2- Yönetici ve Hakimlerin Disiplini Sağlamakla Görevli
Memurlar Görevlendirmeleri:
1- Seslenen Karınca ve Bu Karıncanın Söyledikleri:
2- Farkederneyenler"in Kimlikleri:
3- Hayvanları Cezalandırmanın Hükmü:
4- Canlı Varlıkların Teşbihi Nasıldır:
6- Hayvanların Akılları ve Kavrayışları:
1- Hz. Süleyman'ın Hüdhüd Kuşunu Araştırmasının Sebebi:
2- Yöneticinin Yönettiklerinin İşleri İle İlgilenmesi:
3- "Hüdhüdü Neden Göremiyorum?"
4- Verilecek Cezaların Takdirinde Ölçü:
7- Sebe'lle İlgili Gelen Haber:
8- Küçüğün Büyüğe, Öğrencinin Hocaya:
9- Hz. Süleyman'ın, Sebe' Ülkesinden Haberdar Olmayışı ve
Cinlerle İlgili Bazı Hükümler:
10- Kadının Yöneticiliği ve Hakimliği:
11- Sebe' Hükümdarının Sahip Olduğu İmkânlar;
12- Allah'tan Başkasına Tapmak ve Şeytan'm Hakimiyetine
Girmek:
13- Niye Allah'a Secde Etmiyorlar?
14- Verilen Haberi Tetkik Etmek:
15- Yöneticilerin ve Sair îmanların Mazeret Kabul
Etmeleri:
17- Müşriklere Mektup Yazarak Davet Tebliğ Etmek:
18 Hazreti Süleyman'ın Talimatı:
1- Süleyman (a.s)'m Değerli Mektubu;
3- Mektubun Başında Zikredilecek İsim:
4- Mektupta Verilen Selamı Almak:
5- Mektuplara "Bismillakirrahmanirrakim"
Yazmak:
6- Davetin Özü: İslâm'a Girmek:
3- Belkıs'ın İstişaresi ve Hükümdarların Tabiatı:
1- Belkıs'ın Gönderdiği Hediye ve Elçi.
2- Hediyenin Mahiyeti ve Hediyeyi Kabul Etmek Sünneti:
3- Müşrikin Hediyesinin Hükmü:
5- Aynı Mecliste Bulunanların Hediyedeki Hakları:
1- Bunalmış Olanın Duasını Kabul Eden:
2- Bunalmış Olanın Yapacağı Dua:
3- Bunalmış Olanın Duasının Kabulü:
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı ile
Tümüyle Mekke'de indiği hususunda icmâ' vardır. Doksanüç âyettir, doksandört âyet olduğu da söylenmiştir. [1]
1. Tâ. Sîn. Bunlar Kur'ân'ın ve apaçık kitabın âyetleridir.
2. İman edenlere doğru yolu gösterici ve müjde olmak üzere (indirilmiştir).
3. Namazlarını dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inananların tâ kendileridir onlar.
4. Âhirete iman etmeyenlerin amellerini kendilerine süslü göstermişizdir. Bu sebepten onlar körelmisler ve şaşırmışlardır.
5. İşte bunlaradır azabın en kötüsü, bunlara! Ahİrette en çok ziyanda olacaklar da bizzat onlardır.
6. Muhakkak sen Kur'ân'ı Hakîm, Alîm olandan almaktasın.
"Tâ, Sîn. Bunlar Kur'ân'in ve apaçık bir kitabın âyetleridir" buyruğunda geçen mukatta' harflere dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sû-resi*nde(2/l-2. âyetlerin tefsirinde) ve" başka yederde geçmiş bulunmaktadır.
"Bu (ya da: bunlar)" anlamındadır. Yani bu sûre Kur'ân'm ve apaçık bir kitabın âyetleridir. Burada "Kur'ân" lam-ı tarif ile zikredilmiştir. Ancak "apaçık bir kitab" nekre lafzı ile zikredilmiştir. Şu kadar var ki "apaçık bir kitab" terkibi marife manasını ihtiva eder. Bu da: "Filan kişi akıllı bir adamdır" demek ile "Filan kişi akıllı adamdır" demeye benzer.
Kitab, Kur'ân'ın kendisidir. Böylelikle onun iki tane vasfı bir arada zikredilmiştir. Bir taraftan o Kur'ân (okunan)'dır. Diğer taraftan o bir kitaptır. Çünkü o hem kitabet (yazı ile) hem de kıraat ile ortaya çıkandır. Bu iki lafzın türedikleri köklere dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. el-Hicr Sûresi'nde de: "Elif, Lâm, Râ. Bunlar kitabın ve açık açık anlatan Kur'ân'ın âyetleridir." (el-Hicr, 15/1) buyruğunda "kitab" marife olarak "Kur'ân" ise nekre (belirtisiz) olarak zikredilmiştir. Buna sebeb ise Kur'ân ve kitabın herbirisinin ayrı ayrı hem marife, hem sıfat yapılmaya elverişli iki isim olmalarıdır.
Kur'ân'ın "apaçık" olmakla vasfediimesi ise bu kitapta yüce Allah'ın emirleri, nehiyleri, helal ve haramları, vaadleri ve tehditlerinin açıkça belirtilmiş olmasından dolayıdır. Yine buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"İman edenlere doğru yolu gösterici ve müjde olmak üzere İndirilmiştir" buyruğunda geçen "Yol gösterici olmak üzere" buyruğu "kitab" lafzından hal olarak nasb mahallindedir. Yani bunlar doğru yolu gösteren ve müjdeleyen olarak kitabın âyetleridir. Mübteda olarak merfu olmaları da mümkündür. Yani o bir hidayettir. Arzu edilirse sıfat harfi hazfedilmiş olarak da merfu kabul edilebilir. "(ıS-u v): Onda bir hidayet vardır" demek olur. Haberin "iman edenlere" buyruğu olması da mümkündür. Daha sonra yüce Allah onların niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır:
"Namazlarını dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete kesin olarak inananların tâ kendileridir onlar." Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/2.'âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Âhirete iman etmeyenlerin" öldükten sonra dirilişi tasdik etmeyenlerin "amellerini kendilerine süslü göstermişizdir." Yani kötü amellerini, iyi görecek şekilde onlara süsledik diye açıklandığı gibi, Biz güzel amellerini onlara süslü gösterdik, fakat o amelleri işlemediler diye de açıklanmıştır. ez-Zeo câc da şöyle demiştir: Onların küfürlerine ceza otarak Biz de içinde buiundukları hali onlara süslü gösterdik.
"Bu sebepten onlar körelmişler ve şaşırmışlardır." Kötü amelleri ve sapıklıkları içerisinde gidip gelmektedirler. Bu açıklama İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Ebu'l-Âliye ise: Sürekli bunları devam ettirmektedirler, diye açıklamıştır. Katâde oyalanıp durmaktadırlar diye açıklarken, el-Hasen şaşkın şaşkın kalmaktadırlar, diye açıklamıştır. Recez vezninde şair şöyle demiştir:
"Ve bir geçit ki onun uçları da bir geçit içinde,
Şaşırmış ve körelmiş olanları doğruyu görmekten yana kör bırakmış."
"İşte bunlaradır azabın en kötüsü" olan cehennem "bunlara! Âhîrette en çok ziyanda olacaklar da bizzat onlardır." Bu buyruktaki "âhirette" lafzı bir beyandır. "En çok ziyanda olacaklarda bağlı değildir, çünkü insanlar arasından dünyayı kaybetmiş, fakat âhirette kar etmiş olanlar vardır. Bunlar ise küfürleri sebebiyle âhireti kaybetmiş ve zarara uğramış kimselerdir. O bakımdan onlar ziyana uğramış olan herkesten daha çok ziyandadırlar.
"Muhakkak sen Kur'ân'ı Hakim, Alîm olandan almaktasın." Bu Kur'ân dana indirilmekte, sen de onu almaktasın, onu öğrenmekte ve bellemektesin. "...dan" burada "nezdinden" anlamındadır. Ancak bu lafız mu'rab olmayıp mebnidir. Çünkü i'rab almaya elverişli değildir. Bunun çeşitli söylenişleri vardtr ki; bunlar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (18/2. âyetin tefsirinde) söz konusu edilmiştir.
Bu âyet-i kerime, yüce Allah'ın anlatmak istediği kıssalar, bu kıssalardaki hikmetinin incelikleri ve herşeyin inceliğine varan ilmi ile ilgili hususları anlatmak için bir hazırlık mahiyetindedir. [2]
7. Hani Mûsâ aile halkına demişti ki: "Ben gerçekten bir ateş gördüm. Size ondan bîr haber getirir veya ısınmanız için size parlak bir parça ateş getiririm."
8. Onun yanına gelince ona: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah münezzehtir" diye seslenildi.
9. "Ey Musa! Şüphesiz ki Ben Azîz ve Hakim olan Allah'ım!
10. "Asa'nı bırak." Onun ince yılanmış gibi hareket ettiğini görünce, arkasına bakmaksızın dönüp gitti. "Korkma ey Musa! Çünkü Benim katımda rasûller korkmaz.
11. "Zulmedenler müstesna. Sonra da kötü halini İyilikle değiştirene muhakkak Ben mağfiret ve rahmet ediciyim.
12. "Elini de yakana sok! Firavun'a ve kavmine dokuz mucize arasında olmak üzere kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Şüphesiz onlar fasık bir toplulukturlar.
13. Âyetlerimiz kendilerine apaydınlık geldiğinde onlar: "Bu, apaçık bir sihirdir" dediler.
14. Kalpleri onlara İnandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!
"Hani Musa aile halkına demişti ki" buymğundaki "Hani" hazfedilmiş bir fiil dolavisıvla nasbedilmiştir ki; o da "hatırla ki" anlamındadır. Sanki "muhakkak sen Kur'ân'ı Hakim, Alim olandan almaktasın" buyruğunun akabinde şöyle buyurmuş gibidir: İşte ey Muhammed, O'nun hikmet ve İlminin tecellilerinden olmak üzere Musa'nın kıssasını an! Hani o aile halkına demişti ki: "Ben gerçekten" uzaktan "bir ateş gördüm." Şair el-Haris b. Hillize ("gördüm" anlamındaki fiili kullanarak) şöyle demiştir:
"Ben oldukça gizli bir ses hissettim fakat onu,
İkindi vakti ve akşam yaklaştığı sırada avcılar onu ürküttü."
"Size ondan bir haber getirir veya ısınmanız İçin size parlak bir parça ateş getiririm."
Âsim, Hamza ve el-Kİsaî: "Parlak bir parça ateş" buyruğunun: "Parlak ateş" lafzını tenvînli okumuştur. Diğerleri İse izafet terkibi olmak üzere tenvinsiz okumuşlardır. Bu da; bir ateş parçası anlamındadır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir, el-Ferrâ tenvinsiz okumanın Arapların! "Andolsun âhiret yurdu, cami mescid, ilk namaz" kabilinden isimleri farkh olması halinde bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilinden olduğunu iddia etmiştir.
en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Basralılara göre bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi imkansızdır. Çünkü sözlükte izafet bir şeyin, bir şeye katılması anlamındadır. Dolayısıyla bir şeyin kendi kendisine katılması imkansızdır. Bir şeyin, bir diğer şeye izafe edilmesi ise ancak mülkiyet ya da nev' (tür, çeşit) anlamının açığa çıkması içindir. Kişinin kendisine malik olduğunun yahut kendi nefsinden bir türe malik olduğunun açıklığa çıkartılması ise imkansızdır. Buna göre izafetsiz olarak Bir parça ateş" şeklindeki kıraatte nev' ve cins izafeti söz konusudur.
Nitekim; "Bu ipek bir elbisedir, demir bir yüzüktür" ve benzeri ifadeler bu kabildendir.
Şihâh, aydınlığı olan herbir şeydir. Yıldız ve yakılmış bir odun parçası gibi. Kabes ise kor ateş ve benzerinden alınan (parça)nın ismidir. Buna göre bu izafet; Parlak bir parça ateş" demek olur.
Mesela; "Bir parça ateş aldım, almak" denilir. İsmi ise
diye gelir. Nitekim; "Yakaladım, yakalamak" demek de böyledir. Bundan da İsim; "Yakalamak, kabzetmek" şeklinde geİir.
Her iki kelimeyi de tenvinli okuyanlar ikincisini, birincisinden bedel kabul eder. el-Mehdevî; yahut onun sıfatı da olabilir, der. Çünkü "kabes"in sıfat olmayan bir isim olması da mümkündür, sıfat olması da mümkündür. Sıfat olmayış sebebi, Arapların; "Ben onu aldım, alıyorum, almak" şeklindeki kullanımlarıdır. "Kabes" de; "Alınan şey" anlamındadır. Şayet sıfat kabul edilirse, en güzeli bunun bir niteleme (na't) olmasıdır. Sıfat değilse, izafet olması daha güzeldir. Bu da nev'in kendi cinsine izafe edilmesi kabilindendir. Gümüş yüzük ve benzeri tabirlerde olduğu gibi. Eğer "kabes" lafzı temyiz ya da hal olarak mansub okunursa daha güzel olur. Kur'ân'ın dışında da mastar (meful-u mutlak) yahut temyiz ya da hal olarak; da denilebilir.
Isınmanız İçin" buyruğundaki "ti" aslında "te"dir. Burada "te"nin yerine ibdal ile "ti" harfi getirilmiştir, Çünkü "ti" harfi nmtbaktır, "sad" da mutbaktır. O bakımdan bu iki harfin arka arkaya getirilmesi güzeldir. Soğuğa karşı ısınmanız için, şeklindedir. Bir kimsenin ısındığını anlatmak üzere; "Isındı, ısınır" denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Ateş kışın meyvesidir, kim isterse
Kış mevsiminde meyve yemeyi (ateşte ısınsın)"
ez-Zeccâc dedi ki: Aydınlığı olan beyaz herbir şeye "şihab" denilir, Ebu Ubeyde de; Şihab ateş demektir, demiştir. Ebu'n-Necm der ki:
"O sanki alev alev yanan bir ateşti, Bir aydınlık saçtı, sonra da dindi,"
Ahmed b. Yahya dedi ki: şihab'dan kasıt iki tarafından birisinde kor ateş, diğerinde ise ateş olmayan bir değnek demektir. en-Nehhâs'ın bu husustaki açıklaması güzeldir: Şİhab aydınlatıcı ışın (şua) demektir, Semada ışığı uzayıp giden yıldıza da bu ismin verilmesi buradan gelmektedir. Şair de şöyle demiştir:
"Elinde dümdüz bir mızrak vardı onun,
O mızrağın başındaki sivri uç, kor ateş alevi gibiydi."
"Onun yanına gelince" buyruğu, Musa aslında nur olan ve ateş zannettiği o şeyin yanına vardığında, demektir. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. Musa ateşi gördüğünde ona yakın bir yerde durdu. Ateşin son derece yeşil ve "el-ullayk: sarmaşık" adı verilen bitkinin bir dalından çıkmakta olduğunu gördü. Gördüğü bu ateş gittikçe büyüyor ve alevi artıyordu. Diğer taraftan ağaç gittikçe daha çok yeşilleniyor ve güzeli eşiyordu. Musa buna hayret etti ve ondan bir alev almak maksadıyla elindeki bir çubuğu ona uzattı. Ağaç ona doğru eğildi, bundan korkup geriye doğru çekildi. Bu şekilde ağaç ona eğilip o da ondan alev almak isteyip durdu. Nihayet bu ağacın durumu bilinemeyecek şekilde emir altında olduğu şeklindeki halini açıkça aniadı. Bunu da: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı... diye" ona seslenildiğinde anladı. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/11-12. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Seslenildi" yani yüce Allah ona seslendi. Nitekim: "Biz ona Tûr'un sağ tarafından seslendik" (Meryem, 19/52) diye buyurmaktadır.
"Mübarek kılındı..." buyruğundaki; Diye" nasb mahallinde ve; anlamındadır. Bunun meçhul bir fiilin naib-i faili olarak ref mahallinde olması da mümkündür.
Ebu Hâtim'in naklettiğine göre Ubeyy, İbn Abbas ve Mücahid'in kıraati; "Ateş ve onun etrafındakiler mübarek kılındı" şeklindedir. en-Nehhâs dedi ki: Böyle bir rivayet sahih bir isnad ile elimizde bulunmamaktadır. Bulunsa dahi bu bir tefsir olarak kabul edilir. Bu durumda "bereket" ateşe ve onun etrafında bulunan melekler ile Musa'ya raci olur.
el-Kisaî, Arapların: "Allah seni mübarek kılsın" söyleyişini naklettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere; söyleyişini de nak-letmiştir. es-Salebî dedi ki:
Araplar: "Allah seni mübarek kılsın" anlamında dört türlü söylerler. Şair de dedi ki:
"Yeni doğmuş bebekken de mübarek kılındın yetişkinken de mübarek kılındın, Ve sen Haçların ağarmışken de yaşlanmışken de mübarek kılındın."
Taberî dedi ki: Yüce Allah: "Ateşin yanında... olanlar da mübarek kılındı" diye buyurup da "Ateşin içinde bulunanlar mübarek kılındı" diye buyurmaması, "Allah seni mübarek kılsın" şeklindeki kullanıma uygun gelmiştir. Nitekim aynı anlamda olmak üzere: "Allah onu mübarek kılsın" denilir. Bu ateşin etrafında bulunanlar rnübarek kılındı, demektir. Bu da Musa'dır ya da ateşin yakınında bulunanlar mübarek kılındı, demektir. Çünkü o, ateşin ortasında idi.
es-Süddî dedi ki: Ateşte melekier vardı. Dolayısıyla mübarek kılınma Musa ve meleklere aittir. Yani ey Musa, sen ve onun etrafında bulunan melekler mübarek kılındınız. Bu da yüce Allah'ın Musa (a.s)'a selâmı ve lutfudur. Tıpkı meleklerin İbrahim (a.s)'ın huzuruna girdiklerinde ona selam verdikleri gibi. Yüce Allah (melekler vasıtasıyla) şöyle buyurmuştu: "Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin üzerinize olsun, ey hane halkı'' (Hud, 11/73)
Üçüncü bir görüş de İbn Abbas, el-Hasen ve Said b. Cübeyr tarafından ifade edilmiştir: Ateşin yanında bulunan, her türlü kusurdan mukaddes ve münezzehtir. Bununla şanı yüce Allah, kendi mübarek zatını kastetmiştir.
İbn Abbas ve Muhammed b, Ka'b dediler ki: Ateş yüce Allah'ın nuru idi. Yüce Allah o nurun yakınından Musa (a.s)'a seslenmiştir. Bunun da te'vili şöyledir: Musa (a.s) pek büyük bir nur gördü, onu ateş zannetti. Çünkü yüce Allah Musa (a.s)'a belgeleri (âyetleri) ve kelamı ile ateş cihetinden görünmüştü, yoksa belli bir yerde mekan tuttuğu anlamında değildi bu. Çünkü: "O gökte de İlâh olandır, yerde de ilâh olandır." (ez-Zuhruf, 43/84) Yoksa yüce Allah gökte ve yerde mekân tutuyor anlamında değildir. Bunun anlamı şudur: Herbir fiilde O'nun tecellisi görülür ve böylelikle failin varlığı bilinir. Buna binaen de şöyle denilmiştir; Ateşin yanında bulunanın saltanat ve kudreti ne mübarektir! Bir diğer açıklama da şöyle yapılmıştır; Yani ateşte bulunan ve bunu alâmet kılan Allah'ın emri ne mübarektir!
Derim ki: İbn Abbas'ın görüşünün sahih olduğunun delillerinden birisi de Müslim'in, Sahih'inde ve -lafız kendisine ait olmak üzere- İbn Mace'nin de Sünen'inde kaydettikleri şu rivayettir: Ebu Musa dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah uyumaz. Onun uyuması da gerekmez (ya da şanına yakışmaz). O adalet (terazisin)i alçaltır ve yükseltir, onun hicabı nurdur. Eğer onu açacak olursa, yüzünün parıltıları, gözünün değdiği herbir şeyi mutlaka yakardı. Daha sonra Ebu Ubeyde: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah münczzch-dir" buyruğunu okudu. Bunu el-Beyhakî de rivayet etmiştir.[3]
Müslim'in, Ebu Musa yoluyla kaydettiği lafız da şöyledir: Rasûlullah (sav) hutbe irad etmek maksadıyla önümüzde ayağa kalktı, beş hususu söz konusu etti ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki aziz ve celi] olan Allah uyumaz. Zaten uyumak ona yaraşmaz da. O adalet terazisin(i) alçaltır ve yükseltir. Gecenin ameli O'na gündüzden önce yükseltilir, gündüzün ameli de geceden önce O'na yükseltilir, O'nun hicabt nurdur. -Ebu Bekrin rivayetinde ise nârdır. Eğer onu açacak olursa, O'nun yüzünün parıltıları gözünün mahlu-katından değdiği herbir şeyi elbette yakardı."[4]
Ebu Ubeyd dedi ki: Denilir ki: "Subuhât: Parıltılar" O'nun zatının celalidir. "Subhanallar"da buradan hareketle söylenmiş bir teşbihtir. Bu ise yüce Allah'ı ta'zim ve tenzihi ifade eder. Yüce Allah'ın: "Eğer onu açacak olursa" buyruğu da şu demektir: Eğer insanların gözleri üzerinden perdeyi kaldıracak olursa ve kendisini görmeleri için onlara sebat vermezse yanarlar ve buna tahammül edemezler.
İbn Cüreyc dedi ki: Ateş hicablardan bir hicabtır. Bu hicablar: Hicabu'l-Izze, Hicabu'1-Mülk, Hicabu's-Sultan, Hicabu'n-Nar, Hicabu'n-Nur, Hica-bu'l-Ğamâm ve Hicabu'1-Mâ olmak üzere yedî tanedir. Hakikatte asıl mah-cub olan (yani önünde perde bulunan) mahluktur. Yüce Allah'ı ise hiçbir şey hacb etmez (perdelemez). İşte oradaki ateş aslında nur idi, ancak yüce Allah ondan nar (ateş) lafzı ile sözetmiştir. Çünkü Musa onu ateş zannetmiş-ci. Diğer taraftan Araplar da bu lafızların birini diğerinin yerine kullanabilmektedirler.
Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Onun gördüğü bizatihi ateşti. Yüce Allah, sesini ona ateşin bulunduğu taraftan işittirdi ve ona ateşin bulunduğu cihetten rububiyetini izhar etti. Bu da Tevrat'ta yazılı olduğu rivayet olunan şu ifadeleri andırmaktadır: "Allah, Sina'dan geldi ve Sair (dağın)dan parıldadı. Fârân dağlarından da yükseldi."
Yüce Allah'ın Sina'dan gelmesi orada Musa'yı peygamber göndermesidir. Sair tepelerinden panldaması, Mesih İsa'yı orada peygamber göndermesidir. Fârân dağlarından yükselmesi ise Muhammed (sav)'ı peygamber olarak göndermesidir, Fârân da Mekke'dir. İleride el-Kasas Sûresi'nde (28/30. âyetin tefsirinde) şanı yüce Allah'ın Musa (a.s)'a kelâmını ağaçtan işittirmesi ile ilgili daha geniş açıklamalar gelecektir, inşaallah.
"Âlemlerin Rabbi münezzehtir." Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı tenzih ve takdis ediyorum. Buna dair açıklamalar daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Buyruğun anlamı da şudur: Onun etrafında bulunanlar "âlemlerin Rabbi münezzehtir" derler, şeklindedir ki; bu ifadeler hazfedilmistir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Musa (a.s) yüce Rabbin nidasını işittikten sonra yüce Allah'ın yardımını dilemek ve O'nu tenzih etmek üzere bu sözleri söylemiştir. Bu açıklamayı es-S Ciddî yapmıştır.
Bu buyrukların yüce Ailah'ın sözlerinden olduğu da söylenmiştir. Anlamı da şudur: Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı teşbih edenler mübarek kılınmıştır. Bunu da İbn Şecere nakletmiştir.
"Ey Musa şüphesiz Ben Azîz ve Hakîm olan Allah'ım" buyruğundaki: "Şüphesiz" lafzındaki "he" imaddtr. Kûfelilerin görüşlerine göre bir zamir değildir, sahih olan ise bunun durum ve şan'dan kinaye (zamiru şan) olduğudur.
"Ben Azîz" benzen bulunmayan mutfak galip; emir ve fiillerinde hikmeti sonsuz olan "Hakîm olan Allah'ım!" Denildiğine göre Musa; Rabbim bana seslenen kimdi, diye sordu. Ona: "Şüphesiz ki* sana seslenen Ben idim. "Ben Allah'ım" diye buyurdu.
"Asanı bırak." Vehb b. Münebbih dedi ki: Musa yüce Allah'ın kendisine asasını bir kenara atmasını söylediğini zannetmişti. Yine denildiğine göre yüce Allah'ın Musa'ya bunu söylemesinin sebebi, kendisi ile konuşanın Allah olduğunu, Musa'nın da rasûl olduğunu, herbir peygamber için bizzat kendi nefsinde peygamberliğini bilmek maksadı ile mutlaka bir âyet, (belge ve mucize)nin bulunduğunu bilmesi için söylemiştir.
Âyet-i kerimede hazfedilmiş lafızlar vardır. Yani asanı bırak, o da asasını elinden bıraktı, derhal küçük bir yılanmış gibi hızlıca hareket eden bir ejderha oluverdi. el-Kelbî dedi ki: Bu küçük de olmayan, büyük de olmayan bir yılandı. Bir diğer açıklamaya göre asası önce küçük ve hareketli bir yılan olmuştu, ona alışınca bu sefer büyükçe bir ejderha oluvermişti. Bir diğer açıklamaya göre bir sefer küçük bir yılan, bir sefer hızlıca koşan dişi bir yılan, bir sefer de erkek büyük bir ejderhaya dönüşmüştü.
Bir diğer açıklamaya göre de anlam şöyledir: Bu küçük bir yılan gibi hareket eden bir ejderhaya dön üşü vermişti. Ejderhanın büyüklüğü ve küçük yılanın hafifliği ile hızlıca hareket etmek Özellikleri bu yılanda vardı. İşte hızlıca koşan bir yılan, bir ejderhadan kasıt budur.
"ince küçük yılan"m çoğulu; şeklinde gelir. Şu hadis-i şerifte de bu çoğul şekil kullanılmıştır: "Peygamber evlerde bulunan küçük yılanların öldürülmesini yasakladı."[5]
"Arkasına bakmaksızın" Mücahid'in açıklamasına göre dönmeksizin, Katâde ise bakmaksızın diye açıklamıştır. "Dönüp, gitti" insanların adeti üzere korkup kaçtı.
Yılandan ve zarar vermesinden "Korkma ey Musa, çünkü Benim katımda rasûller korkmaz." İfade burada tamam olmaktadır. Daha sonra munkatı' bir istisna yaparak şöyle buyurmaktadır:
"Zulmedenler müstesna!" Bunun hazfedilmiş bir isimden istisna olduğu da söylenmiştir. Yani: Benim huzurumda rasûller korkmaz. Ancak onların dışında zulmeden kimseler korkar.
"Zulmedenler müstesna, sonra da kötü halini iyilikle değiştirene...'' İşte böyle bir kimse korkar. el-Ferrâ böyle açıklamıştır.
en-Nehhâs dedi ki: Bu muhal bir mahzuftan istisna yapılmıştır. Çünkü bu zikredilmemiş bir şeyden yapılmış bir istisnadır. Eğer böyle bir istisna caiz olsaydı: "Ben Zeyd müstesna, o kavmi vuruyorum" şeklindeki sözlerin; ben o kavmi vurmam, onların dişındakileri "Zeyd dışındakiler!" vururum demek de caiz olmalıydı. Bu ise beyan (açık seçik konuşma)ya aykırıdır ve anlamı bilinmeyen ifadeler kullanmaktır.
Yine el-Ferrâ'nın naklettiğine göre bazı nahivciler; istisna edatını "vav" anlamında kullanabilirler. Yani bir de zulmedenler (benim katımda korkmaz); demek olur. Şair şöyle demiştir:
"Herbir kardeş mutlaka kardeşinden ayrılır,
Yemin olsun ki (bu böyledir) hatta el-Ferkadân dahi."
en-Nehhâs dedi ki: İstisna edatının "vav" anlamında olması izah edilemez ve bu dilde hiçbir şekilde caiz olmaz. Diğer taraftan bu edatın anlamı "vav"dan çok farklıdır. Çünkü bir kimse; "Zeyd dışında kardeşlerin bana geldi" diyecek olursa, kardeşlerin kapsamına girdikleri hükmün dışına Zeyd çıkarılmış olur. Dolayısıyla bu istisna edatı ile "vav" arasında herhangi bir yakınlık bulunmamaktadır.
Âyet-i kerime ile ilgili bir başka görüş daha vardır. O da buradaki istisnanın muttasıl bir istisna olmasıdır. Anlam da şöyte olur: Hiçbir kimsenin kendisini kurtaramadığı küçük günahları işlemek suretiyle peygamberler arasından zulmedenler müstesnadır. Ancak Zekeriya oğlu Yahya (selam ona) istisna olarak küçük günah işlememiştir. Ayrıca yüce Allah'ın Peygamber (sav) efendimiz hakkında "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." (el-Feth, 48/2) buyruğunda sözünü ettiği husus da müstesnadır. Bunu da el-Mehde-vî zikretmiş olup en-Nehhâs tercih etmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah onlar arasından (belirtilen şekilde küçük günahla) isyan edenlere Allah korkusunun müyesser kılındığını bildiğinden dolayı onları istisna ederek şöyle buyurmuştur: "Zulmedenler müstesna, sonra da kötü halini İyilikle değiştiren..." kimse; o korkar, Ben ona mağfiret etsem dahi.
ed-Dahhâk dedi ki: Bu buyruğu ile Âdem ve Dâvûd (ikisine de selâm olsundu kastetmektedir.
ez-Zemahşerî dedi ki: Âdem, Yunus, Dâvûd, Süleyman, Yusuf'un kardeşleri gibilerinin yaptıkları kusurlar ile Musa (a.s)'in Kıptî'yi indirdiği darbe ile öldürmesi bu kabildendir. Bir kimse dese ki: Tevbe ve mağfiretten sonra korkunun manası nedir? Ona şöyle cevap verilir: Yüce Allah'ı bilip tanıyanların hali budur. Onlar her zaman için masiyetlerinden ötürü korkarlar ve kalpleri titrer. Aynı şekilde onlar tevbelerinin kabul edilmesi için gerekli şartlardan yerine getirmemiş olabilecekleri bir takım şartlarının olmadığından da emin olmazlar. Dolayısıyla bu eksik şart(lar)ın yerine getirilmesinin isteneceğinden korkarlar.
el-Hasen ve İbn Cüreyc dedi ki: Yüce Allah, Musa'ya sen o canı öldürdüğün için Ben de seni korkuttum, demiştir.
el-Hasen dedi ki: Geçmişte peygamberler küçük günah işler ve bundan dolayı cezalandırılırlardı.
es-Sa'lebî, el-Kuşeyrî, el-Maverdî ve başkaları da şöyle demişlerdir: Buna göre burada istisna sahihtir, yani peygamberlerden, rasûllerden nübüvvet öncesi işlemiş oldukları küçük günahlar ile nefsine zulmeden kimseler müstesnadır. Musa, Kıptî'yi öldürmekten dolayı korkmuş ve bundan ötürü de lev-be etmişti.
Şöyle de denilmiştir: Peygamberler, peygamberlikten sonra küçük günahlardan da, büyük günahlardan da korunmuşlardır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/35. âyet, 13- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Derim ki: Birincisi daha doğrudur, çünkü onlar şefaat hadisinde de belirtildiği üzere kıyamet gününde bu günahlarından sıyrılmış olacaklardır. Allah'a yakın kılınmış bir kimse (mukarreb) herhangi bir küsur işleyecek olursa, bu kusuru ona bağışlanmış olsa dahi, bu kusurun izleri kalıcıdır. Bu iz ve etki devam "ettiği sürece korku da devam eder. Ancak bu korku cezalandırılma korkusu değil, ilahi azamet korkusudur. Sultan nezdinde günah işlediği zannolunan bir kimse, bu zan dolayısı ile içinde rahatsız edici bir duygu bulunur. Bu da ona duyulan güvenin saflığını bulandırır. Musa (a.s) da o Firavun kavmine mensub kişiye karşı böyle bir davranışta bulunmuş, sonra Allah'tan mağfiret dilemiş ve kendi nefsine zulmettiğini itiraf etmişti. Yüce Allah da onun günahını bağışlamıştı. Bu bağışlanmadan sonra da: "Rabbim, bana verdiğin nimet hakkı için artık günahkârlara arka çıkmam" (el-Kasas, 28/17) demişti. Ertesi gün bu sefer Firavun kavmine mensub bir başka kişi ile sınanmış, onu da yakalamak istemişti. Bu isteyişi ile birlikte de bir başka olay olmuştu. Ertesi gün bu şekilde sınanmasına sebeb ise onun: "Artık günahkarlara arka çıkmam" demiş olması idi. Böyle bir ifade ise kendisinin başlı başına bir güç sahibi olduğunu dile getirmektedir. Dolayısıyla o yakalamak isteyip de, bunu yapmayınca böyle bir irade ve kasıt gösterdiğinden dolayı cezalandırıldı. İsrail oğullarına mensub şahsı onun sırrını açığa vurmak suretiyle musallat kıldı. Çünkü İsrailoğullanndan olan kişi Firavun kavmine mensub olan kimseyi yakalamaya hazırlandığını gördüğünde kendisini yakalamak istediğini zannetmiş, onun gizlediği sırrı açığa çıkartarak: "Ey Musa, dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi Öldürmek istiyorsun ?" (el-Kasas, 28/19) demişti. Bunun üzerine Firavun kavmine mensub şahıs kaçmış ve İsrailoğullarına mensub şahsın Musa aleyhinde yaptığı açıklamayı Firavun'a bildirmişti. Bir gün Önce öldürülen şahsın durumu ise gizli kalmış ve kim tarafından öldürüldüğü bilinmemişti. Firavun durumu öğrenince, yakalanıp, öldürülmesi için Musa'nın ardından takipçiler gönderdi, Takip işi sıkılaştınldı ve yolların başlan tutuldu. Koşarak bir adam geldi ve: "Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında danışıyorlar." (el-Kasas, 28/20) dedi. Daha sonra da yüce Allah'ın bize haber verdiği şekilde Mısır'dan çıktı. İşte Musa (a.s)'ın bu korkusu, bu olaydan ötürü olmuştu. Rabbi her ne kadar onu kendisine ya kini aştırmış, ona ikramda bulunmuş, onunla konuşmak için özellikle seçmiş ise de böyle bir suçun kalan izleri onun arkasına bakmadan kaçıp gitmesine sebeb teşkil etmişti.
"Elini de yakana sok... Kusursuz, bembeyaz çıkacaktır." Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden Tâ-Hâ Sûresinde (20/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Dokuz mucize arasında" buyruğu ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu hususta yapılmış en güzel açıklamaya göre anlam şöyledir: Bu âyet (bu mucize) dokuz mucizenin kapsamı içerisindedir. el-Mehdevl dedi ki: Buyruğun anlamı şudur: "Asanıbırak" ... "elini de yakana sok." İşte bunlar dokuz mucizeden ikisidir.
e!-Kuşeyrî de anlamı şöyledir: Sen onlardan birisi olduğun halde ben on kişi arasında (onlarla beraber) çıktım demeye benzer. Ben on kişinin onuncusuydum. Buna göre buradaki: "Arasında" "...den, dan" anlamındadır. (On âyetten (biri) demek olur). Çünkü burada bu edat (anlam itibariyle) ona oldukça yakındır. Nitekim sen; "Sen bana aralarında iki erkek deve bulunan on deve al" derken, "aralarında" anlamındaki laftz; "Onlardan..." anlamında kullanılmıştır. Nitekim el-As-maî İmruu'l-Kays'ın:
"Hiç rahat bulur mu ömrünün sonları,
Otuz yıl içerisinde otuz ay olan (yani otuz ayı otuz yıl gibi uzun gelen}?"
beyitinde; "edatı anlamında kullanıldığını söylemiştir.
Bu edatın; "Beraberinde" anlamında olduğu da söylenmiştir.[6] Buna göre on âyetten biri de el mucizesidir. Diğer dokuz âyete gelince: Denizin yarılması, asa, çekirge, haşerat, tufan, kan, kurbağalar, kıtlık yıllan ve mallarının yerin dibine geçirilmesidir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden (Yunus, 10/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Firavuna ve kavmine" buyruğu hakkında el-Ferrâ şöyle demiştir: Burada ifadenin delaleti dolayısıyla sözlerde hazfedilmiş lafızlar vardır. Şüphesiz ki sen Firavun'a ve kavmine elçi olarak gönderilmişsindir, demektir.
"Şüphesiz onlar fasık bir toplulukturlar." Yüce Allah'a itaatin dışına çıkmışlardır. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Âyetlerimiz kendilerine apaydınlık" açık ve seçik bir şekilde "geldiğin-de" buyruğu ile ilgili olarak; el-Ahfeş: Burada mastar olan: "Apaydınlık" lafzının;şeklinde olması da mümkündür. Bu da mastar olur. Bu da "Bu apaçık bir sihirdir, dediler." Yalanlamaktaki adetlerini aynen devam ettirdiler. Bundan dolayı da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları İnkâr ettiler." Yani onlar bu âyetlerin Allah'tan geldiğine ve büyü olmadıklanna kesinlikle inanıyorlardı, fakat Musa'ya iman etmeyi büyüklüklerine yedirmediler ve kâfir oldular. Bu onların inad eden kimseler olduklarım göstermektedir. Buradaki; Cult) ile (mealde: zulümle büyüklenmeleri sebebiyle) lafızları hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olarak nasbedilmişlerdir. Yani "Onlar âyetlerimizi büyüklenerek ve zulüm ile inkâr ettiler." "Onları (âyetleri)"lafzındaki "be" zaiddir ve bu; "Onları inkar ettiler" anlamındadır. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır.
Ey Muhammed "bozguncuların" kâfir ve azgınların işlerinin "sonunun nasıl olduğuna bir baki" Yani sen buna kalp gözünle bir bak ve üzerinde düşün! Burada hîtab ona olmakla birlikte, maksat ondan başkalarıdır. [7]
15. Andolsun Bİ2, Davud'a ve Süleyman'a bîr İlim verdik. İkisi de: "Bizi mü'min kullarının pek çoğuna üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler.
16. Süleyman, Davud'a mirasçı oldu. Dedi kL "Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi, herşeyden bize verildi. Muhakkak ki bu apaçık üstünlüğün tâ kendisidir."
"Andolsun Biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim" yani Katâde'ye göre bir kavrayış "verdik." Bunun din, hüküm vermek ve bunların dışındaki hususlara dair bilgi demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Aliah şöyle buyurmaktadır: "Ve Biz ona sizin faydanıza.,. giyecek (zırh) yapma sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80) Bunun kimya sanatı olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bîr görüştür. Yüce Allah'ın onlara verdiği ise peygamberlik, yeıyüzündc halifelik ve Zebur'dur.
"Bizi mü'min kullarının pek çoğuna üstün kılan Allah'a hamd olsun, dediler." Bu âyet-i kerimede ilmin şerefine, konumunun üstünlüğüne ve ilim ehli kimselerin önderliklerine, ilim nimetinin en değerli nimetlerden ve en büyük kısmetlerden birisi olduğuna, kendisine ilim verilen kimseye yüce Allah'ın diğer mü'min kullarına göre pek büyük bir üstünlük vermiş olduğuna delil teşkil etmektedir. "Allah sizden iman edenleri ve (özellikle) kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin." (el-Mücadele, 68/11) Bu hususa daha önceden bir kaç yerde de değinilmiş bulunmaktadır.
"Süleyman, Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki: Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi, herşeyden bize verildi..." el-Kelbî dedi ki: Dâvûd (a.s)'ın on-dokuz çocuğu vardı. Aralarından onun peygamberliğine ve mülküne Süleyman mirastı oldu, Eğer bu mirasçilık bir mal mirasçı lığı olsaydı, onun bütün evlatlarının bu hususta eşit olmaları gerekirdi. İbnu'l-Arabî de böyle demiştir. (İbnu'l-Arabî devamla) dedi ki: Eğer bu, mala bir mirasçılık olsaydı, bu m-jlm sayılarına göre paylaştırılması gerekirdi. Yüce Aliah Dâvûd (a.s)'ın sahip olduğu hikmet ve nübüvveti (diğer kardeşleri arasından) özellikle Süleyman (a.s)'a verdi. Ayrıca lütuf ve kereminden de kendisinden sonra hiçbir kimseye verilmemiş büyük bir mülk de verdi.
İbn Atiyye dedi ki: Dâvûd İsrailoğullarından idi. O bir hükümdar idi. Süleyman da onun hükümdarlığına ve peygamberlik mevkiine mirasçı oldu. Yani babasının vefatından sonra bunlar ona verildi. Dolayısıyla bunlara mecazi olarak "miras" dendi. Bu da Peygamber (sav)'in: "İlim adamları, peygamberlerin mirasçıiandır."[8] buyruğuna benzer. Ayrıca Peygamber (sav): "Muhakkak biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz."[9] buyruğu ile de şunu kastetmiş olabilir: Böyle bir durum peygamberlerin işi ve yaşayışının bir gereğidir. Her ne kadar aralarında bu husustaki en meşhur görüşe göre Zekeriya gibi malı mirasçı alınmış kimse bulunsa da bu böyledir. Bu da -müs-lümanların çoğunlukla davranışlannı gözönünde bulundurup-; biz müslüman-lar topluluğunu ibadet yeteri kadar meşgul etmektedir, demeye benzer. İşte Sibeveyh'in naklettiği şu; Biz Araplar topluluğu insanlar arasında misafirlere en çok ikramda bulunanlarız, ifadeleri de bu kabildendir.
Derim ki: Bu husus daha önceden Meryem Sûresi'nde (19/6. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ancak sahih olan birinci görüştür. Çünkü Peygamber (sav): "Biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz" diye buyurmuştur ve bu buyruk umumidir. Herhangi bir delil ile olmadığı sürece kimse bunun kapsamı dışında tutulamaz.
Mukatil dedi ki: Süleyman (a.s)'ın mülkü (hükümdarlığı) Davud'dan daha büyük ve hüküm vermesi, hakimliği ondan daha ileri derecede idi. Dâvûd da, Süleyman (a.s)'dan ibadete daha düşkün birisi idi.
Başkası da şöyle demiştir: Hiçbir peygamberin mülkü ve hükümdarlığı onun mülkü ve hükümdarlığının ulaştığı seviyeye ulaşmamıştır. Çünkü yüce Allah insanları, cinleri, kuşları, yabani hayvanları onun emrine verdiği gibi, alemlerden hiçbir kimseye vermediği şeyleri ona vermiştir. Süleyman hükümdarlık ve peygamberlik bakımından babasına mirasçı olmuştur. Ondan sonra onun şeriatı ile hükmetmiştir. Musa'dan sonra peygamber olarak gelen herkes, ister ayrıca risalet verilmiş olsun, ister verilmemiş olsun Musa (a.s)'m şeriati ile hükmetmiştir ve bu yüce Allah'ın Mesih İsa'yı peygamber gönderip onun şeriatını neshettiği vakte kadar böylece sürmüştür. Süleyman (a.s) ile hicret arasında yaklaşık 1800 yıllık bir süre vardır. Yahudiler ise 13Ö2 yıl vardır, derler.[10]
Yine denildiğine göre, Süleyman (a.s)'ın vefatı ile Peygamberimizin doğumu arasında yaklaşık 1700 yıl vardır. Yahudiler ise bundan üçyüz yıl eksik bir tarih verirler. Süleyman, elli küsur yıl yaşamıştır.
Yüce Allah'in:"Dedi ki: Ey İnsanlar" buyruğu şu demektir: Süleyman, İs-railoğullarına yüce Allah'ın nimetlerine şükürünü ifade etmek üzere "bize kuşların dili öğretildi" dedi. Yani yüce Allah, Dâvûd (a.s)'dan miras olarak aldığımız ilim, peygamberlik ve yeryüzünde halifeliğine mirasçı oluşumuzdan ayrı olarak, bizlere kuşların çıkardığı seslerden içlerindeki manaları kavrama lütfunu da ihsan etmiştir.
Mukatil bu âyet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Bir gün Süleyman (a.s) oturur iken yanında belli bir şeyin etrafında dönen bir kuş geçti. Yanında bulunanlara: Bu kuşun ne dediklerini biliyor musunuz? Bu kuş bana şunları söyledi: Ey saltanat sahibi hükümdar ve ey Israifoğullarının peygamberi selam sana! Yüce Allah sana ikramda bulunmuştur. Seni düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştır. Ben şimdi yavrularımın yanına gideceğim, ikinci bir defa sana geleceğim. O biraz sonra bize ikinci defa gelecek derken kuş döndü, Süleyman (a.s) dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Ey saltanat sahibi hükümdar selam sana. Eğer izin verirsen ben yavrularım için bir şeyler kazanayım ta-ki yetişsinler, sonra senin yanına geleyim o vakit bana istediğini yap. Süleyman onlara kuşun söylediklerini bildirdi, ondan sonra da ona izin verdi, kuş da gitti.
Ferkad es-Sebehî dedi ki: Süleyman bir ağacın üzerinde kafasını oynatan, kuyruğunu hareket ettiren bir bülbülün yanından geçiyordu. Arkadaşlarına bu: Bülbülün ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır ey Allah'ın peygamberi dediler. Süleyman dedi ki: Bu bülbül şöyle diyor: Ben bir meyvenin yarısını yedim. Artık bundan sonra dünya umurumda değil. Yine bir ağacın üstünde bir hüdhüd kuşu gördü, küçük bir çocuk da ona bir tuzak kurmuştu. Süleyman: Ey hüdhüd dikkat et dedi, kuş: Ey Allah'ın peygamberi bu akılsız bir çocuktur, ben de onunla dalga geçiyorum, dedi.
Daha sonra Süleyman geri döndüğünde kuşun çocuğun tuzağına yakalanmış olduğunu ve çocuğun elinde bulunduğunu gördü. Ey hüdhüd bu da ne? dedi. Hüdhüd: Ey Allah'ın peygamberi ben o tuzağı göremedim ve nihayel ona düştüm dedi. Süleyman: Yazık sana, sen yerin altındaki suyu görüyorsun da sana kurulan tuzağı görmüyor musun? Hüdhüd dedi ki; Ey Allah'ın peygamberi tedbirin takdire karşı faydası yoktur.
Ka'b dedi ki: Süleyman b. Davud'un yanında bir yaban güvercini (ya da erkek kumru) öttü. Süleyman: Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler, dedi ki; Bu kuş diyor ki: Ölmek için doğunuz, sonunda yıkılsın diye bina yapınız.
Bir üveyik kuşu Öttü, bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Keşke bu mahlukat yaratılmamış olsaydı, madem yaratıldılar keşke ne için yaratıldıklarını bilmiş olsalardı.
Yine onun önünde bir tavus kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu ne şekilde davranırsan sana öyle muamele yapılır demektedir. Yanında bir hüdhüd kuşu öttü, bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu: Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz dedi.
Yine yanında bir göçeğen kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Ey günahkârlar Allah'tan mağfiret dileyin. İşte bundan dolayı Rasûlullah (sav) o kuşun öldürülmesini yasaklamıştır.
Denildiğine göre göçeğen kuşu Evin (Kabe'nin) mekânını Âdem'e gösteren kuştur. İlk oruç tutan kuş odur. Bundan dolayı bu kuşa "es-savvâm" denilmiştir. Bu da Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir.
