Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu surede, büyük hadiselerin ortaya konulduğu, Allah'ın müminlere lü-tufta bulunması ve kâfirleri zelil kılmasının açıkça belirtildiği Hz. Musa'nın doğumundan peygamberliğine kadar geçen kısası gayet hayret verici bir üslûpla anlatıldığı için "Kasas Suresi" adı verilmiştir.
Bu surede ayrıca azgınlık direklerinin çürütülmesi hakkında birinci kıssaya benzer Musa kavminden olan Karun kıssası da yer almaktadır. Firavun'da hakimiyet azgınlığı, Karun'da ise mal azgınlığı vardı. [1]
Bu surenin Nemi ve Şuara suresi ile irtibatı açıkça görülmektedir. Kasas suresi bu iki surede özlü olarak anlatılan Hz. Musa (a.s.) kıssasını tafsilatıyla anlatmaktadır.
Önce Firavun'un büyüklük taslaması ve zulmü... Firavun'un adamları tarafından boğazlanır korkusuyla henüz yeni doğduğunda Musa'nın bir sandık içerisinde deniz sahiline atılmasına sebep olan Firavun'un İsrailoğullan-nın çocuklarını boğazlaması... Sonra Firavun'un küçük Musa'yı denizden alıp gençlik çağına kadar sarayında büyütmesi... Gençlik çağında Musa'nın kıbtîyi öldürmesi olayının meydana gelmesi ve dolayısıyla Mısır'dan Medyen şehrine kaçması... Daha sonra Hz. Şuayb'm (a.s.) kızıyla evlenmesi... Sonra da Musa'nın Rabbine niyazda bulunması... Cenab-ı Hakk'ın O'nu rasul olarak göndermesi ve bunu izleyen olaylar...
Bu sure ayrıca zulümleri sebebiyle pek çok ülke halkının helak edildiğini, Allah'a şirk koşulan şeylerin kıyamet günü sorguya çekileceklerini, bunlarla kendilerine tapan müşrikler arasında geçen ve bu varlıkların müşriklerin kendilerine tapmalarını ilân etmeleriyle sona eren sert tartışmaların meydana geleceğini bildirmek suretiyle ve Allah'ın yaratma, var etme, diriltme ve yok etmeye kadir olduğunu ispat eden pek çok delili ortaya koymak suretiyle kıyamet gününü inkâr eden müşriklerin tekdir edilip azarlanması hususundaki Kur'anın tavrını bütün tafsilatıyla gözler önüne sermektedir.
Yine Nemi Suresi ile Kasas Suresi arasında bir başka irtibat noktası daha vardır. Bu surede, daha önceki surede teferruatıyla anlatılan Hz. Salih ve Hz. Lût kavminin helak edilmesi, iyi amel işleyenle kötü amel işleyenin akıbeti özlü bir şekilde anlatılmıştır. [2]
Bu sure ile bundan önceki Şuara ve Nemi sureleri peygamber kıssalarını anlatırken akideyle ilgili tevhid, risalet ve öldükten sonra dirilme konularını beyan etme noktasında ve kâinattaki olaylar, eşsiz güzellikler, benzeri görülmeyen nizam ve intizam konusunda bu temel inanç esaslarını ispat eden delilleri açıklama noktasında birleşmektedirler.
Bu sureye hakim olan unsur güçlünün azgınlığı ve güçsüzün zafiyeti arasındaki mücadeleyi sergileyen Hz. Musa ile Firavun kıssasının beyan edilmesidir. Fakat burada güçlü taraf batıl üzerinde, ikinci taraf hak üzerindedir. Batılın yardımcıları şeytanın ordusu, hakkın yardımcıları Rahman'ın ordusudur.
Firavun saltanatına, gücüne ve servetine güveniyordu. Azgmlaşmış ve haddini aşmıştı. İsrailoğulları halkını köle olarak kullanıyor, bu azgınlığına ilâve olarak İsrailoğullarmm yeni doğan erkek çocuklarını boğazlatıyor, kız çocuklarını bırakıyordu. Firavun yeryüzünde fesat çıkarıyor ve ilâhlık iddia ediyordu: "Ben sizin için benden başka ilâh tanımıyorum." diyordu (Kasas, 28/38).
Çocukların boğazlanması küçük Musa'nın deniz sahiline bırakılmasına, Firavun ailesinin bu çocuğu bulup almasına, sonra annesine iade edilmesine, daha sonra Firavun'un sarayında büyütülmesine sebep olmuştu. Nihayet Hz. Musa erginlik çağına erişmiş, olgun ve güçlü bir delikanlı olmuştu. Sonra hata ile bir kıbtîyi öldürmüş, Mısır'dan Medyen'e kaçmıştı. Orada Hz. Şu-onun davarlarının çobanı olmuştu. Hz. Musa daha sonra Tur dağında Rabbi-ne niyazda bulunmuş, Allah da en önemlisi Âsâ ve "Yed-i beyzâ" (nurlu el) mucizeleri olan mucizeleriyle onu te'yit etmişti. Hz. Musa (a.s.) Rabbinin mesajını tebliğ etmiş fakat Firavun ve kavmi büyüklük taslayarak ve kibirlenerek onu yalanlamışlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onları denizde boğmuştu.
Bu durum Kureyşlilerin Peygamberimiz'in (s.a) peygamberliğini ve getirdiği hak kitabı inkâr etmelerine benzemektedir. Kureyşliler onu sihirbazlıkla tavsif etmişler, çürük bahanelerle onun risaletini inkâra kalkışmışlardı.
Kur'an onları Firavun kavminin akıbetine benzer bir azapla uyarmış ve onlara Allah'ın hiçbir kavme kendilerine elçi göndermeden azap etmeyeceğini, Peygamberin müşriklerin arzularına göre değil, Allah'ın seçmesiyle görevlendirildiğini, onların sahte ilâhlarının kıyamet gününde kendilerinden uzak olduklarını ilân edeceklerini, Allah'ın hiçbir ortağı olmayan tek ilâh olduğunu, mahlûkatı ilk defa yaratmaya, gece ile gündüzü peşpeşe getirmeye kadir olduğu gibi ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu beyan etti.
Peygamberler ümmetlerine karşı Rablerinin risaletini tebliğ ettiklerine şahitlik edeceklerdir. Ehl-i Kitaptan bir kısmı iman etmiştir, bunlara ecirleri iki defa verilecektir. Hidayet peygamberlerin elinde değil, Allah Tealâ'nm elindedir. Peygamber sevdiğini hidayete erdirme imkânına asla sahip olamaz.
Bunun ardından benzeri bir kıssa anlatıldı. Bu kıssa Firavun'un saltanat ve hakimiyet azgınlığına güvenmesi gibi Hz. Musa kavminden olan Karun'un mal ve servet azgınlığına güvenmesi kıssasıdır. Karun'un akıbeti Firavun'un akıbetinden daha uğursuz ve feci olmuştu. Kendisi ve mülkü yerin dibine geçirilmiş, ona yardım edecek bir gurup bulunmamış, kendisi de kurtuluşa erenlerden olmamıştı.
Bu iki kıssada anlatılan haberler Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğinin doğruluğuna kesin delillerdir. Zira Peygamberimiz (s.a) onlarla beraber yaşamamıştı, bunları bir öğreticiden de öğrenmemişti.
Bu iki kıssa şu ulvî prensipleri ilân ederek sona ermektedir:
1- Ahiret sevabı yeryüzünde hiçbir şekilde büyüklük veya fesatçılık arzu etmeyen kimselere verilir.
2- Allah'a ve ahiret gününe iman etmek sevapların kat kat artmasına ve kötülüklere tek bir ceza ile karşılık verilmesine, düşmanlarına karşı Ra-sulullah'a (s.a.) zafer ihsan edilmesine, Mekke'den hicret etmek zorunda bırakılmasından sonra oraya "Mekke Fâtihi" olarak dönmesine varan saadetli bir yoldur.
3- Bu kâinat en sonunda tamamen yok olacaktır. Daimi ve baki olan, hükmü ve hesap görmeyi elinde tutan sadece Allah'tır. Beşerin tamamı O'na dönecektir.
"O'nun zatı hariç her şey helak olacaktır. Hüküm vermek sadece O'na aittir. O'na döndürüleceksiniz."
"Bu topraklar üzerinde olan her şey fanidir. Baki olan celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır." (Rahman, 55/25-26). [3]
1- Ta, sın, mim.
2- Bunlar apaçık kitabın ayetleridir.
3- Biz sana Musa ile Firavun kıssasını iman edecek bir kavim için gerçek yönüyle anlatacağız.
4- Gerçekten Firavun ülkesinde zorbalığa kalkıştı. Ülkesinin halkını guruplara böldü. İçlerinden bir gurubu eziyor, oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. O gerçekten bozgunculardan biriydi.
5- Biz ise yeryüzünde ezilenlere lü-tufta bulunalım, onları önderler yapalım, onları varisler kılalım, istiyorduk.
6- O ezilenlere yeryüzünde imkân verelim; Firavun'a, Haman'a ve askerlerine o sakındıkları şeyi o ezilenlerin eliyle gösterelim, (istiyorduk).
"Bunlar apaçık kitabın ayetleridir." Ayetin metninde, ayetleri göstermek için yakın için kullanılan ism-i işaret "hâzihi" yerine uzak için kullanılan "tilke" işaret isminin kullanılması Kur'anın kemal noktasındaki mertebesinin yüksekliğine işaret etmek içindir.
"Biz ise yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım... istiyorduk." Ayetteki "nurîdû" kelimesi bu şekli zihinde canlandırmak için geçmişteki durumu hikâye etmektedir. (Yani "istiyorduk" manasındadır.). Çünkü bu cümle bir önceki ayetteki "inne Fir'avne..." cümlesine matuftur. Zira her iki cümle de 2. ayetteki "nebe"' kelimesini tefsir etmek için gelmişlerdir. Onları Firavun'dan kurtarmakla lütufta bulunma arzusu gelecekte olacaktır. Bu durum geçmişte onları güçsüz bırakma iradesine engel değildir. Birinci irade ikinciye yakın olunca bunun karşılığı şeklinde olmaktadır. [4]
"Tâ, sın, mim." Bu mukattaa harfleri ve benzerleri defalarca açıkladığımız gibi Kur'an-ı Kerim'in mucize olduğuna dikkat çekmek, fesahatinde ve beyanında mucize olan bu kitabın bu gibi alfabe harflerinden meydana geldiğine işaret etmek içindir. Beyan üstadları, fesahat ve belagat süvarileri bunun beşer seviyesinden üstün olduğuna ve bu kitabın bütün kâinatın ilâhı olan, sonsuz hikmet sahibi ve sonsuz övgüye lâyık olan Allah tarafından indirildiğine delildir.
"Bunlar" bu ayetler "apaçık" hakkı batıldan ayırd eden "kitabın ayetleridir."
"Biz sana Musa ile Firavun kıssasını" yani haberlerinden bir kısmını "iman edecek bir kavim için" yani sadece onlar için "gerçek yönüyle" doğru olarak "anlatacağız." Cebrail'in okuması suretiyle sana nakledeceğiz. Ayette iman edenler özellikle zikredilmiştir. Çünkü bundan asıl istifade edecek olanlar müminlerdir.
"Gerçekten Firavun ülkesinde zorbalığa kalkıştı." Diktatörlük yaptı ve büyüklük tasladı. Bu ifade Hz. Musa ile Firavun kıssasının bir bölümünü açıklamak için bir başlangıçtır.
Firavun "Ülkesinin halkını guruplara böldü." Onları inşaat, kazı, ziraat gibi ağır işlerde çalıştırmak üzere sınıflara ve guruplara ayırdı. Birleşmeme-leri için de aralarında düşmanlık ve kin duyguları ekerek onları birbirine düşman kılacak şekilde guruplara ayırdı. "İçlerinden bir gurubu" İsrailoğul-larını "eziyor" zayıf, güçsüz ve horlanmış kılıyor, "oğullarını" yeni dünyaya gelen erkek çocukları "boğazlatıyor, kadınlarını sağ bırakıyor" kız çocuklarına dokunmuyordu. Bunun sebebi ise şu idi: Bir falcı Firavun'a "İsrailoğulları içinde bir çocuk dünyaya gelecek ve senin hakimiyetin onun eliyle yok olacaktır." demişti. Bu durum Firavun'un aşırı ahmaklığındandır. Zira falcı doğru söylemiş olsa bu durum çocukları öldürmekle engellenemezdi. Yalan söylemiş ise yaptığı bu davranışın sebebi nedir?
"O" çocukları öldürmekle "gerçekten bozgunculardan biriydi." Asılsız bir hayal sebebiyle peygamber çocuklarından pek çoğunu öldürme cür'etinde bulunmuştu.
"Biz ise yeryüzünde ezilenlere" onları Firavun'un şiddetinden, işkencesinden kurtarmak suretiyle "lütufta bulunalım" ihsanda bulunalım, "onları önderler yapalım" din ve dünya konusunda hayırda öncülük yapacak liderler kılalım, "onları varisler kılalım" Firavun ve kavminin mülküne mirasçı kılalım, "istiyorduk".
"O ezilenlere yeryüzünde" Mısır ve Şam'da "imkân verelim,"
"Firavun'a" ve Firavun'un veziri "Haman'a ve askerlerine o sakındırdıkları şeyi" elinde Firavun'un mülkünün yok olacağı yeni bir yavrunun dünyaya gelmesinden korkmalarını "o ezilenlerin eliyle gösterelim" istiyorduk. Ayetin ilk kısmındaki "temkin" kelimesiyle Mısır arazisine musallat olmak ve orada tasarrufta bulunmak murad edilmektedir. [5]
"Bunlar apaçık kitabın ayetleridir." Yani bu ayetler dini meselelerin hakikatini, daha önce olanları ve bundan sonra olacakları açıklayan gayet açık ve her şeyi gözler önüne koyan kitabın ayetleridir.
"Biz sana Musa ile Firavun kıssasını iman edecek bir kavim için gerçek yönüyle anlatacağız." Yani biz sana durumu olduğu gibi doğru ve gerçek olarak sanki sen görüyorsun gibi, sanki sen orda hazır imişsin gibi senin risale-tini ve Rabbinden sana inen kitabı tasdik edecek ve bununla kalpleri mutmain olacak bir kavim için anlatacağız. Nitekim bir başka ayette şöyle buyu-rulmuştur: "Biz sana en güzel kıssayı anlatacağız." (Yusuf, 12/3).
Allah Tealâ Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğinin doğruluğuna ve bu yüce Kur'anın herhangi bir beşer tarafından ortaya konulmayıp vahyedi-len bir vahiy olduğuna delil ikame etmek için, ibret ve öğüt olması için bu bu surede Hz. Musa ile Firavun kıssasından bir parça veya bir bölüm zikretmiştir.
Kur'anın bütün insanlık için indirilmiş olmasına rağmen burada özellikle müminlerin zikredilmesi, bundan sadece Allah'ın peygamberi Hz. Muham-med'e (s.a.) indirilen kelâmı tasdik eden kimselerin yararlanacaklarına işarettir.
"Gerçekten Firavun ülkesinde zorbalığa kalkıştı." Yani Mısır kralı Firavun memleketinde despotluk yaptı ve böbürlendi, zulmetti, haddi aştı ve halkını ezdi.
"Ülkesinin halkını guruplara böldü." Mısır evlâtlarını çeşitli gurup ve fırkalara ayırdı. Her gurubu devlet işlerinden imar, ziraat v.b. işlerde kullandı. Sömürgeci siyaseti olan "Parçala! Hükmet!" siyasetini takip ederek halkın kendi aralarında ittifak etmemeleri için aralarında fitne, düşmanlık ve kin tohumları ekti.
Bu genel anlamıyla İslâm siyasetine tamamen zıttır. İlâhî hidayet tamamen ülfet meydana getirme ve tek kalp üzerinde birleşme, halk arasında sevgi, hoş görü, kaynaşma ve gönül temizliği ruhunun yaygınlaşması üzerine kuruludur.
Bu gerçekten yöneticiyi rahatlatan, ümmete güç veren, ümmetin şeref binasını kuran ve peşpeşe zaferlerini gerçekleştiren ideal pirensiptir.
"İçlerinden bir gurubu eziyordu." Onlardan bir cemaatı -İsrailoğulları'-nı- ezilmiş ve horlanmış hale getirmişti.
Bu ezme şekilleri şöyle idi:
"Oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu." Yani yeni doğan erkek çocuklarını öldürtüyor, kız çocuklarını küçümsediği ve hiçe aldığı ve sadece erkek çocuktan korktuğu için kız çocuklarına dokunmuyordou. Firavun ve ülkesinin halkı devletlerinin gitmesine ve helak olmalarına sebep olacak bir çocuğun içlerinden çıkmasından korkuyorlardı. Çünkü kâhinler, falcılar Firavuna şöyle demişlerdi: "îsrailoğullarında doğacak yavrunun elinde senin mülkün yok olacak." Ya da müneccimler bunu söylediler, yahut Firavun kendisi bir rüya gördü ve rüyayı böyle tabir etti.
Zeccac diyor ki: Firavunun ahmaklığı hayret vericidir. Bilmiyor ki kâhin doğru söylemişse çocukları öldürmenin hiçbir faydası olmayacaktır, yalan söylemişse çocukları öldürmenin bir anlamı yoktur.
"O gerçekten bozgunculardan biriydi." Yani yeryüzünde ameliyle, isyan-kârlığıyla ve zorbalığıyla fesatçılık yapıyor, günahsız yere çocukları öldürüyor, hiçbir sebep olmaksızın korku ve dehşet yayıyordu. Kalplerine endişe ve huzursuzluk hâkim olan azgın zalimlerin durumu daima böyledir. Onlar bu gibi feci olayları fütursuzca işlerler. Şayet bir gün veya daha fazla gönül huzuru ve rahatlık hissetseler ve iman onların üzerine kanatlarını gerseydi ve onları serin ve geniş gölgesiyle kaplasaydı kendileri istikrar ve güven içinde yaşarlar, yeryüzünde fesat çıkarmazlar, helak olacaklarını bildiren bu gibi şiddet ve zulme ihtiyaç duymazlardı.
Cenab-ı Hak zalimlerin bu beş kötü vasfını (yani yeryüzünde zorbalığa kalkışmaları, halkı ezmeleri, küçük yavruları öldürmeleri, kız çocuklarına dokunmamaları ve bozgunculuk çıkarmaları özelliklerini) zikrettikten sonra bunların karşılığında İsrailoğulları'ndan olan ezilmeye mahkûm bırakılmış halkın beş vasfını zikretti. Bu vasıflar onların zulümden kurtarılmaları, Firavun ve kavminden sonra yeryüzüne hakim önderler olmaları, Mısır ve Şam diyarına varis kılınmaları, buralarda hakimiyetin kendilerine ait olması, Firavun, Haman ve ordularının korktukları helake uğramaları ve mülklerinin İsrailoğulları elinde yok olması olayının ortaya konulmasıdır.
Allah Tealâ bunları şöyle beyan etmektedir:
1- "Biz ise yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım istiyorduk." Biz Fira-vun'un ezdiği, zelil kıldığı İsrailoğulları'ndan ezilen kimselere onları Firavun'un işkencesinden kurtarmak ve onun zulmünden korumak suretiyle lütuf ve ikramda bulunmak istiyorduk.
Zemahşerî burada şu suali ortaya atmaktadır: Onların ezilmeleri ile Allah Tealâ'nm kendilerine lütufta bulunması nasıl birleşebilir? Allah bir şeyi murad ettiği zaman bu şey bir başka vakti beklemeden derhal olmaz mı?
Sonra da bu suale cevap vermektedir: Allah'ın onları Firavun'dan kurtarmak suretiyle yaptığı lütuf hemen yakında meydana gelince onun meydana gelişinin iradesi İsrailoğulları'nın ezilmeleriyle berabermiş gibi süratle tecelli etmiştir.
2- "Onları önderler kılalım" istiyorduk. Yani onları din ve dünya meselelerinde ilerlemiş liderler, valiler ve hakim güçler kılmayı murad ediyorduk.
3- "Onları varisler kılalım" istiyorduk. Yani Firavun'un ve ülkesinin mülkünü, elinde tuttuğu şeylere varis olacak kimseler kılalım istiyorduk. "Hor görülen o kavmide mübarek kıldığımız yerin doğularına ve batılarına varisler yaptık. Böylece sabretmelerinden dolayı Rabbinin İsrailoğullarına o pek güzel vaadi yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri şeyleri yerle bir ettik." (A'raf, 7/137); "İşte böyle yaptık. Onlara İsrailoğulları'nı mirasçı kıldık." (Şuara, 26/59).
4- "O ezilenlere yeryüzünde imkân verelim" istiyorduk. Yani onlara yetki ve nüfuz vermeyi, Mısır ve Şam diyarında serbestlik vermeyi murad ediyorduk.
5- "Firavun'a, Haman'a ve askerlerine o sakındıkları şeyi o ezilenlerin eliyle gösterelim istiyorduk." Yani onların korktukları o mülklerinin yok olması ve İsrailoğullarmdan dünyaya yeni gelecek bir çocuk eliyle helak olmaları şeklindeki durumu görsünler diye murad ediyorduk.
Sonunda Allah emrini infaz etti, hükmünü gerçekleştirdi. Firavun ve kavminin yok olmasını bizzat kendi evinde ve yatağında, kendi sofrasında ve masasında büyütüp yetiştirdiği birinin eliyle gerçekleştirdi. Göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'ın emrinde galip ve sonsuz ezici güce sahip olduğunu, dilediği şeyin meydana geldiğini ve dilemediği şeyin olamayacağını Firavun bilsin diye Allah onun yetiştirdiği çocuğu rasul kılmış ve Ona Tevrat'ı indirmiştir.
Gayet açıktır ki
İsrailoğulları şeriatlerinin aslıyla tahrife uğramayan ve bozulmayan ama bugün
kaybolan ve varlığı söz konusu olmayan semavî kitaplarıyla (hakikî Tevratla)
amel ettikleri müddetçe onlara ait bu özellikler aynen gerçekleşecektir.
