Kıyamet Gününde Dirilip Kalkmak
Allah'ı Bırakıp Başkasına Tapmak, Aşağılıktır
Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.
İnsanın Bağlı Bulunduğu Hilkat Kanunu
Mescid-İ Haram İbâdete Kapalı Tutulamaz
Beytü'l-Haram'ın İbrahim Peygambere Hazırlatılması
Mü'minlerin Kabe Konusunda Kendi Lehlerine Sağlayacakları Menfaatler
Belli Günlerde Kurban Kesmek Ve Tekbîr Getirmek
Allah'ın Haram Kılıp Yasakladığı Şeylerden Kaçınmak
Allah'a Ortak Koşanlar Boşluk İçinde Bocalarlar
Kesilen Kurbandan Hem Yemek, Hem De Fakirlere Yedirmek
Davarların İnsanın Hizmetine Verilmesi
Allah Kişinin Şekline Ve Malına Bakmaz, Onun Kalbine Ve Ameline Bakar
İyiliği Huy Edinenler Müjdelenmektedir
Savaşmak İsteyenlerle Savaşılır
Savaş Azgınlık Ve Fitneyi Durdurup Dengeyi Sağlar
Tek Suçları : «Rabbımız Allah'tır» Demeleri İdi
Azabın Acele Gelmesini İsteyenler
Saldırıya Gerekirse Misliyle Karşılık Vermek
Çekim Kanunu Ve Gökteki Cisimler
Her Ümmete Ayrı Bir İbadet Yolu Verilmiştir
İnkarcıların Yüzlerindeki Hoşnutsuzluk
Allah'ın Kadrini Bilip Takdir
Edemediler
Kolaylığın Kıymetini Bilip Şükrünü Yerine Getirmek
Müslüman İsmi Kimden Miras Kalmadır?
Mekke'de inmiştir.
Ancak 19. âyetten 24. âyete kadar olan kısmının Medine'de indiği söylenir. [1]Müfessir
Kurtubı'ye göre, sadece üç âyeti Medine'de inmiştir.
Cumhura göre, sûre Mekkî ve Medenî âyetleri kapsamaktadır.
Sûreye, İbrahim
Peygamber tarafından yerine getirilen hac farizasına bütün mü'minlerin
çağrılması; aynı zamanda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
tarafından da bu farzın hem yerine getirilmesi, hem şartlar elverdiğinde zengin
müslümanlara da farz kılındığını ilân etmesi konu
edildiğinden, «Hac» ismi verilmiştir.
Âyet sayısı :
78
Kelime »
» : 1291
Harf » : 5075 [2]
1— Hac farizası, Mescid-i
Haram ve ilgili meseleler,
2— Konuyla yakından ilgili bulunan savaşa
hazırlık, zulme sapanların yok edilmesi; yerkürenin denge ve düzeninin bir oian yaratana delâlet ettiği ve dünya hayatının
önemsizliği,
3— Sûrenin baş kısmında, ölümden sonraki dirilme
ve onunla ilgili safhalar anlatılır...
Enbiyâ sûresinin son
bölümünde kıyametin kopuşundan önemli bir safha tasvir edilirken, bu sûreye de
kıyametin diğer önemli safhalarından söz edilerek başlanması, iki sûre
arasındaki irtibatı sağlar. [3]
1— Ey insanlor! Rabbınızın (değişmiyen
kanunlarına, hayatınızı düzene sokan sünnetine uyun). O'nu dînlemezlikten
sakının. Şüphesiz ki kıyamet sarsıntısı büyük bir olaydır.
2— O günü bir görseniz, emzikli olan her kadın
emzirdiğini bırakıp geçer ve her gebe kadın taşıdığını düşürür. İnsanları (o
gün) sarhoş (gibi) görürsün, halbuki sarhoş değildirler; ama (ne var ki)
Allah'ın azabı oldukça şiddetlidir.
«Allah kıyamet gününde
Âdem'e: «Ya Âdem!» diye hitap eder. O da: «Buyur Rabbımız, buyruğuna amadeyim» der. İşitilecek bir sesle
şöyle seslenir: «Cehennem'e zürriyetinden bir ba's
çıkarmanı Allah emrediyor.» Bunun üzerine Âdem; «Ya
Rab! Cehennem'in ba'sı nedir?» diye sorar. Allah ona:
«Her binden bir tanesini çıkar, (geriye kalan 999 Cehennemliktir)» buyurur.
İşte o anda hamile
kadın hamlini düşürür; tüyü bitmedik çocuk yaşlanıp saçları ağarır. İnsanları
sarhoş (gibi) görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı
pek şiddetlidir.
Bu haber ashab-ı
kirama ağır geldi. O kadar ki renkleri değişti. Bunun üzerine Peygamber (A.S.)
Efendimiz şöyle buyurdu: «Ye'cüc ve Me'-cüc'den 999, sizden bir
tane... Siz o insanlara nisbetle, beyaz öküzün yan
kısmında siyah bir kıl veya siyah bir öküzün yanında beyaz bir kıl gibisiniz.
Umarım ki Cennet ehlinin dörtte biri siz (ümmetim) olursunuz.»[4]
«Ey insanlar! Rabbınızın (değişmeyen kanunlarına, hayatınızı düzene sokan
sünnetine uyun), O'nu dinlemeziikten sakının.
Şüphesiz ki kıyamet sarsıntısı büyük bir olaydır.»
İlgili âyetle, kendini
hayvani duygularının peşine takıp her türlü kutsal değeri unutan veya inkâr
eden gafiller uyarılıyor. Şu görünen mükemmel düzeni kuran Yüce Yaratan'ın bir
gün bu düzeni bozacağına; azabının ise nankörler hakkında pek şiddetli
olacağına dikkatler çekiliyor.
Bu uyarının sebebine
gelince :
İnsan dünya hayatında
korku ile ümit arasında ömrünü değerlendirdiği ölçüde mutlu ve huzurlu olur.
Allah'ın azabından korkmak, günlük hayatı en iyi şekilde disipline eder.
Sorumluluk duygusunu geliştirir. İyiliğin rahmet, kötülüğün azap olacağını
öğretir. Allah'ın geniş rahmetine ümit bağlamak, ic
huzuru doğurarak ruhu rahatlatır; kalbe yatışkanlık
verir. Her şeyden evvel insanın manevî boşluğunu Allah sevgi ve korkusuyla
doldurur. Böylece insanı merhametli, şefkatli, hayırhah ve erdemli bir düzeye
getirir.
Beşerin kalp ve
kafasından bu iki kavramı tesiriyle birlikte söküp aldığımız zaman, geriye
hayvanî duygulardan başka bir şey kalmaz.
İşte bu nedenledir ki,
Kur'ân'da uygulanan ilâhî metotlardan biri de, korku
İle ümit arasında bir köprü kurmak ve münasebet düştükçe bunu az değişik
ifadelerle tekrarlamaktır. Aynı zamanda her tekrar yeni bir safhayı anlatır,
değişik bir tablo çizer ve böylece kıyamet hakkında bir zincirin halkaları
misali önemli ve uyarıcı safhalar birbirine eklenerek konu hakkında tamamlayıcı
bilginin bizden yana son noktasına gelinir.
Allah inkâr edildiği,
kıyamet diye ikinci bir hayatın olacağı kabul edilmediği veya bu iki
yönlendirici esastan korkulmadığı takdirde ne gibi sakıncalar ortaya çıkar?
Şüphesiz ki bu oldukça açıklama isteyen geniş bir konudur. Ama biz özet
mahiyetinde de olsa bir bilgi demeti vermekte yarar görüyoruz. Şöyle ki:
1— Fertlerin içinde meydana gelen manevî boşluk,
bâtıl fikirlerle, saptırıcı ideolojilerle dolmaya başlar.
2— Sorumluluk duygusu dumura uğrar.
Maddî müeyyideden başka bir
müeyyide tanınmadığı için kişi son derece tehlikeli bir düzeye gelir.
3— Aile kavramı temelinden yıkılır. Baba
kızıyla, kardeş kızkardeşiy-ie
cinsel temasta bulunmakta bir sakınca görmez. Nitekim son yıllarda yapılan
bilimsel araştırmalara ve istatistiklere göre, medenî geçinen Belçika'da 12-13
yaşlarında doğum yapan kız çocuklarının sayısının sür'atle
arttığı ve ülkedeki kızlardan yüzde 22'sinin gayrimeşru
cinsel ilişkide bulunduğu; Amerika'da ise bu oranın yüzde 50'nin üstüne
çıktığı anlaşılmıştır. Yine aynı istatistiklere göre, Belçika'da 12-13
yaşlarında doğum yapan kız
çocukların büyük kısmının,
babalarından, dedelerinden veya
erkek kardeşlerinden hamile kaldıkları tesbit
edilmiştir. Son yıllarda öldürücü habîs
bir hastalık olan AİDS'in çocuklar arasında da süratle yayılmasının sebebi
gayet açıktır.
4— Gençlerin daha çok cinsel konularla ilgilenmesine yol açar, O yüzden cinsel
sapıklık gemi azıya alır. Homoseksüeller çoğalır. Nitekim Batı ülkelerinde ve
Amerika'da hem cinsel sapıklar, hem de homoseksüeller süratle artmaktadır.
5— Şehitlik-gazilik kavramları birer masal
haline gelir. Vatan ve millet sevgisi gülünç sayılır. Böylece devletle millet
arasındaki manevi bağlar kopar. Toplum arasında güven diye bir şey kalmaz.
6— Devlet malına el uzatmak, rüşvet verip almak
yaygınlaşır ve meşru kabul edilir. Vatandaşın devlete karşı güveni sarsılır.
7— Yardımlaşma, dayanışma, fakirleri koruma,
sınıf farkını kaldırma bütünüyle felce uğrar. Ülke tam bir vurguncular diyarı
görüntüsüne girer.
Bunun neticesi olarak
büyük bir felâketin gelmesi artık mukadder olur.
Cenâb-ı Hak
insanları böylesine bir başıboşluktan,
sorumsuzluktan ve ahlâksızlıktan koruyup uzak tutmak için, peygamberler
göndermiş ve kutsal kitaplar indirmiştir. O'nun en son mesajı olan Kur'ân, bütün bu felâketleri önleyecek, neslin kalp ve
kafasına Allah sevgi ve korkusunu dolduracak, gönüllerine fazilet ışığı
tutacak, aileyi sağlam temeller üzerinde yükseltecek, gayrimeşru
yollan kapatacak, insanlığın hayrına olan bütün kapıları açacak bir muhteva ve
kudrettedir. Bugün Batılılar da az-çok bu gerçeğin farkına varmışlardır.
Amerika'da İslâmiyet her geçen gün gelişmekte, aydın tabakayla diyalog
kurmaktadır. Yakın gelecekte dünya milletlerinin çoğu, kurtuluşun Kur'ân'ın verdiği reçetede olduğunu anlayacaktır. [5]
Kıyamet olayının
meydana gelmesiyle mevcut düzen bozulup altüst olur. Ancak bu olayı doğuran
sarsıntı öylesine ani ve şiddetli olacak kî, canlı olan her şey şaşıracak, ne
yapacağını düşünemiyecek. Kur'ân
ilgili âyetle bu müthiş olayın insanlar üzerindeki olumsuz tesirini üç madde halinde
şöyle tasvir etmektedir:
1— Emzikli kadın emzirdiği çocuğunu bırakıp terkeder.
2— Hamile olan kadınlar rahimlerindektni
düşürürler.
3— İnsanlar
sarhoş gibi kendilerini kaybedecek duruma gelirler.
Böyle bir olayı
kimlerin göreceği, kimlerin ona şahit olacağı belli değildir. Ama mevcut düzenin
bütünüyle bozulmasını gerçekleştirecek bu olayı meydana getiren Allah'ın ne
kadar üstün bir kudrete sahip olduğu söz konusudur. Elbette O'ndan korkmamız
gerekmektedir. Çünkü koydu-ğu*kanunlar, hazırladığı
plân ve programlar aksamadan, şaşmadan hedefine doğru gitmektedir. O'nun
plânına uyanlar mutlu olurlar, uymayanlar kendilerine haksızlık etmiş
bulunurlar.
İşte önemli olan bu inanca
sahip olmak ve hayatı bu doğrultuda düzen ve dengede tutmaktır. [6]
Yukarıdaki âyetlerle, ömürlerini
inkâr bataklığında, günlerini nefis otlağında geçirenler uyarıldı. Kıyamet
olayının çok şiddetli olacağı belirtilerek buna üç misal verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkâr fırtınasına tutulup şartlanan ateistlerin, ciddi bir bilgileri olmadığı
halde Allah'ın varlığını red ve inkâr etmek için
durmadan tartışıp durdukları ve her çağda buna devam edecekleri belirtiliyor.
Bunların şeytan misali azılı kâfirlere uyduklarına, yönlendirici beyinlerinin
ve merkezlerinin bulunduğuna dikkatler çekiliyor.
Böylece Allah'a ve Âhiret'e inanmayanların her devirde ortalığı bulandıracaklanna işaretle, mü'minlerin
ona göre kendilerini geniş bilgilerle donatmaları ilham ediliyor. [7]
3— İnsanlardan öylesi de var ki, bilgisi
olmaksızın Allah hakkında tartışıp durur ve hayırdan sıyrılmış, fesada hazır
her azılı şeytana uyar.
4— Onun hakkında şöyle yazılmıştır: «Kim onu
dost ve yardımcı edinirse, mutlaka o, onu doğru yoldan saptırır ve onu o
çılgın alevli (Cehennem) azabına iletir.»
Kureyş kabilesinden geniş bir aileyi temsil eden Nadr b. Haris, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e
yaklaşarak şöyle dedi: «Ya Muhammedi Bana haber
versene, senin şu Rabbın altından mıdır, gümüşten
midir, yoksa bakırdan mıdır?» Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.[8]
Müfessir Alâeddin
Ali'nin tesbitine göre, adı geçen kâfir şu iddiayla
ortaya çıkar ve zihinleri bulandırmaya çalışırdı: «Melekler Allah'ın kızlarıdır.
Kur'ân ise eskilerin masallarıdır. Öldükten sonra
dirilme yoktur..» Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. [9]
«insanlardan öylesi de
var ki, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışıp durur..»
Varlık âleminde câri
kanunları, fiziksel kanunların içyüzünü, kurulu düzendeki mükemmelliğini
bilmeyen; semavî dinler hakkında ciddi bir araştırma ve mukayese yapmayan
kişilerin Allah hakkında tartışması anlamsız ve neticesizdir. Henüz kendini
tanımayan, taşıdığı hilkat kanununun emsalsiz eserini ve ondaki sanatı
görmeyen kimse, Allah'ı nasıl tanıyabilir ve bilebilir? Tesadüflerin böylesine
bir beden meydana getiremi-yeceğini,
kendi organlarına ve faaliyetlerine bakıp idrâk etmeyenler neyi niçin
savunduklarını kendileri de bilmezler.
O bakımdan diyebiliriz ki,
Allah'ın varlığı, birliği ve kudretinin sinirsizliği üzerinde tartışmak
isteyenlerin önce birçok konuda bilgili olması; câri sünnetleri, yerçekim kanunuyla kurulan denge ve düzeni bütün detayıyla
kavraması gerekir. Henüz kendi iç organlarına bile kumanda edemiyen,
diğer bir deyimle kendini bütünüyle yönetemiyen ve
vücudunun tamamında istediği gibi tasarrufa sahip olamayan inkarcı şaşkının
kalkıp Allah hakkında tartışması çok gülünç olur. [10]
<<Ve haYirdan sıyrılmış, fesada hazır her azılı şeytana uyar..»
Şeytan ismi burada, «merîd» sıfatıyla anıldığı için, sırf cinden olan şeytan
değil, insanlardan da merîd olan, yani hayırdan,
iyilikten sıyrılan, nefsine esir olup fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi
de şeytan kabul edilir ve bu ismin kapsamına girer.
İşte bu sıfatı taşıyan
insanlara da uyan kimse, korku ve ümit kaydını aşar; ruhuna yön verecek,
vicdanını geliştirecek, içini dolduracak bütün ümitlerini kaybeder ve böylece
sorumluluk duygusu dumura uğrar.
O halde toplumu tedirgin
eden, kutsal değerlere sırt çeviren ve ortalığı fitne ve fesat havasıyla bulandıran
bu bilgisiz ve şaşkın kimselerdir ki, bilmeden, anlamadan İblislerin peşine
takılmakta ve onların birer uydusu olarak fasit bir daire içinde
dönmektedirler. [11]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkâr fırtınasına tutulup beyinleri yıkanan dinsizlerin, ciddi bilgileri ve
kayda değer araştırmaları olmadığı halde Allah hakkında tartışmalarının ne
kadar büyük bir ölçüsüzlük ve saygısızlık olduğu belirtildi. Sonra da bu
tiplerin her devirde bulunabileceğine işaretle, mü'minlerin
ona göre bilgi ve kültürlerini geliştirerek yersiz tartışmaları tesirsiz hale
sokmalarına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, öldükten
sonra dirilip ikinci hayata kalkma hakkında şüphe edenlerin akıllarını
harekete geçirmek için biyolojik açıdan ana fikirler, temel bilgiler veriliyor.
Konuyu bilimsel açıdan araştırmaları istenerek Kur'ân'ın
ilimle sarmaş-dolaş olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor. [12]
5— Ey
insanlar! Öldükten sonra dirilip kalkmaktan şüphede iseniz, gerçek odur ki, biz
sizi topraktan yarattık, sonra nutfe (sperma)dan, sonra
pıhtılaşmış kan parçasından, sonra yaratış biçimi belirli belirsiz bir çiğnem
etten yarattık ki, size (kudretimizin yüceliğini, sanatımızın eşsizliğini)
açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar ana rahminde bekletiriz,
sonra da sizi bir bebek olarak çıkarırız; sonra güçlenip kendinizi tanıyarak
iyiyi kötüden ayırt edecek duruma getiririz. Sizden kimine ölüm gelip çatar,
kiminiz de ömrün en rezil noktasına itilir de bildikten sonra bir şey bilmez
duruma gelir, (yaşlılıktan bunayıp kalır). Yeryüzünü kupkuru ölgün görürsün.
Üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer de kaba-nr
ve her gönül çekici güzel bitkilerden çift çift
yetiştirir.
6— Bu
böyledir; çünkü Allah Hak'tır; şüphesiz ki O, ölüleri diriltir;
O'nun gücü mutlaka her
şeye yeter.
7— Kıyamet
kesinlikle gelecektir; onda hiç şüphe yoktur ve şüpheniz olmasın ki Allah
kabirlerde olanları diriltip kaldıracaktır.
«Şüphesiz ki sizden
birinizin ana rahmindeki yaratılışı kırk günde bir-araya gelir de önce kan
pıhtısı, sonra da et parçası olur. Sonra da Allah ona bir melek gönderir de şu
dört kelimeyle emrolunur: Onun rızkını, amelini,
ecelini, mutlu ve mutsuz olacağını yazar.. Arkasından da ona insanî ruh
üflenir.» [13]
Ashab-ı Kirâm'dan Ebû Rezîn (R.A.), Peygamber
(A.S.) Efendimize sordu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Allah ölüleri nasıl
diriltir? Efendimiz ona şu cevabı verdi:
— Hiç kuraklıktan ölgün hale gelen bir vadiye
uğradın mı?
— Uğradım..
— Sonra tekrar uğradığında o yerin harekete geçip yeşillendiğini görmedin mi?
— Gördüm.
— İşte Cenâb-ı Hakk'ın ölüleri diriltmesi de bunun gibidir ve bu O'nun
yaratma kudretini belgeleyen delillerden biridir. [14]
«Ey insanlar! Öldükten
sonra dirilip kalkmaktan şüphede iseniz, gerçek odur ki: Biz sizi topraktan
yarattık...»
Öldükten sonra dirilip
ikinci hayata kalkma hakkında şüphe edenlere, Allah'ın ilminin ve kudretinin
üstünlüğüne delâlet eden, insanın ilk yaratılması belge olarak gösteriliyor:
Âdem Peygamber'in (A.S.) doğrudan, zürriyetinin de dolaylı yoldan topraktan
yaratılması bir gerçektir. Birinci şekildeki hilkat kanununu bilmiyoruz,
sadece «ol» emrinin tecellisini biliyor ve inanıyoruz. İkinci şekildeki hilkat
kanununu biliyoruz. Şöyle ki: Spermanın ana rahmindeki yumurtalığa intikalinden
sonraki safhaları ilim bize tesbit etmiş bulunuyor.
Ancak unutmamak gerekir ki, ceninin ana rahmindeki bekletilme süresi, önceden
hazırlanmış hilkat plânına göredir ki, bu değişmeyen biyolojik kanunlarla
gerçekleşmektedir.
Şüphesiz spermanın ana
rahminde geçirdiği safhalar da çok dikkat çekicidir. Hücrelerin bölünüp düzenli
şekilde çoğalması ve bir hücre kümesi oluşturması ve bir süre sonra onun kan
pıhtısı görünümünü alması; sonra da yavaş yavaş
şekilsiz bir et parçası haline gelmesi ve nihayet şekillenmesini, bütünüyle «hılkatla ilgili tekâmül kanununu» ifade eder.
Spermayı erkekte belli
kanunlarla oluşturan ve onu ana rahminde birleştiği yumurtalıkta geliştiren
Allah ölüleri tekrar diriltemez mi? Bunu anlamamak, «hilkat kanunundaki eşsiz
plânı» görmemek demektir.
Topraktan yaratılma
iki anlam taşır:
a) İlk insan
Âdem'in (A.S.) yapışkan, süzülmüş .kara bir balçıktan yaratılması,
b) Sonra her insanın topraktan alınan gıdalarla
bünyesinde spermanın oluşması..
