NEML SÛRESİ 2

1- Hz. Süleyman'ın Orduları: 9

2- Yönetici ve Hakimlerin Disiplini Sağlamakla Görevli Memurlar Görevlendirmeleri: 10

1- Seslenen Karınca ve Bu Karıncanın Söyledikleri: 11

2- Farkederneyenler"in Kimlikleri: 13

3- Hayvanları Cezalandırmanın Hükmü: 13

4- Canlı Varlıkların Teşbihi Nasıldır: 14

5- Gülümsemek ve Gütmek: 14

6- Hayvanların Akılları ve Kavrayışları: 15

1- Hz. Süleyman'ın Hüdhüd Kuşunu Araştırmasının Sebebi: 16

2- Yöneticinin Yönettiklerinin İşleri İle İlgilenmesi: 16

3- "Hüdhüdü Neden Göremiyorum?". 17

4- Verilecek Cezaların Takdirinde Ölçü: 17

5- Çok Geçmeden Gelen Hüdhüd: 18

6- Hüdküdün Getirdiği Haber: 18

7- Sebe'lle İlgili Gelen Haber: 18

8- Küçüğün Büyüğe, Öğrencinin Hocaya: 19

9- Hz. Süleyman'ın, Sebe' Ülkesinden Haberdar Olmayışı ve Cinlerle İlgili Bazı Hükümler: 19

10- Kadının Yöneticiliği ve Hakimliği: 20

11- Sebe' Hükümdarının Sahip Olduğu İmkânlar; 20

12- Allah'tan Başkasına Tapmak ve Şeytan'm Hakimiyetine Girmek: 21

13- Niye Allah'a Secde Etmiyorlar?. 21

14- Verilen Haberi Tetkik Etmek: 23

15- Yöneticilerin ve Sair îmanların Mazeret Kabul Etmeleri: 23

16- Hz. Süleyman'ın Mektubu: 24

17- Müşriklere Mektup Yazarak Davet Tebliğ Etmek: 25

18 Hazreti Süleyman'ın Talimatı: 25

1- Süleyman (a.s)'m Değerli Mektubu; 25

2- Mektubun Niteliği: 26

3- Mektubun Başında Zikredilecek İsim: 26

4- Mektupta Verilen Selamı Almak: 26

5- Mektuplara "Bismillakirrahmanirrakim" Yazmak: 26

6- Davetin Özü: İslâm'a Girmek: 27

1- Belkıs'ın Danışması: 27

2- Danışma (Müşavere): 27

3- Belkıs'ın İstişaresi ve Hükümdarların Tabiatı: 28

1- Belkıs'ın Gönderdiği Hediye ve Elçi. 28

2- Hediyenin Mahiyeti ve Hediyeyi Kabul Etmek Sünneti: 30

3- Müşrikin Hediyesinin Hükmü: 30

4- Hediyeleşmenin Hükmü: 30

5- Aynı Mecliste Bulunanların Hediyedeki Hakları: 31

6- Hediyenin Etkisi: 31

Suret Yapmanın Hükmü: 43

1- Bunalmış Olanın Duasını Kabul Eden: 44

2- Bunalmış Olanın Yapacağı Dua: 44

3- Bunalmış Olanın Duasının Kabulü: 44

Hz. Âişe'nin Bedir'de Öldürülen Müşriklerin Peygamber Efendimizin Seslenmesini İşittiğini Kabul Etmemesi ve Dayanağı: 50


NEML SÛRESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adı ile

Tümüyle Mekke'de indiği hususunda icmâ' vardır. Doksanüç âyettir, doksandört âyet olduğu da söylenmiştir. [1]

 

1. Tâ. Sîn. Bunlar Kur'ân'ın ve apaçık kitabın âyetleridir.

2. İman edenlere doğru yolu gösterici ve müjde olmak üzere (indi­rilmiştir).

3. Namazlarını dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inananların tâ kendileridir onlar.

4. Âhirete iman etmeyenlerin amellerini kendilerine süslü göstermişizdir. Bu sebepten onlar körelmisler ve şaşırmışlardır.

5. İşte bunlaradır azabın en kötüsü, bunlara! Ahİrette en çok ziyan­da olacaklar da bizzat onlardır.

6. Muhakkak sen Kur'ân'ı Hakîm, Alîm olandan almaktasın.

 

"Tâ, Sîn. Bunlar Kur'ân'in ve apaçık bir kitabın âyetleridir" buyru­ğunda geçen mukatta' harflere dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sû-resi*nde(2/l-2. âyetlerin tefsirinde) ve" başka yederde geçmiş bulunmaktadır.

"Bu (ya da: bunlar)" anlamındadır. Yani bu sûre Kur'ân'm ve apa­çık bir kitabın âyetleridir. Burada "Kur'ân" lam-ı tarif ile zikredilmiştir. An­cak "apaçık bir kitab" nekre lafzı ile zikredilmiştir. Şu kadar var ki "apaçık bir kitab" terkibi marife manasını ihtiva eder. Bu da: "Filan ki­şi akıllı bir adamdır" demek ile "Filan kişi akıllı adamdır" de­meye benzer.

Kitab, Kur'ân'ın kendisidir. Böylelikle onun iki tane vasfı bir arada zik­redilmiştir. Bir taraftan o Kur'ân (okunan)'dır. Diğer taraftan o bir kitaptır. Çünkü o hem kitabet (yazı ile) hem de kıraat ile ortaya çıkandır. Bu iki laf­zın türedikleri köklere dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. el-Hicr Sûresi'nde de: "Elif, Lâm, Râ. Bunlar kita­bın ve açık açık anlatan Kur'ân'ın âyetleridir." (el-Hicr, 15/1) buyruğunda "kitab" marife olarak "Kur'ân" ise nekre (belirtisiz) olarak zikredilmiştir. Bu­na sebeb ise Kur'ân ve kitabın herbirisinin ayrı ayrı hem marife, hem sıfat ya­pılmaya elverişli iki isim olmalarıdır.

Kur'ân'ın "apaçık" olmakla vasfediimesi ise bu kitapta yüce Allah'ın emirleri, nehiyleri, helal ve haramları, vaadleri ve tehditlerinin açıkça belir­tilmiş olmasından dolayıdır. Yine buna dair açıklamalar geçmiş bulunmak­tadır.

"İman edenlere doğru yolu gösterici ve müjde olmak üzere İndirilmiş­tir" buyruğunda geçen "Yol gösterici olmak üzere" buyruğu "kitab" lafzından hal olarak nasb mahallindedir. Yani bunlar doğru yolu gösteren ve müjdeleyen olarak kitabın âyetleridir. Mübteda olarak merfu olmaları da müm­kündür. Yani o bir hidayettir. Arzu edilirse sıfat harfi hazfedilmiş olarak da merfu kabul edilebilir. "(ıS-u v): Onda bir hidayet vardır" demek olur. Ha­berin "iman edenlere" buyruğu olması da mümkündür. Daha sonra yüce Al­lah onların niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır:

"Namazlarını dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inananların tâ kendileridir onlar." Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/2.'âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmak­tadır.

"Âhirete iman etmeyenlerin" öldükten sonra dirilişi tasdik etmeyenle­rin "amellerini kendilerine süslü göstermişizdir." Yani kötü amellerini, iyi görecek şekilde onlara süsledik diye açıklandığı gibi, Biz güzel amellerini on­lara süslü gösterdik, fakat o amelleri işlemediler diye de açıklanmıştır. ez-Zeo câc da şöyle demiştir: Onların küfürlerine ceza otarak Biz de içinde buiundukları hali onlara süslü gösterdik.

"Bu sebepten onlar körelmişler ve şaşırmışlardır." Kötü amelleri ve sa­pıklıkları içerisinde gidip gelmektedirler. Bu açıklama İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Ebu'l-Âliye ise: Sürekli bunları devam ettirmektedirler, diye açık­lamıştır. Katâde oyalanıp durmaktadırlar diye açıklarken, el-Hasen şaşkın şaş­kın kalmaktadırlar, diye açıklamıştır. Recez vezninde şair şöyle demiştir:

"Ve bir geçit ki onun uçları da bir geçit içinde,

Şaşırmış ve körelmiş olanları doğruyu görmekten yana kör bırakmış."

"İşte bunlaradır azabın en kötüsü" olan cehennem "bunlara! Âhîrette en çok ziyanda olacaklar da bizzat onlardır." Bu buyruktaki "âhirette" laf­zı bir beyandır. "En çok ziyanda olacaklarda bağlı değildir, çün­kü insanlar arasından dünyayı kaybetmiş, fakat âhirette kar etmiş olanlar var­dır. Bunlar ise küfürleri sebebiyle âhireti kaybetmiş ve zarara uğramış kim­selerdir. O bakımdan onlar ziyana uğramış olan herkesten daha çok ziyan­dadırlar.

"Muhakkak sen Kur'ân'ı Hakim, Alîm olandan almaktasın." Bu Kur'ân dana indirilmekte, sen de onu almaktasın, onu öğrenmekte ve bellemekte­sin. "...dan" burada "nezdinden" anlamındadır. Ancak bu lafız mu'rab olmayıp mebnidir. Çünkü i'rab almaya elverişli değildir. Bunun çeşitli söy­lenişleri vardtr ki; bunlar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (18/2. âyetin tef­sirinde) söz konusu edilmiştir.

Bu âyet-i kerime, yüce Allah'ın anlatmak istediği kıssalar, bu kıssalardaki hikmetinin incelikleri ve herşeyin inceliğine varan ilmi ile ilgili hususları anlatmak için bir hazırlık mahiyetindedir. [2]

 

7. Hani Mûsâ aile halkına demişti ki: "Ben gerçekten bir ateş gör­düm. Size ondan bîr haber getirir veya ısınmanız için size par­lak bir parça ateş getiririm."

8. Onun yanına gelince ona: "O ateşin yanında ve onun çevresin­de olanlar da mübarek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah münezzeh­tir" diye seslenildi.

9.  "Ey Musa! Şüphesiz ki Ben Azîz ve Hakim olan Allah'ım!

10. "Asa'nı bırak." Onun ince yılanmış gibi hareket ettiğini görün­ce, arkasına bakmaksızın dönüp gitti. "Korkma ey Musa! Çün­kü Benim katımda rasûller korkmaz.

11. "Zulmedenler müstesna. Sonra da kötü halini İyilikle değiştire­ne muhakkak Ben mağfiret ve rahmet ediciyim.

12. "Elini de yakana sok! Firavun'a ve kavmine dokuz mucize ara­sında olmak üzere kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Şüphesiz onlar fasık bir toplulukturlar.

13. Âyetlerimiz kendilerine apaydınlık geldiğinde onlar: "Bu, apa­çık bir sihirdir" dediler.

14. Kalpleri onlara İnandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!

 

"Hani Musa aile halkına demişti ki" buymğundaki "Hani" hazfe­dilmiş bir fiil dolavisıvla nasbedilmiştir ki; o da "hatırla ki" anlamındadır. Sanki "muhakkak sen Kur'ân'ı Hakim, Alim olandan almaktasın" buyruğunun akabinde şöyle buyurmuş gibidir: İşte ey Muhammed, O'nun hikmet ve İl­minin tecellilerinden olmak üzere Musa'nın kıssasını an! Hani o aile halkı­na demişti ki: "Ben gerçekten" uzaktan "bir ateş gördüm." Şair el-Haris b. Hillize ("gördüm" anlamındaki fiili kullanarak) şöyle demiştir:

"Ben oldukça gizli bir ses hissettim fakat onu,

İkindi vakti ve akşam yaklaştığı sırada avcılar onu ürküttü."

"Size ondan bir haber getirir veya ısınmanız İçin size parlak bir par­ça ateş getiririm."

Âsim, Hamza ve el-Kİsaî: "Parlak bir parça ateş" buyruğunun: "Parlak ateş" lafzını tenvînli okumuştur. Diğerleri İse izafet terkibi olmak üzere tenvinsiz okumuşlardır. Bu da; bir ateş parçası anlamındadır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir, el-Ferrâ tenvinsiz oku­manın Arapların! "Andolsun âhiret yur­du, cami mescid, ilk namaz" kabilinden isimleri farkh olması halinde bir şe­yin kendi kendisine izafe edilmesi kabilinden olduğunu iddia etmiştir.

en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Basralılara göre bir şeyin kendi kendi­sine izafe edilmesi imkansızdır. Çünkü sözlükte izafet bir şeyin, bir şeye ka­tılması anlamındadır. Dolayısıyla bir şeyin kendi kendisine katılması imkan­sızdır. Bir şeyin, bir diğer şeye izafe edilmesi ise ancak mülkiyet ya da nev' (tür, çeşit) anlamının açığa çıkması içindir. Kişinin kendisine malik olduğu­nun yahut kendi nefsinden bir türe malik olduğunun açıklığa çıkartılması ise imkansızdır. Buna göre izafetsiz olarak Bir parça ateş" şeklin­deki kıraatte nev' ve cins izafeti söz konusudur.

Nitekim; "Bu ipek bir elbisedir, demir bir yüzük­tür" ve benzeri ifadeler bu kabildendir.

Şihâh, aydınlığı olan herbir şeydir. Yıldız ve yakılmış bir odun parçası gi­bi. Kabes ise kor ateş ve benzerinden alınan (parça)nın ismidir. Buna göre bu izafet; Parlak bir parça ateş" demek olur.

Mesela; "Bir parça ateş aldım, almak" denilir. İsmi ise

diye gelir. Nitekim; "Yakaladım, yakalamak" demek de böyledir. Bundan da İsim; "Yakalamak, kabzetmek" şeklinde geİir.

Her iki kelimeyi de tenvinli okuyanlar ikincisini, birincisinden bedel kabul eder. el-Mehdevî; yahut onun sıfatı da olabilir, der. Çünkü "kabes"in sı­fat olmayan bir isim olması da mümkündür, sıfat olması da mümkündür. Sı­fat olmayış sebebi, Arapların; "Ben onu aldım, alıyorum, al­mak" şeklindeki kullanımlarıdır. "Kabes" de; "Alınan şey" anlamın­dadır. Şayet sıfat kabul edilirse, en güzeli bunun bir niteleme (na't) olması­dır. Sıfat değilse, izafet olması daha güzeldir. Bu da nev'in kendi cinsine iza­fe edilmesi kabilindendir. Gümüş yüzük ve benzeri tabirlerde olduğu gibi. Eğer "kabes" lafzı temyiz ya da hal olarak mansub okunursa daha güzel olur. Kur'ân'ın dışında da mastar (meful-u mutlak) yahut temyiz ya da hal olarak; da denilebilir.

Isınmanız İçin" buyruğundaki "ti" aslında "te"dir. Burada "te"nin yerine ibdal ile "ti" harfi getirilmiştir, Çünkü "ti" harfi nmtbaktır, "sad" da mutbaktır. O bakımdan bu iki harfin arka arkaya getirilmesi güzeldir. So­ğuğa karşı ısınmanız için, şeklindedir. Bir kimsenin ısındığını anlatmak üze­re; "Isındı, ısınır" denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Ateş kışın meyvesidir, kim isterse

Kış mevsiminde meyve yemeyi (ateşte ısınsın)"

ez-Zeccâc dedi ki: Aydınlığı olan beyaz herbir şeye "şihab" denilir, Ebu Ubeyde de; Şihab ateş demektir, demiştir. Ebu'n-Necm der ki:

"O sanki alev alev yanan bir ateşti, Bir aydınlık saçtı, sonra da dindi,"

Ahmed b. Yahya dedi ki: şihab'dan kasıt iki tarafından birisinde kor ateş, diğerinde ise ateş olmayan bir değnek demektir. en-Nehhâs'ın bu hususta­ki açıklaması güzeldir: Şİhab aydınlatıcı ışın (şua) demektir, Semada ışığı uza­yıp giden yıldıza da bu ismin verilmesi buradan gelmektedir. Şair de şöyle demiştir:

"Elinde dümdüz bir mızrak vardı onun,

O mızrağın başındaki sivri uç, kor ateş alevi gibiydi."

"Onun yanına gelince" buyruğu, Musa aslında nur olan ve ateş zannet­tiği o şeyin yanına vardığında, demektir. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. Musa ateşi gördüğünde ona yakın bir yerde durdu. Ateşin son de­rece yeşil ve "el-ullayk: sarmaşık" adı verilen bitkinin bir dalından çıkmak­ta olduğunu gördü. Gördüğü bu ateş gittikçe büyüyor ve alevi artıyordu. Di­ğer taraftan ağaç gittikçe daha çok yeşilleniyor ve güzeli eşiyordu. Musa buna hayret etti ve ondan bir alev almak maksadıyla elindeki bir çubuğu ona uzattı. Ağaç ona doğru eğildi, bundan korkup geriye doğru çekildi. Bu şe­kilde ağaç ona eğilip o da ondan alev almak isteyip durdu. Nihayet bu ağa­cın durumu bilinemeyecek şekilde emir altında olduğu şeklindeki halini açık­ça aniadı. Bunu da: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mü­barek kılındı... diye" ona seslenildiğinde anladı. Bu hususa dair açıklama­lar daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/11-12. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır.

"Seslenildi" yani yüce Allah ona seslendi. Nitekim: "Biz ona Tûr'un sağ tarafından seslendik" (Meryem, 19/52) diye buyurmaktadır.

"Mübarek kılındı..." buyruğundaki; Diye" nasb mahal­linde ve; anlamındadır. Bunun meçhul bir fiilin naib-i faili olarak ref mahallinde olması da mümkündür.

Ebu Hâtim'in naklettiğine göre Ubeyy, İbn Abbas ve Mücahid'in kıraati; "Ateş ve onun etrafındakiler mübarek kılındı" şeklin­dedir. en-Nehhâs dedi ki: Böyle bir rivayet sahih bir isnad ile elimizde bu­lunmamaktadır. Bulunsa dahi bu bir tefsir olarak kabul edilir. Bu durumda "bereket" ateşe ve onun etrafında bulunan melekler ile Musa'ya raci olur.

el-Kisaî, Arapların: "Allah seni mübarek kılsın" söyleyişini naklettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere; söyleyişini de nak-letmiştir. es-Salebî dedi ki:

Araplar: "Allah seni mübarek kılsın" anlamında dört türlü söylerler. Şair de dedi ki:

"Yeni doğmuş bebekken de mübarek kılındın yetişkinken de mübarek kılındın, Ve sen Haçların ağarmışken de yaşlanmışken de mübarek kılındın."

Taberî dedi ki: Yüce Allah: "Ateşin yanında... olanlar da mübarek kılın­dı" diye buyurup da "Ateşin içinde bulunanlar mübarek kı­lındı" diye buyurmaması, "Allah seni mübarek kılsın" şeklindeki kullanıma uygun gelmiştir. Nitekim aynı anlamda olmak üzere: "Allah onu mübarek kılsın" denilir. Bu ateşin etrafında bulunanlar rnübarek kılındı, demektir. Bu da Musa'dır ya da ateşin yakınında bulunanlar mübarek kılındı, demektir. Çünkü o, ateşin or­tasında idi.

es-Süddî dedi ki: Ateşte melekier vardı. Dolayısıyla mübarek kılınma Mu­sa ve meleklere aittir. Yani ey Musa, sen ve onun etrafında bulunan melekler mübarek kılındınız. Bu da yüce Allah'ın Musa (a.s)'a selâmı ve lutfudur. Tıp­kı meleklerin İbrahim (a.s)'ın huzuruna girdiklerinde ona selam verdikleri gi­bi. Yüce Allah (melekler vasıtasıyla) şöyle buyurmuştu: "Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin üzerinize olsun, ey hane halkı'' (Hud, 11/73)

Üçüncü bir görüş de İbn Abbas, el-Hasen ve Said b. Cübeyr tarafından ifa­de edilmiştir: Ateşin yanında bulunan, her türlü kusurdan mukaddes ve münezzehtir. Bununla şanı yüce Allah, kendi mübarek zatını kastetmiştir.

İbn Abbas ve Muhammed b, Ka'b dediler ki: Ateş yüce Allah'ın nuru idi. Yüce Allah o nurun yakınından Musa (a.s)'a seslenmiştir. Bunun da te'vili şöy­ledir: Musa (a.s) pek büyük bir nur gördü, onu ateş zannetti. Çünkü yüce Al­lah Musa (a.s)'a belgeleri (âyetleri) ve kelamı ile ateş cihetinden görünmüş­tü, yoksa belli bir yerde mekan tuttuğu anlamında değildi bu. Çünkü: "O gök­te de İlâh olandır, yerde de ilâh olandır." (ez-Zuhruf, 43/84) Yoksa yüce Al­lah gökte ve yerde mekân tutuyor anlamında değildir. Bunun anlamı şudur: Herbir fiilde O'nun tecellisi görülür ve böylelikle failin varlığı bilinir. Buna binaen de şöyle denilmiştir; Ateşin yanında bulunanın saltanat ve kudreti ne mübarektir! Bir diğer açıklama da şöyle yapılmıştır; Yani ateşte bulunan ve bunu alâmet kılan Allah'ın emri ne mübarektir!

Derim ki: İbn Abbas'ın görüşünün sahih olduğunun delillerinden birisi de Müslim'in, Sahih'inde ve -lafız kendisine ait olmak üzere- İbn Mace'nin de Sünen'inde kaydettikleri şu rivayettir: Ebu Musa dedi ki: Rasûlullah (sav) şöy­le buyurdu: "Muhakkak Allah uyumaz. Onun uyuması da gerekmez (ya da şanına yakışmaz). O adalet (terazisin)i alçaltır ve yükseltir, onun hicabı nurdur. Eğer onu açacak olursa, yüzünün parıltıları, gözünün değdiği her­bir şeyi mutlaka yakardı. Daha sonra Ebu Ubeyde: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah münczzch-dir" buyruğunu okudu. Bunu el-Beyhakî de rivayet etmiştir.[3]

Müslim'in, Ebu Musa yoluyla kaydettiği lafız da şöyledir: Rasûlullah (sav) hutbe irad etmek maksadıyla önümüzde ayağa kalktı, beş hususu söz konu­su etti ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki aziz ve celi] olan Allah uyumaz. Za­ten uyumak ona yaraşmaz da. O adalet terazisin(i) alçaltır ve yükseltir. Ge­cenin ameli O'na gündüzden önce yükseltilir, gündüzün ameli de geceden önce O'na yükseltilir, O'nun hicabt nurdur. -Ebu Bekrin rivayetinde ise nârdır. Eğer onu açacak olursa, O'nun yüzünün parıltıları gözünün mahlu-katından değdiği herbir şeyi elbette yakardı."[4]

Ebu Ubeyd dedi ki: Denilir ki: "Subuhât: Parıltılar" O'nun zatının celali­dir. "Subhanallar"da buradan hareketle söylenmiş bir teşbihtir. Bu ise yüce Allah'ı ta'zim ve tenzihi ifade eder. Yüce Allah'ın: "Eğer onu açacak olursa" buyruğu da şu demektir: Eğer insanların gözleri üzerinden perdeyi kaldıra­cak olursa ve kendisini görmeleri için onlara sebat vermezse yanarlar ve bu­na tahammül edemezler.

İbn Cüreyc dedi ki: Ateş hicablardan bir hicabtır. Bu hicablar: Hicabu'l-Izze, Hicabu'1-Mülk, Hicabu's-Sultan, Hicabu'n-Nar, Hicabu'n-Nur, Hica-bu'l-Ğamâm ve Hicabu'1-Mâ olmak üzere yedî tanedir. Hakikatte asıl mah-cub olan (yani önünde perde bulunan) mahluktur. Yüce Allah'ı ise hiçbir şey hacb etmez (perdelemez). İşte oradaki ateş aslında nur idi, ancak yüce Al­lah ondan nar (ateş) lafzı ile sözetmiştir. Çünkü Musa onu ateş zannetmiş-ci. Diğer taraftan Araplar da bu lafızların birini diğerinin yerine kullanabil­mektedirler.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Onun gördüğü bizatihi ateşti. Yüce Al­lah, sesini ona ateşin bulunduğu taraftan işittirdi ve ona ateşin bulunduğu ci­hetten rububiyetini izhar etti. Bu da Tevrat'ta yazılı olduğu rivayet olunan şu ifadeleri andırmaktadır: "Allah, Sina'dan geldi ve Sair (dağın)dan parıldadı. Fârân dağlarından da yükseldi."

Yüce Allah'ın Sina'dan gelmesi orada Musa'yı peygamber göndermesidir. Sair tepelerinden panldaması, Mesih İsa'yı orada peygamber göndermesidir. Fârân dağlarından yükselmesi ise Muhammed (sav)'ı peygamber olarak göndermesidir, Fârân da Mekke'dir. İleride el-Kasas Sûresi'nde (28/30. âye­tin tefsirinde) şanı yüce Allah'ın Musa (a.s)'a kelâmını ağaçtan işittirmesi ile ilgili daha geniş açıklamalar gelecektir, inşaallah.

"Âlemlerin Rabbi münezzehtir." Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı tenzih ve takdis ediyorum. Buna dair açıklamalar daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Buyruğun anlamı da şudur: Onun etrafında bulunanlar "âlemlerin Rabbi münezzehtir" derler, şeklindedir ki; bu ifadeler hazfedilmistir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Musa (a.s) yüce Rabbin nidasını işit­tikten sonra yüce Allah'ın yardımını dilemek ve O'nu tenzih etmek üzere bu sözleri söylemiştir. Bu açıklamayı es-S Ciddî yapmıştır.

Bu buyrukların yüce Ailah'ın sözlerinden olduğu da söylenmiştir. Anla­mı da şudur: Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı teşbih edenler mübarek kılınmış­tır. Bunu da İbn Şecere nakletmiştir.

"Ey Musa şüphesiz Ben Azîz ve Hakîm olan Allah'ım" buyruğundaki: "Şüphesiz" lafzındaki "he" imaddtr. Kûfelilerin görüşlerine göre bir za­mir değildir, sahih olan ise bunun durum ve şan'dan kinaye (zamiru şan) ol­duğudur.

"Ben Azîz" benzen bulunmayan mutfak galip; emir ve fiillerinde hikme­ti sonsuz olan "Hakîm olan Allah'ım!" Denildiğine göre Musa; Rabbim ba­na seslenen kimdi, diye sordu. Ona: "Şüphesiz ki* sana seslenen Ben idim. "Ben Allah'ım" diye buyurdu.

"Asanı bırak." Vehb b. Münebbih dedi ki: Musa yüce Allah'ın kendisine asasını bir kenara atmasını söylediğini zannetmişti. Yine denildiğine göre yü­ce Allah'ın Musa'ya bunu söylemesinin sebebi, kendisi ile konuşanın Allah olduğunu, Musa'nın da rasûl olduğunu, herbir peygamber için bizzat kendi nefsinde peygamberliğini bilmek maksadı ile mutlaka bir âyet, (belge ve mucize)nin bulunduğunu bilmesi için söylemiştir.

Âyet-i kerimede hazfedilmiş lafızlar vardır. Yani asanı bırak, o da asası­nı elinden bıraktı, derhal küçük bir yılanmış gibi hızlıca hareket eden bir ej­derha oluverdi. el-Kelbî dedi ki: Bu küçük de olmayan, büyük de olmayan bir yılandı. Bir diğer açıklamaya göre asası önce küçük ve hareketli bir yı­lan olmuştu, ona alışınca bu sefer büyükçe bir ejderha oluvermişti. Bir di­ğer açıklamaya göre bir sefer küçük bir yılan, bir sefer hızlıca koşan dişi bir yılan, bir sefer de erkek büyük bir ejderhaya dönüşmüştü.

Bir diğer açıklamaya göre de anlam şöyledir: Bu küçük bir yılan gibi ha­reket eden bir ejderhaya dön üşü vermişti. Ejderhanın büyüklüğü ve küçük yı­lanın hafifliği ile hızlıca hareket etmek Özellikleri bu yılanda vardı. İşte hız­lıca koşan bir yılan, bir ejderhadan kasıt budur.

"ince küçük yılan"m çoğulu; şeklinde gelir. Şu hadis-i şe­rifte de bu çoğul şekil kullanılmıştır: "Peygam­ber evlerde bulunan küçük yılanların öldürülmesini yasakladı."[5]

"Arkasına bakmaksızın" Mücahid'in açıklamasına göre dönmeksizin, Katâde ise bakmaksızın diye açıklamıştır. "Dönüp, gitti" insanların adeti üze­re korkup kaçtı.

Yılandan ve zarar vermesinden "Korkma ey Musa, çünkü Benim katım­da rasûller korkmaz." İfade burada tamam olmaktadır. Daha sonra munkatı' bir istisna yaparak şöyle buyurmaktadır:

"Zulmedenler müstesna!" Bunun hazfedilmiş bir isimden istisna olduğu da söylenmiştir. Yani: Benim huzurumda rasûller korkmaz. Ancak onların dı­şında zulmeden kimseler korkar.

"Zulmedenler müstesna, sonra da kötü halini iyilikle değiştirene...'' İş­te böyle bir kimse korkar. el-Ferrâ böyle açıklamıştır.

en-Nehhâs dedi ki: Bu muhal bir mahzuftan istisna yapılmıştır. Çünkü bu zikredilmemiş bir şeyden yapılmış bir istisnadır. Eğer böyle bir istisna caiz olsaydı: "Ben Zeyd müstesna, o kavmi vuruyorum" şeklindeki sözlerin; ben o kavmi vurmam, onların dişındakileri "Zeyd dışındakiler!" vururum demek de caiz olmalıydı. Bu ise beyan (açık seçik konuşma)ya aykırıdır ve anlamı bilinmeyen ifadeler kullanmaktır.

Yine el-Ferrâ'nın naklettiğine göre bazı nahivciler; istisna edatını "vav" anlamında kullanabilirler. Yani bir de zulmedenler (benim katımda korkmaz); demek olur. Şair şöyle demiştir:

"Herbir kardeş mutlaka kardeşinden ayrılır,

Yemin olsun ki (bu böyledir) hatta el-Ferkadân dahi."

en-Nehhâs dedi ki: İstisna edatının "vav" anlamında olması izah edi­lemez ve bu dilde hiçbir şekilde caiz olmaz. Diğer taraftan bu edatın anla­mı "vav"dan çok farklıdır. Çünkü bir kimse; "Zeyd dışın­da kardeşlerin bana geldi" diyecek olursa, kardeşlerin kapsamına girdikle­ri hükmün dışına Zeyd çıkarılmış olur. Dolayısıyla bu istisna edatı ile "vav" arasında herhangi bir yakınlık bulunmamaktadır.

Âyet-i kerime ile ilgili bir başka görüş daha vardır. O da buradaki istisna­nın muttasıl bir istisna olmasıdır. Anlam da şöyte olur: Hiçbir kimsenin ken­disini kurtaramadığı küçük günahları işlemek suretiyle peygamberler arasın­dan zulmedenler müstesnadır. Ancak Zekeriya oğlu Yahya (selam ona) istis­na olarak küçük günah işlememiştir. Ayrıca yüce Allah'ın Peygamber (sav) efendimiz hakkında "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." (el-Feth, 48/2) buyruğunda sözünü ettiği husus da müstesnadır. Bunu da el-Mehde-vî zikretmiş olup en-Nehhâs tercih etmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah on­lar arasından (belirtilen şekilde küçük günahla) isyan edenlere Allah korkusunun müyesser kılındığını bildiğinden dolayı onları istisna ederek şöyle bu­yurmuştur: "Zulmedenler müstesna, sonra da kötü halini İyilikle değişti­ren..." kimse; o korkar, Ben ona mağfiret etsem dahi.

ed-Dahhâk dedi ki: Bu buyruğu ile Âdem ve Dâvûd (ikisine de selâm ol­sundu kastetmektedir.

ez-Zemahşerî dedi ki: Âdem, Yunus, Dâvûd, Süleyman, Yusuf'un kardeş­leri gibilerinin yaptıkları kusurlar ile Musa (a.s)'in Kıptî'yi indirdiği darbe ile öldürmesi bu kabildendir. Bir kimse dese ki: Tevbe ve mağfiretten sonra kor­kunun manası nedir? Ona şöyle cevap verilir: Yüce Allah'ı bilip tanıyanların hali budur. Onlar her zaman için masiyetlerinden ötürü korkarlar ve kalp­leri titrer. Aynı şekilde onlar tevbelerinin kabul edilmesi için gerekli şartlar­dan yerine getirmemiş olabilecekleri bir takım şartlarının olmadığından da emin olmazlar. Dolayısıyla bu eksik şart(lar)ın yerine getirilmesinin istene­ceğinden korkarlar.

el-Hasen ve İbn Cüreyc dedi ki: Yüce Allah, Musa'ya sen o canı öldürdü­ğün için Ben de seni korkuttum, demiştir.

el-Hasen dedi ki: Geçmişte peygamberler küçük günah işler ve bundan dolayı cezalandırılırlardı.

es-Sa'lebî, el-Kuşeyrî, el-Maverdî ve başkaları da şöyle demişlerdir: Buna göre burada istisna sahihtir, yani peygamberlerden, rasûllerden nübüvvet ön­cesi işlemiş oldukları küçük günahlar ile nefsine zulmeden kimseler müstes­nadır. Musa, Kıptî'yi öldürmekten dolayı korkmuş ve bundan ötürü de lev-be etmişti.

Şöyle de denilmiştir: Peygamberler, peygamberlikten sonra küçük günah­lardan da, büyük günahlardan da korunmuşlardır. Bu hususa dair açıklama­lar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 13- başlıkta) geçmiş bu­lunmaktadır.

Derim ki: Birincisi daha doğrudur, çünkü onlar şefaat hadisinde de belir­tildiği üzere kıyamet gününde bu günahlarından sıyrılmış olacaklardır. Allah'a yakın kılınmış bir kimse (mukarreb) herhangi bir küsur işleyecek olursa, bu kusuru ona bağışlanmış olsa dahi, bu kusurun izleri kalıcıdır. Bu iz ve etki devam "ettiği sürece korku da devam eder. Ancak bu korku cezalandırılma korkusu değil, ilahi azamet korkusudur. Sultan nezdinde günah işlediği zannolunan bir kimse, bu zan dolayısı ile içinde rahatsız edici bir duygu bu­lunur. Bu da ona duyulan güvenin saflığını bulandırır. Musa (a.s) da o Fira­vun kavmine mensub kişiye karşı böyle bir davranışta bulunmuş, sonra Al­lah'tan mağfiret dilemiş ve kendi nefsine zulmettiğini itiraf etmişti. Yüce Al­lah da onun günahını bağışlamıştı. Bu bağışlanmadan sonra da: "Rabbim, ba­na verdiğin nimet hakkı için artık günahkârlara arka çıkmam" (el-Kasas, 28/17) demişti. Ertesi gün bu sefer Firavun kavmine mensub bir başka kişi ile sınanmış, onu da yakalamak istemişti. Bu isteyişi ile birlikte de bir baş­ka olay olmuştu. Ertesi gün bu şekilde sınanmasına sebeb ise onun: "Artık günahkarlara arka çıkmam" demiş olması idi. Böyle bir ifade ise kendisi­nin başlı başına bir güç sahibi olduğunu dile getirmektedir. Dolayısıyla o ya­kalamak isteyip de, bunu yapmayınca böyle bir irade ve kasıt gösterdiğin­den dolayı cezalandırıldı. İsrail oğullarına mensub şahsı onun sırrını açığa vur­mak suretiyle musallat kıldı. Çünkü İsrailoğullanndan olan kişi Firavun kav­mine mensub olan kimseyi yakalamaya hazırlandığını gördüğünde kendisi­ni yakalamak istediğini zannetmiş, onun gizlediği sırrı açığa çıkartarak: "Ey Musa, dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi Öldürmek istiyorsun ?" (el-Kasas, 28/19) demişti. Bunun üzerine Firavun kavmine mensub şahıs kaçmış ve İsrailoğullarına mensub şahsın Musa aleyhinde yaptığı açıklamayı Firavun'a bildirmişti. Bir gün Önce öldürülen şahsın durumu ise gizli kalmış ve kim ta­rafından öldürüldüğü bilinmemişti. Firavun durumu öğrenince, yakalanıp, öl­dürülmesi için Musa'nın ardından takipçiler gönderdi, Takip işi sıkılaştınldı ve yolların başlan tutuldu. Koşarak bir adam geldi ve: "Ey Musa! İleri gelen­ler seni öldürmek için hakkında danışıyorlar." (el-Kasas, 28/20) dedi. Da­ha sonra da yüce Allah'ın bize haber verdiği şekilde Mısır'dan çıktı. İşte Mu­sa (a.s)'ın bu korkusu, bu olaydan ötürü olmuştu. Rabbi her ne kadar onu kendisine ya kini aştırmış, ona ikramda bulunmuş, onunla konuşmak için özellikle seçmiş ise de böyle bir suçun kalan izleri onun arkasına bakmadan kaçıp gitmesine sebeb teşkil etmişti.

"Elini de yakana sok... Kusursuz, bembeyaz çıkacaktır." Bu buyruğa da­ir açıklamalar daha önceden Tâ-Hâ Sûresinde (20/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Dokuz mucize arasında" buyruğu ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle de­mektedir: Bu hususta yapılmış en güzel açıklamaya göre anlam şöyledir: Bu âyet (bu mucize) dokuz mucizenin kapsamı içerisindedir. el-Mehdevl dedi ki: Buyruğun anlamı şudur: "Asanıbırak" ... "elini de yakana sok." İşte bun­lar dokuz mucizeden ikisidir.

e!-Kuşeyrî de anlamı şöyledir: Sen onlardan birisi olduğun halde ben on kişi arasında (onlarla beraber) çıktım demeye benzer. Ben on kişinin onuncusuydum. Buna göre buradaki: "Arasında" "...den, dan" anlamın­dadır. (On âyetten (biri) demek olur). Çünkü burada bu edat (anlam itiba­riyle) ona oldukça yakındır. Nitekim sen; "Sen bana aralarında iki erkek deve bulunan on deve al" derken, "aralarında" an­lamındaki laftz; "Onlardan..." anlamında kullanılmıştır. Nitekim el-As-maî İmruu'l-Kays'ın:

"Hiç rahat bulur mu ömrünün sonları,

Otuz yıl içerisinde otuz ay olan (yani otuz ayı otuz yıl gibi uzun gelen}?"

beyitinde; "edatı anlamında kullanıldığını söylemiştir.

Bu edatın; "Beraberinde" anlamında olduğu da söylenmiştir.[6] Bu­na göre on âyetten biri de el mucizesidir. Diğer dokuz âyete gelince: Deni­zin yarılması, asa, çekirge, haşerat, tufan, kan, kurbağalar, kıtlık yıllan ve mal­larının yerin dibine geçirilmesidir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha ön­ceden (Yunus, 10/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Firavuna ve kavmine" buyruğu hakkında el-Ferrâ şöyle demiştir: Bura­da ifadenin delaleti dolayısıyla sözlerde hazfedilmiş lafızlar vardır. Şüphesiz ki sen Firavun'a ve kavmine elçi olarak gönderilmişsindir, demektir.

"Şüphesiz onlar fasık bir toplulukturlar." Yüce Allah'a itaatin dışına çık­mışlardır. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Âyetlerimiz kendilerine apaydınlık" açık ve seçik bir şekilde "geldiğin-de" buyruğu ile ilgili olarak; el-Ahfeş: Burada mastar olan: "Apay­dınlık" lafzının;şeklinde olması da mümkündür. Bu da mastar olur. Bu da "Bu apaçık bir sihirdir, dediler." Yalanlamaktaki adetlerini aynen devam ettirdiler. Bundan dolayı da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kalpleri on­lara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları İnkâr ettiler." Yani onlar bu âyetlerin Allah'tan geldiğine ve büyü olmadıklanna kesinlikle inanıyorlardı, fakat Musa'ya iman etmeyi büyüklüklerine yedirmediler ve kâfir oldular. Bu onların inad eden kimseler olduklarım göstermektedir. Bu­radaki; Cult) ile  (mealde: zulümle büyüklenmeleri sebebiyle) lafızla­rı hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olarak nasbedilmişlerdir. Yani "Onlar âyetlerimizi büyüklenerek ve zulüm ile inkâr ettiler." "Onları (âyetleri)"lafzındaki "be" zaiddir ve bu; "On­ları inkar ettiler" anlamındadır. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır.

Ey Muhammed "bozguncuların" kâfir ve azgınların işlerinin "sonunun nasıl olduğuna bir baki" Yani sen buna kalp gözünle bir bak ve üzerinde düşün! Burada hîtab ona olmakla birlikte, maksat ondan başkalarıdır. [7]

 

15. Andolsun Bİ2, Davud'a ve Süleyman'a bîr İlim verdik. İkisi de: "Bizi mü'min kullarının pek çoğuna üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler.

16. Süleyman, Davud'a mirasçı oldu. Dedi kL "Ey insanlar! Bize kuş­ların dili öğretildi, herşeyden bize verildi. Muhakkak ki bu apaçık üstünlüğün tâ kendisidir."

 

"Andolsun Biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim" yani Katâde'ye göre bir kavrayış "verdik." Bunun din, hüküm vermek ve bunların dışındaki husus­lara dair bilgi demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Aliah şöyle bu­yurmaktadır: "Ve Biz ona sizin faydanıza.,. giyecek (zırh) yapma sanatını öğ­rettik." (el-Enbiya, 21/80) Bunun kimya sanatı olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bîr görüştür. Yüce Allah'ın onlara verdiği ise peygamberlik, yeıyüzündc halifelik ve Zebur'dur.

"Bizi mü'min kullarının pek çoğuna üstün kılan Allah'a hamd olsun, dediler." Bu âyet-i kerimede ilmin şerefine, konumunun üstünlüğüne ve ilim ehli kimselerin önderliklerine, ilim nimetinin en değerli nimetlerden ve en büyük kısmetlerden birisi olduğuna, kendisine ilim verilen kimseye yü­ce Allah'ın diğer mü'min kullarına göre pek büyük bir üstünlük vermiş ol­duğuna delil teşkil etmektedir. "Allah sizden iman edenleri ve (özellikle) ken­dilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin." (el-Mücadele, 68/11) Bu hu­susa daha önceden bir kaç yerde de değinilmiş bulunmaktadır.

"Süleyman, Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki: Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi, herşeyden bize verildi..." el-Kelbî dedi ki: Dâvûd (a.s)'ın on-dokuz çocuğu vardı. Aralarından onun peygamberliğine ve mülküne Süley­man mirastı oldu, Eğer bu mirasçilık bir mal mirasçı lığı olsaydı, onun bütün evlatlarının bu hususta eşit olmaları gerekirdi. İbnu'l-Arabî de böyle demiş­tir. (İbnu'l-Arabî devamla) dedi ki: Eğer bu, mala bir mirasçılık olsaydı, bu m-jlm sayılarına göre paylaştırılması gerekirdi. Yüce Aliah Dâvûd (a.s)'ın sahip olduğu hikmet ve nübüvveti (diğer kardeşleri arasından) özellikle Süley­man (a.s)'a verdi. Ayrıca lütuf ve kereminden de kendisinden sonra hiçbir kimseye verilmemiş büyük bir mülk de verdi.

İbn Atiyye dedi ki: Dâvûd İsrailoğullarından idi. O bir hükümdar idi. Sü­leyman da onun hükümdarlığına ve peygamberlik mevkiine mirasçı oldu. Ya­ni babasının vefatından sonra bunlar ona verildi. Dolayısıyla bunlara meca­zi olarak "miras" dendi. Bu da Peygamber (sav)'in: "İlim adamları, peygam­berlerin mirasçıiandır."[8] buyruğuna benzer. Ayrıca Peygamber (sav): "Mu­hakkak biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz."[9] buyruğu ile de şunu kastetmiş olabilir: Böyle bir durum peygamberlerin işi ve yaşayışının bir gereğidir. Her ne kadar aralarında bu husustaki en meşhur görüşe göre Zekeriya gibi malı mirasçı alınmış kimse bulunsa da bu böyledir. Bu da -müs-lümanların çoğunlukla davranışlannı gözönünde bulundurup-; biz müslüman-lar topluluğunu ibadet yeteri kadar meşgul etmektedir, demeye benzer. İş­te Sibeveyh'in naklettiği şu; Biz Araplar topluluğu insanlar arasında misafir­lere en çok ikramda bulunanlarız, ifadeleri de bu kabildendir.

Derim ki: Bu husus daha önceden Meryem Sûresi'nde (19/6. âyet, 1. baş­lık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ancak sahih olan birinci görüştür. Çünkü Peygamber (sav): "Biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz" diye buyurmuştur ve bu buyruk umumidir. Herhangi bir delil ile olmadığı sü­rece kimse bunun kapsamı dışında tutulamaz.

Mukatil dedi ki: Süleyman (a.s)'ın mülkü (hükümdarlığı) Davud'dan da­ha büyük ve hüküm vermesi, hakimliği ondan daha ileri derecede idi. Dâ­vûd da, Süleyman (a.s)'dan ibadete daha düşkün birisi idi.

Başkası da şöyle demiştir: Hiçbir peygamberin mülkü ve hükümdarlığı onun mülkü ve hükümdarlığının ulaştığı seviyeye ulaşmamıştır. Çünkü yü­ce Allah insanları, cinleri, kuşları, yabani hayvanları onun emrine verdiği gi­bi, alemlerden hiçbir kimseye vermediği şeyleri ona vermiştir. Süleyman hü­kümdarlık ve peygamberlik bakımından babasına mirasçı olmuştur. Ondan sonra onun şeriatı ile hükmetmiştir. Musa'dan sonra peygamber olarak ge­len herkes, ister ayrıca risalet verilmiş olsun, ister verilmemiş olsun Musa (a.s)'m şeriati ile hükmetmiştir ve bu yüce Allah'ın Mesih İsa'yı peygamber gönderip onun şeriatını neshettiği vakte kadar böylece sürmüştür. Süleyman (a.s) ile hicret arasında yaklaşık 1800 yıllık bir süre vardır. Yahudiler ise 13Ö2 yıl vardır, derler.[10]

Yine denildiğine göre, Süleyman (a.s)'ın vefatı ile Peygamberimizin do­ğumu arasında yaklaşık 1700 yıl vardır. Yahudiler ise bundan üçyüz yıl ek­sik bir tarih verirler. Süleyman, elli küsur yıl yaşamıştır.

Yüce Allah'in:"Dedi ki: Ey İnsanlar" buyruğu şu demektir: Süleyman, İs-railoğullarına yüce Allah'ın nimetlerine şükürünü ifade etmek üzere "bize kuş­ların dili öğretildi" dedi. Yani yüce Allah, Dâvûd (a.s)'dan miras olarak al­dığımız ilim, peygamberlik ve yeryüzünde halifeliğine mirasçı oluşumuzdan ayrı olarak, bizlere kuşların çıkardığı seslerden içlerindeki manaları kavra­ma lütfunu da ihsan etmiştir.

Mukatil bu âyet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Bir gün Süleyman (a.s) oturur iken yanında belli bir şeyin etrafında dönen bir kuş geçti. Yanın­da bulunanlara: Bu kuşun ne dediklerini biliyor musunuz? Bu kuş bana şun­ları söyledi: Ey saltanat sahibi hükümdar ve ey Israifoğullarının peygambe­ri selam sana! Yüce Allah sana ikramda bulunmuştur. Seni düşmanlarına kar­şı muzaffer kılmıştır. Ben şimdi yavrularımın yanına gideceğim, ikinci bir de­fa sana geleceğim. O biraz sonra bize ikinci defa gelecek derken kuş dön­dü, Süleyman (a.s) dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Ey saltanat sahibi hükümdar selam sana. Eğer izin verirsen ben yavrularım için bir şeyler kazanayım ta-ki yetişsinler, sonra senin yanına geleyim o vakit bana istediğini yap. Süley­man onlara kuşun söylediklerini bildirdi, ondan sonra da ona izin verdi, kuş da gitti.

Ferkad es-Sebehî dedi ki: Süleyman bir ağacın üzerinde kafasını oynatan, kuyruğunu hareket ettiren bir bülbülün yanından geçiyordu. Arkadaşlarına bu: Bülbülün ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır ey Al­lah'ın peygamberi dediler. Süleyman dedi ki: Bu bülbül şöyle diyor: Ben bir meyvenin yarısını yedim. Artık bundan sonra dünya umurumda değil. Yine bir ağacın üstünde bir hüdhüd kuşu gördü, küçük bir çocuk da ona bir tu­zak kurmuştu. Süleyman: Ey hüdhüd dikkat et dedi, kuş: Ey Allah'ın peygam­beri bu akılsız bir çocuktur, ben de onunla dalga geçiyorum, dedi.

