Mushaf'taki
sıralamada yirmi dördüncü, iniş sırasına göre yüz ikinci suredir. Haşr
sûresinden sonra, Hac sûresinden önce Medine'de inmiştir. Zİna edenlerle
evlenmeyi kınayan 3. âyet, hicretin 3. yılında, Racî' çatışmasında şehid düşen
Mirsed ile ilgilidir. Şu halde sûrenin ilk âyetleri hicretin 1. yılının sonu
ile 2. yılının başlarında vahyedilmiş, olmalıdır. Eşleri hakkında zina
suçlamasında bulunan bulunan kocalar hakkındaki 6. âyetin de Tebük Savaşı'ndan
sonra, 9. yılın Şaban ayında geldiği bilinmektedir. Buna göre sûrenin uzun bir
zaman dilimi içinde parça parça nazil olduğu anlaşılmaktadır.[1]
Adı
Sûre
adını, Allah'ın nurunu bir benzetme ile açıklayan 35. âyet ile Allah'ın
lütfedeceği nurdan mahrum kalanların başka bir nur bulamayacaklarını ifade eden
40. âyetten almıştır. [2]
Konusu
Sûrenin
konularım şöylece sıralamak mümkündür:
1. Zina suçu işleyenlerin cezası ve bunlarla evlenmenin hükmü.
2. Namuslu kadınlara iftira edenlerin ispat yükümlülüğü, cezası ve
lânetleşme usulü.
3. Hz. Aişe'nin, münafıklar tarafından yapılan iftiradan berâeti (Allah'ın
münafıkları yalanlaması, Hz. Âişe'yi temize çıkartması).
4. Namusla ilgili dedikoduların ve ahlâksızlığın yayılmasına sebep olanların
kınanması.
5. Evlere girip çıkma ile ilgili muaşeret kuralları.
6. Müslümanlar arasındaki (kadın-erkek) sosyal ilişkiler ve selamlaşma
kuralları
7. Köle ve cariyelere iyi davranma, onları evlendirme ve özgürlüklerine
kavuşturma konularıyla ilgili teşvikler.
8. Fuhşun yasaklanması, iffetli olmanın teşviki.
9. Şeytanın tuzakları hakkında uyarı.
10. Allah'ın doğru yolu göstermesi ve imana giden yola ışık tutmasıyla
ilgili temsilî açıklamalar.
11. Allah'ın büyüklüğü ve eşsiz nitelikleri, O'na kulluk edenlere sevgisi
ve ödülleri konularında önemli açıklamalar ve müjdeler. [3]
Meali
Rahman
ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Bu, âyetlerini belirleyip indirdiğimiz bir
sûredir. Düşüttesiniz diye onun içinde apaçık âyetler gönderdik. 2. Zina eden
kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz sopa vurun, Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorsanız, Allah'ın dinini uygulama hususunda o ikisine karşı merhamet
duygunuza yenilmeyin. Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya tanık
olsun. 3. Zina eden erkek ancak zinakâr veya müşrik bir kadınla evlenir, zina
eden kadını da ancak zinakâr veya müşrik bir erkek alır. Bu müminlere haram
kılınmıştır. [4]
Tefsiri
1. Bilindiği gibi sûreler âyetlerden oluşmaktadır. Nûr sûresini göndermeyi
murat eden Allah Teâlâ onun kaç âyetten oluşacağını, âyetlerin içeriğini,
uzunluk ve kısalığını, ifade tarzını takdir etmekte, sonra da Cebrail
vasıtasıyla onu Peygamberine göndermektedir. Tefsircilerin çoğu, âyette geçen
"faradnâ" kelimesine bizim tercih ettiğimiz "belirlemek"
mânasını değil, "farz kılmak" anlamını vermişler ve "...
indirdik ve farz kıldık" şeklinde anlamışlardır. İbn Âşûr'un da işaret
ettiği üzere (XVIII, 143) sûrede geçen bütün âyetler farz kılınmış hükümler
getirmedi ei için biz mealindeki anlamı tercih ettik. [5]
2. Daha önce[6] zina ve cezası hakkında
bazı bilgiler verilmişti. Burada ek olarak şunları kaydetmek mümkündür:
İslâm'a
göre zina, aralarında nikah bağı bulunmayan kadın ve erkeğin birbirleriyle
cinsel ilişkide bulunmasıdır. Bunun para karşılığında yapılmış olup olmaması
zina kavramını değiştirmez. Câhiliye devrinde daha ziyade cariyeler ve az da
olsa hür kadınlar, evlerine flamalar asarak bu işi ücret karşılığında
yaparlardı ve onların yaptığına "biğâ" denirdi. Zina kelimesi İse
menfaat karşılığı olmayan, aşka ve sevgiye dayanan veya zevk İçin yapılan gayri
meşru birleşmeler için kullanılırdı. Bu dönemde zina için uygulanan, hukukî
İşlerliği olan bir objektif bir ceza da yoktu. Zina eden kadının kocası veya
velisi olayı namus meselesi yaparsa ya şahsen intikam alırdı veya araya
girenler ihtilâfı sulh yoluyla çözerlerdi. İslâm'dan sonra zina bütün
çeşitleriyle yasaklandı, kınandı ve yapanlar için cezalar kondu. Nisa sûresinde
öngörülen cezalarda açıklanması gereken hususlar vardı, bu âyet zina eden
erkeğe ve kadına yüzer adet sopa vurulacağını ifade ederek konuya açıklık
getirdi. Tefsircilerin ve fıkıhçılann çoğu bu cezanın muhsan olmayan (sahih
evlilik akdi içinde cinsel temas yapmamış) kimseler için olduğunu, muhsan
olanların cezasının ise recm yani taşlayarak öldürmek olduğunu belirtmişlerdir.
Biz ise kendi tercihimizi, Nİsâ sûresinde "yüz sopa genel olarak cezadır
(haddir), recm, sürgün vb. cezalar ise kanunlaştırılması ve uygulanması
yönetimlere bırakılmış, ta'zir diye bilinen ve değişmeye açık bulunan cezalardır"
diyerek açıklamıştık.
Fıkıhçılar,
uygulama şekillerine bakarak sopanın ve uygulamanın nasıl olacağı konusunda
detaylı açıklamalar yapmışlardır. Bu konudaki açıklamalarda dikkat çeken husus,
çok acı vermeyecek bir sopanın veya kırbacın seçilmesi ve sakatlığa sebep
olacak, hayatî tehlike oluşturacak şekilde vurulmaması gibi konularda
gösterilen titizliktir.
Cezanın
gerekçeleri arasında suçluyu ıslah etmesi, ırza tecavüz durumunda mağduru
tatmin etmesi, hem suçlu hem de diğerleri için caydırıcı ve ibret verici olması
gibi hususlar vardır. Allah kullarını sevdiği ve onlara karşı sonsuz merhamet
sahibi olduğu halde yine kullarının faydasına olduğu için acı bir ilâç gibi
cezaya da yer vermiştir. İnsanlara yaratıcısından ve sahibinden fazla acımak
kullara düşmez; suç işleyen hak ettiği cezayı çekmelidir, suçluya acıyarak
-hukuk izin vermediği halde- cezadan vazgeçmek suçluya da topluma da hayır
getirmeyecektir. Ceza infaz edilirken uygun sayı ve nitelikte bir grubun hazır
bulunması, cezanın hukuka uygun bir şekilde infaz edilmesinin sağlanması ve
ibret alma gerekçesinin gerçekleşmesi bakımından faydalı görülmüştür. [7]
3. Mâna ve hükmü genel olmakla beraber âyetin vahyedilmesinin özel bir sebebi
vardır. Medine'ye hicret eden müslümanlardan Mİrsed, gizlice Mekke'ye gidiyor,
müşriklerin hapsederek veya bağlayarak hicret etmelerine izin vermedikleri
müslümanlan birer ikişer kaçınyordu. Yine bir gece Mekke'ye girmiş, kaçıracağı
müslümanın bulunduğu yere gelmişti, Mirsed'in Mekke'de oturan eski metresi Anâk
onu gördü, yanına gelip o geceyi beraber geçirmelerini teklif etti. Mİrsed,
İslâm'ın zinayı yasakladığını söyleyerek teklifi reddedince kadın bağırdı, onun
yerini ve niyetini Mekkelİler'e duyurdu, Mirsed kaçarak canını kurtardı. Sonra
yine bir fırsatım bulup hapsedilmiş olan bir mümini daha kaçırarak Medine'ye
geldi. Hz. Peygamber'in huzuruna çıktığında başından geçenleri anlattı ve
"Anâk ile evlenebilir miyim?" diye sordu. Peygamberimiz hemen cevap
vermedi, bir süre sonra âyet nazil olunca bunu tebliğ etti ve Mirsed'e, "O
kadınla evlenme" dedi[8] Bir başka rivayete göre âyetin gönderilme
sebebi, Suffe ehli diye bilinen, evsiz barksız oldukları için mescidin
sofasında kalan müslümanların, Medine civarında paralı fuhuş yapan bazı
kadınlarla evlenmek istemeleridir. [9]
Âyetin
mânası ve kısmen buna bağlı olarak hükmü konusunda da farklı anlayışlar vardır: [10]
a) Zina eden kadın veya erkek bunu yaparken karşısındaki de aynı çirkin fiili
İşlemektedir; yani bir kimse diğeri ile zina ediyorsa karşı tarafın fiili de
ancak zina olur. Karşılıklı olarak zina yapmayı âdet haline getirmiş olanlar,
bunda sakınca görmeyenler mümin de olamazlar. Diğer semavî dinlerde de zina
haram kılındığı için bunu ancak müşrikler yaparlar. Nikâh kelimesini evlenme
akdi değil, cinsel temas olarak alan bu yoruma göre âyette bir olgu tespit
edilmekte, sonra da zinanın haram olduğu bildirilmektedir. [11]
b) Nikâh kelimesini, Kur'an'daki hâkim mânasını göz önüne alıp evlenme akdi
olarak anlayanların da farklı yorumlan vardır:
1. Zina etmiş olan kimse ile mümin evlenemez, evlenirse akid feshedilir. Bu
hüküm halen devam etmektedir diyen birkaç müctehide karşı daha çok sayıda fıkıhçıya
göre hüküm, bu sûrenin 32. âyeti ile neshedilmiştir. Zina etmekte olan birisi
ile evlenmek haram olmakla beraber nikâh feshedilmez.
2. Nesih söz konusu değildir, zina etmiş olsa bile tövbe etmiş, nefsini
ıslah etmiş bulunan bir mümine zİnakâr (zânî) denmez ve bunlarla evlenmekte bir
sakınca yoktur. Âyette zânî dendiğine göre bundan maksat zinaya devam
edenlerdir veya zina ettikten sonra âdet görüp temizlenmemiş kadınlardır.
Bunlarla evlenmek haramdır, çirkindir, sâlih bir mümine yakışmaz, bunu yapsa
yapsa zİnakârlarla müşrikler yapar. [12]
Meali
4.
İffetli kadınlara iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen
sopa vurun ve artık onların şahitliklerini asla kabul etmeyin. 5. Bundan sonra
tövbe edip hallerini düzeltenler müstesna; Allah çok bağışlayıcıdır, çok
esirgeyicidir. 6. Eşlerine zina suçlamasında bulunup da kendilerinden başka
tanıkları olmayanların her birinin tanıklığı, dört kere, doğru söylediğine
Allah'ı tanık göstermesidir. 7. Beşinci olarak da "eğer yalan
söyleyenlerden ise Allah'ın lanetine uğramasını" söylemesidir. 8. İftiraya
uğrayan kadının dört kere, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna Allah'ı
tanık göstermesi kendisini ceza görmekten kurtarır. 9. Kadının beşinci tanıklık
ifadesi, "eğer kocası doğru söyleyenlerden ise kendisinin Allah'ın
gazabına uğramayı dilemesi" olacaktır. 10, Allah'ın size lütfü ve rahmeti
ulaşmasaydı ve Allah tövbeleri devamlı kabul eden hüküm ve hikmet sahibi
olmasaydı haliniz nice olurdu! [13]
Tefsiri
4. "İffetli kadınlar" şeklinde çevrilen muhsanât kelimesi
burada, "evli olsun olmasın, başka bir olayda iffetle ilgili sabıkası
bulunsun bulunmasın dava konusu olayda masum olan, zina suçu işlediği İspat
edilemeyen, ergenlik çağına ulaşmış kızlar ve kadınlar" mânasındadır. [14]Bu
nitelikteki kadınlara ve -iftiranın etkisi ve hükmü bakımından onlara eşit
olmaları gerektiği için- namuslu erkeklere iftira edenler, bunların belli bir
olayda zina suçu işlediklerini doğrudan veya dolaylı bir şekilde ifade edenler
kan veya kocadan biri değil ise bu âyete, kan veya kocadan biri ise 6. âyete
göre muamele göreceklerdir. Bu cezaların hedefi Câhiliye devrinde oldukça
yaygın bulunan, aile hayatını tehlikeye sokan, insanları üzen, cinayetlere
sebep olan kötü bir âdete son vermektir. Bu dönemde insanlar, bir kadınla bir
erkeğin görüşüp konuştuklarını görünce hemen dedikoduya başlayıp namuslarına
dil uzatırlardı. Çocuğun babaya benzememesi halinde de aynı şeyi yaparlardı. [15]
Kazf
diye bilinen bu iftira suçunu işleyenler dört şahit getirerek ithamlarını ispat
edemedikleri İçin üç yaptırımla karşılaşacaklardır:
1. Zina edenlere uygulandığı şekil ve nitelikte olmak üzere seksen sopa
cezası çekeceklerdir. Şahitler ifade verdikten sonra bir kısmının ifadesi
geçersiz olursa diğerleri de iftira etmiş sayılır ve aynı cezayı görürler. Bu
hüküm masum insanları iftiradan korumak bakımında önem arzetmektedir.
2. İftira ettikleri sabit olduktan sonra ölünceye kadar tanıklıkları
kabul edilmeyecektir.
3. Sabıkalı hale gelecekler, fâsık olarak nitelenecekler ve buna bağlı
olarak bazı haklardan yararlanma hakkını kaybedeceklerdir. [16]
5. Kazf suçunu işlemiş olanlar pişman olur, tövbe eder, bu kötü huylarını
düzeltirlerse tövbeleri neyi etkiler, onlara ne kazandırır? Bu konuda farklı
yorumlar vardır. Mâlik, Ahmed, Şafiî gibi müctehidlere göre tövbe edenlerin
sabıka kaydı silinir ve şahitlikleri de kabul edilir. Ebû Hanîfe'ye göre tövbe
yalnızca fâsık olma niteliğini ortadan kaldırır, ancak tanıklık ehliyetini
yeniden kazandırmaz. [17]
6-9. Câhiliye devrinde olduğu gibi sonrasında da hâkim olan sosyal baskı ve
namus anlayışı sebebiyle kocanın karısını, yalan yere zina ile suçlaması daha
zordur, böyle bir suçlama yapılması halinde ise bunun gerçek olması ihtimali
daha fazladır. Ayrıca karısının zina ettiğini iddia eden, bunu da ispat
edemeyen bir erkeğe sopa vurup bırakmak problemi çözmez, bundan sonra aile
hayatının düzenli yürümesi imkânsız hale gelir. Bu sebeple zina suçlaması kocadan
gelirse farklı hüküm ve müeyyidelere ihtiyaç vardır, ilgili âyetler bu ihtiyaca
cevap vermektedir. Ayrıca kazf suçu ile ilgili âyetler gelince birçok kimsenin
zihninde sorular oluşmuş, bunu gelip Hz. Peygamber'e açmışlardır. Bu cümleden
olarak Sa'd b. Ubâ-de "Yâ Resûlallah, karımla bir erkeği yakaladığım zaman
dört şahit bulacağım diye onları bırakır mıyım? Vallahi sorgusuz sualsiz
kafasını uçururum!" demiş ve şu cevabı almıştır: "Sa'd'ın kıskançlığı
ve namusuna düşkünlüğü sizi şaşırtmasın, ben ondan daha kıskancım, Allah da
benden daha kıskançtır"[18] Hilâl b. Ümeyye Peygamberimize gelerek Şerik
isimli birisi ile karısının zina ettiğini iddia etmiş, o da dört şahit
getirmezse kendisine iftira cezası vereceğini bildirmişti, Hilâl, "Ey
Allah'ın elçisi, bir kimse karısının üzerinde bir erkek görürse şahit arar
mı?" diye savunma yapmışsa da Peygamberimiz "Ya dört şahit veya
sırtına sopa" diyerek ısrar etmişti. Hilâl doğru söylediğini ifade ederek
işi Allah'a bıraktı, O'nun vahiy ile durumu aydınlatacağı ümidini dile getirdi,
arkasından da mülâane (lânetleşme) âyeti diye anılan âyetler geldi. [19]
Yalan
ve iftirayı engellemek maksadıyla öngörülen manevî müeyyidelere ek olarak
lânetleşmenin camide yapılması uygun görülmüş, böylece alenilik de
sağlanmıştır. Aksini de caiz gören ictihadlar bulunmakla beraber mülâaneye,
âyetteki sıraya göre önce erkek başlar, Allah'ı şahit tutarak, karısını açık ve
seçik bir şekilde zina ederken gördüğünü dört defa söyler, beşincisinde
"Eğer yalan söylüyorsam Allah'ın laneti üzerime olsun" der. Sonra
karısı dört kere, Allah'ı şahit tutarak kocasının yalan söylediğini ifade eder,
beşincisinde "Eğer o doğru söylüyorsa Allah'ın gazabına uğrayayım"
der. Hâkim ve dinleyici topluluk huzurunda bu yemin-leşme yapılınca bazı müctehidlere
göre evlilik bağı da çözülmüş olur. Bazı ictihad-lara göre ise tarafları hâkim
karar vererek ayınr, evliliği sona erdirir. Mülâane yoluyla ayrılmış bulunan
çiftin tekrar evliliğe dönmelerinin caiz olup olmadığı konusunda da farklı
ictihadlar vardır. [20]
10. İffetli bir kadının namusuna leke sürmek, kim tarafından ve ne
maksatla yapılırsa yapılsın çok çirkin bir davranıştır ve ağır bir suçtur. Buna
rağmen insanlar çeşitli zaaflar ve etkiler sebebiyle bu günahı da
işleyebİlmektedİrler. Âyetler bir yandan suçu engelleyecek yaptırımlar
getirirken diğer yandan bu günaha bulaşmış İnsanlara telâfi yollarını telkin
etmektedir. Telâfi yollarının en önemlisi pişman olmak, bir daha yapmamaya
azmetmek ve Allah'tan af dilemektir. Günahın büyüklüğü ne olursa olsun tövbe
kapısı açıktır. Allah Teâlâ çokça affeden, tövbeleri hep kabul eden mânasında
"tevvâb" adını hatırlatarak samimiyetle tövbe edenleri
bağışlayacağını zımnen vaat etmektedir. [21]
Meali
11.0
iftirayı atanlar içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın, aksine
bu hakkınızda hayırlıdır. Onların her biri işlediği günahı yüklenecektir.