Böylece Cenâb-ı
Hakk'ın ölüleri dirilteceğine dair biri enfüste, diğeri afakta olmak
üzere iki delil ve belge sergilendi: Ceninin oluşması ve kuruyan toprağın inen
yağmurla harekete geçip kabarması suretiyle çift çift güzel bitkiler yeşertmesi.. Aynı zamanda iki delil
arasında bir benzetme de söz konusudur. [15]
Din ve onunla ilgili
iman, gerçekten bilgi, idrâk, irfan ve anlayış işidir. Bu ölçüde oluşan imân
ve dindarlık, köklüdür, şuurludur ve o bakımdan olaylar karşısında sarsılmaz
ve eksilmez; ama artar. Böyle bir imâna «Tahkiki İmân» denilir. Başkalarını
taklît ederek inanan ve dindarlık gösterenler ise, karşılarına çıkan olayların
mahiyetine ve karakterine göre şekil alabilirler. Bazan
iyi bir dindar, bazan şüpheci ve kararsız; bazan da açıktan nankör veya katı inkarcı olabilirler. Bir
kısmının ömrü kararsızlık içinde geçip gider. Bu tür
inanca, «Taklîdî İmân» denilir.
İmânı taklît düzeyinde
olanların çoğu Allah'ı bırakıp
yatırların, büyücülerin, gaipten haber
verenlerin, cincilerin ve üfürükçülerin peşine takılırlar da onlardan medet
umarlar, şifa ve rahmet beklerler. Durmadan yıld'ızname
ve esrarname gibi bâtıl inançları yansıtan kitaplara
sarılırlar.
Şüphesiz ki, bu ve
benzeri inanç ve düşünceler, söz ve davranışlar sapıklık ve şaşkınlıktır; aynı
zamanda günah ve bazan da küfürdür.
Onun için Kur'ân-ı Kerîm'de imân, âhiret,
hesap ve benzeri konulara yer verilirken, arkasından akla ışık tutacak,
araştırıcılara malzeme olacak ana fikirler, temel bilgiler sıralanır. Allah'ın
varlığı, kudreti delillerle, isbat edilerek insanlar
taklit çukurundan kurtarılmak istenir.
Konumuzu oluşturan
beşinci âyetle, öldükten sonra dirilmeye delil sayılacak on belge
sıralanmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, çoğu biyoloji ile ilgilidir.
Çünkü insan kendi vücudunun nasıl bir mekanizma olduğunu, ana rahminde nasıl
tekâmül edip geliştiğini, döllenme sırasında spermanın rahimdeki yumurta ile
nasıl birleştiğini, böylece döllenmiş yumurtanın kalıtım madde ve modelini hem
anneden ve hem de babadan aldığını ve her iki eşten gelen kromozomların yepyeni
bir insanı meydana getirdiğini öğrenmekle, Allah'a daha çok yaklaşmış olur ve
O'nun hilkat sanatının akıllara durgunluk verecek mükemmellikte olduğunu
anlayarak «Tahkiki bir İmân»la secdeye kapanır.
Öldükten sonra ikinci
hayata kalkma konusunda insana bilgi ve malzeme veren on belgeyi sıralamamızda
yarar vardır:
1— Hem ilk insan Âdem (A.S.), hem de erkekte
oluşan sperma, kadında oluşan yumurta, topraktan yaratılmıştır. Zira sperma
ile yumurta, yenilen gıda maddelerinin
yardımıyla oluşurlar, o
maddelerin anası ve kaynağı topraktır.
2— Spermanın yumurtayla birleşip kan pıhtısı
haline gelmesi,
3— Önce görünürde şekilsiz, sonra şekillenmiş et
parçası halini alması.
4—Dokuz ay,
on gün veya daha az bir süre ana rahminde oluşup gelişmesi,
5— Bebek olarak dünyaya gözlerini açması,
6— Gelişip kendini bilecek, olayları seçecek
duruma gelmesi,
7— Bunaklık dönemine girmeden ölmesi,
8— Kiminin de
iyioe yaşlanıp
ne dediğini bilmiyecek
duruma gelmesi.
9— Yeryüzünün kuruyup Ölgün hale gelmesi,
10— Yağan yağmurla kabarıp gönül çekici güzel
bitkilerden çift çift 'yeşertmesi,. [16]
Yukarıdaki âyetlerle âhiret hayatını bir türlü akıllarına sığdıramıyan-lara bilimsel açıdan malzeme verilerek akıllarını daha iyi
kullanmaları istendi. Biyolojik yönden insanın hılkatıyla
ilgili gelişme safhaları sıralandı.
Aşağıdaki âyetlerle, kafa ve
kalbini aydınlatacak bilgisi, elinde belgesi olmadığı ve tenvîr edici bir
kitap okumadığı halde Allah'ı inkâr ettiği konu ediliyor. Böylesinin
cehalet ve sapıklığı yüzünden hem dünyada, hem de âhirette
rüsvay olacağı haber veriliyor. Sonra da Allah'ı
bırakıp bir sürü cisimleri ilâh edinenlerin nasıl uzak bir sapıklık içinde
bocaladıklarına, ne kadar kötü dostlar edindiklerine dikkatler çekiliyor. [17]
8-9—
İnsanlardan öylesi de var ki, hiçbir bilgisi, doğruyu gösterici belgesi ve
(yolunu) aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah yolundan saptırmak için burun
büküp büyüklük taslayarak Allah hakkında tartışıp durur. Dün-ya'da rüsvoylık onadır, Kıyamet
gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız.
10— Bu, senin iki elinin kazanıp önden gönderdiği
şeyin karşılığıdır ve Allah kullarına zulmedici değildir.
11— İnsanlardan kimi de Allah'a kıyıdan (şüphe
üzere) ibâdet eder; kendisine bir iylik erişirse,
onunla gönlü yatışır; bir sıkıntı, dert ve belâ dokunursa, yüzüstü döner de hem
Dünya'da, hem de Âhiret'te zarara uğramış olur. Bu
da çok açık bir ziyandır.
12— Allah'tan başka kendisine ne zarar verecek,
ne de yarar sağlayacak şeylere (taparcasına) yalvarıp yakarır ki bu da uzak
bir sapıklığın kendisidir.
13— Zararı yararından daha yakın olana tapar;
taptığı şey ne kötü dost ve yardımcı ve fena yandaştır!
Nadr b. Haris ve yandaşları, tam bir bilgisizlik içinde
Allah hakkında tartışıp durdular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [18]
Bedevilerden yurdunu terkedip Medine'ye gelerek yerleşenlerden bir kısmı,
İslâm'ın yüceliğini henüz dosdoğru kalplerine ve ruhlarına indireme-dikleri
için, davarları doğurduğu, eşleri erkek çocuk dünyaya getirdiği ve böylece
servetleri arttığı zaman kalpleri yatışır, «bu güzel bir dindir; bize feyiz ve
bereket getirdi» derlerdi. Bunun aksi meydana gelince inançları sarsılır ve «bu
dine girdiğimizden beri bize sıkıntı ve fenalıktan başka bir şey gelmedi» diye sızlanırlardj. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [19]
«insanlardan öVesi var ki, hiçbir bilgisi, doğruyu gösterici belgesi ve
(yolunu) aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah yolundan saptırmak için burun
büküp büyüklük taslayarak Allah hakkında tartışıp durur..»
İslâmiyeti din olarak seçen kişi ve toplumun, her şeyden önce bu
dinin insanlığa neler getirdiğini ve nasıl bir sistem olduğunu bilmesi gerekir.
Aksi halde değişik olaylar karşısında bazan dine daha
cok ısınır, ba-zan da ondan
soğuyabilir.
Sonra Allah hakkında
söz söyleyip tartışabilmek için, O'nun nasıl bir kudret olduğunu eserlerinde
görmek, damgasını taşıyan eşyada O'nun birliğini müşahede etmek gerekir.
Şüphe yok ki, Allah
zatıyla, hakikatıyla, mahiyetiyle bilinmez. O ancak
sıfatlarının tecellileriyle, sanatının mükemmelliğiyle ve kurduğu kusursuz
düzeniyle bilinebilir. Bunun için de köklü bilgiye, geniş kültüre ve semavî
dinlen iyice bilmeye ihtiyaç vardır. Kur'ân ilgili
âyetle bilhassa bu inceliklere dikkatleri çekmekte ve bilgisiz, kültürsüz,
belgesiz, kanıtsız ve kitapsız bir boşluk içinde Allah'ın varlığı ve birliği
hakkında tartışmaya girmek insanı küfür bataklığına düşürebilir sinyalini
vermektedir. Nitekim bu konuda tam bir bilgisizlik atmosferi içinde ortaya
çıkanların çoğunun, cehaletten gelen bir cesaret, gurur ve kibirle burun
bükerek kendilerini büsbütün küfür çıkmazına soktukları görülmüştür.
Bilgisizlik ile kibir,
gurur ve kabalık bir araya gelince katı bir inkâr doğuracağında şüphe yoktur.
Böylesine bir tutum ve anlayış insanı dünyada, bilgili ve kültürlü kişiler
karşısında küçültür, âhirette de rezil ve rüs-vay eder.
Allah kimseye zulmetmez.
Çünkü O zulmü hem kendine, hem de insanlar arasında haram kılmıştır. Herkes
bilgi, beceri, idrak, anlayış, niyet ve inancına göre karşılık görür. Bu da
adaletin tâ kendisidir. [20]
«Allah'tan başka,
kendisine ne zarar verecek, ne de yarar sağlayacak şeylere (taparcasına)
yalvarıp yakarır ki bu da uzak bir sapıklığın kendisidir..»
İslâm ve onun kitabı Kur'ân her bakımdan insana kişilik kazandırır ve onu kula
kul olma aşağılığından kurtarıp Hakk'a kul olma
şerefine eriştirir. İnsanın çok mükerrem yaratıldığı
ve görünürde her şeyin onun hizmetine verildiği dikkate alınınca, kendisi gibi
bir faniye veya kendisinden çok aşağı bir cisme tapması, cidden büyük bir
sapıklık ve uzak bir şaşkınlıktır
Cenâb-ı Hak bâtıl ilâhları 13. âyetle yererek portrelerini
şöyle çizmektedir: «Zararı yararından daha yakın olana tapar; taptığı şey ne
kötü dost ve yardımcı ve fena yandaştır.» [21]
Yukarıdaki âyetlerle,
bilgisi, belgesi ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın Allah hakkında
tartışanların çok uzak bir sapıklık ve şaşkınlık içinde oldukları belirtildi. Böylelerinin hem dünyada, hem âhirette
rüsvay olacakları hatırlatılarak, sahte bir gurur,
bilgisizce bir tavırla ortaya çıkıp önemli konular üzerinde konuşmanın kişiyi
küçük düşürmekten başka bir şeye yaramıyacağına
işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, aklını
ve idrâkini kullanarak Allah'a imân edenler için âhirette
hazırlanan yüksek mükâfatlar konu ediliyor. Sonra da Allah'ın Peygambere
yardım etmiyeoeğini iddia edenlerin manevî bir intihara
kendilerini ittiklerine dikkatler çekiliyor. Böylece İslâm'ın hep Allah'ın
dini ve son mesajı olarak yaşayacağına, insanlığa rahmet olacağına işaret
ediliyor. [22]
14— Şüphesiz ki Allah, imân edip iyi-yararlı
amellerde bulunanları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere yerleştirir. Allah
şüphesiz ki dilediğini yapar.
15— Kim Dünya'da da, Âhiret'te
de Allah'ın o peygambere asla yardım etmiyeceğini
sanıyorsa, hemen bir ip göğe (tavana) uzatsın, sonra da (nefesini) kessin de
bir baksın, kin ve öfkesini giderebilecek mi?
16— İşte böylece biz o (kitabı) cok açık âyetler halinde indirdik. Ve şüphe yok ki, Allah
dilediği kimseyi doğru yola iletir.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, Esed ve Gatafan
kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grubu İslâm'a davet etti. Bu sırada sözü
edilen iki kabileyle Yahudiler arasında bir anlaşmazlık da bulunuyordu. Buna
rağmen onlar şu sebebi ileri sürerek daveti kabul etmediler: «Muhammed'in yardım
göreceğini ve üstün geleceğini bilemiyoruz. Ya bir de
zayıf, desteksiz ve yardımsız kalır ve Yahudilerle aramız iyice açılırsa, o
zaman halimiz nice olur?» şeklinde düşünerek mazeret ileri sürdüler.
Bunun
üzerine yukarıdaki âyetler indi. [23]
dünyada da, âhirette de Allah'ın o peygambere asla yardım etmiyeceğini sanıyorsa, hemen bir ip göğe (tavana) uzatsın,
sonra da (nefesini) kessin de bir baksın, kin ve öfkesini giderebilecek mi?»
Bâtıl ve küfür dört
nala yol alır. Hak ve fazilet emekliyerek ilerler.
Küfrün ve bâtılın bu şarlatanlığını ve hızını gören ve hakkın gücünü hesaba
katamayan, geleceğinin mutlaka başarıyla dolu olduğunu idrak ede-miyenler, her şeyin bittiğini; hakkın ve İslâm'ın yardımsız
ve desteksiz kaldığını zannederler. Bu da onların kin ve öfkesini artırmaktan
başka bir şeye yaramaz. Bir bakıma manen intihar etmiş olurlar.
Oysa öfkelenmeye, kin
beslemeye gerek yok. Çünkü bu iki duygu ile meseleler çözülmez, davalar
halledilmez, gerçekler anlaşılmaz. Düşünerek, araştırarak, aklı kullanarak ve
sonra da birleşerek, anlaşarak; plânlı ve programlı hareket ederek çözüm yolları
bulunur.
Bir zamanlar Hz. Muhammed'in (A.S.) etrafında az bir grup insan görüp umutsuzlananlar olmuştu. Oysa Resûlüllah
(A.S.) hedefine doğru emin adımlarla yavaş yavaş
ilerliyordu. Çok geçmeden büyük bir güç oluşturdu da
inanmayanları şaşkına çevirdi.
Günümüzde de anti İslâmî güçlerin ve gtupların;
ateist ve maddecilerin dört nala yol aldıklarını, ortalığı velveleye
verdiklerini görenler, İslâm'dan yana ümitsizieniyor
ve bazan için için
öfkelenip ne diyeceğini bilemiyorlar. Oysa haktan yana olanların İslâm'ın
rahmet gölgesinde bir-araya geldikleri gün, zafer mutlaka İslâm'ın olacak ve
bâtıldan önce hedefine kavuşacaktır. Bu öyle bir ilâhî sünnettir ki, -şartlar
gerçekleştiği gün- şaşmadan hükmünü yürütür.
İşte Kur'ân bize bu sünneti çok açık ve kesin çizgileriyle
bildiriyor. Böylece sünnetullaha uyanları, Allah
dilediği takdirde doğru yola eriştireceğine atıfla, insanla Allah arasındaki
imkân ve irâde sınırına işarette bulunuyor.
Nitekim düne kadar
İslâmiyet hakkında ümitlerini yitirenler, bugün onun büyük bir gelişme halinde
olduğunu görünce şaşırıyorlar ve bunca muhaliflerine, düşmanlarına ve
engelleyici faktörlere rağmen bu gelişmenin sır ve hikmetini bir türlü
anlayamıyorlar. Çünkü Kur'ân'ı okumuyor, ondaki
beyânları öğrenmiyorlar.
Bugün gerek İslâm âleminde,
gerek Batı ülkelerinin birçok kesimlerinde, gerekse Amerika'da İslâmiyete ve onun kitabı Kur'ân'a
hayranlık duyanlar gün geçtikçe artmakta; isim yapmış
ilim adamları Kur'ân-ı Ke-rîm'in bütünüyle ilâhî olduğunu anlamakta ve onun çağların,
medeniyetlerin ve ilmî buluşların önünde yürüdüğünü bütün samimiyetleriyle
dile getirmektedirler. Çünkü hak hâlis altın madeni gibidir, ona bakır veya âdi
bir maden nazarıyla bakanlar olsa bile, çok geçmeden
gerçek altın olduğunu anlayanlar ortaya çıkar ve değerinden hiçbir şey
kaybetmeden hayranlarının umut kaynağı olur. [24]
Yukarıdaki âyetlerle,
her türlü inkâr ve şüpheyi atıp dosdoğru imân edenlere verilecek mükâfatlara
değinildi. Sonra da Allah'ın Hz. Muham-med'i (A.S.) dünyada da, âhirette
de yardımsız bırakmayacağı belirtilerek, İslâm'a hizmette bulunmak isteyenlere
büyük bir ümit, aşk ve şevk havası estirildi.
Aşağıdaki âyetlerle, çeşitli
dinlere ve inançlara bağlı olanlardan her birinin kendini haklı saymasıyla ve
diğerini de bâtıl kabul etmesiyle ihtilâfın halledilemiyeceğine
parmak basılıyor. Önyargıdan, şartlanmış bir düşüneeden,
yıkanmış bir beyinden sıyrılmadıkça, gerçeği bulup tesbit
etmenin mümkün olamıyacağına işaret ediliyor ve o
takdirde mevcut ihtilâfların ancak âhirette ilâhî
adalet huzurunda çözüleceği, haklının haksızdan ayırt edileceği haber
veriliyor. Sonra da inkarcı ve şüphecilerin akıllarını harekete geçirmek için
varlık âleminde olan her şeyin Hakk'a secde, ettiğine
temas edilerek ilâhî kudreti eşyada görmeleri isteniliyor. Arkasından, aklını,
idrâkini kullanmayıp küfür üzere ölenlere âhirette
nasıl bir ceza verileceği tasvîr edilerek inkarcılar bir defa daha uyarılıyor.
İmân edip sâlih amellerde bulunan mü'minler
ise, âhiretteki ebedî saadet yurduyla müjdeleniyor. [25]
17— Dosdoğru imân edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar, Me-cûsîler ve Allah'a ortak koşan (putperestler) var ya, Allah şüphesiz ki Kıyamet günü bunların arasında
(haklıyı, haksızı) ayırıp hükmedecektir. Çünkü
gerçekten Allah her şeye şahittir.
18— Görmez misin ki, göklerde olanlar, yerde
olanlar, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir
çoğu Allah'a secde ederler. (İnsanlardan) çoğunun da üzerine azap hak olmuştur.
Allah kimi değersiz kılıp aşağılarsa, onu, saygı gösterip ağırlayan bulunmaz.
Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar.
19— İşte birbirine hasım iki grup, Rabları hakkında çekişip tartışırlar. (O'nu) inkâr
edenlere ateşten elbiseler biçilmiştir. Başları üzerine de kaynar su dökülür.
20— Bununla, karınlarında olan şeyler ve derileri
eritilir.
21— Ve onlara (vurulacak) demirden gürzler de
vardır.
22— Ne kadar bir üzüntü ve elemden dolayı ateşten
çıkmak isteseler; oraya geri çevirilirler ve «yakıcı
azabı tadın» denilir.
23— Şüphesiz ki Allah, imân edip iyi-yararlı
amellerde bulunanları, altlarından ırmaklar akıp duran Cennet'lere yerleştirir;
orada altından (yapılmış) bileziklerle, incilerle süslenecekler; oradaki
elbiseleri ise ipektir.
24— Bunlar sözün güzeline, nezihine eriştirilmişlerdir;
her an her türlü güzel övgüye lâyık (olan Allah)in yoluna iletilmişlerdir.
Kitap Ehli olan Yahudi
ve Hıristiyanlardan her biri kendi dinlerinin daha üstün olduğunu iddia eder
ve bu hususta Müslümanlarla tartışırlardı.
O sebeple 19. âyet
indirildi. [26]
Bedir savaşında birbirine
hasım olan Hz. Hamza ve tarafdarları ile müşriklerden Utbe
ve arkadaşları Rabları hakkında önce tartıştılar, sonra
da vuruştular. Bu âyet o sebeple indi. [27]
«Hac sûresi, iki secde
ile diğer sûrelerden üstün tutulmuştur.» [28]
«Âdemoğlu secde
âyetini okuyunca, şeytan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: «Yazıklar olsun
bana! Âdemoğlu secde ile emrolundu, emre uyup secde
etti de o sebeple ona Cennet verildi. Ben secde ile emrolundum,
ama direttim, secde etmedim. Bu yüzden Cehennemlik oldum.» [29]
«Dünyada (erkeklerden) ipek
kumaş giyinen kimse, onu âhirette giyemez.» [30]
Dosdoğru iman edenler,
Yahudiler,Sabiler, Hıristiyanlar edenler, Yahudiler, Sâbiîler,
Hıristiyanlar, Mecûsîler..»
İlgili âyette
sıralanan gruplardan her birinin kendi anlayış ve inancına göre haklı olduğunu
savunması, diğerlerinin haksızlığını iddia etmesi anlamına gelmektedir. Kur'ân bu vadide altı sınıfı anmaktadır. Bunların dışında
kalan dinler, mezhepler, farklı iddialar ve düşünceler, inanç bakımından
bunlardan birine benzerlik arzedeceğinden onların
isminden söz edilmesine gerek görülmemiştir.
Oysa «hak» denilen
şey, birdir, birkaç değildir. Aynı zamanda bölünmeyi de kabul etmez. O halde
bu altı sınıftan hangisi hak üzere bulunuyorsa, diğerleri bâtıl demektir. Cenab-ı Hak bu gerçeğe dikkatleri çekiyor ve bâtılı temsil
edenler, bâtılda ısrar ettiklerine, hakem de kabul etmediklerine göre, kıyamet
gününde kendi adalet divanında hakkı bâtıldan ayırıp
gereken hükmü vereceğini
hatırlatıyor. Böylece hak üzere
olan
Hz. Muhammed (A.S.) ve arkadaşlarına bu konuda
tartışmaya girmenin bir yararı olmayacağına işarette bulunuyor.
Altı grubun kısaca
açıklanması:
1— Dosdoğru imân edenler..
Bunlar, kendi
zamanlarında hak dini kabul edip o dinin ölçü ve şartlarına göre Allah'a imân
edenlerdir. Son olarak da bütün dinleri yürürlükten kaldıran ve Allah'ın
insanlığa son mesajı olma özelliğini taşıyan İslâm dininin getirdiği bütün
esaslara dosdoğru inanan Müslümanlar kasdedil-mektedir.