Daha sonra Süleyman geri döndüğünde kuşun çocuğun tuzağına yakalan­mış olduğunu ve çocuğun elinde bulunduğunu gördü. Ey hüdhüd bu da ne? dedi. Hüdhüd: Ey Allah'ın peygamberi ben o tuzağı göremedim ve nihayel ona düştüm dedi. Süleyman: Yazık sana, sen yerin altındaki suyu görüyor­sun da sana kurulan tuzağı görmüyor musun? Hüdhüd dedi ki; Ey Allah'ın peygamberi tedbirin takdire karşı faydası yoktur.

Ka'b dedi ki: Süleyman b. Davud'un yanında bir yaban güvercini (ya da erkek kumru) öttü. Süleyman: Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sor­du. Onlar: Hayır dediler, dedi ki; Bu kuş diyor ki: Ölmek için doğunuz, so­nunda yıkılsın diye bina yapınız.

Bir üveyik kuşu Öttü, bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. On­lar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Keşke bu mahlukat yaratıl­mamış olsaydı, madem yaratıldılar keşke ne için yaratıldıklarını bilmiş olsa­lardı.

Yine onun önünde bir tavus kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musu­nuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu ne şekilde davranırsan sa­na öyle muamele yapılır demektedir. Yanında bir hüdhüd kuşu öttü, bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu: Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz dedi.

Yine yanında bir göçeğen kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Ey günahkârlar Allah'tan mağfiret dileyin. İşte bundan dolayı Rasûlullah (sav) o kuşun öldürülmesini yasakla­mıştır.

Denildiğine göre göçeğen kuşu Evin (Kabe'nin) mekânını Âdem'e göste­ren kuştur. İlk oruç tutan kuş odur. Bundan dolayı bu kuşa "es-savvâm" de­nilmiştir. Bu da Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir.

Huzurunda bir bağırtlak kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu diyor ki: Her yaşayan ölür, her yeni eskir.

Yanında dişi bir kırlangıç öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş diyor ki: Önden hayır gönde­riniz, onu bulacaksınızdır. Bundan dolayı Rasûiullah (sav) kırlangıç kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır.

Denildiğine göre; Âdem cennetten çıktı, yüce Allah'a yalnızlıktan şikayet etti. Yüce Allah ona kırlangıç kuşu ile teselli verdi ve bu kuşun evlerde ba­rınmasını takdir buyurdu. O bakımdan bu kuşlar teselli vermek için Âdem oğullarından ayrılmazlar.

Bu kuş yüce Allah'ın kitabından dört âyet-i kerimeyi de bilir: "Şayet Biz huKuf&n'ı bir dağa indirseydik..." buyruğundan sûrenin sonuna kadar bi­lir ve yüce Allah'ın: "O Azizdir, Hakimdir." (el-Haşr, 59/21-24) buyruğunu da okurken sesini uzatır.

Süleyman (a.s)'ın huzurunda bir güvercin öttü. Ne dediğini biliyor musu­nuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu güvercin diyor ki: Semavât ve arzında mevcut olan varlıkların sayısınca subhane rabbiye'l-a'lâ.

Yine Süleyman (a.s)'ın yanında bir kumru Öttü. Bunun ne dediğini bili­yor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş: Subhane rabbiye'i-aziym el-Müheymin (pek büyük ve herşeye mutlak egemen olan Rab-bimin şanı ne yücedir) demektedir.

Ka'b dedi ki: Yine Süleyman onlara anlatmaya devam etti. Dedi ki: Karga şöyle diyor: Allah'ım gümrük ve vergi memurlarına lanet eyle! Çaylak da şöy­le diyor: "O'nun zatı müstesna herşey helak olacaktır." Keklik: Susan esen­liğe kavuşur der. Papağan: Bütün çabası dünya için olanın vay haline! Kur­bağa: Subhane Rabbiye'l-Kuddus. Kartal: Subhane Rabbiy ve bi hamdihi. Yen­geç; Her mekanda her dil ile adı anılanın şanı ne yücedir, diyor dedi.

Mekhût dedi ki: Süleyman'ın yanında turaç kuşu öttü. Bu ne diyor biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş: "Rahman (olan Allah) Arşa istiva etti" diyor.

el-Hasen dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Horoz öttüğü vakit ey gafiller Allah'ı anın der."[11]

el-Hasen b. Ali b. Ebi Talib dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Ker-kez öttüğünde der ki: Ey Âdemoğlu istediğin kadar yaşa, sonunda ölecek­sin. Tavşancı! kuşu da öttü mü der ki: İnsanlardan uzak kalmak rahattır. Kam­ber kuşu öttü mü şöyte der; Allah'ım, Muhammed soyundan gelenlere buğ-zedenlere lanet et. Kırlangıç kuşu öttü mü: "Elhamdu lillahi Rabbi'1-ale-miyn"i sonuna kadar okur ve "vele'd-dalliyn" diyerek Kur'ân okuyan kimse­nin yaptığı gibi sesini uzatır.'[12]

Katâde ve eş-Şa'bî dedi ki: Bu husus sadece kuşlara mahsustur. Çünkü Sü­leyman (a.s); "Bize kuşların dili öğretildi" demiştir. Karınca da uçan bir var­lıktır, çünkü bazılarının kanatları bulunabilir. eş-Şa'bî dedi ki: İşte bu karın­ca da iki kanatlı bir karınca idi.

Bir kesim de şöyle demiştir: Süleyman (a.s)'a bütün hayvanların dili öğ­retilmişti. Özellikle kuşların söz konusu edilmesi, Süleyman (a.s)'ın güneşe karşı gölgelenmek, bir takım işler için onları göndermek hususunda onları duyduğu ihtiyaç dolayısıyla zikredilmişlerdir. Kuşların bu şekilde çokçL müdahaleleri olduğundan ötürü bilhassa anılmışlardır, Diğer taraftan; diğe; hayvanların bu gibi özellikleri nadirdir ve kuşlarda görüldüğü gibi çokça tek­rarlanmaz.

Ebu Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Mantık (dil) bazen söz söylemeksizin de anlaşılabilen şeyler hakkında kullanılır. Bununla birlikte neyi murad ettiğini en iyi bilen yüce Allah'tır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Süleyman (a.s) için o sadece kuşların dilini biliyor­du diyen kimselerin bu bilgileri büyük bir eksikliktir. Çünkü insanlar ittifak­la şunu kabul etmişlerdir: O, konuşmayan varlıkların sözlerini anlardı. Hat­ta bitkilerde dahi onun için konuşma kabiliyeti :halk edilirdi. Herbir bitki ona; Ben filan bitkiyim, filan ağacım, şu şu işe yararım ve şöyle şöyle zararlarım vardır, derlerdi. Durum böyle olduğuna göre ya hayvanlar hakkında ne de­nilir! [13]

 

17. Süleyman'ın cin, İnsan ve kuşlardan orduları huzuruna toplan­dı. Onlar topluca yol alır ve idare olunurlardı.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [14]

 

1- Hz. Süleyman'ın Orduları:

 

Şanı yüce Allah'ın: "Süleyman'ın... huzuruna toplandı" buyruğundaki; "Toplandı" demektir. Hasretmek, toplamak demektir. Yüce Allah'ın: "Onları da hiçbirini bırakmaksızın mahşerde hasretmiş (toplamış) olaca­ğız" (el-Kehf, 18/47) buyruğunda da bu manadadır.

İnsanlar Süleyman (a,s)'ın ordusunun miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Onun kışlasının yüze yüz fersah olduğu söylenmiştir. Bunun yir-mibeşi cinlere, yirmibeşi insanlara, yirmibeşi kuşlara, yirmi beşi de vahşi hay­vanlara aitti. Tahtalar üzerinde sırçadan bin odası vardı. Bunlarda da üçyü-zü nikahlı, yediyüzü de cariye olmak üzere toplam bin hanımı vardı. (En doğrusunu Allah bilir).

İbn Atiyye dedi ki: Onun kışlası ve askerlerinin miktarı hususunda çok­ça ihtilaf edilmiştir. Ancak doğrusu şu ki; onun hükümdarlığı pek büyüktü, yeryüzünü doldurmuştu. Yeryüzünün bütün sakin bölgeleri ona boyun eğ­mişti. "Onlar topluca yol alır ve idare olunurlardı." Yani öndekileri, son-dakilere göre yürütülür ve ileri gitmekten alıkonulurlardı.

Katâde dedi ki: Herbir sınıfın rütbeleri, oturacakları yerler ve yürüdükle­ri vakitde yeryüzünde belirli amirleri vardı.

"Yol alır ve idare olunurlardı" kökünden olmak üzere; "Onu alıkoydum, önledim" demektir. Savaşta (£jyı) ise, ileri gidenleri hizaya sokan saflarla gördvli kimse demektir.

Muhamrned b. İshak, Ebubekir (r.a)'ın kızı Esma (r.anha)'dan şöyle de­diğini rivayet etmektedir; Rasûlullah (sav) -Mekke'nin fethedildiği günü- Zû Tava'da vakfe yaptığında Ebu Kuhafe -ki o sıralarda gözleri kör olmuştu- kı­zına dedi ki: Beni Ebu Kubeys tepesine çıkar. Esma dedi ki: Onu tepeye çı­kardı, Ne görüyorsun? diye sordu. Ona: Bir araya toplanmış büyük bir ka­labalık görüyorum dedi. O: O gördüklerin atlılardır dedi. Devamla dedi ki: O kalabalık arasından bir adamın bir öne, bir arkaya doğru gidip geldiğini görüyorum dedi. Ebu Kuhafe dedi ki: İşte o Vazî'dir, onların dağılmalarını önlemektedir.,, diye haberin geri kalan bölümlerini aktardı.

Peygamber (sav)'ın şu buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır: "Şeytan Arafe gününde görüldüğünden daha küçük, daha zelil, daha hakir ve daha öfkeli hiçbir günde görülmemiştir. Bunun tek sebebi ise rahmetin sağanak sağanak indiğini, yüce Allah'ın pek büyük günahları bağışlamış olduğunu gör­mesidir. Ancak Bedir günü gördükleri bundan müstesnadır." Ey Allah'ın Ra-sûlü! Bedir günü ne gördü ki? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "O Cebrail'i, melekleri disiplinli bir şekilde yürütürken gördü." Bu hadisi Muvatta' riva­yet etmiştir.[15]

en-Nâbiğa'nın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Ağaran saçlarıma, çocukluk etmek istediği için sitem ettiğim, Ve: Şu yaşlılık (veya ağaran saçlar) bu hususta engelleyici iken, artık ayıkmadın mı dediğim bir zamanda..."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Karşılaştığımızda göz kapaklarımızdan aktı yaşlarımız, Onun kovalarını parmaklarımızla sildik."

Bir başkası da şöyle demiştir:

"O coşan nefsi hevâdan kimse alıkoyamaz,

İnsanlar arasında; aklı tam ve eksiksiz olandan başka."

Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime dağıtmak anlamına gelen "tevzi"'den gel­miştir.ifadesi o kavim taife taifedir, anlamındadır.

Kıssada nakledildiğine göre şeytanlar ona boyu bir fersah, eni bir fersah altın ve ibrişimden bir kilim dokudu. Onun için altından bir taht kurulurdu. O tahtın etrafında da altın ve gümüşten olmak üzere üçbin taht daha kuru­lurdu. Peygamber olanlar altın tahtlar üzerinde, ilim adamları da gümüş taht­lar üzerinde otururlardı. [16]

 

2- Yönetici ve Hakimlerin Disiplini Sağlamakla Görevli Memurlar Görevlendirmeleri:

 

Âyet-i kerimede yönetici ve hakimlerin insanların birbirlerine haksızlık et­melerini önlemekle görevli memurlar (âyet-i kerimedeki aynı kökten gelen engelleyiciler, disipline sokucular anlamında: vezea) edinebileceklerine da­ir delil vardır. Çünkü yöneticiler bunu bizzat kendileri yapamazlar. İbn Avn dedi ki: Ben el-Hasen'i -insanların neler yaptıklarını görünce- yargı meclisin­de bulunurken şöyle derken dinledim: Allah'a yemin ederim kî; bu insanla­rı ancak bu maksatla görevli kimseler Cvezea) ıslah edebilir,

Yine el-Masen dedi ki: İnsanlar için bir engelleyici (vâzi') mutlaka gerek­lidir. Yani onları alıkoyacak bir otorite kaçınılmazdır,

İbnu'l-Kasım dedi ki: Bize Malik'in anlattığına göre Osman b. Affan şöy­le derdi: "İmamın alıkoyduğu, Kur'ân'ın alıkoydu­ğundan daha çoktur." İnsanları kötülükten alıkoymayı kastetmektedir.

İbnu'l-Kasım dedi ki: Ben Malik'e; "Alıkoyar" ne demektir? O: En­geller diye açıkladı.

Kadı Ebubekr Îbnu'l-Arabî dedi ki: Bazı kimseler bu ifadelerden kastın ne olduğunu anlayamamışlardır. Onlar bundan maksadın sultanın (devlet oto­ritesinin) yetkisinin insanları Kuran-ı Kerim'in hadlerinden daha fazla alıko­yup, engellediğini zannetmişlerdir. Ancak bu yüce Allah'ı ve O'nun hikme­tini bilmemektir. Çünkü yüce Allah hadleri ancak umumi bir maslahat, kö­tülüklerden alıkoyan ve insanları doğruluk üzere tutmak için göndermiştir. Bunlara bir fazlalık söz konusu olmaz, bunlann eksiltilmeleri de mümkün de­ğildir. Bunun dışındaki hükümler de elverişli olamaz. Fakat zalimler bu hükümleri gereği gibi uygulamadılar, bu hükümleri uygulamakta kusurlu ha­reket ettiler ve ne yapulavsa herhangi bir niyet taşımadan yaptılar, ilahi hü­kümlerin gereğim uygularken Allah'ın rızasını da gözetmediler. Bundan do­layı insanlar bu hükümler sebebiyle suçlardan geri durmadılar. Şayet adalet­le hükmedip, niyetleri ihlash olmuş olsaydı, elbetteki bütün işier dosdoğru olur ve büyük çoğunluk ıslah olurdu. [17]

 

18. Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve askerleri farkın­da olmadan, sizi çiğnemesin.

19. Sözünden dolayı gülercesine tebessüm edip dedi ki: "Rabbim! Bana ye ana-babama ihsan ettiğin nimetine şükür etmeyi il­ham et. Razı olacağın salih amel işlemeye de muvaffak kıl. Rah­metinle beni salih kullarının arasına kat."

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [18]

 

1- Seslenen Karınca ve Bu Karıncanın Söyledikleri:

 

"Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde" buyruğu hakkında Katide dedi ki: Bize nakledildiğine göre bu Şam topraklarında bir vadidir. Ka'b ise Taif dedir demiştir.

"Bir karınca dedi ki: Ey karıncalar" eş-Şa'bî dedi ki: Bu karıncanın iki kanadı vaidı. Dolayısıyla bu da uçan kuşlardan sayılmıştır. Bundan dolayı Sü­leyman (a.s) bu karıncanın dilini bilmişti. Durum böyle olmasaydı, onun di­lini anlayamazdı. Buna dair açıklamalar az önce geçtiği gibi ileride de gele­cektir.

Süleyman et-TeymîMekke'de "karınca" anlamındaki kelimeyi; şek­linde; "Karıncalar" anlamındaki kelimeyi de şeklinde "nun" harfini üs­tün ve "mim" harfini de ötreli olarak okumuştur. Yine ondan hepsini ötreli olarak okuduğu da rivayet edilmiştir.

Karıncaya "nemle" adının verilmesi, çokça hareket edip, az duraklamasın­dan dolayıdır. Ka'b dedi ki: Süleyman (a.s) Taif vadilerinden es-Sedîr vadi­sinden geçti ve bu arada yolu karıncalar vadisine uğradı. Bu arada kurt ka­dar büyük, topal bir karınca tek bir ayağı üzerinde yükselerek "ey karınca­lar" diye (âyet-i kerimede belirtildiği şekilde) seslendi.

ez-Zemahşerî dedi ki: Süleyman bu karıncanın sözlerini üç millik mesa­feden duydu. Bu karınca topal olduğu halde tek ayak üzerinde yürürdü. De­nildiğine göre bu karıncanın adı Tâhiye imiş.

es-Süheylî dedi ki: Süleyman (a.s)'ın konuşmasını duyduğu karıncanın is­mini zikretmişler ve Harmiyâ olduğunu söylemişlerdir. Karıncalar biribirle-rine isim vermedikleri, insanların da karıncaları birbirlerinden ayırdedeme-diklerinden ötürü onlara özel isim vermeleri imkansız olduğundan, insanla­rın da onlara isim vermeleri söz konusu değilken, bir karıncanın özel ismi­nin olduğu nasıl düşünülebilir? Ayrıca karıncalar, atlar, köpekler ve benze­ri hayvanlar gibi Âdemoğullannın mülkiyeti altında da değillerdir. Çünkü Özel isim bu şekildeki hayvanlar hakkında Araplar arasında görülen bir uygula­ma idi. Eğer özel isimler -sırtlan hakkında söz konusu olduğu gibi- Suâle, Üsâ-me, Caârî, Kasamı gibi cins isimler hakkında söz konusudur denilecek olur­sa, şunu belirtelim ki; karıncanın isminin olması bu kabilden değildir. Zira onun adını verenler bu ismin diğer karıncalar arasından muayyen bir karın­canın özel adı olduğunu iddia ederler. Suâle ve benzeri isimler ise cins ara­sından tek bir kimsenin özel ismi değildir. Aksine o cinsten gördüğümüz her-bir tanesine Suâle denilebilir. Üsâme, İbn Âvi, İbn Us ve benzeri (hayvan isim­leri) de bu kabildedir. Şayet dedikleri sahih ise bunu şöylece açsklamak müm­kündür: Bu konuşan karınca Tevrat'ta, Zebur'da ya da bazı semavi sahifeler-de yüce Allah tarafından bu isim ile adlandırılmış ve Süleyman'dan önce ya da peygamberlerden birisi bu karıncayı bu ismiyle tanımış, konuşması ve ima­nı dolayısı ile ona özel olarak isim vermiştir. Bu bir açıklamadır, bizim bu ka­rıncanın iman ettiğini söylememizin anlamı ise onun sair karıncalara söyle­diği şu sözlerde ortaya çıkmaktadır: "Süleyman ve askerleri farkında olma­dan sizi çiğnemesin." Bu karıncanın "farkında olmadan" şeklindeki ifade­si mü'mince kullanılmış incelikli bir ifadedir. Yani Süleyman'ın adaleti ve fa­zileti ayrıca askerlerinin de fazileti dolayısıyla onlar bir karıncayı olsun da­ha büyük olsun, ancak farketmeyecek olurlarsa çiğneyebilirler.

Şöyle de denilmiştir: Süleyman'ın tebessüm etmesi, karıncanın söylediği bu sözlere sevinmesinden dolayıdır, Bundan dolayı onun tebessümü "güler-cesine" buyruğu ile te'kid edilmiştir. Zira tebessüm gülmeksizin ve razı olunmaksızın da olabilir. Nitekim Arapların; O öfkeli birisi gibi tebessüm et­ti, yahut alay edenler gibi tebessüm etti, dedikleri bilinen bir husustur. Gü-lercesine tebessüm etmek ise ancak sevinçten ötürü olur. Hiçbir peygamber ise dünyevi bir iş dolayısıyla sevinmez. Onun sevinci ancak âhîret ve din ba­kımından meydana gelen iş dolayısıyla olmuştu.

Karıncanın: "Onlar farkında olmadan" şeklindeki sözleri dindarlığa, adalete ve merhamete işarettir. Karıncanın, Süleyman (a.s.)'ın askerleri hak­kında: "Onlar farkında olmadan" şeklindeki sözlerinin bir benzeri de yü­ce Allah'ın Muhammed (s.a.v)in askerleri hakkındaki: "...ve size onlardan do­layı bir keder ve üzüntü dokunmayacak olsaydı..." (el-Feth, 48/25) buyru­ğudur. Bununla onların hiçbir mü'minin kanını boşuna akıtmak istemedik­lerine işaret etmektedir. Ancak Süieyman (a.s.)'dan Övgü ile söz eden Allah'ın izni ile bir karıncadır. Muhammed (sav)in askerlerinden sözeden ise bizzat yüce Allah'tır. Çünkü Muhammed (a.s.) bütün peygamberlerden daha fazi­letli olduğu gibi, onun askerleri de onun dışındaki peygamberlerin askerle­rinden daha faziletlidir.

Şehr b. Havşeb, "yuvalarınıza" buyruğunu tekil olarak; "Yuva­nıza" diye okumuştur. Ubeyy'in mushafmda: "Yuvala­rınıza... sizi çiğnemesinler..." şeklindedir. Süleyman et-Teymi de; "...yuvalarınıza..." sizi çiğnemesinler.,." diye okumuş-

tur.[19]

Buyruk; onlar sizi fark etmeyerek sizi çiğneyip kırıp dökmesinler, anla­mındadır.

el-Mehdevi dedi ki; Yüce Allah'ın bu hususu karıncanın kavramasını sağlaması, Süleyman (a.s.)'a mucize olması içindir.

Vehb (b. Münebbih) dedi ki: Yüce Allah rüzgara, kim ne söylerse söyle­sin onu mutlaka Süleyman (a,s.)'a uluştarmasını ve duyurmasını söylmeşti. Çünkü şeytanlar ona kötülük yapmak istemişlerdi.

Şöyle de söylenmiştir: Bu olayın cereyan ettiği vadi, Yemen'de idi, Bu söz­leri söyleyen karınca da alışılmış türden küçük bir karınca idi. Bu açıklama el-Kelbî'ye aittir.

Nevf eş-Şamî ile Şahik b. Seleme dedi ki: Bu vadideki karıncalar, kurt ka­dar büyüktüler. Bureyde el-Eslemi, koyun kadardılar, demiştir:

Muhammed b. Ali et-Tirmizî dedi ki: Eğer karınca bu kadar büyük idiy­se, bunun sesi de vardı, demektir. Ancak karıncanın şasinin duyulmaması ha­cim itibariyle küçük olduğundandır. Çünk"ü kuşların ve diğer hayvanların ses­lerinin olduğu bir gerçektir. Onların konuşmaları da budur. Onlar bu konuş­ma kabiliyetleriyle teşbih eder ve diğer şeyleri söylerler. İşte yüce Allah'ın: "O'nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbih­lerini anlamazsınız." (el-İsra, 17/74) buyruğu bunu anlatmaktadır.

Derim ki: Yüce Allah'ın: "...Sizi çiğnemesin..." buyruğu, el-Kelbî'nin sözlerinin doğru olduğuna delildir. Çünkü bu karıncalar kurt veya koyun bü­yüklüğünde olsa idi, çiğnenerek ezilmeleri söz konusu olmazdı. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın: "Yuvalarınıza girin" buyruğunda hitab insanlar için kul­lanılan zamirierle olmuştur. Çünkü burada karınca insanlar gibi konuşunca, insanlar gibi değerlendirilmiştir. Ebu İshak es-Sa'lebî dedi ki: Ben Süleyman'a nisbet edilen kitaplardan birisinde şunu gördüm: O, bu karıncaya: Diğer ka­rıncaları ne diye sakındırdın? Benim zulmedeceğimden mi korktun? Benim adaletli bir peygamber olduğumu bilmiyor muydun? Neden: "Süleyman ve askerleri... sizi çiğnemesin" dedin, diye sordu. Karınca şu cevabı verdi: Sen benim: "farketmeyip" dediğimi de duymadın mı? Hem ben onları bedenle­rini çiğnemeyi kastetmedim. Ben bunun yerine kalplerinin çiğnenmesin! kas­tetmiştim. Çünkü sana verilenlerin bir benzerini temenni edeceklerinden, ya­hut dünya fitnesine kapılarak senin mülküne bakıp seyrederken, teşbih ve zikirden uzak kalacaklarından korktum, Süleyman ona: Bana öğüt ver dedi. Karınca dedi ki: Babana niye Dâvûd adının verildiğini bilmiyor musun? Sü­leyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Çünkü o kalbinin yarasını tedavi et­mişti. Sana niye Süleyman adının verildiğini biliyor musun? Süleyman: Ha­yır deyince, karınca dedi ki: Çünkü sen kalbinin temizliği dolayısıyla sana ve­rilenlerden ötürü sair organlarınla da selamete eren bir kimsesin. Babana ye­tişmek de senin bir hakkındır. Daha sonra şöyle dedi: Allah'ın sana rüzgarı niye müsahhar kıldığını biliyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca de­di ki: Böylelikle sana dünyanın tamamının bir rüzgar olduğunu haber ver­miş oldu.

"Sözünden dolayı gülercesine tebessüm etti." Bu tebessümü hayretle ol­muştu. Daha sonra karınca hızlıca hemcinslerinin yanına gidip, dedi ki: Ya­nınızda yüce Allah'ın şu peygamberine takdim edeceğiniz bir hediye var mı? Onlar: Bizim ona vereceğimiz hediyenin kıymeti ne olur ki? Allah'a yemin ede­riz ki yanımızda bir tek köknar yemişinden başka bir şey yok. Karınca: Gü-zei, onu bana getirin, dedi. O yemişi ona götürdüler, ağzıyla o yemişi taşı­yıp onu çekmeye koyuldu. Yüce Allah rüzgara emir vererek onu taşıdı. Kilimin üzerinde insanların, cinlerin, ilim adamlarının, peygamberlerin arasın­dan -onları yara yara- geçti ve nihayet önünde düştü. Sonra ağzındaki bu kök­nar yemişini onun avucuna bıraktı ve şunları söylemeye koyuldu:

"Bizim yüce Allah'a kendi malını hediye verdiğimizi görmez misin?

Her ne kadar O'nun ona ihtiyacı yoksa da O bunu kabul eder.

Eğer üstün ve değerli olana kadrine göre hediye verilecek olsaydı,

Bir gün gelir deniz de, sahili de buna güç ye ti rem ezdi.

Bununla birlikte biz gevdiğimiz kimseye hediye takdim ederiz.

O da bununla bizden hoşnut olur ve bu işi yapanın davranışım güzel karşılar

Elbetteki bu onun soylu davranışlarındandır.

Yoksa bizim mülkümüzde ona layık hiçbir şey yoktur,"

Süleyman (a.s) ona dedi ki: Allah sizi mübarek kılsın. İşte karıncalar bu dua sayesinde yüce Allah'ın yaratıkları arasında O'na en çok şükreden ve sa­yıca en kalabalık olanlarıdır.

İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) dört-canlının öldürülmesini yasakla­mıştır: Hüdhüd, göçeyen kuşu, karınca ve arı. Bu hadisi Ebu Dâvûd rivayet etmiş olup[20] Ebu Muhammed Abdu'1-Hak sahih olduğunu belirtmiştir. Ay­rıca Ebu Hureyre yoluyla da bu hadis rivayet edilmiştir. Daha önce de el-A'raf Sûresi'nde (7/133. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Karınca Süleyman (a.s)'ı övmüş ve gücünün yettiği en güzel şekilde; onlar sizi çiğneyecek olurlarsa, farkında olmadan çiğneyeceklerini, bu işi kasten yap­mayacaklarını belirtmiş ve ifade etmişti. Böylelikle onların zulmeden kimse­ler olmadıklarını dile getirmişti. Bundan dolayı öldürülmesini nehyetmiştir. Hüd-hüd'ün de öldürülmesini nehyetmiştir, çünkü hüdhüd Süleyman (a.s)'a suyun bulunduğu yerleri gösteriyor ve Belkıs'a onun gönderdiği elçi idi.

İkrime dedi ki: Yüce Allah'ın Süleyman'ın hüdhüd kuşuna vereceği zara­rı önlemesi anne babasına İyilik yapan birisi olmasından ötürüdür. Göçeğen kuşuna gelince, ona çok oruç tutan (savvâm) denilir.

Bu Ebu Hureyre'den de rivayet edilmiştir. O dedi ki: İlk oruç tutan kişi gö­çeğen kuşudur. İbrahim (a.s) Şam'dan, Harem bölgesine Beytullah'ı bina et­mek üzere çıkıp gittiğinde beraberinde Sekine ile göçeğen kuşu vardı. Gö­çeğen kuşu ona gideceği yerin kılavuzluğunu yapıyordu. Sekine ise bina ede­ceği ev miktarında idi. O evi yapacağı yere ulaşınca, bu sefer Sekine (göl­ge bırakan bulut) evin yerine düştü ve seslenerek dedi ki: Ey İbrahim göl­gem miktarınca evi inşa et. Yine el-A'raf Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) kurbağanın öldürülüşünün yasaklanma sebebi zikredilmişti. en-Nahl Sûresi'nde ise (16/68. âyet, 1. başlıkta) arının öldürülmesinin yasaklanışının sebebi de açıklanmış bulunmaktadır. Eh doğrusunu bilen Allah'a hamdolsun, [21]

 

2- Farkederneyenler"in Kimlikleri:

 

el-Hasen yüce Allah'ın: "Siz çiğnemesin' buyruğunu şeklin­de okumuştur. Yine ondan gelen bir rivayete göre dîye okumuş­tur. Ondan ve Ebu Recâ'dan nakledildiğine göre diye okumuş­lardır. ise "kırmak, geçirmek" demektir. "Onu param­parça etti" anlamındadır, "Paramparça oldu, kırıldı, döküldü" demek­tir. da kırıp, dökmek, paramparça etmek anlamındadır.

"Onlar farkında olmadan'in Süleyman ve askerlerinin hali oiması mümkündür. Bu durumda halde amel eden "sizi çiğnemesin" buyruğudur. Yahutta karıncanın halini ifade eden bir lafız olabilir, o takdir­de âmil "dedi ki" buyruğudur. Karınca askerlerin farkında olmadıklan bir hal­de iken bu sözleri söyledi, demek olur. Bu da: " İnsanlar ga­fil iken ben ayağa kalktım" demeye benzer. Yahut yine "karınca"dan hal ola­bilir. Âmil de "dedi ki" olup: Karıncalar Süleyman'ın o karıncanın söylediği sözleri anladığının farkında değilken... dedi ki... demek olur. Ancak böyle bir mana uzak bir ihtimaldir, ileride gelecektir. [22]

 

3- Hayvanları Cezalandırmanın Hükmü:

 

Müslim'in kaydettiği rivayete göre Ebu Hureyre: Rasûlullah (sav)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir karınca peygamberlerden birisini ısır­dı. Peygamber oradaki karınca yuvalarının yakılmasını emretti. Yüce Allah ona: Seni ısıran bir karınca sebebiyle mi teşbih eden bir topluluğu helak et­tin." diye vahyetti. Bir başka rivayetinde: "Niye (sen de) tek bir karıncayı ce­zalandırmadın?..." şeklindedir.[23]

İlim adamlarımız dedi ki: Denildiğine göre bu peygamberin Musa (a.s) ol­duğu söylenmektedir. O şöyle sormuştu: Sen de bir kasaba halkını masiyet-leri sebebiyle -aralarında itaatkar kimseler olduğu halde- helak ediyorsun? Sanki Yüce Allah ona bunun hikmetini göstermeyi dilediği için ona aşırı bir sıcak yaptı. Nihayet dinlenmek üzere bir ağacın gölgesine çekildi. Yakının­da da karınca yuvaları vardı. Ağacın gölgesinde uyuya kaldı. Tam uykunun tadına varmışken bir karınca onu ısırıp rahatsız etti. Bu karıncaları ayakla­rıyla ezdi ve öldürdü. Yuvalarının yakınında bulunan o ağacı da yaktı. Yüce Allah da bu hususta ona ibret yönünü gösterdi: Çünkü o da kendisini bir karınca ısırdığı halde, o karıncaya verilmesi gereken cezayı diğerlerine de ver­mişti.

Bununla şuna dikkatini çekmek istemişti: Allah'ın verdiği (dünyevi) azap, geneli kapsar. Bu cezalar itaatkarlar için bir rahmet, bir bereket olur. İsyan­karlar için de bir kötülük ve intikam olur. Buna göre hadis-i şerifte karınca­ları öldürmenin mekruh ya da yasak olduğuna delalet edecek bir taraf olmaz. Çünkü sana eziyet veren herbir şeyi kendinden uzaklaştırmak senin için mu­bahtır. Yüce Allah'ın yarattıkları arasında ise mü'mini erden daha üstün ve de­ğerli bir kimse de yoktur. Âdernoğlunun dahi gerektiğinde belirtilen ölçüler çerçevesinde kendisini savunmak kasü ile saldıranı öldürmek ya da dövmek­le bertaraf etmesi mubah kılınmıştır. Âdemoğlu için müsahhar kılınmış ve in­sanların emrine verilmiş olan haşerat ve canlıların durumu ya nasıl olacak? Bu gibi canlılar insana eziyet vericek olurlarsa, onları öldürmek mubah olur.

Buna göre, hadis, karıncaların öldürülmesi yasak ya da mekruh bir iş ol­duğuna delil teşkil etmez.Çünkü kişiye eziyet veren varlığı, kişinin kendisin-denuzaklaştırması helaldir. Allah'ın yaratıkları arasında mü'min kadar hürme­te değer ve eziyete uğratılması yasak bir yaratık yoktur. Böyle eziyet veren bir varlığı, -boyutuna göre- öldürmek ya da vurmak suretiyle defetmek, mubahtır. Hele insanlara müsahhar kılınmış ve emrine verilmiş hayvanlar ve haşerat hıkkında daha ne söylenebilir? Bunlar kişiye eziyet verecek olurlar­sa, öldürülmeleri mubah olur.

İbrahim (en-Nehâi)'den: Seni rahatsız eden karıncayı öldür, dediği riva­yet edilmiştir.

Hadis-i şerifteki: "Niye tek bir karıncayı cezalandırmadın?" ifadesi eziyet verene eziyet edilebileceğine ve öldürülebileceğine delildir. Öldürmek, bir fayda sağlamak ya da bir zararı önlemek için olduğu sürece ilim adamların­ca sakıncalı görülmemiştir.

O'na, "Herhangi bîr karınca" öldürebileceği söylenmiş ve bizzat onu ısı­ran karınca diğerleri arasından tahsis edilmemiştir. Çünkü bundan kasıt kı­sas değildi, zira kısası kast etmiş olsaydı, ona: Niye seni ısıran karıncayı öl­dürmekle yetinmedin, denilecekti. Ancak böyle denilmeyip ona; (Eziyet veren) bir karıncanın yerine, neden bir karıncayı cezalandırmakla yetinme­din, denildi. Bu ifade ile cinayeti işleyeni de, suçsuzu da genel olarak kap­sadı. Böylece onun Rabbine sorduğu "aralarında itaatkar ve isyankar insan­lar bulunduğu halde bir kasaba halkına ne diye azab ettiği?" sorusunun ce­vabına dikkatini çekmek istemişti.

Şöyle de açıklanmıştır; Sözü edilen peygamberin şeriatinde hayvanları yak­mak suretiyle cezalandırmak caiz idi. Bundan dolayı yüce Allah bizzat yak­tığı için değil de pek çok karıncayı yaktığı için ona sitemde bulunmuştur. Ni­tekim Hz, Peygamber'in: "Niye bir tek karıncaya değil de..." diye sorulduğu­nu belirttiğini görüyoruz. Yani sen niçin sadece bir karınca yakmakla yetin-medin? Bu ise bizim şeriatimize uygun değildir. Çünkü Peygamber (sav) ateş­le yakmak suretiyle azaplandırmayı yasaklamış ve: "Allah'tan başka hiçbir kim­se ateş ile azaplandırmaz."[24] diye buyurmuştur.

Aynı şekilde o peygamberin şeriatinde de karıncaları öldürmek mubah idi. O bakımdan yüce Allah bizzat karıncalan öldürdü diye ona sitem etmemiş­tir. Bizim şeriatimizde ise İbn Abbas ve Ebu Hureyre yoluyla gelen hadisler­de bu hususun nehyedildiği bilinmektedir[25]

İmam Malik, karıncanın zarar vermesi ve bu zararın ancak öldürmek ile önlenebilmesi hali dışında, karıncaların öldürülmesini mekruh kabul etmiş­tir.

Şöyie de denilmiştir: Sözü geçen peygambere yüce Allah, bir tanenin ezi­yet etmesine rağmen büyük bir topluluğu helak etmek suretiyle nefsi için in­tikam alması dolayısıyla sitem etmiştir. Oysa uygun olanı onun sabredip af­fetmesi idi. Fakat peygamber bu türün Âdemoğullarına eziyet verdiğini tes-bit etmiştir. Âdemoğlunun saygınlığı ise nâük olmayan diğer canlıların say­gınlığından çok daha büyüktür, Şayet sadece bu mantıkla hareket edip ta­biî olarak intikam alıp içini soğutma arzusu buna katılmamış olsaydı, bun­dan dolayı da ona sitem edilmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Fakat hadisin ifadelerinin delâlet ettiği şekilde; intikamını susturma arzusu buna ek­lenince, bu davranışı dolayısıyla ona sitem olundu. [26]

 

4- Canlı Varlıkların Teşbihi Nasıldır:

 

Hadis-i şerifte geçen: "Seni ısıran bir karınca sebebiyle mi teşbih eden üm­metlerden bir ümmeti helak ettin.?" sözü onların teşbihinin sözlü ve nutk ile yapılmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah da karıncaların ken­di aralarında konuştuklarını, Süleyman (a.s)'ın da -bir mucize olmak üzere-bunu anladığını ve karıncanın sözleri dolayısıyla tebessüm ettiğini haber ver­mektedir.

İşte bu çok açık bir şekilde karıncaların bir konuşmalarının olduğunu, fakat herkesin de bu konuşmayı duyamadığını göstermektedir. Yüce Allah'ın olağanüstü olarak işitmesini istediği herhangi bir peygamber ya da bir veli dışında kimse onların konuşmalarını duyamaz. Biz kendimiz böyle bir ko­nuşma sesini duymuyoruz diye bunu inkâr etmeyiz. Çünkü idrâk edememek, idrâk olunan bir şeyin bizatihi olmamasını gerektirmez. Diğer taraftan insan bazen içinden bir takım söz ve konuşmaları geçirdiği halde, ancak diliyle söy­ledikleri işitilir.

Şanı yüce Allah, Peygamberimiz Muhammed (sav) için de olağanüstü bir hadise olmak üzere kendi kendilerine konuşan bir topluluğun içinden ko­nuştukları sözleri ona işittirmiş, o da onlara içinden geçirdiklerini haber ver­miştir. Nitekim bir çok imamımız Peygamber (sav)'a mucizelere dair yazıl­mış kitaplarda bu kabilden bir çok rivayet nakletmelerdir. Aynı şekilde yü­ce Allah'ın keramet ihsan ettiği velilerin bir çoğu da bir çok vesile ile ben­zeri şeyler göstermişlerdir. Peygamber (sav)'in: "Benim ümmetim arasında özel ilhama mazhar kimseler vardır. Şüphesiz ki Ömer de bunlardandır"[27] hadi­sinde kastettiği de budur.

Cansız varlıkların tesibihi ile ilgili açıklamalar ise daha önceden el-İsra Sû-resi'nde (17/44. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bunun de-lâlet-i hal yolu ile bir teşbih olmayıp, dille ve sözle yapılan bir teşbih oldu­ğu da orada açıklanmıştır. Yüce Allah'a hamdolsun. [28]

 

5- Gülümsemek ve Gütmek:

 

Yüce Allah'ın: "Sözünden dolayı gülercesîne tebessüm edip, dedi ki..."

buyruğunda "güiercesine" anlamındaki; kelimesini İbn es-Sümeyka' elifsiz olarak diye okumuştur. Bu kelime "tebessüm"ün delalet etli­ği hazfedilmiş bir fiilin masdarı olarak nasbedilmiştır, Sanki; bir şekilde güldü, demiş gibidir. Sibeveyh'in görüşü budur. Sibeveyh'in dışında­ki ilim adamlarına göre ise; bu bizzat "tebessüm edip" fiili iie nasbedilmiş-tir, çünkü bu da "güldü" anlamındadır.

Bunu elifle okuyanların kıraatine göre ise "tebessüm edip'deki zamirden hal olmak üzere nasbedilmiştir. Anlamı ise gülmek kadar tebessüm etti, şeklindedir. Çünkü gülmek tebessümü kapsar, tebessüm ise gülmekten aşa­ğıdır ve gülmenin başlangıcıdır.

"Gülümsedi, gülümser, gülümsemek" denilir. İsm-i faili şeklinde gelir. Fiil; "Gülümsedi, gülümser, gülümsemek" şeklinde de kullanılır. ise ağız (gülümseme yeri) demektir. Bu da;  Oturma yeri" meclis lafzının den gelmesine benzer.

Çokça gülümseyen adam" demektir. Kısacası gülümsemek (tebessüm) gülmenin başlangıcıdır. "Gülmek" ise başlangıcı ve sonu ifade eder. Şu kadar var ki gülmek gülümsemeden daha ileri oimayı ge­rektirir. Eğer kişi gülümsemeden ileriye gidip de kendisini zaptetmeyecek olursa, bu sefer; "Kahkaha ile güldü" denilir.

Tebessüm, peygamberlerin çoğunlukla gülmelerini teşkil eder. Sahih ha­diste yer alan rivayete göre Cabir b. Semura'ya şöyle sorulmuş: Sen Peygam­ber (sav) ile birlikte aynı mecliste oturur kalkar miydin? o; Evet pek çok di­ye cevap verdi. Sabah namazını kıldığı yerinden güneş doğuncaya kadar kalk­mazdı. Güneş doğduktan sonra yerinden kalkardı. Bu arada (ashab) birbir­leriyle konuşup, cahiliye dönemindeki hallerinden sözederler gülerlerdi, o da tebessüm ederdi[29]

Yine Sahih'teki rivayete göre Sa'd şöyle demiş: Müşriklerden müslüman-lara pek çok zarar vermiş bir kişi vardı. Peygamber (sav), Sa'd'a: "Anam ba­bam sana feda olsun! Ok at" diye buyurdu. Sa'd dedi ki: Temreni bulunma­yan bir ok çektim. O oku böğrüne isabet ettirdim. Yere düştü, avreti açıldı. Rasûlullah (sav) da, ben onun azı dişlerini görünceye kadar güldü.[30]

Rasûlullah (sav) çoğunlukla tebessüm ederdi. Bazı hallerde de tebessüm­den daha ileri ve küçük dilin görüldüğü aşırı derecedeki güimekten daha aşa­ğı derecede gülerdi. Aşın derecede bir İşi beğendiğinde nadiren büyük azı dişleri görülünceye kadar da güldüğü olurdu.

İlim adamları bu türden çokça gülmeyi mekruh görmüşlerdir. Nitekim Luk-man oğluna şöyle demiştir: Oğulcağızım! Çokça gülmekten sakın, çünkü o kalbi söndürür.

Bu ifade Ebu Zerr ve başkaları yoluyla merfu bir hadis olarak da nakle­dilmiştir.[31] Peygamber (sav) da, Sa'd (r.a) sözü edilen adama ok atıp, isabet ettirince azı dişleri görününceye kadar güldü. Buna sebeb ise adamın avre­tinin açılması değil, isabet alması dolayısıyla sevinmesi idi. Çünkü Peygam­ber böyle bir şeye gülmekten münezzehtir. [32]

 

6- Hayvanların Akılları ve Kavrayışları:

 

İlim adamlarına göre bütün hayvanların kavrayışları ve akLİları vardır. Bun­da görüş ayrılığı yoktur. Şafiî de: Güvercin kuşların en akıllılarıdır, demiştir. İbn Atiyye dedi ki; Karınca da uyanık, güçlü, koku alma duyusu son derece kuvvetli, bir takım şeyleri saklayan, yuvalar yapan, yeşermesin diye ta­neyi iki parçaya, kişnişi dördü bölen bir hayvandır. Çünkü kişniş iki parça­ya bölündü mü yeşerir. Bir yıl boyunca topladıklarının yarısını yer, geri ka­lanını ise yedek olarak bırakır.

İbnu'l-Arabî der ki: bize göre bu özel ilimlerdendir. Karınca ise yüce Al­lah'ın onun yaratılışında verdiği özellikleriyle bunları kavrayabilmiştir. Üs-tad Ebu'l-Muzaffer Şah Nur el-İsferayinî der ki: Hayvanların, alemin ve ya­ratılmışların hadis olduklarını (sonradan yaratılmış olduklarını) ve yüce Al­lah'ın vahdaniyetini idrak etmeleri de uzak bir ihtimal değildir. Şu kadar var ki; biz onların dillerini anlayamadığımız gibi, onlar da bizim dilimizi anlamaz­lar. Bizim bu hayvanların peşinden koşmamız, onların da bizden kaçmala­rına gelince; bu da cinslerin ayrılıklarının bir gereğidir.

"Rabblm bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetine şükür etmeyi İl­ham et!" Huyrukdaki; (ut) mastar manası verir. (tj*Şjt) da "bana bunu ilham et" demektir. Aslıda; den gelmektedir. O: Seni gazaplandıran işlerden beni uzak tut, demiş gibidir.

Muhammed b. İshak dedi ki: Kitap ehlinin iddiasına göre Süleyman'ın an­nesi yüce Allah'ın Dâvûd (a.s)'ı kendisiyle imtihan ettiği Orya denilen (ku­mandanının) hanımı idi. Yahutta kocası vefat ettikten sonra Dâvûd (a.s) onun­la evlenmiş ve ona Süleyman (a.s)'ı doğurmuştu. Buna dair daha geniş açık­lamalar yüce Allah'ın izniyle Sa'd Sûresi'nde (38/21-25. âyetler, 18. başlıkta) gelecektir.

"Rahmetinle beni s alili kullarının arasına kat!" İbn Zeyd'den rivayete göre beni onlarla birlikte kıl, demektir. Anlamın: Beni de salih kullarının ara­sına kat, demek olduğu da söylenmiştir. (Mealdeki gibi). [33]

 

20. Bir de kuşları araştırdı ve dedi ki: "Neden hüdhüdü göremiyo­rum, Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?

21. "Ben onu elbette ya şiddetli bir azab ile a/aplandırırım veya mu­hakkak onu kestiririm ya da bana apaçık bir delil getirir."

22. Çok eğlenmeden geldi ve dedi ki: "Senin bilmediğin şeyi ben gör düm ve Sebe'den sana kesin bir haber İle geldim.

23.  "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşeyden verilmiş; onun bir de büyük bir tahtı var.

24. "Onu ve kavmini Allah'tan gayrı güneşe secde eder buldum. Şey­tan onlara amellerini süslü göstermiş ve onları doğru yoldan alı­koymuş. Onun İçin onlar doğru yola gelemiyorlar.

25. "Göklerde ve yerde olan, gizliyi açığa çıkartan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bileti Allah'a secde etmesinler diye!"

26. Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş 'in Rab-bidir."

27. "Bakalım doğru mu söyledin? Yoksa yalancılardan mısın?" de­di.

28. "Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak. Sonra da on­lardan geri çekilip ne şekilde karşılık vereceklerine bak!"

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onsekiz başlık haiinde sunacağız: [34]

 

1- Hz. Süleyman'ın Hüdhüd Kuşunu Araştırmasının Sebebi:

 

"Bir de kuşları araştırdı" buyruğu ile yüce Allah daha önce sözü edilen şekilde karınca ile ilgili olayın geçtiği yolculuk esnasında, başından geçen bir başka olayı söz konusu etmektedir.

"(oüJl): Araştırmak, gözünün önünden kaybolan bir şeyi arayıp, bul­mak istemek" demektir. Tayr (kuş) ise çoğul bir isimdir, bunun da tekili dır. Burada kuşlardan kasıt, kuşların cinsi ve kuşların topluluğudur. Kuşlar yolculuğu esnasında onunla birlikte bulunur, kanatlarıyla ona gölge yaparlardı.

Süleyman Ca,s)'m kuşları araştırmasının ne demek olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesime göre bu yönelim işlerine gösterilen itina­nın ve yönetim işlerinin herbirisine gereken ihtimamı göstermenin bir gere­ğidir. Âyetin zahirinden de anlaşılan budur.

Bir başka kesimin görüşü de şöyledir: Onun kuşları araştırmasının sebe­bi, hüdhüd kuşunun kaybolması üzerine güneşin onun bıraktığı boşluktan girmesi idi. İşte bu, kuşları araştırmasının sebebi olmuştu. Böylelikle güne­şin nereden girdiğini tesbit etmiş olacaktı.