Tevrat'ın asıl indirildiği andaki muhtevası Kur'anın muhtevasıyla buluşmaktadır. Onlar doğru inançtan ve nazil olan şeriatten saptıkları için onların bu özellikleri kaybolmuştur. [6]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Kur'an-ı Kerim hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd etmekte, peygamberlerin kıssalarını ve Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğini açıklamaktadır. Onun hidayetinden ancak onu tasdik eden, Onun Allah nezdinden geldiğini bilen topluluk istifade eder.
2- Yeryüzünde zorbalık yapmaktan, kendisine tabi olanların çokluğuyla övünmekten kaçınılmalıdır. Bu iki husus Firavun ve Karun'un metodudur. Bunların kıssaları Kureyş müşriklerine karşı hüccettir. Nasıl Karun'un Musa'ya yakınlığı küfrü sebebiyle fayda vermemişse Kureyşlilerin Hz. Muham-med'e (s.a.) yakınlığı da onlara fayda vermeyecektir.
3- Firavun'un zorbalığı ve diktatörlüğü küfürlerinden dolayı idi. Onun zulmünün ve azgınlığının şekilleri çok ve çeşitli idi. Firavun İsrailoğullann-dan bir gurubu eziyor, erkek çocuklarını boğazlatıyor, kız çocuklarını küçüm-süyerek ve tahkir ederek canlı bırakıyordu. Firavun ülkesinde bozgunculuk çıkaran asi kimselerdendi. Zulüm ve büyüklük taslamak yok olma ve helak olma sebebidir. Allah onu helak etti. İsralioğulları'nı eziyet ve tuğyandan korudu.
4- Allah, İsrailoğulları'ndan ezilen halka mükâfat verdi. Daima güçsüzlere yumuşak davranmak Allah'ın şanındandır. Allah, onları Firavun'un şiddetinden kurtardı. Onları valiler ve melikler kıldı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O, sizleri melikler kılmıtır." (Maide, 5/20). Onları Firavun mülkünün varisleri kıldı. Onlar Mısır kıptîlerinin yerlerine yerleştiler. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Rabbinin İsrailoğulları'na verdiği güzel sözü sabretmelerinin karşılığı olarak gerçekleşti." (A'raf, 7/137). Onları Mısır ve Şam diyarına ve halkına karşı muktedir kıldı. Oraları aldılar. Cenab-ı Hak Firavun'a, Haman'a ve askerlerine mülk ve saltanatlarının İsrailoğulları'ndan dünyaya gelecek bir çocuk elinde yok olacağını göstermek istedi. Masum çocuklardan binlercesini öldürmek onlara fayda vermeyecek ve Allah Tealâ'nın muradı gerçekleşecektir. Onun hüküm ve saltanatı mutlak olarak nüfuz edicidir. [7]
7- Musa'nın annesine şöyle ilham ettik: Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesinden korkunca da onu suya bırak. Sakın korkma ve üzülme. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız.
8- Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak yavruyu aldı. Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu insanlardı.
9- Firavun'un hanımı: "Bu yavru benim için de senin için de göz nurudur. Onu öldürmeyin. Belki bize faydalı olur ya da onu evlât ediniriz." dedi. Onlar işin farkında değillerdi.
10- Musa'nın annesinin gönlünde (evlâdından başka) hiçbir şey kalmadı. Eğer müminlerden olması için kalbine sabır vermeseydik, nerdeyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı.
11- Annesi, Musa'nın kızkardeşine: "Onu takip et." dedi. O da Musa'yı uzaktan gözetledi. Firavun ve adamları işin farkında değillerdi.
12- Biz Musa'nın (annesinden) önce süt anneleri emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine Musa'nın kızkardeşi: "Sizin için ona bakacak ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim mi?" dedi.
13- Böylece biz annesi sevinsin, üzülmesin ve Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye Musa'yı annesine geri verdik. Fakat onların çoğu hakkı bilmezler.
14- Musa ergenlik çağına erişip olgunla-şınca ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyiliklerde bulunanları böyle mükâfatlandırırız.
"Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." Burada müjdeye itina göstermek için fiil cümlesi yerine isim cümlesi kullanılmıştır.
"Biz onun kalbini bağlayıp sabır vermeseydik..." cümlesi istiaredir. Kalbe konulan sabır kaybolur korkusuyla bir şeyin bağlanmasına benzetilmiştir. "Rabt (bağlama)" kelimesi burada sabır için kullanılmıştır.
"Onu öldürmeyin." Firavun'un hanımı kocasına tekil sigası yerine ta'z-im ve hürmet maksadıyla çoğul sigasıyla hitap etmiştir.
"Yeş'urûn", "nâsıhûn" ve "ya'lemân" kelimelerinde tezat sanatı vardır. [8]
"Biz Musa'nın annesine şöyle ilham ettik." Ayetteki "vahy" kelimesi ya "Rabbin arıya vahyetti." (Nahl, 16/68) ayetinde olduğu gibi "ilham" manasında ya da rüyada gelen vahiy manasında kullanılmıştır.
Gizlemek mümkün olduğu kadar gizlice "Çocuğu emzir." Birisi onun varlığını hissedip de "Başına bir şey gelmesinden korkunca da onu" bir sandık içerisinde "suya" denize veya Nil'e "bırak. Sakın" onun boğulmasından "korkma" ve ondan ayrılma sebebiyle "üzülme". "Biz onu" yakında "sana geri döndüreceğiz." Onun için çocuğun hakkında emniyet içinde olasın.
"Biz onu peygamberlerden kılacağız." Bu risalet ve nübüvvet müjdesidir. Annesi doğumdan itibaren üç ay onu emzirdi. Firavun yeni doğan çocukların aranmasında ısrar edip araştırma için casuslar gönderince annesi Musa'yı içi su geçirmeyecek şekilde kaplanmış bir sandık içine koydu ve geceleyin onu Nil nehrine attı.
"Firavun ailesi ileride" işin sonunda "kendilerine düşman" olacak, onların batıl dinlerini köklerinden sarsacak "ve" onların hakimiyetlerini ortadan kaldırarak "üzüntü sebebi olacak yavruyu" sahilde "bulup aldılar."
Ayette geçen "iltekat" kelimesi bir şeye karşı istek ve arzusu olmadan onu derhal almak demektir. Yani Firavun'un adamları o gecenin sabahında o sandığı aldılar ve bunu Firavun'un önüne koydular. Firavun sandığı açtı ve içinden Musa'yı çıkarttı.
"Şüphesiz Firavun" Firavun'un veziri "Hâman ve askerleri suçlu insanlardı. " Günahkâr ve isyankâr idiler.
"Firavun'un hanımı" adamlarıyla beraber yavruyu öldürme niyetinde olan Firavun ve adamlarına hitaben: "Bu yavru benim için de senin için de göz nurudur" yani sevinç kaynağıdır; "Onu öldürmeyin." dedi. Bu ifade ta'zim için çoğul lafzıyla yapılan bir hitaptır. "Belki" bu yavru "bize faydalı olur." Çünkü bu yavruda bereket alâmetleri ve fayda delilleri vardır. 'Ya da onu evlât ediniriz." Zira bu yavrunun ailesi yoktur. "Onlar işin farkında değillerdi." Halbuki onlar kendilerinin Musa ile ilgili son durumun ne olacağını bilmiyorlardı. Onlar bu yavruyu almakta ve ondan fayda ummakta hatalıdırlar.
"Musa'nın annesinin gönlünde hiçbir şey kalmadı." Musa'nın annesi çocuğunun İsrailoğulları'nın düşmanı olan Firavun'un eline düştüğünü duyunca kendisini korku ve hayret kaplayınca aklı başından gitti. Bu tıpkı şu ayet gibidir: "Onların kalpleri boştur." (İbrahim, 14/43). Yani akılları başlarından gitmiştir.
"Eğer müminlerden olması" Allah'ın vaadini tasdik edenlerden olması "için onun kalbine sabır" ve sebat "güç vermeseydik" onun kalbine sükûnet vermeseydik ve sebatkâr kılmasaydık "nerdeyse bu yavrunun kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı."
"Annesi Musa'nın kızkardeşine: Onu takip et." Onun sonucunu bilmen için onun haberini araştır ve eserini izle. "dedi. O da Musa'yı uzaktan" gizlice "gözetledi. Onlar" Firavun ve adamları "işin farkında değillerdi." Bu kızın bu çocuğun kızkardeşi olduğunun ve onun kardeşi Musa'yı gözetlediğinin farkında değillerdi.
"Biz Musa'nın" annesine geri verilmesinden önce "başka sütanneleri emmesine engel olmuştuk." Musa kendisine gelen sütannelerden hiçbirinin memesini kabul etmemişti.
"Bunun üzerine Musa'nın kızkardeşi: Sizin için ona bakacak" onun süt emmesini garanti altına alacak ve işlerini görecek "ve şefkatle davranacak" onu emzirme ve bakmakta ihmalkârlıkta bulunmayacak "bir aile göstereyim mi? dedi."
"Böylece biz" Musa'ya kavuşma sebebiyle "annesi sevinsin" ayrılığı sebebiyle "üzülmesin" ve bizzat müşahede ederek "Allah'ın vaadinin hak olduğunu" Allah'ın evlâdını kendisine geri vereceği şeklinde verdiği sözün gerçek olduğunu "bilsin diye Musa'yı annesine geri verdik. Fakat onların çoğu bilmezler. " İnsanların çoğu bu vaadin hak olduğunu, bu kızın Musa'nın kızkardeşi ve bu sütannenin onun gerçek annesi olduğunu bilmezler.
Musa böylece sütten kesilene kadar annesinin yanında kaldı. Sonra Firavun'un yanında büyüyüp yetişti.
"Musa ergenlik çağına erişip tamamen olgunlaşınca" yani 40 yaşma ulaşmak suretiyle bedenî ve aklî gücü kemale erince "biz ona hikmet" peygamberlik "ve ilim" dinde fıkıh ve anlayış "verdik. Biz iyiliklerde bulunanları böyle mükâfatlandırırız." Musa'yı bu şekilde mükâfatlandırdığımız gibi iyilikte bulunan diğer kimseleri de mükâfatlandırırız. [9]
Cenab-ı Hakkın: "Biz ezilenlere lütufta bulunalım istiyorduk." ayetiyle Allah'ın İsrailoğulları'nı Firavun'un işkencesinden kurtarmak suretiyle onlara lütufta bulunduğunu beyan ettikten sonra; Allah Tealâ onlara verdiği ilk nimetlerini zikrederek başladı ve şöyle buyurdu:
"Biz Musa'nın annesine şöyle vahyettik: Çocuğu emzir..." Yani Musa'nın annesine düşmandan gizlemesi mümkün olduğu kadar gizlice yavrusunu emzirmesini ilham ettik. Bunun üzerine -denildiği gibi- yavrusunu üç ay ya da dört ay emzirdi.
"Başına bir şey gelmesinden korkunca da onu hemen suya bırak. Sakın korkma ve üzülme." dedik. Yani -yavrunun sesini komşulardan birinin duyması sebebiyle öldürülmesinden korktuğunda çocuğu Nü nehrine at. Fakat o durumda boğulacağından, kaybolacağından ya da dünyaya yeni gelen çocukları araştıran Firavun'un bazı casuslarının eline düşeceğinden ve bu gibi korkulu durumlardan dolayı korkma. Ondan ayrılacağından dolayı üzülme, dedik.
Böylece Hak lealâ annesinin korkularından dolayı ve çocuğunu denize atmasından sonraki yeni vesveselerinden dolayı annesine güven ve kalbine sükûnet vermek suretiyle onu mutmain kıldı. Zira Allah'ın yardımı ve gözetimi hamileliğin başlangıcından itibaren ve çocukluk döneminde bütün nebilerini ve rasullerini kuşatmaktadır.
Musa'nın annesinin evi Nü kıyısmdaydı. Bir sandık yaptırdı, onun içine beşik koydu. Bir gün korktuğu kimseler evine girince gidip çocuğunu sandığa koydu ve onu Nil'e attı. Su sandığı üzerinde taşıyıp Firavun'un sarayına kadar götürdü. Bu yavruyu Firavun'un cariyeleri aldılar ve Firavun'un hanımı Asiye bt. Müzahim'e götürdüler. Asiye onu görünce Allah onun kalbine bu yavrunun sevgisini düşürdü. Asiye onun hayatta kalmasını tercih etti. Fira-vun'u ikna etti ve nihayet Firavun bu yavrunun sarayda kalmasına razı olarak onu hanımına bıraktı.
"Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." Yani senin onu emzirmen için onu sana döndüreceğiz ve onu Mısır ve Şam halkına gönderilen bir peygamber kılacağız.
Bu tek ayet iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi bir arada toplamaktadır:
İki emir: Çocuğu emzir ve çocuğu denize at, emirleridir.
İki nehiy: Korkma ve üzülme, nehiyleridir.
İki haber: Onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız.
İki müjde: Bu iki haber muhtevasmdadır. Bu da Musa'yı (küçük yavruyu) geri döndürme ve peygamberlerden kılma müjdeleridir.
"Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak yavruyu aldı." Firavun halkı sonunda dinlerine aykırı davranarak, onlarla mücadele ederek kendilerine düşman olacak ve onların boğulmasıyla ve mülklerinin ortadan kaldırılmasıyla onları üzüntüye düşürecek çocuğu aldılar.
Halbuki onlar bu yavruyu almakla kesinlikle bu amacı murad etmediler. Fakat Allah onların helakini ellerinin işlediği ameller sebebiyle kıldı. Onların neticede üzülmelerine sebep olacak ve mülklerinin yok olması şeklinde bekledikleri sonucun gerçekleşmesine sebep olacak bu yavruyu aldılar ve onu yetiştirdiler.
Razî diyor ki: Bu hususta doğrusu Keşşaf tefsirinin sahibinin zikrettiği görüştür: Bu da "liyekûne" kelimesindeki "lâm" hakikat olmayıp mecaz yoluyla kullanılan lâm-ı ta'lîldir. Çünkü bir şeyin maksadı ve gayesi varacağı noktadır. Bu lamı bir şeyin varacağı hususta teşbih yoluyla kullanmışlardır. ?ünkü onun düşman edinilmesi Firavun'un adamlarının onu almasının sebebi değildir. Fakat bu sevgi ve sahip çıkma, fiile götüren sebeb, fiilin kendisi için işlendiği gayeye benzetilmiştir. Tıpkı arslanın cesur adam için istiare edilmesi gibi.
Bunun sebebi Firavun ve halkının Hz. Musa eliyle helak olmalarıdır. Cenab-ı Hak bunun için şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu insanlardı." Onlar gerçekten günahkâr ve suçlu kimselerdi. Allah da düşmanları olan ve helak olmalarının sebebi olan Musa'yı onların elinde yetiştirmek sebebiyle onları cezalandırdı. Çünkü onlar her şeyde hatalıdırlar. Onların kendi düşmanlarını terbiye etme hususunda hata etmiş olmaları onların yeni bir tavırları değildir.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Onlar bu yavrunun -Musa'nın- kendilerinin mülklerini gidereceğinin, yok edeceğinin hiç farkında değildirler.
Müfessirlerin çoğunluğu ise şöyle dediler: Bunun manası şudur: Onlar üzerinde bulundukları küfür ve zulüm sebebiyle günahkâr ve suçlu idiler. Allah Tealâ da düşmanları ve helak olmalarına sebep olacak yavruyu (Musa'yı) onların elleriyle terbiye etti.
Küçük yavrunun (Musa'nın) öldürülmemesinin sebebi ise Firavun'un hanımının ona şefaatte bulunmasıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Firavun'un hanımı: Bu yavru benim için de senin için de göz nurudur. Onu öldürmeyin, dedi." Yani bu çocuk bizim için göz nuru yani teselli kaynağı olur, gözleriniz onunla aydınlanır, gönülleriniz onunla ferahlanır, bundan dolayı onu öldürmeyin, dedi. Zira Allah Tealâ ona Musa'nın sevgisini ihsan etmişti. Onu gören herkes onu seviyordu.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Hani bir zaman biz annene önemli hususlar ilham etmiştik. Ona şöyle demiştik: Musa'yı sandığa koy, Nil nehrine bırak da nehir onu kıyıya vursun. Onu benim de onun da düşmanı olan biri alsın. Seni sevimli kıldım ki muhafazam altında yetişesin. " (Tâ-Hâ, 20/38-39).
Bu yavru sevinç, huzur ve teselli kaynağı olduğu gibi faydalı da olabilir: "Belki bize faydalı olur ya da evlât ediniriz, dedi. Onlar işin farkında değillerdi. " Belki de bu yavru kendisinde gördüğüm bereket kanaati ve soyluluk alâmetleri sebebiyle faydalı ve hayırlı olabilir. Ya da taşıdığı fizikî güzellik ve alımlılık sebebiyle onu evlât ediniriz, dedi. Firavun'un bu hanımından evlâdı yoktu. Allah da o hanıma bu yavru vesilesiyle hidayet verip bu yavru sebebiyle onu cennette yerleştirerek ümidini gerçekleştirdi. Fakat Firavun ve kavmi helak olmalarının o yavru sebebiyle ve onun elinde olacağının farkında bile değillerdi. Allah'ın onun elinde hikmet, hüccet ve peygamberlik mucizesi ortaya koyacağını ve bunun onların Hz. Musa'yı yalanlamalarına sebep olup helak olmalarına götüreceğini bilmiyorlardı. Görünen ve görünmeyenleri bilen sadece Allah Tealâ'dır. O peygamberlerine yardım eder, dinini teyit eder, düşmanlarını perişan eder ve bu durum mümin ve kâfir için ibret ve öğüt olur.
Firavunun hanımı Asiye'yi ferahlık kaplarken vesvese ve endişeler de annesinin kalbine elem veriyordu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Musa'nın annesinin gönlünde (evlâdından başka) hiçbir şey kalmadı. Eğer müminlerden olması için kalbine güç vermeseydik, nerdeyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı."
Yani çocuğu denizde kaybolunca Musa'nın annesinin gönlü Musa'dan başka bütün dünya meşgalelerinden kopmuştu. Musa'nın Firavun'un eline düştüğünü duyunca aklı başından gitti, kendisine korku ve endişe hakim oldu. Eğer Allah'ın kendisine evlâdını geri döndüreceği şeklinde verdiği vaade güvenip bunu tasdik edenlerden olması için Allah ona sabır ve sebat vermeseydi üzüntüsünün ve derdinin şiddetinden nerdeyse oğlunun gittiğini açıklayacak ve o yavrunun kendi yavrusu olduğunu bildirecekti: "Biz onu sana geri döndürüceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." denilmiştir.
Kısaca: Allah onun kalbine sebat ve sabır vermeseydi Musa'nın annesi durumunu açığa vuracak, sırrını açıklayacak, annelik sevgisi ve şefkatiyle bu yavrunun kendi çocuğu olduğunu belirtecekti. Allah ona çocuğunun haberini Musa'nın kızkardeşi vasıtasıyla araştırmasını ilham etti.
"Annesi Musa'nın kızkardeşine: "Onu takip et" dedi. O da Musa'yı uzaktan gözetledi. Firavun ve adamları işin farkında değillerdi."
Musa'nın annesi kendisine söylenen sözün manasını gayet iyi anlayan büyük kızma: "Bu yavrunun izini takip et. Haberini öğren. Şehrin her tarafında onun durumunu araştır." dedi. Kız bunun için çıktı. Allah da ona çocuğun Firavun'un evinde olduğunu gösterdi. Kızkardeşi küçük yavru Musa'yı uzaktan gördü. Onlar bu kızın çocuğu izlediğini, onun durumunu araştırdığını ve onun kızkardeşi olduğunu hissetmemişlerdi.
Allah'ın yardımı Musa'yı takip ediyor ve kader onu annesinin beşiğine dönmeye sevkediyordu. Allah Tealâ bu durumu şöyle beyan etmektedir:
"Biz Musa'nın daha önce başka sütanneleri emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine Musa'nın kızkardeşi: Sizin için ona bakıp yetiştirecek ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim mi? dedi." Yani Musa'nın Allah katındaki değeri ve Allah'ın onu annesinden başka birinden süt emmekten koruması sebebiyle biz Musa'nın kızkardeşinin onların yanına gelmeden, Musa'nın annesine geri verilmeden önce, annesinin memesinden başka bir memeyi emmesine mani olmuştuk.
Ayette geçen "haram kılmıştık." ifadesi engel olmuştuk manasında istiaredir. Zira bir şey bir kimseye haram kılınmışsa ona engel olunmuştur demektir.
Musa'nın kızkardeşi onların çocuğun emzirilmesine önem verdiklerini ama çaresiz kaldıklarını görünce: "Bu yavruya bakıp onu emzirecek ve terbiye edecek, onu koruyup ona iyilikle davranacak, onunla ilgilenip koruyacak bir aileyi size göstereyim mi?" dedi.
İbni Abbas diyor ki: Musa'nın kızkardeşi bunu söyleyince onu aldılar ve hakkında şüpheye düştüler. Ona şöyle dediler:
- O ailenin bu yavruya iyilikle davranacağını ve ona şefkat göstereceğini nereden biliyorsun? Kız:
- Ona iyilikle davranmaları ve şefkat etmelerinin sebebi kralı sevindirmek ve onun ödülünü almak arzularıdır, dedi.
Kız bunu söyleyip de onların eziyetinden kurtulunca birlikte dediği eve gittiler. Yavruyu annesine verdiler. Annesi çocuğuna memesini verdi. Yavru hemen memeyi aldı.
Firavun'un adamları buna çok sevindiler ve müjdeci hemen kralın hanımına gitti. Kralın hanımı Musa'nın annesini çağırttı. Ona iyilikte bulundu. Bol ödül verdi. Onun gerçekten Musa'nın annesi olduğunu bilmiyordu. Onu sadece çocuk onun memesini aldığı için ödüllendirmişti.