2— Hâdû (Yahudi
olanlar)..
Bu, Yakub Peygamber'in Yahuda adlı
oğluna nisbet edilmelerinden kaynaklanmaktadır.
Sonraları Musa (A.S.)ın dinine bağlı olanlar hakkında
isim olarak kullanılmıştır.
Yahudiİerden de Hz. Muhammed'den (A.S.)
önce, Tevrat'a göre dosdoğru amel edenlerin ilâhî inayet ve rahmete lâyık
olduklarında şüphe yoktur. Allah'ın son kitabı Kur'ân
indirildikten ve son Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.)
gönderildikten sonra artık Yahudilerin Tevrat ile amel etmelerinin doğru olmayacağının
bilinmesi gerekmektedir. Aksi halde Allah'ın Kıyamet gününde haklıyı
haksızdan, hakkı bâtıldan ayırt edeceği ve hakk'ı
kabul etmiyenleri elim bir azaba uğratacağı
muhakkaktır.
3— Nasârâ
(Hıristiyanlar)..
Bu ismin, daha önce de
belirttiğimiz gibi. Nasıra kasabasına nisb,et
edilerek kullanıldığını söyleyenler çoğunluktadır. Aynı zamanda «yardım» ve
«zafer» anlamına gelen «nusrat» kökünden
türetildiğini söyleyenler de olmuştur.
Sâbiîn (Sabitler).,
Daha önce Bakara
sûresinde belirtildiği üzere, ilim adamları Sâbiîİe-rin hangi din üzere oldukları hakkında farklı tesbit ve yorumlarda bulunmuşlardır. Onları şöyle özeti
iye biliriz :
a) Meleklere ibâdet edenler ve kıbleye
yönelenler,.
b) Zebur okuyup ona göre amel edenler..
c) Şehristanî'ye göre:
İbrahim Peygamber'e (A.S.) karşı olup yıldızlara tapanlar..
Şüphesiz Asr-i Saadette yaşamakta olan Sâbiîler
böyle idiler. Günümüzde yapılan ciddi tesbitlere göre
ise, Sabiîler kendilerinden olmayan birinin dinlerine
girmesine asla müsaade etmezler. Kendilerinden birinin başka bir dine girmesine
de rıza göstermezler.
Yahudi-Hıristiyan
karışımı bir din inancı taşıdıkları da iddia edilir.
Günümüzde İse, Mandeîler ve Subbalar olarak iki
kola ayrılan Sabiî-ler'in
birinci kolunun putcu, ikinci kolunun ise tek Allah inancı
taşıyan kişiler oldukları sanılmaktadır.
Hepsi de Hz. Âdem'in (A.S.) getirdiklerine inandıklarını söylerler. Hz. Şît ve İdris'in
(A.S.) emirlerini yerine getirdiklerini savunurlar. Bu arada da son seçkin
peygamberlerinin Hz. Zekeriya'nın
(A.S.) oğlu Hz. Yahya (A.S.) olduğunu ifade ederler.
Tek, ezelî ve ebedî
olan Allah'a imân ettiklerini de belirtirler. Ruhlarını saflaştırmak suretiyle
Allah'a ulaşacaklarını düşünürler. Onlarca ruh temizdir. Ruhlar eşyayı meydana
getirir ve bir halden başka bir hale geçerler.
Kutsal saydıkları
kitaplarının en önemlisinin adı «el-Kenzâ»dır. Bu
«kutsal kitab»ı şeyhleri dışında kimse okuyamaz ve
yorumlayamaz.
Sâbiîler'in iki ayrı ibâdet yeri var: Birincisi kubbesini göğün
oluşturduğu tabiat, ikincisi ise içinde yıldızları temsil eden putların
bulunduğu mabet.. Bağdat'taki tek mabetleri «Mende» adını taşıyor.
Sabiîler senenin günlerine taksim edilmiş olarak otuz gün oruç
tutarlar. Akar su ile abdest aldıktan sonra da bir
çeşit namaz kılar veya duâ ederler.
Bütün bu tesbitlerden çıkaracağımız sonuç şudur:
Günümüzdeki Sâbiîler'de tam anlamıyla» «Tevhîd
İnancı» yoktur. Yıldızlara ve kendilerine göre birtakım putlara tapmak
suretiyle «müşrik» sayılırlar. Aynı zamanda animizme yani ruhu hem hayat
olaylarının, hem de akıl olaylarının aslı sayan sisteme yakın bir inançları söz
konusudur.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den önce,
bunlardan Yahya Peygambere inanıp İsâ (A.S.) şeriatıyla amel edenlerin mü'min olduklarında şüphe yoktur. Nitekim Bakara sûresi
62. âyette buna temas edilmektedir. Bugün için hepsinin İslâmî
sistem dışında bulunduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. [31]
5— Mecûsî'ier..
Mecûsî'lerin kimler
oldukları hakkında klâsik tefsirlerimizde farklı tes-bitler
yapılmıştır. Kimine göre : Güneş'e, Ay'a ve Âteş'e tapanlardır. Kimine göre
ise: Allah'a eş-ortak koşanlardır. Kimine göre de: Zerdüşt dinine mensup
olanlardır. Zira Zerdüştlüğe göre : İnsanların ve bütün kâinatın kaderine
hâkim olan iki büyük ilâhî'kudret vardır. Samanlığın
«yersu» ve «göksu»larına benzeyen bu iki kudretten biri «Hürmüz», öteki «Ehri-man»dır. İnsanları ebedî
saadete, ya da ebedî azaba ulaştırmak için bu iyilik
ve kötülük tanrıları devamlı savaş halindedirler. İyilik tanrısı Hürmüz; güneş,
ışık ve aydınlık hâlinde; kötülük tanrısı Ehriman ise
karanlık ve ıstıraplar halinde şekillenmişlerdir.
O bakımdan Mecûsîler'in aydınlığa fazla rağbet edip ateşe tapmalarının
bu dine bağlı olmalarından kaynaklandığı söylenir.
Böylece genel anlamda dinler
beş grupta toplanıyor. Beşi şeytanî, biri Rahmânî oluyor. [32]
«Görmez misin ki,
göklerde olanlar, yerde olanlar....... Allah'a secde ederler.»
Bilindiği gibi «secde»
daha çok şu iki mânaya delâlet eder: Biri, ilâhî kanunlara baş eğmek; diğeri,
Yüce Yaratan'a itaat ve ibâdet idrâki içinde eğilip alnı yere koymaktır.
O halde göklerde ve
yerde olan kimseler -ki bunlar meleklerle insanlar ve cinlerdir- ikinci
anlamda Hakk'a secde etmektedirler. Güneş, Ay, yıldızlar,
dağlar, ağaçlar ve hayvanlardan her birinin hilkat özelliği doğrultusunda
amacına yönelik olarak -sünnetullah gereği-
hizmetlerini sürdürmesi, birinci anlamda bir secdedir.
İnsanların birçoğu
ise, bu birinci manayla hayat kanununa uyduğundan ister istemez secde
etmektedirler; ikinci mânayla değil. O yüzden insanların çoğu ikinci anlamda
secde etmedikleri sebebiyle azabı hak etmektedirler.
Birinci mânayla secde
eden Güneş, yaratıldığı günden beri belli bir merkezde hareket etmekte ve kendi
etrafındaki gezegenleri çekim kanunuyla tutmakta; aynı. zamanda devamlı
surette enerji vermektedir. Böylece güneş ilâhî kanuna baş eğmekte ve
yaratıldığı amaçtan sapmamakta, istenilen hizmeti vermektedir. Ay'ın durumu da
buna benzer bir anlamdadır. Dağlar, ağaçlar ve diğer caniı-cansız
varlıklar da böyle. Buna bir misal daha verelim :
Nehirlerde ve göllerde
yaşayan canlıların, çok soğuk bir mevsimde suyun donması netioesi
nasıl yaşayabildiklerini incelersek, buzlaşan suyun ister istemez ilâhî kanuna
uyduğunu, O'nâ secde ettiğini rahatlıkla anlarız. Bilindiği gibi, cisimler
ısınınca hacimleri genişler. Buziaşıp katı-laşan suda hâkim olan kanun bunun tam tersine. İlim
adamlarının yaptıkları ciddi tesbitler bize şu
bilgiyi vermektedir:
«Evvelâ bütün
cisimlerin aksine ona bu tabiatı veren nedir veya kimdir? Suyun kendi idraki
mi? Sonra bunun hikmeti ve faydası nedir? Buzun tabiatı böyle olmayıp da, diğer
cisimler gibi soğuyunca hacmi küçülse ne olurdu?
Buzun testileri,
madenî kapları ve su şebekelerini patlatan bu özelliği nehir ve göllerle buz
denizlerinde su içindeki mahlûkatın hayatını sürdürmelerinin baş şartıdır.
Meselâ kışın Tuna Nehri donmakta ve uzun müddet bu hal devam etmektedir. Yine
Yaratan'ın eşyaya verdiği bir özellik olarak karalar suya nazaran daha erken
donduğu için nehrin yüzünde meydana gelen kalın buz tabakası yanlara doğru
genişlerken, donmuş karayı itemiyeceğinden mecburen
kubbe şeklinde yukarıya doğru bombe-leşmekte, nehrin
su sathı ile buzun alt yüzü arasında çok büyük bir hava boşluğu bırakmaktadır.
Bu durum, nehir suyunun altta rahatça akıp gitmesini sağladığı gibi, nehirdeki
canlıların oksijen ihtiyacını da bir kesinti olmaksızın sağlamaktadır. Buz
denizlerinde de durum aynıdır. Suyun buz haline gelirken ortaya çıkan ve diğer
hiçbir maddede görülmeyen bu zıt özellik, acaba şuursuz olan suyun
kendiliğinden var ettiği bir özelliktir denilebilir mi?»
Şüphesiz böyle bir iddia çok
gülünç olur. O halde suyun bu özelliği ilâhî hilkat kanunundan kaynaklanmakta
ve her haliyle Hakk'a secde ederek O'nun kudretine
râm olmaktadır. İşte suda meydana gelen bu fiziksel olay, onun Hakk'a secde etmesi anlamına gelmektedir. [33]
Hayvanlar bağlı
bulundukları hayat kanunlarına ve hılkatlarmdaki
özelliklerine içgüdüleriyle ve İmam Rabbanî'ye göre, meleklerin ilhamiyle uyar ve uyum sağlarlar. Hayatlarını
sürdürebilmeleri için bu onlar için şarttır. O bakımdan hayvanlar hayat
kanunlarına ve hılkatlarımn özelliğine uymakta
yanılmazlar. Yanılmadiklan için de mutludurlar,
hatasızdırlar.
İnsanlara gelince,
onların içgüdüden ziyade akıl.ve idrâkleriyle hilkat kanununa uymaları ve uyum
sağlamaları gerekir. Bu onlar için mutlu ve aziz olmanın tek yoludur. Semavî
kitapların hepsi ve gönderilen her peygamber, insan aklına yardımcı olup bu
kanunları tanıtmaya çalışmışlardır. Onların talimatına uyanlar huzura
kavuşuyor, kendilerini mutlu ve şerefli olma düzeyine getirmiş bulunuyorlar.
Uymayanlar ise kendilerini şüpheye, huzursuzluğa, kararsızlığa ve ümitsizliğe
itmiş oluyorlar ve zaman geliyor ki, mükerrem
yaratılan varlıklarını aşağıların aşağısı yapıyorlar.
Kur'ân-ı Kerîm bu gerçeğe işaret ederek diyor ki:
«Allah kimi değersiz
kılıp aşağılarsa, ona saygı gösterip ağırlayan bulunmaz..»
Bu gerçeği ve bağlı
bulunduğu hikmeti idrâk etmeyenler, Allah, din, âhiret
ve hesap hakkında inkâr hastalığına yakalanıp hem bocalarlar, hem de bilgisizce
tartışıp dururlar. Aslında böyle bir tutum ve tartışma ateşten elbise olmaktan
başka bir şey değildir.
Kıyamet gününde, dünyada iken
imân edip hilkat kanunlarına uyanlarla, onların aksine bir yol izleyenlere
amellerine uygun'ceza ve mükâfat verileceği, çok
uyarıcı ve yönlendirici bir anlatımla açıklanıyor, [34]
Yukarıdaki âyetlerle,
çeşitli dinlere ve inançlara bağlı olanlar arasında gerçek ayrımı Allah'ın
yapacağı. Kıyamet gününde hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırt edeceği
açıklandı. Arkasından inkarcılarla şüphecilerin akıllarını harekete geçirmek
için, Allah'ın varlığına ve kudretine delâlet eden belgelere dikkatler
çekildi, gereken ön bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, kutsal
Kabe'nin Allah'a ibâdet için İbrahim Pey-gamber'e
verilen ilâhî talimatla inşa edildiği anlatılıyor ve buna rağmen müşriklerin o
kutsal mabedi amacından saptırdıkları konu edilerek gereken uyarılar
yapılıyor. Sonra da Kabe'de nasıl ibâdet edileceğinin bazı önemli hususları
açıklanarak mü'minlere bilgi veriliyor. [35]
25— O inkâr
edenlere, Allah yolundan ve içinde yerlisi ve misafiri eşit tutulan Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara; 26—içinde haksızlık yaparak dinsizliğe yeltenen kimselere elbette
elem verioi azaptan tattıracağız.
Hani bir vakit Beytü'l-Haram'.n
yerini İbrahim'e hazırlattık da ona, «bana hiç bir şeyi ortak koşma, evimi
tavaf edenlere, (onda) ayakta duranlara, rükû' ve secde edenlere tertemiz tut»
demiştik.
27— İnsanlar arasında Hacc'ı
ilân et de yaya olarak, arık binekler üzerinde her uzak vadiden, yoldan sana
gelsinler.
28— Tâ ki kendileri lehine birtakım menfaatlere
şahit ve hazır olsunlar. Allah'ın onlara rızık
olarak sunduğu eti yenen hayvanlara (kurban etmelerine) karşılık belli günlerde
Allah'ın ismini ansınlar. Sîz de onların etinden yeyin ve sıkıntıya uğramış
fakirlere yedirin.
29— Sonra da (saçlarını, tırnaklarını kesip
üst-başlarındaki) kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve
(yeryüzünde Allah'a ibâdet için) ilk kurulan Beyt'i
tavaf etsinler.
«Ey Abdülmenaf oğulları! Beytullah'ı
tavaf etmek ve herhangi bir saatte, gece olsun, gündüz olsun namaz kılmak
isteyen hiç kimseye engel olmayın.» [36]
«Harem dahilinde
yiyecek maddelerini ihtikâr etmek, ilhaddır (zulüm ve
isyandır, ilâhî sınırları aşmaktır).» [37]
«Ey insanlar!
gerçekten Allah size haccı farz kıldı. Artık haccedin.» [38]
«Gelecekte Kureyş'ten bir adam Beytü'l-Haram'da
zulüm ve tuğyanda bulunacaktır. Eğer onun işlediği bu günah insanlarla
cinlerin günahları karşılığında tartılsa, elbette o ağır gelecektir.» [39]
«O inkâr edenlere,
Allah yolundan ve içinde yerlisi ve misafiri eşit tutulan Mescid-i
Haram'dan alıkoyanlara............ elem verici azaptan tattıracağız.»
Yeryüzünde Allah'a
ibâdet için ilk konulan mabet, şüphesiz ki. Beytü'l-Atîk
(kadim mâbed olan Mescid-i
Haram), imân eden bütün insanların ortaklaşa hakkıdır. İmân edenlerden maksat,
İslâmiyeti din olarak seçen mü'minlerdir.
Bunları orada ibâdetten alıkoymaya hiç kimse yetkili değildir. Kur'ân böyle bir engellemede bulunanlara elem verici bir
azabın tattırılacağım haber veriyor. Aynı zamanda sözü edilen ibâdette bulunma
hakkı hususunda Mekke'de oturanlarla taşradan gelenler eşittirler. Birine
öncelik tanınmaz; diğerinin ibâdeti, ilgisi küçümsenmez. Çünkü orası İslâm
birliğinin odağı, ilâhî rahmetin kaynağı ve peygamberlerin yüz sürüp saygı
duyduğu mahfildir.
Mü'minleri Beytü'l-Haram'dan
alıkoymanın çeşitleri:
a) Mekke sakinlerinin bu kutsal yeri sadece
kendilerine tahsis edip taşradan gelenlere müsaade etmemeleri.
Nitekim Kureyş müşrikleri, Hudeybiye
yılında Hz. Peygamber'in (A.S.) oraya girmesine engel
olmuşlardı.
b) Hac yolunda tehlike oluşturmak ve böyleoe gidenleri korkutup geri dönmelerine sebep olmak,
c) Bulundukları ülkede -zorunlu bir sebep
olmadığı halde- gidenlere müsaade etmemek bu cümledendir. [40]
«Hani bir vakit Beytii'l-Haram'ın yerini İbrahim'e hazırlattık da....»
Yıllarca müşriklerin
istilâsına uğrayan ve o sebeple içinde Tevhîd Kandili
yanmaz olan Kabe'yi, Allah yeniden ihya edip mü'minlerin
ibâdetine merkez ve odak olarak hazırlatmayı murat etti. Hanîf
Dini'nin baş-mümessili, Tevhîd Dini'nin koruyucusu ve
savunucusu İbrahim Peygamberi görevlendirdi. Daha doğrusu bu şerefi ona lâyık
gördü. Böylece o kutsal mabedi uzaktan ve yakından, yaya ve binekle gelen;
ayakta durup duâ eden ve tavaf yapanlara; rükû' ve secde edenlere tertemiz
tutmasını emretti.
Unutmamak gerekir ki, Kur'ân'daki bu hitap özellik arzediyorsa
da taşıdığı emir genellik arzetmektedir. Yani
kıyamete kadar Kabe'nin ve dolayısıyla hırsızlık ve benzeri tehlikeler olmadığı
zaman, özellikle de namaz vakitlerinde bütün mabetlerin tertemiz ve açık
tutulması farzdır.
Âyetin açık
delâletinden, şu hükümler anlaşılmaktadır:
a) Kabe'nin Allah'a ve Hz.
Muhammed'e (A.S.) dosdoğru imân eden her mü'mine açık
tutulması,
b) Oraya ibâdet için gitmek isteyen her mü'mine izin verilmesi,
c) Kabe'nin her zaman tertemiz tutulması,
d) Tamire ihtiyaç görüldüğünde tamir edilmesi
farzdır.
Aynı zamanda orası her insan
için açık tutulup kimine belli bir ilgi ve makam tahsis edilmemesi; oraya haccedenierin tertemiz gitmesi ve bulundukları süre içinde
temizliğe riâyet etmeleri vaciptir. [41]
«Tâ ki kendi lehlerine
birtakım menfaatlere şahit ve hazır olsunlar..»
İbâdet için kutsal
Kabe'ye giden mü'minlerin kendi lehlerine sağlayacakları
menfaatler, maddî ve manevî olmak üzere şöyle sıralanabilir:
1— Yeryüzünde yaşayan mü'minlerin
birbirleriyle tanışması,
2— İlim adamlarının biraraya gelip
günün önemli meselelerini
görüşerek İslâm potasında şekillendirmesi,
3— Bütün dertlerin tek dert hâline getirilmesi,
4— İslâm ülkeleri arasında ekonomik güç
oluşturulması; ithalat ve ihracata zemin
hazırlanması ve hız verilmesi,
5—islâm
düşmanlarına karşı ortak savunma plânı hazırlanması,
6— Geri kalmış İslâm ülkelerine gereken desteğin
sağlanması,
7— Günah kirlerinden arınma imkânı elde edilmesi
ve ruhen gelişme idrâkine erişilmesi,
8— Âhiret'ten müstesna
bir tablo oluşturup, ölmeden önce ölme sırrına erişilmesi,
9— Bir süre dünya dağdağasından uzak kalıp kalbi
mâsivadan temizleyerek iç huzuruna kavuşulması
bunlardan bir kısmıdır. [42]
«Allah'ın onlara rızık olarak sunduğu eti yenen hayvanlara karşılık belli
günlerde Allah'ın ismini ansınlar.»
Hacda vacip olan kurbanı
-şükür olsun diye- belli günlerde boğazlayıp sık sık
«Tekbîr» getirmek ve öylece Allah'ı anmak; aynı zamanda kesilen hayvanlardan
hem yemek, hem de fakir ve muhtaçlara yedirmek, kulun Allah'a olan imân ve
teslimiyetinin sadakatini simgeler. Kurbandan sonra ciddi bir temizlik yaparak
ruh ve bedeni arındırmayı birleştirip bütünleştirmek haccın anlamına başka bir
anlam katar ve onu kemal derecesine doğru yükseltir. Ayrıca hac ve ibâdetle
ilgili bir nezir (adak) varsa onu da yerine getirmek vaciptir. Bunda da ayrı
bir sadakat manası söz konusudur. [43]
Kurban günleri
hakkında müctehit imamların farklı tesbit ve içtihatları olmuştur:
a) İmam Mâlik, İmam Ebû
Hanîfe, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Sevrî'ye göre: Üç
gündür.
Bunların dayanağı, Ebû Hüreyre (R.A.) ile Enes b. Mâlik (R.A.)den nakledilen sahîh rivayettir.
b) İmam Şafiî'ye ve bir de İmam EvzâT'ye göre : Dört gündür. Bu ikisinin delil ve dayanağı
ise, Hz. Ali (R.A.), İbn Abbas (R.A.) ve İbn Ömer
(R.A.)den yapılan rivayettir.
Kurban kesme vakti ne
zamandır?
Bayramın birinci günü
fecir doğduktan sonra başlar; bayram namazı kılındıktan sonra yerine getirilir.
Nitekim: «Kim namazdan sonra keserse, ibâdetini tamamlamış ve Müslümanların
sünnetine uymuş olur..» mealindeki Berâ' b. Âzib (R.A.) rivayeti, yani ondan rivayet edilen hadîs bu konuda
delil ve dayanak olarak alınmıştır.
