babalarından,  dedelerinden  veya  erkek kardeşlerinden hamile kaldıkları tesbit edilmiştir.  Son yıllarda öldürücü habîs bir hastalık olan AİDS'in çocuklar arasında da süratle yayılmasının sebebi gayet açıktır.

4—  Gençlerin daha çok cinsel konularla  ilgilenmesine yol açar, O yüzden cinsel sapıklık gemi azıya alır. Homoseksüeller çoğalır. Nitekim Batı ülkelerinde ve Amerika'da hem cinsel sapıklar, hem de homoseksü­eller süratle artmaktadır.

5—  Şehitlik-gazilik kavramları birer masal haline gelir. Vatan ve mil­let sevgisi gülünç sayılır. Böylece devletle millet arasındaki manevi bağlar kopar. Toplum arasında güven diye bir şey kalmaz.

6—  Devlet malına el uzatmak, rüşvet verip almak yaygınlaşır ve meş­ru kabul edilir. Vatandaşın devlete karşı güveni sarsılır.

7—  Yardımlaşma, dayanışma, fakirleri koruma, sınıf farkını kaldırma bütünüyle felce uğrar. Ülke tam bir vurguncular diyarı görüntüsüne girer.

Bunun neticesi olarak büyük bir felâketin  gelmesi  artık mukadder olur.

Cenâb  Hak insanları  böylesine bir başıboşluktan, sorumsuzluktan ve ahlâksızlıktan koruyup uzak tutmak için, peygamberler göndermiş ve kutsal kitaplar indirmiştir. O'nun en son mesajı olan Kur'ân, bütün bu fe­lâketleri önleyecek, neslin kalp ve kafasına Allah sevgi ve korkusunu dol­duracak, gönüllerine fazilet ışığı tutacak, aileyi sağlam temeller üzerinde yükseltecek, gayrimeşru yollan kapatacak, insanlığın hayrına olan bütün kapıları açacak bir muhteva ve kudrettedir. Bugün Batılılar da az-çok bu gerçeğin farkına varmışlardır. Amerika'da İslâmiyet her geçen gün geliş­mekte, aydın tabakayla diyalog kurmaktadır. Yakın gelecekte dünya mil­letlerinin çoğu, kurtuluşun Kur'ân'ın verdiği reçetede olduğunu anlayacak­tır. [5]

 

Mevcut Düzenin Bozulması

 

Kıyamet olayının meydana gelmesiyle mevcut düzen bozulup altüst olur. Ancak bu olayı doğuran sarsıntı öylesine ani ve şiddetli olacak kî, canlı olan her şey şaşıracak, ne yapacağını düşünemiyecek. Kur'ân ilgili âyetle bu müthiş olayın insanlar üzerindeki olumsuz tesirini üç madde ha­linde şöyle tasvir etmektedir:

1—  Emzikli kadın emzirdiği çocuğunu bırakıp terkeder.

2—  Hamile olan kadınlar rahimlerindektni düşürürler.

3— İnsanlar sarhoş gibi kendilerini kaybedecek duruma gelirler.

Böyle bir olayı kimlerin göreceği, kimlerin ona şahit olacağı belli de­ğildir. Ama mevcut düzenin bütünüyle bozulmasını gerçekleştirecek bu olayı meydana getiren Allah'ın ne kadar üstün bir kudrete sahip olduğu söz konusudur. Elbette O'ndan korkmamız gerekmektedir. Çünkü koydu-ğu*kanunlar, hazırladığı plân ve programlar aksamadan, şaşmadan he­define doğru gitmektedir. O'nun plânına uyanlar mutlu olurlar, uymayan­lar kendilerine haksızlık etmiş bulunurlar.

İşte önemli olan bu inanca sahip olmak ve hayatı bu doğrultuda dü­zen ve dengede tutmaktır. [6]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ömürlerini inkâr bataklığında, günlerini nefis otlağında geçirenler uyarıldı. Kıyamet olayının çok şiddetli olacağı belir­tilerek buna üç misal verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkâr fırtınasına tutulup şartlanan ateistlerin, cid­di bir bilgileri olmadığı halde Allah'ın varlığını red ve inkâr etmek için durmadan tartışıp durdukları ve her çağda buna devam edecekleri belirtili­yor. Bunların şeytan misali azılı kâfirlere uyduklarına, yönlendirici beyin­lerinin ve merkezlerinin bulunduğuna dikkatler çekiliyor.

Böylece Allah'a ve Âhiret'e inanmayanların her devirde ortalığı bulandıracaklanna işaretle, mü'minlerin ona göre kendilerini geniş bilgilerle donatmaları ilham ediliyor. [7]

 

Meali:

 

3—  İnsanlardan öylesi de var ki, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışıp durur ve hayırdan sıyrılmış, fesada hazır her azılı şeytana uyar.

4—  Onun hakkında şöyle yazılmıştır: «Kim onu dost ve yardımcı edi­nirse, mutlaka o, onu doğru yoldan saptırır ve onu o çılgın alevli (Cehen­nem) azabına iletir.»

 

İniş Sebebi

 

Kureyş kabilesinden geniş bir aileyi temsil eden Nadr b. Haris, Pey­gamber (A.S.) Efendimiz'e yaklaşarak şöyle dedi: «Ya Muhammedi Bana haber versene, senin şu Rabbın altından mıdır, gümüşten midir, yoksa ba­kırdan mıdır?» Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.[8]

Müfessir Alâeddin Ali'nin tesbitine göre, adı geçen kâfir şu iddiayla ortaya çıkar ve zihinleri bulandırmaya çalışırdı: «Melekler Allah'ın kızla­rıdır. Kur'ân ise eskilerin masallarıdır. Öldükten sonra dirilme yoktur..» Bu­nun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. [9]

 

Bilgisiz Tartışmak

 

«insanlardan öylesi de var ki, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışıp durur..»

Varlık âleminde câri kanunları, fiziksel kanunların içyüzünü, kurulu düzendeki mükemmelliğini bilmeyen; semavî dinler hakkında ciddi bir araştırma ve mukayese yapmayan kişilerin Allah hakkında tartışması an­lamsız ve neticesizdir. Henüz kendini tanımayan, taşıdığı hilkat kanunu­nun emsalsiz eserini ve ondaki sanatı görmeyen kimse, Allah'ı nasıl tanı­yabilir ve bilebilir? Tesadüflerin böylesine bir beden meydana getiremi-yeceğini, kendi organlarına ve faaliyetlerine bakıp idrâk etmeyenler ne­yi niçin savunduklarını kendileri de bilmezler.

O bakımdan diyebiliriz ki, Allah'ın varlığı, birliği ve kudretinin sinir­sizliği üzerinde tartışmak isteyenlerin önce birçok konuda bilgili ol­ması; câri sünnetleri, yerçekim kanunuyla kurulan denge ve düzeni bütün detayıyla kavraması gerekir. Henüz kendi iç organlarına bile kumanda edemiyen, diğer bir deyimle kendini bütünüyle yönetemiyen ve vücudu­nun tamamında istediği gibi tasarrufa sahip olamayan inkarcı şaşkının kalkıp Allah hakkında tartışması çok gülünç olur. [10]

 

Korku Ve Ümit Bağını Koparan

 

<<Ve haYirdan sıyrılmış, fesada hazır her azılı şeytana uyar..»

Şeytan ismi burada, «merîd» sıfatıyla anıldığı için, sırf cinden olan şeytan değil, insanlardan da merîd olan, yani hayırdan, iyilikten sıyrılan, nefsine esir olup fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin kapsamına girer.

İşte bu sıfatı taşıyan insanlara da uyan kimse, korku ve ümit kaydını aşar; ruhuna yön verecek, vicdanını geliştirecek, içini dolduracak bü­tün ümitlerini kaybeder ve böylece sorumluluk duygusu dumura uğrar.

O halde toplumu tedirgin eden, kutsal değerlere sırt çeviren ve orta­lığı fitne ve fesat havasıyla bulandıran bu bilgisiz ve şaşkın kimselerdir ki, bilmeden, anlamadan İblislerin peşine takılmakta ve onların birer uydusu olarak fasit bir daire içinde dönmektedirler. [11]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkâr fırtınasına tutulup beyinleri yıkanan din­sizlerin, ciddi bilgileri ve kayda değer araştırmaları olmadığı halde Allah hakkında tartışmalarının ne kadar büyük bir ölçüsüzlük ve saygısızlık ol­duğu belirtildi. Sonra da bu tiplerin her devirde bulunabileceğine işaretle, mü'minlerin ona göre bilgi ve kültürlerini geliştirerek yersiz tartışmaları tesirsiz hale sokmalarına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkma hak­kında şüphe edenlerin akıllarını harekete geçirmek için biyolojik açıdan ana fikirler, temel bilgiler veriliyor. Konuyu bilimsel açıdan araştırmaları istenerek Kur'ân'ın ilimle sarmaş-dolaş olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor. [12]

 

Meali:

 

5— Ey insanlar! Öldükten sonra dirilip kalkmaktan şüphede iseniz, gerçek odur ki, biz sizi topraktan yarattık, sonra nutfe (sperma)dan, son­ra pıhtılaşmış kan parçasından, sonra yaratış biçimi belirli belirsiz bir çiğ­nem etten yarattık ki, size (kudretimizin yüceliğini, sanatımızın eşsizliğini) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar ana rahminde bek­letiriz, sonra da sizi bir bebek olarak çıkarırız; sonra güçlenip kendinizi tanıyarak iyiyi kötüden ayırt edecek duruma getiririz. Sizden kimine ölüm gelip çatar, kiminiz de ömrün en rezil noktasına itilir de bildikten sonra bir şey bilmez duruma gelir, (yaşlılıktan bunayıp kalır). Yeryüzünü kupkuru ölgün görürsün. Üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer de kaba-nr ve her gönül çekici güzel bitkilerden çift çift yetiştirir.

6— Bu böyledir; çünkü Allah Hak'tır; şüphesiz ki O, ölüleri diriltir;

O'nun gücü mutlaka her şeye yeter.

7— Kıyamet kesinlikle gelecektir; onda hiç şüphe yoktur ve şüphe­niz olmasın ki Allah kabirlerde olanları diriltip kaldıracaktır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki sizden birinizin ana rahmindeki yaratılışı kırk günde bir-araya gelir de önce kan pıhtısı, sonra da et parçası olur. Sonra da Allah ona bir melek gönderir de şu dört kelimeyle emrolunur: Onun rızkını, ame­lini, ecelini, mutlu ve mutsuz olacağını yazar.. Arkasından da ona insanî ruh üflenir.» [13]

AshabKirâm'dan Ebû Rezîn (R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Allah ölüleri nasıl diriltir? Efendimiz ona şu cevabı verdi:

  Hiç kuraklıktan ölgün hale gelen bir vadiye uğradın mı?

  Uğradım..

  Sonra tekrar uğradığında o yerin harekete geçip yeşillendiğini gör­medin mi?

  Gördüm.

  İşte CenâbHakk'ın ölüleri diriltmesi de bunun gibidir ve bu O'nun yaratma kudretini belgeleyen delillerden biridir. [14]

 

Kıyamet Gününde Dirilip Kalkmak

 

«Ey insanlar! Öldükten sonra dirilip kalkmaktan şüphede iseniz, gerçek odur ki: Biz sizi topraktan yarattık...»

Öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkma hakkında şüphe edenle­re, Allah'ın ilminin ve kudretinin üstünlüğüne delâlet eden, insanın ilk ya­ratılması belge olarak gösteriliyor: Âdem Peygamber'in (A.S.) doğrudan, zürriyetinin de dolaylı yoldan topraktan yaratılması bir gerçektir. Birin­ci şekildeki hilkat kanununu bilmiyoruz, sadece «ol» emrinin tecellisini biliyor ve inanıyoruz. İkinci şekildeki hilkat kanununu biliyoruz. Şöyle ki: Spermanın ana rahmindeki yumurtalığa intikalinden sonraki safhaları ilim bize tesbit etmiş bulunuyor. Ancak unutmamak gerekir ki, ceninin ana rah­mindeki bekletilme süresi, önceden hazırlanmış hilkat plânına göredir ki, bu değişmeyen biyolojik kanunlarla gerçekleşmektedir.

Şüphesiz spermanın ana rahminde geçirdiği safhalar da çok dikkat çekicidir. Hücrelerin bölünüp düzenli şekilde çoğalması ve bir hücre kü­mesi oluşturması ve bir süre sonra onun kan pıhtısı görünümünü alması; sonra da yavaş yavaş şekilsiz bir et parçası haline gelmesi ve nihayet şekillenmesini, bütünüyle «hılkatla ilgili tekâmül kanununu» ifade eder.

Spermayı erkekte belli kanunlarla oluşturan ve onu ana rahminde birleştiği yumurtalıkta geliştiren Allah ölüleri tekrar diriltemez mi? Bunu anlamamak, «hilkat kanunundaki eşsiz plânı» görmemek demektir.

Topraktan yaratılma iki anlam taşır:

a)  İlk insan  Âdem'in   (A.S.)  yapışkan, süzülmüş .kara  bir balçıktan yaratılması,

b)  Sonra her insanın topraktan alınan gıdalarla bünyesinde sperma­nın oluşması..

Böylece CenâbHakk'ın ölüleri dirilteceğine dair biri enfüste, diğeri afakta olmak üzere iki delil ve belge sergilendi: Ceninin oluşması ve kuru­yan toprağın inen yağmurla harekete geçip kabarması suretiyle çift çift güzel bitkiler yeşertmesi.. Aynı zamanda iki delil arasında bir benzetme de söz konusudur. [15]

 

 

Taklit Düzeyinde  İman

 

Din ve onunla ilgili iman, gerçekten bilgi, idrâk, irfan ve anlayış işi­dir. Bu ölçüde oluşan imân ve dindarlık, köklüdür, şuurludur ve o bakım­dan olaylar karşısında sarsılmaz ve eksilmez; ama artar. Böyle bir imâ­na «Tahkiki İmân» denilir. Başkalarını taklît ederek inanan ve dindarlık gösterenler ise, karşılarına çıkan olayların mahiyetine ve karakterine gö­re şekil alabilirler. Bazan iyi bir dindar, bazan şüpheci ve kararsız; bazan da açıktan nankör veya katı inkarcı olabilirler. Bir kısmının ömrü kararsız­lık içinde geçip gider. Bu tür inanca, «Taklîdî İmân» denilir.

İmânı taklît düzeyinde olanların çoğu Allah'ı  bırakıp yatırların,  büyücülerin, gaipten haber verenlerin, cincilerin ve üfürükçülerin peşine ta­kılırlar da onlardan medet umarlar, şifa ve rahmet beklerler. Durmadan yıld'ızname ve esrarname gibi bâtıl inançları yansıtan kitaplara sarılırlar.

Şüphesiz ki, bu ve benzeri inanç ve düşünceler, söz ve davranışlar sapıklık ve şaşkınlıktır; aynı zamanda günah ve bazan da küfürdür.

Onun için Kur'ân-ı Kerîm'de imân, âhiret, hesap ve benzeri konulara yer verilirken, arkasından akla ışık tutacak, araştırıcılara malzeme ola­cak ana fikirler, temel bilgiler sıralanır. Allah'ın varlığı, kudreti delillerle, isbat edilerek insanlar taklit çukurundan kurtarılmak istenir.

Konumuzu oluşturan beşinci âyetle, öldükten sonra dirilmeye delil sayılacak on belge sıralanmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, çoğu biyoloji ile ilgilidir. Çünkü insan kendi vücudunun nasıl bir mekanizma olduğunu, ana rahminde nasıl tekâmül edip geliştiğini, döllenme sırasın­da spermanın rahimdeki yumurta ile nasıl birleştiğini, böylece döllenmiş yumurtanın kalıtım madde ve modelini hem anneden ve hem de babadan aldığını ve her iki eşten gelen kromozomların yepyeni bir insanı meydana getirdiğini öğrenmekle, Allah'a daha çok yaklaşmış olur ve O'nun hilkat sanatının akıllara durgunluk verecek mükemmellikte olduğunu anlayarak «Tahkiki bir İmân»la secdeye kapanır.

Öldükten sonra ikinci hayata kalkma konusunda insana bilgi ve mal­zeme veren on belgeyi sıralamamızda yarar vardır:

1—  Hem ilk insan Âdem (A.S.), hem de erkekte oluşan sperma, ka­dında oluşan yumurta, topraktan yaratılmıştır. Zira sperma ile yumurta, yenilen gıda  maddelerinin yardımıyla  oluşurlar,  o  maddelerin  anası  ve kaynağı topraktır.

2—  Spermanın yumurtayla birleşip kan pıhtısı haline gelmesi,

3—  Önce görünürde şekilsiz, sonra şekillenmiş et parçası halini al­ması.

4—Dokuz ay, on gün veya daha az bir süre ana rahminde oluşup gelişmesi,

5—  Bebek olarak dünyaya gözlerini açması,

6—  Gelişip kendini bilecek, olayları seçecek duruma gelmesi,

7—  Bunaklık dönemine girmeden ölmesi,

8—  Kiminin de  iyioe yaşlanıp  ne dediğini  bilmiyecek duruma  gel­mesi.

9—  Yeryüzünün kuruyup Ölgün hale gelmesi,

10—  Yağan yağmurla kabarıp gönül çekici güzel bitkilerden çift çift 'yeşertmesi,. [16]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle âhiret hayatını bir türlü akıllarına sığdıramıyan-lara bilimsel açıdan malzeme verilerek akıllarını daha iyi kullanmaları is­tendi. Biyolojik yönden insanın hılkatıyla ilgili gelişme safhaları sıralandı.

Aşağıdaki âyetlerle, kafa ve kalbini aydınlatacak bilgisi, elinde bel­gesi olmadığı ve tenvîr edici bir kitap okumadığı halde Allah'ı inkâr ettiği konu ediliyor. Böylesinin cehalet ve sapıklığı yüzünden hem dünyada, hem de âhirette rüsvay olacağı haber veriliyor. Sonra da Allah'ı bırakıp bir sü­rü cisimleri ilâh edinenlerin nasıl uzak bir sapıklık içinde bocaladıklarına, ne kadar kötü dostlar edindiklerine dikkatler çekiliyor. [17]

 

Meali:

 

8-9— İnsanlardan öylesi de var ki, hiçbir bilgisi, doğruyu gösterici belgesi ve (yolunu) aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah yolundan saptırmak için burun büküp büyüklük taslayarak Allah hakkında tartışıp durur. Dün-ya'da rüsvoylık onadır, Kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız.

10—  Bu, senin iki elinin kazanıp önden gönderdiği şeyin karşılığıdır ve Allah kullarına zulmedici değildir.

11—  İnsanlardan kimi de Allah'a kıyıdan (şüphe üzere) ibâdet eder; kendisine bir iylik erişirse, onunla gönlü yatışır; bir sıkıntı, dert ve belâ dokunursa, yüzüstü döner de hem Dünya'da, hem de Âhiret'te zarara uğ­ramış olur. Bu da çok açık bir ziyandır.

12—  Allah'tan başka kendisine ne zarar verecek, ne de yarar sağla­yacak şeylere (taparcasına) yalvarıp yakarır ki bu da uzak bir sapıklığın kendisidir.

13—  Zararı yararından daha yakın olana tapar; taptığı şey ne kötü dost ve yardımcı ve fena yandaştır!

 

İniş Sebebi

 

Nadr b. Haris ve yandaşları, tam bir bilgisizlik içinde Allah hakkında tartışıp durdular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [18]

Bedevilerden yurdunu terkedip Medine'ye gelerek yerleşenlerden bir kısmı, İslâm'ın yüceliğini henüz dosdoğru kalplerine ve ruhlarına indireme-dikleri için, davarları doğurduğu, eşleri erkek çocuk dünyaya getirdiği ve böylece servetleri arttığı zaman kalpleri yatışır, «bu güzel bir dindir; bize feyiz ve bereket getirdi» derlerdi. Bunun aksi meydana gelince inançları sarsılır ve «bu dine girdiğimizden beri bize sıkıntı ve fenalıktan başka bir şey gelmedi» diye sızlanırlardj. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [19]

 

Bilgisiz Tartışma

 

«insanlardan öVesi var ki, hiçbir bilgisi, doğruyu gösterici belgesi ve (yolunu) aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah yolundan saptırmak için burun büküp büyüklük taslaya­rak Allah hakkında tartışıp durur..»

İslâmiyeti din olarak seçen kişi ve toplumun, her şeyden önce bu di­nin insanlığa neler getirdiğini ve nasıl bir sistem olduğunu bilmesi gere­kir. Aksi halde değişik olaylar karşısında bazan dine daha cok ısınır, ba-zan da ondan soğuyabilir.

Sonra Allah hakkında söz söyleyip tartışabilmek için, O'nun nasıl bir kudret olduğunu eserlerinde görmek, damgasını taşıyan eşyada O'nun birliğini müşahede etmek gerekir.