Huzurunda bir bağırtlak kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu diyor ki: Her yaşayan ölür, her yeni eskir.
Yanında dişi bir kırlangıç öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş diyor ki: Önden hayır gönderiniz, onu bulacaksınızdır. Bundan dolayı Rasûiullah (sav) kırlangıç kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır.
Denildiğine göre; Âdem cennetten çıktı, yüce Allah'a yalnızlıktan şikayet etti. Yüce Allah ona kırlangıç kuşu ile teselli verdi ve bu kuşun evlerde barınmasını takdir buyurdu. O bakımdan bu kuşlar teselli vermek için Âdem oğullarından ayrılmazlar.
Bu kuş yüce Allah'ın kitabından dört âyet-i kerimeyi de bilir: "Şayet Biz huKuf&n'ı bir dağa indirseydik..." buyruğundan sûrenin sonuna kadar bilir ve yüce Allah'ın: "O Azizdir, Hakimdir." (el-Haşr, 59/21-24) buyruğunu da okurken sesini uzatır.
Süleyman (a.s)'ın huzurunda bir güvercin öttü. Ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu güvercin diyor ki: Semavât ve arzında mevcut olan varlıkların sayısınca subhane rabbiye'l-a'lâ.
Yine Süleyman (a.s)'ın yanında bir kumru Öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş: Subhane rabbiye'i-aziym el-Müheymin (pek büyük ve herşeye mutlak egemen olan Rab-bimin şanı ne yücedir) demektedir.
Ka'b dedi ki: Yine Süleyman onlara anlatmaya devam etti. Dedi ki: Karga şöyle diyor: Allah'ım gümrük ve vergi memurlarına lanet eyle! Çaylak da şöyle diyor: "O'nun zatı müstesna herşey helak olacaktır." Keklik: Susan esenliğe kavuşur der. Papağan: Bütün çabası dünya için olanın vay haline! Kurbağa: Subhane Rabbiye'l-Kuddus. Kartal: Subhane Rabbiy ve bi hamdihi. Yengeç; Her mekanda her dil ile adı anılanın şanı ne yücedir, diyor dedi.
Mekhût dedi ki: Süleyman'ın yanında turaç kuşu öttü. Bu ne diyor biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş: "Rahman (olan Allah) Arşa istiva etti" diyor.
el-Hasen dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Horoz öttüğü vakit ey gafiller Allah'ı anın der."[11]
el-Hasen b. Ali b. Ebi Talib dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Ker-kez öttüğünde der ki: Ey Âdemoğlu istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin. Tavşancı! kuşu da öttü mü der ki: İnsanlardan uzak kalmak rahattır. Kamber kuşu öttü mü şöyte der; Allah'ım, Muhammed soyundan gelenlere buğ-zedenlere lanet et. Kırlangıç kuşu öttü mü: "Elhamdu lillahi Rabbi'1-ale-miyn"i sonuna kadar okur ve "vele'd-dalliyn" diyerek Kur'ân okuyan kimsenin yaptığı gibi sesini uzatır.'[12]
Katâde ve eş-Şa'bî dedi ki: Bu husus sadece kuşlara mahsustur. Çünkü Süleyman (a.s); "Bize kuşların dili öğretildi" demiştir. Karınca da uçan bir varlıktır, çünkü bazılarının kanatları bulunabilir. eş-Şa'bî dedi ki: İşte bu karınca da iki kanatlı bir karınca idi.
Bir kesim de şöyle demiştir: Süleyman (a.s)'a bütün hayvanların dili öğretilmişti. Özellikle kuşların söz konusu edilmesi, Süleyman (a.s)'ın güneşe karşı gölgelenmek, bir takım işler için onları göndermek hususunda onları duyduğu ihtiyaç dolayısıyla zikredilmişlerdir. Kuşların bu şekilde çokçL müdahaleleri olduğundan ötürü bilhassa anılmışlardır, Diğer taraftan; diğe; hayvanların bu gibi özellikleri nadirdir ve kuşlarda görüldüğü gibi çokça tekrarlanmaz.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Mantık (dil) bazen söz söylemeksizin de anlaşılabilen şeyler hakkında kullanılır. Bununla birlikte neyi murad ettiğini en iyi bilen yüce Allah'tır.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Süleyman (a.s) için o sadece kuşların dilini biliyordu diyen kimselerin bu bilgileri büyük bir eksikliktir. Çünkü insanlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir: O, konuşmayan varlıkların sözlerini anlardı. Hatta bitkilerde dahi onun için konuşma kabiliyeti :halk edilirdi. Herbir bitki ona; Ben filan bitkiyim, filan ağacım, şu şu işe yararım ve şöyle şöyle zararlarım vardır, derlerdi. Durum böyle olduğuna göre ya hayvanlar hakkında ne denilir! [13]
17. Süleyman'ın cin, İnsan ve kuşlardan orduları huzuruna toplandı. Onlar topluca yol alır ve idare olunurlardı.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [14]
Şanı yüce Allah'ın: "Süleyman'ın... huzuruna toplandı" buyruğundaki; "Toplandı" demektir. Hasretmek, toplamak demektir. Yüce Allah'ın: "Onları da hiçbirini bırakmaksızın mahşerde hasretmiş (toplamış) olacağız" (el-Kehf, 18/47) buyruğunda da bu manadadır.
İnsanlar Süleyman (a,s)'ın ordusunun miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Onun kışlasının yüze yüz fersah olduğu söylenmiştir. Bunun yir-mibeşi cinlere, yirmibeşi insanlara, yirmibeşi kuşlara, yirmi beşi de vahşi hayvanlara aitti. Tahtalar üzerinde sırçadan bin odası vardı. Bunlarda da üçyü-zü nikahlı, yediyüzü de cariye olmak üzere toplam bin hanımı vardı. (En doğrusunu Allah bilir).
İbn Atiyye dedi ki: Onun kışlası ve askerlerinin miktarı hususunda çokça ihtilaf edilmiştir. Ancak doğrusu şu ki; onun hükümdarlığı pek büyüktü, yeryüzünü doldurmuştu. Yeryüzünün bütün sakin bölgeleri ona boyun eğmişti. "Onlar topluca yol alır ve idare olunurlardı." Yani öndekileri, son-dakilere göre yürütülür ve ileri gitmekten alıkonulurlardı.
Katâde dedi ki: Herbir
sınıfın rütbeleri, oturacakları yerler ve yürüdükleri vakitde yeryüzünde
belirli amirleri vardı.
"Yol alır ve idare olunurlardı" kökünden olmak üzere; "Onu alıkoydum, önledim" demektir. Savaşta (£jyı) ise, ileri gidenleri hizaya sokan saflarla gördvli kimse demektir.
Muhamrned b. İshak, Ebubekir (r.a)'ın kızı Esma (r.anha)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir; Rasûlullah (sav) -Mekke'nin fethedildiği günü- Zû Tava'da vakfe yaptığında Ebu Kuhafe -ki o sıralarda gözleri kör olmuştu- kızına dedi ki: Beni Ebu Kubeys tepesine çıkar. Esma dedi ki: Onu tepeye çıkardı, Ne görüyorsun? diye sordu. Ona: Bir araya toplanmış büyük bir kalabalık görüyorum dedi. O: O gördüklerin atlılardır dedi. Devamla dedi ki: O kalabalık arasından bir adamın bir öne, bir arkaya doğru gidip geldiğini görüyorum dedi. Ebu Kuhafe dedi ki: İşte o Vazî'dir, onların dağılmalarını önlemektedir.,, diye haberin geri kalan bölümlerini aktardı.
Peygamber (sav)'ın şu buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır: "Şeytan Arafe gününde görüldüğünden daha küçük, daha zelil, daha hakir ve daha öfkeli hiçbir günde görülmemiştir. Bunun tek sebebi ise rahmetin sağanak sağanak indiğini, yüce Allah'ın pek büyük günahları bağışlamış olduğunu görmesidir. Ancak Bedir günü gördükleri bundan müstesnadır." Ey Allah'ın Ra-sûlü! Bedir günü ne gördü ki? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "O Cebrail'i, melekleri disiplinli bir şekilde yürütürken gördü." Bu hadisi Muvatta' rivayet etmiştir.[15]
en-Nâbiğa'nın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:
"Ağaran saçlarıma, çocukluk etmek istediği için sitem ettiğim, Ve: Şu yaşlılık (veya ağaran saçlar) bu hususta engelleyici iken, artık ayıkmadın mı dediğim bir zamanda..."
Bir başka şair de şöyle demiştir:
"Karşılaştığımızda göz kapaklarımızdan aktı yaşlarımız, Onun kovalarını parmaklarımızla sildik."
Bir başkası da şöyle demiştir:
"O coşan nefsi hevâdan kimse alıkoyamaz,
İnsanlar arasında; aklı tam ve eksiksiz olandan başka."
Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime dağıtmak anlamına gelen "tevzi"'den gelmiştir.ifadesi o kavim taife taifedir, anlamındadır.
Kıssada nakledildiğine göre şeytanlar ona boyu bir fersah, eni bir fersah altın ve ibrişimden bir kilim dokudu. Onun için altından bir taht kurulurdu. O tahtın etrafında da altın ve gümüşten olmak üzere üçbin taht daha kurulurdu. Peygamber olanlar altın tahtlar üzerinde, ilim adamları da gümüş tahtlar üzerinde otururlardı. [16]
Âyet-i kerimede yönetici ve hakimlerin insanların birbirlerine haksızlık etmelerini önlemekle görevli memurlar (âyet-i kerimedeki aynı kökten gelen engelleyiciler, disipline sokucular anlamında: vezea) edinebileceklerine dair delil vardır. Çünkü yöneticiler bunu bizzat kendileri yapamazlar. İbn Avn dedi ki: Ben el-Hasen'i -insanların neler yaptıklarını görünce- yargı meclisinde bulunurken şöyle derken dinledim: Allah'a yemin ederim kî; bu insanları ancak bu maksatla görevli kimseler Cvezea) ıslah edebilir,
Yine el-Masen dedi ki: İnsanlar için bir engelleyici (vâzi') mutlaka gereklidir. Yani onları alıkoyacak bir otorite kaçınılmazdır,
İbnu'l-Kasım dedi ki: Bize Malik'in anlattığına göre Osman b. Affan şöyle derdi: "İmamın alıkoyduğu, Kur'ân'ın alıkoyduğundan daha çoktur." İnsanları kötülükten alıkoymayı kastetmektedir.
İbnu'l-Kasım dedi ki: Ben Malik'e; "Alıkoyar" ne demektir? O: Engeller diye açıkladı.
Kadı Ebubekr Îbnu'l-Arabî dedi ki: Bazı kimseler bu ifadelerden kastın ne olduğunu anlayamamışlardır. Onlar bundan maksadın sultanın (devlet otoritesinin) yetkisinin insanları Kuran-ı Kerim'in hadlerinden daha fazla alıkoyup, engellediğini zannetmişlerdir. Ancak bu yüce Allah'ı ve O'nun hikmetini bilmemektir. Çünkü yüce Allah hadleri ancak umumi bir maslahat, kötülüklerden alıkoyan ve insanları doğruluk üzere tutmak için göndermiştir. Bunlara bir fazlalık söz konusu olmaz, bunlann eksiltilmeleri de mümkün değildir. Bunun dışındaki hükümler de elverişli olamaz. Fakat zalimler bu hükümleri gereği gibi uygulamadılar, bu hükümleri uygulamakta kusurlu hareket ettiler ve ne yapulavsa herhangi bir niyet taşımadan yaptılar, ilahi hükümlerin gereğim uygularken Allah'ın rızasını da gözetmediler. Bundan dolayı insanlar bu hükümler sebebiyle suçlardan geri durmadılar. Şayet adaletle hükmedip, niyetleri ihlash olmuş olsaydı, elbetteki bütün işier dosdoğru olur ve büyük çoğunluk ıslah olurdu. [17]
18. Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve askerleri farkında olmadan, sizi çiğnemesin.
19. Sözünden dolayı gülercesine tebessüm edip dedi ki: "Rabbim! Bana ye ana-babama ihsan ettiğin nimetine şükür etmeyi ilham et. Razı olacağın salih amel işlemeye de muvaffak kıl. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [18]
"Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde" buyruğu hakkında Katide dedi ki: Bize nakledildiğine göre bu Şam topraklarında bir vadidir. Ka'b ise Taif dedir demiştir.
"Bir karınca dedi ki: Ey karıncalar" eş-Şa'bî dedi ki: Bu karıncanın iki kanadı vaidı. Dolayısıyla bu da uçan kuşlardan sayılmıştır. Bundan dolayı Süleyman (a.s) bu karıncanın dilini bilmişti. Durum böyle olmasaydı, onun dilini anlayamazdı. Buna dair açıklamalar az önce geçtiği gibi ileride de gelecektir.
Süleyman et-TeymîMekke'de "karınca" anlamındaki kelimeyi; şeklinde; "Karıncalar" anlamındaki kelimeyi de şeklinde "nun" harfini üstün ve "mim" harfini de ötreli olarak okumuştur. Yine ondan hepsini ötreli olarak okuduğu da rivayet edilmiştir.
Karıncaya "nemle" adının verilmesi, çokça hareket edip, az duraklamasından dolayıdır. Ka'b dedi ki: Süleyman (a.s) Taif vadilerinden es-Sedîr vadisinden geçti ve bu arada yolu karıncalar vadisine uğradı. Bu arada kurt kadar büyük, topal bir karınca tek bir ayağı üzerinde yükselerek "ey karıncalar" diye (âyet-i kerimede belirtildiği şekilde) seslendi.
ez-Zemahşerî dedi ki: Süleyman bu karıncanın sözlerini üç millik mesafeden duydu. Bu karınca topal olduğu halde tek ayak üzerinde yürürdü. Denildiğine göre bu karıncanın adı Tâhiye imiş.
es-Süheylî dedi ki: Süleyman (a.s)'ın konuşmasını duyduğu karıncanın ismini zikretmişler ve Harmiyâ olduğunu söylemişlerdir. Karıncalar biribirle-rine isim vermedikleri, insanların da karıncaları birbirlerinden ayırdedeme-diklerinden ötürü onlara özel isim vermeleri imkansız olduğundan, insanların da onlara isim vermeleri söz konusu değilken, bir karıncanın özel isminin olduğu nasıl düşünülebilir? Ayrıca karıncalar, atlar, köpekler ve benzeri hayvanlar gibi Âdemoğullannın mülkiyeti altında da değillerdir. Çünkü Özel isim bu şekildeki hayvanlar hakkında Araplar arasında görülen bir uygulama idi. Eğer özel isimler -sırtlan hakkında söz konusu olduğu gibi- Suâle, Üsâ-me, Caârî, Kasamı gibi cins isimler hakkında söz konusudur denilecek olursa, şunu belirtelim ki; karıncanın isminin olması bu kabilden değildir. Zira onun adını verenler bu ismin diğer karıncalar arasından muayyen bir karıncanın özel adı olduğunu iddia ederler. Suâle ve benzeri isimler ise cins arasından tek bir kimsenin özel ismi değildir. Aksine o cinsten gördüğümüz her-bir tanesine Suâle denilebilir. Üsâme, İbn Âvi, İbn Us ve benzeri (hayvan isimleri) de bu kabildedir. Şayet dedikleri sahih ise bunu şöylece açsklamak mümkündür: Bu konuşan karınca Tevrat'ta, Zebur'da ya da bazı semavi sahifeler-de yüce Allah tarafından bu isim ile adlandırılmış ve Süleyman'dan önce ya da peygamberlerden birisi bu karıncayı bu ismiyle tanımış, konuşması ve imanı dolayısı ile ona özel olarak isim vermiştir. Bu bir açıklamadır, bizim bu karıncanın iman ettiğini söylememizin anlamı ise onun sair karıncalara söylediği şu sözlerde ortaya çıkmaktadır: "Süleyman ve askerleri farkında olmadan sizi çiğnemesin." Bu karıncanın "farkında olmadan" şeklindeki ifadesi mü'mince kullanılmış incelikli bir ifadedir. Yani Süleyman'ın adaleti ve fazileti ayrıca askerlerinin de fazileti dolayısıyla onlar bir karıncayı olsun daha büyük olsun, ancak farketmeyecek olurlarsa çiğneyebilirler.
Şöyle de denilmiştir: Süleyman'ın tebessüm etmesi, karıncanın söylediği bu sözlere sevinmesinden dolayıdır, Bundan dolayı onun tebessümü "güler-cesine" buyruğu ile te'kid edilmiştir. Zira tebessüm gülmeksizin ve razı olunmaksızın da olabilir. Nitekim Arapların; O öfkeli birisi gibi tebessüm etti, yahut alay edenler gibi tebessüm etti, dedikleri bilinen bir husustur. Gü-lercesine tebessüm etmek ise ancak sevinçten ötürü olur. Hiçbir peygamber ise dünyevi bir iş dolayısıyla sevinmez. Onun sevinci ancak âhîret ve din bakımından meydana gelen iş dolayısıyla olmuştu.
Karıncanın: "Onlar farkında olmadan" şeklindeki sözleri dindarlığa, adalete ve merhamete işarettir. Karıncanın, Süleyman (a.s.)'ın askerleri hakkında: "Onlar farkında olmadan" şeklindeki sözlerinin bir benzeri de yüce Allah'ın Muhammed (s.a.v)in askerleri hakkındaki: "...ve size onlardan dolayı bir keder ve üzüntü dokunmayacak olsaydı..." (el-Feth, 48/25) buyruğudur. Bununla onların hiçbir mü'minin kanını boşuna akıtmak istemediklerine işaret etmektedir. Ancak Süieyman (a.s.)'dan Övgü ile söz eden Allah'ın izni ile bir karıncadır. Muhammed (sav)in askerlerinden sözeden ise bizzat yüce Allah'tır. Çünkü Muhammed (a.s.) bütün peygamberlerden daha faziletli olduğu gibi, onun askerleri de onun dışındaki peygamberlerin askerlerinden daha faziletlidir.
Şehr b. Havşeb, "yuvalarınıza" buyruğunu tekil olarak; "Yuvanıza" diye okumuştur. Ubeyy'in mushafmda: "Yuvalarınıza... sizi çiğnemesinler..." şeklindedir. Süleyman et-Teymi de; "...yuvalarınıza..." sizi çiğnemesinler.,." diye okumuş-
tur.[19]
Buyruk; onlar sizi fark etmeyerek sizi çiğneyip kırıp dökmesinler, anlamındadır.
el-Mehdevi dedi ki; Yüce Allah'ın bu hususu karıncanın kavramasını sağlaması, Süleyman (a.s.)'a mucize olması içindir.
Vehb (b. Münebbih) dedi ki: Yüce Allah rüzgara, kim ne söylerse söylesin onu mutlaka Süleyman (a,s.)'a uluştarmasını ve duyurmasını söylmeşti. Çünkü şeytanlar ona kötülük yapmak istemişlerdi.
Şöyle de söylenmiştir: Bu olayın cereyan ettiği vadi, Yemen'de idi, Bu sözleri söyleyen karınca da alışılmış türden küçük bir karınca idi. Bu açıklama el-Kelbî'ye aittir.
Nevf eş-Şamî ile Şahik b. Seleme dedi ki: Bu vadideki karıncalar, kurt kadar büyüktüler. Bureyde el-Eslemi, koyun kadardılar, demiştir:
Muhammed b. Ali et-Tirmizî dedi ki: Eğer karınca bu kadar büyük idiyse, bunun sesi de vardı, demektir. Ancak karıncanın şasinin duyulmaması hacim itibariyle küçük olduğundandır. Çünk"ü kuşların ve diğer hayvanların seslerinin olduğu bir gerçektir. Onların konuşmaları da budur. Onlar bu konuşma kabiliyetleriyle teşbih eder ve diğer şeyleri söylerler. İşte yüce Allah'ın: "O'nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız." (el-İsra, 17/74) buyruğu bunu anlatmaktadır.
Derim ki: Yüce Allah'ın: "...Sizi çiğnemesin..." buyruğu, el-Kelbî'nin sözlerinin doğru olduğuna delildir. Çünkü bu karıncalar kurt veya koyun büyüklüğünde olsa idi, çiğnenerek ezilmeleri söz konusu olmazdı. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın: "Yuvalarınıza girin" buyruğunda hitab insanlar için kullanılan zamirierle olmuştur. Çünkü burada karınca insanlar gibi konuşunca, insanlar gibi değerlendirilmiştir. Ebu İshak es-Sa'lebî dedi ki: Ben Süleyman'a nisbet edilen kitaplardan birisinde şunu gördüm: O, bu karıncaya: Diğer karıncaları ne diye sakındırdın? Benim zulmedeceğimden mi korktun? Benim adaletli bir peygamber olduğumu bilmiyor muydun? Neden: "Süleyman ve askerleri... sizi çiğnemesin" dedin, diye sordu. Karınca şu cevabı verdi: Sen benim: "farketmeyip" dediğimi de duymadın mı? Hem ben onları bedenlerini çiğnemeyi kastetmedim. Ben bunun yerine kalplerinin çiğnenmesin! kastetmiştim. Çünkü sana verilenlerin bir benzerini temenni edeceklerinden, yahut dünya fitnesine kapılarak senin mülküne bakıp seyrederken, teşbih ve zikirden uzak kalacaklarından korktum, Süleyman ona: Bana öğüt ver dedi. Karınca dedi ki: Babana niye Dâvûd adının verildiğini bilmiyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Çünkü o kalbinin yarasını tedavi etmişti. Sana niye Süleyman adının verildiğini biliyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Çünkü sen kalbinin temizliği dolayısıyla sana verilenlerden ötürü sair organlarınla da selamete eren bir kimsesin. Babana yetişmek de senin bir hakkındır. Daha sonra şöyle dedi: Allah'ın sana rüzgarı niye müsahhar kıldığını biliyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Böylelikle sana dünyanın tamamının bir rüzgar olduğunu haber vermiş oldu.
"Sözünden dolayı gülercesine tebessüm etti." Bu tebessümü hayretle olmuştu. Daha sonra karınca hızlıca hemcinslerinin yanına gidip, dedi ki: Yanınızda yüce Allah'ın şu peygamberine takdim edeceğiniz bir hediye var mı? Onlar: Bizim ona vereceğimiz hediyenin kıymeti ne olur ki? Allah'a yemin ederiz ki yanımızda bir tek köknar yemişinden başka bir şey yok. Karınca: Gü-zei, onu bana getirin, dedi. O yemişi ona götürdüler, ağzıyla o yemişi taşıyıp onu çekmeye koyuldu. Yüce Allah rüzgara emir vererek onu taşıdı. Kilimin üzerinde insanların, cinlerin, ilim adamlarının, peygamberlerin arasından -onları yara yara- geçti ve nihayet önünde düştü. Sonra ağzındaki bu köknar yemişini onun avucuna bıraktı ve şunları söylemeye koyuldu:
"Bizim yüce Allah'a kendi malını hediye verdiğimizi görmez misin?
Her ne kadar O'nun ona ihtiyacı yoksa da O bunu kabul eder.
Eğer üstün ve değerli olana kadrine göre hediye verilecek olsaydı,
Bir gün gelir deniz de, sahili de buna güç ye ti rem ezdi.
Bununla birlikte biz gevdiğimiz kimseye hediye takdim ederiz.
O da bununla bizden hoşnut olur ve bu işi yapanın davranışım güzel karşılar
Elbetteki bu onun soylu davranışlarındandır.
Yoksa bizim mülkümüzde ona layık hiçbir şey yoktur,"
Süleyman (a.s) ona dedi ki: Allah sizi mübarek kılsın. İşte karıncalar bu dua sayesinde yüce Allah'ın yaratıkları arasında O'na en çok şükreden ve sayıca en kalabalık olanlarıdır.
İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) dört-canlının öldürülmesini yasaklamıştır: Hüdhüd, göçeyen kuşu, karınca ve arı. Bu hadisi Ebu Dâvûd rivayet etmiş olup[20] Ebu Muhammed Abdu'1-Hak sahih olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Ebu Hureyre yoluyla da bu hadis rivayet edilmiştir. Daha önce de el-A'raf Sûresi'nde (7/133. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Karınca Süleyman (a.s)'ı övmüş ve gücünün yettiği en güzel şekilde; onlar sizi çiğneyecek olurlarsa, farkında olmadan çiğneyeceklerini, bu işi kasten yapmayacaklarını belirtmiş ve ifade etmişti. Böylelikle onların zulmeden kimseler olmadıklarını dile getirmişti. Bundan dolayı öldürülmesini nehyetmiştir. Hüd-hüd'ün de öldürülmesini nehyetmiştir, çünkü hüdhüd Süleyman (a.s)'a suyun bulunduğu yerleri gösteriyor ve Belkıs'a onun gönderdiği elçi idi.
İkrime dedi ki: Yüce Allah'ın Süleyman'ın hüdhüd kuşuna vereceği zararı önlemesi anne babasına İyilik yapan birisi olmasından ötürüdür. Göçeğen kuşuna gelince, ona çok oruç tutan (savvâm) denilir.
Bu Ebu Hureyre'den de rivayet edilmiştir. O dedi ki: İlk oruç tutan kişi göçeğen kuşudur. İbrahim (a.s) Şam'dan, Harem bölgesine Beytullah'ı bina etmek üzere çıkıp gittiğinde beraberinde Sekine ile göçeğen kuşu vardı. Göçeğen kuşu ona gideceği yerin kılavuzluğunu yapıyordu. Sekine ise bina edeceği ev miktarında idi. O evi yapacağı yere ulaşınca, bu sefer Sekine (gölge bırakan bulut) evin yerine düştü ve seslenerek dedi ki: Ey İbrahim gölgem miktarınca evi inşa et. Yine el-A'raf Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) kurbağanın öldürülüşünün yasaklanma sebebi zikredilmişti. en-Nahl Sûresi'nde ise (16/68. âyet, 1. başlıkta) arının öldürülmesinin yasaklanışının sebebi de açıklanmış bulunmaktadır. Eh doğrusunu bilen Allah'a hamdolsun, [21]
el-Hasen yüce Allah'ın: "Siz çiğnemesin' buyruğunu şeklinde okumuştur. Yine ondan gelen bir rivayete göre dîye okumuştur. Ondan ve Ebu Recâ'dan nakledildiğine göre diye okumuşlardır. ise "kırmak, geçirmek" demektir. "Onu paramparça etti" anlamındadır, "Paramparça oldu, kırıldı, döküldü" demektir. da kırıp, dökmek, paramparça etmek anlamındadır.
"Onlar farkında olmadan'in Süleyman ve askerlerinin hali oiması mümkündür. Bu durumda halde amel eden "sizi çiğnemesin" buyruğudur. Yahutta karıncanın halini ifade eden bir lafız olabilir, o takdirde âmil "dedi ki" buyruğudur. Karınca askerlerin farkında olmadıklan bir halde iken bu sözleri söyledi, demek olur. Bu da: " İnsanlar gafil iken ben ayağa kalktım" demeye benzer. Yahut yine "karınca"dan hal olabilir. Âmil de "dedi ki" olup: Karıncalar Süleyman'ın o karıncanın söylediği sözleri anladığının farkında değilken... dedi ki... demek olur. Ancak böyle bir mana uzak bir ihtimaldir, ileride gelecektir. [22]
Müslim'in kaydettiği rivayete göre Ebu Hureyre: Rasûlullah (sav)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir karınca peygamberlerden birisini ısırdı. Peygamber oradaki karınca yuvalarının yakılmasını emretti. Yüce Allah ona: Seni ısıran bir karınca sebebiyle mi teşbih eden bir topluluğu helak ettin." diye vahyetti. Bir başka rivayetinde: "Niye (sen de) tek bir karıncayı cezalandırmadın?..." şeklindedir.[23]
İlim adamlarımız dedi ki: Denildiğine göre bu peygamberin Musa (a.s) olduğu söylenmektedir. O şöyle sormuştu: Sen de bir kasaba halkını masiyet-leri sebebiyle -aralarında itaatkar kimseler olduğu halde- helak ediyorsun? Sanki Yüce Allah ona bunun hikmetini göstermeyi dilediği için ona aşırı bir sıcak yaptı. Nihayet dinlenmek üzere bir ağacın gölgesine çekildi. Yakınında da karınca yuvaları vardı. Ağacın gölgesinde uyuya kaldı. Tam uykunun tadına varmışken bir karınca onu ısırıp rahatsız etti. Bu karıncaları ayaklarıyla ezdi ve öldürdü. Yuvalarının yakınında bulunan o ağacı da yaktı. Yüce Allah da bu hususta ona ibret yönünü gösterdi: Çünkü o da kendisini bir karınca ısırdığı halde, o karıncaya verilmesi gereken cezayı diğerlerine de vermişti.
Bununla şuna dikkatini çekmek istemişti: Allah'ın verdiği (dünyevi) azap, geneli kapsar. Bu cezalar itaatkarlar için bir rahmet, bir bereket olur. İsyankarlar için de bir kötülük ve intikam olur. Buna göre hadis-i şerifte karıncaları öldürmenin mekruh ya da yasak olduğuna delalet edecek bir taraf olmaz. Çünkü sana eziyet veren herbir şeyi kendinden uzaklaştırmak senin için mubahtır. Yüce Allah'ın yarattıkları arasında ise mü'mini erden daha üstün ve değerli bir kimse de yoktur. Âdernoğlunun dahi gerektiğinde belirtilen ölçüler çerçevesinde kendisini savunmak kasü ile saldıranı öldürmek ya da dövmekle bertaraf etmesi mubah kılınmıştır. Âdemoğlu için müsahhar kılınmış ve insanların emrine verilmiş olan haşerat ve canlıların durumu ya nasıl olacak? Bu gibi canlılar insana eziyet vericek olurlarsa, onları öldürmek mubah olur.
Buna göre, hadis, karıncaların öldürülmesi yasak ya da mekruh bir iş olduğuna delil teşkil etmez.Çünkü kişiye eziyet veren varlığı, kişinin kendisin-denuzaklaştırması helaldir. Allah'ın yaratıkları arasında mü'min kadar hürmete değer ve eziyete uğratılması yasak bir yaratık yoktur. Böyle eziyet veren bir varlığı, -boyutuna göre- öldürmek ya da vurmak suretiyle defetmek, mubahtır. Hele insanlara müsahhar kılınmış ve emrine verilmiş hayvanlar ve haşerat hıkkında daha ne söylenebilir? Bunlar kişiye eziyet verecek olurlarsa, öldürülmeleri mubah olur.
İbrahim (en-Nehâi)'den: Seni rahatsız eden karıncayı öldür, dediği rivayet edilmiştir.
Hadis-i şerifteki: "Niye tek bir karıncayı cezalandırmadın?" ifadesi eziyet verene eziyet edilebileceğine ve öldürülebileceğine delildir. Öldürmek, bir fayda sağlamak ya da bir zararı önlemek için olduğu sürece ilim adamlarınca sakıncalı görülmemiştir.
O'na, "Herhangi bîr karınca" öldürebileceği söylenmiş ve bizzat onu ısıran karınca diğerleri arasından tahsis edilmemiştir. Çünkü bundan kasıt kısas değildi, zira kısası kast etmiş olsaydı, ona: Niye seni ısıran karıncayı öldürmekle yetinmedin, denilecekti. Ancak böyle denilmeyip ona; (Eziyet veren) bir karıncanın yerine, neden bir karıncayı cezalandırmakla yetinmedin, denildi. Bu ifade ile cinayeti işleyeni de, suçsuzu da genel olarak kapsadı. Böylece onun Rabbine sorduğu "aralarında itaatkar ve isyankar insanlar bulunduğu halde bir kasaba halkına ne diye azab ettiği?" sorusunun cevabına dikkatini çekmek istemişti.
Şöyle de açıklanmıştır; Sözü edilen peygamberin şeriatinde hayvanları yakmak suretiyle cezalandırmak caiz idi. Bundan dolayı yüce Allah bizzat yaktığı için değil de pek çok karıncayı yaktığı için ona sitemde bulunmuştur. Nitekim Hz, Peygamber'in: "Niye bir tek karıncaya değil de..." diye sorulduğunu belirttiğini görüyoruz. Yani sen niçin sadece bir karınca yakmakla yetin-medin? Bu ise bizim şeriatimize uygun değildir. Çünkü Peygamber (sav) ateşle yakmak suretiyle azaplandırmayı yasaklamış ve: "Allah'tan başka hiçbir kimse ateş ile azaplandırmaz."[24] diye buyurmuştur.
Aynı şekilde o peygamberin şeriatinde de karıncaları öldürmek mubah idi. O bakımdan yüce Allah bizzat karıncalan öldürdü diye ona sitem etmemiştir. Bizim şeriatimizde ise İbn Abbas ve Ebu Hureyre yoluyla gelen hadislerde bu hususun nehyedildiği bilinmektedir[25]
İmam Malik, karıncanın zarar vermesi ve bu zararın ancak öldürmek ile önlenebilmesi hali dışında, karıncaların öldürülmesini mekruh kabul etmiştir.
Şöyie de denilmiştir: Sözü geçen peygambere yüce Allah, bir tanenin eziyet etmesine rağmen büyük bir topluluğu helak etmek suretiyle nefsi için intikam alması dolayısıyla sitem etmiştir. Oysa uygun olanı onun sabredip affetmesi idi. Fakat peygamber bu türün Âdemoğullarına eziyet verdiğini tes-bit etmiştir. Âdemoğlunun saygınlığı ise nâük olmayan diğer canlıların saygınlığından çok daha büyüktür, Şayet sadece bu mantıkla hareket edip tabiî olarak intikam alıp içini soğutma arzusu buna katılmamış olsaydı, bundan dolayı da ona sitem edilmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Fakat hadisin ifadelerinin delâlet ettiği şekilde; intikamını susturma arzusu buna eklenince, bu davranışı dolayısıyla ona sitem olundu. [26]
Hadis-i şerifte geçen: "Seni ısıran bir karınca sebebiyle mi teşbih eden ümmetlerden bir ümmeti helak ettin.?" sözü onların teşbihinin sözlü ve nutk ile yapılmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah da karıncaların kendi aralarında konuştuklarını, Süleyman (a.s)'ın da -bir mucize olmak üzere-bunu anladığını ve karıncanın sözleri dolayısıyla tebessüm ettiğini haber vermektedir.
İşte bu çok açık bir şekilde karıncaların bir konuşmalarının olduğunu, fakat herkesin de bu konuşmayı duyamadığını göstermektedir. Yüce Allah'ın olağanüstü olarak işitmesini istediği herhangi bir peygamber ya da bir veli dışında kimse onların konuşmalarını duyamaz. Biz kendimiz böyle bir konuşma sesini duymuyoruz diye bunu inkâr etmeyiz. Çünkü idrâk edememek, idrâk olunan bir şeyin bizatihi olmamasını gerektirmez. Diğer taraftan insan bazen içinden bir takım söz ve konuşmaları geçirdiği halde, ancak diliyle söyledikleri işitilir.
Şanı yüce Allah, Peygamberimiz Muhammed (sav) için de olağanüstü bir hadise olmak üzere kendi kendilerine konuşan bir topluluğun içinden konuştukları sözleri ona işittirmiş, o da onlara içinden geçirdiklerini haber vermiştir. Nitekim bir çok imamımız Peygamber (sav)'a mucizelere dair yazılmış kitaplarda bu kabilden bir çok rivayet nakletmelerdir. Aynı şekilde yüce Allah'ın keramet ihsan ettiği velilerin bir çoğu da bir çok vesile ile benzeri şeyler göstermişlerdir. Peygamber (sav)'in: "Benim ümmetim arasında özel ilhama mazhar kimseler vardır. Şüphesiz ki Ömer de bunlardandır"[27] hadisinde kastettiği de budur.
Cansız varlıkların tesibihi ile ilgili açıklamalar ise daha önceden el-İsra Sû-resi'nde (17/44. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bunun de-lâlet-i hal yolu ile bir teşbih olmayıp, dille ve sözle yapılan bir teşbih olduğu da orada açıklanmıştır. Yüce Allah'a hamdolsun. [28]
Yüce Allah'ın: "Sözünden dolayı gülercesîne tebessüm edip, dedi ki..."
buyruğunda "güiercesine" anlamındaki; kelimesini İbn es-Sümeyka' elifsiz olarak diye okumuştur. Bu kelime "tebessüm"ün delalet etliği hazfedilmiş bir fiilin masdarı olarak nasbedilmiştır, Sanki; bir şekilde güldü, demiş gibidir. Sibeveyh'in görüşü budur. Sibeveyh'in dışındaki ilim adamlarına göre ise; bu bizzat "tebessüm edip" fiili iie nasbedilmiş-tir, çünkü bu da "güldü" anlamındadır.
Bunu elifle okuyanların kıraatine göre ise "tebessüm edip'deki zamirden hal olmak üzere nasbedilmiştir. Anlamı ise gülmek kadar tebessüm etti, şeklindedir. Çünkü gülmek tebessümü kapsar, tebessüm ise gülmekten aşağıdır ve gülmenin başlangıcıdır.
"Gülümsedi, gülümser, gülümsemek" denilir. İsm-i faili şeklinde gelir. Fiil; "Gülümsedi, gülümser, gülümsemek" şeklinde de kullanılır. ise ağız (gülümseme yeri) demektir. Bu da; Oturma yeri" meclis lafzının den gelmesine benzer.
Çokça gülümseyen adam" demektir. Kısacası gülümsemek (tebessüm) gülmenin başlangıcıdır. "Gülmek" ise başlangıcı ve sonu ifade eder. Şu kadar var ki gülmek gülümsemeden daha ileri oimayı gerektirir. Eğer kişi gülümsemeden ileriye gidip de kendisini zaptetmeyecek olursa, bu sefer; "Kahkaha ile güldü" denilir.
Tebessüm, peygamberlerin çoğunlukla gülmelerini teşkil eder. Sahih hadiste yer alan rivayete göre Cabir b. Semura'ya şöyle sorulmuş: Sen Peygamber (sav) ile birlikte aynı mecliste oturur kalkar miydin? o; Evet pek çok diye cevap verdi. Sabah namazını kıldığı yerinden güneş doğuncaya kadar kalkmazdı. Güneş doğduktan sonra yerinden kalkardı. Bu arada (ashab) birbirleriyle konuşup, cahiliye dönemindeki hallerinden sözederler gülerlerdi, o da tebessüm ederdi[29]
Yine Sahih'teki rivayete göre Sa'd şöyle demiş: Müşriklerden müslüman-lara pek çok zarar vermiş bir kişi vardı. Peygamber (sav), Sa'd'a: "Anam babam sana feda olsun! Ok at" diye buyurdu. Sa'd dedi ki: Temreni bulunmayan bir ok çektim. O oku böğrüne isabet ettirdim. Yere düştü, avreti açıldı. Rasûlullah (sav) da, ben onun azı dişlerini görünceye kadar güldü.[30]
Rasûlullah (sav) çoğunlukla tebessüm ederdi. Bazı hallerde de tebessümden daha ileri ve küçük dilin görüldüğü aşırı derecedeki güimekten daha aşağı derecede gülerdi. Aşın derecede bir İşi beğendiğinde nadiren büyük azı dişleri görülünceye kadar da güldüğü olurdu.
İlim adamları bu türden çokça gülmeyi mekruh görmüşlerdir. Nitekim Luk-man oğluna şöyle demiştir: Oğulcağızım! Çokça gülmekten sakın, çünkü o kalbi söndürür.
Bu ifade Ebu Zerr ve başkaları yoluyla merfu bir hadis olarak da nakledilmiştir.[31] Peygamber (sav) da, Sa'd (r.a) sözü edilen adama ok atıp, isabet ettirince azı dişleri görününceye kadar güldü. Buna sebeb ise adamın avretinin açılması değil, isabet alması dolayısıyla sevinmesi idi. Çünkü Peygamber böyle bir şeye gülmekten münezzehtir. [32]
İlim adamlarına göre bütün hayvanların kavrayışları ve akLİları vardır. Bunda görüş ayrılığı yoktur. Şafiî de: Güvercin kuşların en akıllılarıdır, demiştir. İbn Atiyye dedi ki; Karınca da uyanık, güçlü, koku alma duyusu son derece kuvvetli, bir takım şeyleri saklayan, yuvalar yapan, yeşermesin diye taneyi iki parçaya, kişnişi dördü bölen bir hayvandır. Çünkü kişniş iki parçaya bölündü mü yeşerir. Bir yıl boyunca topladıklarının yarısını yer, geri kalanını ise yedek olarak bırakır.
İbnu'l-Arabî der ki: bize göre bu özel ilimlerdendir. Karınca ise yüce Allah'ın onun yaratılışında verdiği özellikleriyle bunları kavrayabilmiştir. Üs-tad Ebu'l-Muzaffer Şah Nur el-İsferayinî der ki: Hayvanların, alemin ve yaratılmışların hadis olduklarını (sonradan yaratılmış olduklarını) ve yüce Allah'ın vahdaniyetini idrak etmeleri de uzak bir ihtimal değildir. Şu kadar var ki; biz onların dillerini anlayamadığımız gibi, onlar da bizim dilimizi anlamazlar. Bizim bu hayvanların peşinden koşmamız, onların da bizden kaçmalarına gelince; bu da cinslerin ayrılıklarının bir gereğidir.
"Rabblm bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetine şükür etmeyi İlham et!" Huyrukdaki; (ut) mastar manası verir. (tj*Şjt) da "bana bunu ilham et" demektir. Aslıda; den gelmektedir. O: Seni gazaplandıran işlerden beni uzak tut, demiş gibidir.
Muhammed b. İshak dedi ki: Kitap ehlinin iddiasına göre Süleyman'ın annesi yüce Allah'ın Dâvûd (a.s)'ı kendisiyle imtihan ettiği Orya denilen (kumandanının) hanımı idi. Yahutta kocası vefat ettikten sonra Dâvûd (a.s) onunla evlenmiş ve ona Süleyman (a.s)'ı doğurmuştu. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Sa'd Sûresi'nde (38/21-25. âyetler, 18. başlıkta) gelecektir.
"Rahmetinle beni s alili kullarının arasına kat!" İbn Zeyd'den rivayete göre beni onlarla birlikte kıl, demektir. Anlamın: Beni de salih kullarının arasına kat, demek olduğu da söylenmiştir. (Mealdeki gibi). [33]
20. Bir de kuşları araştırdı ve dedi ki: "Neden hüdhüdü göremiyorum, Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?
21. "Ben onu elbette ya şiddetli bir azab ile a/aplandırırım veya muhakkak onu kestiririm ya da bana apaçık bir delil getirir."
22. Çok eğlenmeden geldi ve dedi ki: "Senin bilmediğin şeyi ben gör düm ve Sebe'den sana kesin bir haber İle geldim.
23. "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşeyden verilmiş; onun bir de büyük bir tahtı var.
24. "Onu ve kavmini Allah'tan gayrı güneşe secde eder buldum. Şeytan onlara amellerini süslü göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş. Onun İçin onlar doğru yola gelemiyorlar.
25. "Göklerde ve yerde olan, gizliyi açığa çıkartan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bileti Allah'a secde etmesinler diye!"
26. Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş 'in Rab-bidir."
27. "Bakalım doğru mu söyledin? Yoksa yalancılardan mısın?" dedi.
28. "Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak. Sonra da onlardan geri çekilip ne şekilde karşılık vereceklerine bak!"
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onsekiz başlık haiinde sunacağız: [34]
"Bir de kuşları araştırdı" buyruğu ile yüce Allah daha önce sözü edilen şekilde karınca ile ilgili olayın geçtiği yolculuk esnasında, başından geçen bir başka olayı söz konusu etmektedir.
"(oüJl): Araştırmak, gözünün önünden kaybolan bir şeyi arayıp, bulmak istemek" demektir. Tayr (kuş) ise çoğul bir isimdir, bunun da tekili dır. Burada kuşlardan kasıt, kuşların cinsi ve kuşların topluluğudur. Kuşlar yolculuğu esnasında onunla birlikte bulunur, kanatlarıyla ona gölge yaparlardı.
Süleyman Ca,s)'m kuşları araştırmasının ne demek olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesime göre bu yönelim işlerine gösterilen itinanın ve yönetim işlerinin herbirisine gereken ihtimamı göstermenin bir gereğidir. Âyetin zahirinden de anlaşılan budur.
Bir başka kesimin görüşü de şöyledir: Onun kuşları araştırmasının sebebi, hüdhüd kuşunun kaybolması üzerine güneşin onun bıraktığı boşluktan girmesi idi. İşte bu, kuşları araştırmasının sebebi olmuştu. Böylelikle güneşin nereden girdiğini tesbit etmiş olacaktı.
Abdullah b. Selam da dedi ki: Hüdhüd'ü aramasına sebeb suyun yerin ne kadar derinliğinde olduğunu bilme ihtiyacını hissetmesi idi. Çünkü Süleyman (a.s) su bulunmayan bir yerde konaklamıştı. Hüdhüd ise yerin içini de, dışını da görürdü. Süleyman'a da suyun nerede bulunduğunu haber verirdi. Daha sonra da cinler kısa bir zaman zarfında bu suyu çıkartırlardı. Tıpkı koyunun derisinin yüzüldüğü gibi, yeryüzü toprağını o suyun üzerinden öylece soyarlardı. Bu açıklamayı İbn Seiam'dan gelen rivayete göre İbn Abbas yapmıştır.
Ebu Miclez dedi ki; İbn Abbas, Abdullah b. Selam'a: Sana üç soru sormak istiyorum dedi. Abdullah: Sen Kur'ân okuyan birisi olduğun halde bana mı soru soracaksın? deyince, İbn Abbas: Evet, diye üç defa tekrarladı ve şöyle sordu: Süleyman diğer bütün kuşlar arasından niye hüdhüdü araştırdı? İbn Selam dedi ki: Suya ihtiyacı oldu ve suyun ne kadar derinlikte olduğunu -ya da mesafede diye söyledi- bilemiyordu. Hüdhüd ise diğer kuşlar arasından bunu bilebîliyordu, onu araştırmasının sebebi budur.
en-Nekkaş'ın kitabında da şöyle denilmektedir; Hüdhüd mühendis idi.
Rivayete göre Nafî' b. el-Ezrak, İbn Abbas'ın hüdhüd ile ilgili açıklamalarda bulunduğunu duymuş, ona: Dur ey (delil yoksa) duran kişi! Hüdhüd kendisine kurulan tuzağa düşen ve bu tuzağı göremeyen bir kuş iken, yerin içini nasıl görebilir? İbn Abbas ona; Kader geldi mi göz kör olur, diye cevap verdi.
Mücahid dedi ki: İbn Abbas'a kuşlar arasından hüdhüdü nasıl araştırdı? diye soruldu, şu cevabı verdi: Bir yerde konakladı, suyun ne kadar derinlikte olduğunu bilmiyordu, Hüdhüd ise bunu bitebiliyordu, ona sormak istedi.
Mücahid dedi ki: Küçük çocuk hüdhüd kuşuna ağ serer ve onu avlar. Nasıl bunları bulabilir? tbn Abbas dedi ki: Kader geldi mi göz kor olur.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Kur'ân't iyice bilen bir kimseden başka böyle bir cevap veremez.