Daha sonra Asiye bu hanımın yanında ikamet edip yavruyu emzirmesini istedi. Ama kadın bunu kabul etmedi.
- Benim eşim ve evlâdım var. Sizin yanınızda kalamam. Ama eğer bu yavruyu evimde emzirmemi isterseniz bunu yaparım dedi.
Firavun'un hanımı bunu kabul etti. Bu hanıma nafaka, ikram, elbise ve bol ihsanda bulundu. Musa'nın annesi de oğluyla birlikte memnuniyet içinde evine döndü. Allah izzet, makam ve rızık korkusunu emniyete çevirmişti.[10]
Hadis-i şerifte buyurulmaktadır ki: Çalışan ve sanatında Allah'ın rızası için hayır gözeten kimse Musa'nın annesi gibidir. Musa'nın annesi hem evlâdını emziriyor, hem de ücretini alıyordu.
"Böylece biz, annesi sevinsin, üzülmesin ve Allah 'm vaadinin hak olduğunu bilsin diye Musa 'yi annesine geri verdik."
Yani biz küçük Musa'yı Firavun ailesinin bulup almasından sonra, annesinin oğluyla gözü aydın olsun, oğlunun yanında bulunmasıyla ve selâmete kavuşmasıyla sevinsin, ayrılığı sebebiyle üzülmesin ve Allah'ın oğlunu tekrar kendisine iade edeceği şeklindeki "Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." mealindeki ayette zikredilen vaadinin gerçek olup bu vaadde hiçbir şüphe bulunmadığını yakînen bilsin diye küçük Musa'yı annesine iade ettik.
İşte o zaman küçük Musa'nın annesine iade edilmesiyle Musa'nın rasul olacağı da aynen bu vaad gibi bir gün gerçekleşecekti. Annesi bu yavruyu terbiye ederken bunun için tabiî ve şer'î yönden gerekli bütün kâmil ahlâk ile muamele etmişti.
"Fakat onların çoğu hakkı bilmezler." Yani insanların çoğu Allah'ın fiillerindeki hikmetlerini, dünya ve ahiretteki güzel neticelerini bilmezler. Belki de bazen durum dış görünüşü itibariyle gönle hoş gelmeyebilir ama gerçekte ve asıl yönüyle sonucu gayet iyi olabilir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır? "Siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o sizin için sonunda hayırlıdır. Bir şeyi seversiniz, halbuki o sizin için sonunda şerlidir." (Bakara, 2/216); "Bir şeyden hoşlanmazsınız halbuki Allah o şeyde sizin için pek çok hayır takdir etmiştir." (Nisa, 4/19).
"Musa ergenlik çağına erişip olgunlaşınca ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyiliklerde bulunanları böyle mükâfatlandırırız."
Yani Musa'nın bedenî ve aklî gücü kemale erince biz ona peygamberlik, dinî emirleri gayet iyi bir şekilde anlama (fıkıh) ve şeriat ilmi verdik. Musa'ya ve annesine yaptığımız bu muamele gibi biz iyi amel işleyenleri bu iyi amellerine karşılık mükâfatlandırırız. Razî buradaki "hüküm" kelimesinden muradın peygamberlik değil, hikmet ve ilim olduğunu tercih etmiştir.[11]
Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- "Vahiy" kelimesi bazen ilham manasında kullanılır. Zira vahiy sadece peygambere gelir. Alimler Hz. Musa'nın annesinin ve Hz. İsa'nın annesinin peygamber (nebi) olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Buradaki "vahiy" sadece arıya petek yapmasının ilham edilmesi gibi ilham kabilindendir.
Allah, Hz. Musa'nın annesine doğumdan sonra yavrusunu emzirmesini, onun öldürülmesinden korktuğu zaman onun boğulmasından korkmaksızın, veya ondan ayrılma sebebiyle üzüntü duymaksızın onu denize bırakmasını ilham etti. Zira Allah çocuğunu kendisine iade etmeyi ve onu Mısır halkına gönderilecek peygamberlerden kılmayı taahhüt etmiştir.
2- İnsan bazan bir şeye niyet eder ama bir başka şey meydana gelir. Zira Firavun'un ailesi küçük Musa'yı kendileri için sevinç kaynağı olsun diye aldılar. Bunun neticesinde o kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı oldu. Allah'ın mahlûkatında değişik hikmetleri vardır.
3- Hz. Musa'nın denizden kurtulması onun risalet ile ve kendisine Tevrat'ın indirilmesiyle insanlığın saadete ermesine; ayrıca Firavun'un hanımı Asiye'nin, kocası Firavun'u bu çocuğun belki de kendilerine fayda kaynağı olabilir ya da çocuğu olmadığı için onu evlât edinebiliriz diye çocuğu öldür-memeye ve ona dokunmamaya ikna ettikten sonra Asiye'nin Allah'a iman etmesine sebep olmuştu.
Asiye Firavun'dan Musa'yı kendisine bağışlamasını istemiş, Firavun da bunu kabul etmişti.
Firavun bir rüya görüp de bu rüyayı kâhinlerine ve bilginlerine anlatınca bilginler ona:
- İsrailoğulları'ndan bir genç senin mülkünü bozacak, demişlerdi. Bunun üzerine İsrailoğullan'nın yeni doğan çocuklarının boğazlanmasını emretmişti. Daha sonra onların nesillerinin kesileceğini anlayınca çocukların bir yıl boğazlanıp bir yıl boğazlanmamasını emretti. Hz. Harun çocukların boğazlanmadığı yılda dünyaya gelmiş, Musa ise boğazlanma yılında dünyaya gelmişti. Rivayete göre Firavun'un hanımı Asiye sandığın suda yüzdüğünü görünce o sandığın kendisine getirilmesini ve açılmasını emretti. Sandıkta küçük bir çocuğu görünce ona acıdı ve onu sevdi. Firavun'a: "Bu benim de senin için de sevinç kaynağıdır." dedi.
4- İnsanlar Allah'ın tedbirini ve planını hissetmezler. Bu mana ayetlerde tekrarlanmış, Cenab-ı Hak "Onlar bunun farkında değildirler." (Kasas, 28/9) buyurmuştur. Yani onlar helak olmalarına onun sebep olacağının farkında değildirler. Cenab-ı Hak bunu daha sonra yine tekrar etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Fakat onların çoğu bilmezler." (Kasas, 28/11).
5- Vesveseler, korkular ve endişeler Hz. Musa'nın annesinin kalbini kaplamıştı. Oğlunun İsrailoğulları'nın düşmanı Firavun'un eline düşmesi onun aklını başından almıştı. Allah'ın ona sabır ve sebat vermesi ve kalbini iman, gönül tatminkârlığı ve huzurla doldurup Allah'ın "Biz onu sana iade edeceğiz." vaadini tasdik edenlerden kılması olmasaydı durumu açığa vuracaktı.
6- Hz. Musa'nın zeki ve anlayışlı kızkardeşi olan ve Hz. İsa'nın annesi Meryem gibi aynı adı taşıyan Meryem bt. İmran'm Firavun'un hanımı ve adamlarını bu yavrunun memesini kabul edeceği sütanne konusunda "Bu sütannenin kralın ihsanına ihtiyacı var ayrıca bu sütanne iyilikseverdir, hoştur, kokusu da hoştur." diyerek ikna etme hususunda kendisinin onun kızkardeşi olduğunu hissettirmeksizin başarılı bir rolü olmuştur.
Zira Meryem bt. İmran sahilde yürüyordu. Onu gördüklerinde Firavun'un adamları derhal yakaladılar. O da gayet zeki bir eda ile o çocuğa bakıp büyütecek, krala sadakatle bağlı olan, kralı memnun etme gayretinde olan ve ödülünü almak isteyen bir aileyi onlara tavsiye etti.
7- Allah'ın gizli tedbiri başka hiçbir şeyin geçerli olmadığı hususlarda beşerin tedbirinden daha tesirli ve plan olarak daha başarılıdır.
Cenab-ı Hak annesi ve kızkardeşi gelmeden önce küçük Musa'nın başka birinden süt emmesini engelledi. Sonra da annesine verdiği ilâhî vaadini yerine getirerek Musa'yı annesine döndürdü. Allah düşmanın kalbine Musa'ya karşı sevgi vermişti. Ayrıca Musa'nın annesi Allah'ın vaadinin hak olduğunu, bu vaadin mutlaka meydana geleceğini bilmeliydi. Zira o Musa'nın kendisine geri geleceğini gayet iyi biliyordu.
8- Allah, Hz. Yahya ve Hz. İsa (a.s.) dışında hiçbir kimseye aklî ve cismî güçlerin kemale erdiği kırk yaşından önce peygamberlik vermedi.
Bu durum Hz. Musa (a.s.) hakkında da aynı şekilde gerçekleşti. Çünkü Hz. Musa (a.s.) ergenliğe yani gelişimin son noktasına erişince, olgunlaşıp kırk yaşma ulaşınca Allah peygamberliği verdi. Peygamberlikten önce de hikmeti, ilmi ve dinde fakîh olmayı ihsan etti. Rivayet edildiğine göre her peygamber 40 yaşının başında risaletle görevlendirilmiştir.
Allah, Hz. Musa'yı itaatine ve Rabbinin emrine karşı sebat etmesine karşılık mükâfatlandırdığı gibi Musa'nın annesini de Allah'ın emrine teslim olması, evladını denize atması, Allah'ın vaadini tasdik etmesi sebebiyle mükafatlandırmıştır. Musa'nın annesine emniyet içinde evladını tekrar geri vermiştir. Musa'ya da olgun akıl, hikmet ve peygamberlik ihsan etmiştir. Güzel amel işleyen herkes bu şekilde mükâfatlandırılmaktadır.
Kısaca: Hz. Musa (a.s.) kıssasının bu bölümü Allah'ın ona küçükken öldürülmekten ve Nil'de boğulmaktan kurtulması şeklinde verdiği nimetleri; büyükken de kendisine ilim, hikmet, peygamberlik ve İsrailoğulları'na ve Mısırlılara gönderilmesi şeklindeki nimetleri beyan etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk. Hani bir zaman biz annene önemli hususlar ilham etmiştik. Ona şöyle demiştik: Musa'yı sandığa koy. Nil nehrine bırak da nehir onu kıyıya vursun. Onu benim de onun da düşmanı olan biri alsın. Seni sevimli kıldım ki muhafazam altındayetişesin." (Tâ-Hâ, 20/37-39). [12]
15- Musa, halkının bir gaflet anında şehre girdi. Orada biri kendi taraftarlarından, diğeri düşmanlarından olan iki adamın döğüştüğünü gördü. Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı Musa'dan yardım istedi. Bunun üzerine Musa adama bir yumruk vurup öldürdü. Sonra da "Bu yaptığım şeytanın işidir. Şeytan gerçekten sapıklığa teşvik eden, apaçık bir düşmandır." dedi.
16- Musa: "Ey Rabbim! Doğrusu ben kendime zulmettim. Beni bağışla." dedi. Allah da Musa'yı bağışladı. Çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.
17- Musa: "Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım." dedi.
18- Musa şehirde korku içerisinde etrafı gözetliyordu. Bir de ne görsün! Daha dün kendisinden yardım isteyen kişi bugün yine kendisinden yardıma koşmasını istiyor. Musa ona: "Anlaşılan sen apaçık bir azgınsın." dedi.
19- Derken Musa her ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: "Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzu-sundasın. Islah edenlerden olmak istemiyorsun." dedi.
20- Şehrin en uzak yerinden bir adam
koşarak geldi? "Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyorlar. Hemen buradan git. Doğrusu ben sana öğüt verenlerdenim." dedi.
21- Bunun üzerine Musa korku içinde etrafını gözetleyerek şehirden çıktı. "Ey Rabbim! Beni şu zalim kavimden kurtar." dedi.
"Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım. " ifadesiyle ilâhî şefkat ve rahmet talep edilmektedir.
"Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzusundasın. Islah edenlerden olmak istemiyorsun." ifadesinde "cebbar (zorba, yeryüzünde fesat çıkaran)" kelimesiyle "muslihîn (ıslah ediciler)" kelimesi arasında tezat sanatı vardır.
"Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyorlar." Buradaki "in-ne" ve "lâm" ile yapılan te'kit durumun icabına uygun olması ve Hz. Musa'nın bir çıkış yolu bulması içindir. [13]
"Musa, halkının bir gaflet anında" yani şehre girilmesi âdetine uygun olmayan, beklenilmeyen bir vakitte, bir görüşe göre kaylûle (öğle uykusu) vaktinde ya da akşam ile yatsı arasında "şehre girdi." Firavun'un sarayından ayrılarak Mısır'a girdi. Bir başka görüşe göre Firavun'un şehri Menef şehrine ya da Mısır bölgelerinden Aynüş-şems'e girdi.
"Orada biri kendi taraftarlarından" yani dinde kendisine tabi olanlardan, kendi cemaatinden ve kendi gurubundan yani İsrailoğulları'ndan "diğeri düşmanlarından" kıptîlerden yani din konusunda kendilerine muhalif olanlardan "olan iki adamın dövüştüğünü gördü."
"Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı yardım istedi." imdat diledi. "Bunun üzerine Musa adama" kıptîye bir "yumruk vurup öldürdü." Musa güçlü ve kuvvetli idi. Musa adamı hata ile öldürmüştü. Çünkü öldürmeyi kastetmemişti. "Sonra da" kendi kendine: "Bu" yani bu adamı öldürmek "şeytanın işidir." Yani kızgınlığımı artıran şeytanın güzel gösterdiği bir iştir, dedi. Ancak bu adam öldürmek hatayla olduğu için onun ismet vasfına leke getirmez. Hz. Musa küçük günahı büyük saymak için buna zulüm adını vermiş ve bu günahtan dolayı istiğfar etmişti. Hatta bu olay 30 yaşından önce yani peygamberlikten önce gençlik çağında olmuştu. Çünkü Hz. Musa Medyen'de Hz. Şuayb'in koyunlarını on yıl güdüp kızıyla evlendikten sonra kırk yaşında iken kendisine vahiy indirildi. "Zira şeytan gerçekten" Ademoğlu için "sapıklığa teşvik eden" dalâlete ve yanlışlığa düşüren "apaçık" düşmanlığı ve sapıtması açık "bir düşmandır."
"Musa" pişman olarak: "Ey Rabbim! Doğrusu ben" o adamı öldürmekle "kendi nefsime zulmettim, beni bağışla" günahlarımı ört. "dedi. Allah da" istiğfarı sebebiyle "onu bağışladı. Çünkü o" kullarının günahlarını "çok bağışlayıcı ve" kullarına "çok merhamet edendir."
"Musa: Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle" yani beni bağışlamak suretiyle bana ihsanda bulunman hakkı için beni koru, dedi. Bu bir şefkat dileme yahut cevabı mahzuf olan bir kasem idi. Yani beni bağışlaman gibi lütuflarda bulunman sebebiyle ben yemin ederim ki tevbe edeceğim. "Asla suçlulara arka çıkmayacağım." Yani beni korursan bundan böyle suç işleyenlere asla yardımcı olmayacağım "dedi."
"Musa şehirde korku içerisinde etrafı gözetliyordu." Yani karşılaşacağı eziyeti yani kısas veya cezayı bekliyordu. "Bir de ne görsün. Daha dün kendisinden yardım isteyen kişi bugün yine kendisinden" bir başka kişiye karşı "yardım istiyor. Musa ona: Anlaşılan sen" azgınlığı "apaçık bir azgın" sapık "kişisin, dedi."
"Derken Musa her ikisinin de" Musa'nın da Musa'dan yardım dileyenin de "düşmanı olan adamı" Kıptîyi "yakalamak" ona hücum etmek "isteyince yardım dileyen" İsrailî kendisini azgın diye adlandıran Hz. Musa'nın kendisini yakalayacağını sanarak Hz. Musa'ya hitaben: "Ey Musa! Sen dün birini öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak" insanlara dil uzatmak ve neticelere bakmamak "arzusundasın. İslah edenlerden olmak" hasmına güzel bir şekilde cevap vermek "istemiyorsun" dedi. İsrailli bunu söylediği zaman kıptî bunu duydu ve bu söz yayıldı, Firavun ve adamlarına da ulaştı. Katilin Musa olduğu bilindi, Firavun'a bu haber iletildi. Firavun cellatlarına Hz. Musa'yı öldürmelerini emretti. Onlar da Hz. Musa'yı öldürmeyi planladılar.
"Şehrin en uzak yerinden" en ücra köşesinden "bir adam" Firavun ailesinden mümin olan kişi "koşarak" onlara en yakın yolu takip ederek "geldi" ve şöyle dedi: "Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri" Firavun kavminin şereflileri "seni öldürmek için plan kuruyorlar." Senin hakkında istişare ediyorlar. Bu istişare plan ve komplo olarak adlandırılmıştır. Çünkü bu istişarede bulunanlardan her biri diğerine emir vererek karşılıklı plan kurmaktadırlar. "Sen hemen buradan" şehirden "çık" git. "Doğrusu ben sana" buradan çıkmayı emretmek suretiyle "öğüt verenlerdenim." [14]
Yüce Allah Hz. Musa'yı küçükken Firavun'un elinde boğazlamaktan kurtarması, ona büyükken peygamberliğe hazırlık olmak üzere hikmet ve ilim vermesi şeklinde lütufta bulunduğunu beyan ettik. Sonra Hz. Musa'nın Mısır diyarından Medyen beldesine gitmesine sebep olan Mısır'lı kıptîyi öldürmesi olayından sonra emniyet içinde Mısır'dan çıkması şeklinde lütufta bulunduğunu zikretti. [15]
"Musa, halkının bir gaflet anında şehre girdi." Musa Firavun'un yaşadığı şehre girdi. Burası Mısır'dan iki fersah uzaklıkta bir kasaba idi. Bu kasaba -Dahhak'ın ifadesiyle- "Aynü'ş-Şems" kasabası idi. Girdiği vakit şehre girmesi beklenmeyen bir vakit -ya insanların evlerine çekildikleri öğle sıcağında kaylûle vakti ya da akşam ile yatsı arası- idi.
"Musa orada iki adamın dövüştüğünü gördü. Biri kendi taraftarlarından diğeri düşmanlarının tarafından idi. Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı Musa'dan yardım istedi. Bunun üzerine Musa adama bir yumruk vurup öldürdü. Sonra da (kendi kendine) bu yaptığım şeytanın işidir... dedi."
Yani Musa bu şehirde birbiriyle tartışan ve dövüşen iki kişi gördü. Bunlardan biri İsraîlî olup kendi kabilesi ve kendi cemaatindendi. Diğeri ise inanç ve din hususunda Musa'ya muhalif olan Mısırlı bir kıptî idi. Bu kıptî şahıs Firavun'un aşçısı olup İsraîlî olan kişiden sarayın mutfağına odun taşımasını istemiş İsrailî de bunu reddetmiş, Hz. Musa'dan kendisine baskı yapan kıptî düşmanına karşı yardım istemişti. Bunun üzerine Hz. Musa eliyle onu vurup öldürdü. Yani vuruşu ölüme sebep olacak bir vuruş idi. Sonra da Musa'nın kendisine yardım ettiği İbranî adam dışında hiçbir kimsenin haberi olmadan bu adamı gömmüştü.
Hz. Musa (a.s.) sonra yaptığına pişman olmuş ve kendi kendine "Bu olay şeytanın güzel gösterdiği ve teşvik ettiği bir olaydır." demişti. "Şeytan gerçekten sapıklığa teşvik eden apaçık bir düşmandır." Yani şeytan insanın düşmanıdır, onu saptırıcıdır, dalâlete ve yanlışlığa düşürendir, düşmanlığı ve saptırıcılığı gayet açıktır, dedi.
"Musa" daha sonra yaptığından pişman oldu. "Ey Rabbim! Doğrusu ben kendime zulmettim. Beni bağışla..." Ben bu davranışımla yani masum bir insanı öldürmekle kendime yazık ettim. Benim günahımı ört. Elimin işlediği bu cinayet sebebiyle beni muaheze etme. Ben sana tevbe ediyorum ve bu fiilimden dolayı pişmanlık duyuyorum, "dedi."
Hz. Musa bunu günah saymıştı. Zira adam öldürme asla helâl olmayan bir fiildir. Bu önceki peygamberlerin şeriatından bu yana bilinmektedir.
Nakkaş diyor ki: Hz. Musa (a.s.) onu öldürmek arzusuyla kasten vurmadı. Sadece zulmünü engellemek arzusuyla ona bir yumruk vurdu. Ayrıca bu peygamberlikten önce idi.
Müslim'in rivayetine göre Salim b. Abdillah şöyle demiştir: "Ey Irak halkı! Ne gariptir ki küçük günahları soruyor, büyük günahları işliyorsunuz! Ben babam Abdullah b. Ömer'in (r.a.) Peygamberimiz (s.a) eliyle doğu tarafını işaret ederek şöyle buyurduğunu işittim: "Fitne işte şuradan, şeytanın boynuzlarının çıktığı yerden gelir. Siz de birbirinizin boynunu vurursunuz." Musa'nın Firavun ailesinden öldürdüğü şahıs sadece hataen öldürme idi. Ce-nab-ı Hak: "Sen bir adamı öldürdün. Biz de seni gamdan kurtardık ve seni çeşitli imtihanlara tabi tuttuk." buyurdu.
"Allah da Musa'yı bağışladı. Çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." Yani Cenab-ı Hak onu affetti ve tevbesini kabul etti. Çünkü Cenab-ı Hak kendisine yönelen kullarının günahlarını örtücüdür. Tevbe edip yöneldikten sonra kullarını cezalandırmayıp onlara çok çok merhamet edicidir.
Bunun üzerine Hz. Musa Rabbine şükretti ve "Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım." dedi. Yani Musa şöyle diyordu: Ey Rabbim! Bana lütfettiğin ilim, hikmet ve tevhidin, verdiğin makam, izzet ve nimetin hakkına beni hatadan koru. Beni korursan ben zulmeden, suç işleyen ve şirk koşan kimseye asla yardımcı olmam. Yahut bana bu pekçok nimetle ikramda bulunman sebebiyle yemin ederim ki sana tevbe edeceğim ve asla müşriklere destek olmayacağım.