Şüphe yok ki, Allah zatıyla, hakikatıyla, mahiyetiyle bilinmez. O an­cak sıfatlarının tecellileriyle, sanatının mükemmelliğiyle ve kurduğu ku­sursuz düzeniyle bilinebilir. Bunun için de köklü bilgiye, geniş kültüre ve semavî dinlen iyice bilmeye ihtiyaç vardır. Kur'ân ilgili âyetle bilhassa bu inceliklere dikkatleri çekmekte ve bilgisiz, kültürsüz, belgesiz, kanıtsız ve kitapsız bir boşluk içinde Allah'ın varlığı ve birliği hakkında tartışmaya girmek insanı küfür bataklığına düşürebilir sinyalini vermektedir. Nitekim bu konuda tam bir bilgisizlik atmosferi içinde ortaya çıkanların çoğunun, cehaletten gelen bir cesaret, gurur ve kibirle burun bükerek kendilerini büsbütün küfür çıkmazına soktukları görülmüştür.

Bilgisizlik ile kibir, gurur ve kabalık bir araya gelince katı bir inkâr doğuracağında şüphe yoktur. Böylesine bir tutum ve anlayış insanı dün­yada, bilgili ve kültürlü kişiler karşısında küçültür, âhirette de rezil ve rüs-vay eder.

Allah kimseye zulmetmez. Çünkü O zulmü hem kendine, hem de in­sanlar arasında haram kılmıştır. Herkes bilgi, beceri, idrak, anlayış, niyet ve inancına göre karşılık görür. Bu da adaletin tâ kendisidir. [20]

 

Allah'ı Bırakıp Başkasına Tapmak, Aşağılıktır

 

«Allah'tan başka, kendisine ne zarar verecek, ne de yarar sağlayacak şeylere (taparcasına) yalvarıp yakarır ki bu da uzak bir sapıklığın kendisidir..»

İslâm ve onun kitabı Kur'ân her bakımdan insana kişilik kazandırır ve onu kula kul olma aşağılığından kurtarıp Hakk'a kul olma şerefine eriş­tirir. İnsanın çok mükerrem yaratıldığı ve görünürde her şeyin onun hiz­metine verildiği dikkate alınınca, kendisi gibi bir faniye veya kendisinden çok aşağı bir cisme tapması, cidden büyük bir sapıklık ve uzak bir şaş­kınlıktır

Cenâb-ı Hak bâtıl ilâhları 13. âyetle yererek portrelerini şöyle çiz­mektedir: «Zararı yararından daha yakın olana tapar; taptığı şey ne kötü dost ve yardımcı ve fena yandaştır.» [21]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, bilgisi, belgesi ve aydınlatıcı bir kitabı olmak­sızın Allah hakkında tartışanların çok uzak bir sapıklık ve şaşkınlık için­de oldukları belirtildi. Böylelerinin hem dünyada, hem âhirette rüsvay olacakları hatırlatılarak, sahte bir gurur, bilgisizce bir tavırla ortaya çıkıp önemli konular üzerinde konuşmanın kişiyi küçük düşürmekten başka bir şeye yaramıyacağına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, aklını ve idrâkini kullanarak Allah'a imân eden­ler için âhirette hazırlanan yüksek mükâfatlar konu ediliyor. Sonra da Al­lah'ın Peygambere yardım etmiyeoeğini iddia edenlerin manevî bir inti­hara kendilerini ittiklerine dikkatler çekiliyor. Böylece İslâm'ın hep Allah'­ın dini ve son mesajı olarak yaşayacağına, insanlığa rahmet olacağına işaret ediliyor. [22]

 

Meali:

 

14—  Şüphesiz ki Allah, imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere yerleştirir. Allah şüphesiz ki diledi­ğini yapar.

15—  Kim Dünya'da da, Âhiret'te de Allah'ın o peygambere asla yar­dım etmiyeceğini sanıyorsa, hemen bir ip göğe (tavana) uzatsın, sonra da (nefesini) kessin de bir baksın, kin ve öfkesini giderebilecek mi?

16—  İşte böylece biz o (kitabı) cok açık âyetler halinde indirdik. Ve şüphe yok ki, Allah dilediği kimseyi doğru yola iletir.

 

İniş Sebebi

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz, Esed ve Gatafan kabilelerinin ileri ge­lenlerinden bir grubu İslâm'a davet etti. Bu sırada sözü edilen iki kabi­leyle Yahudiler arasında bir anlaşmazlık da bulunuyordu. Buna rağmen onlar şu sebebi ileri sürerek daveti kabul etmediler: «Muhammed'in yar­dım göreceğini ve üstün geleceğini bilemiyoruz. Ya bir de zayıf, destek­siz ve yardımsız kalır ve Yahudilerle aramız iyice açılırsa, o zaman ha­limiz nice olur?» şeklinde düşünerek mazeret ileri sürdüler.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [23]

 

Umudunu Kaybedenler

 

dünyada da, âhirette de Allah'ın o peygam­bere asla yardım etmiyeceğini sanıyorsa, hemen bir ip göğe (tavana) uzatsın, sonra da (nefesini) kessin de bir baksın, kin ve öfkesini giderebi­lecek mi?»

Bâtıl ve küfür dört nala yol alır. Hak ve fazilet emekliyerek ilerler. Küfrün ve bâtılın bu şarlatanlığını ve hızını gören ve hakkın gücünü he­saba katamayan, geleceğinin mutlaka başarıyla dolu olduğunu idrak ede-miyenler, her şeyin bittiğini; hakkın ve İslâm'ın yardımsız ve desteksiz kaldığını zannederler. Bu da onların kin ve öfkesini artırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bir bakıma manen intihar etmiş olurlar.

Oysa öfkelenmeye, kin beslemeye gerek yok. Çünkü bu iki duygu ile meseleler çözülmez, davalar halledilmez, gerçekler anlaşılmaz. Düşüne­rek, araştırarak, aklı kullanarak ve sonra da birleşerek, anlaşarak; plânlı ve programlı hareket ederek çözüm yolları bulunur.

Bir zamanlar Hz. Muhammed'in (A.S.) etrafında az bir grup insan gö­rüp umutsuzlananlar olmuştu. Oysa Resûlüllah (A.S.) hedefine doğru emin adımlarla yavaş yavaş ilerliyordu. Çok geçmeden büyük bir güç oluşturdu da inanmayanları şaşkına çevirdi.

Günümüzde de anti İslâmî güçlerin ve gtupların; ateist ve maddeci­lerin dört nala yol aldıklarını, ortalığı velveleye verdiklerini görenler, İs­lâm'dan yana ümitsizieniyor ve bazan için için öfkelenip ne diyeceğini bi­lemiyorlar. Oysa haktan yana olanların İslâm'ın rahmet gölgesinde bir-araya geldikleri gün, zafer mutlaka İslâm'ın olacak ve bâtıldan önce he­define kavuşacaktır. Bu öyle bir ilâhî sünnettir ki, -şartlar gerçekleştiği gün- şaşmadan hükmünü yürütür.

İşte Kur'ân bize bu sünneti çok açık ve kesin çizgileriyle bildiriyor. Böylece sünnetullaha uyanları, Allah dilediği takdirde doğru yola eriştire­ceğine atıfla, insanla Allah arasındaki imkân ve irâde sınırına işarette bu­lunuyor.

Nitekim düne kadar İslâmiyet hakkında ümitlerini yitirenler, bugün onun büyük bir gelişme halinde olduğunu görünce şaşırıyorlar ve bunca muhaliflerine, düşmanlarına ve engelleyici faktörlere rağmen bu gelişme­nin sır ve hikmetini bir türlü anlayamıyorlar. Çünkü Kur'ân'ı okumuyor, on­daki beyânları öğrenmiyorlar.

Bugün gerek İslâm âleminde, gerek Batı ülkelerinin birçok kesimle­rinde, gerekse Amerika'da İslâmiyete ve onun kitabı Kur'ân'a hayranlık duyanlar gün geçtikçe artmakta; isim yapmış ilim adamları Kur'ânKe-rîm'in bütünüyle ilâhî olduğunu anlamakta ve onun çağların, medeniyet­lerin ve ilmî buluşların önünde yürüdüğünü bütün samimiyetleriyle dile getirmektedirler. Çünkü hak hâlis altın madeni gibidir, ona bakır veya âdi bir maden nazarıyla bakanlar olsa bile, çok geçmeden gerçek altın olduğunu anlayanlar ortaya çıkar ve değerinden hiçbir şey kaybetmeden hayranlarının umut kaynağı olur. [24]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, her türlü inkâr ve şüpheyi atıp dosdoğru imân edenlere verilecek mükâfatlara değinildi. Sonra da Allah'ın Hz. Muham-med'i (A.S.) dünyada da, âhirette de yardımsız bırakmayacağı belirtilerek, İslâm'a hizmette bulunmak isteyenlere büyük bir ümit, aşk ve şevk ha­vası estirildi.

Aşağıdaki âyetlerle, çeşitli dinlere ve inançlara bağlı olanlardan her birinin kendini haklı saymasıyla ve diğerini de bâtıl kabul etmesiyle ihti­lâfın halledilemiyeceğine parmak basılıyor. Önyargıdan, şartlanmış bir düşüneeden, yıkanmış bir beyinden sıyrılmadıkça, gerçeği bulup tesbit etmenin mümkün olamıyacağına işaret ediliyor ve o takdirde mevcut ih­tilâfların ancak âhirette ilâhî adalet huzurunda çözüleceği, haklının hak­sızdan ayırt edileceği haber veriliyor. Sonra da inkarcı ve şüphecilerin akıllarını harekete geçirmek için varlık âleminde olan her şeyin Hakk'a secde, ettiğine temas edilerek ilâhî kudreti eşyada görmeleri isteniliyor. Ar­kasından, aklını, idrâkini kullanmayıp küfür üzere ölenlere âhirette nasıl bir ceza verileceği tasvîr edilerek inkarcılar bir defa daha uyarılıyor. İmân edip sâlih amellerde bulunan mü'minler ise, âhiretteki ebedî saadet yur­duyla müjdeleniyor. [25]

 

Meali:

 

17—  Dosdoğru imân edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar, Me-cûsîler ve Allah'a ortak koşan (putperestler) var ya, Allah şüphesiz ki Kı­yamet günü bunların arasında (haklıyı, haksızı) ayırıp hükmedecektir. Çün­kü gerçekten Allah her şeye şahittir.

18—  Görmez misin ki, göklerde olanlar, yerde olanlar, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu Allah'a secde ederler. (İnsanlardan) çoğunun da üzerine azap hak olmuştur. Allah kimi değersiz kılıp aşağılarsa, onu, saygı gösterip ağırlayan bulunmaz. Şüphe­siz ki Allah dilediğini yapar.

19—  İşte birbirine hasım iki grup, Rabları hakkında çekişip tartışır­lar. (O'nu) inkâr edenlere ateşten elbiseler biçilmiştir. Başları üzerine de kaynar su dökülür.

20—  Bununla, karınlarında olan şeyler ve derileri eritilir.

21—  Ve onlara (vurulacak) demirden gürzler de vardır.

22—  Ne kadar bir üzüntü ve elemden dolayı ateşten çıkmak istese­ler; oraya geri çevirilirler ve «yakıcı azabı tadın» denilir.

23—  Şüphesiz ki Allah, imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları, altlarından ırmaklar akıp duran Cennet'lere yerleştirir; orada altından (ya­pılmış) bileziklerle, incilerle süslenecekler; oradaki elbiseleri ise ipektir.

24—  Bunlar sözün güzeline, nezihine eriştirilmişlerdir; her an her tür­lü güzel övgüye lâyık (olan Allah)in yoluna iletilmişlerdir.

 

İniş Sebebi

 

Kitap Ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlardan her biri kendi dinlerinin da­ha üstün olduğunu iddia eder ve bu hususta Müslümanlarla tartışırlardı.

O sebeple 19. âyet indirildi. [26]

Bedir savaşında birbirine hasım olan Hz. Hamza ve tarafdarları ile müşriklerden Utbe ve arkadaşları Rabları hakkında önce tartıştılar, son­ra da vuruştular. Bu âyet o sebeple indi. [27]

 

İlgili Hadîsler

 

«Hac sûresi, iki secde ile diğer sûrelerden üstün tutulmuştur.» [28]

«Âdemoğlu secde âyetini okuyunca, şeytan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: «Yazıklar olsun bana! Âdemoğlu secde ile emrolundu, emre uyup secde etti de o sebeple ona Cennet verildi. Ben secde ile emrolundum, ama direttim, secde etmedim. Bu yüzden Cehennemlik oldum.» [29]

«Dünyada (erkeklerden) ipek kumaş giyinen kimse, onu âhirette gi­yemez.» [30]

 

Hak Birdir, Bölünmez

 

Dosdoğru iman edenler, Yahudiler,Sabiler, Hıristiyanlar edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar, Mecûsîler..»

İlgili âyette sıralanan gruplardan her birinin kendi anlayış ve inancı­na göre haklı olduğunu savunması, diğerlerinin haksızlığını iddia etmesi anlamına gelmektedir. Kur'ân bu vadide altı sınıfı anmaktadır. Bunların dışında kalan dinler, mezhepler, farklı iddialar ve düşünceler, inanç ba­kımından bunlardan birine benzerlik arzedeceğinden onların isminden söz edilmesine gerek görülmemiştir.

Oysa «hak» denilen şey, birdir, birkaç değildir. Aynı zamanda bölün­meyi de kabul etmez. O halde bu altı sınıftan hangisi hak üzere bulunu­yorsa, diğerleri bâtıl demektir. Cenab-ı Hak bu gerçeğe dikkatleri çeki­yor ve bâtılı temsil edenler, bâtılda ısrar ettiklerine, hakem de kabul et­mediklerine göre, kıyamet gününde kendi adalet divanında hakkı bâtıldan ayırıp gereken hükmü vereceğini   hatırlatıyor.   Böylece   hak üzere   olan

Hz. Muhammed (A.S.) ve arkadaşlarına bu konuda tartışmaya girmenin bir yararı olmayacağına işarette bulunuyor.

Altı grubun kısaca açıklanması:

1—  Dosdoğru imân edenler..

Bunlar, kendi zamanlarında hak dini kabul edip o dinin ölçü ve şart­larına göre Allah'a imân edenlerdir. Son olarak da bütün dinleri yürürlük­ten kaldıran ve Allah'ın insanlığa son mesajı olma özelliğini taşıyan İslâm dininin getirdiği bütün esaslara dosdoğru inanan Müslümanlar kasdedil-mektedir.

2—  Hâdû (Yahudi olanlar)..

Bu, Yakub Peygamber'in Yahuda adlı oğluna nisbet edilmelerinden kaynaklanmaktadır. Sonraları Musa (A.S.)ın dinine bağlı olanlar hakkın­da isim olarak kullanılmıştır.

Yahudiİerden de Hz. Muhammed'den (A.S.) önce, Tevrat'a göre dos­doğru amel edenlerin ilâhî inayet ve rahmete lâyık olduklarında şüphe yoktur. Allah'ın son kitabı Kur'ân indirildikten ve son Peygamberi Hz. Mu­hammed (A.S.) gönderildikten sonra artık Yahudilerin Tevrat ile amel et­melerinin doğru olmayacağının bilinmesi gerekmektedir. Aksi halde Al­lah'ın Kıyamet gününde haklıyı haksızdan, hakkı bâtıldan ayırt edeceği ve hakk'ı kabul etmiyenleri elim bir azaba uğratacağı muhakkaktır.

3—  Nasârâ (Hıristiyanlar)..

Bu ismin, daha önce de belirttiğimiz gibi. Nasıra kasabasına nisb,et edilerek kullanıldığını söyleyenler çoğunluktadır. Aynı zamanda «yardım» ve «zafer» anlamına gelen «nusrat» kökünden türetildiğini söyleyenler de olmuştur.

Sâbiîn (Sabitler).,

Daha önce Bakara sûresinde belirtildiği üzere, ilim adamları Sâbiîİe-rin hangi din üzere oldukları hakkında farklı tesbit ve yorumlarda bulun­muşlardır. Onları şöyle özeti iye biliriz :

a)  Meleklere ibâdet edenler ve kıbleye yönelenler,.

b)  Zebur okuyup ona göre amel edenler..

c)  Şehristanî'ye göre: İbrahim Peygamber'e (A.S.) karşı olup yıldız­lara tapanlar..

Şüphesiz Asr-i Saadette yaşamakta olan Sâbiîler böyle idiler. Günümüzde yapılan ciddi tesbitlere göre ise, Sabiîler kendilerinden olmayan birinin dinlerine girmesine asla müsaade etmezler. Kendilerinden birinin başka bir dine girmesine de rıza göstermezler.

Yahudi-Hıristiyan karışımı bir din inancı taşıdıkları da iddia edilir.

Günümüzde İse, Mandeîler ve Subbalar olarak iki kola ayrılan Sabiî-ler'in birinci kolunun putcu, ikinci kolunun ise tek Allah inancı taşıyan ki­şiler oldukları sanılmaktadır.

Hepsi de Hz. Âdem'in (A.S.) getirdiklerine inandıklarını söylerler. Hz. Şît ve İdris'in (A.S.) emirlerini yerine getirdiklerini savunurlar. Bu arada da son seçkin peygamberlerinin Hz. Zekeriya'nın (A.S.) oğlu Hz. Yahya (A.S.) olduğunu ifade ederler.

Tek, ezelî ve ebedî olan Allah'a imân ettiklerini de belirtirler. Ruhla­rını saflaştırmak suretiyle Allah'a ulaşacaklarını düşünürler. Onlarca ruh temizdir. Ruhlar eşyayı meydana getirir ve bir halden başka bir hale ge­çerler.

Kutsal saydıkları kitaplarının en önemlisinin adı «el-Kenzâ»dır. Bu «kutsal kitab»ı şeyhleri dışında kimse okuyamaz ve yorumlayamaz.

Sâbiîler'in iki ayrı ibâdet yeri var: Birincisi kubbesini göğün oluştur­duğu tabiat, ikincisi ise içinde yıldızları temsil eden putların bulunduğu mabet.. Bağdat'taki tek mabetleri «Mende» adını taşıyor.

Sabiîler senenin günlerine taksim edilmiş olarak otuz gün oruç tutar­lar. Akar su ile abdest aldıktan sonra da bir çeşit namaz kılar veya duâ ederler.

Bütün bu tesbitlerden çıkaracağımız sonuç şudur:

Günümüzdeki Sâbiîler'de tam anlamıyla» «Tevhîd İnancı» yoktur. Yıl­dızlara ve kendilerine göre birtakım putlara tapmak suretiyle «müşrik» sayılırlar. Aynı zamanda animizme yani ruhu hem hayat olaylarının, hem de akıl olaylarının aslı sayan sisteme yakın bir inançları söz konusudur.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den önce, bunlardan Yahya Peygambere inanıp İsâ (A.S.) şeriatıyla amel edenlerin mü'min olduklarında şüphe yok­tur. Nitekim Bakara sûresi 62. âyette buna temas edilmektedir. Bugün için hepsinin İslâmî sistem dışında bulunduklarını rahatlıkla söyleyebili­riz. [31]

5— Mecûsî'ier..

Mecûsî'lerin kimler oldukları hakkında klâsik tefsirlerimizde farklı tes-bitler yapılmıştır. Kimine göre : Güneş'e, Ay'a ve Âteş'e tapanlardır. Ki­mine göre ise: Allah'a eş-ortak koşanlardır. Kimine göre de: Zerdüşt di­nine mensup olanlardır. Zira Zerdüştlüğe göre : İnsanların ve bütün kâina­tın kaderine hâkim olan iki büyük ilâhî'kudret vardır. Samanlığın «yersu» ve «göksu»larına benzeyen bu iki kudretten biri «Hürmüz», öteki «Ehri-man»dır. İnsanları ebedî saadete, ya da ebedî azaba ulaştırmak için bu iyilik ve kötülük tanrıları devamlı savaş halindedirler. İyilik tanrısı Hürmüz; güneş, ışık ve aydınlık hâlinde; kötülük tanrısı Ehriman ise karanlık ve ıs­tıraplar halinde şekillenmişlerdir.

O bakımdan Mecûsîler'in aydınlığa fazla rağbet edip ateşe tapmala­rının bu dine bağlı olmalarından kaynaklandığı söylenir.

Böylece genel anlamda dinler beş grupta toplanıyor. Beşi şeytanî, bi­ri Rahmânî oluyor. [32]

 

Varlık Âlemi Secde Halindedir

 

«Görmez misin ki, göklerde olanlar, yerde olanlar....... Allah'a secde ederler.»

Bilindiği gibi «secde» daha çok şu iki mânaya delâlet eder: Biri, ilâhî kanunlara baş eğmek; diğeri, Yüce Yaratan'a itaat ve ibâdet idrâki için­de eğilip alnı yere koymaktır.

O halde göklerde ve yerde olan kimseler -ki bunlar meleklerle insan­lar ve cinlerdir- ikinci anlamda Hakk'a secde etmektedirler. Güneş, Ay, yıl­dızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlardan her birinin hilkat özelliği doğrultu­sunda amacına yönelik olarak -sünnetullah gereği- hizmetlerini sürdür­mesi, birinci anlamda bir secdedir.

İnsanların birçoğu ise, bu birinci manayla hayat kanununa uyduğun­dan ister istemez secde etmektedirler; ikinci mânayla değil. O yüzden in­sanların çoğu ikinci anlamda secde etmedikleri sebebiyle azabı hak et­mektedirler.