Derim ki: Bu cevabı daha önceden de belirttiğimi2 gibi hüdhüdün kendisi Süleyman'a vermişti. Şöyle bir şiir söylenmiştir:
Tüce Allah bir kişi hakkında bir işi nrurad ederse, Hem o kişi akıl, görüş ve basiret sahibi olsa dahi, Ve bir de çarelerin üstüne gelen olup da bütün bu çareleri, Kaderin hoşlanmayan sebeblerinden gelecek olanları defetmek için ortaya koyarsaj Yüce Allah onun kulaklarını, aklını kapatır. Ve aklını kafasından kılın çekilmesi gibi sıyırır, çeker, Nihayet hükmünü onun hakkında icra eyledi mi İbret alsın diye aklını ona geri verir,"
el-Kelbî dedi ki: Yolculuğu esnasında yanına sadece bir hüdhüd kuşu almıştı. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır. [35]
Bu âyet-i kerimede imamın (İslâm devlet başkanının ve yöneticilerinin) yönetimleri altında bulunanların durumlarını iyice araştırmalarına, onları gereği gibi korumalarına delil vardır. Küçüklüğüne rağmen hüdhüdün durumu Süleyman (a.s)'a gizli kalmamıştı. Ya büyük işler hakkında ne düşünülür? Yüce Allah Ömer (r.a)'a rahmetini İhsan eylesin. O da aynı yolu izlerdi. Şöyle demişti: Fırat kenarında bîr kurt bir keçiyi kapacak olsa, şüphesiz Ömer ondan sorumlu tutulacaktır. Yönetimi altındaki ülkelerin harab olduğu, yönettiklerinin zayi olduğu, çobaniann kaybolduğu bir yönetici hakkında ne düşünürsünüz?
Sahih'teki rivayete göre Abdullah b. Abbas'tan şöyle kaydedilmektedir: Ömer b. el-Hattab, Şam'a gitmek üzere yola koyuldu. Serğ denilen yerde ordu kumandanları onu karşılamaya geldi: Ebu Ubeyde ve arkadaşlan, ona Şam bölgesinde veba bulunduğu haberini verdiler... İlim adamlarımız dediler ki: Ömer(r.a)'ın Şam'a gitmek üzere yola çıkması (Halifenin tebasını kontrol ettiğine işaret vardır). -Halife b. Hayyat'ın belirttiğine göre- Beytu'l-Makdis'in hicri 17. yılda fethedilmesinden sonra olmuştu. O yönettiklerinin hallerini ve kumandanlarının durumlarını bizzat kendisi araştırırdı. Kur'ân, sünnet, yöneticinin yönettiği kimselerin durumlarını araştırmasına ve bunu bizzat doğrudan kendisinin yapmasına, uzun dahi olsa bu maksatla yolculuk yapmasına açıkça delalet etmekte ve bunu ifade etmektedir. Şu beyiti söyleyen İb-nu'1-Mübarek'in Allah'ın rahmetine nâü olmasını dileriz:
"Zaten dîni kim bozdu ki hükümdarlardan,
Ve kötü ilim adamları ile kötü abidlerden başka?" [36]
Yüce Allah'ın Neden hüdhüdü göremiyorum" buyruğu "Hüdhüde ne oldu ki ben onu göremiyorum?" anlamındadır. Bu da manası sebebi bilinmeyen kalb (ifadelerin yer değiştirmesi) kabi-lindendir. Yine bir kimsenin diğerine; "Bana ne oluyor ki seni kederli görüyorum?" yani; "Neyin var (kederlisin)" demeye benzer.
Hüdhüd bilinen bir kuştur. Onun sesine de hedhede denilir.
İbn Atiyye der ki: Bu ifadeden maksat hüdhüdün ortada olmadığını, kaybolduğunu anlatmaktır. Fakat Süleyman (a.s) hüdhüdün kayboluşunun gereği oian onu görmeyişini esas alarak, bu gereklilik konusunda kendisine bilgi verilmesi için soru sorma cihetine gitmiştir. Bu da bir çeşit icaz (veciz) konuşmaktır. Onun "Neden... um?" şeklindeki sorusu; edatının soru cümlesinin başında ayrıca gelmesi gereken) elif (soru hemze-si)nin yerini tutmuştur.
Şöyle de denilmiştir: Süleyman (a.s): "Neden hüdhüdü göremiyorum"
derken, kendisinin halini gözönünde bulundurmuştur. Zira o kendisine pek büyük bir mülkün verildiğini, mahlukatın emrine müsahhar kılındığını biliyordu. İşte şükür etme gereği onun itaatkâr olmasını, adaleti de sürekli kılmasını gerektirmişti, Hüdhüd nimetini bulamayınca şükür bakımından bir kusur işlemiş olabileceği hatırına geldi ve bu kusuru dolayısıyla bu nimetten mahrum olduğu kanaatine kapıldı. O bakımdan kendi halini araştırmaya koyuldu ve bundan dolayı "neden göremiyorum" dedi.
İbnu'l-Arabî der ki: Mutasavvıf şeyhlerinin mallarını kaybettikleri vakit yaptıkları budur, onlar da kendi amellerini araştırırlar. Bu İse adab ile alakalı hususlarda böyle olduğuna göre peki ya bugün biz farzlarda bile kusurlu hareket ederken, ne yapmalıyız?
İbn Kesir, İbn Muhaysın, Âsim, el-Kisaî, Hişam ve Eyyub "neden... um" anlamındaki soruyu; şeklinde 'ya" harfini üstün okumuşlardır. Aynı şekilde Yâsîn Sûresi'nde: "Ben, beni yaratana ne diye ibadet etmeyecek misim?" (Yâsîn, 36/22) buyruğunda da böyle okumuşlardır. Ancak Hamza ile Yakub bunu sakin okumuşlardır. Geriye kalan Medine kıraat alimleri ile Ebu Amr ise Yâsîn Sûresi'ndekini üstün ite bunu ise sakin (yani harfi med olarak) okumuşlardır.
Ebu Amr dedi ki: Çünkü bu Nemi Sûresi'nde bulunan, istifhamdır. Diğeri ise intifa (nefyetmek)dir. Ebu Hatim ile Ebu Ubeyd sakin okuyuşu tercih ederek, "(Jl'Jtiî): Dedi ki: Neden... um?" diye okumuştur. Ebu Cafer en-Neh-has: Bazıları mübteda olan ile kendisinden önceki ifadelere atfedilen arasında fark gözetmek istemişlerdir. Ancak bunun hiçbir kıymeti yoktur. Buradaki "ya" nefs-i miitekellim "ya"sidir. Araplar arasından bunu üstün ile okuyanlar olduğu gibi, sakin okuyanlar da vardır. O bakımdan kıraat alimleri her iki şekilde de okumuşlardır. Mütekellim "ya"sı ile ilgili fasih söyieyiş ise onun meftuh olarak okunmasıdır, çünkü o hem bir isimdir, hem de tek bir harftir. Dolayısıyla tercih edilen sakin okunmayışıdır. Böylelikle isme haksızlık edilmemiş olur.
"Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?" buyruğundaki; "Yoksa"; "(Hayır)" anlamındadır. [37]
Yüce Allah in: "Ben onu elbette ya şiddetli bir azap île azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm..." buyruğu uygulanacak olan cezanın bedene göre değil de, işlenen suça göre olacağına delil teşkil etmektedir. Bununla birlikte cezalandırılacak oian şahsa zaman ve niteliği itibariyle yumuşaklık gösterilebilir.
İbn Abbas, Mücahid ve İbn Cüreyc'den rivayete göre onun kuşu azaplan-dırması tüyünü yolması suretinde idi İbn Cüre-yc ele tüyünün tamamen yolunması diye söylemiştir. Yezid b. Ruman da kanatlarının yolunması diye açıklamıştır.
Süleyman (a.s)'ın bu uygulaması ile isyankarlara karşı sert bir tavır takınmak, görevini ve konumunu ihlal eden tulumu dolayısıyla Hüdhüdü cezalandırmak istemişti. Yüce Allah hayvanları, kuşları yemek ve başka bir takım menfaatler maksadıyla boğazlamayı mubah kıldığı gibi ona da bunu mubah kılmış olabilirdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Nevâdiru'l-Usul'de (et-Tirmizî el-Hakim) şöyle demektedir: Bize Süleyman b. Humeyd Ebu'r-Rabi' el-İyadî anlattı, dedi ki: Bize Avn b. Umare, el-Huseyn el-Cuhfî'den anlattı, el-Huseyn, ez-Zübeyr b. d-Hırrîd'den, o İkri-me'den naklen dedi ki: Yüce Allah'ın, Süleyman'ın hüdhüde vermek istediği cezayı alıkoyması, onun anne ve babasına karşı itaatkâr olmasından dolayı idi. İleride de gelecektir.
Yine denildiğine göre, hüdhüdü azaplandırmak, onu kendisine uymayan zıt tabiatlı hayvanlarla birlike bulundurmaktır. Kimilerinden nakledildiğine göre en dar hapis zıt tabiatlı kimselerle birlikte bulunmaktır.
Bir diğer açıklamaya göre, ben onu kendisine denk kimselere hizmet etmek zorunda bırakacağım anlamındadır. Bir diğer görüşe göre onu kafese koyacağım, bir başka açıklama: Tüyünü yolduktan sonra onu güneşte bırakacaktım. Onu hizmetinden uzaklaştırmak suretiyle cezalandıracağım, diye de açıklanmıştır. Çünkü hükümdarlar bedenin birlikte olmaya alıştığı kimseleri ayırmakla, uzaklaştırmakla te'dib ederler.
"Ben onu ya şiddetli bir azab ile azablandırırım veya muhakkak onu kestiririm..." buyruğunda fiiller şeddeli "nun" ile te'kid edilmiştir. Böyle bir "nun" ya şeddeli veya seddesiz olarak (te'kid maksadıyla) getirilir. Ebu Halim dedi ki: Eğer; "Ben onu elbette ya şiddetli bir azab ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm" şeklinde (tek mim ile) okunsa bu da caizdir.
"Ya da bana apaçık bir delil getirir" buyruğundaki "Bana... getirir" lafzındaki lam, lam-ı kasem değildir. Çünkü Süleyman hüdhüdün yapacağı bir iş için kasem etmez. Ancak bu buyruk "Onu elbette... azap-landırırım'ın akabinde geldiğinden dolayı -ki bu da kasemin caiz olduğu hususlardandır- sonraki bu fiili de aynı şekilde kullanmıştır. Sadece İbn Kesir "bana... getirir" anlamındaki fiili, iki "nûn" ile; diye okumuştur. [38]
"Çok eğlenmeden geldi" buyruğunda kasıt hüdhüddür. Kıraat alimlerinin büyük çoğunluğu; "(ÎİUi): Geç...ti", fiilinin "kep harfini ötreli okumuşlardır. Yalnızca Âsim bunu üstün okumuştur. Her iki kıraatte de anlamı ı:vakit geçirdi, kaldı" şeklindedir. Sibeveyh dedi ki: Bu "Durdu kaldı, durur kalır, kalmak" fiili; (harakeleri itibariyle); "Oturdu, oturur, oturmak" gibidir, şekli ise benzer.
Başkaları da şöyle demektedir: Bunun üstün okunması yüce Allah'ın: "Kalıcılar" (el-Kehf, 18/3) buyruğu dolayısıyla daha uygundur. Çünkü bu den gelmektedir. "Kaldı, kalır" denilir ism-i faili de; dtye getir, kullanımı, gibidir. İsm-i faili şeklinde, gibi gelir. (ti^ticii)'den ism-i fail ise şeklinde gelir. "Ekşidi, ekşir" fiilinin ism-i failinin şeklin-de gelmesi gibi.
"Çok eğlenmeden geldi" deki zamirin Süleyman (a.s)'a ait olma ihtimali vardır. Anlamı şöyle olur: Süleyman (a.s) kuştan araştırıp tehdidinde bulunduktan sonra aradan fazla zaman geçmeden geldi, demek olur. Buradaki zamirin hüdhüde ait olma ihtimali de vardır. Daha kuvvetli İhtimal budur, daha sonra da hüdhüd gelip; "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" dedi. Bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. [39]
Yani ben senin bilmediğin hususları öğrendim. İşte bu peygamberler gaybı bilir, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir.
el-Ferrâ "Gördüm" fiilinin "te" ve "ti" harfleri birbirine idgam edilerek; diye okunduğunu naklettiği gibi "ti" harfi, te'ye kalbedilip idgam edilmek suretiyle; diye okunduğunu da nakletmiştir. [40]
"Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" buyruğu ile onun Süleyman (a.s)'a bilmediği şeyi öğretmiş olduğunu anlıyoruz. Böylelikle o Süleyman (a.s)'ın kendisini tehdit etmiş olduğu azab ve kesilme cezasını bertaraf etmiş oldu. Cumhur "Sebe"' kelimesini; şeklinde tenvinli olarak mun-sarıf bir kelime gibi okumuştur. İbn Kesir ve Ebu Amr ise munsanf olmayan bir kelime olarak, hemzeyi üstünle; diye okumuştur. Birinci okuyuş, kendisine bir kavmin nisbet edildiği bir adam ismi kabul edilmesine göredir. Şairin şu mısraı da buna göredir:
"Sebe'in zirvelerinde gelenler ile Teyinlilerin, Boyunlarında iz bırakmıştır, camışlann derileri."
ez-Zeccac, Sebe'in bir adanı ismi olduğunu kabul etmeyerek, şöyle demiştir: Sebe', Yemen'in Me'rib denilen bölgesinde San'a ile arasında üç günlük mesafe bulunan bilinen bir şehirdir,
Derim ki: el-Gaznevî'nin "Uyunu'l-Meanî" adlı eserinde üç millik mesafe denilmektedir. Katâde ve es-Süddî dedi ki: Oraya oniki peygamber gönderilmiştir.
(ez-Zeccac, görüşüne delil olarak) en-Nâbiğa el-Ca'dî'nin şu beyi tini zikretmektedir:
"Me'rib'de hazır bulunan Sebe'den,
Onların selinin önünde Arİm'i (aeddi) bina ettiklerinde,"
(ez-Zeccac devamla) dedi ki: Bunu munsarıf kabul etmeyenler, bunun bir şehir ismi olduğunu söyler. Munsarıf kabul edenler de -ki bunlar çoğunluğu teşkil ederler- buranın bir şehir ismi olması dolayısıyla müzekker adı verilmiş, müzekker bir yer kabul ederler.
Sebe'in şehire ad olarak verilen bir kadın adı olduğu da söylenmiştir. Doğrusu bunun bir erkek adı olduğudur. Tirmizf nin kitabında (Sünen'inde) Ferve b. Museyk el-Muradî'nin Peygamber (sav)'dan naklettiği ve yüce Allah'ın izniyle (Sebe', 34/15- ayetin tefsirinde) gelecek olan hadiste de bu şekildedir.
İbn Atiyye dedi ki: ez-Zeccâc bu hadisi bilmediğinden dolayı o gelişigüzel açıklamalarda bulunmuştur. el-Ferrâ'nın iddiasına göre de er-Ruâsî, Ebu Amr b. el-Alâ'ya, Sebe'e dair soru sormuş, o da ben onun ne olduğunu bilmiyorum, demiş.
en-Nehhas dedi ki: el-Ferrâ, Ebu Amr adına te'vilde bulunmuş ve onun meghul olduğu için bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğini belirtmiştir. Bir şey de eğer bilinmeyecek olursa gayr-ı munsarıf olur.
en-Nehhas da şöyle demektedir: Ebu Amr gibi birisi böyle bir söz söylemez. er-Ruâsî den yapılan nakilde de bu kelimeyi bilmediği için bunu gayr-ı munsarıf kabul ettiğine dair de bir delil bulunmamaktadır. O sadece ben onu bilmiyorum demiştir. Eğer nahiv bilgini birisine herhangi bir isim hakkında sorulacak da, o da ben onu bilmiyorum diyecek olursa, bu o nahivcinin bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğine deliİ teşkil etmez. Aksine hak bunun dı-ı eladır. Bu durumda eğer onu bilmiyorsa, onu munsarıf kabul etmesi gerekir. Çünkü isimlerde aslolan munsarıf olmaktır. Bir şeyin gayr-ı munsarıf olması ona dahil olan herhangi bir ek sebep dolaylıyladır. Asıl kaide kesin olarak böylece sabittir. Bilinmeyen' bir şey dolayısıyla bu kaide ortadan kalkmaz. Daha sonra nahivcilerden uzun açıklamalar naklettikten sonra sonunda şunları söyler: Sebc' hakkında kabul edilen görüş bu hususta gelen rivayet olmalıdır ki, bu da aslında Sebe'in bir adam adı olduğudur. Eğer bunu munsarıf kabul edecek olursak, bu artık hayatta olan birisinin adı olduğundan dolayıdır. Şayet munsarıf kabul etmeyecek olursak, bunu "Semud" gibi bir kabile adı olarak kabul ederiz. Şu kadar var ki Sibeveyh'in tercih ettiği görüş munsarıf olduğudur ve bu konudaki delili de kat'îdir. Zira bu isim hem müzekker, hem de müennes gelebildiğine göre bunun müzekker kabul edilmesi daha uygundur. Zira aslolan ve daha hafif olan da odur. [41]
Ben Senin Bilmediğini Biliyorum, Demesi Uygun mu? Bu âyet-i kerimede küçüğün büyüğe, öğrencinin hocaya -kesinlikle bu hususu bilmesi şartıyla-; ben senin bilmediğin bir şey biliyorum diyebileceğine delil vardır.
İşte Ömer b. el-Hattab (r.a) yüceliğine ve bilgisine rağmen üç defa izin istendikten sonra cevap alınmazsa, geri dönülebileceğini bitmiyordu. Teyemmümü Ammar ve başkaları biliyordu. Halbuki Ömer ve İbn Mes'ud bu konuda bilgileri etraflı olmadığından cünup kimse teyemmüm etmez, diyorlardı.
İbn Abbas ay hali olan kadının Arafat'ta vakfe yapabileceği hükmünü bildiği halde, Ömer de, Zeyd b. Sabit de bunu bilmiyordu. İhramlı bir kimsenin başını yıkayabileceğini İbn Abbas bilmekle birlikte el-Misver b. Mahreme bunu bilmiyordu. Bunun benzeri daha pek çok husus vardır ki bunları kaydederek uzatmaya gerek yoktur. [42]
Hüdhüd; "Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" deyince, Süleyman (a.s); Bu haber nedir? diye sorunca, hüdhüd de: "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum" diye cevab verdi. Bu kadın Şera-hil kızı Belkıs idi. O Sebe'lilerin hükümdarlığını yapıyordu. Süleyman (a.s)'ın konakladığı yer ile Belkıs'ın ülkesi birbirine yakın olduğu halde -ki bu mesafe San'a ile Me'rib arasında üç günlük bir mesafedir- Süleyman nasıl oldu da bu durumu bilemedi, diye sorulursa cevap şudur; Yüce Allah Yakub (a.s)'a, Yusuf (a.s)'ın bulunduğu yeri bildirmediği gibi: bir maslahata binaen de Süleyman (a.s)'a Belkıs'ın yerini bildirmemiştir, saklı tutmuştur.
Rivayete göre Belkıs'm ebeveyninden birisi cinlerden idi. İbn Arabî dedi ki: Bu inkarcıların reddettiği bir husustur. Onlar cinler yemezler ve doğurmazlar derler. Allah'ın laneti hepsinin üzerine olsun, yalan söylüyorlar. Böyle bir şey doğrudur. Oniarla evlenilmesi de aklen caizdir, naklen de sahih olarak sabit olursa mesele kalmaz.
Derim ki; Ebu Davud'un rivayetine göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Cinlerden bir heyet Rasûluilah (sav)'ın huzuruna gelerek şöyle dediler: Ey Muhammedi Ümmetine kemikle, hayvan pisliği ile yahut kafa tası iie is-tinca yapmalarını yasaklayıver. Çünkü yüce Allah onlarda bize nzik ihsan ediyor[43]
Müslim'in, Sahih'inde de Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Üzerinde Allah'ın adı anılıp da elinize geçen herbir kemik olabildiğince etli bir şekilde sizin olsun. Herbir davar pisliği de sizin hayvanlarınızın alafı olsun."[44]
Bunun üzerine Rasûluilah (sav) şöyle buyurdu: "Bundan dolayı siz de bunlarla istincada bulunmayınız, çünkü bunlar cinden kardeşlerinizin yîyecek-leridir."[45]
Buhârî'de yer alan rivayete göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü! Kemiğin ve davar pisliğinin durumu nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Bunlar cinlilerin yiyecekleridir. Bana Nasibin cinleri heyeti geldi ki, onlar ne iyi cinlerdir! Bana kendilerine azık vermemi istediler. Ben de yüce Allah'a dua ederek nerde kemik, davar pisliği bulurlarsa mutlaka üzerinde yiyecek bir şeyler bulmalarını niyaz ettim."[46]
Bütün bunlar onların yemek yedikleri hususunda açık nasslardır. Onlarla evlenmeye gelince, buna dair işaret de daha önce el-İsra Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Mallarına, evlatlarına ortak o/"(el-îsra, 17/64) buyruğu açıklanırken (4. başlıkta) değinilmiş idi.
Vuheyb b. Cerir b. Hazim de, el-Halil b. Ahrned'den, o Osman b. Hadır'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Belkıs'ın annesi cinlerden idi, adı da Şey-san kızı Belame idi. Yüce Allah'ın izniyle buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir. [47]
Buhârî'de yer alan ve İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Peygamber (sav) Farsların, Kisra'nın kızını başlarına kraliçe tayin ettikleri haberini alınca: "İşlerinin başına bir kadın geçiren bir kavim, asla iflah olmaz" diye buyurdu.[48]
Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî dedi ki: Bu kadının halife olamayacağı hususunda açık bîr nasstır. Zaten bu hususta görüş ayrılığı da yoktur. Muhammed b. Cerir ec-Taberî'den kadının hakim olmasının caiz olduğu görüşü nakledilmiş ise de bu sahih değildir. Bunun Ebu Hanife'den gelen nakil gibi olması da muhtemeldir. O da şu şekildedir: Kadın şahitlik yapabildiği hususlarda hakimlik yapabilir, yoksa mutlak olarak hakim olabilir diye söylemiş olamaz. Aynı şekilde ona "filan kadın hakimlik yapmak üzere takdim edilmiştir" diye bir görev emri de yazılamaz. Bunun olabilecek şekli onun hakem tayin edilmesi ve tek bir meselede vekaleten görev yapması suretinde olabilir. Kanaatimizce Ebu Hanife ile İbn Cerir'in görüşleri bu çerçevededir.
Ömer (r.a)'dan bir kadını çarşı muhtesipliği görevine tayin ettiği rivayet edilmiş ise de bu da sahih değildir, kimse buna iltifat etmesin. Hiç şüphesiz bu da bid'atçilerin hadislere soktukları desiselerdendir. Maliki ve Eş'arî olan Kadı Ebubekir b. et-Tayyib ile Şafiîlerin ileri gelen ilim adamı Ebu'l-Ferec b. Tarar bu meselede birbirleriyle tartışmışlardır. Ebu'l-Ferec dedi ki: Kadının hakimlik yapabileceğinin delili şudur: Ahkâmın varlığından maksat hakimin bunları uygulamaya koyması, ahkâma dair delilleri dinlemek ve bu hususta hasmılar arasında ayırdedici hükmü vermektir. Böyle bir iş ise erkek tarafından yapılabildiği gibi kadın tarafından da yapılabilir.
Ancak Kadı Ebubekr ona itiraz edip, onun bu iddiasını İmameti Kübrâ'yı (halifeliği) ileri sürerek çürütmüştür. Çünkü bundan kasıt sınırların korunması, işlerin idare edilmesi, İslâm topraklarının himaye edilmesi, haracın toplanıp hak sahiplerine verilmesidir. Bunları erkek yapabildiği kadar kadın yapamaz. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu mesele hakkında bu iki ilim adamının da açıklamalarının bir kıymeti yoktur. Bir defa kadının meclislere çıkması beklenemez, erkeklerle karışması beklenemez. Her bakımdan birbirine denk iki kişinin birbirleriyle tartıştığı gibi, onlarla tartışamaz. Çünkü eğer bu kadın genç ise ona'bakmak ve onun kelamını dinlemek haram olur. Şayet erkekler arasına çıkma ruhsatına sahip yaşlı bir kadın ise erkeklerle oldukça sıkışabileceği bir şekilde meclislerde oturup kalkamaz, onlarla tartışmalara girişe-mez. Böyle bir şeyin olabileceğini düşünen de, inanan da asla iflah olmaz. [49]
"Kendisine her şey den verilmiş" ifadesi bir mübalağadır. Yani krallığının, ülkesinin gerek duyacağı herşey verilmiş demektir. Anlamın kendi döneminde bulunan herşeyden ona bir miktar verilmiş şeklinde olduğu ve böylelikle (bir miktar anlamındaki) mefulün hazfedildiği de söylenmiştir. Çünkü ifade buna delalet etmektedir.
"Onun bir de büyük bir tahtı var." Bu tahtı hem görünüşü, hem de saltanat mertebesi itibariyle büyüklükle nitelendirmiştir. Denildiğine göre bu taht altından olup, onun üzerinde otururdu. Bir diğer görüşe göre burada "tahftan kasıt hükümdarlıktır, ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü ileride geleceği üzere "kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz" (en-Neml, 27/28) diye buyurulmaktadır.
ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer hüdhüd Belkıs'ın tahtını "azim; büyük" İle nitelendirmekle yüce Allah'ın arşının "azim: büyük" vasfı ile eşit tutarak aynı şekilde nitelendirmiştir; bu nasıl olur? dersen, ben de şöyle cevap veririm: Bu iki vasıf arasında çok büyük bir fark vardır. Çünkü onun arşını (tahtını) büyük olmakla nitelendirmek kendisi gibi insan olan hükümdarların tahtlarına nisbetle büyüktür anlamındadır. Yüce Allah'ın arşının büyüklükle nitelendirilmesi ise O'nun yaratmış olduğu semavata ve arza nisbetledir.
İbn Abbas dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira', eni de kırk zira' İdi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zira' idi. İnci, kırmızı yakut ve yeşil zebercetle süslü idi.
Katâde dedi ki: Ayaklan inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. Üzerinde de yedi tane kilit vardı.
Mukatil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira' idi, yerden yüksekliği de seksen zira' idi. Mücevherlerle süslenmişti,
İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altıyüz kadın vardı.
İbn Atiyye dedi ki: Âyet-i kerime'den anlaşılması gereken şu ki: O, Yemen şehirlerini elinde tutan kadın bir hükümdardı. Bunun büyük bir mülkü ve büyük bir tahtı vardı, kâfir bir kavimden gelme, kâfir bir kadın idi. [50]
Yüce Allah'ın: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Bu toplum güneşe tapanlardandı. Çünkü bunlar rivayete göre zındık idiler. Bir diğer görüşe göre bunlar ışığa, aydınlığa tapınan mecusilerdi.
Nafî'den rivayet edildiğine göre vakıf (durak): lafzı üzerindedir, el-Mehdevî dedi ki: Buna göre "azim: büyük" kendisinden sonraki buyruklar ile alakalı demektir. Buna göre ifade; "Ben onu... buluşum çok büyük bir iştir" anlamında olmalıdır. Yani benim onu kâfir bir kadın olarak bulmam büyük bir İştir. İbnu'l-Enbarî dedi ki; "Onun bir de büyük bir tahtı var" buyruğunda durak yapmak güzel bir vakıftır. "Arş: Taht" üzerinde durak yapılıp, diye başlamak ancak sonrasını hatırla-yamayan kimseye hatırlatmak için caiz olabilir. Çünkü "azim" tahtın sıfatıdır, eğer "onu... buldum" ile alakalı olsaydı, o takdirde demek icab ederdi. Bu İse her bakımdan imkansız bir şeydir. Bana Ebubekir Muhammed b. ei-Hüseyin b. Şehriyar anlattı dedi ki: Bize Ebu Abdullah el-Hüseyin b. el-Esved el-Iclî bir ilim adamından anlatarak dedi ki: "Arş" lafzı üzerinde vakıf yapılır ve "azim" lafzı ile okumaya başlanılır. Bu da, benim onları güneş ve aya ibadet eder buluşum büyük bir iştir, anlamına gelir. Bu şahıs dedi ki: Ben bu kanaati teyid edenleri de duydum ve buna delil olarak şunları söylediklerini gördüm: O kadının arşı (tahtı) yüce Allah tarafından "azim: büyük" olmakla vasfedilmeyecek kadar değersiz ve basittir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Benim tercih ettiğim ise başta zikrettiğimdir, çünkü burada "güneşe ve aya ibadef'in (bu ifadede olduğu gibi) takdir edilebileceğine dair bir delil de bulunmamaktadır. Diğer taraftan hüdhüd bu tahtı son derece enli ve uzun bir taht olarak gördüğünden dolayı azim (büyük) olmakİa nitelendirmesi de kabul edilmeyecek bir şey değildir. Ayrıca bu lafzın "arş"ın i'rabını alması da onun sıfatının olduğunun bir delilidir.
"Şeytan onlara amellerini" içinde bulundukları küfrü "süslü göstermiş ve onları doğru yoldan" tevhid yolundan "alıkoymuş." Bununla tevhid yolu olmayan herhangi bir yolu izlemenin kesinlikle hiçbir fayda sağlamayacağını açıklamış olmaktadır.
"Onun için onlar doğru yola" yüce Allah'a ve Onu tevhide "gelemiyorlar." [51]
Allah'a secde etmesinler diye" buyruğunu Ebu Amr, Na-fi', Asım ve Hamza; "... me... diye"yi şeddeli okumuşlardır. İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Onun için onlar doğru yola gelemiyorlar" buyruğunda vakıf, "lam" harfini şeddeli okuyanlar için um bîr vakıf değildir, çünkü anlam: Şeytan onlara Allah'a secde etmemelerini süslü göstermiştir, şeklindedir.
en-Nehhas da şöyle demektedir: Bu 'den sonra 'in gelmiş halidir ve burada; da nasb mahallindedir. el-Ahfeş dedi ki: Bunun nasbi da; Süsledi" fiili iledir. Yani; şeytan onlara Allah'a secde etmemelerini de süslü göstermiştir.
el-Kisaî ise "Onları... alıkoymuş" ile nasb mahallindedir. Yani Allah'a secde etmesinler diye onları alıkoymuş demektir, der. Her iki açıklamaya göre de bu mePulün lehtir.
el-Yezidî ile Ali b, Süleyman da şöyle demektedir:
Amellerini" lafzından bedel olarak nasb mahallindedir[52]
Ebu Amr ise şöyle demektedir: Burada; "Doğru yoldan" lafzı bedel olarak cer mahallindedir.[53]
Bir diğer görüşe göre bu buyrukta âmil "doğru yola gelemiyorlar" anlamındaki buyruktur. Yani onlar yüce Allah'a secde etmeye yol bulamıyorlar. I3u da; onlar bu işin kendilerine farz olduğunu bilmiyorlar, demektir. Bu açıklamaya göre de zaid demektir. Yüce Allah'ın: "seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (el-A'raf, 7/12) buyruğuna benzemektedir ki bu; manasınadır. Bu kıraate göre burada secde yoktur. Çünkü onların ya şeytanın amellerini kendilerine süslü göstermesi yahut onları engellemesi ya da doğru yolu bulmalarına engel teşkil etmesi suretiyle onların secde etmeyi terkettiklertne dair bir haber vermek mahiyetindedir.
ez-Zührî, el-Kisaî ve başkaları ise; diye okumuşlardır ki bu da; "Ey şu kimseler, Allah'a secde ediniz" anlamındadır. Çünkü "yâ" nida harfi ile fiillere değij, isimlere seslenilir. Sibeveyh de şu beyiti nakletmektedir:
"Ey (şunlar) Allah'ın ve bütün kavimlerin,
Ve hatta salihlerin laneti Sim'an gibi bir komşunun üzerine olsun."
Sibeveyh dedi ki: "Ya; ey" nida edatı, lanette nida değildir. Çünkü ona nida olsaydı, onu nasbetmesi gerekirdi. Zira bu takdirde muzaf bir münada olur. Ancak İfadenin takdiri: Ey sözümü işitenler, Allah'ın laneti ve bütün kavimlerin laneti Sim'an'a olsun" şeklindedir. Bazıları da Araplardan şu ifadeleri duyduğunu nakleder: Bununla: "Ey kavim merhamet ediniz, doğru söyleyiniz" demek isterler. Bu kıraate göre "Secde ediniz" emr-t hazır olmak itibariyle cezm mahallindedir.
Vakıf da; "Ey..." üzerinde yapılır, bundan sonra da okumaya başlanarak; "Secde edin" diye okunur.
el-Kisaî dedi ki: Ben hocaları ancak emir manasına bunu şeddesiz okuduklarını duymuşumdur, başka türlü okuduklarını da duymadım.
Abdullah'ın kıraatinde; "Allah'a secde etmeniz gerekmiyor mu?" şeklinde "te" ve "nun" iledir.
Ubeyy'in kıraatinde ise; "Niye Allah'a secde etmezsiniz?" şeklindedir. Bu iki kıraat şeddesiz okuyanların lehine bir delildir.
ez-Zeccâc dedi ki: Şeddesiz okuyuş secde etmeyi gerektirmekle birlikte, şeddeli okuyuş secde etmeyi gerektirmemektedir. Ebu Hatim ile Ebu Ubey-de de şeddeli okuyuşu tercih etmişlerdir. (ez-Zeccac) ayrıca der ki: Şeddesiz okuyuş güzel bir şekildir, ancak bu takdirde Sebe'in durumu ile İlgili haber kesintiye uğradıktan sonra tekrar onlardan söz konusu olur. Şeddeli okuyuşta ise verilen haberde arada bir kesinti olmaksızın ardı arkasına geliş söz konusudur.
en-Nehhas da buna yakın bir açıklamada bulunmuş ve şöyle demiştir: Şeddesiz okuyuş uzak bir ihtimaldir, çünkü bu durumda ifadede i'tîraz (ara cümleleri) söz konusu olur. Şeddeli okuyuşta ise ifadede bir yeknesaklık ortaya çıkar. Aynı şekilde çoğunluk da bu (şeddisiz) kıraati benimsememiştir. Zira (şeddesiz okuyuşta) İki "elif hazfedilmiş demek olur. Ancak bu gibi hallerde sadece bir "elif hazfedilerek ihtisar yapılır. "Ey Meryem oğlu İsa" demek gibi.
İbnu'l-Enbarî dedi ki; "Secde edin" emrinin "elif'İ, da düştüğü gibi düşmüştür. "Ya: Ey"nın "elifi düşüp bu "secde edin" emrindeki "elife bitişince, "elif" düşmüş oldu. Onun düşmesi ihtisara ve hafif gelip, lafızları az olanın tercihine bir delâlet sayılmıştır. el-Cevherî ise kitabının sonlarında şöyle demektedir: Bazıları derler ki: "Ya" böyle bir yerde ancak tenbih içindir. Sanki o; "Dikkat edin yalnız Allah'a secde edin!" demiş gibidir. Onun başına dikkat çekmek (tenbih) için "ya" getirilince bu sefer "secde edin" emrindeki "elif" vasıl elifi olduğundan dolayı düşmüştür ve böylelikle iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyla da "ya"da-kt elif gitmiştir. Çünkü bu elif ile "secde edin" emrindeki elif sakindir. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir;
"Ey Meyyae'nin diyarı sen esenlikte ol; her türlü musibetten, Ve senin o ekin bitirmeyen arazine yağmur hep bol bol yağsın."
el-Cürcanî dedi ki: Bu ifadeler hüdhüdün yahut Süleyman'ın ya da yüce Allah'ın söylediği araya girmiş sözlerdir. Bunun da anlamı: Dikkac edin, onlar Allah'a secde etmelidirler... Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır; "Mü'minlere de ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar." (el-Câsiye, 45/14) Denildiğine göre bu, onlara verilmiş bir emirdir. Yani onları bağışlasınlar. Mushaf ta da bu şekilde yazılır, burada nida harfi yoktur.
İbn Atiyye dedi ki: Denildiğine göre yüce Allah'm: "... Çok büyük Arş'ın Rabbidir" buyruğuna kadar olan sözler, hüdhüdün söyledikleri sözlerdir. İbn Zeyd ve İbn İshak'ın görüşü de budur. Burada hüdhüdün şer'î teklife muhatap olmayıp şer'î hususlara dair nasıl konuşur şeklinde bir itiraz söz konusu olabilir. Bununla birlikte bu sözlerin hüdhüdün kendisine o kavme dair haber vermesi üzerine Süleyman (a.s)'ın sözleri olma ihtimali de vardır, ayrıca yüce Allah'ın buyrukları olma ihtimali de vardır. O takdirde bu iki söz arasında bir ara cümlesi ifadeleridir. Dikkatle düşünülecek olursa, sabit görülecek sağlam görüş budur. 'in şeddeli okunuşu da bu sözlerin hüdhüde ait olduğu anlamını vermektedir, şeddesiz okunuş böyle bir manaya engeldir. Şeddesiz okuyuş az önce açıklamış olduğumuz üzere yüce Allah'a secde etme emrini ihtiva eder.
ez-Zemahşerî dedt ki; Eğer: Her iki kıraate göre mi secde vaciptir yoksa bu iki kıraatten birisine göre mi? diye sorarsan, şöyle cevap veririm: Bu her iki kıraate göre vacip bir secdedir, çünkü secde yerlerinde ya secde etme emri verilir, yahut secde edenler övülür, yahutta secdeyi terkedenler yerilir. Bu iki kıraatten birisinde secde etme emri manası vardır, diğerinde ise secdeyi terkedenlerin yerilmesi manası vardır.
Derim ki: Şanı yüce Allah, kâfirlerin secde etmediklerini haber vermektedir, el-tnşikak Sûresi'nde (84/21. âyetinde) olduğu gibi. Buhâri'de ve başka kaynaklarda sabit olduğu üzere de Peygamber (sav) burada secde etmiştir[54] TşEe en-Neml Sûresi'nde de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
ez-Zemahşerî dedi ki: ez-Zeccac'ın belirttiği şeddesiz okuyuşta secde vaciptir. Şeddeli okuyuşta değildir, şeklindeki görüşü ise kabul edilmiş bir görüş değildir.
"Göklerde ve yerlerde olan gizliyi açığa çıkartan" buyruğunda sözü geçen, göklerdeki gizli şeyler yağmurlardır. Yerin gizlilikleri ise hazineleri ve bitkileridir. Katade dedi ki: Gizliden kasıt sırdır. en-Nehhâs ise bu daha uygundur demiştir. Yani göklerde ve yerde gaib olan şeyleri o açığa çıkartır. Buna yüce Allah'ın; "Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" buyruğu da delil teşkil etmektedir,
"Gizli" lafzını İkrime ve Malik b. Dinar hemzesiz olarak ve "be" harfi üstün olmak üzere okumuştur. el-Mehdevî: Bu kıyası bir tahfif ile okumadır, dedikten sonra, burada vakıf yapanlar arasından hemzeyi okumayı terkedenlerin ismini vermektedir,
en-Nehhas dedi ki: Ebu Hatim'in naklettiğine göre İkrinıe hemzesiz olarak "elif" ile; diye okumuştur. Ancak Arapçada bunun caiz olmadığını da ileri sürmüş ve gerekçe olarak şunu göstermiştir: Eğer hemze okunmayacak olursa, onun harekesi "be" harfine verilir, bu durumda "Göklerde ve yerde olan gizliyi" diye okur. Şayet hemzeyi tahvil edecek olursa, u takdirde "be" harfini sakin ve ondan sonra da "ye" olmak üzere; diye okuması gerekir.
en-Nehhas dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Mu-hammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: Ebu Hatim nahiv bakımından diğer akranlarından daha geride idi, onlara ulaşamamıştı. Ancak o beldesinden dışarıya çıktı mı kendisinden daha alim hiçbir kimseyle de karşılaşması mümkün olmazdı,
Sibc-veyh'in Araplardan naklettiğine göre hemze eğer öncesinde sakin harf bulunup kendisi de üstün ise "elife değiştirilebilir. Eğer kendisinden önceki harf sakin olup kendisi öireli olursa "vav"a dönüştürülür, şayet ondan önceki harf sakin olup kendisi esreli olursa bu takdirde de "ye"ye dönüştürülür. Bu durumda; "İşle bu vesîdir, ben vesîye hayret ettim, vesîyi gördüm." Bu da; "Eli vesyoldu'[55] tabirinden gelmektedir.
Aynı şekilde: "Bu çadırdır, çadıra hayret ettim, cadın gürdüm" de böyledir. Bunun böyle olmasının sebebi ise hemzenin şeddesiz olup, onun yerine bu harflerin ıbdal ile getirilmesidir. Yine Sibeveyh'in, Temimoğulları ile Esedoğullarından naklettiklerine göre onlar; "Bu çadırdır" diyerek eğer hemze ötreli ise sakin olan (önceki harfi) da ötreli okuduklarını, eğer hemze esreli ise sakin olan harfi esreli okuyup hemzeyi de telaffuz ettiklerini, şayet hemze üstün ise sakin olan harfi üstün okuduklarını nakletmektedir. Yine Sibeveyhin naklettiklerine göre hernze ötreli olsa dahi (önceki harfi) esreli okurlar, ancak bu sadece Temimoğul-larından nakledilmiştir. Böyle okuyanlar; "Bayağı, adi" derler. Yine onun iddiasına göre bu kelimede "dal" harfini Ötreli okumazlar. Çünkü onlar öncesinde esre bulunan ötre telaffuzundan hoşlanmazlar. Çünkü dilde, vezninde bir kelime yoktur.
Bütün bunlar, kıraat âlimleri topluluğunun okudukları ve dilde var olan telaffuz şekilleridir. Abdullah (b. Mes'ud)'ın kıraatinde; Göklerde... olan gizliyi açığa çıkartan" seklindedir ki; ile harfleri biri diğerinin yerine kullanılabilir. Nitekim Araplar; Aranızdaki bilgiyi mutlaka açığa çıkartacağım" derlerken; demek isterler. Bu açıklamayı da el-Ferrâ yapmıştır.
"Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" anlamındaki buyruğu genel olarak kıraat alimleri; "Gizlemeleri ve açıkladıktan şeyleri bilen" diye her iki fiilde de gaib "ya'sı ile okumuşlardır. Bu okuyuş, âyet-i kerimenin hüdhüdün söylediği sözlerden olmasını, yüce Allah'ın hüd-lıüde kendisini tevhid etmek, yalnızca O'na secde ecme gereği, güneşe secde etmeyi red ve bunu şeytana izafe edip şeytanın bu işi kendilerine süslü gösterdiği bilgisini özellikle verdiğini, diğer kuşlar ik sair hayvanlara da böyle özel bilgi vermeyip üstün akılların dahi kolay kolay elde edemeyeceği oldukça incelikli bilgileri özellikle ihsan etmiş olduğu anlamını vermektedir.
el-Cahderî, İsa b. Ömer, Hafs ve el-Kisaî ise bu fiilleri muhatab "te"si ile; Gizlediğiniz" ve; "Açıkladığınız" diye okumuşlardır. Bu okuyuşa göre; âyet-i kerime yüce Allah'ın Mohammed (sav)'ın ümmetine bir hitabı olmaktadır.
"Allah O'dur ki, Ondan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş'ın Rabbidir." Ibn Muhaysın "çok büyük" anlamındaki; lafzını yüce Allah'ın sıfatı olarak ötreli okumuştur.[56] Diğerleri ise Arşın niteliği olarak esreli okumuşlardır. Özellikle Arşın söz konusu edilmesi, mahlukatın en büyüğü, onun dışındaki bütün mahlukatın onun kapsamı içerisinde olmasından dolayıdır. [57]
Yüce Allah'ın: "Bakalım" buyruğu düşünmek ve işi tetkik etmek anlamına gelen "nazar"dan gelmektedir. Bu söylediklerinde "doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" anlamını vermektedir. Buradaki; "İdin" sözü sen anlamındadır. Süleyman (a.s)'ın: "bakalım doğru mu söyledin?" deyip, senin işine bir bakalım dememiş olması, şundan ötürüdür: Hüdhüd: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" diyerek, bildikleri ile açıktan açığa öğün-düğünü ortaya koyunca, Süleyman (a.s) da açıkça ona; Bakalım doğru mu söyledin, yalan mı söyledin? demiştir. Bu da onun söylediklerine denk bir cevap teşkil etmektedir. [58]
Yüce Allah'ın; "Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" buyruğunda imamın, İslâm halifesinin, İslâm devlet başkanının yönettiği kimselerin mazeretini kabul etmesi ve gizi i mazeretleri dolayısıyla zahir hallerindeki cezaları, onlardan uzaklaştırması gerektiğine dair delil vardır. Çünkü Süleyman (a.s) kendisine mazeretini belirtince hüdhüdü cezalandırmadı. Hüd-hüdün doğru söylemiş olması onun için bir mazeret teşkil etti, zira o cihadı gerektiren bir hususa dair haber vermişti. Süleyman (a.s)'a da cihad sev-dirilmişti. Sahih'deki rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah'tan mazur görmeyi daha çok seven hiçbir kimse yoktur. İşte bunun için o kitabı İndirmiş ve rasûller göndermiştir."[59]
Ömer (r.a) da, en-Numan b. Adiy'in mazeretini kabul etmiş ve onu ceza-iandırmamıştı. Bununla birlikte imamın eğer şer'î bir hüküm ile alakalı ise bu hususu gereği gibi denemesi ve tetkik etmesi gerekmektedir. Nitekim Süleyman (a.s) da böyle yapmıştır. Hüdhüd kendisine: "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine herşeyden verilmiş, onun bir de büyük bir tahtı var" deyince; hemen tamaha kapılarak gelişigüzel bir karar almadı. Mülkünü artırma arzusu onun hüdhüdün sözünü kesmesine sebeb teşkil etmedi. Nihayet hüdhüd ona: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" deyince, o vakit duydukları onu öfkelendirdi ve verdiği haberi sona erdirmesini, bu hususta onun göremediği hususları da öğrenme isteğinde bulundu. Bu maksatla da; "Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" dedi.
Sahih'cıe el-Misver b. Mahreme'den rivayet edilen şu olay da (bu bakımdan) bununla benzerlik arzetmektedir. Ömer (r.a) karnına vurulduğu için ceninini erken bırakan kadının durumu hakkında ashab ile istişare ettiğinde el-Muğire b. Şube şöyle demişti: Ben Peygamber (sav)'ın onun hakkında küçük yaşta bir erkek köle ya da bir cariye verilmesi gerektiğini hükme bağladığına tanıklık ederim. Bunun üzerine Ömer (r.a): Seninle beraber şahitlik edecek kimseleri bana getir, dedi, Mııhammed b. Mesleme bu hususta onun lehine şahitlik etti. Bir diğer rivayette de şöyle denilmekledir: Sen bu hususta işin içinden çıkmadıkça bundan elini çekemezsin. (Muğire b. Şu'be) dedi ki: Dışarı çıktım, Muhammed b. Mesleme'yİ gördüm, onu getirdim, o da şahitlik etti.[60] İzin istemeye dair Ebıı Musa hadisi[61] ve başkaları da bu kabildendir. [62]
"Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak" buyruğunun onu kendilerine bırak" bölümü ile ilgili olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: Bunda beş kıraat şekli vardır: şeklinde "ya" harfinin de telaffuz edilmesi suretiyle. İkinci kıraat "ya" harfi hazfedilip ona de lalci eden esreyi isbat ile; şeklinde, üçüncü olarak "he" harfi ötre-li ve aslı üzere "vav" harfini de isbat ile; şeklinde.