Cuma ve bayram
namazları kılınmayan yerlerde ise, kurbanlık hayvan sabah namazından sonra
kesilir.
Mescid-i Haram'dan maksat nedir?
Bu konuda müctehit
imamların farklı tesbit ve görüşleri söz konusudur.
Kimine göre, bundan sadece Mescid-i Haram, yani Kabe kasdedil-miştir; kimine göre ise,
Mekke'de haram sınırları içinde oian bütün yerler kasdedilmiştir. Birincilerin görüşüne göre, Mekkeli'ler evlerini gelen hacılara kiraya verebilirler,
bunda bir sakınca yoktur. Tabiînden Alkame ve Mücâhid aynı görüştedirler. İkincilere göre ise, haram
dahilindeki bütün topraklara gelen hacılar da sahiptirler, yerli halk ile bu
hususta eşit haklara sahiptirler. O bakımdan Mekkeli'lerin
evlerini kiraya verip ücret almaları haram veya mekruhtur. Tabii bu eşitlik
sadece hac mevsimiyle kayıtlıdır. Günümüzde ise, birincilerin görüş ve tesbitine göre amel edilmekte ve işlem yapılmaktadır. [44]
Yukarıdaki âyetlerle,
kutsal Kabe'nin sırf Allah'a ibâdet için İbrahim Peygamber'e (A.S.)
hazırlatıldığı belirtildi. O bakımdan Kabe'nin tertemiz tutulması ve her mü'mine açık olmasının gereği üzerinde duruldu. Sonra da
hac ibâdetinin mü'minlere sağlayacağı menfaatlere
dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, hac
hakkında belirtilen hususlara uyulması konu ediliyor. Allah'a ortak koşanların
nasıl boşlukta kaldıkları anlatılarak, Kabe'de ibâdet için konulmuş alâmetlere
saygı gösterilmesi emrediliyor. Kesilecek hayvanların üzerine Allah'ın adı
anılarak öylece kesilmesinin vücubu belirtiliyor.
Sonra da kesilen kurbanlık hayvanlardan amacın ne olduğuna parmak basılarak bu
konuda mü'minier aydınlatılıyor. [45]
30— İşte (Hac ibâdeti) budur.
Kim Allah'ın yasakladığı hususlara, yapılmasını emrettiği şeylere
saygılı olur da gereğini yerine getirirse, bu onun için Robbının
yanında daha hayırlıdır. Size (yenilmesi haram olduğu Mâ
ide Sûresi'nde) okunarak bildirilen şeyler müstesna olmak üzere davarlar helâl
kılınmıştır. O halde Allah'a (O'nun hak dinine) yönelerek O'na ortak koşmaksızın
murdar putlardan uzaklasın; yalan sözden kaçının.
31— Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten
düşüp de kuş onu tutarak kapıyor veya rüzgar onu ücra bir yere sürükleyip
atıyor (gibi kendini boşlukta hisseder).
32— (Gerçek) budur. Kim Allah'ın ibâdet için
koyduğu alâmet ve ölçülere uyup saygı gösterirse, şüphesiz ki bu kalblerin takvası (Allah'tan korkup saygısızlıktan sakmması)dır.
33— Sizin için onlarda belli bir süreye kadar
birtakım yararlar vardır. Sonra da (boğazlanıp dağıtılacakları) yerleri Beytü'l-Atîk'dir.
34— Her ümmete nüsük
(ibâdet) mâhiyetinde kurban kesmeyi meşru' kıldık; tâ ki Allah'ın kendilerine rızık olarak sunduğu davarların üzerine Allah'ın ismini
anıp (öylece boğazlasınlar). İlahınız bir tek ilâhtır. Artık ona (müslimler olarak) teslim olun.. Tevazu, gönül yatışkanlığı ve ürpertisi içinde Allah'a yönelenleri
müjdele!
35— Onlar ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korku
ve saygıdan titrer; kendilerine dokunan şeye (sıkıntı ve üzüntüye) karşı
sabrederler; namazı vaktinde kılarlar ve kendilerine sunduğumuz rıziktan (Allah için) harcarlar,
36— Kurbanlık develeri de sizin için Allah'a
ibâdet nişanelerinden kıldık. Sizin için onda hayır vardır. O halde bîr dizi
halinde (ayakta) bogazlanırken üzerlerine Allah'ın
ismini anın; yanüstü yere yıkılınca da onlardan
yeyin ve hem kanaat edip istemiyene, hem de isteyen
fakire ye-dirin, İşte böylece biz, onları size boyun eğdirdik, ola ki
şükredersiniz.
37—
Boğazlanan kurbanlık hayvanların ne eti, ne de kanı elbette Allah'a ulaşmaz;
ama Allah'a ulaşacak olan, sizin takvan izdir. Böylece Allah size doğru yolu,
ibâdet ölçüsünü gösterdiğinden O'na TEKBÎR getirip ululamanız için bu
hayvanları sizin buyruğunuza baş eğdirdi; sen iyiliği huy edinenleri müjdele!
Ashob-ı Kirâm'dan Ebû Bekre (R.A.) anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buyurdu ki: «Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?» Biz
de: «Evet, ya Resûlellah!»
dedik. Buyurdu ki: «Allah'a ortak koşmak ve ana-babaya karşı gelmektir.»
Sonra diz üzeri kalkıp
şöyle ilâve etti: «Yalan sözden sakının, yalan yere şahitlikten sakının!» Bu
cümleyi o kadar tekrarladı ki biz, «keşke sussa» diye temennide bulunduk. [46]
«Ey insanlar! yalan
yere şahitlik, Allah'a ortak koşmaya denk tutulmuştur.» [47]
Hz. Enes (R.A.) anlatıyor:
— Bir adam kurbanlık devesini sürüp
götürüyordu. Peygamberimiz (A.S.) ona:
«Devene bin!» diye seslendi. Adam: «Ya Resûlellah! bu kurbanlıktır» dedi. Bunun üzerine Peygamber
(Â.S.) Efendimiz ona: «Allah iyiliğini versin, bin ona..» buyurdu ve bu sözünü
iki veya üç defa tekrarladı. [48]
Bir defasında Ashab-ı Kiram sordu :
— Ey Allah'ın Resulü! bu kurbanlar nedir?
— Babanız İbrahim'in (A.S.) sünnetidir,
buyurdu.
— Ondan bize ne (gibi ecir) var? diye sordular.
__ Her kılına karşılık
bir sevap vardır, buyurdu. [49]
«Âdemoğlu kurban
bayramında -Allah yanında- kan akıtmaktan daha sevimli bir amelde bulunamaz.
Şüphesiz ki, kurbanlık hayvan kıyamet günü boynuzuyla, tırnaklarıyla,
kıllarıyla birlikte gelir. Akan kan yere düşmeden Allah'ın yanındaki yerini
alır. O halde kurban kesmekle kendinizi hoş (ve müsterih) tutun.» [50]
Câbir b. Abdullah (R.A.)) diyor ki:
— Peygamber (A.S.) Efendimizle birlikte kurban
bayramı namazını kıldıktan sonra Onun bir koç getirip keserken şöyle duâ
ettiğini işittim : Bismillahi, vallahi ekber. Allahım! bu benden ve
ümmetimden kurban kes-meyenlerden taraf (sunulan) bir
kurbandır.» [51]
İbn İshak da Peygamberin (A.S.)
kurban keserken şu duayı okuduğunu nakletmiştir: «Yüzümü, gökleri ve yeri
yaratana, Hakk'a yönelerek çevirdim. Ben Allah'a
ortak koşanlardan değilim. Şüphesiz ki benim namazım, ibâdetim, dirimim ve
ölümüm âlemlerin Rabbı olan Allah'a aittir. O'nun
ortağı yoktur ve ben böyle (demekle) emrolundum; ben
Müslümanların ilkiyim. Allahım, bu sendendir ve senin
içindir; Muhammed'den ve Onun ümmetindendir.» [52]
«Şüphesiz ki Allah sizin
şekillerinize ve mallarınıza bakmaz; ama kalplerinize ve amellerinize bakar.» [53]
«Me
<hac ibadeti) budur. Kim Allah'ın yasakladığı hususlara, yapılmasını emrettiği
şeylere saygılı olur da gereğini yerine getirirse, bu onun için Rabbınin yanında daha hayırlıdır.»
Allah'ın dünya ve âhiretimize; ruh ve bedenimize zararlı olan şeyleri haram
kılması, şüphesiz ki bize olan rahmetinin gereğidir. O'nun yasaklarına uymak
elbette bizim için mutlak anlamda hayırlıdır. Özellikle Mekke'de hac ve umre
ibâdetinde yasaklanan hususlardan kaçınmak, samimi bir saygının ve ta'zîmin, sağlam bir imânın belirtisidir.
Hac ibâdetini yerine
getirirken dikkat edilecek birçok hususlar söz konusudur. İhramh
bulunduğumuz sürece yasaklanan bazı şeyler olmakla beraber, ihramdan çıktıktan
sonra yine riâyet edeceğimiz birtakım yasaklar vardır. Bunların geniş
açıklaması fıkıh kitaplarında yapılmıştır. Hacmimiz müsait olmadığından buraya
almadık.
Unutmamak gerekir ki, ilâhî
yasaklar ve tahrîmler nisbî
ve izafîdir, yani bizimle ilgili hükümlerdir; yoksa Allah'a göre helâl ve
haram söz konusu değildir; o mutlak ganîdir. Yarattığı eşyayı kendisi için
değil, insan için var kılmıştır. Yasaklar hem kulun imân derecesinin tesbitine, hem de sabrının ölçüsüne yarayan şeylerdir.
Aynı zamanda denge ve düzenin korunmasında birtakım yararları da söz
konusudur. [54]
«O holde Allah'a
(O'nun hak dinine) yönelerek O'na ortak koşmaksızın murdar putlardan
uzaklasın; yalan sözden kaçının..»
Kur'ân-ı Kerîm bu âyetle önemli bir noktaya parmak basıyor:
Putperestlikle yalanı, yalan yere yemini, yalancı şahitliği bir bakıma eş
değerde tutuyor. Zira birincisi ne kadar Allah'tan uzaklaştırıcı, azaba itici
ise, ikincisi de o nisbette ilâhî rahmet ve
gufrandan uzaklaştırıcı ve Allah'ın gazabını çekicidir. Ayrıca ikisi arasında
birtakım benzerlikler de vardır. Şöyle ki:
a) Puta tapmak, hakkı red
ve inkâr etmektir. Yalan söylemek, yalan şahitlikte bulunmak, hakkı gizlemek,
haksızı kollamaktır.
b) Puta tapmak, insanın kişiliğini sıfıra
düşürür. Yafan söylemek ve yalan yere şahitlik yapmak, insanın
şahsiyetsizliğini ortaya koyar.
c) Puta tapmak, küçülmek, insanlık şeref
düzeyinden aşağıya düşmek anlamına gelir Yafan söylemek, yalan şahitlikte
bulunmak da insanı küçülten ve değerini zedeleyen kötü amellerden biridir.
Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ümmetini uyararak şöyle buyurmuştur:
«Ey insanlar! yalan yere şahitlik, Allah'a ortak koşmaya denk tutulmuştur.» [55]
Bu hadîsin ışığında
ünlü müctehit Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: «Yalan yere şahitlik, Allah'a ortak
koşmaya denktir.» [56]
İşte böylece Allah'ın koymuş
olduğu ibâdet belirtilerine saygılı olmak, emredileni yerjne
getirmek kalbin takvasının belirgin ürünlerinden/ biridir. [57]
"Klm AIlah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşüp de kuş onu
tutarak kapıyor veya rüzgâr onu ücra bir yere sürükleyip atıyor (gibi kendini
boşlukta hisseder).»
İmân, insanın içindeki
boşluğu doldurur. Ümitsizliği kaldırır. Olaylar karşısında dayanma gücünü
artırır. Lüks ve konfordan uzaklaştırıp daha rahat ve huzurlu bir hayat
yaşamayı ilham eder. Dünya hayatının amaç olmadığını, amaca erişmek için araç
olduğunu telkîn eder. Böylece imân cevherine sahip olan mü'min,
fakir de olsa, esir de olsa hep mutlu ve huzurludur. Açlık onun için pehriz ve oruçtur; hapishane onun için Yusuf Peygamber'in
komşuluğudur. Dünya dağdağası onun yanında olgunlaşmaktan yana birtakım ilâhî
sınavlardır.
İmansız ise,
kararsızdır, ümitsizdir ve tedirgindir. Dünya hayatı ve nî-meti onun tek amacı, mide tek kaygısı, şehvet değişmeyen
yolu ve zevkidir. Fakirlik onun için büyük müşîbet,
zindan onun için yıkım ve hüsrandır. Ölümü hatırlamak büyük bir uçurumdur. O
sık sık bu uçurumu önün-; de görür ve ürker de
kendini büyük bir boşluk içinde hissetmeye başlar. Yaşlanmak onun için büyük
bir musîbettir.
O bakımdan Cenâb-ı Hak, imansız putperesti, sapık müşriki tasvîr
ederken, yâni onların psikolojik yapılarını belirtirken ilgili âyetle çok dikkat
çekici bir anlatım tarzı ortaya koymuştur. [58]
«Her ümmette nüsük (ibâdet) mahiyetinde kurban kesmeyi meşru kıldık. Tâ
ki Allah'ın kendilerine rızık olarak sunduğu
davarlar üzerine Allah'ın ismini anıp (öylece boğazlasınlar}.,»
Kur'ân-ı Kerîm bu âyetle, Allah adına, Allah için ibâdet
niyetiyle kurban kesmenin semavî dinlerde bir takdime anlamında meşru
kılındığını haber vermektedir. Nitekim Tevrat'ta İsrail oğulları'nın takdime
anlamında kurban kestikleri yer yer anlatılır. Aynı
zamanda Allah'tan başkası için kurban kesenin helak edileceği şu sözlerle
belirtilir: «Ancak Rabden başka bir ilâha kurban kesen helak edilecektir..» [59]
«Bedene»nîn çoğulu olan «büdn» kelimesi,
kurbanlık deve ve sığıra delâlet eden bir isimdir. Ancak ilgili âyette bununla
sadece kurbanlık develerin kasdedildiği anlaşılıyor.
Çünkü ayakta kesilmesi yarı kapalı bir ifadeyle belirtilmektedir. Sığırlar ise
ayakta değil, yere yatırılarak boğazlanırlar. Resûlüllah'ın
(A.S.) sünneti bu ölçü ve anlamda cereyan etmiştir.
Hac mevsiminde o maksatla
kesilecek kurbanlar ancak Haram sınırları dahilinde kesilip dağıtılır. O halde
gerek hacc-ı kırân'den,
gerekse, hacc-ı temettü'den, gerekse menasikfe ilgili bir cinayetten dolayı vacip olan
kurbanların mutlaka harem dahilinde kesilmesi gerekmektedir. Bu sebeplerden
dolayı vacip olan kurbanı orada eksecek maiî kudreti olmayan kim-;e, evine döndükten sonra imkânlar
elverince, hacca giden bir müslümana kurban alınacak nisbette para verir ve kendi adına orada kesilmesini
sağlar. [60]
«Onlardan vevin ve hem kanaat edip ^temeyene,
hem de isteyen fakire yedîrin.»
İster hac günlerinde Mina'da kesilenler, ister zenginlerin kurban günierinde kurban niyetiyle kestikleri hayvanların etinin
bir kısmını aile fertlerine ayırmak, bir bölümünü de
muhtaç fakirlere yedirmek tavsiye ediliyor. Şüphesiz ki, böyle bir davranış
toplum yapısında sevgi, rahmet ve yakın ilgi bağlarını kuvvetlendirir. Böylece
Allah'a ve Âhirete imân edip imânın diğer şartlarına
gönülden bağlanan bir mü'minin yalnız kendi nefsi
için çalışmadığı ve sadece kendini düşünmediği; bir o kadar din kardeşlerini
düşündüğü ve onlar için de çalıştığı kuvveden fiile çıkmış olur.
Nitekim dostunu görmeğe giden
bir kişinin anlattığı şu olay oldukça dikkat çekicidir: Arkadaşı onu büyük bir
sevinçle karşılamış, bütün gece tatlı tatlı konuşmuş,
misafirinin her haliyle ilgilenmiş, yalnız ayrılırken yavaşça: «Bugün benim
hayatımın bir güneşi söndü, biricik oğlum öldü» demiş.. Şüphesiz bu söz köklü
bir imânın ve sağlam bir irâdenin ürünüdür. Müslümanların güzel âdetlerinden
biri de bu değil midir: Kendine ait meselelerle başkasını üzmemek, gelen
misafire hiç olmazsa bir süre duyulan acıyı sezdirmemek olgunluğun bir başka
görüntüsüdür. [61]
İşte böylece biz,
onları size boyun eğdirdik. Ola ki şükredersiniz.»
Davarları bizlerden yana
yaratan Cenâb-ı Hak, bununla bize büyük bir lûtufta bulunmuştur. Onları azgın, eğitilmez ve zaptedilmez vasıfta yaratmamış, «teshîr emrbnden tecelli eden kanuna bağlamıştır. Bu da, davarlar
başta olmak üzere diğer bütün hayvanların insan için yaratıldığının bir başka
delilidir, Kur'ân'da bu hakikat açıklanırken
insanların O Yüce Yaratan'a şükretmeleri
hatırlatılıyor. [62]
«Boğazlanan kurbanlık
hayvanların ne eti, ne de kanı elbette Allah'a ulaşmaz; ama Allah'a ulaşacak
olan sizin takvânızdır.»
Kesilen kurbanların
eti ve kanı Allah'a ulaşmaz, ama O'na gerçek anlamda ulaşacak olan kulun iyi
niyet, takva ve samimi amelidir. O halde kim yaptığı ibâdetle daha çok
Allah'tan korkar, saygı duyar ve kötülüklerden sakınırsa, Allah'a onisbette yakınlık sağlamış olur. O'na yakınlık sağladıkça
Allah onu sevmeye başlar. Sevince de onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli
ve yürüyen ayağı olur; yani takva sahibi kul, Allah ile görür, O'nunla işitir, O'nunla tutar ve O'nunla yürür,
Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'ın kişinin fiziksel
yapısına, kıyafetine, makam ve servetine değil; niyetine, takva üzere olan
ameline değer verdiğini ve kulunu bu meziyetlerinden dolayı
mükâfatlandıracağını göstermektedir. Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz -konunun hadîs bölümünde naklettiğimiz üzere-, «Şüphesiz ki
Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz; ama kalplerinize ve
amellerinize bakar» buyurarak ilgili âyeti bize daha iyi açıklamış bulunuyor. [63]
«Böylece Allah size
doğru yolu, ibâdet ölçüsünü gösterdiğinden O'na tekbîr getirip ululamanız için
bu hayvanları sizin buyruğunuza baş eğdirdi. Sen iyiliği huy edinenleri
müjdele!»
Her nîmet ilâhî
tezgâhın alâmetini, her canlı O'nun sanatının benzersizliğini, her düzen O'nun
kudretinin eşsizliğini yansıtmaktadır. O bakımdan davarları emrimize veren Cenâb-ı Hakk'ın büyüklük ve
yüceliğini dile getirerek «Allahu Ekber» dememiz kadar tabii ne olabilir? Şüphesiz ki
davarları bizim elimize -baş eğdirerek- teslim eden Yüce Mevlâ, bir gün bizi de
daha kudretli ellere teslim edecektir.
O halde her şeyde
Allah'ın kudretinin izlerini görüp O'nu hatırlamak ve hatırladıkça da «Sübhanellah», «Allahu Ekber» ve «el-Hamdü lillah» demek kadirbilirliğin kelimeyle ifade edilen
belgesidir. Böyle bir düşünce ve fazîlet düzeyine erişen mü'min,
günlük hayatını iyilikler, güzel huylar ve samimi ilgiler doğrultusunda
değerlendirir. Kur'ân bunu «ihsan» sözüyle belirterek
iyilik işleyenlere «muhsinîn» vasfını lâyık
görmüştür. O bakımdan ihsanın delâlet ettiği bu iyiliği şöyle sıralayabiliriz:
İyilik: Hakk'a dosdoğru inanıp O'na yönelmektir.
İyilik: İlâhî
buyruklara uyup sıkıntı duymaksızın yerine getirmektir.
İyilik: Allah'ın haram
kıldığı her şeyden kaçınmaktır.
İyilik: Allah'ın
verdiği nimetleri gönül hoşnutluğu ve yatışkanlığıyla
yine O'nun yolunda, rızası doğrultusunda harcamaktır.
iyilik : Yapılan
yardımı, gösterilen sıcak ilgi ve desteği başa kakmamak ve her vesileyle güler
yüz gösterip tatlı dil kullanmaktır.
İyilik : Gösterişten uzak
amel ve ibâdette bulunmaktır. İyilik : Her hususta Hakk'ın
rızasını gözetmek ve Allah'ı görürcesine ibâdet etmektir. [64]
Yukarıdaki âyetlerle,
hac menasikiyle ilgili kurallara ve vecibelere uyulması
konu edildi, Allah'a ortak koşanların, O'nu inkâr edenlerin ümitsizlik veren
bir boşluk içinde bocaladıklarına dikkatler çekilerek, insana iç huzuru, gönül yatışkanlığı kazandıran en tesirli âmilin, Hakk'a imân olduğuna işaret edildi. Sonra da kesilecek
kurbanlık hayvanlara dikkatler çekilerek, Allah'a bu nîmetlerine karşı
şükretmemiz hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, mü'minlerin korunacağı konu ediliyor. Nankörlük edenlerin
ilâhî sevgiye erişmiyecekleri hatırlatılarak mü'minlerin de bu konuda çok dikkatli olmaları
belirtiliyor. Sonra da bundan böyle Mekke döneminin geride kaldığı, artık
İslâm'a saldıranlarla savaşa izin verileceği üzerinde duruluyor ve mü'minlere geçmişte yapılan eza, cefa ve işkencelere atıf
yapılarak, ileride İslâm devletini kuracak olan o mü'minlerin
şımarmayıp ilâhî emirleri yerine getirecekleri haber veriliyor. [65]
38— Şüphesiz ki Allah, imân edenlerden (azgın
müşriklerin gaile ve saldırısını) savar; şüphesiz ki Allah hainliği sanat
edinip nankörlüğü benimseyen hiç kimseyi sevmez.