Birinci mânayla secde eden Güneş, yaratıldığı günden beri belli bir merkezde hareket etmekte ve kendi etrafındaki gezegenleri çekim kanu­nuyla tutmakta; aynı. zamanda devamlı surette enerji vermektedir. Böy­lece güneş ilâhî kanuna baş eğmekte ve yaratıldığı amaçtan sapmamakta, istenilen hizmeti vermektedir. Ay'ın durumu da buna benzer bir an­lamdadır. Dağlar, ağaçlar ve diğer caniı-cansız varlıklar da böyle. Buna bir misal daha verelim :

Nehirlerde ve göllerde yaşayan canlıların, çok soğuk bir mevsimde suyun donması netioesi nasıl yaşayabildiklerini incelersek, buzlaşan su­yun ister istemez ilâhî kanuna uyduğunu, O'nâ secde ettiğini rahatlıkla anlarız. Bilindiği gibi, cisimler ısınınca hacimleri genişler. Buziaşıp katı-laşan suda hâkim olan kanun bunun tam tersine. İlim adamlarının yaptık­ları ciddi tesbitler bize şu bilgiyi vermektedir:

«Evvelâ bütün cisimlerin aksine ona bu tabiatı veren nedir veya kim­dir? Suyun kendi idraki mi? Sonra bunun hikmeti ve faydası nedir? Buzun tabiatı böyle olmayıp da, diğer cisimler gibi soğuyunca hacmi küçülse ne olurdu?

Buzun testileri, madenî kapları ve su şebekelerini patlatan bu özelliği nehir ve göllerle buz denizlerinde su içindeki mahlûkatın hayatını sür­dürmelerinin baş şartıdır. Meselâ kışın Tuna Nehri donmakta ve uzun müddet bu hal devam etmektedir. Yine Yaratan'ın eşyaya verdiği bir özel­lik olarak karalar suya nazaran daha erken donduğu için nehrin yüzün­de meydana gelen kalın buz tabakası yanlara doğru genişlerken, donmuş karayı itemiyeceğinden mecburen kubbe şeklinde yukarıya doğru bombe-leşmekte, nehrin su sathı ile buzun alt yüzü arasında çok büyük bir hava boşluğu bırakmaktadır. Bu durum, nehir suyunun altta rahatça akıp git­mesini sağladığı gibi, nehirdeki canlıların oksijen ihtiyacını da bir kesinti olmaksızın sağlamaktadır. Buz denizlerinde de durum aynıdır. Suyun buz haline gelirken ortaya çıkan ve diğer hiçbir maddede görülmeyen bu zıt özellik, acaba şuursuz olan suyun kendiliğinden var ettiği bir özelliktir denilebilir mi?»

Şüphesiz böyle bir iddia çok gülünç olur. O halde suyun bu özelliği ilâhî hilkat kanunundan kaynaklanmakta ve her haliyle Hakk'a secde ede­rek O'nun kudretine râm olmaktadır. İşte suda meydana gelen bu fiziksel olay, onun Hakk'a secde etmesi anlamına gelmektedir. [33]

 

İnsanın Bağlı Bulunduğu Hilkat Kanunu

 

Hayvanlar bağlı bulundukları hayat kanunlarına ve hılkatlarmdaki özelliklerine içgüdüleriyle ve İmam Rabbanî'ye göre, meleklerin ilhamiyle uyar ve uyum sağlarlar. Hayatlarını sürdürebilmeleri için bu onlar için şarttır. O bakımdan hayvanlar hayat kanunlarına ve hılkatlarımn özelliği­ne uymakta yanılmazlar. Yanılmadiklan için de mutludurlar, hatasızdırlar.

İnsanlara gelince, onların içgüdüden ziyade akıl.ve idrâkleriyle hilkat ka­nununa uymaları ve uyum sağlamaları gerekir. Bu onlar için mutlu ve aziz olmanın tek yoludur. Semavî kitapların hepsi ve gönderilen her peygam­ber, insan aklına yardımcı olup bu kanunları tanıtmaya çalışmışlardır. On­ların talimatına uyanlar huzura kavuşuyor, kendilerini mutlu ve şerefli ol­ma düzeyine getirmiş bulunuyorlar. Uymayanlar ise kendilerini şüpheye, huzursuzluğa, kararsızlığa ve ümitsizliğe itmiş oluyorlar ve zaman geliyor ki, mükerrem yaratılan varlıklarını aşağıların aşağısı yapıyorlar.

Kur'ân-ı Kerîm bu gerçeğe işaret ederek diyor ki:

«Allah kimi değersiz kılıp aşağılarsa, ona saygı gösterip ağırlayan bulunmaz..»

Bu gerçeği ve bağlı bulunduğu hikmeti idrâk etmeyenler, Allah, din, âhiret ve hesap hakkında inkâr hastalığına yakalanıp hem bocalarlar, hem de bilgisizce tartışıp dururlar. Aslında böyle bir tutum ve tartışma ateşten elbise olmaktan başka bir şey değildir.

Kıyamet gününde, dünyada iken imân edip hilkat kanunlarına uyan­larla, onların aksine bir yol izleyenlere amellerine uygun'ceza ve mükâfat verileceği, çok uyarıcı ve yönlendirici bir anlatımla açıklanıyor, [34]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, çeşitli dinlere ve inançlara bağlı olanlar arasın­da gerçek ayrımı Allah'ın yapacağı. Kıyamet gününde hakkı bâtıldan, doğ­ruyu yanlıştan ayırt edeceği açıklandı. Arkasından inkarcılarla şüpheci­lerin akıllarını harekete geçirmek için, Allah'ın varlığına ve kudretine delâ­let eden belgelere dikkatler çekildi, gereken ön bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kutsal Kabe'nin Allah'a ibâdet için İbrahim Pey-gamber'e verilen ilâhî talimatla inşa edildiği anlatılıyor ve buna rağmen müşriklerin o kutsal mabedi amacından saptırdıkları konu edilerek gere­ken uyarılar yapılıyor. Sonra da Kabe'de nasıl ibâdet edileceğinin bazı önemli hususları açıklanarak mü'minlere bilgi veriliyor. [35]

 

Meali;

 

25— O inkâr edenlere, Allah yolundan ve içinde yerlisi ve misafiri eşit tutulan Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara; 26—içinde haksızlık yaparak dinsizliğe yeltenen kimselere elbette elem verioi azaptan tattıracağız.

 Hani bir vakit Beytü'l-Haram'.n yerini İbrahim'e hazırlattık da ona, «bana hiç bir şeyi ortak koşma, evimi tavaf edenlere, (onda) ayakta duranlara, rükû' ve secde edenlere tertemiz tut» demiştik.

27—  İnsanlar arasında Hacc'ı ilân et de yaya olarak, arık binekler üzerinde her uzak vadiden, yoldan sana gelsinler.

28—  Tâ ki kendileri lehine birtakım menfaatlere şahit ve hazır ol­sunlar. Allah'ın onlara rızık olarak sunduğu eti yenen hayvanlara (kurban etmelerine) karşılık belli günlerde Allah'ın ismini ansınlar. Sîz de onların etinden yeyin ve sıkıntıya uğramış fakirlere yedirin.

29—  Sonra da (saçlarını, tırnaklarını kesip üst-başlarındaki) kirleri­ni gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve (yeryüzünde Allah'a ibâdet için) ilk kurulan Beyt'i tavaf etsinler.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ey Abdülmenaf oğulları! Beytullah'ı tavaf etmek ve herhangi bir saat­te, gece olsun, gündüz olsun namaz kılmak isteyen hiç kimseye engel ol­mayın.»   [36]

«Harem dahilinde yiyecek maddelerini ihtikâr etmek, ilhaddır (zulüm ve isyandır, ilâhî sınırları aşmaktır).» [37]

«Ey insanlar! gerçekten Allah size haccı farz kıldı. Artık haccedin.» [38]

«Gelecekte Kureyş'ten bir adam Beytü'l-Haram'da zulüm ve tuğyan­da bulunacaktır. Eğer onun işlediği bu günah insanlarla cinlerin günah­ları karşılığında tartılsa, elbette o ağır gelecektir.» [39]

 

Mescid-İ Haram İbâdete Kapalı Tutulamaz

 

«O inkâr edenlere, Allah yolundan ve içinde yerlisi ve misafiri eşit tutulan Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara............ elem ve­rici azaptan tattıracağız.»

Yeryüzünde Allah'a ibâdet için ilk konulan mabet, şüphesiz ki. Beytü'l-Atîk (kadim mâbed olan Mescid-i Haram), imân eden bütün insan­ların ortaklaşa hakkıdır. İmân edenlerden maksat, İslâmiyeti din olarak seçen mü'minlerdir. Bunları orada ibâdetten alıkoymaya hiç kimse yetkili değildir. Kur'ân böyle bir engellemede bulunanlara elem verici bir azabın tattırılacağım haber veriyor. Aynı zamanda sözü edilen ibâdette bulunma hakkı hususunda Mekke'de oturanlarla taşradan gelenler eşittirler. Biri­ne öncelik tanınmaz; diğerinin ibâdeti, ilgisi küçümsenmez. Çünkü orası İslâm birliğinin odağı, ilâhî rahmetin kaynağı ve peygamberlerin yüz sü­rüp saygı duyduğu mahfildir.

Mü'minleri Beytü'l-Haram'dan alıkoymanın çeşitleri:

a)  Mekke sakinlerinin bu kutsal yeri sadece kendilerine tahsis edip taşradan gelenlere müsaade etmemeleri.

Nitekim Kureyş müşrikleri, Hudeybiye yılında Hz. Peygamber'in (A.S.) oraya girmesine engel olmuşlardı.

b)  Hac yolunda tehlike oluşturmak ve böyleoe gidenleri korkutup ge­ri dönmelerine sebep olmak,

c)  Bulundukları ülkede -zorunlu bir sebep olmadığı halde- gidenlere müsaade etmemek bu cümledendir. [40]

 

Beytü'l-Haram'ın İbrahim Peygambere Hazırlatılması

 

«Hani bir vakit Beytii'l-Haram'ın yerini İbrahim'e hazırlattık da....»

Yıllarca müşriklerin istilâsına uğrayan ve o sebeple içinde Tevhîd Kandili yanmaz olan Kabe'yi, Allah yeniden ihya edip mü'minlerin ibâdeti­ne merkez ve odak olarak hazırlatmayı murat etti. Hanîf Dini'nin baş-mümessili, Tevhîd Dini'nin koruyucusu ve savunucusu İbrahim Peygam­beri görevlendirdi. Daha doğrusu bu şerefi ona lâyık gördü. Böylece o kutsal mabedi uzaktan ve yakından, yaya ve binekle gelen; ayakta durup duâ eden ve tavaf yapanlara; rükû' ve secde edenlere tertemiz tutmasını emretti.

Unutmamak gerekir ki, Kur'ân'daki bu hitap özellik arzediyorsa da taşıdığı emir genellik arzetmektedir. Yani kıyamete kadar Kabe'nin ve dolayısıyla hırsızlık ve benzeri tehlikeler olmadığı zaman, özellikle de na­maz vakitlerinde bütün mabetlerin tertemiz ve açık tutulması farzdır.

Âyetin açık delâletinden, şu hükümler anlaşılmaktadır:

a)  Kabe'nin Allah'a ve Hz. Muhammed'e (A.S.) dosdoğru imân eden her mü'mine açık tutulması,

b)  Oraya ibâdet için gitmek isteyen her mü'mine izin verilmesi,

c)  Kabe'nin her zaman tertemiz tutulması,

d)  Tamire ihtiyaç görüldüğünde tamir edilmesi farzdır.

Aynı zamanda orası her insan için açık tutulup kimine belli bir ilgi ve makam tahsis edilmemesi; oraya haccedenierin tertemiz gitmesi ve bu­lundukları süre içinde temizliğe riâyet etmeleri vaciptir. [41]

 

Mü'minlerin Kabe Konusunda Kendi Lehlerine Sağlayacakları  Menfaatler

 

«Tâ ki kendi lehlerine birtakım menfaatlere şa­hit ve hazır olsunlar..»

İbâdet için kutsal Kabe'ye giden mü'minlerin kendi lehlerine sağla­yacakları menfaatler, maddî ve manevî olmak üzere şöyle sıralanabilir:

1—  Yeryüzünde yaşayan mü'minlerin birbirleriyle tanışması,

2—  İlim adamlarının  biraraya gelip günün  önemli  meselelerini  gö­rüşerek İslâm potasında şekillendirmesi,

3—  Bütün dertlerin tek dert hâline getirilmesi,

4—  İslâm ülkeleri arasında ekonomik güç oluşturulması;  ithalat ve ihracata zemin hazırlanması ve hız verilmesi,

5—islâm düşmanlarına karşı ortak savunma plânı hazırlanması,

6—  Geri kalmış İslâm ülkelerine gereken desteğin sağlanması,

7—  Günah kirlerinden arınma imkânı elde edilmesi ve ruhen gelişme idrâkine erişilmesi,

8—  Âhiret'ten müstesna bir tablo oluşturup, ölmeden önce ölme sır­rına erişilmesi,

9—  Bir süre dünya dağdağasından uzak kalıp kalbi mâsivadan te­mizleyerek iç huzuruna kavuşulması bunlardan bir kısmıdır. [42]

 

Belli Günlerde Kurban Kesmek Ve Tekbîr Getirmek

 

«Allah'ın onlara rızık olarak sunduğu eti yenen hayvanlara karşılık belli günlerde Allah'ın ismini ansınlar.»

Hacda vacip olan kurbanı -şükür olsun diye- belli günlerde boğazla­yıp sık sık «Tekbîr» getirmek ve öylece Allah'ı anmak; aynı zamanda ke­silen hayvanlardan hem yemek, hem de fakir ve muhtaçlara yedirmek, kulun Allah'a olan imân ve teslimiyetinin sadakatini simgeler. Kurbandan sonra ciddi bir temizlik yaparak ruh ve bedeni arındırmayı birleştirip bü­tünleştirmek haccın anlamına başka bir anlam katar ve onu kemal dere­cesine doğru yükseltir. Ayrıca hac ve ibâdetle ilgili bir nezir (adak) varsa onu da yerine getirmek vaciptir. Bunda da ayrı bir sadakat manası söz konusudur. [43]

 

Fıkhî Yönü     

 

Kurban günleri hakkında müctehit imamların farklı tesbit ve içtihat­ları olmuştur:

a)  İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Sevrî'ye göre: Üç gündür.

Bunların dayanağı, Ebû Hüreyre (R.A.) ile Enes b. Mâlik (R.A.)den nak­ledilen sahîh rivayettir.

b)  İmam Şafiî'ye ve bir de İmam EvzâT'ye göre : Dört gündür. Bu iki­sinin delil ve dayanağı ise, Hz. Ali (R.A.), İbn Abbas (R.A.) ve İbn Ömer (R.A.)den yapılan  rivayettir.

Kurban kesme vakti ne zamandır?

Bayramın birinci günü fecir doğduktan sonra başlar; bayram namazı kılındıktan sonra yerine getirilir. Nitekim: «Kim namazdan sonra keserse, ibâdetini tamamlamış ve Müslümanların sünnetine uymuş olur..» mealin­deki Berâ' b. Âzib (R.A.) rivayeti, yani ondan rivayet edilen hadîs bu ko­nuda delil ve dayanak olarak alınmıştır.

Cuma ve bayram namazları kılınmayan yerlerde ise, kurbanlık hay­van sabah namazından sonra kesilir.

Mescid-i Haram'dan maksat nedir?

Bu konuda müctehit imamların farklı tesbit ve görüşleri söz konu­sudur. Kimine göre, bundan sadece Mescid-i Haram, yani Kabe kasdedil-miştir; kimine göre ise, Mekke'de haram sınırları içinde oian bütün yerler kasdedilmiştir. Birincilerin görüşüne göre, Mekkeli'ler evlerini gelen ha­cılara kiraya verebilirler, bunda bir sakınca yoktur. Tabiînden Alkame ve Mücâhid aynı görüştedirler. İkincilere göre ise, haram dahilindeki bütün topraklara gelen hacılar da sahiptirler, yerli halk ile bu hususta eşit hak­lara sahiptirler. O bakımdan Mekkeli'lerin evlerini kiraya verip ücret alma­ları haram veya mekruhtur. Tabii bu eşitlik sadece hac mevsimiyle kayıt­lıdır. Günümüzde ise, birincilerin görüş ve tesbitine göre amel edilmekte ve işlem yapılmaktadır. [44]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, kutsal Kabe'nin sırf Allah'a ibâdet için İbrahim Peygamber'e (A.S.) hazırlatıldığı belirtildi. O bakımdan Kabe'nin tertemiz tutulması ve her mü'mine açık olmasının gereği üzerinde duruldu. Sonra da hac ibâdetinin mü'minlere sağlayacağı menfaatlere dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hac hakkında belirtilen hususlara uyulması ko­nu ediliyor. Allah'a ortak koşanların nasıl boşlukta kaldıkları anlatılarak, Kabe'de ibâdet için konulmuş alâmetlere saygı gösterilmesi emrediliyor. Kesilecek hayvanların üzerine Allah'ın adı anılarak öylece kesilmesinin vücubu belirtiliyor. Sonra da kesilen kurbanlık hayvanlardan amacın ne olduğuna parmak basılarak bu konuda mü'minier aydınlatılıyor. [45]

 

Meali:

 

30—  İşte (Hac ibâdeti)  budur.  Kim Allah'ın yasakladığı hususlara, yapılmasını emrettiği şeylere saygılı olur da gereğini yerine getirirse, bu onun için Robbının yanında daha hayırlıdır. Size (yenilmesi haram olduğu ide Sûresi'nde) okunarak bildirilen şeyler müstesna olmak üzere da­varlar helâl kılınmıştır. O halde Allah'a (O'nun hak dinine) yönelerek O'na ortak koşmaksızın murdar putlardan uzaklasın; yalan sözden kaçının.

31—  Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşüp de kuş onu tu­tarak kapıyor veya rüzgar onu ücra bir yere sürükleyip atıyor (gibi kendini boşlukta hisseder).

32—  (Gerçek) budur. Kim Allah'ın ibâdet için koyduğu alâmet ve öl­çülere uyup saygı gösterirse, şüphesiz ki bu kalblerin takvası (Allah'tan korkup saygısızlıktan sakmması)dır.

33—  Sizin için onlarda belli bir süreye kadar birtakım yararlar var­dır. Sonra da (boğazlanıp dağıtılacakları) yerleri Beytü'l-Atîk'dir.

34—  Her ümmete nüsük (ibâdet) mâhiyetinde kurban kesmeyi meşru' kıldık; tâ ki Allah'ın kendilerine rızık olarak sunduğu davarların üzerine Allah'ın ismini anıp (öylece boğazlasınlar). İlahınız bir tek ilâhtır. Artık ona (müslimler olarak) teslim olun.. Tevazu, gönül yatışkanlığı ve ürper­tisi içinde Allah'a yönelenleri müjdele!

35—  Onlar ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korku ve saygıdan tit­rer; kendilerine dokunan şeye (sıkıntı ve üzüntüye) karşı sabrederler; na­mazı vaktinde kılarlar ve kendilerine sunduğumuz rıziktan (Allah için) har­carlar,

36—  Kurbanlık develeri de sizin için Allah'a ibâdet nişanelerinden kıldık. Sizin için onda hayır vardır. O halde bîr dizi halinde (ayakta) bogazlanırken üzerlerine Allah'ın ismini anın; yanüstü yere yıkılınca da on­lardan yeyin ve hem kanaat edip istemiyene, hem de isteyen fakire ye-dirin, İşte böylece biz, onları size boyun eğdirdik, ola ki şükredersiniz.

37— Boğazlanan kurbanlık hayvanların ne eti, ne de kanı elbette Allah'a ulaşmaz; ama Allah'a ulaşacak olan, sizin takvan izdir. Böylece Allah size doğru yolu, ibâdet ölçüsünü gösterdiğinden O'na TEKBÎR ge­tirip ululamanız için bu hayvanları sizin buyruğunuza baş eğdirdi; sen iyi­liği huy edinenleri müjdele!

 

İlgili Hadîsler

 

AshobKirâm'dan Ebû Bekre (R.A.) anlatıyor:

  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu ki: «Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?» Biz de: «Evet, ya Resûlellah!» dedik. Bu­yurdu ki: «Allah'a ortak koşmak ve ana-babaya karşı gelmektir.»

Sonra diz üzeri kalkıp şöyle ilâve etti: «Yalan sözden sakının, yalan yere şahitlikten sakının!» Bu cümleyi o kadar tekrarladı ki biz, «keşke sussa» diye temennide bulunduk. [46]

«Ey insanlar! yalan yere şahitlik, Allah'a ortak koşmaya denk tutul­muştur.» [47]

Hz. Enes (R.A.) anlatıyor:

 Bir adam kurbanlık devesini sürüp götürüyordu.  Peygamberimiz (A.S.) ona: «Devene bin!» diye seslendi. Adam: «Ya Resûlellah! bu kur­banlıktır» dedi. Bunun üzerine Peygamber (Â.S.) Efendimiz ona: «Allah iyiliğini versin, bin ona..» buyurdu ve bu sözünü iki veya üç defa tekrar­ladı. [48]

Bir defasında Ashab-ı Kiram sordu :

  Ey Allah'ın Resulü! bu kurbanlar nedir?