Dördüncü olarak "vav"ı hazfedip ötreyi isbat ile; şeklindeki okuyuştur. Beşinci okuyuşda Hamza'ya ait olup bu da "he" harfini sakin olarak; diye okumaktır.
en-Nehhas dedi ki: Böyle bir okuyuş nahivcilere göre ancak nisbeten uzak ihtimalli bir yolla olabilir. O da takdiri bir vakıf kabul edilir. Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Sen bu gerekçeye iltifat etme, eğer vakfı niyet edip vasletmesi caiz olsaydı İsimlerin sonlarından i'rabın da hazfedilme-si caiz olurdu. Yine (en-Nehhas) dedi ki: Burada "kendilerine" diye çoğul lafzını kullanıp "ona" lafzını kullanmayış sebebi, daha önceden: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" diye buyurmuş olmasıdır. Sanki: Sen bunu dinleri bu şekilde olan kimselere götür, bırak demiş gibidir. Böylelikle o asıl önemi dine vermiş olmakta ve din hususunu göz önünde bulundururken, diğer hususlara önem vermemektedir. İşte mektuptaki hitabı da çoğul lafzı ile kullanmasının sebebi budur.
Bu âyet ile Igili kıssalar arasında rivayet olunduğuna göre, hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gürdü. Belkıs'ın güneşe ibadeti dolayısı İle doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti. Rivayete göre Belkıs uykuda iken mektubu bıraktı. Uyandığında mektubu gördü ve bundan dolayı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uykudan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğrenmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, hüdhüdü gördü ve böylelikle durumu anladı.
Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine bakan bir duvar boşluğu vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, güneşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğdi. Çünkü Süleyman (a.s)'m mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan sonra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (âyette) daha sonra gelecek olan sözlerle onlara hitab etti.
Mu katil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerleri ve kumandanları bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uçtu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı. [63]
Bu âyet-i kerimede müşriklere mektuplar gönderip İslâm davetinin onlara tebliğ edileceğine ve İslâm'a çağırılacaklarına delil vardır. Nitekim Peygamber (sav)'da Kisra'ya, Kayser'e ve herbir 2orbaya -daha önce Al-i İmran Sû-resi'nde (3/64. âyet, 1. başlıkta) geçtiği üzere- mektuplar göndermişti, [64]
Yüce Allah'ın: "Sonra da onlardan geri çekil" diyerek, ona geri çekilmesini emretmesi, krallara karşı takınılan edebe uygun olarak bir kenara çekilip, güzel bir edeb örneğini göstermesini istemiştir. Anlamı da şudur: Sen onların konu hakkındaki tartışmalarını görecek şekilde yakınlarında bulun. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Burada "geri çekilme" emri yanına geri dönmek anlamındadır, yani bu mektubu onkra bırak ve geri dön. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" buyruğu ise "geri çekil" buyruğundan takdim manasını taşır. (Yani bu sözlerde belirtilenler daha önce yapılması gereken işlerdir.) Ancak ifadedeki tertib daha kuvvetli görülmektedir, yani sen bu mektubu onlara bırak, sonra bir kenara çekil, Bu arada da bir bak, yani bekle.
Şöyle de açıklanmıştır: Burada "bak" bil demektir. Yüce Allah'ın: "O günde^kişi iki elinin önden yolladığına bakacak (bilecek.)" (en-Nebe*, 78/40) buyruğunda olduğu gibi. Yani onların ne şekilde karşılık yereceklerini öğren, ne cevap vereceklerini ve ne gibi sözlerle karşılık vereceklerini öğren, anlamındadır. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" kendi aralarında bu hususu nasıl tartışacakları nı gör, anlamında olduğu da söylenmiştir. [65]
29. Dedi ki: "Ey ileri gelenleri Gerçekten bana çok şerefli bir mektup bırakıldı.
30. "O (mektup) gerçekten Süleyman'dandır ve gerçekten o Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile (diye başlıyor).
31. "Bana karşı büyüklenmeyin ve mıislümanlar olarak bana gelin, diye yazıyor."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız; [66]
Yüce Allah'ın: "Dedi kis Ey ileri gelenler..." buyruğunda hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani: Hüdhüd gitti, mektubu onlara bıraktı, O kadının da: "Ey ileri gelenler" diyen sözlerini de işitti. Daha sonra bu kadın kendisine gönderilen mektubu "kerim: çok şerefli" diye nitelendirmektedir. Bu ya kendisine ve kendilerine göre büyük bir şahsiyetten geldiğinden ötürü idî. Süleyman (a.s)'ı tebcil gayesiyle mektubuna la'zimde bulundu. İbn Zeyd'in görüşü budur, Ya da o bu sSözleriyîe mektubun mühür ile kapatılmış olduğuna işaret etmiştir. Çünkü mektubun şerefi onun mührüdür. Bu İfade Rasûlullah (sav)'dan da rivayet ediîmiştir.[67] Bir diğer görüşe göre bu mektuba "rahman ve rahim Allah'ın adı ile" diye başladığı için böyle demiştir. Peygamber (sav) da-. "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile başlanılmayan herbir söz kesiktir" diye buyurmuştur.[68] Bir diğer açıklamaya göre bu mektub Süleyman (a.s)'ın adı ile başladığından dolayı çok şerefli kabul edilmişti. Çünkü böyle bir şeyi ancak üstün ve değerli şahsiyetler yapar.
İbn Ömer'den gelen rivayete göre o Abdu'l-Melik b, Mervan'a yazdığı bey'at mektubunda şöyle demiş: Abdullah (b. Ömer)'dan mü'rninlerin emiri Abdu'l-Melik b. Mervan'a: Ben sana gücüm yettiği ölçüde dinleyip, İtaat edeceğimi bildiriyorum. Benim çocuklarım da senin için bunu kabul etmektedirler[69]
Şöyle de denilmiştir: O bu mektubun semadan geldiği vehmine kapılmıştı. Zira bu mektubu kendisine ulaştıran bir kuştu.
Buradaki "kerim: çok şerefli"nin güzel anlamına geldiği de söylenmiştir.Yüce Allah'ın: "Şerefli makamlarda" (eş-Şuara, 26/58) buyruğunda olduğu gibi. Bu da oturulacak güzel yer demektir.
Bir diğer açıklama da şöyledir: Mektubu bu şekilde nitelendirmesinin sebebi, bu mektubun peygamberlerin yüce Allah'ın yoluna davet ederken benimsedikleri adet üzere yumuşak sözler, yüce Allah'a ibadete çağırmak için verilen öğütler ihtiva etmesi, herhangi bir sövme ve lanetleme muhtevası olmaksızın güzel bir şekilde duygularını kendisine meylettirme ve ince ifadeler kullanması, duyguları olumsuz şekilde etkileyecek sözler bulunmaması, bayağı ve anlaşılamaz ifadeler taşımaması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın peygamberine söylediği şu buyruklarda olduğu gibi: "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et." (en-Nahl, 16/125) Nitekim Musa ve Harun (İkisine de selam olsun)'a da böyle buyurmuştu: "Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır yahut korkar" (Tâ-Hâ, 20/44)
Bütün bunlar güzel açıklama şekilleridir. Bu (sonuncusu) en güzelleridir. Rivayete göre Süleyman (a.s)'dan önce hiçbir kimse "Rahman ve rahim Allah'ın adıyla" ifadesini yazmış değildir.
Abdullah'ın kıraatinde bir "vav" fazlalığı ile, "Ve o gerçekten Süleyman'dandır" şeklindedir. [70]
Burada mektubun "kerim: çok şerefli" diye nitelendirilmesi olabilecek en ileri derecedeki bir nitelendirmedir. Nitekim yüce Allah: "Muhakkak o, çok kerim (şerefli) bir Kur'ân'dır" (el-Vakta, 56/77) diye buyurmaktadır,
Çağımızdakiler ise mektupları çok önemli, çok üstün, çok İyi ve çok güzel diye nitelendirmektedir. Eğer bu mektup bir hükümdara ait ise onu "aziz" diye nitelendirirler ve gafilliklerinden dolayı "kerim" diye nitelendirmezler. Halbuki bu, bu gibi hasletlerin en üstünüdür. Aziz vasfına gelince, yüce Allah şu buyruğunda Kur'ân-ı Kerim'i aziz olarak nitelendirmiştir: "Halbuki o hiç şüphesiz aziz bir kitaptır. Önünden de, arkasından da batıl ona erişemez." (Fussilet, 41/41-42) İşte bu kitabın izzeti budur. Böyle bir izzet onun dışında hiçbir kimse (ve şey) hakkında söz konusu olamaz. O bakımdan yazdığınız mektupları böyle nitelendirmekten uzak durunuz. Bunun yerine "el-ali: üstün" vasfını kullanınız. Böylelikle yöneticilik hakkının gereğini yerine getirmiş, diyaneten de ihtiyat yolunu seçmiş olursunuz. Bu açıklamayı Kadı Ebubekr Îbnu'l-Arabî yapmıştır. [71]
Eskiden bir mektup
yazdılar mı önce kendilerini belirterek filandan filana derlerdi. Rivayetler
de bu şekilde gelmiştir. er-Rabî' b. Enes'İn şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Kimse Peygamber (sav)'dan daha büyük hürmete layık değildi.
Bununla birlikte ashabı da mektup yazdılar mı önce kendi isimlerini yazarak
başlarlardı.
İbn Şîrîn dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Faris (fers) ahalisi mektup yazdıklarında öncelikle büyüklerinin adını anarak başlarlar. O bakımdan kim mektub yazarsa, ancak kendi adi ile başlasın.':[72]
Ebu'1-Leys (es-Semerkandî) "el-Bustan (Bustanul-Arifin)" adlı eserinde şöyle demektedir: Mektuba, mektub gönderdiği şahsın adını zikrederek başlasa da caizdir. Çünkü artık ümmet bu hususta icma etmiş ve bu konuda gördükleri bir maslahat dolayısıyla bunu uygulamış bulunuyorlar. Ya da böylelikle daha önceki uygulama neshedilmiş olmaktadır. Artık bu gün için uygun olan kendisine mektub gönderilenin adının anılarak mektuba başlamaktır, sonra da kendi adını anmaktır. Çünkü kişinin mektuba kendi adı ile başlaması, onun mektup gönderdiği kişiyi hafife alması, ona karşı büyüklen-mesi olarak kabul edilmektedir. Ancak kölelerinden yahut emrinin altında-kilerden birisine yazması hali müstesnadır. [73]
Bir kimseye selam ya da buna benzer ifadeler ihtiva eden bir mektup gelirse, buna gereken cevabın verilmesi gerekir. Çünkü hazır olmayanın gönderdiği mektub huzurda bulunan kimsenin verdiği selam gibidir. İbn Ab-bas'dan gelen rivayete göre o selam almayı vacip gördüğü gibi, mektuba cevap yazmayı da vacip görürdü. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır. [74]
Gönderilen mektup ve risalelerin başına Bismillahirrahmanirrahim yazmak ve mektupları mühürlemek ittifakla kabul edilmiş bir şeydir. Çünkü böylesi şüpheyi daha bir uzaklaştırıcıdır. Resmi uygulamalar da böyle devam etmiştir. Ömer b. el-Hattab'dan rivayete göre o şöyle demiştir: Eğer bir mektup mühürlü değil ise, o olduğu hal üzere bırakılmış gibidir. Hadiste de: "Mektubun değeri onun mührüdür" diye buyurulmuştur. Ediplerden birisi -ki İbnu'l-Mukaffa'dır- şöyle demiştir: Kim kardeşine bir mektup yazar da, onu mühür-lemezse onu hafife ajınış demektir. Çünkü mühür (hatm) hitama erdirmektir. Enes dedi ki: Peygamber (sav) Arap olmayan (lıükümdar)lara mektup yazmak isteyince ona: Onlar, üzerinde mühür bulunmayan mektubu kabul etmezler, denildi. Bunun üzerine o bir mühür yaptırdı ve mührün taşı üzerine; "lâ ilahe illallah Muhammedu'r-Rasûluİlah" ibaresini nakşetti. Ben {imdi o mühürün parıltısını ve elindeki beyazlığını görüyor gibiyim[75]
Yüce Allah'ın: "O gerçekten Süleyman'dandır ve gerçekten o Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile (başlıyor)" buyruğunda geçen "ve gerçekten o"ibaresinde hemze her ikisinde de esrelidir. Yani şüphesiz ki bu söz ya da şüphesiz ki bu sözün başlangıcı "Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile"dir. el-Ferrâ ise buradaki hemzelerin ikisinin de üstün ile okunmasını caiz kabul etmiştir. O takdirde bunlar "mektub" anlamındaki lafızdan bedel olarak ref mahal Ündedirler. Yani bana Süleyman'dan gelmiş bir mektub bırakıldı, demek olur. Cer edici amilin hazfedilmesi esası üzere nasb mahallinde olabileceklerini de caiz kabul etmiştir. Yani; "Çünkü o Süleyman-dandır ve çünkü o..." takdirinde olur. Sanki böylelikle mektubun şerefli oluşuna Süleyman'dan gelişi ile Allah'ın adı ile başlamasını gerekçe göstermiş olmaktadır.
el-Eşheb el-Ukaylî ile Muhammed b. es-Sümeyka' "büyüklenmeyin" anlamındaki buyruğu; "Bana karşı aşırıya gitmeyin, baş kaldırmayın" diye okumuştur. Bu okuyuş Vehb b. Münebbih'den de rivayet edilmiştir ki; bu haddi aşıp, büyüklenmeyi ifade eden; fiilinden gelen bir okuyuştur. Bu da cemaatin okuyuşunun anlamına racidir.
"Ve miistümanlar olarak" boyun eğenler, itaat edenler ve iman edenler olarak "bana gelin." [76]
32. Dedi ki: "Ey İleri gelenler! Benim bu işim hakkında bana görüş belirtin. Ben sizler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kesip atmış değilim."
33- Dediler ki: "Biz güç sahibi kimseleriz, çetin savaşçılarız. Bununla beraber emir senindir. Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver."
34. Dedi ki: "Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde onu ha-lab ederler, ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar. Gerçekten de onlar böyle yaparlar."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [77]
Yüce Allah'ın: "Dedi ki: Ey ileri gelenler! Benim bu işim hakkında bana görüş belirtin" buyruğunda geçen "el-rnele': ileri gelenler" bir kavmin eşrafına denilir. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbas dedi ki: Beraberinde bin tane prens vardı. Onikibin prens olduğu da söylenmiştir. Herbir prens ile birlikte yüzbin kişi vardı, Prens (el-Kayl) en büyük hükümdarın altındaki hükümdar demektir. Kendisi kavmine karşı edebe uygun riayet etti ve yapacağı iş hususunda onlarla danıştı. Onlara bu şekilde danışmasının, karşı karşıya kalınan herbir işte sürekli olarak başvurduğu bir yol olduğunu da: "Ben sîzler yanımda hazır olmadıkça hiçbir işi kesip atmış değilim" sözleriyle ifade etti. Nasıl böyle büyük bir işte kestirip atar? İleri gelenler de ona kendisini memnun edecek şekilde cevap verdiler. Kendilerinin büyük bir güç sahibi ve savaşma gücüne sahip olduklarını ona bildirdiler, sonra da işi onun görüşüne havale ettiler.
Herkesin gerçekten güze) bir katılımda bulunduğu bir konuşma olmuştu.
Katâde dedi ki: Bize nakledildiğine göre onun kendileri ile danıştığı üç-yüzonüç kişi vardı. Bunların herbirisi de onbin kişinin başında idi. [78]
Bu âyet-i kerimede müşaverenin sıhhatine delil vardır. Yüce Allah da peygamberine (saf at ve selam ona): "İş hususunda onlarla müşavere et" (Al-i İm-ran, 3/159) diye emir vermiştir. Bu da ya görüşlerinden istifade etmek, ya-huıta yetki sahibi kimseler ile idari yükleri paylaşmak ve gönüllerini hoş tutmak için olur. Şanı yüce Allah da fazilet sahibi kimseleri: "İşleri de aralarında müşavere iledir" (eş-Şura, 42/38) buyruğu ile methetmiş bulunmaktadır. Müşavere özellikle savaşta çok eskiden beri uygulanagelen bir iştir. İşte güneşe tapınan ve cahili bir kadın olan Belkıs: "Dedi kü Ey ileri gelenler, benim bu işim hakkında bana görüş belirtin. Ben sizler yanımda hazır olmadıkça hiçbir İşi kesip atmış değilim" diyerek onların düşmanlarına karşı durmaktaki kararlılıklarını ve işlerini yola koyacak hususlardaki ısrarlarını, kendisine itaate devam edip etmeyeceklerini denemeye kalkışmıştı. Çünkü o şunu biliyordu: Eğer bu ileri gelenler canlarını, mallarını, kanlarım kendisi uğrunda vermeyecek olurlarsa, hiçbir zaman düşmanına karşı direnebilecek gücü bulamazdı. Eğer onlar görüş birliği edip kararlılıkla ve gayretle işe koyulmayacak olurlarsa, bu kendilerinin aleyhine ve düşmanlanna bir destek olurdu. Şayet onların kanaatlerini öğrenmeyip, kararlılıklarının derecesini bilmemiş olsaydı, onların ne yapacakları hususunda sağlıklı bir görüş sahibi olamazdı. Kendi görüşünü dayatması halinde ona İtaatlerinde bir parça gevşeklik olabilir, kendi durumlarını değerlendirmekte bir takım kanaatlere kapılabilirlerdi. Ancak onlarla danışmak ve onların görüşlerini almak suretiyle kendisinin istediği o savaş, güç ve kararlılıkları ile güçlü savunmalarını elde etmiş olacaktı. Nitekim onhr verdikleri cevapta: "Biz güç sahibi kimseleriz, çetin savaşçılarız" demişlerdi,
İbn Abbas dedi ki: Onlardan herhangi birisinin gücünün bir göstergesi olarak atını koşturur, nihayet en hızlı koştuğu bir sırada bacaklarını kapatır ve gücü İle atını durdururdu. [79]
"Bununla beraber emir senindir. Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver" sözleriyle ona savaştaki güçlerini ifade ettikten sonra işi onun görüşüne havale ettiler. Onlar bu şekilde davranınca, o da hükümdarların galip gelerek ellerine geçirdikleri şehirlere yaptıkları uygulamaları haber verdi. Bu ifadeleriyle kavmi için korktuğunu, onlar için ihtiyatlı olmak istediğini, Suleyman (a.s)'ın durumunun büyüklüğünü lakdir ettiğini göstermektedir.
"Gerçekten de onlar böyle yaparlar" sözleri bir görüşe göre Belkıs'ın söylediği sözlerden olup anlatmak istediği hususu pekiştirmek için kullandığı bir ifadedir. İbn Abbas da der ki: Bu, yüce Allah'ın Muhammed (sav) ve onun ümmetine bu hususu bildirmek ve onlara haber vermek için bir buyruğudur.
İbn Vehb dedi ki; Kadın onlara mektubu okuduğunda Allah adını bilmiyordu, bu nedir? diye sordu. Orada bulunanlardan birisi: Bu olsa olsa kendisi vasıtasıyla bu hükümdarın istediğini elde edebilme gücüne sahip olduğu cinlerden pek büyük bir ifritin adı olabilir. Hazır bulunanlar onu susturdular. Bir diğeri, benim görüşüme göre bunlar üç ifritin isimleridir dedi, onu da susturdular. Bilgi sahibi olan bir genç: Ey hükümdarların hanımefendisi dedi. Süleyman'a semanın mutlak meliki çok büyük bir mülk vermiş bulunuyor. O bakımdan o konuştu mu mudaka kendi ilahının adını anarak konuşmasına başlar. İste "Allah" da semanın melikinin (mutlak malik ve egemeninin) adıdır. er-Rahman, er-Rahim de O'nun sıfatlarıdır. O vakit kadın: "Benim bu işim hakkında bana görüş belirtin" dedi. Onlar da: "Biz" .savaşta "güç sahibi kimseleriz." Savaşta ve düşman ile karşılaşma halinde "çetin savaşçılarız. Bununla beraber emir senindir" diyerek, onun görüşlerinin kendileri için güzel sonuçlar verdiğini önceki deneylerinden bildiklerinden dolayı işi ona havale etmiş oldular. "Artık ne emredeceğini sen düşün, karar ver." Bunun üzerine "dedi ki: Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde, onu harab ederler. Ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar." Kendilerinin işlerini yola koymak için oranın şereflilerini küçük düşürürler. Yüce Allah da onun bu sözlerini tasdik ederek: "Gerçekten de onlar böyle yaparlar" diye buyurmaktadır.
İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Ahalisinin şereflilerini zelil kılarlar" ifadesinin sonunda yapılan vakıf tam bir vakıftır. Yüce Allah onun sözünün gerçek olduğunu bildirmek üzere; "Gerçekten de böyle yaparlar" diye buyurmaktadır. el-A'raf Sûresi'nde yer alan şu buyruklar da buna benzemektedir: "Firavun kavminden ileri gelenler muhakkak bu gayet bilgin bir sihirbazdır dediler. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor," Burada ifade tamam olmaktadır. Bunun üzerine Firavun: "O halde ne buyurursunuz?" (el-A'raf, 7/109-110) dedi.
İbn Şecere dedi ki: Bu ifadeler de Beikıs'ın sözlerindendir. Buna göre vakıf: "Gerçekten de onlar böyle yaparlar* buyruğu üzerinde olmalıdır. Yani Süleyman da ülkemize girecek olursa, böyle yapacaktır. [80]
35. "Muhakkak ben onlara bir hediye gönderip elçilerin ne ile döneceklerine bakacağım."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [81]
"Muhakkak ben onlara bir hediye gönderip..." ifadesinde dile geçirilen husus, onun güzel bir görüş ve güzel bir idare sahibi olduğunu göstermektedir. Yani ben bu adamı göndereceğim hediye ile deneyeceğim. Ona bu hediyeler arasında nefis mallar verecek ve ülkemin çeşitli İşlerinin oldukça alışılmadık hususlarını ona göstereceğim. Eğer bu dünyevi bir hükümdar ise göndereceğimiz mal onu hoşnut edecektir. Biz de onunla buna göre davranırız. Şayet bir peygamber ise bu mal kendisini razı etmeyecek ve dininin emri hususunda bizden isteklerini yerine getirmemizi talep etmeye devam edecektir. O vakit bizim ona iman etmemiz ve dini üzere ona uymamız gerekecektir. Bunun üzerine ona-insanlann tafsilatı hakkında çokça sözler söylediği- pek büyük bir hediye gönderdi. Said b. Cübeyr, tbn Abbas'tlan naklen dedi ki: Ona altından bir kerpiç gönderdi. Giden elçiler duvarların altından olduğunu görünce bu sefer getirdikleri hediye gözlerinde önemini kaybetti.
Mücahid dedi ki: Ona ikiyüz köle ile ikiyüz cariye gönderdi. İbn Abbas'tan rivayete göre de oniara erkek elbisesi giydirdiği oniki kız hizmetçi, kadın elbiselerini giydirdiği oniki erkek hizmetçi gönderdi. Bu hizmetçilerin elinde de misk ve anber tabakları vardı. Ayrıca altın kerpiçler yüklenmiş oniki asil deve de göndermişti. Birisi deliği açılmamış, diğeri eğimli bir şekilde deliği açılmış iki tane de boncuk gönderdi, İçinde bir şey bulunmayan büyükçe bir kase ile Himyer hükümdarlarının birbirlerinden miras aldığı bir de asa gönderdi. Bu hediyeleri kavminden bir toplulukla birlikle ona gönderdi.
Elçinin bir kişi olduğu da söylenmiştir. Ancak onunla beraber hizmetçiler vardı.
Bir diğer görüşe göre o el-Münzir b. Amr adında kavminin eşrafından bir adam göndermişti. Ona da akıl ve görüş sahibi bir takım kimseleri katmıştı. Gönderdiği hediye ise yüz erkek ve yüz kadın hizmetçi idi. Erkeklere kadın, kadınlara da erkek elbisesi giydirilmişti. Erkek hizmetçilere şu talimatı vermişti: Süleyman sizinle konuşacak oiursa, siz de onunla kadınların konuşmasına benzer bir eda ile konuşunuz. Kadınlara da: Onunla erkeklerin sözlerine benziyen nisbeten kaba sözlerle konuşunuz.
Denildiğine göre hüdhüd gelip, Süleyman'a bütün bunları haber verdi.
Yine denildiğine göre yüce Allah, Süleyman'a bunları haber vermiştir. Süleyman (a,s) bulunduğu yerden dokuz fersahlık bir mesafeye kadar altın ve gümüş kerpiçlerle döşenmesini emretti. Sonra da şöyle dedi: Karada ve denizde gördüğünüz en güzel hayvanlar hangileridir. Onlar: Ey Allah'ın peygamberi, şöyle bir denizde noktalı ve muhtelif renkli hayvanlar görmüştük. Bunların kanatlan, başlannda yeleleri ve perçemleri vardı. Süleyman (a.s) emir verdi ve bu binekler getirildi. Meydanın sağ ve soluna akın ve gümüş kerpiçlerin üzerine bağlandı, önlerine de yemleri kondu. Sonra da cinlere: Bana çocuklarınızı getiriniz, dedi. En güzel gençler kılığında onları meydanın sağ ve soluna yerleştirdi. Daha sonra Süleyman (a.s) meclisinde tahtına oturdu. Sağında dörtbin koltuk, solunda da dörtbin koltuk yerleştirildi. Bunların üzerlerine de peygamberleri ve ilim adamlarını oturttu. Şeytanlara, cinlere ve insanlara da fersahlar boyunca saf saf dizilmelerini emretti. Yırtıcı hayvanlara, yabani hayvanlara, haşerata ve kuşlara da emrederek onlar da sağında ve solunda fersahlar boyunca dizildiler. Elçiler meydana yaklaşıp, Süleyman'ın mülkünü görünce daha önce gözlerinin daha güzelini göremedikleri atların, altın ve gümüş kerpiçler üzerinde pislediklerini görünce, bu sefer kendilerinin ne kadar küçük olduklarını anladılar. Beraberinde bulunan hediyeleri bir kenara attılar.
Bîr rivayette de şöyle denilmektedir: Süleyman emrinin altındakilere meydanın altın ve gümüş kerpiçlerle döşenmesini emredince, ayrıca yollarında bir kilimlik kadarlık bir yerin de döşenmeden bırakılmasını emretmişti. Buraya uğradıklarında bu işi kendilerinin yapmış olabilecekleri ithamından korktuklarından beraberlerinde getirdikleri hediyeleri buraya bıraktılar. Şeytanları görünce son derece dehşetti ve korkunç bir manzara ile karşılaştıklarından korktular ve çekindiler. Şeytanlar onlara: Geçiniz, size bir zarar gelmeyecektir dediler. Onlar böylece bölük bölük cinlerin, insanların, hayvanların, kuşların, yırtıcı ve yabani hayvanların yanlarından geçe geçe gittiler ve nihayet Süleyman'ın önünde durdular. Süleyman onlara güler bir yüzle, güzel bir şekilde baktı. Belkıs elçisine şöyle demişti: Sana kızgın bir eda ile bakacak olursa, bil ki o bir hükümdardır. Onun bu bakışı seni dehşete düşürmesin, ben ondan daha güçlüyüm. Eğer adamın sana güleryüzle ve yumuşak baktığını görecek olursan, bil ki o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Onun ne söylediğini anlamaya çalış ve ona göre cevap ver. Bunun üzerine hüdhüd de Süleyman'a az önce geçtiği üzere bu hususları haber verdi.
Belkıs altından bir hokka içerisinde delinmemiş ve eşi bulunmadık bir inci bırakmıştı, bir de eğri bir şekilde delinmiş bir boncuk. Elçisi ile beraber gönderdiği mektupta da şu ifadeleri yazmıştı: "Eğer sen bir peygamber isen kimlerin erkek, kimlerin kız hizmetçi olduklarını ayır. Hokkanın içerisinde bulunanı bildir, asanın başı neresi altı neresi bana söyle, şu inciyi de düz bir şekilde del, boncuğun ipini geçir, bu kâseyi de yerden de semadan da olmayan bir su ile doldur.
Elçi huzura varıp Süleyman'ın önünde durunca, hükümdarın mektubunu ona verdi. Süleyman kadının mektubuna baktı ve: Hokka nerede? dedi. Elçi hokkayı getirdi, Süleyman hokkayı hareket ettirdi, Cebrail ona içinde neler olduğunu haber verdi, daha sonra Süleyman da onlara durumu bildirdi. Elçi ona: Evet doğru söyledin dedi, şimdi inciyi del ve boncuktan da ipi geçir dedi. Süleyman cin ve insanlardan inciyi delmelerini istedi, beceremec'i-ler. Şeytanlara bu hususta görüşünüz nedir? diye sordu. Onlar: Sen ağaç kurtçuğuna haber gönder dediler. Kurtçuk geldi ve ağzına bir kıl aldı. Nihayet incinin öbür tarafından çıktı. Süleyman ona ihtiyacın nedir? diye sorunca, kurtçuk da: Rızkımın ağaçta olmasını dile, dedi. Süleyman da istediğin sana verilecektir, dedi. Daha sonra Süleyman: Bu boncuktan, bu ipi kim geçirebilir, dedi. Beyaz bir meyve kurdu: Bunu ben yapabilirim ey Allah'ın peygamberi dedi. Meyva kurdu İpi ağzına aldı, deliğin bir tarafından girdi, öbür tarafından çıktı. Süleyman ona: İhtiyacın nedir? diye sordu. O da: Rızkımın meyvelerde kılınmasını dile dedi. O da: Senin de istediğin olacaktır dedi. Daha sonra erkek hizmetçilerle, kadın hizmetçileri birbirinden ayırdı.
es Süddî dedi ki: Onlara abdest almalarını emretti. Erkekler el ve ayaklarına sulan yukardan dökmeye başladılar, kızlar, sol elleri ile sağ ellerine, sağ ellerinden de sol ellerine su döktüler. Böylelikle onları birbirinden ayırdı.
Şöyle de denilmiştir: Kızlar bir eliyle kaptan suyu alır, diğer elinin yanına getirir, sonra da böylece yüzlerini yıkarlardı. Erkekler ise suyu kaptan aldıkları gibi, yüzlerine çalıyorlardı. Kızlar kollarının iç tarafları üzerine suyu dökerken, erkekler dış taraflarına, kızlar suyu usulüne göre dökerken, erkekler yukardan aşağı ellerine dökerlerdi. Böylece onları birbirinden ayırdı.
Yahya b. Müslim'in rivayetine göre Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Belkıs ikiyüz erkek ve kadın hizmetçi göndermiş ve şöyle demişti: Eğer bir peygamber ise erkeklerle dişileri birbirinden ayırdedebilecektir. O da onlara abdest almalarını emretti, Abdest alanlardan elinden önce dirseğini yıkayanların dişi, elini dirseğinden önce yıkayanların da erkek olduğu ortaya çıktı. Sonra asayı havaya attı ve şöyle dedi: Bu uçların hangisi yere daha önce değerse asanın başı orasıdır. Daha sonra atlara emir vererek terleyinceye kadar koşturuldu. Ona gönderilen kaseyi de atın teri ile doldurdu. Sonra da Süleyman bu hediyeyi ona geri gönderdi.
Rivayete göre hediyeyi Belkıs'a geri gönderip de, elçisi gördüklerini ona anlatınca kadın kavmine: Bu semavi bir emirdir, dedi, [83]
Peygamber (sav) hediyeyi kabul eder, hediyeye karşılık verirdi. Fakat sadaka almazdı. Süleyman (a.s) ile sair peygamberler de -Allah'ın salât ve selâmı hepsine olsun- böyle idi.
Belkıs'in, hediyeyi kabul edip etmemeyi belirttiğimiz şekilde kanaatine göre Süleyman'ın bir hükümdar ya da bir peygamber oluşuna alamet olarak kabul etmesi, onun göndermiş olduğu mektupta: "Bana karşı büyûklenmeyin ve müslümanlar olarak bana gelin" demiş olmasıydı. Böyle bir teklifte ise fidye kabul olunamaz ve böyle bir teklif karşılığında da hediye alınamazdı. Bu husus şeriatın hükümlerine göre hediyenin kabul olunabileceği bir husus değildi. Böyle bir teklif karşılığında hediye kabul etmek ancak bir rüşvettir ve hakkı batıla değişmektir, bu ise helal olmayan rüşvettir. Karşılıklı sevgi ve aradaki bağları gözetmek maksadı ile mutlak olarak hediye vermeye gelince, o herkesin herkese vermesi caiz olan bir şeydir. El verir ki hediye veren müşrik olmasın. [84]
Eğer hediye müşrikten gelirse hadis-i şerifte: "Bana müşriklerin verecekleri bağışlar yasak kılındı" denilmektedir[85] Müşriklerin verdiği hediyeyi kabul ettiği de rivayet edilmiştir. Malîk'in, Sevr b, Zeyd ed-DÎ'lî ile başkalarından yaptığı rivayette olduğu gibi.[86] İlim adamlarından bir topluluk her iki hususta da nesholduğunu söylemişlerdir. Başkaları da bu hususta neshedi-ci de yoktur, mensuh da yoktur, demiştir. Burada (Peygamber Efendimizin) göz önünde bulundurduğu husus şuydu: Yenik düşüreceği, ülkesini alacağı ve İslâm'a gireceğini ümit ettiği kimsenin hediyesini kabul etmezdi. İşte Süleyman (a.s)'ın durumu da bu şekilde idi. Böyle bir durumda olan bir kimsenin hediyesinin kabul edilmesi "ona artık ilişilmez" diye yorumlanabileceğinden dolayı nelıyedilmiştir. Bu hususta ilim adamlarının en güzel te'vili budur. Bu yolla hadislerin arası telif edilmiş olmaktadır. Bundan başka görüşler de vardır. [87]
Hediyeleşmek mendubtur. Hediyeleşmek karşılıklı sevgiye sebeptir, düşmanlığı giderir. Malik, Ata b. Abdullah el-Horosanî'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Birbirinizin kusurlarını bağışlayınız, böylelikle kin gider. Karşılıklı hediyeleşiniz, birbirinizi seversiniz ve içinizdeki çekememezlikler gider."[88]
Muaviye b. el-Hakem dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Hediyeleşiniz, çünkü o sevgiyi kat kat arttınr ve kalplerdeki kötü duyguları giderir."[89] Darakutnî dedi ki: Bu hadisi İbn Büceyr babasından, o da Malik'ten münferiden rivayet etmiştir. İbn Büceyr pek beğenilen bir kişi değildi. Böyle bir rivayet Malik'ten de, ez-Zührî'den de sahih değildir.
İbn Şihab'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğu bize ulaşmıştır: "Kendi aranızda hediyeleşiniz, çünkü hediye kini giderir. "[90]
İbn Vehb dedi ki: Ben Yunus'a (hadiste geçen): "Sahime (kîn)"in ne anlama geldiğini sordum. O da bana: "o ğıll (kîn)dir" dedi.
Bu hadisi el-Vakkasî Osman, ez-Zührî'den mevsul olarak rivayet etmiştir ki o zayıf bir ravidir. Özellikle Peygamber (sav)'ın hediyeyi kabul ettiği sabit olmuştur. Bu konuda uyulmaya değer güzel örnek olarak o yeter. Sünnete tabi olmakla birlikte hediyenin faziletleri arasında şu da vardır: O ne-fislerdeki kötü duyguları izale eder. Hediye edene de, kendisine hediye verilene de karşılaşma halinde, meclislerde oturma halinde kalbi duyguları kazandırır. Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:
"Birbirlerine hediye vermeleri insanların, Kalpleri arasında bir bağ meydana getirir. Kalbe bir sevgi ve bir muhabbet tohumu eker. Karşılaştıklarında da onlara bir güzellik kazandırır."
Bir başkası da şöyle demiştir:
"Hediyelerin -geldiler mi- üstün bir payları vardır,
Evladın o şefkatli baba nezdindeki mevkiinden daha büyük." [91]
Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sizinle aynı mecliste oturanlar, hediyede sizin ortaklarınızda."[92]
Hadisin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Hadisin zahirine göre hamledileceği söylendiği gibi, hediye alan kişi mecliste bulunanları hediyeye bir lütuf, bir kerem ve insanlık olarak onları ortak kılar. Böyle bir işi yapmayacak olursa buna mecbur tutulmaz. Ebu Yusuf da: Bu meyve ve benzeri hususlarda olur demiştir. Kimisi de: Onlar hediyede değil, sevinçte onun ortaklarıdırlar, derler. Bu haber Ashab-ı Suffa, Hankâh ve Ribatlarda oturan kimseler ve benzerleri hakkında yorumlanmıştır. Şayet böyle bir kişi fakih-lerden birisi ise hediyeyi özel olarak o alır ve arkadaşlarının onda bir ortaklığı bulunmaz. Eğer onları ortak edecek olursa, bu onun bir cömertliği ve keremi olur. [93]
"Elçilerin ne ile döneceklerine bir bakayım" bekleyeyim, Katâde dedi ki: Allah ona rahmetini ihsan etsin. O gerçekten müslüman iken de, müşrik iken de çok akıllı idi. Hediyenin insanlar üzerindeki etkisini çok iyi biliyordu.
"Ne ile" lafzından elifin düşmesi haber sı ile arasındaki farkı göstermek İçindir. Bununla birlikte bu elifin yazılması da caiz olabilir. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Âdinin birisi ne diye kalkıp bana sövüyor, Külde debelenen bir domuz gibi." [94]
36. Süleyman'a geldiğinde dedi ki: "Bana mal ile nü yardım ediyorsunuz? Halbuki Allah'ın bana verdiği, sîze verdiğinden daha hayırlıdır. Siz ise bu hediyeniz sebebiyle böbürleniyorsunuz.
37. "Dön onlara! Andolsun üzerlerine karşı duramayacakları ordularla geleceğiz ve onları -andolsun- oradan zelil ve küçük düşmüşler olarak çıkartacağız."
38. Dedi ki: "Ey ileri gelenler! Onlar bana müslümanlar alarak gelmezden önce, kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?"
39. Cinlerden bir ifrit dedi ki: "Ben onu sana, sen yetinden kalkmazdan önce getirebilirim ve muhakkak ben buna gücü yeten ve güvenilir bîr kimseyim."
40. Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm." Onun derhal yanında durduğunu görünce dedi ki: "Bu, benim Rabbimin lütfundandır. Acaba şukur mü ederim yoksa nankörlük mü ederim diye beni sınaması içindir. Kim şükür ederse kendi lehinedir, kim de nankörlük ederse, muhakkak Rabbim Ganîdir, kerem sahibidir."
"Süleyman'a geldiğinde dedi ki: Bana mal ile mi yardım ediyorsunuz?" Yani elçi Süleyman'a hediyeyi getirip gelince, o da: "Bana mal ile ini
yardım ediyorsunuz?" dedi.
Bana... mı yardım ediyorsunuz?" buyruğunu Hamza, Ya'kub
ve ei-A'meş şeddeli tek "nun" ve ondan sonra da sabit bir "ya" ile okumuşlardır. Diğerleri ise iki "nun" ile okumuşlardır ki; Ebu Ubeyd'in tercihi budur. Çünkü bütün mushaflarda bu iki "nun" ile yazılmıştır. İshak'ın, NâfTden rivayetine göre o: şeklinde, sonrasında lafız itibariyle "ya" bulunan şed-
desiz tek bir "nun" ile okurdu. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu kıraatte vakıf yapılması halinde "ya"nin tesbit edilmesi lazımdır ki bu kıraat için MushaPın yazılış harflerine uygunluk, sahih olarak söz konusu olabilsin. "Nun "da asi olan şeddeli olmasıdır. Böyle bir yerde nûn'un şeddesinin kaldırılması "ben şahitlik ederim ki şüphesiz sen bir alimsin" anlamında; ifadesinde "nün"un şeddesiz okunmasına benzer. "Haklarında anlaşmazlığa düştüğü-nüz..." (çn-Nahl, iğ/27) buyruğunu; şeklinde ve 'Benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz?" (el-En'am, 6/80) anlamındaki buyruğu da; şeklinde okuyanlar buna göre böyle okumuşlardır.
Araplar da; "Adamlar beni dövüyorlar, bana geliyorlar" diye kullanmışlardır ki bunun aslı; şeklindedir.
Çünkü şekillerinin idgamlı söyleyişi böyledir. Şair de şöyle demektedir:
"Gerdanın da Leyla'ya ait iken, böğürlerin de,
Güzel seain de, gözlerin de, (hep böyleyken) benden (mi) korkarsın?"
Burada da "benden korkarsın" anlamındaki lafızın aslı şeklinde olup, "ya" harfi düşmüştür.
"Bana... mı yardım ediyorsunuz?" sorusu! Benim gördüğünüz bunca malıma .rağmen siz benim malımı (getirdiğiniz hediyelerinizle) arttıracağınızı mı zannediyorsunuz? demektir.
"Halbuki Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır." Allah'ın bana vermiş olduğu İslâm, hükümdarlık ve peygamberlik size verdiğinden daha hayırlıdır. O bakımdan mal beni sevindirmez.
"Bana verdiği" anlamındaki lafız bütün mushaflarda; şeklinde "ya"sız olarak yazılmıştır. Ebu Amr, Nâfî' ve Hafs ise üstün "ya" ile; şeklinde okumuşlardır. Vakıf yaparlarsa hazfederler. Ya'kub ise vakıf halinde "ya"yi okur ve vasi halinde ise hazfeder. Buna sebep ise İki sakinin arka arkaya gelmesidir. Diğerleri İse her iki halde de "ye"siz okurlar.
"Siz ise bu hediyeniz sebebiyle böbürleniyorsunuz." Çünkü sizler dünya hayatında böbürlenenler ve çoklukla övünen kimselersiniz.
"Dön onlara!" Yani Süleyman elçi heyetinin emiri el-Münzir b. Amr'a gönderdikleri hediyeleriyle birlikte onlara: Geri dönün, dedi. "Andolsun üzerlerine karşı duramayacakları ordularla geleceğiz" buyruğundaki "Andolsun onlara... geleceğiz" lafzındaki "lam" kasem (yemin) "!am"ıdır. Bu durumda şeddeli "nun" da onunla birlikte gelmelidir.
en-Nehhas dedi ki: Ben Ebu'l-Hasen b. Keysan'ı şöyle derken dinledim: Buradaki "lam" te'kid İarrTıdır. Bu şekilde ona göre bütün "tam" çeşitleri üç türlüdür, ona göre dördüncüleri yoktur. Bu da te'kid "lam"ı, emir "lam"ı ve harf-i cer olarak kullanılan "lam." Nahiv bilginlerinin ileri gelenleri de bu görüştedir. Çünkü onlar herbir şeyi aslına irca' ederler. Bu ise, Arap dili üzerindeki eğitimi oldukça ileri kimseler için ancak mümkün olabilir.
"Karşı duramayacakları" yani onların karşı koymaya güç bulamayacakları... demektir.
"Ve onları -andolsun- oradan" kendi ülkelerinden "zelil ve küçük düşmüşler olarak çıkartacağız." Buradaki "oradan" ile kastın Sebe'den demek olduğu söylenmiştir. "Şüphesiz hükümdarlar bir şehre girdiklerinde onu ha-rab ederler" buyruğunda bu kasabadan (veya şehirden) söz edilmiş idi.
"Zelil" mülkleri ve şerefleri ellerinden alınmış "Ve küçük düşmüşler olarak" küçük düşürüldükleri için zelil kılınmış ve hakarete uğratılmışlar olarak "çıkartacağız." Bu ise müslüman olmamaları halinde karşı karşıya kalacakları zillettir. Gönderdiği elçisi yanına geri döndü ve ona durumu haber verince, hükümdar kadın şöyle dedi: Ben onun bir kral olmadığını anlamıştım. Bizlerin Allah'ın peygamberlerinden bir peygambere karşı savaşacak gücümüz yoktur. Daha sonra emir vererek tahtının yedi sarayın sonuncusunda bulunan içice yedi odadan sonuncusuna konulmasını emretti ve kapılan kilitledi, üzerine de bekçiler yerleştirdi. Yemen hükümdarlarından onikibin hükümdar ile birlrkte ve herbir hükümdarın da komutası altında yüzbin kişi bulunduğu halde Süleyman (a.s)'ın huzuruna gitmek üzere yola koyuldu.
İbn Abbas dedi ki: Süleyman heybetli bir kişi idi. Kendisi bir hususu sormadan ilk olarak kimse ona bir şey demezdi. Bir gün yakınlarda bir toz bulutu gördü, bu ne oluyor? dedi. Yanında bulunanlar: Ey Allah'ın peygamberi, Belkıs dediler. Bunun üzerine Süleyman askerlerine -Vehb ve başkaları da cinlere dediler- dedi ki:
"Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" Abdullah b. Şeddad dedi ki: Süleyman (a.s): "Kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dediğinde Belkıs bir fersahlık uzaklıkta bulunuyordu, tahtını ise Sebe'de bırakmış, onu korumak için de muhafızlar görevlendirmişti.
Denildiğine göre Belkıs hediyesini gönderdiği sırada elçilerini askerleriyle birlikte göndermişti. Bundan maksadı ise şayet Süleyman eğer krallık peşinde koşan birisi ise gerekli hazırlıklarını yapmadan, onunla aniden bir savaş başlatmak idi. Süleyman (a.s) bu durumu öğrenince "kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dedi. İbn Abbas dedi ki: Kadının tahtının getirilmesine dair verdiği emir ona mektub yazmadan önce idi. Kadının tahtı kendisine getirilmeden de ona mektub yazmamıştı.
İbn Atiyye dedi ki: Ancak âyetlerin zahirine göre Süleyman (a.s) bu sözlerini kadının gönderdiği hediyenin ulaşıp, onun kendisine cevap vermesinden ve hüdhüd ile mektubunu göndermesinden sonra olmuştur. Te'vil bilginlerinin büyük çoğunluğu da bu kanaattedir. Te'vil bilginleri kadının tahtının getirilmesini istemesinin faydasının ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Katâde dedi ki: Ona bu tahtın büyüklüğü ve mükemmeliğinden sözedilmişti. O da, müslüman olarak kendisini ve kavmini ve mallarını İslâm himaye altına almadan önce bu tahtı ele geçirmek İstemişti. Çünkü İslâm bunu gerektirmektedir. Bu İbn Cüreyc'in de görüşüdür.
İbn Zeyd de dedi ki; Tahtın getirilmesini istemesi, Belkıs'a Allah tarafından kendisine verilmiş olan kudreti göstermek ve bunu peygamberliğine delil olarak ortaya koymak istemesi idi. Çünkü herhangi bir ordu ve savaş söz konusu olmaksızın bu tahtı ele geçirmiş olacaktı.
Bu açıklamaya göre "müslümanlar olarak" buyruğu, teslim olmuşlar olarak, demektir. İbn Abbas'in görüşü de budur. Yine İbn Zeyd dedi ki; O bu yolla kadının aklını denemek İstemişti, bundan dolayı: "Tahtını onun ta-nıyamayacağı bir şekilde değiştirin. Bakalım o yol bulacak mı, yoksa yol bulamayacaklardan mı olacak?" demişti.
Yine denildiğine göre cinler Süleyman (a.s)'ın onunla evleneceğinden ve ondan çocuğunun olacağından, böylece Süleyman (a.s)'ın soyundan geleceklerini de angarya ve hizmetlerinin sürüp gideceğinden korkmuşlardı. O bakımdan cinler kendisine bu kadının aklı pek sağlam değildir, demişlerdi. İşte bundan ötürü o da tahtı ile kadını sınamak istemişti.
Bir diğer açıklamaya göre o hüdhüdün: "Onun bir de büyük bir tahtı var" sözünün doğruluğunu tesbit etmek istemişti. Bu açıklamayı da Taberî yapmıştır.