39— Kendileriyle
savaş açılıp da
zulme uğrayanlara, savaşmaları için izin verilmiştir. Şüphesiz
ki Allah'ın onlara yardımda bulunmaya kudreti yeter.
40— Onlar ki haksız yere ve sadece «Allah Rabb.mızdır» dedikleri için
yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, insanların bir kısmının (şerrini) diğer
bir kısmıyla savmamış olsaydı, herhalde manastırlar, kiliseler, havralar ve
içinde Allah ismi çokça anılan mescidi er yıkılıp yok olurdu. Ve elbette Allah
kendi (dinine) yardım edenlere yardım edecektir. Şüphesiz ki Allah çok güçlü,
çok üstündür.
41— O mü'minler ki, kendilerini yeryüzünde yerleştirip iktidar
sahibi kılarsak, namazı kılarlar, zekâtı verirler; iyilikle emredip kötülükten
men'ederler. İşlerin sonucu ise Allah'a aittir.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz Mekke'yi terketmek zorunda kalıp hicret
ettiğinde, Ebû Bekir Sıddîk
(R.A.): «Mekkeliler Peygamberi (A.S.) kendi öz yurdundan çıkardılar. Doğrusu
biz Allah'tan geldik, yine O'na döneceğiz. And olsun
ki Mekkeli'ler helâka
uğrayacaklardır» diyerek üzüntüsünü belirtti. Sonra da Cenâb-ı
Hak yukarıdaki âyetleri indirince, Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) şöyle dedi: «İleride savaş olacağını
anladım.» [66]
Ibn Abbas (R.A.) diyor ki:
«Savaş hakkında ilk
inen âyet bu olmuştur.» [67]Hz. Osman (R.A,) diyor ki:
«Kırk birinci âyet bizim
hakkımızda inmiştir. Çünkü onlar bizi haksız yere ve sırf «Rabbımız
Allah'tır» dediğimiz için yurdumuzdan çıkardılar. Medine'ye yerleştiğimizde,
namazımızı yine kıldık, zekâtımızı verdik, iyilikle emrettik, kötülükten de men'ettik. Böylece işlerimizin sonucu da Allah'a
döndürülmüş oldu.» [68]
Allah'a dosdoğru imân
edip O'nun sevgi ve buyruğu doğrultusunda her şeylerini feda etmeyi göze alan mü'minler, her çağda ilâhî desteğe mazhardırlar.
Çünkü beşer gücünün varabileceği sınıra varanlara Allah'ın yardım edeceği Kur'ân'ın birçok yerlerinde va'dedilmiştir.
O halde sözü edilen sınıra kendilerini getirmesini bilen mü'minler,
şüphesiz kendilerine düşeni yapmış sayılırlar, gerisi Allah'ın meşietine kalır; dilediğini doğru VOla
iletir ve dilediğine yardım eder.
İşte bu durumda olanlardan
Allah, düşmanın fitne, saldırı, hıyanet ve azgınlığını savar. Mekke'de Resûlüllah (A.S.) Efendimizin etrafında toplanıp
kenetlenen ilk Müslümanların o beldedeki son yılları bu düzeye gelmiş
bulunuyordu. Cenâb-i Hak o sebeple azgınların
sataşmalarını tesirsiz hale getirdi, hicret emrini verdi. Medine'de onlardan
yana hazırladığı ortamı bir bir gerçekleştirirken,
Mekke'nin fethini tezgâhlamış, putperestlerin baş aşağı gelme fermanını kudret
kalemiyle yazmıştı. [69]
«Şüphesiz ki Allah
hainliği sanat edinip nankörlüğü benimseyen hiç kimseyi sevmez.»
Mekke halkı bu iki
sıfatı en çirkin yönüyle kendilerinde taşıyorlardı. O yüzden ilâhî sevgiyi
kaybetmiş ve kendilerini O'nun gazabına hedef durumuna getirmisJerdi.
Bir yanda yeryüzüne,
Allah'a ibâdet için konulan ilk kutsal mâbed sayılan
Kabe, bir yanda da o topraklardan fışkırıp gelişen Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed {A.S.) bulunuyordu. Ne var ki o hırçın millet
bu iki kadri yüce nîmeti itmek suretiyle nankörlüğün affedilmez tablosunu
çizdiler. Bununla da kalmayarak Peygamber (A.S.) ile arkadaşları aleyhine her
türlü yalan ve tertibe başvurup hainliğin en kötüsünü sergilediler,
İlgili âyetle bu
tarihî olay açıklanırken dünya milletlerine ve özellikle İslâm âlemine
sesleniliyor: Sakın o dönemdeki Mekkeli putperestlerin kendilerine
yakıştırdıkları bu iki kötü sıfata iltifat etmeyin; yoksa ilâhî destek ve
savunma tecellisini kaybedersiniz de yapayalnız kalırsınız.
Şüphesiz aynı hüküm fertler
ve toplumlar için de geçerlidir. Sözü edilen iki fena sıfatı huy edinen
kişiler sadece Allah'tan uzaklaşmakla kalmazlar, toplumdan da kendi
kendilerini tecrit etmiş olurlar. [70]
«Kendileriyle savaş
açılıp da zulme uğrayanlara, savaşmaları için izin verilmiştir. Şüphesiz ki
Allah'ın onlara yardımda bulunmaya kudreti yeter.»
Bilindiği gibi,
Müslümanlar Mekke'den hicret etmeden önce, her şeye rağmen kendilerine savaş
izni verilmemiş ve sabretmeleri tavsiye edilerek kurtuluşun yakın olduğu;
İslâm'ın mutlaka başarıya erişeceği, küfrün ise mutlaka baş aşağı geleceği yer yer işlenerek haber verilmişti. Zira Mekke döneminde
Müslümanların bir savaşı göze alacak kadar ne adamları, ne de silahları vardı.
Hem ilk adımda işe savaş ile başlamak İslâm'ın yüce gayesine ters düşerdi.
Medine'ye hicret edildikten
sonra tehlike kısmen atlatılmış ve Müslümanlar rahat nefes almaya ve
toparlanmaya başlamışlardı. Medine halkının süratle İslâm'a girmesi ve her
şeylerini bu dinin gelişmesi uğruna vermeye hazır duruma gelmeleri, yeni bir
kuvvetin oluşmasına imkân verdi ve böylece yazılı bir anayasa hazsrlanarak şehir devletinin ilk temeli atılmış oldu.
Aradan henüz bir yıl geçmeden, Mekkeli'lerin
mutlaka bir savaşa kapı açacakları kesinlik arzediyordu.
O sebeple Cenâb-ı Hak bu durumda Müslümanlara gelecek
düşmana karşı savaşmaları için ilk izni vermiş oldu. Öyle ki, bir saldın
meydana geldiği takdirde Müslümanların pasif savunmada kalmayıp saldırıya
saldırı ile cevap vermelerine müsaade edildi. Sonra da olayların süratle
gelişme kaydetmesi ve Mekke müşriklerinin İslâm'a karşı ciddi durum alıp Şam'a
gönderdikleri büyük bir ticarî kervandan elde edilecek kârın ve gerekirse
sermayenin tamamının Müslümanlarla savaşmak için harcanmasına karar vermeleri,
yukarıda belirtilen müsaadenin kapsamını genişletmeye vesîle teşkil etmiş ve
böylece savaş emri inmiştir. Ancak indirilen bu emirler birkaç yerde tekrarlanmakta
ve her tekrarı yepyeni bir ruh ve azim aşılamakta, taze hükümler taşıyarak ilk
inen emirleri desteklemektedir. [71]Bedir
savaşı bunun ilk fiilî durumunu oluşturmakta ve artık bundan böyle vuku bulacak
saldırılara Hâlid b. Velid'in
(R.A.) tabiriyle silah hakem yapılarak cevap verileceği açıklanmaktadır. [72]
«Eğer Allah,
insanların bir kısmının (şerrini) diğer bîr kısmıyla savmamış olsaydı, elbette
manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah ismi çokça anılan mescidler yıkılıp yok olurdu..»
Hemen her milletin hayatı çok
renkli geçer. Başa geçen bazı çılgın ve dengesiz liderler, maddî kuvvetin ve
elde ettikleri bazı zaferlerin sarhoşluğu içinde cihan imparatoru olma
hevesine kapılırlar. O yüzden zaman gelir her şeyi bu acıdan görmeğe başlarlar
ve kutsal değerleri yavaş yavaş bir tarafa itip sınır ve ölçü tanımaz olurlar.
Sonra da ekonomik alanda canlanma ve başka milletlerin malını yağma edip lüks
ve konfor hastalığına yakalanma dönemi başlar. Ahlâksızlık süratle genişleme kaydeder;
derken, başaşağı dönemine hızla yaklaşılır ve sonra
da silkinme, dönüş yapıp Hakk'a yönelme idrâkleri
uyanmazsa, yıkılıp yok olmaları kaçınılmaz olur. Cenâb-ı
Hak bu dengesizliği ve fitneyi düzeltmek için başka güçleri harekete geçirir.
Böylece insanların, diğer bir tabirle milletlerin şer ve azgınlığını, fitne ve
tuğyanını yine insanlarla ve başka milletlerle defetme sünneti tecelli eder de
hükmünü yürütür. Napolyon Bonaparte'-m ve Hitler'in akibeti bunun açık misallerinden ikisidir. [73]
«Rabbımız
Allah'tır» deyip O'na kul olmanın şerefini kendilerinde taşıyan mü'minlere sakın dokunmayın, sonra bunun sonu kahredici bir
azâ-btn inmesiyle noktalanır, Mekke'nin sapık ve
şaşkın müşriklerinin «Allah birdir» diyenlere saldırması, putperestliğin o
bölgede sonu, azgınlığın da en acı dramı olmuştur. Kur'ân
özellikle bu hususa dikkatleri çekmektedir. Çünkü gerçek imândan zarar gelmez;
ancak yarar gelir. Bütün kötülük, şer, ihanet, azgınlık ve hayâsızlık,
imansızlığın sermayesidir.
Şüphesiz ki kim
Allah'ın dinine sarılıp yardım ederse, Cenâb-ı Hak
elbette onlara, düşmanlarına karşı yardım eder. Bu da ilâhî sünnetlerden
biridir.
Allah'ın bu yardımına
erişenler, iktidar sahibi olunca şımarmazlar da Allah'a bağlılıkları artar;
namaz kılmaya, zekât vermeye devam ederler ve sonra da iyilikle emredip
kötülükten alıkoymak suretiyle kendi iç yapılarında tam bir otokontrol sağlarlarsa, ilâhî yardım devam eder ve aynı zamanda
ömürleri uzun olur. Medine'ye yerleşen mü'minler
bunun en güze! misalidir.
Zira her hâl-ü kârda
işlerin sonu Allah'a aittir ve O'na döner. Hiçbir şey ve olay O'nun plân ve
düzeninin dışına çıkamaz; çıkmak isteyen kendi felâketini hazırlamış olur.
Açıklama :
Kırkıncı âyette geçen
«salâvat» kelimesi, «sa!ât»ın
çoğuludur. Salât, bazı lûgatçilere
göre, İbranice «saluta»dan Arapçaya geçip az şekil
değiştirmiştir. Kök mana olarak «Yahudilerin ibâdet yerleri» demektir. [74]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın dinine hizmet edip «Rabbımız Allah'tır»
diyen ilk Müslümanların ilâhî yardıma mazhar
oldukları misal verildi ve nankörlük eden milletin bu yardıma lâyık
görülmeyeceği dolaylı şekilde anlatıldı. Sonra da mü'minlerin
ileride başarıya erişeceği haber verilerek, Hz.
Peygamber'den (A.S.) sonra da ilâhî sünnete uyan mü'minlerin
aynı başarı grafiğinin çizgisinde devam edeceklerine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı
putperestlerin tarih boyunca gönderilen her peygambere karşı çıktıkları, onları
yalanlayıp birtakım çirkin davranışlarda bulundukları hasırlatılarak, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile arkadaşları teselli
ediliyor ve inkarcı azgınların sonlarının ne olduğuna atıf yapılarak, Mekkeli
müşriklerin de günlerinin sayılı olduğuna dikkatler çekiliyor. Arkasından
yıkılıp yok edilen milletlerin harabelerini gezip görmeleri tavsiye edilerek,
tarihin tekerrür edeceği dolaylı şekilde anlatılıyor. [75]
42-43-44—
Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nûh kavmi, Ad ve Semûd
kavmi, İbrahim kavmi, Lût kavmi, Medyen
halkı da yalanlamıştı; Musa da yalanlanmiştı.
Kâfirlere mühlet verdim. Sonra da onları yaka-layıverdim.
(Bir görsünler) benim durum ve düzeni nasıl değiştirip alt-üst etmemi!
45— Birçok kasaba halkına zulüm edip dururlarken
yakalayıp yok ettik, damları çökmüş, kuyuları kendi haline terkedilmiş ve
(ıssız kalmış) yüksekçe sarayları..
46— Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, o
sebeple akledip anlayacak kalpleri, işitecek
kulakları olsun. Doğrusu (yalnız) gözler kör olmaz; göğüslerde olan kalpler de
kör olur.
«Doğrusu Allah zâtime
mühlet verir, tâ ki onu yakalar; yakalayınca da artık onu salıvermez.» [76]
Kitle bir şeye inanıp
bağlandı mı artık onları vazgeçirmek çok zor olur. Zamanla önyargı halini alır
ve artık akıl, mantık ölçüsü kalmaz da inanıp bağlandıkları şeye karşı
gelenlere büyük bir tepki gösterirler. Bâtılın peşinde sürüklenen ve o yüzden
insanî meziyetlerden çoğunu kaybeden kavim ve milletler, kendilerine erdemlik
ve şahsiyet kazandırmak, hakka ve doğruya yöneltmek isteyen peygamberlere karşı
gelip onları yalanlamaya kalkışırlar. Çoğu aşırı tepki gösterip peygamberi
kendi öz yurdundan çıkarır. İlgili âyetle yedi kavimden söz edilmekte ve
hepsinin de gönderilen peygamberleri yalanlayacak kadar insaf ve idrâklerini kaybettiklerine
dikkatler çekilmekte ve böylece Mekkeli müşriklerin Hz.
Muhammed'i (A.S.) yalanlamalarının yeni bir şey olmadığına parmak basılmakta,
Ondan sonra da kıyamete kadar küfrün bu tür hezeyanlarının sürüp devam edeceğine
işaret edilmektedir.
Böylece Allah'a imân
ve iyi ahlâk düzeyinde eğitilmeyen bir kitlenin psikolojik yapısını tasvîrle,
izlenecek yol ve uygulanacak metot hakkında bilgi veriliyor. Sonra da Peygamber
(A.S.) ve arkadaşları teselli edilip inkarcıların sözlü ve fiilî saldırıları belli
bir kerteye gelinceye kadar sabretmeleri isteniliyor ve sünnetullah
gereği, küfür ve azgınlık, ahlâksızlık ve şirretlik belli bir kerteye
gelmedikçe ilahî hükmün inmiyeceği dolaylı şekilde
anlatılıyor. [77]
«Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, o
sebeple akledip anlayacak kalpleri, işitecek
kulakları olsun..»
Küfür, sapıklık,
azgınlık ve zulümleri yüzünden yıkılıp yok olan kasaba ve şehirlerin hâlen yer
yer dikkatleri çeken kalıntıları, ilâhî hükmün şaşmazlığını
yansıtan tarihî belgeler olarak, yolunu kaybeden inkarcılara seslenmektedir.
Akıllarını kullanıp ibret gözüyle bu kalıntıları gezip görmeleri, tarihî
olayların neden ve niçini üzerinde durup iyice
araştırmaları yıkılan milletlerin yıkılış sebeplerini tesbite
çalışmaları tavsiye edilmektedir.
Nitekim günümüzde
turizmi geliştirme amacıyla birçok arkeolojik kazılar yapılmakta; tarihin
karanlık kalan tarafları aydınlığa çıkarılmaktadır. Ne yazık ki, ortaya
çıkarılan bunca tarihî harabeler üzerinde dört başı mamur araştırma yapıldığı
veya yapılmakta olduğu söylenemez. Neden bu şehirler ve kasabalar insanlarıyla,
sanat eserleriyle, hazine ve servet-leriyle birlikte
batmıştır? O insanların başlarına gelen felâketlerin türü neydi? İnançları,
sosyal yapılarının özellikleri nelerdi? Neden tarih zaman zaman tekerrür
etmiştir? Bu ve benzeri bir çok sorular üzerinde du-ruimamaktadır. Oysa önemli olan, onlardan kalma bu
harabelerin nelerden ibaret olduğu değil, neden yıkılıp yok olduğudur. Gerçi
geçmişte ortaya konan medeniyetleri incelemeğe de ihtiyaç vardır, ama tek
ihtiyaç veya başta gelen ihtiyaç bu değildir.
İşte Kur'ân-ı Kerîm yüzümüzü tarihî eserlerin bu cihetine
çevirip cid-di bir araştırma yapmamızı tavsiye
ediyor.
Anlaşıldığı gibi,
körlük sadece gözlerle ilgili olmayıp kalplerin de kendine has körlüğü vardır.
Dünün inkarcısı ne ise, bugünün de inkarcı maddecisi odur. İkisinin de kalbi
kör, idrâki kapalı, sağduyusu mefluçtur. [78]
Yukarıdaki âyetlerle,
tarih boyunca gönderilen her peygamberin, inkarcı sapıklar tarafından
yalanlandığı, tehdit edildiği ve çirkin suçlamalara maruz bırakıldığı
belirtildi. Böylece Hz. Muhammed (A.S.) ve Onun
yolunda yürüyenler teselli edildi. Ancak küfürde ısrar edip işi zulme ve
saldırıya vardıranların günlerinin sayılı olduğuna işaretle, hakkın mutlaka
başarıya eriştirileceğine atıf yapıldı. Sonra da tarihin tekerrür edeceği konu
edilerek ayakta duran tarihî kalıntıların, dinî, ahlâkî ve sosyal yön-, den
incelenmesinin çok yararlı olacağı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, va'dedilen azabın çabuk inmesini isteyen inkarcıların bu
ve benzeri sözlerinin Allah'ı âeiz bırakmıyacağı; O'nun yanında her şeyin belli bir süresinin
bulunduğu, her fert ve milletin yazılı bir ecelinin söz konusu olduğu üzerinde
duruluyor. İnkarcılara biraz mühlet verilmesinin sebebine işaretle,
Peygamber'in (A.S.) ancak açık bir uyarıcı olduğu hatırlatılıyor. Azabı ise
ancak Allah'ın indireceğine dikkatler çekiliyor. [79]
47— (O sapık
inkarcılar) senden acele azabın gelmesini İstiyorlar, And
olsun ki Allah verdiği sözden caymaz. Şüphesiz ki Rabbın
yanında bir gün, sizin sayıp hesapladığınız bin yıl gibidir.
48— Nice kasabalar zâlim oldukları halde onlara
mühlet vermişizdir; sonra (sırası ve vakti gelince) onları y akalayı verdim.
Dönüş ise ancak banadır.
49— De ki: Ey insanlar! şüpheniz olmasın ki ben
ancak sizin için açık bir uyarıcıyım.
50— Artık imân edip güzel-yararlı amellerde
bulunanlar için bir bağışlanma, iyi ve temiz bir rızık
vardır.
51— (Karşısındakileri) acze düşürmek için
âyetlerimiz hakkında (kötü niyetle) koşup duranlara gelince, işte onlardır
Cehennem yaranları!.
«Müslüman fakirleri,
zenginlerinden yarım gün (beş yüz yıl) önce Cennet'e girerler.» [80]
Tabiîn'den Sümeyr b. Nehar diyor ki:
— Ebû Hüreyre (R.A.) konuşmasında şöyle dedi: «Müslüman fakirler,
zenginlerden yarım gün miktarı önce Cennet'e girerler.» Ben de ona: «Yarım gün
miktarından neyi kasd ediyorsun uz?» diye sorduğumda,
şu cevabı verdi: «Sen, (Şüphesiz ki Rabbın yanında
bir gün, sizin sayıp hesapladığınız bin yıl gibidir) âyetini okumadın mı?» [81]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu :
«Doğrusu ben,
ümmetimin Rablannın yanında kendilerini yarım gün
geciktirmesinden dolayı bıkkınlık duymayacaklarını ümit etmekteyim.»
Bunun üzerine Efendimize
soruldu :
— Yarım gün nedir? Cevap verdi:
— Beş yüz yıldır. [82]
«(O sap* inkarcılar)
senden acele azabın gelmesini istiyorlar. And olsun
ki Allah verdiği sözden caymaz.»
Son peygambere ve âhiret âlemine inanmayan; Allah hakkında ciddi ve ölçülü
hiçbir bilgisi olmayan putperest inkarcılar, Kur'ân'm
ve Pey-gamber'in azap ile tehdit edip, yaptıkları
uyarıları ciddiye almadıkları için, zaman zaman sırf
alay olsun diye: «Hani o tehdit edip durduğunuz azabı getirin..» derler ve
bununla Hz. Peygamber'i (A.S.) acze düşürmek isterlerdi.
Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle Allah'ın kavim ve milletler
hakkındaki câri sünnetini hatırlatıyor. Şöyle ki: Zulüm, tuğyan, haddini
bilmezlik ve ahlâksızlık belli çizgiye gelmedikçe ilâhî azap inmez. Hem
Allah'ın sabrı çoktur. Onlara bilfarz yarım gün sonra azap etmeyi takdir
etmişse, bu bizim hesapladığımız sun'i zaman olarak
500 yıla; bir gün sonraya bırakmışsa, bu 1000 yıla tekabül eder. O halde
onların azâbt acele istemesine karşı
mü'minlerin üzülmesine gerek yok. Vakti ve saati gelince, her şey
takdir edildiği gibi sonuçlanır.