  Babanız İbrahim'in (A.S.) sünnetidir, buyurdu.

  Ondan bize ne (gibi ecir) var? diye sordular.

__ Her kılına karşılık bir sevap vardır, buyurdu. [49]

«Âdemoğlu kurban bayramında -Allah yanında- kan akıtmaktan daha sevimli bir amelde bulunamaz. Şüphesiz ki, kurbanlık hayvan kıyamet gü­nü boynuzuyla, tırnaklarıyla, kıllarıyla birlikte gelir. Akan kan yere düş­meden Allah'ın yanındaki yerini alır. O halde kurban kesmekle kendinizi hoş (ve müsterih) tutun.» [50]

Câbir b. Abdullah (R.A.)) diyor ki:

  Peygamber (A.S.) Efendimizle birlikte kurban bayramı namazını kıldıktan sonra Onun bir koç getirip keserken şöyle duâ ettiğini işittim : Bismillahi, vallahi ekber. Allahım! bu benden ve ümmetimden kurban kes-meyenlerden taraf (sunulan) bir kurbandır.» [51]

İbn İshak da Peygamberin (A.S.) kurban keserken şu duayı okuduğu­nu nakletmiştir: «Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, Hakk'a yönelerek çe­virdim. Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim. Şüphesiz ki benim nama­zım, ibâdetim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbı olan Allah'a aittir. O'nun ortağı yoktur ve ben böyle (demekle) emrolundum; ben Müslümanların ilkiyim. Allahım, bu sendendir ve senin içindir; Muhammed'den ve Onun ümmetindendir.» [52]

«Şüphesiz ki Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz; ama kalp­lerinize ve amellerinize bakar.» [53]

 

Allah'ın Haram Kılıp Yasakladığı Şeylerden Kaçınmak

 

«Me <hac ibadeti) bu­dur. Kim Allah'ın yasakladığı hususlara, yapılmasını emrettiği şeylere say­gılı olur da gereğini yerine getirirse, bu onun için Rabbınin yanında daha hayırlıdır.»

Allah'ın dünya ve âhiretimize; ruh ve bedenimize zararlı olan şeyleri haram kılması, şüphesiz ki bize olan rahmetinin gereğidir. O'nun yasaklarına uymak elbette bizim için mutlak anlamda hayırlıdır. Özellikle Mek­ke'de hac ve umre ibâdetinde yasaklanan hususlardan kaçınmak, samimi bir saygının ve ta'zîmin, sağlam bir imânın belirtisidir.

Hac ibâdetini yerine getirirken dikkat edilecek birçok hususlar söz konusudur. İhramh bulunduğumuz sürece yasaklanan bazı şeyler olmakla beraber, ihramdan çıktıktan sonra yine riâyet edeceğimiz birtakım yasak­lar vardır. Bunların geniş açıklaması fıkıh kitaplarında yapılmıştır. Hac­mimiz müsait olmadığından buraya almadık.

Unutmamak gerekir ki, ilâhî yasaklar ve tahrîmler nisbî ve izafîdir, ya­ni bizimle ilgili hükümlerdir; yoksa Allah'a göre helâl ve haram söz konu­su değildir; o mutlak ganîdir. Yarattığı eşyayı kendisi için değil, insan için var kılmıştır. Yasaklar hem kulun imân derecesinin tesbitine, hem de sab­rının ölçüsüne yarayan şeylerdir. Aynı zamanda denge ve düzenin korun­masında birtakım yararları da söz konusudur. [54]

 

Yalan Ve Putperestlik

 

«O holde Al­lah'a (O'nun hak dinine) yönelerek O'na ortak koşmaksızın murdar put­lardan uzaklasın; yalan sözden kaçının..»

Kur'ân-ı Kerîm bu âyetle önemli bir noktaya parmak basıyor: Putpe­restlikle yalanı, yalan yere yemini, yalancı şahitliği bir bakıma eş değerde tutuyor. Zira birincisi ne kadar Allah'tan uzaklaştırıcı, azaba itici ise, ikin­cisi de o nisbette ilâhî rahmet ve gufrandan uzaklaştırıcı ve Allah'ın ga­zabını çekicidir. Ayrıca ikisi arasında birtakım benzerlikler de vardır. Şöy­le ki:

a)  Puta tapmak, hakkı red ve inkâr etmektir. Yalan söylemek, yalan şahitlikte bulunmak, hakkı gizlemek, haksızı kollamaktır.

b)  Puta tapmak, insanın kişiliğini sıfıra düşürür. Yafan söylemek ve yalan yere şahitlik yapmak, insanın şahsiyetsizliğini ortaya koyar.

c)  Puta tapmak, küçülmek, insanlık şeref düzeyinden aşağıya düş­mek anlamına gelir Yafan söylemek, yalan şahitlikte bulunmak da insanı küçülten ve değerini zedeleyen kötü amellerden biridir.

Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ümmetini uyararak şöyle bu­yurmuştur: «Ey insanlar! yalan yere şahitlik, Allah'a ortak koşmaya denk tutulmuştur.» [55]

Bu hadîsin ışığında ünlü müctehit Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: «Yalan yere şahitlik, Allah'a ortak koşmaya denktir.» [56]

İşte böylece Allah'ın koymuş olduğu ibâdet belirtilerine saygılı ol­mak, emredileni yerjne getirmek kalbin takvasının belirgin ürünlerinden/ biridir. [57]

 

Allah'a Ortak Koşanlar Boşluk İçinde Bocalarlar

 

 "Klm AIlah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşüp de kuş onu tutarak kapıyor veya rüzgâr onu ücra bir yere sürükleyip atıyor (gibi kendini boşlukta hisse­der).»

İmân, insanın içindeki boşluğu doldurur. Ümitsizliği kaldırır. Olaylar karşısında dayanma gücünü artırır. Lüks ve konfordan uzaklaştırıp daha rahat ve huzurlu bir hayat yaşamayı ilham eder. Dünya hayatının amaç olmadığını, amaca erişmek için araç olduğunu telkîn eder. Böylece imân cevherine sahip olan mü'min, fakir de olsa, esir de olsa hep mutlu ve huzurludur. Açlık onun için pehriz ve oruçtur; hapishane onun için Yusuf Peygamber'in komşuluğudur. Dünya dağdağası onun yanında olgunlaş­maktan yana birtakım ilâhî sınavlardır.

İmansız ise, kararsızdır, ümitsizdir ve tedirgindir. Dünya hayatı ve -meti onun tek amacı, mide tek kaygısı, şehvet değişmeyen yolu ve zevki­dir. Fakirlik onun için büyük müşîbet, zindan onun için yıkım ve hüsran­dır. Ölümü hatırlamak büyük bir uçurumdur. O sık sık bu uçurumu önün-; de görür ve ürker de kendini büyük bir boşluk içinde hissetmeye başlar. Yaşlanmak onun için büyük bir musîbettir.

O bakımdan Cenâb-ı Hak, imansız putperesti, sapık müşriki tasvîr ederken, yâni onların psikolojik yapılarını belirtirken ilgili âyetle çok dik­kat çekici bir anlatım tarzı ortaya koymuştur. [58]

 

Her Ümmette Kurban İbadeti

 

«Her üm­mette nüsük (ibâdet) mahiyetinde kurban kesmeyi meşru kıldık. Tâ ki Al­lah'ın kendilerine rızık olarak sunduğu davarlar üzerine Allah'ın ismini anıp (öylece boğazlasınlar}.,»

Kur'ân-ı Kerîm bu âyetle, Allah adına, Allah için ibâdet niyetiyle kur­ban kesmenin semavî dinlerde bir takdime anlamında meşru kılındığını haber vermektedir. Nitekim Tevrat'ta İsrail oğulları'nın takdime anlamın­da kurban kestikleri yer yer anlatılır. Aynı zamanda Allah'tan başkası için kurban kesenin helak edileceği şu sözlerle belirtilir: «Ancak Rabden baş­ka bir ilâha kurban kesen helak edilecektir..» [59]

 

Devenin Ayakta Boğazlanması

 

«Bedene»nîn çoğulu olan «büdn» kelimesi, kurbanlık deve ve sığıra delâlet eden bir isimdir. Ancak ilgili âyette bununla sadece kurbanlık de­velerin kasdedildiği anlaşılıyor. Çünkü ayakta kesilmesi yarı kapalı bir ifa­deyle belirtilmektedir. Sığırlar ise ayakta değil, yere yatırılarak boğazla­nırlar. Resûlüllah'ın (A.S.) sünneti bu ölçü ve anlamda cereyan etmiştir.

Hac mevsiminde o maksatla kesilecek kurbanlar ancak Haram sınır­ları dahilinde kesilip dağıtılır. O halde gerek hacckırân'den, gerekse, hacc-ı temettü'den, gerekse menasikfe ilgili bir cinayetten dolayı vacip olan kurbanların mutlaka harem dahilinde kesilmesi gerekmektedir. Bu sebep­lerden dolayı vacip olan kurbanı orada eksecek maiî kudreti olmayan kim-;e, evine döndükten sonra imkânlar elverince, hacca giden bir müslümana kurban alınacak nisbette para verir ve kendi adına orada kesilmesini sağlar. [60]

 

Kesilen Kurbandan Hem Yemek, Hem De Fakirlere Yedirmek

 

«Onlardan vevin ve hem kanaat edip ^temeyene, hem de isteyen fakire yedîrin.»

İster hac günlerinde Mina'da kesilenler, ister zenginlerin kurban günierinde kurban niyetiyle kestikleri hayvanların etinin bir kısmını aile fert­lerine ayırmak, bir bölümünü de muhtaç fakirlere yedirmek tavsiye edili­yor. Şüphesiz ki, böyle bir davranış toplum yapısında sevgi, rahmet ve ya­kın ilgi bağlarını kuvvetlendirir. Böylece Allah'a ve Âhirete imân edip imâ­nın diğer şartlarına gönülden bağlanan bir mü'minin yalnız kendi nefsi için çalışmadığı ve sadece kendini düşünmediği; bir o kadar din kardeş­lerini düşündüğü ve onlar için de çalıştığı kuvveden fiile çıkmış olur.

Nitekim dostunu görmeğe giden bir kişinin anlattığı şu olay oldukça dikkat çekicidir: Arkadaşı onu büyük bir sevinçle karşılamış, bütün gece tatlı tatlı konuşmuş, misafirinin her haliyle ilgilenmiş, yalnız ayrılırken ya­vaşça: «Bugün benim hayatımın bir güneşi söndü, biricik oğlum öldü» de­miş.. Şüphesiz bu söz köklü bir imânın ve sağlam bir irâdenin ürünüdür. Müslümanların güzel âdetlerinden biri de bu değil midir: Kendine ait me­selelerle başkasını üzmemek, gelen misafire hiç olmazsa bir süre duyu­lan acıyı sezdirmemek olgunluğun bir başka görüntüsüdür. [61]

 

Davarların İnsanın Hizmetine Verilmesi

 

İşte böylece biz, onları size boyun eğdirdik. Ola ki şükredersiniz.»

Davarları bizlerden yana yaratan Cenâb-ı Hak, bununla bize büyük bir lûtufta bulunmuştur. Onları azgın, eğitilmez ve zaptedilmez vasıfta ya­ratmamış, «teshîr emrbnden tecelli eden kanuna bağlamıştır. Bu da, da­varlar başta olmak üzere diğer bütün hayvanların insan için yaratıldığının bir başka delilidir, Kur'ân'da bu hakikat açıklanırken insanların O Yüce Yaratan'a şükretmeleri  hatırlatılıyor. [62]

 

Allah Kişinin Şekline Ve Malına Bakmaz, Onun Kalbine Ve Ameline Bakar

 

«Boğazlanan kurbanlık hayvanların ne eti, ne de kanı elbette Allah'a ulaşmaz; ama Allah'a ula­şacak olan sizin takvânızdır.»

Kesilen kurbanların eti ve kanı Allah'a ulaşmaz, ama O'na gerçek anlamda ulaşacak olan kulun iyi niyet, takva ve samimi amelidir. O halde kim yaptığı ibâdetle daha çok Allah'tan korkar, saygı duyar ve kötülüklerden sakınırsa, Allah'a onisbette yakınlık sağlamış olur. O'na yakın­lık sağladıkça Allah onu sevmeye başlar. Sevince de onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olur; yani takva sahibi kul, Allah ile görür, O'nunla işitir, O'nunla tutar ve O'nunla yürür,

Bütün bunlar CenâbHakk'ın kişinin fiziksel yapısına, kıyafetine, ma­kam ve servetine değil; niyetine, takva üzere olan ameline değer verdiği­ni ve kulunu bu meziyetlerinden dolayı mükâfatlandıracağını göstermek­tedir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz -konunun hadîs bölümünde nak­lettiğimiz üzere-, «Şüphesiz ki Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bak­maz; ama kalplerinize ve amellerinize bakar» buyurarak ilgili âyeti bize daha iyi açıklamış bulunuyor. [63]

 

İyiliği Huy Edinenler Müjdelenmektedir

 

«Böylece Allah size doğru yolu, ibâdet ölçüsünü gösterdiğinden O'na tekbîr getirip ulu­lamanız için bu hayvanları sizin buyruğunuza baş eğdirdi. Sen iyiliği huy edinenleri müjdele!»

Her nîmet ilâhî tezgâhın alâmetini, her canlı O'nun sanatının benzer­sizliğini, her düzen O'nun kudretinin eşsizliğini yansıtmaktadır. O bakım­dan davarları emrimize veren CenâbHakk'ın büyüklük ve yüceliğini di­le getirerek «Allahu Ekber» dememiz kadar tabii ne olabilir? Şüphesiz ki davarları bizim elimize -baş eğdirerek- teslim eden Yüce Mevlâ, bir gün bizi de daha kudretli ellere teslim edecektir.

O halde her şeyde Allah'ın kudretinin izlerini görüp O'nu hatırlamak ve hatırladıkça da «Sübhanellah», «Allahu Ekber» ve «el-Hamdü lillah» demek kadirbilirliğin kelimeyle ifade edilen belgesidir. Böyle bir düşünce ve fazîlet düzeyine erişen mü'min, günlük hayatını iyilikler, güzel huylar ve samimi ilgiler doğrultusunda değerlendirir. Kur'ân bunu «ihsan» sözüyle belirterek iyilik işleyenlere «muhsinîn» vasfını lâyık görmüştür. O bakımdan ihsanın delâlet ettiği bu iyiliği şöyle sıralayabiliriz:

İyilik: Hakk'a dosdoğru inanıp O'na yönelmektir.

İyilik: İlâhî buyruklara uyup sıkıntı duymaksızın yerine getirmektir.

İyilik: Allah'ın haram kıldığı her şeyden kaçınmaktır.

İyilik: Allah'ın verdiği nimetleri gönül hoşnutluğu ve yatışkanlığıyla yine O'nun yolunda, rızası doğrultusunda harcamaktır.

iyilik : Yapılan yardımı, gösterilen sıcak ilgi ve desteği başa kakma­mak ve her vesileyle güler yüz gösterip tatlı dil kullanmaktır.

İyilik : Gösterişten uzak amel ve ibâdette bulunmaktır. İyilik : Her hususta Hakk'ın rızasını gözetmek ve Allah'ı görürcesine ibâdet etmektir. [64]

 

 

Âyetler  Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hac menasikiyle ilgili kurallara ve vecibelere uyulması konu edildi, Allah'a ortak koşanların, O'nu inkâr edenlerin ümit­sizlik veren bir boşluk içinde bocaladıklarına dikkatler çekilerek, insana iç huzuru, gönül yatışkanlığı kazandıran en tesirli âmilin, Hakk'a imân olduğuna işaret edildi. Sonra da kesilecek kurbanlık hayvanlara dikkatler çekilerek, Allah'a bu nîmetlerine karşı şükretmemiz hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, mü'minlerin korunacağı konu ediliyor. Nankör­lük edenlerin ilâhî sevgiye erişmiyecekleri hatırlatılarak mü'minlerin de bu konuda çok dikkatli olmaları belirtiliyor. Sonra da bundan böyle Mek­ke döneminin geride kaldığı, artık İslâm'a saldıranlarla savaşa izin veri­leceği üzerinde duruluyor ve mü'minlere geçmişte yapılan eza, cefa ve iş­kencelere atıf yapılarak, ileride İslâm devletini kuracak olan o mü'min­lerin şımarmayıp ilâhî emirleri yerine getirecekleri haber veriliyor. [65]

 

Meali:

 

38—  Şüphesiz ki Allah, imân edenlerden (azgın müşriklerin gaile ve saldırısını) savar; şüphesiz ki Allah hainliği sanat edinip nankörlüğü be­nimseyen hiç kimseyi sevmez.

39—  Kendileriyle  savaş  açılıp  da  zulme  uğrayanlara,   savaşmaları için izin verilmiştir. Şüphesiz ki Allah'ın onlara yardımda bulunmaya kud­reti yeter.

40—  Onlar ki haksız yere ve sadece «Allah Rabb.mızdır» dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, insanların bir kısmının (şerrini) diğer bir kısmıyla savmamış olsaydı, herhalde manastırlar, kiliseler, hav­ralar ve içinde Allah ismi çokça anılan mescidi er yıkılıp yok olurdu. Ve el­bette Allah kendi (dinine) yardım edenlere yardım edecektir. Şüphesiz ki Allah çok güçlü, çok üstündür.

41— O mü'minler ki, kendilerini yeryüzünde yerleştirip iktidar sahi­bi kılarsak, namazı kılarlar, zekâtı verirler; iyilikle emredip kötülükten men'ederler. İşlerin sonucu ise Allah'a aittir.

 

İniş Sebebi

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz Mekke'yi terketmek zorunda kalıp hic­ret ettiğinde, Ebû Bekir Sıddîk (R.A.): «Mekkeliler Peygamberi (A.S.) ken­di öz yurdundan çıkardılar. Doğrusu biz Allah'tan geldik, yine O'na dö­neceğiz. And olsun ki Mekkeli'ler helâka uğrayacaklardır» diyerek üzün­tüsünü belirtti. Sonra da Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyetleri indirince, Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) şöyle dedi: «İleride savaş olacağını anladım.» [66]

Ibn Abbas (R.A.) diyor ki:                                   

«Savaş hakkında ilk inen âyet bu olmuştur.» [67]Hz. Osman (R.A,) diyor ki:

«Kırk birinci âyet bizim hakkımızda inmiştir. Çünkü onlar bizi haksız yere ve sırf «Rabbımız Allah'tır» dediğimiz için yurdumuzdan çıkardılar. Medine'ye yerleştiğimizde, namazımızı yine kıldık, zekâtımızı verdik, iyi­likle emrettik, kötülükten de men'ettik. Böylece işlerimizin sonucu da Al­lah'a döndürülmüş oldu.» [68]

 

İman Birliği

 

Allah'a dosdoğru imân edip O'nun sevgi ve buyruğu doğrultusunda her şeylerini feda etmeyi göze alan mü'minler, her çağda ilâhî desteğe mazhardırlar. Çünkü beşer gücünün varabileceği sınıra varanlara Allah'ın yardım edeceği Kur'ân'ın birçok yerlerinde va'dedilmiştir. O halde sözü edilen sınıra kendilerini getirmesini bilen mü'minler, şüphesiz kendilerine düşeni yapmış sayılırlar, gerisi Allah'ın meşietine kalır; dilediğini doğru VOla iletir ve dilediğine yardım eder.

İşte bu durumda olanlardan Allah, düşmanın fitne, saldırı, hıyanet ve azgınlığını savar. Mekke'de Resûlüllah (A.S.) Efendimizin etrafında top­lanıp kenetlenen ilk Müslümanların o beldedeki son yılları bu düzeye gel­miş bulunuyordu. Cenâb-i Hak o sebeple azgınların sataşmalarını tesir­siz hale getirdi, hicret emrini verdi. Medine'de onlardan yana hazırladığı ortamı bir bir gerçekleştirirken, Mekke'nin fethini tezgâhlamış, putperest­lerin baş aşağı gelme fermanını kudret kalemiyle yazmıştı. [69]

 

Hainlik Ve Nankörlük

 

«Şüphesiz ki Allah hainliği sanat edinip nankörlüğü benimseyen hiç kimseyi sevmez.»

Mekke halkı bu iki sıfatı en çirkin yönüyle kendilerinde taşıyorlardı. O yüzden ilâhî sevgiyi kaybetmiş ve kendilerini O'nun gazabına hedef du­rumuna getirmisJerdi.

Bir yanda yeryüzüne, Allah'a ibâdet için konulan ilk kutsal mâbed sayılan Kabe, bir yanda da o topraklardan fışkırıp gelişen Rahmet Pey­gamberi Hz. Muhammed {A.S.) bulunuyordu. Ne var ki o hırçın millet bu iki kadri yüce nîmeti itmek suretiyle nankörlüğün affedilmez tablosunu çizdiler. Bununla da kalmayarak Peygamber (A.S.) ile arkadaşları aleyhi­ne her türlü yalan ve tertibe başvurup hainliğin en kötüsünü sergilediler,

İlgili âyetle bu tarihî olay açıklanırken dünya milletlerine ve özellikle İslâm âlemine sesleniliyor: Sakın o dönemdeki Mekkeli putperestlerin ken­dilerine yakıştırdıkları bu iki kötü sıfata iltifat etmeyin; yoksa ilâhî destek ve savunma tecellisini kaybedersiniz de yapayalnız kalırsınız.