Katâde'den rivayete göre Süleyman (a.s) hüdhüdün tahtı nitelemesi sebebiyle, tahtı görmek istemişti. İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüş birinci görüştür. Çünkü yüce Allah: "Onlar bana müslümanlar olarak gelmezden önce" diye buyurmuştur. Bir diğer sebeb de şudur: Belkıs eğer İslama girmiş olsaydı, onun malına el sürmek haram olurdu. Dolayısıyla onun izni olmaksızın o taht da getirilemezdi.
Rivayet edildiğine göre tahtı kırmızı yakut ve mücevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Tahtı o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, içice yedi odanın içinde bulunuyordu.
."Cinden bir ifrit dedi ki..." buyruğundaki "ifrit" lafzını cumhur; "İfrit" diye okumuştur. Ebu Reca' ve İsa es-Sakafî ise; diye okumuşlardır. Bu kıraat Ebubekir es-Sıddiyk (r.a)'dan da rivayet edilmiştir. Hadiste de: "Şüphesiz ki Allah ıfrîte de, nifrîte de buğ-zeder"[95] diye buyrulmuştur. Buradaki nifrît, ifrite itbâ ile söylenmiştir. (Türk-çede ifrit, mifrit demek gibi).
Katâde dedi ki: Bu fevkalede akıllı anlamındadır. en-Nehhâs dedi ki: Güçlü kuvvetli bir kimse ayrıca hilebaz ve çok ileri derecede kurnaz birisi İse ona; denilir. "İfrif'in reis anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir kesim de bu kelimeyi; şeklinde "ayn" harfi de esreli olarak okumuşlardır. Bunu da İbn Atiyye naktetmiştir.
en-Nehhâs dedi ki: Bu lafzı şeklinde kabul edenler çoğulunu; diye getirirler.ise üç türlü çoğul yapılabilir. Arzu edilirse şeklinde yahut diye çoğulu yapılır, çünkü "te" zaiddir. Nitekim Tağutlar'ın, Tağut'un çoğulu olduğu gibi; "ye" de "te"nin yerine "ya" getirilerek; denilebilir.
Şeytanlardan bir İfrit ise güçlü ve itaate gelmeyen anlamındadır, te de zaiddir. "Adam ifritleşti" tabiri, başkalarına eziyet etmeyi huy haline getirdi, anlamında kullanırlar.
Vehb b. Münebbih dedi ki: Bu ifritin adı Kûden idi. Bunu da en-Nehhas zikretmiştir. Zekvân olduğu da söylenmiştir, bunu da es-Süheylî söylemiştir. Şuayb el-Cubbaî de: Adı De'van idi demiştir. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre de adımn Sahr el Cinnî olduğu söylenmiştir.
Zü'r-Rimme'nin şu beyitinde ifrit şöylece kullanılmıştır:
"Sanki o bir ifritin arkasından giden bir yıldız gibidir, Gece karanlığında yerinden kopup, ona doğru akan."
el-Kisaî de şu beyiti nakletmektedir:
"Onların ifrit şeytanları demişti ki:
Sisin ne mülkünüz vardır, ne de sebat bulmanız."
Sahih'teki rivayete göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Dün cinlerden bir ifrit namazımı bozmak İçin beni aldatmaya (ya da boş anımı yakalamaya) çalışıyordu. Allah da ona karşı bana güç verdi, ben de onu şiddetlice ittim..."[96] deyip, hadisin geri kalan bölümünü nakletti.
Buhârî'de de "beni aldatmaya koyuldu" yerine, "dün ansızın karşıma çıktı" şeklindedir.[97]
Muvatta'da da Yahya b. Said'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) İsra'ya götürüldüğünde cinlerden bir ifritin, bir ateş alevi ile onu takip etmekte olduğunu gördü. Rasûlullah (sav) yanına baktıkça onu görüyordu. Cibril ona: Ben sana söyleyeceğin bazı sözler öğreteyim mi? Sen bunları söyleyecek olursan, elindeki ateş alevi söner ve yüzüstü yıkılır. Rasûlullah (sav) "tabi öğret" deyince, şöyle dedi:
" Semadan inenlerin, oraya yükselenlerin, yerde bitip yetişenlerin, yerden çıkanların, gece ve gündüzün fitnelerinin şerrinden -hayır ile gelen dışmda-gece ile gündüzün gelenlerin hepsinden, iyi olsun, günahkâr olsun hiç kimsenin aşamadığı Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile kerim olan Allah'a sığınırım, ey Rahman. "[98]
"Ben onu sana, sen yerinden" yani hüküm verdiğin meclisinden "kalkmazdan önce getirebilirim ve muhakkak ben buna gücü yeten" onu taşıma gücüne sahip olan "ve" içindekilere karşı da "güvenilir bir kimseyim." İbn Abbas dedi ki: Bundan kasıt kadının namus ve iffetine karşı kendisine güvenilen bir kimseyim demektir. Bu açıklamayı el-Mehdevî zikretmiştir, Süleyman (a.s) ben daha da hızlı gelmesini istiyorum deyince,
"Nezdinde kitaptan bir bilgi bulunan kişi dedi ki: Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririni." Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre nezdinde kitap bilgisi bulunan kişinin adı Asaf b. Berhiya'dır ve bu İsrailoğultanna men-subtur. Bu kişi sıddîklardan olup, yüce Allah'ın kendisi anılarak istenileni verdiği, kendisi anılarak dua edildiğinde duayı kabui ettiği, yüce Allah'ın ism-İ a'zamını biliyordu. Âişe (r.a) dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Asaf b. Berhiya'nin kendisini anarak dua ettiği Allah'ın ism-i a'zam'ır Ya hayyu, ya kayyum idi."[99] Denildiğine göre bu onların dilinde "Âhiya, şerâ-hiyâ" diye söylenirmiş,
ez-Zührî dedi ki: Yüce Allah'ın ism-i a'zam'ını bilen o zatın yaptığı dua şu idi: "Ey bizim ilahımız, herşeyin bir ve tek ilahı. Senden başka hiçbir, ilah yoktur, bana onun tahtını getir." Hemen taht onun önüne getirildi.
Mücahid dedi ki: Dua ederken şöyle dedi:
"Ey bizim ve herşeyin ilahı, ey celal ve ikram sahibi..."
es-Siiheylî dedi ki: Nezdinde kitabın bilgisi bulunan şahıs, Süleyman'ın teyzesinin oğlu Âsaf b. Berhiyâ idi. Bu kişi yüce Allah'ın isimlerinden ism-i a'zamı biliyordu.
Bir diğer görüşe göre bu şahıs bizzat Süleyman (a.s) idi. Ancak ifadelerin akışı arasında böyle bir açıklama doğru görülemez. İbn Atiyye dedi ki; Bir kesim bunun Süleyman (a .s) olduğunu söylemiştir. Bu açıklamaya göre ifrit: "Ben onu sana sen yerinden kalkmazdan önce getirebilirim" deyince, Süleyman (a.s) bu süreyi geç bulmuş da onu küçültmek anlamını ihtiva eden bir üslupla ifrite hitaben: "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" demiş olur. Bu görüşün sahipleri de delil olarak Süleyman (a.s)'ın: "Bu benim Rabbimin lütfundandır" sözlerini delil göstermişlerdir.
Derim ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği görüsü en-Nehhas "Meani'l-Kur'ân" adlı eserinde ifade etmiştir. Yüce Allah'ın izniyle bu güzel bir görüştür. Bahr dedi ki: Bu elinde takdirlerin yazılı olduğu kitabın bulunduğu bir melektir. İfritin bu sözleri söylediği sırada yüce Allah onu göndermiş idi.
es-Süheylî dedi ki: Muhammed b. el-Hasen el-Mukrî'in naklettiğine göre bu kişinin adi Dabbe b. Udd idi. Ancak bu hiçbir şekilde sahih olamaz, çünkü Dab-beb Udd'ün oğlu o da Tabiha'nın oğludur. Adı ise Anır b. İlyas b. Mudar b. Ni-zar b. Mead'dır. Mead ise Buht Nassar dönemlerinde idi. Bu dönem ise Süleyman (a.s)'ın döneminden çok sonradır. Mead, Süleyman (a.s)'ın döneminde ya-şıyamadığına göre ondan beş ata sonra gelen Dabbe b. Udd nasıl onun çağdaşı olabilir? Bu husus üzerinde düşünen kimse bunu açıkça görecektir.
İbn Lehia dedi ki: Bu kişi Hıdır (a.s)'dır. tbn Zeyd de dedi ki: Yanında kitabın bilgisi bulunan kişi denizdeki adalardan birisinde bulunan salih bir zat idi. Bu şahıs adasından yeryüzünde kimlerin bulunduğunu yüce Allah'a ibadet edenin olup olmadığını görmek üzere çıkmıştı. Süleyman'ı görünce, o da yüce Allah'ın isimlerinden bir ismi anarak dua etti ve böylelikle kadının tahtı getirildi.
Yedinci bir görüş: Bu kişi Yemliha adında İsrailoğullarına mensub bir adam idi. Yüce Allah'ın ism-i a'zammı biliyordu. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.
İbn Ebi Berze derki: Kitabın bilgisine sahip kişi Ustum idi. Bu İsrailoğul-ları arasında çok ibadet eden bir zatdı, bunu el-Ğaznevî zikretmektedir.
Muhammed b. el-Münkedir dedi ki: Bu bizzat Süleyman (a.s)'dır. İnsanların, o yüce Allah'ın ism-i a'zamını biliyordu şeklindeki görüşlerine gelince, durum böyle değildir. Bu kişi İsrailoğullarına mensub bilgili, yüce Allah'ın da kendisine ilim ve fıkıh (dini kavrayış) verdiği bir adam idi. Bu kişi; "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" deyince, haydi getir dedi. Bu sefer adam: Sen Allah'ın bir peygamberisin ve Allah'ın peygamberinin oğlusun. Eğer yüce Allah'a dua edecek olursan, o sana bu tahtı getirir. Bunun üzerine Süleyman (a.s) yüce Allah'a dua etti. Yüce Allah da tahtı ona getirdi.
Sekizinci bir görüş de şöyledir: Bu kişi Cebrail (a.s)'dır. Bunu da en-Ne-haî söylemiştir. Bu görüş İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Buna göre "kitap ilmi" onun Allah'ın indirmiş olduğu kitaplarda ve Levh-i Mahfuz1 da bulunanlara dair bilgisidir. Süleyman (a.s)'ın Belkıs'a gönderdiği mektuptaki bilgidir, diye de açıklanmıştır.
İbn Atiyye der ki: İnsanların çoğunluğunun kabul ettiği görüş şudur: Bu kişi Âsaf'b. Berhiyâ adında, İsrailoğullarına mensub salih bir kişi idi. Rivayete göre iki rekat namaz kıldıktan sonra Süleyman (a.s)'a şöyle demiştir; Ey Allah'ın peygamberi, uzağa doğru bir bak, o da Yemen'e doğru baktı ve tahtı önünde buldu. Süleyman daha gözünü kırpmadan taht yanında idi.
Mücahîd dedi ki: Burada kasıt kişinin gözünü yorgun ve bitkin olarak ka-patıncaya kadar bakışını devam ettirmesidir.
Bir diğer görüşe göre gözünü açıp kırpacak kadar bir zamanı kastetmiştir. Bu da kişinin: Bu işi bir lahzada yap, demesine benzer. Bu görüş daha kuvvetli gibidir, çünkü eğer tahtı getiren Süleyman (a.s)'ın yaptığı bir iş olsaydı, bu bir mucize olurdu. Şayet Asaf veya onun dışındaki Allah'ın veli kullarının işi ise o takdirde bu bir keramettir. Velinin kerameti ise tabi olduğu peygamber için bir mucizedir.
el-Kuşeyrî dedi ki: Nezdinde kitabın bilgisi bulunan kişi Süleyman'dır, diyenler velilerin kerametini inkâr etmektedirler. Çünkü (bunlara göre) Süleyman (a.s) ifrite: "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm" demiş. Bunlara göre de ifritin yaptığı ne mucizedir, ne de bir keramettir. Çünkü cinlerin bu gibi şeylere zaten güçleri yeter. Bir cevher aynı halde iki yerde bulunamaz. Aksine bu yüce Allah'ın bir cevheri doğunun en U2ak noktasında yok edip, sonra onu ikinci halde var etmesi olarak düşünülebilir. Bu ise batının en uzak noktasında yok oluştan sonraki haldir ya da aradaki mekanları yok eder, sonra bu mekanları iade eder.
el-Kuşeyrî dedi ki: Bu görüşü Vehb, Malik'ten de rivayet etmiştir.
Şöyle de denilmiştir: Belkıs'ın tahtı havada getirilmiştir, bu da Müca-hid'in görüşüdür.
Süleyman ile taht arasında da, Küfe İle Hire arası kadar bir mesafe vardı. Malik dedi ki: Belkıs Yemende, Süleyman (a.s)'da Şam'da bulunuyordu.
Tefsirlerde kaydedildiğine göre Belkis'ın tahtı içinde bulunduğu yeri deldi, sonra da Süleyman'ın önünde bitiverdi. Abdullah b. Şeddad dedi ki: Taht yerdeki bir tünelden çıktı. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır.
"Onun derhal yanında durduğunu" yanında sabit olarak bulunduğunu "görünce dedi ki: Bu" yardım, bu imkan ve iktidar "Benim Rabbimin lüt-fundandır. Acaba şükür mü ederim, yoksa nankörlük mü ederim diye beni sınaması İçindir." el-Ahfeş dedi ki: Yani benim ne yapacağımı ortaya çıkarması içindir. Başkaları da şöyle demiştir: "Sınaması içindir" benim ona ibadet etmem içindir, demektir. Bu da mecazi bir ifadedir. Sınamada aslolan ise denemektir, yani ben nimetine karşı şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim. Beni denemek içindir,
"Kİm şükür ederse, kendi lehinedir." Bunun faydası sadece kendisine döner. Zira o şükretmekle üzerindeki nimetin tamamlanmasına, devam etmesine ve o nimetin daha da artmasına hak kazanmtş olur. Çünkü şükür sayesinde mevcut nimet sağlama bağlanmış olur, elde bulunmayan nimetlere de bu yolla nail olunur.
"Kim de nankörlük ederse, muhakkak Rabbim" şükre muhtaç olmayan "Ganidir" lütuf ve ihsan etmekte "kerem sahibidir." Çok cömerttir. [100]
41. Dedi ki: "Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde değiştirin. Bakalım, o yol bulacak mı, yoksa yol bulamayacaklardan mı olacak?"
42.Kadın geldiğinde (ona) şöyle denildi: "Senin tahtın böyle midir?" O das "Sanki bu odur" dedi. "Ve bize bundan önce ilim verilmiş olup biz teslim olanlardan olmuştuk."
43. Daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler ona manî olmuştu. Çünkü o kâfir bir kavimden idi.
"Dedi ki: Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde değiştirin." Onda değişiklikler yapın.
Denildiğine göre altını üstüne, üstünü de altına getirdiler. Fazlalık ya da eksiklikle değiştirdiler, diye de açıklanmıştır. el-Ferrâ ve başkası da şöyle demiştir: Onu tanıyamayacağı bir hale getirmelerini emretmesinin sebebi şudur: Şeytanlar ona: Aklı pek sağlam değildir, demişti. Süleyman (a.s) da bu açıdan onu denemek istemişti.
Bir diğer açıklamaya göre: Cinler Süleyman (a.s)'ın onunla evlenip ondan çocuklarının olacağından ve böylelikle ebediyyen Süleyman (a.s)'ın soyundan geleceklerin emri altında çalışmaya mecbur kalacaklarından korktular. Bu bakımdan Hz. Süleyman'a: Bu kadının aklı zayıftır, ayakları da eşek ayağı gibidir, dediler. O da: "Tahtını onun tanıyamayacağı bir şekilde de-ğiştirin",de biz de onun aklının ölçüsünü bilelim, demişti.
Süleyman (a.s)'a cinlerden samimi olarak öğüt veren ve iyiliğini isteyen birisi vardı. Ona: Ben bu kadına bacaklarını açmasını söylemeden, ayaklarını nasıl görebilirim? diye sordu. O da: Sen bu saraya bir su doldur, suyun üstünü de camla kapat, o su olduğunu zannedecek eteklerini kaldıracak, sen de o zaman ayaklarını göreceksin. İşte yüce Allah'ın haber verdiği "köşk" budur.
"Kadın geldiğinde" kasıt Belkıs'dır. Ona "şöyle denildi: Senin tahtın böyle midir? O da: Sanki bu odur, dedi" Gördüğünü kendi tahtına benzetti. Çün kü o kendi tahtını kilitli odalarda bırakmıştı. Ne bunun kendi tahtı olduğunu söyledi, ne de reddetti. Böylece Süleyman (a.s) aklının ne kadar mükemmel olduğunu öğrenmiş oldu.
İkrime dedi ki: Kadın hikmetli bir kadındı. O bakımdan: "Sanki bu odur" demişti.
Mukattl dedi ki: Kadın tahtını tanıdı, ancak onlar kendisini tereddüde düşürmek istedikleri gibi, o da onlara bu şekilde bir cevap vermişti. Şayet ona: Senin tahtın bu mudur? diye sormuş olsalardı, o da onlara: Evet budur, diyecekti. et-Hasen b. et-Fadl da böyle açıklamıştır.
Denildiğine göre; Süleyman bu kadına elindeki imkanların bir nübüvvet olduğunu bilip kendisine iman etmesi için cinlerin de, aynı şekilde şeytanların da emri altında olduğunu göstermek istemişti. Bir diğer açıklamaya göre tahta yapılan bu uygulama, onun göndermiş olduğu erkek ve kadın hizmetçiler ile ilgili olarak yaptığı karışıklığa bir karşılık idi.
"Ve bize bundan önce ilim verilmiş olup" buyrukları, denildiğine göre Belkıs'ın sözlerindendir. Yani tahttaki bu mucizeden önce de Süleyman'ın peygamberliğinin doğruluğu bilgisi zaten bize verilmişti. "Biz teslim olanlardan olmuştuk." Yani onun emrine itaat edenlerden idik.
Bir diğer açıklamaya göre bu Süleyman (a.s)'ın sözlerindendir. Yani bu seferkinden önce de yüce Allah'ın dilediği herşeye kadir olduğuna dair bize bilgi verilmişti.
Bir diğer açıklama: "Bize... İlim verilmiş olup" onun müslüman olup, itaat ile gelmekte olduğuna dair bilgi onun gelişinden önce bize verilmişti, şeklindedir.
Bu sözleri Süleyman (a.s)'in kavminin söylediği sözler olduğu da söylenmiştir? Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler ona mani olmuştu" buyruğunda anlam tamam olmaktadır ve burada vakıf güzeldir. Yani tapındığı güneş ve ay onu Allah'a ibadet etmekten alıkoymuştu. Buna göre burada; "Şeyler ref mahallindedir.
en-Nehhas dedi ki: Buyruğun anlamı şöyledir: Onun Allah'tan başkalarına ibadet etmesi, bizim onun müslüman olacağına dair bildiğimizi bilmesini engelledi. Buradaki ın nasb mahallinde olması da mümkündür. O vakit ifadenin takdiri şöyle olur: Süleyman onu Allah'tan başka ibadet ettiği şeylerden alıkoydu. Yani onun Allah'tan başka varlıklara ibadet etmesine engel teşkil etti.
Anlamın şöyle olması da mümkündür: Aiiah onu alıkoydu. Yani; "Allah onu kendisinden başkasına ibadet etmekten alıkoydu" demek olup, burada "...den" hazfedilip, fiil, harî-i cersiz olarak te-addi etmiş oldu. Bunun bir benzeri de Allah'ın: Musa... kavminden yetmiş adam seçti." (el-A'raf, 7/153) Bu da: "...kavmi ara-sından..." demektir. Sibeveyh şu beyiti nakletmektedir:
"Abdullah (b. Darim kabilesin)den naklen bana havanın haberi verildi ki, Onların kaleleri artık şerefli olmuş, asil şahsiyetleri de bayağılaşmış."
Burada ona göre anlam; "Abdullah (b. Darim) kabile-si(nden) bana haber verildi" şeklindedir.
"Çünkü o kâfir bîr kavimden idî." Said b. Cübeyr buradaki; "Çünkü o" lafzının hemzesini üstün olarak okumuştur. Burada nasb mahallinde; anlamındadır. Bununla birlikte; "Şeylerden" bedel olması da mümkündür. Eğer bu "mani olma"run faili ise ref mahallindedir. Esreli okuyuş ise İstİ'nâf (başlangıç) kabul edilmesine göredir. [101]
44. O
kadına: "Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sanıp
ayaklarının üzerini açtı. (Süleyman): "Gerçekten o billurdan ya-pUmış,
iyice düzeltilmiş bir köşktür" dedi. Kadın dedi ki: "Rab-bim, ben
nefsime zulmettim ve Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim
oldum."
"O kadına: Köşke gir denildi" buyruğunda; "iadesinin takdiri Sibeveyh'e göre; "Köşke gir" şeklindedir. Burada harf-i cer hazfedilip fiil dolaysız olarak teaddi etmiştir (geçişli olmuştur). Ebu'l-Abbas İse bu hususta onun hatah olduğunu söylemektedir: Çünkü zaten giriş, girilen bir yere delâlet etmektedir.
Burada köşkten kasıt, içinde balıkların bulunduğu suyun üstünde camdan (billurdan) yapılmış geniş bir avlu idi. O bunu kadına kendi mülkünden daha büyük bir mülkü göstermek üzere yaptırmıştı. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.
Katâde dedi ki: Bu köşk arkasında su bulunan sırça bir köşk idi. Kadın da onu "derin bir su" sandı. Ebu Ubeyde'den nakledildiğine göre "sarh" köşk demektir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Onların yüksek binalarını köşkler zannedersin."
Sarh (mealde köşk)'in avlu olduğu da söylenmiştir. Nitekim; "Bu evin sarhası ve avlusu" denildiği zaman bu iki lafız da aynı manadadır. Ebu Ubeyde de "el-Ğarib el-Musannef adlı eserinde yerden yükseltilmiş, yüksek herbir binaya sarh denilir. "Mümerred (iyice düzeltilmiş)" ise uzun ve yüksek anlamındadır.
en-Nehhas dedi ki: Bunun aslı şudur; Tek bir elden çıkmış gibi yapılmış herbir binaya "sarh" denilir. Bu da Arapların su katılmamış süt hakkında kullandıkları: "Sarih (saf) süt" tabirlerinden alınmıştır. Aynı şekilde işi tasrih etti, sözlerinden de gelmektedir. Bu sarih bir Araptır (salih bir Arap-tır) ifadesi de buradan gelmektedir.
Denildiğine göre Süleyman (a.s) bu köşkü cinlerin hakkında söyledikleri: Annesi cinlerden idi, ayaklan da eşek ayağına benzer, şeklindeki sözlerinin doğruluğunu araştırmak için yapmıştı. Bu açıklamayı Vehb b. Müneb-bih yapmıştır.
Kadın suyu görünce korktu ve kendisini suda boğmak istediğini zannetti. Ayrıca onun tahtının su üzerinde oluşundan da hayrete düştü. Kendisini dehşete düşürecek daha başka şeyler de gördü, fakat ona verilen emri yerine getirmekten başka bir yolu yoktu. "Ayaklarının üzerini açtı." Bir de ne görsün! İnsanlar arasında bacakları en güzel olanlardan birisi idi. Cinlerin söylediklerinden hiçbir eser yoklu, ancak tüyleri fazlaca idi. Bu noktaya varınca, Süleyman (a.s) yüzünü ondan çevirdikten sonra: "Gerçekten o billurdan yapılmış, İyice düzeltilmiş bir köşktür" dedi.
"İyice düzeltilmiş (anlamı verilen: ei-mumerred) zımparalanmış, düzeltilmiş demektir. Tüysüz olana "emred" denilmesi buradan gelmektedir. "Ergenlik yaşına geldikten sonra sakalının bilmesi gecikti" demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Üzerinde yaprak bulunmayan çıplak ağaca; denilmesi de buradan gelmekledir. Bitki yetişmeyen kumluk yere de; denilir. "Mumerred" aynı zamanda uzatılmış anlamına da gelir. Kaleye; denilmesi de buradan gelmektedir. Ebu Salih dedi ki: Bu, hurma ağacı şeklinde uzun demektir. İbn Şecere de: Eni de, boyu da oldukça fazla anlamındadır, demiştir. Şair şöyle demiştir:
"Sabah erkenden gittim onları buldum,
Kuşluk vaktinden önce mümerred (eni boyu fazla) zırhlar içinde,"
Görüldüğü gibi burada şair "mümerred" kelimesini bol ve geniş anlamında kullanmıştır.
İşte o vakit Belkıs teslimiyetini gösterdi, itaatini arzetti, mü si uman oldu ve kendisi hakkında -ileride geleceği üzere- zalimlik ettiğini itiraf etti. Süleyman (a,s) onun ayaklarını görünce, şeytanlar arasından kendisine doğru şeyler söyleyip iyiliğini isteyen kimseye şöyle dedi: Bedenine zarar vermeksizin bu tüyleri nasıl yok edebilirim? Bu şeytan ona kıl dökme ilacının nasıl yapılacağını öğretti. İşte bu ilaçlar ve hamamlar o günden beri yapılmaya başlandı.
Rivayet olunduğuna göre Süleyman (a.s) o vakit onunla evlendi ve onu Şam'a yerleştirdi. Bunu da ed-Dahhak söylemiştir.
Said b. Abdu'1-Aziz: "Kitabu'n-Nekkaş"da şöyle demektedir: Onunla evlendi ve tekrar onu Yemen'dekİ hükümdarlığına geri gönderdi. Ayda bir defa rüzgar ile onun yanına giderdi. Ona kendi döneminde vefat etmiş, Dâvûd adını verdiği bir çocuk doğurdu. Kimi haberlerde belirtildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Belkıs dünyada bacakları en güzei kadınlardan idi. O cennette Süleyman (a.s)'ın hanımları arasında olacaktır. Âişe: Onun bacakları benden de mi güzeidi? deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Cennette senin bacakların ondan güzel olacaktır."[102] Bunu el-Kuşeyrî zikretmiştir. es-Sa'lebî'nin de naklettiğine göre Ebu Musa, Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "İlk hamam, edinen kişi Süleyman b. Dâ vûd'dur. O sırtını duvara yapıştırınca hamamın sıcağı ona dokundu. Bu sefer "Yüce Allah'ın azabından vay halimize!" dedi."[103]
Süleyman (sav) Belkıs'ı çokça sevdi ve onu Yemen'deki hükümdarlığında bıraktı. Cinlere emir vererek ona insanların benzerini görmediği yükseklikte üç kale inşa etti. Bunlar Selhun, Beynun ve Umdan kaleleridir. Diğer taraftan Süleyman ayda bir defa onu ziyaret eder, yanında üç gün ikamet ederdi.
eş-Şa'bî'nİn naklettiğine göre Himyerlilerden bazıları kralların mezarlarını kazdılar. Orada üzerinde, altın ile dokunmuş elbiseler bulunan kadının bulunduğu bir kabir buldular. Bu kabrin baş ucunda da şu beyitlerin yazılı olduğu bir mermer parçası gördüler:
"Ey kavimler hep birlikte dönün,
Benim kabrimin olduğu yerde de develeri rahatça serbest bırakın.
Bilin ki ben o kadın hükümdardım ki,
Bir zamanlar Belkıs diye anılırdım.
Kavmim Himyerliler arasında krallık sarayını yükselttim,
Eskiden (bir zamanlar) orada insanlar yaşardı.
Hükümdarlığımda ve mülkümü idare edişimde,
Allah uğrunda burunları yere sürterdim.
Kocam peygamber Süleyman'dı ki,
O Tevrat'ı çokça okuyandı.
Rüzgar ona binek olarak müsahhar kılınmıştı,
Kimi zaman uçarak eserdi.
Davud'un oğlu o peygamber ile birlikte ki,
Rahman olan Allah onu takdis etmiştir."
Muhammed b. İshak ile Vehb b. Münebbih dediler ki: Süleyman, Belkıs ile evlenmedi ona: Kendine bir koca seç dedi, o da: Benim gibi birisi -böyle hükümdarlığı olmuş iken- başkasının nikahı altına girmez. Bu sefer ona: İslâmda nikahlanman kaçınılmaz bir şeydir, dedi. Bunun üzerine Hemdan hükümdarı Zu Tübba'ı seçti. O da Hemdan hükümdarını Belkıs ile evlendirdi ve Belkıs't Yemen'e geri gönderdi. Yemen cinlerinin emiri Zevbea'ya da Zu Tubba'a itaat etmesini emretti. Ona çok yüksek kaleler inşa etti. Süleyman (a.s) vefat edinceye kadar emirliği devam etti.
Bazıları da şöyle demiştir: Ne Süleyman'ın Belkıs ile evlendiği, ne de onu başkası ile evlendirdiği hususunda sahih herhangi bir haber varid olmuş değildir.
Belkıs'ın babası es-Serh b. el-Hedahid b. Şerahil b. Eded b. Hadr b. es-Serh b. el-Hares b. Kays b. Sayfî b. Sebe' b. Yeşceb b. Ya'rub b. Kahtan b. Âbir b. Şâlih b. Erfahşed b. Sam b. Nuh'dur. Dedesi el-Hedhad şanı büyük bir hükümdar idi, hepsi de kral; kırk oğlu olmuştu. Bütün Yemen topraklarını eline geçirmişti. Babası es-Serh ise çevre hükümdarlarına şöyle derdi: Aranızda bana denk hiçbir kimse yoktur. O bakımdan onların kızları ile evlenmeyi kabul etmedi. Bundan dolayı Reyhane bintü's-Seken diye anılan cinlerden bir kadın ile onu evlendirdiler. Bu kadından Belkame diye bir kızı oldu ki; Belkıs budur. Bundan başka da bir çocuğu olmamıştır.
Ebu Hureyre dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Belkıs'ın ebeveyninden birisi cinni idi."[104] Babası vefat ettiğinde kavmi ona karşı ikiye bölündüler. O bakımdan başlarına birisini hükümdar olarak geçirdiler; o da çok kötü uygulamalarda bulundu. Nihayet yönetiminin altındakilerin kadınları ile hayasızca ilişkilere girdi. Belkıs bundan dolayı gayrete geldi ve kendisi i!e evlenmesini tekliF edince, onunla evlendi. Ona içki içirdi ve nihayet onun kafasını kesti, evinin kapısına kafasını astı, sonra da onu kendilerine kraliçe yaptılar.
Ebubekre dedi ki: Peygamber (sav)'ın nezdinde Belkıs'den söz edildi. Bunun üzerine o: "Yönetim işlerinin başına bir kadını getiren bir toplum asla iflah olmaz." diye buyurdu[105]
Şöyle de denilmektedir: Belkıs'ın babasının cinlerden birisiyle evlenmesinin sebebi şudur: Babası oldukça zorba ve yönetimi altındakilerin kadınlarına zorla el koyan azgın bir hükümdarın veziri idi. Vezir olarak da kendisi çok kıskanç birisiydi, bundan dolayı hiç evlenmedi. Bir sefer yolda tanımadığı birisiyle arkadaşlık etti. Ona: Evli misin? diye sordu, o: Ebediyyen evlenmem dedi. Çünkü bizim ülkemizin hükümdarı kadınları kocalarından zorla âhyor. Arkadaşı kendisine: Şayet benim kızımla evlenecek olursan, ebe-diyyen onu senden alamaz. Babası: Hayır alır deyince, arkadaşı ona: Biz cin-ierden bir topluluğuz, asla bize güç yetiremez, dedi. Bunun üzerine arkadaşının kızi ile evlendi ve ona Belkıs'ı doğurdu. Daha sonra anne vefat etti. Belkıs da çölde bir köşk inşa etti, derken babası bir seferinde yanılarak kızının durumundan sözetti. Kızının bu haberi hükümdara ulaştırılınca, ona şöyle dedi: Ey filan kişi, benim kadınlara olan düşkünlüğümü bildiğin halde, senin de böyle güzel bir kızın varken onu bana getirmiyorsun olur rnu? Sonra hapsedilmesini emretti. Belkıs ona: Ben senin emrindeyim diye haber gönderdi. Kral sarayına gitmek üzere hazırlıklarını yaptı. Beraberindekilerle birlikte içeri girmek isteyince, ona yüzleri güneş parçası gibi olan cin kızlarından cariyeleri çıkarıp gönderdi ve kendisine şöyle dediler: Utanmıyor musun? Bizim hanımefendimiz sana şöyle diyor; Bu erkekler seninle birlikte iken sen hanımının yanına mı gireceksin? Kral beraberindekilere gitmeleri için izin verdi ve tek başına saraya girdi. Belkts üzerine kapıyı kapattı ve ayakkabılarla vurarak öldürdü. Sonra başını kopartıp askerlerin arasına başını attı. Ontar da Belkıs'ı başlarına kraliçe seçtiler. Hüdhüd onun durumunu Süleyman (a.s)'a bildirinceye kadar bu hali üzere devam etti.
Bu da şöyle olmuştu: Süleyman (a.s) bir yerde konakladığı bir sırada hüdhüd: Süleyman konaklamak ile meşguldür deyip, semaya doğru yükseldi. Dünyanın enini boyunu gürdü, dünyanın sağını solunu gördü. Belkıs'ın bir bahçesinde bir hüdhüd gördü. O hüdhüdün adı Ufeyr idi. Yemen'in Ufeyr adındaki hüdhüdü, Süleyman'ın Ya'fur adındaki hüdhüdüne: Nereden geldin? nereye gitmek istiyorsun? diye sordu. O da: Ben Şam'dan benim sahibim üâvûd oğlu Süleyman ile birlikte geldim. UFeyr: Süleyman da kim? diye sorunca, Ya'fur: O cinlerin, insanların, şeytanların, kuşların, yabani hayvanların, rüzgarın, sema ile arz arasındaki herbir şeyin hükümdarıdır. Peki sen nerelisin? deyince, Ufeyr şöyle dedi: Ben de bu ülkedenim, bu ülkeye Belkıs adındaki bir kadın hükümdar oldu. Onun emri altında onikibin hükümdar vardır. Herbir hükümdarın emri altında da kadın ve çocuklar dışında yüzbin savaşçı bulunmaktadır. Onunla beraber gidip, Belkıs'a ve onun krallığına baktı, sonra ikindi vakti Süleyman (a.s)'ın yanına döndü. Süleyman (a.s) namaz vaktinde onu aramış fakat bulamamıştı. Bulundukları yerde de su yoktu. Bir rivayete göre İbn Abbas: Üzerine bir parça güneş düşmüştü. Kuşlardan sorumlu vezire: Burası kimin yeridir? diye sorunca, vezir: Ey Allah'ın peygamberi bu hüdhüdün yeridir dedi. Süleyman (a.s): Nereye gitti? diye sordu, vezir: Allah hükümdarımızın işlerini yoluna koysun bilemiyorum, dedi. Süleyman kızıp: "Ben onu elbette şiddetli bir azab ile azablandırırım..."(Nemi, 27/21) dedi.
Daha sonra kuşların efendisi en kararlısı ve en güçlüsü olan kartalı çağırdı. Kartal ona: Ey Allah'ın peygamberi emrin nedir? diye sordu. O da: Derhal bana hüdhüdü getir, dedi. Kartal semaya doğru yükseldi, dünyaya sizden herhangi birinizin önündeki tepsi gibi baktı. Hüdhüdün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Ona doğru indi ve pençesiyle onu yakaladı. Hüdhüd ona dedi ki: Sana beni ele geçirebilecek güç ve kudreti veren Allah adı için and veriyorum ki bana merhamet eyle. Kartal ona vay başına geleceklere anan seni kaybedesice dedi. Çünkü Allah'ın peygamberi Süleyman mutlaka seni azaplandıracak ya da kesecek diye yemin etti. Sonra hüdhüdü alıp gitti. Akbabalar ve diğer kuş askerleri onu karşıladı, vay başına geleceklere dediler. Allah'ın peygamberi seni tehdid etti. Hiidhüd: Benim değerim ne, ben neyim ki, hiç yemininde istisna yapmadı mı? diye sordu. Evet dediler çünkü o: "Ya da bana apaçık bir delil getirir" (Nemi, 27/21) dedt. Sonra Süleyman (a.s)'ın huzuruna girdi, başını kaldırıp kanatlarını ve kuyruğunu Süleyman (a.s)'ın önünde alçak gönüllülük göstererek yere doğru gevşetti. Süleyman ona: Hizmetini ve yerini bırakıp nereye gittin? Ben seni ya çetin bir şekilde azap-landıracak ya da keseceğim dedi. Hüdhüd ona: Ey Allah'ın peygamberi sen Allah'ın huzurundaki duruşunu, benim senin huzurundaki şu duruşum ile bir karşılaştır. Bu sefer Süleyman'ın tüyleri diken diken oldu, titredi ve onu affetti.
İkrime dedi ki: Yüce Allah, Süleyman'ın, hüdhüdü kesmesine mani oldu, çünkü o anne babasına iyilikle davranan birisi idi. Onlara yemek taşır ve onları beslerdi. Daha sonra Süleyman ona şöyle dedi: Gecikmene sebeb nedir? Hüdhüd ona yüce Allah'ın bize haber verdiği şekilde Belkıs'dan, tahtından ve kavminden -az önce geçtiği üzere- sozetti.
et-Maverdî dedi ki; Belkıs'ın annesinin cinlerden olduğu görüşü cinslerin farklılığı, tabiatların ayrılığı, her iki varlık türünün hislerinin birbirine benzememesi dolayısı ile akıl tarafından kabul edilemez. Çünkü Âdemoğullan cismanidir, cinler ise ruhanidir. Yüce Allah Âdemoğullarını ses veren kurumuş çamurdan yarattı, cinleri ise dumansız ateş alevinden yarattı. Böyle bir farklılık varken, bunların birbirleriyle imtizacı mümkün değildir Bu ayrılıklarla birlikte bunlardan ortak bir nesil çıkması imkansız bir şeydir.
Derim ki: Bu hususta açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Ancak bu hususta gelmiş olan haber ile birlikte akıl böyle bir şeyi imkansız görmemektedir. Eğer hilkatin aslına bakılacak olursa, önceden de açıklandığı gibi hilkatin aslı sudur. Böyle bir şey de uzak bir ihtimal görülemez, doğrusunu en İyi bilen Allah'tır. Kur'ân-ı Kerim'de ise daha önceden de geçtiği gibi: 'Mallarına, evlatlarına ortak ol" (el-İsra, 17/64) diye buyurulmuştur. İleride geleceği üzere de er-Rahman Sûresi'nde de: "O ikisinde de bunlardan evvel ne bir insanın, ne de bir cinnin asla dokunmadığı... eşler vardır" (er-Rahman, 55/56) diye buyurmaktadır.
"Rabbiın ben nefsime" İbn Şecere'nin dediğine göre şirk üzere bulunmaktan dolayı "zulmettim." Süfyan da şöyle demiştir: Süleyman hakkında sahib olduğum zanlarla zulmettim. Çünkü ona büyükçe salondan geçip gelmesini emredince o burayı büyük bir su zannetmiş, Süleyman'ın da kendisinin o suda boğulmasını istediği kanaatine kapılmıştı. Bunun sırçadan son derece güzel düzeltilmiş bir köşk olduğunu anlayınca, bu zan sebebiyle kendisine zulmetmiş olduğunu anladı.
Burada; nin hemzesinin meksur gelmesi "dedi ki"den sonra başa gelmiş olmasından dolayıdır. Araplar arasından bunu üstün okuyarak "demek" fiilinin onda amel etmesini sağlayanlar da vardır.
"Ve Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum,"
Bu buyruktaki; "Birlikte, beraber" lafzı sakin okunacak olursa, o takdirde belli bir mana için getirilmiş bir harftir ve bu hususta nahivciler arasında görüş ayrılığı yoktur. Şayet üstün okunacak olursa, bu hususta iki görüş vardır. Birincisine göre bu zarf anlamında bir İsimdir, diğerine göre bu fet-ha üzere mebni cer harfidir. Bu açıklamayı da en-Nehhas yapmıştır. [106]
45.Andolsun ki SemÛd'a kardeşleri Salih'i: "Allah'a ibadet edin" diye gönderdik. Bunlar İki fırka olup birbirleriyle çekişmeye başlayiverdiler.
46.Dedi ki: "Kavmim, iyilikten önce ne diye kötülüğün çabucak gelmesini istersiniz? Allah'tan mağfiret dilemelisiniz değil mi? Belki size merhamet olunur."
47.Dediler ki: "Sen ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz." Dedi ki: "Sizin uğursuzluğunuz Allah nezdindedir. Esasen siz denenen bir kavimsiniz."
Allah’ın: Andolsun ki Semttd'a kardeşleri Salih'i: 'Allah'a İbadet edin' diye gönderdik" buyruğunun anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Bunlar iki fırka
olup birbirleri île çekişmeye başlayiverdiler." Müca-hid dedi ki: Yani bir
kesimi mü'min, bir kesimi kâfir oldu. Aralarındaki tartışma ise şanı yüce
Allah'ın: "Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber
olduğunu biliyor musunuz... inkâr edenleriz, dediler" (el-A'raf, 7/75-7Ğ)
buyruğunda bize açıkladıklarıdır.
Bir diğer görüşe göre,
birbirleriyle tartışmaları herbir kesimin: Hak üzere olanlar siz değil,
bizleriz demeleridir.
"Dedi ki: Kavmim,
iyilikten önce ne diye kötülüğün çabucak gelmesini istersiniz?" buyruğu
ile ilgili olarak Mücahid şöyle demektedir: Ne diye rahmetten önce azabı
istersiniz? Yani: Sizler, sizin sevap ve mükâfat almanızı gerektirecek imanı
ne diye erteliyor, ceza görmenizi gerektiren küfrü önden gönderiyorsunuz?
Çünkü kâfirler inkârlannın aşırılığı sebebiyle; Bize azabı getir diyorlardı.
Şöyle de açıklanmıştın
Ne diye kendisi sebebiyle ceza görmeyi hakede-ceğiniz işler yapıyorsunuz? Yoksa
onlar azabın acele gelmesini istemiş değillerdi.
"Allah'tan
mağfiret dilemelisiniz değil mi?" Yani ne diye şirki bırakıp, Allah'a
tevbe ederek geri dönmüyorsunuz?
"Belki size
merhamet olunur." Belki ilahi merhamete nail olursunuz. Buna dair
açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Dediler ki: Sen
ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz." Yani biz sizin uğursuzluk
getirdiğinizi kabul ediyoruz. Uğursuzluk inancına sahip olmak kadar, insanın
sağlam görüşüne zarar veren ve alması gereken tedbirleri bozan hiçbir şey
yoktur. İneğin böğürmesi yahut karganın ötmesinin bir kazayı önleyeceğini
yahutta takdir edilmiş bir şeyi defedeceğini zanneden bir kimse; elbetteki
cahillik eder. Şair de şöyle demiştir:
"Zamanın uğursuzluğu
hiçbir takdiri geri çevirmez, O bakımdan sen zamanı mazur gör, sakın onu
kınama. Musibetler her gün inip dururken, O günün mutlu gün olma özelliğini
kazandıran nedir? Mutluluğun ve bedbahtlığın olmadığı hiçbir gün yoktur. Bunlar
bir kavimden, bir kavime giderler."
Araplar insanlar
arasında uğursuzluğa en düşkün kimselerdi. O bakımdan bir yolculuğa çıkmak
istediklerinde bir kuşu ürkütürlerdi. Bu kuş sağa doğru uçarsa yollarına
koyulur ve bunu uğur kabul ederlerdi, sola doğru uçarsa geri dönerler ve
yolculuğa çıkmayı uğursuzluk kabul ederlerdi. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Siz kuşları yuvalarında bırakınız, oradan rahatsız etmeyiniz."[107]
Nitekim buna dair açıklamalar daha önce el-Maide Sûresi'nde (5/3- âyet, 19.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Dedi ki: Sizin
uğursuzluğunuz" yani başınıza gelen musibetleriniz "Allah
nezdlndedlr. Esasen siz denenen" sınanan "bir kavimsiniz."
Günahlarınız dolayısıyla azaplandınlan bir kavimsiniz, diye de açıklanmıştır.
[108]
48. O
şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, fakat ıslâh etmeyen dokuz kişi vardı.
49. Onlar
kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki; "Ona ve aile halkına
gece baskın yapalım, sonra da velisine: 'Biz aile halkının helak edildikleri
yere bile tanık olmadık. Biz gerçekten doğru söyleyenlerdeniz' diyelim."
Yüce Allah'ın: "O
şehirde" yani Salih (a.s)'ın şehri olan el-Hicr'de "yeryüzünde
bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi Tardı." Onların
soylularının oğullarından dokuz adam vardı. ed-Dahhak dedi ki: Bu dokuz kişi o
şehrin büyükleri idi. Bunlar hem yeryüzünde bozgunculuk çıkartıyor, hem
bozgunculuğu emrediyorlardı. Pek büyükçe bir kayanın yakınında oturmuşlardı,
yüce Allah o kayayı üzerlerine devirdi,
Ata b. Ebi Rebah dedi
ki: Bana ulaştığına göre bunlar dinar ve dirhemlerin kenarlarını kesiyorlardı.
Bu da yeryüzünde fesad çıkartmak kabilinden-dir. Said b. el-Müseyyeb de böyle
demiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre onların bozgunculukları şu idi: Onlar insanların kusurlarını araştırıyor
ve bu kusurlarını yayılmasın diye setretmiyorlardı. Bunun dışında başka şeyler
de söylenmiştir. Âyet-i kerimeden anlaşılması gereken ed-Dahhak ve
diğerlerinin söyledikleridir. Bunlar kavimlerinin en İleri gelenleri,
servetleri en çok ve en varlıklı kimseleri idiler. Ayrıca bunlar hem küfre sapmış,
hem de çokça masiyet işleyen kimselerdi. Onlar genellikle fesad çıkartırlar ve
hiç de düzeltmezlerdi.
Topluluk ismidir.
Sanki bu dokuz kişi, herbirisinin arkasından bir topluluk gelen ileri gelen
kimseler gibi idiler. (Bu bakımdan bu çoğul isimle adlandırılmışlardır). Bunun
çoğulu da; ileşekillerinde gelir. Şair şöyle demiştir:
"Rahtlarmı
(silahlarını) koyup da dinlendikleri, O savaş ne kötüdür!"
Burada sözü edilen
kimseler dişi deveyi kesen Kudar'in arkadaşları idiler. Bunu İbn Atiyye
zikretmiştir.
Derim ki: Bu dokuz
kişinin isimleri hususunda farklı görüşler vardır, el-öaznevi dedi ki: Bunların
isimleri şöyledir: Kudar b. Salif, Misda', Eşlem, Des-mâ, Züheym, Za'mâ, Zuaym,
Kattal ve Saddâk.
İbn İshak dedi ki:
Bunların başı Kudar b, Salif île Misda' b. Mehra' idi, bunların arkasından da
yedi kişi gelirdi ki, bunlar da Bel' b. Meylâ, Duayr b. Ğunm, Züâb b. Mehrec
ile isimleri bilinmeyen dört kişi daha vardı.
ez-Zemahşerî, Vehb b.
Münebbih'den naklen onların isimlerini şöylece zikretmektedir: el-Hüzeyl b.