İçlerinden günahın büyüğünü üstlenen için ise büyük bir azap vardır. 12. Bunu
işittiğiniz zaman mümin erkekler ve kadınların birbiri hakkında hüsn-i zan
beslemeleri ve "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi? 13.
Dört şahit getirseler ya! Şahit getirtmiyorlarsa onlar, Allah nez-dinde
yalancıların ta kendileridir. 14. Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın lütfü ve
rahmeti hep sizinle olmasaydı içine daldığınız günah yüzünden size büyük bir
azap gelecekti. 15. Çünkü siz, iftirayı dilden dile yayıyor, hakkında bilgi
sahibi olmadığınız bir şeyi ağızlarınızla söylüyorsunuz; bunu da önemsiz
sanıyorsunuz; halbuki Allah katında o büyük bir şeydir. 16. O kulağınıza
geldiğinde "Bunu konuşmak bize yakışmaz, fesübhânallah, bu apaçık bir
iftiradır" deseydiniz ya! 17. Eğer gerçek mümînlerseniz Allah size, bir
daha asla böyle bir şey yapmamanızı öğütlüyor. 18. Allah size âyetleri
açıklıyor; Allah ilim ve hikmet sahibidir. 19, Müminler arasında ahlâksızlığın
yaygınlaşmasını isteyenlere dünyada ve âhirette can yakıcı bir ceza vardır.
Allah bilir, siz bilmezsiniz. 20. Ya Allah'ın size lütfü ve rahmeti
ulaşmasaydı, ya Allah çok şefkatli, çok merhametli olmasaydı!.. [22]
Tefsiri
11-20. Hem Hz. Peygamber'in aile hayatını ve yakınlarıyla ilişkilerini daha
iyi anlayıp kavramamızı sağlamak hem de aile hayatına, iffet ve namusa değer
veren topluluklarda çokça rastlanan iftira olayı karşısında müminlerin nasıl
bir tavır ve yaklaşım içinde olmaları gerektiği konusunda yol göstermek için
indirilmiş olan bu âyetler, Hz. Âişe'nin de katıldığı bir yolculuk olayına ve
bazı münafıkların bunu fırsat bilerek onun hakkında uydurdukları bir düzmeceye
atıfta bulunmaktadır. Müslim'in[23] genişçe
rivayet ettiği olayın özeti şöyledir: Hz. Peygamber hicretin 6. yılında (Benî
Müstalik diye de anılan) Müreysî' seferine çıkarken her zaman yaptığı gibi
eşlerinden birini -bu defa Hz. Âişe'yi- yanına almıştı. Daha önce Peygamber
eşlerinin başkalarıyla ancak perde arkasından görüşüp konuşmalarıyla ilgili
emir gelmiş bulunduğundan (Ahzâb 33/53) Hz. Âişe, deve üzerine kurulmuş çadır
benzeri bir yerde (perdeli mahfede) seyahat ediyordu. Dönüşte Medine'ye
yaklaşıldığında bir yerde istirahat edilmiş ve gece hareket emri verilmişti. Bu
sırada Hz. Âişe ihtiyacını gidermek İçin biraz uzaklaşmış, yerine geldiğinde
değerli bir kolyesinin düşmüş olduğunu farketmiş, aramak için tekrar gitmiş,
epeyce aradıktan sonra bulup dönmüştü. Bu arada görevliler Hz. Âişe'nin kapalı
mahfesini kaldırıp deveye yüklemişler, onun mahfenin içinde olmadığını
anlayamamışlardı. Hz. Âişe dönüp de kafilenin gitmiş olduğunu görünce,
farket-tiklerinde "Beni burada ararlar veya arkayı toparlayarak gelen kişi
beni burada bulur" diyerek olduğu yerde oturmuş, beklemeye koyulmuş,
beklerken uyku bastığı için de uyuyakalmıştı. Birliğin arkasını emniyete almak
ve toparlamak üzere görevlendirilmiş bulunan Safvân isimli sahâbî konaklama
yerinden geçerken bir karartı görmüş, yakınına geldiğinde onun Hz. Âişe
olduğunu anlayınca "İnnâ 1İ1-lâh..," diye seslenerek uyandırmış,
devesini çökertip kendisi biraz uzaklaşmış, Hz. Âişe deveye binmiş, yola
koyulmuşlar ve öğle üzeri istirahat etmekte olan kafileye yetişmişlerdi. Hadise
bundan ibaret olduğu halde başta meşhur münafık Abdullah b. Übey b. Selûl olmak
üzere küçük bir grup olayı kötü yorumlayarak olmadık bir iftira ürettiler: Hz.
Âişe İle Safvân arasında çirkin bir olay yaşandığım söylediler ve bunu halk
içinde yaymaya başladılar, Hz. Âişe Medine'ye gelince hastalanmış, bir ay kadar
yatmıştı. Dedikodudan haberdar olamadı, nihayet bir vesile ile İftira onun da
kulağına geldi. Beyninden vurulmuşa dönen Âişe üzüntüsü yüzünden yeniden
hastalandı, meseleyi ailesinden öğrenmek maksadıyla Hz. Peygamber'den izin alıp
baba evine gitti. Annesi, eşi tarafından sevilen, kumaları bulunan her güzel
kadın için böyle dedikoduların yapılabileceğini söyleyerek kızını teselli
etmeye çalıştıysa da Âişe günlerce ağladı. Bu arada Hz. Peygamber yakınları ile
istişarede bulundu, hepsi Hz. Âİşe'nin lehinde konuştular; Hz. Ali de aleyhinde
bir şey söylememekle beraber "kadın kıtlığının bulunmadığını" ifade
etti ve evin hizmetçisinden tahkik etmesini tavsiye etti. Hizmetçi Hz. Âişe'yi
savundu. Yeterince araştırma, soruşturma yaptıktan sonra Hz. Peygamber mescide
geldi, minbere çıkarak hem eşi hem de Safvân hakkındaki müsbet kanaatini ifade
etti. Baş iftiracıdan şikâyette bulundu, cemaatin görüşüne başvurdu. İftiracıyı
cezalandırma konusunda, İslâm öncesinden kalma kabilecilik gayretiyle ileri
geri sözler söylendiği için konuşmayı bu noktada kesti. İftira atılalı bir ay
geçmiş olmasına rağmen konu hakkında bir vahiy gelmemiş, âdeta bu büyük
imtihanın süresi kasıtlı ve hikmetli olarak uzatılmıştı. Bir ayın hitamında Hz.
Peygamber eşini görmek üzere kayınpederi Ebû Bekir'in evine geldi, burada aile
arasında şu konuşma geçti:
Hz.
Peygamber:
-
"Âişe, senin hakkında bana şunları, şunları söylediler. Eğer sen masum
İsen Allah bunu ortaya çıkaracak, seni bu iftiradan arındıracaktır. Eğer bir
günaha bu-laştıysan Allah'tan af dile, tövbe et; çünkü kulu suçunu itiraf
ederek Allah'a tövbe ederse O bağışlar "
Bu
sözleri işitince kendine gelen ve göz yaşlan kesilen Hz. Âişe, önce babasının,
sonra annesinin cevap vermelerini istedi; onlar "Biz Resûlullah'a karşı ne
diyebiliriz?" deyince kendisi şöyle konuştu: "Öyle anlaşılıyor ki siz
bunları işittiniz ve inandınız. Allah benim suçsuz ve günahsız olduğumu
biliyor, ancak ben size 'yapmadım' desem inanmayacaksınız, 'yaptım' desem
inanacaksınız. Durumumuz Hz. Yûsuf un babasının durumuna benziyor, o şöyle
demişti: "Artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız
karşısında, yardım edecek olan ancak Allah'tır"[24] Hz. Âİşe bunları söyledikten sonra kırgın
olarak yatağına uzandı, arkasını dönüp örtüsünü başına çekti, İşte tam bu
sırada vahiy işaretleri belirdi, durumu açıklığa kavuşturan, İftiracıların
yüzünü karartan on âyet (11-20) nazil oldu.
"İftira
kandan çetindir" diye bir atasözü vardır. Toplum hayatını dinamitleyen,
dostlukları bitken, aile facialarına yol açan, cinayetlere sebep teşkil eden bu
ahlâksızca davranışı engellemek ve müminleri eğitmek üzere söz konusu edilen
meşhur iftira olayında büyük ders ve ibretler vardır. Bu âyetlerle iftira
edenlere, iftiraya uğrayanlara, iftirayı duyanlara nasıl davranmaları gerektiği
konusunda ders ve öğütler verilmiş, İslâm ahlâkının önemli ilkeleri bu vesile
ile bir daha hatırlatılmıştır. Bu arada müslümanlann içine sızmış bulunan bazı
münafıkların perdeleri düşmüş, kötü duygularına mağlûp olan veya dedikoduya
kapılan birkaç mümin de büyük bir imtihan geçirmiş, sonra tövbe ederek
temizlenmişlerdir. Bazı rivayetlere göre bunlara iftira cezası da
uygulanmıştır. Sonuç olarak iftira olayı derin üzüntülere sebep olsa da manevî
getirişi bakımından müminlerin hakkında hayırlı olmuştur.
19.
âyette söz konusu edilen "ahlâksızlığın yaygınlaşması" ifadesi, hem
fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin
yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır.
Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki
gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta
ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet
konusu olur; çirkin ve kötü olaylar İse yalnızca gerektiği kadar dile getirilir
ve erdem ölçülerine göre değerlendiriIİr, mahkûm edilir, ıslah çareleri
üzerinde durulur. Topluluk içinde erdemsizliğin yaygın hale gelmesi öncelikle
yasaklar ve cezalarla değil, toplumun erdem ve erdemsizlik karşısında takındığı
tavırla engellenebilir. [25]
Meali
21.
Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytana ayak uydurursa bilsin
ki o edepsizliği ve kötülüğü emreder. Allah'ın lütfü ve rahmeti sizinle
olmasaydı içinizden hiçbir kimse günahtan asla arınamazdı,fakat Allah
dilediğini arındırır; Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. 22. İçinizden
yardım sever ve zengin olanlar akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda hicret
edenlere artık bir şey vermeyeceğiz dîye yemin etmesinler. Bağışlasınlar, hoş
görsünler; Allah'ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah çok
bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir. 23. İmanlı, saf ve namuslu kadınlara iftira
atanlar dünyada ve âhirette lanetlenmişlerdir, onlara büyük bir ceza vardır.
24.0 ceza gününde dilleri, elleri ve ayakları, yapıp ettikleri hususlarda aleyhlerine
tanıklık edecektir. 25. O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tastamam
verecektir ve onlar Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır. 26. Pis
şeyler pis olanlar içindir, pis olanlar da pis şeylere lâyıktır. Temiz şeyler
temiz olanlar içindir, teiniz olanlara da temiz şeyler yakışır. Onlar,
iftiracıların kendileri hakkında söylediklerinden uzaktırlar; onlar için bir
bağışlama, değerli bir nasip vardır. [26]
Tefsiri
21. Dünyada kul imtihandadır. İmtihanda başannın önemli iki engeli nefis ve
şeytandır. Dinin irşadı, verdiği bilgi ve eğitim bu iki engele karşı çok önemli
bîr ilâhî yardımdır. Bu yardımdan mahrum olanların, daha doğrusu bilgi ve
akıllarını gerektiği gibi kullanmayarak, iman edip ilâhî irşada kulak
vermeyerek kendilerini bu yardımdan mahrum bırakanların temiz bir defterle (iyi
bir imtihan kâğıdı) dünya hayatını noktalamaları imkânsız gibidir. Allah'ın,
kulları manen temizleyen bir büyük lütfü da hayat boyunca tövbe kapısını açık tutması,
tövbe eden kullarını bağışlaması, tövbekarlara temiz ve beyaz bir defter
açmasıdır. [27]
22. Yukarıda (11. âyet) geçen iftiranın başını Abdullah b. Übey çekmiş, bir
iki erkek ile Peygamberimiz'in eşi Zeyneb bint Cahş'ın, Hz. Âişe'yi kıskanan
kız kardeşi Hanine de bu çirkin iftiranın yayılmasına sebep olmuşlardı.
Erkeklerden biri, Hz. Ebû Bekir'in halasının oğlu olup kendisine devamlı
yardımda bulunduğu Mistah idi. İddianın iftiradan ibaret olduğu kesinleşince
Hz. Ebû Bekir, bu nankör yakınına artık yardım etmeyeceğine yemin etti. Bu âyet
nazil olunca da "Vallahi Allah'ın beni bağışlamasını arzu ederim, bunu her
şeye tercih ederim" diyerek yeminini bozdu ve yardıma devam karan aldı.
İslâm ahlâkında "kötülüğe karşı iyilikle muamele etmek" kuralı
vardır. Fıtratı, temel insanlık nitelikleri bozulmamış insanları ıslah etmenin,
kötü yoldan çevirmenin, yeniden erdemli topluluğa katmanın yollarından biri de
budur. [28]
23-25. İftiraya uğrayanlar her zaman Hz. Âişe kadar şanslı olamazlar,
kendilerini temize çıkaramaz, iftiranın izini silemezler. Bu sebeple hem
iftiraya uğrayıp temize çıkamayanların teselliye ihtiyaçları vardır hem de
dünyada ettiklerinin yanlarına kaldığını zannedenlere bir manevî yaptırım
gerekmektedir. Bu dünya fânidir, ebedî âlemde hesap, kitap, mahkeme, şaşmaz
adalet, reddi kabil olmayan tanıklıklar, İspat vasıtaları, dünyadaki ile kıyas
kabul etmez büyük cezalar vardır. İftira edenlerin imanları varsa bunları ve
dünya hayatını lanet içinde geçirdiklerini düşünmeleri gerekir. İftiraya
uğrayanlar da bu dünyada masum olduklarını İspat edemedikleri için üzülseler
bile kendilerini yiyip bitilmesinler; bilsinler ki Allah, dünyada yakalarını
kurtaran iftiracılara cezalarının tamamını âhirette verecek, onları cümle
alemin önünde rezil rüsvâ edecektir. [29]
26. Ağırlıklı yoruma göre "pis (habîs) olanlar"dan maksat, kadın
olsun, erkek olsun temiz ve iffetli müminlerdir. "Pis şeyler"den
maksat da iftira, yalan, gıybet gibi çirkin söz ve davranışlardır. Pisi kötü,
temizi ise iyi erkekler ve kadınlar şeklinde yorumlayanlar da olmuştur.