Tarihte birçok kasaba
ve şehir halkı zâlim oldukları halde, onlara bir süre mühlet verildiği
açıklanarak, bu husustaki ilâhî takdirin bir plân ve programa göre cereyan
ettiği hatırlatılıyor. Çünkü kim nereye giderse gitsin, hangi yana yönelirse
yönelsin; toplumu hangi istikamete çevirirse çevirsin, sonunda dönüş Allah'a
olacaktır ve O hesabı çok çabuk görür. [83]
Bilindiği gibi, bizim,
zamanı bazı parçalara ayırmamız bütünüyle sunidir.
Dünya'nın hem kendi ekseni, hem Güneş etrafında dönmesiyle gece-gündüz,
mevsimler ve sene meydana gelmektedir. Âhiret'te ise,
gece-gündüz, mevsim ve yıl olmadığına bakılırsa, zaman kavramı bir bakıma
ortadan kalkmış oluyor. Tabii bununla sun'î zamanı kasdediyoruz. O bakımdan Âhiret
gününden söz edilirken bizim sun'î zamanımızla yarım
günün 500, bir günün 1000 yıl kadar uzun olduğuna dikkatler çekilmekte ve
böylece bu konuda «yevm» yani «gün» tabiri
kullanıldığında, kendi sun'î zamanımızdaki 24 saat
olmadığına işaret edilmektedir.
Bu gerçeği
düşünmeyenler, arzuladıkları bir şeyin hemen oluverme-sini isterler ve aradan
birkaç yıl geçince de ümitsizlenmeye başlarlar. Oysa
Cenâb-ı Hakk'ın sünneti
şaşmaz, programı aksamaz, hükmü değişmez. Bir millet üzerine azap inmesi
gerekiyorsa, mutlaka onun için belirlenmiş bir süre söz konusudur. İnsanlar ne
kadar acele de etse, o süre dolmadıkça azap inmez. [84]
«De ki: Ey insanlar!
Şüpheniz olmasın ki ben ancak sizin için açık bir uyarıcıyım..»
Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, Peygamber'in (A.S.) görevi
hakkında kısa, fakat yeterli bir bilgi veriyor. Böylece Peygamber'in (A.S.) her
istediğini yapabilen, arzu ettiğini doğru yola kavuşturan, dilediği zaman mu'cize gösteren veya azap getiren bir kudret olmadığı;
Onun ilâhî emirleri kusursuz tebliğ edip doğru yolu gösteren ve inkarcıların
tuttukları yolun büyük bir tehlikeye uzandığını haber veren bir görevli
bulunduğu açıklanıyor.
Sonuç olarak
Peygamber'in (A.S.) görevinin sınırları çiziliyor ve o çizginin ötesinde Ondan
bir şeyler istemenin doğru olmayacağı hatırlatılıyor. Aynı zamanda
Peygamber'den (A.S.) sonra gelecek olan mürşitlerin, ilim adamlarının,
tebligatçı ve dâilerin de Peygamber'i (A.S.) aşacak
geniş kudrete sahip olmadıklarına işaretle, herkesi lâyık olduğu ölçüde
değerlendirmemiz tavsiye ediliyor. Aksi halde, insanları, bulundukları sınırın
ötesinde görmeye başlarız ki, bu faydadan çok zarar getirir ve beşer sınırıy-la Cenâb-i Hakk'a has sınırlan birbirine karıştırmış oluruz. [85]
İmanı bir ağaca
benzetirsek, salih ameller onun meyvaları
sayılır. Zira imânın hedefi, Allah'a kulluk doğrultusunda iyi, yararlı
hizmetlerde bulunmak; dünya ile âhiret, bedenle ruh,
maddeyle mâna arasında köprü kurmak ve böylece hilkat kanununa uyarak plândaki
yerimizi almaktır.
O bakımdan Kur'ân-ı Kerîm'de bazı istisnalarla ne kadar imândan söz
edilirse, hemen arkasından «amel-i sâlih» zikredilir.
Hz. Peygamber'in de yirmi üc
yıllık risâlet dönemi bunun en güzel örnekleriyle
doludur.
İslâm'ı ve Kur'ân'ı hafife alıp birtakım kelime oyunlarıyla veya basit
mantıkî yollarla zihinleri bulandırmaya ve böylece mü'minleri
acze düşürmeye çalışanlara gelince : Ölmeden önce dönüş yapmadıkları ve Cenâb-ı Hakk'a yönelip tevbe ve istiğfarla bağışlanmalarını dilemedikleri
takdirde, kendilerine çok yazık etmiş olurlar ve varacakları yer, ebedî azap
yurdu olan Cehennem'dir.
İlgili 51. âyetle
bilhassa bu önemli noktaya parmak basılmakta ve henüz kalbi İslâmiyet ve Kur'ân ile yatışmayanlar uyarılmaktadır. [86]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkârda ısrar edip tuğyanlarını sürdürenlerin acele va'dedilen
azabı istemeleri konu edildi. Sonra da Peygamber (A.S.) Efendimiz'in
görev sınırı belirlenerek, ümmetine bu konuda en sağlam kıstas verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
olayların ümit kırıcı istikamette gelişmesi neti-oesinde
ufak çapta da olsa kalp ve.kafada bir şüphe rüzgarının esmesinin, her zaman
mümkün olabileceği üzerinde duruluyor; ancak peygamberlerin kalbinde böyle bir
esinti başlar başlamaz Cenâb-ı Hakk'ın
onu anında tesirsiz kılacağı belirtiliyor. Diğer insanlar hakkında ise, bu tür
şüphe ve vesvesenin ciddi bir imtihan olduğuna dikkatler çekilerek, kalbi şüphe
hastalığından kurtarmamız tavsiye ediliyor.
Arkasından kalplere
şifa ve rahmet olan Kur'ân'ın hak olarak indirildiğini
daha iyi anlayabilmek için ilme ve irfana ihtiyaç bulunduğuna atıf yapılıp, mü'minlerin durmadan bilgilerini artırmaları tavsiye
ediliyor.
Beyinleri yıkanmış ve
ön yargıya saplanıp kalmış inkâreı sapıkların ise, bu
hakikati ancak çarpıcı bir azabın inmesiyle veya kıyamet olayının meydana
gelmesiyle anlayabilecekleri belirtilerek, kıyamet günü gelmeden dönüş
yapmaları hatırlatılıyor. [87]
52— Senden önce ne kadar bir Resul ve bir Nebî
gönderdikse, O bir arzu ve temennide bulunduğunda şeytan mutlaka onun
temennisine bir vesvese atmış (arzusunu karıştırmıştır. Ama Allah, şeytanın
attığı vesveseyi giderip te'sirsiz bırakır; sonra da
kendi âyetlerini (onun kalbinde) sağlam biçimde tesbît
eder. Allah bilir ve hikmet sahibidir.
53— Bu da, şeytanın attığı vesveseyi, kalplerinde
hastalık bulunanlara ve kalpleri katılaşanlara bir imtihan kılması içindir.
Şüphesiz ki zâlimler uzak bir ayrılık içindedirler.
54— Ve bir de kendilerine ilim verilenlerin,
onun (Kur'ân'ın)
senin Rabbından hak olarak (indirildiğini) bilmeleri
ve böylece ona inanıp kalpleri de ona saygı duyarak bağlanmaları içindir. Hem
şüphesiz ki Allah, imân edenleri doğru yola iletendir.
55— O küfredenler ise, kendilerine Kıyâmet'in
kopuş saati ansızın gelip çatınoaya veya kısır bir
günün azabı gelip dokununcaya kadar Kur'ân hakkında
devamlı bir şüphe içinde bocalayıp kalırlar.
56— Mülk o gün Allah'ındır. Onlar arasında
hükmeder. İmân edip iyi-yararlt amellerde bulunanlar Naim Cennet'lerindedirler.
57— İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise,
işte onlar için alçai-tıcı,
aşağılayıcı, horlayıcı azap vardır.
Bu âyetlerin iniş
sebebi hakkında klasik tefsîrlerin çoğunun naklettiği kıssanın sahih hiçbir
yanı yoktur. «Garaniku'l-Ulâ» sözünün Peygamber
(A.S.) Efendimiz tarafından Necm sûresinin «efere'eytüm..» âyetinden sonra okunduğu tamamen asılsız ve
dayanaksızdır. Zira Peygamberler gerek ilâhı vahyi alırlarken, gerekse
aldıklarını teblîğ ederlerken hatâ yapmazlar ve hepsi de emrolundukları
şeyleri kusursuz şekilde Allah'ın kullarına duyurmaya çalışırlar.
Nitekim hadîs münekkidleri bu konuyla ilgili rivayetlerin hemen hepsinde
ıstırap, senetlerinde inkıta' bulunduğunu belirterek gereken tesbit-leri yapmışlardır.
İslâm tarihinde ve
siyer kitaplarında «Garanik olayı» diye adlandırılan
hususun, sırf Peygamber (A.S.) Efendimiz'i küçük
düşürmeye yönelik bir uydurma olduğunda şüphe yoktur. Nitekim ilim adamlarımız
bu konu üzerinde yeterince durmuş ve gerçek olmadığını isbat
etmişlerdir. Tefsirimizin hacmi müsait olmadığından onları nakletmedik. [88]
«Senden önce ne kadar
bir Resul ve bir Nebî gönderdikse, O bir arzu ve temennide bulunduğunda şeytan
mutlaka Onun temennisine bir vesvese atmış (arzusunu karıştırmıştır..»
Şeytan, bilindiği
gibi, yalın ateşten veya ışından yaratılmıştır. Onda da nefis vardır. O
bakımdan hem iyilik, hem de kötülük işlemeye müsa-^
ittir. Ne var ki, o iyiliğe meyletmeyip kötülükte bulunmayı tercih etmiş ve o
yüzden ilâhî emre karşı gelerek O'nun rahmetinden kovuimuştur.
Kıyamete kadar da kendisine mühlet verilmiş ve böylece insanlara karşı olan
kin ve düşmanlığını tatmin edebilmek için onların kalp ve kafalarına şüphe
sinyalleri göndermeyi kendine bir bakıma vazife saymış veya vecibe kabul
etmiştir.
Şeytan hılkatındaki özelliği gereği, maddî hiçbir engel tanımaz;
her yere girip çıkabilir. Ancak Allah'a dosdoğru imân edip O'na güvenip dayanan
bir kalbe giremez; bir esinti verse bile, Allah'ın izniyle imân kudreti onu
tesirsiz kılıp geri çevirir. Peygamberlerde ise imanın bu kudreti çok daha
belirgin ve çok daha tesirlidir.
Zira Peygamberlerin
gerek ruhî yapıları, gerekse imân ve irfanları en yüksek derecededir. Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini
telakki ederlerken bütün dikkatleri, kalbî hizmetleri, ruhî yönelişleri vahiy
üzerinde toplanır da dış âlemleriyle ilgileri kesilir. Şeytan o arada vahyin
iyi kavranmasına engel olmak; peygamberin bu husustaki arzusunda bir başkalık
doğurmak için
uzaktan faaliyete
geçer; durmadan sinyaller gönderir. Ama Allah'ın peygamberlere olan inayeti,
gelen sinyalleri, diğer bir deyimle esintileri giderip tesirsiz bırakır. O
bakımdan peygamberler korunmuştuk düzeyinde inen vahyi aynen telakki edip kalp
ve hafızalarına nakşederler de en küçük bir hataya mahal bırakmazlar.
Kalplerinde inkâr ve
şüphe hastalığı bulunanlara gelince : Onlar fü-yuzat-i İlâhiyeden mahrum kalıp
kalp katılığına uğramışlar ise, Allah'ın emirlerini Allah Kelâmı'ndan aimak isterlerken, şeytan onların kalbinde müsait bir ortam
bulacağı için, peşpeşe vesvese sinyalleri verip şüphe
fırtınasını hızlandırır ve böylece mevcut hastalık biraz daha artar da onlar
çok çetin bir sınavı kaybetmiş olurlar. Böyleleri
cidden kendilerine haksızlık etmiş sayılırlar. O sebeple de Hak'tan uzak bir
sapıklık içinde bocalayıp bir ömür tüketirler. [89]
«ve bir de kendilerine
ilim verilenlerin, onun (Kur'ân'ın) senin Rabfaından hak olarak (indirildiğini) bilmeleri ve böylece
ona inanıp da saygı duyarak bağlanmaları içindir.,»
Gerek kendilerine
ledünnî (fizikötesinden) ilim verilenler, gerekse ilâhî ilimleri Allah için
tahsil edenler, ilmi sağlam imânla birleştirip bütünleştirirler. O bakımdan Kur'ân'a eğildikleri zaman şeytanın vesvese göndermesi,
onların Kitabullah'a olan saygısını artırmaktan başka
olumsuz bir tesir meydana getiremez. Öyle ki, ilim adamlarının hak olan
tezleri, antitezin şiddeti nisbetinde kuvvetlenir ve
onların irfanlarını artırır. Allah da bu derecede imân ve irfana sahip olan mü'minleri doğru yola iletir ve o yolda yürümelerini devam
ettirir.
Böylece Kur'ân ilme ve ilim adamına gereken payeyi vermekte ve her
iki âlemde de başarılı olmanın, sağlam imânla birleşip bütünleşen ilim ve
irfanla gerçekleşebileceğini vurgulamaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki, Kur'ân ve İslâm ilimle ikiz kardeşlerdir; onları
birbirinden ayırmak, bütünlüklerini bozmak demektir.
'
İnkarcı sapıkların
ise, Kur'ân'a dosdoğru inanmaları pek beklenemez.
Zira beyinleri yıkanıp idrâkleri dumura uğrayınca ve hakkı reddetme hususunda
şartlanınca, ortaya ön yargı çıkmış olur. Bu çizgide bulunduklan
sürece, kendilerini değiştirmek veya hakka yönlendirmek çok zordur. Allah'ın
hidâyet nasip ettiği kimseler müstesna.. [90]
Resul: Kendisine vahiy
ile şeriat verilen ve onu tebliğ ile görevli kılınan peygamber demektir. Asıl
tarif bu olmakla beraber, bazan «nebî» manasına
kullanıldığı olmuştur.
Nebi: Kendisine şeriat
verilmeyip bir önceki şeriatle amel etmesi ve onunla
toplumu, yani gönderildiği kavim veya milleti eğitmesi emredilen peygamberdir. Bazan «resul» anlamında da kullanıldığı vâkidir.
Umniyye : Kıraat ve insanın içinde meydana gelen temenni gibi
mânalara delâlet eder. Böylece ilgili 52. âyetin bununla ilgili bölümünü iki
türlü yorumlamak ortaya çıkmaktadır: Birincisi, peygamber bir arzu ve temennide
bulunduğunda şeytan mutlaka onun temennisine bir vesvese atmış, arzusunu
karıştırmaya yeltenmiştir. İkincisi, peygamber inen âyetleri tilâvet ettiği
zaman şeytan mutlaka onun kafasında birtakım yersiz şüpheler doğurmaya
çalışmıştır. [91]
Yukarıdaki âyetlerle,
şeytanın zaman zaman mü'minlerin
de kalp ve kafalarında birtakım yersiz şüpheler doğurmaya çalışacağı konu
edildi ve peygamberin kafasına attığı vesveseyi Allah'ın derhal tesirsiz hale
getirdiği açıklandı. Sonra da Kur'ân'ın kalplere şifâ
ve rahmet olduğu belirtildi. İnkarcı sapıkların bu hakikati anlayamadıkları ve
ancak kendilerini kahredecek bir azabın inmesiyle, uyanıp gerçeğe kalp ve
kafalarını çevirebileceklerine dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah yolunda hicret eden mü'minlerle yine o yolda
ölen veya şehit edilenler övülüyor; onlar için büyük mükâfatların hazırlandığı
haber veriliyor. Haksız tecavüze uğrayanların, gerektiğinde misliyle karşılık
vermelerinde bir sakınca olmadığı üzerinde duruluyor ve aynı tecavüzün tekrarı
halinde Cenâb-ı Hakk'ın mü'minlere yardım edeceği va'd
ediliyor. Arkasından Allah'ın kudretine dikkatler çekilerek gece-gündüzün
birbirini izlemesi üzerinde düşünmemiz isteniliyor. Sonra do insan aklını
harekete geçirip ona ön bilgi vermek üzere ilmî konulara geçiliyor. [92]
58— Onlar ki
Allah yolunda hicret ettiler, sonra da {yine Allah yolunda) öldürüldüler veya
ecelleriyle öldüler, elbette Allah onları güzel bir rızık
(ebedî saadetin nimeti) ile rızıklandiracaktır.
Şüphesiz ki Allah rızık-landıranların
mutlaka en hayırhsıdır.
59— And olsun ki,
onları hoşnut olacakları bir yere sokacaktır ve şüphesiz ki Allah yegâne
bilendir, Halim (kullarına karşı çok şefkatli, merhametli ve sabırlı)dır.
60— (Allah'ın sünneti) budur. Kim kendisine
yapılan haksız saldırıya karşı misliyle karşılık verdikten sonra yine tecâvüze
uğrarsa, Allah gerçekten ona yardım eder. Şüphesiz ki, Allah çok affeden, çok
bağışlayandır.
61— Bu böyledir. Allah geceyi gündüze sokar,
gündüzü de geceye sokar ve mutlaka Allah işitendir, görendir.
62— (Gerçek) budur. Çünkü Allah, O'dur Hak; Ondan
başka taptıkları ise bâtıldır ve doğrusu Allah çok yücedir, çok
büyüktür.
63— Görmedin mi ki, Allah gökten bir su indirdi
de yeryüzü yemyeşil oluverdi. Şüphesiz ki Allah çok lütuf sahibidir ve her
şeyden haberlidir.
64— Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi
O'nundur. Ve doğrusu Aflah çok zengindir (kimselere
muhtaç değildir), çok övülmeye lâyıktır.
Şürahbil b. S i m t (R.A.) anlatıyor:
— Rum ülkesinde bir
kaleyi kuşatmamız hayli uzun sürdü. Derken Selmân
el-Fârisî bize uğradı ve Peygamber (A.S.) Efendimiz'den
şöyle işittiğini haber verdi: «Kim savaşta gözetlemede bulunup gerekeni yaparken
ölürse, Allah ona, o savaşa devam edenlerin mükâfatı gibi bir mükâfat verir;
üzerine (ebedî saadet) rızkını akıtır ve onu (kabir ve âhiret)
fitnelerinden güven içinde bulundurur. İsterseniz (Onlar ki Allah yolunda hicret
ettiler, sonra da öldürüldüler,.) âyetini okuyunuz.» [93]
«İki göz var ki
Cehennem ateşi onlara dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda
geceleyip gözetlemede bulunan göz..» [94]
«Onlar ki Allah
yolunda hicret ettiler..»
Şüphesiz ki nîmetin en
güzeli, Allah'a dosdoğru imândan sonra, hayırlı bir mü'min
olarak Allah'ın insanlıktan yana mutlak hayır yansıtan dinine hizmet etmek;
insanların mutluluğu için çalışıp enerji harcamaktır. Ancak her devir ve
dönemde bu kutsal yola kendini adayanların karşısına bâtıl bütün hıncıyla çıkar
ve çetin mücadeleler başlar.
Bunun iki sebebi
vardır: Biri hak din her yönüyle, bâtıldan yana olanların hayat anlayışına
ters düşmekte, onların başıboş bırakılan nefislerinin karşısında bir sed oluşturmaktadır. O yüzden maddeci inkarcılar sadece
dinî engeli ortadan kaldırmakla yetinmezler, bir de dinin afyon olduğunu iddia
ederek onu temelinden yıkmaya çalışırlar. Diğeri ise, âhirette
mü'minlere sunulacak yüksek nimetler, büyük
külfetler, ciddi hizmetler sonucu elde edilebilir. Aksi halde yüksek nîmet
olmanın bir bakıma anlamını yitirmiş olur.
Onun için Kur'ân ilk cefakâr ve fedakâr mü'minleri
hayır ve rahmetle anmakta; Allah yolunda öz yurtlarından çıkarılıp
öldürülenler ve kendiliğinden o yolda ölenler için güzel bir rızık hazırlandığını-hatırlatmakta ve böylece yaşamakta
olan Müslüman kuşaklarına en uygun model ve örneği, ölçü ve kıstası
vermektedir.
Demek oluyor ki, insan
manevî gıdasını, ruhî ihtiyacını sağlam bir mürşit ve muttaki bir ilim adamının
rahle-i tedrisinde alınca, artık dünya onun gözünde önemsiz kalıyor, her şeyin
gerçek amaca erişmek için birer araç niteliğinde olduğu ağırlık kazanıyor. O
bakımdan dinde takva sahibi uzman eğitimcilere ve öğreticilere büyük ihtiyaç
söz konusudur. Peygamber mektebi hem belirtilen ölçü ve vasıfta mü'min yetiştiriyor, hem de kalpleri fethedecek, ruhları
dolduracak eğitici ve öğretici kadrolar vücuda getiriyordu. [95]
«(Allah'ın sünneti)
budur. Kim kendisine yapılan haksız saldırıya karşı misliyle karşılık
verdikten sonra yine tecâvüze uğrarsa, Allah gerçekten ona yardım eder.
Şüphesiz ki, Allah çok affeden, çok bağışlayandır.»
Mü'minler güçlü ve düzenli bulundukları sırada haksız bir
saldırıya uğrarlarsa, misliyle karşılık vermelerinde bir sakınca ve vebal
yoktur. Buna rağmen sabredip iyilikle mukabelede bulunurlarsa, bu hem büyüklük
ve fazilettir; hem de eğitici ve yönlendirici olabilir. Buna rağmen ikinci kez
aynı cihetten ve kaynaktan saldırıya uğrarlarsa, ilâhî sünnet hükmünü yürütür
de Allah saldırıya uğrayan o kullarına yardım eder.