Abdullah b. Selam da dedi ki: Hüdhüd'ü aramasına sebeb suyun yerin ne kadar derinliğinde olduğunu bilme ihtiyacını hissetmesi idi. Çünkü Süleyman (a.s) su bulunmayan bir yerde konaklamıştı. Hüdhüd ise yerin içini de, dı­şını da görürdü. Süleyman'a da suyun nerede bulunduğunu haber verirdi. Da­ha sonra da cinler kısa bir zaman zarfında bu suyu çıkartırlardı. Tıpkı koyu­nun derisinin yüzüldüğü gibi, yeryüzü toprağını o suyun üzerinden öylece soyarlardı. Bu açıklamayı İbn Seiam'dan gelen rivayete göre İbn Abbas yap­mıştır.

Ebu Miclez dedi ki; İbn Abbas, Abdullah b. Selam'a: Sana üç soru sormak istiyorum dedi. Abdullah: Sen Kur'ân okuyan birisi olduğun halde bana mı soru soracaksın? deyince, İbn Abbas: Evet, diye üç defa tekrarladı ve şöyle sordu: Süleyman diğer bütün kuşlar arasından niye hüdhüdü araştırdı? İbn Selam dedi ki: Suya ihtiyacı oldu ve suyun ne kadar derinlikte olduğunu -ya da mesafede diye söyledi- bilemiyordu. Hüdhüd ise diğer kuşlar arasın­dan bunu bilebîliyordu, onu araştırmasının sebebi budur.

en-Nekkaş'ın kitabında da şöyle denilmektedir; Hüdhüd mühendis idi.

Rivayete göre Nafî' b. el-Ezrak, İbn Abbas'ın hüdhüd ile ilgili açıklama­larda bulunduğunu duymuş, ona: Dur ey (delil yoksa) duran kişi! Hüdhüd kendisine kurulan tuzağa düşen ve bu tuzağı göremeyen bir kuş iken, yerin içini nasıl görebilir? İbn Abbas ona; Kader geldi mi göz kör olur, diye cevap verdi.

Mücahid dedi ki: İbn Abbas'a kuşlar arasından hüdhüdü nasıl araştırdı? di­ye soruldu, şu cevabı verdi: Bir yerde konakladı, suyun ne kadar derinlikte olduğunu bilmiyordu, Hüdhüd ise bunu bitebiliyordu, ona sormak istedi.

Mücahid dedi ki: Küçük çocuk hüdhüd kuşuna ağ serer ve onu avlar. Na­sıl bunları bulabilir? tbn Abbas dedi ki: Kader geldi mi göz kor olur.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Kur'ân't iyice bilen bir kimseden başka böyle bir ce­vap veremez.

Derim ki: Bu cevabı daha önceden de belirttiğimi2 gibi hüdhüdün ken­disi Süleyman'a vermişti. Şöyle bir şiir söylenmiştir:

Tüce Allah bir kişi hakkında bir işi nrurad ederse, Hem o kişi akıl, görüş ve basiret sahibi olsa dahi, Ve bir de çarelerin üstüne gelen olup da bütün bu çareleri, Kaderin hoşlanmayan sebeblerinden gelecek olanları defetmek için ortaya koyarsaj Yüce Allah onun kulaklarını, aklını kapatır. Ve aklını kafasından kılın çekilmesi gibi sıyırır, çeker, Nihayet hükmünü onun hakkında icra eyledi mi İbret alsın diye aklını ona geri verir,"

el-Kelbî dedi ki: Yolculuğu esnasında yanına sadece bir hüdhüd kuşu al­mıştı. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır. [35]

 

2- Yöneticinin Yönettiklerinin İşleri İle İlgilenmesi:

 

Bu âyet-i kerimede imamın (İslâm devlet başkanının ve yöneticilerinin) yönetimleri altında bulunanların durumlarını iyice araştırmalarına, onları gereği gibi korumalarına delil vardır. Küçüklüğüne rağmen hüdhüdün duru­mu Süleyman (a.s)'a gizli kalmamıştı. Ya büyük işler hakkında ne düşünü­lür? Yüce Allah Ömer (r.a)'a rahmetini İhsan eylesin. O da aynı yolu izlerdi. Şöyle demişti: Fırat kenarında bîr kurt bir keçiyi kapacak olsa, şüphesiz Ömer ondan sorumlu tutulacaktır. Yönetimi altındaki ülkelerin harab olduğu, yö­nettiklerinin zayi olduğu, çobaniann kaybolduğu bir yönetici hakkında ne dü­şünürsünüz?

Sahih'teki rivayete göre Abdullah b. Abbas'tan şöyle kaydedilmektedir: Ömer b. el-Hattab, Şam'a gitmek üzere yola koyuldu. Serğ denilen yerde or­du kumandanları onu karşılamaya geldi: Ebu Ubeyde ve arkadaşlan, ona Şam bölgesinde veba bulunduğu haberini verdiler... İlim adamlarımız dediler ki: Ömer(r.a)'ın Şam'a gitmek üzere yola çıkması (Halifenin tebasını kontrol et­tiğine işaret vardır). -Halife b. Hayyat'ın belirttiğine göre- Beytu'l-Makdis'in hicri 17. yılda fethedilmesinden sonra olmuştu. O yönettiklerinin hallerini ve kumandanlarının durumlarını bizzat kendisi araştırırdı. Kur'ân, sünnet, yö­neticinin yönettiği kimselerin durumlarını araştırmasına ve bunu bizzat doğ­rudan kendisinin yapmasına, uzun dahi olsa bu maksatla yolculuk yapma­sına açıkça delalet etmekte ve bunu ifade etmektedir. Şu beyiti söyleyen İb-nu'1-Mübarek'in Allah'ın rahmetine nâü olmasını dileriz:

"Zaten dîni kim bozdu ki hükümdarlardan,

Ve kötü ilim adamları ile kötü abidlerden başka?" [36]

 

3- "Hüdhüdü Neden Göremiyorum?"

 

Yüce Allah'ın Neden hüdhüdü göremiyorum" buyru­ğu "Hüdhüde ne oldu ki ben onu göremiyorum?" anlamında­dır. Bu da manası sebebi bilinmeyen kalb (ifadelerin yer değiştirmesi) kabi-lindendir. Yine bir kimsenin diğerine; "Bana ne oluyor ki se­ni kederli görüyorum?" yani; "Neyin var (kederlisin)" demeye benzer.

Hüdhüd bilinen bir kuştur. Onun sesine de hedhede denilir.

İbn Atiyye der ki: Bu ifadeden maksat hüdhüdün ortada olmadığını, kaybolduğunu anlatmaktır. Fakat Süleyman (a.s) hüdhüdün kayboluşunun gereği oian onu görmeyişini esas alarak, bu gereklilik konusunda kendisi­ne bilgi verilmesi için soru sorma cihetine gitmiştir. Bu da bir çeşit icaz (ve­ciz) konuşmaktır. Onun "Neden... um?" şeklindeki sorusu; eda­tının soru cümlesinin başında ayrıca gelmesi gereken) elif (soru hemze-si)nin yerini tutmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Süleyman (a.s): "Neden hüdhüdü göremiyorum"

derken, kendisinin halini gözönünde bulundurmuştur. Zira o kendisine pek büyük bir mülkün verildiğini, mahlukatın emrine müsahhar kılındığını bili­yordu. İşte şükür etme gereği onun itaatkâr olmasını, adaleti de sürekli kıl­masını gerektirmişti, Hüdhüd nimetini bulamayınca şükür bakımından bir ku­sur işlemiş olabileceği hatırına geldi ve bu kusuru dolayısıyla bu nimetten mahrum olduğu kanaatine kapıldı. O bakımdan kendi halini araştırmaya ko­yuldu ve bundan dolayı "neden göremiyorum" dedi.

İbnu'l-Arabî der ki: Mutasavvıf şeyhlerinin mallarını kaybettikleri vakit yap­tıkları budur, onlar da kendi amellerini araştırırlar. Bu İse adab ile alakalı hu­suslarda böyle olduğuna göre peki ya bugün biz farzlarda bile kusurlu ha­reket ederken, ne yapmalıyız?

İbn Kesir, İbn Muhaysın, Âsim, el-Kisaî, Hişam ve Eyyub "neden... um" anlamındaki soruyu; şeklinde 'ya" harfini üstün okumuşlardır. Aynı şe­kilde Yâsîn Sûresi'nde: "Ben, beni yaratana ne diye ibadet etmeyecek misim?" (Yâsîn, 36/22) buyruğunda da böyle okumuşlardır. Ancak Hamza ile Yakub bunu sakin okumuşlardır. Geriye kalan Medine kıraat alimleri ile Ebu Amr ise Yâsîn Sûresi'ndekini üstün ite bunu ise sakin (yani harfi med olarak) oku­muşlardır.

Ebu Amr dedi ki: Çünkü bu Nemi Sûresi'nde bulunan, istifhamdır. Diğe­ri ise intifa (nefyetmek)dir. Ebu Hatim ile Ebu Ubeyd sakin okuyuşu tercih ederek, "(Jl'Jtiî): Dedi ki: Neden... um?" diye okumuştur. Ebu Cafer en-Neh-has: Bazıları mübteda olan ile kendisinden önceki ifadelere atfedilen arasın­da fark gözetmek istemişlerdir. Ancak bunun hiçbir kıymeti yoktur. Burada­ki "ya" nefs-i miitekellim "ya"sidir. Araplar arasından bunu üstün ile okuyan­lar olduğu gibi, sakin okuyanlar da vardır. O bakımdan kıraat alimleri her iki şekilde de okumuşlardır. Mütekellim "ya"sı ile ilgili fasih söyieyiş ise onun meftuh olarak okunmasıdır, çünkü o hem bir isimdir, hem de tek bir harf­tir. Dolayısıyla tercih edilen sakin okunmayışıdır. Böylelikle isme haksızlık edilmemiş olur.

"Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?" buyruğundaki; "Yok­sa"; "(Hayır)" anlamındadır. [37]

 

4- Verilecek Cezaların Takdirinde Ölçü:

 

Yüce Allah in: "Ben onu elbette ya şiddetli bir azap île azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm..." buyruğu uygulanacak olan cezanın be­dene göre değil de, işlenen suça göre olacağına delil teşkil etmektedir. Bu­nunla birlikte cezalandırılacak oian şahsa zaman ve niteliği itibariyle yumu­şaklık gösterilebilir.

İbn Abbas, Mücahid ve İbn Cüreyc'den rivayete göre onun kuşu azaplan-dırması tüyünü yolması suretinde idi İbn Cüre-yc ele tüyünün tamamen yo­lunması diye söylemiştir. Yezid b. Ruman da kanatlarının yolunması diye açık­lamıştır.

Süleyman (a.s)'ın bu uygulaması ile isyankarlara karşı sert bir tavır takınmak, görevini ve konumunu ihlal eden tulumu dolayısıyla Hüdhüdü ceza­landırmak istemişti. Yüce Allah hayvanları, kuşları yemek ve başka bir takım menfaatler maksadıyla boğazlamayı mubah kıldığı gibi ona da bunu mubah kılmış olabilirdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Nevâdiru'l-Usul'de (et-Tirmizî el-Hakim) şöyle demektedir: Bize Süley­man b. Humeyd Ebu'r-Rabi' el-İyadî anlattı, dedi ki: Bize Avn b. Umare, el-Huseyn el-Cuhfî'den anlattı, el-Huseyn, ez-Zübeyr b. d-Hırrîd'den, o İkri-me'den naklen dedi ki: Yüce Allah'ın, Süleyman'ın hüdhüde vermek istedi­ği cezayı alıkoyması, onun anne ve babasına karşı itaatkâr olmasından do­layı idi. İleride de gelecektir.

Yine denildiğine göre, hüdhüdü azaplandırmak, onu kendisine uymayan zıt tabiatlı hayvanlarla birlike bulundurmaktır. Kimilerinden nakledildiğine göre en dar hapis zıt tabiatlı kimselerle birlikte bulunmaktır.

Bir diğer açıklamaya göre, ben onu kendisine denk kimselere hizmet et­mek zorunda bırakacağım anlamındadır. Bir diğer görüşe göre onu kafese ko­yacağım, bir başka açıklama: Tüyünü yolduktan sonra onu güneşte bıraka­caktım. Onu hizmetinden uzaklaştırmak suretiyle cezalandıracağım, diye de açıklanmıştır. Çünkü hükümdarlar bedenin birlikte olmaya alıştığı kimse­leri ayırmakla, uzaklaştırmakla te'dib ederler.

"Ben onu ya şiddetli bir azab ile azablandırırım veya muhakkak onu kestiririm..." buyruğunda fiiller şeddeli "nun" ile te'kid edilmiştir. Böyle bir "nun" ya şeddeli veya seddesiz olarak (te'kid maksadıyla) getirilir. Ebu Ha­lim dedi ki: Eğer; "Ben onu elbette ya şiddetli bir azab ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm" şeklinde (tek mim ile) okunsa bu da caizdir.

"Ya da bana apaçık bir delil getirir" buyruğundaki "Bana... ge­tirir" lafzındaki lam, lam-ı kasem değildir. Çünkü Süleyman hüdhüdün ya­pacağı bir iş için kasem etmez. Ancak bu buyruk "Onu elbette... azap-landırırım'ın akabinde geldiğinden dolayı -ki bu da kasemin caiz olduğu hu­suslardandır- sonraki bu fiili de aynı şekilde kullanmıştır. Sadece İbn Kesir "ba­na... getirir" anlamındaki fiili, iki "nûn" ile; diye okumuştur. [38]

 

5- Çok Geçmeden Gelen Hüdhüd:

 

"Çok eğlenmeden geldi" buyruğunda kasıt hüdhüddür. Kıraat alimleri­nin büyük çoğunluğu; "(ÎİUi): Geç...ti", fiilinin "kep harfini ötreli okumuş­lardır. Yalnızca Âsim bunu üstün okumuştur. Her iki kıraatte de anlamı ı:vakit geçirdi, kaldı" şeklindedir. Sibeveyh dedi ki: Bu "Durdu kaldı, durur kalır, kalmak" fiili; (harakeleri itibariyle); "Oturdu, oturur, oturmak" gibidir, şekli ise  benzer.

Başkaları da şöyle demektedir: Bunun üstün okunması yüce Allah'ın: "Kalıcılar" (el-Kehf, 18/3) buyruğu dolayısıyla daha uygundur. Çünkü bu den gelmektedir. "Kaldı, kalır" denilir ism-i fa­ili de; dtye getir, kullanımı, gibidir. İsm-i faili şeklinde, gibi gelir. (ti^ticii)'den ism-i fail ise şek­linde gelir. "Ekşidi, ekşir" fiilinin ism-i failinin şeklin-de gelmesi gibi.

"Çok eğlenmeden geldi" deki zamirin Süleyman (a.s)'a ait olma ihtima­li vardır. Anlamı şöyle olur: Süleyman (a.s) kuştan araştırıp tehdidinde bu­lunduktan sonra aradan fazla zaman geçmeden geldi, demek olur. Burada­ki zamirin hüdhüde ait olma ihtimali de vardır. Daha kuvvetli İhtimal budur, daha sonra da hüdhüd gelip; "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" dedi. Bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. [39]

 

6- Hüdküdün Getirdiği Haber:

 

Yani ben senin bilmediğin hususları öğrendim. İşte bu peygamberler gaybı bilir, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir.

el-Ferrâ "Gördüm" fiilinin "te" ve "ti" harfleri birbirine idgam edi­lerek; diye okunduğunu naklettiği gibi "ti" harfi, te'ye kalbedilip idgam edilmek suretiyle; diye okunduğunu da nakletmiştir. [40]

 

7- Sebe'lle İlgili Gelen Haber:

 

"Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" buyruğu ile onun Süley­man (a.s)'a bilmediği şeyi öğretmiş olduğunu anlıyoruz. Böylelikle o Süley­man (a.s)'ın kendisini tehdit etmiş olduğu azab ve kesilme cezasını bertaraf etmiş oldu. Cumhur "Sebe"' kelimesini; şeklinde tenvinli olarak mun-sarıf bir kelime gibi okumuştur. İbn Kesir ve Ebu Amr ise munsanf olmayan bir kelime olarak, hemzeyi üstünle; diye okumuştur. Birinci okuyuş, kendisine bir kavmin nisbet edildiği bir adam ismi kabul edilmesine göre­dir. Şairin şu mısraı da buna göredir:

"Sebe'in zirvelerinde gelenler ile Teyinlilerin, Boyunlarında iz bırakmıştır, camışlann derileri."

ez-Zeccac, Sebe'in bir adanı ismi olduğunu kabul etmeyerek, şöyle demiş­tir: Sebe', Yemen'in Me'rib denilen bölgesinde San'a ile arasında üç günlük mesafe bulunan bilinen bir şehirdir,

Derim ki: el-Gaznevî'nin "Uyunu'l-Meanî" adlı eserinde üç millik mesa­fe denilmektedir. Katâde ve es-Süddî dedi ki: Oraya oniki peygamber gön­derilmiştir.

(ez-Zeccac, görüşüne delil olarak) en-Nâbiğa el-Ca'dî'nin şu beyi tini zik­retmektedir:

"Me'rib'de hazır bulunan Sebe'den,

Onların selinin önünde Arİm'i (aeddi) bina ettiklerinde,"

(ez-Zeccac devamla) dedi ki: Bunu munsarıf kabul etmeyenler, bunun bir şehir ismi olduğunu söyler. Munsarıf kabul edenler de -ki bunlar çoğunlu­ğu teşkil ederler- buranın bir şehir ismi olması dolayısıyla müzekker adı ve­rilmiş, müzekker bir yer kabul ederler.

Sebe'in şehire ad olarak verilen bir kadın adı olduğu da söylenmiştir. Doğ­rusu bunun bir erkek adı olduğudur. Tirmizf nin kitabında (Sünen'inde) Ferve b. Museyk el-Muradî'nin Peygamber (sav)'dan naklettiği ve yüce Al­lah'ın izniyle (Sebe', 34/15- ayetin tefsirinde) gelecek olan hadiste de bu şe­kildedir.

İbn Atiyye dedi ki: ez-Zeccâc bu hadisi bilmediğinden dolayı o gelişigü­zel açıklamalarda bulunmuştur. el-Ferrâ'nın iddiasına göre de er-Ruâsî, Ebu Amr b. el-Alâ'ya, Sebe'e dair soru sormuş, o da ben onun ne olduğunu bil­miyorum, demiş.

en-Nehhas dedi ki: el-Ferrâ, Ebu Amr adına te'vilde bulunmuş ve onun meghul olduğu için bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğini belirtmiştir. Bir şey de eğer bilinmeyecek olursa gayr-ı munsarıf olur.

en-Nehhas da şöyle demektedir: Ebu Amr gibi birisi böyle bir söz söyle­mez. er-Ruâsî den yapılan nakilde de bu kelimeyi bilmediği için bunu gayr-ı munsarıf kabul ettiğine dair de bir delil bulunmamaktadır. O sadece ben onu bilmiyorum demiştir. Eğer nahiv bilgini birisine herhangi bir isim hakkında sorulacak da, o da ben onu bilmiyorum diyecek olursa, bu o nahivcinin bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğine deliİ teşkil etmez. Aksine hak bunun dı-ı eladır. Bu durumda eğer onu bilmiyorsa, onu munsarıf kabul etmesi gerekir. Çünkü isimlerde aslolan munsarıf olmaktır. Bir şeyin gayr-ı munsarıf olması ona dahil olan herhangi bir ek sebep dolaylıyladır. Asıl kaide kesin olarak böylece sabittir. Bilinmeyen' bir şey dolayısıyla bu kaide ortadan kalkmaz. Daha sonra nahivcilerden uzun açıklamalar naklettikten sonra so­nunda şunları söyler: Sebc' hakkında kabul edilen görüş bu hususta gelen rivayet olmalıdır ki, bu da aslında Sebe'in bir adam adı olduğudur. Eğer bu­nu munsarıf kabul edecek olursak, bu artık hayatta olan birisinin adı oldu­ğundan dolayıdır. Şayet munsarıf kabul etmeyecek olursak, bunu "Semud" gibi bir kabile adı olarak kabul ederiz. Şu kadar var ki Sibeveyh'in tercih et­tiği görüş munsarıf olduğudur ve bu konudaki delili de kat'îdir. Zira bu isim hem müzekker, hem de müennes gelebildiğine göre bunun müzekker kabul edilmesi daha uygundur. Zira aslolan ve daha hafif olan da odur. [41]

 

8- Küçüğün Büyüğe, Öğrencinin Hocaya:

 

Ben Senin Bilmediğini Biliyorum, Demesi Uygun mu? Bu âyet-i kerimede küçüğün büyüğe, öğrencinin hocaya -kesinlikle bu hu­susu bilmesi şartıyla-; ben senin bilmediğin bir şey biliyorum diyebileceği­ne delil vardır.

İşte Ömer b. el-Hattab (r.a) yüceliğine ve bilgisine rağmen üç defa izin is­tendikten sonra cevap alınmazsa, geri dönülebileceğini bitmiyordu. Teyem­mümü Ammar ve başkaları biliyordu. Halbuki Ömer ve İbn Mes'ud bu konu­da bilgileri etraflı olmadığından cünup kimse teyemmüm etmez, diyorlardı.

İbn Abbas ay hali olan kadının Arafat'ta vakfe yapabileceği hükmünü bil­diği halde, Ömer de, Zeyd b. Sabit de bunu bilmiyordu. İhramlı bir kimse­nin başını yıkayabileceğini İbn Abbas bilmekle birlikte el-Misver b. Mahre­me bunu bilmiyordu. Bunun benzeri daha pek çok husus vardır ki bunları kaydederek uzatmaya gerek yoktur. [42]

 

9- Hz. Süleyman'ın, Sebe' Ülkesinden Haberdar Olmayışı ve Cinlerle İlgili Bazı Hükümler:

 

Hüdhüd; "Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" deyince, Süley­man (a.s); Bu haber nedir? diye sorunca, hüdhüd de: "Gerçekten ben bir ka­dını onlara hükümdarlık eder buldum" diye cevab verdi. Bu kadın Şera-hil kızı Belkıs idi. O Sebe'lilerin hükümdarlığını yapıyordu. Süleyman (a.s)'ın konakladığı yer ile Belkıs'ın ülkesi birbirine yakın olduğu halde -ki bu me­safe San'a ile Me'rib arasında üç günlük bir mesafedir- Süleyman nasıl oldu da bu durumu bilemedi, diye sorulursa cevap şudur; Yüce Allah Yakub (a.s)'a, Yusuf (a.s)'ın bulunduğu yeri bildirmediği gibi: bir maslahata binaen de Süleyman (a.s)'a Belkıs'ın yerini bildirmemiştir, saklı tutmuştur.

Rivayete göre Belkıs'm ebeveyninden birisi cinlerden idi. İbn Arabî de­di ki: Bu inkarcıların reddettiği bir husustur. Onlar cinler yemezler ve doğur­mazlar derler. Allah'ın laneti hepsinin üzerine olsun, yalan söylüyorlar. Böyle bir şey doğrudur. Oniarla evlenilmesi de aklen caizdir, naklen de sa­hih olarak sabit olursa mesele kalmaz.

Derim ki; Ebu Davud'un rivayetine göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiş­tir: Cinlerden bir heyet Rasûluilah (sav)'ın huzuruna gelerek şöyle dediler: Ey Muhammedi Ümmetine kemikle, hayvan pisliği ile yahut kafa tası iie is-tinca yapmalarını yasaklayıver. Çünkü yüce Allah onlarda bize nzik ihsan edi­yor[43]

Müslim'in, Sahih'inde de Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu kaydedil­mektedir: "Üzerinde Allah'ın adı anılıp da elinize geçen herbir kemik olabil­diğince etli bir şekilde sizin olsun. Herbir davar pisliği de sizin hayvanları­nızın alafı olsun."[44]

Bunun üzerine Rasûluilah (sav) şöyle buyurdu: "Bundan dolayı siz de bun­larla istincada bulunmayınız, çünkü bunlar cinden kardeşlerinizin yîyecek-leridir."[45]

Buhârî'de yer alan rivayete göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü! Kemiğin ve davar pisliğinin durumu nedir? diye sordum. Şöyle bu­yurdu: "Bunlar cinlilerin yiyecekleridir. Bana Nasibin cinleri heyeti geldi ki, onlar ne iyi cinlerdir! Bana kendilerine azık vermemi istediler. Ben de yüce Allah'a dua ederek nerde kemik, davar pisliği bulurlarsa mutlaka üzerinde yiyecek bir şeyler bulmalarını niyaz ettim."[46]

Bütün bunlar onların yemek yedikleri hususunda açık nasslardır. Onlar­la evlenmeye gelince, buna dair işaret de daha önce el-İsra Sûresi'nde yü­ce Allah'ın: "Mallarına, evlatlarına ortak o/"(el-îsra, 17/64) buyruğu açık­lanırken (4. başlıkta) değinilmiş idi.

Vuheyb b. Cerir b. Hazim de, el-Halil b. Ahrned'den, o Osman b. Hadır'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Belkıs'ın annesi cinlerden idi, adı da Şey-san kızı Belame idi. Yüce Allah'ın izniyle buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir. [47]

 

10- Kadının Yöneticiliği ve Hakimliği:

 

Buhârî'de yer alan ve İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Peygamber (sav) Farsların, Kisra'nın kızını başlarına kraliçe tayin ettikleri haberini alınca: "İş­lerinin başına bir kadın geçiren bir kavim, asla iflah olmaz" diye buyurdu.[48]

Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî dedi ki: Bu kadının halife olamayacağı husu­sunda açık bîr nasstır. Zaten bu hususta görüş ayrılığı da yoktur. Muhammed b. Cerir ec-Taberî'den kadının hakim olmasının caiz olduğu görüşü nakledil­miş ise de bu sahih değildir. Bunun Ebu Hanife'den gelen nakil gibi olma­sı da muhtemeldir. O da şu şekildedir: Kadın şahitlik yapabildiği hususlar­da hakimlik yapabilir, yoksa mutlak olarak hakim olabilir diye söylemiş ola­maz. Aynı şekilde ona "filan kadın hakimlik yapmak üzere takdim edilmiş­tir" diye bir görev emri de yazılamaz. Bunun olabilecek şekli onun hakem tayin edilmesi ve tek bir meselede vekaleten görev yapması suretinde ola­bilir. Kanaatimizce Ebu Hanife ile İbn Cerir'in görüşleri bu çerçevededir.

Ömer (r.a)'dan bir kadını çarşı muhtesipliği görevine tayin ettiği rivayet edilmiş ise de bu da sahih değildir, kimse buna iltifat etmesin. Hiç şüphesiz bu da bid'atçilerin hadislere soktukları desiselerdendir. Maliki ve Eş'arî olan Kadı Ebubekir b. et-Tayyib ile Şafiîlerin ileri gelen ilim adamı Ebu'l-Ferec b. Tarar bu meselede birbirleriyle tartışmışlardır. Ebu'l-Ferec dedi ki: Kadının hakimlik yapabileceğinin delili şudur: Ahkâmın varlığından maksat hakimin bunları uygulamaya koyması, ahkâma dair delilleri dinlemek ve bu husus­ta hasmılar arasında ayırdedici hükmü vermektir. Böyle bir iş ise erkek ta­rafından yapılabildiği gibi kadın tarafından da yapılabilir.

Ancak Kadı Ebubekr ona itiraz edip, onun bu iddiasını İmameti Kübrâ'yı (halifeliği) ileri sürerek çürütmüştür. Çünkü bundan kasıt sınırların korun­ması, işlerin idare edilmesi, İslâm topraklarının himaye edilmesi, haracın top­lanıp hak sahiplerine verilmesidir. Bunları erkek yapabildiği kadar kadın ya­pamaz. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu mesele hakkında bu iki ilim adamının da açık­lamalarının bir kıymeti yoktur. Bir defa kadının meclislere çıkması beklene­mez, erkeklerle karışması beklenemez. Her bakımdan birbirine denk iki ki­şinin birbirleriyle tartıştığı gibi, onlarla tartışamaz. Çünkü eğer bu kadın genç ise ona'bakmak ve onun kelamını dinlemek haram olur. Şayet erkekler arasına çıkma ruhsatına sahip yaşlı bir kadın ise erkeklerle oldukça sıkışa­bileceği bir şekilde meclislerde oturup kalkamaz, onlarla tartışmalara girişe-mez. Böyle bir şeyin olabileceğini düşünen de, inanan da asla iflah olmaz. [49]

 

11- Sebe' Hükümdarının Sahip Olduğu İmkânlar;

 

"Kendisine her şey den verilmiş" ifadesi bir mübalağadır. Yani krallığı­nın, ülkesinin gerek duyacağı herşey verilmiş demektir. Anlamın kendi dö­neminde bulunan herşeyden ona bir miktar verilmiş şeklinde olduğu ve böy­lelikle (bir miktar anlamındaki) mefulün hazfedildiği de söylenmiştir. Çün­kü ifade buna delalet etmektedir.

"Onun bir de büyük bir tahtı var." Bu tahtı hem görünüşü, hem de sal­tanat mertebesi itibariyle büyüklükle nitelendirmiştir. Denildiğine göre bu taht altından olup, onun üzerinde otururdu. Bir diğer görüşe göre burada "tahftan kasıt hükümdarlıktır, ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü ileride ge­leceği üzere "kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz" (en-Neml, 27/28) diye buyurulmaktadır.

ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer hüdhüd Belkıs'ın tahtını "azim; büyük" İle ni­telendirmekle yüce Allah'ın arşının "azim: büyük" vasfı ile eşit tutarak aynı şekilde nitelendirmiştir; bu nasıl olur? dersen, ben de şöyle cevap veririm: Bu iki vasıf arasında çok büyük bir fark vardır. Çünkü onun arşını (tahtını) büyük olmakla nitelendirmek kendisi gibi insan olan hükümdarların tahtla­rına nisbetle büyüktür anlamındadır. Yüce Allah'ın arşının büyüklükle nite­lendirilmesi ise O'nun yaratmış olduğu semavata ve arza nisbetledir.

İbn Abbas dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira', eni de kırk zira' İdi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zira' idi. İnci, kırmızı yakut ve ye­şil zebercetle süslü idi.

Katâde dedi ki: Ayaklan inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. Üzerinde de yedi tane kilit vardı.

Mukatil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira' idi, yerden yüksekliği de sek­sen zira' idi. Mücevherlerle süslenmişti,

İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altıyüz kadın vardı.

İbn Atiyye dedi ki: Âyet-i kerime'den anlaşılması gereken şu ki: O, Yemen şehirlerini elinde tutan kadın bir hükümdardı. Bunun büyük bir mülkü ve bü­yük bir tahtı vardı, kâfir bir kavimden gelme, kâfir bir kadın idi. [50]

 

12- Allah'tan Başkasına Tapmak ve Şeytan'm Hakimiyetine Girmek:

 

Yüce Allah'ın: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder bul­dum" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Bu toplum güneşe tapanlar­dandı. Çünkü bunlar rivayete göre zındık idiler. Bir diğer görüşe göre bun­lar ışığa, aydınlığa tapınan mecusilerdi.

Nafî'den rivayet edildiğine göre vakıf (durak): lafzı üzerindedir, el-Mehdevî dedi ki: Buna göre "azim: büyük" kendisinden sonraki buyruklar ile alakalı demektir. Buna göre ifade; "Ben onu... buluşum çok büyük bir iştir" anlamında olmalıdır. Yani benim onu kâfir bir kadın olarak bulmam büyük bir İştir. İbnu'l-Enbarî dedi ki; "Onun bir de büyük bir tahtı var" buyruğunda durak yapmak güzel bir vakıftır. "Arş: Taht" üzerinde durak yapılıp, diye başlamak ancak sonrasını hatırla-yamayan kimseye hatırlatmak için caiz olabilir. Çünkü "azim" tahtın sıfatıdır, eğer "onu... buldum" ile alakalı olsaydı, o takdirde demek icab ederdi. Bu İse her bakımdan imkansız bir şeydir. Bana Ebubekir Muhammed b. ei-Hüseyin b. Şehriyar anlattı dedi ki: Bize Ebu Abdullah el-Hüseyin b. el-Esved el-Iclî bir ilim adamından anlatarak dedi ki: "Arş" lafzı üzerinde vakıf yapılır ve "azim" lafzı ile okumaya başlanılır. Bu da, benim onları güneş ve aya ibadet eder buluşum büyük bir iştir, anlamına gelir. Bu şahıs dedi ki: Ben bu kanaati teyid edenleri de duydum ve buna delil olarak şunları söyledik­lerini gördüm: O kadının arşı (tahtı) yüce Allah tarafından "azim: büyük" ol­makla vasfedilmeyecek kadar değersiz ve basittir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Benim tercih ettiğim ise başta zikrettiğimdir, çünkü burada "güneşe ve aya ibadef'in (bu ifadede olduğu gibi) takdir edilebileceğine dair bir delil de bu­lunmamaktadır. Diğer taraftan hüdhüd bu tahtı son derece enli ve uzun bir taht olarak gördüğünden dolayı azim (büyük) olmakİa nitelendirmesi de ka­bul edilmeyecek bir şey değildir. Ayrıca bu lafzın "arş"ın i'rabını alması da onun sıfatının olduğunun bir delilidir.

"Şeytan onlara amellerini" içinde bulundukları küfrü "süslü göstermiş ve onları doğru yoldan" tevhid yolundan "alıkoymuş." Bununla tevhid yo­lu olmayan herhangi bir yolu izlemenin kesinlikle hiçbir fayda sağlamaya­cağını açıklamış olmaktadır.

"Onun için onlar doğru yola" yüce Allah'a ve Onu tevhide "gelemiyor­lar." [51]

 

13- Niye Allah'a Secde Etmiyorlar?

 

Allah'a secde etmesinler diye" buyruğunu Ebu Amr, Na-fi', Asım ve Hamza; "... me... diye"yi şeddeli okumuşlardır. İbnu'l-Enba­rî dedi ki: "Onun için onlar doğru yola gelemiyorlar" buyruğunda vakıf, "lam" harfini şeddeli okuyanlar için um bîr vakıf değildir, çünkü anlam: Şey­tan onlara Allah'a secde etmemelerini süslü göstermiştir, şeklindedir.

en-Nehhas da şöyle demektedir: Bu 'den sonra 'in gelmiş halidir ve burada; da nasb mahallindedir. el-Ahfeş dedi ki: Bunun nasbi da; Süsledi" fiili iledir. Yani; şeytan onlara Allah'a secde etmemelerini de süslü göstermiştir.

el-Kisaî ise "Onları... alıkoymuş" ile nasb mahallindedir. Yani Allah'a secde etmesinler diye onları alıkoymuş demektir, der. Her iki açık­lamaya göre de bu mePulün lehtir.

el-Yezidî ile Ali b, Süleyman da şöyle demektedir:

Amellerini" lafzından bedel olarak nasb mahallindedir[52]

Ebu Amr ise şöyle demektedir: Burada; "Doğru yoldan" lafzı bedel olarak cer mahallindedir.[53]

Bir diğer görüşe göre bu buyrukta âmil "doğru yola gelemiyorlar" anla­mındaki buyruktur. Yani onlar yüce Allah'a secde etmeye yol bulamıyorlar. I3u da; onlar bu işin kendilerine farz olduğunu bilmiyorlar, demektir. Bu açık­lamaya göre de zaid demektir. Yüce Allah'ın: "seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (el-A'raf, 7/12) buyruğuna benzemektedir ki bu; manasınadır. Bu kıraate göre burada secde yoktur. Çünkü onların ya şeytanın amellerini kendilerine süslü göstermesi yahut on­ları engellemesi ya da doğru yolu bulmalarına engel teşkil etmesi suretiyle onların secde etmeyi terkettiklertne dair bir haber vermek mahiyetindedir.

ez-Zührî, el-Kisaî ve başkaları ise; diye okumuşlardır ki bu da; "Ey şu kimseler, Allah'a secde ediniz" anlamındadır. Çün­kü "yâ" nida harfi ile fiillere değij, isimlere seslenilir. Sibeveyh de şu beyiti nakletmektedir:

"Ey (şunlar) Allah'ın ve bütün kavimlerin,

Ve hatta salihlerin laneti Sim'an gibi bir komşunun üzerine olsun."

Sibeveyh dedi ki: "Ya; ey" nida edatı, lanette nida değildir. Çünkü ona ni­da olsaydı, onu nasbetmesi gerekirdi. Zira bu takdirde muzaf bir münada olur. Ancak İfadenin takdiri: Ey sözümü işitenler, Al­lah'ın laneti ve bütün kavimlerin laneti Sim'an'a olsun" şeklindedir. Bazıları da Araplardan şu ifadeleri duyduğunu nakleder: Bu­nunla: "Ey kavim merhamet ediniz, doğru söyleyiniz" demek isterler. Bu kıraate göre "Secde ediniz" emr-t hazır olmak itibariyle cezm mahallindedir.

Vakıf da; "Ey..." üzerinde yapılır, bundan sonra da okumaya baş­lanarak; "Secde edin" diye okunur.

el-Kisaî dedi ki: Ben hocaları ancak emir manasına bunu şeddesiz oku­duklarını duymuşumdur, başka türlü okuduklarını da duymadım.

Abdullah'ın kıraatinde; "Allah'a secde etmeniz gerekmi­yor mu?" şeklinde "te" ve "nun" iledir.

Ubeyy'in kıraatinde ise; "Niye Allah'a secde etmezsiniz?" şeklindedir. Bu iki kıraat şeddesiz okuyanların lehine bir delildir.

ez-Zeccâc dedi ki: Şeddesiz okuyuş secde etmeyi gerektirmekle birlikte, şeddeli okuyuş secde etmeyi gerektirmemektedir. Ebu Hatim ile Ebu Ubey-de de şeddeli okuyuşu tercih etmişlerdir. (ez-Zeccac) ayrıca der ki: Şedde­siz okuyuş güzel bir şekildir, ancak bu takdirde Sebe'in durumu ile İlgili ha­ber kesintiye uğradıktan sonra tekrar onlardan söz konusu olur. Şeddeli oku­yuşta ise verilen haberde arada bir kesinti olmaksızın ardı arkasına geliş söz konusudur.

en-Nehhas da buna yakın bir açıklamada bulunmuş ve şöyle demiştir: Şed­desiz okuyuş uzak bir ihtimaldir, çünkü bu durumda ifadede i'tîraz (ara cüm­leleri) söz konusu olur. Şeddeli okuyuşta ise ifadede bir yeknesaklık ortaya çıkar. Aynı şekilde çoğunluk da bu (şeddisiz) kıraati benimsememiştir. Zira (şeddesiz okuyuşta) İki "elif hazfedilmiş demek olur. Ancak bu gibi haller­de sadece bir "elif hazfedilerek ihtisar yapılır. "Ey Meryem oğlu İsa" demek gibi.

İbnu'l-Enbarî dedi ki; "Secde edin" emrinin "elif'İ, da düş­tüğü gibi düşmüştür. "Ya: Ey"nın "elifi düşüp bu "secde edin" emrindeki "elife bitişince, "elif" düşmüş oldu. Onun düşmesi ihtisara ve hafif gelip, la­fızları az olanın tercihine bir delâlet sayılmıştır. el-Cevherî ise kitabının son­larında şöyle demektedir: Bazıları derler ki: "Ya" böyle bir yerde ancak tenbih içindir. Sanki o; "Dikkat edin yalnız Allah'a secde edin!" demiş gibidir. Onun başına dikkat çekmek (tenbih) için "ya" getirilin­ce bu sefer "secde edin" emrindeki "elif" vasıl elifi olduğundan dolayı düş­müştür ve böylelikle iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyla da "ya"da-kt elif gitmiştir. Çünkü bu elif ile "secde edin" emrindeki elif sakindir. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir;

"Ey Meyyae'nin diyarı sen esenlikte ol; her türlü musibetten, Ve senin o ekin bitirmeyen arazine yağmur hep bol bol yağsın."

el-Cürcanî dedi ki: Bu ifadeler hüdhüdün yahut Süleyman'ın ya da yüce Allah'ın söylediği araya girmiş sözlerdir. Bunun da anlamı: Dikkac edin, on­lar Allah'a secde etmelidirler... Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmak­tadır; "Mü'minlere de ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasın­lar." (el-Câsiye, 45/14) Denildiğine göre bu, onlara verilmiş bir emirdir. Ya­ni onları bağışlasınlar. Mushaf ta da bu şekilde yazılır, burada nida harfi yok­tur.

İbn Atiyye dedi ki: Denildiğine göre yüce Allah'm: "... Çok büyük Arş'ın Rabbidir" buyruğuna kadar olan sözler, hüdhüdün söyledikleri sözlerdir. İbn Zeyd ve İbn İshak'ın görüşü de budur. Burada hüdhüdün şer'î teklife mu­hatap olmayıp şer'î hususlara dair nasıl konuşur şeklinde bir itiraz söz ko­nusu olabilir. Bununla birlikte bu sözlerin hüdhüdün kendisine o kavme da­ir haber vermesi üzerine Süleyman (a.s)'ın sözleri olma ihtimali de vardır, ay­rıca yüce Allah'ın buyrukları olma ihtimali de vardır. O takdirde bu iki söz arasında bir ara cümlesi ifadeleridir. Dikkatle düşünülecek olursa, sabit gö­rülecek sağlam görüş budur. 'in şeddeli okunuşu da bu sözlerin hüdhüde ait olduğu anlamını vermektedir, şeddesiz okunuş böyle bir manaya engel­dir. Şeddesiz okuyuş az önce açıklamış olduğumuz üzere yüce Allah'a sec­de etme emrini ihtiva eder.

ez-Zemahşerî dedt ki; Eğer: Her iki kıraate göre mi secde vaciptir yoksa bu iki kıraatten birisine göre mi? diye sorarsan, şöyle cevap veririm: Bu her iki kıraate göre vacip bir secdedir, çünkü secde yerlerinde ya secde etme em­ri verilir, yahut secde edenler övülür, yahutta secdeyi terkedenler yerilir. Bu iki kıraatten birisinde secde etme emri manası vardır, diğerinde ise secdeyi terkedenlerin yerilmesi manası vardır.

Derim ki: Şanı yüce Allah, kâfirlerin secde etmediklerini haber vermek­tedir, el-tnşikak Sûresi'nde (84/21. âyetinde) olduğu gibi. Buhâri'de ve baş­ka kaynaklarda sabit olduğu üzere de Peygamber (sav) burada secde etmiş­tir[54] TşEe en-Neml Sûresi'nde de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

ez-Zemahşerî dedi ki: ez-Zeccac'ın belirttiği şeddesiz okuyuşta secde vaciptir. Şeddeli okuyuşta değildir, şeklindeki görüşü ise kabul edilmiş bir görüş değildir.

"Göklerde ve yerlerde olan gizliyi açığa çıkartan" buyruğunda sözü ge­çen, göklerdeki gizli şeyler yağmurlardır. Yerin gizlilikleri ise hazineleri ve bitkileridir. Katade dedi ki: Gizliden kasıt sırdır. en-Nehhâs ise bu daha uy­gundur demiştir. Yani göklerde ve yerde gaib olan şeyleri o açığa çıkartır. Buna yüce Allah'ın; "Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" buyruğu da delil teşkil etmektedir,

"Gizli" lafzını İkrime ve Malik b. Dinar hemzesiz olarak ve "be" harfi üstün olmak üzere okumuştur. el-Mehdevî: Bu kıyası bir tahfif ile okumadır, dedikten sonra, burada vakıf yapanlar arasından hemzeyi okuma­yı terkedenlerin ismini vermektedir,

en-Nehhas dedi ki: Ebu Hatim'in naklettiğine göre İkrinıe hemzesiz ola­rak "elif" ile; diye okumuştur. Ancak Arapçada bunun caiz olmadığı­nı da ileri sürmüş ve gerekçe olarak şunu göstermiştir: Eğer hemze okunmayacak olursa, onun harekesi "be" harfine verilir, bu durumda "Göklerde ve yerde olan gizliyi" diye okur. Şayet hem­zeyi tahvil edecek olursa, u takdirde "be" harfini sakin ve ondan sonra da "ye" olmak üzere; diye okuması gerekir.

en-Nehhas dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Mu-hammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: Ebu Hatim nahiv bakımından di­ğer akranlarından daha geride idi, onlara ulaşamamıştı. Ancak o beldesinden dışarıya çıktı mı kendisinden daha alim hiçbir kimseyle de karşılaşması mümkün olmazdı,

Sibc-veyh'in Araplardan naklettiğine göre hemze eğer öncesinde sakin harf bulunup kendisi de üstün ise "elife değiştirilebilir. Eğer kendisinden önce­ki harf sakin olup kendisi öireli olursa "vav"a dönüştürülür, şayet ondan ön­ceki harf sakin olup kendisi esreli olursa bu takdirde de "ye"ye dönüştürü­lür. Bu durumda; "İşle bu vesîdir, ben vesîye hayret ettim, vesîyi gördüm." Bu da; "Eli vesyoldu'[55] tabirinden gel­mektedir.

Aynı şekilde: "Bu çadırdır, çadıra hayret ettim, cadın gürdüm" de böyledir. Bunun böyle olmasının sebebi ise hem­zenin şeddesiz olup, onun yerine bu harflerin ıbdal ile getirilmesidir. Yine Sibeveyh'in, Temimoğulları ile Esedoğullarından naklettiklerine göre onlar; "Bu çadırdır" diyerek eğer hemze ötreli ise sakin olan (önceki har­fi) da ötreli okuduklarını, eğer hemze esreli ise sakin olan harfi esreli oku­yup hemzeyi de telaffuz ettiklerini, şayet hemze üstün ise sakin olan harfi üstün okuduklarını nakletmektedir. Yine Sibeveyhin naklettiklerine göre hernze ötreli olsa dahi (önceki harfi) esreli okurlar, ancak bu sadece Temimoğul-larından nakledilmiştir. Böyle okuyanlar; "Bayağı, adi" derler. Yine onun iddiasına göre bu kelimede "dal" harfini Ötreli okumazlar. Çünkü on­lar öncesinde esre bulunan ötre telaffuzundan hoşlanmazlar. Çünkü dilde, vezninde bir kelime yoktur.

Bütün bunlar, kıraat âlimleri topluluğunun okudukları ve dilde var olan telaffuz şekilleridir. Abdullah (b. Mes'ud)'ın kıraatinde; Göklerde... olan gizliyi açığa çıkartan" seklindedir ki; ile harfleri biri diğerinin yerine kullanılabilir. Nitekim Araplar; Aranızdaki bilgiyi mutlaka açığa çıkartacağım" derlerken;  demek isterler. Bu açıklamayı da el-Ferrâ yapmıştır.

"Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" anlamındaki buyruğu genel olarak kıraat alimleri; "Gizlemeleri ve açıkladıktan şeyleri bilen" diye her iki fiilde de gaib "ya'sı ile okumuşlardır. Bu okuyuş, âyet-i kerimenin hüdhüdün söylediği sözlerden olmasını, yüce Allah'ın hüd-lıüde kendisini tevhid etmek, yalnızca O'na secde ecme gereği, güneşe sec­de etmeyi red ve bunu şeytana izafe edip şeytanın bu işi kendilerine süslü gösterdiği bilgisini özellikle verdiğini, diğer kuşlar ik sair hayvanlara da böy­le özel bilgi vermeyip üstün akılların dahi kolay kolay elde edemeyeceği ol­dukça incelikli bilgileri özellikle ihsan etmiş olduğu anlamını vermektedir.

el-Cahderî, İsa b. Ömer, Hafs ve el-Kisaî ise bu fiilleri muhatab "te"si ile; Gizlediğiniz" ve; "Açıkladığınız" diye okumuşlardır. Bu oku­yuşa göre; âyet-i kerime yüce Allah'ın Mohammed (sav)'ın ümmetine bir hi­tabı olmaktadır.