Kuşeyrî diyor ki: Hz. Musa: "Bana lütufta bulunduğun mağfiret sebebiyle..." dememiştir. Çünkü bu vahiyden önce idi. O Allah'ın bu adam öldürmeyi bağışladığını bilmiyordu.
Maverdî ve başkaları zikrediyorlar ki: Lütuf, mağfiret edilmek ya da hidayete nail almak suretiyledir.
Kurtubî ise şöyle diyor: "Onu bağışladı." ifadesi mağfiret ettiğine delâlet eder. Allah en iyi bilendir.
"Suçlulara destek olmamak" ifadesiyle Firavunla beraber bulunmak ve onun cemaatiyle birlikte olmak ve onun gurubunu çoğaltmak manası murad edilmiştir. Zira Musa daha önce baba-oğul gibi aynı bineğe biniyor ve Fira-vun'un oğlu diye adlandırılıyordu. Yahut bu ifadeyle desteklemesi suç ve günaha sebep olan kimsenin (mesalâ öldürülmesi helâl olmayan kimsenin öldürülmesine sebep olan İsrailî'nin) desteklenmesidir.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Zulmedenlere meyletmeyin ki ateş size dokunmasın." (Hud, 12/113).
"Musa şehirde korku içerisinde etrafı gözetiyordu. Bir de ne görsün! Daha dün kendisinden yardım isteyen kişi bugün yine kendisinden (bir başka kişiye karşı) yardımına koşmasını istiyor. Musa ona: Anlaşılan sen apaçık bir azgınsın dedi." Musa (a.s.) Mısırlı kıptînin öldürülmesi olayından sonra adam öldürdüğünün bilinmesinden ve yakalanmaktan korkuyordu. Cinayeti sebebiyle öldürülmesini bekleyerek etrafı gözetledi. Kendini gizleyerek yolda yürüdü. Bir de karşısında dün kendisinden Mısırlı hasmına karşı yardım isteyen İsraillinin bir başka Mısırlıya karşı yine yardım ve destek istediğini gördü. Musa ona: "Sen sapıklığı açık, fesadı ve şerri çok bir kimsesin." dedi.
"Derken Musa her ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun? dedi." Hz. Musa (a.s.) her ikisinin düşmanı olan kıptîyi yakalamak istediğinde İsrailli onun bu durumunu reddederek ve alay ederek şöyle dedi: Sen dün bir cana kıydığın gibi bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Mısırlı olayı İsrailliden öğrenmişti.
Razî diyor ki: Doğru olan bu görüştür. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Musa her ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: Ey Musa!" dedi. O halde bu söz başkasının değil onun sözüdür. Aynı şekilde "Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzusundasın." ifadesi sadece kâfirin sözü olmaya lâyıktır.
Bazı alimler diyor ki: Hz. Musa (a.s.) İsrailliye kızgın bir halde "apaçık bir azgın" olduğu şeklinde hitap ettiğini görünce ve yakalamaya teşebbüs edince acizliği, zayıflığı ve zilleti sebebiyle Hz. Musa'nın kendisini yakalamak istediğini zannetti ve bu sözü söyledi. Bu adam öldürmenin ortaya çıkmasına ve korkusunun artmasına sebep oldu. Çünkü dünkü olayı bu İbranî şahıstan başkası bilmiyordu. Kıptî bu sözü işitince bunu Firavun'a nakletti. Bunun üzerine Firavun'un kızgınlığı ve Hz. Musa'yı öldürme kararlılığı arttı.
"Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzusundasın. Islah edenlerden olmak istemiyorsun, dedi."
Yani Ey Musa! Sen ancak çok adam öldüren, adam yakalayan, büyüklük taslayan, yeryüzünde çok eziyet eden, neticelere bakmayan bir kimse olmak istiyorsun. Sen insanların meselelerinde iki taraftan biri akrabasından veya kabilesinden olsa bile güzellikle ve hikmetle hükmeden, ıslah ehlinden olmak istemiyorsun.
"Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyorlar. Hemen buradan çık git. Doğrusu ben sana öğüt verenlerdenim, dedi."
Firavun ailesinden olan ve imanını insanlardan gizleyen mümin bir kimse Hz. Musa için Firavun kavminin planladığı kötülüğü ona haber vermek için şehirdeki en uzak yerden koşarak geldi ve şöyle dedi:
"Ya Musa! Firavun ve devletinin ileri gelenleri senin hakkında istişare etmektedirler ve seni öldürmek için plan kuruyorlar. Derhal bu şehirden çık. Ben senin için hiç şüphesiz iyiliksever, güvenilir bir kimseyim."
Bu kimse Hz. Musa'nın arkasından gönderilen kimselerin yoluna yakın bir yola sülük ettiği için "adam" vasfıyla tavsif edilmiştir.
"Bunun üzerine Musa korku içinde etrafını gözetleyerek şehirden çıktı." Musa kendi nefsi hakkında birilerinin kendisini takip etmesini gözetleyerek Firavun'un şehrinden çıktı.
"Musa: Ey Rabbim! Beni şu zalim kavimden kurtar, dedi." Musa bu şiddetli mihnet hakkında şöyle dua etti: "Ya Rabbi beni bu zalimlerden, Firavun ve adamlarından kurtar." Allah Hz. Musa'nın duasına icabet etti, onu kurtardı ve Medyen'e ulaştırdı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bir cana kıydın. Bunun üzerine seni gamdan kurtardık ve seni imtihana tabi tuttuk." (Tâ-Hâ, 20/40). [16]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Hz. Musa'dan (a.s.) hiçbir kasıt olmaksızın hatayla bir adam öldürme olayı meydana gelmiştir.
2- Hz. Musa (a.s.) bu yumruk vurma olayından dolayı pişmanlık duymuş, bu fiili şeytana nispet etmiş ve: "Ey Rabbim! Ben nefsime zulmettim. Beni mağfiret et." demiş, Allah da ona mağfiret etmiştir. Bu pişmanlığı onu Rabbine bağlanmaya ve günahından istiğfar etmeye teşvik etmiştir.
Katade diyor ki: Hz. Musa -Allah'a yemin olsun ki- çıkış noktasını bilmiş ve istiğfar etmiştir. Sonra da Cenab-ı Hakkın kendisini mağfiret ettiğini bildiği halde nefsinin aleyhine bu olayı tekrar tekrar itiraf etti. Hatta kıyamet günü şöyle diyecektir: Ben öldürülmesi emredilmeyen bir kişiyi öldürdüm. Bu öldürme olayı daha önce belirttiğimiz gibi peygamberlikten önce idi.
Hataen adam öldürme, şeriatımızda buna kefaret icap etmesi deliliyle günahtır. Ayrıca hataen adam öldürme, ihmal, kusur ve alışılagelen hadleri tecavüzden uzak kalamaz. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Bir mümin bir mümini ancak hataen öldürebilir. Kim bir mümini hataen öldürürse mümin bir köleyi hürriyete kavuşturması ve (maktulün) ailesine teslim edilecek bir diyet ödemesi gerekir. Ancak ailesinin sadaka olarak bağışlaması müstesna." (Nisa, 4/92).
3- Hz. Musa'nın bu davranışından tevbe etmesiyle ilgili hususlardan biri de Hz. Musa'nın Allah'ın kendisine verdiği nimetler sebebiyle hiç bir suçluya arka çıkmamaya veya yardım etmemeye yemin etmesidir.
Hz. Musa'nın: "Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım." şeklindeki duasının ilâhî şefkati talep etmek manasında olması da doğrudur. Sanki o şöyle demektedir: "Ey Rabbim! Bana ihsan ettiğin mağfiret ile ilim, hikmet ve tevhid gibi nimetlerin hakkı için beni korursan asla suçlulara destek (yardımcı) olmayacağım."
4- "Suçlulara asla arka çıkmayacağım." ayetinin delaletiyle zalimlere ve fasıklara yardım etmek caiz değildir.
Atâ diyor ki: Hiç kimsenin bir zalime yardım etmesi ona katiplik yapması ve ona arkadaşlık yapması helâl değlidir. Kim bunlardan birini yaparsa zalimlere destek vermiş olur.
Hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Kıyamet günü bir münadî şöyle nida eder: Nerede zalimler! Nerede zalimlere benzeyenler! Nerede zalimlere yardımcı olanlar! Hatta onlara hokka hazırlayanlar ya da kalem ucu açanlar da bunlardandır. Hepsi demirden bir tabut içinde toplanırlar, cehenneme atılırlar."
Deylemî'nin Musa'dan (r.a.) rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Kim bir zalimle birlikte yürürse günahkâr olur." Yine Peygambe-rimiz'den (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kim bir haksızlık hususunda mazlum kimseyle birlikte yürürse Allah kıyamet günü sırat üzerinde ayakların kaydığı günde onun ayaklarını sabit kılar. Kim bir zalimin zulmüne yardım etmek için onunla birlikte yürürse Allah ayakların kaydığı o günde sırat üzerinde onun ayağını kaydırır."
5- "Musa şehirde korku içerisindeydi." ifadesi Hz. Musa (a.s.) gibi güçlü
kuvvetli bir kişi de olsa korkunun insan nefsinde mevcut olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca korku Allah'ı bilmeye veya Allah'a tevekkül etmeye aykırı değildir. Bu aynı zamanda güven yoludur. Hz. Musa kendisinin takip edilmesinden ve yakalanmasından korkmuştu. Hz. Musa gaflet anında ansızın yakalanabilirdi.
6- Şerli kimse "apaçık bir azgın" olarak tavsif edilmektedir. Adam öldüren kimse ise "cebbar (zorba, yani cana kıyan kimse)" olarak tavsif edilmektedir.
İkrime ve Şa'bî diyor ki: İnsan haksız yere iki cana kıymadıkça "cebbar (zorba)" olmaz. Cebbar yaralama ve haksız yere adam öldürmeyi arzu edip neticeleri düşünmeyen ve en güzel şekilde tepkide bulunmayan kimsedir.
7- İman müminler arasındaki kuvvetli bir bağdır. Bunun için Firavun ailesinin mümini olan Firavun'un amcasının oğlu Hazkil b. Sabûr derhal Hz. Musa'ya Firavun ve adamlarının plan kurduklarını, dün öldürdüğü kıbtî hakkında istişare ettiklerini bildirdi ve ona Firavun'un şehrinden ya da Mısır'dan hemen çıkması nasihatinde bulundu.
8- Müminin şanı daima Allah Tealâ'ya iltica etmesidir. Hz. Musa (a.s.) yakalanma korkusuyla Mısır'dan çıkarken şöyle dua ediyordu: "Ey Rabbim! Beni zalimler kavminden kurtar." Allah da onu kurtardı ve Medyen beldesine ulaştırdı. [17]
22- Musa Medyen tarafına yönelince: "Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir." dedi.
23- Medyen Suyu'na vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir cemaat buldu. Onların gerisinde de hayvanlarının suya gitmesini engellemeye çalışan iki hanım gördü. Onlara: "Meseleniz nedir?" dedi. Onlar da: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız. Babamız ise oldukça yaşlı bir adamdır." dediler.
24- Bunun üzerine Musa onların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. "Ey Rabbim! Bana indireceğin hayra çok muhtacım." dedi.
25- O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi. "Babam, hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için seni çağırıyor." dedi. Bunun üzerine Musa kızların babasına varıp başından geçenleri anlattığında o zat: "Korkma, artık o zalim kavimden kurtuldun." dedi.
26- Kızlardan biri: "Babacığım! Onu ücretle çalıştır. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır." dedi.
27- Kızların babası: "Bana sekiz yıl çalışman şartıyla bu iki kızımdan biriyle evlendirmek istiyorum. Eğer bunu on yıla tamamlamak istersen bu senden bir ikram olur. Fakat seni zora sokmak istemem. İnşaallah beni salihlerden bulacaksın." dedi.
28- Musa: "Bu seninle benim aramda-dır. Bu iki süreden hangisini doldu-rursam doldurayım, haksızlığa uğra-
mış olmam. Söylediklerimize Allah vekildir." dedi.
"Ey Rabbim! Bana indireceğin hayra çok muhtacım." ifadesi şefkat ve merhamet talebi gösteren güzel bir anlatımdır.
"Ve kassa aleyhil-kasas" ifadesinde cinas-ı iştikak yapılmıştır. [18]
"Musa Medyen tarafına yönelince..." yani yüzünü Medyen'e doğru çevirince... Medyen: Mısır'dan itibaren sekiz gün mesafede olan Hz. Şuayb'm (a.s.) oturduğu kasabanın adıdır. Medyen b. İbrahim'in adıyla adlandırılmıştır.
"Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir." Yani bunu Allah'a tevekkül ederek ve Allah'a karşı hüsn-i zann ederek söyledi. Zira Medyen yolunu bilmiyordu. "Sevâi's-sebil" en doğru yol ve en mutedil yoldur. Medyen'e giden üç yol vardı. Hz. Musa (a.s.) orta yolu tuttu.
"Medyen Suyu'na vardığında" yani halkın su aldığı bir kuyu yanına ulaştığında "orada hayvanlarını sulayan bir cemaat" değişik kabilelerden bir gurup "buldu."
"Onların gerisinde de" onlardan ayrı olarak güçlü çobanlardan korkarak "hayvanlarının suya gitmesini engellemeye çalışan iki hanım gördü." Musa "Onlara: Meseleniz nedir?" Probleminiz nedir? Niçin onlarla birlikte hayvanlarınızı sulamıyorsunuz? "dedi."
"Onlar" hanımlar: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulayamayız." Çobanlar davarlarını sudan çeker, biz de erkeklerle karışmamak için o zaman davarlarımızı sularız. "Babamız ise" hayvanları sulayamayacak kadar "oldukça yaşlı bir adamdır, dediler."
"Bunun üzerine" Musa o iki hanıma acıyarak onların yakınındaki bir başka kuyudan "onların hayvanlarını sulayıverdi." O kuyunun ağzında bulunan ancak on kişinin -ya da yedi kişinin- kaldırabileceği bir taşı yorgunluğuna, açlığına ve ayağındaki yaraya rağmen rahatlıkla kaldırdı. Onlar da o kuyudan hayvanları suladılar.
"Sonra da" şiddetli güneş sıcağından kurtulmak için "gölgeye" orada bulunan bir ağaç gölgesine "çekildi." Karnı da açtı.
Ellerini açtı. "Ya Rabbi! Bana indireceğin" az ya da çok "hayra muhtacım, dedi."
"Hayr" kelimesi Kur'an-ı Kerim'de şu manalarda kullanılmıştır.
- Yemek manasında; bu ayette olduğu gibi.
- Mal manasında; "Bir kimse (öldükten sonra) bir hayır (yani mal) bırakırsa..." (Bakara, 2/180) ayetinde olduğu gibi.
- İbadet manasında; "Biz onlara hayır (yani ibadet) işlemelerini vahyet-miştik." (Enbiya, 21/73) ayetinde olduğu gibi.
Bu iki hanım her zamanki vakitten daha az bir zamanda evlerine döndü. Babaları bunun sebebini sordu. Onlar da kendilerine sulamada yardımcı olan kişiyi anlattılar. Babaları birine: "Onu bana çağır." dedi.
"O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi." Ayetteki "elistihyâ" ibaresi son derece hayalı olarak, yani hayâlı, iffetli bir halde demektir. Rivayete göre bu kız ikisinden yaşı daha küçük olanıdır. Bir başka rivayete göre ise büyük olanıdır. İsmi Safûra veya Safra olup daha sonra Hz. Musa ile evlenecektir.
Kız, Hz. Musa'ya: "Babam, hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için" sana karşılık vermek ya da seni ödüllendirmek için "seni çağırıyor, dedi.
Hz. Musa da ücreti almak için değil, yaşlı zatın duasını almak ve onu tanımak için kızın davetini kabul etti. Hatta rivayete göre Hz. Musa o zatın yanma gelince o zat Musa'ya yemek ikram etti. Musa bunu kabul etmedi.
- Biz dinini dünya karşılığı satmayan ve hayır işine karşı bedel talep etmeyen bir aileyiz, dedi.
Hz. Şuayb (a.s.) ona şu cevabı verdi:
- Bu bize misafir olan herkese karşı adetimizdir. Ya da şöyle dedi: Hayır, bu benim ve babalarımın âdetidir. Biz misafiri ağırlarız ve yemek yediririz. Malumdur ki kim bir iyilik işler de ona bir şey hediye olarak verilirse onu almak haram değildir.
"Musa kızların babasına varıp hayat hikâyesini anlatınca" başından geçenleri anlatıp durumunu bildirince, kıptîyi öldürdüğünü, onların kendisini öldürmeye kastettiklerini ve Firavun'dan korkup kaçtığını söyleyince "o zat: Korkma artık o zalim kavimden kurtuldun." Firavun ve kavminden kurtuldun, zira onun Medyen'e tesir ve hakimiyeti yoktur "dedi."
"Kızlardan biri" Musa'yı çağıran büyük kız ya da küçüğü: "Babacığım, onu ücretle çalıştır." Bizim yerimize koyunları gütmek üzere ücretli olarak onu çalıştır. "Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır, dedi." Zira kız Hz. Musa'nın kuyunun ağzındaki ağır taşı nasıl kaldırdığını ve eve gelirken kendisine söylediği: "Arkamdan yürü" sözünü, hayasına haya ile karşılık verdiğini, yanına gelip de kendisini davet edince başını sallayıp kaldırmadığını anlattı. "İnne hayra men..." cümlesi Hz. Musa'nın ücretle çalıştırılmaya lâyık olduğuna delil olacak şekilde kâmil manada sebep bildiren bir cümledir. Bu konuda mübalağa yapmak için "hayr" kelimesi isim olarak kullanıldı. Hz. Musa'nın güvenilir, denenmiş ve tanınan bir kimse olduğuna delâlet etmek için fiil mazi sigasıyla kullanılmıştır.
"Kızların babası: Bana sekiz yıl çalışman" koyunlarımı gütmen için kendini tahsis etmen "şartıyla bu iki kızımdan biriyle" büyük veya küçük kızımla "evlendirmek istiyorum... Eğer bunu" koyun gütmeyi "on yıla tamamlamak istersen" bu tamamlama "senden" bir ikram "dır." "Fakat" on yılı şart koşarak "seni zora sokmak istemem." İnşaallah Allah'ın adının bereketiyle "beni" güzel muamele etmek, yumuşak davranmak ve ahde vefa göstermek suretiyle "salihlerden bulacaksın."
Musa "Bu" yaptığımız sözleşme "seninle benim aramdadır." Benimle yaptığın bu anlaşma ikimiz arasında yapılmış olup ikimiz de bunun dışına çıkmayız. "Bu iki süreden hangisini" yani koyun gütmek için uzun ya da kısa süreden hangisini "doldurursam doldurayım" hangisini tamamlarsam tamamlayayım bunun üzerine ilâve etmem istenerek "haksızlığa uğramış olmam. " Ya da haddi aşma olmayacaktır. Ne sekiz seneden fazla ne de on seneden fazla çalışmam istenmeyecektir.
"Söylediklerimize" benim ve sizin söylediğimiz hususlara "Allah vekildir. " Akit bununla tamamlanmıştır. [19]
Firavun ve kavmi Hz. Musa'yı öldürmek üzerine ittifak edip Firavun ailesinin mümini de onların kararlaştırdıkları bu komployu Hz. Musa'ya bildirince ve Mısır'dan çıkmasını öğütleyince, Hz. Musa Medyen topraklarına doğru Allah'ın himayesi ve irşadıyla yaya olarak yola çıktı. Zira İsrailoğulla-rı ile Medyen halkı arasında akrabalık bağı vardı. İsrailoğulları İbrahim oğlu İshak oğlu Yakup (a.s.) evlâdından, Medyen halkı ise Hz. İbrahim'in evlâ-dmdandı.
Hz. Musa (a.s.) orada Hz. Şuayb'm (a.s.) kızıyla evlendi. Yolda kendisine peygamberlik verildikten sonra da Mısır'a döndü. [20]
"Musa Medyen tarafına yönelince: Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir, dedi." Yani Musa Firavun'un şehrini terk ederek Medyen tarafına yönelmişti. Zira -daha önce beyan ettiğimiz gibi- kalbine onlarla arasında akrabalık bağı olduğu fikri doğdu. Zira onlar Medyen b. İbrahim (a.s.) neslinden idiler, kendisi de İsrailoğullarındandır
Fakat yolu bilmeyince Allah Tealâ'nın lütfuna dayanarak: "Ey Rabbim! Beni en doğru yola ilet." dedi. Allah da ona lütufta bulundu ve onu doğru yola iletti. Musa üç yoldan orta yolu tercih etti. Âdet olduğu üzere insanlara yol hakkında soru soruyordu.
İbni İshak diyor ki: Musa Mısır'dan Medyen'e azıksız ve bineksiz gitti. Bu iki belde arası 8 günlük yol mesafesi idi. Yemeği sadece ağaç yaprakları idi. Medyen, Filistin diyarında Akabe körfezinin kuzeyinde bulunmaktadır.
Medyen olayları aşağıdaki şekilde gelişmiştir:
1- Su civarındaki çobanların durumu: "Medyen Suyu'na vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir cemaat buldu. Onların gerisinde de hayvanlarının suya gitmesini engellemeye çalışan iki hanım gördü. Onlara: Meseleniz nedir? dedi. Onlar da: Çobanlar, sulayıp çekilmeden biz sulayanlayız. Babamız ise oldukça yaşlı bir adamdır, dediler."
Yani Musa Medyen'e varıp Medyen Suyu'na gidince koyun çobanlarının koyunlarını suladığı bu kuyunun yanına yaklaştı ve orada hayvanlarını sulayan bir topluluk gördü. Onların alt tarafında koyunlarının diğer çobanların koyunlarıyla karışmaması ve başkalarına eziyet vermemesi için diğer ço-aanlarm koyunlarıyla birlikte suya gitmelerine mani olmaya çalışan iki kadın gördü.