Şüphesiz aynı hüküm fertler ve toplumlar için de geçerlidir. Sözü edi­len iki fena sıfatı huy edinen kişiler sadece Allah'tan uzaklaşmakla kalmaz­lar, toplumdan da kendi kendilerini tecrit etmiş olurlar. [70]

 

Savaşmak İsteyenlerle Savaşılır

 

«Kendileriyle savaş açılıp da zulme uğrayanlara, savaşmaları için izin verilmiştir. Şüphe­siz ki Allah'ın onlara yardımda bulunmaya kudreti yeter.»

Bilindiği gibi, Müslümanlar Mekke'den hicret etmeden önce, her şeye rağmen kendilerine savaş izni verilmemiş ve sabretmeleri tavsiye edilerek kurtuluşun yakın olduğu; İslâm'ın mutlaka başarıya erişeceği, küfrün ise mutlaka baş aşağı geleceği yer yer işlenerek haber verilmişti. Zira Mekke döneminde Müslümanların bir savaşı göze alacak kadar ne adamları, ne de silahları vardı. Hem ilk adımda işe savaş ile başlamak İslâm'ın yüce gayesine ters düşerdi.

Medine'ye hicret edildikten sonra tehlike kısmen atlatılmış ve Müs­lümanlar rahat nefes almaya ve toparlanmaya başlamışlardı. Medine hal­kının süratle İslâm'a girmesi ve her şeylerini bu dinin gelişmesi uğruna vermeye hazır duruma gelmeleri, yeni bir kuvvetin oluşmasına imkân ver­di ve böylece yazılı bir anayasa hazsrlanarak şehir devletinin ilk temeli atılmış oldu. Aradan henüz bir yıl geçmeden, Mekkeli'lerin mutlaka bir savaşa kapı açacakları kesinlik arzediyordu. O sebeple Cenâb-ı Hak bu durumda Müslümanlara gelecek düşmana karşı savaşmaları için ilk izni vermiş oldu. Öyle ki, bir saldın meydana geldiği takdirde Müslümanların pasif savunmada kalmayıp saldırıya saldırı ile cevap vermelerine müsaade edildi. Sonra da olayların süratle gelişme kaydetmesi ve Mekke müşrik­lerinin İslâm'a karşı ciddi durum alıp Şam'a gönderdikleri büyük bir tica­rî kervandan elde edilecek kârın ve gerekirse sermayenin tamamının Müs­lümanlarla savaşmak için harcanmasına karar vermeleri, yukarıda be­lirtilen müsaadenin kapsamını genişletmeye vesîle teşkil etmiş ve böyle­ce savaş emri inmiştir. Ancak indirilen bu emirler birkaç yerde tekrarlan­makta ve her tekrarı yepyeni bir ruh ve azim aşılamakta, taze hükümler taşıyarak ilk inen emirleri desteklemektedir. [71]Bedir savaşı bunun ilk fiilî durumunu oluşturmakta ve artık bundan böyle vuku bulacak saldırı­lara Hâlid b. Velid'in (R.A.) tabiriyle silah hakem yapılarak cevap verilece­ği açıklanmaktadır. [72]

 

Savaş Azgınlık Ve Fitneyi Durdurup Dengeyi Sağlar

 

«Eğer Allah, insanların bir kısmının (şerrini) diğer bîr kısmıyla savmamış olsaydı, elbette manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Al­lah ismi çokça anılan mescidler yıkılıp yok olurdu..»

Hemen her milletin hayatı çok renkli geçer. Başa geçen bazı çılgın ve dengesiz liderler, maddî kuvvetin ve elde ettikleri bazı zaferlerin sar­hoşluğu içinde cihan imparatoru olma hevesine kapılırlar. O yüzden za­man gelir her şeyi bu acıdan görmeğe başlarlar ve kutsal değerleri ya­vaş yavaş bir tarafa itip sınır ve ölçü tanımaz olurlar. Sonra da ekonomik alanda canlanma ve başka milletlerin malını yağma edip lüks ve konfor hastalığına yakalanma dönemi başlar. Ahlâksızlık süratle genişleme kay­deder; derken, başaşağı dönemine hızla yaklaşılır ve sonra da silkinme, dönüş yapıp Hakk'a yönelme idrâkleri uyanmazsa, yıkılıp yok olmaları ka­çınılmaz olur. Cenâb-ı Hak bu dengesizliği ve fitneyi düzeltmek için baş­ka güçleri harekete geçirir. Böylece insanların, diğer bir tabirle milletle­rin şer ve azgınlığını, fitne ve tuğyanını yine insanlarla ve başka milletler­le defetme sünneti tecelli eder de hükmünü yürütür. Napolyon Bonaparte'-m ve Hitler'in akibeti bunun açık misallerinden ikisidir. [73]

 

Tek Suçları : «Rabbımız Allah'tır» Demeleri İdi

 

«Rabbımız Allah'tır» deyip O'na kul olmanın şerefini kendilerinde ta­şıyan mü'minlere sakın dokunmayın, sonra bunun sonu kahredici bir azâ-btn inmesiyle noktalanır, Mekke'nin sapık ve şaşkın müşriklerinin «Allah birdir» diyenlere saldırması, putperestliğin o bölgede sonu, azgınlığın da en acı dramı olmuştur. Kur'ân özellikle bu hususa dikkatleri çekmektedir. Çünkü gerçek imândan zarar gelmez; ancak yarar gelir. Bütün kötülük, şer, ihanet, azgınlık ve hayâsızlık, imansızlığın sermayesidir.

Şüphesiz ki kim Allah'ın dinine sarılıp yardım ederse, Cenâb-ı Hak elbette onlara, düşmanlarına karşı yardım eder. Bu da ilâhî sünnetlerden biridir.

Allah'ın bu yardımına erişenler, iktidar sahibi olunca şımarmazlar da Allah'a bağlılıkları artar; namaz kılmaya, zekât vermeye devam ederler ve sonra da iyilikle emredip kötülükten alıkoymak suretiyle kendi iç yapıla­rında tam bir otokontrol sağlarlarsa, ilâhî yardım devam eder ve aynı za­manda ömürleri uzun olur. Medine'ye yerleşen mü'minler bunun en güze! misalidir.

Zira her hâl-ü kârda işlerin sonu Allah'a aittir ve O'na döner. Hiçbir şey ve olay O'nun plân ve düzeninin dışına çıkamaz; çıkmak isteyen ken­di felâketini hazırlamış olur.

Açıklama :

Kırkıncı âyette geçen «salâvat» kelimesi, «sa!ât»ın çoğuludur. Salât, bazı lûgatçilere göre, İbranice «saluta»dan Arapçaya geçip az şekil değiştirmiştir. Kök mana olarak «Yahudilerin ibâdet yerleri» demektir. [74]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın dinine hizmet edip «Rabbımız Allah'tır» diyen ilk Müslümanların ilâhî yardıma mazhar oldukları misal verildi ve nankörlük eden milletin bu yardıma lâyık görülmeyeceği dolaylı şekilde anlatıldı. Sonra da mü'minlerin ileride başarıya erişeceği haber verilerek, Hz. Peygamber'den (A.S.) sonra da ilâhî sünnete uyan mü'minlerin aynı başarı grafiğinin çizgisinde devam edeceklerine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı putperestlerin tarih boyunca gönderilen her peygambere karşı çıktıkları, onları yalanlayıp birtakım çirkin davra­nışlarda bulundukları hasırlatılarak, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile ar­kadaşları teselli ediliyor ve inkarcı azgınların sonlarının ne olduğuna atıf yapılarak, Mekkeli müşriklerin de günlerinin sayılı olduğuna dikkatler çe­kiliyor. Arkasından yıkılıp yok edilen milletlerin harabelerini gezip görme­leri tavsiye edilerek, tarihin tekerrür edeceği dolaylı şekilde anlatılıyor. [75]

 

Meali:       

 

42-43-44— Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nûh kavmi, Ad ve Semûd kavmi, İbrahim kavmi, Lût kavmi, Medyen halkı da yalanlamış­tı; Musa da yalanlanmiştı. Kâfirlere mühlet verdim. Sonra da onları yaka-layıverdim. (Bir görsünler) benim durum ve düzeni nasıl değiştirip alt-üst etmemi!

45—  Birçok kasaba halkına zulüm edip dururlarken yakalayıp yok et­tik, damları çökmüş, kuyuları kendi haline terkedilmiş ve (ıssız kalmış) yüksekçe sarayları..

46—  Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, o sebeple akledip anla­yacak kalpleri, işitecek kulakları olsun. Doğrusu (yalnız) gözler kör olmaz; göğüslerde olan kalpler de kör olur.

 

İlgili Hadis

 

«Doğrusu Allah zâtime mühlet verir, tâ ki onu yakalar; yakalayınca da artık onu salıvermez.» [76]

 

Kitle Taassubu

 

Kitle bir şeye inanıp bağlandı mı artık onları vazgeçirmek çok zor olur. Zamanla önyargı halini alır ve artık akıl, mantık ölçüsü kalmaz da inanıp bağlandıkları şeye karşı gelenlere büyük bir tepki gösterirler. Bâtılın pe­şinde sürüklenen ve o yüzden insanî meziyetlerden çoğunu kaybeden ka­vim ve milletler, kendilerine erdemlik ve şahsiyet kazandırmak, hakka ve doğruya yöneltmek isteyen peygamberlere karşı gelip onları yalanlamaya kalkışırlar. Çoğu aşırı tepki gösterip peygamberi kendi öz yurdundan çı­karır. İlgili âyetle yedi kavimden söz edilmekte ve hepsinin de gönderilen peygamberleri yalanlayacak kadar insaf ve idrâklerini kaybettiklerine dik­katler çekilmekte ve böylece Mekkeli müşriklerin Hz. Muhammed'i (A.S.) yalanlamalarının yeni bir şey olmadığına parmak basılmakta, Ondan son­ra da kıyamete kadar küfrün bu tür hezeyanlarının sürüp devam edeceği­ne işaret edilmektedir.

Böylece Allah'a imân ve iyi ahlâk düzeyinde eğitilmeyen bir kitlenin psikolojik yapısını tasvîrle, izlenecek yol ve uygulanacak metot hakkında bilgi veriliyor. Sonra da Peygamber (A.S.) ve arkadaşları teselli edilip in­karcıların sözlü ve fiilî saldırıları belli bir kerteye gelinceye kadar sabret­meleri isteniliyor ve sünnetullah gereği, küfür ve azgınlık, ahlâksızlık ve şirretlik belli bir kerteye gelmedikçe ilahî hükmün inmiyeceği dolaylı şe­kilde anlatılıyor. [77]

 

Arkeolojik Kalıntılar

 

«Yeryüzünde   gezip dolaşmadılar mı ki,   o   sebeple akledip anlayacak kalpleri, işitecek kulakları olsun..»

Küfür, sapıklık, azgınlık ve zulümleri yüzünden yıkılıp yok olan kasa­ba ve şehirlerin hâlen yer yer dikkatleri çeken kalıntıları, ilâhî hükmün şaşmazlığını yansıtan tarihî belgeler olarak, yolunu kaybeden inkarcılara seslenmektedir. Akıllarını kullanıp ibret gözüyle bu kalıntıları gezip gör­meleri, tarihî olayların neden ve niçini üzerinde durup iyice araştırmaları yıkılan milletlerin yıkılış sebeplerini tesbite çalışmaları tavsiye edilmek­tedir.

Nitekim günümüzde turizmi geliştirme amacıyla birçok arkeolojik ka­zılar yapılmakta; tarihin karanlık kalan tarafları aydınlığa çıkarılmakta­dır. Ne yazık ki, ortaya çıkarılan bunca tarihî harabeler üzerinde dört ba­şı mamur araştırma yapıldığı veya yapılmakta olduğu söylenemez. Neden bu şehirler ve kasabalar insanlarıyla, sanat eserleriyle, hazine ve servet-leriyle birlikte batmıştır? O insanların başlarına gelen felâketlerin türü neydi? İnançları, sosyal yapılarının özellikleri nelerdi? Neden tarih za­man zaman tekerrür etmiştir? Bu ve benzeri bir çok sorular üzerinde du-ruimamaktadır. Oysa önemli olan, onlardan kalma bu harabelerin neler­den ibaret olduğu değil, neden yıkılıp yok olduğudur. Gerçi geçmişte or­taya konan medeniyetleri incelemeğe de ihtiyaç vardır, ama tek ihtiyaç veya başta gelen ihtiyaç bu değildir.

İşte Kur'ân-ı Kerîm yüzümüzü tarihî eserlerin bu cihetine çevirip cid-di bir araştırma yapmamızı tavsiye ediyor.

Anlaşıldığı gibi, körlük sadece gözlerle ilgili olmayıp kalplerin de ken­dine has körlüğü vardır. Dünün inkarcısı ne ise, bugünün de inkarcı mad­decisi odur. İkisinin de kalbi kör, idrâki kapalı, sağduyusu mefluçtur. [78]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, tarih boyunca gönderilen her peygamberin, in­karcı sapıklar tarafından yalanlandığı, tehdit edildiği ve çirkin suçlama­lara maruz bırakıldığı belirtildi. Böylece Hz. Muhammed (A.S.) ve Onun yolunda yürüyenler teselli edildi. Ancak küfürde ısrar edip işi zulme ve saldırıya vardıranların günlerinin sayılı olduğuna işaretle, hakkın mutla­ka başarıya eriştirileceğine atıf yapıldı. Sonra da tarihin tekerrür edece­ği konu edilerek ayakta duran tarihî kalıntıların, dinî, ahlâkî ve sosyal yön-, den incelenmesinin çok yararlı olacağı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, va'dedilen azabın çabuk inmesini isteyen inkar­cıların bu ve benzeri sözlerinin Allah'ı âeiz bırakmıyacağı; O'nun yanında her şeyin belli bir süresinin bulunduğu, her fert ve milletin yazılı bir ece­linin söz konusu olduğu üzerinde duruluyor. İnkarcılara biraz mühlet ve­rilmesinin sebebine işaretle, Peygamber'in (A.S.) ancak açık bir uyarıcı olduğu hatırlatılıyor. Azabı ise ancak Allah'ın indireceğine dikkatler çeki­liyor. [79]

 

Meali:

 

47— (O sapık inkarcılar) senden acele azabın gelmesini İstiyorlar, And olsun ki Allah verdiği sözden caymaz. Şüphesiz ki Rabbın yanında bir gün, sizin sayıp hesapladığınız bin yıl gibidir.

48—  Nice kasabalar zâlim oldukları halde onlara mühlet vermişizdir; sonra (sırası ve vakti gelince) onları y akalayı verdim. Dönüş ise ancak ba­nadır.

49—  De ki: Ey insanlar! şüpheniz olmasın ki ben ancak sizin için açık bir uyarıcıyım.

50—  Artık imân edip güzel-yararlı amellerde bulunanlar için bir ba­ğışlanma, iyi ve temiz bir rızık vardır.

51—  (Karşısındakileri) acze düşürmek için âyetlerimiz hakkında (kö­tü niyetle) koşup duranlara gelince, işte onlardır Cehennem yaranları!.

 

İlgili Hadîsler

 

«Müslüman fakirleri, zenginlerinden yarım gün (beş yüz yıl) önce Cennet'e girerler.» [80]

Tabiîn'den Sümeyr b. Nehar diyor ki:

  Ebû Hüreyre (R.A.) konuşmasında şöyle dedi: «Müslüman fakir­ler, zenginlerden yarım gün miktarı önce Cennet'e girerler.» Ben de ona: «Yarım gün miktarından neyi kasd ediyorsun uz?» diye sorduğumda, şu ce­vabı verdi: «Sen, (Şüphesiz ki Rabbın yanında bir gün, sizin sayıp hesap­ladığınız bin yıl gibidir) âyetini okumadın mı?» [81]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu :

«Doğrusu ben, ümmetimin Rablannın yanında kendilerini yarım gün geciktirmesinden dolayı bıkkınlık duymayacaklarını ümit etmekteyim.»

Bunun üzerine Efendimize soruldu :

  Yarım gün nedir? Cevap verdi:

  Beş yüz yıldır. [82]

 

Azabın Acele Gelmesini İsteyenler

 

«(O sap* inkarcılar) senden ace­le azabın gelmesini istiyorlar. And olsun ki Allah verdiği sözden caymaz.»

Son peygambere ve âhiret âlemine inanmayan; Allah hakkında ciddi ve ölçülü hiçbir bilgisi olmayan putperest inkarcılar, Kur'ân'm ve Pey-gamber'in azap ile tehdit edip, yaptıkları uyarıları ciddiye almadıkları için, zaman zaman sırf alay olsun diye: «Hani o tehdit edip durduğunuz azabı getirin..» derler ve bununla Hz. Peygamber'i (A.S.) acze düşürmek ister­lerdi.

Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle Allah'ın kavim ve milletler hakkındaki câri sünnetini hatırlatıyor. Şöyle ki: Zulüm, tuğyan, haddini bilmezlik ve ah­lâksızlık belli çizgiye gelmedikçe ilâhî azap inmez. Hem Allah'ın sabrı çok­tur. Onlara bilfarz yarım gün sonra azap etmeyi takdir etmişse, bu bizim hesapladığımız sun'i zaman olarak 500 yıla; bir gün sonraya bırakmışsa, bu 1000 yıla tekabül eder. O halde onların azâbt acele istemesine karşı

mü'minlerin üzülmesine gerek yok. Vakti ve saati gelince, her şey takdir edildiği gibi sonuçlanır.

Tarihte birçok kasaba ve şehir halkı zâlim oldukları halde, onlara bir süre mühlet verildiği açıklanarak, bu husustaki ilâhî takdirin bir plân ve programa göre cereyan ettiği hatırlatılıyor. Çünkü kim nereye giderse git­sin, hangi yana yönelirse yönelsin; toplumu hangi istikamete çevirirse çe­virsin, sonunda dönüş Allah'a olacaktır ve O hesabı çok çabuk görür. [83]

 

Zaman Kavramı

 

Bilindiği gibi, bizim, zamanı bazı parçalara ayırmamız bütünüyle sunidir. Dünya'nın hem kendi ekseni, hem Güneş etrafında dönmesiyle gece-gündüz, mevsimler ve sene meydana gelmektedir. Âhiret'te ise, gece-gündüz, mevsim ve yıl olmadığına bakılırsa, zaman kavramı bir bakıma ortadan kalkmış oluyor. Tabii bununla sun'î zamanı kasdediyoruz. O ba­kımdan Âhiret gününden söz edilirken bizim sun'î zamanımızla yarım gü­nün 500, bir günün 1000 yıl kadar uzun olduğuna dikkatler çekilmekte ve böylece bu konuda «yevm» yani «gün» tabiri kullanıldığında, kendi sun'î zamanımızdaki 24 saat olmadığına işaret edilmektedir.

Bu gerçeği düşünmeyenler, arzuladıkları bir şeyin hemen oluverme-sini isterler ve aradan birkaç yıl geçince de ümitsizlenmeye başlarlar. Oy­sa CenâbHakk'ın sünneti şaşmaz, programı aksamaz, hükmü değişmez. Bir millet üzerine azap inmesi gerekiyorsa, mutlaka onun için belirlenmiş bir süre söz konusudur. İnsanlar ne kadar acele de etse, o süre dolma­dıkça azap inmez. [84]

 

Hz. Muhammed (A.S.)In Görevi

 

«De ki: Ey insanlar! Şüpheniz ol­masın ki ben ancak sizin için açık bir uyarıcıyım..»

Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, Peygamber'in (A.S.) görevi hakkında kısa, fakat yeterli bir bilgi veriyor. Böylece Peygamber'in (A.S.) her istediğini yapabilen, arzu ettiğini doğru yola kavuşturan, dilediği zaman mu'cize gös­teren veya azap getiren bir kudret olmadığı; Onun ilâhî emirleri kusursuz tebliğ edip doğru yolu gösteren ve inkarcıların tuttukları yolun büyük bir tehlikeye uzandığını haber veren bir görevli bulunduğu açıklanıyor.

Sonuç olarak Peygamber'in (A.S.) görevinin sınırları çiziliyor ve o çizginin ötesinde Ondan bir şeyler istemenin doğru olmayacağı hatırlatılıyor. Aynı zamanda Peygamber'den (A.S.) sonra gelecek olan mürşitlerin, ilim adamlarının, tebligatçı ve dâilerin de Peygamber'i (A.S.) aşacak geniş kud­rete sahip olmadıklarına işaretle, herkesi lâyık olduğu ölçüde değerlen­dirmemiz tavsiye ediliyor. Aksi halde, insanları, bulundukları sınırın öte­sinde görmeye başlarız ki, bu faydadan çok zarar getirir ve beşer sınırıy-la Cenâb-i Hakk'a has sınırlan birbirine karıştırmış oluruz. [85]

 

İman Ve Amel-İ Salih

 

İmanı bir ağaca benzetirsek, salih ameller onun meyvaları sayılır. Zi­ra imânın hedefi, Allah'a kulluk doğrultusunda iyi, yararlı hizmetlerde bu­lunmak; dünya ile âhiret, bedenle ruh, maddeyle mâna arasında köprü kurmak ve böylece hilkat kanununa uyarak plândaki yerimizi almaktır.