Bu
âyette iki önemli işaret vardır: 1, İnsanlar kimlerle düşüp kalktıklarına dikkat
etmelidirler. Dedikodu, gıybet, iftira eden, edepsizlik yapan, edepsizliği
ta-büleştirecek davranışlarda bulunan kimseler "pislerdir, ahlâksızlardır,
kötülerdir"; onlarla düşüp kalkanlar da giderek onlara benzerler. 2. Hz.
Peygamber Allah'ın sevgili kulu ve elçisi, ümmetin sevgi ve ahlâk rehberi,
insanlığa rahmet müjdesi bir kâmil İnsandır. Onun eşlerinin de kendi
ölçülerinde erdemli ve kâmil olmaları gerekir; Allah, Resulü"nü
ahlâksızlarla dost ve beraber olmaktan korumuştur. Bu gerçek de Hz. Âişe'nin
yapılan iftiradan berî olduğuna bir başka kanıt olmaktadır. [30]
Meali
27.
Ey iman edenler! Kendinizi tanıtıp izin almadan ve içinde oturanlara selâm
vermeden kendi evlerinizden başka evlere girmeyin. Sizin için daha iyi olam
budur; umulur ki düşünüp anlarsınız. 28. Eğer o erlerde bir kimse bulamazsanız
-size izin verilmedikçe- oralara girmeyin. Size "Kabul edemiyoruz,
dönün" denirse hemen dönün; bu sizin için daha nezih bir davranıştır.
Allah bütün yaptıklarınızı bilmektedir, 29. İçinde kimsenin oturmadığı ve
kendinize ait eşya bulunan evlere girmenizde sizin için bir salonca yoktur.
Allah açıkladığınızı da bilir, gizlediğinizi de! [31]
Tefsiri
27-29. İffet ve namusla ilgili iftirayı yasaklayan, bu davranışın ne kadar
büyük bir günah ve ağır bir suç teşkil ettiğini açıklayan âyetlerden sonra ve
İffeti korumak için tedbirler getiren âyetlerden önce her iki konuyla da
sebep-sonuç ilişkisi bulunan bir konuya yer verilmektedir: Başkalarının
evlerine girip çıkma kuralları. Başkalarının evlerine girme konusunda bazı
kurallara ve ihtiyat tedbirlerine uyulmaması halinde hem girip çıkanları
görenlerin suizanna kapılmaları ve tecessüs duygularının tahrik edilmesi hem de
girip çıkanların bazı aile sırlarına vâkıf olmaları, ailenin görülmesini
istemediği bazı şeyleri görmeleri, o anda veya ileride bazı olumsuz ve yasak
duyguların, niyetlerin oluşması gibi kötü sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Bugün
şehirlerde, elektriğin ve elektronik araçların bulunduğu binalarda oturanlar,
gelenlerle konuşmak, kimliklerini sormak, hatta onları görmek, buna göre kapıyı
açmak veya açmamak imkânlarına sahip bulunmaktadırlar. Böyle imkânların
bulunmaması halinde kapıya gelenin bazı kurallara kendiliğinden riayet etmesi
ve edebe aykırı yollara tevessül etmemesi gerekir.
Belli
kimselerin oturmasına mahsus bulunmayan, ya boş olan veya hanlar,
kervansaraylar, oteller, abdesthaneler, dükkânlar gibi her isteyenin girip
çıkmasına, oturup kalkmasına, alışveriş yapmasına açık bulunan yerlere girmek
için yukarıdaki usule göre izin almak gerekli değildir. "İçinde kendinize
ait eşya bulunan" şeklinde çevirdiğimiz ifadeyi, "faydalanmanıza açık
bulunan" şeklinde de anlamak mümkündür. Yukarıdaki örnekler bu anlayışa
uygun bulunmaktadır. Bizim çevirimize uygun örnek ise sahipleri tarafından
terkedilmiş ve içine başkaları tarafından yakacak vb. eşya konmuş binalardır ve
yerlerdir.
Câhilİye
dönemiyle İslâm'ın ilk yıllarında insanlar birbirlerinin evine girerken
"iyi sabahlar, iyi akşamlar" gibi iltifat ifadeleri kullanmakla
birlikte bu konularda muaşeret kurallarına yeterince önem verilmiyor, baskın
yapar gibi evlere dalanlar oluyor; sık sık rahatsız edici, hatta utanç verici
durumlarla karşılaşılıyordu[32] Daha sonra,özellikle konumuz olan âyetler ile
diğer âyet ve hadislerde evlere girerken izin İsteme ve izin verme konularında
özel hükümler getirilmiş; böylece meskenlerin mahremiyeti ve dokunulmazlığı,
bireyin ve ailenin saygınlığı korunmak istenmiştir. Kaynaklarda izin konusunda
bilhassa şu hususlar üzerinde durulmaktadır: a) Yukarıda belirtilen istisnaî
yerler ile kural olarak sahibince veya yetkili kişi ve makamlarca söz, İşaret,
yazılı belge, tabela vb. yollarla girilmesine izin verilen yerler dışındaki
mahallere, özel ve mahrem mekanlara izin almadan girilemez. Ancak bîr hadiste
belli bir zamanda bir yere gelmesi için davet edilen kişinin belirtilen zamanda
o yere girmesi için izin alması gerekmediği ifade edilir. [33] b) Hz, Peygamber'in belirlediği bir kurala
göre bir yere girmek için izin isteyen kişi bu isteğini en çok üç defa tekrar
etmeli, buna rağmen izin ifade eden bir karşılık alamazsa dönüp gitmelidir. [34] Ancak sesinin duyulmadığını düşünen kimsenin
izin talebini üçten fazla tekrar edebileceği belirtilmektedir. [35] c)
Konumuz olan 27. âyette izin isterken ev halkına ayrıca selâm verilmesi de
istenmiştir. Hz. Peygamber'in böyle durumlarda genellikle selâm verip kendisini
tanıtarak izin istediği bildirilmektedir. [36] 27.
âyetin söz dizilişinde selâm izin
istemeden sonra gelmektedir. Bununla birlikte âyetteki sıranın bağlayıcı
olmadığı, duruma göre önce selâm verip kendini tanıttıktan sonra izin istemenin
mümkün olduğu görüşü de vardır. [37] Hz. Peygamber'in, izin almadan huzuruna giren
birini, "Dışarı çık, 'Selâmım aleyküm, girebilir miyim?' de" şeklinde
uyarırken önce selâmı zikrettiği görülmektedir (Dâ-rimî, "Salât",
88). d) İzin İsteyen kişi içeridekilere kendisini açıkça tanıtmalıdır. Nitekim
Resûl-i Ekrem, içeri girmek isteyen birine kim olduğunu sorunca bu kişinin
"Benim" demesine canı sıkılmış, "Sen de kimsin!" diyerek
yaptığının yanlışlığını hatırlatmıştır[38] Bu durumda kapı tokmağım kullanma, zil çalma,
megafonla seslenme gibi modern imkanlardan yararlanırken de kendini açıkça
tanıtmak gerekmektedir, e) Bir kimsenin izinsiz girmesi caiz olmayan yeri iyi
niyetle de olsa kapı aralığından veya pencereden gözetlemesi de caiz değildir.
Zira izin isteme hükmünün konuluş sebebi, aile mahremiyeti gibi ilgililerin
görülmesini istemediği mahremiyetleri yabancı gözlere karşı korumaktır. [39]
Müminlerin casusluk yapar gibi birbirlerinin mahrem durumlarını araştırmalarım
yasaklayan âyetin[40] bu
konuyla da İlgili olduğu kabul edilmektedir. Hz. Peygamber, birinin bu şekilde
evini gözetlediğini görünce onu sert bir dille uyarmıştır. [41]
Meali
30.
Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini
korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Allah onların bütün
yaptıklarından haberdardır. 31. Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan
sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Açıkta kalanlardan başka süslerini
gösterme-sinler. Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar. Kocaları,
babaları, kocalarının babaları, kendi oğullan, kocalarının oğulları, erkek
kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğullan, kız kardeşlerinin oğulları, kendi
kadınları, hizmetlerinde bulunan köleler ve cariyeler, cinsel arzusu bulunmayan
erkekler, kadınların cinselliklerinin farkında olmayan çocuklar dışında kimseye
süslerini göstermesinler. Yürürken, gizledikleri süsleri bilinsin diye
ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah'a tövbe edin, umulur ki
kurtuluşa erersiniz! [42]
Tefsiri
30. Aile yalnızca insanların içinde doğup büyüdükleri bir mekân olmayıp
aynı zamanda önemli bir sosyal birim ve eğitim ocağı olduğu için İslâm ona çok
önem vermiş, korunup gelişmesi, vazifesini hakkıyla yerine getirmesi için
birçok tavsiyede bulunmuş, kurallar koymuştur. Ailenin korunabilmesi için
vazgeçilmez şart eşlerin gözlerinin dışarıda olmaması, karşılıklı sadakat,
güven ve iffettir. İnsanoğlunun en güçlü güdülerinden ve duygularından biri,
İslâmî kaynaklarda şehvet diye ifade edilen kavram kapsamına giren cinsel güç
ve arzudur. Bu arzunun meşru yoldan yani evlilik birliği içinde tatmin
edilmesine izin verilmiş, meşru olmayan yollardan tatmin ise ayıp ve günah
sayılarak yasaklanmıştır. Cinsel hayat yalnızca cinsel ilişki değildir; cinsel
ilişki dışında kalan "şehvetle bakma, koklama, dokunma, düşünme ve hayal
etme" gibi davranış ve ilişki çeşitlerinin, cinselliği kışkırtan etkileri
vardır. Aileyi korumak için iffet ve sadakati öngören Kur'an, bunları sağlamak
ve korumak için yalnızca zinayı değil, insanı zinaya götüren adımlan da
yasaklamıştır. Sûrenin buraya kadar geçen âyetlerinde zikredilen zina ve İffete
iftira cezası, lânetleşme tedbiri, namusla ilgili konularda dedikodu yapmanın,
ahlâksızlığa karşı umursamazlık kazandıracak davranışların kınanması,
başkalarının evlerine İzinsiz girip çıkmanın yasaklanması hep iffetin ve
ailenin korunmasına yönelik tedbirlerdir. Bu cümleden olarak 30 ve 31.
âyetlerde de cinsel arzuyu uyandıran ve kamçılayan ısrarla veya şehvetle bakma,
bedenin cinsiyet duygularını tahrik eden kısımlarını açıkta bırakma, sergileme
gibi davranışlar ele alınmakta ve bu konulara dair sınırlamalara yer
verilmektedir. Buradaki emir ve yasakların "tavsiye niteliğinde mi yoksa
kesin ve bağlayıcı mı" olduğu sorusuna cevap aranırken göz önünde
tutulması gereken önemli husus, zina ile yasaklanan davranış arasındaki
sebep-sonuç veya etkileşim ilişkisidir.
"Gözlerini
haramdan sakınsınlar" şeklinde çevrilen kısmın tercümeye tam olarak
yansıtılması mümkün bulunmayan aslında, "mutlak veya genel olarak bakmayı
değil, insanı harama götürebilecek bakışları" meneden bir mâna, bir nüans
vjrd:r. Nitekim sevgili Peygamberimiz Hz. Ali'ye hitaben "Bir baktığında
arkadan ?ç- daha bakma, birinci bakış hoş görülür ama ikinci bakışa hakkın
yoktur"[43] buyurarak bu mânaya açıklık getirmiştir.
"İffetlerini
korusunlar" cümlesindeki iffet kelimesinin âyetteki karşılığı
-ferc"dir. Fere kelimesi hakikat olarak cinsel organlar, mecaz olarak da
iffet ve namus demektir. Zemahşerî'nin benimseyerek bazı tefsircilerden
naklettiğine göre, "Kur'an'da fercin korunması istendiğinde bundan maksat
zinadan korunmasıdır, yalnızca bu âyette maksat gözden korumak ve bunun için
örtmektir. Tabiatıyla gözden koruma emri, evleviyetle onu zinadan da korumayı
içermektedir" (III, 180).
Uygulama
ve yorumlara dayalı açıklamalara göre erkeklerin gözlerden korumaları gereken
organları (fercleri) yalnızca cinsel organları değil, bunlarla birlikte diğer
avret yerleridir, yani göbekleriyle diz kapaklan arasında kalan bölgedir.
Sınırlarda ietihad farklılıkları vardır; Göbeği ve diz kapaklarını (baldırlar
dahil) avret saymayan müetehidler de bulunmaktadır. Ebû Hanîfe'ye göre göbek
değil de dizler avrettir. İmam Mâlik gibi erkeklerin baldırlarını kapatılması gereken
yer (avret) saymayan müetehidler, Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadise
dayanmaktadırlar ("Salât", 12). Bu sınırlar erkekler arasında riayet
edilmesi gereken sınırlardır. Erkeğin yabancı (nikâh düşen) kadından sakınması
gereken yerleri farklıdır. Burada yasak smın, normal şartlarda karşı tarafı
tahrik edebilecek, ona karşı cinsel cazibeyi arttıracak takılar, kokular, vücut
teşhiri gibi nesneler ve davranışları da İçine almaktadır. [44]
Zina
fiili iki taraflı olduğundan, korunmak ve kaçınmak için gayret göstermek,
tedbir almak da iki taraflı olmak durumundadır. Bu sebeple âyetlerde önce
erkeklere, sonra da kadınlara ayrı ayrı hitap edilmiş, böylece her bir cinsin
korunmak için üzerine düşeni yapması gerektiğine dikkat çekilmiştir. [45]
31. Kadınların da iffetlerini korumaları, bunun için avret yerlerini
örtmeleri ve zina etmemeleri emredildikten sonra ek olarak onlara, istisna
edilen kimselerden başkasına süslerini göstermemeleri ve başörtülerini yakalan
üzerinden bağlamaları yükümlülüğü getirilmiştir. Bu hükmün iyi anlaşılabilmesi
için dört hususun açılması gerekmektedir: Süs, açıkta kalan süs, başörtüsünün
yaka üzerinden bağlanması ve istisnalar.
"Süs"
diye çevrilen ziynet kelimesi Kur'an'da "elbise, takı, hoşa giden, güzel
bulunan nesneler, insanı maddî veya manevî olarak güzelleştiren şeyler" mâtin
elbise olması mümkün değildir; çünkü Örtünme onunla yapılacaktır. Bazı
tef-sircüer böyle yorumlamış olsalar bile takılarının kastedilmiş olması da
mümkün değildir; çünkü kadının vücudunda olmayan takısına bakmak ittifakla
caizdir. Geriye kalan ihtimal onun vücududur. Bu mânanın kastedilmiş olmasının
maddî aklî delili genellikle kadın vücudunun güzel ve çekici bulunmasıdır.
Naklî delili ise "Süslerini göstermesinler" cümlesinin hemen arından
"başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar" buyurulmasıdır.
Buradaki mantık bağından zorunlu olarak, kadın vücudunun (nassa göre boyun,
gerdan ve göğsü) ziynet, yani süs ve avret olduğu sonucu çıkmaktadır.
Kur'an
kadının vücuduna ziynet diyerek örtülmesini emrettiğine göre eğer âyette
istisnalar gelmeseydi vücudun tamamının herkese karşı örtülmesi gerekecekti.
İstisnalar iki ruhsat ve imkân getirmektedir; 1. Dışarıda kalan yerler
örtül-meyecektir. 2. Örtünün içinde kalan kısımlar da bazı kimselerin yanında
açılabilecektir.
"Dışarıda
kalan süs"ün neyi ifade ettiğini belirleyebilmek için tefsirciler nakil
(hadis) ve akıl (örf, âdet ve İhtiyaç) delillerine başvurmuşlardır. Rivayet
edilen hadisler içinde konumuz bakımından en belirleyici olanı, Hz.