Hz. Musa (a.s.) onları görünce duygulandı ve kadınlara acıdı. Onlara:
- Sizin meseleniz nedir? Probleminiz nedir? Niçin diğerleriyle beraber ;uya gitmiyorsunuz? dedi. Kadınlar şöyle dediler:
- Biz o topluluk su alma işini bitirmeden koyunlarımızı sulayamıyoruz. Babamız ise bizzat çobanlık yapamayacak ve koyunları sulayamayacak kadar pir-i fani bir ihtiyardır. Dolayısıyla biz de gördüğün şu duruma düşmeye mecbur kaldık. Bu daima kuvvetlinin zayıf karşısındaki tavrıdır. Güçlü olan saf, arı sudan içer, zayıf olan suyun geri kalan kısmından içer.
Bu ifadede kadınlara bizzat sulamaya katılmaları hususunda Hz. Musa'ya özür beyan edilmekte, babalarının yaşlılığı ve ihtiyarlığı sebebiyle sulamaya katılamadığına dikkat çekmekte ve kendilerine yardım etmesi hususunda Hz. Musa'nın şefkati talep edilmektedir.
2- Hz. Musa'nın kadınların koyunlarını sulaması ve Cenab-ı Hakka niyazda bulunması: "Bunun üzerine Musa onların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. Daha sonra: "Ey Rabbim! Bana indireceğin hayra çok muhtacım," dedi."
Yani Hz. Musa (a.s.) -İbni Ebî Şeybe'nin Hz. Ömer'den (r.a.) rivayetine göre- ancak on adamın kaldırabileceği bir kaya ile ağzı örtülü bir başka kuyuya vardı. Bu kuyunun ağzındaki kayayı kaldırarak bu kadınların koyunlarını suladı. Sonra da kayayı tekrar aynı yerine koydu ve istirahat etmek için bir ağaç gölgesine çekildi. Cenab-ı Hakk'a şöyle niyazda bulundu.
- Ya Rabbi! Ben açlık belâsını kaldırmak için az veya çok hayra -yiyeceğe- muhtacım.
Hz. Musa'nın duasında "fakîr" kelimesi "lâm" harf-i cerri ile kullanılmıştır. Çünkü bu kelime "sâil" ve "tâlib" manasını da ifade etmektedir.
Burada Hz. Musa'nın kadınların koyunlarını güneş sıcağında suladığına, Hz. Musa'nın mükemmel kuvvetine, Firavun'un sarayında rahat bir hayat sürmesine rağmen ağır hayat şatlarına alışkın, yiğit ve dayanaklı bir kimse olduğuna dair bilgiler vardır.
İbni Abbas diyor ki: Hz. Musa (a.s.) Mısır'dan Medyen'e kadar yaya gitti. Onun yiyeceği baklagiller ve ağaç yapraklarıydı. Bineksiz idi. Medyen'e ulaşınca ayağındaki terlikler de iyice giyilmez olmuştu. Gölgeye oturdu. O
Allah'ın kullarından en seçkini idi ve açlıktan karnı sırtına yapışmıştı. Baklagillerin yeşilliği adeta karnından dışa vuruyordu. O bir hurma parçasına muhtaçtı.
3- Zorluktan sonraki rahatlık: "O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi. "Babam hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için seni çağırıyor." dedi."
Yani kızlar koyunlarla eve çabuk dönünce babaları bu durumu garip karşıladı ve onlara bunun sebebini sordu. Onlar da Hz. Musa'nın yaptığı işi anlattılar. Babaları da onu davet etmek için kızlarından birini gönderdi. Kızlardan biri hür kadın yürüyüşüyle haya içerisinde örtüsünü bürünmüş, yüzünü elbisesiyle örtmüş, erkeklerle konuşmaya hevesli olmayan bir kişi edasıyla geldi. Edep, haya ve iffet içerisinde:
- Babam bize yaptığın bu iyiliğe karşı sana mükâfat vermek ve koyunlarımızı sulamanın ücretini ödemek için seni çağırıyor, dedi.
Alimler bu "baba" nın kim olduğunun belirlenmesinde ihtilâf etmişlerdir. Cumhur'a göre -yahut pekçok alime göre- meşhur olan görüş Hz. Musa'yı çağıran kızların babaları Medyen halkına peygamber olarak gönderilen Hz. Şuayb (a.s.) dır. Bu iki kadın da onun kızlarıdır[21] Ayrıca -Razî'nin dediği gibi- bu kıssada dinin kabul etmeyeceği hiçbir şey de yoktur.
Hz. Musa (a.s.) kadının bu davetini ücret almak için değil, yaşlı zatın duasını almak için kabul etti.
Rivayete göre: Kadın: "Sana ücret vermek için" dediği zaman Hz. Musa (a.s.) bundan hoşlanmamış, kendisine yemek takdim edilince de:
- Biz dinini dünya karşılığında satmayan ve iyiliğe karşı bedel kabul etmeyen bir aileyiz demiş, Hz. Şuayb (a.s.) da ona şöyle demişti:
- Bu bize misafir olan herkese karşı adetimizdir. Ayrıca zaruri durumlarda haramlar mubah sayılır.
Hz. Musa (a.s.) babasının evini gösteren kadınla birlikte gitti. Ancak kadına bakmamak için onun arkasında yürümesini ve arkadan yolu tarif etmesini istedi. Bu Allah'ın kendilerini peygamberliğe hazırladığı kimselerin edebidir.
4- Yaşlı zatla güven ve huzur sohbeti: "Bunun üzerine Musa kızların babasına varıp başından geçenleri anlattığında o zat: Korkma artık o zalim kavimden kurtuldun, dedi."
Yani Hz. Musa yaşlı zatın yanma gidip Firavun ve kavminin küfür ve tuğyanını, İsrailoğullarına yaptığı zulmü, Mısır'dan çıkış sebebini ve onların kendisini öldürmeyi planladıklarını anlatınca o zat: "Korkma, huzur içinde ol, kalbin hoş olsun. Çünkü sen zalimlerin saldırısından kurtuldun. Onların memleketinden çıktın. Onların bizim ülkemizde hakimiyetleri yoktur." Hz. Musa da mutmain oldu. Gönlü endişeden sükûnete erdi.
5- Kızın babasından güçlü ve güvenilir kimseyi ücretle tutması talebinde bulunması: "Kızlardan biri: Babacığım onu ücretle çalıştır. Çünkü aücret-le tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır, dedi."
Kızlardan Hz. Musa'yı babasına çağıranı: "Babacığım bu koyunları gütmek için onu ücretle çalıştır. Zira ücretle tutacağın en hayırlı kişi odur. Çünkü o koyunları korumak ve işlerini görme hususunda güçlü kuvvetli ve hainlik etmesinden korkulmayan emin bir kişidir." dedi.
Hz. Şuayb'ın (a.s.) kızı ücretlinin en güzel sıfatları olarak "görevini yerine getirme hususunda güçlü olma" ve "bir şeyi koruma hususunda güvenilir olma" sıfatlarını zikretti. Bu iki sıfatın kaynağı kızın Hz. Musa'da müşahede ettiği durumdur.
Babası Hz. Şuayb (a.s.) kızma:
- Bunu nereden anladın? dedi. Kız da babasına:
- O ancak on kişinin kaldırabileceği bir kayayı kaldırdı. Ayrıca ben onunla birlikte gelirken onun önüne geçtim. Bana: Arkamdan gel, yanlış yola girersem önüme bir çakıl taşı atarak yolu bana tarif et, dedi.
Abdullah b. Mes'ud (r.a.) demiştir ki: İnsanların en ferasetlileri üç kişidir:
- Hz. Ömer'i (r.a.) yerine tayin eden Hz. Ebubekir.
- Hanımına "Yusuf a iyi muamele et." diyen vali.
- "Babacığım, Onu ücretle çalıştır. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı güçlü ve güvenilir bir adamdır." diyen Hz. Şuayb'ın (a.s.) kızı.
6- Hz. Musa'nın (a.s.) Hz. Şuayb'a (a.s.) hısım olması: "Kızların babası: Bana sekiz yıl çalışman şartıyla seni bu iki kızımdan biriyle evlendirmek istiyorum. Eğer bunu on yıla tamamlamak istersen bu senden bir ikram olur. Fakat seni zora sokmak istemem. İnşaallah beni salihlerden bulucaksın, dedi."
Yani Hz. Şuayb (a.s.) Hz. Musa'nın güçlü ve güvenilir bir adam olduğuna kani oldu ve Hz. Musa'ya şöyle dedi:
- Ben seninle hısım olmak ve bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Dilediğini seç. Bu iki kızın adları Safûriya ve Liya'dır. Mihir ise, koyunlarımı sekiz yıl gütmendir. İki sene ziyadesiyle teberruda bulunursan bu sana aittir. Yoksa sekiz sene yeterlidir. Bundan sonra da bu süre hakkında veya bir başka konuda seninle tartışarak seni zorlamak istemem. Beni genel anlamda salih bir kimse, dolayısıyla güzel muamele eden ve yumuşak davranan biri olarak göreceksin... Hz. Şuayb (a.s.) Allah adının bereketinden istifade etmek ve Allah'ın muvaffakiyetine ve yardımına dayanmak için "inşaallah" demiştir.
Hz. Musa (a.s.) buna şu şekilde cevap verdi: "Bu seninle benim aramda-dır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, haksızlığa uğramış olmam."
Yani Hz. Musa (a.s.) Hz. Şuayb'a (a.s.) hitaben şöyle dedi: Mesele sizin söylediğiniz gibi olsun. Bana bu iki kız hakkında ve bu iki süre -sekiz yıl ve on yıl konusunda tercih hakkı verdiniz. Her birimiz kendi şahsı adına şart koştuğu sözü yerine getirecektir. Ben on yıllık süreyi tamamlarsam bu benim tarafımdan bir ikram olacaktır. Sekiz yıllık süreyi tamamlarsam sorumluluktan kurtulurum ve şartımı yerine getirmiş sayılırım. Dolayısıyla bu iki süreden birini tercih etmekte benim için bir mahzur yoktur. Sizin de benden bu iki seneden daha fazlasını isteme hakkınız yoktur.
Bu her ne kadar mecburi olmayıp mubah olsa da peygamberlik için Allah tarafından hazırlanan Hz. Musa (a.s.) bu iki süreden kâmil olanı tercih edecektir. Gerçekten Hz. Musa (a.s.) bu iki süreden daha fazlasını tamamlamıştır.
İbni Cerir ve başkaları İbni Abbas'tan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
- Cebrail aleyhisselâm'a Musa bu iki süreden hangisini tamamladı? diye sordu. Cebrail (a.s.):
- Daha fazla olan, daha kâmil olan süreyi tamamladı, diye cevap ver-di.[22]
Bu Hz. Musa (a.s.) ile Şuayb (a.s.) arasında yapılan bir sözleşmedir.
"Bu seninle benim aramdadır." ifadesi "Bu iki süreden hangisini" yani en uzun süre olan on yıllık süre ile en kısa süre olan sekiz yıllık süreden hangisini doldurursam doldurayım "Haksızlığa uğramış olmam." Yani hiçbir kimse fazla bir şeyi talep etmekle başkasına zulmetmesin, demektir.
"Söylediklerimize Allah vekildir." Herkesin kendisi için diğerine verdiği söze şahit ve vekildir. Vekil aslında bir meselenin kendisine havale edildiği kimsedir. Vekil şahit manasında kullanıldığı zaman "alâ" harf-i cerriyle kullanılmıştır. Bu cümle Hz. Musa'nın sözüdür. Bir başka rivayete göre Hz. Şu-ayb'ın sözüdür. [23]
Bu ayetlerden şu hususlar çıkarılmaktadır:
1- Hz. Musa (a.s.) Mısır'dan Filistin'de Akabe körfezinin kuzeyindeki Medyen'e yürüyerek 8 gün içerisinde ulaştı.
2- Hz. Şuayb'm (a.s.) kızlarının koyunları sulamaları dinde mahzurlu değildir. Arapların âdet ve geleneklerine uyularak yapılan bu uygulamayı din ve ahlâk reddetmez.
3- Hz. Musa (a.s.) Medyen'e giderken 7 gün hiçbir yiyecek tatmadı. Nihayet karnı sırtına yapıştı. Ta'riz yoluyla duaya yöneldi. Açık ifade ile istemedi. Sadece az-çok herhangi bir hayrın indirilmesini talep etti.
Bu söz yemek veya başka bir şeye muhtaç olmaya delâlet etmektedir. Ancak müfessirler bunu yemek şeklinde anlamışlardır. İbni Abbas diyor ki: Açlıktan bîtap düşmüştü. Yediği ot ve baklagillerden rengi yeşillenmişti. Halbuki o Allah nezdinde mahlûkatının en değerlisi idi.
Burada dünyanın Allah katında önemsiz ve değersiz olduğuna işaret edilmektedir.
4- Hz. Musa'nın hanımların koyunlarını sulaması ve onların da o gün babalarının yanına erken varmaları Hz. Şuayb'ın (a.s.) kendisine dua etmesine, onun yanında yemek yemesine, Rabbine yaptığı dua ve niyazının kabulüne sebep olmuştu.
Yemeğe ihtiyacı olmasına rağmen Hz. Musa (a.s.):
- Yemek yemeyeceğim. Biz dinimizi yeryüzü dolusu altın karşılığında bile satmayız, dedi. Hz. Şuayb (a.s.):
- Bu, sulamanın bedeli değildir. Ancak benim âdetim ve ecdadımın âdeti misafiri ağırlamak, yemek yedirmektir, dedi. O zaman Hz. Musa (a.s.) yemek yedi.
5- "Zalim kavimden kurtuldun." ifadesi o tarihlerde idarecilerin hakimiyetinin belirli bir bölgeye mahsus olduğuna delâlet etmektedir. Medyen Fira-vun'un hakimiyet bölgesi dışındadır.
7- "Ben seni evlendirmek istiyorum." ayetinde velinin kızını nişanlamak için erkeğe arz etmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu eskiden beri yaygın bir sünnettir. Medyen'in en salih şahsiyeti Israiloğullarmm en salih şahsiyetine kızıyla evlenmesini teklif etmiştir. Hz. Ömer (r.a.) kızını Hz. Ebubekir ve Hz. Osman'a arz etmiştir. Kendi nefsini Rasulullah'a bağışlayan kadın kendisini Rasulullah'a (s.a.) arz etmişti.
Buharî ve Nesaî, Abdullah b. Ömer'den (r.a) rivayet ediyor: Hafsa Huza-fe b. Huneys'ten dul kalınca Hz. Ömer (r.a.) Hz. Osman (r.a.)'a:
Dilersen Ömer kızı Hafsa'yı sana nikahlayayım, dedi. Aynı şekilde Hz. Ebubekir'e (r.a.) de teklif etti. Fakat her ikisi de kabul etmediler. Çünkü Peygamberimiz (s.a) Hafsa'yı hayırla anmıştı. Bunu bilen Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) bu sırrını açığa vurmamışlardır. Onlar Efendimiz'in (s.a.) Hafsa'yı hayırla anmasından kendisinin onunla evlenmeyi arzu ettiğini anlamışlardı.
8- "Seni nikahlamak istiyorum." ifadesi nikâhın kızın kendisine değil velisine ait bir görev olduğuna delildir. Çünkü Hz. Musa'nın nikâhını Medyen'in en salih zatı üstlenmişti. Nikâh'ın velinin iznine tabi olduğu görüşü alimlerin cumhurunun görüşüdür. İmam Ebu Hanife buna muhalefet etmiştir. Bu konu daha önce nikâh ayetlerinin tefsirinde geçmişti.
9- Bu ayet aynı zamanda babanın bulûğa eren bakire kızını kendisinden izin almaksızın evlendirme hakkına sahip olduğuna delâlet etmektedir.
İmam Ebu Hanife diyor ki: Kız bulûğa erince onu kendi rızası olmadan hiçbir kimse evlendiremez. Zira o artık "mükellef olmuştur. Ama henüz bulûğa ermemişse velisi onu rızası olmaksızın evlendirebilir. Zira -ittifakla- bulûğa ermemiş kimsenin ne iznine, ne de rızasına itibar edilir.
10- Şafiîler "Seni nikahlamak istiyorum." ayetini nikâhın sadece tezvic (evlendirme) ve inkâh (nikahlama) lafızlarına bağlı olduğuna delil olarak getirmişlerdir.
Malikîler: Nikâh her lafızla akdedilebilir (geçerli olur) demişlerdir.
İmam Ebu Hanife'ye göre nikâha şahit getirdiği zaman ebedî olarak temlik etme manasındaki "hibe ettim..." gibi her lafızla nikâh akdedilmiş olur. Zira talâk (boşama) sarih ifade ile ve kinaye yoluyla vaki olmaktadır. Nikâh da aynen bu şekildedir. Rasulullah'a (s.a.) has olan mihirsiz evliliktir, yoksa hibe lafzıyla evlilik Efendimiz'e (s.a.) has değildir.
11- "Şu iki kızımdan biriyle..." ifadesi evlilik teklifidir, akit değildir. Çünkü akit olsaydı üzerine akit yapılan kişinin mutlaka belirtilmesi gerekirdi.
12- Mekkî diyor ki: Bu ayette bu nikâhın bazı özellikleri belirtilmektedir: Meselâ zevce belirlenmemiştir. Şart koşulan çalışma süresi sürenin başında kesin olarak tahdit edilmemiştir. Mihir icare (ücretli olarak çalışma) şeklinde olmuştur. Hz. Musa hiçbir meblağ ödemeden zifafa girmiştir.
Ancak bu görüş tenkide tabi tutulmuştur:
a) Zevcenin belirlenmesi bir başka ittifakla olmuştur. Önce nikâhı mücmel ifade ile arz etmiş, daha sonra zevce belirlenmiştir.
b) Sürenin başlangıcının zikredilmesine gelince, ayette bunun dikkate alınmadığını gerektiren bir ifade yoktur. Bilakis bu konuda sükût edilmiştir. Buna göre ya ikisi bu konuda ayrıca anlaştılar, ya da bu süre akdin yapıldığı günden itibarendir.
c) İcare menfaati mukabilinde evlilik hususu ayette gayet açıktır. Bu durum şeriatımızın ikrar ettiği bir husustur. Bunun delili hadis imamlarının Kur'an'dan bir şey üzerine evlilik hakkında rivayet ettikleri hadistir. Hadisin bir rivayetinde: "Ona yirmi ayet öğret. Senin hanımın olsun." ifadesi vardır.
Fıkıh alimlerinin bu konuda üç ayrı görüşü vardır:
- İmam Malik bunu "mekruh" saymıştır.
- İbnül-Kasım ve Hanefîler "caiz" görmemişlerdir.
- İbni Habib, Şafiîler bu ayeti delil sayarak "caiz" görmüşlerdir.
d) Mekkî'nin: "Hz. Musa hiçbir meblağ ödemeden zifafa girmiştir." ifadesinde ise ihtilâf edilmiştir.
İbnü'l-Kasım bunu kabul etmemektedir. Dolayısıyla kocanın çeyrek dinar bile olsa mihir ödemeden zifafa girme hakkı yoktur. Malikilerin son devir âlimleri ise bunu caiz görmüşlerdir. Zira mihrin veya mihrin bir bölümünün peşin olarak verilmesi müstehaptır.
13- Ayet icare ve nikâh akdinin birlikte yapıldığına delâlet etmektedir. İbnü'l-Arabî el-Malikî sahih olan rivayete göre bunu caiz görmektedir. Zira ayet buna delâlet etmektedir. Zaten İmam Malik de: "Nikâh alışverişe benzemektedir. İcare ile bey' (alım-satım) ya da bey' (alım-satım) ile nikâh arasında hangi fark vardır?" demiştir.[24]
İbnü'l-Kasım -meşhur rivayete göre- bunu kabul etmemiş ve şöyle demiştir: "Birbirine zıd diğer akitler gibi bu iki akdin maksatları farklı olduğu için caiz değildir, zifaftan önce ve sonra akit fesholur."
14- "Beni sekiz yıl kiralaman şartıyla..." ifadesi hizmetin cinsi beyan etmeksizin, sadece müddeti beyan ederek mutlak hizmeti zikretmenin caiz olduğuna delâlet eder.
İmam Malik bunu caiz görmüş ve şöyle demiştir. Bu caizdir ve örfe ham-lolunur. Medyen'deki salih zatın sadece koyun gütme işi vardı.
İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî ise: "İşin cinsi bildirilmedikçe caiz değildir. Çünkü bu bilinmemektedir." demişlerdir.
15- Alimler bir çobanın belirli sayıdaki koyun sürüsünü gütmek üzere, belirli bir müddetle ve belirli bir ücretle çalıştırılmasının caiz olduğu hususunda icma etmişlerdir.
Ücret mutlak olup tesmiye edilmez ve belirlenmezse Malikîlere göre örfle amel edilerek icare caiz olur. İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî: "Ücretin belirli olmaması sebebiyle icare caiz değildir." demişlerdir.
16- "Sekiz yıl... Eğer ona tamamlarsan bu senin tarafından bir ikramdır. " ayeti İmam Evzaî'nin görüşüne delâlet etmektedir. Ona göre: "Ben bunu peşin 10 dinar ya da bilâhere ödenmek üzere 20 dinara sattım." denirse bu sahihtir. Alıcı ise muhayyerdir. Alıcı hangisini kabul ederse sahihtir.
Ebu Davud'un Sünen'inde rivayet edilen: "Kim bir kimse ile iki fiatla alım-satım yaparsa o kimsenin tercih hakkı vardır, aksi takdirde faiz olur." hadisi bu görüşe hamlolunmuştur.
17- Hanbeliler geçen bu ayeti ücretlinin yemek ve giyecek karşılığı çalıştırılmasının sıhhatli olduğuna delil getirmişlerdir.