O bakımdan Kur'ân-ı Kerîm'de bazı istisnalarla ne kadar imândan söz edilirse, hemen arkasından «amel-i sâlih» zikredilir. Hz. Peygamber'in de yirmi üc yıllık risâlet dönemi bunun en güzel örnekleriyle doludur.

İslâm'ı ve Kur'ân'ı hafife alıp birtakım kelime oyunlarıyla veya basit mantıkî yollarla zihinleri bulandırmaya ve böylece mü'minleri acze düşür­meye çalışanlara gelince : Ölmeden önce dönüş yapmadıkları ve CenâbHakk'a yönelip tevbe ve istiğfarla bağışlanmalarını dilemedikleri takdirde, kendilerine çok yazık etmiş olurlar ve varacakları yer, ebedî azap yurdu olan Cehennem'dir.

İlgili 51. âyetle bilhassa bu önemli noktaya parmak basılmakta ve he­nüz kalbi İslâmiyet ve Kur'ân ile yatışmayanlar uyarılmaktadır. [86]

 

Âyetler  Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkârda ısrar edip tuğyanlarını sürdürenlerin acele va'dedilen azabı istemeleri konu edildi. Sonra da Peygamber (A.S.) Efendimiz'in görev sınırı belirlenerek, ümmetine bu konuda en sağlam kıstas verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, olayların ümit kırıcı istikamette gelişmesi neti-oesinde ufak çapta da olsa kalp ve.kafada bir şüphe rüzgarının esmesi­nin, her zaman mümkün olabileceği üzerinde duruluyor; ancak peygam­berlerin kalbinde böyle bir esinti başlar başlamaz CenâbHakk'ın onu anında tesirsiz kılacağı belirtiliyor. Diğer insanlar hakkında ise, bu tür şüphe ve vesvesenin ciddi bir imtihan olduğuna dikkatler çekilerek, kalbi şüphe hastalığından kurtarmamız tavsiye ediliyor.

Arkasından kalplere şifa ve rahmet olan Kur'ân'ın hak olarak indiril­diğini daha iyi anlayabilmek için ilme ve irfana ihtiyaç bulunduğuna atıf yapılıp, mü'minlerin durmadan bilgilerini artırmaları tavsiye ediliyor.

Beyinleri yıkanmış ve ön yargıya saplanıp kalmış inkâreı sapıkların ise, bu hakikati ancak çarpıcı bir azabın inmesiyle veya kıyamet olayının meydana gelmesiyle anlayabilecekleri belirtilerek, kıyamet günü gelme­den dönüş yapmaları hatırlatılıyor. [87]

 

Meali

 

52—  Senden önce ne kadar bir Resul ve bir Nebî gönderdikse, O bir arzu ve temennide bulunduğunda şeytan mutlaka onun temennisine bir vesvese atmış (arzusunu karıştırmıştır. Ama Allah, şeytanın attığı ves­veseyi giderip te'sirsiz bırakır; sonra da kendi âyetlerini (onun kalbinde) sağlam biçimde tesbît eder. Allah bilir ve hikmet sahibidir.

53—  Bu da, şeytanın attığı vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunan­lara ve kalpleri katılaşanlara bir imtihan kılması içindir. Şüphesiz ki zâlim­ler uzak bir ayrılık içindedirler.

54—  Ve bir de kendilerine ilim verilenlerin, onun  (Kur'ân'ın) senin Rabbından hak olarak (indirildiğini) bilmeleri ve böylece ona inanıp kalp­leri de ona saygı duyarak bağlanmaları içindir. Hem şüphesiz ki Allah, imân edenleri doğru yola iletendir.

55—  O küfredenler ise, kendilerine Kıyâmet'in kopuş saati ansızın gelip çatınoaya veya kısır bir günün azabı gelip dokununcaya kadar Kur'ân hakkında devamlı bir şüphe içinde bocalayıp kalırlar.

56—  Mülk o gün Allah'ındır. Onlar arasında hükmeder. İmân edip iyi-yararlt amellerde bulunanlar Naim Cennet'lerindedirler.

57—  İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise, işte onlar için alçai-tıcı, aşağılayıcı, horlayıcı azap vardır.

 

İniş Sebebi

 

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında klasik tefsîrlerin çoğunun naklet­tiği kıssanın sahih hiçbir yanı yoktur. «Garaniku'l-Ulâ» sözünün Peygam­ber (A.S.) Efendimiz tarafından Necm sûresinin «efere'eytüm..» âyetinden sonra okunduğu tamamen asılsız ve dayanaksızdır. Zira Peygamberler ge­rek ilâhı vahyi alırlarken, gerekse aldıklarını teblîğ ederlerken hatâ yapmazlar ve hepsi de emrolundukları şeyleri kusursuz şekilde Allah'ın kullarına duyurmaya çalışırlar.

Nitekim hadîs münekkidleri bu konuyla ilgili rivayetlerin hemen hep­sinde ıstırap, senetlerinde inkıta' bulunduğunu belirterek gereken tesbit-leri yapmışlardır.

İslâm tarihinde ve siyer kitaplarında «Garanik olayı» diye adlandırı­lan hususun, sırf Peygamber (A.S.) Efendimiz'i küçük düşürmeye yönelik bir uydurma olduğunda şüphe yoktur. Nitekim ilim adamlarımız bu konu üzerinde yeterince durmuş ve gerçek olmadığını isbat etmişlerdir. Tefsiri­mizin hacmi müsait olmadığından onları nakletmedik. [88]

 

Şeytanın Vesvese Esintisi

 

«Senden önce ne kadar bir Resul ve bir Nebî gönderdikse, O bir arzu ve temenni­de bulunduğunda şeytan mutlaka Onun temennisine bir vesvese atmış (arzusunu karıştırmıştır..»

Şeytan, bilindiği gibi, yalın ateşten veya ışından yaratılmıştır. Onda da nefis vardır. O bakımdan hem iyilik, hem de kötülük işlemeye müsa-^ ittir. Ne var ki, o iyiliğe meyletmeyip kötülükte bulunmayı tercih etmiş ve o yüzden ilâhî emre karşı gelerek O'nun rahmetinden kovuimuştur. Kıya­mete kadar da kendisine mühlet verilmiş ve böylece insanlara karşı olan kin ve düşmanlığını tatmin edebilmek için onların kalp ve kafalarına şüp­he sinyalleri göndermeyi kendine bir bakıma vazife saymış veya vecibe kabul etmiştir.

Şeytan hılkatındaki özelliği gereği, maddî hiçbir engel tanımaz; her yere girip çıkabilir. Ancak Allah'a dosdoğru imân edip O'na güvenip da­yanan bir kalbe giremez; bir esinti verse bile, Allah'ın izniyle imân kud­reti onu tesirsiz kılıp geri çevirir. Peygamberlerde ise imanın bu kudreti çok daha belirgin ve çok daha tesirlidir.

Zira Peygamberlerin gerek ruhî yapıları, gerekse imân ve irfanları en yüksek derecededir. CenâbHakk'ın emirlerini telakki ederlerken bütün dikkatleri, kalbî hizmetleri, ruhî yönelişleri vahiy üzerinde toplanır da dış âlemleriyle ilgileri kesilir. Şeytan o arada vahyin iyi kavranmasına engel olmak; peygamberin bu husustaki arzusunda bir başkalık doğurmak için

uzaktan faaliyete geçer; durmadan sinyaller gönderir. Ama Allah'ın pey­gamberlere olan inayeti, gelen sinyalleri, diğer bir deyimle esintileri gide­rip tesirsiz bırakır. O bakımdan peygamberler korunmuştuk düzeyinde inen vahyi aynen telakki edip kalp ve hafızalarına nakşederler de en kü­çük bir hataya mahal bırakmazlar.

Kalplerinde inkâr ve şüphe hastalığı bulunanlara gelince : Onlar -yuzat-i İlâhiyeden mahrum kalıp kalp katılığına uğramışlar ise, Allah'ın emirlerini Allah Kelâmı'ndan aimak isterlerken, şeytan onların kalbinde müsait bir ortam bulacağı için, peşpeşe vesvese sinyalleri verip şüphe fır­tınasını hızlandırır ve böylece mevcut hastalık biraz daha artar da onlar çok çetin bir sınavı kaybetmiş olurlar. Böyleleri cidden kendilerine hak­sızlık etmiş sayılırlar. O sebeple de Hak'tan uzak bir sapıklık içinde bo­calayıp bir ömür tüketirler. [89]

 

Kendilerine İlim Verilenler

 

«ve bir de kendilerine ilim verilenlerin, onun (Kur'ân'ın) senin Rabfaından hak ola­rak (indirildiğini) bilmeleri ve böylece ona inanıp da saygı duyarak bağ­lanmaları içindir.,»

Gerek kendilerine ledünnî (fizikötesinden) ilim verilenler, gerekse ilâ­hî ilimleri Allah için tahsil edenler, ilmi sağlam imânla birleştirip bütünleş­tirirler. O bakımdan Kur'ân'a eğildikleri zaman şeytanın vesvese gönder­mesi, onların Kitabullah'a olan saygısını artırmaktan başka olumsuz bir tesir meydana getiremez. Öyle ki, ilim adamlarının hak olan tezleri, anti­tezin şiddeti nisbetinde kuvvetlenir ve onların irfanlarını artırır. Allah da bu derecede imân ve irfana sahip olan mü'minleri doğru yola iletir ve o yolda yürümelerini devam ettirir.

Böylece Kur'ân ilme ve ilim adamına gereken payeyi vermekte ve her iki âlemde de başarılı olmanın, sağlam imânla birleşip bütünleşen ilim ve irfanla gerçekleşebileceğini vurgulamaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki, Kur'ân ve İslâm ilimle ikiz kardeşlerdir; onları birbirinden ayırmak, bütün­lüklerini bozmak demektir. '

İnkarcı sapıkların ise, Kur'ân'a dosdoğru inanmaları pek beklenemez. Zira beyinleri yıkanıp idrâkleri dumura uğrayınca ve hakkı reddetme hu­susunda şartlanınca, ortaya ön yargı çıkmış olur. Bu çizgide bulunduklan sürece, kendilerini değiştirmek veya hakka yönlendirmek çok zordur. Allah'ın hidâyet nasip ettiği kimseler müstesna.. [90]

 

Yorumlar-Açıklamalar

 

Resul: Kendisine vahiy ile şeriat verilen ve onu tebliğ ile görevli kı­lınan peygamber demektir. Asıl tarif bu olmakla beraber, bazan «nebî» ma­nasına kullanıldığı olmuştur.

Nebi: Kendisine şeriat verilmeyip bir önceki şeriatle amel etmesi ve onunla toplumu, yani gönderildiği kavim veya milleti eğitmesi emredilen peygamberdir. Bazan «resul» anlamında da kullanıldığı vâkidir.

Umniyye : Kıraat ve insanın içinde meydana gelen temenni gibi mâ­nalara delâlet eder. Böylece ilgili 52. âyetin bununla ilgili bölümünü iki türlü yorumlamak ortaya çıkmaktadır: Birincisi, peygamber bir arzu ve temennide bulunduğunda şeytan mutlaka onun temennisine bir vesvese atmış, arzusunu karıştırmaya yeltenmiştir. İkincisi, peygamber inen âyet­leri tilâvet ettiği zaman şeytan mutlaka onun kafasında birtakım yersiz şüpheler doğurmaya çalışmıştır. [91]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, şeytanın zaman zaman mü'minlerin de kalp ve kafalarında birtakım yersiz şüpheler doğurmaya çalışacağı konu edildi ve peygamberin kafasına attığı vesveseyi Allah'ın derhal tesirsiz hale getirdiği açıklandı. Sonra da Kur'ân'ın kalplere şifâ ve rahmet olduğu be­lirtildi. İnkarcı sapıkların bu hakikati anlayamadıkları ve ancak kendile­rini kahredecek bir azabın inmesiyle, uyanıp gerçeğe kalp ve kafalarını çevirebileceklerine dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah yolunda hicret eden mü'minlerle yine o yolda ölen veya şehit edilenler övülüyor; onlar için büyük mükâfatların hazırlandığı haber veriliyor. Haksız tecavüze uğrayanların, gerektiğinde misliyle karşılık vermelerinde bir sakınca olmadığı üzerinde duruluyor ve aynı tecavüzün tekrarı halinde CenâbHakk'ın mü'minlere yardım ede­ceği va'd ediliyor. Arkasından Allah'ın kudretine dikkatler çekilerek gece-gündüzün birbirini izlemesi üzerinde düşünmemiz isteniliyor. Sonra do in­san aklını harekete geçirip ona ön bilgi vermek üzere ilmî konulara geçi­liyor. [92]

 

Meali

 

58— Onlar ki Allah yolunda hicret ettiler, sonra da {yine Allah yo­lunda) öldürüldüler veya ecelleriyle öldüler, elbette Allah onları güzel bir rızık (ebedî saadetin nimeti) ile rızıklandiracaktır. Şüphesiz ki Allah rızık-landıranların mutlaka en hayırhsıdır.

59—  And olsun ki, onları hoşnut olacakları bir yere sokacaktır ve şüphesiz ki Allah yegâne bilendir, Halim (kullarına karşı çok şefkatli, mer­hametli ve sabırlı)dır.

60—  (Allah'ın sünneti) budur. Kim kendisine yapılan haksız saldırıya karşı misliyle karşılık verdikten sonra yine tecâvüze uğrarsa, Allah ger­çekten ona yardım eder. Şüphesiz ki, Allah çok affeden, çok bağışlayan­dır.

61—  Bu böyledir. Allah geceyi gündüze sokar, gündüzü de geceye sokar ve mutlaka Allah işitendir, görendir.

62—  (Gerçek) budur. Çünkü Allah, O'dur Hak;   Ondan  başka taptık­ları ise bâtıldır ve doğrusu Allah çok yücedir, çok büyüktür.

63—  Görmedin mi ki, Allah gökten bir su indirdi de yeryüzü yemye­şil oluverdi. Şüphesiz ki Allah çok lütuf sahibidir ve her şeyden haberli­dir.

64—  Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi O'nundur. Ve doğrusu Aflah çok zengindir (kimselere muhtaç değildir), çok övülmeye lâyıktır.

 

İlgili Hadîsler

 

Şürahbil b. S i m t (R.A.) anlatıyor:

— Rum ülkesinde bir kaleyi kuşatmamız hayli uzun sürdü. Derken Selmân el-Fârisî bize uğradı ve Peygamber (A.S.) Efendimiz'den şöyle işittiğini haber verdi: «Kim savaşta gözetlemede bulunup gerekeni yapar­ken ölürse, Allah ona, o savaşa devam edenlerin mükâfatı gibi bir mükâ­fat verir; üzerine (ebedî saadet) rızkını akıtır ve onu (kabir ve âhiret) fit­nelerinden güven içinde bulundurur. İsterseniz (Onlar ki Allah yolunda hic­ret ettiler, sonra da öldürüldüler,.) âyetini okuyunuz.» [93]

«İki göz var ki Cehennem ateşi onlara dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda geceleyip gözetlemede bulunan göz..» [94]

 

Nîmet Külfet Karşılığıdır

 

«Onlar ki Allah yolunda hicret ettiler..»

Şüphesiz ki nîmetin en güzeli, Allah'a dosdoğru imândan sonra, ha­yırlı bir mü'min olarak Allah'ın insanlıktan yana mutlak hayır yansıtan di­nine hizmet etmek; insanların mutluluğu için çalışıp enerji harcamaktır. Ancak her devir ve dönemde bu kutsal yola kendini adayanların karşısına bâtıl bütün hıncıyla çıkar ve çetin mücadeleler başlar.

Bunun iki sebebi vardır: Biri hak din her yönüyle, bâtıldan yana olan­ların hayat anlayışına ters düşmekte, onların başıboş bırakılan nefisleri­nin karşısında bir sed oluşturmaktadır. O yüzden maddeci inkarcılar sade­ce dinî engeli ortadan kaldırmakla yetinmezler, bir de dinin afyon oldu­ğunu iddia ederek onu temelinden yıkmaya çalışırlar. Diğeri ise, âhirette mü'minlere sunulacak yüksek nimetler, büyük külfetler, ciddi hizmetler sonucu elde edilebilir. Aksi halde yüksek nîmet olmanın bir bakıma anla­mını yitirmiş olur.

Onun için Kur'ân ilk cefakâr ve fedakâr mü'minleri hayır ve rahmet­le anmakta; Allah yolunda öz yurtlarından çıkarılıp öldürülenler ve ken­diliğinden o yolda ölenler için güzel bir rızık hazırlandığını-hatırlatmakta ve böylece yaşamakta olan Müslüman kuşaklarına en uygun model ve ör­neği, ölçü ve kıstası vermektedir.

Demek oluyor ki, insan manevî gıdasını, ruhî ihtiyacını sağlam bir mürşit ve muttaki bir ilim adamının rahle-i tedrisinde alınca, artık dünya onun gözünde önemsiz kalıyor, her şeyin gerçek amaca erişmek için birer araç niteliğinde olduğu ağırlık kazanıyor. O bakımdan dinde takva sahi­bi uzman eğitimcilere ve öğreticilere büyük ihtiyaç söz konusudur. Pey­gamber mektebi hem belirtilen ölçü ve vasıfta mü'min yetiştiriyor, hem de kalpleri fethedecek, ruhları dolduracak eğitici ve öğretici kadrolar vücu­da getiriyordu. [95]

 

Saldırıya Gerekirse Misliyle Karşılık Vermek

 

«(Allah'ın sünneti) budur. Kim kendisine yapılan haksız saldırıya karşı mis­liyle karşılık verdikten sonra yine tecâvüze uğrarsa, Allah gerçekten ona yardım eder. Şüphesiz ki, Allah çok affeden, çok bağışlayandır.»

Mü'minler güçlü ve düzenli bulundukları sırada haksız bir saldırıya uğrarlarsa, misliyle karşılık vermelerinde bir sakınca ve vebal yoktur. Bu­na rağmen sabredip iyilikle mukabelede bulunurlarsa, bu hem büyüklük ve fazilettir; hem de eğitici ve yönlendirici olabilir. Buna rağmen ikinci kez aynı cihetten ve kaynaktan saldırıya uğrarlarsa, ilâhî sünnet hükmünü yü­rütür de Allah saldırıya uğrayan o kullarına yardım eder.

Küfür, sapıklık, maddecilik her zaman şarlatandır, saldırgandır ve in­safsızdır. Allah'a imân ve dinî irfan ise, hazımkârdır, sabırlıdır; mütevazi ve temkinlidir. Aynı zamanda bağışlayıcı ve affedicidir. Ancak vaki saldı­rı mü'minin şahsına değil de dinine ve hürriyetine ise, o zaman kahraman­dır; karşı koyucu ve defedicidir. Zilleti, baş eğmeyi aşağılık ve karanlık sayar. İslâm'ın izzet ve şerefini ayakta tutmayı tek amaç bilir.

Allah nasıl dünyaya iki ayrı hareket vererek gece ile gündüzü birbiri­ne katıyorsa, mü'mine de biri imân ve irfan hareketi; diğeri karanlık olan küfrü ve maddeciliği tesirsiz hale sokma hareketi verir. İlâhî sünnet bu iki hareketi gerçekleştirmede, mü'minin azmi ve gayretini kıstas alır. Çün­kü Allah çok yüce ve çok büyüktür.

Gökten indirdiği yağmurla yeryüzünü nasıl zümrüt gibi yemyeşil ya­parak ona yepyeni bir hayat veriyorsa, haksızlığa uğrayan, bununla bera­ber azminden, sabrından bir şey kaybetmeyen mü'minlere de vakti, saati gelince ilâhî yardım ve inayetini tecelli ettirerek bir anda onlara bahar mevsimini lütfeder.

Çünkü her şey Allah'ındır. O'nun tasarrufu altındadır. Aynı zamanda her şey ilâhî plâna göre yaratılıp yerini almıştır. Yerini terkedip ilâhî plâ­na karşı gelenlerin ise, çok sürmez haddi bildirilir ve ilk tokatı ilâhî sün­netten yiyerek neye uğradıklarını şaşırırlar.

Bizler yeryüzündeki azgınlık ve taşkınlığı, ahlâksızlık ve sınırsızlığı gördükçe, ilâhî sünnetin, diğer bir tabirle onun cari hükümlerinin hemen harekete geçmesini arzu ederiz. Oysa o belli bir programa göre tecelli eder.