Küfür, sapıklık,
maddecilik her zaman şarlatandır, saldırgandır ve insafsızdır. Allah'a imân ve
dinî irfan ise, hazımkârdır, sabırlıdır; mütevazi ve temkinlidir. Aynı zamanda bağışlayıcı ve
affedicidir. Ancak vaki saldırı mü'minin şahsına
değil de dinine ve hürriyetine ise, o zaman kahramandır; karşı koyucu ve
defedicidir. Zilleti, baş eğmeyi aşağılık ve karanlık sayar. İslâm'ın izzet ve
şerefini ayakta tutmayı tek amaç bilir.
Allah nasıl dünyaya
iki ayrı hareket vererek gece ile gündüzü birbirine katıyorsa, mü'mine de biri imân ve irfan hareketi; diğeri karanlık
olan küfrü ve maddeciliği tesirsiz hale sokma hareketi verir. İlâhî sünnet bu
iki hareketi gerçekleştirmede, mü'minin azmi ve
gayretini kıstas alır. Çünkü Allah çok yüce ve çok büyüktür.
Gökten indirdiği
yağmurla yeryüzünü nasıl zümrüt gibi yemyeşil yaparak ona yepyeni bir hayat
veriyorsa, haksızlığa uğrayan, bununla beraber azminden, sabrından bir şey
kaybetmeyen mü'minlere de vakti, saati gelince ilâhî
yardım ve inayetini tecelli ettirerek bir anda onlara bahar mevsimini lütfeder.
Çünkü her şey
Allah'ındır. O'nun tasarrufu altındadır. Aynı zamanda her şey ilâhî plâna göre
yaratılıp yerini almıştır. Yerini terkedip ilâhî plâna
karşı gelenlerin ise, çok sürmez haddi bildirilir ve ilk tokatı
ilâhî sünnetten yiyerek neye uğradıklarını şaşırırlar.
Bizler yeryüzündeki
azgınlık ve taşkınlığı, ahlâksızlık ve sınırsızlığı gördükçe, ilâhî sünnetin,
diğer bir tabirle onun cari hükümlerinin hemen harekete geçmesini
arzu ederiz. Oysa o belli bir programa göre tecelli eder.
Böylece Cenâb-ı Hak, sıkıntıda olan mü'minlere
-sabrettikleri ve yüklendikleri hizmeti günün şartlarına ve mevcut ortama göre
sürdürdükleri takdirde- mutlaka ruhlarını sevince gargedecek
bahar havasını estireceğini, başarı sağlama basamaklarında onları kademe kademe yükselteceğini va'detmektedir.
O'nun va'di haktır. [96]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah yolunda hicret edenler övüldü ve onların ferağat-i
nefsle İslâm'a yaptıkları hizmetlere işaret edilerek
yaşamakta olan mü'minlere misal gösterildi. Hizmet
edip bu arada işkence ve saldırıya uğrayan mü'minlere
Allah'ın yardım edeceği va'dedilerek endişelerin bir
tarafa atılmasına kapalı şekilde atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
duygu ve düşüncelere seslenilip yönlendirme yapılırken, bu defa inkarcıların
aklını harekete geçirmek için temel bilgi mahiyetinde birkaç konuya yer
veriliyor. Sonra da bütün dinlerin esasta birleşmesine işaret ediliyor ve
ancak fer'î meselelerde, ibâdetle ilgili konularda ayrıldıkları belirtiliyor.
Arkasından, bu incelikleri düşünmeyip dinlerin İslâmiyetİe
son bulduğuna akıl erdiremiyen inkarcıların ortaya attıkları
görüş ve iddiaların dünyada çözülmediği takdirde âhirette
çözüleceği, hakkın bâtıldan ayırt edileceği haber veriliyor. [97]
65— Allah'ın yerde olanları ye O'nun buyruğuyla
denizde yol alıp giden gemiyi sizin emrinize verdiğini görmedin mi? Yerin
üstüne (büyükçe gök taşlarının) düşmemesi için göğü (ondaki cisimleri) tutar;
ancak O'nun izniyle düşebilir. Şüphesiz ki Allah insanlara karşı çok şefkatli,
esirgeyici ve çok merhametlidir.
66— O'dur ki sizi dirilten; sonra sizi öldürecek,
sonra yine diriltecek de O'dur. Doğrusu insan çok nankördür.
67— Her
ümmete (kendi çağlarında) ayrı bir ibâdet yolu sunduk ki onlar o yolda ibâdet
ederler. O halde bu konuda seninle tartışmasınlar. Sen Rabbına
davet etmeye bak. Şüphesiz ki sen dosdoğru yolda bulunuyorsun.
68— Bununla
beraber seninle mücâdele ederlerse, de ki: «Allah sizin neler yaptığınızı
bilir.»
69 —Allah
Kıyamet günü görüş ayrılığına düştüğünüz şeyler hakkın-aa
aranızda hükmedecektir.
70— Bilmez misin ki, Allah mutlaka gökte ve yerde
olanları bilir. Şüphesiz ki bunların (hepsi) kitapta (yazılı) dır. Ve bunlar
elbette Allah'a pek kolaydır.
71— Allah'tan başka, hakkında Allah'ın hiçbir
delil ve belge indirmediği ve o hususta (kendilerinin de) hiçbir bilgileri
olmadığı şeylere tapıyorlar. Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur.
72— Âyetlerimiz onfara
karşı açık-seçik okunduğu zaman o kâfirlerin yüzünde inkâr ve hoşnudsuzluk (belirtisini) anlarsın. Neredeyse kendilerine
âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar. De ki: Bundan daha kötüsünü size haber
vereyim mi? Allah'ın inkarcılara va'dettiği
(Cehennem) ateşi... O ne kötü gidilecek yerdir!
«Allah'ın yerde
olanları.... sizin emrinize verdiğini görmedin mi?»
İlgili âyetle
yeryüzündeki canh-cansiz
her şeyin insanın hizmetine verildiği ve onun buyruğuna baş eğdirildiği
belirtiliyor. Ayrıca denizleri gemilerin yüzebilmesi için belli fiziksel
kanunlarla düzenleyip insanın yararına bıraktığına dikkatler çekiliyor.
Türleri bini aşan
hayvanlarla dünyamızı süslerken; her biri yaşayıp soyunu devam ettirebilmek
için diğerini yiyip geçinmekte ve böylece birbirlerinin nesillerini tüketmiyecek şekilde ilâhî denge ve düzen kanununa
uymaktadırlar. Bunun gibi, belli elementleri değişik oranda bir araya getirip
değişik madenleri depolayarak insana geçim kaynakları hazırlayan ve sayısı
belirsiz bitkilerin bir kısmını vitamin kaynağı, bir kısmını şifa eczanesi
özelliğinde yaratıp yeryüzüne serpiştiren; böcekler ve rüzgar aracılığıyla
bitkiler arasında aşılanma meydana getiren Cenâb-ı
Hak, hem bize hayat ve sağlık bahşetmekte, hem de dünyamızı çekici kılmaktadır.
Şüphesiz bunlardan her
biri o çok yüce kudretin varlığına, birliğine başlıbaşına
birer delil ve belge olarak, Allah kullarını Tevhîd
İnancı'na çağırmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık denizden
ve faydalarından söz edilmesi, dikkatleri bu hayat kaynağına çekmekte, deniz
ürünlerinden yeterince yararlanmamızı ilham etmektedir. [98]
«Yerin üstüne (büyükçe
gök taşlarının) düşmemesi için göğü (ondaki cisimleri) tutar; ancak O'nun izniyle
düşebilir..»
Bilindiği gibi, bir
cismin düşmesi için, yerçekim kuvvetinin bulunması
şarttır. Bu çekim kuvvetinin bulunmadığı boşlukta, cisim olduğu noktada kalır.
Fezada sayısı belirsiz
cisimlerin kendilerine has yörüngelerde hareketlerine gelince : Yine bu yerçekim ve merkezkaç gibi fiziksel kanunlarla
sağlanmıştır. Bütün bunları tesadüflerin oluşturduğunu iddia etmek, en düzenli
ve dengeli olayları; dengesiz, düzensiz başıboş olayların meydana getirdiğini
kabul etmek olur ki, bunun akıl ve düşünce terazisinde yeri ve anlamı yoktur.
Aklını az-çok kullanabilen
ve düşünce ufkunu genişletip varlık alemindeki mutlak düzene bakan hiç kimse
tesadüflerin böylesine en ince matematiksel ve fiziksel ölçülerle vücut bulan
sistemleri meydana getiremi-yeceğini
görüp anlar ve o sonsuz kudret karşısında hayranlık ve mahviyet duyarak
secdeye kapanır.
Ortada bir plân ve
program varsa, mutlaka bir plânlayıcı ve proğram-îayıcı vardır. Mükemmel bir düzen varsa, mutlaka akılları
aşan bir düzenleyici söz konusudur.
Kur'ân ilgili âyetle bu inceliğe dikkatleri çekiyor. Mevcut
düzen nasıl ilâhî kudretin tezahürüyle kurulmuşsa, yine o kudretin tecelli ve teza-hürüyle bir gün bozulup âhiret
âlemine has yeni bir düzen meydana getirilecektir. Zira sebepleri, kanunları
belli bir takdire göre vüeuda getiren ancak
Allah'tır. O'nun izni olmadan hiçbir şey yer değiştirmez, hiçbir düzen bozulup
yerini ikinci düzene bırakmaz. Görevli melekler O'nun ezelde koymuş olduğu
kanunları sebepler ve illetler doğrultusunda uygularlar ve en küçük bir hatâ
yapmazlar.
Unutmayalım ki, her
düzen ve her denge insandan yanadır. İnsan ne kadar baş kaldırıp hakkı red ve inkâr etse de Cenâb-ı Hak,
koyduğu düzeni bozmaz ve insanlara olan şefkat ve merhameti devamlı önde
gider. Çünkü O, hep Reuf ve hep Rahîm'dir. [99]
«O'dur ki sizi
dirilten; sonra sîzi öldürecek, sonra yine diriltecek de O'dur. Doğrusu insan
çok nankördür.»
Her canlıyı ayrı bir
özellikte yaratan ve her birinin kalıtımını türünün özelliğine göre genetik
yoldan koruyan Allah'ın onları şaşmayan kanunlarla öldürdükten sonra, bizim
henüz tam bilmediğimiz fizikötesi kanunlarla onlart
mutlaka diriltmeye kudreti yeter. İlk başlangıçla sonuç arasındaki bağı ve
bağlı bulunduğu biyolojik kanunları bilmek, bizim öldükten sonra dirilmemizi
telkin etmekte ve birtakım ipuçları vermektedir.
Kalıtım birimi olarak
bilinen genlere insanın bütün özelliklerini kusursuz biçimde nakşeden;
atalarımızın birçok kusur ve meziyetlerini onlar vasıtasıyla nesilden nesile aktaran Cenâb-ı Hakk'ın yaratmada benzersiz olduğu kendiliğinden anlaşılmıyor
mu? Atom çekirdeğini ve etrafında dönen elektronları güneş sisteminin ve sonra
da kâinatın en küçük modeli olarak düzenleyen bu sınırsız kudret, mevcut
sistemi bozup bir yenisini yerine getiremez mi? İnsanı öldürdükten sonra
diriltemez mi?
Görülüyor ki, ilim
geliştikçe, yeni yeni buluşları ortaya koydukça insanoğlunu
daha çok Yüce Yaratan'ına yaklaştırmakta ve inkâr bulutlarını sıyırıp onu
aydınlığa çıkarmaktadır. Artık inkâr ve nankörlüğe sapmanın makul bir yanı var
mıdır? [100]
Her ümmete (kendi
çağlarında) ayrı bir ibâdet yolu sunduk ki onlar o yolda ibâdet ederler..»
Gerçi «mensek» tabiri
ibâdet yolundan başka, şu manalara da delâlet etmektedir: «Alışılıp gidilen ve
gelinen yer», «peygamberlerin getirip yaydığı şeriat» «peygamberlerin koyduğu hayat düzeni...»
Bundan, şeriat sahibi
olan her peygamberin yaşadığı dönemdeki sosyal yapının durumuna göre bir hayat
düzeni, bir ibâdet şekli getirdiği anlaşılıyor. Meselâ > Namaz'ın her
peygambere farz kılındığını biliyoruz; ama nasıl, ne vakitlerde ve ne biçimde
kılındığını, neler okunduğunu bilmiyoruz. Kur'ân'ın
bu ibâdetten söz ederken bazan «rükû» bazan «secde» tabirlerini kullandığına bakılırsa, kiminin sadece namaz ibâdetini rükû kiminin
sadece secde şeklinde yerine getirdiği izlenimi doğuyor. Fakat bu konuda kesin bir şey söylemek çok
zor..
Unutmamak gerekir ki, şeriatler de, ibâdetler de son din olan İslâmi-yetle nihaî şeklini ve ölçüsünü bulmuştur. At arabasından
bugünkü motorlu taşıtlara gelinmeye benzer bir tekâmül söz konusudur.
Kur'ân bu hususta tartışmanın gereksiz ve yararsız olduğunu
belirtiyor. Peygambere (A.S.) ve Onun yolunda yürüyen mürşitlere, ilim adamlarına
gereken tek şey, insanları Allah'ın son dinine davet etmektir. Cenâb-ı Hak ise, hakliyi haksızdan, doğruyu eğriden, hakkı
bâtıldan en uygun şekilde ayırt etmeyi, yani haklının elinden tutup haksızı
cezalandırmayı âhi-ret gününe bırakmıştır. Haksız zulme sapmadığı, azıp tuğyan
etmediği, küfrünü ahlâksızlıkla birleştirip baş belâsı olmadığı takdirde, Allah
ona mühlet verir. Çünkü O, her şeyi çok iyi bilir; hiç bir olay, düşünce ve duygu
O'ndan gizli kalamaz. Her şey O'nun ezelî ilminin tesbitiyle
Levh-i Mah-fuz'a yazılıdır. Görevli melekler ise, asla hatâ yapmazlar. [101]
<Ayetleri"miz onlara karşı açık-seçik okunduğu zaman o
kâfirlerin yüzünde inkâr ve hoşnutsuzluk (belirtisi) anlarsın..»
Bir şeyi inkâr etmek,
onu benimsememekten, o şeyi sevmemekten ve inkâr edenin düşünce ve inancına
ters gelmesinden kaynaklanır. Burada akıl ve sağduyu değil, his ve önyargı
hâkimdir. Dün olduğu gibi bugün de, yarın da inkarcının hoşnutsuzluğunun sebebi
budur. O halde Allah'a İmân edenlere gereken : Hakkı en güzel sözlerle, en
çekici ve uyarıcı yollarla -kırmadan, incitmeden- anlatmaktır. Gerisi ise,
Allah'a aittir. Kabalığa, ölçüsüzlüğe karşı kabalık göstermek, mesafeyi
açmaktan, karşısındakinin kin ve inkârını artırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Unutulmamalıdır ki,
hakki kinle, nefretle reddetmek, aklı, vicdanı ve ruhu yıkıp mefluç hale
sokmaktır. Öylelerine Cehennem ateşi ne de yakışır.. O bakımdan 72. âyetin son
kısmında onların hakka karşı izhar ettikleri kin tasvîr edilirken şu sözlere
yer verilmektedir: «Neredeyse kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar.
De ki: Bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın inkarcılara va'dettiği (Cehennem) ateşi.. O ne kötü gidilecek yerdir!» [102]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcıların aklını harekete geçirmek, düşünce ufuklarını genişletmek için
birkaç belgeye dikkatler çekildi. Sonra da semavî dinlerin hepsinin «Tevhîd İnancı» esasında birleştiği konu edildi. Şe-riatlerin ise, sosyal yapının
gelişmesiyle bir tekâmül gösterdiği ve İslâmi-yetle son kertesine gelip dayandığına işaretle bu konuda
daha etraflı düşünülmesinin gereği hatırlatıldı. Aksine düşünüp hakkı red edenlere hazırlanan ebedî ateş va'dedilerek,
ölmeden önce dönüş yapmaları istenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın sonsuz kudretine temas edilerek, O'ndan başka edindikleri ilâhların
bir sivrisinek bile yaratmaya muktedir olmadıkları belirtilerek, yoktan
yaratma gücünün ancak O'na mahsus olduğu açıklanıyor. Böylece inkarcı
sapıkların Allah'ın kadr-u kıymetini lâyıkıyla bilmedikleri,
O'nun kudretinin izlerini eşyada görmedikleri konu edilerek, bu hakikatleri
ancak Allah tarafından seçilip kendilerine peygamberlik payesi verilenlerin
haber verebileceği bildiriliyor. [103]
73— Ey insanlar! bir misâl verildi, ona şimdi
iyice kulak verin: Şüphesiz ki Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek bile
yaratamazlar; hepsi bunun için bîraraya gelse bile
(yine de onu meydana getiremezler). Sinek onlardan bir şey koparıp alsa, onu
ondan kurtaramazlar, İsteyen de âciz, istenen de âciz..
74— Allah'ın kadr-u
kıymetini gereği gibi anlayıp takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah çok güçlü,
çok üstündür.
75— Allah, hem meleklerden, hem insanlardan
elçiler beğenip seçer. Doğrusu Allah işitendir, görendir.
76— Onların önünde ve ardında olan her şeyi
bilir. İşler ancak Allah'a döndürülür.
Müşrikler, hem
putların aracı ve şefaatçi olduklarına inanıyorlardı, hem de bir insana nasıl
olur da gökten haber gelir diye peygamberlik payesini inkâr ediyorlardı. Yukardaki âyetler, onların bu gibi iddiaları reddedilerek
indirilmiştir. [104]
Aziz ve Celîl olan Allah buyurdu :
«Benim yarattığım gibi
yaratmayı iddia edenden daha haksız kim vardır? O halde benim yarattığım gibi
bir zerre veya bir sinek, ya da bir arpa tanesi
yaratsınlar (bir göreyim).» [105]
İbn Abbas (R.A.) diyor ki:
«Putperestler
putlarını za'feranla boyarlar ve kuruyunca sinekler o
putların üzerine konar da onlardan bir şeyler koparırlardı. Bir de cahif Araplar yemek hazırlayıp putların önüne koyarlar ve
çok geçmeden sinekler o yemeğin üzerine üşüşüp yerlerdi.
Sinekler ne kadar zayıfsa, putlar da onlar kadar zayıftı, konan sinekleri
kendilerinden savacak kudretleri yoktu.» [106]
«Şüphesiz ki Allah'tan
başka taptıklarınız bir sinek bile yaratamazlar; hepsi bunun için biraraya gelse bile (yine de onu meydana getiremezler)..»
«Yaratma» kavramı Türkcemizde bazan yoktan var
kılma, bazan bir şeyi icat etme, bazan
da zor bir konuyu çözüp ortaya çıkarma anlamında kullanılır. Şüphesiz bu da
dilimizdeki kelime azlığından ileri gelmektedir.
Arapça'da ise, bu
«halk» kelimesi olarak geçer ve kök manası «doğru bir takdir» demektir. Sonra
da aslı, modeli, örneği olmaksızın bir şeyi yoktan var kılmak veya aslı, örneği
ve modeli ofan, ya da
mayası bulunan bir şeyi meydana getirmek gibi mânalarda çok yaygındir.
«Sizi bir tek candan
yarattı» mealindeki âyet, ikinci mânaya, «Ademi topraktan yarattı» mealindeki
âyet ise, birinci manaya delâlet eder.
Bu tabir veya kavram
insanlara nisbet edildiğinde ise, «icat» ve «tak-dîr» manasına gelir.
İlgili âyette Allah'a nisbet edilen «halk-yaratma» söz konusudur. İiâh-laştırılan şey ister cansız,
ister canlı varlıklar olsun, hiç birinin bir canh
yaratmaya kudretinin yetmiyeceği belirtiliyor. Zira
ne bakterileri çoğaltmak bu manada bir yaratmadır, ne de hücre yapısını oluşturan
maddeleri biraraya getirmek onun kapsamına girer.
Çünkü canlı ancak canlıdan meydana gelir. Hücrelerdeki canlılık vasfını ise,
Allah'tan başka verecek bir kudret yoktur.
O halde ilim bir
canlının hangi elementlerden meydana geldiğini tes-bit
etmekte, fakat ondaki canlılık vasfının nereden geldiğini bilmemekte ve nasıl
oluştuğuna bir çözüm getirememektedir. Çünkü canlıya canlılık vasfını veren
ancak Allah'tır. O bakımdan gerçek anlamda yaratma kudreti O'na aittir. [107]
«Allah'ın kadr-u kıymetini gereği gibi anlayıp takdir edemediler..»
Varlık âleminde yalnız
O'nun düzeni, eşyada sadece O'nun damgası bulunduğu halde, hâlâ bu gerçeği göremiyen, anlayamıyan körler ve
sağırlar vardır. Canlı bir varlık kime, niçin hizmet eder? Bir gül veya çiçek o
güzelliğini ve taşıdığı nefis koku ve şifayı kime vermeye çalışır? Meyva ağacı neden her yıl çiçek açıp meyva
verir? Kendileri için desek, ağacın buna ihtiyacı yoktur. Sözü edilen
güzelliğini ve faydalarını vermek zorundadır dersek, onu zorlayan, böyle bir
ameliyeye iten nedir?
Buharlaşma, bulutlaşma
ve yağmura geçiş kimler içindir? Tükenmez enerji
kaynağı olan Güneş kimleri/ neleri neden, niçin aydınlatıp ısıtmaktadır?
Dikkat edildiğinde
bunların hiçbirinin sunduğu yarar kendisinden yana değildir; bütünüyle
insanoğluna yönelik ve onun içindir.
O halde bu mükemmel
düzeni kuran, eşyayı belirtilen yarar doğrultusunda insanın hizmetine veren
kimdir?
İşte bu hakikati
görmemek ve anlamamak, Allah'ın kadr-u kıymetini
bilmemek ve anlamamak demektir.