İbni Mace'nin Sünen'inde Uthe b. Münzir es-Sülemî'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunu te'yit etmektedir: Biz Rasulullah'm (s.a.) yanmdaydık. Ta, sîn, mîm suresini okudu. Nihayet Hz. Musa'nın kıssasına gelince Efendimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Musa kendisine iffetli bir hayat ve karın tokluğu karşılığında 8 yıl ya da 10 yıl hizmete tahsis etti. "[25]
18- İmam Malik diyor ki: Çobana tazminat mecburiyeti yoktur. Onun kaybolan ya da çalınan mal hususundaki ifadesi tasdik edilir. Çünkü çoban vekil gibi güvenilir bir kişidir. Çoban salih bir kimse olup mal üzerine titrediği bilinen bir kişi ise kendi görüşü sebebiyle telef olan malı ödemek mecburiyeti yoktur. Fasık ve fesat ehli ise mal sahibinin malı tazmin ettirme hakkı vardır.
19- Uyeyne b. Hısn Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Musa kendini karın tokluğu ve iffetini koruma karşılığında kiraladı."
Koyunun doğuracağı yavru gibi meçhul bedel karşılığında icare akdi caiz değildir. Çünkü koyunun doğurması belirli değil, meçhuldür. Zira Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a) garardan (meçhul bedelle yapılan akitten) nehyetti.
Bezzarm '"zayıf bir senetle Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a) dişi hayvanın karnında bulunan yavrunun ve erkek hayvanın sulbünde bulunan yavrunun satılmasından nehyetti.
Raşid b. Ma'mer koyun gütme üzerine üçte bir ve dörtte bir mukabilinde caiz görmektedir. İbni Şirin ve Atâ: "Elbise kendisinden bir hisse mukabilinde dokunabilir" demiş, İmam Ahmed de bunu kabul etmiştir.
20- Nikâhta denklik dikkate alınan bir konudur. Alimler din, mal, nesep v.b. konularda denkliğe itibar edilip edilmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Malikiler nezdinde sahih olan husus mevalilerin (azatlıların) Arap hanımlarla ve Kureyş hanımlarıyla nikâhlanmasının caiz olduğudur. Bunun delili: "Sizin Allah katında en değerli olanınız Allah'tan en çok korkanınız-dır." (Hucurat, 49/13) ayetidir.
Hz. Musa (a.s.) Medyen'deki salih zata garip, yurdundan kovulmuş, korkmuş, yapayalnız olarak geldi. Hz. Şuayb (a.s.) Hz. Musa'nın dindarlığını anlayıp durumunu görünce ve bunun dışındaki şeylerden feragat edince kızını ona nikahladı.
21- Kadının velisi kendi nefsi için bir şeyi şart koştuğu zaman alimler kocanın elinden çıkarttığı ve kadının eline girmeyen şeyler hususunda iki görüş halinde ihtilâf etmişledir:
Birinci görüşe göre bu caizdir.
İkincisine göre ise caiz değildir. Bu mihir üzerine ilâve olup haramdır.
Hz. Şuayb'ın (a.s.) tavrı birinci görüşü te'yit etmektedir.
Hz. Şuayb (a.s.) kendi lehine Hz. Musa'nın sekiz yıl koyun gütmesi şartını koymuş, mihri tefviz ile terk etmiştir. Tefviz nikâhı caizdir. Bu durumda (mihr-i misil) vaciptir.
22- Üzerinde ittifak edilen şartlar akitlerde yazılır. Sonra da şöyle denilir: Ayrıca bu şekilde ikram yapılabilir.
Böyle bir akitte şart yalnız başına tenfiz edilir. İkram serbest olarak yalnız başına bırakılır.
Hz. Şuayb'ın (a.s.) yaptığı da budur. Sekiz yıl ücretle çalışma şartını zikretmiş, ikramı Hz. Musa'ya bırakmıştır. Bu da dilerse iki yıl daha çalışmaktır.
23- "Allah söylediklerimize vekildir." ayetinde nikâh üzerine her iki taraf için Allah şahit kılınmıştır. Hz. Şuayb ve Hz. Musa insanlardan hibçir kimseyi nikâh için şahit kılmamışlardır.
Alimler nikâh şahitliğinin vacip olması hususunda iki görüşe ayrılmışlardır:
Birincisi cumhurun görüşüdür ki buna göre nikâh iki şahit olmadan 'akdedilemez.
İkincisi ise İmam Malik'in görüşüdür: Nikâh şahitsiz akdedilebilir. Çünkü bu "muâvada" akdidir. Böyle bir akitte şahit getirmek şart koşulmaz. Sadece "ilân" ve "açık ifade" şart koşulur. Nikâhla zina arasındaki fark "def ça-lınmasıdır." [26]
29- Musa süreyi tamamlayıp da ailesiyle birlikte Mısır'a doğru yola çıktığında 'Tur" tarafında bir ateş gördü. Ailesine: "Siz burada bekleyin. Ben bir ateş gördüm. Belki size oradan bir haber getiririm ya da ateşten bir kor getiririm de ısınırsınız" dedi.
30- Musa ateşin yanına gelince, mukaddes yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nida edildi: "Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allahımr
31- Asanı bırak (denildi). Musa asanın yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan kaçtı. Tekrar şöyle nida edildi: "Ey Musa!. Geriye dön, korkma!. Çünkü sen emniyette olanlardansın.
32- Elini koynuna sok, kusursuz pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çıksın. Korkudan dolayı uzattığın ellerini kendine çek. Bu ikisi, Firavun ve adamlarına göstermen için Rab-binden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar fasıklardır."
"Asasının yılan gibi hareket ettiğini görünce..." ifadesi mücmel ve mür-sel teşbihtir. Burada benzetme yönü hazfedilmiş ve bu sebeple bu teşbih mücmel bir teşbih olmuştur.
"Elini koynuna sok." ifadesi kinayedir. Ayetteki "cenah (kanat)" kelimesi "el" manasında kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü kuş için kanat ne ise, insan için de el odur. [27]
"Musa süreyi tamamlayınca" Şuayb (a.s.) ile aralarında ittifak edip belirlenen hizmet müddetini yani on yıl koyun gütme süresini doldurunca ve hanımın babasının da izniyle "ailesiyle birlikte" Mısır'a doğru "yola çıktı." Rivayete göre Musa uzun olan müddeti (10 yılı) tamamlayıp geri dönmeye karar verdi. "Tur" Sina'daki Tur dağı "tarafında" uzaktan "bir ateş gördü. Ailesine: Siz burada bekleyin. Ben bir ateş gördüm. Belki size oradan" yol hakkında "bir haber getiririm." dedi. Zira Hz. Musa (a.s.) Mısır yolunu bulamamıştı. "Ya da ateşten bir kor" yani yanan bir ateş parçası ya da başında ateş bulunan bir odun parçası "getiririm de" siz bununla "ısınırsınız."
"Musa ateşin yanına gelince mukaddes yerdeki" Allah'ın Musa'ya hitap ettiği için mübarek kıldığı "vadinin sağ tarafındaki ağaçtan" Musa'ya "nida edildi."
Bu ayetteki "şecere (ağaç)" kelimesi "şatı (kıyı)" kelimesinden bedel-i istimal olarak bedeldir. Çünkü bu ağaç vadinin kıyısında yetişmişti. Bu ağaç hünnap veya böğürtlen ağacı idi.
"Musa asâsınını yılan gibi..." Buradaki cânn, evlerde bulunan ve eziyet vermeyen küçük yılan demektir. Şekil itibariyle ya da sürat yönünden büyük yılanlara benzediğinden ya da çok çabuk hareket etmesi ve büyüklüğü sebebiyle cinnî gibi telakki edildiğinden "cânn" denilmiştir.
"Asanın hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan" asayı bırakarak "kaçtı" korkudan geri çekilip uzaklaştı. Tekrar şöyle nida edildi. "Ey Musa! Geriye dön, korkma! Çünkü Sen" korkulardan "emniyette olanlardansın." Zira benim nezdimde peygamberler korkmazlar.
"Elini koynuna sok." Elbisenin cebine sok ve çıkar. "Kusursuz" yani ba-ras hastalığı gibi hiçbir ayıp olmaksızın "pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çıksın. Korkudan" Elinin parlamasından dolayı meydana gelen ürpermeden "dolayı" korkudan ellerini uzatan kimse gibi yılandan korunmak için "uzattığın ellerini kendine çek." Ayette "el" hakkında "cenah" kelimesi kullanıldı. "İşte bu" yani asâ ve el "iki burhandır." Gönderilen iki delilde iki hüccettir. "Fasıklar" Allah'ın hududundan dışarı çıkanlardır. Böylece kendilerine peygamber gönderilmeye lâyık olmuşlardır. [28]
Hz. Musa (a.s.) belirtilen iki hizmet süresinden daha uzun olanını -10 seneyi- tamamlayınca yakınlarını ziyaret etmek için Mısır'a dönmeye karar verdi.
Soğuk bir kış gecesinde Mısır'a doğru yoluna devam ederken Tur dağı tarafında bir ateş gördü. Ailesine ateşten bir parça getirmek için müsade aldı ve yerlerinde beklemelerini söyledi. Ateşin yakınına varınca Rabbi ona hitap etti, böylece nübüvvet ve risalet verdi. [29]
"Musa süreyi tamamlayınca..." Hz. Musa iki süreden uzun olanını –yani on yıl Hz. Şuayb'ın (a.s.) koyunlarını gütme hizmetini- tamamladı.
Bu aynı zamanda ayetten de anlaşılmaktadır. Zira Cenab-ı Hak "Musa süreyi tamamlayınca" demiştir. Bunun manası iki süreden daha fazla olanını tamamlamıştır demektir. Bu tarz ifade iki sürenin bildirilmesinden sonra gelmiştir. Bir sürenin sonunda gelseydi sadece o sürenin tamamlandığı anlaşılırdı.
Hz. Musa ailesi -yani hanımıyla birlikte- arzu ettiği istikamete doğru yola devam etti. Nur dağı civarında uzaktan ışığı görünen bir ateş gördü. Ailesine ateşin yanına gidip yol hakkında bilgi alıncaya ya da soğuktan ısına-bilmeleri için bir kor veya yanan çıra alıp gelinceye kadar beklemelerini emretti. Zira yağmurlu, soğuk ve karanlık bir gecede yola çıkmışlar, yolu da kaybetmişlerdi. Hz. Musa sadece ailesiyle birlikte olup yanlarında başkaları yoktu.
Ailesine saygı ifadesiyle çoğul sigasıyla "bekleyin" diye hitapta bulundu. "Bir haber getiririm" ifadesi yolu kaybettiğine delildir. "Belki böylece ısınırsınız" ifadesi ise havanın soğukluğuna işaret etmektedir.
"Musa ateşin yanına gelince mukaddes yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nida edildi: Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allah 'im!"
Yani Musa uzaktan gördüğü ateşin yanma varınca Rabbi ona vadinin sağ tarafından yani batı cihetinden -Musa'nın sağ tarafından- nida etti.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Musa'ya o emri vahy'ettiğimiz vakit (Habibim) sen batı tarafında değildin, görenlerden de değildin." (Kasas, 28/44).
Bu ayet Hz. Musa'nın kıble yönündeki ateşe sağ tarafındaki batı tepesine doğru yöneldiğini ifade etmektedir.
Rabbi mübarek vadide ağaç tarafından Hz. Musa'ya şöyle dedi: Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allah'ım. Şüphesiz ki ben senin rabbinim. Nalını çıkar. Sen mukaddes Tuva vadisindesin. Yani sana hitap eden, seninle konuşan âlemlerin Rabbidir. Dilediğini yerine getirir. O'ndan başka hiçbir rab yoktur. O zatında, sıfatında, sözlerinde ve fillerinde mahlûkata benzemekten münezzehtir.
Bu yer "mübarek" olmakla tavsif edilmiştir. Çünkü peygamberliğin başlangıcı ve Allah Tealâ'nın kendisine hitap etmesi orada vaki olmuştur.
Risaletin başlangıcında "min şatı" kelimesiyle, Allah'ın kendisine hitap etmesine "Min-eşşecerati" kelimesiyle işaret edilmiştir. Yani O'na nida vadi kıyısından, ağaç tarafından gelmiştir.
Allah Tealâ bu esnada Hz. Musa'da bu kelâmın Allah'ın kelâmı olduğu şeklinde yakinî bir ilim yarattı. Hz. Musa (a.s.) -Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin görüşüne göre kelâm-ı kadîmi ağaçtan değil bizzat Allah Tealâ'dan işitti. –Ebu Mansur el-Matûridî'ye göre ise Hz. Musa ağaçta yaratılan ve ağaçtan işitilen sesleri işitti.
Sonra da Yüce Allah Hz. Musa'yı şu iki mucize ile te'yit etti:
a) "Asanı bırak (denildi). Musa asasının yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan kaçtı."
Yani ona elindeki asanı bırak diye nida edildi. Asasını yere attı. Asâ koşan bir yılan oldu.
Hz. Musa (a.s.) bildi ve gayet iyi anladı ki kendisiyle konuşan ve kendisine hitap eden, bir şeye "ol dediği zaman hemen olur" hale getirendir.
Hz. Musa (a.s.) asanın hareket ettiğini, süratle kıpırdadığını görünce yahut titreme ve hareketiyle cinnîlere benzeyen bu durumu görünce kaçarak geri geri geldi. Dönüp arkasına bakmadı. Zira beşer tabiatı bundan nefret eder.
Cenab-ı Hak onun korkusunu şöyle diyerek sakinleştirdi: "Ey Musa! Geriye dön, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın."
Yani Ey Musa! Yerine ve ilk makamına dön. Yılandan veya ejderhadan korkma. Sen her çeşit kötülükten emniyet içindesin.
b) "Elini koynuna sok, kusursuz pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çıksın. " Yani elini cebine, baş tarafından gömleğinin üst tarafından koynuna sok ve sonra da elini çıkar; pırıl pırıl ışık dolu bir şekilde sanki bir ay parçası gibi kusursuz veya ayıpsız panldasın.
Bu geçen iki mucizeden korkusunun izale olması için Cenab-ı Hak ona hitaben şöyle buyurdu: "Korkudan dolayı uzattığın ellerini kendine çek." Yani elini göğsüne koy ki hissettiğin korku gitsin. Hz. Musa bir şeyden korktuğu zaman elini kendine çeker, yumar; bunu yaptığı zaman da meydana gelen korku giderdi.
Ona uymak için'kim bunu yapar, elini kalbine koyarsa inşaallahü tealâ hissettiği bu korku yahut onu korkutan şey dağılır. Güvenilecek olan yalnız Allah'tır.
İbni Abbas diyor ki: Korkan herkes elini göğsüne koyduğu zaman korkusu ortadan kalkar. "Bu asâ ve elin, Firavun ve adamlarına göstermen için Rabbinden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar fasıklardır." Yani bu iki mucize -asanın yere atılıp koşan bir yılan haline çevrilmesi mucizesi ile elini koynuna sokup kusursuz bembeyaz ve nurlu bir el olarak çıkması mucizesi- Allah'ın kudretine ve senin peygamberliğinin doğruluğuna açık ve kesin bir delil olup Firavun ve kavminin reisleri, büyükleri ve adamlarına peygamber olarak gönderilmen hususunda seni te'yit etmektedir. Zira bunlar Allah'ın taatinin dışına çıkan, Allah'ın emrine ve dinine aykırı davranan bir kavimdir. Dolayısıyla bunlar bu iki mucize ile te'yit edilmiş olarak senin kendilerine gönderilmene lâyık kimselerdir. [30]
Bu ayetlerde şu hususlara işaret edilmektedir:
1- Peygamberliğe hazırlanan kimseler Allah Tealâ tarafından tevcih ve ilham ile yürümektedirler. Hz. Musa Hz. Şuayb'e, verdiği kızının nikâhının mihri olarak koyunlarını gütme hizmetini tamamlayınca zevcesiyle birlikte soğuk ve karanlık bir kış gecesinde Mısır'dan Medyen'e geldiği şekilde binek-siz yaya olarak Medyen'den Mısır'a döndü. Hz. Musa Peygamberlik ahlâkına uygun ve hizmeti kâmil manada yerine getirmek için hizmet süresinden uzun olanını tamamlamıştı. Nitekim bu durum Peygamberimiz'in (s.a.) haberinde de aynı şekilde bildirilmişti.
Yolunu kaybeden, kendisinin ve ailesinin karşılaştığı şiddetli soğukta kalan Hz. Musa yol esnasında uzaktan bir ateş gördü. Ailesinden bulundukları yerde kalmalarını istedi. Isınmak için bir parça ateş veya çıra almak, ateşin yanında bulunanlara yolu sormak için hemen koşup gitti.
2- "Ailesiyle birlikte yürüdü." ifadesi kocanın hakimiyet üstünlüğü ve derece yüksekliği olması sebebiyle hanımını dilediği yere götürebileceğine, ancak kadının nikâh esnasında ortaya koyduğu şartın bunun dışında olacağına delâlet etmektedir. Zira müminler şartlara riayet ederler. Uyulması gereken en önemli şart nikâhta ileri sürülen şarttır.
3- Ateşin gösterilmesi kâinatın rabbi tarafından Musa'ya aziz olan Rab-bül-âlemin'in hitap sofrasına davet etmek ve ona nübüvvet ve risaleti vermekten ibaretti. Mutlak olarak en değerli ve en şerefli davet olan bu davet Hz. Musa'ya mübarek olsun. Zira bu davete icabet etmekle "Kelimullah" (Allah'ın kendisine bizzat hitap etme şerefine nail olan zat) ve tagutların büyüğü Firavun ile adamlarına gönderilen âlemlerin rabbi Allah'ın elçisi oldu.
4- Rabbi ona Tur dağının batı yönünde bir ağacın bulunduğu taraftan mukaddes Tuva vadisinin Musa'ya göre sağ tarafından gaipten latîf bir sesle nida etti. Bu nidanın ilk cümlesi nida edenin tanıtılması idi: "Ben âlemlerin rabbi olan Allah'ım!" Bu Ondan başkasının rab olma vasfının reddedilmesi idi.
Hz. Musa (a.s.) bu ilâhî kelâm sebebiyle Allah'ın elçisi değil Allah'ın seçkin kullarından biri oldu. Zira rasul ancak risaletle emredildikten sonra olunabilir. Bu kelâmdan sonra risaletle emrolunacaktır. Bu ise "Artık sen emniyette olan kimselerdensin." yani peygamberlerdensin ifadesidir. Bunun delili "Benim nezdimde peygamberler korkuya kapılmaz." ayeti ile "Bu asâ ve el, Firavun ve adamlarına göstermen için Rabbinden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar (fasık) hak yoldan ayrılmış bir kavimdir." ayetidir.
5- Allah Hz. Musa'yı "asâ" ve "nurlu el" ile te'yit etti. Hz. Musa ilk anda bunlardan korkmuştu. Sonra Cenab-ı Hak onu teskin etti. Korkusunu giderdi. Kaçtıktan sonra onu tekrar Rabbine yakarış meydanına getirdi. Ona elini koynuna sokmasını söylemek suretiyle korku ilâcını verdi. Hz. Musa (a.s.) Firavun ailesinden veya yılandan korkarak titremiş Cenab-ı Hak O'na: "Elinin durumu ve parlaklığı sana korku verirse onu koynuna sok ve çıkar, aynen eski haline dönsün." demişti.
6- İbni Abbas -daha önce de zikredildiği gibi- şöyle buyurmuştur: Hz. Musa'dan (a.s.) sonra içine korku giren bir kimse elini koynuna sokar, göğsünün üzerine koyarsa bu korku ondan gider. Böylece peygamberlerin mihnetleri ümmet için bir kurtuluş ve çıkış kapısı olmaktadır.
Bununla "Elini koynuna sok" emrinin gayesi anlaşılmaktadır. Bu da elin nurlu olarak çıkmasıdır. "Uzattığın ellerini kendine çek" emri korkunu gizle, açığa vurma anlamındadır.
Zemahşerî ve sonra da Razî: "Ayette geçen "cenah" kelimesiyle "el" kastedilmekte, iki yerden birinde "elini kendine doğru yum, kendine doğru çek" denilmekte, diğer yerde "Elini eline doğru yum" denilmektedir. Bunun sebebi ne olabilir?" demekte ve şu cevabı vermektedirler.
Birinci ifadede "yumulan el, geri çekilmesi istenen el" sağ eldir. İkinci ifadede "koynuna doğru elini sok" derken sol el kastedilmektedir. İki elden her biri "cenah"tır.[31]
33- Musa şöyle dedi: "Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm. Şimdi onların da beni öldürmelerinden korkuyorum.
34- Kardeşim Harun, lisan bakımından benden daha fasihtir. Bu sebeple beni doğrulayan bir yardımcı olması için, onu da benimle beraber peygamber olarak gönder. Çünkü onların beni yalanlamasından korkuyorum."
35- Allah şöyle buyurdu: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz, İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, düşmanlarınız asla size dokunamayacaklardır. Mucizelerimizle siz ikiniz ve size uyanlar mutlaka galip geleceksiniz."
36- Musa onlara apaçık mucizelerimizi getirince onlar: "Bu uydurulmuş bir sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik." dediler.
37- Musa şöyle dedi: "Rabbim nezdin-den kime hidayete vereceğini, dünyanın iyi akıbetinin kimin olacağını daha iyi bilir. Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler."
"Yusaddikûnî (beni tasdik edecekler)" ve "yükezzibûnî (beni yalanlayacaklar)" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz (mealde destekleyeceğiz)' ifadesi "desteklemek, takviye etmek" manasında sebebi söyleyip neticeyi anlatmak kabilinden mecaz-i mürseldir. Çünkü pazunun güçlendirilmesi elin güçlü olmasını, elin güçlü olması kuvvetli olmayı getirir. [32]
"Musa şöyle dedi: Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm." Bu öldürülen kişi Mısırlı Firavun'un kavminden bir kıptî idi. "Şimdi onların da" bu sebeple "beni öldürmelerinden korkuyorum."