Peygamber'in, İçini gösteren ince bir elbise giymiş olan baldızı Esmâ'ya
hitaben "Esma, bir kız ergenlik çağına gelince onun -ellerini ve yüzünü
göstererek- şuralarından başka yerlerinin görülmesi caiz değildir"
buyurmasıdır[46] Ancak bu hadis sened ve metin bakımlarından
tenkit edilmiş, sağlam bulunmamıştır. [47] Bir
başka hadis Buhârî'nin, başörtüsüyle ilgili âyetini tefsir ederken rivayet
ettiği ve meali aşağıda gelecek olan hadistir. Bunun râ-vileri sağlam olmakla
beraber "dışarıda kalan yerler" konusunda belirleyici bir yanı
yoktur. Bize göre de sağlam olan yol örfe, uygulamaya, ihtiyaca ve amaca
birlikte bakılarak istisnanın tammlanmasıdır. Râzî bu konuda Kaffâl'den şunları
nakletmektedir: "Açıkta ve dışarıda kalan demek, insanın yaşayan yaygın
âdete göre örtmediği, örtünün dışında bıraktığı yerler demektir; bu da
kadınlarda yüz ve eller, erkeklerde ise yüz, kollar, ayaklar gibi organlardır.
Buna göre insanlar, açılmasına ihtiyaç ve zorunluluk bulunmayan yerlerini örtme
emrini almışlardır, açılması âdet haline gelmiş ve bunda zorunluluk bulunan
yerlerini açmalarına da izin verilmiştir. Çünkü İslâm'ın yüklediği ödevler
insan tabiatına uygundur, kolaydır ve müsamahalıdır" (XXIII, 205).
Muhammed Esed, Kaffâl'in sözlerini, "açılması için ihtiyaç ve zaruret
bulunan" kısmını atlayarak "kişinin hâkim örfe uyarak açık
tutabileceği" şeklinde naklettikten sonra şöyle bir yorum getirmektedir:
"... kullanılan ifadedeki kasdî belirsizlik (yahut çok anlamlılık) bu
hususta, insanın ahlâkî ve toplumsal gelişiminin gereği olarak ortaya çıkan
zamana bağımlı değişikliklerin göz önünde bulundurulduğunu göstermektedir...
Mesajın özü onların (erkek ve kadın) haramdan gözlerini çevirmeleri ve
iffetlerini korumaları noktasında düğümlenmektedir; kişinin yaşadığı çağda,
Kur'an'ın toplumsal ahlâk konusunda getirdiği ilkeleri göz önünde tutarak, dış
görünüşünde, giyim kuşamında göstermek zorunda olduğu dikkatin sınırlarını da
bu ölçü belirlemektedir" (II, 713).
Bize
göre Kaffâl'in İfadesinden böyle bir yoruma ulaşılamaz. Esed'in kendi düşüncesi
olarak kabul etmemiz gereken yoruma da katılmamız mümkün değildir; çünkü hâkim
örfün İslâmî değer ve sınırlardan bağımsız olarak oluşması ve değişmesi
mümkündür. İffeti koruma ilkesi, bu şekilde oluşan bir örfe (daha doğrusu
âdete, modaya) karşı tavır almayı, direnmeyi gerektirebilir. Bugün birçok
ülkede ve toplumda ahlâk, estetik anlayışa tâbi olmuştur, sanat için soyunmak
ahlâka aykırı sayılmamaktadır. Başkalarının soyunması müslümanların da biraz
açılmalarını gerektirmez. Çoğulcu bir toplum yapısında kendi değerlerini
yaşamak durumunda olan müslümanlar, İffetlerini korumak için modanın değil,
ihtiyacın gerektirdiğinden ve bu sebeple topluluğun âdet haline getirdiğinden
daha fazla açılmazlar. Çünkü karşı cinse ilgi duymak ve bu duygunun görme,
dokunma, baş başa kalma gibi durumlarda daha etkili hale gelmesi insan
tabiatının gereğidir; bunun değişmesi ise fıtratın bozulması demektir.
Kaffâl'in yorumuna göre süsü (ziynet) örtü dışında bırakmanın, birbirine bağlı
iki sebebi vardır: a) Buna ihtiyaç bulunmaktadır, b) Bu ihtiyaç sebebiyle
örtülmemesi âdet haline germiştir. İleride örneklerini göreceğimiz başka açma
İzinlerinde de eski fıkıhçılar hep bu "ihtiyaç" sebebine atıfta
bulunmuşlardır. Örtünme emrinin gerekçesi olan "iffeti koruma"
ilkesini de devreye soktuğumuzda şöyle bir genel (âdet ve modanın değişmesine
bağlı olarak zaman içinde değişmeyen) kural ortaya çıkmaktadır: "Erkek ve
kadın, karşı tarafa cinsel cazibesi olan yerlerini göstermemelidir; iffeti
korumak için bu tedbir gereklidir. Cazibeli olmasına rağmen açılabilecek yerler,
buna ihtiyaç bulunduğu için açılması âdet haline gelmiş bulunan
yerlerdir." Bu anlayışımızın Kur'an'dan delili, İslâm öncesi kadınlarında
açık bırakılması âdet olduğu halde "baş, boyun, gerdan ve kısmen
göğüsün" kapatılmasının emredilmiş bulunmasıdır; yani hâkim örf, iffeti
korumak bakımından uygun bulunmamış ve değiştirilmiştir.
"İhtiyaç
sebebiyle açıkta kalan, örtme mecburiyeti bulunmayan yerler" belirlenirken
yüz ve ellerde ittifaka yakın bir ortak yorum oluşmuştur. İhtiyacın takdirinde
farklı düşünüldüğü için daha başka yerlerin açılması hususunda ise farklı
görüşler vardır: a) Uzun olduğu için kulakların hizasından aşağıya sarkan
saçlar bazı Hanefî fıkıhçılara göre açıkta kalabilir, b) Ebû Yûsuf a göre
dirseklere kadar kollar da örtiilmeyebİlir; çünkü kadınların hamur yoğurma,
çamaşır yıkama gibi işlerde bu kısmı açmaya ihtiyaçları vardır; yani açmazlarsa
rahatsız olurlar, c) Ayaklar Ebû Hanîfe'ye göre kapatılması gereken süse dahil
değildir. [48] d) Etek boyu (ayaklardan yukarıya doğru
sınır) konusunu üç unsur etkilemiş görünmektedir: 1, Yerde sürünen eteklerin
büyüklenme işareti sayılıp yasaklanması, 2. İhtiyaç, 3. Süsün açılması (iffetin
korunması). Hz. Peygamberin bir eşinin sorması üzerine yaptığı tarif ile kızı
Fâtıma üzerindeki bir uygulaması eteklerin, topuklardan bir karış yukarıya
kadar olabileceğini göstermektedir. [49] e) Cariyelerin nerelerini örtü dışında
bırakacakları konusunda bir nas (âyet, hadis) yoktur. Tefsirciler ve fıkıhçılar
azdan çoğa doğru açabilecekleri yeleri belirlerken (en geniş sınırlama, göbek
diz arası hariç bütün vücut şeklindedir) ihtiyacı, sahabe uygulamasını ve
cariyelerin hür kadınlar kadar cazip olmadıkları şeklindeki -o tarihe ait
olabilecek- vakıayı dayanak yapmışlardır. [50]
"Başörtülerini
yakalarının üzerinden bağlasınlar" emri, bir Câhiliye âdetini
değiştirmekte, kadınların uygun bir örtüyle başlarını, boyun ve göğüslerini
örtmelerini gerekli kılmaktadır. Bu emirden önce kadınların çoğu, eski
âdetlerine uyarak başlarına aldıkları Örtünün uçlarını omuzlarının arkasına atarlar
ve ön tarafı açık bırakırlardı. Hz. Âişe'nûı anlattığına göre bu âyet tebliğ
edildiğinde camide bulunan kadınlar hemen alt giysilerinden (izar) birer parça
yırtarak bunu başörtüsü yapmışlar ve istenen yerleri kapatmışlardı. [51]
Bundan
sonra, "kocaları, babalan... dışında..." denilerek yabancılara
gösterilmesi caiz olmayan süsleri görmelerinde sakınca bulunmayan hısım
akrabanın (bu mânada istisna edilenlerin) açıklanmasına geçilmiştir. [52]
a) Kan koca arasında şehvetli şehvetsiz bakma, görme ve dokunma bakımından
bir sınır yoktur. Koca dışında kalan ve kadına hayat boyu evlenmesi haram olan
erkek akraba, bakma ve dokunma bakımından koca ile yabancılar arasında üçüncü
bir konumda bulunmaktadırlar. Bunların cinsel organlara bakmalarının caiz
olmadığında ittifak vardır. Göbek diz arası bölge dışında kalan yerler
konusunda ise fıkıhçılar tarafından uygulama, ihtiyaç, ziynet ve şehvet
ihtimali (iffeti koruma amacı) farklı değerlendirildiği için farklı
sınırlamalar yapılmıştır. [53]
b) "... kadınları" ifadesi iki şekilde anlaşılmıştır: 1. Bundan
maksat müslüman kadınlar demektir, müslüman olmayan kadınlar yabancı erkek
gibidirler. Bu görüş
Hanefî
mezhebinde de tercih edilen görüştür. 2. Burada "kadınları" ifadesi
sözün gelişi ve uyumu bakımından böyledir, maksat "kadınlar"
demektir, mümin kadının, diğer kadınlara açılma sının bakımından kadınlar
arasında, dine dayalı bir fark yoktur. Bizim de katıldığımız bu görüşü tercih
edenler arasında Gazzâlî, Ebû Bekir tbnül-Arabî gibi âlimler vardır. [54]
c) "Cinsel arzusu bulunmayan erkekler" (yaşlı hizmetçi gibi)
şeklinde tercüme edilen kısmın âyette iki belirleyici niteliği bulunmaktadır:
Cinsel arzuyla (İr-be) alış-verişi olmamak ve ev ile, aile ile yoğun bir ilişki
içinde bulunmak (tâbi). Tefsirlerde bu âyet açıklanırken iktidarsızlar,
erkeklik veya kadınlıkları belli (yani belirgin, işlevli) olmayanlar, şehvetten
kesilmiş yaşlılar, aileye her gün uğrayıp karnını doyuran yoksullar, evin bazı
işlerini gören hizmetçiler örnek olarak zikredilmiştir. Bunlara karşı ev
hanımının -yabancılara olduğu gibi- kapanmasında güçlük bulunduğu için Allah
Teâlâ bir kolaylık lütfetmiş olmaktadır.
Câhiliye
devrinde kadınlar ayak bileklerine halhal gibi ziynetler takarlar, sokakta
yürürken ses çıkarsın da dikkat çeksin diye ayaklarım yere vururlardı. Bunun
menedilmesi, örtünmenin amacı bakımından çok önemli ve anlamlıdır; çünkü
meselenin özü karşı tarafın dikkatini cinselliğe çekmemektir. Bir kadın
örtündüğü halde sesi, kokusu, tavrı vb. ile kasıtlı olarak karşı cinsin
dikkatini üzerine çekmeye yönelirse o, hadiste geçen "örtülü çıplaklardan
olur.
30
ve 31. âyetlerde geçen buyrukların bağlayıcı olup olmadığı, burada
söylenenlerin bir tavsiye mi, yoksa emir mi, dolayısıyla İlâhî talimata göre
kapanmanın farz mı, edep mi olduğu konusu son zamanlarda bazı çevrelerce
tartışmaya açılmıştır. Yalnızca âyetlerde kullanılan emir kipi değil, açıklanan
gerekçe, verilen detay ve 31. âyetin "Ey müminler! Hepiniz Allah'a tövbe
edin..." uyarısıyla bitirilmesi, asırlar boyu ittifakla benimsenmiş bulunan
yorumun; yani emrin bağlayıcı, örtünmenin farz olduğu anlayışının isabetli
olduğunu açıkça göstermektedir. Dinî emirlerin uygulanması için yükümlülük
şartlarının gerçekleşmesi ve engellerin bulunmaması gerekir. Bu sebeple zorunlu
hallerde ruhsatlar devreye girebilir, ancak genel hüküm değişmez, engel ve
zaruret ortadan kalkınca uygulama da normale döner. [55]
Meali
32.
İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyeleriniz arasından da elverişli
olanları evlendirin. Yoksulluk içinde iseler Allah lütfü ile onları ihtiyaçtan
kurtarır. Allah'ın hazinesi geniştir, her şeyi bilmektedir. 33. Evlenme imkânı
bulamayanlar, Allah lütfundan ihtiyaçlarım giderinceye kadar iffetlerini
korusunlar. Bedelini ödeyerek hür olmak isteyen köle ve cariyelerinizin
-kendilerinde hayır görürseniz- tekliflerini kabul edin. Allah'ın size verdiği
maldan da onlara verin. Namuslu yaşamak isterlerse, dünya hayatının geçici
menfaatini elde etmek için cariyelerinizi fuhuş yapmaya zorlamayın. Kim onları
zorlarsa bilinsin ki Allah, onların zorlanmaları sebebiyle bağışlayıcıdır,
esirgeyicidir. [56]
Tefsiri
32. Daha önceki âyetler aileyi korumak için İffetin korunması gerektiğini
ortaya koymuş, bunun için alınması gereken tedbirleri açıklamıştı. Bu
tedbirlerden biri de evlenme çağına gelmiş veya evlendikten sonra dul kalmış
insanları evlendirmektir. Tefsirciler "evlendirin" emrinin muhatabı
olarak velileri almış ve buradan hareketle velinin evlendirme hakkı ve ödevi
üzerinde durmuşlardır. Bize göre burada muhatap yalnızca veliler değildir;
yalandan uzağa bütün ilgililerdir, toplumdur. Köle ve cariyelerin sahipleri
izin vermedikçe evlenmeleri mümkün olmadığı, halbuki onlar da birer insan
olduğu ve evlenmeye ihtiyaçları bulunduğu için sahiplerine uyanda bulunulmuş,
onları evlendirmeleri istenmiştir.
Evlenmenin
engellerinden biri de yoksulluktur. İnsanlar yoksul olan kimseye kız vermek
istemezler, yoksullar evlenme giderlerini karşılayamazlar. Bu yüzden
bunalımlar, ahlâkî sapmalar, sosyal problemler ortaya çıkabilir. İslâm
toplumunda bir insanın ortalama refahtan yararlanması esastır; bunu kendi emeği
ile gerçekleş-tiremiyorsa topluluk yardımda bulunacaktır. Bu sebeple âyette
Allah Teâlâ kullarına şu gerçekleri hatırlatıp yoksullara yardım etmeye teşvik
etmektedir: Yoksulluk gelip geçici olabilir, bugün yoksul olanlar Allah'ın
lütfü ve kendilerinin de gayretiyle yarın ihtiyaçlarım karşılar duruma
gelebilirler. Aynca servet sahipleri, evlilik çağı geldiği halde yoksulluk
yüzünden evlenemeyen kimselere yardım ödevlerini yerine getirirlerse yoksulluk
bir engel olmaktan çıkar. [57]
33. Evliliğin tek engeli yoksulluk değildir; engel ne olursa olsun evlenme
imkânı bulamayanlar haram olan zina yoluyla cinsel ihtiyaçlarını gidermeye
kalkışmayacak, Allah'ın rızâsını bütün arzularının önüne geçirerek sabredip
iffetlerini koruyacaklardır.
Cariyelerin
fuhuş yapmaya zorlanmalarını yasaklamayı murat eden Allah, buna geçmeden köklü
çözümün, yani kölelerin ve cariyelerin hürriyete kavuşturulmasının yollarından
birini daha devreye sokmayı uygun bularak, bedelini ödemek suretiyle hür olmak
isteyen köle ve cariyelerin, mükâtebe adı verilen bu sözleşme taleplerinin
kabul edilmesini emrediyor. Bu emrin bağlayıcı mı, tavsiye ve teşvik
mahiyetinde bir emir mi olduğu konusu tartışılmıştır. Sahabe ve tabiîn devri
müc-tehidlerinin emri bağlayıcı olarak yorumlamaları dikkat çekicidir. Buna
Taberî, Zahiriler ve Şevkânî gibi daha sonraki bazı müctehidler de
katılmışlardır. Sosyal ve ekonomik durum ile hâkim âdetin etkisi altında yorum
yapan diğer müctehidler ise naslan zorlayarak, farklı durumları birbirine kıyas
ederek emrin bağlayıcı olmadığım ileri sürmüşlerdir. [58]Zekât
gelirinden, kölelerin hürriyete kavuşturulması için pay ayrıldığını, gönüllü
harcamalarda da müminlerin bu hususa teşvik edildiğini biliyoruz. [59] Burada da zenginlere, bedelini ödeyerek hür
olmak isteyen köle ve cariyelere, "Allah'ın verdiği maldan" vererek
yardımcı olmaları emrediliyor. Yalnızca bu iki emir doğru anlaşılıp uygulanmış
olsaydı zaman içinde, Önemli bir sosyal ve ekonomik kriz yaşanmadan kölelik
ortadan kaldırılabilirdi; çünkü mevcutlar böyle eritilirdi, kaynağı tek noktaya
(savaş esiri olma durumuna) indirildiği, esirin köle olması da zorunlu
bulunmadığı için yeni köleler de olmazdı. Hz. Peygamber istemediği halde
hilâfetin yerini saltanatın alması gibi, o, köleliğin kalkmasını İstediği,
Allah da bunca tedbir ve teşvike yer verdiği halde bu uygulama devam
ettirilmiş, bu ayıbın kalkması -ne yazıktır ki- on üç asır gecikmiştir.