"Allah O'dur ki, Ondan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş'ın Rabbidir." Ibn Muhaysın "çok büyük" anlamındaki; lafzını yüce Allah'ın sıfatı ola­rak ötreli okumuştur.[56] Diğerleri ise Arşın niteliği olarak esreli okumuşlar­dır. Özellikle Arşın söz konusu edilmesi, mahlukatın en büyüğü, onun dışın­daki bütün mahlukatın onun kapsamı içerisinde olmasından dolayıdır. [57]

 

14- Verilen Haberi Tetkik Etmek:

 

Yüce Allah'ın: "Bakalım" buyruğu düşünmek ve işi tetkik etmek anlamı­na gelen "nazar"dan gelmektedir. Bu söylediklerinde "doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" anlamını vermektedir. Buradaki; "İdin" sö­zü sen anlamındadır. Süleyman (a.s)'ın: "bakalım doğru mu söyledin?" de­yip, senin işine bir bakalım dememiş olması, şundan ötürüdür: Hüdhüd: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" diyerek, bildikleri ile açıktan açığa öğün-düğünü ortaya koyunca, Süleyman (a.s) da açıkça ona; Bakalım doğru mu söyledin, yalan mı söyledin? demiştir. Bu da onun söylediklerine denk bir ce­vap teşkil etmektedir. [58]

 

15- Yöneticilerin ve Sair îmanların Mazeret Kabul Etmeleri:

 

Yüce Allah'ın; "Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" buy­ruğunda imamın, İslâm halifesinin, İslâm devlet başkanının yönettiği kimse­lerin mazeretini kabul etmesi ve gizi i mazeretleri dolayısıyla zahir hallerin­deki cezaları, onlardan uzaklaştırması gerektiğine dair delil vardır. Çünkü Sü­leyman (a.s) kendisine mazeretini belirtince hüdhüdü cezalandırmadı. Hüd-hüdün doğru söylemiş olması onun için bir mazeret teşkil etti, zira o ciha­dı gerektiren bir hususa dair haber vermişti. Süleyman (a.s)'a da cihad sev-dirilmişti. Sahih'deki rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah'tan mazur görmeyi daha çok seven hiçbir kimse yoktur. İşte bu­nun için o kitabı İndirmiş ve rasûller göndermiştir."[59]

Ömer (r.a) da, en-Numan b. Adiy'in mazeretini kabul etmiş ve onu ceza-iandırmamıştı. Bununla birlikte imamın eğer şer'î bir hüküm ile alakalı ise bu hususu gereği gibi denemesi ve tetkik etmesi gerekmektedir. Nitekim Süley­man (a.s) da böyle yapmıştır. Hüdhüd kendisine: "Gerçekten ben bir kadı­nı onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşeyden verilmiş, onun bir de büyük bir tahtı var" deyince; hemen tamaha kapılarak gelişi­güzel bir karar almadı. Mülkünü artırma arzusu onun hüdhüdün sözünü kes­mesine sebeb teşkil etmedi. Nihayet hüdhüd ona: "Onu ve kavmini Al­lah'tan gayri güneşe secde eder buldum" deyince, o vakit duydukları onu öfkelendirdi ve verdiği haberi sona erdirmesini, bu hususta onun göreme­diği hususları da öğrenme isteğinde bulundu. Bu maksatla da; "Bakalım doğ­ru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" dedi.

Sahih'cıe el-Misver b. Mahreme'den rivayet edilen şu olay da (bu bakım­dan) bununla benzerlik arzetmektedir. Ömer (r.a) karnına vurulduğu için ce­ninini erken bırakan kadının durumu hakkında ashab ile istişare ettiğinde el-Muğire b. Şube şöyle demişti: Ben Peygamber (sav)'ın onun hakkında kü­çük yaşta bir erkek köle ya da bir cariye verilmesi gerektiğini hükme bağ­ladığına tanıklık ederim. Bunun üzerine Ömer (r.a): Seninle beraber şahit­lik edecek kimseleri bana getir, dedi, Mııhammed b. Mesleme bu hususta onun lehine şahitlik etti. Bir diğer rivayette de şöyle denilmekledir: Sen bu hususta işin içinden çıkmadıkça bundan elini çekemezsin. (Muğire b. Şu'be) dedi ki: Dışarı çıktım, Muhammed b. Mesleme'yİ gördüm, onu getirdim, o da şahitlik etti.[60] İzin istemeye dair Ebıı Musa hadisi[61] ve başkaları da bu ka­bildendir. [62]

 

16- Hz. Süleyman'ın Mektubu:

 

"Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak" buyruğunun onu kendilerine bırak" bölümü ile ilgili olarak ez-Zeccac şöy­le demektedir: Bunda beş kıraat şekli vardır: şeklinde "ya" har­finin de telaffuz edilmesi suretiyle. İkinci kıraat "ya" harfi hazfedilip ona de lalci eden esreyi isbat ile; şeklinde, üçüncü olarak "he" harfi ötre-li ve aslı üzere "vav" harfini de isbat ile; şeklinde.

Dördüncü olarak "vav"ı hazfedip ötreyi isbat ile; şeklindeki oku­yuştur. Beşinci okuyuşda Hamza'ya ait olup bu da "he" harfini sakin olarak; diye okumaktır.

en-Nehhas dedi ki: Böyle bir okuyuş nahivcilere göre ancak nisbeten uzak ihtimalli bir yolla olabilir. O da takdiri bir vakıf kabul edilir. Ben Ali b. Sü­leyman'ı şöyle derken dinledim: Sen bu gerekçeye iltifat etme, eğer vakfı ni­yet edip vasletmesi caiz olsaydı İsimlerin sonlarından i'rabın da hazfedilme-si caiz olurdu. Yine (en-Nehhas) dedi ki: Burada "kendilerine" di­ye çoğul lafzını kullanıp "ona" lafzını kullanmayış sebebi, daha önceden: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" diye buyur­muş olmasıdır. Sanki: Sen bunu dinleri bu şekilde olan kimselere götür, bı­rak demiş gibidir. Böylelikle o asıl önemi dine vermiş olmakta ve din husu­sunu göz önünde bulundururken, diğer hususlara önem vermemektedir. İş­te mektuptaki hitabı da çoğul lafzı ile kullanmasının sebebi budur.

Bu âyet ile Igili kıssalar arasında rivayet olunduğuna göre, hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gür­dü. Belkıs'ın güneşe ibadeti dolayısı İle doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti. Rivayete göre Belkıs uy­kuda iken mektubu bıraktı. Uyandığında mektubu gördü ve bundan dola­yı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uyku­dan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğ­renmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, hüdhüdü gördü ve böylelikle du­rumu anladı.

Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine ba­kan bir duvar boşluğu vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, gü­neşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğ­di. Çünkü Süleyman (a.s)'m mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan son­ra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (âyette) daha sonra gelecek olan söz­lerle onlara hitab etti.

Mu katil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerle­ri ve kumandanları bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uç­tu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı. [63]

 

17- Müşriklere Mektup Yazarak Davet Tebliğ Etmek:

 

Bu âyet-i kerimede müşriklere mektuplar gönderip İslâm davetinin onla­ra tebliğ edileceğine ve İslâm'a çağırılacaklarına delil vardır. Nitekim Peygam­ber (sav)'da Kisra'ya, Kayser'e ve herbir 2orbaya -daha önce Al-i İmran Sû-resi'nde (3/64. âyet, 1. başlıkta) geçtiği üzere- mektuplar göndermişti, [64]

 

18 Hazreti Süleyman'ın Talimatı:

 

Yüce Allah'ın: "Sonra da onlardan geri çekil" diyerek, ona geri çekilme­sini emretmesi, krallara karşı takınılan edebe uygun olarak bir kenara çeki­lip, güzel bir edeb örneğini göstermesini istemiştir. Anlamı da şudur: Sen on­ların konu hakkındaki tartışmalarını görecek şekilde yakınlarında bulun. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Bura­da "geri çekilme" emri yanına geri dönmek anlamındadır, yani bu mektubu onkra bırak ve geri dön. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" buyruğu ise "geri çekil" buyruğundan takdim manasını taşır. (Yani bu sözlerde belir­tilenler daha önce yapılması gereken işlerdir.) Ancak ifadedeki tertib daha kuvvetli görülmektedir, yani sen bu mektubu onlara bırak, sonra bir kena­ra çekil, Bu arada da bir bak, yani bekle.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada "bak" bil demektir. Yüce Allah'ın: "O günde^kişi iki elinin önden yolladığına bakacak (bilecek.)" (en-Nebe*, 78/40) buyruğunda olduğu gibi. Yani onların ne şekilde karşılık yereceklerini öğ­ren, ne cevap vereceklerini ve ne gibi sözlerle karşılık vereceklerini öğren, anlamındadır. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" kendi aralarında bu hususu nasıl tartışacakları nı gör, anlamında olduğu da söylenmiştir. [65]

 

29. Dedi ki: "Ey ileri gelenleri Gerçekten bana çok şerefli bir mek­tup bırakıldı.

30. "O (mektup) gerçekten Süleyman'dandır ve gerçekten o Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile (diye başlıyor).

31. "Bana karşı büyüklenmeyin ve mıislümanlar olarak bana gelin, diye yazıyor."

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız; [66]

 

1- Süleyman (a.s)'m Değerli Mektubu;

 

Yüce Allah'ın: "Dedi kis Ey ileri gelenler..." buyruğunda hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani: Hüdhüd gitti, mektubu onlara bıraktı, O kadının da: "Ey ileri gelenler" diyen sözlerini de işitti. Daha sonra bu kadın kendisine gön­derilen mektubu "kerim: çok şerefli" diye nitelendirmektedir. Bu ya kendi­sine ve kendilerine göre büyük bir şahsiyetten geldiğinden ötürü idî. Süley­man (a.s)'ı tebcil gayesiyle mektubuna la'zimde bulundu. İbn Zeyd'in görü­şü budur, Ya da o bu sSözleriyîe mektubun mühür ile kapatılmış olduğuna işa­ret etmiştir. Çünkü mektubun şerefi onun mührüdür. Bu İfade Rasûlullah (sav)'dan da rivayet ediîmiştir.[67] Bir diğer görüşe göre bu mektuba "rahman ve rahim Allah'ın adı ile" diye başladığı için böyle demiştir. Peygamber (sav) da-. "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile başlanılmayan herbir söz kesiktir" diye buyurmuştur.[68] Bir diğer açıklamaya göre bu mektub Süley­man (a.s)'ın adı ile başladığından dolayı çok şerefli kabul edilmişti. Çünkü böyle bir şeyi ancak üstün ve değerli şahsiyetler yapar.

İbn Ömer'den gelen rivayete göre o Abdu'l-Melik b, Mervan'a yazdığı bey'at mektubunda şöyle demiş: Abdullah (b. Ömer)'dan mü'rninlerin emiri Abdu'l-Melik b. Mervan'a: Ben sana gücüm yettiği ölçüde dinleyip, İtaat ede­ceğimi bildiriyorum. Benim çocuklarım da senin için bunu kabul etmekte­dirler[69]

Şöyle de denilmiştir: O bu mektubun semadan geldiği vehmine kapılmış­tı. Zira bu mektubu kendisine ulaştıran bir kuştu.

Buradaki "kerim: çok şerefli"nin güzel anlamına geldiği de söylenmiştir.Yüce Allah'ın: "Şerefli makamlarda" (eş-Şuara, 26/58) buyruğun­da olduğu gibi. Bu da oturulacak güzel yer demektir.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Mektubu bu şekilde nitelendirmesinin se­bebi, bu mektubun peygamberlerin yüce Allah'ın yoluna davet ederken benimsedikleri adet üzere yumuşak sözler, yüce Allah'a ibadete çağırmak için verilen öğütler ihtiva etmesi, herhangi bir sövme ve lanetleme muhtevası ol­maksızın güzel bir şekilde duygularını kendisine meylettirme ve ince ifade­ler kullanması, duyguları olumsuz şekilde etkileyecek sözler bulunmaması, bayağı ve anlaşılamaz ifadeler taşımaması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın pey­gamberine söylediği şu buyruklarda olduğu gibi: "Rabbinin yoluna hikmet­le, güzel öğütle davet et." (en-Nahl, 16/125) Nitekim Musa ve Harun (İkisi­ne de selam olsun)'a da böyle buyurmuştu: "Ona yumuşak söz söyleyin, bel­ki öğüt alır yahut korkar" (Tâ-Hâ, 20/44)

Bütün bunlar güzel açıklama şekilleridir. Bu (sonuncusu) en güzelleridir. Rivayete göre Süleyman (a.s)'dan önce hiçbir kimse "Rahman ve rahim Al­lah'ın adıyla" ifadesini yazmış değildir.

Abdullah'ın kıraatinde bir "vav" fazlalığı ile, "Ve o gerçek­ten Süleyman'dandır" şeklindedir. [70]

 

2- Mektubun Niteliği:

 

Burada mektubun "kerim: çok şerefli" diye nitelendirilmesi olabilecek en ileri derecedeki bir nitelendirmedir. Nitekim yüce Allah: "Muhakkak o, çok kerim (şerefli) bir Kur'ân'dır" (el-Vakta, 56/77) diye buyurmaktadır,

Çağımızdakiler ise mektupları çok önemli, çok üstün, çok İyi ve çok gü­zel diye nitelendirmektedir. Eğer bu mektup bir hükümdara ait ise onu "aziz" diye nitelendirirler ve gafilliklerinden dolayı "kerim" diye nitelendir­mezler. Halbuki bu, bu gibi hasletlerin en üstünüdür. Aziz vasfına gelince, yüce Allah şu buyruğunda Kur'ân-ı Kerim'i aziz olarak nitelendirmiştir: "Halbuki o hiç şüphesiz aziz bir kitaptır. Önünden de, arkasından da ba­tıl ona erişemez." (Fussilet, 41/41-42) İşte bu kitabın izzeti budur. Böyle bir izzet onun dışında hiçbir kimse (ve şey) hakkında söz konusu olamaz. O ba­kımdan yazdığınız mektupları böyle nitelendirmekten uzak durunuz. Bunun yerine "el-ali: üstün" vasfını kullanınız. Böylelikle yöneticilik hakkının gere­ğini yerine getirmiş, diyaneten de ihtiyat yolunu seçmiş olursunuz. Bu açık­lamayı Kadı Ebubekr Îbnu'l-Arabî yapmıştır. [71]

 

3- Mektubun Başında Zikredilecek İsim:

 

Eskiden bir mektup yazdılar mı önce kendilerini belirterek filandan fila­na derlerdi. Rivayetler de bu şekilde gelmiştir. er-Rabî' b. Enes'İn şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Kimse Peygamber (sav)'dan daha büyük hürmete layık değildi. Bununla birlikte ashabı da mektup yazdılar mı önce kendi isim­lerini yazarak başlarlardı.

İbn Şîrîn dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Faris (fers) ahalisi mek­tup yazdıklarında öncelikle büyüklerinin adını anarak başlarlar. O bakımdan kim mektub yazarsa, ancak kendi adi ile başlasın.':[72]

Ebu'1-Leys (es-Semerkandî) "el-Bustan (Bustanul-Arifin)" adlı eserinde şöyle demektedir: Mektuba, mektub gönderdiği şahsın adını zikrederek başlasa da caizdir. Çünkü artık ümmet bu hususta icma etmiş ve bu konu­da gördükleri bir maslahat dolayısıyla bunu uygulamış bulunuyorlar. Ya da böylelikle daha önceki uygulama neshedilmiş olmaktadır. Artık bu gün için uygun olan kendisine mektub gönderilenin adının anılarak mektuba başla­maktır, sonra da kendi adını anmaktır. Çünkü kişinin mektuba kendi adı ile başlaması, onun mektup gönderdiği kişiyi hafife alması, ona karşı büyüklen-mesi olarak kabul edilmektedir. Ancak kölelerinden yahut emrinin altında-kilerden birisine yazması hali müstesnadır. [73]

 

4- Mektupta Verilen Selamı Almak:

 

Bir kimseye selam ya da buna benzer ifadeler ihtiva eden bir mektup ge­lirse, buna gereken cevabın verilmesi gerekir. Çünkü hazır olmayanın gön­derdiği mektub huzurda bulunan kimsenin verdiği selam gibidir. İbn Ab-bas'dan gelen rivayete göre o selam almayı vacip gördüğü gibi, mektuba ce­vap yazmayı da vacip görürdü. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır. [74]

 

5- Mektuplara "Bismillakirrahmanirrakim" Yazmak:

 

Gönderilen mektup ve risalelerin başına Bismillahirrahmanirrahim yaz­mak ve mektupları mühürlemek ittifakla kabul edilmiş bir şeydir. Çünkü böylesi şüpheyi daha bir uzaklaştırıcıdır. Resmi uygulamalar da böyle devam et­miştir. Ömer b. el-Hattab'dan rivayete göre o şöyle demiştir: Eğer bir mektup mühürlü değil ise, o olduğu hal üzere bırakılmış gibidir. Hadiste de: "Mektu­bun değeri onun mührüdür" diye buyurulmuştur. Ediplerden birisi -ki İbnu'l-Mukaffa'dır- şöyle demiştir: Kim kardeşine bir mektup yazar da, onu mühür-lemezse onu hafife ajınış demektir. Çünkü mühür (hatm) hitama erdirmektir. Enes dedi ki: Peygamber (sav) Arap olmayan (lıükümdar)lara mektup yaz­mak isteyince ona: Onlar, üzerinde mühür bulunmayan mektubu kabul et­mezler, denildi. Bunun üzerine o bir mühür yaptırdı ve mührün taşı üzeri­ne; "lâ ilahe illallah Muhammedu'r-Rasûluİlah" ibaresini nakşetti. Ben {im­di o mühürün parıltısını ve elindeki beyazlığını görüyor gibiyim[75]

 

6- Davetin Özü: İslâm'a Girmek:

 

Yüce Allah'ın: "O gerçekten Süleyman'dandır ve gerçekten o Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile (başlıyor)" buyruğunda geçen "ve gerçek­ten o"ibaresinde hemze her ikisinde de esrelidir. Yani şüphesiz ki bu söz ya da şüphesiz ki bu sözün başlangıcı "Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile"dir. el-Ferrâ ise buradaki hemzelerin ikisinin de üstün ile okunmasını caiz kabul etmiştir. O takdirde bunlar "mektub" anlamındaki lafızdan bedel olarak ref mahal Ündedirler. Yani bana Süleyman'dan gelmiş bir mektub bırakıldı, de­mek olur. Cer edici amilin hazfedilmesi esası üzere nasb mahallinde olabi­leceklerini de caiz kabul etmiştir. Yani; "Çünkü o Süleyman-dandır ve çünkü o..." takdirinde olur. Sanki böylelikle mektubun şerefli olu­şuna Süleyman'dan gelişi ile Allah'ın adı ile başlamasını gerekçe göstermiş olmaktadır.

el-Eşheb el-Ukaylî ile Muhammed b. es-Sümeyka' "büyüklenmeyin" an­lamındaki buyruğu; "Bana karşı aşırıya gitmeyin, baş kaldırmayın" diye okumuştur. Bu okuyuş Vehb b. Münebbih'den de rivayet edilmiştir ki; bu haddi aşıp, büyüklenmeyi ifade eden; fiilinden gelen bir okuyuş­tur. Bu da cemaatin okuyuşunun anlamına racidir.

"Ve miistümanlar olarak" boyun eğenler, itaat edenler ve iman edenler olarak "bana gelin." [76]

 

32. Dedi ki: "Ey İleri gelenler! Benim bu işim hakkında bana görüş belirtin. Ben sizler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kesip at­mış değilim."

33- Dediler ki: "Biz güç sahibi kimseleriz, çetin savaşçılarız. Bunun­la beraber emir senindir. Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver."

34. Dedi ki: "Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde onu ha-lab ederler, ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar. Gerçekten de onlar böyle yaparlar."

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [77]

 

1- Belkıs'ın Danışması:

 

Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Ey ileri gelenler! Benim bu işim hakkında ba­na görüş belirtin" buyruğunda geçen "el-rnele': ileri gelenler" bir kavmin eş­rafına denilir. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbas dedi ki: Berabe­rinde bin tane prens vardı. Onikibin prens olduğu da söylenmiştir. Herbir prens ile birlikte yüzbin kişi vardı, Prens (el-Kayl) en büyük hükümdarın al­tındaki hükümdar demektir. Kendisi kavmine karşı edebe uygun riayet etti ve yapacağı iş hususunda onlarla danıştı. Onlara bu şekilde danışmasının, kar­şı karşıya kalınan herbir işte sürekli olarak başvurduğu bir yol olduğunu da: "Ben sîzler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kesip atmış değilim" söz­leriyle ifade etti. Nasıl böyle büyük bir işte kestirip atar? İleri gelenler de ona kendisini memnun edecek şekilde cevap verdiler. Kendilerinin büyük bir güç sahibi ve savaşma gücüne sahip olduklarını ona bildirdiler, sonra da işi onun görüşüne havale ettiler.

Herkesin gerçekten güze) bir katılımda bulunduğu bir konuşma olmuştu.

Katâde dedi ki: Bize nakledildiğine göre onun kendileri ile danıştığı üç-yüzonüç kişi vardı. Bunların herbirisi de onbin kişinin başında idi. [78]

 

2- Danışma (Müşavere):

 

Bu âyet-i kerimede müşaverenin sıhhatine delil vardır. Yüce Allah da pey­gamberine (saf at ve selam ona): "İş hususunda onlarla müşavere et" (Al-i İm-ran, 3/159) diye emir vermiştir. Bu da ya görüşlerinden istifade etmek, ya-huıta yetki sahibi kimseler ile idari yükleri paylaşmak ve gönüllerini hoş tut­mak için olur. Şanı yüce Allah da fazilet sahibi kimseleri: "İşleri de araların­da müşavere iledir" (eş-Şura, 42/38) buyruğu ile methetmiş bulunmaktadır. Müşavere özellikle savaşta çok eskiden beri uygulanagelen bir iştir. İşte gü­neşe tapınan ve cahili bir kadın olan Belkıs: "Dedi kü Ey ileri gelenler, be­nim bu işim hakkında bana görüş belirtin. Ben sizler yanımda hazır ol­madıkça hiçbir İşi kesip atmış değilim" diyerek onların düşmanlarına kar­şı durmaktaki kararlılıklarını ve işlerini yola koyacak hususlardaki ısrarları­nı, kendisine itaate devam edip etmeyeceklerini denemeye kalkışmıştı. Çün­kü o şunu biliyordu: Eğer bu ileri gelenler canlarını, mallarını, kanlarım ken­disi uğrunda vermeyecek olurlarsa, hiçbir zaman düşmanına karşı direnebi­lecek gücü bulamazdı. Eğer onlar görüş birliği edip kararlılıkla ve gayretle işe koyulmayacak olurlarsa, bu kendilerinin aleyhine ve düşmanlanna bir des­tek olurdu. Şayet onların kanaatlerini öğrenmeyip, kararlılıklarının derece­sini bilmemiş olsaydı, onların ne yapacakları hususunda sağlıklı bir görüş sa­hibi olamazdı. Kendi görüşünü dayatması halinde ona İtaatlerinde bir par­ça gevşeklik olabilir, kendi durumlarını değerlendirmekte bir takım kanaat­lere kapılabilirlerdi. Ancak onlarla danışmak ve onların görüşlerini almak su­retiyle kendisinin istediği o savaş, güç ve kararlılıkları ile güçlü savunmala­rını elde etmiş olacaktı. Nitekim onhr verdikleri cevapta: "Biz güç sahibi kim­seleriz, çetin savaşçılarız" demişlerdi,

İbn Abbas dedi ki: Onlardan herhangi birisinin gücünün bir göstergesi ola­rak atını koşturur, nihayet en hızlı koştuğu bir sırada bacaklarını kapatır ve gücü İle atını durdururdu. [79]

 

3- Belkıs'ın İstişaresi ve Hükümdarların Tabiatı:

 

"Bununla beraber emir senindir. Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver" sözleriyle ona savaştaki güçlerini ifade ettikten sonra işi onun gö­rüşüne havale ettiler. Onlar bu şekilde davranınca, o da hükümdarların ga­lip gelerek ellerine geçirdikleri şehirlere yaptıkları uygulamaları haber verdi. Bu ifadeleriyle kavmi için korktuğunu, onlar için ihtiyatlı olmak istediğini, Suleyman (a.s)'ın durumunun büyüklüğünü lakdir ettiğini göstermektedir.

"Gerçekten de onlar böyle yaparlar" sözleri bir görüşe göre Belkıs'ın söy­lediği sözlerden olup anlatmak istediği hususu pekiştirmek için kullandığı bir ifadedir. İbn Abbas da der ki: Bu, yüce Allah'ın Muhammed (sav) ve onun ümmetine bu hususu bildirmek ve onlara haber vermek için bir buyruğudur.

İbn Vehb dedi ki; Kadın onlara mektubu okuduğunda Allah adını bilmi­yordu, bu nedir? diye sordu. Orada bulunanlardan birisi: Bu olsa olsa ken­disi vasıtasıyla bu hükümdarın istediğini elde edebilme gücüne sahip oldu­ğu cinlerden pek büyük bir ifritin adı olabilir. Hazır bulunanlar onu sustur­dular. Bir diğeri, benim görüşüme göre bunlar üç ifritin isimleridir dedi, onu da susturdular. Bilgi sahibi olan bir genç: Ey hükümdarların hanımefendisi dedi. Süleyman'a semanın mutlak meliki çok büyük bir mülk vermiş bulu­nuyor. O bakımdan o konuştu mu mudaka kendi ilahının adını anarak ko­nuşmasına başlar. İste "Allah" da semanın melikinin (mutlak malik ve ege­meninin) adıdır. er-Rahman, er-Rahim de O'nun sıfatlarıdır. O vakit kadın: "Benim bu işim hakkında bana görüş belirtin" dedi. Onlar da: "Biz" .savaş­ta "güç sahibi kimseleriz." Savaşta ve düşman ile karşılaşma halinde "çetin savaşçılarız. Bununla beraber emir senindir" diyerek, onun görüşlerinin kendileri için güzel sonuçlar verdiğini önceki deneylerinden bildiklerinden dolayı işi ona havale etmiş oldular. "Artık ne emredeceğini sen düşün, ka­rar ver." Bunun üzerine "dedi ki: Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdik­lerinde, onu harab ederler. Ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar." Kendi­lerinin işlerini yola koymak için oranın şereflilerini küçük düşürürler. Yüce Allah da onun bu sözlerini tasdik ederek: "Gerçekten de onlar böyle yapar­lar" diye buyurmaktadır.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar" ifadesinin sonunda yapılan vakıf tam bir vakıftır. Yüce Allah onun sözünün gerçek ol­duğunu bildirmek üzere; "Gerçekten de böyle yaparlar" diye buyurmakta­dır. el-A'raf Sûresi'nde yer alan şu buyruklar da buna benzemektedir: "Fira­vun kavminden ileri gelenler muhakkak bu gayet bilgin bir sihirbazdır dediler. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor," Burada ifade tamam olmakta­dır. Bunun üzerine Firavun: "O halde ne buyurursunuz?" (el-A'raf, 7/109-110) dedi.

İbn Şecere dedi ki: Bu ifadeler de Beikıs'ın sözlerindendir. Buna göre va­kıf: "Gerçekten de onlar böyle yaparlar* buyruğu üzerinde olmalıdır. Ya­ni Süleyman da ülkemize girecek olursa, böyle yapacaktır. [80]

 

35. "Muhakkak ben onlara bir hediye gönderip elçilerin ne ile dö­neceklerine bakacağım."

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [81]

 

1- Belkıs'ın Gönderdiği Hediye ve Elçi.[82]

 

"Muhakkak ben onlara bir hediye gönderip..." ifadesinde dile geçirilen husus, onun güzel bir görüş ve güzel bir idare sahibi olduğunu göstermek­tedir. Yani ben bu adamı göndereceğim hediye ile deneyeceğim. Ona bu he­diyeler arasında nefis mallar verecek ve ülkemin çeşitli İşlerinin oldukça alı­şılmadık hususlarını ona göstereceğim. Eğer bu dünyevi bir hükümdar ise göndereceğimiz mal onu hoşnut edecektir. Biz de onunla buna göre davra­nırız. Şayet bir peygamber ise bu mal kendisini razı etmeyecek ve dininin em­ri hususunda bizden isteklerini yerine getirmemizi talep etmeye devam edecektir. O vakit bizim ona iman etmemiz ve dini üzere ona uymamız ge­rekecektir. Bunun üzerine ona-insanlann tafsilatı hakkında çokça sözler söylediği- pek büyük bir hediye gönderdi. Said b. Cübeyr, tbn Abbas'tlan nak­len dedi ki: Ona altından bir kerpiç gönderdi. Giden elçiler duvarların altın­dan olduğunu görünce bu sefer getirdikleri hediye gözlerinde önemini kay­betti.

Mücahid dedi ki: Ona ikiyüz köle ile ikiyüz cariye gönderdi. İbn Abbas'tan rivayete göre de oniara erkek elbisesi giydirdiği oniki kız hizmetçi, kadın el­biselerini giydirdiği oniki erkek hizmetçi gönderdi. Bu hizmetçilerin elinde de misk ve anber tabakları vardı. Ayrıca altın kerpiçler yüklenmiş oniki asil deve de göndermişti. Birisi deliği açılmamış, diğeri eğimli bir şekilde deliği açılmış iki tane de boncuk gönderdi, İçinde bir şey bulunmayan büyükçe bir kase ile Himyer hükümdarlarının birbirlerinden miras aldığı bir de asa gön­derdi. Bu hediyeleri kavminden bir toplulukla birlikle ona gönderdi.

Elçinin bir kişi olduğu da söylenmiştir. Ancak onunla beraber hizmetçi­ler vardı.

Bir diğer görüşe göre o el-Münzir b. Amr adında kavminin eşrafından bir adam göndermişti. Ona da akıl ve görüş sahibi bir takım kimseleri katmış­tı. Gönderdiği hediye ise yüz erkek ve yüz kadın hizmetçi idi. Erkeklere ka­dın, kadınlara da erkek elbisesi giydirilmişti. Erkek hizmetçilere şu talimatı vermişti: Süleyman sizinle konuşacak oiursa, siz de onunla kadınların konuş­masına benzer bir eda ile konuşunuz. Kadınlara da: Onunla erkeklerin söz­lerine benziyen nisbeten kaba sözlerle konuşunuz.

Denildiğine göre hüdhüd gelip, Süleyman'a bütün bunları haber verdi.

Yine denildiğine göre yüce Allah, Süleyman'a bunları haber vermiştir. Sü­leyman (a,s) bulunduğu yerden dokuz fersahlık bir mesafeye kadar altın ve gümüş kerpiçlerle döşenmesini emretti. Sonra da şöyle dedi: Karada ve de­nizde gördüğünüz en güzel hayvanlar hangileridir. Onlar: Ey Allah'ın pey­gamberi, şöyle bir denizde noktalı ve muhtelif renkli hayvanlar görmüştük. Bunların kanatlan, başlannda yeleleri ve perçemleri vardı. Süleyman (a.s) emir verdi ve bu binekler getirildi. Meydanın sağ ve soluna akın ve gümüş ker­piçlerin üzerine bağlandı, önlerine de yemleri kondu. Sonra da cinlere: Ba­na çocuklarınızı getiriniz, dedi. En güzel gençler kılığında onları meydanın sağ ve soluna yerleştirdi. Daha sonra Süleyman (a.s) meclisinde tahtına oturdu. Sağında dörtbin koltuk, solunda da dörtbin koltuk yerleştirildi. Bun­ların üzerlerine de peygamberleri ve ilim adamlarını oturttu. Şeytanlara, cinlere ve insanlara da fersahlar boyunca saf saf dizilmelerini emretti. Yırtı­cı hayvanlara, yabani hayvanlara, haşerata ve kuşlara da emrederek onlar da sağında ve solunda fersahlar boyunca dizildiler. Elçiler meydana yaklaşıp, Sü­leyman'ın mülkünü görünce daha önce gözlerinin daha güzelini göremedik­leri atların, altın ve gümüş kerpiçler üzerinde pislediklerini görünce, bu se­fer kendilerinin ne kadar küçük olduklarını anladılar. Beraberinde bulunan hediyeleri bir kenara attılar.

Bîr rivayette de şöyle denilmektedir: Süleyman emrinin altındakilere meydanın altın ve gümüş kerpiçlerle döşenmesini emredince, ayrıca yolla­rında bir kilimlik kadarlık bir yerin de döşenmeden bırakılmasını emretmiş­ti. Buraya uğradıklarında bu işi kendilerinin yapmış olabilecekleri ithamın­dan korktuklarından beraberlerinde getirdikleri hediyeleri buraya bıraktılar. Şeytanları görünce son derece dehşetti ve korkunç bir manzara ile karşılaş­tıklarından korktular ve çekindiler. Şeytanlar onlara: Geçiniz, size bir zarar gelmeyecektir dediler. Onlar böylece bölük bölük cinlerin, insanların, hay­vanların, kuşların, yırtıcı ve yabani hayvanların yanlarından geçe geçe gitti­ler ve nihayet Süleyman'ın önünde durdular. Süleyman onlara güler bir yüzle, güzel bir şekilde baktı. Belkıs elçisine şöyle demişti: Sana kızgın bir eda ile bakacak olursa, bil ki o bir hükümdardır. Onun bu bakışı seni deh­şete düşürmesin, ben ondan daha güçlüyüm. Eğer adamın sana güleryüzle ve yumuşak baktığını görecek olursan, bil ki o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Onun ne söylediğini anlamaya çalış ve ona göre cevap ver. Bunun üzerine hüdhüd de Süleyman'a az önce geçtiği üzere bu hususları ha­ber verdi.

Belkıs altından bir hokka içerisinde delinmemiş ve eşi bulunmadık bir in­ci bırakmıştı, bir de eğri bir şekilde delinmiş bir boncuk. Elçisi ile beraber gönderdiği mektupta da şu ifadeleri yazmıştı: "Eğer sen bir peygamber isen kimlerin erkek, kimlerin kız hizmetçi olduklarını ayır. Hokkanın içerisinde bulunanı bildir, asanın başı neresi altı neresi bana söyle, şu inciyi de düz bir şekilde del, boncuğun ipini geçir, bu kâseyi de yerden de semadan da ol­mayan bir su ile doldur.

Elçi huzura varıp Süleyman'ın önünde durunca, hükümdarın mektubunu ona verdi. Süleyman kadının mektubuna baktı ve: Hokka nerede? dedi. El­çi hokkayı getirdi, Süleyman hokkayı hareket ettirdi, Cebrail ona içinde ne­ler olduğunu haber verdi, daha sonra Süleyman da onlara durumu bildirdi. Elçi ona: Evet doğru söyledin dedi, şimdi inciyi del ve boncuktan da ipi ge­çir dedi. Süleyman cin ve insanlardan inciyi delmelerini istedi, beceremec'i-ler. Şeytanlara bu hususta görüşünüz nedir? diye sordu. Onlar: Sen ağaç kurt­çuğuna haber gönder dediler. Kurtçuk geldi ve ağzına bir kıl aldı. Nihayet incinin öbür tarafından çıktı. Süleyman ona ihtiyacın nedir? diye sorunca, kurt­çuk da: Rızkımın ağaçta olmasını dile, dedi. Süleyman da istediğin sana ve­rilecektir, dedi. Daha sonra Süleyman: Bu boncuktan, bu ipi kim geçirebi­lir, dedi. Beyaz bir meyve kurdu: Bunu ben yapabilirim ey Allah'ın peygam­beri dedi. Meyva kurdu İpi ağzına aldı, deliğin bir tarafından girdi, öbür ta­rafından çıktı. Süleyman ona: İhtiyacın nedir? diye sordu. O da: Rızkımın mey­velerde kılınmasını dile dedi. O da: Senin de istediğin olacaktır dedi. Daha sonra erkek hizmetçilerle, kadın hizmetçileri birbirinden ayırdı.

es Süddî dedi ki: Onlara abdest almalarını emretti. Erkekler el ve ayakla­rına sulan yukardan dökmeye başladılar, kızlar, sol elleri ile sağ ellerine, sağ ellerinden de sol ellerine su döktüler. Böylelikle onları birbirinden ayırdı.

Şöyle de denilmiştir: Kızlar bir eliyle kaptan suyu alır, diğer elinin yanı­na getirir, sonra da böylece yüzlerini yıkarlardı. Erkekler ise suyu kaptan al­dıkları gibi, yüzlerine çalıyorlardı. Kızlar kollarının iç tarafları üzerine suyu dökerken, erkekler dış taraflarına, kızlar suyu usulüne göre dökerken, erkek­ler yukardan aşağı ellerine dökerlerdi. Böylece onları birbirinden ayırdı.

Yahya b. Müslim'in rivayetine göre Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Belkıs ikiyüz erkek ve kadın hizmetçi göndermiş ve şöyle demişti: Eğer bir peygam­ber ise erkeklerle dişileri birbirinden ayırdedebilecektir. O da onlara abdest almalarını emretti, Abdest alanlardan elinden önce dirseğini yıkayanların dişi, elini dirseğinden önce yıkayanların da erkek olduğu ortaya çıktı. Sonra asayı havaya attı ve şöyle dedi: Bu uçların hangisi yere daha önce değerse asanın başı orasıdır. Daha sonra atlara emir vererek terleyinceye kadar koş­turuldu. Ona gönderilen kaseyi de atın teri ile doldurdu. Sonra da Süleyman bu hediyeyi ona geri gönderdi.

Rivayete göre hediyeyi Belkıs'a geri gönderip de, elçisi gördüklerini ona anlatınca kadın kavmine: Bu semavi bir emirdir, dedi, [83]

 

2- Hediyenin Mahiyeti ve Hediyeyi Kabul Etmek Sünneti:

 

Peygamber (sav) hediyeyi kabul eder, hediyeye karşılık verirdi. Fakat sa­daka almazdı. Süleyman (a.s) ile sair peygamberler de -Allah'ın salât ve se­lâmı hepsine olsun- böyle idi.

Belkıs'in, hediyeyi kabul edip etmemeyi belirttiğimiz şekilde kanaatine gö­re Süleyman'ın bir hükümdar ya da bir peygamber oluşuna alamet olarak ka­bul etmesi, onun göndermiş olduğu mektupta: "Bana karşı büyûklenmeyin ve müslümanlar olarak bana gelin" demiş olmasıydı. Böyle bir teklifte ise fidye kabul olunamaz ve böyle bir teklif karşılığında da hediye alınamazdı. Bu husus şeriatın hükümlerine göre hediyenin kabul olunabileceği bir hu­sus değildi. Böyle bir teklif karşılığında hediye kabul etmek ancak bir rüş­vettir ve hakkı batıla değişmektir, bu ise helal olmayan rüşvettir. Karşılıklı sev­gi ve aradaki bağları gözetmek maksadı ile mutlak olarak hediye vermeye ge­lince, o herkesin herkese vermesi caiz olan bir şeydir. El verir ki hediye ve­ren müşrik olmasın. [84]

 

3- Müşrikin Hediyesinin Hükmü:

 

Eğer hediye müşrikten gelirse hadis-i şerifte: "Bana müşriklerin verecek­leri bağışlar yasak kılındı" denilmektedir[85] Müşriklerin verdiği hediyeyi kabul ettiği de rivayet edilmiştir. Malîk'in, Sevr b, Zeyd ed-DÎ'lî ile başkala­rından yaptığı rivayette olduğu gibi.[86] İlim adamlarından bir topluluk her iki hususta da nesholduğunu söylemişlerdir. Başkaları da bu hususta neshedi-ci de yoktur, mensuh da yoktur, demiştir. Burada (Peygamber Efendimizin) göz önünde bulundurduğu husus şuydu: Yenik düşüreceği, ülkesini alaca­ğı ve İslâm'a gireceğini ümit ettiği kimsenin hediyesini kabul etmezdi. İşte Süleyman (a.s)'ın durumu da bu şekilde idi. Böyle bir durumda olan bir kim­senin hediyesinin kabul edilmesi "ona artık ilişilmez" diye yorumlanabileceğinden dolayı nelıyedilmiştir. Bu hususta ilim adamlarının en güzel te'vili bu­dur. Bu yolla hadislerin arası telif edilmiş olmaktadır. Bundan başka görüş­ler de vardır. [87]

 

4- Hediyeleşmenin Hükmü:

 

Hediyeleşmek mendubtur. Hediyeleşmek karşılıklı sevgiye sebeptir, düş­manlığı giderir. Malik, Ata b. Abdullah el-Horosanî'den şöyle dediğini riva­yet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Birbirinizin kusurlarını bağışlayınız, böylelikle kin gider. Karşılıklı hediyeleşiniz, birbirinizi seversiniz ve içiniz­deki çekememezlikler gider."[88]

Muaviye b. el-Hakem dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken din­ledim: "Hediyeleşiniz, çünkü o sevgiyi kat kat arttınr ve kalplerdeki kötü duy­guları giderir."[89] Darakutnî dedi ki: Bu hadisi İbn Büceyr babasından, o da Malik'ten münferiden rivayet etmiştir. İbn Büceyr pek beğenilen bir kişi de­ğildi. Böyle bir rivayet Malik'ten de, ez-Zührî'den de sahih değildir.

İbn Şihab'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav)'ın şöy­le buyurduğu bize ulaşmıştır: "Kendi aranızda hediyeleşiniz, çünkü hediye kini giderir. "[90]

İbn Vehb dedi ki: Ben Yunus'a (hadiste geçen): "Sahime (kîn)"in ne an­lama geldiğini sordum. O da bana: "o ğıll (kîn)dir" dedi.

Bu hadisi el-Vakkasî Osman, ez-Zührî'den mevsul olarak rivayet etmiştir ki o zayıf bir ravidir. Özellikle Peygamber (sav)'ın hediyeyi kabul ettiği sa­bit olmuştur. Bu konuda uyulmaya değer güzel örnek olarak o yeter. Sün­nete tabi olmakla birlikte hediyenin faziletleri arasında şu da vardır: O ne-fislerdeki kötü duyguları izale eder. Hediye edene de, kendisine hediye ve­rilene de karşılaşma halinde, meclislerde oturma halinde kalbi duyguları ka­zandırır. Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:

"Birbirlerine hediye vermeleri insanların, Kalpleri arasında bir bağ meydana getirir. Kalbe bir sevgi ve bir muhabbet tohumu eker. Karşılaştıklarında da onlara bir güzellik kazandırır."

Bir başkası da şöyle demiştir:

"Hediyelerin -geldiler mi- üstün bir payları vardır,

Evladın o şefkatli baba nezdindeki mevkiinden daha büyük." [91]

 

5- Aynı Mecliste Bulunanların Hediyedeki Hakları:

 

Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sizinle aynı mec­liste oturanlar, hediyede sizin ortaklarınızda."[92]

Hadisin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Hadisin zahirine göre hamledileceği söylendiği gibi, hediye alan kişi mecliste bulunanları hediye­ye bir lütuf, bir kerem ve insanlık olarak onları ortak kılar. Böyle bir işi yap­mayacak olursa buna mecbur tutulmaz. Ebu Yusuf da: Bu meyve ve benze­ri hususlarda olur demiştir. Kimisi de: Onlar hediyede değil, sevinçte onun ortaklarıdırlar, derler. Bu haber Ashab-ı Suffa, Hankâh ve Ribatlarda oturan kimseler ve benzerleri hakkında yorumlanmıştır. Şayet böyle bir kişi fakih-lerden birisi ise hediyeyi özel olarak o alır ve arkadaşlarının onda bir ortak­lığı bulunmaz. Eğer onları ortak edecek olursa, bu onun bir cömertliği ve ke­remi olur. [93]

 

6- Hediyenin Etkisi:

 

"Elçilerin ne ile döneceklerine bir bakayım" bekleyeyim, Katâde dedi ki: Allah ona rahmetini ihsan etsin. O gerçekten müslüman iken de, müşrik iken de çok akıllı idi. Hediyenin insanlar üzerindeki etkisi­ni çok iyi biliyordu.

"Ne ile" lafzından elifin düşmesi haber sı ile arasındaki farkı gös­termek İçindir. Bununla birlikte bu elifin yazılması da caiz olabilir. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Âdinin birisi ne diye kalkıp bana sövüyor, Külde debelenen bir domuz gibi." [94]

 

36. Süleyman'a geldiğinde dedi ki: "Bana mal ile nü yardım ediyor­sunuz? Halbuki Allah'ın bana verdiği, sîze verdiğinden daha ha­yırlıdır. Siz ise bu hediyeniz sebebiyle böbürleniyorsunuz.

37. "Dön onlara! Andolsun üzerlerine karşı duramayacakları ordu­larla geleceğiz ve onları -andolsun- oradan zelil ve küçük düş­müşler olarak çıkartacağız."

38. Dedi ki: "Ey ileri gelenler! Onlar bana müslümanlar alarak gel­mezden önce, kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?"

39. Cinlerden bir ifrit dedi ki: "Ben onu sana, sen yetinden kalkmaz­dan önce getirebilirim ve muhakkak ben buna gücü yeten ve gü­venilir bîr kimseyim."

40. Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: "Ben onu sa­na gözünü kırpmadan getiririm." Onun derhal yanında durdu­ğunu görünce dedi ki: "Bu, benim Rabbimin lütfundandır. Aca­ba şukur mü ederim yoksa nankörlük mü ederim diye beni sı­naması içindir. Kim şükür ederse kendi lehinedir, kim de nan­körlük ederse, muhakkak Rabbim Ganîdir, kerem sahibidir."

 

"Süleyman'a geldiğinde dedi ki: Bana mal ile mi yardım ediyorsu­nuz?" Yani elçi Süleyman'a hediyeyi getirip gelince, o da: "Bana mal ile ini

yardım ediyorsunuz?" dedi.

Bana... mı yardım ediyorsunuz?" buyruğunu Hamza, Ya'kub

ve ei-A'meş şeddeli tek "nun" ve ondan sonra da sabit bir "ya" ile okumuş­lardır. Diğerleri ise iki "nun" ile okumuşlardır ki; Ebu Ubeyd'in tercihi budur. Çünkü bütün mushaflarda bu iki "nun" ile yazılmıştır. İshak'ın, NâfTden riva­yetine göre o: şeklinde, sonrasında lafız itibariyle "ya" bulunan şed-

desiz tek bir "nun" ile okurdu. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu kıraatte vakıf yapıl­ması halinde "ya"nin tesbit edilmesi lazımdır ki bu kıraat için MushaPın ya­zılış harflerine uygunluk, sahih olarak söz konusu olabilsin. "Nun "da asi olan şeddeli olmasıdır. Böyle bir yerde nûn'un şeddesinin kaldırılması "ben şahit­lik ederim ki şüphesiz sen bir alimsin" anlamında; ifadesinde "nün"un şeddesiz okunmasına benzer. "Haklarında anlaşmazlığa düştüğü-nüz..." (çn-Nahl, iğ/27) buyruğunu; şeklinde ve 'Benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz?" (el-En'am, 6/80) anlamındaki buyru­ğu da; şeklinde okuyanlar buna göre böyle okumuşlardır.

Araplar da; "Adamlar beni dövüyorlar, bana geli­yorlar" diye kullanmışlardır ki bunun aslı; şeklindedir.

Çünkü  şekillerinin idgamlı söyleyişi böyledir. Şair de şöyle demektedir:

"Gerdanın da Leyla'ya ait iken, böğürlerin de,

Güzel seain de, gözlerin de, (hep böyleyken) benden (mi) korkarsın?"

Burada da "benden korkarsın" anlamındaki lafızın aslı şeklinde olup, "ya" harfi düşmüştür.

"Bana... mı yardım ediyorsunuz?" sorusu! Benim gördüğünüz bunca malıma .rağmen siz benim malımı (getirdiğiniz hediyelerinizle) arttıracağını­zı mı zannediyorsunuz? demektir.

"Halbuki Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır." Al­lah'ın bana vermiş olduğu İslâm, hükümdarlık ve peygamberlik size verdi­ğinden daha hayırlıdır. O bakımdan mal beni sevindirmez.

"Bana verdiği" anlamındaki lafız bütün mushaflarda; şeklinde "ya"sız olarak yazılmıştır. Ebu Amr, Nâfî' ve Hafs ise üstün "ya" ile; şeklinde okumuşlardır. Vakıf yaparlarsa hazfederler. Ya'kub ise vakıf ha­linde "ya"yi okur ve vasi halinde ise hazfeder. Buna sebep ise İki sakinin ar­ka arkaya gelmesidir. Diğerleri İse her iki halde de "ye"siz okurlar.

"Siz ise bu hediyeniz sebebiyle böbürleniyorsunuz." Çünkü sizler dün­ya hayatında böbürlenenler ve çoklukla övünen kimselersiniz.

"Dön onlara!" Yani Süleyman elçi heyetinin emiri el-Münzir b. Amr'a gön­derdikleri hediyeleriyle birlikte onlara: Geri dönün, dedi. "Andolsun üzerle­rine karşı duramayacakları ordularla geleceğiz" buyruğundaki "Andolsun onlara... geleceğiz" lafzındaki "lam" kasem (yemin) "!am"ıdır. Bu durumda şeddeli "nun" da onunla birlikte gelmelidir.

en-Nehhas dedi ki: Ben Ebu'l-Hasen b. Keysan'ı şöyle derken dinledim: Buradaki "lam" te'kid İarrTıdır. Bu şekilde ona göre bütün "tam" çeşitleri üç türlüdür, ona göre dördüncüleri yoktur. Bu da te'kid "lam"ı, emir "lam"ı ve harf-i cer olarak kullanılan "lam." Nahiv bilginlerinin ileri gelenleri de bu gö­rüştedir. Çünkü onlar herbir şeyi aslına irca' ederler. Bu ise, Arap dili üze­rindeki eğitimi oldukça ileri kimseler için ancak mümkün olabilir.