"Kardeşim Harun lisan bakımından benden daha fasihtir." Daha açık bir üslûba sahiptir. "Bu sebeple" benim söylediğim sözü daha iyi açıklamak, hücceti ortaya koymak, delilleri serdetmek, müşriklerle mücadele etmek ve şüpheleri çürütmek suretiyle "beni doğrulayan bir yardımcı olması için onu da benimle beraber peygamber olarak gönder..."
"Allah şöyle buyurdu: Seni kardeşinle destekleyeceğiz." Seni onunla güçlendireceğiz ve onunla sana yardımcı olacağız. Ayetin kelime anlamı: Senin pazunu kardeşinle güçlendireceğiz demektir. "İkinize öyle bir güç" galibiyet, üstünlük ve kuvvetli bir hüccet "vereceğiz ki onlar size" kötü bir şekilde "dokunamayacaklardır. "
"Musa onlara apaçık" gayet berrak "mucizelerimizi getirince onlar: Bu uydurulmuş" asılsız "bir sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan" yani onların günlerinde meydana gelen "böyle bir şey işitmedik, dediler."
"Musa şöyle dedi: Rabbim nezdinden kime hidayet vereceğini" daha iyi bilir. Yani O benim haklı olduğumu, sizin delâlette olduğunuzu gayet iyi bilir.
"Âkıbetü'd-dâr" ahiretteki iyi sonuç demektir. "Dâr" dünyadır. Dünyanın aslî akıbeti cennettir. Çünkü dünya ahirete köprü olmak üzere yaratılmıştır. Bundan da maksat sevap ve cezadır.
"Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler." Dünyada hidayeti de ahi-rette güzel akıbeti kazanamazlar. Zalimler ise kâfirler demektir. [33]
Cenab-ı Hak "Bu asâ ve nurlu el Firavun ve adamlarına göstermen için Rabbinden sana verilen iki mucizedir..." buyurduktan sonra Hz. Musa (a.s.) bu iki burhan ve mucize ile Firavun ve kavmine gideceğini anladı. Bundan dolayı Allah Tealâ'dan kalbini güçlendirmesini ve Firavun'a karşı duyacağı korkuyu gidermesini ve kardeşi Harun'u vezir olarak kendisiyle beraber göndermesini istedi. Allah da onun talebini kabul etti.
İki elçi -Hz. Musa ve Hz. Harun- tanrılık iddiasında bulunan Firavun'a kesin parlak bir hüccetle karşı çıkmışlardı. Firavun'un bunlara karşı tavrı sadece büyüklük taslamak ve inatçılık, iftira etmek ve bu mucizeleri uydurma bir sihirbazlık olduğu şeklindeki çürük bir ithamda bulunmaktı. [34]
Allah Tealâ Firavun'dan kaçarak ve onun şiddetinden korkarak Mısır diyarından ayrılan Hz. Musa'ya Firavun'a gitmesini emredince; "Musa şöyle dedi: Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm. Şimdi onların da beni öldürmelerinden korkuyorum." Yani ya Rabbi, ben Fira-vun'un kavminden birini öldürdüğüm halde, nasıl Firavun ve kavmine gidebilirim? Beni gördükleri zaman intikam duygusuyla beni öldürmelerinden korkuyorum.
"Kardeşim Harun lisan bakımından benden daha fasihtir. Bu sebeple beni doğrulayan bir yardımcı olması için onu da benimle beraber peygamber olarak gönder. Çünkü onların beni yalanlamalarından korkuyorum."
Yani kardeşim Harun lisan bakımından benden daha açıktır. Çocukluğumdan beri dilimde bulunan pelteklik ve dil tutukluğu sebebiyle kardeşim benden daha güzel üslûba sahiptir. Çünkü çocukken ateş korunu elime almışım ve ateşle hurma arasında tercih yapmam istendiğinde ben ateş korunu dilimin üzerine koymuş olduğumdan böylece ifademde zorluk meydana gelmişti. Bundan dolayı benim söylediğim ve Allah tarafından haber verdiğim hususlarda beni tasdik edecek, burhan ve delilleri açıklayacak, bu inkarcılar tarafından ortaya atılan şüpheleri çürütecek bir yardımcı ve vezir olarak kardeşim Harun'u benimle birlikte peygamber olarak gönder. Ben onların benim risaletimi yalanlamalarından korkuyorum.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Musa şöyle dedi: Rabbim, benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolayla. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir vezir olarak kardeşim Harun'u ver. Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl." (Tâ-Hâ, 20/27-32).
Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın bu talebini kabul etti ve şöyle buyurdu: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, düşmanlarınız asla size dokunamayacaklardır."
Yani Cenab-ı Hak, Musa'ya şöyle dedi: Biz seni peygamber olmasını istediğin kardeşinle kuvvetlendireceğiz, güçlendireceğiz.
Bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Musa! İstediğin sana verilmiştir." (Tâ-Hâ, 20/36). "Ona rahmetimiz cümlesinden kardeşi Harun'u da bir peygamber olarak ihsan ettik." (Meryem, 19/53).
Size ezici bir hüccet ve düşmanlarınıza karşı açık bir üstünlük vereceğiz. Bu sebeple Allah'ın ayetlerini tebliğ etmeniz sebebiyle onların size eziyet etmelerine yol ve imkân yoktur.
Selef alimlerinden bazıları Hz. Musa'nın kardeşi Harun'un gönderilmesi talebi hakkında şöyle dediler:
Hz. Musa (a.s.) kardeşi hakkında şefaatte bulunmuş, bundan dolayı Cenab-ı Hak, Hz. Harun'u Hz. Musa ile birlikte nebi ve rasul olarak Firavun ve adamlarına göndermiştir. Bunun için Allah Tealâ Hz. Musa hakkında şöyle buyurdu: "O Allah katında itibarı yüksek bir zat idi." (Ahzab, 33/69).
Süddî diyor ki: İki peygamber ve iki ayet bir peygamberden ve bir ayetten daha kuvvetlidir.
"Mucizelerimizle siz ikiniz ve size uyanlar mutlaka galip geleceksiniz."
Yani siz ikiniz -Musa ve Harun- ayetlerimizle, mucizelerimizle gidin. Ya da biz size hakimiyet gücü vereceğiz. Yani mucizelerimizle sizi hakim kılacağız. Yahut onlar size erişemiyeceklerdir. Yani ayetlerimizle kendinizi onlara karşı koruyacaksınız.
Sen -ey Musa!- kardeşinle birlikte, ikinize iman edenler ve sizin risaleti-nize tabi olanlarla beraber hüccet ve burhanla galip olacaksınız. Zira Allah'ın cemaati daima galip olanlardır.
Ayetlerin hakimiyetle irtibatlı kılınması asânm yılana çevrilmesini mucize kılmakta ve Firavun'un zararının Hz. Musa ile Hz. Harun'a ulaşmasını engellemektedir. Bu sebeple kıraat sırasında "ileykümâ" kelimesi üzerinde durmak caizdir. Okumaya devam etmek caiz olduğu gibi takdim ve te'hir de olabilir.
Cenab-ı Hak daha sonra Firavun'un Hz. Musa ile Hz. Harun'a karşı çıkma tavrını açıklayarak şöyle buyurdu: "Musa onlara apaçık mucizelerimizi getirince onlar: Bu uydurulmuş sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik, dediler."
Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Harun (a.s.) Firavun ve adamlarına Allah'ın kendilerine verdiği ve Allah'ın birliği ve Onun emirlerine uyma hakkında Allah tarafından haber verdikleri hususlarda kendilerinin doğruluğuna delâlet eden göz kamaştırıcı apaçık mucizeleri arz ettikleri zaman Firavun ve adamları şöyle dediler: Bu yapma, uydurma, yalan ve asılsız bir sihirbazlıktan ibarettir. Biz geçmiş atalarımızın günlerinde hiçbir ortağı bulunmayan ve tek olan Allah'a ibadet etme şeklinde yaptığınız bu daveti hiç işitmedik. Atalarımızdan hiçbirini bu din üzerinde görmedik. Biz insanların Allah'la birlikte başka tanrılara taptıklarını gördük.
Bu izlenmesi için hiçbir delil bulunmayan taklitçilik yoluna sarılmaktır. Hz. Musa (a.s.) buna şu cevabı verdi:
"Rabbim, nezdinden kimin hidayete ereceğini, dünyanın iyi akıbetinin kimin olacağını daha iyi bilir. Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler."
Yani Hz. Musa (a.s.) Firavun ve adamlarına şöyle cevap verdi:
Her şeyi yaratan, göklerin ve yerin gaybını bilen ve kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Rabbim Allah, hakkı batıldan ayırd etme hususunda benden de senden de daha iyi bilir. Doğruluğa davet eden, hakkı getiren ve büyük kurtuluşa onu ehil kılan kimseyi ve yardım, zafer ve destekle dünyada güzel akıbete kimin kavuşacağını, ahirette sevap, rahmet ve ilâhî rızaya kimin nail olacağını Allah daha iyi bilir.
"Onlar için bu dünya yurdunun iyi bir sonucu vardır. (Bu sonuç) Adn cennetleridir." (Ra'd, 13/22-23); "Dünyanın iyi sonucu kimindir, yakında kâfirler bilecektir." (Ra'd, 13/42).
O benimle sizin aranızda hüküm verecektir. Şüphesiz ki Allah'a şirk koşanlar kurtuluşa eremezler. Kazançlı çıkamazlar, bilakis bunun zıddına ulaşırlar.
Ayette hitap, cedel ve münazara konusunda yüksek bir edebî üslûp kullanılmıştır. Bu sebeple Hz. Musa kardeşinin hak yolda, başkasının batıl yolda ve sapık olduğunu ilân etmeye teşebbüs etmedi. Sadece en sahih ve en doğru olanın sonunda galip olacağı hususunu ve nihaî hükmü tartışma zemininde akla bir rol vermek için bu ifadeyi tekrarladı.
Hz. Musa'nın (37. ayetteki) bu ifadesi Peygamberimiz'in (s.a.) müşriklere söylediği şu ifade gibidir: "Hiç şüphesiz ya biz ya da siz (iki taraftan biri) mutlak hidayet üzerinde, diğeri apaçık bir sapıklıktadır." (Sebe, 34/24).
Nitekim ayetin sonu Firavun ve kavminin yaptıkları inatçılığa karşı onları zecretmekte ve onların bu mücadelede kaybeden taraf olacaklarını, gelecekte pişmanlık duyacaklarını, yenilgiye uğrayacaklarını ima etmektedir. [35]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Düşmanla karşılaşma durumunda çeşitli maddî ve manevî silâhlarla donanmak zarureti vardır.
Hz. Musa (a.s.) yüce Allah'tan Firavun ve kavmini hiçbir ortağı olmayan ve tek olan Allah'a ibadet etmeye davet hususunda Allah'ın hüccetlerini ve açık mucizelerini beyan edip savunacak bir kimse olarak kendisine yardımcı ve vezir olması için kardeşi Harun ile kendisini te'yit etmesini talep etti. Zira Hz. Musa'nın veziri ve yardımcısı olmasaydı muhatapları neredeyse kendilerini anlayamazlardı. Belki de eziyetle karşılaşırdı ve kardeşi bu konuda kendisine yardımcı olacaktı.
2- Hz. Musa'nın mantıklı niyazı ve durumuna uygun duası kabule lâyık ve gerçekleşmiş duadır.
Bunun için Allah Tealâ Hz. Musa'nın talebine icabet etti ve ona hitaben: "Seni kardeşinle takviye edeceğiz. İkinize de öyle bir hüccet ve burhan vereceğiz ki düşmanlarınız asla size eziyet vererek dokunamayacaklardır. Ayetlerimizle onlardan korunacaksınız. Siz ikiniz ve size uyanlar ayetlerimiz ve mucizelerimizle mutlaka galip geleceksiniz." buyurdu.
3- Firavun ve kavmi hakkı idrak edemeyecek kadar körleşmişti. Gurur ve inatçılığa sarılmışlar. Hiçbir hüccet ve delili olmayan babalarını ve atalarını körükörüne taklitçilik yoluna girmişlerdi. Bu akıl ve âdet yönünden kö-tülenecek bir durumdur.
Bunun için Firavun ve adamları şöyle demişlerdi: Bu mucizeler uydurulmuş yalan bir sihirbazlıktan ibarettir. Biz geçmiş tarihte Allah'ın birliği ve şirki terk etmek şeklinde bir davet işitmedik. Ayrıca Allah Tealâ'nm birliğini ispat etmek için Musa'nın ortaya koyduğu bu aklî hüccetlerin hiçbir kıymeti yoktur.
4- Diktatör Firavun gibi zalim sultan ve idarecilerin eziyetinden korunmak için yumuşaması ve hakka boyun eğmesini düşünerek kendisine cevap verirken mücadele ve münazarada "hikmef'in kullanılması gerekir.
Yüce Allah, nezdinden kimin hidayet getirdiğini ve mükâfat yurduna kimin daha lâyık olduğunu en iyi bilendir. Hiç şüphesiz ki Allah'a şirk koşmak, küfür ve masıyet işlemek suretiyle kendi nefislerine zulmedenler Allah katında ve ahirette hiçbir şey elde edemezler. Hz. Musa (a.s.) bunları ilân edince bu verdiği cevap hikmet dolu bir cevap olmuştur. [36]
38- Firavun: "Ey ileri gelenler! Ben sizin benden başka tanrınız olduğunu bilmiyorum! Ey Hâmân! Haydi, benim için çamuru pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarını. Öyle sanıyorum ki, o yalancılardandır." dedi.
39- Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Bize döndürülemeyeceklerini sandılar.
40- Biz de Firavun'u ve askerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin akıbeti nasıl oldu, bir bak.
41-Biz onları dünyada cehennem ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de kendilerine yardım edilmeyecektir.
42- Bu dünyada biz onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır.
43- Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya insanlar düşünsünler diye, insanların basiretlerini açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak Tevrat'ı verdik.
"Ey Hâmân! Haydi, benim için çamuru pişir." Zemahşerî (11/477) diyor ki: Firavun, benim için tuğla pişir, demedi. Çünkü Firavun ilk defa tuğla imal edendir. Bu sanatı Hâmân'a Firavun öğretti. Çünkü bu ibare Kur'anın fesahatına ve yüce mertebesine daha uygundur, diktatörlerin sözlerine çok benzemektedir. Firavun veziri ve arkadaşı olan Hâmân'a çamuru pişirmesini emretti. Sözün ortasında Firavun'un Hâmân'a "Yâ Hâmân!" diye nida etmesi onun azamet ve ceberûtuna delildir.
"... insanların basiretlerini açacak deliller olarak Tevrat'ı verdik." ifadesi teşbih-i beliğdir. Burada benzetme edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. Yani biz ona insanların kalpleri için nurlar gibi Tevrat'ı verdik demektir. [37]
"Hâmân" Firavun'un veziridir. "Haydi benim için çamuru pişir." Yani bana tuğla pişir. Hz. Ömer (r.a.) Şam diyarına yolculuk yaptığı sırada tuğladan yapılmış sarayları görünce şöyle demiştir: Ben Firavundan başka tuğladan bina yapan hiçbir kimse görmedim.
"Bana bir" yüksek "kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarım." Ona çıkarak yukarılara yükselirim. Sonra onu görür ve onun hakkında bilgi sahibi olurum. Firavun sanki "Musa'nın ilâhı eğer varsa gökyüzünde kendisine yükselmek mümkün olabilecek bir cisim olurdu." diye zannetmişti ve şöyle devam etmişti:
"Öyle sanıyorum ki" Musa'nın kendisinin peygamber olduğu ve bir başka ilâhın bulunduğu şeklindeki iddiasında "o yalancılardandır."
"Firavun ve askerleri yeryüzünde" Mısır diyarında "haksız yere" hiçbir hakları olmaksızın "büyüklük tasladılar." Onlar tekrar yaratılıp "bize döndü-rülmeyeceklerini sandılar."
"Biz de onu" yani Firavun'u "ve askerlerini yakalayıp denize attık."
Beyzavî diyor ki: Bu ayette yakalanma durumunun büyük bir olay olduğu, yakalananların ise tahkir edildiği manası vardır. Sanki Firavun ve askerleri sayıca çokluklarına rağmen bir avuç içine alınıp denize atılmış gibidir.
"Biz onları dünyada cehennem ateşine çağıran" küfür ve masıyet işleme gibi cehenneme atılmayı gerektiren şeylere davet eden "önderler" dalâlet liderleri "yaptık. Kıyamet günü de" kendilerinden azabın kaldırılması suretiyle "onlara yardım edilmeyecektir."
"Bu dünya hayatında biz onları lanete" rahmetten kovulmaya ve rezilliğe "uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden" rahmetten kovularak uzaklaştırılan ve rezil edilenlerden "olacaklardır."
"Şüphesiz ki biz ilk nesilleri" Nuh, Ad, Semud ve Lût kavimlerini "helak ettikten sonra insanlar" ilâhî kitapta bulunan öğütlerden ibret alsınlar "düşünsünler diye" insanlara gerçekleri gösteren, hak ile batılı birbirinden ayırd eden "insanların basiretlerini açacak olan deliller" Allah Tealâ'nm yolu olan şer'î hükümler için kılavuz ve "hidayet rehberi ve" kendisine iman eden kimseler için "rahmet kaynağı olarak Musa'ya Tevrat'ı verdik." Çünkü onlar Tevrat'ta olan ayetlerle amel etseler Allah'ın rahmetine erişirlerdi. [38]
Hz. Musa ile Hz. Harun (a.s.) Allah Tealâ'nm birliğine yaptıkları güçlü davet yolunda iki büyük küfürle karşılaştılar:
Birincisi: "Ben sizin için benden başka ilâh tanımıyorum." Yani Firavun başkasının ilâhlığını reddetmiş ve kendi nefsinin ilâhlığını iddia etmiştir.
İkincisi: "Ey Hâmân! Haydi benim için çamur pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarım. Öyle sanıyorum ki o yalancılardandır." Yani Firavun Hz. Musa'nın ilâhını görmek için gökyüzüne çıkma teşebbüsünde bulunmuştur.
Her iki durum da bilgisizlik, azgınlık, tuğyan ve büyüklük taslamaktır. Dolayısıyla sonucu dünyada boğulmak, ahirette ise Allah'ın rahmetinden kovulmaktır.
Bu küfrün karşısında Allah Hz. Musa'ya bir nur, hidayet ve rahmet kitabı olan Tevrat'ı verdi. [39]
"Firavun: Ey ileri gelenler! Ben sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum, dedi."
Yani Mısır kralı diktatör zalim Firavun: "Ey kavmim! Benden başka bir ilâhın var olduğunu bilmiyorum, yani Musa'nın ilâhı mevcut değildir. İlâh sadece benim." dedi.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette bunu şöyle beyan eder: "Firavun halkı toplayıp nida etti. Ben sizin en yüce Rabbinizim, dedi. Allah da onu dünya ve ahiretin azabı ile yakaladı. Bunda Allah 'tan korkan için büyük ibret vardır." (Nâziat, 19/23-26).
Firavun böylece kavmini kendisinin ilâh olduğunu itiraf etmeye davet etmiş, kavmi de kıt akılları ve geri zekâlılıklarıyla bunu kabul etmişlerdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Firavun kavmini hiçe saydı. Onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar fasık bir kavim idiler." (Zuhruf, 43/54).
Firavun'un ilâhlık iddia etmedeki maksadı -Razî'nin de beyan ettiği gi- kendisinin yer ve göklerin yaratıcısı olduğunu iddia etmek değil, sadece kendisinin ta'zim edilmesi, sulta ve mutlak nüfuz sahibi bir krala itaat edilip emirlerine tam anlamıyla boyun eğildiği gibi kendisine kayıtsız-şartsız itaat edilmesi idi. Bu hüküm ve saltanatın aldatıcı tezahürlerinden, mülk ve azamet gururundandır.
"Ey Hâmân! Haydi,
benim için çamuru pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın
ilâhına çıkarım. Öyle sanıyorum ki o yalancılardandır, dedi."
1- Razî, XXIV/253.
Yani ey vezirim Hâmân! Benim için tuğla hazırla! Göğe doğru yükselen çok yüksek bir kule bina et, ben ona çıkayım, semaya yükselip Musa'nın ibadet ettiği ilâhını göreyim, dedi. Musa'nın ilâhını diğer maddî cisimler gibi zannediyordu. Ben inanıyorum ki o, benden başka bir rab bulunduğu şeklindeki sözünde yalancıdır.
Bir başka ayette de şöyle buyurulmaktadır: "Firavun dedi ki: Ey Hâ-manl Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa 'nın tanrısına yükselip çıkarım. Ben onun mutlak bir yalancı olduğunu sanıyorum. İşte bu suretle Firavunun kötü ameli süslendirildi. O doğru yoldan saptırıldı. Firavunun hilesi sadece hüsrandır." (Gafir, 40/36-37).
Firavun ilâhlık iddia etmek ve zamanının en yüksek kulesini bina etmekle insanları kandırmak ve kendini pahalıya satmak ve halkına karşı Musa'nın kendisinden başka bir ilâh bulunduğu şeklindeki iddiasında yalancı olduğunu ortaya koymak istiyordu.
Cenab-ı Hak onun gururunun ve inatçılığının sebebini şöyle beyan etti: "Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Bize dön-dürülmeyeceklerini sandılar."
Yani Firavun ve adamları azgınlık yaptılar, halka zulmettiler, yeryüzünde çok bozgunculuk çıkardılar. Kıyamete, tekrar dirilişe, hesap ve cezaya inanmadılar. Bu şekilde düşünen herkesi tuğyan, gurur ve yeryüzünde büyüklük taslama hastalığı kaplar. Allah'ın kendilerini kontrol ettiğini ve lâyık oldukları şekilde cezalandıracağını bilmezler.