"Kendilerinde
hayır görürseniz" şartı, hürriyet sözleşmesi talep eden kölenin maddî ve
manevî durumunun böyle bir değişime ve tasarrufa elverişli olmasıdır; tabii
bunu da, toplumu temsil eden tarafsız heyetler takdir edeceklerdir.
Fuhuş
mesleğinin çok eski kültürlerde de mevcut olduğu bilinmektedir. Eski Ahid'de,
uygun yerlerde örtünüp oturan, müşteri bekleyen, müşteri çıkınca onunla
pazarlık eden fahişelerden söz edilmektedir. [60]Câhiliye
devrinde Arabistan'da da bu meslek icra edilirdi. Câriye olmayan fahişeler
yanında, sahipleri tarafından bu işe zorlanan ve üzerlerinden para kazanılan
cariyeler vardı. Bunlardan müslüman olanların şikâyetleri üzerine bu çirkin
uygulamaya son verildi. Cariyelerin yasaktan önce, İkrah (baskı) altında
yaptıkları zinadan dolayı üzüntii çekmeleri de gerekmezdi; çünkü Allah
istenmeden, baskı altında yapılan bu tür günahları bağışlardı. [61]
Meali
34. Size, gerektiği gibi açıklayan âyetler, sizden
önce gelip geçenlerden misaller ve kötülükten sakınanlar için öğütler indirdik.
35. Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali içinde kandil bulunan
bir kandilliktir. Kandil bir cam içindedir, cam inciyi andıran bir yıldızdır; (bu kandil) doğuya
da batıya da ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek
bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah nuruna dilediğini
kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla
bilmektedir. 36. Allah'ın yapılmasına ve içinde isminin anılmasına izin verdiği
evlerde, akşam sabah Allah'ı tenzih ederek anarlar; 37. Ticaretin de satımın da
kendilerini Allah'ı anmaktan, namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten
alıkoyamadığı, gözlerin ve gönüllerin dehşetle sarsılacağı bir günden korkan
kişiler; 38. Anarlar ki, Allah kendilerini, yaptıklarından daha güzeli ile
ödüllendirsin, daha fazlasını da lütfundan versin. Allah dilediğini hesapsız
rızıklandırır. [62]
Tefsiri
34.
Âyet bir yandan Kur'ân-ı Kerîm'in
muhtevasını "gerekli açıklamalar, tarihten örnekler ve öğütler"
şeklinde özetlerken öte yandan, fizik ötesi varlıklar
hakkında
madde âleminden seçilmiş örnekler vererek yapacağı açıklamaya bir giriş teşkil
etmektedir. [63]
35. "Nûr âyeti" diye
anılan bu âyetin açıklanması amacıyla tefsirlerde sayfalar dolusu açıklamalar
kaleme alınmış, ayrıca kitaplar yazılmıştır. Bunlar arasında en meşhur olanı
Gazzâlî'nin Mişkâtü'l-envâr'ıdn. Genellikle tefsirciler, nurun Allah
olamayacağı ön kabulünden yola çıkarak burada mecaz yoluyla bir anlatımın söz
konusu olduğunu ve te'vil edilmesi gerektiğini ileri sürerken Gazzâlî farklı
bir tezle karşımıza çıkmakta ve özetle şöyle demektedir: Nûr kelimesinin, idrak
kabiliyeti ve manevî olgunluğu farklı irfan derecelerine göre birden fazla
hakiki mânası vardır. Sıradan insanlara göre nûr "zuhûr"dan
ibarettir. "Görünmek, ortaya çıkmak" mânasındaki zuhur da izafî bir
kavramdır. Bu kesime göre en güçlü İdrak aracı duyulardır, konuyla ilgili
olarak da görme duyuşudur. Buradan hareketle, güneş ve lamba gibi hem kendini
hem başka şeyleri gösteren nesneye "nûr" denilmiştir. Zuhurun iki
öğesi vardır: Işık ve gören göz (görme duyusu). Görme duyusu olmazsa ışık
görünmeyi (zuhur) sağlamaz; bu sebeple de yine hakikat mânasında görme duyusuna
nûr denilmiştir. Ancak görme duyusunun yedi kusuru vardır. [64] "Yetişkin
insanı çocuktan, akıl hastasından ve hayvandan ayıran güç ve özellik"
mânasındaki akıl ise bu kusurları taşımamaktadır; şu halde akla hakiki mânada
nûr demek daha uygundur. Aklın "idrak" (görme, zuhur) alanına giren
şeyler (ma'kulât), zarurî ve nazarî olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi için
aklın işletilmesi gerekmez. Bir sözün hem doğru hem yalan, bir şeyin aynı zaman
ve mekânda hem var hem yok olamayacağı, bunları tasavvur eden akıl nezdinde
derhal ortaya çıkar. Nazarî alana gelince burada aklın işletilmesine ihtiyaç
vardır. Onu uyaran, harekete geçiren âmillerden biri düşünürlerin (hukemâ)
sözleridir, hikmetleridir. Hikmetin en büyüğü Allah kelâmıdır, Kur'an'dır. Göz
nuru için güneş ne ise akıl nuru için de Kur'an odur. Bu bakımdan Kur'an nurdur
[65] Madde
(şehâdet) âleminden başka bir de madde ötesi (melekût) âlemi vardır. Bu âlemde
bulunan şeylerin madde âleminde misalleri mevcuttur, Kur'an açıklamalarında bu
misalleri kullanır. Kendini ve başkasını görene nûr denildiğine göre, bunlara
ek olarak başkalarım gösterene, açığa çıkmayı, bilinmeyi sağlayana bu isim
evteviyetle verilir. Bu özellik Hz. Pey-gamber'de mevcuttur; işte bu sebepledir
ki kendisine aydınlatıcı ışık (sirâc) denilmiştir. [66] Nurun madde ve melekût âlemlerinde, son
noktadan başa ve kaynağa doğru bir sıralanışı vardır, kaynağa yükseldikçe nûr
kavramının hakikatine yaklaşılır. Bu sıralama sonsuza doğru devam etmez; öyle
bir kaynağa ulaşır ki, O kendinden ve kendisi ile nurdur, O'nun nuru başka bir
kaynaktan gelmez, aksine sıra ile bütün nurlar O'ndandır. İşte hakikat
manasıyla nur O'dur ve -bu mâna göz önüne alındığında- başka şeylere nûr ismi
mecazen verilmiş sayılır. Nûr son tahlilde görünme ve gösterme mânasına
geldiğine göre varlık nurdur, yolduk ise zulmettir (karanlık); çünkü yok olanın
zuhuru (görünmesi) mümkün değildir. Varlığı ezelî, ebedî, kendi sebebiyle ve
kendinden olan tek varlık Allah'tır; diğerlerinin varlığı O'na bağlıdır,
O'ndandır. Şu halde varlık mânasında hakiki nûr da Allah'tır. Mi'raclannı
zirveye ulaştırmış bulunan kâmiller, varlık âleminde O'ndan başkasının
olmadığını, O'nun zatından başka her şeyin yok (halik) olduğunu müşahede etmektedirler. [67]
Râzî,
âyette geçen nurdan maksadın Allah olamayacağını kendine göre delillerle ortaya
koyduktan sonra te'vil etmenin kaçınılmaz olduğu sonucuna varmış, baştan beri
yapılmış te'villeri sıralamış, maksat Allah'ın "hidayete kavuşturucu,
yönetici, düzenleyici, -nûr kelimesinin 'nevvere' diye okunuşuna dayalı
olarak-ayduüatıcı olmasıdır" şeklindeki yorumlan aktardıktan sonra
birincisini tercih etmiş, kastedilen mâna "Allah'ın ilim ve amele
hidayetidir, yörılendirmesidir, ka-vuşturmasıdır" demiştir (XXIII, 224). Râzî
bu girişi yaptıktan sonra hakkında saygılı bir dil kullandığı Gazzâlî'nin
risalesini, bizim yaptığımızdan daha uzun olarak özetlemiş, sonunda şöyle bir
değerlendirme yapmıştır: "Üstat Gazzâlî merhumdan naklettiğimiz sözler
güzel olmakla beraber incelendiği zaman şu sonuca ulaşır: Allah'ın nûr
olmasından maksat, O'mın kâinatın ve idrak güçlerinin yaratıcısı olmasıdır. Bİz
de nurdan maksat, 'O'nun, göklerde ve yerde var olan şuurlu varlıklara yol
göstermesidir; nûr irşad ve hidayet edendir' derken aynı şeyi kastediyoruz.
Onun söyledikleri ile bizim tefsircilerden naklettiklerimiz arasında bir
tutarsızlık: yoktur" (XXIII, s. 230).
Benzetmede
bir benzeyen bir de kendisine benzetilen vardır. Burada benzetilen bellidir: "Kandillikte bulunan ve karanlığı aydınlatan
lamba, ışık, kandil." Buna benzeyen Allah'ın nurundan maksat nedir? Bu
soruya, Kur'an'da ve hadiste nelere nûr denildiği soru ve tartışmasına dayalı
olarak çeşitli cevaplar verilmiştir: 1. Allah'ın hidayetidir, bundan da maksat,
kâinattaki deliller ve Kur'an'daki apaçık âyetlerdir. Hidayetin güneşe değil de
kandillikteki kandile benzetilmesinin sebebi de, karanlık içinde aydınlığın
daha göze çarpar oluşudur. Güneş doğunca her şey, her taraf aydınlanır,
aydınlığı karanlıktan ayıracak zıtlık kalmaz. Halbuki karanlık bir odaya lamba
gelince, ışığının ulaştığı sınıra kadar karanlığı yok eder ve sınırın ötesiyle
berisi arasındaki fark açıkça algılanır. İnsanların zihinlerini örten şüpheler
karanlıklara benzer, ilâhî hidayet ise bunları aydınlatan, yok eden ışık
gibidir, 2. Apaçık âyetlerden, şüpheleri gideren, insanı aydınlatan
açıklamalardan oluşan Kur'an'dır. 3. Peygamber'dir, Bu İkisini, hidayetle bir
saymak da mümkündür; çünkü Kur'an ve Peygamber, ilâhî hidayetin araçlarıdır. 4.
Müminin kafa ve kalbindeki Allah ve din bilgisidir. [68] 5. Gazzâlî'ye göre maksat "his, hayal,
akıl, fikir güçleri ile kutsal güç"ten oluşan beş idrak gücüdür.
Varlıkların tamamı bu beş güç sayesinde idrak edildiği, açıklandığı ve açığa
çıktığı için bunlara nûr demek ve âyette geçen beş nesneye benzetmek uygundur,
yerinde bir benzetmedir. Duyular göz, kulak, burun gibi deliklere
yerleştirilmiştir; şu halde his gücü kandilliğe, duvardaki lamba oyuğuna
benzer. Hayal edilen eşyada hacim, şekil gibi cisim özellikleri vardır; ancak
hayal gücü bunları cisimden tecrit eder, şeffaflaştırır, korur ve akla sunar.
Lamba camı da cisimdir, fakat şeffaf olduğu için ışığı engellemez, rüzgâra
karşı da korur. Küllî mahiyetleri ve ilâhî bilgileri idrak etme kabiliyetinde
olan akıl, ortalığı aydınlatan, karanlıkları gideren lambaya benzer. Fikir
gücü, akla sunulan malzemeyi (mahiyeti) tahlil ve terkip ederek (analiz ve
sentez yaparak) sonuçlar çıkarır, bilgi ve hüküm üretir; bu özelliği ile fikir
gücü meyve ağacına benzer. Fikir gücünün meyvesi bilgidir, aydınlıktır, zeytin
ağacının meyvesinin özü de aydınlatmada kullanılan zeytin yağıdır; bu sebeple
benzetme için en uygun ağaç zeytin ağacıdır. Kutsal güç (kuvve-i kudsiyye)
peygamberlere mahsus bilgilenme gücüdür. Bu güç, fikir ve akıl gücünden farklı olarak
aşağıdan (his, hayal, akıl) gelen bilgi unsurlarına ve öğrenmeye muhtaç
değildir. Onun ışığının kaynağı Allah'tır, vahiydir. O, maddî ışık (enerji)
kaynağı olmadan da ısıtmaya devam eder[69] Nuru, İbn Sînâ gibi akıl mertebeleri, bazı
tasavvufçular gibi "göğüs, kalp, marifet, ilham ve melekût âlemi"
olarak yorumlayanlar da olmuştur.
Bize
göre bu yorumlar içinden ikisi daha tutarlı görünmektedir: 1. Kur'an ve
Peygamber'İ de ihtiva eden ilâhî hidayet. 34. âyette Allah'ın apaçık
âyetlerinden söz edildikten sonra bu benzetmenin yapılmış olması da yorumu
desteklemektedir. 2. Allah'ın varlığı. Çünkü O'nun varlığı zorunludur,
ezelî ve ebedîdir, her şey O'na râcidir, her şeyi dilediği an var eden de yok
eden de O'dur. O olmasaydı yaratılmışlar olmazdı, O'nun her an yaratması
olmasaydı hiçbir şeyin iğreti varlığı devam ve zuhur etmezdi. [70]
36-38."... evlerde Allah'ı anarlar,.," diyerek "evlerde"
zarfını, "anarlar" fiiline bağlamış olduk. Bu bağlantıyı, "o nûr
evlerdedir", "evlerde yakılan", "evlerde ... adamlar vardır"
şeklinde yapanlar da olmuştur.
Evlerden
maksat "camilerdir" diyen tefsircilere karşı haklı olarak, "bu
âyetingeldiği zamanda müslümanlann mescidlerinde lamba, kandil vb. yoktu,
mescidin devamlı aydınlatılması âdeti Hz. Ömer zamanında başladı", eğer
evlerden mâbed-ler kastediliyorsa bunların, şirke sapmadan dinlerine göre
ibadet eden bazı yahudi ve hıristiyanlann yüksek ve tenha yerlerde yaptıkları
mânâstırlar ve havralar olması gerekir; çünkü buralarda kandil bulunurdu"
denilmiştir. [71] İbn Âşûr'un bizce de mâkul olan yorumuna göre
burada, bir tek şeyin diğerine benzetilmesinden ziyade, bir grup nesne ve
ilişkinin diğer gruba benzetilmesinden ibaret olan güzel bir temsil sanatı
vardır, bir yerde toplanıp Kur'an okuyan, müzakere eden ve onunla düşünen insanların
aydınlanması temsil yoluyla anlatılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Bir topluluk, Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelip
Allah'ın kitabını okudukları ve aralarında müzakere ettikleri (ortak akıl ile
anlamaya çalıştıkları) sürece durmadan üzerlerine sekî-net (huzur veren
melekler veya huzur ve tatmin) iner, onları rahmet çepeçevre kuşatır ve Allah
onları, nezdinde olanların içinde anar."[72]
Kabe'ye
"Allah'ın evi" denilmiştir. Allah eve muhtaç olmadığına, hiçbir mekân
O'nu içine alamayacağına göre bu sözün hakiki değil, mecazî mânasının
kastedildiği açıktır; bu mâna da "Allah'a ibadet etmeye tahsis edilmiş
mekân" demektir. Müslümanlar namaz kılarken o evin bulunduğu yöne
dönerler, tavaf ibadeti yapanlar o evin etrafında yedi kere dolanırlar. O ev ve
çevresi yalnızca Allah'a ibadet etmek için kullanılır ve bunun için orası Allah
evidir. Bu mânadan hareket edilerek şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür: Bir
mekân ne kadar Allah'a ibadet için kullanılırsa o kadar Allah'a aittir, O'nun nurunun
tecellisine mazhardır, lâyıktır. Allah'ın nurunun manevî ufukları aydınlattığı,
insan bilgisine ve tecrübesine madde ötesi âlemi açtığı mekânlar yalnızca
mescidler değildir, Allah'a ibadet edilen her mekândır, her evdir. Bir mekânda
ibadet, zikir ve tefekkür o mekânda nurdur.
37.