Abdi Rabb, Gunm b. Gunn, Riyâb b. Mehrec, Misda' b. Mehrec, Umeyr b. Kerdube,
Âsim b. Mahreme, Sübeyt b. Sadaka, Sem'an b. Safî, Kudar b. Salif. Dişi devenin
öldürülmesi için çalışanlar da bunlardı. Bunlar Salih kavminin azgınları
idiler. Bunlar kavmin en soylularının üğullanndandılar.
es-Süheylî dedi ki:
en-Nekkaş yeryüzünde bozgunculuk çıkartıp ıslah etmeyen dokuz kişiyi zikretmiş
ve onların isimlerini tek tek saymıştır. Ancak bunun bir rivayet ile tesbiti
söz konusu değildir. Şu kadar var ki ben bu isimleri içtihad ve tahmine binaen
kaydediyorum. Şu kadar var ki bizler Muham-med b. Habib'in kitabında bulduğumuz
şekilde bu isimleri veriyoruz. Bunlar: Misda' b. Dehr -ki Dehm de denilir-,
Kudar b. Salif, Hureym, Savab, Ri-yab, Dabb, Da'ma, Herma, Duayn b. Umeyr'dir.
Derim ki; el-Maverdî,
İbn Abbas'tan rivayetle onların isimlerini şöylece zikretmektedir: Bunlar
Da'ma, Duayn, Herma, Hureym, Dâbb, Savab, Riyab, Mis-tah ve Kudar idiler. Şam
topraklarında bir yer olan Hicr diyarındaydılar.
"Onlar kendi
aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki; Ona ve aile halkına gece baskın
yapalım." Buradaki "Kendi aralarında...
yemin ederek'in
müstakbel bir fiil olması mümkündür. O zaman bu bir emir olur, yani biri
diğerine yemin ediniz, dedi. Bununla birlikte hal manasında mazi bir fiil de
olabilir. Sanki: Onlar Allah adına kendi aralarında yemin ederek dediler ki...
denilmiş gibi olur. Bu yorumun delili ise Abdullah (b. Mes'ud)'ın şu şekildeki
kıraatidir: "Bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı, onlar
kendi ara-' arında Allah adına yemin ettiler." Onun bu kıraatinde
"dediler ki" lafzı bulunmamaktadır.
"Ona ve aile
halkına gece baskın yapalım, sonra
da
velisine... diyelim" buyrukları genel olarak her ikisinde de
"nûn" (cem-V mütekellim) ile okunmuştur. Ebu Hatim de bunu tercih
etmiştir. Hamza ve el-Kisaî ise her iki fiili "te" ile,
"te" ve "lam" harfini hitab olmak üzere ötreli
okumuşlardır. Yani onlar kendi aralarında böylece birbirlerine hitab ettiler.
Bunu da Ebu Ubeyd tercih etmiştir.
Mücahid ile Humeyd her
iki fiili "ya" ile okumuşlar, "ya" ve "lam" harflerini
de haber vermek üzere ötreli okumuşlardır.[109]
"Velisine"
lafzının anlamı Salih'in kanını taleb etmek velayetine sahip yakınları,
akrabaları demektir.
"Biz aile
halkının helak edildikleri yere bile tanık olmadık." Orada bulunmadık,
onu, aile halkını kimin öldürdüğünü bilmiyoruz.
"Biz
gerçekten" onun öldürülmesi hakkında bilgi sahibi olmadığımız hususunda
"doğru söyleyenleriz."
"Helak edilme
yeri" anlamındaki lafız "mim" harfi üstün değil de ötreli olarak
da; şeklinde okunmuştur ki, bu helak etme, edilme anlamındadır. Yer anlamına
gelmesi de mümkündür. Asım ve es-Sülerm de, helak olmak anlamında
"mim" ile "lam" harfini üstün olarak okumuşlardır. Mesela;
"Vurdu, vurur, vurmak" denilir. el-Mufaddal ile Ebubekİr İse mim
harfini üstün, "lam" harfini de esreli okumuşlardır. O takdirde bu
"oturma yeri" demek olan "meclis" gibi, mekan ismi olur.
Mastar olması da mümkündür. Bu da yüce Allah'ın:Dönüşünüz ancak O'nadır"
(Yunus, 10/4) buyruğunda mastar anlamında olduğu gibi.[110]
50. Onlar
tuzak kurdular. Biz de -onlar farketmeksizin- bir tuzak kurduk.
51.
Tuzaklarının akıbeti nasıl oldu, bîr bak! Çünkü Biz onları da, kavimlerini de
hep birlikte helak ettik.
52. İşte
zulümleri sebebi ile onların bomboş ve harab olmuş evleri... Artık bunda bilen
bir topluluk için bir âyet vardır.
53. İman
edenleri ve sakınmakta olanları da kurtardık.
"Onlar tuzak
kurdular. Biz de -onlar farketmeksizin- bir tuzak kurduk" buyruğunda sözü
edilen onların tuzakları, rivayette nakledildiğine göre devenin
öldürülmesinden sonraki ilk üç günde, Salih (a.s) kendilerine azabın gelmekte
olduğunu haber vermiş idi. Bunlar da geceleyin Salih (a.s)'ın evi-ne gidip onu
ve ona yakın akrabalarını öldürmek üzere ittifak etmiş ve ahidleşmişlerdi.
Kendi aralarında şöyle demişlerdi: Eğer bize yaptığı tehditte yalan söylüyor
ise, biz ona hakeetiği işi yapmış olacağız. Şayet bize doğru söylemiş ise o
zaman da bizden önce onu öldürmüş olacağız ve böylelikle yüreğimize su serpmiş
olacağız. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır.
İbn Abbas da dedi ki:
Yüce Allah o gece melekleri gönderdi. Salih'in evi meleklerle doldu. Bu dokuz
kişi kılıçlarını kınlarından sıyırmış olarak Salih'in evine geldiler. Melekler
onlara attıkları taşlarla onlan öldürdüler. Bu dokuz kişi taşları görüyor ancak
taşlan kimin attığını göremiyorlardı.
Katâde dedi ki: Bunlar
çabucak ve hızlıca Salih'e gitmek üzere yola koyuldular. Elinde bir kaya
parçası bulunan bir melek onlara musallat kılındı ve bu melek onları öldürdü.
es-Süddî dedi ki:
Bunlar bir uçurum kenarında oturmuşlardı. Bu uçurum onların altında yıkılıp
gitti, yüce Allah da onları o uçurumun altında bırakarak helak etti.
Denildiğine göre onlar Salih'in evine yakın bir mağarada saklanmışlardı. Bir
kaya parçası gelip, onların üzerine yıkıldı ve hepsini öldürdü. İşte onların
tuzakları bu idi. Şanı yüce Allah'ın tuzağı ise buna karşılık onları
cezalandırmasıdır.
"Tuzaklarının
akıbeti nasıl oldu, bir bak! Çünkü Biz onları da kavimlerini de hep birlikte
helak ettik." Yani Biz onları kendilerini helak eden çığlıkla helak ettik.
Şöyle denilmiştir: Hepsinin helak edilmesi, Cebrail'in çığlığı ile olmuştu.
Ancak daha kuvvetli görülen, bu dokuz kişinin ayrı bir azab ile helak
edildikleridir. Daha sonra ise diğerleri çığlıkla gelen helak ile helak
oldular.
el-A'meş, el-Hasen,
İbn Ebi İshak, Âsim, Hamza ve el-Kisaî "Çünkü Bİz"in hemzesini üstün
ile okurlardı. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu görüşe göre
"Tuzaklarının
akıbeti..." üzerinde vakıf güzel olmaz, çünkü; "Çünkü Biz onları...
helak ettik" anlamındaki buyruk; "Oldu" lafzının haberidir.
Bununla birlikte "akıbefe tabi kılmak suretiyle, ref mahallinde kabui
etmek de caiz olur. el-Ferrâ'nın görüşüne göre nasb mahallinde, el-Kisaî'nin
görüşüne göre de cer mahallinde kabul etmek mümkündür ki, bu da: "Çünkü
Biz onları... helak ettik" anlamlarında olur.
Ayrıca
bunu;"Nasıl"ın mahallen i'rabına tabi kabul ederek nasb mahallinde
de kabul etmemiz mümkündür. İşte bu görüşlere göre "tuzaklarının"
anlamındaki lafız üzerinde vakıf güzel olmaz.
İbn Kesir, Nafî ve
Ebıı Amr ise; "Şüphesiz Biz onları helak ettik" şeklinde yeni bir
başlangıç olarak hemzeyi esreli okumuşlardır. Bu okuyuşa göre
"tuzakları" anlamındaki kelime üzerinde vakıf güzel olur.
en-Nehhas dedi ki:
"Akıbeti" kelimesini "Oldu" lafzının haberi olarak
nasbetmek caizdir. Bu durumda; "Muhakkak Biz" de ismi oia-rak ref
mahallinde olur. Bununla birlikte akıbeti açıklamak üzere mübteda takdiri ile
ref mahallinde de olabilir. Bu durumda ifadenin takdiri şudur: O akıbet şu ki:
Biz onları helak ettik. Ebu Hatim dedi ki: Ubeyy'in kıraatinde üstün ile
okunacağını doğrular mahiyette; "Bizim onları helak et-memiz(e bak)!"
şeklindedir.
"İşte zulümleri
sebebi İle onların bomboş ve harab olmuş evleri" buy-ruğundaki;
"Bomboş ve harab olmuş" lafzı genel olarak el-Ferrâ ve en-Nehhas'a
göre hal olmak üzere nasb ile okunmuştur. Yani oraları ahalisi boşalmış,
sakinleri bulunmayan harabe haldedir.
el-Kisaî ve Ebu Ubeyde
bunun nasb ile okunması kat' manasınadır takdiri de; "İşte bomboş ve ıpıssız
evleri" şeklindedir. Burada "elif ve "lam"ı kaldırılınca
(yani sıfat yapılmayınca), hal olarak nasbedil-miştir. Yüce Allah'ın: "Din
de daima ve yalnız O'nadır." (en-Nahl, 16/52) buyruğunda olduğu gibi.
İsa b. Ömer, Nasr b.
Âsim ve el-Cahderî ise; "İşte"nin haberi ve; "Evleri" de
"işte"den bedel olmak üzere "bomboş ve harab olmuş"
anlamındaki lafzı ref ile okumuşlardır. "Evleri"nin atf-ı beyan,
"bomboş"un ise "işte"den haber olması da mümkündür. Diğer
taraftan "bomboş" lafzının mahzuf bir mübtedanın haberi olarak ref
ile gelmesi de mümkündür. Yani onlar bomboştur, ya da "evleri"nden
bedel olabilir. Çünkü nekre marifeden bedel yapılabilir.
"Artık bunda
bilen bir topluluk için bir âyet vardır." Salih'e "iman edenleri
ve" Allah'tan korkup azabından çekinen "sakınmakta olanları da kurtardık."
Denildiğine göre
Salih'e yaklaşık dörtbin kişi iman etti. Diğerlerinin ise -Mukatil ve
başkalarının dediklerine göre- bedenlerinde nohut tanesi büyüklüğünde
kabarcıklar oluştu. Birinci gün bu kabarcık kırmızı idi, ertesi gün sarardı,
üçüncü gün karardı. Deveyi ise çarşamba günü öldürmüşlerdi, onlar da pazar günü
helak oldular. Mukatil dedi ki: Bu kabarcıklar patladı, bu esnada da Cebrail
onların üzerine çığlığını kopardı ve hepsi de cansız yere serildiler. Bu da kuşluk
vaktinde olmuştu.
Salih iman edenlerle
beraber Hadramevt'e gitti. Oraya girdiğinde vefat etti. Bundan dolayı buraya
"Hadramevt" adı verildi.
ed-Dahhak dedi ki:
-daha sonra bu dörtbin kişi daha önce Ashab-ı Ress kıssasında açıklandığı
üzere- Hâdûrâ denilen bir şehir inşa ettiler.
[111]
54. Lût'u da
(peygamber gönderdik). Hani o kavmine demişti ki: "Siz bu fuhşu bile bile
mi işlersiniz?"
55. "Siz kadınları bırakıp, şehvetle
erkeklere mi yaklaşırsınız? Doğrusu siz cahillik eden bir kavimsiniz."
56. Kavminin
cevabi: "Lût(u ve) ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik
taslar kimselerdir" demelerinden başka bir şey olmadı.
57. Biz de
onu ve ailesini kurtardık, karısı müstesna. Onun kalanlardan olmasını takdir
etmiştik.
58. Biz
üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Korkutulanların yağmuru ne kötüdür!
"Lût'u da"
yani onu da peygamber gönderdik, yahut Lût'u da an, demektir. "Hani o
kavmine" ki onlar Sedumlulardır, "Demişti kls Siz bu fuhşu" bu
son derece çirkin fiili "bile bile mi İşlersiniz?" Bunun hayasızlık
olduğunu bilerek mi yaparsınız? Bu ise onların günahlarının daha da büyük
olmasını gerektiriyordu. Şöyle de açıklanmıştır: Sizler bu işi yapanlara bakıp
dururken; birbirinizle ilişki mi kurarsınız? Onlar daha bir azgınlık olsun
diye bu işi yaparken örtünmezlerdi. "Siz kadınları bırakıp, şehvetle
erkeklere mi yaklaşırsınız?" Bu işin aşın derecedeki çirkin ve kötülüğü
dolayısıyla tekrar onu söz konusu etmektedir.
"Doğrusu siz
cahillik eden bir kavimsiniz." Ya bunun haram olduğunu bilmiyorsunuz yahutta
bunun cezasını bilmiyorsunuz. el-Halil ile Sibeveyh: "Siz... mi" de
ikinci hemzeyi tahfif ile okumayı tercih etmişlerdir. Ancak bunun bütün okuma
şekillerine göre elif ile yazılması gerekir. Çünkü bu, hemzelerden birisi,
başına istifham hemzesi gelmiş ibtida hemzesidir.
"Kavminin cevabı:
Lût(u ve) ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik taslar
kimselerdir' demelerinden başka bir şey olmadı" buyruğunda kastedilen
"temizlik" onların erkeklere arka yoldan yaklaşmaktan uzak
durmalarıdır. Onlar bu sözleri ile Lût ve ailesi ile alay ediyorlardı. Bu
açıklamayı Mücahid yapmıştır.
Katâde de dedi ki:
Allah'a yemin ederim onlar, hiç de ayıp olmayan bir şey ile kötü amellerden
temizlenmek istemekle ayıplamışlardı.
"Biz de onu ve
ailesini kurtardık, karısı müstesna. Onun kalanlardan olmasını takdir
etmiştik" buyruğundaki; " Onun... takdir etmiştik" buyruğunu
Asım şeddesiz olarak; diye okumuştur ki, mana aynıdır. Nitekim, bir şeyi
takdir ettim, anlamında; da, da denilir.
"Biz üzerlerine
bir yağmur yağdırdık. Korkutulanların" yani korkutulup da bu korkutup
uyarmayı kabul etmeyenlerin "yağmuru ne kötüdür!" Buna dair
açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi (7/84. âyetin tefsiri) ile Hud Sûresi
(11/82. âyetin tefsiri)nde geçmiş bulunmaktadır.
[112]
59. "Allah'a
hamdolsun, seçtiği kullarına da selam olsun" de. "Allah mı
hayırlıdır, yoksa koştukları ortaklar mı?"
60. Göklerle
yeri yaratan ve sizin için gökten bir su indiren mi? Onunla göz alıcı bahçeler
bitirdik. Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz. Allah İle
birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onlar sapan bir topluluktur.
61. Yoksa
yeri barınılabilir halde yaratan, aralarında akar sular var eden, orada sabit
dağlar yaratan ve iki deniz arasında engel kılan mı? Allah ile birlikte bir
ilâh mı var? Hayır, onların çoğu bilmezler.
"Allah'a
hamdolsun seçtiği kullarına da selâm olsun, de." el-Ferra dedi ki: Meâni
âlimleri dediler ki: Lût'a: helak edildikleri için "Allah'a hamdolsun
de" denildi. Ancak bu hususta ilim adamlarından bir topluluk el-Ferrâ'ya
muhalefet ederek şöyle demişlerdir: Bu Peygamberimiz Muhammed (sav)'a bir
hitaptır, yani geçmişteki kâfir ümmetlerin helak edilişi dolayısıyla Allah'a
hamdolsun, de,
en-Nehhas dedi ki: Bu
daha uygundur. Çünkü Kur'ân Muhammed (sav)'a indirilmiştir. Bu Kur'ân'da ne
varsa o da onunla muhatabtır. Bundan sadece ancak başkasına hitab olduğu
takdirde anlannı sahih olabilen buyruklar müstesnadır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir; Ey Muhammed: "Allah'a hamdolsun, seçtiği kullarına da
selam olsun, de." Burada da onun ümmeti kastedilmektedir. el-Kelbî dedi
ki; Allah onların kendisini tanımaları ve kendisine itaat etmeleri suretiyle
onları seçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas ve Süfyan
dedi ki; Bunlar Muhammed (sav)'ın ashabıdırlar.
Şöyle de denilmiştir:
Rasûlullah (sav) yüce Allah'ın vahdaniyetine, herşe-ye kadir olduğuna,
hikmetine dair apaçık belgeleri ortaya koyan bu âyet i kerimeleri okumakla,
buna yüce Allah'a hamd u sena ile peygamberlere ve kulları arasından seçilmiş
olanlara da selam getirmekle başlamakla emrolundu. Ayrıca bu buyruklarda güzel
bir hususun öğretilmesi, güzel bir edebin bildirilmesi, bu iki zikirin
bereketinden, hayrından istifade etmenin teşvik edilmesi, dinleyenlere yapılan
hitablan kabul edip, söylenenlere kulak vermeleri için bu iki hususun
taşıdıkları önemin ortaya çıkarılması, söylenecek sözlerin kulak veren kimsenin
dinlemek istediği sözler seviyesine getirilmesi açısından taşıdıkları önem de
ortaya konulmaktadır.
İşte bu edebi İlim
adamları, hatibler ve vaizler biri diğerinden miras olarak
devralagelmişlerdir. Onlar yüce Allah'a hamd, Rasûlüne de salat ve selamı
faydalı herbir bilginin başında zikrettiler. Herbir vaazın öncesinde ve her-bir
hutbenin başlangıcında bunu dile getirdiler. Mektub yazıcıları da bu hususta
onlara tabi olarak fetihler, tebrik ve kutlamalar ve buna benzer önemli
olaylar dolayısıyla yazdıkları mektublarının başına bunları yazdılar.
"Seçtiği
kullar" risaleti için beğenip
seçtiği kimseler demektir. Bunlar da peygamberlerdir. Hepsine salat ve selam
olsun. Bunun da delili yüce Allah'ın: "Gönderilmişpeygamberlere selâm
olsun." (es-Sâffât, 37/181) buyruğudur.
"Allah mı
hayırlıdır" buyruğunu Ebu Hatim; şeklinde iki hemze ile okumayı caiz kabul
etmektedir. en-Nehhas der ki: Bu hususta ona tabi olan kimse olduğunu
bilmiyoruz. Çünkü buradaki medin geliş sebebi, istifham ile haber arasındaki
farkı ortaya koymaktır. Buradaki elif tevkif elifi diye bilinir.
"Hayırlıdır" da burada, "daha faziletlidir" anlamında değildir.
Bu şairin şu beyitinde kullandığı manadadır.
"Onu hicvetmek
haddine mi düştü, sen ona denk olmadığın halde, İkinizin kötü olanı kimse,
hayırlı olanınıza feda olsun."
Yani sizin ikinizden
şerli olan kimse, hayırlı olan kimseye feda olsun. Burada "Filan kişi,
filandan daha şerlidir" sözündeki anlamda olması caiz olamaz, bu ifadeye
göre her ikisinde de şer vardır, demektir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Anlam şudur; Hayır bunda mıdır? Yoksa sizin ibadette ortak
koştuğunuzda mıdır? Sibeveyh de; "Sen mutluluğu mu daha çok seversin,
yoksa bedbahtlığı mı?" şeklinde bir ifadenin, -muhatabın-mutluluğu daha
çok sevdiğini bilmekle birlikte- kullanıldığını da nakletmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Burada "hayırlıdır" ifadesi asıl kipi olan tafdil anlamındadır. Yani
Allah mı hayırlıdır? Yoksa sizin ortak koştuklarınız mı? Bu da şu demektir;
Onun sevabı mı hayırlıdır? Yoksa ortak koşmanızın cezası mı hayırlıdır? Şöyle
de açıklanmıştır: Onlara bunu söylemesinin sebebi kendilerinin putlara ibadet
edişlerinde bir hayır bulunduğuna inanmış olmalarıdır. Yüce Allah, böylelikle
onların inançlarını doğru farz ederek onlara hi-tab etmiştir.
Buradaki ifadenin
soru, manasının da haber vermek anlamında olduğu da söylenmiştir.
Ebu Amr, Âsim ve
Ya'kub; "Ortak koştukları" şeklinde haber olarak "ya" ile
okumuşlardır. Diğerleri ise muhatab kipi olarak "te" ile
("koştuklarınız" anlamında) okumuşlardır. Ebu Ubeyd'le Ebu Hatîm'in
tercih ettiği budur. Peygamber (sav) bu âyeti okuyunca: "Hayır, Allah en
hayırlıdır, bakidir, en yücedir ve en kerim olandır" derdi.
"Göklerle yeri
yaratan... mı?" Ebu Hatim dedi ki: İfadenin takdiri şöyledir: Sizin
ilahlarınız mı hayırlıdır? Yoksa göklerle yeri yaracan mı? Bu da az ünce
geçmiş bulunmaktadır. Bu da; onları yaratmaya kadir otan anlamındadır. Anlamın
şöyle olduğu da söylenmiştin Tapındığınız putlara ibadet mi hayırlıdır? Yoksa
gökleri ve yeri yaratana ibadet mi? Bu da mana itibariyle az öncekinin kapsamı
İçerisindedir. Böyle bir soruda onları azarlama manası ile yüce Allah'ın
kudretine, ilâhlarının da acizliklerine dikkat çekme anlamı vardır.
"Onunla göz alıcı
bahçeler bitirdik." Burada "bahçe; el-hadika" etrafı duvar ile
çevrilmiş olana denilir, "Göz alıcı" görünüşü güzel anlamındadır.
el-Ferrâ dedi ki:
Hadika, duvar ile etrafı çevrilmiş ve başkalarına karşı korunmuş bahçe
demektir. Eğer etrafında duvar yoksa ona bustan denilir, buna hadika adı
verilmez. Kata de ve İkrime dedi ki; "Bahçeler" göz alıcı hur ma
ağaçlarıdır. Göz alıcı ise süs ve güzel demektir. Onu görenin gözlerini kamaştırır.
"Onların
ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz." Bu buyruktaki: nefy
içindir. Bu, siz böyle bir işi yapamazsınız, buna imkanınız yoktur, demektir.
Yani insanların bunun ağaçlarını bitirebilme imkanları, güç ve kudretleri
yoktur. Zira insanlar da tıpkı o ağaçlar gibi acizdirler. Zira ağaçların bitirilmesi
bir şeyin yokluktan varlığa çıkartılması demektir.
[113]
Derim ki: Bu buyruktan
İster canlı olsun, ister olmasın herhangi bir şeyin suretini yapmanın
yasaklığına delil gösterilebilir. Bu da Mücahid'in görüşüdür. Bunu da Peygamber
(sav)'ın şu buyruğu desteklemektedir: "Aziz ve ce-lil olan Allah buyurdu
ki: Benim yarattığım gibi yaratmaya kalkışan kimseden daha zalim kim olabilir?
Haydi bir zerre yahut bir tane ya da bir arpa ya-ratsınİar."[114]
Bunu Müslim, Sahih'inde, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir. Ebu Hureyre dedi ki:
Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledimr Aziz ve celü olan Allah
buyurdu ki deyip, hadisi zikretti.
Görüldüğü gibi burada
yüce Allah'ın yaratmış olduğu yaratıklardan herhangi bir şeyi tasvire kalkışıp
yüce Allah'ın tek başına yaratıp tek başına var ettiği mahlukatı ona benzetmeye
kalkışan kimselerin hepsini genel olarak yermiş, tehdit etmiş ve yaptıkları
işin çirkin olduğunu ifade etmiştir. Bu da açıkça anlaşılan bir husustur.
Bununla birlikte
cumhurun kanaatine göre cansız varlıkların suretlerinin yapılması ve bu yolla
para kazanılması caizdir.
İbn Abbas suret yapmak
isteyen ve bu maksatla soru soran kimseye şöyle demiştir: Eğer bu işi mutlaka
yapacak isen, ağaçların ve canı olmayan varlıkların suretini yap. Bunu da
Müslim rivayet etmiştir.[115]
Bu işin yasakl ığı
ise, belirtmiş olduğumuz husus dolayısıyla -Allahualem-daha uygundur, İleride
buna dair daha etraflı açıklamalar yüce Allah'ın izni ile Sebe' Sûresi'nde
(34/13. âyet, 2. başlık ve devamında) gelecektir.
Daha sonra yüce Allah
azarlayıcı bir üslûpla: "Allah İle birlikte bir ilah mı var?" Yüce
Allah ile birlikte bu hususta ona yardımcı olacak bir mabud mu var?
"Hayır, onlar
sapan bir kavimdirler." Yani onlar Allah'a başkalarını eş tutan kimselerdir.
Burada; 'in; (mealde olduğu gibi) "haktan ve doğru yoldan sapan
kimseler" yani inkar edip kâfir olan kimseler" anlamında olduğu da
söylenmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
"İlah" buyruğu "ile birlikte" dolayısıyla mer-fudur. Bunun
da takdiri "Vay sizin halinize! Allah ile birlikte bir ilah mı var?"
şeklindedir. "Allah île birlikte..." buyruğu üzerinde vakıf yapmak
güzeldir.
"Yoksa yeri
barınılabilir" karar kılınan "halde yaratan, aralarında" ya ni
yerin ortasında "akar sular var eden" bu da yüce Allah'ın: "Bunların
arasında da bir ırmak akıtmıştık" (el-Kehf, 18/33) buyruğunu
andırmaktadır.
"Orada sabit
dağlar yaratan" yani orayı tutan ve (gereksiz) hareketlenmeden engelleyen
dağlar var eden "ve İki deniz arasında engel kılan mı?"
Acı su, tatlı suya
karışmasın diye kudretinin bir tecellisi olarak bir engel var eden mi? İbn
Abbas dedi ki: Kendi kudretinden bir sultan var eden mi? demektir. Ne bu
öbürünü değiştirir, ne öbürü berikini değiştirir.
"Haciz:
Engel"in masdarı olan "hacz" alıkoymak, engellemek demektir.
"Allah ile birlikte bir ilâh mı var?" Yani bütün bunları O'ndan
başkasının yapmaya muktedir olmadığı sabit olduğuna göre niçin fayda da
veremeyen, zarar da veremeyen varlıklara ibadet ediyorlar?
"Hayır, onların
çoğu bilmezler." Yani sanki onlar Allah'ı bilmiyor gibidirler. Onlar yüce
Allah'ın hakkında inanılması gereken vahdaniyetini bilmemektedirler.
[116]
62. Yoksa
bunalmış olana kendisine dua ettiğinde duasını kabul edip, o kötülüğü gideren
ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah ile birlikte İlâh mı vardır? Ne
kadar az düşünüyorsunuz?
63. Yoksa
kara ve denizin karanlıklarında size yol gösteren ve rahmetinin önünde müjde
olarak rüzgârları gönderen mi? Allah İle birlikte bir ilah mı var? Allah,
koştukları ortaklardan çok yücedir.
64. Yoksa ilkin
yaratan, sonra da onu tekrar var edecek olan, gökten ve yerden size rızık
veren mi? Allah ile birlikte başka bir İlâh mı varmış? De ki: Eğer doğru
söyleyenler iseniz, haydi delilinizi getirin.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[117]
Yüce Allah'ın:
"Yoksa bunalmış olana kendisine dua ettiğinde, duasını kabul
edip..." buyruğunda geçen "el-muztarr; bunalmış olan" kimse İbn
Abbas'ın dediğine göre zaruret sahibi, çaresizlik içerisinde kalmış ve bunalmış
kimse demektir. es-Süddî de: Hiçbir güç ve takati olmayan kimse demektir.
Zünnun da: Allah'ın dışındaki herkesden bütün ilişkileri koparmış olan
kimsedir, diye açıklamıştır.
Ebu Ca'fef ile Ebu
Osman en-Nisaburî: Bu müflis (iflas etmiş) kimsedir. Sehl b. Abdullah da: Yüce
Allah'a dua etmek üzere ellerini kaldırıp da daha önceden yapmış olduğu itaat
türünden herhangi bir ameli bulunmayan kimse demektir. Bir adam Malik b.
Dinar'a gelip şöyle dedi: Allah adına ben senden bana dua etmeni istiyorum.
Çünkü ben bunalmış (muztar) bir kimseyim. O da şöyle dedi: O halde sen O'na dua
et. Çünkü O, kendisine dua ettiği vakit muztar (bunalmış) olanın duasını kabul
eder. Şair şöyle demektedir;
"İş benim için
çokça daralmışken Allah'a dua ederim, Fazla vakit geçmeden bu bunalmışlığım
açılır, Nice kardeş vardır ki, karşısında çıkış yolları tıkanmıştır, Fakat
Allah'a dua edince, o yollar için çıkış bulmuştur."
[118]
Ebu Dâvûd
et-Tayâlisî'nin, Müsned'inde Ebu Bekre'den şöyle dediği kaydedilmektedir:
Rasûlullah (sav) bunalmış (muztar) kimsenin duası hakkında şöyle buyurmuştur:
Allah'ım ben Senin
rahmetini ümit ederim. Bunun için bir göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi
beni bana bırakma! Benim için bütün işlerimi Sen düzelt. Senden başka hiçbir
ilah yoktur."[119]
Yüce Allah kendisine
dua etmesi halinde bunalmış olanın duasını kabul edeceğini taahhüt etmekte ve
bu hususta kendi zatı hakkında böylece haber vermektedir. Çünkü zorunlu olarak
O'na sığınmak, İhlasın bir neticesidir. Kalbin O'ndan başka herkesten ilişkiyi
koparmasının bir belirtisidir. Yüce Allah'ın nezdinde ise İhlasın önemli bir
yeri ve bir mükafatı vardır. Bu ister mü'mi-nin ortaya koyduğu bir tavır olsun,
ister kâfirin, ister itaatkar bunu yapsın, ister günahkar. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "... Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz zaman, onlar
da içindekileri güzel bir rüzgar ile götürüp kendileri de bununla sevindikleri
sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelip çatar. Her taraftan da şiddetli
dalgalar onlara hücum etmeye başlayıp kendilerinin çepeçevre kuşatıldıklarını
sandıkları bir sırada dinlerini yalnızca Allah'a hâlis kılanlar olarak O'na
şöyle dua ederler: Andolsun ki, eğer bizi kurtarırsan, muhakkak şükredenlerden
oluruz." (Yunus, 10/22); "Onları karaya kurtarınca da bakarsın ki
onlar ortak koşarlar." (el-Anke-but, 29/35) Yüce Allah onların
çaresizlikten bunaldıkları bir sırada ihlas ile dua ettikleri vakit dualarını
kabul etti. Bununla beraber onların tekrar şirk ve küfürlerine geri
döneceklerini de biliyordu. Yüce Allah: "Gemiye bindiklerinde dini yalnız
Allah'a hâlis kılanlar olarak O'na yalvarırlar" (el-Anke-but, 29/65) diye
buyurmaktadır. Buna göre o çaresiz kalıp, bunalmış olanın duasını çaresizliği
ve ihlası dolayısı ile kabul eder.
Hadiste de şöyle
buyurulmaktadır: "Üç dua vardır ki, kabul olunur; bunda hiçbir şüphe
yoktur: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evladına duası."[120]
Bunu eş-Şihab sahibi zikretmiş olup, sahih bir hadistir. Müslim'in, Sahih'inde
de Peygamber (sav)'dan nakledildiğine göre o Muaz (b. Cebel)'e kendisini
Yemen'e gönderdiğinde şöyle demiştir: "Bir de mazlumun bedduasından sakın.
Çünkü onun duası ile Allah arasında hiçbir perde yok tur.'l[121]
Yine eş-Şihab adlı
eserde şöyle denmektedir: "Mazlumun duasından çekinin. Çünkü o bulutlar
üzerinde taşınır da şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle buyurur: İzzetim ve
celalim hakkı için bir süre sonra dahi olsa mutlaka sana yardım edeceğim.
"[122] Bu da sahih bir
hadistir,
el-Âcurrî de Ebu Zerr
yoluyla gelen hadiste Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu kaydetmektedir:
"Şüphesiz ben o duayt geri çevirmem, isterse bir
kâfirin ağzından çıkmış olsun. "[123]
O çaresizliği
dolayısıyla, ihlâsının öneminden ötürü ve kereminin bir gereği olarak ma2İumun
duasını kabul eder, Böylelikle onun ihlâsına karşılık verir, isterse kâfir
olsun. Aynı şekilde din bakımından günahkâr bir kimse' dahî olsa böyledir.
Demek ki, günahkârın günahı, kâfirin küfrü, O'nun mutlak egemenliğinin
hükümdarlığını herhangi bir şekilde eksiltmez ve gevşetmez. Dolayısı île
bunalmış olan kimse hakkında vermiş olduğu hüküm, onun duasını kabul etmesine
de engel değildir. Mazlumun duasının kabul edilmesini de şanı yüce Allah'ın ona
zulmedeni kahretmek yahut ona kısas uygulamak ya da onu kahredecek bir başka
zalimi musallat etmek suretiyle, yüce Allah'ın dilediği herhangi bir şekilde
ona zulmedene karşı yardımcı olması ile açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "İşte Biz zalimlerin kimini kimine böylece musallat
ederiz." (el-En'am, 6/129) Hz. Peygamber'in hadisinde mazlumun duasının
çabucak kabul edileceğini, "bulutlar üzerinde taşınır" ifadesi ile
pekiştirmektedir. Bunun da anlamı -Al-lahualem- şöyledir: Yüce Allah mazlumun
duasını karşılamak ve bunu bulutların üzerinde taşımak üzere melekleri
görevlendirmiştir. Onlar da bu duayı alıp semaya yükseltirler. Sema İse duanın
kıblesidir. Buna sebeb ise meleklerin tümünün görmesidir. îşte böylece mazluma
yardımı da tahakkuk eder, melekler de mazlumun duasının kabul edilmesi için
-ona merhametleri dolayısıyla- şefaat ederler.
Bu ifadeler genel
olarak zulümden sakındırmaktadır. Çünkü zulüm Allah'ın gazabını gerektirdiği
gibi, Allah'a bir İsyan, O'nun emrine muhalefettir. Yüce Allah peygamberinin
ifadeleriyle Müslim'in Sahik'inde ve diğerlerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey kullarım, şüphesiz ki Ben zulmü kendime haram kıldım. Ben onu kendi
aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz... "[124]
O halde mazlum kimse
"bunalmış (çaresiz kalmış)" bir kimsedir. Yolcunun hali de buna
yakındır, çünkü yolculukta bulunan bir kimse ailesinden, vatanından uzaktadır.
Yanında dost ve samimi arkadaş yoktur, kalbi mutluluk verecek hiçbir şey
dolayısıyla huzur bulmaz, garibliği dolayısıyla da yardımcısı olmaz.
Dolayısıyla onun da yüce Mevlaya kesin muhtaç oluşu ortadadır. Bundan dolayı
yüce Allah'a sığınmasında ihlâs bulunur. Kendisine dua ettiği vakit bunalmışın
duasını kabul eden de yüce Allah'tır. Aynı şekilde babanın evladına duası
(bedduası) da böyledir. Babanın evladına olan düşkünlük ve şefkati bilinen bir
husustur. E^ iadına beddua etmesi ancak ona karşı hiçbir şey yapamayacağı,
gerçekten bunaldığı, evladının kendisine iyi davranmaktan ümidini kestiği,
bununla beraber evladının kendisine eziyet ettiği bir zamanda mümkün olur.
İşte o vakit de Cenab-ı Hak onun yaptığı bedduayı çabucak kabul eder.
"O kötülüğü"
yani zarureti çaresizlik ve bunalmışlığı el-Kelbî'nin ifadesine göre zulmü
"gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri* yani sakinleri "yapan
mı?" Çünkü bir kavmi helak ederken, başka kavimleri vareder.
"Ki-tabu.'n-Nekkd.ş"d2i da şöyle denilmektedir: Yani sizin
evlatlarınızı, sizin halefiniz kılar. el-Kelbî dedi ki: Kâfirlere halef kılar
ve sizi onların topraklarına yerleştirir. Onların küfürlerinden sonra da
mü'minler Allah'a itaat etmeye başlar.
"Allah İle
birlikte ilâh mı vardır?" Bu da azarlamak üslubu ile söylenmiştir. Sanki,
yazıklar olsun size, Allah'la beraber bir ilah mı olur? demiş gibidir. Buna
göre "ilah" lafzı: "İle birlikte "ile merfudur. Bununla birlikte;
"Allah ile birlikte bunları yapan bir başka ilah mı var ki ona ibadet
edesiniz?" takdiri ile merfu olması da mümkündür. Burada vakıf
"Allah ile birlikte" buyruğu üzerinde yapılırsa, güzel bir vakıf
olur.
"Ne kadar az
düşünüyorsunuz?" Ebu Amr, Hişam ve Ya'kub haber olmak üzere "ya"
ile; "Düşünüyorlar?" şeklinde okumuşlardır. Yüce Allah'ın:
"Hayır, onların çoğu bilmezler" buyruğu ile "Allah koştukları
ortaklardan
çok yücedir"
buyruklarında olduğu gibi. Hem bu âyetten önce, hem de bu âyetten sonra haber olarak
(fiilleri "ya" ile) zikretmiştir. Ebu Hatim de bunu tercih etmiştir,
diğerleri ise yüce Allah'ın: "Ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan
mı?" buyruğu dolayısıyla hitab olmak üzere "te" ile (ne kadar az
düşünüyorsunuz! anlamında) okumuşlardır.
"Yoksa" gece
ve gündüz kendilerine doğru yol aldığınız ülkelere yolculuk yaptığınız sırada
"kara ve denizin karanlıklarında size" gideceğiniz
yo-lu"gösteren..." Şöyle de denilmiştir: O herhangi bir alâmeti
bulunmayan kara geçitlerini yaratmıştır. Deniz dalgaları ise tıpkı
karanlıkları andırmaktadır. Çünkü oralarda kendileri vasıtası ile yolun
bulunabileceği herhangi bir alâmet yoktur.
"Ve rahmetinin
önünde müjde olarak rüzgarları gönderen nü?" Burada te'vil bilginlerinin
ittifakı ile yağmurdan önce demektir.
"Allah ile
birlikte" bunları yapan ve bu hususta ona yardımcı olan. "bir İlâh mı
var?"
"Allah"
kendisine "koştukları ortaklardan çok yücedir."
"Yoksa ilkin
yaratan, sonra onu tekrar var edecek olan..." Onlar yüce Allah'ın yaratıcı
ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlardı. Böylelikle onları öldükten sonra
dirilişi kabul etmek zorunda bırakmaktadır. Yani O, ilkin yaratmaya kadir
olduğuna göre -zorunlu- olarak tekrar yaratmaya da kadirdir ve bu O'nun için
daha bir kolaydır.
"Allah ile
birlikte" yaratan, rızık veren, ilkin var eden ve tekrar yaratacak olan
"başka bir ilâh mı varmış? De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi
delilinizi" yüce Allah'ın ortağı olduğuna dair delilinizi yahutta
Allah'tan başka bu görülen varlıklardan herhangi birisini yaratmış bir kimsenin
bulunduğuna dair delilinizi "getirin."
[125]
65. De ki:
"Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Onlar ne vakit
diriltileceklerini de bilmezler."
66. Halbuki
âhirete dair bilgileri ardarda (kendilerine) ulaştırılmıştır. Onlar ise bundan
yana şüphe içindedirler. Bilakis onlar, ona karşı kördürler.
"De ki: Göklerde
ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez" buyruğu ile ilgili olarak
kimi ilim adamı şöyle demiştir: O gaybını yaratıklarından gizlemiştir.
Kullarından herhangi bir kimse yüce Allah'ın imtihanından yana emin olmaması
için, hiç kimse O'nun gaybına muttali olamaz.
Denildiğine göre
âyet-i kerime, Peygamber (sav)'a müşriklerin kıyametin kopmasına dair soru
sormaları üzerine nazil olmuştur.
Buradaki
"Kimse" lafzı ref mahallindedir. Yani: De ki: Allah'tan başka hiçbir
kimse gaybı bilemez. Burada; "Kimse" lafzı 'den bedeldir. Bu
açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır.
el-Ferra da şöyle
demiştir: "Başka" anlamındaki istisna edatından sonra (müstesnanın)
merfu gelmesi, bu edattan önceki ifalerin cahd (inkâr, red) olmasından
dolayıdır. Bu da bir kimsenin: "Babandan başka kimse gitmedi"
demesine benzer, mana birdir. ez-Zeccac dedi ki:
Bunu nasb ile
okuyanlar da istisna olmak üzere nasbetmişlerdir. Yani ifadede bir istisna
vardır. en-Nehhas dedi ki: ben onun bu âyet-i kerimeyi bîr müneccimin (yıldız
falcısının) söylediklerini doğru kabul eden kimseye karşı delil gösterirken
dinledim ve bu arada: Böyle bir kimsenin bu âyet-i kerimeyi İnkar etmiş
olacağından korkarım, demişti.
Derim ki; Bu husus,
yeterli açıklamalarla beraber daha önceden et-En'âm Sûresi'nde (6/59- âyet, 2.
başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Âişe (r.nha) dedi ki: Kim
Muhammed'in yarın ne olacağını bildiğini iddia ediyor ise hiç şüphesiz yüce
Allah'a karşı büyük bîr iftirada bulunmuş olur. Çünkü yüce Allah: "De ki;
Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." diye buyurmaktadır.
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir[126]
Rivayete göre
Haccac'ın huzuruna müneccim bir şahıs girmiş, Haccac onu tutuklamış. Sonra
eline saydığı bir kaç çakıl taşı almış, sonra da: Elimde kaç tane çakıl taşı
var diye sormuş. Müneccim hesap yaptıktan sonra şu kadar deyip, isabet
ettirmiş. Bir daha onu bir yerde tuttuktan sonra bu sefer saymak-sızın bir kaç
çakıl taşı almış ve elimde kaç tane çakıl taşı var demiş. Müneccim yine hesap
etmiş fakat bu sefer yanılmış. Tekrar hesab etmiş, tekrar yanılmış, sonra
şöyle demiş: Ey emir, zannederim sen de bunların kaç tane olduklarını
bilmiyorsun. Haccac, hayır bilmiyorum deyince, müneccim: O zaman ben isabet
ettiremem demiş. Peki aradaki fark nedir? diye sorunca şu cevabı vermiş:
Birincisinin kaç tane olduklarını sen saydın. Dolayısıyla bunlar gaybın
sınırları dışına çıkmış oldu. Şimdikileri ise saymadın, o bakımdan bunlar bir
gaybdır ve: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez."
Bu husus daha önceden Al-t İmran Sûresi'nde (3/7. âyet, 8. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.
"Halbuki âhirete
dair bilgileri ardarda (kendilerine) ulaştırılmıştır." Aralarında Asnn,
Şeybe, Nâfi, Yahya b. Vessâb, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaînİn de bulunduğu çoğu
kimse "Ardarda ulaştırılmıştır" anlamı verilen lafzı; diye
okumuşlardır.[127] Buna karşılık Ebu
Ca'fer, İbn Kesir, Ebu Amr ve Humeyd ise "idrâk: yetişmek,
ulaşmak"dan gelen bir fiil olarak; "Ulaştı, geldi" diye
okumuşlardır. Ata b. Yesar ile kardeşi Süleyman b. Yesar ve el-A'meş ise
hemzesiz ve şeddeli olarak; diye okumuşlardır. İbn Mu-haysın ise istifham olmak
üzere; diye okumuştur. İbn Abbas "ya" ile birlikte; "Evet"
diye ve; şeklinde kat' hemzesi ile "dal" harfi şeddeli ve ondan
sonra da bîr "elif" ile okumuştur.
en-Nehhas dedi ki:
Bunun isnadı sahih bir isnaddır. Rivayet Şu'be yoluyla gelmekte olup, onu İbn
Abbas'a merfu olarak rivayet etmektedir. Harun el-Karf de Ubeyy'in kıraatinin;
şeklinde olduğunu iddia etmiştir, es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre ise Ubeyy'in
kıraatinde; şeklindedir. Araplar eğer sözün başında istifham var ise; ile 'i
birbirlerinin yerine kullanmaktadır. Şairin şu beyi tinde olduğu gibi:
"Allah'a yemin
ederim kî bilemiyorum, Selma mı (renk renk boyanmakla)
gulyabani'ye benzedi, Yokaa hepsi mi benim
sevgilimdir. "[128]
Burada görüldüğü gibi
edatı anlamında kullanılmıştır. en-Neh-has dedi ki: Birinci ve sonuncu
kıraatlerin anlamı birdir. Çünkü ın aslı şeklindedir. Burada "dal"
harfi "te"ye idgam edilmiş ve vasi elifi getirilmiştir. Bunun ne
anlama geldiği hususunda da iki görüş vardır. Birincisine göre anlam şöyledir
Onların âhirete dair bilgileri mükemmellik derecesine ulaşmıştır. Çünkü onlara
vaadolunan herbir şeyi gözleriyle görmüş bulunuyorlar, böylelikle onların ilmi
mükemmellik derecesindedir.
Diğer görüşe göre
anlam şöyledir: Onların âhirete dair bilgileri arka arkaya gelmiştir. Onlar
olacak da dediler, olmayacak da dediler.
İkinci kıraatin anlamı
hususunda da yine iki görüş vardır. Birincisine göre anlam, onların âhiret
hakkındaki bilgileri kemale ermiştir, bu da birincisi gibidir. Mücahid dedi
ki: Yani onların âhiret hakkındaki İlimleri idrâk edilecektir. Onlar âhireti
bilmenin kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda, âhireti gözleriyle
görecekleri vakit o bilgiyi de bilmiş olacaklardır. Bunun onlara fayda
vermeyiş sebebi İse, dünyada iken yalanlayıcılardan olmalarıdır. İkinci görüşe
göre de anlam inkar manasınadır. Bu da Ebu İshak'ın görüşüdür. O bu görüşün
doğruluğuna bundan sonra: "Bilakis onlar ona karşı kördürler"
buyruğunu delil göstermektedir. Yani onların bilgileri âhireti bilecek noktaya
erişmemiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onların âhiret hakkındaki bilgileri sapmıştır ve şaşmıştır.
Onların bu hususta herhangi bir bilgileri yoktur.
Üçüncü kıraat ise;
şeklindedir ki bu da; 'in (yani birinci kıraatini anlamı İle aynıdır. Çünkü
kipi ile kipi aynı anlamda gelebilir. Bundan dolayı, ifadesi, anlamında
kullanıldığı takdirde, sahih bir kullanış olarak kabul edilmiştir.
Dördüncü kıraate
gelince, bunun anlamı ile ilgili olarak sadece bir görüş vardır. Bunda da inkâr
anlamı söz konusudur. Bit kimsenin: Seninle ben mi çarpıştım (çarpışmadım
anlamında) demesine benzer. Bu durumda anlam: Onlar bu bilgiyi elde
edememişlerdir, olur. İbn Abbas'ın kıraatinin anlamı da buna racidir. İbn
Abbas dedi ki: "Hayır, onların âhiret hakkındaki bilgileri
erişmemiştir" yani onların bilgileri bu noktaya ulaşmamıştır.
el-Ferrâ dedi ki: Bu
güzel bir açıklamadır. Sanki o bu açıklamasını öldükten sonra dirilişi
yalanlayanlar ile bir çeşit alay diye yorumlamış gibidir. Mesela senin
yalanladığın bir kimseye: Hayır, yemin olsun ki sen selefe ulaşmış
bulunuyorsun ve sen benim rivayet etmediğim şeyleri rivayet ediyorsun. Bu sözlerden
maksat ise muhatabı yalanlamaktır.