"Karşı duramayacakları" yani onların karşı koymaya güç bulamayacak­ları... demektir.

"Ve onları -andolsun- oradan" kendi ülkelerinden "zelil ve küçük düş­müşler olarak çıkartacağız." Buradaki "oradan" ile kastın Sebe'den demek olduğu söylenmiştir. "Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde onu ha-rab ederler" buyruğunda bu kasabadan (veya şehirden) söz edilmiş idi.

"Zelil" mülkleri ve şerefleri ellerinden alınmış "Ve küçük düşmüşler ola­rak" küçük düşürüldükleri için zelil kılınmış ve hakarete uğratılmışlar olarak "çıkartacağız." Bu ise müslüman olmamaları halinde karşı karşıya kalacak­ları zillettir. Gönderdiği elçisi yanına geri döndü ve ona durumu haber verin­ce, hükümdar kadın şöyle dedi: Ben onun bir kral olmadığını anlamıştım. Biz­lerin Allah'ın peygamberlerinden bir peygambere karşı savaşacak gücümüz yoktur. Daha sonra emir vererek tahtının yedi sarayın sonuncusunda bulunan içice yedi odadan sonuncusuna konulmasını emretti ve kapılan kilitledi, üzerine de bekçiler yerleştirdi. Yemen hükümdarlarından onikibin hükümdar ile birlrkte ve herbir hükümdarın da komutası altında yüzbin kişi bulunduğu halde Süleyman (a.s)'ın huzuruna gitmek üzere yola koyuldu.

İbn Abbas dedi ki: Süleyman heybetli bir kişi idi. Kendisi bir hususu sor­madan ilk olarak kimse ona bir şey demezdi. Bir gün yakınlarda bir toz bu­lutu gördü, bu ne oluyor? dedi. Yanında bulunanlar: Ey Allah'ın peygambe­ri, Belkıs dediler. Bunun üzerine Süleyman askerlerine -Vehb ve başkaları da cinlere dediler- dedi ki:

"Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" Abdullah b. Şeddad dedi ki: Süleyman (a.s): "Kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dediğinde Belkıs bir fer­sahlık uzaklıkta bulunuyordu, tahtını ise Sebe'de bırakmış, onu korumak için de muhafızlar görevlendirmişti.

Denildiğine göre Belkıs hediyesini gönderdiği sırada elçilerini askerleriy­le birlikte göndermişti. Bundan maksadı ise şayet Süleyman eğer krallık pe­şinde koşan birisi ise gerekli hazırlıklarını yapmadan, onunla aniden bir sa­vaş başlatmak idi. Süleyman (a.s) bu durumu öğrenince "kadının tahtını han­giniz bana getirebilirsiniz?" dedi. İbn Abbas dedi ki: Kadının tahtının ge­tirilmesine dair verdiği emir ona mektub yazmadan önce idi. Kadının tahtı kendisine getirilmeden de ona mektub yazmamıştı.

İbn Atiyye dedi ki: Ancak âyetlerin zahirine göre Süleyman (a.s) bu söz­lerini kadının gönderdiği hediyenin ulaşıp, onun kendisine cevap vermesin­den ve hüdhüd ile mektubunu göndermesinden sonra olmuştur. Te'vil bil­ginlerinin büyük çoğunluğu da bu kanaattedir. Te'vil bilginleri kadının tah­tının getirilmesini istemesinin faydasının ne olduğu hususunda farklı görüş­lere sahiptir. Katâde dedi ki: Ona bu tahtın büyüklüğü ve mükemmeliğinden sözedilmişti. O da, müslüman olarak kendisini ve kavmini ve mallarını İslâm himaye altına almadan önce bu tahtı ele geçirmek İstemişti. Çünkü İslâm bu­nu gerektirmektedir. Bu İbn Cüreyc'in de görüşüdür.

İbn Zeyd de dedi ki; Tahtın getirilmesini istemesi, Belkıs'a Allah tarafın­dan kendisine verilmiş olan kudreti göstermek ve bunu peygamberliğine de­lil olarak ortaya koymak istemesi idi. Çünkü herhangi bir ordu ve savaş söz konusu olmaksızın bu tahtı ele geçirmiş olacaktı.

Bu açıklamaya göre "müslümanlar olarak" buyruğu, teslim olmuşlar olarak, demektir. İbn Abbas'in görüşü de budur. Yine İbn Zeyd dedi ki; O bu yolla kadının aklını denemek İstemişti, bundan dolayı: "Tahtını onun ta-nıyamayacağı bir şekilde değiştirin. Bakalım o yol bulacak mı, yoksa yol bu­lamayacaklardan mı olacak?" demişti.

Yine denildiğine göre cinler Süleyman (a.s)'ın onunla evleneceğinden ve ondan çocuğunun olacağından, böylece Süleyman (a.s)'ın soyundan gelecek­lerini de angarya ve hizmetlerinin sürüp gideceğinden korkmuşlardı. O ba­kımdan cinler kendisine bu kadının aklı pek sağlam değildir, demişlerdi. İş­te bundan ötürü o da tahtı ile kadını sınamak istemişti.

Bir diğer açıklamaya göre o hüdhüdün: "Onun bir de büyük bir tahtı var" sözünün doğruluğunu tesbit etmek istemişti. Bu açıklamayı da Taberî yap­mıştır.

Katâde'den rivayete göre Süleyman (a.s) hüdhüdün tahtı nitelemesi sebe­biyle, tahtı görmek istemişti. İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği gö­rüş birinci görüştür. Çünkü yüce Allah: "Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce" diye buyurmuştur. Bir diğer sebeb de şudur: Belkıs eğer İslama girmiş olsaydı, onun malına el sürmek haram olurdu. Dolayısıyla onun izni olmaksızın o taht da getirilemezdi.

Rivayet edildiğine göre tahtı kırmızı yakut ve mücevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Tahtı o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, içi­ce yedi odanın içinde bulunuyordu.

."Cinden bir ifrit dedi ki..." buyruğundaki "ifrit" lafzını cumhur; "İfrit" diye okumuştur. Ebu Reca' ve İsa es-Sakafî ise; diye okumuşlardır. Bu kıraat Ebubekir es-Sıddiyk (r.a)'dan da rivayet edilmiştir. Ha­diste de: "Şüphesiz ki Allah ıfrîte de, nifrîte de buğ-zeder"[95] diye buyrulmuştur. Buradaki nifrît, ifrite itbâ ile söylenmiştir. (Türk-çede ifrit, mifrit demek gibi).

Katâde dedi ki: Bu fevkalede akıllı anlamındadır. en-Nehhâs dedi ki: Güç­lü kuvvetli bir kimse ayrıca hilebaz ve çok ileri derecede kurnaz birisi İse ona; denilir. "İfrif'in reis anlamında olduğu da söylenmiş­tir. Bir kesim de bu kelimeyi; şeklinde "ayn" harfi de esreli olarak oku­muşlardır. Bunu da İbn Atiyye naktetmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu lafzı şeklinde kabul edenler çoğulunu;  diye getirirler.ise üç türlü çoğul yapılabilir. Arzu edilirse  şeklinde yahut diye çoğulu yapılır, çünkü "te" zaiddir. Nite­kim Tağutlar'ın, Tağut'un çoğulu olduğu gibi; "ye" de "te"nin yerine "ya" getirilerek; denilebilir.

Şeytanlardan bir İfrit ise güçlü ve itaate gelmeyen anlamındadır, te de za­iddir. "Adam ifritleşti" tabiri, başkalarına eziyet etmeyi huy ha­line getirdi, anlamında kullanırlar.

Vehb b. Münebbih dedi ki: Bu ifritin adı Kûden idi. Bunu da en-Nehhas zikretmiştir. Zekvân olduğu da söylenmiştir, bunu da es-Süheylî söylemiştir. Şuayb el-Cubbaî de: Adı De'van idi demiştir. İbn Abbas'tan gelen rivayete gö­re de adımn Sahr el Cinnî olduğu söylenmiştir.

Zü'r-Rimme'nin şu beyitinde ifrit şöylece kullanılmıştır:

"Sanki o bir ifritin arkasından giden bir yıldız gibidir, Gece karanlığında yerinden kopup, ona doğru akan."

el-Kisaî de şu beyiti nakletmektedir:

"Onların ifrit şeytanları demişti ki:

Sisin ne mülkünüz vardır, ne de sebat bulmanız."

Sahih'teki rivayete göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Dün cinlerden bir ifrit namazımı bozmak İçin beni aldatmaya (ya da boş anımı yakalamaya) çalışıyordu. Allah da ona karşı bana güç ver­di, ben de onu şiddetlice ittim..."[96] deyip, hadisin geri kalan bölümünü nak­letti.

Buhârî'de de "beni aldatmaya koyuldu" yerine, "dün ansızın karşıma çıktı" şeklindedir.[97]

Muvatta'da da Yahya b. Said'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlul­lah (sav) İsra'ya götürüldüğünde cinlerden bir ifritin, bir ateş alevi ile onu takip etmekte olduğunu gördü. Rasûlullah (sav) yanına baktıkça onu görü­yordu. Cibril ona: Ben sana söyleyeceğin bazı sözler öğreteyim mi? Sen bun­ları söyleyecek olursan, elindeki ateş alevi söner ve yüzüstü yıkılır. Rasûlul­lah (sav) "tabi öğret" deyince, şöyle dedi:

" Semadan inenlerin, oraya yükselenlerin, yerde bitip yetişenlerin, yerden çıkanların, gece ve gündüzün fitnelerinin şerrinden -hayır ile gelen dışmda-gece ile gündüzün gelenlerin hepsinden, iyi olsun, günahkâr olsun hiç kim­senin aşamadığı Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile kerim olan Allah'a sığınırım, ey Rahman. "[98]

"Ben onu sana, sen yerinden" yani hüküm verdiğin meclisinden "kalk­mazdan önce getirebilirim ve muhakkak ben buna gücü yeten" onu taşı­ma gücüne sahip olan "ve" içindekilere karşı da "güvenilir bir kimseyim." İbn Abbas dedi ki: Bundan kasıt kadının namus ve iffetine karşı kendisine güvenilen bir kimseyim demektir. Bu açıklamayı el-Mehdevî zikretmiştir, Sü­leyman (a.s) ben daha da hızlı gelmesini istiyorum deyince,

"Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: Ben onu sana gözü­nü kırpmadan getiririni." Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre nezdinde kitap bilgisi bulunan kişinin adı Asaf b. Berhiya'dır ve bu İsrailoğultanna men-subtur. Bu kişi sıddîklardan olup, yüce Allah'ın kendisi anılarak istenileni ver­diği, kendisi anılarak dua edildiğinde duayı kabui ettiği, yüce Allah'ın ism-İ a'zamını biliyordu. Âişe (r.a) dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Asaf b. Berhiya'nin kendisini anarak dua ettiği Allah'ın ism-i a'zam'ır Ya hayyu, ya kayyum idi."[99] Denildiğine göre bu onların dilinde "Âhiya, şerâ-hiyâ" diye söylenirmiş,

ez-Zührî dedi ki: Yüce Allah'ın ism-i a'zam'ını bilen o zatın yaptığı dua şu idi: "Ey bizim ilahımız, herşeyin bir ve tek ilahı. Senden başka hiçbir, ilah yoktur, bana onun tahtı­nı getir." Hemen taht onun önüne getirildi.

Mücahid dedi ki: Dua ederken şöyle dedi:

"Ey bizim ve herşeyin ilahı, ey celal ve ikram sahibi..."

es-Siiheylî dedi ki: Nezdinde kitabın bilgisi bulunan şahıs, Süleyman'ın tey­zesinin oğlu Âsaf b. Berhiyâ idi. Bu kişi yüce Allah'ın isimlerinden ism-i a'zamı biliyordu.

Bir diğer görüşe göre bu şahıs bizzat Süleyman (a.s) idi. Ancak ifadele­rin akışı arasında böyle bir açıklama doğru görülemez. İbn Atiyye dedi ki; Bir kesim bunun Süleyman (a .s) olduğunu söylemiştir. Bu açıklamaya göre ifrit: "Ben onu sana sen yerinden kalkmazdan önce getirebilirim" deyin­ce, Süleyman (a.s) bu süreyi geç bulmuş da onu küçültmek anlamını ihtiva eden bir üslupla ifrite hitaben: "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" demiş olur. Bu görüşün sahipleri de delil olarak Süleyman (a.s)'ın: "Bu be­nim Rabbimin lütfundandır" sözlerini delil göstermişlerdir.

Derim ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği görüsü en-Nehhas "Meani'l-Kur'ân" adlı eserinde ifade etmiştir. Yüce Allah'ın izniyle bu güzel bir görüştür. Bahr dedi ki: Bu elinde takdirlerin yazılı olduğu kitabın bulunduğu bir me­lektir. İfritin bu sözleri söylediği sırada yüce Allah onu göndermiş idi.

es-Süheylî dedi ki: Muhammed b. el-Hasen el-Mukrî'in naklettiğine göre bu kişinin adi Dabbe b. Udd idi. Ancak bu hiçbir şekilde sahih olamaz, çünkü Dab-beb Udd'ün oğlu o da Tabiha'nın oğludur. Adı ise Anır b. İlyas b. Mudar b. Ni-zar b. Mead'dır. Mead ise Buht Nassar dönemlerinde idi. Bu dönem ise Süley­man (a.s)'ın döneminden çok sonradır. Mead, Süleyman (a.s)'ın döneminde ya-şıyamadığına göre ondan beş ata sonra gelen Dabbe b. Udd nasıl onun çağ­daşı olabilir? Bu husus üzerinde düşünen kimse bunu açıkça görecektir.

İbn Lehia dedi ki: Bu kişi Hıdır (a.s)'dır. tbn Zeyd de dedi ki: Yanında ki­tabın bilgisi bulunan kişi denizdeki adalardan birisinde bulunan salih bir zat idi. Bu şahıs adasından yeryüzünde kimlerin bulunduğunu yüce Allah'a ibadet edenin olup olmadığını görmek üzere çıkmıştı. Süleyman'ı görünce, o da yüce Allah'ın isimlerinden bir ismi anarak dua etti ve böylelikle kadı­nın tahtı getirildi.

Yedinci bir görüş: Bu kişi Yemliha adında İsrailoğullarına mensub bir adam idi. Yüce Allah'ın ism-i a'zammı biliyordu. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.

İbn Ebi Berze derki: Kitabın bilgisine sahip kişi Ustum idi. Bu İsrailoğul-ları arasında çok ibadet eden bir zatdı, bunu el-Ğaznevî zikretmektedir.

Muhammed b. el-Münkedir dedi ki: Bu bizzat Süleyman (a.s)'dır. İnsan­ların, o yüce Allah'ın ism-i a'zamını biliyordu şeklindeki görüşlerine gelin­ce, durum böyle değildir. Bu kişi İsrailoğullarına mensub bilgili, yüce Allah'ın da kendisine ilim ve fıkıh (dini kavrayış) verdiği bir adam idi. Bu kişi; "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" deyince, haydi getir dedi. Bu se­fer adam: Sen Allah'ın bir peygamberisin ve Allah'ın peygamberinin oğlusun. Eğer yüce Allah'a dua edecek olursan, o sana bu tahtı getirir. Bunun üzeri­ne Süleyman (a.s) yüce Allah'a dua etti. Yüce Allah da tahtı ona getirdi.

Sekizinci bir görüş de şöyledir: Bu kişi Cebrail (a.s)'dır. Bunu da en-Ne-haî söylemiştir. Bu görüş İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Buna göre "ki­tap ilmi" onun Allah'ın indirmiş olduğu kitaplarda ve Levh-i Mahfuz1 da bu­lunanlara dair bilgisidir. Süleyman (a.s)'ın Belkıs'a gönderdiği mektuptaki bil­gidir, diye de açıklanmıştır.

İbn Atiyye der ki: İnsanların çoğunluğunun kabul ettiği görüş şudur: Bu kişi Âsaf'b. Berhiyâ adında, İsrailoğullarına mensub salih bir kişi idi. Riva­yete göre iki rekat namaz kıldıktan sonra Süleyman (a.s)'a şöyle demiştir; Ey Allah'ın peygamberi, uzağa doğru bir bak, o da Yemen'e doğru baktı ve tah­tı önünde buldu. Süleyman daha gözünü kırpmadan taht yanında idi.

Mücahîd dedi ki: Burada kasıt kişinin gözünü yorgun ve bitkin olarak ka-patıncaya kadar bakışını devam ettirmesidir.

Bir diğer görüşe göre gözünü açıp kırpacak kadar bir zamanı kastetmiştir. Bu da kişinin: Bu işi bir lahzada yap, demesine benzer. Bu görüş daha kuvvetli gibidir, çünkü eğer tahtı getiren Süleyman (a.s)'ın yaptığı bir iş ol­saydı, bu bir mucize olurdu. Şayet Asaf veya onun dışındaki Allah'ın veli kul­larının işi ise o takdirde bu bir keramettir. Velinin kerameti ise tabi olduğu peygamber için bir mucizedir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Nezdinde kitabın bilgisi bulunan kişi Süleyman'dır, di­yenler velilerin kerametini inkâr etmektedirler. Çünkü (bunlara göre) Süley­man (a.s) ifrite: "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" demiş. Bun­lara göre de ifritin yaptığı ne mucizedir, ne de bir keramettir. Çünkü cinle­rin bu gibi şeylere zaten güçleri yeter. Bir cevher aynı halde iki yerde bulu­namaz. Aksine bu yüce Allah'ın bir cevheri doğunun en U2ak noktasında yok edip, sonra onu ikinci halde var etmesi olarak düşünülebilir. Bu ise batının en uzak noktasında yok oluştan sonraki haldir ya da aradaki mekanları yok eder, sonra bu mekanları iade eder.

el-Kuşeyrî dedi ki: Bu görüşü Vehb, Malik'ten de rivayet etmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Belkıs'ın tahtı havada getirilmiştir, bu da Müca-hid'in görüşüdür.

Süleyman ile taht arasında da, Küfe İle Hire arası kadar bir mesafe vardı. Malik dedi ki: Belkıs Yemende, Süleyman (a.s)'da Şam'da bulunuyordu.

Tefsirlerde kaydedildiğine göre Belkis'ın tahtı içinde bulunduğu yeri del­di, sonra da Süleyman'ın önünde bitiverdi. Abdullah b. Şeddad dedi ki: Taht yerdeki bir tünelden çıktı. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

"Onun derhal yanında durduğunu" yanında sabit olarak bulunduğunu "görünce dedi ki: Bu" yardım, bu imkan ve iktidar "Benim Rabbimin lüt-fundandır. Acaba şükür mü ederim, yoksa nankörlük mü ederim diye be­ni sınaması İçindir." el-Ahfeş dedi ki: Yani benim ne yapacağımı ortaya çı­karması içindir. Başkaları da şöyle demiştir: "Sınaması içindir" benim ona ibadet etmem içindir, demektir. Bu da mecazi bir ifadedir. Sınamada aslolan ise denemektir, yani ben nimetine karşı şükür mü edeceğim, yoksa nankör­lük mü edeceğim. Beni denemek içindir,

"Kİm şükür ederse, kendi lehinedir." Bunun faydası sadece kendisine döner. Zira o şükretmekle üzerindeki nimetin tamamlanmasına, devam et­mesine ve o nimetin daha da artmasına hak kazanmtş olur. Çünkü şükür sa­yesinde mevcut nimet sağlama bağlanmış olur, elde bulunmayan nimetlere de bu yolla nail olunur.

"Kim de nankörlük ederse, muhakkak Rabbim" şükre muhtaç olmayan "Ganidir" lütuf ve ihsan etmekte "kerem sahibidir." Çok cömerttir. [100]

 

41. Dedi ki: "Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde değiştirin. Ba­kalım, o yol bulacak mı, yoksa yol bulamayacaklardan mı ola­cak?"

42.Kadın geldiğinde (ona) şöyle denildi: "Senin tahtın böyle midir?" O das "Sanki bu odur" dedi. "Ve bize bundan önce ilim verilmiş olup biz teslim olanlardan olmuştuk."

43. Daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler ona manî olmuştu. Çün­kü o kâfir bir kavimden idi.

 

"Dedi ki: Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde değiştirin." Onda de­ğişiklikler yapın.

Denildiğine göre altını üstüne, üstünü de altına getirdiler. Fazlalık ya da eksiklikle değiştirdiler, diye de açıklanmıştır. el-Ferrâ ve başkası da şöyle de­miştir: Onu tanıyamayacağı bir hale getirmelerini emretmesinin sebebi şudur: Şeytanlar ona: Aklı pek sağlam değildir, demişti. Süleyman (a.s) da bu açı­dan onu denemek istemişti.

Bir diğer açıklamaya göre: Cinler Süleyman (a.s)'ın onunla evlenip ondan çocuklarının olacağından ve böylelikle ebediyyen Süleyman (a.s)'ın soyun­dan geleceklerin emri altında çalışmaya mecbur kalacaklarından korktular. Bu bakımdan Hz. Süleyman'a: Bu kadının aklı zayıftır, ayakları da eşek ayağı gibidir, dediler. O da: "Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde de-ğiştirin",de biz de onun aklının ölçüsünü bilelim, demişti.

Süleyman (a.s)'a cinlerden samimi olarak öğüt veren ve iyiliğini isteyen birisi vardı. Ona: Ben bu kadına bacaklarını açmasını söylemeden, ayakla­rını nasıl görebilirim? diye sordu. O da: Sen bu saraya bir su doldur, suyun üstünü de camla kapat, o su olduğunu zannedecek eteklerini kaldıracak, sen de o zaman ayaklarını göreceksin. İşte yüce Allah'ın haber verdiği "köşk" bu­dur.

"Kadın geldiğinde" kasıt Belkıs'dır. Ona "şöyle denildi: Senin tahtın böy­le midir? O da: Sanki bu odur, dedi" Gördüğünü kendi tahtına benzetti. Çün kü o kendi tahtını kilitli odalarda bırakmıştı. Ne bunun kendi tahtı olduğu­nu söyledi, ne de reddetti. Böylece Süleyman (a.s) aklının ne kadar mükem­mel olduğunu öğrenmiş oldu.

İkrime dedi ki: Kadın hikmetli bir kadındı. O bakımdan: "Sanki bu odur" demişti.

Mukattl dedi ki: Kadın tahtını tanıdı, ancak onlar kendisini tereddüde dü­şürmek istedikleri gibi, o da onlara bu şekilde bir cevap vermişti. Şayet ona: Senin tahtın bu mudur? diye sormuş olsalardı, o da onlara: Evet budur, di­yecekti. et-Hasen b. et-Fadl da böyle açıklamıştır.

Denildiğine göre; Süleyman bu kadına elindeki imkanların bir nübüvvet olduğunu bilip kendisine iman etmesi için cinlerin de, aynı şekilde şeytan­ların da emri altında olduğunu göstermek istemişti. Bir diğer açıklamaya gö­re tahta yapılan bu uygulama, onun göndermiş olduğu erkek ve kadın hiz­metçiler ile ilgili olarak yaptığı karışıklığa bir karşılık idi.

"Ve bize bundan önce ilim verilmiş olup" buyrukları, denildiğine göre Belkıs'ın sözlerindendir. Yani tahttaki bu mucizeden önce de Süleyman'ın peygamberliğinin doğruluğu bilgisi zaten bize verilmişti. "Biz teslim olan­lardan olmuştuk." Yani onun emrine itaat edenlerden idik.

Bir diğer açıklamaya göre bu Süleyman (a.s)'ın sözlerindendir. Yani bu seferkinden önce de yüce Allah'ın dilediği herşeye kadir olduğuna dair bi­ze bilgi verilmişti.

Bir diğer açıklama: "Bize... İlim verilmiş olup" onun müslüman olup, ita­at ile gelmekte olduğuna dair bilgi onun gelişinden önce bize verilmişti, şek­lindedir.

Bu sözleri Süleyman (a.s)'in kavminin söylediği sözler olduğu da söylen­miştir? Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler ona mani olmuştu" buyruğun­da anlam tamam olmaktadır ve burada vakıf güzeldir. Yani tapındığı güneş ve ay onu Allah'a ibadet etmekten alıkoymuştu. Buna göre burada; "Şeyler ref mahallindedir.

en-Nehhas dedi ki: Buyruğun anlamı şöyledir: Onun Allah'tan başkaları­na ibadet etmesi, bizim onun müslüman olacağına dair bildiğimizi bilmesi­ni engelledi. Buradaki ın nasb mahallinde olması da mümkündür. O va­kit ifadenin takdiri şöyle olur: Süleyman onu Allah'tan başka ibadet ettiği şey­lerden alıkoydu. Yani onun Allah'tan başka varlıklara ibadet etmesine engel teşkil etti.

Anlamın şöyle olması da mümkündür: Aiiah onu alıkoydu. Yani; "Allah onu kendisinden başkasına ibadet etmekten alıkoy­du" demek olup, burada "...den" hazfedilip, fiil, harî-i cersiz olarak te-addi etmiş oldu. Bunun bir benzeri de Allah'ın: Musa... kav­minden yetmiş adam seçti." (el-A'raf, 7/153) Bu da: "...kavmi ara-sından..." demektir. Sibeveyh şu beyiti nakletmektedir:

"Abdullah (b. Darim kabilesin)den naklen bana havanın haberi verildi ki, Onların kaleleri artık şerefli olmuş, asil şahsiyetleri de bayağılaşmış."

Burada ona göre anlam; "Abdullah (b. Darim) kabile-si(nden) bana haber verildi" şeklindedir.

"Çünkü o kâfir bîr kavimden idî." Said b. Cübeyr buradaki; "Çünkü o" lafzının hemzesini üstün olarak okumuştur. Burada nasb mahal­linde; anlamındadır. Bununla birlikte; "Şeylerden" bedel olması da mümkündür. Eğer bu "mani olma"run faili ise ref mahallindedir. Esreli oku­yuş ise İstİ'nâf (başlangıç) kabul edilmesine göredir. [101]

 

44. O kadına: "Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sanıp ayaklarının üzerini açtı. (Süleyman): "Gerçekten o billurdan ya-pUmış, iyice düzeltilmiş bir köşktür" dedi. Kadın dedi ki: "Rab-bim, ben nefsime zulmettim ve Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum."

 

"O kadına: Köşke gir denildi" buyruğunda; "ia­desinin takdiri Sibeveyh'e göre; "Köşke gir" şeklindedir. Bu­rada harf-i cer hazfedilip fiil dolaysız olarak teaddi etmiştir (geçişli olmuştur). Ebu'l-Abbas İse bu hususta onun hatah olduğunu söylemektedir: Çün­kü zaten giriş, girilen bir yere delâlet etmektedir.

Burada köşkten kasıt, içinde balıkların bulunduğu suyun üstünde camdan (billurdan) yapılmış geniş bir avlu idi. O bunu kadına kendi mülkünden da­ha büyük bir mülkü göstermek üzere yaptırmıştı. Bu açıklamayı Mücahid yap­mıştır.

Katâde dedi ki: Bu köşk arkasında su bulunan sırça bir köşk idi. Kadın da onu "derin bir su" sandı. Ebu Ubeyde'den nakledildiğine göre "sarh" köşk demektir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Onların yüksek binalarını köşkler zannedersin."

Sarh (mealde köşk)'in avlu olduğu da söylenmiştir. Nitekim; "Bu evin sarhası ve avlusu" denildiği zaman bu iki la­fız da aynı manadadır. Ebu Ubeyde de "el-Ğarib el-Musannef adlı eserin­de yerden yükseltilmiş, yüksek herbir binaya sarh denilir. "Mümerred (iyi­ce düzeltilmiş)" ise uzun ve yüksek anlamındadır.

en-Nehhas dedi ki: Bunun aslı şudur; Tek bir elden çıkmış gibi yapılmış herbir binaya "sarh" denilir. Bu da Arapların su katılmamış süt hakkında kul­landıkları: "Sarih (saf) süt" tabirlerinden alınmıştır. Aynı şekilde işi tasrih etti, sözlerinden de gelmektedir. Bu sarih bir Araptır (salih bir Arap-tır) ifadesi de buradan gelmektedir.

Denildiğine göre Süleyman (a.s) bu köşkü cinlerin hakkında söyledikle­ri: Annesi cinlerden idi, ayaklan da eşek ayağına benzer, şeklindeki sözle­rinin doğruluğunu araştırmak için yapmıştı. Bu açıklamayı Vehb b. Müneb-bih yapmıştır.

Kadın suyu görünce korktu ve kendisini suda boğmak istediğini zannet­ti. Ayrıca onun tahtının su üzerinde oluşundan da hayrete düştü. Kendisini dehşete düşürecek daha başka şeyler de gördü, fakat ona verilen emri ye­rine getirmekten başka bir yolu yoktu. "Ayaklarının üzerini açtı." Bir de ne görsün! İnsanlar arasında bacakları en güzel olanlardan birisi idi. Cinlerin söy­lediklerinden hiçbir eser yoklu, ancak tüyleri fazlaca idi. Bu noktaya varın­ca, Süleyman (a.s) yüzünü ondan çevirdikten sonra: "Gerçekten o billurdan yapılmış, İyice düzeltilmiş bir köşktür" dedi.

"İyice düzeltilmiş  (anlamı verilen: ei-mumerred) zımparalanmış, düzeltilmiş demektir. Tüysüz olana "emred" denilmesi buradan gelmektedir. "Ergenlik yaşına geldikten sonra sakalının bilmesi gecikti" demek­tir. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Üzerinde yaprak bulunmayan çıplak ağa­ca; denilmesi de buradan gelmekledir. Bitki yetişmeyen kum­luk yere de;  denilir. "Mumerred" aynı zamanda uzatılmış anlamı­na da gelir. Kaleye; denilmesi de buradan gelmektedir. Ebu Salih de­di ki: Bu, hurma ağacı şeklinde uzun demektir. İbn Şecere de: Eni de, bo­yu da oldukça fazla anlamındadır, demiştir. Şair şöyle demiştir:

"Sabah erkenden gittim onları buldum,

Kuşluk vaktinden önce mümerred (eni boyu fazla) zırhlar içinde,"

Görüldüğü gibi burada şair "mümerred" kelimesini bol ve geniş anlamın­da kullanmıştır.

İşte o vakit Belkıs teslimiyetini gösterdi, itaatini arzetti, mü si uman oldu ve kendisi hakkında -ileride geleceği üzere- zalimlik ettiğini itiraf etti. Süley­man (a,s) onun ayaklarını görünce, şeytanlar arasından kendisine doğru şey­ler söyleyip iyiliğini isteyen kimseye şöyle dedi: Bedenine zarar vermeksi­zin bu tüyleri nasıl yok edebilirim? Bu şeytan ona kıl dökme ilacının nasıl ya­pılacağını öğretti. İşte bu ilaçlar ve hamamlar o günden beri yapılmaya başlandı.

Rivayet olunduğuna göre Süleyman (a.s) o vakit onunla evlendi ve onu Şam'a yerleştirdi. Bunu da ed-Dahhak söylemiştir.

Said b. Abdu'1-Aziz: "Kitabu'n-Nekkaş"da şöyle demektedir: Onunla ev­lendi ve tekrar onu Yemen'dekİ hükümdarlığına geri gönderdi. Ayda bir de­fa rüzgar ile onun yanına giderdi. Ona kendi döneminde vefat etmiş, Dâvûd adını verdiği bir çocuk doğurdu. Kimi haberlerde belirtildiğine göre Peygam­ber (sav) şöyle buyurmuştur: "Belkıs dünyada bacakları en güzei kadınlar­dan idi. O cennette Süleyman (a.s)'ın hanımları arasında olacaktır. Âişe: Onun bacakları benden de mi güzeidi? deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Cen­nette senin bacakların ondan güzel olacaktır."[102] Bunu el-Kuşeyrî zikretmiş­tir. es-Sa'lebî'nin de naklettiğine göre Ebu Musa, Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "İlk hamam, edinen kişi Süleyman b. Dâ vûd'dur. O sırtını duvara yapıştırınca hamamın sıcağı ona dokundu. Bu se­fer "Yüce Allah'ın azabından vay halimize!" dedi."[103]

Süleyman (sav) Belkıs'ı çokça sevdi ve onu Yemen'deki hükümdarlığında bıraktı. Cinlere emir vererek ona insanların benzerini görmediği yükseklikte üç kale inşa etti. Bunlar Selhun, Beynun ve Umdan kaleleridir. Diğer taraftan Süleyman ayda bir defa onu ziyaret eder, yanında üç gün ikamet ederdi.

eş-Şa'bî'nİn naklettiğine göre Himyerlilerden bazıları kralların mezarları­nı kazdılar. Orada üzerinde, altın ile dokunmuş elbiseler bulunan kadının bu­lunduğu bir kabir buldular. Bu kabrin baş ucunda da şu beyitlerin yazılı ol­duğu bir mermer parçası gördüler:

"Ey kavimler hep birlikte dönün,

Benim kabrimin olduğu yerde de develeri rahatça serbest bırakın.

Bilin ki ben o kadın hükümdardım ki,

Bir zamanlar Belkıs diye anılırdım.

Kavmim Himyerliler arasında krallık sarayını yükselttim,

Eskiden (bir zamanlar) orada insanlar yaşardı.

Hükümdarlığımda ve mülkümü idare edişimde,

Allah uğrunda burunları yere sürterdim.

Kocam peygamber Süleyman'dı ki,

O Tevrat'ı çokça okuyandı.

Rüzgar ona binek olarak müsahhar kılınmıştı,

Kimi zaman uçarak eserdi.

Davud'un oğlu o peygamber ile birlikte ki,

Rahman olan Allah onu takdis etmiştir."

Muhammed b. İshak ile Vehb b. Münebbih dediler ki: Süleyman, Belkıs ile evlenmedi ona: Kendine bir koca seç dedi, o da: Benim gibi birisi -böy­le hükümdarlığı olmuş iken- başkasının nikahı altına girmez. Bu sefer ona: İslâmda nikahlanman kaçınılmaz bir şeydir, dedi. Bunun üzerine Hemdan hü­kümdarı Zu Tübba'ı seçti. O da Hemdan hükümdarını Belkıs ile evlendirdi ve Belkıs't Yemen'e geri gönderdi. Yemen cinlerinin emiri Zevbea'ya da Zu Tubba'a itaat etmesini emretti. Ona çok yüksek kaleler inşa etti. Süleyman (a.s) vefat edinceye kadar emirliği devam etti.

Bazıları da şöyle demiştir: Ne Süleyman'ın Belkıs ile evlendiği, ne de onu başkası ile evlendirdiği hususunda sahih herhangi bir haber varid olmuş de­ğildir.

Belkıs'ın babası es-Serh b. el-Hedahid b. Şerahil b. Eded b. Hadr b. es-Serh b. el-Hares b. Kays b. Sayfî b. Sebe' b. Yeşceb b. Ya'rub b. Kahtan b. Âbir b. Şâlih b. Erfahşed b. Sam b. Nuh'dur. Dedesi el-Hedhad şanı büyük bir hükümdar idi, hepsi de kral; kırk oğlu olmuştu. Bütün Yemen toprakla­rını eline geçirmişti. Babası es-Serh ise çevre hükümdarlarına şöyle derdi: Ara­nızda bana denk hiçbir kimse yoktur. O bakımdan onların kızları ile evlen­meyi kabul etmedi. Bundan dolayı Reyhane bintü's-Seken diye anılan cin­lerden bir kadın ile onu evlendirdiler. Bu kadından Belkame diye bir kızı ol­du ki; Belkıs budur. Bundan başka da bir çocuğu olmamıştır.

Ebu Hureyre dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Belkıs'ın ebevey­ninden birisi cinni idi."[104] Babası vefat ettiğinde kavmi ona karşı ikiye bölün­düler. O bakımdan başlarına birisini hükümdar olarak geçirdiler; o da çok kötü uygulamalarda bulundu. Nihayet yönetiminin altındakilerin kadınları ile hayasızca ilişkilere girdi. Belkıs bundan dolayı gayrete geldi ve kendisi i!e evlenmesini tekliF edince, onunla evlendi. Ona içki içirdi ve nihayet onun ka­fasını kesti, evinin kapısına kafasını astı, sonra da onu kendilerine kraliçe yap­tılar.

Ebubekre dedi ki: Peygamber (sav)'ın nezdinde Belkıs'den söz edildi. Bu­nun üzerine o: "Yönetim işlerinin başına bir kadını getiren bir toplum asla iflah olmaz." diye buyurdu[105]

Şöyle de denilmektedir: Belkıs'ın babasının cinlerden birisiyle evlenme­sinin sebebi şudur: Babası oldukça zorba ve yönetimi altındakilerin kadın­larına zorla el koyan azgın bir hükümdarın veziri idi. Vezir olarak da ken­disi çok kıskanç birisiydi, bundan dolayı hiç evlenmedi. Bir sefer yolda ta­nımadığı birisiyle arkadaşlık etti. Ona: Evli misin? diye sordu, o: Ebediyyen evlenmem dedi. Çünkü bizim ülkemizin hükümdarı kadınları kocalarından zorla âhyor. Arkadaşı kendisine: Şayet benim kızımla evlenecek olursan, ebe-diyyen onu senden alamaz. Babası: Hayır alır deyince, arkadaşı ona: Biz cin-ierden bir topluluğuz, asla bize güç yetiremez, dedi. Bunun üzerine arkada­şının kızi ile evlendi ve ona Belkıs'ı doğurdu. Daha sonra anne vefat etti. Bel­kıs da çölde bir köşk inşa etti, derken babası bir seferinde yanılarak kızının durumundan sözetti. Kızının bu haberi hükümdara ulaştırılınca, ona şöyle de­di: Ey filan kişi, benim kadınlara olan düşkünlüğümü bildiğin halde, senin de böyle güzel bir kızın varken onu bana getirmiyorsun olur rnu? Sonra hapsedilmesini emretti. Belkıs ona: Ben senin emrindeyim diye haber gönder­di. Kral sarayına gitmek üzere hazırlıklarını yaptı. Beraberindekilerle birlik­te içeri girmek isteyince, ona yüzleri güneş parçası gibi olan cin kızlarından cariyeleri çıkarıp gönderdi ve kendisine şöyle dediler: Utanmıyor musun? Bi­zim hanımefendimiz sana şöyle diyor; Bu erkekler seninle birlikte iken sen hanımının yanına mı gireceksin? Kral beraberindekilere gitmeleri için izin ver­di ve tek başına saraya girdi. Belkts üzerine kapıyı kapattı ve ayakkabılarla vurarak öldürdü. Sonra başını kopartıp askerlerin arasına başını attı. Ontar da Belkıs'ı başlarına kraliçe seçtiler. Hüdhüd onun durumunu Süleyman (a.s)'a bildirinceye kadar bu hali üzere devam etti.

Bu da şöyle olmuştu: Süleyman (a.s) bir yerde konakladığı bir sırada hüdhüd: Süleyman konaklamak ile meşguldür deyip, semaya doğru yüksel­di. Dünyanın enini boyunu gürdü, dünyanın sağını solunu gördü. Belkıs'ın bir bahçesinde bir hüdhüd gördü. O hüdhüdün adı Ufeyr idi. Yemen'in Ufeyr adındaki hüdhüdü, Süleyman'ın Ya'fur adındaki hüdhüdüne: Nereden geldin? nereye gitmek istiyorsun? diye sordu. O da: Ben Şam'dan benim sa­hibim üâvûd oğlu Süleyman ile birlikte geldim. UFeyr: Süleyman da kim? di­ye sorunca, Ya'fur: O cinlerin, insanların, şeytanların, kuşların, yabani hay­vanların, rüzgarın, sema ile arz arasındaki herbir şeyin hükümdarıdır. Peki sen nerelisin? deyince, Ufeyr şöyle dedi: Ben de bu ülkedenim, bu ülkeye Belkıs adındaki bir kadın hükümdar oldu. Onun emri altında onikibin hükümdar var­dır. Herbir hükümdarın emri altında da kadın ve çocuklar dışında yüzbin sa­vaşçı bulunmaktadır. Onunla beraber gidip, Belkıs'a ve onun krallığına bak­tı, sonra ikindi vakti Süleyman (a.s)'ın yanına döndü. Süleyman (a.s) namaz vaktinde onu aramış fakat bulamamıştı. Bulundukları yerde de su yoktu. Bir rivayete göre İbn Abbas: Üzerine bir parça güneş düşmüştü. Kuşlardan sorum­lu vezire: Burası kimin yeridir? diye sorunca, vezir: Ey Allah'ın peygamberi bu hüdhüdün yeridir dedi. Süleyman (a.s): Nereye gitti? diye sordu, vezir: Allah hükümdarımızın işlerini yoluna koysun bilemiyorum, dedi. Süleyman kızıp: "Ben onu elbette şiddetli bir azab ile azablandırırım..."(Nemi, 27/21) dedi.

Daha sonra kuşların efendisi en kararlısı ve en güçlüsü olan kartalı çağır­dı. Kartal ona: Ey Allah'ın peygamberi emrin nedir? diye sordu. O da: Derhal bana hüdhüdü getir, dedi. Kartal semaya doğru yükseldi, dünyaya sizden her­hangi birinizin önündeki tepsi gibi baktı. Hüdhüdün Yemen tarafından gel­mekte olduğunu gördü. Ona doğru indi ve pençesiyle onu yakaladı. Hüdhüd ona dedi ki: Sana beni ele geçirebilecek güç ve kudreti veren Allah adı için and veriyorum ki bana merhamet eyle. Kartal ona vay başına geleceklere anan seni kaybedesice dedi. Çünkü Allah'ın peygamberi Süleyman mutlaka seni azaplandıracak ya da kesecek diye yemin etti. Sonra hüdhüdü alıp gitti. Akbabalar ve diğer kuş askerleri onu karşıladı, vay başına geleceklere dediler. Allah'ın peygamberi seni tehdid etti. Hiidhüd: Benim değerim ne, ben neyim ki, hiç yemininde istisna yapmadı mı? diye sordu. Evet dediler çünkü o: "Ya da bana apaçık bir delil getirir" (Nemi, 27/21) dedt. Sonra Süleyman (a.s)'ın huzuruna girdi, başını kaldırıp kanatlarını ve kuyruğunu Süleyman (a.s)'ın önünde alçak gönüllülük göstererek yere doğru gevşetti. Süleyman ona: Hizmetini ve yerini bırakıp nereye gittin? Ben seni ya çetin bir şekilde azap-landıracak ya da keseceğim dedi. Hüdhüd ona: Ey Allah'ın peygamberi sen Allah'ın huzurundaki duruşunu, benim senin huzurundaki şu duruşum ile bir karşılaştır. Bu sefer Süleyman'ın tüyleri diken diken oldu, titredi ve onu af­fetti.

İkrime dedi ki: Yüce Allah, Süleyman'ın, hüdhüdü kesmesine mani oldu, çünkü o anne babasına iyilikle davranan birisi idi. Onlara yemek taşır ve on­ları beslerdi. Daha sonra Süleyman ona şöyle dedi: Gecikmene sebeb nedir? Hüdhüd ona yüce Allah'ın bize haber verdiği şekilde Belkıs'dan, tahtından ve kavminden -az önce geçtiği üzere- sozetti.

et-Maverdî dedi ki; Belkıs'ın annesinin cinlerden olduğu görüşü cinslerin farklılığı, tabiatların ayrılığı, her iki varlık türünün hislerinin birbirine ben­zememesi dolayısı ile akıl tarafından kabul edilemez. Çünkü Âdemoğullan cismanidir, cinler ise ruhanidir. Yüce Allah Âdemoğullarını ses veren kuru­muş çamurdan yarattı, cinleri ise dumansız ateş alevinden yarattı. Böyle bir farklılık varken, bunların birbirleriyle imtizacı mümkün değildir Bu ayrılık­larla birlikte bunlardan ortak bir nesil çıkması imkansız bir şeydir.

Derim ki: Bu hususta açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Ancak bu hususta gelmiş olan haber ile birlikte akıl böyle bir şeyi imkansız görme­mektedir. Eğer hilkatin aslına bakılacak olursa, önceden de açıklandığı gi­bi hilkatin aslı sudur. Böyle bir şey de uzak bir ihtimal görülemez, doğrusu­nu en İyi bilen Allah'tır. Kur'ân-ı Kerim'de ise daha önceden de geçtiği gi­bi: 'Mallarına, evlatlarına ortak ol" (el-İsra, 17/64) diye buyurulmuştur. İle­ride geleceği üzere de er-Rahman Sûresi'nde de: "O ikisinde de bunlardan evvel ne bir insanın, ne de bir cinnin asla dokunmadığı... eşler vardır" (er-Rahman, 55/56) diye buyurmaktadır.

"Rabbiın ben nefsime" İbn Şecere'nin dediğine göre şirk üzere bulunmak­tan dolayı "zulmettim." Süfyan da şöyle demiştir: Süleyman hakkında sahib olduğum zanlarla zulmettim. Çünkü ona büyükçe salondan geçip gelmesi­ni emredince o burayı büyük bir su zannetmiş, Süleyman'ın da kendisinin o suda boğulmasını istediği kanaatine kapılmıştı. Bunun sırçadan son derece güzel düzeltilmiş bir köşk olduğunu anlayınca, bu zan sebebiyle kendisine zulmetmiş olduğunu anladı.

Burada; nin hemzesinin meksur gelmesi "dedi ki"den sonra başa gel­miş olmasından dolayıdır. Araplar arasından bunu üstün okuyarak "demek" fiilinin onda amel etmesini sağlayanlar da vardır.

"Ve Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum,"

Bu buyruktaki; "Birlikte, beraber" lafzı sakin okunacak olursa, o tak­dirde belli bir mana için getirilmiş bir harftir ve bu hususta nahivciler arasın­da görüş ayrılığı yoktur. Şayet üstün okunacak olursa, bu hususta iki görüş vardır. Birincisine göre bu zarf anlamında bir İsimdir, diğerine göre bu fet-ha üzere mebni cer harfidir. Bu açıklamayı da en-Nehhas yapmıştır. [106]

 

45.Andolsun ki SemÛd'a kardeşleri Salih'i: "Allah'a ibadet edin" di­ye gönderdik. Bunlar İki fırka olup birbirleriyle çekişmeye başlayiverdiler.

46.Dedi ki: "Kavmim, iyilikten önce ne diye kötülüğün çabucak gel­mesini istersiniz? Allah'tan mağfiret dilemelisiniz değil mi? Belki size merhamet olunur."

47.Dediler ki: "Sen ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz." De­di ki: "Sizin uğursuzluğunuz Allah nezdindedir. Esasen siz de­nenen bir kavimsiniz."

 

Allah’ın: Andolsun ki Semttd'a kardeşleri Salih'i: 'Allah'a İbadet edin' diye gönderdik" buyruğunun anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Bunlar iki fırka olup birbirleri île çekişmeye başlayiverdiler." Müca-hid dedi ki: Yani bir kesimi mü'min, bir kesimi kâfir oldu. Aralarındaki tar­tışma ise şanı yüce Allah'ın: "Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderil­miş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz... inkâr edenleriz, dediler" (el-A'raf, 7/75-7Ğ) buyruğunda bize açıkladıklarıdır.

Bir diğer görüşe göre, birbirleriyle tartışmaları herbir kesimin: Hak üze­re olanlar siz değil, bizleriz demeleridir.

"Dedi ki: Kavmim, iyilikten önce ne diye kötülüğün çabucak gelmesi­ni istersiniz?" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid şöyle demektedir: Ne diye rahmetten önce azabı istersiniz? Yani: Sizler, sizin sevap ve mükâfat alma­nızı gerektirecek imanı ne diye erteliyor, ceza görmenizi gerektiren küfrü ön­den gönderiyorsunuz? Çünkü kâfirler inkârlannın aşırılığı sebebiyle; Bize aza­bı getir diyorlardı.

Şöyle de açıklanmıştın Ne diye kendisi sebebiyle ceza görmeyi hakede-ceğiniz işler yapıyorsunuz? Yoksa onlar azabın acele gelmesini istemiş de­ğillerdi.

"Allah'tan mağfiret dilemelisiniz değil mi?" Yani ne diye şirki bırakıp, Allah'a tevbe ederek geri dönmüyorsunuz?