Böylece Cenâb-ı Hak, sıkıntıda olan mü'minlere -sabrettikleri ve yük­lendikleri hizmeti günün şartlarına ve mevcut ortama göre sürdürdükleri takdirde- mutlaka ruhlarını sevince gargedecek bahar havasını estirece­ğini, başarı sağlama basamaklarında onları kademe kademe yükselte­ceğini va'detmektedir. O'nun va'di haktır. [96]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah yolunda hicret edenler övüldü ve onların ferağat-i nefsle İslâm'a yaptıkları hizmetlere işaret edilerek yaşamakta olan mü'minlere misal gösterildi. Hizmet edip bu arada işkence ve saldı­rıya uğrayan mü'minlere Allah'ın yardım edeceği va'dedilerek endişelerin bir tarafa atılmasına kapalı şekilde atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, duygu ve düşüncelere seslenilip yönlendirme ya­pılırken, bu defa inkarcıların aklını harekete geçirmek için temel bilgi ma­hiyetinde birkaç konuya yer veriliyor. Sonra da bütün dinlerin esasta bir­leşmesine işaret ediliyor ve ancak fer'î meselelerde, ibâdetle ilgili konu­larda ayrıldıkları belirtiliyor. Arkasından, bu incelikleri düşünmeyip dinle­rin İslâmiyetİe son bulduğuna akıl erdiremiyen inkarcıların ortaya at­tıkları görüş ve iddiaların dünyada çözülmediği takdirde âhirette çözüle­ceği, hakkın bâtıldan ayırt edileceği haber veriliyor. [97]

 

Meali ;

 

65—  Allah'ın yerde olanları ye O'nun buyruğuyla denizde yol alıp giden gemiyi sizin emrinize verdiğini görmedin mi? Yerin üstüne (büyük­çe gök taşlarının) düşmemesi için göğü (ondaki cisimleri) tutar; ancak O'nun izniyle düşebilir. Şüphesiz ki Allah insanlara karşı çok şefkatli, esir­geyici ve çok merhametlidir.

66—  O'dur ki sizi dirilten; sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek de O'dur. Doğrusu insan çok nankördür.

67— Her ümmete (kendi çağlarında) ayrı bir ibâdet yolu sunduk ki onlar o yolda ibâdet ederler. O halde bu konuda seninle tartışmasınlar. Sen Rabbına davet etmeye bak. Şüphesiz ki sen dosdoğru yolda bulunu­yorsun.

68— Bununla beraber seninle mücâdele ederlerse, de ki: «Allah sizin neler yaptığınızı bilir.»

69 —Allah Kıyamet günü görüş ayrılığına düştüğünüz şeyler hakkın-aa aranızda hükmedecektir.

70—  Bilmez misin ki, Allah mutlaka gökte ve yerde olanları bilir. Şüp­hesiz ki bunların (hepsi) kitapta (yazılı) dır. Ve bunlar elbette Allah'a pek kolaydır.

71—  Allah'tan başka, hakkında Allah'ın hiçbir delil ve belge indirme­diği ve o hususta (kendilerinin de) hiçbir bilgileri olmadığı şeylere tapı­yorlar. Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur.

72—  Âyetlerimiz onfara karşı açık-seçik okunduğu zaman o kâfirle­rin yüzünde inkâr ve hoşnudsuzluk (belirtisini) anlarsın. Neredeyse ken­dilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar. De ki: Bundan daha kötü­sünü size haber vereyim mi? Allah'ın inkarcılara va'dettiği (Cehennem) ateşi... O ne kötü gidilecek yerdir!

 

Her Şey İnsanın Hizmetinde

 

«Allah'ın yerde olanları.... sizin emrinize verdiğini görmedin mi?»

İlgili âyetle yeryüzündeki canh-cansiz her şeyin insanın hizmetine ve­rildiği ve onun buyruğuna baş eğdirildiği belirtiliyor. Ayrıca denizleri gemi­lerin yüzebilmesi için belli fiziksel kanunlarla düzenleyip insanın yararına bıraktığına dikkatler çekiliyor.

Türleri bini aşan hayvanlarla dünyamızı süslerken; her biri yaşayıp soyunu devam ettirebilmek için diğerini yiyip geçinmekte ve böylece bir­birlerinin nesillerini tüketmiyecek şekilde ilâhî denge ve düzen kanununa uymaktadırlar. Bunun gibi, belli elementleri değişik oranda bir araya ge­tirip değişik madenleri depolayarak insana geçim kaynakları hazırlayan ve sayısı belirsiz bitkilerin bir kısmını vitamin kaynağı, bir kısmını şifa eczanesi özelliğinde yaratıp yeryüzüne serpiştiren; böcekler ve rüzgar ara­cılığıyla bitkiler arasında aşılanma meydana getiren Cenâb-ı Hak, hem bize hayat ve sağlık bahşetmekte, hem de dünyamızı çekici kılmaktadır.

Şüphesiz bunlardan her biri o çok yüce kudretin varlığına, birliğine başlıbaşına birer delil ve belge olarak, Allah kullarını Tevhîd İnancı'na ça­ğırmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık denizden ve faydalarından söz edilmesi, dik­katleri bu hayat kaynağına çekmekte, deniz ürünlerinden yeterince yarar­lanmamızı ilham etmektedir. [98]

 

Çekim Kanunu Ve Gökteki Cisimler

 

«Yerin üstüne (büyükçe gök taşlarının) düşmemesi için göğü (ondaki cisimleri) tutar; ancak O'nun iz­niyle düşebilir..»

Bilindiği gibi, bir cismin düşmesi için, yerçekim kuvvetinin bulunması şarttır. Bu çekim kuvvetinin bulunmadığı boşlukta, cisim olduğu noktada kalır.

Fezada sayısı belirsiz cisimlerin kendilerine has yörüngelerde hare­ketlerine gelince : Yine bu yerçekim ve merkezkaç gibi fiziksel kanunlarla sağlanmıştır. Bütün bunları tesadüflerin oluşturduğunu iddia etmek, en düzenli ve dengeli olayları; dengesiz, düzensiz başıboş olayların meyda­na getirdiğini kabul etmek olur ki, bunun akıl ve düşünce terazisinde yeri ve anlamı yoktur.

Aklını az-çok kullanabilen ve düşünce ufkunu genişletip varlık alemin­deki mutlak düzene bakan hiç kimse tesadüflerin böylesine en ince mate­matiksel ve fiziksel ölçülerle vücut bulan sistemleri meydana getiremi-yeceğini görüp anlar ve o sonsuz kudret karşısında hayranlık ve mahvi­yet duyarak secdeye kapanır.

Ortada bir plân ve program varsa, mutlaka bir plânlayıcı ve proğram-îayıcı vardır. Mükemmel bir düzen varsa, mutlaka akılları aşan bir düzen­leyici söz konusudur.

Kur'ân ilgili âyetle bu inceliğe dikkatleri çekiyor. Mevcut düzen na­sıl ilâhî kudretin tezahürüyle kurulmuşsa, yine o kudretin tecelli ve teza-hürüyle bir gün bozulup âhiret âlemine has yeni bir düzen meydana ge­tirilecektir. Zira sebepleri, kanunları belli bir takdire göre vüeuda getiren ancak Allah'tır. O'nun izni olmadan hiçbir şey yer değiştirmez, hiçbir dü­zen bozulup yerini ikinci düzene bırakmaz. Görevli melekler O'nun ezel­de koymuş olduğu kanunları sebepler ve illetler doğrultusunda uygularlar ve en küçük bir hatâ yapmazlar.

Unutmayalım ki, her düzen ve her denge insandan yanadır. İnsan ne kadar baş kaldırıp hakkı red ve inkâr etse de Cenâb-ı Hak, koyduğu düze­ni bozmaz ve insanlara olan şefkat ve merhameti devamlı önde gider. Çünkü O, hep Reuf ve hep Rahîm'dir. [99]

 

Öldürüp Dirilten Ancak O'dur

 

«O'dur ki sizi dirilten; sonra sîzi öldürecek, sonra yine diriltecek de O'dur. Doğrusu insan çok nankördür.»

Her canlıyı ayrı bir özellikte yaratan ve her birinin kalıtımını türünün özelliğine göre genetik yoldan koruyan Allah'ın onları şaşmayan kanun­larla öldürdükten sonra, bizim henüz tam bilmediğimiz fizikötesi kanun­larla onlart mutlaka diriltmeye kudreti yeter. İlk başlangıçla sonuç arasın­daki bağı ve bağlı bulunduğu biyolojik kanunları bilmek, bizim öldükten sonra dirilmemizi telkin etmekte ve birtakım ipuçları vermektedir.

Kalıtım birimi olarak bilinen genlere insanın bütün özelliklerini kusur­suz biçimde nakşeden; atalarımızın birçok kusur ve meziyetlerini onlar vasıtasıyla nesilden nesile aktaran CenâbHakk'ın yaratmada benzersiz olduğu kendiliğinden anlaşılmıyor mu? Atom çekirdeğini ve etrafında dö­nen elektronları güneş sisteminin ve sonra da kâinatın en küçük modeli olarak düzenleyen bu sınırsız kudret, mevcut sistemi bozup bir yenisini yerine getiremez mi? İnsanı öldürdükten sonra diriltemez mi?

Görülüyor ki, ilim geliştikçe, yeni yeni buluşları ortaya koydukça in­sanoğlunu daha çok Yüce Yaratan'ına yaklaştırmakta ve inkâr bulutlarını sıyırıp onu aydınlığa çıkarmaktadır. Artık inkâr ve nankörlüğe sapmanın makul bir yanı var mıdır? [100]

 

Her Ümmete Ayrı Bir İbadet Yolu Verilmiştir

 

Her ümmete (kendi çağlarında) ayrı bir ibâdet yolu sunduk ki onlar o yolda ibâdet ederler..»

Gerçi «mensek» tabiri ibâdet yolundan başka, şu manalara da delâ­let etmektedir: «Alışılıp gidilen ve gelinen yer», «peygamberlerin getirip yaydığı şeriat»   «peygamberlerin koyduğu hayat düzeni...»

Bundan, şeriat sahibi olan her peygamberin yaşadığı dönemdeki sos­yal yapının durumuna göre bir hayat düzeni, bir ibâdet şekli getirdiği an­laşılıyor. Meselâ > Namaz'ın her peygambere farz kılındığını biliyoruz; ama nasıl, ne vakitlerde ve ne biçimde kılındığını, neler okunduğunu bil­miyoruz. Kur'ân'ın bu ibâdetten söz ederken bazan «rükû» bazan «secde» tabirlerini kullandığına bakılırsa,  kiminin sadece namaz ibâdetini rükû kiminin sadece secde şeklinde yerine getirdiği izlenimi doğuyor.  Fakat bu konuda kesin bir şey söylemek çok zor..

Unutmamak gerekir ki, şeriatler de, ibâdetler de son din olan İslâmi-yetle nihaî şeklini ve ölçüsünü bulmuştur. At arabasından bugünkü mo­torlu taşıtlara gelinmeye benzer bir tekâmül söz konusudur.

Kur'ân bu hususta tartışmanın gereksiz ve yararsız olduğunu belirti­yor. Peygambere (A.S.) ve Onun yolunda yürüyen mürşitlere, ilim adamla­rına gereken tek şey, insanları Allah'ın son dinine davet etmektir. Cenâb-ı Hak ise, hakliyi haksızdan, doğruyu eğriden, hakkı bâtıldan en uygun şe­kilde ayırt etmeyi, yani haklının elinden tutup haksızı cezalandırmayı âhi-ret gününe bırakmıştır. Haksız zulme sapmadığı, azıp tuğyan etmediği, küfrünü ahlâksızlıkla birleştirip baş belâsı olmadığı takdirde, Allah ona mühlet verir. Çünkü O, her şeyi çok iyi bilir; hiç bir olay, düşünce ve duy­gu O'ndan gizli kalamaz. Her şey O'nun ezelî ilminin tesbitiyle Levh-i Mah-fuz'a yazılıdır. Görevli melekler ise, asla hatâ yapmazlar. [101]

 

İnkarcıların Yüzlerindeki Hoşnutsuzluk

 

<Ayetleri"miz onlara karşı açık-seçik okunduğu zaman o kâfirlerin yüzünde inkâr ve hoşnutsuzluk (belirtisi) anlarsın..»

Bir şeyi inkâr etmek, onu benimsememekten, o şeyi sevmemekten ve in­kâr edenin düşünce ve inancına ters gelmesinden kaynaklanır. Burada akıl ve sağduyu değil, his ve önyargı hâkimdir. Dün olduğu gibi bugün de, yarın da inkarcının hoşnutsuzluğunun sebebi budur. O halde Allah'a İmân eden­lere gereken : Hakkı en güzel sözlerle, en çekici ve uyarıcı yollarla -kırma­dan, incitmeden- anlatmaktır. Gerisi ise, Allah'a aittir. Kabalığa, ölçüsüzlü­ğe karşı kabalık göstermek, mesafeyi açmaktan, karşısındakinin kin ve inkârını artırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Unutulmamalıdır ki, hakki kinle, nefretle reddetmek, aklı, vicdanı ve ruhu yıkıp mefluç hale sokmaktır. Öylelerine Cehennem ateşi ne de yakı­şır.. O bakımdan 72. âyetin son kısmında onların hakka karşı izhar ettik­leri kin tasvîr edilirken şu sözlere yer verilmektedir: «Neredeyse kendile­rine âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar. De ki: Bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın inkarcılara va'dettiği (Cehennem) ateşi.. O ne kötü gidilecek yerdir!» [102]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcıların aklını harekete geçirmek, düşünce ufuklarını genişletmek için birkaç belgeye dikkatler çekildi. Sonra da se­mavî dinlerin hepsinin «Tevhîd İnancı» esasında birleştiği konu edildi. Şe-riatlerin ise, sosyal yapının gelişmesiyle bir tekâmül gösterdiği ve İslâmi-yetle son kertesine gelip dayandığına işaretle bu konuda daha etraflı dü­şünülmesinin gereği hatırlatıldı. Aksine düşünüp hakkı red edenlere ha­zırlanan ebedî ateş va'dedilerek, ölmeden önce dönüş yapmaları istenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın sonsuz kudretine temas edilerek, O'ndan başka edindikleri ilâhların bir sivrisinek bile yaratmaya muktedir olmadık­ları belirtilerek, yoktan yaratma gücünün ancak O'na mahsus olduğu açık­lanıyor. Böylece inkarcı sapıkların Allah'ın kadr-u kıymetini lâyıkıyla bilme­dikleri, O'nun kudretinin izlerini eşyada görmedikleri konu edilerek, bu ha­kikatleri ancak Allah tarafından seçilip kendilerine peygamberlik payesi verilenlerin haber verebileceği bildiriliyor. [103]

 

Meali:

 

73—  Ey insanlar! bir misâl verildi, ona şimdi iyice kulak verin: Şüp­hesiz ki Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek bile yaratamazlar; hepsi bunun için bîraraya gelse bile (yine de onu meydana getiremezler). Sinek onlardan bir şey koparıp alsa, onu ondan kurtaramazlar, İsteyen de âciz, istenen de âciz..

74—  Allah'ın kadr-u kıymetini gereği gibi anlayıp takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah çok güçlü, çok üstündür.

75—  Allah, hem meleklerden, hem insanlardan elçiler beğenip seçer. Doğrusu Allah işitendir, görendir.

76—  Onların önünde ve ardında olan her şeyi bilir. İşler ancak Al­lah'a döndürülür.

 

İniş Sebebi

 

Müşrikler, hem putların aracı ve şefaatçi olduklarına inanıyorlardı, hem de bir insana nasıl olur da gökten haber gelir diye peygamberlik pa­yesini inkâr ediyorlardı. Yukardaki âyetler, onların bu gibi iddiaları redde­dilerek indirilmiştir. [104]

 

İlgili Hadîsler

 

Aziz ve Celîl olan Allah buyurdu :

«Benim yarattığım gibi yaratmayı iddia edenden daha haksız kim var­dır? O halde benim yarattığım gibi bir zerre veya bir sinek, ya da bir ar­pa tanesi yaratsınlar (bir göreyim).» [105]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Putperestler putlarını za'feranla boyarlar ve kuruyunca sinekler o putların üzerine konar da onlardan bir şeyler koparırlardı. Bir de cahif Araplar yemek hazırlayıp putların önüne koyarlar ve çok geçmeden si­nekler o yemeğin üzerine üşüşüp yerlerdi. Sinekler ne kadar zayıfsa, put­lar da onlar kadar zayıftı, konan sinekleri kendilerinden savacak kudret­leri yoktu.» [106]

 

Yaratma Kudreti

 

«Şüphesiz ki Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek bile yaratamazlar; hepsi bunun için biraraya gelse bile (yine de onu meydana getiremezler)..»

«Yaratma» kavramı Türkcemizde bazan yoktan var kılma, bazan bir şeyi icat etme, bazan da zor bir konuyu çözüp ortaya çıkarma anlamında kullanılır. Şüphesiz bu da dilimizdeki kelime azlığından ileri gelmektedir.

Arapça'da ise, bu «halk» kelimesi olarak geçer ve kök manası «doğ­ru bir takdir» demektir. Sonra da aslı, modeli, örneği olmaksızın bir şeyi yoktan var kılmak veya aslı, örneği ve modeli ofan, ya da mayası bulu­nan bir şeyi meydana getirmek gibi mânalarda çok yaygındir.

«Sizi bir tek candan yarattı» mealindeki âyet, ikinci mânaya, «Ademi topraktan yarattı» mealindeki âyet ise, birinci manaya delâlet eder.

Bu tabir veya kavram insanlara nisbet edildiğinde ise, «icat» ve «tak-dîr» manasına gelir.

İlgili âyette Allah'a nisbet edilen «halk-yaratma» söz konusudur. İiâh-laştırılan şey ister cansız, ister canlı varlıklar olsun, hiç birinin bir canh yaratmaya kudretinin yetmiyeceği belirtiliyor. Zira ne bakterileri çoğaltmak bu manada bir yaratmadır, ne de hücre yapısını oluşturan maddeleri bir­araya getirmek onun kapsamına girer. Çünkü canlı ancak canlıdan mey­dana gelir. Hücrelerdeki canlılık vasfını ise, Allah'tan başka verecek bir kudret yoktur.

O halde ilim bir canlının hangi elementlerden meydana geldiğini tes-bit etmekte, fakat ondaki canlılık vasfının nereden geldiğini bilmemekte ve nasıl oluştuğuna bir çözüm getirememektedir. Çünkü canlıya canlılık vasfını veren ancak Allah'tır. O bakımdan gerçek anlamda yaratma kud­reti O'na aittir. [107]

 

Allah'ın Kadrini  Bilip Takdir Edemediler

 

«Allah'ın kadr-u kıymetini gereği gibi anlayıp takdir edemediler..»

Varlık âleminde yalnız O'nun düzeni, eşyada sadece O'nun damgası bulunduğu halde, hâlâ bu gerçeği göremiyen, anlayamıyan körler ve sağırlar vardır. Canlı bir varlık kime, niçin hizmet eder? Bir gül veya çiçek o güzelliğini ve taşıdığı nefis koku ve şifayı kime vermeye çalışır? Meyva ağacı neden her yıl çiçek açıp meyva verir? Kendileri için desek, ağacın buna ihtiyacı yoktur. Sözü edilen güzelliğini ve faydalarını vermek zorun­dadır dersek, onu zorlayan, böyle bir ameliyeye iten nedir?

Buharlaşma, bulutlaşma ve yağmura geçiş kimler içindir? Tükenmez enerji kaynağı olan Güneş kimleri/ neleri neden, niçin aydınlatıp ısıtmak­tadır?

Dikkat edildiğinde bunların hiçbirinin sunduğu yarar kendisinden ya­na değildir; bütünüyle insanoğluna yönelik ve onun içindir.

O halde bu mükemmel düzeni kuran, eşyayı belirtilen yarar doğrul­tusunda insanın hizmetine veren kimdir?

İşte bu hakikati görmemek ve anlamamak, Allah'ın kadr-u kıymetini bilmemek ve anlamamak demektir.

Cenâb-ı Hak kendini tanıtmak için eşyayı gözlerimizin önüne sermek­le kalmamış, rahmetinin eseri olarak meleklerden ve insanlardan elçiler ve aracılar seçip göndermiştir. Melek Cebrail Ö'ndan alıp peygamberlere getirdi; peygamberler de ondan aldıklarını insanlara tebliğ ettiler. Böyle­ce Kur'ân-ı Kerîm kâinatın esrarını çözen tek şifre, beşer ruhunu besle­yip şifâ veren tek ilâç, toplumu ve aileyi ahlâk ve fazilet ölçülerine göre imân temeli üzerinde geliştiren tek eğiticidir. Hz. Muhammed (A.S.) da onu bize en iyi şekilde açıklayıp tebliğ eden tek rehberdir.

Bütün bu hikmetleri idrâk edip hilkat kanununun gereğine göre ye­rini belirleyen mü'minler, şüphesiz ki Allah'ın Aziz sıfatının tecellisine maz-har olurlar. Nitekim 74. âyetin son kısmı Allah'ın iki sıfatıyla noktalanır­ken, bu inceliği ilham etmektedir.