Cenâb-ı Hak kendini tanıtmak için eşyayı gözlerimizin önüne
sermekle kalmamış, rahmetinin eseri olarak meleklerden ve insanlardan elçiler
ve aracılar seçip göndermiştir. Melek Cebrail Ö'ndan
alıp peygamberlere getirdi; peygamberler de ondan aldıklarını insanlara tebliğ
ettiler. Böylece Kur'ân-ı Kerîm kâinatın esrarını
çözen tek şifre, beşer ruhunu besleyip şifâ veren tek ilâç, toplumu ve aileyi
ahlâk ve fazilet ölçülerine göre imân temeli üzerinde geliştiren tek
eğiticidir. Hz. Muhammed (A.S.) da onu bize en iyi
şekilde açıklayıp tebliğ eden tek rehberdir.
Bütün bu hikmetleri
idrâk edip hilkat kanununun gereğine göre yerini belirleyen mü'minler, şüphesiz ki Allah'ın Aziz sıfatının tecellisine maz-har olurlar. Nitekim 74. âyetin son kısmı Allah'ın iki
sıfatıyla noktalanırken, bu inceliği ilham etmektedir.
Hiç kimse Allah'tan
daha güçlü, daha üstün değildir ve olamaz da. [108]
Yukarıdaki âyetlerle,
yaratma kudretinin ancak Allah'a ait olduğu konu edildi. İlâhlaştırılan
şeylerin bir sinek yaratmaya kudretlerinin yetmediği belirtilerek, Allah'ın
insanlardan yana yaratıp istifade alanına getirdiği eşyayı Allah'a
benzetmenin, O'na ortak koşmanın küfür ve basîretsiz-Hk
olduğuna işaret edildi. Böylece inkarcı zâlimlerin Cenâb-ı
Hakk'ın kadr kıymetini
anlayacak bir ruha sahip olmadıkları hatırlatılarak, hakkı ve hakikati ancak
Peygamber'in (A.S.) en doğru anlamda tebliğ ettiğine işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'a teslimiyet
gösterip O'nun huzurunda rükû' ve secde etmemiz emrediliyor. İbâdetin önemi
belirtilerek hayırlı işlerde bulunmamız tavsiye ediliyor. Sonra da Allah
yolunda cihad etmenin vücubu
üzerinde durularak dinde bir zorluk ve sıkıcı bir yan olmadığı; İbrahim (A.S.)ın Hanîf dininde bir zorluğun
bulunmadığı ve Hakk'a teslimiyet anlamına gelen
«Müslüman» isminin İbrahim'den kalma olduğuna dikkatler çekiliyor ve sonra da
namaz, zekât ve Hakk'ın buyruklarına S4msıkı
sarılmak ile emredilerek sûre noktalanıyor. [109]
77— Ey imân edenler! rükû' edin, secde edin; Rabbınıza (kulluk ölçüleri içinde) ibâdet edin ve hayır
işleyin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız.
78— Allah (yolunda O'nun) için nasıl gerekiyorsa
öylece cihâd edin. Sizi (insanlar arasından bu
emânete lâyık görüp) seçen O'dur. Dinde size hiçbir zorluk meydana getirmedi;
babanız İbrahim'in (temelde İslâm'a benzeyen Hanîf)
dinine uyun! (Kur'ân'ın inmesinden) önce de, bunda da
size Müslüman adını veren odur. Tâ ki Peygamber (Muhammed) size şahit ola ve
siz de insanlara şahit olasınız. Artık namaz klimaya devam edin, zekâtı verin;
Allah'a sımsıkı bağlanıp güvenin; o sizin yegâne sahip ve dos-tunuzdur;
ne güzel Mevtadır ve ne güzei yardımcıdır OL
«Kim cahiliye devrindeki gibi (isimlerle) çağırırsa, şüphesiz ki
o Ce-hennem'de diz üstü
çökmeye (lâyık olmaktan) ileri gelir.
Bunun üzerine soruldu
;
— Oruç da tutsa, namaz da ki Isa yine öyle mi?
— Evet oruç da tutsa, namaz da kıtsa. Siz
kendinizi Müslüman ve mü'm in diye adlandırın;
İslâm'ın çağrısıyla çağırın..» [110]
«Kur'ân'da
on beş tilâvet secdesi vardır. İkisi Hac sûresindedir.»[111] Ashab-ı Kirâm'dan Amr b. Âs (R.A.) diyor ki:
— «Resulüllah (A.S.)
Efendimiz Kur'ân'da bana on beş secde okuttu.
Onlardan üçü mufassal (uzun olan) sûrelerde, ikisi de
Hac sûresinde idi.» [112]
«Bâtıldan uzak, hakka
yönelik koskolay bir din üe
gönderildim.» [113] «Kim
Aflah sözü daha yüce olsun diye savaşırsa, işte o
Allah yolunda (cihad ediyor)dır.» [114]
imân edenler! Rükû'
edin, secde edin; Rabbınıza (kulluk ölçüleri içinde)
ibâdet edin ve hayır işleyin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza ka-vuşasınız.»
76. âyetle üç önemli
konu sıralanıyor. Sonra da 77. âyetle Allah yolunda cihadın lüzumu üzerinde
durularak İslâmiyetin koskolay
bir din olduğu açıklanıyor ve tekrar namaz ve zekâtın farziyetine
dikkatler çekilerek sûre noktalanıyor.
İlâhî metot gereği, üç
önceki âyetle birlikte sûrenin özeti veriliyor. Şöyle ki: Önce Allah'ın
varlığına, birliğine delâlet eden belgeler, deliller ve uyarılar işlendi ve
akla ışık tutularak vicdanlara seslenildi. Sonra Pey-gamberik
konusu, gereği ve yararı üzerinde durularak temel bilgi verildi. Arkasından
kulluğun ölçü ve anlamına atıf yapılarak insanın plândaki yerine ve kendisine
yükletilen hizmete işaret edildi. Namaz, zekât, ibâdet, hayırlı işler ve bir de
Allah yolunda cihad emredilerek kulluk için lüzumlu
olan ibâdetlerden bir kısmı belirlendi ve böylece dinde çok önemli sayılan
konular ardarda işlendi ve gerçek kurtuluşun ancak bu
yolda olduğu vurgulandı.
Uygulanan bu müstesna
metot bize neleri öğretiyor?
1— Kulluğun temeli ve mayasi
dosdoğru imâna dayanır. Bunun için Cenâb-ı Hak imanın
ürünü olan üç hususu birleştirerek mü'minlere seslenmektedir.
2— Rükû' ve secde, imândan sonra içten dışa
vuran kulluğun anlamı, simgesi ve rengi sayılır. Namaz bütünüyle bunu
oluşturmaktadır. Onun için «Mü'mini kâfirden ayıran alâmet-i farika namazdır» denilmiştir. Öyle kî
namaz, mü'minin değişmeyen belirtisi kabul
edilmiştir.
3— Kalbî ve bedenî ibâdetten sonra, kulluğun ve
taşıdığı inancın ölçü ve samimiyetini belgeleyen, malî ibâdet gelir. Onun için
Kur'ân-ı Kerîm üçüncü sırada bunu «hayır» tabiriyle
isimlendirerek genel bir kavrama yer vermiştir. Çünkü hayır, ilâhî rızaya uygun
gelen bütün iyilikleri içermektedir.
Böylece kulluk
merkezinden dışa doğru uzanan imân belirtileri daireler halinde genişlemeye
başlar; -Allah'a teslimiyet düzeyinde- din düşmanları, iblis ve nefis ile
ciddi bir savaşı sürdürme daireleriyle en geniş noktasına varmış olur. [115]
«Allah (yolunda O'nun)
için nasıl gerekiyorsa öylece cihad edin..»
Cihad, kısa tarifiyle düşmana karşı imkânların ve ortamın
elverdiği nisbette savaşmaktır. İlgili âyette ise, bu
kavram beş yorum getirmektedir:
1— Özellikle Allah ve din düşmanlarıyla günün
şartlarına göre savaşı sürdürmektir. Bu da ancak Hakk'a
dosdoğru ibâdet doğrultusunda gerçek ölçüsünü bulur.
Bu arada Allah yoluna
yapılan çağrıya engel olmaya çalışanlarla seviyeli, planlı ve programlı bir
cihadın sürdürülmesi de bu cümledendir.
2— Mü'min ilk adımıyla
cihada başladığı gibi, son nefesine kadar bu vecibeyi yerine getirmekle
yükümlüdür.
3— İnkarcı sapık azgınlarla soğuk, ya da sıcak sürtüşme ve savaş devam ederken bunu hakkıyla
yerine getirmek için kınayanın kınamasından, ayiplayanın
veya küçümseyenin söz ve davranışlarından endişe duymaz.
4— Allah
için imân doğrultusunda nasıl amel edilmesi gerekiyorsa, öylece amel etmeye
çalışır.
5— Bütün
imkân ve yeteneklerini Allah'ın dinini ihya yolunda harekete geçirip hizmete
devam etmeyi imanın gereği kabul eder.
Müfessir Kurtubî cihadı çok yönlü yorumlayarak özetle şöyle bir sıralamada
bulunmuştur:
a) Kâfirlerle savaşmak,
b) -Allah'ın bütün emirlerine kulak verip onları
noksansız yerine getirmeye çalışmak,
c) Allah'ın
yasaklayıp haram kıldığı her şeyden kaçınmak,
d) Allah'a ibâdet ve taatte
bulunmak- için nefisle savaşmak; onun hava ve heveslerinin peşine takılmaktan
kaçınmak,
e) Vesveselerini reddetmek i£in şeytanla
savaşmak,
f) Yaptıkları
haksızlıkları tesirsiz kılmak
için zâlimlerle savaşmak, küfürlerini reddetmek için de
inkarcılarla savaşa devam etmek.. [116]
«Dinde size hiçbir
zorluk meydana getirmedi..»
Din bütün esas ve
prensipleriyle insanın uygulayabileceği ölçüde düzenlenmiştir. Sıkıntı
getirecek, bıkkınlık doğuracak, iş-güçten alıkoyacak, zaman israfına neden
olacak hiçbir ölçüsüz, hesapsız yanı yoktur. Buna bir iki misal verecek
olursak, ibâdet ve ahkâmı gösterebiliriz: Ayakta namaz kılamayan kimse
oturarak kılar. Yolculuk halinde oruç tutmak sıkıntı getirebilir; o bakımdan
kişi bu hususta serbest bırakılmıştır, dilerse tutar, dilerse tutmaz da sonra
kaza eder. Ayrıca yolculuk halinde dört rekâtli farz
namazlarını iki rek'at olarak kılar. Abdest veya gusül için yeterli su bulunmadığı veya bulunup
da kullanma imkânı olmadığı takdirde temiz toprak ile teyemmüm eder. Şartlar
elvermediği takdirde hacca gitmeye kendini zorlamaz. Ayaklan yıkamak bir külfet
getiriyorsa, mest giymek suretiyle bu külfeti kaldırır. Kasden
adam öldürmekten dolayı gereken kısas hükmünü, öldürülenin baba tarafından
velisi bulunan bir kimse kaldırabilir. [117]
Böylece dini bütün
kolaylıklarıyla birlikte, Peygamber (A.S.) Efendimiz hem kendisi uygulamış,
hem de arkadaşlarına sözlü olarak öğretmiştir. O bakımdan Peygamber (A.S.) dinî
hususlarda ümmetine şahit kabul edilmiştir. Onlar da din kardeşlerine aynı
şeyleri öğretmek suretiyle kendilerini takip edenlere şahit olmuşlardır.
Dindeki bu kolaylık,
İbrahim Peygamberin (A.S.) Hanîf Dinindeki kolaylığın
bir benzeridir. Sonra da dinî hüküm ve konularda Cenâb-ı
Hakk'a mutlak anlamda teslimiyet söz konusudur.
Kıyamet gününde Peygamber (A.S.) dini ümmetine teblîğ edip öğrettiğine şahit
gösterilir; O'ndan dini alıp öğrenen ümmeti de diğer insanlara, yani
kendilerini takip edenlere teblîğ ettiklerine dair şahit olarak belirlenirler. [118]
Kur'ân-ı Kerîm bu kolaylığın ve insana yönelen ilâhî
rahmetin şükrü-iü, yine biri kalbi ve bedenî, diğeri
kalbî ve malî olmak üzere iki ibâdetle yerine getirmemizi ve her hâl-ü kârda
tek sahibimiz, yardımcımız ve işlerimizin
mutlak düzenleyicisi olan Mevlâmıza
sarılmamızı emretmektedir.
Öyle ki: Namaz ve
zekât, şartlarına ve hikmetlerine uygun yerine getirilince, hem kulluğun
ölçüsünü, hem de bu hususta başarıya erişmenin şükrünü bütün derinliğiyle ifâde
eder. O halde namazsız, zekâtsız şükür, sadece kelimenin dar kalıbında kalan,
ilâhî rıza ve rahmete kapı açmayan bir şükürdür ki Allah yanında pek değeri
olmaz, [119]
(Kur'ân'm
inmesinden) önce de, bunda da size Müslüman adını veren odur.»
Muhammed (A.S.)ın ümmetine «Müslüman» adını veren, İbrahim Peygamberdir.
Şu yorumla ki, O, Kabe'nin temelini yükseltip tamamladıktan sonra : «Ey Rabbımız! İkimizi müslüman olarak
sana boyun eğmekte sabit kıl; soyumuzdan da yalnız sana teslimiyet gösterip
boyun eğen (müs-lim) bir
ümmet meydana getir.,» [120]diye
duâ etmişti. Onun soyundan «müslim bir ümmet»
şüphesiz ki Muhammed (A.S.)ın ümmetidir ve o sebeple
bu ümmete «Müslüman Ümmet» denilmiştir.
Ayrıca Allah bu ümmeti
önceki kutsal kitaplarda ve özellikle son kitap Kur'ân'da
«Müslim» diye anrmş da onlara bu ismi lâyık
görmüştür. Onun için biz Ümmet-i Muhammed'in (A.S.) en şerefli, en aziz bir
ismimiz, bir de sıfatımız vardır: Müslim ve Mü'min..
Bunların ötesinde ne
başka bir isme, ne de sıfata ihtiyaç yoktur. Zira en güzel isim Allah'ın
verdiği isimdir.
Böylece Hac Sûresi
biterken şu üç emirle noktalanıyor: Namaz, zekât ve Allah'a sımsıkı bağlanıp
güvenmek.. Zira namaz kulu ilâhî huzura kavuşturur, O'nunla
konuşma şerefine eriştirir. Zekât onun sadakatini ortaya koyup toplumun kopmaz
bir parçası bulunduğunu ve yalnız kendisi için değil, toplum içinde çalıştığını
isbatlar. Allah'a sımsıkı bağlanıp güvenmek ise,
insanı kulluk mertebesinin doruğuna yükseltir.
Çünkü Cenâb-ı Hak tek umut kaynağımızdır. Ne güzel Mevlâdır O ve ne güzel yardımcıdır O!.
Hac Sûresi'nin
tefsirinde bizi başarılı kılan Allah'a, kâmil mü'minlerin,
sâlih kulların hamdıyla hamd
ederiz. Salât-ü selâm da sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (S.A.V.) olsun.. [121]
[1] Lübabu't-te'vîl
: 3/280
Genellikle «Ya Eyyühennas» ile başlayan
âyetler Mekke'de; «Ya
Eyyühelle-zine âmenû» ile başlayan âyetler Medine'de inmiştir.
[2] Lübabu't-te'vîl: 3/280
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3985.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3985.
[4] Buharî/enbiyâ: 7,
tefsir: 22, rikak: 45,
46, tevhîd: 32-
Müslim/imân: 379. nten: 116- Tirmizî/tefsîr: 22- Ahmed: 1/388- 2/166- 3/32, 33- 4/432, 435
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3986-3987.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3987-3989.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3989.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3989-3990.
[8] Müfessir Süddî - İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr : 3/206
[9] Lübabu't-te'vîl
: 3/281
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3990-3991.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3991.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3991-3992.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3992.
[13] Buharî/tevhîd: 28, enbiyâ: 1. bed-i halk: 6-
Müslim/kader: 16- Tirmizî/
kader: 4- îbn Mâce/mukaddeme:
10
[14] Müsned-i Ahmed: 4/11
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3994.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3994-3995.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3995-3997.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3997.
[18] Tefsîr-i Kurtubi: 12/17
[19] Lübabu't-te'vîl
: 3/282- Tefsir-i Kurtubî: 12/17, 18- İbn
Kesir: 3/209'dan özetlenerek
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3998.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3999.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3999-4000.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4000.
[23] Lübabu't-te'vîl: 3/283
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4001-4002.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4002-4003.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4003.
[26] Lübabu't-te'vîl
: 3/283
[27] Esbab-ı Nüzûli'l-Kur'ân : 87- İbn Kesîr: 3/212
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4005-4006.
[28] Müslim/iman:
133- İbn Mâce/ikamet: 70- Ahmed: 2/443
[29] Tiriîiizî/cumua : 54
[30] Buharî/libas: 25-
Müslim/libas: 11, 21- Tirmizî/edeb: 52- İbn Mâce/ libas: 16- Ahmed: 1/20, 36,
37, 39- 2/209- 3/23- 4/5, 156
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4006.
[31] Bilgi için bak : Bakara Sûresi : 62. ve Mâide Sûresi 18-69. âyetlerin tefsiri
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4006-4009.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4009-4010.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4010-4011.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4011.
[36] Müsned-i Ahnred: 4/80
[37] Ebû Dâvud/menâsik: 89
[38] Müslim/hac: 412- Nesâî/menâsik: 1- Ahmed: 5/508
[39] Müsned-i Ahmed
: 1/68
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4013.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4013-4014.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4014-4015.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4015.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4016.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4016-4017.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4017.
[46] Buharî/edeb:
6, imân: 16, vasayâ: 23, tıb:
48, hudud: 44- Müslim/imân: 143, 144- Ebû Dâvud/vasaya: 10- Tirmizî/büyû': 3, tefsir:
4/4- Nesâî/tahrîm: 3-Ahmed: 2/362- 3/131- 4/227
[47] Tirmizî/şehadat: 3- EbûDâvud/akziye: 15- İbn Mâce/ahkâm: 32- Ah-med: 4/178,
233, 321, 322
[48] Buharî/hac : 112, edeb: 95- Ebû Dâvud/menâsik
: 17- Tirmizî/hac:
72-Nesâî/hac: 73- Taberânî/hac: 144- Ahmed: 3/99
[49] tbn Mâce/adâhî: 3- Tirmizî/adâhî: 1- Ahmed: 4/368- 5/250, 265
[50] tbn Mâce/adâhî: 3
[51] Müslim/adâhî: 19- Ebû Dâvud/adâhi: 3, 4, 8- Tirmizî/adâhî: 20- Ahmed: 3/362- 6/78
[52] İbn İshak
- İbn Kesîr : 3/222
[53] Müslim/birr: 32- îbn Mâce/zühd: 9- Ahmed: 2/285, 539
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4020-4021.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4021-4022.
[55] Tirmizî/şehadat:
3- Ebû Dâvud/akziye: 15- İbn Mâee/ahkâm: 32- Ah-med: 4/178,
233, 321, 322 ,
[56] Tefsîr-i Ibn Kesîr : 3/219
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4022-4023.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4023.
[59] Tevrat/Çıkış : 22/20
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4024.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4024.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4024-4025.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4025.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4025-4026.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4026-4027.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4027.
[66] Müsned-i Ahmed
[67] Tirmizt-Nesâî
[68] Tefsîr-i îbn Kesîr : 3/226
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4029.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4029-4030.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4030.
[71] Bilgi için bak: Bakara sûresi: 191, 193, 244.
âyetlerin; Nisa sûresi: 74, ™. 76, 184. âyetlerin; Tevbe
sûresi: 12, 14, 29, 36, 123. âyetlerin; Enfâl sûresi:
39. âyetin ve Hücurat sûresi: 9. âyetin tefsiri
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4030-4031.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4031-4032.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4032-4033.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4033.
[76] Buharî/tefsîr: 11- Müslim/birr: 62- Tirmizî/tefsîr: 2/11- İbn Mâce/fi-ten: 22
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4035.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4035.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4035-4036.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4036.
[80] Ebû Dâvud/ilim: 13- Ahmed: 2/519-3/63
[81] Tirmizî/zühd: 37- İbn Mâce/zühd: 6- Ahmed: 2/343,
451, 513
[82] Ebû Dâvud/melahim : 18- Ahmed: 1/170-4/193
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4037-4038.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4038-4039.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4039.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4039-4040.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4040.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4040-4041.
[88] Bilgi için bak; Necm
Sûresi: 19. âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4042-4043.
[89] Bilgi için bak : A'raf
Süresi: 200- Nah! Sûresi: 95- Fussilet Sûresi: 36
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4043-4044.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4044-4045.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4045.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4045.
[93] İbn Mâce/cihad: 7- Ahmed: 5/261-lbn Ebl Hatim
[94] Tirmizî/fezâil-i
cihad : 12
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4047.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4048.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4048-4049.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4050.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4052.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4053.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4054.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4054-4055.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4055.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4056.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4057.
[105] Buharî/libas: 56-
Müslim/libas : 100- Ahmed : 2/232, 259, 391, 451, 527
[106] LÜbabu't-te'vîl: 3/298
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4057.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4058.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4058-4059.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4059-4060.
[110] Müsned-i Ahmed
: 4/130, 202-5/344
[111] Lübabu't-te'vîl: Ömer, Ali, İbn Mes'ud, îbn Abbas,
Ebû Derdâ ve Ebû Musa (Allah hepsinden razı olsun)dan : 3/299
[112] Ebû Dâvud/secde:
1- îbn Mâce/ikaraet: 71
[113] Müsned-i Ahmed: 5/266- 6/116, 233
[114] Buharî/ilim: 45, cihâd: 15-
Müslim/imaret: 149, 151- Ebû Dâvud/cihâd: 24- Nesâi/cihâd: 21- İbn Mâce/cihâd: 13- Ahmed: 4/392, 402, 405, 417
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4061.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4062.
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4063.
[117] Bilgi için bak :
Bakara Sûresi : 256. âyetin
tefsiri
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4064.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4064-4065.
[120] Bakara Sûresi: 128
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4065.