"Belki size merhamet olunur." Belki ilahi merhamete nail olursunuz. Bu­na dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Dediler ki: Sen ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz." Yani biz sizin uğursuzluk getirdiğinizi kabul ediyoruz. Uğursuzluk inancına sahip ol­mak kadar, insanın sağlam görüşüne zarar veren ve alması gereken tedbir­leri bozan hiçbir şey yoktur. İneğin böğürmesi yahut karganın ötmesinin bir kazayı önleyeceğini yahutta takdir edilmiş bir şeyi defedeceğini zanneden bir kimse; elbetteki cahillik eder. Şair de şöyle demiştir:

"Zamanın uğursuzluğu hiçbir takdiri geri çevirmez, O bakımdan sen zamanı mazur gör, sakın onu kınama. Musibetler her gün inip dururken, O günün mutlu gün olma özelliğini kazandıran nedir? Mutluluğun ve bedbahtlığın olmadığı hiçbir gün yoktur. Bunlar bir kavimden, bir kavime giderler."

Araplar insanlar arasında uğursuzluğa en düşkün kimselerdi. O bakımdan bir yolculuğa çıkmak istediklerinde bir kuşu ürkütürlerdi. Bu kuş sağa doğ­ru uçarsa yollarına koyulur ve bunu uğur kabul ederlerdi, sola doğru uçar­sa geri dönerler ve yolculuğa çıkmayı uğursuzluk kabul ederlerdi. Peygam­ber (sav) şöyle buyurdu: "Siz kuşları yuvalarında bırakınız, oradan rahatsız etmeyiniz."[107] Nitekim buna dair açıklamalar daha önce el-Maide Sûresi'nde (5/3- âyet, 19. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Dedi ki: Sizin uğursuzluğunuz" yani başınıza gelen musibetleriniz "Al­lah nezdlndedlr. Esasen siz denenen" sınanan "bir kavimsiniz." Günahla­rınız dolayısıyla azaplandınlan bir kavimsiniz, diye de açıklanmıştır. [108]

 

48. O şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, fakat ıslâh etmeyen dokuz kişi vardı.

49. Onlar kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki; "Ona ve aile halkına gece baskın yapalım, sonra da velisine: 'Biz aile halkının helak edildikleri yere bile tanık olmadık. Biz ger­çekten doğru söyleyenlerdeniz' diyelim."

 

Yüce Allah'ın: "O şehirde" yani Salih (a.s)'ın şehri olan el-Hicr'de "yer­yüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi Tardı." On­ların soylularının oğullarından dokuz adam vardı. ed-Dahhak dedi ki: Bu do­kuz kişi o şehrin büyükleri idi. Bunlar hem yeryüzünde bozgunculuk çıkar­tıyor, hem bozgunculuğu emrediyorlardı. Pek büyükçe bir kayanın yakının­da oturmuşlardı, yüce Allah o kayayı üzerlerine devirdi,

Ata b. Ebi Rebah dedi ki: Bana ulaştığına göre bunlar dinar ve dirhemle­rin kenarlarını kesiyorlardı. Bu da yeryüzünde fesad çıkartmak kabilinden-dir. Said b. el-Müseyyeb de böyle demiştir.

Bir diğer açıklamaya göre onların bozgunculukları şu idi: Onlar insanla­rın kusurlarını araştırıyor ve bu kusurlarını yayılmasın diye setretmiyorlardı. Bunun dışında başka şeyler de söylenmiştir. Âyet-i kerimeden anlaşılması ge­reken ed-Dahhak ve diğerlerinin söyledikleridir. Bunlar kavimlerinin en İleri gelenleri, servetleri en çok ve en varlıklı kimseleri idiler. Ayrıca bunlar hem küfre sapmış, hem de çokça masiyet işleyen kimselerdi. Onlar genel­likle fesad çıkartırlar ve hiç de düzeltmezlerdi.

Topluluk ismidir. Sanki bu dokuz kişi, herbirisinin arkasından bir topluluk gelen ileri gelen kimseler gibi idiler. (Bu bakımdan bu çoğul isim­le adlandırılmışlardır). Bunun çoğulu da; ileşekillerinde ge­lir. Şair şöyle demiştir:

"Rahtlarmı (silahlarını) koyup da dinlendikleri, O savaş ne kötüdür!"

Burada sözü edilen kimseler dişi deveyi kesen Kudar'in arkadaşları idi­ler. Bunu İbn Atiyye zikretmiştir.

Derim ki: Bu dokuz kişinin isimleri hususunda farklı görüşler vardır, el-öaznevi dedi ki: Bunların isimleri şöyledir: Kudar b. Salif, Misda', Eşlem, Des-mâ, Züheym, Za'mâ, Zuaym, Kattal ve Saddâk.

İbn İshak dedi ki: Bunların başı Kudar b, Salif île Misda' b. Mehra' idi, bun­ların arkasından da yedi kişi gelirdi ki, bunlar da Bel' b. Meylâ, Duayr b. Ğunm, Züâb b. Mehrec ile isimleri bilinmeyen dört kişi daha vardı.

ez-Zemahşerî, Vehb b. Münebbih'den naklen onların isimlerini şöylece zik­retmektedir: el-Hüzeyl b. Abdi Rabb, Gunm b. Gunn, Riyâb b. Mehrec, Mis­da' b. Mehrec, Umeyr b. Kerdube, Âsim b. Mahreme, Sübeyt b. Sadaka, Sem'an b. Safî, Kudar b. Salif. Dişi devenin öldürülmesi için çalışanlar da bun­lardı. Bunlar Salih kavminin azgınları idiler. Bunlar kavmin en soylularının üğullanndandılar.

es-Süheylî dedi ki: en-Nekkaş yeryüzünde bozgunculuk çıkartıp ıslah et­meyen dokuz kişiyi zikretmiş ve onların isimlerini tek tek saymıştır. Ancak bunun bir rivayet ile tesbiti söz konusu değildir. Şu kadar var ki ben bu isim­leri içtihad ve tahmine binaen kaydediyorum. Şu kadar var ki bizler Muham-med b. Habib'in kitabında bulduğumuz şekilde bu isimleri veriyoruz. Bun­lar: Misda' b. Dehr -ki Dehm de denilir-, Kudar b. Salif, Hureym, Savab, Ri-yab, Dabb, Da'ma, Herma, Duayn b. Umeyr'dir.

Derim ki; el-Maverdî, İbn Abbas'tan rivayetle onların isimlerini şöylece zik­retmektedir: Bunlar Da'ma, Duayn, Herma, Hureym, Dâbb, Savab, Riyab, Mis-tah ve Kudar idiler. Şam topraklarında bir yer olan Hicr diyarındaydılar.

"Onlar kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki; Ona ve aile halkına gece baskın yapalım." Buradaki "Kendi aralarında...

yemin ederek'in müstakbel bir fiil olması mümkündür. O zaman bu bir emir olur, yani biri diğerine yemin ediniz, dedi. Bununla birlikte hal manasında mazi bir fiil de olabilir. Sanki: Onlar Allah adına kendi aralarında yemin ede­rek dediler ki... denilmiş gibi olur. Bu yorumun delili ise Abdullah (b. Mes'ud)'ın şu şekildeki kıraatidir: "Bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı, onlar kendi ara-' arında Allah adına yemin ettiler." Onun bu kıraatinde "dediler ki" lafzı bulunmamaktadır.

"Ona ve aile halkına gece baskın yapalım, sonra da velisine... diyelim" buyrukları genel olarak her ikisinde de "nûn" (cem-V mütekellim) ile okunmuştur. Ebu Hatim de bunu tercih etmiştir. Hamza ve el-Kisaî ise her iki fiili "te" ile, "te" ve "lam" harfini hitab olmak üzere ötreli okumuşlardır. Yani onlar kendi aralarında böylece birbirlerine hitab etti­ler. Bunu da Ebu Ubeyd tercih etmiştir.

Mücahid ile Humeyd her iki fiili "ya" ile okumuşlar, "ya" ve "lam" harf­lerini de haber vermek üzere ötreli okumuşlardır.[109]

"Velisine" lafzının anlamı Salih'in kanını taleb etmek velayetine sahip ya­kınları, akrabaları demektir.

"Biz aile halkının helak edildikleri yere bile tanık olmadık." Orada bu­lunmadık, onu, aile halkını kimin öldürdüğünü bilmiyoruz.

"Biz gerçekten" onun öldürülmesi hakkında bilgi sahibi olmadığımız hususunda "doğru söyleyenleriz."

"Helak edilme yeri" anlamındaki lafız "mim" harfi üstün değil de ötreli ola­rak da; şeklinde okunmuştur ki, bu helak etme, edilme anlamında­dır. Yer anlamına gelmesi de mümkündür. Asım ve es-Sülerm de, helak ol­mak anlamında "mim" ile "lam" harfini üstün olarak okumuşlardır. Mesela; "Vurdu, vurur, vurmak" denilir. el-Mufaddal ile Ebubekİr İse mim harfini üstün, "lam" harfini de esreli okumuşlardır. O takdirde bu "oturma yeri" demek olan "meclis" gibi, mekan ismi olur. Mastar olması da mümkündür. Bu da yüce Allah'ın:Dönüşünüz ancak O'nadır" (Yunus, 10/4) buyruğunda mastar anlamında olduğu gibi.[110]

 

50. Onlar tuzak kurdular. Biz de -onlar farketmeksizin- bir tuzak kur­duk.

51. Tuzaklarının akıbeti nasıl oldu, bîr bak! Çünkü Biz onları da, ka­vimlerini de hep birlikte helak ettik.

52. İşte zulümleri sebebi ile onların bomboş ve harab olmuş evle­ri... Artık bunda bilen bir topluluk için bir âyet vardır.

53. İman edenleri ve sakınmakta olanları da kurtardık.

 

"Onlar tuzak kurdular. Biz de -onlar farketmeksizin- bir tuzak kur­duk" buyruğunda sözü edilen onların tuzakları, rivayette nakledildiğine gö­re devenin öldürülmesinden sonraki ilk üç günde, Salih (a.s) kendilerine aza­bın gelmekte olduğunu haber vermiş idi. Bunlar da geceleyin Salih (a.s)'ın evi-ne gidip onu ve ona yakın akrabalarını öldürmek üzere ittifak etmiş ve ahidleşmişlerdi. Kendi aralarında şöyle demişlerdi: Eğer bize yaptığı tehditte ya­lan söylüyor ise, biz ona hakeetiği işi yapmış olacağız. Şayet bize doğru söy­lemiş ise o zaman da bizden önce onu öldürmüş olacağız ve böylelikle yü­reğimize su serpmiş olacağız. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır.

İbn Abbas da dedi ki: Yüce Allah o gece melekleri gönderdi. Salih'in evi meleklerle doldu. Bu dokuz kişi kılıçlarını kınlarından sıyırmış olarak Salih'in evine geldiler. Melekler onlara attıkları taşlarla onlan öldürdüler. Bu dokuz kişi taşları görüyor ancak taşlan kimin attığını göremiyorlardı.

Katâde dedi ki: Bunlar çabucak ve hızlıca Salih'e gitmek üzere yola ko­yuldular. Elinde bir kaya parçası bulunan bir melek onlara musallat kılındı ve bu melek onları öldürdü.

es-Süddî dedi ki: Bunlar bir uçurum kenarında oturmuşlardı. Bu uçurum onların altında yıkılıp gitti, yüce Allah da onları o uçurumun altında bıraka­rak helak etti. Denildiğine göre onlar Salih'in evine yakın bir mağarada sak­lanmışlardı. Bir kaya parçası gelip, onların üzerine yıkıldı ve hepsini öldür­dü. İşte onların tuzakları bu idi. Şanı yüce Allah'ın tuzağı ise buna karşılık onları cezalandırmasıdır.

"Tuzaklarının akıbeti nasıl oldu, bir bak! Çünkü Biz onları da kavim­lerini de hep birlikte helak ettik." Yani Biz onları kendilerini helak eden çığlıkla helak ettik. Şöyle denilmiştir: Hepsinin helak edilmesi, Cebrail'in çığ­lığı ile olmuştu. Ancak daha kuvvetli görülen, bu dokuz kişinin ayrı bir azab ile helak edildikleridir. Daha sonra ise diğerleri çığlıkla gelen helak ile helak oldular.

el-A'meş, el-Hasen, İbn Ebi İshak, Âsim, Hamza ve el-Kisaî "Çünkü Bİz"in hemzesini üstün ile okurlardı. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu görüşe göre

"Tuzaklarının akıbeti..." üzerinde vakıf güzel olmaz, çünkü; "Çünkü Biz onları... helak ettik" anlamındaki buyruk; "Oldu" lafzı­nın haberidir. Bununla birlikte "akıbefe tabi kılmak suretiyle, ref mahallin­de kabui etmek de caiz olur. el-Ferrâ'nın görüşüne göre nasb mahallinde, el-Kisaî'nin görüşüne göre de cer mahallinde kabul etmek mümkündür ki, bu da: "Çünkü Biz onları... helak ettik" anlamlarında olur.

Ayrıca bunu;"Nasıl"ın mahallen i'rabına tabi kabul ederek nasb ma­hallinde de kabul etmemiz mümkündür. İşte bu görüşlere göre "tuzaklarının" anlamındaki lafız üzerinde vakıf güzel olmaz.

İbn Kesir, Nafî ve Ebıı Amr ise; "Şüphesiz Biz onları helak et­tik" şeklinde yeni bir başlangıç olarak hemzeyi esreli okumuşlardır. Bu okuyuşa göre "tuzakları" anlamındaki kelime üzerinde vakıf güzel olur.

en-Nehhas dedi ki: "Akıbeti" kelimesini "Oldu" lafzının ha­beri olarak nasbetmek caizdir. Bu durumda; "Muhakkak Biz" de ismi oia-rak ref mahallinde olur. Bununla birlikte akıbeti açıklamak üzere mübteda takdiri ile ref mahallinde de olabilir. Bu durumda ifadenin takdiri şudur: O akıbet şu ki: Biz onları helak ettik. Ebu Hatim dedi ki: Ubeyy'in kıraatinde üstün ile okunacağını doğrular mahiyette; "Bizim onları helak et-memiz(e bak)!" şeklindedir.

"İşte zulümleri sebebi İle onların bomboş ve harab olmuş evleri" buy-ruğundaki; "Bomboş ve harab olmuş" lafzı genel olarak el-Ferrâ ve en-Nehhas'a göre hal olmak üzere nasb ile okunmuştur. Yani oraları ahali­si boşalmış, sakinleri bulunmayan harabe haldedir.

el-Kisaî ve Ebu Ubeyde bunun nasb ile okunması kat' manasınadır tak­diri de; "İşte bomboş ve ıpıssız evleri" şeklindedir. Bura­da "elif ve "lam"ı kaldırılınca (yani sıfat yapılmayınca), hal olarak nasbedil-miştir. Yüce Allah'ın: "Din de daima ve yalnız O'nadır." (en-Nahl, 16/52) buyruğunda olduğu gibi.

İsa b. Ömer, Nasr b. Âsim ve el-Cahderî ise; "İşte"nin haberi ve; "Evleri" de "işte"den bedel olmak üzere "bomboş ve harab olmuş" anlamındaki lafzı ref ile okumuşlardır. "Evleri"nin atf-ı beyan, "bomboş"un ise "işte"den haber olması da mümkündür. Diğer taraftan "bomboş" lafzının mahzuf bir mübtedanın haberi olarak ref ile gelmesi de mümkündür. Yani onlar bomboştur, ya da "evleri"nden bedel olabilir. Çünkü nekre marifeden bedel yapılabilir.

"Artık bunda bilen bir topluluk için bir âyet vardır." Salih'e "iman eden­leri ve" Allah'tan korkup azabından çekinen "sakınmakta olanları da kur­tardık."

Denildiğine göre Salih'e yaklaşık dörtbin kişi iman etti. Diğerlerinin ise -Mukatil ve başkalarının dediklerine göre- bedenlerinde nohut tanesi büyük­lüğünde kabarcıklar oluştu. Birinci gün bu kabarcık kırmızı idi, ertesi gün sa­rardı, üçüncü gün karardı. Deveyi ise çarşamba günü öldürmüşlerdi, onlar da pazar günü helak oldular. Mukatil dedi ki: Bu kabarcıklar patladı, bu es­nada da Cebrail onların üzerine çığlığını kopardı ve hepsi de cansız yere se­rildiler. Bu da kuşluk vaktinde olmuştu.

Salih iman edenlerle beraber Hadramevt'e gitti. Oraya girdiğinde vefat et­ti. Bundan dolayı buraya "Hadramevt" adı verildi.

ed-Dahhak dedi ki: -daha sonra bu dörtbin kişi daha önce Ashab-ı Ress kıssasında açıklandığı üzere- Hâdûrâ denilen bir şehir inşa ettiler. [111]

 

54. Lût'u da (peygamber gönderdik). Hani o kavmine demişti ki: "Siz bu fuhşu bile bile mi işlersiniz?"

55.  "Siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yaklaşırsınız? Doğrusu siz cahillik eden bir kavimsiniz."

56. Kavminin cevabi: "Lût(u ve) ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik taslar kimselerdir" demelerinden başka bir şey olmadı.

57. Biz de onu ve ailesini kurtardık, karısı müstesna. Onun kalan­lardan olmasını takdir etmiştik.

58. Biz üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Korkutulanların yağmu­ru ne kötüdür!

 

"Lût'u da" yani onu da peygamber gönderdik, yahut Lût'u da an, demek­tir. "Hani o kavmine" ki onlar Sedumlulardır, "Demişti kls Siz bu fuhşu" bu son derece çirkin fiili "bile bile mi İşlersiniz?" Bunun hayasızlık olduğunu bilerek mi yaparsınız? Bu ise onların günahlarının daha da büyük olmasını gerektiriyordu. Şöyle de açıklanmıştır: Sizler bu işi yapanlara bakıp durur­ken; birbirinizle ilişki mi kurarsınız? Onlar daha bir azgınlık olsun diye bu işi yaparken örtünmezlerdi. "Siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yaklaşırsınız?" Bu işin aşın derecedeki çirkin ve kötülüğü dolayısıyla tek­rar onu söz konusu etmektedir.

"Doğrusu siz cahillik eden bir kavimsiniz." Ya bunun haram olduğunu bilmiyorsunuz yahutta bunun cezasını bilmiyorsunuz. el-Halil ile Sibeveyh: "Siz... mi" de ikinci hemzeyi tahfif ile okumayı tercih etmişlerdir. An­cak bunun bütün okuma şekillerine göre elif ile yazılması gerekir. Çünkü bu, hemzelerden birisi, başına istifham hemzesi gelmiş ibtida hemzesidir.

"Kavminin cevabı: Lût(u ve) ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik taslar kimselerdir' demelerinden başka bir şey olmadı" buy­ruğunda kastedilen "temizlik" onların erkeklere arka yoldan yaklaşmaktan uzak durmalarıdır. Onlar bu sözleri ile Lût ve ailesi ile alay ediyorlardı. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

Katâde de dedi ki: Allah'a yemin ederim onlar, hiç de ayıp olmayan bir şey ile kötü amellerden temizlenmek istemekle ayıplamışlardı.

"Biz de onu ve ailesini kurtardık, karısı müstesna. Onun kalanlardan olmasını takdir etmiştik" buyruğundaki; " Onun... takdir etmiştik" buyruğunu Asım şeddesiz olarak; diye okumuştur ki, mana aynıdır. Ni­tekim, bir şeyi takdir ettim, anlamında; da, da denilir.

"Biz üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Korkutulanların" yani korkutu­lup da bu korkutup uyarmayı kabul etmeyenlerin "yağmuru ne kötüdür!" Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi (7/84. âyetin tefsiri) ile Hud Sûresi (11/82. âyetin tefsiri)nde geçmiş bulunmaktadır. [112]

 

59. "Allah'a hamdolsun, seçtiği kullarına da selam olsun" de. "Al­lah mı hayırlıdır, yoksa koştukları ortaklar mı?"

60. Göklerle yeri yaratan ve sizin için gökten bir su indiren mi? Onunla göz alıcı bahçeler bitirdik. Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz. Allah İle birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onlar sapan bir topluluktur.

61. Yoksa yeri barınılabilir halde yaratan, aralarında akar sular var eden, orada sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasında engel kı­lan mı? Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onların çoğu bil­mezler.

 

"Allah'a hamdolsun seçtiği kullarına da selâm olsun, de." el-Ferra de­di ki: Meâni âlimleri dediler ki: Lût'a: helak edildikleri için "Allah'a hamdol­sun de" denildi. Ancak bu hususta ilim adamlarından bir topluluk el-Ferrâ'ya muhalefet ederek şöyle demişlerdir: Bu Peygamberimiz Muhammed (sav)'a bir hitaptır, yani geçmişteki kâfir ümmetlerin helak edilişi dolayısıyla Allah'a hamdolsun, de,

en-Nehhas dedi ki: Bu daha uygundur. Çünkü Kur'ân Muhammed (sav)'a indirilmiştir. Bu Kur'ân'da ne varsa o da onunla muhatabtır. Bundan sade­ce ancak başkasına hitab olduğu takdirde anlannı sahih olabilen buyruklar müstesnadır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Ey Muhammed: "Allah'a hamdol­sun, seçtiği kullarına da selam olsun, de." Burada da onun ümmeti kaste­dilmektedir. el-Kelbî dedi ki; Allah onların kendisini tanımaları ve kendisi­ne itaat etmeleri suretiyle onları seçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas ve Süfyan dedi ki; Bunlar Muhammed (sav)'ın ashabıdırlar.

Şöyle de denilmiştir: Rasûlullah (sav) yüce Allah'ın vahdaniyetine, herşe-ye kadir olduğuna, hikmetine dair apaçık belgeleri ortaya koyan bu âyet i kerimeleri okumakla, buna yüce Allah'a hamd u sena ile peygamberlere ve kul­ları arasından seçilmiş olanlara da selam getirmekle başlamakla emrolundu. Ayrıca bu buyruklarda güzel bir hususun öğretilmesi, güzel bir edebin bil­dirilmesi, bu iki zikirin bereketinden, hayrından istifade etmenin teşvik edilmesi, dinleyenlere yapılan hitablan kabul edip, söylenenlere kulak ver­meleri için bu iki hususun taşıdıkları önemin ortaya çıkarılması, söylenecek sözlerin kulak veren kimsenin dinlemek istediği sözler seviyesine getirilme­si açısından taşıdıkları önem de ortaya konulmaktadır.

İşte bu edebi İlim adamları, hatibler ve vaizler biri diğerinden miras ola­rak devralagelmişlerdir. Onlar yüce Allah'a hamd, Rasûlüne de salat ve se­lamı faydalı herbir bilginin başında zikrettiler. Herbir vaazın öncesinde ve her-bir hutbenin başlangıcında bunu dile getirdiler. Mektub yazıcıları da bu hu­susta onlara tabi olarak fetihler, tebrik ve kutlamalar ve buna benzer önem­li olaylar dolayısıyla yazdıkları mektublarının başına bunları yazdılar.

"Seçtiği kullar"  risaleti için beğenip seçtiği kimseler demektir. Bunlar da peygamberlerdir. Hepsine salat ve selam olsun. Bunun da delili yüce Al­lah'ın: "Gönderilmişpeygamberlere selâm olsun." (es-Sâffât, 37/181) buyruğudur.

"Allah mı hayırlıdır" buyruğunu Ebu Hatim; şeklinde iki hemze ile okumayı caiz kabul etmektedir. en-Nehhas der ki: Bu husus­ta ona tabi olan kimse olduğunu bilmiyoruz. Çünkü buradaki medin geliş se­bebi, istifham ile haber arasındaki farkı ortaya koymaktır. Buradaki elif tev­kif elifi diye bilinir. "Hayırlıdır" da burada, "daha faziletlidir" anlamında de­ğildir. Bu şairin şu beyitinde kullandığı manadadır.

"Onu hicvetmek haddine mi düştü, sen ona denk olmadığın halde, İkinizin kötü olanı kimse, hayırlı olanınıza feda olsun."

Yani sizin ikinizden şerli olan kimse, hayırlı olan kimseye feda olsun. Bu­rada "Filan kişi, filandan daha şerlidir" sözündeki anlamda olması caiz olamaz, bu ifadeye göre her ikisinde de şer vardır, demektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Anlam şudur; Hayır bunda mıdır? Yoksa sizin ibadette ortak koştuğunuzda mıdır? Sibeveyh de; "Sen mutluluğu mu daha çok seversin, yoksa bedbahtlığı mı?" şeklinde bir ifadenin, -muhatabın-mutluluğu daha çok sevdiğini bilmekle birlikte- kullanıldığını da nakletmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Burada "hayırlıdır" ifadesi asıl kipi olan tafdil an­lamındadır. Yani Allah mı hayırlıdır? Yoksa sizin ortak koştuklarınız mı? Bu da şu demektir; Onun sevabı mı hayırlıdır? Yoksa ortak koşmanızın cezası mı hayırlıdır? Şöyle de açıklanmıştır: Onlara bunu söylemesinin sebebi ken­dilerinin putlara ibadet edişlerinde bir hayır bulunduğuna inanmış olmala­rıdır. Yüce Allah, böylelikle onların inançlarını doğru farz ederek onlara hi-tab etmiştir.

Buradaki ifadenin soru, manasının da haber vermek anlamında olduğu da söylenmiştir.

Ebu Amr, Âsim ve Ya'kub; "Ortak koştukları" şeklinde haber ola­rak "ya" ile okumuşlardır. Diğerleri ise muhatab kipi olarak "te" ile ("koştuk­larınız" anlamında) okumuşlardır. Ebu Ubeyd'le Ebu Hatîm'in tercih ettiği bu­dur. Peygamber (sav) bu âyeti okuyunca: "Hayır, Al­lah en hayırlıdır, bakidir, en yücedir ve en kerim olandır" derdi.

"Göklerle yeri yaratan... mı?" Ebu Hatim dedi ki: İfadenin takdiri şöyle­dir: Sizin ilahlarınız mı hayırlıdır? Yoksa göklerle yeri yaracan mı? Bu da az ün­ce geçmiş bulunmaktadır. Bu da; onları yaratmaya kadir otan anlamındadır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştin Tapındığınız putlara ibadet mi hayır­lıdır? Yoksa gökleri ve yeri yaratana ibadet mi? Bu da mana itibariyle az ön­cekinin kapsamı İçerisindedir. Böyle bir soruda onları azarlama manası ile yü­ce Allah'ın kudretine, ilâhlarının da acizliklerine dikkat çekme anlamı vardır.

"Onunla göz alıcı bahçeler bitirdik." Burada "bahçe; el-hadika" etrafı du­var ile çevrilmiş olana denilir, "Göz alıcı" görünüşü güzel anlamın­dadır.

el-Ferrâ dedi ki: Hadika, duvar ile etrafı çevrilmiş ve başkalarına karşı ko­runmuş bahçe demektir. Eğer etrafında duvar yoksa ona bustan denilir, bu­na hadika adı verilmez. Kata de ve İkrime dedi ki; "Bahçeler" göz alıcı hur ma ağaçlarıdır. Göz alıcı ise süs ve güzel demektir. Onu görenin gözlerini ka­maştırır.

"Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz." Bu buyrukta­ki: nefy içindir. Bu, siz böyle bir işi yapamazsınız, buna imkanınız yok­tur, demektir. Yani insanların bunun ağaçlarını bitirebilme imkanları, güç ve kudretleri yoktur. Zira insanlar da tıpkı o ağaçlar gibi acizdirler. Zira ağaç­ların bitirilmesi bir şeyin yokluktan varlığa çıkartılması demektir. [113]

 

Suret Yapmanın Hükmü:

 

Derim ki: Bu buyruktan İster canlı olsun, ister olmasın herhangi bir şeyin suretini yapmanın yasaklığına delil gösterilebilir. Bu da Mücahid'in görüşüdür. Bunu da Peygamber (sav)'ın şu buyruğu desteklemektedir: "Aziz ve ce-lil olan Allah buyurdu ki: Benim yarattığım gibi yaratmaya kalkışan kimse­den daha zalim kim olabilir? Haydi bir zerre yahut bir tane ya da bir arpa ya-ratsınİar."[114] Bunu Müslim, Sahih'inde, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir. Ebu Hureyre dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledimr Aziz ve celü olan Allah buyurdu ki deyip, hadisi zikretti.

Görüldüğü gibi burada yüce Allah'ın yaratmış olduğu yaratıklardan her­hangi bir şeyi tasvire kalkışıp yüce Allah'ın tek başına yaratıp tek başına var ettiği mahlukatı ona benzetmeye kalkışan kimselerin hepsini genel olarak yer­miş, tehdit etmiş ve yaptıkları işin çirkin olduğunu ifade etmiştir. Bu da açık­ça anlaşılan bir husustur.

Bununla birlikte cumhurun kanaatine göre cansız varlıkların suretlerinin yapılması ve bu yolla para kazanılması caizdir.

İbn Abbas suret yapmak isteyen ve bu maksatla soru soran kimseye şöy­le demiştir: Eğer bu işi mutlaka yapacak isen, ağaçların ve canı olmayan var­lıkların suretini yap. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.[115]

Bu işin yasakl ığı ise, belirtmiş olduğumuz husus dolayısıyla -Allahualem-daha uygundur, İleride buna dair daha etraflı açıklamalar yüce Allah'ın iz­ni ile Sebe' Sûresi'nde (34/13. âyet, 2. başlık ve devamında) gelecektir.

Daha sonra yüce Allah azarlayıcı bir üslûpla: "Allah İle birlikte bir ilah mı var?" Yüce Allah ile birlikte bu hususta ona yardımcı olacak bir mabud mu var?

"Hayır, onlar sapan bir kavimdirler." Yani onlar Allah'a başkalarını eş tutan kimselerdir. Burada; 'in; (mealde olduğu gibi) "haktan ve doğ­ru yoldan sapan kimseler" yani inkar edip kâfir olan kimseler" anlamında ol­duğu da söylenmiştir.

Şöyle de denilmiştir: "İlah" buyruğu "ile birlikte" dolayısıyla mer-fudur. Bunun da takdiri "Vay sizin halinize! Allah ile birlikte bir ilah mı var?" şeklindedir. "Allah île birlikte..." buyruğu üzerin­de vakıf yapmak güzeldir.

"Yoksa yeri barınılabilir" karar kılınan "halde yaratan, aralarında" ya ni yerin ortasında "akar sular var eden" bu da yüce Allah'ın: "Bunların ara­sında da bir ırmak akıtmıştık" (el-Kehf, 18/33) buyruğunu andırmaktadır.

"Orada sabit dağlar yaratan" yani orayı tutan ve (gereksiz) hareketlen­meden engelleyen dağlar var eden "ve İki deniz arasında engel kılan mı?"

Acı su, tatlı suya karışmasın diye kudretinin bir tecellisi olarak bir engel var eden mi? İbn Abbas dedi ki: Kendi kudretinden bir sultan var eden mi? de­mektir. Ne bu öbürünü değiştirir, ne öbürü berikini değiştirir.

"Haciz: Engel"in masdarı olan "hacz" alıkoymak, engellemek demektir. "Al­lah ile birlikte bir ilâh mı var?" Yani bütün bunları O'ndan başkasının yap­maya muktedir olmadığı sabit olduğuna göre niçin fayda da veremeyen, za­rar da veremeyen varlıklara ibadet ediyorlar?

"Hayır, onların çoğu bilmezler." Yani sanki onlar Allah'ı bilmiyor gibi­dirler. Onlar yüce Allah'ın hakkında inanılması gereken vahdaniyetini bilme­mektedirler. [116]

 

62. Yoksa bunalmış olana kendisine dua ettiğinde duasını kabul edip, o kötülüğü gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah ile birlikte İlâh mı vardır? Ne kadar az düşünüyorsunuz?

63. Yoksa kara ve denizin karanlıklarında size yol gösteren ve rahmetinin önünde müjde olarak rüzgârları gönderen mi? Al­lah İle birlikte bir ilah mı var? Allah, koştukları ortaklardan çok yücedir.

64. Yoksa ilkin yaratan, sonra da onu tekrar var edecek olan, gök­ten ve yerden size rızık veren mi? Allah ile birlikte başka bir İlâh mı varmış? De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi delilini­zi getirin.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [117]

 

1- Bunalmış Olanın Duasını Kabul Eden:

 

Yüce Allah'ın: "Yoksa bunalmış olana kendisine dua ettiğinde, duası­nı kabul edip..." buyruğunda geçen "el-muztarr; bunalmış olan" kimse İbn Abbas'ın dediğine göre zaruret sahibi, çaresizlik içerisinde kalmış ve bunal­mış kimse demektir. es-Süddî de: Hiçbir güç ve takati olmayan kimse demek­tir. Zünnun da: Allah'ın dışındaki herkesden bütün ilişkileri koparmış olan kimsedir, diye açıklamıştır.

Ebu Ca'fef ile Ebu Osman en-Nisaburî: Bu müflis (iflas etmiş) kimsedir. Sehl b. Abdullah da: Yüce Allah'a dua etmek üzere ellerini kaldırıp da daha ön­ceden yapmış olduğu itaat türünden herhangi bir ameli bulunmayan kimse demektir. Bir adam Malik b. Dinar'a gelip şöyle dedi: Allah adına ben senden bana dua etmeni istiyorum. Çünkü ben bunalmış (muztar) bir kimseyim. O da şöyle dedi: O halde sen O'na dua et. Çünkü O, kendisine dua ettiği vakit muztar (bunalmış) olanın duasını kabul eder. Şair şöyle demektedir;

"İş benim için çokça daralmışken Allah'a dua ederim, Fazla vakit geçmeden bu bunalmışlığım açılır, Nice kardeş vardır ki, karşısında çıkış yolları tıkanmıştır, Fakat Allah'a dua edince, o yollar için çıkış bulmuştur." [118]

 

2- Bunalmış Olanın Yapacağı Dua:

 

Ebu Dâvûd et-Tayâlisî'nin, Müsned'inde Ebu Bekre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) bunalmış (muztar) kimsenin duası hak­kında şöyle buyurmuştur:

Allah'ım ben Senin rahmetini ümit ederim. Bunun için bir göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi beni bana bırakma! Benim için bütün işlerimi Sen düzelt. Senden başka hiçbir ilah yoktur."[119]

 

3- Bunalmış Olanın Duasının Kabulü:

 

Yüce Allah kendisine dua etmesi halinde bunalmış olanın duasını kabul edeceğini taahhüt etmekte ve bu hususta kendi zatı hakkında böylece haber vermektedir. Çünkü zorunlu olarak O'na sığınmak, İhlasın bir neticesidir. Kal­bin O'ndan başka herkesten ilişkiyi koparmasının bir belirtisidir. Yüce Allah'ın nezdinde ise İhlasın önemli bir yeri ve bir mükafatı vardır. Bu ister mü'mi-nin ortaya koyduğu bir tavır olsun, ister kâfirin, ister itaatkar bunu yapsın, ister günahkar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... Nihayet siz ge­milerde bulunduğunuz zaman, onlar da içindekileri güzel bir rüzgar ile gö­türüp kendileri de bununla sevindikleri sırada o gemilere şiddetli bir fır­tına gelip çatar. Her taraftan da şiddetli dalgalar onlara hücum etmeye baş­layıp kendilerinin çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları bir sırada dinleri­ni yalnızca Allah'a hâlis kılanlar olarak O'na şöyle dua ederler: Andolsun ki, eğer bizi kurtarırsan, muhakkak şükredenlerden oluruz." (Yunus, 10/22); "Onları karaya kurtarınca da bakarsın ki onlar ortak koşarlar." (el-Anke-but, 29/35) Yüce Allah onların çaresizlikten bunaldıkları bir sırada ihlas ile dua ettikleri vakit dualarını kabul etti. Bununla beraber onların tekrar şirk ve küfürlerine geri döneceklerini de biliyordu. Yüce Allah: "Gemiye bindikle­rinde dini yalnız Allah'a hâlis kılanlar olarak O'na yalvarırlar" (el-Anke-but, 29/65) diye buyurmaktadır. Buna göre o çaresiz kalıp, bunalmış olanın duasını çaresizliği ve ihlası dolayısı ile kabul eder.

Hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Üç dua vardır ki, kabul olunur; bun­da hiçbir şüphe yoktur: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evla­dına duası."[120] Bunu eş-Şihab sahibi zikretmiş olup, sahih bir hadistir. Müs­lim'in, Sahih'inde de Peygamber (sav)'dan nakledildiğine göre o Muaz (b. Ce­bel)'e kendisini Yemen'e gönderdiğinde şöyle demiştir: "Bir de mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onun duası ile Allah arasında hiçbir perde yok tur.'l[121]

Yine eş-Şihab adlı eserde şöyle denmektedir: "Mazlumun duasından çe­kinin. Çünkü o bulutlar üzerinde taşınır da şanı yüce ve mübarek olan Al­lah şöyle buyurur: İzzetim ve celalim hakkı için bir süre sonra dahi olsa mut­laka sana yardım edeceğim. "[122] Bu da sahih bir hadistir,

el-Âcurrî de Ebu Zerr yoluyla gelen hadiste Peygamber (sav)'in şöyle bu­yurduğunu kaydetmektedir: "Şüphesiz ben o duayt geri çevirmem, isterse bir kâfirin ağzından çıkmış olsun. "[123]

O çaresizliği dolayısıyla, ihlâsının öneminden ötürü ve kereminin bir gereği olarak ma2İumun duasını kabul eder, Böylelikle onun ihlâsına karşı­lık verir, isterse kâfir olsun. Aynı şekilde din bakımından günahkâr bir kim­se' dahî olsa böyledir. Demek ki, günahkârın günahı, kâfirin küfrü, O'nun mut­lak egemenliğinin hükümdarlığını herhangi bir şekilde eksiltmez ve gevşet­mez. Dolayısı île bunalmış olan kimse hakkında vermiş olduğu hüküm, onun duasını kabul etmesine de engel değildir. Mazlumun duasının kabul edilmesini de şanı yüce Allah'ın ona zulmedeni kahretmek yahut ona kısas uygulamak ya da onu kahredecek bir başka zalimi musallat etmek suretiy­le, yüce Allah'ın dilediği herhangi bir şekilde ona zulmedene karşı yardım­cı olması ile açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte Biz zalimlerin kimini kimine böylece musallat ederiz." (el-En'am, 6/129) Hz. Pey­gamber'in hadisinde mazlumun duasının çabucak kabul edileceğini, "bulut­lar üzerinde taşınır" ifadesi ile pekiştirmektedir. Bunun da anlamı -Al-lahualem- şöyledir: Yüce Allah mazlumun duasını karşılamak ve bunu bu­lutların üzerinde taşımak üzere melekleri görevlendirmiştir. Onlar da bu du­ayı alıp semaya yükseltirler. Sema İse duanın kıblesidir. Buna sebeb ise me­leklerin tümünün görmesidir. îşte böylece mazluma yardımı da tahakkuk ed­er, melekler de mazlumun duasının kabul edilmesi için -ona merhametleri dolayısıyla- şefaat ederler.

Bu ifadeler genel olarak zulümden sakındırmaktadır. Çünkü zulüm Allah'ın gazabını gerektirdiği gibi, Allah'a bir İsyan, O'nun emrine muhalefettir. Yü­ce Allah peygamberinin ifadeleriyle Müslim'in Sahik'inde ve diğerlerinde şöy­le buyurmaktadır: "Ey kullarım, şüphesiz ki Ben zulmü kendime haram kıl­dım. Ben onu kendi aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmet­meyiniz... "[124]

O halde mazlum kimse "bunalmış (çaresiz kalmış)" bir kimsedir. Yolcu­nun hali de buna yakındır, çünkü yolculukta bulunan bir kimse ailesinden, vatanından uzaktadır. Yanında dost ve samimi arkadaş yoktur, kalbi mutlu­luk verecek hiçbir şey dolayısıyla huzur bulmaz, garibliği dolayısıyla da yar­dımcısı olmaz. Dolayısıyla onun da yüce Mevlaya kesin muhtaç oluşu orta­dadır. Bundan dolayı yüce Allah'a sığınmasında ihlâs bulunur. Kendisine dua ettiği vakit bunalmışın duasını kabul eden de yüce Allah'tır. Aynı şekilde ba­banın evladına duası (bedduası) da böyledir. Babanın evladına olan düşkünlük ve şefkati bilinen bir husustur. E^ iadına beddua etmesi ancak ona kar­şı hiçbir şey yapamayacağı, gerçekten bunaldığı, evladının kendisine iyi dav­ranmaktan ümidini kestiği, bununla beraber evladının kendisine eziyet etti­ği bir zamanda mümkün olur. İşte o vakit de Cenab-ı Hak onun yaptığı bed­duayı çabucak kabul eder.

"O kötülüğü" yani zarureti çaresizlik ve bunalmışlığı el-Kelbî'nin ifade­sine göre zulmü "gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri* yani sakinleri "yapan mı?" Çünkü bir kavmi helak ederken, başka kavimleri vareder. "Ki-tabu.'n-Nekkd.ş"d2i da şöyle denilmektedir: Yani sizin evlatlarınızı, sizin ha­lefiniz kılar. el-Kelbî dedi ki: Kâfirlere halef kılar ve sizi onların toprakları­na yerleştirir. Onların küfürlerinden sonra da mü'minler Allah'a itaat etme­ye başlar.

"Allah İle birlikte ilâh mı vardır?" Bu da azarlamak üslubu ile söylen­miştir. Sanki, yazıklar olsun size, Allah'la beraber bir ilah mı olur? demiş gi­bidir. Buna göre "ilah" lafzı: "İle birlikte "ile merfudur. Bununla bir­likte; "Allah ile birlikte bunları yapan bir başka ilah mı var ki ona ibadet edesiniz?" takdiri ile merfu olması da mümkündür. Bu­rada vakıf "Allah ile birlikte" buyruğu üzerinde yapılırsa, güzel bir vakıf olur.

"Ne kadar az düşünüyorsunuz?" Ebu Amr, Hişam ve Ya'kub haber olmak üzere "ya" ile; "Düşünüyorlar?" şeklinde okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Hayır, onların çoğu bilmezler" buyruğu ile "Allah koştukları ortaklardan

çok yücedir" buyruklarında olduğu gibi. Hem bu âyetten önce, hem de bu âyetten sonra haber olarak (fiilleri "ya" ile) zikretmiştir. Ebu Hatim de bunu tercih etmiştir, diğerleri ise yüce Allah'ın: "Ve sizi yeryüzünün halifeleri ya­pan mı?" buyruğu dolayısıyla hitab olmak üzere "te" ile (ne kadar az düşü­nüyorsunuz! anlamında) okumuşlardır.

"Yoksa" gece ve gündüz kendilerine doğru yol aldığınız ülkelere yolcu­luk yaptığınız sırada "kara ve denizin karanlıklarında size" gideceğiniz yo-lu"gösteren..." Şöyle de denilmiştir: O herhangi bir alâmeti bulunmayan ka­ra geçitlerini yaratmıştır. Deniz dalgaları ise tıpkı karanlıkları andırmaktadır. Çünkü oralarda kendileri vasıtası ile yolun bulunabileceği herhangi bir alâ­met yoktur.

"Ve rahmetinin önünde müjde olarak rüzgarları gönderen nü?" Bura­da te'vil bilginlerinin ittifakı ile yağmurdan önce demektir.

"Allah ile birlikte" bunları yapan ve bu hususta ona yardımcı olan. "bir İlâh mı var?"

"Allah" kendisine "koştukları ortaklardan çok yücedir."

"Yoksa ilkin yaratan, sonra onu tekrar var edecek olan..." Onlar yüce Allah'ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı. Böylelikle onla­rı öldükten sonra dirilişi kabul etmek zorunda bırakmaktadır. Yani O, ilkin yaratmaya kadir olduğuna göre -zorunlu- olarak tekrar yaratmaya da kadir­dir ve bu O'nun için daha bir kolaydır.

"Allah ile birlikte" yaratan, rızık veren, ilkin var eden ve tekrar yarata­cak olan "başka bir ilâh mı varmış? De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi delilinizi" yüce Allah'ın ortağı olduğuna dair delilinizi yahutta Allah'tan başka bu görülen varlıklardan herhangi birisini yaratmış bir kimsenin bulun­duğuna dair delilinizi "getirin." [125]

 

65. De ki: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Onlar ne vakit diriltileceklerini de bilmezler."

66. Halbuki âhirete dair bilgileri ardarda (kendilerine) ulaştırılmış­tır. Onlar ise bundan yana şüphe içindedirler. Bilakis onlar, ona karşı kördürler.

 

"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez" buyru­ğu ile ilgili olarak kimi ilim adamı şöyle demiştir: O gaybını yaratıklarından gizlemiştir. Kullarından herhangi bir kimse yüce Allah'ın imtihanından yana emin olmaması için, hiç kimse O'nun gaybına muttali olamaz.

Denildiğine göre âyet-i kerime, Peygamber (sav)'a müşriklerin kıyametin kopmasına dair soru sormaları üzerine nazil olmuştur.

Buradaki "Kimse" lafzı ref mahallindedir. Yani: De ki: Allah'tan baş­ka hiçbir kimse gaybı bilemez. Burada; "Kimse" lafzı 'den bedel­dir. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır.

el-Ferra da şöyle demiştir: "Başka" anlamındaki istisna edatından son­ra (müstesnanın) merfu gelmesi, bu edattan önceki ifalerin cahd (inkâr, red) olmasından dolayıdır. Bu da bir kimsenin: "Babandan başka kimse gitmedi" demesine benzer, mana birdir. ez-Zeccac dedi ki:

Bunu nasb ile okuyanlar da istisna olmak üzere nasbetmişlerdir. Yani ifade­de bir istisna vardır. en-Nehhas dedi ki: ben onun bu âyet-i kerimeyi bîr mü­neccimin (yıldız falcısının) söylediklerini doğru kabul eden kimseye karşı delil gösterirken dinledim ve bu arada: Böyle bir kimsenin bu âyet-i kerimeyi İnkar etmiş olacağından korkarım, demişti.

Derim ki; Bu husus, yeterli açıklamalarla beraber daha önceden et-En'âm Sûresi'nde (6/59- âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Âişe (r.nha) dedi ki: Kim Muhammed'in yarın ne olacağını bildiğini iddia ediyor ise hiç şüphesiz yüce Allah'a karşı büyük bîr iftirada bulunmuş olur. Çünkü yüce Allah: "De ki; Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." diye buyurmaktadır. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir[126]

Rivayete göre Haccac'ın huzuruna müneccim bir şahıs girmiş, Haccac onu tutuklamış. Sonra eline saydığı bir kaç çakıl taşı almış, sonra da: Elimde kaç tane çakıl taşı var diye sormuş. Müneccim hesap yaptıktan sonra şu kadar de­yip, isabet ettirmiş. Bir daha onu bir yerde tuttuktan sonra bu sefer saymak-sızın bir kaç çakıl taşı almış ve elimde kaç tane çakıl taşı var demiş. Münec­cim yine hesap etmiş fakat bu sefer yanılmış. Tekrar hesab etmiş, tekrar ya­nılmış, sonra şöyle demiş: Ey emir, zannederim sen de bunların kaç tane ol­duklarını bilmiyorsun. Haccac, hayır bilmiyorum deyince, müneccim: O za­man ben isabet ettiremem demiş. Peki aradaki fark nedir? diye sorunca şu ce­vabı vermiş: Birincisinin kaç tane olduklarını sen saydın. Dolayısıyla bunlar gaybın sınırları dışına çıkmış oldu. Şimdikileri ise saymadın, o bakımdan bun­lar bir gaybdır ve: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." Bu husus daha önceden Al-t İmran Sûresi'nde (3/7. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

"Halbuki âhirete dair bilgileri ardarda (kendilerine) ulaştırılmıştır." Ara­larında Asnn, Şeybe, Nâfi, Yahya b. Vessâb, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaînİn de bulunduğu çoğu kimse "Ardarda ulaştırılmıştır" anlamı verilen lafzı; diye okumuşlardır.[127] Buna karşılık Ebu Ca'fer, İbn Kesir, Ebu Amr ve Humeyd ise "idrâk: yetişmek, ulaşmak"dan gelen bir fiil olarak; "Ulaştı, geldi" diye okumuşlardır. Ata b. Yesar ile kardeşi Süleyman b. Yesar ve el-A'meş ise hemzesiz ve şeddeli olarak; diye okumuşlardır. İbn Mu-haysın ise istifham olmak üzere; diye okumuştur. İbn Abbas "ya" ile birlikte; "Evet" diye ve; şeklinde kat' hemzesi ile "dal" harfi şed­deli ve ondan sonra da bîr "elif" ile okumuştur.

en-Nehhas dedi ki: Bunun isnadı sahih bir isnaddır. Rivayet Şu'be yoluyla gelmekte olup, onu İbn Abbas'a merfu olarak rivayet etmektedir. Harun el-Karf de Ubeyy'in kıraatinin; şeklinde olduğunu iddia etmiştir, es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre ise Ubeyy'in kıraatinde; şeklindedir. Araplar eğer sözün başında istifham var ise; ile 'i birbirlerinin ye­rine kullanmaktadır. Şairin şu beyi tinde olduğu gibi:

"Allah'a yemin ederim kî bilemiyorum, Selma mı (renk renk boyanmakla) gulyabani'ye benzedi, Yokaa hepsi mi benim sevgilimdir. "[128]

Burada görüldüğü gibi edatı anlamında kullanılmıştır. en-Neh-has dedi ki: Birinci ve sonuncu kıraatlerin anlamı birdir. Çünkü ın as­lı şeklindedir. Burada "dal" harfi "te"ye idgam edilmiş ve vasi elifi ge­tirilmiştir. Bunun ne anlama geldiği hususunda da iki görüş vardır. Birinci­sine göre anlam şöyledir Onların âhirete dair bilgileri mükemmellik dere­cesine ulaşmıştır. Çünkü onlara vaadolunan herbir şeyi gözleriyle görmüş bu­lunuyorlar, böylelikle onların ilmi mükemmellik derecesindedir.