âyette geçen ve "kişiler" diye çevirdiğimiz rical (erkekler)
kelimesi, kadınları dışarıda bırakmaz; çünkü başka âyetlerde Allah'a çeşitli
şekillerde ibadet edenler, bu arada O'nu zikredenler övülürken, onlara çeşitli
ödüller verileceği müjdelenirken erkeklerle birlikte kadınlar da açıkça
zikredilmiştir. [73] Burada "kişiler, erkekler", ya
Arapça'da "tağlîb" adı verilen bir anlatım şekliyle veya
"genellikle uygulama böyle olduğu için vakıadan hareket eden" anlatım
yoluyla kadınları da ifade etmektedir.
İnsanların
çoğu, fâni olan imtihan dünyasında ticarete, zanaata, zevk ve sefaya dalarak
Allah'ı unuturlar, namazları vaktinde kılmazlar, mala düşkünlükleri sebebiyle
zekâtı ya hiç vermezler yahut da eksik verirler. Bunlar imtihan için verilmiş,
âdeta imtihan sorusuna benzeyen dünya malına ve menfaatine aldanarak servet ve
nimet imtihanını kaybeden gafillerdir. Allah'ın örnek gösterdiği, övdüğü,
yaptıklarının karşılığını fazlasıyla vereceği, aynca karşılığı olmayan hesapsız
lü-tuflarda bulunacağı kullan ise dünya-âhiret dengesini iyi kuranlar, ebedîyi
fâniye, devamlıyı geçiciye, değerliyi değersize değişmeyenlerdir.
Mutasavvıflar
bu âyetten "fena" dedikleri hal için bir delil çıkartmışlar ve
"Allah'ta fâni olanlarda âdeta bir çifte şuur oluşur; dışa, dünya
işlerine, mâsivâ ile ilişkiye ait olan şuur, devamlı Allah ile meşgul ve O'na
mahsus bulunan şuura perde olmaz" demişlerdir. [74]
Meali
39. İnkâr edenlerin yapıp ettikleri, susamış
kimsenin geniş düzlüklerde görüp su zannettiği serap gibidir; sonunda gelip ona
ulaşınca orada bir şey bulamaz, ama Allah'ı yanında bulur, O da
eksiksiz olarak hesabını görüve-rir. Allah'ın hesabı pek çabuktur. 40. Yahut
dalga, üstünde yine dalga, onun üstünde de bulutla (kara bulut gibi bîr
dalga İle) kaplı büyük bir denizdeki
karanlıklar gibidir; birbiri üzerinde karanlıklar! Neredeyse elini çıkarsa onu
göremeyecek. Allah bir kimseye ışık vermezse onun aydınlıktan asla nasibi
yoktur. [75]
Tefsiri
39-40. Siyahla beyazda olduğu gibi her şey zıddınııı yanında
daha iyi farke-dilir. Allah'a iman eden, O'na kulluk şuuru kesintisiz hale
gelmiş bulunan, güzel-Hk ve menfaatlerin ibadetlerini engelleyemediği güzel
insanlar ve bunları bekleyen ödüller benzetme ve temsil yoluyla anlatıldıktan
sonra yine aynı üslûpla bu defa inkâr edenlerin durumu, âdeta bir tablo gibi
gözler önüne seriliyor. İman etmeyen insanların da dünyada, kendileri ve
başkaları için faydalı, hayırlı işleri, eserleri, hâsılı yapıp ettikleri
vardır; ancak bütün bunların faydası ve etkisi dünyada kalır, onların sevap ve
sonucunu âhirete taşımanın şartı imandır. Allah'a ve âhirete inanmayan bir
kimse öldüğünde, dünyadaki kazancının ve eserlerinin orada kaldığını, buraya
eli boş geldiğini görür; tıpkı çölde susamış, uzaktan serap görmüş, yanına
gelince kızgın kumlardan başka bir şey bulamamış yolcu gibi yahut büyük bir
denizin üst üste dalgalarının altında, denizin dibinde karanlıklar içinde kalan
bir kimse gibi. Aslında adamın eli vardır ama bu karanlıklar içinde görülmez ve
işe yaramaz. İnancı olmayanların, mutlak hakikati inkâr edenlerin dünyada
yapmış oldukları iyi işler de vardır ama âhirette inançsızlığın koyu karanlığı
onları örtmüş, hesapta ve terazide görülmez hale getirmiştir.
Mealinde,
parantez arasındaki "kara bulut gibi bir dalga" ifadesi, metnin
farklı bir okunuşunun karşılığıdır. Buna göre büyük bir deniz (okyanus) ve
yukarıya doğru biraz aydınlık, derinlere doğru ise her bölümde daha karanlık üç
tabakadan oluşan bir deniz tasvir edilmektedir. Okyanusların derinliklerini
incelemek için gerekli bulunan teknoloji icat edilmeden Önce kimse, normal ışık
bakımından biri diğerinden daha karanlık üç tabakayı bilmiyordu. 40. âyet
bundan söz etmektedir. Keza kimse göklere çıkmak, hatta atmosferin ötesine
geçmek için gerekli araçların bulunmadığı zamanlarda da, göğe doğru yükseldikçe
basıncın azalacağından, bunun da nefes zorluğu, tansiyon gibi problemlere yol
açacağından haberdar değildi. Halbuki En'âm sûresinde (6/125) göklere doğru
yükselen kimsenin çıktıkça artan göğüs daralmasından bahsedilmiştir. Şüphe yok
ki Kur'an bir tabiat bilimi kitabı değildir; madde âleminin sırlarını çözmek,
yaratıcının tabiata hâkim kıldığı kanunlan keşfetmek kural olarak insan
zekâsına bırakılmıştır; ancak yeri geldikçe ve dolaylı olarak âyetlerde geçen
bazı ilmî gerçekler, onların beşer üstü bir kaynaktan geldiğine ışık
tutmaktadır. [76]
Meali
41. Görmez inisin ki, göklerde ve yerde olanlar,
havada kanatlarını açarak hareketsiz gibi duran kuşlar Allah'ı teşbih ederler.
Hepsi duasını ve teşbihini bilmekte, Allah da onların bütün yaptıklarını
bilmektedir. 42. Göklerin ve yerin egemenliği Allah'a aittir, dönüş de
Allah'adır. 43. Görmez misin ki, Allah bulutları yürütür, sonra onları
birleştirir, sonra onları üst üste binip yoğunlaşmış bulut kümesi haline
getirir. Bu sırada bulut aralıklarından çakan şimşeği görürsün; gökten, oradaki
bulut dağlarından dolu yağdırır da bunu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden
de onu uzaklaştırır, bu arada şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kör
edecek. 44. Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir; gören ve düşünenler
için bunlardan alınacak ibretler vardır, 45. Allah hareket eden her canlıyı bir
sudan yarattı. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayak üzerinde
yürür, kimi de dört ayak üzerinde yol alır. Allah dilediğini yaratıyor, Allah
her şeye kadirdir. 46. Kuşkusuz tam anlamıyla açıklayan âyetler indirdik; Allah
dilediğini doğru yola iletir. [77]
Tefsiri
41. Teşbih, Allah Teâlâ'yı, kendine mahsus yüce
sıfatlarıyla anmaktır, dar mânada O'nu, yakışmayan sıfatlardan tenzih etmektir,
her çeşit noksanlıktan uzak ve ben olduğunu ifade etmektir. İnsanlar ve
melekler gibi şuurlu varlıkların bu bilince dayalı bir tercihle teşbih etmeleri
mümkündür, vâkidir. Diğer canlı, cansız varlıkların teşbihi ise ya hal diliyle,
varlık ve hareketlerindeki özellik ve incelikleri gözler önüne sermek,
programlandıkları gibi davranmak suretiyle olmaktadır veya Allah'ın kendilerine
verdiği, bizim anlayamadığımız özel bir dil ile ifade edilmektedir. [78]
43. Yağmurun, şimşeğin, dolunun nasıl oluştuğu, bu olaylarla ilgili tabiat
kuralları bugün bilinenlere tıpatıp uyan bir şekilde anlatılmakta, ancak
bunların kendiliğinden değil. Allah'ın izin, irade, kudret, hikmet ve sünneti
(âdeti, kanunu) çerçevesinde olup bittiği bildirilmekte, insanların doğru
görmeleri, değerlendirmeleri ve ders çıkarmaları teşvik edilmektedir.
"Bulut
aralıklarından çıkan şimşeği görürsün" cümlesindeki şimşeğin burada
kullanılan Arapça karşılığı vedk kelimesidir; bu kelime yağmur mânasına da
gelir. Ancak bulutların arasından çıkan yağmur değil, şimşek olduğu için biz
bunu tercih ettik, Bilindiği üzere yağmur bulutların arasından çıkmaz, bulutun
kendisi yağmura dönüşür ve yere dökülür. [79]
45-46. Allah'ın yarattığı ve her şeye ondan hayat verdiği su
İle[80] burada
geçen ve kımıldayan canlıların yaratılmasına kaynak olan "bir su"
birbirinden farklıdır; bu ikinci suyun sperm ve aşılanmadaki erkek (eril) unsur
olduğu anlaşılmaktadır. Âyetin üslûbundan "her birini kendine mahsus bir
sudan" mânası da çıktığı için canlı türlerinin bir asıldan ve kökten
değil, farklı ve çeşitli köklerden yaratıldığı anlaşılmaktadır.
"Tam
anlamıyla açıklayan" yani açıkladığını mükemmel açıklayan, zihinlerde
kuşku, anlamada kapalı alan bırakmadan anlatan âyetler hem Kur'an âyetleridir
hem de insanın kendinde ve çevresinde bulunup yaratıcısının variık, birlik,
büyüklük ve eşsizliğini gözler önüne seren "kevnî" âyetlerdir; olgu,
oluş ve varlıklardır. [81]
Meali
47. Allah'a da, Resul'e de inandık ve boyun
eğdik" diyorlar, bunu söyledikten sonra da içlerinden bir grup yan çiziyor.
Bunlar inanmış kimseler değildir. 48. Aralarındaki anlaşmazlıklar hakkında
karar versin diye Allah'a ve Resulü'ne çağırıldıklarında bir de bakıyorsun
içlerinden bir grup buna karşı çıkmış! 49. Haklı çıkacaklarını bilirlerse
koşarak ona geliyorlar. 50. Bunların kalplerinde çürüklük mü var, yoksa şüpheye
mi düştüler, yahut da Allah'ın ve Resulü'nün kendilerine haksızlık etmesinden
mi korkuyorlar? Hayır, asıl haksızlık edenler kendileridir. 51. Aralarındaki
anlaşmazlıktan çözüme bağlasın diye Allah'a ve Resulü'ne çağırıldıklarında
müminlerin sözü "Dinledik ve baş eğdik" demekten ibarettir. İşte
kurtuluşa erenler de bunlardır! 52. Allah'a ve Resulü'ne itaat eden, Allah'a
itaatsizlikten korkan, O'na saygısızlıktan korunanlar var ya, işte asıl
kazananlar bunlardır! 53. Emir verirsen çıkacaklarına dair büyük yeminler
ettiler. "Boşuna yemin etmeyin, itaat belli bir şeydir; Allah bütün
yaptıklarınızdan haberdardır. 54. De ki: "Allah'a itaat edin, Resul'e
itaat edin." Yine de söz dinlemezlerse onların sorumluluğu kendilerine,
sizin sorumluluğunuz de kendinize aittir. Ona itaat ederseniz doğru yolu
bulursunuz; Resul'e düşen yalnızca apaçık bildirip anlatmaktır. [82]
Tefsiri
47-51.
Hz. Peygamber Medine'de duruma hâkim
olunca bazı şahıslar ve guruplar, İşlerini yürütmek, müsliimanlara mahsus
menfaatlerden yararlanmak, birtakım tehlikelerden uzak kalmak için inanmış
görünmeyi tercih ettiler. Bilindiği gibi bunlara "münafık"
denilmektedir. Bazı şahıslar da İslâm'a inanmışlardı, fakat imanları henüz
zayıf bulunuyordu, tefekkür ve dinî tecrübe yoluyla güçlenmemiş, davranış ve
kararlarına hâkim hale gelmemişti. Üçüncü bir grup açıkça inançsız, veya başka
din ve inanışlara bağlıdır. Gittikçe çoğalan bir grup ise hakkıyla inanmış
kimselerden oluşuyordu. Bu âyetlerde, inancın samimi ve güçlü olup olmamasına
bağlı olarak grupların davranışları, Allah ve Resulü'ne itaatleri,
teslimiyetleri, ilâhî hüküm ve adalete rızâları mukayeseli bir şekilde
anlatılmaktadır. Allah'ın, vahiy yoluyla bildirdiği hükümlerin bir kısmı apaçık
olup yoruma ihtiyaç yoktur, diğer bir kısmı naslarla hakkında vahiy açıklaması
bulunmayan konulardır; bunlar için yorum ve ictihad gerekir. Vahyin belirlediği
hükme, Allah buyruğuna uymak gerekir; bildiği halde buna uymayanlar ya inançsız
yahut da inancı zayıf kimselerdir. Zayıf da olsa imanın fayda vereceğine dair
rivayetler vardır. Ancak dünya ve âhirette asıl kazançlı çıkacak ve kurtuluşa
erecek olanlar, sağlam imana, bu İmandan kaynaklanan, bu inancın motive ettiği
ibadetlere, güzel davranışlara, hayırlı ve faydalı işlere, eserlere sahip
olanlardır. [83]
53. Yemin konusu olan "çıkma" hakkında farklı rivayetler
vardır. Bunlardan anlaşıldığına göre gerektiğinde yurt ve yuvalarından çıkarak
savaşa katılma ve malî fedakârlıkta bulunma kastedilmektedir.
"İtaat
belli bir şeydir" şeklinde tercüme edilen kısım, -muhtemelen âyetin indiği
ortamda bağlam belli olduğu için- zikredilmesine gerek görülmemiş bulunan cümle
öğelerinin farklı takdirine bağlı olarak şu şekillerde anlaşılmaya müsaittir:
a) "Boşuna yemin etmeyin, biz sizin itaatinizin ne olduğunu
biliriz!", b) "Yemin etmeyin, itaat objektif ölçütlerle bilinen bir
şeydir", c) "Yemin etseniz de etmeseniz de sonuç değişmez, biz
itaatiniz konusunda yeterli bilgiye sahibiz." [84]
54. Hz. Peygamber'in ve müminler topluluğunun, içlerinde farklı inanç
gruplarının da bulunduğu topluma karşı, dini tebliğ etme ve açık bir şekilde
anlatma yanında, hukukî ve sosyal adaleti gerçekleştirme, edep ve ahlâkı hâkim kılma, kamu düzenini sağlama, ülkeyi
ve temel değerleri koruma gibi sorumluluk ve yükümlülükleri vardır; bunun böyle
olduğu sayısız âyet ve hadisle ortaya konmuştur. Buradaki ifadeden maksat,
"Apaçık tebliğ ettiğiniz halde İtaat etmezlerse bunun sorumluluğu, dünya
ve âhiretteki olumsuz sonuçlan kendilerine aittir, kendi kusurlarının
sonucudur; bundan siz sorumlu olmazsınız, Allah, niçin onları itaatkâr
kılmadınız diye size sormaz" demektir. [85]
Meali
55. Allah, içinizden iman eden, din ve işlerini
düzgün yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi
onlara da yeryüzünde iktidar verecek, onlar için hoşnutluğuna vesile kıldığı
dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, şu andaki korkulanın güvenliğe
çevirecektir; çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk
etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkâra saparsa yoldan çıkmış kimseler
işte bunlardır. 56. Namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin ve Resul'e itaat edin
ki esirgenesiniz. 57. İnkarcıların yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabileceklerini
zannetme, onların gideceği yer ateştir, bu gerçekten kötü bir son! [86]
Tefsiri
55.