Yedinci bir kıraat;
"lam" harfi üstün olarak; şeklindeki kıraattir. Burada
"lam" harfinin üstün okunması, üstünün hafifliğinden ötürüdür. Buna
benzer bir kıraat şekli Kutrub'dan "Geceleyin kalk" (el-Müzzem-mil,
73/2) buyruğunda nakledilmiştir. Burada (esre yerine) üstün okumuştur. Aynı
şekilde; "Elbiseyi sat" ve benzeri kullanımlarda böyledir.
ez-Zgmahşerî
(el-Keşşaf)'da. şunu nakletmektedir: Bu buyruk ikHıemze ile; diye de
okunmuştur. İki hemze arasında bir elif ile; diye okunmuştur, şeklinde,
şeklinde ve; şeklinde de okumuştur. Böylelikle oniki kıraat şekli ortaya
çıkmaktadır. Zemahşerî daha sonra bu kıraat şekillerini izah etmeye koyulur ve
şöyle der: Eğer kıraatinin istifham anlamı ile okunması nasıl açıklanır diye
soracak olursan derim ki: Bu, onların bilgilerinin bu noktaya ulaştığını inkâr
etmek anlamında bir istifhamdır. Aynı şekilde; ile diye okuyanların kıraati de
böyledir. Çünkü burada; ile soru hemzesi anlamındadır. şeklinde istifham ile
okuyanların kıraatine gelince, bunun da anlamı şudur: Evet, onlar ne zaman
diriltiieceklerinin farkındadırlar. Daha sonra onların kıyametin ne zaman
kopacağına dair bilgi sahibi olmadıklarını belirtmektedir. Onların kopacağına
dair bilgilerinin olmadığını belirttiğine göre; ne zaman gerçekleşeceğine dair
herhangi bir bilgileri veya şuurla n (farkına varmaları) da gerçekleşmez.
Çünkü olacak bir şeyin vaktine dair bilgi, olacak şeyin oluşu ile ilgili
bilgiye tabidir.
"Âhirete
dair" âhiret ile İlgili ve âhiretin anlamı ile İlgili demektir.
"Bilakis
onlar" dünya hayatında "ona karşı" kalpleriyle
"kördürler."
Kördürler"in
tekili dır. Tekilinin olduğu da söylenmiştir. Aslı ise; olup, iki sakinin arka
arkaya gelmesi dolayısıyla "ya" hazfedilmiştir. Harekenin ağırlığı
dolayısıyla da harekelenmesi caiz değildir.
[129]
67. Kâfirler
dediler ki: "Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten tekrar
çıkartılır mıyız?"
68.
"Andolsun ki bundan önce biz de, atalarımız da bununla tehdit olunmuştuk.
Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir."
"Kâfirler"
Mekke müşrikleri "dediler ki: Biz ve babalarımız... gerçekten
tekrar çıkartılır mıyız?" anlamındaki buyruğunu
Nafî' burada ve el-Ankebût Sûresi'nde (29/29. âyette) böyle[130]
okumaktadır. Ebu Amr (mealdeki gibi) iki istifham (soru) ile okumuştur. Ancak
o hemzeyi hafif okumuştur. Âsim ve Hamza da istifham ite ve iki hemzeyi de tahkik
ile okumuşlardır. Sözünü ettiğimiz bütün bu hususlar her iki sûrede de aynı
şekildedir. el-Kisaî, İbn Âmir, Ruveys ve Ya'kub şeklinde iki hemze ile;
"Gerçekten biz" lafzını da bu sûrede haber olmak üzere iki
"nun" ile okumuşlardır.[131]
el-Ankebut Sûresi'nde ise iki istifham ile okumuşlardır.
Ebu Cafer en-Nehhâs
dedi ki: Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra gerçekten çıkartılır
mıyız?" şeklindeki kıraat hatta uygundur ve güzel bir kıraattir. Ancak bu
hususta Ebu Hatim ona itiraz eder ve şu anlamdaki sözleriyle bu itirazını dile
getirir: istifham değildir. ise bir istifhamdır. Ayrıca bunda bir de
"Gerçekten" edatı da vardır. Peki istifhamdan sonra gelen bu edat
kendisinden önceki ifadelerde nasıl amel edebilir? Aynı şekilde bu edattan
sonraki ifadeler de ondan öncekilerde nasıl amel edebilir? ve -muhakkak Zeyd
yarın gidecek anlamında: nasıl denilebilir? Eğer bunda istifham da varsa, böyle
bir kullanımın doğru olma ihtimali daha da uzak olur. Evet, bu hususa dair
soru sorulacak olursa belirttiği hususlar dolayısıyla cevaplandırılması zordur.
Ebu Cafer (en-Nehhas)
dedi ki: Ben Muhammed b. el-Velid'i şöyle derken dinledim: Biz Ebu'l-Abbas'a Kur'ân-ı
Kerim'den zor ve içinden kolay kolay çıkılamayan bir ayete dair soru sorduk. O
da yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Kâfirler dediler ki: 'Siz çürüyüp,
paramparça olduktan sonra muhakkak ye niden yaratılırsınız diye size haber
veren bir adamı gösterelim mi size?" (Se-be', 34/7) Dedi ki: "Şayet:
(mealde:) sonra edatında: "Size haber veren" buyruğunun amel ettiği
kabul edilirse bu imkansızdır. Çünkü o, o vakit onlara bu haberi vermeyecektir.
Eğer bunda: "Muhakkak"dan sonrasının amel ettiği kabul edilirse, o
zaman anlam doğru olur, ancak Arapça kaideleri açısından bu edatın öncesinde
gelen İfadelerin, sonrasında gelenlerde amel etmesi bir hatadır. Bu (cevabı)
açık bir sorudur ve ben bu cevabın âyetin bulunduğu sûrede zikredilmesini uygun
gördüm.
Ebu Ubeyd İse Nâfî'in
kıraatine meylederek iki istifhamın bir arada bulun sini reddederek yüce
Allah'ın: "Eğer o ölüımasını reddederek yüce Allah'ın: "Eğer o ölür
veya öldürülürse, ökçelerinizin üstünde geriye mi döneceksiniz?" (Al-i
İm-ran, 3/144) buyruğu ile; "Sen ölürsen eğer, onlar ebedi mi
kalacaklar?" (el-Enbiya, 21/34) buyruklarını delil göstermiştir. Ebu Amr,
Âsim, Hamza, Talha ve el-A'rec'e verilen bu cevap hiçbir şeyi
gerektirmemektedir (itiraz olarak bir değeri yoktur.) Onun getirdiği örneklerin
de bu âyete benzer bir tarafı yoktur. Aralarındaki fark da şudur: Şart ve
cevabı tek şey gibidir, yüce Allah'ın: "Sen ölürsen eğer onlar ebedi mi
kalacakla?" (cl-Enbiya, 21/34) buyruğu yani sen ölürsen onlar ebedi
bırakılacaklar mı? demektir. Bunun bir benzeri de "Gitmekte olan Zeyd
midir?" ifadesidir. Halbuki; şeklinde (iki istifham edatı kullanılmak
suretiyle) denilmez. Çünkü bu aynı şey gibidir, âyet-i kerimede ise durum böyle
değildir. Zira ikincisi başlı başına bir cümledir. O bakımdan onda istifham
uygun düşmektedir. Birincisi de istifhamın uygun düştüğü bir ifadedir.
İkincisinden istifhamı kaldırıp birincisinde kabul ederek "Biz ve
atalarımız toprak olduktan sonra şüphesiz biz..." diye okuyup,
ikincisinden istifhamı haz-fedenlerin bu okuması da ifadede -inkâr anlamında-
bu istifhama delil bulunmasından dolayıdır.
"Andolsun ki
bundan önce biz de, atalarımız da bununla tehdit olunmuştuk. Bu, eskilerin
masallarından başka bir şey değildir." Buyruğuna dair açıklamalar daha
önce el-Mu'minun Sûresi'nde (23/82-83- âyetlerin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. Peygamberler ileri derecede sakındırmak maksadı ile öldükten
sonra dirilisin yakın olduğunu özellikle hatırlatıyorlardı. Zaten gelecek olan
herbir şey pek yakın demektir.
[132]
69. De İd:
"Yeryüzünde gezip günahkârların sonunun nasıl olduğunu bir görünl*
70. Onlara
üzülme, kurdukları düzenlerden dolayı da sıkılma!
71. Derler
ki: "Eğer doğru söylüyor iseniz, bu tehdidiniz ne zaman
(gerçekleşecek)?"
Şu kâfirlere "de
kî: yeryüzünde" Şam, Hicaz ve Yemen topraklarında "gezip
günahkârların" peygamberlerini yalanlayanların "sonunun nasıl olduğunu"
kalplerinizle ve gözlerinizle "bir görünl"
"Onlara"
iman etmeyecek olurlarsa Mekke kâfirlerine "üzülme, kurdukları
düzenlerden dolayı da sıkılma" kalbin daralmasın!
Bu buyrukların kendi
aralarında Mekke'nin yollarını bölüştürerek (Peygamber (sav) ile) alay eden
kimseler hakkında inmiştir. Daha önce (el-Hicr, 15/89-90. âyetlerin tefsirinde)
bunlardan söz edilmişti.
"... da
sıkılma" buyruğundaki; lafzı esreli olarak diye de okunmuştur. Buna dair
açıklamalar en-Nahl Sûresi'nin sonlarında (16/123. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır,
"Derler ki: Eğer
doğru söylüyor iseniz, bu tehdidiniz" yani yalanlamamız sebebiyle bize
geleceğini söylediğiniz azabın vakti "ne zaman" gerçekleşecek?
[133]
72. De ki:
"O acele ettiğinizin bir bölümü hemen ardınızda bulunu-yordur,
belki."
73. Şüphesiz Rabbin insanlara bir lütuf
sahibidir; fakat onların çoğu şükretmezler.
74. Muhakkak Rabbin göğüslerinin gizlediklerini
de, açığa vur dutlarını da elbette bilir.
75. Gökte ve
yerde gizil olan herşey mutlaka apaçık bir kitaptadır.
"De ki: O acele
ettiğinizin" İbn Abbas'm dediğine göre çabuk gelmesini istediğiniz azabın
"bir bölümü hemen ardınızda bulunuyordur." Size çokça yaklaşmıştır
"belki."
"Hemen ardında
bulunmak" tabiri bir şey diğerinin arkasında olup, hemen peşinden gelmeyi
ifade eden; " Hemen onun arkasından geldi" tabirinden alınmıştır;
"...nızda" lafzında da "lam" harfinin gelişi ise anlamın;
"Size yaklaştı, yakınınıza geldi" şeklinde oluşundan dolayıdır.
Yahutta bu harf mastara taalluk etmektedir. Anlamının sizinle birliktedir
şeklinde olduğu da söylenmiştir. İbn Şecere de: O hemen sizin arkanızdan
gelmektedir, diye açıklamıştır. "Kadının arkası" tabiri de buradan
gelmektedir, çünkü o ona tabi ve onun arkasında bulunmaktadır. Ebu Züeyb'in şu
beyiti de bu kabildendir:
"Saçını ayırdığı
yerlerdeki siyah saçlar beyazlaştı,
Hemen (siyahın)
arkasından gelen ağarmış beyaz saçlara, merhaba diyemem."
el-Cevherî de şöyle
demektedir: Arkasından bir iş geldi, şekli, 'in bir başka söyleyişidir. Tıpkı
"Arkasından geldi" gibi, Huzeyme b. Malik b. Nehd de şöyle
demektedir:
"el-Cevza
(ikizler), süreyya (Ülker) yıldızının, hemen arkasından geldi mi. Ben de Fatıma
hanedanı hakkında türlü zanlar beslerim."
Burada iki Kariz'den
(yücelik sahibi) birisi olan Yezkur b, Aneze kızı Fa-tıma'yı kastetmektedir.
el-Ferra dedi ki:
"Hemen ardınızda bulunuyordu!-" buyruğu size çok yakındır,
anlamındadır, İşte bundan dolayı; denilmiştir, ile "Onun hemen ardından geldi"
ifadelen aynı anlamdadır. Bu durumda "lam" te'kid için ilave edilir.
Bu açıklama da yine el-Ferra'dan nakledilmiştir. Nitekim; "Ona nakit ödedim,
ona ölçtüm ve tarttım" ve benzeri ifadelerde de böyledir.
"Acele
ettiğinizin" acele gelmesini istediğiniz azabın "bir bölümü" de
Bedir günü gerçekleşmiş idi, Bunun kabir azabı olduğu da söylenmiştir.
"Şüphesiz
Rabbin" onları cezalandırmayı ertelemek ve buna rağmen onlara bol bol nzık
vermek suretiyle "insanlara bîr lütuf sahibidir, fakat onların çoğu"
O'nun lütuf ve nimetlerine "şükretmezler. Muhakkak Rabbin göğüslerinin
gizlediklerini" kalblerinde neleri sakladıklarını "da, açığa
vurduklarını da" açığa çıkardıkları işlerini de "elbette bilir."
İbn Muhaysın ile
Humeyd "Gizlediklerini" lafzını; diye okumuşlardır. Bu da; "O
şeyi gizleyip, sakladın" tabirinden alınmıştır. İfadenin burada ve
el-Kasas Sûresi'nde (28/69. âyette) ki takdiri: "Göğüslerinin içinde
gizledikleri" şeklindedir. Sanki "gö-ğüsler"deki zamir adeta
hareket eden bir beden gibi değerlendirilmiştir. Buna karşılık; diye
okuyanların kıraati ise bilinen kıraat şeklidir. Bu da; "O şeyi içimde
gizledim" tabirinden alınmıştır.
"Gökte ve yerde
gizli olan herşey mutlaka apaçık bir kitaptadır" buyruğu ile ilgili
olarak el-Hasen şöyle demektedir: Burada "gizli olan şey" kıyamet
demektir. Bunun, onların göremedikleri, onlar için gizli olan sema ve arz
azapları olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da en-Nekkaş nakletmiş-tir. İbn
Şecere de şöyle demiştir: Burada sözü edilen "gizli şey" yüce
Allah'ın mahlukatından gizleyip sakladığı ve onlar İçin gayb haline getirdiği
herbir şeydir. Bu da umumi bir ifadedir. "Gizli şey" anlamındaki; in
sonuna he (yuvarlak te) gelmesinin sebebi çoğula işaret içindir, Yani
insanlardan, yaratıklardan ne kadar gizli bir husus var ise mutlaka yüce Allah
onu bilir ve onu nezdindeki Ana Kitap'ta tesbit etmiştir. Buna göre bunların
gizleyip açıkladıkları herbir şey, nasıl olur da O'nun için gizli olabilir?
Şöyle de denilmiştir:
Herşey Ana Kitap'ta tesbit edilmiştir. Herbir şeyin vakti gelince, onu tayin
edilen vaktinde çıkartır. Dolayısıyla bunların acele gelmesini istedikleri
azabın da tayin edilmiş bir vadesi vardır ve ne önce olur, ne de sonraya
bırakılır.
Buradaki Kİtap'tan
kasıt Levh-İ Mahfuz'dur. Yüce Allah bu Kitap'ta istediği herbir hususu tesbit
etmiştir. Bundan maksat ise, bu yolla meleklerinden dilediklerine bu hususları
bildirmektir.
[134]
76.
Gerçekten bu Kuran, İsrailoğullanna hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin
çoğunu anlatır.
77. Muhakkak
o, mü'minlerc bir hidayet ve bir rahmettir.
78. Elbette
Rabbln aralarında hükmünü verecektir. Ve O, Aziz'dir, herşeyi bilendir.
79. O halde
sen Allah'a tevekkül et! Çünkü sen şüphesiz apaçık hak üzeresin.
80. Çünkü sen davetini ölülere de İşİttiremezsin,
arkalarını dönüp gittikleri takdirde sağırlara da işittîremezsin.
81. Körleri
de sapıklıklarından doğru yola erdiremezsin. Sen ancak âyetlerimize iman edip
teslimiyette olanlara dinletirsin.
"Gerçekten bu
Kuran, İsrailoğullanna hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu
anlatır." Çünkü onlar bir çok hususlarda anlaşmazlığa düşmüşlerdir ve
nihayet biri diğerine lanet okuyacak hale gelmiştir. Âyet bunun üzerine nazil
olmuştur. Buyruğun anlamı şudur: Bu Kur'ân eğer onun gereğini kabul edecek
olurlarsa, onlara hakkında ihtilâfa düştükleri bütün hususları açık açık
bildirmektedir. Anlaşmazlığa düştükleri hususlar ise Tevrat ve İncil'deki
tahrifleri ite kitaplarında (tahrif sonucu) kaldırılmış olan hükümlerdir.
"Muhakkak o"
yani Kur'ân-ı Kerim "mü'minlere bir hidayet ve bir rahmettir."
Özellikle mü'minteri söz konusu etmesi yararlananların onlar olmasından
dolayıdır.
"Elbette Rabbİn
aralarında hükmünü verecektir." Yani İsrailoğullan arasında, hakkında
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda âhirette hüküm verecek ve haklı olana da,
haksız otup batılın peşinden gidene de hakettiği karşılığı verecektir.
Şöyle de açıklanmıştır
Dünyada aralarında hüküm verecek ve böylelikle onların yaptıkları tahrifler
ortaya çıkacaktır.
"O, Azizdir"
emrine kargı konulamayan, kendisine zarar verilemeyen mutlak galibdir,
kendisine hiçbir şey gizli kalmayan "herseyi bilendir."
"O halde sen
Allah'a tevekkül et." Yani sen işini O'na havale et, O'na güven, sana O
yardım edecektir. "Çünkü sen şüphesiz apaçık hak üzeresin." Düşünen
kimselere doğruyu gösterensin diye de açıklanmıştır,
"Çünkü sen
davetini ölülere de işittiremezsln." Maksat düşünmeyi ter-kettikleri için
kâfirlerdir. Çünkü onlar duyuları, akılları bulunmayan ölü gibidirler. Bu
buyruğun yüce Allah tarafından iman etmeyecekleri, bilinen kimseler hakkında
olduğu da söylenmiştir.
"Arkalarını dönüp
gittikleri takdirde sağırlara da işittiremezsin." Yani verilen öğütleri
kabul etmemek suretiyle sağır durumunda bulunan kâfirlere işittireraezsin.
Bunlar hayra davet olunduklarında yüzlerini çevirirler ve hiç işitmemiş gibi
arkalarını dönüp giderler. Önceden de geçtiği üzere yüce Allah'ın: "Onlar
sağırdırlar, dilsizdirler..." (el-Bakara, 2/18) buyruğu da buna
benzemektedir.
İbn Muhaysm, Humeyd,
tbn Kesir, İbn Ebi İshak ve Abbas, Ebu Amr'dan -"işittiremezsin"
anlamındaki- buyruğu; "İşitmez" şeklinde "ya" ile
"mim" harfi üstün; "sağırlara" anlamındaki buyruğu da;
"Sağırlar (işitmez)" şeklinde, fail olmak üzere merfu okumuşlardır.
Diğerleri ise; "İşittirmezsin" şeklinde; "İşittirdin"
şeklinden muzari fiil olarak;
Sağırlara" lafzını da nasb ile okumuşlardır.
[135]
Âişe (r.anha) Bedir'de
öldürülüp kuyuya atıldıktan sonra Peygamber (sav)'in sesini onlara
işittirmesini kabul etmezken, bu âyeti delil göstermektedir. O meseleye aklî
bir kıyas ile bakmış ve bu âyet-i kerimenin hükmünü benimsemiştir. Halbuki
Peygamber (sav)'ın: "Sizler onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz"
diye buyurmuştur, İbn Atiyye dedi ki: Göründüğü kadarıyla Bedir'de cereyan
eden bu olay Muhammed (sav) için olağanüstü bir olay (bir mucize)dir. Çünkü
yüce Allah müşriklere İdrâklerini geri çevirmiş ve onun söylediği sözü bu yolla
işitmişlerdir. Eğer Rasûlullah (sav) bizlere
söylediği sözleri İşittiklerini haber vermemiş olsaydı, onun
kendilerine seslenişini geri kalan kâfirlere azarlamak ve mü'minlerin
gönüllerini rahatlatmak anlamında bir davranış olarak yorumlayacaktık.
Derim ki: Buhârî
rivayet ediyor: Bana Abdullah b. Muhammed anlattı, o Ravh b. Ubade'yi Şöyle
derken dinlemiş: Bize Said b. Ebu Arube, Kata-de'den anlattı, dedi ki: Enes b.
Malik'in bize Ebu Taiha'dan zikrettiğine göre Allah'ın peygamberi (sav) Bedir
günü Kureyş'in ileri gelenlerinden yirmi-dört kişinin Bedir'deki susuz
kuyulardan, pis mi pis bir kuyuya atılmalarını emretti. Bir kavme karşı zafer
kazandı mı orada üç gün İkamet ederdi. Be-dir'de üçüncü günde yük devesinin
getirilmesini emretti ve onun üzerine yükleri bağlandı. Sonra yürüyerek yola
koyuldu, ashabı da arkasından gitti. Zannederiz, o bir İhtiyacını görmek üzere
gitmektedir, diye düşündüler. Nihayet kuyunun ağzına gelip durdu, onların ve
atalarının isimlerini zikrederek: "Ey filan oğlu filan, ey filan oğlu
filan Allah'a ve rasûlüne itaat etmiş olmanız sizin için daha iyi olmaz
mıydı?" diye sesleniyordu. "Çünkü biz Rabbimİ-zin bize vaadettiğinin
hak olduğunu gördük. Sizler de Rabbinizin size vaadet-tiğini hak olarak
gördünüz mü?" Bu sefer Ömer (r.a): Ey Allah'ın Rasûlü dedi, sen ancak
ruhları bulunmayan cesetlerle konuşuyorsun. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Muhammedin nefsi elinde olana yemin olsun kî, sizler benim bu sözlerimi
onlardan daha iyi işitmiyorsunuz." Katade dedi ki: Yüce Allah onları
söylediği sözleri işittirinceye kadar -onlara azar olsun, onları küçültsün,
onlara bir musibet, bir hasret ve bir pişmanlık olsun diye- sözünü onlara
işittirdi.[136] Bu hadisi Müslim de
rivayet etmiştir.[137]
Buhârî dedi ki: Bize
Osman anlattı, dedi ki: Bize Abde anlattı, o Hişam'dan, o babasından, o İbn Ömer'den
dedi kî: Peygamber (sav) Bedir kuyusunun başında durup şöyle buyurdu:
"Rabbinizin size vaadettiğini hak olarak buldunuz mu?" Daha sonra
dedi ki: "Şu anda onlar hiç şüphesiz vaktiyle benim kendilerine söylemiş
olduklarımın hakkın kendisi olduğunu bilmektedirler." Sonra şu:
"Çünkü sen davetini ölülere de İşittiremezsin" âyetini bi tirinceye
kadar okudu[138]
Bu âyet-İ kerime Bedir
kıssası ile, kabirdekilere selam vermek ile ilgili hadislerle çelişki
halindedir. Ayrıca bu hususta ruhların belli bir takım vakitlerde kabirlerin
kenarlarında bulunduklarına, ölünün yakınları kendilerini bırakıp gittikten
sonra ayak seslerini duyduğunu belirten rivayetler ve benzeri rivayetlerle de
çelişki halindedir, Çünkü eğer ölü işitmese ona selam ve rilmezdi, bu da açık
bir husustur. Biz bunları "et-Tezkire" adlı eserimizde açıklamış
bulunuyoruz.
"Körleri de
sapıklıklarından" yani küfürlerinden "doğru yola erdiremezsin."
Yani sen kalplerinde imanı yaratabilecek güce sahip değilsin.
Hamza bu buyrukları;
"Sen körleri sapıklıklarından hidayete iletemezsin" şeklinde;
"Körlere doğru yolu sen gösterebilir misin?" (Yunus, 10/45) gibi
okumuştur. Diğerleri ise "Körleri de... doğru yola erdiremezsin" diye
okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim'in tercih ettiği okuyuş da budur. er-Rum
Sûresi 'nde
ibidir. Hepsi;
kelimesi üzerinde
(30/53. âyette) de
bunun gibidi vakıf yaptıkları takdirde, bu sûrede "ya' ile vakıf yaparlar.
er-Rum Sûresi'nde ise Mushaf a tabi olarak "ya"sız vakıf yaparlar,
ancak Ya'kub herjki yerde de "ya" ile vakıf yapmıştır. el-Ferra ile
Ebu Hatim ise; şeklindeki okuyuşu da caiz kabul etmişlerdir. Abdullah (b.
Mesud)'un kıraatinde ise; şeklindedir.
"Sen ancak,
âyetlerimize İman edip teslimiyette olanlara dinletirsin." İbn Abbas dedi
ki: Ancak benim mutlu olması için yarattığım kimselere işittirirsin, işte
onlar tevhidde ihlâs sahibi olan kimselerdir.
[139]
82. O söz
aleyhlerine gerçekleşince, Bil onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara:
"İnsanlar âyetlerimize İnanmıyorlardı" diye söyler.
83.
Âyetlerimizi yalanlayan her ümmetten bir topluluk hasredeceğimiz gün onlar bir
arada durdurulurlar.
84. Nihayet
geldiklerinde der ki: "Benim âyetlerimi -onları bir bilgiye dayanarak
kavramadığınız halde- yalanladınız hal Yoksa ne yapıyordunuz?"
85.
Zulmetmeleri sebebi ile söz aleyhlerine gerçekleşti. Artık konuşamazlar.
86. Bizim
geceyi, o vakitte dinlensinler diye yarattığımızı, gündüzü de aydınlık
kıldığımızı görmediler mi? Muhakkak bunda inanan bir topluluk İçin âyetler
vardır.
Yüce Allah'ın: "O
söz aleyhlerine gerçekleşince biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara...
söyler" buyruğunda geçen: "söz aleyhlerine gerçekleşince"
buyruğu ile "Dâbbe"nin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır.
Bir görüşe göre;
"o söz aleyhlerine gerçekleşince" yani aleyhlerine ilahi gazab vacib
olunca, dernektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Mücahid de şöyle demiştir:
Bu, onların iman etmeyeceklerine dair aleyhlerinde söz hak olunca,
anlamındadır.
İbn Ömer ile Ebu Said
el-Hudri (r. anhuma) dediler ki: İyiliği emretme-yip kötülükten sakındırmayacak
olurlarsa ilahi gazab aleyhlerine vacip olur.
Abdullah b. Mes'ud
dedi ki: "Sözün gerçekleşmesi" alimlerin ölümü, ilmin yok olması ve
Kur'ân'ın kaldırılması demektir. Yine Abdullah (b. Mes'ud) dedi ki:
Kaldırılmadan ünce çokça Kur'ân okuyunuz. Dediler ki: Peki haydi mushaflar
kaldırıldı, ya onu ezberlemiş olanların ezberleri ne olacak? Şöyle dedi:
Geceleyin onun üzerine bir yürüyüş tertiplenir, onlar Kur'ân'dan yana kupkuru
sabahı ederler. Lâ ilahe illallah'ı unuturlar, cahiliyenin sözlerine ve
şiirlerine dalarlar. İşte bu, sözün aleyhlerine gerçekleşeceği vakittir.
Derim ki: Bunu Ebubekr
el-Bezzâr senedini kaydederek zikreder, el-Bezzardedi ki: Abdullah b. Yusuf
es-Sakafî anlattı, dedi ki: Bize Abdu'1-Me-cid b. Abdu'1-Aziz, Musa b. Ubeyde'den
anlattı. Musa Safvan b. Suleym'den, o Abdullah b. Mes'ud'un oğlundan (Allah
ondan ve babasından razı olsun) rivayete göre; Abdullah dedi ki: Kaldırılmadan
ve insanlar onun mekânını unutmadan önce şu Beyt'i çokça ziyaret ediniz.
Kaldırılmadan önce şu Kur'ân'ı çokça okuyunuz. Ey Abdu'r-Rahman, dediler: Haydi
mushaflar kaldırıldı diyelim, peki ya onu ezberlemiş olanların kalplerinden
nasıl kaldırılacak? Dedi ki: Sabahı edecekler ve bizler bir söz söylüyorduk,
bizler bir söz söylüyorduk ama... diyecekler ve bu sefer cahiliye şiirlerine ve
cahiliye hikâyelerine dönecekler. İşte bu sözün aleyhlerine hak olacağı
zamandır[140]
Bir diğer açıklamaya
göre sözü edilen "hak olacak söz" yüce Allah'ın şu buyruğunda dile
getirilmektedir: "Fakat benden sadır olan: Cehennemi... elbette
dolduracağım, sözü hak olmuştur." (es-Secde, 32/13) Buna göre sözün
gerçekleşmesi bunların hakkında cezanın vacip olmasıdır. İşte bunlar
tevbe-lerinin kabul olunmayacağı ve kendilerinden mü'min bir evladtn olmayacağı
bir noktaya geldiklerinde, o vakitte kıyamet kopmuş olacaktır. Bunu da
ei-Kuşeyrî zikretmektedir. Altıncı bir görüş de şöyledir: Hafsa bint-i Şîrîn dedi
ki: Ben Ebu'l-ÂÜye'ye şanı yüce Allah'ın: "O söz aleyhlerine gerçekleşince
biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara... söyler." buyruğu hakkında
sordum da şöyle cevap verdi: Yüce Allah Nuh (a.s)'a: "Kavmimden daha
evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir." (Hud, 11/36)
diye vahyetmişti. (Onun bu açıklamasını İşitince) sanki yüzümün üstünde bir
perde vardı da, açılmış oldu.
en-Nehhas dedi ki: Bu
da verilen güzel cevaplardandır. Çünkü insanlar imtihan edilirler ve geride
bırakılırlar. Zira aralarında mü'min ve salih kimseler de vardır. Yüce
Allah'ın daha sonra iman edip tevbe edeceğini bildiği kimseler de vardır.
Bundan dolayı onlara mühlet verildi ve biz de (iman etmeyenlerden) cizye
almakla emrolunduk. İşte bu husus ortadan kalktı mı artık söz aleyhlerine
gerçekleşir ve onlar da şanı yüce Allah'ın: "Kavminden daha evvel iman
etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir." (Hud, 11/36) diye
buyurduğu Nuh kavmi gibi olurlar.
Derim ki: Üzerlerinde
düşünülecek olursa, bütün görüşlerin aynı anlamda olduğu görülecektir. Buna
delil ise âyetin sonunda yer alan: "İnsanlar âyetlerimize
inanmıyorlardı" buyruğudur. Bu buyrukta; (ûl)'în hemzesi üstün olarak da
okunmuştur. Biraz sonra gelecektir,
Müslim'in Sahih'inde
belirtildiğine göre Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: Rasûiullah (sav) buyurdu
ki: "Üç husus ortaya çıktı mı eğer önceden iman etmemiş yahut imanı
halinde herhangi bir hayır kazanmamış ise hiçbir nefse imanının faydası
olmayacaktır. (Bunlar): Güneşin batıdan doğması, Dec-cal ve Dabbetu'l-arz'ın
çıkmasıdır."[141] Bu
hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. Dâbbe'nin tayini, nitelikleri ve
nerden çıkacağı hususunda pek çok görüş ayrılıkları vardır. Biz bunları
et-Tezkire adlı eserimizde zikrettiğimiz gibi burada da ondan yüce Allah'ın
izniyle yeteri kadar sözedeceğiz.
İlk görüş, bu
Dâbbe'nin Salih (a.s)'ın devesinin yavrusu olduğudur. Bu husustaki görüşlerin
-doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- en sahihi de budur. Çünkü Ebu Dâvûd
et-Tayalisî, Müsned'inde Huzeyfe (r.a)'ın şöyle dediğini kaydetmektedir:
Rasûiullah (sav) bizlere Dâbbe'yi zikredip şöyle dedi: "Bu
Dâbbe zaman içinde üç defa çıkacaktır. Evvela çölün en
uzak yerinde çıkacak ve bu kasabaya -yani Mekke'ye- onun adı dahi
girmeyecektir. Sonra uzun bir süre gizli kalacak, sonra bir daha fakat
öncekinden daha kısa bir süre çıkacaktır. Yine onun çölde adı yayılacak ve bu
sefer onun adından bu kasabada da -yani Mekke'de de- sözedileçektir."
Rasûlullah (sav) devamla buyurdu ki: "Sonra insanlar bütün mescitler
arasında Allah nezdinde en çok saygı değer olan, bütün mescitlerin en
hayırlısı ve Allah için hepsinin en değerlisi, şereflisi olan Mescid-i
Haram'da bulundukları bir sırada aniden bu Dâbbe Rükün İle Makam arasında
böğürüverecek ve başının üzerinde toprağı sil-keleyecektir, İnsanlar bölük
pörçük etrafa dağılacaklar. Mü'minlerden Allah'ın elinden kurtulamayacaklarını
bilen bir topluluk sebat gösterecektir. O da onlarla işe başlayacak, onların
yüzlerini aydınlatacaktır. Adeta onları yüzlerini inci gibi parıldayan bir
yıldız haline getirecektir. Sonra yeryüzünde yol almaya koyulacaktır.
Arkasından koşacak hiç kimse ona yetişemeyecek, önünden kaçan hiç kimse de
elinden kurtulamayacaktır. Öyle ki adanı ondan korunmak için namaza duracak,
bu sefer arkasından gelip: Ey filan sen şimdi mi namaz kılıyorsun? diyecek.
Sonra da önünden gelip onun yüzünü damgalayacak, sonra bırakıp gidecektir. İnsanlar
matlarda ortak olacak, şehirlerde birbirleriyle barış içinde yaşayacaklar.
Mü'min, kâfirden ayırdedilecektir. Öyle ki mü'min: Ey kâfir hakkımı öde
diyecektir."[142]
Bu hadiste Dâbbe'nin
Hz. Salih'in dişi devesinin yavrusu olduğuna delil teşkil edecek taraf "ve
o böğürecektir" ifadeleridir. Böğürmek (er-ruğa) develer hakkında
kullanılır. Diğer taraftan dişi deve öldürülünce, onun yavrusu kaçtı. Bir kaya
parçası önünde açılınca o da kayanın içine girdi, sonra da kaya üzerine
kapandı. Yüce Allah'ın izni ile ortaya çıkıncaya kadar orada kalacaktır.
Bu Dâbbe'nin tüylü,
kıllı, altmış zira' uzunluğunda ayakları bulunan bir varlık olduğu da rivayet
edilmiştir. Bunun el-Cessâse olduğu da söylenir. Bu da Abdullah b. Ömer'in
görüşüdür.
Yine İbn Ömer'den
gelen rivayete göre Dâbbe yaratılış itibariyle Âdemo-ğulları gibidir. Bu
Dâbbe'nin başı bulutlarda, ayaklan ise yerde olacaktır.
Yine rivayete göre bu
Dâbbe'de herbir canlının hilkatinden (bir miktar) bulunacaktır.
el-Maverdî ve
es-Sa'lebî'nin naklettiklerine göre, başı öküz başı, gözleri domuz gözleri,
kulakları fil kulakları, boynuzları dağ keçisi boynuzu, boynu devekuşu boynu,
göğsü arslan göğsü, rengi kaplan rengi, böğürleri kedi böğrü, kuyruğu koç
kuyruğu, ayaklan deve ayaklan olacaktır. Herbir eklem
arasında da oniki zira' bulunacaktır. -ez-Zemahşerî:
Âdemoğlu ziraıyla diye kayıt koymuştur. Onunla birlikte Musa'nın asası,
Süleyman'ın mühürü de çı-kacakttr. Müslümanın yüzüne Musa'nın asası ile beyaz
bir nokta koyacak yüzü ağaracaktır. Kâfirin yüzüne de Süleyman (a.s)'ın
mührünü basacak yüzü simsiyah kesilecektir. Bunu (Abdullah) ibn ez-Zübeyir
(r.a) söylemiştir.
Kitabu'n-Nekkaş'ta İbn
Abbas (r.a)'dan şöyle dediği kaydedilmektedir; Dâbbe, Kureyş'liler Kabe'yi
yeniden inşa etmek istediklerinde kartalın gelip, kaldırdığı Kabe'nin duvarı
üzerine çıkan ejderhadır.
el-Maverdî de Muhammed
b. Kâb'dan, onun Ali b. Ebi Talih (r.a)'dan rivayetine göre ona Dâbbe hakkında
sorulmuş ve şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim ki onun kuyruğu yoktur, fakat
sakalı vardır. el-Maverdî dedi ki: Onun bu sözü Dâbbe'nin -açıkça ifade etmese
dahi- insanlardan olduğuna bir işarette bulunmaktadır.
Derim ki: İşte
-Allahualem- tnüteahhir müfessîrlerden birisi bundan dolayı şöyle demiştir:
Daha kuvvetli ihtimai bu Dâbbe'nin bid'at ve küfür ehli İle tartışarak onları
susturmak üzere, onlarla tartışacak konuşan bir insan oima İhtimali en
yüksektir. Böylelikle helak olan apaçık bir delil üzere helak olacak, hayatta
kalan da apaçık bir delil üzere hayatta kalacaktır.
Hocamız İmam
Ebu'l-Abbas Ahmed b. Ömer el-Kurtubî "el-Müfhim" adlı eserinde şöyle
demektedir: Bu görüşü benimseyenin kanaatine göre en kuvvetli ihtimalin bu
olmasının sebebi yüce Allah'ın: "Onlara... diye söyler" buyurmuş
olmasıdır. Buna göre bu Dabbe'de olağanüstü ve özel bir âyet (mucize, belge)
söz konusu olmayacaktır ve bu hadis-i şerifte sözü edilen on alâmetten biri de
olmayacaktır. Çünkü bid'at ehline karşı delil getirip onlarla tartışanların
varlığı çoktur. Böyle olmasında özel bir alâmet olacak taraf bulunmamaktadır.
O halde Dâbbe'nin (Kıyametten önce görüleceği bildirilen) on alâmet ile
birlikte zikredilmemesi gerekir. Böylelikle "söz gerçekleşince" onun
varlığının özelliği kalkmış olacaktır. Diğer taraftan bu kanaatin kabul
edilmesi halinde yeryüzünde yaşayan insanlara göre bilgili, faziletli ve onlarla
tartışan bu insana, insan adı verilmeyip, alim ya da imam denilmeyip, ona Dâbbe
denilmek yolu tercih edilmiş olur. Bu ise fasih şahsiyetlerin adeti ve ilim
adamlarının ta'zimi dışındadır. Akıl sahibi kimselerin yolu da bu değildir. O
halde evla olan tefsir alimlerinin söyledikleridir. İşlerin gerçeklerini en
iyi bilen yüce Allah'tır.
Derim ki: Bu Dâbbe ile
ilgili olarak bizim zikrettiğimiz Huzeyfe yoluyla gelen hadis-i şerif konuyla
ilgili anlaşılmaz ve İçinden çıkılamaz noktaları çö-zümleyip ortadan
kaldırmaktadır. Dolayısıyla ona güvenmek ve dayanmak gerekir.
Dâbbe'nîn nereden
çıkacağı hususunda da görüş, ayrılığı vardır. Abdullah b. Ömer dedi ki; Bu
Dâbbe Mekke'deki Safa tepesinden çıkacaktır. Bu tepe çatlayacak ve o da içinden
çıkacaktır. Abdullah b, Amr da buna yakın bir söz söylemiş ve şöyle demiştir:
Şayet ayağımı çıkacağı yere koymak istesem koyabilirim.
Peygamber (sav)'dan
gelen bir haberde şöyle denilmektedir: "İsa (a.s) müs-lümanlarla birlikte
Beytullah'ı tavaf ederken, Sa'y cihetinde bulundukları bîr sırada Dâbbe'nin
üzerinden yer yarılacak ve içinden Dâbbe çıkacaktır. Dâbbe Safa'dan çıkarak
mü'minin gözlen arasına mü'mindir diye bir alamet koyacaktır. Bu alamet adeta
inci gibi parıldayan bir yıldız gibi olacaktır. Kâfirin de gözleri arasına
kâfir diye siyah bir nokta koyacaktır."[143]
Zikredilen bu haberde, bu Dâbbe'nin kılının ve tüyünün olacağı da
zikredilmektedir. Bu rivayeti de el-Mehdevî kaydetmiştir. İbn Abbas'tan
rivayete göre bu Dâbbe dağ arasındaki bir yoldan çıkacaktır. Başı bulutlara
değerken, ayaklan da yerde olacaktır. Beraberinde Musa'nın asası İİe Süleyman
(a.s)'ın mührü olduğu halde çıkacaktır.
Huzeyfe'den gelen
rivayete göre de Dâbbe üç defa çıkacaktır. Birincisinde çöllerden birisinde çıkacak
sonra gizlenecektir, daha sonra kasaba ve şehirlerde çıkacaktır, akıtılacak
kanlar oldukça fazla bir miktarı bulacak şekilde de emirler birbirleriyle bu
şehirlerde çarpışacaklardır. Üçüncü bir çıkışı ise mescidlerin en büyüğü, en
şereflisi, Allah nezdinde en değerlisi ve faziletlisi olan mescid'den
(Mescid-i Haram'dan) olacaktır,
ez-Zemahşerî dedi ki:
Bu Dâbbe rnescidden çıkarken sağda kalan Mahzumoğulları evinin hizasında Rükün
arasından çıkacaktır. Kimileri ondan kaçacak, kimileri durup seyredeceklerdir.
Katâde'den gelen
rivayete göre Dâbbe Tihame'de çıkacaktır. Yine bu Dâbbe'nin Nuh (a.s)'ın
tufanının kaynamaya başladığı yer olan Tandır'dan, Kû-fe'deki mescidden
çıkacağı da rivayet edilmiştir.
Taif ten çıkacağı da
söylenmiştir. Ebu Kubeyl dedi ki: Abdullah b. Amr ayağıyla Taif topraklarını
vurup, şöyle dedi: İnsanlarla konuşacak olan Dâbbe buradan çıkacaktır.
Tihame vadilerinden
birisinden çıkacağı da söylenmiştir ki, bu da İbn Ab-bas'ın görüşüdür. Ecyâd
taraflarındaki bir kayadan çıkacağı da söylenmiştir, bu da Abdullah b. Amr'ın
görüşüdür. Sedum denizinden (gölünden) çıkacağı da söylenmiştir ki, bu da Vehb
b. Münebbİh'in görüşüdür,
Bu son Üç görüşü
el-Maverdî Kitab'ında zikretmiş bulunmaktadır.
el-Bağavî Ebu'I-Kasım
Abdullah b. Muhammed b. Abdul-Aziz de şöyle demektedir: Bize Ali b. el-Ca'd
anlattı. Ali, Fudayl b. Merzuk er-Rukaşî el-Ağar'den -ki Yahya b. Main'e
hakkında sorulmuş, o da: Güvenilir birisidir, demiştir- o Atİyye el-AvfTden, o
İbn Ömer'den dedi ki: Dâbbe, Kabe'deki bir çatlaktan atın yürüyüşünü
andırırcasına çıkacaktır. Üç gün süre ile onun sadece üçte biri çıkmış
olacaktır.
Derim ki: İşte
Dâbbe'nin çıkışı ve nitelikleri ile ilgili Ashab ve Tabiînin görüşleri
bunlardır. Bunlar da nıüfessirler arasından: Dâbbe bir konuşan insandır,
bid'at ehli ile ve kâfirler ile konuşup tartışır diyenlerin görüşlerini reddetmektedir.
Ebu Umame'nin rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"Dâbbe çıkacak ve burunları üzere insanlara işaret koyacaktır. "[144]
Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.
-Keiarn kökünden gelen
bir lafız olarak- "te" harfi ötreli, "lâm" harfi de es-reli
ve şeddeli olarak "Onlara... söyler" şeklindeki okuyuş umumun
kıraatidir. Buna da Ubeyy'in; "onlara haber verir" şeklindeki okuyuşu
ayrıca delil teşkil etmektedir.
es-Süddî dedi ki:
Onlara İslâm dini dışındaki bütün dinlerin batıl olduğunu söyleyecektir.
Onların hoşlarına gitmeyecek şeyler söyleyecektir, diye de açıklanmıştır.
Onlara akıcı bir ditle söz söyleyeceği ve uzakta olsun, yakında olsun herkesin
işiteceği bir sesle onlara şöyle diyeceği de söylenmiştir: "İnsanlar
âyetlerimize inanmıyorlardı." Bundan kasıt benim çıkışımdır, çünkü onun
çıkışı âyetlerdendir. Dâbbe ayrıca: Şunu bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin
üzerinedir" diyecektir.
Ebu Zür'a, İbn Abbas, el-Hasen
ve Ebu Recâ ise bu lafzı; şeklinde "yara açmak" anlamındaki kökünden
gelen bir kelime olarak "te" harfini üstün okumuşlardır. İkrime dedi
ki: Bu da onlara işaret vurur anlamındadır. Ebu'l-Cevza dedi ki: Ben İbn
Abbas'a bu: "Onlara... söyler" midir? yoksa
"onlarıyaralar" şeklinde midir? diye sordum. O da bana şöyle dedi:
Allah'a yemin ederim, o onlarla hem konuşacaktır, hem de onları yaralayacaktır.
Mü'min ile konuşacak, kâfir ile faciri ise yaralayacaktır.
Ebu Hatim de şöyle
demektedir: Burada "Onlara... söyler"
buyruğu aynı zamanda;
"Onları yaralar" demek gibidir. O bu kanaatiyle bu lafzın;
"(İşitti): Onları yaralar" çokluk anlamı ifade eden kipi olduğu
kanaatindedir.
"İnsanlar
âyetlerimize inanmıyorlardı" buyruğundaki;Kûfeli-ler, İbn Ebi İshak ve
Yahya; diye üstün okumuşlardır. Haremeyn ehli,
Şamlılar ve Basrahlar ise esreli okumuşlardır. en-Nehhas dedi ki: Hem
üstün okuyuş ile hem de esreli okuyuş ile ilgili iki görüş vardır. el-Ahfeş
dedi la: Üstün okuyuş; "Diye..." demektir, İbn Mes'ud aynı şekilde:
diye okumuştur. Ebu Ubeyde dedi ki: Fiilin üzerinde vaki olması dolayısıyla
nasb mahatlindedir. Yani onlara: İnsanlar... diye haber verecektir.
el-Kisaî ve el-Ferra
ise yeni bir cümle (isti'naf) olarak esreli okumuşlardır. el-Ahfeş dedi ki: Bu
okuyuş; " Muhakkak insanlar... diyecektir" anlamındadır. Burada
insanlardan kasıt kâfirlerdir.
"Ayetlerimize"
yani Kur'ân-ı Kerim'e ve Muhammed (sav)'a "inanmıyorlardı." Bu ise
şarjı yüce Allah'ın kâfirin imanını kabul etmeyeceği ve Dâb-be'nin çıkışından
önce yüce Allah'ın ilmine göre mü'min ve kâfir olanlar dışında kimsenin
kalmayacağı bir zamanda olacağını göstermeklerin Doğrusunu en iyi bîlen
Allah'tır.
"Âyetlerimizi"
Kur'ân-ı Kerim'i, hakka delalet eden belgelerimizi "yalanlayan her
ümmetten bir topluluk" bir zümre, bir cemaat "hasredeceğimiz gün
onlar da durdurulurlar." Yani hesaplarının görüleceği yere itilir ve sürüklenirler.
eş-Şemmâh dedi ki:
"Nice büyük
orduları önümüze kattık, sürükledik, Nice kahraman başkandan da bağışlar
aldık."