Hiç kimse Allah'tan daha güçlü, daha üstün değildir ve olamaz da. [108]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, yaratma kudretinin ancak Allah'a ait olduğu ko­nu edildi. İlâhlaştırılan şeylerin bir sinek yaratmaya kudretlerinin yetme­diği belirtilerek, Allah'ın insanlardan yana yaratıp istifade alanına getir­diği eşyayı Allah'a benzetmenin, O'na ortak koşmanın küfür ve basîretsiz-Hk olduğuna işaret edildi. Böylece inkarcı zâlimlerin CenâbHakk'ın kadr kıymetini anlayacak bir ruha sahip olmadıkları hatırlatılarak, hakkı ve ha­kikati ancak Peygamber'in (A.S.) en doğru anlamda tebliğ ettiğine işaret­te bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, CenâbHakk'a teslimiyet gösterip O'nun huzu­runda rükû' ve secde etmemiz emrediliyor. İbâdetin önemi belirtilerek ha­yırlı işlerde bulunmamız tavsiye ediliyor. Sonra da Allah yolunda cihad etmenin vücubu üzerinde durularak dinde bir zorluk ve sıkıcı bir yan ol­madığı; İbrahim (A.S.)ın Hanîf dininde bir zorluğun bulunmadığı ve Hakk'a teslimiyet anlamına gelen «Müslüman» isminin İbrahim'den kalma oldu­ğuna dikkatler çekiliyor ve sonra da namaz, zekât ve Hakk'ın buyrukları­na S4msıkı sarılmak ile emredilerek sûre noktalanıyor. [109]

 

Meali;

 

77—  Ey imân edenler! rükû' edin, secde edin; Rabbınıza (kulluk öl­çüleri içinde) ibâdet edin ve hayır işleyin ki korktuğunuzdan kurtulup um­duğunuza kavuşasınız.

78—  Allah (yolunda O'nun) için nasıl gerekiyorsa öylece cihâd edin. Sizi (insanlar arasından bu emânete lâyık görüp) seçen O'dur. Dinde size hiçbir zorluk meydana getirmedi; babanız İbrahim'in (temelde İslâm'a ben­zeyen Hanîf) dinine uyun! (Kur'ân'ın inmesinden) önce de, bunda da size Müslüman adını veren odur. Tâ ki Peygamber (Muhammed) size şahit ola ve siz de insanlara şahit olasınız. Artık namaz klimaya devam edin, ze­kâtı verin; Allah'a sımsıkı bağlanıp güvenin; o sizin yegâne sahip ve dos-tunuzdur; ne güzel Mevtadır ve ne güzei yardımcıdır OL

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim cahiliye devrindeki gibi (isimlerle) çağırırsa, şüphesiz ki o Ce-hennem'de diz üstü çökmeye (lâyık olmaktan) ileri gelir.

Bunun üzerine soruldu ;

  Oruç da tutsa, namaz da ki Isa yine öyle mi?

  Evet oruç da tutsa, namaz da kıtsa. Siz kendinizi Müslüman ve mü'm in diye adlandırın; İslâm'ın çağrısıyla çağırın..» [110]

«Kur'ân'da on beş tilâvet secdesi vardır. İkisi Hac sûresindedir.»[111] AshabKirâm'dan Amr b. Âs (R.A.) diyor ki:

  «Resulüllah (A.S.) Efendimiz Kur'ân'da bana on beş secde okuttu. Onlardan üçü mufassal (uzun olan) sûrelerde, ikisi   de   Hac   sûresinde idi.» [112]

«Bâtıldan uzak, hakka yönelik koskolay bir din üe gönderildim.» [113] «Kim Aflah sözü daha yüce olsun diye savaşırsa, işte o Allah yolun­da (cihad ediyor)dır.» [114]

 

Dinde Üc Önemli Konu

 

imân edenler! Rükû' edin, secde edin; Rabbınıza (kulluk ölçüleri içinde) ibâdet edin ve hayır işleyin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza ka-vuşasınız

76. âyetle üç önemli konu sıralanıyor. Sonra da 77. âyetle Allah yo­lunda cihadın lüzumu üzerinde durularak İslâmiyetin koskolay bir din ol­duğu açıklanıyor ve tekrar namaz ve zekâtın farziyetine dikkatler çekile­rek sûre noktalanıyor.

İlâhî metot gereği, üç önceki âyetle birlikte sûrenin özeti veriliyor. Şöy­le ki: Önce Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden belgeler, deliller ve uyarılar işlendi ve akla ışık tutularak vicdanlara seslenildi. Sonra Pey-gamberik konusu, gereği ve yararı üzerinde durularak temel bilgi verildi. Arkasından kulluğun ölçü ve anlamına atıf yapılarak insanın plândaki ye­rine ve kendisine yükletilen hizmete işaret edildi. Namaz, zekât, ibâdet, hayırlı işler ve bir de Allah yolunda cihad emredilerek kulluk için lüzumlu olan ibâdetlerden bir kısmı belirlendi ve böylece dinde çok önemli sayı­lan konular ardarda işlendi ve gerçek kurtuluşun ancak bu yolda oldu­ğu vurgulandı.

Uygulanan bu müstesna metot bize neleri öğretiyor?

1—  Kulluğun temeli ve mayasi dosdoğru imâna dayanır. Bunun için Cenâb-ı Hak imanın ürünü olan üç hususu birleştirerek mü'minlere seslen­mektedir.

2—  Rükû' ve secde, imândan sonra içten dışa vuran kulluğun anlamı, simgesi ve rengi sayılır. Namaz bütünüyle bunu oluşturmaktadır. Onun için «Mü'mini kâfirden ayıran alâmet-i farika namazdır» denilmiştir. Öyle kî namaz, mü'minin değişmeyen belirtisi kabul edilmiştir.

3—  Kalbî ve bedenî ibâdetten sonra, kulluğun ve taşıdığı inancın öl­çü ve samimiyetini belgeleyen, malî ibâdet gelir. Onun için Kur'ân-ı Ke­rîm üçüncü sırada bunu «hayır» tabiriyle isimlendirerek genel bir kavrama yer vermiştir. Çünkü hayır, ilâhî rızaya uygun gelen bütün iyilikleri içer­mektedir.

Böylece kulluk merkezinden dışa doğru uzanan imân belirtileri dai­reler halinde genişlemeye başlar; -Allah'a teslimiyet düzeyinde- din düş­manları, iblis ve nefis ile ciddi bir savaşı sürdürme daireleriyle en geniş noktasına varmış olur. [115]

 

Cihad Emri

 

«Allah (yolunda O'nun) için nasıl gerekiyorsa öylece cihad edin..»

Cihad, kısa tarifiyle düşmana karşı imkânların ve ortamın elverdiği nisbette savaşmaktır. İlgili âyette ise, bu kavram beş yorum getirmekte­dir:

1—  Özellikle Allah ve din düşmanlarıyla günün şartlarına göre sava­şı sürdürmektir. Bu da ancak Hakk'a dosdoğru ibâdet doğrultusunda ger­çek ölçüsünü bulur.

Bu arada Allah yoluna yapılan çağrıya engel olmaya çalışanlarla se­viyeli, planlı ve programlı bir cihadın sürdürülmesi de bu cümledendir.

2—  Mü'min ilk adımıyla cihada başladığı gibi, son nefesine kadar bu vecibeyi yerine getirmekle yükümlüdür.

3—  İnkarcı sapık azgınlarla soğuk, ya da sıcak sürtüşme ve savaş devam ederken bunu hakkıyla yerine getirmek için kınayanın kınamasın­dan, ayiplayanın veya küçümseyenin söz ve davranışlarından endişe duy­maz.

4— Allah için imân doğrultusunda nasıl amel edilmesi gerekiyorsa, öylece amel etmeye çalışır.

5— Bütün imkân ve yeteneklerini Allah'ın dinini ihya yolunda hare­kete geçirip hizmete devam etmeyi imanın gereği kabul eder.

Müfessir Kurtubî cihadı çok yönlü yorumlayarak özetle şöyle bir sı­ralamada bulunmuştur:

a)  Kâfirlerle savaşmak,

b)  -Allah'ın bütün emirlerine kulak verip onları noksansız yerine ge­tirmeye çalışmak,

c) Allah'ın yasaklayıp haram kıldığı her şeyden kaçınmak,

d)  Allah'a ibâdet ve taatte bulunmak- için nefisle savaşmak; onun ha­va ve heveslerinin peşine takılmaktan kaçınmak,

e)  Vesveselerini reddetmek i£in şeytanla savaşmak,

f)  Yaptıkları  haksızlıkları  tesirsiz  kılmak  için   zâlimlerle  savaşmak, küfürlerini reddetmek için de inkarcılarla savaşa devam etmek.. [116]

 

Dinde Zorluk Konulmamıştır

 

«Dinde size hiçbir zorluk meydana ge­tirmedi..»

Din bütün esas ve prensipleriyle insanın uygulayabileceği ölçüde dü­zenlenmiştir. Sıkıntı getirecek, bıkkınlık doğuracak, iş-güçten alıkoyacak, zaman israfına neden olacak hiçbir ölçüsüz, hesapsız yanı yoktur. Buna bir iki misal verecek olursak, ibâdet ve ahkâmı gösterebiliriz: Ayakta na­maz kılamayan kimse oturarak kılar. Yolculuk halinde oruç tutmak sıkın­tı getirebilir; o bakımdan kişi bu hususta serbest bırakılmıştır, dilerse tu­tar, dilerse tutmaz da sonra kaza eder. Ayrıca yolculuk halinde dört rekâtli farz namazlarını iki rek'at olarak kılar. Abdest veya gusül için yeterli su bulunmadığı veya bulunup da kullanma imkânı olmadığı takdirde temiz toprak ile teyemmüm eder. Şartlar elvermediği takdirde hacca gitmeye kendini zorlamaz. Ayaklan yıkamak bir külfet getiriyorsa, mest giymek su­retiyle bu külfeti kaldırır. Kasden adam öldürmekten dolayı gereken kısas hükmünü, öldürülenin baba tarafından velisi bulunan bir kimse kaldıra­bilir. [117]

Böylece dini bütün kolaylıklarıyla birlikte, Peygamber (A.S.) Efendi­miz hem kendisi uygulamış, hem de arkadaşlarına sözlü olarak öğretmiş­tir. O bakımdan Peygamber (A.S.) dinî hususlarda ümmetine şahit kabul edilmiştir. Onlar da din kardeşlerine aynı şeyleri öğretmek suretiyle ken­dilerini takip edenlere şahit olmuşlardır.

Dindeki bu kolaylık, İbrahim Peygamberin (A.S.) Hanîf Dinindeki ko­laylığın bir benzeridir. Sonra da dinî hüküm ve konularda CenâbHakk'a mutlak anlamda teslimiyet söz konusudur. Kıyamet gününde Peygamber (A.S.) dini ümmetine teblîğ edip öğrettiğine şahit gösterilir; O'ndan dini alıp öğrenen ümmeti de diğer insanlara, yani kendilerini takip edenlere teblîğ ettiklerine dair şahit olarak belirlenirler. [118]

 

Kolaylığın Kıymetini Bilip Şükrünü Yerine Getirmek

 

Kur'ân-ı Kerîm bu kolaylığın ve insana yönelen ilâhî rahmetin şükrü-, yine biri kalbi ve bedenî, diğeri kalbî ve malî olmak üzere iki ibâdetle yerine getirmemizi ve her hâl-ü kârda tek sahibimiz, yardımcımız ve iş­lerimizin  mutlak düzenleyicisi olan  Mevlâmıza  sarılmamızı  emretmekte­dir.

Öyle ki: Namaz ve zekât, şartlarına ve hikmetlerine uygun yerine ge­tirilince, hem kulluğun ölçüsünü, hem de bu hususta başarıya erişmenin şükrünü bütün derinliğiyle ifâde eder. O halde namazsız, zekâtsız şükür, sadece kelimenin dar kalıbında kalan, ilâhî rıza ve rahmete kapı açma­yan bir şükürdür ki Allah yanında pek değeri olmaz, [119]

 

Müslüman İsmi Kimden Miras Kalmadır?

 

(Kur'ân'm inmesinden) önce de, bunda da size Müslüman adını veren odur.»

Muhammed (A.S.)ın ümmetine «Müslüman» adını veren, İbrahim Pey­gamberdir. Şu yorumla ki, O, Kabe'nin temelini yükseltip tamamladıktan sonra : «Ey Rabbımız! İkimizi müslüman olarak sana boyun eğmekte sa­bit kıl; soyumuzdan da yalnız sana teslimiyet gösterip boyun eğen (müs-lim) bir ümmet meydana getir.,» [120]diye duâ etmişti. Onun soyundan «müslim bir ümmet» şüphesiz ki Muhammed (A.S.)ın ümmetidir ve o se­beple bu ümmete «Müslüman Ümmet» denilmiştir.

Ayrıca Allah bu ümmeti önceki kutsal kitaplarda ve özellikle son ki­tap Kur'ân'da «Müslim» diye anrmş da onlara bu ismi lâyık görmüştür. Onun için biz Ümmet-i Muhammed'in (A.S.) en şerefli, en aziz bir ismimiz, bir de sıfatımız vardır: Müslim ve Mü'min..

Bunların ötesinde ne başka bir isme, ne de sıfata ihtiyaç yoktur. Zi­ra en güzel isim Allah'ın verdiği isimdir.

Böylece Hac Sûresi biterken şu üç emirle noktalanıyor: Namaz, ze­kât ve Allah'a sımsıkı bağlanıp güvenmek.. Zira namaz kulu ilâhî huzura kavuşturur, O'nunla konuşma şerefine eriştirir. Zekât onun sadakatini or­taya koyup toplumun kopmaz bir parçası bulunduğunu ve yalnız kendisi için değil, toplum içinde çalıştığını isbatlar. Allah'a sımsıkı bağlanıp gü­venmek ise, insanı kulluk mertebesinin doruğuna yükseltir.

Çünkü Cenâb-ı Hak tek umut kaynağımızdır. Ne güzel Mevlâdır O ve ne güzel yardımcıdır O!.

Hac Sûresi'nin tefsirinde bizi başarılı kılan Allah'a, kâmil mü'minlerin, sâlih kulların hamdıyla hamd ederiz. Salât-ü selâm da sevgili Peygambe­rimiz Hz. Muhammed'e (S.A.V.) olsun.. [121]

 



[1] Lübabu't-te'vîl :   3/280

Genellikle «Ya Eyyühennas» ile başlayan âyetler Mekke'de;  «Ya Eyyühelle-zine âmenû» ile başlayan âyetler Medine'de inmiştir.

[2] Lübabu't-te'vîl:  3/280

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3985.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3985.

[4] Buharî/enbiyâ:   7,  tefsir:   22,  rikak:   45,  46,  tevhîd:   32-   Müslim/imân: 379. nten:  116- Tirmizî/tefsîr:  22- Ahmed:   1/388- 2/166- 3/32, 33- 4/432, 435

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3986-3987.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3987-3989.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3989.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3989-3990.

[8] Müfessir Süddî - İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr :  3/206

[9] Lübabu't-te'vîl :   3/281

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3990-3991.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3991.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3991-3992.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3992.

[13]  Buharî/tevhîd: 28, enbiyâ:  1. bed-i halk: 6- Müslim/kader:  16- Tirmizî/ kader: 4- îbn Mâce/mukaddeme: 10

[14] Müsned-i Ahmed:  4/11

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3994.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3994-3995.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3995-3997.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3997.

[18] Tefsîr-i Kurtubi:   12/17

[19] Lübabu't-te'vîl : 3/282- Tefsir-i Kurtubî:  12/17, 18- İbn Kesir: 3/209'dan özetlenerek

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3998.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3999.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3999-4000.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4000.

[23] Lübabu't-te'vîl:  3/283

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4001-4002.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4002-4003.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4003.

[26] Lübabu't-te'vîl :   3/283

[27] EsbabNüzûli'l-Kur'ân :  87- İbn Kesîr:  3/212

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4005-4006.

[28] Müslim/iman:   133- İbn Mâce/ikamet:   70- Ahmed:   2/443

[29] Tiriîiizî/cumua :   54

[30] Buharî/libas:   25-   Müslim/libas:   11,   21-   Tirmizî/edeb:   52-   İbn   Mâce/ libas:   16- Ahmed:   1/20, 36, 37, 39- 2/209-  3/23- 4/5,  156

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4006.

[31] Bilgi için bak : Bakara Sûresi : 62. ve Mâide Sûresi 18-69. âyetlerin tef­siri

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4006-4009.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4009-4010.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4010-4011.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4011.

[36]  Müsned-i Ahnred:   4/80

[37] Ebû Dâvud/menâsik:  89

[38] Müslim/hac: 412- Nesâî/menâsik:   1- Ahmed:  5/508

[39] Müsned-i Ahmed :  1/68

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4013.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4013-4014.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4014-4015.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4015.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4016.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4016-4017.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4017.

[46] Buharî/edeb: 6, imân: 16, vasayâ: 23, tıb: 48, hudud: 44- Müslim/imân: 143, 144- Ebû Dâvud/vasaya:  10- Tirmizî/büyû':  3, tefsir: 4/4- Nesâî/tahrîm:  3-Ahmed:   2/362- 3/131- 4/227

[47] Tirmizî/şehadat:  3- EbûDâvud/akziye:  15- İbn Mâce/ahkâm:  32- Ah-med: 4/178, 233, 321, 322

[48] Buharî/hac :  112, edeb: 95- Ebû Dâvud/menâsik :  17- Tirmizî/hac: 72-Nesâî/hac: 73- Taberânî/hac:  144- Ahmed: 3/99

[49] tbn Mâce/adâhî: 3- Tirmizî/adâhî:  1- Ahmed: 4/368- 5/250, 265

[50] tbn Mâce/adâhî: 3

[51]    Müslim/adâhî:  19- Ebû Dâvud/adâhi:  3, 4, 8- Tirmizî/adâhî:  20- Ah­med: 3/362- 6/78

[52] İbn İshak - İbn Kesîr : 3/222

[53] Müslim/birr:   32- îbn Mâce/zühd:   9-  Ahmed:   2/285,  539

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4020-4021.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4021-4022.

[55] Tirmizî/şehadat: 3- Ebû Dâvud/akziye: 15- İbn Mâee/ahkâm: 32- Ah-med: 4/178, 233, 321, 322    ,

[56] Tefsîr-i Ibn Kesîr : 3/219

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4022-4023.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4023.

[59] Tevrat/Çıkış : 22/20

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4024.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4024.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4024-4025.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4025.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4025-4026.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4026-4027.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4027.

[66] Müsned-i Ahmed

[67] Tirmizt-Nesâî

[68] Tefsîr-i îbn Kesîr : 3/226

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4029.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4029-4030.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4030.

[71] Bilgi için bak: Bakara sûresi: 191, 193, 244. âyetlerin; Nisa sûresi: 74, ™. 76, 184. âyetlerin; Tevbe sûresi: 12, 14, 29, 36, 123. âyetlerin; Enfâl sûresi: 39. âyetin ve Hücurat sûresi: 9. âyetin tefsiri

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4030-4031.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4031-4032.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4032-4033.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4033.

[76] Buharî/tefsîr:   11- Müslim/birr:  62- Tirmizî/tefsîr:  2/11- İbn Mâce/fi-ten: 22

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4035.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4035.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4035-4036.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4036.

[80] Ebû Dâvud/ilim:   13-  Ahmed:   2/519-3/63

[81] Tirmizî/zühd:   37- İbn Mâce/zühd:  6-  Ahmed:   2/343, 451,  513

[82] Ebû Dâvud/melahim :   18- Ahmed:   1/170-4/193

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4037-4038.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4038-4039.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4039.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4039-4040.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4040.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4040-4041.

[88] Bilgi için bak; Necm Sûresi:  19. âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4042-4043.

[89] Bilgi için bak : A'raf Süresi: 200- Nah! Sûresi: 95- Fussilet Sûresi: 36

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4043-4044.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4044-4045.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4045.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4045.

[93] İbn Mâce/cihad: 7- Ahmed: 5/261-lbn Ebl Hatim

[94] Tirmizî/fezâil-i cihad : 12

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4047.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4048.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4048-4049.

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4050.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4052.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4053.

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4054.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4054-4055.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4055.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4056.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4057.

[105] Buharî/libas: 56- Müslim/libas : 100- Ahmed : 2/232, 259, 391, 451, 527

[106] LÜbabu't-te'vîl:   3/298

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4057.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4058.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4058-4059.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4059-4060.

[110] Müsned-i Ahmed :  4/130, 202-5/344

[111] Lübabu't-te'vîl:  Ömer, Ali, İbn Mes'ud, îbn Abbas, Ebû Derdâ ve Ebû Musa (Allah hepsinden razı olsun)dan :  3/299

[112] Ebû Dâvud/secde: 1- îbn Mâce/ikaraet: 71

[113] Müsned-i Ahmed:  5/266- 6/116, 233

[114] Buharî/ilim: 45, cihâd:  15- Müslim/imaret: 149, 151- Ebû Dâvud/cihâd: 24- Nesâi/cihâd:  21- İbn Mâce/cihâd:   13- Ahmed:  4/392, 402, 405, 417

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4061.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4062.

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4063.

[117] Bilgi için bak :  Bakara Sûresi :  256. âyetin tefsiri

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4064.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4064-4065.

[120] Bakara Sûresi: 128

[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4065.