Hicretten sonra bu âyetin geldiği
günlerde müslümanlar geleceklerinden emin değillerdi, devamlı düşman korkusu
içinde huzursuz bir hayat sürüyorlardı. Tefsir kitaplarında, bu âyetin
yorumlandığı yerde, mevsuk bulunarak Ebü'l-Aliye'den nakledilen şu
değerlendirme, söz konusu ruh halini tam olarak yansıtmaktadır: Hz. Peygamber
ve ashabı Mekke'de, savaş emri almadan, on yıl kadar korku içinde ve gizli
olarak halkı, Allah'ın birliğine imana ve yalnızca O'na kul olmaya davet
ettiler. Sonra Medine'ye hicret izni gelince oraya göç ettiler, arkasından
savaş emri geldi, orada korku çekerek, gece gündüz silâhlı dolaşarak sabırla
beklediler. Bu günlerin sonlarına doğru bir sahâbî Hz. Peygamber'e sordu:
"Ey Allah'ın Resulü! Devamlı korku ve tehlike içinde mi yaşayacağız,
silâhı bırakıp güvenlik ve huzur içinde yaşayacağımız bir gün gelmeyecek
mi?" Allah Resulü şu cevabı verdi: "İçinizden bir kimsenin, silâh
taşımadan, elbisesine bürünerek kalabalıklar arasında rahatça oturacağı günlere
kavuşmak için çok değil, biraz daha sabredeceksiniz." Bu sözün üzerinden
çok zaman geçmeden tefsir ettiğimiz âyet vahyedildİ. Allah Teâlâ Resulü'nü Arap
yarımadasına hâkim kıldı, silahı bıraktılar. Daha sonra içine düştükleri İç
savaş günlerine kadar Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın hilâfetlerinde aynı huzur ve
güven içinde yaşadılar. Sonra tekrar korkulu günlere girdiler, korunaklar ve
korumalar edindiler. Hâsılı onlar durumlarını değiştirdiler, bu yüzden içinde
bulundukları huzur da değişip yok oldu. [87]
Allah
Teâlâ'nın, daha öncekilere verdiği gibi bu ümmete de vereceğini vaad ettiği şey
hilâfet olup bunu verme fiilini
ifade eden şekillerden biri de hilâfetle aynı kökten türetilmiş bulunan
İstihlâf kelimesidir. Hilâfetin ve insanın halife olmasının çeşitli mânaları
daha önce açıklanmıştı. [88] Burada verilmesi vaad
edilen hilâfetin, üstün meziyet ve kabiliyetleri sebebiyle insan oğluna
verilmiş bulunan İlâhî hilâfet değil, mülkiyet ve egemenlik (yeryüzünde daha
önce hâkim olup yaşamış topluluklara halife olmak, onların yerini almak) mânasında
kullanıldığını gösteren deliller, "daha öncekilere verildiği gibi"
kaydı ile Hz. Peygamber ve ashabının bilinen manevî dereceleridir. Söz konusu
ifade Kur'an'da elliden fazla yerde zikredilmiş, fakat hiçbirinde peygamberler
ve Allah'ın rızâsına nail olmuş takva sahibi kullar (evliya) kastedilmemiştir,
peygamberler kastedildiği zaman "senden önceki peygamberler. [89] şeklinde
açıklama yapılmıştır, fiilen veya potansiyel olarak kâmil insanlar kastedildiği
zaman da "öncekilere verildiği gibi" kaydı konmamıştır. Hz. Peygamber
ve onun eğitiminde yetişerek olgunlaşmış sahabe, İlâhî hilâfete lâyık ve mazhar
olmuşlardır. Onlar bu mânada Allah'ın halifeleridir; âyetin geldiği günlerde
onlarda bulunmayan hilâfet, belli bir toprak parçası üzerindeki egemenliktir.
Burada egemenlik ve mülkiyet konusu olan yeryüzü de dünyanın tamamı değil, her
bir ümmet, kavim ve grubun hâkim olduğu bölgedir, yeryüzü parçasıdır. Belli bir
toprak parçasını göz önüne alarak âyeti yorumlamak gerekirse şöyle denilebilir:
Oraya sizden önce de birçok kavim ve nesil egemen oldular, biri gitti yerine
diğeri geldi, sonra gelen öncekinin halefi (halifesi) oldu. Şimdi de siz buna
lâyık olduğunuz için veya imtihan vesilesi olarak aynı topraklara mâlik ve
hâkim olacaksınız.
Ayette,
yeryüzünde bîr parçaya egemen olabilmek için iman ve ibadet mânasında sâlih
amel şartının bulunduğu da açık değildir. Tarihî vakıa göstermektedir ki, hak
dine inanmayan topluluklar da, bir yere hâkim olmak için gerekli bulunan maddî
şartlara uyduklarında -ki bu da âyette geçen düzgün amel kapsamına girmektedir-
oraya hâkim olmuşlardır. [90] İman ve sâlih amel
âyette, sebep ve şart olmaktan ziyade, vakıa ve amaç olarak öngörülmektedir. Bu
âyet geldiğinde ona doğrudan muhatap olan müminler böyledir; din ve dünya
işleri düzgündür, ilâhî kanunlara göre istedikleri sonucun sebeplerini ve
şartlarını yerine getirmektedirler. Ayrıca müminlere bu nimetin bahşedilmesinin
sonucu imanın ve sâlih amelin korunup yayılması olmalıdır, egemenlik bu amaç
için kullanılmalıdır. [91]
Bu
ilâhî vaad çok geçmeden gerçekleşmiş, Hudeybiye Antlaşması!ndan
itibaren müslümanları tehdit eden düşman ve savaş tehlikesi gittikçe azalmış,
Mekke fethini yeni fetihler izlemiş, İslâm toplumu korkan değil, kötülerin
kendisinden çekindiği bir güç haline gelmiş, İslâm gittikçe yayılıp kökleşmiş,
bir büyük medeniyete ve evrensel değerlere kaynak olmuş, yeryüzünde
müslümanlann egemen olduğu topraklar günümüze kadar hep var olagelmiştir. [92]
56. Bu âyet bütün yükümlülükleri ve ilâhî rahmete, Allah tarafından esirgenmeye
vesile olacak davranışları ifade etmektedir. Namaz bedenle yapılan İbadetleri,
zekât ise malla yapılanları içine almaktadır. Resûl'e itaat ise -onun örnekliği
hem şekil hem de özü ile alınmak şartıyla- bütünüyle din ve dünya işlerini
düzgün, dengeli, Allah rızâsına uygun bir çizgide götürmeyi teminat altına
almaktadır. [93]
57. Görünüşte sözün muhatabı Allah'ın Resulü'dür; ancak Arapça'daki üslûba
göre burada, Hz. Peygamber'in böyle bir zan taşıyacağı var sayılarak bunu gidermek
değil, sözü güçlendirmek kastedilmektedir. Buna göre mâna "Asla âciz bırakamazlar"
demektir. Başka bir okunuşa göre ise tercüme şöyle olacaktır: "İnkarcılar
yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabileceklerini zannetmesinler..." Âyetin
nazil olduğu tarihte böyle bir güçlü ifadeye ihtiyaç vardı; çünkü henüz
müslümanlar zayıftı, ilâhî vaad ve müjde dışında, korkunun yerini güvenliğin
alacağını gösteren vakıalar mevcut değildi. [94]
Meali
58.
Ey iman edenler! Elinizin altında bulunanlarla içinizden henüz ergenlik çağına
gelmemiş olanlar yanınıza gelmek için sizden üç vakitte izin alsınlar. Sabah
namazından önce, öğle sıcağından dolayı (istirahata çekilirken) elbisenizi
çıkardığınızda ve yatsı namazından sonra. Bunlar, örtülmesi gereken
yerlerinizin açık bulunabileceği üç vakittir. Bunlar dışında ne size ne de
onlara bir sakınca vardır. Bunlar sıkça yanınıza girip çıkan, birbirinizle iç
içe olduğunuz kimselerdir. Allah size âyetleri işte böyle açıklar, Allah her
şeyi bilir, yerli yerinde yapar. 59. Çocuklarınız ergenlik çağına gelince,
onlardan önceki ergenler nasıl izin alıyorlarsa onlar da öyle izin alsınlar.
Allah âyetlerini işte size böyle açıklar; O her şeyi bilir, yerli yerinde
yapar. 60. Evlenmekten umudunu kesmiş yaşh kadınların, cinsel cazibelerini
sergilemeksizin elbiselerini çıkarmalarında sizin için bir sakınca yoktur,
bununla beraber iffetlerini korumaya özen göstermeleri kendileri için daha
hayırlıdır. 61. Gözleri görmeyen için bir sakınca yoktur, topal için bir
salanca yoktur, hasta için de bir salonca yoktur. Sizin için de kendi
evlerinizden, babalarınızın evlerinden, analarınızın evlerinden, erkek
kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden,
dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, anahtarı elinizde bulunan
evlerden ve arkadaşınızdan yiyip içmenizde bir sakınca yoktur. Birlikte veya
ayrı ayrı yemenizde sizin için bir günah yoktur. Evlere girdiğinizde, Allah
katından mübarek ve güzel bir selâmlama ile kendinize selâm verin. Düşünesiniz
diye Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor. [95]
Tefsiri
58-59. Bu sûrenin 27-29. âyetlerinde bir başkasının evine
girmenin usul ve âdabı açıklanmıştı. Burada evin çocuklarıyla hizmetçilerin,
diğer aile fertlerinin odalarına ve özel mekânlarına girip çıkarken nasıl
davranacaklarına dair açıklamalar yapılmaktadır.
Kolaylık
İslâm'ın İlkelerinden biridir; dinî, ahlâkî ve hukukî ilkeleri ihlâl söz konusu
olmadığı sürece müminler, kendilerine kolay gelen uygulamaları tercih
edebileceklerdir. İffetin korunması bir ilkedir, bunun İçin örtünmek,
cinselliği sergilememek bir araçtır. Bu ilke ile kolaylık İlkesi çatıştığında
ikincisinden, ancak zorunlu olduğu ölçüde fedakârlık edilmesi istenmiş,
örtünmenin amacını ortadan kaldırmayan kolaylıklara izin verilmiştir; bunun
Örnekleri daha önce (30-31. âyetler) ifade edildi. Burada bir başka ömek,
"Bunlar sıkça yanınıza girip çıkan, birbi-rinizle ilişki İçinde olduğunuz kimselerdir"
gerekçesiyle açıklanmaktadır. Köle, câriye, hizmetçi gibi devamlı evde olan ve
hizmet gerektirdiği için evin hanımı ve beyi ile birlikte yaşayan kimselerle
henüz ergenlik çağına gelmediği için daha ziyade evde, ana babanın yanında
bulunan çocukların, birbirlerinin yanına girip çıkarken, üç vakit dışında izin
almalarına gerek görülmemektedir. Bu üç vakitte karı koca veya özel mekânında
bulunan diğer ev sakinleri, 30-31. âyetlerde ve tefsirinde açıklanan
"hizmetçiler ve mahremlere mahsus istisnaları aşacak şekilde"
soyunabilecekleri için, yanlarına gelmek isteyen küçük çocuklar ve
hizmetçilerin izin almaları emredilmiştir. İbn Abbas'ın, bu âyeti açıklarken
hükmün devamlı olup olmadığına dair ifadesi ve buna karşı iki önemli fıkıhçının
tavrı, günümüzde tartışılan "tarihsellİk" problemi bakımından önem
taşımaktadır. İbn Abbas'a göre bu âyet geldiğinde müminler yokluk içindeydiler,
evlerinde ne kapı vardı ne perde ne de bölme. Çocuklar ve hizmetçiler, anılan
üç vakitte kan kocanın üstlerine geldiklerinde onlan uygunsuz vaziyetlerde
görebiliyorlardı. Bunun için eve girerken izin almaları emredildi. Sonra Allah
müminlerin imkânlarını arttırdı, şimdi kapılan da var perdeleri de, bu sebeple
kimse bu âyeti uygulamıyor. [96] İbnü'l-Arabî, İbn Abbas'ın bu yorumunu âyetin
neshedil-diğini söylemek gibi anlamış ve "Öncelik sonralık, iki hükmün
çelişmesi gibi şartlar olmadığına göre burada neshe hükmedilemez" diyerek
yoruma katılmadığını ifade etmiştir. Güçlü bir Hanefî fıkıhçısı olan Cessâs ise
şöyle demektedir: "İbn Abbas'ın nakline göre bu âyetteki izin alma emri
bir sebebe (tarihî bir duruma, uygulamaya) bağlıdır, sebep ortadan kalkınca
hüküm de kalkmıştır. Onun sözlerinden anlaşılan, âyetin hükmünün devamlı olarak
kaldırıldığı (mensuh olduğu) değil, uygulamanın sebep ve şarta bağlı
bulunduğudur; aynı sebep yeniden bulunsa hüküm de uygulanır" (III, 330).
Ergenlik
çağının kızlarda âdet görme, erkeklerde ihtilâm olma ile başladığında ittifak
vardır. Bu İki biyolojik gelişmenin gecikmesi veya olmaması halinde Ebû
Hanîfe'ye göre erkeklerde on sekiz, kızlarda on yedi, müctehidlerin çoğuna göre
ise on beş yaşın dolmasıyla ergenlik çağına girilmiş olur. Çocuklar ergenlik
çağına girince, aynı derecedeki diğer mahremler için söz konusu olan sınırlara
ve istisnalara tâbi olurlar. [97]
60. Daha önce (30-31. âyetler) iffetin korunması ve bir tedbir olarak
örtünme konusu ele alınmıştı. Örtünmeyle ilgili istisnalar arasında çocuklar,
yaşlılar, ev halkı İle içli dışlı yaşamak durumunda olan hizmetçiler vardı.
Burada istisnalar, yani amaca aykırı düşmediği için örtünme yükümlülüğünün
hafifletilmesiyle ilgili bir başka hüküm daha vardır. Buna göre yaşlanmış, âdet
görmez hale gelmiş, cinsel cazibesini kaybetmiş, normal şartlarda kendisine
izdivaç teklifi yapılmaz olmuş kadınlar, gençlere nispetle daha az
örtünebilecekler, bir başka ifadeyle bazı giysilerini çıkarabileceklerdir,
"Bu giysiler nelerdir ve nerede çıkarılacaktır?" sorusunun cevabı
farklı bakış açılarından ve yorumlardan dolayı çeşitli olmuştur. Bu âyetle
30-31. âyetler arasında İlgİ kuranlar ve istisnayı oradaki örtünmeye
bağlayanlar, çıkarılabilecek giysilerin başörtüsü, entari üzerine giyilen hırka
vb. ikinci giysi olduğunu söylemişlerdir; tabiîn âlimlerinden Câbİr b. Zeyd'in
anlayışı böyledir. Bazı tefsirci ve fıkıhçılar ise yaşlı kadının da namazda
saçlarının avret (açılması haram) olduğundan hareket ederek İstisnayı, Ahzâb
süresindeki cilbâb âyetine (33/59) bağlamışlar ve izin verilen açılmanın
yalnızca cilbâb (başörtüsünün ve entarinin üzerine örtülen dış giysi) olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Bu gruptan bazıları, "Maksat yabancı kimsenin
görmediği yerde başını açmasıdır" demİşlerse de Cessâs, haklı olarak
"Bunu yaşlı kadınlara özgü kılmanın anlamı yoktur, genç kadınlar da
yabancı kimsenin görmediği yerlerde başlarını açabilirler" diyerek bu
yorumu eleştirmiştir. [98]
Bize
göre burada izin verilen açılma baş ve boyunla İlgilidir; âyet, Ahzâb
süresindeki cilbâbla değil, bu sûrenin 31. âyetindekî başörtüsüyle ilgili bir
istisna getirmektedir. Çünkü Arapça'da, "elbiselerini çıkarmaları"
diye tercüme ettiğimiz"vad'u's-siyâb", dış giysinin değil,
başörtüsünün açılması mânasını ifade etmektedir. [99] Başı
ve boynu örtmenin gerekçesi cinsel cazibe idi, yaşlılarda bu sebep ortadan
kalktığı için örtünme külfeti hafifle-tilmiştir; nitekim 31. âyetteki
istisnalardan biri de "şehvetle ilgisi olmayan veya kalmayan"
kimselerdir. Hafifletme dış giysinin değil, başın ve boynun açılmasıyla hâsıl
olur. Yerinde açıklanacağı üzere dış giysi (cilbâb) emrinin gerekçesi iffetin
korunması değil, hür kadınların cariyelerden ayni edilmesidir. Cariyenin
bulunmadığı ve ayırmanın başka yöntemlerle sağlandığı zaman ve zeminlerde
tesettür için gerekli olan cilbâb değil, belli yerlerin uygun şekilde
örtülmesidir.