Diğer görüşe göre anlam şöyledir: Onların âhirete dair bilgileri arka ar­kaya gelmiştir. Onlar olacak da dediler, olmayacak da dediler.

İkinci kıraatin anlamı hususunda da yine iki görüş vardır. Birincisine gö­re anlam, onların âhiret hakkındaki bilgileri kemale ermiştir, bu da birinci­si gibidir. Mücahid dedi ki: Yani onların âhiret hakkındaki İlimleri idrâk edi­lecektir. Onlar âhireti bilmenin kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda, âhireti gözleriyle görecekleri vakit o bilgiyi de bilmiş olacaklardır. Bunun on­lara fayda vermeyiş sebebi İse, dünyada iken yalanlayıcılardan olmalarıdır. İkinci görüşe göre de anlam inkar manasınadır. Bu da Ebu İshak'ın görüşü­dür. O bu görüşün doğruluğuna bundan sonra: "Bilakis onlar ona karşı kör­dürler" buyruğunu delil göstermektedir. Yani onların bilgileri âhireti bilecek noktaya erişmemiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Onların âhiret hakkındaki bilgileri sapmıştır ve şaş­mıştır. Onların bu hususta herhangi bir bilgileri yoktur.

Üçüncü kıraat ise; şeklindedir ki bu da; 'in (yani birinci kıraatini anlamı İle aynıdır. Çünkü kipi ile kipi aynı anlam­da gelebilir. Bundan dolayı, ifadesi, anlamında kullanıldığı takdirde, sahih bir kullanış olarak kabul edilmiştir.

Dördüncü kıraate gelince, bunun anlamı ile ilgili olarak sadece bir görüş vardır. Bunda da inkâr anlamı söz konusudur. Bit kimsenin: Seninle ben mi çarpıştım (çarpışmadım anlamında) demesine benzer. Bu durumda anlam: On­lar bu bilgiyi elde edememişlerdir, olur. İbn Abbas'ın kıraatinin anlamı da bu­na racidir. İbn Abbas dedi ki: "Hayır, onların âhiret hakkındaki bilgileri erişmemiştir" yani onların bilgileri bu noktaya ulaşma­mıştır.

el-Ferrâ dedi ki: Bu güzel bir açıklamadır. Sanki o bu açıklamasını öldük­ten sonra dirilişi yalanlayanlar ile bir çeşit alay diye yorumlamış gibidir. Me­sela senin yalanladığın bir kimseye: Hayır, yemin olsun ki sen selefe ulaş­mış bulunuyorsun ve sen benim rivayet etmediğim şeyleri rivayet ediyorsun. Bu sözlerden maksat ise muhatabı yalanlamaktır.

Yedinci bir kıraat; "lam" harfi üstün olarak; şeklindeki kıraattir. Burada "lam" harfinin üstün okunması, üstünün hafifliğinden ötürüdür. Bu­na benzer bir kıraat şekli Kutrub'dan "Geceleyin kalk" (el-Müzzem-mil, 73/2) buyruğunda nakledilmiştir. Burada (esre yerine) üstün okumuş­tur. Aynı şekilde; "Elbiseyi sat" ve benzeri kullanımlarda böyledir.

ez-Zgmahşerî (el-Keşşaf)'da. şunu nakletmektedir: Bu buyruk ikHıemze ile; diye de okunmuştur. İki hemze arasında bir elif ile; di­ye okunmuştur, şeklinde, şeklinde ve; şeklinde de okumuştur. Böylelikle oniki kıraat şekli ortaya çıkmaktadır. Zemahşerî da­ha sonra bu kıraat şekillerini izah etmeye koyulur ve şöyle der: Eğer kıraatinin istifham anlamı ile okunması nasıl açıklanır diye soracak olursan derim ki: Bu, onların bilgilerinin bu noktaya ulaştığını inkâr etmek anlamında bir istifhamdır. Aynı şekilde; ile diye okuyan­ların kıraati de böyledir. Çünkü burada; ile soru hemzesi anlamın­dadır. şeklinde istifham ile okuyanların kıraatine gelince, bunun da anlamı şudur: Evet, onlar ne zaman diriltiieceklerinin farkındadırlar. Da­ha sonra onların kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi sahibi olmadık­larını belirtmektedir. Onların kopacağına dair bilgilerinin olmadığını belirt­tiğine göre; ne zaman gerçekleşeceğine dair herhangi bir bilgileri veya şu­urla n (farkına varmaları) da gerçekleşmez. Çünkü olacak bir şeyin vaktine dair bilgi, olacak şeyin oluşu ile ilgili bilgiye tabidir.

"Âhirete dair" âhiret ile İlgili ve âhiretin anlamı ile İlgili demektir.

"Bilakis onlar" dünya hayatında "ona karşı" kalpleriyle "kördürler."

Kördürler"in tekili dır. Tekilinin olduğu da söylen­miştir. Aslı ise; olup, iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla "ya" hazfedilmiştir. Harekenin ağırlığı dolayısıyla da harekelenmesi caiz değildir. [129]

 

67. Kâfirler dediler ki: "Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten tekrar çıkartılır mıyız?"

68. "Andolsun ki bundan önce biz de, atalarımız da bununla tehdit olunmuştuk. Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir."

 

"Kâfirler" Mekke müşrikleri "dediler ki: Biz ve babalarımız... gerçekten tekrar çıkartılır mıyız?" anlamındaki buyru­ğunu Nafî' burada ve el-Ankebût Sûresi'nde (29/29. âyette) böyle[130] okumak­tadır. Ebu Amr (mealdeki gibi) iki istifham (soru) ile okumuştur. Ancak o hem­zeyi hafif okumuştur. Âsim ve Hamza da istifham ite ve iki hemzeyi de tah­kik ile okumuşlardır. Sözünü ettiğimiz bütün bu hususlar her iki sûrede de aynı şekildedir. el-Kisaî, İbn Âmir, Ruveys ve Ya'kub şeklinde iki hem­ze ile; "Gerçekten biz" lafzını da bu sûrede haber olmak üzere iki "nun" ile okumuşlardır.[131] el-Ankebut Sûresi'nde ise iki istifham ile okumuşlardır.

Ebu Cafer en-Nehhâs dedi ki: Biz ve babala­rımız toprak olduktan sonra gerçekten çıkartılır mıyız?" şeklindeki kıraat hat­ta uygundur ve güzel bir kıraattir. Ancak bu hususta Ebu Hatim ona itiraz ed­er ve şu anlamdaki sözleriyle bu itirazını dile getirir: istifham değildir. ise bir istifhamdır. Ayrıca bunda bir de "Gerçekten" edatı da var­dır. Peki istifhamdan sonra gelen bu edat kendisinden önceki ifadelerde na­sıl amel edebilir? Aynı şekilde bu edattan sonraki ifadeler de ondan önceki­lerde nasıl amel edebilir? ve -muhakkak Zeyd yarın gidecek anlamında: nasıl denilebilir? Eğer bunda istifham da varsa, böyle bir kul­lanımın doğru olma ihtimali daha da uzak olur. Evet, bu hususa dair soru sorulacak olursa belirttiği hususlar dolayısıyla cevaplandırılması zordur.

Ebu Cafer (en-Nehhas) dedi ki: Ben Muhammed b. el-Velid'i şöyle der­ken dinledim: Biz Ebu'l-Abbas'a Kur'ân-ı Kerim'den zor ve içinden kolay ko­lay çıkılamayan bir ayete dair soru sorduk. O da yüce Allah'ın şu buyruğu­dur: "Kâ­firler dediler ki: 'Siz çürüyüp, paramparça olduktan sonra muhakkak ye niden yaratılırsınız diye size haber veren bir adamı gösterelim mi size?" (Se-be', 34/7) Dedi ki: "Şayet: (mealde:) sonra edatında: "Size ha­ber veren" buyruğunun amel ettiği kabul edilirse bu imkansızdır. Çünkü o, o vakit onlara bu haberi vermeyecektir. Eğer bunda: "Muhakkak"dan sonrasının amel ettiği kabul edilirse, o zaman anlam doğru olur, ancak Arapça kaideleri açısından bu edatın öncesinde gelen İfadelerin, sonrasın­da gelenlerde amel etmesi bir hatadır. Bu (cevabı) açık bir sorudur ve ben bu cevabın âyetin bulunduğu sûrede zikredilmesini uygun gördüm.

Ebu Ubeyd İse Nâfî'in kıraatine meylederek iki istifhamın bir arada bulun sini reddederek yüce Allah'ın: "Eğer o ölüımasını reddederek yüce Allah'ın: "Eğer o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üstünde geriye mi döneceksiniz?" (Al-i İm-ran, 3/144) buyruğu ile; "Sen ölürsen eğer, onlar ebedi mi kalacaklar?" (el-Enbiya, 21/34) buyruklarını delil göstermiştir. Ebu Amr, Âsim, Hamza, Talha ve el-A'rec'e verilen bu cevap hiçbir şeyi gerektirmemektedir (itiraz olarak bir değeri yoktur.) Onun getirdiği örneklerin de bu âyete ben­zer bir tarafı yoktur. Aralarındaki fark da şudur: Şart ve cevabı tek şey gibi­dir, yüce Allah'ın: "Sen ölürsen eğer onlar ebedi mi kalacakla?" (cl-Enbiya, 21/34) buyruğu yani sen ölürsen onlar ebedi bırakılacaklar mı? demektir. Bu­nun bir benzeri de "Gitmekte olan Zeyd midir?" ifadesidir. Halbu­ki; şeklinde (iki istifham edatı kullanılmak suretiyle) denilmez. Çünkü bu aynı şey gibidir, âyet-i kerimede ise durum böyle değildir. Zira ikin­cisi başlı başına bir cümledir. O bakımdan onda istifham uygun düşmekte­dir. Birincisi de istifhamın uygun düştüğü bir ifadedir. İkincisinden istifha­mı kaldırıp birincisinde kabul ederek "Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra şüphesiz biz..." diye okuyup, ikincisinden istifhamı haz-fedenlerin bu okuması da ifadede -inkâr anlamında- bu istifhama delil bu­lunmasından dolayıdır.

"Andolsun ki bundan önce biz de, atalarımız da bununla tehdit olun­muştuk. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir." Buyruğuna dair açıklamalar daha önce el-Mu'minun Sûresi'nde (23/82-83- âyetlerin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır. Peygamberler ileri derecede sakındırmak mak­sadı ile öldükten sonra dirilisin yakın olduğunu özellikle hatırlatıyorlardı. Za­ten gelecek olan herbir şey pek yakın demektir. [132]

 

69. De İd: "Yeryüzünde gezip günahkârların sonunun nasıl olduğu­nu bir görünl*

70. Onlara üzülme, kurdukları düzenlerden dolayı da sıkılma!

71. Derler ki: "Eğer doğru söylüyor iseniz, bu tehdidiniz ne zaman (gerçekleşecek)?"

 

Şu kâfirlere "de kî: yeryüzünde" Şam, Hicaz ve Yemen topraklarında "ge­zip günahkârların" peygamberlerini yalanlayanların "sonunun nasıl oldu­ğunu" kalplerinizle ve gözlerinizle "bir görünl"

"Onlara" iman etmeyecek olurlarsa Mekke kâfirlerine "üzülme, kurduk­ları düzenlerden dolayı da sıkılma" kalbin daralmasın!

Bu buyrukların kendi aralarında Mekke'nin yollarını bölüştürerek (Pey­gamber (sav) ile) alay eden kimseler hakkında inmiştir. Daha önce (el-Hicr, 15/89-90. âyetlerin tefsirinde) bunlardan söz edilmişti.

"... da sıkılma" buyruğundaki; lafzı esreli olarak diye de okunmuştur. Buna dair açıklamalar en-Nahl Sûresi'nin sonlarında (16/123. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

"Derler ki: Eğer doğru söylüyor iseniz, bu tehdidiniz" yani yalanlama­mız sebebiyle bize geleceğini söylediğiniz azabın vakti "ne zaman" gerçek­leşecek? [133]

 

72. De ki: "O acele ettiğinizin bir bölümü hemen ardınızda bulunu-yordur, belki."

73.  Şüphesiz Rabbin insanlara bir lütuf sahibidir; fakat onların çoğu şükretmezler.

74.  Muhakkak Rabbin göğüslerinin gizlediklerini de, açığa vur dutlarını da elbette bilir.

75. Gökte ve yerde gizil olan herşey mutlaka apaçık bir kitaptadır.

 

"De ki: O acele ettiğinizin" İbn Abbas'm dediğine göre çabuk gelmesi­ni istediğiniz azabın "bir bölümü hemen ardınızda bulunuyordur." Size çok­ça yaklaşmıştır "belki."

"Hemen ardında bulunmak" tabiri bir şey diğerinin arkasında olup, he­men peşinden gelmeyi ifade eden; " Hemen onun arkasından geldi" ta­birinden alınmıştır; "...nızda" lafzında da "lam" harfinin gelişi ise an­lamın; "Size yaklaştı, yakınınıza geldi" şeklinde oluşundan dolayıdır. Yahutta bu harf mastara taalluk etmektedir. Anlamının sizinle birliktedir şeklinde olduğu da söylenmiştir. İbn Şecere de: O hemen sizin ar­kanızdan gelmektedir, diye açıklamıştır. "Kadının arkası" tabiri de buradan gelmektedir, çünkü o ona tabi ve onun arkasında bulunmaktadır. Ebu Züeyb'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Saçını ayırdığı yerlerdeki siyah saçlar beyazlaştı,

Hemen (siyahın) arkasından gelen ağarmış beyaz saçlara, merhaba diyemem."

el-Cevherî de şöyle demektedir: Arkasından bir iş geldi, şekli, 'in bir başka söyleyişidir. Tıpkı "Arkasından geldi" gibi, Huzeyme b. Malik b. Nehd de şöyle demektedir:

"el-Cevza (ikizler), süreyya (Ülker) yıldızının, hemen arkasından geldi mi. Ben de Fatıma hanedanı hakkında türlü zanlar beslerim."

Burada iki Kariz'den (yücelik sahibi) birisi olan Yezkur b, Aneze kızı Fa-tıma'yı kastetmektedir.

el-Ferra dedi ki: "Hemen ardınızda bulunuyordu!-" buyruğu size çok ya­kındır, anlamındadır, İşte bundan dolayı; denilmiştir, ile "Onun hemen ardından geldi" ifadelen aynı anlamdadır. Bu durum­da "lam" te'kid için ilave edilir. Bu açıklama da yine el-Ferra'dan nakledil­miştir. Nitekim; "Ona nakit öde­dim, ona ölçtüm ve tarttım" ve benzeri ifadelerde de böyledir.

"Acele ettiğinizin" acele gelmesini istediğiniz azabın "bir bölümü" de Be­dir günü gerçekleşmiş idi, Bunun kabir azabı olduğu da söylenmiştir.

"Şüphesiz Rabbin" onları cezalandırmayı ertelemek ve buna rağmen onlara bol bol nzık vermek suretiyle "insanlara bîr lütuf sahibidir, fakat on­ların çoğu" O'nun lütuf ve nimetlerine "şükretmezler. Muhakkak Rabbin göğüslerinin gizlediklerini" kalblerinde neleri sakladıklarını "da, açığa vurduklarını da" açığa çıkardıkları işlerini de "elbette bilir."

İbn Muhaysın ile Humeyd "Gizlediklerini" lafzını; diye okumuşlardır. Bu da; "O şeyi gizleyip, sakladın" tabirinden alın­mıştır. İfadenin burada ve el-Kasas Sûresi'nde (28/69. âyette) ki takdiri: "Göğüslerinin içinde gizledikleri" şeklindedir. Sanki "gö-ğüsler"deki zamir adeta hareket eden bir beden gibi değerlendirilmiştir. Bu­na karşılık; diye okuyanların kıraati ise bilinen kıraat şeklidir. Bu da; "O şeyi içimde gizledim" tabirinden alınmıştır.

"Gökte ve yerde gizli olan herşey mutlaka apaçık bir kitaptadır" buy­ruğu ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demektedir: Burada "gizli olan şey" kı­yamet demektir. Bunun, onların göremedikleri, onlar için gizli olan sema ve arz azapları olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da en-Nekkaş nakletmiş-tir. İbn Şecere de şöyle demiştir: Burada sözü edilen "gizli şey" yüce Allah'ın mahlukatından gizleyip sakladığı ve onlar İçin gayb haline getirdiği herbir şeydir. Bu da umumi bir ifadedir. "Gizli şey" anlamındaki; in sonuna he (yuvarlak te) gelmesinin sebebi çoğula işaret içindir, Yani insanlardan, ya­ratıklardan ne kadar gizli bir husus var ise mutlaka yüce Allah onu bilir ve onu nezdindeki Ana Kitap'ta tesbit etmiştir. Buna göre bunların gizleyip açık­ladıkları herbir şey, nasıl olur da O'nun için gizli olabilir?

Şöyle de denilmiştir: Herşey Ana Kitap'ta tesbit edilmiştir. Herbir şeyin vak­ti gelince, onu tayin edilen vaktinde çıkartır. Dolayısıyla bunların acele gel­mesini istedikleri azabın da tayin edilmiş bir vadesi vardır ve ne önce olur, ne de sonraya bırakılır.

Buradaki Kİtap'tan kasıt Levh-İ Mahfuz'dur. Yüce Allah bu Kitap'ta iste­diği herbir hususu tesbit etmiştir. Bundan maksat ise, bu yolla meleklerin­den dilediklerine bu hususları bildirmektir. [134]

 

76. Gerçekten bu Kuran, İsrailoğullanna hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatır.

77. Muhakkak o, mü'minlerc bir hidayet ve bir rahmettir.

78. Elbette Rabbln aralarında hükmünü verecektir. Ve O, Aziz'dir, herşeyi bilendir.

79. O halde sen Allah'a tevekkül et! Çünkü sen şüphesiz apaçık hak üzeresin.

80.  Çünkü sen davetini ölülere de İşİttiremezsin, arkalarını dö­nüp gittikleri takdirde sağırlara da işittîremezsin.

81. Körleri de sapıklıklarından doğru yola erdiremezsin. Sen ancak âyetlerimize iman edip teslimiyette olanlara dinletirsin.

 

"Gerçekten bu Kuran, İsrailoğullanna hakkında anlaşmazlığa düş­tükleri şeylerin çoğunu anlatır." Çünkü onlar bir çok hususlarda anlaşmaz­lığa düşmüşlerdir ve nihayet biri diğerine lanet okuyacak hale gelmiştir. Âyet bunun üzerine nazil olmuştur. Buyruğun anlamı şudur: Bu Kur'ân eğer onun gereğini kabul edecek olurlarsa, onlara hakkında ihtilâfa düştükleri bü­tün hususları açık açık bildirmektedir. Anlaşmazlığa düştükleri hususlar ise Tevrat ve İncil'deki tahrifleri ite kitaplarında (tahrif sonucu) kaldırılmış olan hükümlerdir.

"Muhakkak o" yani Kur'ân-ı Kerim "mü'minlere bir hidayet ve bir rah­mettir." Özellikle mü'minteri söz konusu etmesi yararlananların onlar olma­sından dolayıdır.

"Elbette Rabbİn aralarında hükmünü verecektir." Yani İsrailoğullan ara­sında, hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda âhirette hüküm verecek ve haklı olana da, haksız otup batılın peşinden gidene de hakettiği karşılı­ğı verecektir.

Şöyle de açıklanmıştır Dünyada aralarında hüküm verecek ve böylelik­le onların yaptıkları tahrifler ortaya çıkacaktır.

"O, Azizdir" emrine kargı konulamayan, kendisine zarar verilemeyen mutlak galibdir, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan "herseyi bilendir."

"O halde sen Allah'a tevekkül et." Yani sen işini O'na havale et, O'na gü­ven, sana O yardım edecektir. "Çünkü sen şüphesiz apaçık hak üzeresin." Düşünen kimselere doğruyu gösterensin diye de açıklanmıştır,

"Çünkü sen davetini ölülere de işittiremezsln." Maksat düşünmeyi ter-kettikleri için kâfirlerdir. Çünkü onlar duyuları, akılları bulunmayan ölü gi­bidirler. Bu buyruğun yüce Allah tarafından iman etmeyecekleri, bilinen kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir.

"Arkalarını dönüp gittikleri takdirde sağırlara da işittiremezsin." Ya­ni verilen öğütleri kabul etmemek suretiyle sağır durumunda bulunan kâfir­lere işittireraezsin. Bunlar hayra davet olunduklarında yüzlerini çevirirler ve hiç işitmemiş gibi arkalarını dönüp giderler. Önceden de geçtiği üzere yü­ce Allah'ın: "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler..." (el-Bakara, 2/18) buyruğu da buna benzemektedir.

İbn Muhaysm, Humeyd, tbn Kesir, İbn Ebi İshak ve Abbas, Ebu Amr'dan -"işittiremezsin" anlamındaki- buyruğu; "İşitmez" şeklinde "ya" ile "mim" harfi üstün; "sağırlara" anlamındaki buyruğu da; "Sağırlar (işit­mez)" şeklinde, fail olmak üzere merfu okumuşlardır. Diğerleri ise; "İşittirmezsin" şeklinde; "İşittirdin" şeklinden muzari fiil olarak;  Sağırlara" lafzını da nasb ile okumuşlardır. [135]

 

Hz. Âişe'nin Bedir'de Öldürülen Müşriklerin Peygamber Efendimizin Seslenmesini İşittiğini Kabul Etmemesi ve Dayanağı:

 

Âişe (r.anha) Bedir'de öldürülüp kuyuya atıldıktan sonra Peygamber (sav)'in sesini onlara işittirmesini kabul etmezken, bu âyeti delil göster­mektedir. O meseleye aklî bir kıyas ile bakmış ve bu âyet-i kerimenin hük­münü benimsemiştir. Halbuki Peygamber (sav)'ın: "Sizler onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz" diye buyurmuştur, İbn Atiyye dedi ki: Göründüğü ka­darıyla Bedir'de cereyan eden bu olay Muhammed (sav) için olağanüstü bir olay (bir mucize)dir. Çünkü yüce Allah müşriklere İdrâklerini geri çevirmiş ve onun söylediği sözü bu yolla işitmişlerdir. Eğer Rasûlullah (sav) bizlere söylediği sözleri İşittiklerini haber vermemiş olsaydı, onun kendilerine ses­lenişini geri kalan kâfirlere azarlamak ve mü'minlerin gönüllerini rahatlatmak anlamında bir davranış olarak yorumlayacaktık.

Derim ki: Buhârî rivayet ediyor: Bana Abdullah b. Muhammed anlattı, o Ravh b. Ubade'yi Şöyle derken dinlemiş: Bize Said b. Ebu Arube, Kata-de'den anlattı, dedi ki: Enes b. Malik'in bize Ebu Taiha'dan zikrettiğine gö­re Allah'ın peygamberi (sav) Bedir günü Kureyş'in ileri gelenlerinden yirmi-dört kişinin Bedir'deki susuz kuyulardan, pis mi pis bir kuyuya atılmalarını emretti. Bir kavme karşı zafer kazandı mı orada üç gün İkamet ederdi. Be-dir'de üçüncü günde yük devesinin getirilmesini emretti ve onun üzerine yük­leri bağlandı. Sonra yürüyerek yola koyuldu, ashabı da arkasından gitti. Zan­nederiz, o bir İhtiyacını görmek üzere gitmektedir, diye düşündüler. Niha­yet kuyunun ağzına gelip durdu, onların ve atalarının isimlerini zikrederek: "Ey filan oğlu filan, ey filan oğlu filan Allah'a ve rasûlüne itaat etmiş olma­nız sizin için daha iyi olmaz mıydı?" diye sesleniyordu. "Çünkü biz Rabbimİ-zin bize vaadettiğinin hak olduğunu gördük. Sizler de Rabbinizin size vaadet-tiğini hak olarak gördünüz mü?" Bu sefer Ömer (r.a): Ey Allah'ın Rasûlü de­di, sen ancak ruhları bulunmayan cesetlerle konuşuyorsun. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Muhammedin nefsi elinde olana yemin olsun kî, sizler be­nim bu sözlerimi onlardan daha iyi işitmiyorsunuz." Katade dedi ki: Yüce Al­lah onları söylediği sözleri işittirinceye kadar -onlara azar olsun, onları kü­çültsün, onlara bir musibet, bir hasret ve bir pişmanlık olsun diye- sözünü onlara işittirdi.[136] Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.[137]

Buhârî dedi ki: Bize Osman anlattı, dedi ki: Bize Abde anlattı, o Hişam'dan, o babasından, o İbn Ömer'den dedi kî: Peygamber (sav) Bedir kuyusunun başında durup şöyle buyurdu: "Rabbinizin size vaadettiğini hak olarak bul­dunuz mu?" Daha sonra dedi ki: "Şu anda onlar hiç şüphesiz vaktiyle benim kendilerine söylemiş olduklarımın hakkın kendisi olduğunu bilmektedirler." Sonra şu: "Çünkü sen davetini ölülere de İşittiremezsin" âyetini bi tirinceye kadar okudu[138]

Bu âyet-İ kerime Bedir kıssası ile, kabirdekilere selam vermek ile ilgili ha­dislerle çelişki halindedir. Ayrıca bu hususta ruhların belli bir takım vakitler­de kabirlerin kenarlarında bulunduklarına, ölünün yakınları kendilerini bı­rakıp gittikten sonra ayak seslerini duyduğunu belirten rivayetler ve benze­ri rivayetlerle de çelişki halindedir, Çünkü eğer ölü işitmese ona selam ve rilmezdi, bu da açık bir husustur. Biz bunları "et-Tezkire" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz.

"Körleri de sapıklıklarından" yani küfürlerinden "doğru yola erdiremez­sin." Yani sen kalplerinde imanı yaratabilecek güce sahip değilsin.

Hamza bu buyrukları; "Sen körleri sapıklık­larından hidayete iletemezsin" şeklinde; "Körlere doğru yolu sen gösterebilir misin?" (Yunus, 10/45) gibi okumuştur. Diğerleri ise "Körleri de... doğru yola erdiremezsin" diye okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim'in tercih ettiği okuyuş da budur. er-Rum Sûresi 'nde

 ibidir. Hepsi;  kelimesi üzerinde

(30/53. âyette) de bunun gibidi vakıf yaptıkları takdirde, bu sûrede "ya' ile vakıf yaparlar. er-Rum Sûresi'nde ise Mushaf a tabi olarak "ya"sız vakıf yaparlar, ancak Ya'kub herjki yerde de "ya" ile vakıf yapmıştır. el-Ferra ile Ebu Hatim ise; şeklin­deki okuyuşu da caiz kabul etmişlerdir. Abdullah (b. Mesud)'un kıraatinde ise; şeklindedir.

"Sen ancak, âyetlerimize İman edip teslimiyette olanlara dinletirsin." İbn Abbas dedi ki: Ancak benim mutlu olması için yarattığım kimselere işit­tirirsin, işte onlar tevhidde ihlâs sahibi olan kimselerdir. [139]

 

82. O söz aleyhlerine gerçekleşince, Bil onlara yerden bir Dâbbe çı­kartırız. Onlara: "İnsanlar âyetlerimize İnanmıyorlardı" diye söyler.

83. Âyetlerimizi yalanlayan her ümmetten bir topluluk hasredece­ğimiz gün onlar bir arada durdurulurlar.

84. Nihayet geldiklerinde der ki: "Benim âyetlerimi -onları bir bil­giye dayanarak kavramadığınız halde- yalanladınız hal Yoksa ne yapıyordunuz?"

85. Zulmetmeleri sebebi ile söz aleyhlerine gerçekleşti. Artık konu­şamazlar.

86. Bizim geceyi, o vakitte dinlensinler diye yarattığımızı, gündü­zü de aydınlık kıldığımızı görmediler mi? Muhakkak bunda inanan bir topluluk İçin âyetler vardır.

 

Yüce Allah'ın: "O söz aleyhlerine gerçekleşince biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara... söyler" buyruğunda geçen: "söz aleyhlerine ger­çekleşince" buyruğu ile "Dâbbe"nin ne olduğu hususunda farklı görüşler var­dır.

Bir görüşe göre; "o söz aleyhlerine gerçekleşince" yani aleyhlerine ila­hi gazab vacib olunca, dernektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Mücahid de şöyle demiştir: Bu, onların iman etmeyeceklerine dair aleyhlerinde söz hak olunca, anlamındadır.

İbn Ömer ile Ebu Said el-Hudri (r. anhuma) dediler ki: İyiliği emretme-yip kötülükten sakındırmayacak olurlarsa ilahi gazab aleyhlerine vacip olur.

Abdullah b. Mes'ud dedi ki: "Sözün gerçekleşmesi" alimlerin ölümü, il­min yok olması ve Kur'ân'ın kaldırılması demektir. Yine Abdullah (b. Mes'ud) dedi ki: Kaldırılmadan ünce çokça Kur'ân okuyunuz. Dediler ki: Peki hay­di mushaflar kaldırıldı, ya onu ezberlemiş olanların ezberleri ne olacak? Şöy­le dedi: Geceleyin onun üzerine bir yürüyüş tertiplenir, onlar Kur'ân'dan ya­na kupkuru sabahı ederler. Lâ ilahe illallah'ı unuturlar, cahiliyenin sözleri­ne ve şiirlerine dalarlar. İşte bu, sözün aleyhlerine gerçekleşeceği vakittir.

Derim ki: Bunu Ebubekr el-Bezzâr senedini kaydederek zikreder, el-Bezzardedi ki: Abdullah b. Yusuf es-Sakafî anlattı, dedi ki: Bize Abdu'1-Me-cid b. Abdu'1-Aziz, Musa b. Ubeyde'den anlattı. Musa Safvan b. Suleym'den, o Abdullah b. Mes'ud'un oğlundan (Allah ondan ve babasından razı olsun) rivayete göre; Abdullah dedi ki: Kaldırılmadan ve insanlar onun mekânını unutmadan önce şu Beyt'i çokça ziyaret ediniz. Kaldırılmadan önce şu Kur'ân'ı çokça okuyunuz. Ey Abdu'r-Rahman, dediler: Haydi mushaflar kal­dırıldı diyelim, peki ya onu ezberlemiş olanların kalplerinden nasıl kaldırı­lacak? Dedi ki: Sabahı edecekler ve bizler bir söz söylüyorduk, bizler bir söz söylüyorduk ama... diyecekler ve bu sefer cahiliye şiirlerine ve cahiliye hi­kâyelerine dönecekler. İşte bu sözün aleyhlerine hak olacağı zamandır[140]

Bir diğer açıklamaya göre sözü edilen "hak olacak söz" yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirilmektedir: "Fakat benden sadır olan: Cehennemi... el­bette dolduracağım, sözü hak olmuştur." (es-Secde, 32/13) Buna göre sözün gerçekleşmesi bunların hakkında cezanın vacip olmasıdır. İşte bunlar tevbe-lerinin kabul olunmayacağı ve kendilerinden mü'min bir evladtn olmayaca­ğı bir noktaya geldiklerinde, o vakitte kıyamet kopmuş olacaktır. Bunu da ei-Kuşeyrî zikretmektedir. Altıncı bir görüş de şöyledir: Hafsa bint-i Şîrîn de­di ki: Ben Ebu'l-ÂÜye'ye şanı yüce Allah'ın: "O söz aleyhlerine gerçekleşin­ce biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara... söyler." buyruğu hak­kında sordum da şöyle cevap verdi: Yüce Allah Nuh (a.s)'a: "Kavmimden da­ha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir." (Hud, 11/36) diye vahyetmişti. (Onun bu açıklamasını İşitince) sanki yüzümün üs­tünde bir perde vardı da, açılmış oldu.

en-Nehhas dedi ki: Bu da verilen güzel cevaplardandır. Çünkü insanlar imtihan edilirler ve geride bırakılırlar. Zira aralarında mü'min ve salih kim­seler de vardır. Yüce Allah'ın daha sonra iman edip tevbe edeceğini bildiği kimseler de vardır. Bundan dolayı onlara mühlet verildi ve biz de (iman et­meyenlerden) cizye almakla emrolunduk. İşte bu husus ortadan kalktı mı ar­tık söz aleyhlerine gerçekleşir ve onlar da şanı yüce Allah'ın: "Kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir." (Hud, 11/36) diye buyurduğu Nuh kavmi gibi olurlar.

Derim ki: Üzerlerinde düşünülecek olursa, bütün görüşlerin aynı anlam­da olduğu görülecektir. Buna delil ise âyetin sonunda yer alan: "İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı" buyruğudur. Bu buyrukta; (ûl)'în hemzesi üs­tün olarak da okunmuştur. Biraz sonra gelecektir,

Müslim'in Sahih'inde belirtildiğine göre Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiş­tir: Rasûiullah (sav) buyurdu ki: "Üç husus ortaya çıktı mı eğer önceden iman etmemiş yahut imanı halinde herhangi bir hayır kazanmamış ise hiçbir nef­se imanının faydası olmayacaktır. (Bunlar): Güneşin batıdan doğması, Dec-cal ve Dabbetu'l-arz'ın çıkmasıdır."[141] Bu hadis daha önceden de geçmiş bu­lunmaktadır. Dâbbe'nin tayini, nitelikleri ve nerden çıkacağı hususunda pek çok görüş ayrılıkları vardır. Biz bunları et-Tezkire adlı eserimizde zikret­tiğimiz gibi burada da ondan yüce Allah'ın izniyle yeteri kadar sözedeceğiz.

İlk görüş, bu Dâbbe'nin Salih (a.s)'ın devesinin yavrusu olduğudur. Bu hu­sustaki görüşlerin -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- en sahihi de budur. Çünkü Ebu Dâvûd et-Tayalisî, Müsned'inde Huzeyfe (r.a)'ın şöyle dediğini kaydetmektedir: Rasûiullah (sav) bizlere Dâbbe'yi zikredip şöyle dedi: "Bu Dâbbe zaman içinde üç defa çıkacaktır. Evvela çölün en uzak yerinde çıka­cak ve bu kasabaya -yani Mekke'ye- onun adı dahi girmeyecektir. Sonra uzun bir süre gizli kalacak, sonra bir daha fakat öncekinden daha kısa bir süre çı­kacaktır. Yine onun çölde adı yayılacak ve bu sefer onun adından bu kasa­bada da -yani Mekke'de de- sözedileçektir." Rasûlullah (sav) devamla buyur­du ki: "Sonra insanlar bütün mescitler arasında Allah nezdinde en çok say­gı değer olan, bütün mescitlerin en hayırlısı ve Allah için hepsinin en değer­lisi, şereflisi olan Mescid-i Haram'da bulundukları bir sırada aniden bu Dâb­be Rükün İle Makam arasında böğürüverecek ve başının üzerinde toprağı sil-keleyecektir, İnsanlar bölük pörçük etrafa dağılacaklar. Mü'minlerden Allah'ın elinden kurtulamayacaklarını bilen bir topluluk sebat gösterecektir. O da on­larla işe başlayacak, onların yüzlerini aydınlatacaktır. Adeta onları yüzlerini inci gibi parıldayan bir yıldız haline getirecektir. Sonra yeryüzünde yol al­maya koyulacaktır. Arkasından koşacak hiç kimse ona yetişemeyecek, önün­den kaçan hiç kimse de elinden kurtulamayacaktır. Öyle ki adanı ondan ko­runmak için namaza duracak, bu sefer arkasından gelip: Ey filan sen şimdi mi namaz kılıyorsun? diyecek. Sonra da önünden gelip onun yüzünü dam­galayacak, sonra bırakıp gidecektir. İnsanlar matlarda ortak olacak, şehirler­de birbirleriyle barış içinde yaşayacaklar. Mü'min, kâfirden ayırdedilecektir. Öyle ki mü'min: Ey kâfir hakkımı öde diyecektir."[142]

Bu hadiste Dâbbe'nin Hz. Salih'in dişi devesinin yavrusu olduğuna delil teşkil edecek taraf "ve o böğürecektir" ifadeleridir. Böğürmek (er-ruğa) de­veler hakkında kullanılır. Diğer taraftan dişi deve öldürülünce, onun yavru­su kaçtı. Bir kaya parçası önünde açılınca o da kayanın içine girdi, sonra da kaya üzerine kapandı. Yüce Allah'ın izni ile ortaya çıkıncaya kadar orada ka­lacaktır.

Bu Dâbbe'nin tüylü, kıllı, altmış zira' uzunluğunda ayakları bulunan bir varlık olduğu da rivayet edilmiştir. Bunun el-Cessâse olduğu da söylenir. Bu da Abdullah b. Ömer'in görüşüdür.

Yine İbn Ömer'den gelen rivayete göre Dâbbe yaratılış itibariyle Âdemo-ğulları gibidir. Bu Dâbbe'nin başı bulutlarda, ayaklan ise yerde olacaktır.

Yine rivayete göre bu Dâbbe'de herbir canlının hilkatinden (bir miktar) bulunacaktır.

el-Maverdî ve es-Sa'lebî'nin naklettiklerine göre, başı öküz başı, gözleri do­muz gözleri, kulakları fil kulakları, boynuzları dağ keçisi boynuzu, boynu de­vekuşu boynu, göğsü arslan göğsü, rengi kaplan rengi, böğürleri kedi böğ­rü, kuyruğu koç kuyruğu, ayaklan deve ayaklan olacaktır. Herbir eklem arasında da oniki zira' bulunacaktır. -ez-Zemahşerî: Âdemoğlu ziraıyla diye kayıt koymuştur. Onunla birlikte Musa'nın asası, Süleyman'ın mühürü de çı-kacakttr. Müslümanın yüzüne Musa'nın asası ile beyaz bir nokta koyacak yü­zü ağaracaktır. Kâfirin yüzüne de Süleyman (a.s)'ın mührünü basacak yüzü simsiyah kesilecektir. Bunu (Abdullah) ibn ez-Zübeyir (r.a) söylemiştir.

Kitabu'n-Nekkaş'ta İbn Abbas (r.a)'dan şöyle dediği kaydedilmektedir; Dâbbe, Kureyş'liler Kabe'yi yeniden inşa etmek istediklerinde kartalın gelip, kaldırdığı Kabe'nin duvarı üzerine çıkan ejderhadır.

el-Maverdî de Muhammed b. Kâb'dan, onun Ali b. Ebi Talih (r.a)'dan ri­vayetine göre ona Dâbbe hakkında sorulmuş ve şöyle demiştir: Allah'a ye­min ederim ki onun kuyruğu yoktur, fakat sakalı vardır. el-Maverdî dedi ki: Onun bu sözü Dâbbe'nin -açıkça ifade etmese dahi- insanlardan olduğuna bir işarette bulunmaktadır.

Derim ki: İşte -Allahualem- tnüteahhir müfessîrlerden birisi bundan do­layı şöyle demiştir: Daha kuvvetli ihtimai bu Dâbbe'nin bid'at ve küfür eh­li İle tartışarak onları susturmak üzere, onlarla tartışacak konuşan bir insan oima İhtimali en yüksektir. Böylelikle helak olan apaçık bir delil üzere he­lak olacak, hayatta kalan da apaçık bir delil üzere hayatta kalacaktır.

Hocamız İmam Ebu'l-Abbas Ahmed b. Ömer el-Kurtubî "el-Müfhim" ad­lı eserinde şöyle demektedir: Bu görüşü benimseyenin kanaatine göre en kuv­vetli ihtimalin bu olmasının sebebi yüce Allah'ın: "Onlara... diye söyler" bu­yurmuş olmasıdır. Buna göre bu Dabbe'de olağanüstü ve özel bir âyet (mu­cize, belge) söz konusu olmayacaktır ve bu hadis-i şerifte sözü edilen on alâ­metten biri de olmayacaktır. Çünkü bid'at ehline karşı delil getirip onlarla tar­tışanların varlığı çoktur. Böyle olmasında özel bir alâmet olacak taraf bulun­mamaktadır. O halde Dâbbe'nin (Kıyametten önce görüleceği bildirilen) on alâmet ile birlikte zikredilmemesi gerekir. Böylelikle "söz gerçekleşince" onun varlığının özelliği kalkmış olacaktır. Diğer taraftan bu kanaatin kabul edilmesi halinde yeryüzünde yaşayan insanlara göre bilgili, faziletli ve on­larla tartışan bu insana, insan adı verilmeyip, alim ya da imam denilmeyip, ona Dâbbe denilmek yolu tercih edilmiş olur. Bu ise fasih şahsiyetlerin adeti ve ilim adamlarının ta'zimi dışındadır. Akıl sahibi kimselerin yolu da bu değildir. O halde evla olan tefsir alimlerinin söyledikleridir. İşlerin gerçek­lerini en iyi bilen yüce Allah'tır.

Derim ki: Bu Dâbbe ile ilgili olarak bizim zikrettiğimiz Huzeyfe yoluyla gelen hadis-i şerif konuyla ilgili anlaşılmaz ve İçinden çıkılamaz noktaları çö-zümleyip ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla ona güvenmek ve dayanmak gerekir.

Dâbbe'nîn nereden çıkacağı hususunda da görüş, ayrılığı vardır. Abdullah b. Ömer dedi ki; Bu Dâbbe Mekke'deki Safa tepesinden çıkacaktır. Bu tepe çatlayacak ve o da içinden çıkacaktır. Abdullah b, Amr da buna yakın bir söz söylemiş ve şöyle demiştir: Şayet ayağımı çıkacağı yere koymak istesem ko­yabilirim.

Peygamber (sav)'dan gelen bir haberde şöyle denilmektedir: "İsa (a.s) müs-lümanlarla birlikte Beytullah'ı tavaf ederken, Sa'y cihetinde bulundukları bîr sırada Dâbbe'nin üzerinden yer yarılacak ve içinden Dâbbe çıkacaktır. Dâb­be Safa'dan çıkarak mü'minin gözlen arasına mü'mindir diye bir alamet ko­yacaktır. Bu alamet adeta inci gibi parıldayan bir yıldız gibi olacaktır. Kâfi­rin de gözleri arasına kâfir diye siyah bir nokta koyacaktır."[143] Zikredilen bu haberde, bu Dâbbe'nin kılının ve tüyünün olacağı da zikredilmektedir. Bu rivayeti de el-Mehdevî kaydetmiştir. İbn Abbas'tan rivayete göre bu Dâbbe dağ arasındaki bir yoldan çıkacaktır. Başı bulutlara değerken, ayaklan da yer­de olacaktır. Beraberinde Musa'nın asası İİe Süleyman (a.s)'ın mührü oldu­ğu halde çıkacaktır.

Huzeyfe'den gelen rivayete göre de Dâbbe üç defa çıkacaktır. Birincisin­de çöllerden birisinde çıkacak sonra gizlenecektir, daha sonra kasaba ve şe­hirlerde çıkacaktır, akıtılacak kanlar oldukça fazla bir miktarı bulacak şekil­de de emirler birbirleriyle bu şehirlerde çarpışacaklardır. Üçüncü bir çıkışı ise mescidlerin en büyüğü, en şereflisi, Allah nezdinde en değerlisi ve fazi­letlisi olan mescid'den (Mescid-i Haram'dan) olacaktır,

ez-Zemahşerî dedi ki: Bu Dâbbe rnescidden çıkarken sağda kalan Mahzumoğulları evinin hizasında Rükün arasından çıkacaktır. Kimileri ondan ka­çacak, kimileri durup seyredeceklerdir.

Katâde'den gelen rivayete göre Dâbbe Tihame'de çıkacaktır. Yine bu Dâb­be'nin Nuh (a.s)'ın tufanının kaynamaya başladığı yer olan Tandır'dan, Kû-fe'deki mescidden çıkacağı da rivayet edilmiştir.

Taif ten çıkacağı da söylenmiştir. Ebu Kubeyl dedi ki: Abdullah b. Amr aya­ğıyla Taif topraklarını vurup, şöyle dedi: İnsanlarla konuşacak olan Dâbbe buradan çıkacaktır.

Tihame vadilerinden birisinden çıkacağı da söylenmiştir ki, bu da İbn Ab-bas'ın görüşüdür. Ecyâd taraflarındaki bir kayadan çıkacağı da söylenmiştir, bu da Abdullah b. Amr'ın görüşüdür. Sedum denizinden (gölünden) çıkaca­ğı da söylenmiştir ki, bu da Vehb b. Münebbİh'in görüşüdür,

Bu son Üç görüşü el-Maverdî Kitab'ında zikretmiş bulunmaktadır.

el-Bağavî Ebu'I-Kasım Abdullah b. Muhammed b. Abdul-Aziz de şöyle de­mektedir: Bize Ali b. el-Ca'd anlattı. Ali, Fudayl b. Merzuk er-Rukaşî el-Ağar'den -ki Yahya b. Main'e hakkında sorulmuş, o da: Güvenilir birisidir, demiştir- o Atİyye el-AvfTden, o İbn Ömer'den dedi ki: Dâbbe, Kabe'deki bir çatlaktan atın yürüyüşünü andırırcasına çıkacaktır. Üç gün süre ile onun sa­dece üçte biri çıkmış olacaktır.

Derim ki: İşte Dâbbe'nin çıkışı ve nitelikleri ile ilgili Ashab ve Tabiînin gö­rüşleri bunlardır. Bunlar da nıüfessirler arasından: Dâbbe bir konuşan insan­dır, bid'at ehli ile ve kâfirler ile konuşup tartışır diyenlerin görüşlerini red­detmektedir. Ebu Umame'nin rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle bu­yurmuştur: "Dâbbe çıkacak ve burunları üzere insanlara işaret koyacak­tır. "[144] Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.

-Keiarn kökünden gelen bir lafız olarak- "te" harfi ötreli, "lâm" harfi de es-reli ve şeddeli olarak "Onlara... söyler" şeklindeki okuyuş umumun kıraatidir. Buna da Ubeyy'in; "onlara haber verir" şeklindeki oku­yuşu ayrıca delil teşkil etmektedir.

es-Süddî dedi ki: Onlara İslâm dini dışındaki bütün dinlerin batıl olduğu­nu söyleyecektir. Onların hoşlarına gitmeyecek şeyler söyleyecektir, diye de açıklanmıştır. Onlara akıcı bir ditle söz söyleyeceği ve uzakta olsun, yakın­da olsun herkesin işiteceği bir sesle onlara şöyle diyeceği de söylenmiştir: "İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı." Bundan kasıt benim çıkışımdır, çün­kü onun çıkışı âyetlerdendir. Dâbbe ayrıca: Şunu bilin ki, Allah'ın laneti za­limlerin üzerinedir" diyecektir.

Ebu Zür'a, İbn Abbas, el-Hasen ve Ebu Recâ ise bu lafzı; şeklin­de "yara açmak" anlamındaki kökünden gelen bir kelime olarak "te" harfini üstün okumuşlardır. İkrime dedi ki: Bu da onlara işaret vurur anla­mındadır. Ebu'l-Cevza dedi ki: Ben İbn Abbas'a bu: "Onlara... söyler" mi­dir? yoksa "onlarıyaralar" şeklinde midir? diye sordum. O da bana şöyle de­di: Allah'a yemin ederim, o onlarla hem konuşacaktır, hem de onları yara­layacaktır. Mü'min ile konuşacak, kâfir ile faciri ise yaralayacaktır.

Ebu Hatim de şöyle demektedir: Burada "Onlara... söyler"

buyruğu aynı zamanda; "Onları yaralar" demek gibidir. O bu ka­naatiyle bu lafzın; "(İşitti): Onları yaralar" çokluk anlamı ifade eden kipi ol­duğu kanaatindedir.

"İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı" buyruğundaki;Kûfeli-ler, İbn Ebi İshak ve Yahya; diye üstün okumuşlardır. Haremeyn ehli, Şamlılar ve Basrahlar ise esreli okumuşlardır. en-Nehhas dedi ki: Hem üstün okuyuş ile hem de esreli okuyuş ile ilgili iki görüş vardır. el-Ahfeş dedi la: Üstün okuyuş; "Diye..." demektir, İbn Mes'ud aynı şekilde: diye okumuştur. Ebu Ubeyde dedi ki: Fiilin üzerinde vaki olması dolayısıyla nasb mahatlindedir. Yani onlara: İnsanlar... diye haber verecektir.

el-Kisaî ve el-Ferra ise yeni bir cümle (isti'naf) olarak esreli okumuşlar­dır. el-Ahfeş dedi ki: Bu okuyuş; " Muhakkak insanlar... diye­cektir" anlamındadır. Burada insanlardan kasıt kâfirlerdir.

"Ayetlerimize" yani Kur'ân-ı Kerim'e ve Muhammed (sav)'a "inanmıyor­lardı." Bu ise şarjı yüce Allah'ın kâfirin imanını kabul etmeyeceği ve Dâb-be'nin çıkışından önce yüce Allah'ın ilmine göre mü'min ve kâfir olanlar dı­şında kimsenin kalmayacağı bir zamanda olacağını göstermeklerin Doğru­sunu en iyi bîlen Allah'tır.

"Âyetlerimizi" Kur'ân-ı Kerim'i, hakka delalet eden belgelerimizi "yalan­layan her ümmetten bir topluluk" bir zümre, bir cemaat "hasredeceğimiz gün onlar da durdurulurlar." Yani hesaplarının görüleceği yere itilir ve sü­rüklenirler. eş-Şemmâh dedi ki:

"Nice büyük orduları önümüze kattık, sürükledik, Nice kahraman başkandan da bağışlar aldık."

Katade dedi ki: "Durdurulurlar" burada başlan sonlarına iade edilir, döndürülür, anlamındadır.

"Nihayet geldiklerinde" yüce Allah "der ki: Benim âyetlerimi" peygam-berime indirdiğim âyetlerimi ve tevhidime delil olmak üzere ortaya koydu­ğum belgelerimi "onları bir bilgiye dayanarak kavramadığınız halde" on­ların batıl olduklarını bilmediğiniz halde "onlardan yüz çevirdiniz". Delil­siz olarak ve cahilce onları "yalanladınız ha! Yoksa ne yapıyordunuz?" Bu ifade bir azardır, yani sizler bu âyetler hakkında araştırmanızı yapmayıp bun­ların hakkında düşünmediğiniz zamanlarda ne yapıyordunuz?

"Zulmetmeleri sebebi ile söz aleyhlerine gerçekleşti." Zulümleri yani şirkleri dolayısıyla haklarında azab vacib oldu.

"Artık konuşamazlar." Yani herhangi bir mazeret ve delilleri yoktur. De­nildiğine göre ağızlarına mühür vurulacak ve bundan dolayı konuşamayacak­lardır. Müfessirlerin çoğu böyle demişlerdir.

"Bizim geceyi o vakitte dinlensinler" yani rahat bulup uyusunlar "diye

yarattığımızı, gündüzü de" rızık için çalışmak maksadıyla etrafın görüldü­ğü "aydınlık kıldığımızı görmediler mi? Muhakkak bunda" Allah'a "ina­nan bir topluluk için âyetler vardır." Yüce Allah burada ulûhiyet ve kud­retinin delâletlerini söz konusu etmektedir. Yani onlar bizim kudretimizin ke­malini bilip niye iman etmediler!'[145]

 

87. Sûr'a üfurüleccğl günde -Allah'ın dilediği kimseler dışında-göklerde olanlar da, yerde olanlar da dehşetle korkarlar. Hep­si de huzuruna küçülmüşler olarak geleceklerdir.

88. Sen dağları görür ve'onları yerinde duruyor sanırsın. Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler. Allah'ın herşeyi sapasağ­lam yapan yaratmasına bak! Muhakkak O, yaptıklarınızdan ha­berdardır.

89. Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır. Hem onlar o gün­de dehşetli bir korkudan yana güvenlik içindedirler.

90. Kim de kötülükle gelirse, yüzleri üzere ateşe dökülürler. (Onla­ra): "işlediğinizden başkası ile mi cezalandırılacaksınız ki"? (denilir.)

 

"Sûr'a üfürüleceği günde" yani sen Sûr'a üfürüleceği günü hatırla, yahut onlara bunu hatırlat. el-Ferra'nın kabui ettiği görüşe göre anlamı şudur: İş­te o gün Sûr'a üfürüleceği gündür, deyip burada; "(ç£&): İşte o" ism-i işare­tinin hazfedileceğini caiz kabul etmiştir.

Sûr iie ilgili doğru olan görüş, onun İsrafil'in kendisine üfleyeceği nurdan bir boynuz olduğudur. Mücahid borazan şeklindedir, demiştir. Sûr'un Ye­menlilerin lehçesindeki borazan (el-bûk) olduğu söylenmiştir. Buna dair açık­lamalar ile ilim adamlarının bu husustaki görüşleri daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/73. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Allah'ın dilediği kimseler dışında göklerde olanlar da, yerde olanlar da dehşetle korkarlar." Ebu Hureyre dedi ki; Peygamber (sav) buyurdu ki: "Yüce Allah gökleri yaratmayı bitirdikten sonra Sûr'u yarattı. Onu İsrafil'e ver­di. O bu Sûr'u ağzına koymuş, gözünü Arşa dikmiş, ne zaman üfürmekle em-rolunacağına bakmaktadır." Ey Allah'ın Rasûlü Sûr nedir? diye sordum. Şöy­le buyurdu: "O bir boynuzdur. Allah'a yemin ederim ki, çok büyüktür. Be­ni hak ile gönderene yemin olsun ki ondaki bir dairenin büyüklüğü gökler­le yerin eni kadardır. Ona üç defa üfleyecektir. Birinci üfürüş feza' (dehşe­te kapılma) üfürüşüdür. İkinci üfürüş baygınlık (sa'k) üfürüşüdür. Üçüncü­sü ise öldükten sonra diriliş ve âlemlerin Rabbinin huzuruna kalkış üfürüşü­dür, "[146] diye hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. Bu hadisi Ali b. Ma'bed, et-Taberî, es-Sa'lebî ve başkaları zikretmiş olup, İbnu'l-Arabî sahih olduğu­nu belirtmiştir. Ben bu hadisi et-Tezkire adlı eserimde zikrettiğim gibi, ona dair orada açıklamalarda da bulunmuştum. Sûr'a üfürmenin sayısı hususun­da sahih olan ise bunların üç değil iki olduğudur. Feza' (korku ve dehşete kapılma) üfürüğü aslında baygınlık (sa'k) üfürüşüne racidir. Çünkü bu iki hu­sus, bu İki üfürüşle birlikte olacaktır. Yani onlar öyle bir dehşete kapılacak­lardır ki, bundan dolayı öleceklerdir. Yahutta öldükten sonra diriliş nefha-sına racidir, bu da el-Kuşeyrî ve başkalarının tercihidir. O bu âyet-İ kerime ile ilgili açıklamaları esnasında şöyle demektedir: İkinci üfürüşten kasıt; onların dehşete kapılmış olarak diriltilmeleri: "Yattığımız yerden kim kaldır­dı bizi?" (Yâsîn, 36/52) diyecekleri ve kendilerini dehşete düşürüp korku duy­malarına sebeb teşkil edecek işler görecek olmalarıdır. İşte bu üfürüş bora­zan sesi gibi olacaktır. İnsanlar da amellerinin karşılıklarını görecekleri yer­de toplanacaklardır. Bunu da Katade söylemiştir. el-Maverdî dedi ki: "Sûr'a üfurüleceği günde" buyruğundaki gün, kabirlerden kalkılacağı gündür. Korku hakkında da İki görüş vardır demiştir. Birincisine göre seslenişin ge­reğini yerine getirmek ve bu maksatla acele etmektir. Bu da Arapların sana yardım etmek üzere seslenilmesi halinde çabucak koşmanı anlatan; "Bu hususta ben sana hızlıca geldim" ifadelerinden alınmış­tır. İkinci görüşe göre ise burada sözü edilen korku ve dehşet, korku ve üzün­tüden i feri gelen alışılmış bir dehşettir. Çünkü onlar kabirlerinden tedirgin edilecekler, bundan dolayı korku ve dehşetle kalkacaklardır. İki görüşün doğ­ruya yakın olanı da budur.

Derim ki: Ebu Hureyre ile Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği hadislerden sa­bit olan sünnet, üfürmelerin üç değil, iki defa olacağını göstermektedir. Bu iki hadisi de Müslim rivayet etmiş olup, biz bunları "et-Tezkire" adlı eserimiz­de zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusu da yüce Allah'ın izniyle bu üfürmelerin iki defa olacağıdır. Yüce Allah: "Sûr'a üfürülmüş -Allah'ın diledikleri müs­tesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş olacaktır" (ez-Zümer, 39/68) buyruğunda korku ve dehşet nefhasında istisnada bulunduğu gibi, burada da istisnada bulunmaktadır. Bu da bu iki yerde sözü edilen üfürüşlerin ay­nı üfürüş olduğunun delilidir. İbnu'l-Mübarek, el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "İki nefha (üfürüş) arasında kırk yıl olacaktır. Birincisinde yüce Atlah herbir canlıyı öldürmüş ola­cak, İkincisinde de yüce Allah ölmüş olan herbir kişiyi diriltecektir."[147]

Şayet: Yüce Allah'ın; "Arkasından onu Kadife izleyecek" buyruğundan itibaren... "O ancak bir tek haykırıştır." (en-Na2iat, 79/7-13) buyrukları za­hiri gereğince bu üfürüşlerin üç tane olması gerekir denilecek olursa, böy­le diyene şöyle cevap verilin Hayır, durum böyle değildir. Burada haykırış (Zecra)'dan kasıt, İnsanların kabirlerinden çıkışlarının arkasından gerçekle­şeceği İkinci üf-ürüştüc İbn Abbas, Mücahid, Ata, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demiştir. Mücahid dedi ki: Bunlar iki sayha (haykınş)dır. Birincisinde yüce Allah'ın izniyle bu üfürüş sonucunda herkes ölecektir. İkincisinde ise yüce Allah'ın izniyle bu üfürüş ile herşey diriltilecektir. Ata dedi ki: (en-Nâ-ziat, 79/6) buyruğunda sözü edilen sarsıcı (er-Racife) kıyamet günüdür. "er-Râdife" ise öldükten sonra diriliş demektir. İbn Zeyd dedi ki: er-Râcife'den kasıt ölümdür, er-Râdife'den kasıt da kıyamet saatidir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

"Allah'ın dilediği kimseler dışında" buyruğunda istisna edilenlerin kim­ler olduğu hususunda da farklı görüşler vardır. Ebu Hureyre yoluyla gelen hadise göre bu İstisna edilenler Rabbleri nezdinde kendilerine rızık verilen şehidlerdir. Bu korku ve dehşet sadece hayatta ulanlar içindir. Said b. Cü-beyr'in görüşü de budur. Bunlar Arşın etrafında kılıçlarını kuşanmış olan şe­hitlerdir. el-Kuşeyrî dedi ki: Peygamberler de onların kapsamına girer. Çün­kü onların peygamberlikle beraber bir de şehitlikleri vardır.

İstisna edilenlerin melekler olduklan da söylenmiştir. el-Hasen dedi ki; Yü­ce Allah iki nefha (üfürüş) arasında ölecek bir takım melekleri de istisna et­miştir.

Mukatil dedi ki: Bununla Cebrail, Mikail, İsrafil ve ölüm meleğini kastetmektedir. Maksadın el-hûru'1'în oldukları da söylenmiştir. Bunlar mü'miriler­dir, diye de açıklanmıştır. Çünkü yüce Allah bu buyruğun akabinde şöyle bu­yurmaktadır: "Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır. Hem onlar o günde dehşetli bir korkudan yana güvenlik içindedirler."

Kimi ilim adamımız da şöyle demiştir: Sahih olan bunların kimliklerinin tayini hususunda sahih herhangi bir haberin gelmemiş olduğudur, hepsi ih­timal dahilindedir.

Perim ki: Bu, ilim adamımız Kadı Ebubekr İbmı'l-Arabînin de sahih ol­duğunu belirttiği, Ebu Hureyre yoluyla gelen hadisi görememiştir. O bakım­dan bu hadis, bu konuda dayanak alınmalıdır. Zira kimliklerin tayini husu­sunda bu hadis nasstır, diğerleri ise bir içtihaddır, doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır. İleride ez-Zümer Sûresi' nde (39/68, âyetin tefsirinde) geleceği üzere bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür.

Yüce Allah'ım "Göklerde olanlar da... dehşetle korkarlar" buyruğunda fiil mazi, "ufürüleceği günde" buyruğunda ise fiil muzari olarak kullanılmış­tır. Peki bu durumda mazi fiil nasıl muzari fiile atfedtlmiştir diye sorulabilir. el-Ferrâ'nın kanaatine göre burada atıf manaya göredir, çünkü anlam: Sûr'a üfürüldüğünde... korkarlar, şeklindedir. "Allah'ın dilediği kimseler dışın­da" buyruğunda da müstesna olarak nasb halindedir.

"Hepsi de huzuruna küçülmüş olarak geleceklerdir." buyruğunda ge­çen ve "ona geleceklerdir" anlamındaki buyruğu Ebu Amr, Âsim, el-Kisaî, Nafî', İbn Âmir ve İbn Kesir; şeklinde müstakbel (müzari) bir fiil ola­rak okumuşlardır. el-A'meş, Yahya, Hamza ve Âsım'dan Hafs ise medsiz ola­rak ve mazi fiil olmak üzere; diye okumuşlardır. İbn Mes'ud da böy­le okumuştur. Katade'den de "Ona gelecektir" (şeklinde fiilin faili müf-red olarak) okumuştur.

en-Nehhas dedi ki: Benim Ebu İshak'dan naklen kıraatlere dair yazdıkla­rımda şunlar da vardır. Kim; diye okursa, lafzına binaen fiili tekil okur. Kim de; "Gelicidirler" diye okursa, manasına binaen çoğul okur. Ancak böyle bir görüş çirkin bir hatadır: Çünkü diye okun­duğu takdirde tekil değil, çoğul okunmuş olur. Eğer tekil okuyacak olsa; demek icab ederdi. Fakat diyenler manaya binaen çoğul okumuş olurlar ve fiili mazi kullanmış olurlar. Çünkü o bu durumda fiili "deh­şetle korkar" fiili gibi değerlendirmiştir. Buna karşılık; diye okuyan­lar ise yine manaya göre ve önceki cümle ile anlamı kopuk olduğundan do­layı böyle okumuşlardır.

İbn Nasr dedi ki: Ebu İshak -Allah'uı rahmeti üzerine olsun-dan söyleme­diği bir söz nakledilmiş bulunmaktadır. (en-Nehhâs'ın nakline işaret ediyor.)

Ebu İshak'ın kullandığı ifade şöyledir: "Hepsi dehuzuruna küçülmüşler olarak geleceklerdir" buyruğu "Gelicidirler" diye de okunur. Tekil okuyan kimse 'ın lafzı dolayısıyla tekil okur, çoğul oku­yanlar da anlamı dolayısıyla çoğul okurlar. O şunu anlatmak istemektedir: İster Kur'ân'da, ister Kur'ân-ı Kerim'in dışında; "Hepsi" lafzının habe­ri eğer müfred olarak gelirse lafza göre nıüfred gelmiştir, çoğul olarak gel­mişse manaya göre çoğul olarak gelir. Ebu Cafer (en-Nehhâs) bu manayı esas alarak söylediklerini söylememiştir.

el-Mehdevî dedi ki: "Hepsi de huzuruna küçülmüş ola­rak geleceklerdir" buyruğunda fiil; "Gelmek" mastarındandır ve burada (fail), "Hepsi"nin anlamına binaen gelmiştir, lafzına göre değil­dir. Buna karşılık " Hepsi de ona küçülmüşler olarak gelici-lerdir," diye okuyanların okuyuşunda İse bu "Geldi"den ism-İ faildir, Buna da yüce Allah'ın: Hepsi kıyamet gününde ona yalnız başına gelicidirler" (Meryem, 19/95) buyruğu delildir.

"Herkes ona gelir" diye zamiri müfred okuyanlar ise "hepsi"nin anlamına göre değil de, lafzına göre okumuşlardır. Buna karşılık: "Küçülmüşler olarak" lafzının çoğul gelmesi de manaya göredir. An­lamının "küçülmüşler olarak" olduğu İbn Abbas ve Katade'den rivayet edil­miştir. Buna dair açıklamalar da daha Önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/48. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Sen dağları görür ve onları yerinde duruyor sanırsın. Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler" buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki; Sen dağlan dimdik ayakta görürsün, gerçekte ise onlar kesintisiz, aralıksız olarak yürümektedir. el-Kutebî dedi ki; Çünkü dağlar bir araya getirilecek ve yürütülecektir. İnsan gözüyle ayakta duruyor gibi görünecek, gerçekte ise on­lar yürümektedirler. Büyük olan herşey ve büyük kalabalıkları göz tamamiy-le ihata etmekten uzaktır. Buna sebeb ise bunların çoklukları ve enleri ile bo­yu arasındaki mesafelerin büyüklüğüdür. Bu görenin bir yanılmasıdır. O, on­ları duruyor gibi görecektir, gerçekte ise onlar yürümektedirler. Şair Nâbiğa bir orduyu nitelendirirken şöyle demektedir:

"Büyük dağı andıran çok yüksek bir dağda sanırsın onları -Binekleri hızlıca yol aldığı halde- bir takım ihtiyaçları için durmuşlar (gibi görürsün)."

el-Kuşeyrî dedi ki: Bu kıyamet gününde olacaktır. Yani dağlar çoklukla­rı dolayısıyla duruyorlar gibi gelecektir. Bu da insan gözüne böyle görüne­cektir. Gerçekte ise onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. Nitekim üstüste yığılmış olan bulut da gerçekte yürürken duruyor zannedilir. Yani bu dağlar geriye onlardan hiçbir şey kalmayıncaya kadar bulutlar gibi yürüyüp gidecektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dağlar da yürütülüp bir serap olacak," (en-Nebe', 78/20)

Denilir ki; Yüce Allah dağları çeşitli şekillerde nitelendirmiştir. Hepsinin ortak anlamı bunların yeryüzünden alınacakları, gizledikleri şeyleri açığa çı­kartacakları şeklindedir. İlk vasıfları dağlann dümdüz edilmeleridir, Bu da (kı­yamet) sarsıntısından önce olacaktır. Sonra atılmış pamuk gibi olacaklardır, bu da semanın erimiş maden gibi olacağı vakit gerçekleşecektir. Yüce Allah şu buyruğunda onları bir arada zikretmektedir: "Ogün gök erimiş maden gi­bi olacak, dağlar da renk renk boyanmış (ve atılmış) yün gibi olacak." (el-Meâric, 70/8-9) Üçüncü halleri dağların toz zerrecikleri gibi olmasıdır. Bu da önceleri atılmış yün gibi iken, zerrelerinin birbirinden koparılması ile gerçek­leşecektir.

Dördüncü halde dağlar yerlerinden sökülüp, atılacak, çünkü önceki hal­lerinde dağlar yerlerinde durmuş olacaklar ve altlarından yer görünmeyecek-tir. Altlarında neyin olduğunun açığa çıkması için; üzerlerine rüzgarların gön­derilmesi suretiyle dağlar savrulacaklardır.

Beşinci hal: Rüzgarlar dağlan yeryüzünün yukarısına çıkartacaklar ve adeta toz zerreleri gibi; havada bir ışık gibi görüneceklerdir. Uzaktan onla­ra bakan bir kimse ise kesiflikleri dolayısıyla cansız ceset gibi görecektir, Ha­kikatte ise bunlar yürümektedirler, ancak onların yürümeleri dümdüz edil­miş ve darmadağın olmuşcasına rüzgarlar peşinden olacaktır.

Altıncı hal ise dağlann serap gibi görünmeleridir. Onların bulundukları ye­re bakan bir kimse serap görmek halinde olduğu gibi, onların bulundukla­rı yerde dağlardan hiçbir şey göremeyecektir.

Mu katil dedi ki: Dağlar yerin üzerine çökecekler ve yerle dümdüz edile­ceklerdir. Daha sonra da bu açıklamaların bir benzeri yapılmaktadır.

el-Maverdî dedi ki: Bunun neye misal verildiği hususunda üç görüş var­dır:

1- Bu yüce Allah'ın dünyaya vermiş olduğu bir misaldir. Ona bakan bir kimse, onun dağlar gibi durmakta olduğunu zanneder, fakat dünya tıpkı bu­lutlar gibi yok oluştan payını almaya devam etmektedir. Bu açıklamayı Sehl b. Abdullah yapmıştır.

2- Bu yüce Allah'ın imana vermiş olduğu bir misaldir. Sen imanı kalpte sabit zannedersin, onun ameli ise semaya doğru yükselmektedir.

3- Bu yüce Allah'ın ruhun çıkışı sırasında nefse vermiş olduğu bir misal­dir. Gerçekte ruh bu esnada Arşa doğru yükselmektedir.

"Allah'ın herseyi sapasağlam yapan yaratmasına bak!" Yani bu yüce Al­lah'ın yaptıklanndandır. Yüce Allah'ın yaptıkları da elbetteki sapasağlamdır.

"Sen... görür" anlamındaki fiil gözün görmesindendir. Şayet kalbin gör­mesi ile ilgili olsaydı, iki mefule geçiş yapması gerekirdi. "Görürsün" fiilinin aslı şeklindedir. Hemzenin harekesi "ra" harfine verildikten son­ra "ra" harfi harekelenmiş oldu, sonra da hemze hazfedildi. Eğer makabli (on­dan önceki harf) sakin ise hemzenin hafifletilme yolu budur. Ancak burada bu fiilin hafifletilmesi ayrılmaz bir özelliğidir.

Kûfeliler "Onları... sanırsın" fiilini "sin" harfi üstün olarak okur­lar. Kıyas böyle okumayı gerektirir. Çünkü bu fiil; "Sandı, sa­nır" dan gelmektedir. Şu kadar var ki Peygamber (sav)'dan bundan farklı ola­rak müzaride "sin" harfini esreli okuduğu rivayet edilmiştir. O takdirde bu fiilin vezni; şeklinde salim fiillerden; ile; gibi olur.da zikredilmiştir. Arapçada bu fiillerin dışında bu şekilde kul­lanılanı bilinmemektedir.

"HaIbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler" ifade sinin takdiri; şeklindedir. Burada sıfat mevsufun yerine muzaf da muzafun ileyhin yerine getirilmiştir. Dağlar yeryüzündeki yerlerin­den izale edilecekler. Bir araya getirilecek ve bulutların yürütüldüğü gibi yü­rütüleceklerdir. Sonra da dağlar paramparça edildikten sonra tekrar yere ge­ri döneceklerdir. Nitekim yüce Allah; "Ve dağlar parça parça ufalandığı za­man" (el-Vakıa, 56/5) diye buyurmaktadır.

"Allah'ın yaratması" buyruğu el-Halil ve Sİbeveyh'e göre mas­tar olarak nasbedilmiştir. Çünkü Allah: "Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler" diye buyurması onun bunu bilhassa yarattığına (müfessir bu­nu mef ul-i mutlak kipiyle anlatmaktadır) delil teşkil etmektedir. Bununla bir­likte iğra olmak üzere nasbedilmesi de caizdir. Yani"Allah'ın yaratmasına bir bak" anlamında olur (mealde olduğu gibi). Bu durumda; Bulutlar" kelimesi üzerinde vakıf yapılır, ancak birinci takdire gö­re bunun üzerinde vakıf yapılmaz. Bununla birlikte; "Bu Allah'ın yaratmasıdır" takdirine göre ref ile okunması da mümkündür.

"Herseyi sapasağlam yapan" son derece muhkem kılan demektir. Pey­gamber (sav)'ın şu hadisinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır: Bir iş yapıp da onu sapasağlam yapan kimseye Allah'in rahmeti olsun."[148]

Katade ise bunun herşeyi güzel yapan anlamında olduğunu söylemiştir. İtkam ise muhkem kılmak sağlam yapmak demektir. Mesela; "Eş­yayı iyi bilen, İyi yapan" anlamındadır, ez-Zührî der ki: Bunun aslı İbn Tikn'dan gelmektedir. Bu da Ad kavminden gelen bir adamın adıdır. Hiçbir oku hedefini şaşırmazdı. O bakımdan o misal gösterilmiştir. Mesela: "İbn Tikn'den daha iyi ok atıcı" denilir. İşte herbir işte olduk­ça maharetli olan kimseye; denilir.

"Muhakkak O yaptıklarınızdan haberdardır." Cumhur hitap kipi ile "te" ile okumuşlardır. İbn Kesir, Ebu Amr ve Hişam ise ya ile ("yaptıkların­dan" anlamında) okumuşlardır.

"Kim iyilikle gelirse, ona ondan hayırlısı vardır." İbn Mes'ud ve İbn Ab-bas (r.anhumâ) dediler ki: İyilik lâ İlahe illallah'tır. Ebu Ma'şer dedi ki: İb­rahim kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah hakkı için diye yemin ed­er ve bu yemininde hiç de istisna yapmadan iyilik (el ha sene) lâ ilahe illal­lah Muhammedu'r-Rasûlullah'dır derdi.

Ali b. el-Huseyn b. Ali (r.anhum) dedi ki: Bir adam gazaya çıktı bir yer­de yalnız kaldı mı: Lâ ilahe İllallah vahdehû lâ şerike leh: Allah'tan başka hiç­bir İlah yoktur, O bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur derdi. O, Rum (Bi­zans) topraklarından kurak ve çorak bir yerde iken yüksek sesle la ilahe il­lallah vahdehu la şerike leh dedi. Karşısına üzerinde beyaz elbiseler bulu­nan bir atlı çıktı ve ona şöyle dedi: Nefsim elinde olana yemin ederim ki; bu şanı yüce Allah'ın: "Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır" diye buyurduğu sözdür.

Ebu Zerr dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bana vasiyette bulun. Şöyle dedi: "Al­lah'tan kork ve bir kötülük işledin mi hemen arkasından bir iyilik yap ki onu silsin." Ben: Ey Allah'ın Rasûlü la ilahe illallah hasenattan (iyiliklerden) mı­dır? diye sordum. O: "Hasenatın en faziletlilerindendir" diye buyurdu. Bir ri­vayette de şöyle buyurmuştur: "Evet o hasenatın en iyisidir." Bunu el-Bey-hakî zikretmiştir[149]

Katade dedi ki: "Kim iyilikle gelirse" ihlas ve tevhidle gelirse demektir. Bütün farzları eda ile gelirse, diye de açıklanmıştır.

Derim ki: Bir kimse gerçek anlamıyla lâ ilahe illallahı söyleyecek ve bu­nun gereklerini -daha önce İbrahim Sûresİ'nde (14/24-25. âyetlerin tefsirinde) açıklandığı üzere- yerine getirecek olursa, o kimse hem tevhidi, hem ih-lâsı, hem de farzları yerine getirmiş olur.

"Ona ondan hayırlısı vardır" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas dedi ki: Yani ondan kendisine hayır ulaşır. Mücahid de böyle demiştir. Bir diğer gö­rüşe göre ona güzel karşılık verilecektir ki; bu da cennettir. Buradaki; "Hayırlı" tabiri ism-İ tafdil değildir. İkrime ve İbn Cüreyc dedi ki: Bu­rada o kimseye ondan hayırlısı verilecektir, ifadesinin imandan hayırlısı ve­rilecektir anlamı kastedilirse, böyle bir şey söz konusu olmayacaktır. Çünkü lâ ilahe illallah diyenden daha hayırlı hiçbir şey yoktur, fakat o kimseye lâ ilahe illallah'tan hayır verilecektir, demektir.

"Ona, ondan hayırlısı vardır" buyruğunun tafdil için olduğu da söylen­miştir. Yani yüce Allah'ın vereceği mükâfat kulun amelinden, söylediği söz­den ve zikrinden hayırlıdır. Aynı şekilde yüce Allah'ın razı olması da kul için kulun yaptığı işten hayırlıdır. Bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır.

Bir diğer görüşe göre bu, mükâfatın kat kat verilmesi ile alakalıdır. Şanı yüce Allah bire karşı on verecektir. Kısa sürelik bir iman karşılığında ona ebe­di mükafat ihsan edecektir, Bu açıklamayı Muhammed b. Ka'b ile Abdu'r-Rah-man b, Zeyd yapmışlardır.

"Hem onlar o günde dehşetli bir korkudan yana güvenlik İçindedirler" buyruğundaki "O günde dehşetli bir korku" buyruğunu Âsim, Hamza ve el Kisaî izafet olmak üzere; "O günün dehşetli korku­su" diye okumuşlardır, Ebu Ubeyd dedi ki: Böyle bir okuyuşu ben daha uy­gun bulmaktayım, çünkü o günün dehşetli korkularının tümünden yana emniyette olmak bu husustaki İki te'vilden daha genel kapsamlı olanı ifade eder. Buna karşılık diğer kıraatteki anlamı ile "o günde dehşetli bir korku­dan" denilecek olursa, sanki çeşitli mertebelerde korkular olacak gibi bir an­lam anlaşılır.

el-Kuşeyrî dedi ki: Bu buyruk; Dehşetli bir korku"dan şeklin­de tenvin İle okunmuştur. Sonra da bununla kastedilen tek bir dehşetli kor­kudur, denilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "En büyük korku onları üzmez." (el-Enbiya, 21/103) Bir diğer görüşe göre bundan çokluk kastedilmiştir. Çünkü burada mastar kullanılmıştır. Mastar ise çokluk anlamını ihtiva etmeye elverişlidir.

Derim ki; Bu açıklamaya göre her iki kıraatin de anlamı birdir. el-Mehde-vî dedi ki: O günde dehşetli bir korkudan" diye tenvin ile oku­yanın kıraatine göre;"O günde" lafzı "dehşetli korku" anlamındaki mas­tar ile nasbedilmiştir. Bunun "dehşetli korku"nun sıfatı olması ve bir mahzu-fa taalluk etmesi de mümkündür. Çünkü mastarlara dair zaman isimleri ile haber verilebildiği gibi onları sıfat olarak alırlar. Bununla birlikte; "Gü­venlik İçindedirler" ism-i failine taalluk etmesi de caizdir. İzafet zarfların bu­na elverişli oluşundan dolayıdır. Tenvini hazfedip "mim" harfini de üstün oku­yanlara göre zarf-ı zaman olduğundan dolayı onlar bu lafzı, "yevm: gün" laf­zını mebni kabul etmişlerdir. Çünkü zaman zarflarında i'rab mütemekkin de­ğildir. Mütemekkİn olmayana ve mu'reb de olmayana İzafe olununca bu se­fer mebni olmuştur. Sibeveyh şu beyiti nakletmistir

"İnsanların pek büyük işleri kendilerini meşgul ettiği bir zamanda Ey-Zureykliler tilkilerin kapıp gitmeleri gibi siz de malı kapınız."'

"Kim de kötülükle gelirse" buradaki "kötülük" şirk demektir. Bu açıkla­mayı İbn Abbas, en-Nehaî, Ebu Hureyre, Mücahid, Kays b. Sa'd ve el-Hasen yapmışlardır. Te'vil ehli bir önceki âyette geçen "el-Hasen'e: İyilik"ten kas­tın lâ ilahe illallah, burada geçen "es-seyyie: Kötülük "ten kastın da bu âyet­te şirk anlamında olduğunu icma ile kabul etmişlerdir.

"Yüzleri üzere ateşe dökülürler." İbn Abbas: bırakılırlar, ed-Dahhak: Atı­lırlar diye açıklamışlardır. "Kabı yüzüstü tersine çevirdim" deni­lir. Bunun lazım şekli de; diye gelir. Arapçada bu şekil çok az kulla­nılır.

"İşlediğinizden" yani amellerinizin karşılığından "başkası İle mi cezalan-dirilirsiniz ki?" Yani onlara ...cezalandırılır mısınız ki? denilecektir. Bu yü­ce Allah'ın söyleyeceği bir buyruk da olabilir, meleklerin söyleyeceği bir buy­ruk da olabilir. [150]

 

91. Ben ancak burayı saygıdeğer kılan ve herşey kendisinin olan bu beldenin Rabblne İbadet etmekle emrolundum. Müslümanlar­dan olmakla da emrolundum;

92. Kur'ân'ı okumakla da. Kim hidayet bulursa, ancak kendi lehi­ne hidayet bulur. Kim de sapıklığa düşerse, de ki; "Ben ancak uyarıcılardanım."

93. Ve de ki: "Hamdolsun Allah'a. O size âyetlerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbim yaptıklarınızdan gafil değildir."

 

"Ben ancak burayı saygıdeğer kılan" yaratmak ve mülkü itibariyle "her­şey kendisinin olan bu beldenin Rabbine ibadet etmekle emrolundum"

buyruğunda sözü edilen "bu belde" yüce Allah'ın çok saygıdeğer kıldığı Mek­ke'dir. Yani O, burayı -birkaç yerde daha önce açıklandığı üzere- güvenlik­li bir harem kılmıştır, orada kan dökülmez, kimseye zulmedilmez. Orada av avlanılmaz, hiçbir ağaç sökülmez.

İbn Abbas "burayı saygıdeğer kılan" buyruğunu "belde" lafzına uygun olmak üzere; diye okumuştur. Ancak diğerleri diye okumuş­lardır. Bu da nasb mahallinde ve "Rabb"in sıfatıdır. Eğer "elif" ve "lam" ile olmuş olsaydı, o takdirde; demek icab ederdi. Çünkü bu takdirde fiil kendisine ait olduğu failden başkasına uygun olarak gelmiş olacaktır. Eğer  dediğimiz takdirde ayrıca; zamirini takdir etmemize ihtiyaç kalmaz.

"Müslümanlardan" emrine itaatle boyun eğen ve O'nu tevhid edenler­den "olmakla da emrolundum. Kur'ân'ı okumakla da." Yani Kur'ân'ı oku­makla da emrolundum; yani bana onu oku, denildi.

"Kim hidayet bulursa ancak kendi lehine hidayet bulur." Yani hidayet bulmasının sevabı ona aittir.

"Kim de sapıklığa düşerse" bana düşen tebliğ etmektir, üzerimde başka bir sorumluluğum yoktur. Bunu kıtal (savaşı emreden) âyet neshetmiştir.

en-Nehhas dedi ki: "Kur'ân'ı okumakla buyruğu ile nasb mahallindedir. el-Ferra: İki kıraatten birisi; "Ve Kur'ân'ı oku diye..." şeklindedir, demiş ve enir dolayısıyla cezm mahallinde olduğunu İddia et­miştir. İşte "vav"ın hazfediliş sebebi budur. en-Nehhas dedi ki: Bizler kim­senin bu şekilde okuduğunu bilmiyoruz ve bu, bütün mushaflara muhalif bir hattır.

"Ve de kî hamdolsun Allah'a." O'nun nimetlerine ve bizi doğru yola İlet­mesine,

"O size âyetlerini" gerek kendi nefislerinizde, gerek dışınızda "gösterecek." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Âyetlerimizi onlara hem afak-ta (dış dünyalarında) hem de nefislerinde göstereceğiz." (Fussilet, 41/53)

"Siz de onları" yani gerek kendi nefislerinizde, gerek göklerde, gerekse de yerde vahdaniyet ve kudretinin delillerini "tanıyacaksınız." Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Yakînleri olanlar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de. Artık görmez misiniz?" (ez-Zâriyât, 51/20-21)

"Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir." Medineliler, Şamlılar ve Âsım'dan rivayetle Hafs "te" ile muhatap kipi ile okumuşlardır. Buna sebeb ise; "O size âyetlerini gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız" diye buyurulmuş olmasıdır. Bu durumda ifadeler tek bir şekilde uyum halinde de­vam eder, diğerleri ise öncesinde gelen; "kim hidayet bulursa" buyruğuna göre "ya" ile okumuşlardır, (Rabbİn onların yaptıklarından gafil değildir demek olur). Böylelikle o âyet-i kerime hakkında burada haber verilmiş ol­maktadır.

Sûre burada tamam olmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Efendimiz Muhammed'e, onun aile halkına ve ashabına da Allah'ın salât ve selâmları olsun. [151]

 

 

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/115.

[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/115-117.

[3] Müslim, I, iği; İbn Mâce, I, 71; Müsned, IV, 400

[4] Müslim, 161: İbn Mâce, I, 70; Müsned, IV, 405

[5] Müslim, IV, 1753, 1754; Bufıari, III, 1204; Muvatta, II, 976; Müsned, VI, 83.

[6] Bu durumda buyruk "...dokuz ayetle birlikte..." anlamına gelir.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/117-128.

[8] Buharl, I, 37 -bab başlığında-; İbn Hibbân, es-Sahih, I, 289, 290; Tirmizî, V, 48; Da-rimî, I, 110; Ebû Dâvûd, 111, 317; İbn Mâce, I, 81; Müsned, V, 196.

[9] Müslim, III, 1378-1381; Buharl, III, 1126, 1127, 1360, IV, 1479, 1481; Tirmizi, II, 15ü; Ebû Dâvûd, III, 139, 142, 144, 145; Nesai, VII, 132, 136; Muvatta, II, 993; Müsned, I, 4, 6, 9, 10..., II, 463, VI, 145, 242.

[10] Gerek bu rivayetlere gerekse bundan sonra gelecek olan kuşların neler söylediklerine dair Süleyman (a,s.)'ın açıklamalarını ihtiva eden rivayetlere -Peygamber Efendimize kadar ulaşan sahih bir senetleri bulunmadığından- itibar etmek söz konusu değildir.

[11] el-Munâvî, Feydu'l-Kadîr, I, 380

[12] Herhangi bir kaynakta tespit edemedik. Allah en doğruyu bilendir.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/129-134.

[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/134.

[15] Muvatta, I, 422; Abdurrezzak, Musannaf, IV, 378; İbn Abdil-Berr, et-Temhid, I, 115

[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/134-136.

[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/136-137.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/137.

[19] Ubeyy'in Mushafmda kayıtlı olduğu bildirilen şekil ile Süleyman et-Teymi'nifi kıraati ara­sındaki fark; birincisinde dişi-çoğul-hitap zamiri "yuvalar" anlamındaki lafza tir; ikincisinde ise aynı zamir, fiilin sonuna bitirmiştir

[20] İbn Mâce, II, 1074'tc hem İbn Abbas'ın, hem işaret edilen Ebu Hureyre'nin rivayeti yer almaktadır. Ebû Dâvııdda tespit edemedik.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/137-142.

[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/142.

[23] Müslim, IV, 1759; Buhari, II], 1099; Ebû Dâoûd, IV, 367; İbn Mâce, II, 1075; Müsned, II, 402.

[24] Ebû Dâvûd, IH, 54, 55, IV, 367; İbnul-Cârûd, el-Munteka, I, 365; Dârimi, II, 293; Bey-hakî, es-Suntnu'l-Kübrâ. IX, 71, 72; Müstıed, II, 307, 338, 453.

[25] 18. ve 19. ayetlerin tefsiri 1.. başlık'ın sonlarında hadis geçmişti. Oradaki nota ve el-Araf, 7/133- ayet ve 5. başlığa bakınız

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/142-144.

[27] Ibn Kuteybe, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadi.s, s. 162

[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/144-145.

[29] Müslim, I, 463, 1810; Müsned, V, 91

[30] Müslim, IV, 1876.

[31] el-Heysem i, Mecmau'z-Zetıâid, IV, 216

[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/145-146.

[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/146-147.

[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/147-148.

[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/149-150.

[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/150-151.

[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/151-152.

[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/152-153.

[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/153-154.

[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/154.

[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/154-156.

[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/156.

[43] EbûDâvûd, I, 10

[44] Müslim, I, 332; Tirmizî, V, 382; Müsned, I, 436

[45] Bir önceki notta belirtilen yerler.

[46] Buhart, III, 1401; Musned, I, 458(de Abdullah b. Mesud'dan aynı manada

[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/156-157.

[48] Buharı, IV, 1610, VI, 2600; Tirmizl, IV, 527; Müsned, V, 38, 47.

[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/158.

[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/159.

[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/159-160.

[52] Bu durumda mana şöyle olur: Şeytan onlara amellerini, Allah'a secde etmemelerini, on­lara süslü göstermiş...

[53] Buna göre <ie mana şöyle olabilir: Onları doğru yoldan, Allah'a secde etmekten alıkoy­muş...

[54] Buharı, I, 365.

[55] Vesyolmak ise eti kesen fakat kemiği kırmaksızın kemiğe kadar ulaşan darbe demektir.

[56] Bu durumda hu buyrukların menli şöyle olur: 'Allah, O dur ki: Ondan başka ilah yok­tur, O çok büyüktür, arşın Rabbidir."

[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/160-165.

[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/165-166.

[59] Müslim, II, 1136, IV, 2114; Buharı, VI, 2(iyH; Müsned, IV, .248.

[60] Müslim, IIF, 1311; Müsned, IV, 253.

[61] İbn Abdi'l-Berr, et-Temhîd, III, 195.

[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/166-167.

[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/167-168.

[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/168.

[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/168.

[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/169.

[67] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaıd, VI11, 99; ravilerinden Muhammecl b. Mervan es-Süddi es-Sagir'in "metruk olduğu kaydıyla.

[68] Benzer rivayetler için bk. Sııyûtî, el-Câmiu'l-Kebir, IH, 306.

[69] Buhart, VI, 2634; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, 147.

[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/169-170.

[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/170-171.

[72] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, V1I1, 223'ten rivayetin birinci oümfesi Meymfınun sözü olarak.

[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/171.

[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/171.

[75] Buhar'ı, VI, 2619; Nesaî, VIII, 176.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/171-172.

[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/172.

[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/173.

[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/173-174.

[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/174.

[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/174-175.

[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/176.

[82] Görüleceği gibi bu rivayetlerin hiç birisi sağlam ve belli bir senedle peygamber Efen­dimize ya da :ısh:ıba ıılaşmamakadır tsrâiliyyfıt olma ihtimaller! çok yüksek, olup bun­ların hiç birisinin ilmî bakımdan itibar edilecek bir yanları da bulunmamaktadır

[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/176-179.

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/179.

[85] İbnuUCârûd, el-Munteka, I, 280; Tirtnizl, IV, 140.

[86] Peygamler Efendimizin hediyeyi kabul eniğine dair rivayetler için bk. Müslim, 11, 754; Buharı, II, 910-913, 922 vs.,..

[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/179-180.

[88] Muvatta, II, 908. îbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XI, 55"te bu rivayeti kayd ettikten sonra, ha­disin mevsul (yani senedinde kopukluk bulunmayan) bir rivayetini tespit edemediği­ni kayd etmektedir.

[89] Muhatnmed b. Selâme el-Kuciâî, Müsnedu'ş-Şihâb, I, 382.

[90] TaberSnî, el-Mu'cemu'l-Evsat, II, 146.

[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/180-181.

[92] İbn Abdi'Mîerr, et-Timhtd, VI, 156'da "...eğer senedi sahih ise..." kaydını XXI, 124'te senedinin "leyyin'' olduğu kaydını eklemektedir.

[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/181.

[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/181.

[95] er-Râmehurmuzî, Emsâlu'l-Hadİs, s. 163; İbn Selâme el-Kudâî, Müstıedu'ş-Şihâb, II, 155.

[96] Müslim, I, 384.

[97] Buhari, I, 176, III, 1260, IV, 1809; Müsned, II, 29H.

[98] el-Heysemî, Mecmau'z-Zçuâid, X, 125, 126.

[99] Benzer rivayetler için bk. Taberi, XIX, 163, 164.

[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/182-190.

[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/191-193.

[102] Rivayetin sadece Iielkıs iie ilgili olan bölümü: Tabert, XIX, 169'da yer almaktadır. Ai-$e Validemizin soru ve cevabını ihtiva eden biryer tespit edemedik. Esasen Kurtubî de kullandığı ifadelerle rivayetin güvenilir olmadığına dikkat çekmekledir

[103] Beyhakî, Şuabu'l-ltrmn, VI, 160, râvilerinden İsmail b. el-Ezdî'nin güvenirliğinin tartış­malı olduğu kaydıyla

[104] Ebû Şucâ' ed-Deylemî, el-Firdevs, IH, 277

[105] Buhart, IV, 1610, VI, 2600; Tirmizl, IV, 527; Nesaî, VIII, 227; Müsned, V, 38, 43, 47, 51.

[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/193-200.

[107] el-Heysemî, Mecnıau'z-Zevâid, V, 106; "Taberi tarafından muhtelif senedlerle rivayet edil-^ diği,, bunlardan birisinin ravilerinin sika olduğu kaydıyla.

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/200-202.

[109] "Te" ile okuyuşun anlamı: Gece aile halkına baskın yapacaksınız... diyeceksiniz; şek­linde, "ya" harfi ile okuyuş gece baskın yapacaklar... diyecekler demek o!ur.

[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/202-204.

[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/204-207.

[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/207-208.

[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/208-211.

[114] Bukari, VI, 2747; Müslim, III, 1671; Müsned, W, 232, 259, 451

[115] Müslim, III, 1670.

[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/211-213.

[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/213-214

[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/214.

[119] Ebu Davûd ct-Tayalisî, Müsned, 1, 117; Müsned, V, 42.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/214.

[120] Ebû Dâvâd, II, 89; Tirmizi, IV, 314, V, 502; Miisned, II, 25«, 348; Muhammed h. Selâ-me el-Kudaî, ef-Şİhâb, I, 208.

[121] Müslim, I, 50; Buharı, II, 364; Tirmizt, III, 21, IV, 368; Ebû Dâvûd, II, 104; İbn Mâce, 1, 56H.

[122] el-Kudaî, a.g.e., I, 427; el- Heysemî, Mecmaii'z-Zeuaîd, X, 152.

[123] Ebu Hureyre'den rivayete göre Peygamber Efendimiz: "Mazulumun duası kabul edilir. İslerse günahkâr olsun", Mecmau'z-Zevaid, X, 151.

[124] Müslim, IV, 1994.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/215-218.

[126] Müslim, I, 159; Tirmizî, V, 262; Müsned, VI, 49.

[127] Bu farklı kıraatlerin ne anlama geldiği, biraz sonra merhum müfessir tarafından açık­lanacaktır.

[128] Burada Kurtubrde birinci mısraın sonundaki "tekavvelet" kelimesi "teğavvelet: Gulya-bani'ye benzedi", ikinci mısranın başındaki "el-kavl kelimesi" en-nevm: uyku" kelime­si kabul edilerek tercüme edilmiştir. Bu şekildeki düzeltme ise el-Ferra, Meani'l-Kur'ân, II, 299'e göre yapılmıştır.

[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/218-222.

[130] Tek soru ile. Buna göre meal: "Hiz ve bahalarımız toprak olduktan sonra gerçekten tek­rar çıkartılır mıyız?" şeklinde olur.

[131] Buna göre de meal: 1L... toprak olduktan sonra mı, gerçekten çıkartılacağız?" şeklinde olur.

[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/222-223.

[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/224.

[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/224-226.

[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/227-228.

[136] Buhârî, IV, 1416; Müsned, IV, 29.

[137] Müslim, IV, 2202, 2203.

[138] Buhari, IV, 1462.

[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/228-230.

[140] Beyhakî, Şttabu'l-İman, 11, 355; tbnu')-Mübarek, ez-Zühd, s, 277.

[141] Müslim, I, 138; Tirmizt, V, 264; MUmed, II, 445.

[142] Ebû DâvCId, et-Tayalisi, el-Müsned, I, 144.

[143] Bu lafız ve manada tespit edemedik, ancak, Musned, V, 2(ıH'de Ebu Umame'den gelen bir rivayette, "Dâbbe'nin genel olarak insanları burunları üzerinde mühürleyeceğinden" söz edilmekte, fakat buradaki diğer tafsilât zikredilmemektedir.

[144] Müsned, V.

[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/230-238.

[146] Taberî, Cemiu'l-Beyân, XVI, 30.

[147] Hadis, görüldüğü gibi mürseldir. Ancak Ebû Hureyre'den gelen ve "iki iifürüş arasın­da kırk vardır " deyip, bu kırkın mahiyetini sorulan soruya rağmen belirtmediği riva­yet için bk.: Buhari,  IV, 1813, 1881; Müslim, IV, 2270.

[148] Mana itibariyle yakın bir rivayet için bk.: Nesaî, II, 68; Ebû Dâvûd, II, 48

[149] Kelime-i Tevhid ile ilgili bölümü bulunmayan bir rivayet Beyhaki, Fudail-îman, II, 245'te ancak "mürser olduğu kaydıyla.

[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/238-247.

[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/247-249.