Katade dedi ki:
"Durdurulurlar" burada başlan sonlarına iade edilir, döndürülür,
anlamındadır.
"Nihayet
geldiklerinde" yüce Allah "der ki: Benim âyetlerimi"
peygam-berime indirdiğim âyetlerimi ve tevhidime delil olmak üzere ortaya koyduğum
belgelerimi "onları bir bilgiye dayanarak kavramadığınız halde" onların
batıl olduklarını bilmediğiniz halde "onlardan yüz çevirdiniz". Delilsiz
olarak ve cahilce onları "yalanladınız ha! Yoksa ne yapıyordunuz?" Bu
ifade bir azardır, yani sizler bu âyetler hakkında araştırmanızı yapmayıp bunların
hakkında düşünmediğiniz zamanlarda ne yapıyordunuz?
"Zulmetmeleri
sebebi ile söz aleyhlerine gerçekleşti." Zulümleri yani şirkleri
dolayısıyla haklarında azab vacib oldu.
"Artık
konuşamazlar." Yani herhangi bir mazeret ve delilleri yoktur. Denildiğine
göre ağızlarına mühür vurulacak ve bundan dolayı konuşamayacaklardır.
Müfessirlerin çoğu böyle demişlerdir.
"Bizim geceyi o
vakitte dinlensinler" yani rahat bulup uyusunlar "diye
yarattığımızı, gündüzü
de" rızık için çalışmak maksadıyla etrafın görüldüğü "aydınlık
kıldığımızı görmediler mi? Muhakkak bunda" Allah'a "inanan bir
topluluk için âyetler vardır." Yüce Allah burada ulûhiyet ve kudretinin
delâletlerini söz konusu etmektedir. Yani onlar bizim kudretimizin kemalini
bilip niye iman etmediler!'[145]
87. Sûr'a
üfurüleccğl günde -Allah'ın dilediği kimseler dışında-göklerde olanlar da,
yerde olanlar da dehşetle korkarlar. Hepsi de huzuruna küçülmüşler olarak
geleceklerdir.
88. Sen
dağları görür ve'onları yerinde duruyor sanırsın. Halbuki onlar bulutların
gitmesi gibi giderler. Allah'ın herşeyi sapasağlam yapan yaratmasına bak!
Muhakkak O, yaptıklarınızdan haberdardır.
89. Kim
iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır. Hem onlar o günde dehşetli bir
korkudan yana güvenlik içindedirler.
90. Kim de
kötülükle gelirse, yüzleri üzere ateşe dökülürler. (Onlara):
"işlediğinizden başkası ile mi cezalandırılacaksınız ki"? (denilir.)
"Sûr'a
üfürüleceği günde" yani sen Sûr'a üfürüleceği günü hatırla, yahut onlara
bunu hatırlat. el-Ferra'nın kabui ettiği görüşe göre anlamı şudur: İşte o gün
Sûr'a üfürüleceği gündür, deyip burada; "(ç£&): İşte o" ism-i
işaretinin hazfedileceğini caiz kabul etmiştir.
Sûr iie ilgili doğru
olan görüş, onun İsrafil'in kendisine üfleyeceği nurdan
bir boynuz olduğudur. Mücahid borazan şeklindedir,
demiştir. Sûr'un Yemenlilerin lehçesindeki borazan (el-bûk) olduğu
söylenmiştir. Buna dair açıklamalar ile ilim adamlarının bu husustaki
görüşleri daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/73. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Allah'ın
dilediği kimseler dışında göklerde olanlar da, yerde olanlar da dehşetle
korkarlar." Ebu Hureyre dedi ki; Peygamber (sav) buyurdu ki: "Yüce
Allah gökleri yaratmayı bitirdikten sonra Sûr'u yarattı. Onu İsrafil'e verdi.
O bu Sûr'u ağzına koymuş, gözünü Arşa dikmiş, ne zaman üfürmekle
em-rolunacağına bakmaktadır." Ey Allah'ın Rasûlü Sûr nedir? diye sordum.
Şöyle buyurdu: "O bir boynuzdur. Allah'a yemin ederim ki, çok büyüktür.
Beni hak ile gönderene yemin olsun ki ondaki bir dairenin büyüklüğü göklerle
yerin eni kadardır. Ona üç defa üfleyecektir. Birinci üfürüş feza' (dehşete
kapılma) üfürüşüdür. İkinci üfürüş baygınlık (sa'k) üfürüşüdür. Üçüncüsü ise
öldükten sonra diriliş ve âlemlerin Rabbinin huzuruna kalkış üfürüşüdür,
"[146] diye hadisin geri kalan
bölümlerini zikretti. Bu hadisi Ali b. Ma'bed, et-Taberî, es-Sa'lebî ve
başkaları zikretmiş olup, İbnu'l-Arabî sahih olduğunu belirtmiştir. Ben bu
hadisi et-Tezkire adlı eserimde zikrettiğim gibi, ona dair orada açıklamalarda
da bulunmuştum. Sûr'a üfürmenin sayısı hususunda sahih olan ise bunların üç
değil iki olduğudur. Feza' (korku ve dehşete kapılma) üfürüğü aslında baygınlık
(sa'k) üfürüşüne racidir. Çünkü bu iki husus, bu İki üfürüşle birlikte
olacaktır. Yani onlar öyle bir dehşete kapılacaklardır ki, bundan dolayı
öleceklerdir. Yahutta öldükten sonra diriliş nefha-sına racidir, bu da
el-Kuşeyrî ve başkalarının tercihidir. O bu âyet-İ kerime ile ilgili
açıklamaları esnasında şöyle demektedir: İkinci üfürüşten kasıt; onların
dehşete kapılmış olarak diriltilmeleri: "Yattığımız yerden kim kaldırdı
bizi?" (Yâsîn, 36/52) diyecekleri ve kendilerini dehşete düşürüp korku duymalarına
sebeb teşkil edecek işler görecek olmalarıdır. İşte bu üfürüş borazan sesi
gibi olacaktır. İnsanlar da amellerinin karşılıklarını görecekleri yerde
toplanacaklardır. Bunu da Katade söylemiştir. el-Maverdî dedi ki: "Sûr'a
üfurüleceği günde" buyruğundaki gün, kabirlerden kalkılacağı gündür. Korku
hakkında da İki görüş vardır demiştir. Birincisine göre seslenişin gereğini
yerine getirmek ve bu maksatla acele etmektir. Bu da Arapların sana yardım
etmek üzere seslenilmesi halinde çabucak koşmanı anlatan; "Bu hususta ben
sana hızlıca geldim" ifadelerinden alınmıştır. İkinci görüşe göre ise
burada sözü edilen korku ve dehşet, korku ve üzüntüden i feri gelen alışılmış
bir dehşettir. Çünkü onlar kabirlerinden tedirgin edilecekler, bundan dolayı
korku ve dehşetle kalkacaklardır. İki görüşün doğruya yakın olanı da budur.
Derim ki: Ebu Hureyre
ile Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği hadislerden sabit olan sünnet,
üfürmelerin üç değil, iki defa olacağını göstermektedir. Bu iki hadisi de
Müslim rivayet etmiş olup, biz bunları "et-Tezkire" adlı eserimizde
zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusu da yüce Allah'ın izniyle bu üfürmelerin iki defa
olacağıdır. Yüce Allah: "Sûr'a üfürülmüş -Allah'ın diledikleri müstesna-
göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş olacaktır" (ez-Zümer, 39/68)
buyruğunda korku ve dehşet nefhasında istisnada bulunduğu gibi, burada da
istisnada bulunmaktadır. Bu da bu iki yerde sözü edilen üfürüşlerin aynı
üfürüş olduğunun delilidir. İbnu'l-Mübarek, el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "İki nefha (üfürüş)
arasında kırk yıl olacaktır. Birincisinde yüce Atlah herbir canlıyı öldürmüş
olacak, İkincisinde de yüce Allah ölmüş olan herbir kişiyi
diriltecektir."[147]
Şayet: Yüce Allah'ın;
"Arkasından onu Kadife izleyecek" buyruğundan itibaren... "O
ancak bir tek haykırıştır." (en-Na2iat, 79/7-13) buyrukları zahiri
gereğince bu üfürüşlerin üç tane olması gerekir denilecek olursa, böyle diyene
şöyle cevap verilin Hayır, durum böyle değildir. Burada haykırış (Zecra)'dan
kasıt, İnsanların kabirlerinden çıkışlarının arkasından gerçekleşeceği İkinci
üf-ürüştüc İbn Abbas, Mücahid, Ata, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demiştir.
Mücahid dedi ki: Bunlar iki sayha (haykınş)dır. Birincisinde yüce Allah'ın
izniyle bu üfürüş sonucunda herkes ölecektir. İkincisinde ise yüce Allah'ın
izniyle bu üfürüş ile herşey diriltilecektir. Ata dedi ki: (en-Nâ-ziat, 79/6)
buyruğunda sözü edilen sarsıcı (er-Racife) kıyamet günüdür.
"er-Râdife" ise öldükten sonra diriliş demektir. İbn Zeyd dedi ki:
er-Râcife'den kasıt ölümdür, er-Râdife'den kasıt da kıyamet saatidir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
"Allah'ın
dilediği kimseler dışında" buyruğunda istisna edilenlerin kimler olduğu
hususunda da farklı görüşler vardır. Ebu Hureyre yoluyla gelen hadise göre bu
İstisna edilenler Rabbleri nezdinde kendilerine rızık verilen şehidlerdir. Bu
korku ve dehşet sadece hayatta ulanlar içindir. Said b. Cü-beyr'in görüşü de
budur. Bunlar Arşın etrafında kılıçlarını kuşanmış olan şehitlerdir.
el-Kuşeyrî dedi ki: Peygamberler de onların kapsamına girer. Çünkü onların
peygamberlikle beraber bir de şehitlikleri vardır.
İstisna edilenlerin
melekler olduklan da söylenmiştir. el-Hasen dedi ki; Yüce Allah iki nefha
(üfürüş) arasında ölecek bir takım melekleri de istisna etmiştir.
Mukatil dedi ki:
Bununla Cebrail, Mikail, İsrafil ve ölüm meleğini kastetmektedir. Maksadın
el-hûru'1'în oldukları da söylenmiştir. Bunlar mü'mirilerdir, diye de
açıklanmıştır. Çünkü yüce Allah bu buyruğun akabinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır. Hem onlar o günde
dehşetli bir korkudan yana güvenlik içindedirler."
Kimi ilim adamımız da
şöyle demiştir: Sahih olan bunların kimliklerinin tayini hususunda sahih
herhangi bir haberin gelmemiş olduğudur, hepsi ihtimal dahilindedir.
Perim ki: Bu, ilim
adamımız Kadı Ebubekr İbmı'l-Arabînin de sahih olduğunu belirttiği, Ebu
Hureyre yoluyla gelen hadisi görememiştir. O bakımdan bu hadis, bu konuda
dayanak alınmalıdır. Zira kimliklerin tayini hususunda bu hadis nasstır,
diğerleri ise bir içtihaddır, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İleride
ez-Zümer Sûresi' nde (39/68, âyetin tefsirinde) geleceği üzere bundan başka
görüşler de ileri sürülmüştür.
Yüce Allah'ım
"Göklerde olanlar da... dehşetle korkarlar" buyruğunda fiil mazi,
"ufürüleceği günde" buyruğunda ise fiil muzari olarak kullanılmıştır.
Peki bu durumda mazi fiil nasıl muzari fiile atfedtlmiştir diye sorulabilir.
el-Ferrâ'nın kanaatine göre burada atıf manaya göredir, çünkü anlam: Sûr'a
üfürüldüğünde... korkarlar, şeklindedir. "Allah'ın dilediği kimseler dışında"
buyruğunda da müstesna olarak nasb halindedir.
"Hepsi de
huzuruna küçülmüş olarak geleceklerdir." buyruğunda geçen ve "ona
geleceklerdir" anlamındaki buyruğu Ebu Amr, Âsim, el-Kisaî, Nafî', İbn
Âmir ve İbn Kesir; şeklinde müstakbel (müzari) bir fiil olarak okumuşlardır.
el-A'meş, Yahya, Hamza ve Âsım'dan Hafs ise medsiz olarak ve mazi fiil olmak
üzere; diye okumuşlardır. İbn Mes'ud da böyle okumuştur. Katade'den de
"Ona gelecektir" (şeklinde fiilin faili müf-red olarak) okumuştur.
en-Nehhas dedi ki:
Benim Ebu İshak'dan naklen kıraatlere dair yazdıklarımda şunlar da vardır.
Kim; diye okursa, lafzına binaen fiili tekil okur. Kim de;
"Gelicidirler" diye okursa, manasına binaen çoğul okur. Ancak böyle
bir görüş çirkin bir hatadır: Çünkü diye okunduğu takdirde tekil değil, çoğul
okunmuş olur. Eğer tekil okuyacak olsa; demek icab ederdi. Fakat diyenler
manaya binaen çoğul okumuş olurlar ve fiili mazi kullanmış olurlar. Çünkü o bu
durumda fiili "dehşetle korkar" fiili gibi değerlendirmiştir. Buna
karşılık; diye okuyanlar ise yine manaya göre ve önceki cümle ile anlamı kopuk
olduğundan dolayı böyle okumuşlardır.
İbn Nasr dedi ki: Ebu
İshak -Allah'uı rahmeti üzerine olsun-dan söylemediği bir söz nakledilmiş
bulunmaktadır. (en-Nehhâs'ın nakline işaret ediyor.)
Ebu İshak'ın
kullandığı ifade şöyledir: "Hepsi dehuzuruna küçülmüşler olarak
geleceklerdir" buyruğu "Gelicidirler" diye de okunur. Tekil
okuyan kimse 'ın lafzı dolayısıyla tekil okur, çoğul okuyanlar da anlamı
dolayısıyla çoğul okurlar. O şunu anlatmak istemektedir: İster Kur'ân'da, ister
Kur'ân-ı Kerim'in dışında; "Hepsi" lafzının haberi eğer müfred
olarak gelirse lafza göre nıüfred gelmiştir, çoğul olarak gelmişse manaya göre
çoğul olarak gelir. Ebu Cafer (en-Nehhâs) bu manayı esas alarak söylediklerini
söylememiştir.
el-Mehdevî dedi ki:
"Hepsi de huzuruna küçülmüş olarak geleceklerdir" buyruğunda fiil;
"Gelmek" mastarındandır ve burada (fail), "Hepsi"nin
anlamına binaen gelmiştir, lafzına göre değildir. Buna karşılık " Hepsi
de ona küçülmüşler olarak gelici-lerdir," diye okuyanların okuyuşunda İse
bu "Geldi"den ism-İ faildir, Buna da yüce Allah'ın: Hepsi kıyamet
gününde ona yalnız başına gelicidirler" (Meryem, 19/95) buyruğu delildir.
"Herkes ona
gelir" diye zamiri müfred okuyanlar ise "hepsi"nin anlamına göre
değil de, lafzına göre okumuşlardır. Buna karşılık: "Küçülmüşler
olarak" lafzının çoğul gelmesi de manaya göredir. Anlamının
"küçülmüşler olarak" olduğu İbn Abbas ve Katade'den rivayet edilmiştir.
Buna dair açıklamalar da daha Önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/48. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Sen dağları
görür ve onları yerinde duruyor sanırsın. Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi
giderler" buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki; Sen dağlan dimdik ayakta
görürsün, gerçekte ise onlar kesintisiz, aralıksız olarak yürümektedir.
el-Kutebî dedi ki; Çünkü dağlar bir araya getirilecek ve yürütülecektir. İnsan
gözüyle ayakta duruyor gibi görünecek, gerçekte ise onlar yürümektedirler.
Büyük olan herşey ve büyük kalabalıkları göz tamamiy-le ihata etmekten uzaktır.
Buna sebeb ise bunların çoklukları ve enleri ile boyu arasındaki mesafelerin
büyüklüğüdür. Bu görenin bir yanılmasıdır. O, onları duruyor gibi görecektir,
gerçekte ise onlar yürümektedirler. Şair Nâbiğa bir orduyu nitelendirirken
şöyle demektedir:
"Büyük dağı
andıran çok yüksek bir dağda sanırsın onları -Binekleri hızlıca yol aldığı
halde- bir takım ihtiyaçları için durmuşlar
(gibi görürsün)."
el-Kuşeyrî dedi ki: Bu
kıyamet gününde olacaktır. Yani dağlar çoklukları dolayısıyla duruyorlar gibi
gelecektir. Bu da insan gözüne böyle görünecektir. Gerçekte ise onlar
bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. Nitekim üstüste yığılmış olan bulut
da gerçekte yürürken duruyor zannedilir. Yani bu dağlar geriye onlardan hiçbir
şey kalmayıncaya kadar bulutlar gibi yürüyüp gidecektir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Dağlar da yürütülüp bir serap olacak,"
(en-Nebe', 78/20)
Denilir ki; Yüce Allah
dağları çeşitli şekillerde nitelendirmiştir. Hepsinin ortak anlamı bunların
yeryüzünden alınacakları, gizledikleri şeyleri açığa çıkartacakları şeklindedir.
İlk vasıfları dağlann dümdüz edilmeleridir, Bu da (kıyamet) sarsıntısından
önce olacaktır. Sonra atılmış pamuk gibi olacaklardır, bu da semanın erimiş
maden gibi olacağı vakit gerçekleşecektir. Yüce Allah şu buyruğunda onları bir
arada zikretmektedir: "Ogün gök erimiş maden gibi olacak, dağlar da renk
renk boyanmış (ve atılmış) yün gibi olacak." (el-Meâric, 70/8-9) Üçüncü
halleri dağların toz zerrecikleri gibi olmasıdır. Bu da önceleri atılmış yün
gibi iken, zerrelerinin birbirinden koparılması ile gerçekleşecektir.
Dördüncü halde dağlar
yerlerinden sökülüp, atılacak, çünkü önceki hallerinde dağlar yerlerinde
durmuş olacaklar ve altlarından yer görünmeyecek-tir. Altlarında neyin
olduğunun açığa çıkması için; üzerlerine rüzgarların gönderilmesi suretiyle
dağlar savrulacaklardır.
Beşinci hal: Rüzgarlar
dağlan yeryüzünün yukarısına çıkartacaklar ve adeta toz zerreleri gibi; havada
bir ışık gibi görüneceklerdir. Uzaktan onlara bakan bir kimse ise kesiflikleri
dolayısıyla cansız ceset gibi görecektir, Hakikatte ise bunlar
yürümektedirler, ancak onların yürümeleri dümdüz edilmiş ve darmadağın
olmuşcasına rüzgarlar peşinden olacaktır.
Altıncı hal ise
dağlann serap gibi görünmeleridir. Onların bulundukları yere bakan bir kimse
serap görmek halinde olduğu gibi, onların bulundukları yerde dağlardan hiçbir
şey göremeyecektir.
Mu katil dedi ki:
Dağlar yerin üzerine çökecekler ve yerle dümdüz edileceklerdir. Daha sonra da
bu açıklamaların bir benzeri yapılmaktadır.
el-Maverdî dedi ki:
Bunun neye misal verildiği hususunda üç görüş vardır:
1- Bu yüce
Allah'ın dünyaya vermiş olduğu bir misaldir. Ona bakan bir kimse, onun dağlar
gibi durmakta olduğunu zanneder, fakat dünya tıpkı bulutlar gibi yok oluştan
payını almaya devam etmektedir. Bu açıklamayı Sehl b. Abdullah yapmıştır.
2- Bu yüce
Allah'ın imana vermiş olduğu bir misaldir. Sen imanı kalpte sabit zannedersin,
onun ameli ise semaya doğru yükselmektedir.
3- Bu yüce
Allah'ın ruhun çıkışı sırasında nefse vermiş olduğu bir misaldir. Gerçekte ruh
bu esnada Arşa doğru yükselmektedir.
"Allah'ın herseyi
sapasağlam yapan yaratmasına bak!" Yani bu yüce Allah'ın
yaptıklanndandır. Yüce Allah'ın yaptıkları da elbetteki sapasağlamdır.
"Sen...
görür" anlamındaki fiil gözün görmesindendir. Şayet kalbin görmesi ile
ilgili olsaydı, iki mefule geçiş yapması gerekirdi. "Görürsün"
fiilinin aslı şeklindedir. Hemzenin harekesi "ra" harfine verildikten
sonra "ra" harfi harekelenmiş oldu, sonra da hemze hazfedildi. Eğer
makabli (ondan önceki harf) sakin ise hemzenin hafifletilme yolu budur. Ancak
burada bu fiilin hafifletilmesi ayrılmaz bir özelliğidir.
Kûfeliler
"Onları... sanırsın" fiilini "sin" harfi üstün olarak okurlar.
Kıyas böyle okumayı gerektirir. Çünkü bu fiil; "Sandı, sanır" dan
gelmektedir. Şu kadar var ki Peygamber (sav)'dan bundan farklı olarak müzaride
"sin" harfini esreli okuduğu rivayet edilmiştir. O takdirde bu fiilin
vezni; şeklinde salim fiillerden; ile; gibi olur.da zikredilmiştir. Arapçada bu
fiillerin dışında bu şekilde kullanılanı bilinmemektedir.
"HaIbuki onlar
bulutların gitmesi gibi giderler" ifade sinin takdiri; şeklindedir. Burada
sıfat mevsufun yerine muzaf da muzafun ileyhin yerine getirilmiştir. Dağlar
yeryüzündeki yerlerinden izale edilecekler. Bir araya getirilecek ve
bulutların yürütüldüğü gibi yürütüleceklerdir. Sonra da dağlar paramparça
edildikten sonra tekrar yere geri döneceklerdir. Nitekim yüce Allah; "Ve
dağlar parça parça ufalandığı zaman" (el-Vakıa, 56/5) diye buyurmaktadır.
"Allah'ın
yaratması" buyruğu el-Halil ve Sİbeveyh'e göre mastar olarak
nasbedilmiştir. Çünkü Allah: "Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi
giderler" diye buyurması onun bunu bilhassa yarattığına (müfessir bunu
mef ul-i mutlak kipiyle anlatmaktadır) delil teşkil etmektedir. Bununla birlikte
iğra olmak üzere nasbedilmesi de caizdir. Yani"Allah'ın yaratmasına bir
bak" anlamında olur (mealde olduğu gibi). Bu durumda; Bulutlar"
kelimesi üzerinde vakıf yapılır, ancak birinci takdire göre bunun üzerinde
vakıf yapılmaz. Bununla birlikte; "Bu Allah'ın yaratmasıdır" takdirine
göre ref ile okunması da mümkündür.
"Herseyi
sapasağlam yapan" son derece muhkem kılan demektir. Peygamber (sav)'ın şu
hadisinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır: Bir iş yapıp da onu
sapasağlam yapan kimseye Allah'in rahmeti olsun."[148]
Katade ise bunun
herşeyi güzel yapan anlamında olduğunu söylemiştir. İtkam ise muhkem kılmak
sağlam yapmak demektir. Mesela; "Eşyayı iyi bilen, İyi yapan"
anlamındadır, ez-Zührî der ki: Bunun aslı İbn Tikn'dan gelmektedir. Bu da Ad
kavminden gelen bir adamın adıdır. Hiçbir oku hedefini şaşırmazdı. O bakımdan o
misal gösterilmiştir. Mesela: "İbn Tikn'den daha iyi ok atıcı"
denilir. İşte herbir işte oldukça maharetli olan kimseye; denilir.
"Muhakkak O
yaptıklarınızdan haberdardır." Cumhur hitap kipi ile "te" ile
okumuşlardır. İbn Kesir, Ebu Amr ve Hişam ise ya ile ("yaptıklarından"
anlamında) okumuşlardır.
"Kim iyilikle
gelirse, ona ondan hayırlısı vardır." İbn Mes'ud ve İbn Ab-bas (r.anhumâ)
dediler ki: İyilik lâ İlahe illallah'tır. Ebu Ma'şer dedi ki: İbrahim
kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah hakkı için diye yemin eder ve bu
yemininde hiç de istisna yapmadan iyilik (el ha sene) lâ ilahe illallah
Muhammedu'r-Rasûlullah'dır derdi.
Ali b. el-Huseyn b.
Ali (r.anhum) dedi ki: Bir adam gazaya çıktı bir yerde yalnız kaldı mı: Lâ
ilahe İllallah vahdehû lâ şerike leh: Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur, O
bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur derdi. O, Rum (Bizans)
topraklarından kurak ve çorak bir yerde iken yüksek sesle la ilahe illallah
vahdehu la şerike leh dedi. Karşısına üzerinde beyaz elbiseler bulunan bir
atlı çıktı ve ona şöyle dedi: Nefsim elinde olana yemin ederim ki; bu şanı yüce
Allah'ın: "Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı vardır" diye
buyurduğu sözdür.
Ebu Zerr dedi ki: Ey
Allah'ın Rasûlü, bana vasiyette bulun. Şöyle dedi: "Allah'tan kork ve bir
kötülük işledin mi hemen arkasından bir iyilik yap ki onu silsin." Ben: Ey
Allah'ın Rasûlü la ilahe illallah hasenattan (iyiliklerden) mıdır? diye
sordum. O: "Hasenatın en faziletlilerindendir" diye buyurdu. Bir rivayette
de şöyle buyurmuştur: "Evet o hasenatın en iyisidir." Bunu
el-Bey-hakî zikretmiştir[149]
Katade dedi ki:
"Kim iyilikle gelirse" ihlas ve tevhidle gelirse demektir. Bütün
farzları eda ile gelirse, diye de açıklanmıştır.
Derim ki: Bir kimse
gerçek anlamıyla lâ ilahe illallahı söyleyecek ve bunun gereklerini -daha önce
İbrahim Sûresİ'nde (14/24-25. âyetlerin tefsirinde) açıklandığı üzere- yerine
getirecek olursa, o kimse hem tevhidi, hem ih-lâsı, hem de farzları yerine
getirmiş olur.
"Ona ondan
hayırlısı vardır" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas dedi ki: Yani ondan
kendisine hayır ulaşır. Mücahid de böyle demiştir. Bir diğer görüşe göre ona
güzel karşılık verilecektir ki; bu da cennettir. Buradaki; "Hayırlı"
tabiri ism-İ tafdil değildir. İkrime ve İbn Cüreyc dedi ki: Burada o kimseye
ondan hayırlısı verilecektir, ifadesinin imandan hayırlısı verilecektir anlamı
kastedilirse, böyle bir şey söz konusu olmayacaktır. Çünkü lâ ilahe illallah
diyenden daha hayırlı hiçbir şey yoktur, fakat o kimseye lâ ilahe illallah'tan
hayır verilecektir, demektir.
"Ona, ondan
hayırlısı vardır" buyruğunun tafdil için olduğu da söylenmiştir. Yani
yüce Allah'ın vereceği mükâfat kulun amelinden, söylediği sözden ve zikrinden
hayırlıdır. Aynı şekilde yüce Allah'ın razı olması da kul için kulun yaptığı
işten hayırlıdır. Bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır.
Bir diğer görüşe göre
bu, mükâfatın kat kat verilmesi ile alakalıdır. Şanı yüce Allah bire karşı on
verecektir. Kısa sürelik bir iman karşılığında ona ebedi mükafat ihsan
edecektir, Bu açıklamayı Muhammed b. Ka'b ile Abdu'r-Rah-man b, Zeyd
yapmışlardır.
"Hem onlar o
günde dehşetli bir korkudan yana güvenlik İçindedirler" buyruğundaki
"O günde dehşetli bir korku" buyruğunu Âsim, Hamza ve el Kisaî izafet
olmak üzere; "O günün dehşetli korkusu" diye okumuşlardır, Ebu Ubeyd
dedi ki: Böyle bir okuyuşu ben daha uygun bulmaktayım, çünkü o günün dehşetli
korkularının tümünden yana emniyette olmak bu husustaki İki te'vilden daha
genel kapsamlı olanı ifade eder. Buna karşılık diğer kıraatteki anlamı ile
"o günde dehşetli bir korkudan" denilecek olursa, sanki çeşitli
mertebelerde korkular olacak gibi bir anlam anlaşılır.
el-Kuşeyrî dedi ki: Bu
buyruk; Dehşetli bir korku"dan şeklinde tenvin İle okunmuştur. Sonra da
bununla kastedilen tek bir dehşetli korkudur, denilmiştir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "En büyük korku onları üzmez." (el-Enbiya,
21/103) Bir diğer görüşe göre bundan çokluk kastedilmiştir. Çünkü burada mastar
kullanılmıştır. Mastar ise çokluk anlamını ihtiva etmeye elverişlidir.
Derim ki; Bu
açıklamaya göre her iki kıraatin de anlamı birdir. el-Mehde-vî dedi ki: O günde
dehşetli bir korkudan" diye tenvin ile okuyanın kıraatine göre;"O
günde" lafzı "dehşetli korku" anlamındaki mastar ile
nasbedilmiştir. Bunun "dehşetli korku"nun sıfatı olması ve bir
mahzu-fa taalluk etmesi de mümkündür. Çünkü mastarlara dair zaman isimleri ile
haber verilebildiği gibi onları sıfat olarak alırlar.
Bununla birlikte; "Güvenlik İçindedirler" ism-i failine taalluk
etmesi de caizdir. İzafet zarfların buna elverişli oluşundan dolayıdır.
Tenvini hazfedip "mim" harfini de üstün okuyanlara göre zarf-ı zaman
olduğundan dolayı onlar bu lafzı, "yevm: gün" lafzını mebni kabul
etmişlerdir. Çünkü zaman zarflarında i'rab mütemekkin değildir. Mütemekkİn
olmayana ve mu'reb de olmayana İzafe olununca bu sefer mebni olmuştur.
Sibeveyh şu beyiti nakletmistir
"İnsanların pek
büyük işleri kendilerini meşgul ettiği bir zamanda Ey-Zureykliler tilkilerin
kapıp gitmeleri gibi siz de malı kapınız."'
"Kim de kötülükle
gelirse" buradaki "kötülük" şirk demektir. Bu açıklamayı İbn
Abbas, en-Nehaî, Ebu Hureyre, Mücahid, Kays b. Sa'd ve el-Hasen yapmışlardır.
Te'vil ehli bir önceki âyette geçen "el-Hasen'e: İyilik"ten kastın
lâ ilahe illallah, burada geçen "es-seyyie: Kötülük "ten kastın da bu
âyette şirk anlamında olduğunu icma ile kabul etmişlerdir.
"Yüzleri üzere
ateşe dökülürler." İbn Abbas: bırakılırlar, ed-Dahhak: Atılırlar diye
açıklamışlardır. "Kabı yüzüstü tersine çevirdim" denilir. Bunun
lazım şekli de; diye gelir. Arapçada bu şekil çok az kullanılır.
"İşlediğinizden"
yani amellerinizin karşılığından "başkası İle mi cezalan-dirilirsiniz
ki?" Yani onlara ...cezalandırılır mısınız ki? denilecektir. Bu yüce
Allah'ın söyleyeceği bir buyruk da olabilir, meleklerin söyleyeceği bir buyruk
da olabilir.
[150]
91. Ben
ancak burayı saygıdeğer kılan ve herşey kendisinin olan bu beldenin Rabblne
İbadet etmekle emrolundum. Müslümanlardan olmakla da emrolundum;
92. Kur'ân'ı
okumakla da. Kim hidayet bulursa, ancak kendi lehine hidayet bulur. Kim de
sapıklığa düşerse, de ki; "Ben ancak uyarıcılardanım."
93. Ve de
ki: "Hamdolsun Allah'a. O size âyetlerini gösterecek, siz de onları
tanıyacaksınız. Rabbim yaptıklarınızdan gafil değildir."
"Ben ancak burayı
saygıdeğer kılan" yaratmak ve mülkü itibariyle "herşey kendisinin
olan bu beldenin Rabbine ibadet etmekle emrolundum"
buyruğunda sözü edilen
"bu belde" yüce Allah'ın çok saygıdeğer kıldığı Mekke'dir. Yani O,
burayı -birkaç yerde daha önce açıklandığı üzere- güvenlikli bir harem
kılmıştır, orada kan dökülmez, kimseye zulmedilmez. Orada av avlanılmaz, hiçbir
ağaç sökülmez.
İbn Abbas "burayı
saygıdeğer kılan" buyruğunu "belde" lafzına uygun olmak üzere;
diye okumuştur. Ancak diğerleri diye okumuşlardır. Bu da nasb mahallinde ve
"Rabb"in sıfatıdır. Eğer "elif" ve "lam" ile
olmuş olsaydı, o takdirde; demek icab ederdi. Çünkü bu takdirde fiil kendisine
ait olduğu failden başkasına uygun olarak gelmiş olacaktır. Eğer dediğimiz takdirde ayrıca; zamirini takdir
etmemize ihtiyaç kalmaz.
"Müslümanlardan"
emrine itaatle boyun eğen ve O'nu tevhid edenlerden "olmakla da
emrolundum. Kur'ân'ı okumakla da." Yani Kur'ân'ı okumakla da emrolundum;
yani bana onu oku, denildi.
"Kim hidayet
bulursa ancak kendi lehine hidayet bulur." Yani hidayet bulmasının sevabı
ona aittir.
"Kim de sapıklığa
düşerse" bana düşen tebliğ etmektir, üzerimde başka bir sorumluluğum
yoktur. Bunu kıtal (savaşı emreden) âyet neshetmiştir.
en-Nehhas dedi ki:
"Kur'ân'ı okumakla buyruğu ile nasb mahallindedir. el-Ferra: İki kıraatten
birisi; "Ve Kur'ân'ı oku diye..." şeklindedir, demiş ve enir
dolayısıyla cezm mahallinde olduğunu İddia etmiştir. İşte "vav"ın
hazfediliş sebebi budur. en-Nehhas dedi ki: Bizler kimsenin bu şekilde okuduğunu
bilmiyoruz ve bu, bütün mushaflara muhalif bir hattır.
"Ve de kî
hamdolsun Allah'a." O'nun nimetlerine ve bizi doğru yola İletmesine,
"O size
âyetlerini" gerek kendi nefislerinizde, gerek dışınızda
"gösterecek." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Âyetlerimizi onlara hem afak-ta (dış dünyalarında) hem de nefislerinde
göstereceğiz." (Fussilet, 41/53)
"Siz de
onları" yani gerek kendi nefislerinizde, gerek göklerde, gerekse de yerde
vahdaniyet ve kudretinin delillerini "tanıyacaksınız." Yüce Allah'ın
şu buyruğu da buna benzemektedir: "Yakînleri olanlar için yeryüzünde
âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de. Artık görmez misiniz?"
(ez-Zâriyât, 51/20-21)
"Rabbin
yaptıklarınızdan gafil değildir." Medineliler, Şamlılar ve Âsım'dan
rivayetle Hafs "te" ile muhatap kipi ile okumuşlardır. Buna sebeb
ise; "O size âyetlerini gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız"
diye buyurulmuş olmasıdır. Bu durumda ifadeler tek bir şekilde uyum halinde devam
eder, diğerleri ise öncesinde gelen; "kim hidayet bulursa" buyruğuna
göre "ya" ile okumuşlardır, (Rabbİn onların yaptıklarından gafil
değildir demek olur). Böylelikle o âyet-i kerime hakkında burada haber verilmiş
olmaktadır.
Sûre burada tamam
olmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Efendimiz Muhammed'e, onun
aile halkına ve ashabına da Allah'ın salât ve selâmları olsun.
[151]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/115.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/115-117.
[3] Müslim, I, iği; İbn Mâce, I, 71; Müsned,
IV,
400
[4] Müslim, 161: İbn Mâce, I, 70; Müsned,
IV,
405
[5] Müslim, IV, 1753, 1754; Bufıari, III, 1204; Muvatta,
II, 976; Müsned, VI, 83.
[6] Bu durumda buyruk "...dokuz ayetle
birlikte..." anlamına gelir.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/117-128.
[8] Buharl, I, 37 -bab başlığında-; İbn Hibbân, es-Sahih,
I, 289, 290; Tirmizî, V, 48; Da-rimî, I, 110; Ebû Dâvûd, 111, 317; İbn Mâce, I,
81; Müsned, V, 196.
[9] Müslim, III, 1378-1381; Buharl, III, 1126, 1127, 1360,
IV, 1479, 1481; Tirmizi, II, 15ü; Ebû Dâvûd, III, 139, 142, 144, 145; Nesai,
VII, 132, 136; Muvatta, II, 993; Müsned, I, 4, 6, 9, 10..., II, 463, VI, 145,
242.
[10] Gerek bu rivayetlere gerekse bundan sonra gelecek olan
kuşların neler söylediklerine dair Süleyman (a,s.)'ın açıklamalarını ihtiva
eden rivayetlere -Peygamber Efendimize kadar ulaşan sahih bir senetleri
bulunmadığından- itibar etmek söz konusu değildir.
[11] el-Munâvî, Feydu'l-Kadîr, I, 380
[12] Herhangi bir kaynakta tespit edemedik. Allah en
doğruyu bilendir.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/129-134.
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/134.
[15] Muvatta, I, 422; Abdurrezzak, Musannaf,
IV,
378; İbn Abdil-Berr, et-Temhid, I, 115
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/134-136.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/136-137.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/137.
[19] Ubeyy'in Mushafmda kayıtlı olduğu bildirilen şekil ile
Süleyman et-Teymi'nifi kıraati arasındaki fark; birincisinde dişi-çoğul-hitap
zamiri "yuvalar" anlamındaki lafza tir; ikincisinde ise aynı zamir,
fiilin sonuna bitirmiştir
[20] İbn Mâce, II, 1074'tc hem İbn Abbas'ın, hem işaret
edilen Ebu Hureyre'nin rivayeti yer almaktadır. Ebû Dâvııdda tespit edemedik.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/137-142.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/142.
[23] Müslim, IV, 1759; Buhari, II], 1099; Ebû Dâoûd, IV,
367; İbn Mâce, II, 1075; Müsned, II, 402.
[24] Ebû Dâvûd, IH, 54, 55, IV, 367; İbnul-Cârûd,
el-Munteka, I, 365; Dârimi, II, 293; Bey-hakî, es-Suntnu'l-Kübrâ. IX, 71, 72;
Müstıed, II, 307, 338, 453.
[25] 18. ve 19. ayetlerin tefsiri 1.. başlık'ın sonlarında
hadis geçmişti. Oradaki nota ve el-Araf, 7/133- ayet ve 5. başlığa bakınız
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/142-144.
[27] Ibn Kuteybe, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadi.s, s. 162
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/144-145.
[29] Müslim, I, 463, 1810; Müsned,
V, 91
[30] Müslim,
IV,
1876.
[31] el-Heysem i, Mecmau'z-Zetıâid,
IV,
216
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/145-146.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/146-147.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/147-148.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/149-150.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/150-151.
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
13/151-152.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/152-153.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/153-154.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/154.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/154-156.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/156.
[43] EbûDâvûd, I, 10
[44] Müslim, I, 332; Tirmizî,
V, 382; Müsned, I, 436
[45] Bir önceki notta belirtilen yerler.
[46] Buhart,
III,
1401; Musned,
I, 458(de Abdullah b. Mesud'dan aynı manada
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/156-157.
[48] Buharı, IV, 1610, VI, 2600; Tirmizl, IV, 527; Müsned,
V, 38, 47.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/158.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/159.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/159-160.
[52] Bu durumda mana şöyle olur: Şeytan onlara amellerini,
Allah'a secde etmemelerini, onlara süslü göstermiş...
[53] Buna göre <ie mana şöyle olabilir: Onları doğru
yoldan, Allah'a secde etmekten alıkoymuş...
[54] Buharı, I, 365.
[55] Vesyolmak ise eti kesen fakat kemiği kırmaksızın
kemiğe kadar ulaşan darbe demektir.
[56] Bu durumda hu buyrukların menli şöyle olur: 'Allah, O
dur ki: Ondan başka ilah yoktur, O çok büyüktür, arşın Rabbidir."
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/160-165.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/165-166.
[59] Müslim, II, 1136, IV, 2114; Buharı, VI, 2(iyH; Müsned,
IV, .248.
[60] Müslim, IIF, 1311; Müsned, IV, 253.
[61] İbn Abdi'l-Berr, et-Temhîd, III, 195.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/166-167.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/167-168.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/168.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/168.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/169.
[67] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaıd, VI11, 99; ravilerinden
Muhammecl b. Mervan es-Süddi es-Sagir'in "metruk olduğu kaydıyla.
[68] Benzer rivayetler için bk. Sııyûtî, el-Câmiu'l-Kebir,
IH, 306.
[69] Buhart, VI, 2634; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, 147.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/169-170.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/170-171.
[72] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, V1I1, 223'ten rivayetin
birinci oümfesi Meymfınun sözü olarak.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/171.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/171.
[75] Buhar'ı, VI, 2619; Nesaî, VIII, 176.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/171-172.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/172.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/173.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/173-174.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/174.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/174-175.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/176.
[82] Görüleceği gibi bu rivayetlerin hiç birisi sağlam ve
belli bir senedle peygamber Efendimize ya da :ısh:ıba ıılaşmamakadır
tsrâiliyyfıt olma ihtimaller! çok yüksek, olup bunların hiç birisinin ilmî
bakımdan itibar edilecek bir yanları da bulunmamaktadır
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/176-179.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/179.
[85] İbnuUCârûd, el-Munteka, I, 280; Tirtnizl,
IV,
140.
[86] Peygamler Efendimizin hediyeyi kabul eniğine dair
rivayetler için bk. Müslim, 11, 754; Buharı, II, 910-913, 922 vs.,..
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/179-180.
[88] Muvatta, II, 908. îbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XI,
55"te bu rivayeti kayd ettikten sonra, hadisin mevsul (yani senedinde
kopukluk bulunmayan) bir rivayetini tespit edemediğini kayd etmektedir.
[89] Muhatnmed b. Selâme el-Kuciâî, Müsnedu'ş-Şihâb, I,
382.
[90] TaberSnî, el-Mu'cemu'l-Evsat, II, 146.
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/180-181.
[92] İbn Abdi'Mîerr, et-Timhtd, VI, 156'da "...eğer
senedi sahih ise..." kaydını XXI, 124'te senedinin "leyyin'' olduğu
kaydını eklemektedir.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/181.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/181.
[95] er-Râmehurmuzî, Emsâlu'l-Hadİs, s. 163; İbn Selâme
el-Kudâî, Müstıedu'ş-Şihâb, II, 155.
[96] Müslim, I, 384.
[97] Buhari, I, 176,
III,
1260,
IV, 1809; Müsned,
II,
29H.
[98] el-Heysemî, Mecmau'z-Zçuâid, X, 125, 126.
[99] Benzer rivayetler için bk. Taberi,
XIX,
163, 164.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/182-190.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/191-193.
[102] Rivayetin sadece Iielkıs iie ilgili olan bölümü:
Tabert, XIX, 169'da yer almaktadır. Ai-$e Validemizin soru ve cevabını ihtiva
eden biryer tespit edemedik. Esasen Kurtubî de kullandığı ifadelerle rivayetin
güvenilir olmadığına dikkat çekmekledir
[103] Beyhakî, Şuabu'l-ltrmn, VI, 160, râvilerinden İsmail
b. el-Ezdî'nin güvenirliğinin tartışmalı olduğu kaydıyla
[104] Ebû Şucâ' ed-Deylemî, el-Firdevs, IH, 277
[105] Buhart, IV, 1610, VI, 2600; Tirmizl, IV, 527; Nesaî,
VIII, 227; Müsned, V, 38, 43, 47, 51.
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/193-200.
[107] el-Heysemî, Mecnıau'z-Zevâid, V, 106; "Taberi
tarafından muhtelif senedlerle rivayet edil-^ diği,, bunlardan birisinin
ravilerinin sika olduğu kaydıyla.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/200-202.
[109] "Te" ile okuyuşun anlamı: Gece aile halkına
baskın yapacaksınız... diyeceksiniz; şeklinde, "ya" harfi ile okuyuş
gece baskın yapacaklar... diyecekler demek o!ur.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/202-204.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/204-207.
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/207-208.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/208-211.
[114] Bukari, VI, 2747; Müslim, III, 1671; Müsned, W, 232,
259, 451
[115] Müslim, III, 1670.
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/211-213.
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/213-214
[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/214.
[119] Ebu Davûd ct-Tayalisî, Müsned, 1, 117; Müsned, V, 42.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/214.
[120] Ebû Dâvâd, II, 89; Tirmizi, IV, 314, V, 502; Miisned,
II, 25«, 348; Muhammed h. Selâ-me el-Kudaî, ef-Şİhâb, I, 208.
[121] Müslim, I, 50; Buharı, II, 364; Tirmizt, III, 21, IV,
368; Ebû Dâvûd, II, 104; İbn Mâce, 1, 56H.
[122] el-Kudaî, a.g.e., I, 427; el- Heysemî,
Mecmaii'z-Zeuaîd, X, 152.
[123] Ebu Hureyre'den rivayete göre Peygamber Efendimiz:
"Mazulumun duası kabul edilir.
İslerse günahkâr olsun", Mecmau'z-Zevaid, X, 151.
[124] Müslim, IV, 1994.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/215-218.
[126] Müslim, I, 159; Tirmizî, V, 262; Müsned, VI, 49.
[127] Bu farklı kıraatlerin ne anlama geldiği, biraz sonra
merhum müfessir tarafından açıklanacaktır.
[128] Burada Kurtubrde birinci mısraın sonundaki
"tekavvelet" kelimesi "teğavvelet: Gulya-bani'ye benzedi",
ikinci mısranın başındaki "el-kavl kelimesi" en-nevm: uyku"
kelimesi kabul edilerek tercüme edilmiştir. Bu şekildeki düzeltme ise
el-Ferra, Meani'l-Kur'ân, II, 299'e göre yapılmıştır.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/218-222.
[130] Tek soru ile. Buna göre meal: "Hiz ve bahalarımız
toprak olduktan sonra gerçekten tekrar çıkartılır mıyız?" şeklinde olur.
[131] Buna göre de meal: 1L... toprak olduktan sonra mı,
gerçekten çıkartılacağız?" şeklinde olur.
[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/222-223.
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/224.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/224-226.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/227-228.
[136] Buhârî, IV, 1416; Müsned, IV, 29.
[137] Müslim, IV, 2202, 2203.
[138] Buhari, IV, 1462.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/228-230.
[140] Beyhakî, Şttabu'l-İman, 11, 355; tbnu')-Mübarek,
ez-Zühd, s, 277.
[141] Müslim, I, 138; Tirmizt,
V, 264; MUmed,
II,
445.
[142] Ebû DâvCId, et-Tayalisi, el-Müsned, I, 144.
[143] Bu lafız ve manada tespit edemedik, ancak, Musned, V,
2(ıH'de Ebu Umame'den gelen bir rivayette, "Dâbbe'nin genel olarak
insanları burunları üzerinde mühürleyeceğinden" söz edilmekte, fakat
buradaki diğer tafsilât zikredilmemektedir.
[144] Müsned, V.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
13/230-238.
[146] Taberî, Cemiu'l-Beyân, XVI, 30.
[147] Hadis, görüldüğü gibi mürseldir. Ancak Ebû Hureyre'den
gelen ve "iki iifürüş arasında kırk vardır " deyip, bu kırkın
mahiyetini sorulan soruya rağmen belirtmediği rivayet için bk.: Buhari, IV, 1813, 1881; Müslim, IV, 2270.
[148] Mana itibariyle yakın bir rivayet için bk.: Nesaî, II,
68; Ebû Dâvûd, II, 48
[149] Kelime-i Tevhid ile ilgili bölümü bulunmayan bir
rivayet Beyhaki, Fudail-îman, II, 245'te ancak "mürser olduğu kaydıyla.
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/238-247.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/247-249.