Âyetin
sonundaki uyan, kadınlar yaşlı da olsalar kendilerine ilgi duyulması ihtimali
bulunduğu için bu ruhsatı kullanırken dikkatli olmalarına, amaca göre hareket
etmelerine yöneliktir. [100]
61. Bu âyette ilk bakışta dört ayrı konu var gibi gözükmektedir: Hasta ve
sakatlarla İlgili muafiyet, yakınların evlerinden yiyip İçmek, birlikte veya
ayrı ayrı yemek, evlere girildiğinde selâm vermek. Bu dört konudan ilk ikisinin
tek konu olup olmadığı hususu tartışılmıştır. Mealde "sizin için de"
diye başlayan cümle üst tarafına bağlanırsa konu tektir, bağlanmazsa konular
farklıdır. Bir tercih yapabilmek için önce âyetin geliş sebebiyle ilgili
rivayetlere bakmak gerekecektir: a) Hasta ve sakatlar diğerleri ile birlikte
yedikleri zaman hak geçmesi, onların karınlarını doyuramaması İhtimali vardı,
bu yüzden rahatsızlık duyanlar, "Birlikte yemenizde sakınca yoktur"
denilerek rahatlatılmıştır. b) Hasta ve sakatların, âyetin devamında sayılan yakınların
evlerinden yemelerinde sakınca bulunmadığı açıklanmıştır (bu anlayışa göre ilk
iki konu farklı değildir, tek konuda açıklama yapılmış demektir), c) Hastalar
ve sakatları, karınlarını doyurmak üzere evlerine götüren kimseler burada
yiyecek bulamazlarsa âyette sıralanan yakınlarına götürüyorlardı; bunda sakınca
bulunmadığı bildirilmektedir, d) "Mallarınızı aranızda haksızlıkla
yemeyin"[101] mealindeki âyet gelince, "bağışlama,
alım-satım gibi bir durum olmadan akraba ve eş dost evinden yiyip içmenin de
caiz olmayan, haksız yoldan yeme ve içme" sayılacağı kanaati bazı
kimseleri rahatsız etmişti, bunu gidermek üzere âyet nâzit oldu. e) Sağlam
müminler savaşa giderken evlerini, sakatlıkları veya başkaca mazeretleri
yüzünden savaşa katılamayanlara emanet ediyorlardı, emanetçilerin de bu evlerde
bulunan yiyeceklerden yararlanma hususunda gönülleri rahat değildi, onlara
ruhsat tanınmıştır. 0 Bu âyet nazil olduğunda genellikle insanların evlerinde
kapı yoktu, perde çekilmiş olurdu ve evlere kolaylıkla girilirdi, eve giren kişi
bazan orada sahiplerini bulamazdı ve bir şeyler yiyip içmeye de ihtiyacı
olurdu. Sonraları evlere kapı yapıldı, sahipleri bîr yere gideceklerinde
kapılarını kapayıp gittiler, bu uygulama da ortadan kalkmış, oldu. g) Hasta ve
sakatlarla ilgili kısım, daha sonra gelen ve birbirinin evinden yiyip içmekle
ilgili bulunan kısımdan farklı olup onların mazeretleri sebebiyle başta cihad
olmak üzere bazı emirlerden ve yasaklardan muaf oldukları hükmünü getirmektedir. [102] Yorumlan
da yönlendiren bu rivayetler içinde hem tarihî olguya hem de âyetin lafzına en
uygun olanı şu iki yorumdur: 1. Topal, kör ve hasta olanların başta cihad olmak
üzere -sağlam olma, güç yetme şartı aranan- birçok yükümlülükten muaf
oldukları. 2.0 günlerde hem ihtiyaç bulunduğu hem de örf ve âdet haline geldiği
için akraba ve dostların birbirinin evinden, sahibinin iznini almaksızın -yine
örf ve âdet ölçüsünde- yiyip İçmelerinin caiz olduğu.
Araplar'ın
İslâm'dan sonra sürdürdükleri bir âdetleri de yolculukta azıkları birleştirip
gerektikçe ortadan yemekti. Bu durumda bazı kimseler çok veya sık, bazıları az
yiyorlardı, bazı kimseler de herkes bir araya toplanmadıkça ortak azıktan yemek
istemiyorlardı. Âyetin ilgili bölümü,.iyi niyet ve ihtiyaç sınırlan İçinde
kalındığı sürece tek başına da, bütün arkadaşlar bir araya gelerek de yemenin
caiz olduğunu göstermektedir.
27-30.
âyetlerde başkalanna ait evlere girerken nasıl izin alınacağı ve selâm
verileceği öğretilmişti. Bu âyetin sonunda ise bir kimsenin kendi evine, bir
rivayete göre de mescide girdiğinde nasıl davranacağı anlatılmaktadır. Buna
göre eve veya mescide girildiği zaman orada bulunanlara selâm
verilecektir."... kendinize selâm verin" cümlesinden kastedilen
budur. Lafza daha bağlı bir yoruma göre ise evde kimse yoksa şahıs kendine
selâm verecektir. [103]
Meali
62. Müminler ancak Allah'a ve Resulü'ne iman
edenlerdir ve onunla ortak bîr iş için toplanmış iken kendisinden izin almadan
çekip gitmeyenlerdir. Senden izin isteyenler, evet işte onlar Allah'a re
Resulü'ne hakkıyla iman edenlerdir. Bazı özel işlerinden dolayı senden izin
istediklerinde onlardan dilediğine İzin ver ve Allah'tan onlann bağışlanmasını
dile. Kuşkusuz Allah çok bağışlar, çok esirger. 63. ResuPün çağrısını aranızda,
birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri
Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın
gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar! 64. Evet,
göklerde ve yerde olan her şey şüphesiz Allah'a aittir, O şu andaki durumunuzu
da, O'na götürüldükleri zamanki durumu da iyi bilir. O zaman kendilerine de
yapıp ettiklerini bir bir haber verecektir. Allah her şeyi bilmektedir, [104]
Tefsiri
62. "Ortak bir iş" tamlamasının lafza bağlı
tercümesi "toplayan iş"tir. Bundan maksat da ister cuma ve bayram
namazları gibi toplu İbadetler olsun ister ülkenin ve topluluğun önemli bir
işini görüşmek üzere tertiplenmiş toplantılar olsun, yöneticinin ve
diğerlerinin tek başına yapamayacakları, grubu ve kamuyu ilgilendiren işlerdir.
Böyle toplantılarda bir başkan ve uyulması gereken düzen bulunur. Toplantıya
çağıran ve başkanlık eden kişi Allah'ın Resulü olunca toplantının önemi bir kat
daha artmakta, gelmemenin, gelip de izinsiz ayrılmanın hükmü ağırlaşmaktadır.
Hz. Peygamber'in çağrısıyla gerçekleşen bazı toplantılarda münafıklar,
birbirlerini siper ederek görünmeden sıvışıp gidiyorlar, böylece hem toplantıyı
sabote ediyor hem de rahatsız olduktan bir ortamda bulunmaktan kurtuluyorlardı.
Âyette "müminler ancak ... izin almadan çekip gitmeyenlerdir" kısmı,
genel olarak mümini tanımlamak İçin değil, tarihî vakıaya bağlı olarak
müminlerin münafıklardan bir farkını daha ortaya koymak içindir.
Muhammed
Esed burada geçen iznin, alman karara mâkul bir sebep göstererek katılmama izni
olabileceğini ve burada bir nevi "iyi niyetli muhalefet" anlayışının
bulunduğunu ifade etmiştir (II, 724). Bizim bu cüretli ve tarihî gerçeğe
uymayan yoruma katılmamız mümkün değildir; çünkü önce âyetin ifadesi (lafzı,
üslûbu) böyle bir mâna çıkarmaya uygun değildir. İzin muhalefet için değil,
"özel işleri için" istenmektedir. Ayrıca takip eden âyette onun
enirine uymayanlar kınanmakta, belâ ve ceza ile tehdit edilmektedir. Hz.
Peygamber'in içinde bulunduğu toplantı ya ibadet ya eğitim öğretim faaliyeti ya
cihad gibi bir toplu eylem ya da toplumu ilgilendiren bir konuda konuşup bir
karara varmak için yapılmaktadır. Bir, iki ve üçüncü amaçla yapılan
toplantılarda, toplu eylemlerde mazeret sebebiy-ie izin alınan veya izinli
sayılan bir katılmama söz konusu olabilir, bunun muhalefetle bir alâkası
yoktur. Dördüncü amaçla yapılan toplantılarda farklı fikirler ileri
sürülebilirse de Hz. Peygamber'in katılmadığı bir görüş kabul görmez ve
uygulanmaz, onun katıldığı bir karara ise kimse muhalefet edemez; çünkü o
vahiyle hareket etmişse yanlış yapmaz, içtihadıyla hareket etmiş olur da
yanılırsa vahiy yoluyla uyarılır ve yanlış düzeltilir. Uygulama da böyle
olmuştur; içtihadına muhalif kalanlar da eylemde ona tâbi olmuşlardır, eğer
ictihad hatalı olmuşsa hemen tashih edilmiştir.
Hz.
Peygamber'in izin verdiği kimseler için Allah'tan bağışlanmalarını dilemesi
istenmiştir. Çünkü izin alarak toplantıya katılmayan veya toplantıdan ayrılan
kimselerin tercihlerinde, ileri sürdükleri mazeretlerde, takdir ve
değerlendirmelerde kötü kasıt bulunmasa da kusur bulunabilir. Bu durumda Hz.
Peygamber'in toplantısından ayrılmak takvaya aykırı, edep ve irfanı kâmil
olanlar için bir kusur sayılmış ve bağışlanmaya muhtaç görülmüştür. [105]
63. Hz. Peygamber'in dinî emri,
çağrısı, talebi Allah'ın emri gibidir; çünkü o, Allah elçisidir. Birçok âyette
ona İtaat etmenin Allah'a İtaat demek olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bu
tersine çevrildiğinde şu mâna çıkar: Ona itaat etmemek, çağrısına katılmamak,
talebini yerine getirmemek Allah'a itaatsizliktir. Bu âyetin lafza bağlı
yorumundan şöyle bir sonuç çıkarmak da mümkündür: Hz. Peyganıber'i çağırırken,
ona seslenirken, hitap ederken edepli olun, birbirinize hitap ederken
kullandığınız şekil ve üslûbu kullanmayın. [106]
Hz.
Peygamber'in emri Allah'ın emri gibi olduğuna göre ona uymayanların, aykırı
hareket edenlerin hem dünyada birtakım belâlar ve musibetlerle terbiye
edilmeleri hem de âhirette yaptıklarının cezasını görmeleri, din mantığına göre
tabiidir. Peygamberimizin vazifesinin tebliğden İbaret olduğunu bildiren
âyetler bizi yanıltmamalıdır. Bunlardan maksat, tebliğ vazifesini yerine
getiren Peygamber'in, buna rağmen inkârda veya günahta ısrar edenlerin
yaptıklarından sorumlu tutulmayacağından ibarettir. Kur'an'da olsun olmasın
Peygamber'in emrine uymayanlara, aykırı davrananlara dünyada ve âhirette neler
yapılacağı, bunların hangi haklardan mahrum kalacakları, nasıl
cezalandırılacakları gibi konular başka âyetlerde hükme bağlanmış ayrı
meselelerdir. Nitekim bu âyette, birbirlerini siper ederek gizlice Hz.
Peygamber'in toplantısını terkedenler ve onun emrine aykırı hareket edenlerin,
hem dünyada hem de âhirette cezalandırılacakları ifade edilmektedir. [107]
64, Toplantıyı gizlice terkedenler, dıştan inanmış gibi görünüp içten
inkâr edenler durumlarını gizlediklerini zannetmesinler; Allah bütün
yaptıklarını bilmekte, hikmetli olarak kendilerine fırsat vermektedir; O'nun
her şeyi bu arada münafıkların bütün yaptıklarını nasıl bildiğini, âhirette
kendilerine bir bir haber verince anlayacaklardır.
Sûrenin
belirleyici âyeti "nûr âyeti"dir. Bu âyette Allah'ın varlığı ve var
etmesi sayesinde var olduğumuz, bilgisi ve bilgilendirmesi sayesinde
karanlıktan aydınlığa çıkıp doğru yolu bulduğumuz bir benzetme İle
açıklanmıştı. Sûrenin sonu da yine Allah'ın her şeyi bildiğini, dünyada O'nun
irşad ve hidayetine kulağını ve gönlünü kapatanlara âhirette bütün yapıp
ettiklerini, kabule mecbur kalacakları bir şekilde bildireceğini
vurgulamaktadır.[108]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/79.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/ 79
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/79-80
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/80.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/80.
[6] bk. Nisa 4/15-16
[7] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/81.
[8] İbn Kesir, VI, 8-9
[9] Kurtubî, XII, 174
[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/81-82.
[11]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/82.
[12] EbûBekirİbnü'l-Arabî,III,1329-1332
[13]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/82.
[14] kelimenin diğer mânaları için bk. Nisa 4/24-25
[15] İbn Âşûr, XVIII, 158
[16]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/83.
[17]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/83-84.
[18] Buhârî, "Nikâh", 107; "Hudûd", 40
[19] Ebû Dâ-vûd, "Talâk", 27
[20]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/84-85.
[21]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/85.
[22]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/85.
[23] Tevbe", 56
[24] Yûsuf 12/18
[25] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/86-89.
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/89.
[27] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/90.
[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/90.
[29]
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV90.
[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/90-91.
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/91.
[32] Buharı, "İsti'zân", 11; Râzî, X, 197
[33] Buhârî, "İsti'zân", 14
[34] Buhârî, "isti'zân", 13; Müslim,
"Âdâb", 32, 34, 35, 37; Râzî, XXIII, 197-198
[35] Kurtubî, XII, 218
[36] Ebû Dâvûd, "Edeb", 138
[37] Nevevî, Sahîhu Müslim bi-Şerhi'n-Nevevî XVI,
131
[38] Buhârî, "İsti'zân", 17; "Edeb", 94
[39] Aynî, Umdetü 'l-karî, XVIII, 286,294
[40] Hucurât 49/12
[41] Buhari, İsti’zan’’, 11; “Diyat” 15,23; ayrıca bk.
Mustafa Çağrıcı “İzin” DİA, XXIII, 509-510
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/91-93ç
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/93-94
[43] Ebû Dâvüd, "Nikâh", 43
[44] Râzî, XXIII, 205
[45]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/94-95.
[46] Ebû Dâvûd, "Libâs", 31
[47] Azîmâ-bâtâ,Avnü'l-ma'bûd, XI, 162
[48] İbnü'1-Hü-mâm, Fethu'l-kadîr, I, 181,183; VIII,
97; İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, I, 297, 298
[49] Azîmâbâ-dî, Avnü'lma'bûd, XI, 152,177; İbn
Hacer, Fethu'l-bâri, XII, 372
[50] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr VIII, 107
[51] Buhârî, "Tefsir", 24/12; Ebû Dâvûd,
"Libâs", 30-32
[52]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/95-98.
[53]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/98.
[54] Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 1372; İbn Âşûr, XVIII,
211
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/98-99.
[55]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/99.
[56]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/100.
[57]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/100.
[58] Cessâs, İÜ, 321; Şevkânî, IV, 35
[59] Bakara 2/177; özellikle Tevbe 9/60
[60] Tekvin, 38/14 vd.
[61]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/101-102.
[62]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/102.
[63]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/102-103.
[64] Râzî'ye göre ise yirmi kusuru vardır; XXIII, 225
[65] Nisa 4/174; Râzî'ye göre nazarî alanda akıl sık sık
yanılgıya düşer, bu sebeple bir yol göstericiye, onun deyişi ile mürşide
ihtiyacı vardır, bu mürşid de Kur'an'dır; XXIII, 228
[66] Ahzâb 33/46
[67] a.g.e., s. 4-16
[68] Râzî, XXIII, 231-232
[69] Mişkâtu'l-envâr, 23-37; krş. Râzî, XXIII, 233
vd
[70]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/103-105.
[71] İbn Âşûr, XVIII, 266 vd
[72] Müslim, "Zikir", 36-37
[73] Ahzâb 33/35
[74]Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/105-107.
[75]
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/107.
[76] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/107-108.
[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/109.
[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/109
[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/109.
[80] Enbiyâ 21/30
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/110.
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/110-111.
[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/111.
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/111.
[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/112.
[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/112.
[87] İbn Kesîr, VI, 85-86
[88] Bakara 2/30
[89] En'âm 6/34,124
[90] örnekler için bk. A'râf 7 /69,74; En'âm 6 /165; Fâtır
35 /39
[91] Hac 22/41
[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/112-114.
[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/114.
[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/114.
[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/115-116.
[96] Ebû Bekir İb-nü'1-Arabî, m, 1396
[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/116-117.
[98] III, 334; krş. Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, IH, 1401
[99] İbn Atıyye, IV, 195; Kurtubî, XII, 308
[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/117-118.
[101] Bakara 2/188
[102] Cessâs, III, 334;
Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, III, 1402
[103] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/118-119.
[104] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/119-120.
[105] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/120-121.
[106] Bukonudaayrıcabk.Hucurât49
[107] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/121.
[108] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/121-122.