Bunun için Cenab-ı Hak onları ahiret cezasıyla tehdit ettikten sonra dünyada derhal çekecekleri cezalarını da beyan etti. Şöyle buyurdu:
"Biz de Firavunu ve askerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin akıbeti nasıl oldu, bir bak." Yani biz onları bir sabah denizde boğduk. Onlardan hiçbir kimse kalmadı. Ey Allah'ın kudretini, azametini ve ayetlerini düşünen kişi! Kendi nefislerine zulmeden, rablerini inkâr eden ve büyüklerinin Allah'ı tanımayıp ilâhlık iddiasına kalkıştığı o zalimlerin akıbetinin nasıl olduğuna bir bak ve düşün.
Cenab-ı Hak daha sonra onların azabının kat kat olacağını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Biz onları dünyada cehennem ateşine çağıran önderler yaptık." Yani Firavun ve kavminin eşrafını peygamberleri yalanlama ve yoktan var eden tek ilâhın varlığını inkâr etme hususunda sapıklık önderleri kıldık. Onlar da kendi sapıklıklarıyla yetinmediler, başkalarını da saptırmaya yeltendiler. Böylece iki cezaya müstahak oldular. Bu iki ceza sapıklık ve saptırma cezasıdır. Onların kurtulma ve şefaatçilerin yardımına nail olma hususunda hiçbir ümitleri yoktur. Onlar için kıyamet günü Allah'ın azabına karşı kendilerine yardım edecek ya da kendilerinden Allah'ın azabını giderecek hiçbir yardımcı veya şefaatçi yoktur. Böylece hem dünya rezilliğine, hem de ahiret zilletine mahkûm oldular. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Bu dünya hayatında biz onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır." Yani biz dünyada onları daimî bir şekilde lanete, rezilliğe, müminlerin ve gönderilen peygamberlerin dilleriyle gazaba uğrattık. Ayrıca onlar kıyamet gününde de Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan, kovulan kimselerdendir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Burada da kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. Kendilerine verilen bu vergi ne kötü vergidir!" (Hud, 11/99).
Firavun ve kavminin boğulmasından sonra Hz. Musa (a.s.) ile iman ordusu Tevrat'ın nuruna kavuşturulmuşlardır: "Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya insanlar düşünsünler diye insanların basiretlerini açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak Tevrat'ı verdik." Yani Allah, Firavun ve kavmini helak ettikten, onlardan önce gelen Nuh, Hud, Salih ve Lût kavimlerini helak ettikten sonra Allah kulu ve Rasulü Musa'ya Tevrat'ı indirmek suretiyle ihsanda bulundu. Bu kitabı hayatı aydınlatan, kalplere nur veren bir kaynak olması, hakla batılı ayırd etmesi için, sapıklık ve körlükten hidayete vesile olması, kendisine iman eden kimselere rahmet olması ve salih amellere irşad etmesi için; insanlar düşünsünler, bundan ibret alsınlar ve bu sebeple hidayete nail olsunlar diye indirdi.
İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve Bezzar'ın Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) mer-fu olarak rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar: "Yeryüzüne Tevrat indirildikten sonra Cenab-ı Hak Musa'dan sonra maymun haline çevrilen kasaba halkı hariç ne yerden ne de gökten gelen bir azapla bir kavmi tamamen helak etmedi." Sonra da şu ayeti okudu: "Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya kitabı verdik." (Kasas, 28/43). [40]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Firavun'un Allah Tealâ'nın ilâh olduğunu reddedip kendisinin ilâhlığı iddiasında bulunması...
İbni Abbas diyor ki: Firavun'un: "Ey ileri gelenler! Ben sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum." ifadesiyle "Ben sizin en yüksek rabbinizim." ifadeleri arasında 40 sene geçmişti. Allah düşmanı, yalan söyledi. Bilâkis o, kendisini ve kavmini yaratan gerçek bir ilâh olduğunu gayet iyi bilmektedir: "Onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, elbette Allah derler."
2- Firavun'un (hâşâ) Allah'a çıkmak ve Allah'ı görmek için gayet muazzam bir kule yaptırması ve bundan da eli boş dönüp hüsrana uğraması.
3- Firavun ve askerleri Hz. Musa'nın getirdiği mucizeleri reddedecek hiç bir hüccetleri olmadığı halde büyük bir zulüm ve haktan sapma eseri olarak iman etmeyip gurura kapıldılar. Ahiretin de, öldükten sonra dirilişin de olmadığını zannettiler.
Batıl yolda büyüklük taslama karşısında gerçekten azamet sahibi olmak vardır ki, bu da Allah Tealâ'ya mahsustur. Cenab-ı Hak gerçekten aza-ziec sahibidir, büyüklük konusunda en son derecededir.
Ebu Davud ve İbni Mace'nin Sürtenlerinde, İbni Hıbban'm Sahihinde Ebu Hureyre ve İbni Abbas'tan rivayet ettikleri bir hadis-i kudside Cenab-ı Hak: "Kibriya benim nidamdır. Azamet de izarımdır (ikisi de benim vasfım-dır). Kim bu iki vasıftan birinde benimle yarışmaya kalkarsa hiç aldırış etmeden onu cehenneme atarım." buyurmuşlardır.
4- Firavun ve kavmi daha önce belirtildiği gibi bir ilâhın -yani Allah Te-alâ'nın- varlığını tanımalarına rağmen öldükten sonra dirilişi inkâr ediyorlardı: "Onlar bize döndürüleceklerini sanmıyorlar." Bunun için ayak diretip azgmlaştılar.
5- Dünyada onların cezası tuzlu denizde -Kızıldeniz'de- bir pazar sabahı birkaç dakika içinde boğulmaları, lanete uğramaları, ahirette ise kovulanlardan, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan, gazaba uğrayanlardan olmaları şeklindedir.
6- Firavun ve kavmi için kat kat azap vardır. Zira onlar sapıklık içinde olup dalâlet önderleri ve cehennemliklerin ameline davet eden, insanları küfre çağıran ve bu konuda küfre tabi olan küfür liderleri idiler. Bunlar hem kendi günahlarını ve hem de kendilerine tabi olanların günahlarını yüklenirler ve cezaları da daha şiddetli ve daha çok olacaktır.
İmam Malik, Ahmed, Tirmizî, İbni Mace ve Darimî'nin Ebu Hureyre ve Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Kim güzel bir çığır açarsa onun ecrini ve kıyamet gününe kadar onunla amel edenlerin ecrini alır. Kim de kötü bir çığır açarsa onun günahını ve kıyamet gününe kadar onunla amel edenlerin günahını alır."
7- Baki kalma daha salih olana lâyıktır. Allah Hz. Musa'yı ve kavmini kurtarmış ve ona hakkı gösteren bir nur ve basiret veren bir delil, dalâletten hak yola ulaştıran bir kılavuz ve kendisine inananlara bir rahmet kaynağı olan Tevrat'ı indirmiştir.
Umulur ki insanlar bundan öğüt alır, pek yakında Rablerine döner, bu nimeti tanırlar. Böylece dünyada iman eder, ahirette Allah'ın sevabından emin olurlar..
Yahya b. Sellâm diyor ki: Bu -yani Tevrat- içinde farzlar, cezalar ve hükümleri bulunan ilk semavî kitaptır.
Tevrat'ın indirilmesi Nuh, Ad, Semud ve Lût kavimlerinin helak edilmesinden sonra idi. Bir rivayette, Tevrat'ın nüzulü Firavun ve kavminin boğulmasından ve Karun'un yere batırılmasından sonra idi; denilmiştir.
Belki de bu Tevrat'a
şiddetle muhtaç olunduğu manasına işaret etmektedir. Zira ilk nesillerin helak
edilmesi onların şeriatlerinin izlerinin silindiğine ve insanların yeni bir
dine muhtaç olduklarına delildir.
[41]
44- Biz Musa'ya o emri verdiğimiz zaman sen batı
yönünde değildin. Bunu görenlerden de olmadın.
45- Fakat biz nice
nesiller var etmiştik. Bunların üzerlerinden de nice yıllar geçmişti. (Ey
Muhammed !) Med-yen halkı arasında bulunup da onlara ayetlerimizi okuyan sen
değildin. Peygamberler gönderen ancak biziz.
46- (Ey Muhammed !) Biz (Musa'ya) nida ettiğimiz
zaman sen Tur dağı tarafında değildin. Ancak senden önce kendilerine herhangi
bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için Rab-binden bir rahmet olarak
gönderil-din. Belki onlar bunu düşünürler
47- Eğer onlar
işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman "Ey
Rabbimiz !Bize peygamber gönderseydin de biz de senin ayetlerine uyup
müminlerden olsaydık ya" diyecek olmasalardı... (peygamber göndermezdik).
"Nice çağlar var
ettik." cümlesi mecaz-i aklîdir. Bu ifadeyle "Bu zamanlarda yaşayan
ümmetler ve (mealdeki anlam) nesiller var ettik" manası kastedilmiştir.
Aradaki alâka "zaman" alâka sidir.
"Onların başına
musibet isabet edecek olmasaydı" ifadesinde ise cinas-ı iştikak
yapılmıştır.
"Onların başına
musibet isabet geldiği zaman ... diyecek olmasalardı..." Bu cümlenin
gelişi delâlet ettiği için "levlâ"nm cevabı hazfedilmiştir. Yani
onların başına musibet isabet edecek olmasaydı seni onlara peygamber olarak
göndermezdik demektir. Bu hazif yoluyla yapılan bir icazdır.
"Ellerinin
sundukları şeyler sebebiyle..." ifadesi mecaz-i mürseldir. Cüzü zikredip
küllü murad etme kabilindendir. Bununla "işledikleri şeyler" murad
edilmektedir. Çünkü amellerin çoğu ellerle yapılmaktadır.
[42]
"Biz Musa'ya o
emri" Firavun ve kavmine peygamber olarak gönderilmesi emrini
"verdiğimiz" ona bu şekilde vahyettiğimiz, onu emir ve nehiyle
risalet göreviyle görevlendirdiğimiz "zaman sen batı yönünde" yani
Tur dağının batısında yahut Musa'nın münâcat ettiği yerin batısında
"değildin." Zira o emir Musa'nın bulunduğu yerin batı tarafından
gelmişti. Buradaki hitap Rasulullah (s.a.)'adır. Yani sen orada yoktun
demektir. "Bunu görenlerden de değildin." Bu olay meydana gelirken
orada bulunan kimselerden de değildin ki bunu bilip haber veresin.
"Fakat biz nice
nesiller var etmiştik." Musa'dan sonra çeşitli ümmetler getirdik.
"Bunların üzerlerinden de nice yıllar geçmişti." Yani müddet uzadı.
Bu ümmetlerin ömürleri uzun oldu. Dolayısıyla verilen sözleri unuttular.
Haberler tahrif edildi, şer'î hükümler değiştirildi, ilimler kaybolmaya yüz
tuttu, vahiy kesildi.
"Lâkin"
kelimesinden sonraki cümle hazfedildi. Sebebi onun yerine getirildi. Cümlenin
takdiri şu şekildedir: Seni peygamber olarak getirdik. Sana Musa'nın ve diğer
peygamberlerin haberini vahyettik.
"Medyen
halkı" Şuayb kavmi "arasında bulunup da onlara" Şuayb kıssasını
öğrendikten sonra bu kıssayı anlatan "ayetlerimizi okuyan sen değildin.
" ve sana bu kıssayı haber veren "Peygamberler gönderen ancak
biziz." Yani seni öncekilerin haberlerini ihtiva eden risaletle biz
gönderdik.
"Biz"
Musa'ya, bu kitabı kuvvetle al, diye "nida ettiğimiz zaman sen Tur"
dağı "tarafında değildin." "Ancak senden önce kendilerine
herhangi bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi" Mekke'lileri ve başkalarını
"uyarman için Rab-binden bir rahmet olarak gönderildin." Sana bilgi
verdik. "Belki onlar bunu düşünürler." ibret alırlar.
"Eğer onlar
işledikleri" küfür ve masıyet gibi "günahlar yüzünden başlarına bir
musibet" ceza veya dünya ve ahiret azabı "geldiği zaman: Ey
Rabbi-mizl Bize peygamber gönderseydin de biz de senin" gönderilen
"ayetlerine uyup müminlerden olsaydık ya, diyecek olmasalardı peygamber
göndermezdik."
Ayette geçen
"levlâ"nm cevabı mahzuftur. Yani küfürleri ve masıyetleri sebebiyle
kendilerine bir ukubet ve ceza isabet ettiği zaman söyleyecekleri söz
olmasaydı... demektir.
Hz. Muhammed (s.a.) ve
ondan önceki her peygamberin gönderilmesi, insanların mazeretlerini ve bahanelerini
ortadan kaldırmak, tebliğ ve duyuru olmaması sebebiyle hüccet ortaya
koymalarını iptal etmektir.
[43]
Allah Tealâ Hz. Musa
(a.s.) ve Hz. Harun (a.s.) ile Firavun ve kavminin İHBasını ve ihtiva ettiği
garip olaylar ve ibretleri anlattıktan ve bu haberleri peygamberi Hz. Muhammed
(s.a.)'e vahyettikten sonra bu haberleri vermek ane kendisinin ne de kavminin
bilmediği gaybî haberleri özel olarak bildir-ısek suretiyle kendisine lütufta
bulunduğunu hatırlattı. Ayrıca peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı
hüccet olmaması için onun risaletine olan ihtiyacı beyan etti.
Bütün bunlar Kur'an'm
Allah tarafından vahiy olduğuna ve Hz. Mu-îıammed'in (s.a.) peygamberliğine
burhan niteliğindeydi. Zira Hz. Muham-med (s.a.) ilâhî kitaplardan hiçbir şey
okumayan ümmî bir zat olduğu halde geçmiş gaybî haberleri bildiriyordu.
[44]
"Biz Musa'ya o
emri verdiğimiz zaman sen batı yönünde değildin. Bunu görenlerden de
olmadın."
Ey Muhammed! Allah
Musa ile konuştuğu, ona risalet emrini vahyetti-ği, ona Tevrat levhalarını
verdiği ve ondan ahit aldığı zaman sen Musa'nın bulunduğu yerin batı tarafında
değildin. O anda orada bulunanlardan da değildin ki bunları bilip haber
veresin.
Fakat peygamberliğine
burhan olması için onun haberini sana bildirdik. Böylece sanki bu olaylar senin
önünde meydana geliyor gibi geçmişlerin haberlerini naklediyorsun. Halbuki sen
okuma-yazma bilmeyen "ümmî" bir kişisin. Bütün bunlar bu haber
vermenin Allah Tealâ tarafından verilen bir vahiyle olduğuna delâlet etmektedir.
Cenab-ı Hak bu
haberleri nakletmenin sebebini şöyle beyan etti: "Fakat biz nice nesiller
var etmiştik. Bunların üzerlerinden de nice yıllar geçmişti." Yani
geçmişlerden haber verilmesine ve Kur'an-ı Kerim'de vahyin yenilenerek
indirilmesine sebep şudur: Hz. Musa'dan sonra pek çok ümmet gelip geçmiş,
üzerlerinden uzun müddet geçmiştir. İlimler kaybolmaya yüz tutmuş şer'î
hükümler değiştirilmiş, insanlar Allah'ın üzerlerindeki hüccetlerini ve önceki
peygamberlere yaptığı vahyi yenilemek ve insanlara Allah'ın kendilerine gönderdiği
risaleti beyan etmek için getirdik.
Nitekim bir başka ayet
de şu şekildedir: "Ey Kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği zamanda
bize ne bir rahmet müjdecisi ne de bir azap habercisi gelmedi dememeniz için
size apaçık beyanda bulunan elçimiz geldi. İşte size de rahmet müjdecisi ve
azap habercisi geldi artık. Allah her şeye kadirdir." (Maide, 5/19).
Bu ayet mucizeye
dikkat çekmektedir. Zira üzerinden yüzlerce yıl geçmiş bir kıssayı görmeden ve
o olayları yaşamadan bunu haber vermek bu haberi veren kişinin -Allah
Rasulü'nün- peygamberliğine açık delildir.
Bu delili te'yit eden
benzer deliller de bundan sonraki ayetlerde belirtilmiştir:
1-
"Medyen halkı arasında bulunup da onlara ayetlerimizi okuyan sen değildin.
Peygamberler gönderen ancak biziz."
Ya Muhammedi Sen Şuayb
(a.s.) hakkında onun kavmine söylediklerini ve kavminin ona söylediklerini
haber verdiğinde, Medyen'de Şuayb (a.s.) kavmi arasında oturup onlara indirilen
ayetlerimizi okuyan kimse olduğun için haber vermedin. Ancak sana bunları biz
vahyettik. Seni insanlara rasul olarak gönderdik. Peygamberliğinin sıhhatine ve
risaletinin doğruluğuna burhan olması için seni bu mucize ayetlerle
destekledik. Vahiy haberi olmasaydı sen bunları bilemezdin ve hiçbir kimseye
de hiçbir şeyi haber veremezdin.
2-
"Biz (Musa'ya) nida ettiğimiz zaman sen
Tur dağı tarafında değildin. Ancak sen önce kendilerine herhangi bir uyarıcı
gelmemiş bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Belki
onlar bunu düşünürler."
Ya Muhammedi Musa'ya
nida olunduğu ve ona hitap edildiği zaman sen Tur dağı civarında da değildin ki
bu haberin tafsilatını bilip insanlara anla-tasm.
Bu ayet daha önce
geçen şu ayete benzemektedir: "Biz Musa'ya emir verdiğimizde sen Tur
dağının batı tarafında değildin." Ancak burada önceki ayetten daha hususî
bir siga ile nida ifadesiyle yani niyaz gecesi Hz. Musa'ya nida olunup ilâhî
kelâma muhatap olma olayına işaret edildi.[45]
Fakat biz sana öğretip
haber verdik. Bu ve benzeri haberleri ihtiva eden Kur'anı sana indirdik. Seni
daha önce hiç uyarılmamış bir kavmi -Arapları-eğer iman etmezler, putperestlik
ve sapıklık üzerine devam ederlerse Allah'ın şiddetine ve azabına karşı
uyarman için, senin Allah tarafından getirdiğin kitapla hidayeti bulsunlar ve
saadet ehli olsunlar diye Allah tarafından kendilerine gönderilen kullara
rahmet olarak gönderdik.
Tarihî olup sabit olan
husus Hz. İsmail'den (a.s.) sonra Araplara hiçbir peygamberin gelmemiş
olmasıdır. Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğine gelince bu sadece
İsrailoğullarma has idi.
Cenab-ı Hak daha sonra
Peygamberimiz (s.a.)'in gönderilmesi sebebini açıkladı:
"Eğer onlar
işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman: Ey Rabbimiz!
Bize peygamber gönderseydin de, biz de senin ayetlerine uyup müminlerden
olsaydık ya! diyecek olmasalardı peygamber göndermezdik. "
Yani insanlar ve
dolayısıyla Araplar küfürlerine karşı bir azap musibeti isabet ettiği zaman
onlar: "Ey Rabbimiz! Bize sahih itikad ve tevhidi, hayatın şer'î nizamını
beyan eden bir peygamber gönderseydin, biz de tek Rab olarak sana iman etseydik
ve şeriatinle amel etseydik." diyecek olmasalardı insanlara hiçbir
peygamber göndermezdik.
Fakat biz onların
üzerine hücceti ortaya koyacak, akide, ahlâk ve hayat düsturu konusunda
Rablerinin risaletini tebliğ edecek, mazeretlerini ortadan kaldıracak ve
kendilerine hiçbir peygamber ve uyarıcı gelmedi diye delil ileri sürmelerini
enlgelleyecek bir uyarıcı peygamber olarak seni gönderdik.
Nitekim Cenab-ı Hak
bir ayette şöyle buyuruyor: "Biz müjdeci ve korkutucu olarak peygamberler
gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri
olmasın. Allah mutlak galiptir, sonsuz hikmet sahibidir." (Nisa, 4/165).
Sizler: "Bizden
önce kitap yalnız iki topluluğa -Yahudi ve Hristiyanlara-indirildi. Biz ise
onların okuduklarından kesin olarak gafil idik." dememeniz için; Ya da:
"Bize de kitap indirilseydi mutlaka onlardan daha iyi hidayete ererdik
dememeniz için (bu Kur'anı) indirdik, işte size Rabbinizden apaçık bir hüccet,
bir hidayet ve rahmet gelmiştir..." (En'am, 6/156-157).
Bütün bunlar Allah'ın
kullarına rahmetidir. Zira Allah önceden bir tebliğ olmaksızın hiçbir insana
azap etmez. Mükellefiyet olmaksızın ve peygamber göndermeksizin hiçbir kimseye
ceza vermez.
[46]
Bu ayetler şu iki
konuyu ele almaktadır:
1- Kur'anın
Allah tarafından vahyedilmiş olduğuna ve Hz. Muham-med'in (s.a.)
peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden bazı deliller ortaya konulmaktadır.
Burada geçmiş
peygamberlerin durumlarını ve kavimleriyle yaptıkları mücadeleyi dile
getirilmekte ve özellikle iki kıssa anlatılmaktadır:
a) Hz.
Musa'nın Allah'a yakarışı ve bulunduğu yerin batı tarafında mukaddes Tuna
vadisinde Allah'ın ona hitap etmesi, onu peygamber olarak gönderdiğini ve ona
Tevrat'ın levhalarını indirdiğini beyan etmesi kıssasıdır.
b) Hz.
Şuayb'in (a.s.) Medyen halkı ile geçen kıssası.
Kur'an bunları haber
vermeseydi ne Hz. Muhammed (s.a.) ne de Arap kavmi -ve bu arada Mekke'liler- bu
haberleri bilmeyeceklerdi. Cenab-ı Hak bunları sadece Rasulüne ve kullarına
rahmet olsun diye, Rasulünün bu kıssalar ile onları ve bu olaylara şahit
olmayan Arapları uyarması için anlatmaktadır.
2- Hz.
Muhammed'in (s.a.) ve hatta bütün peygamberlerin gönderilmesinin hikmetinin
beyan edilmesi.
Bu hikmet Allah'ın
şeriatının ve vahyinin tebliğ edilmesi, akidenin tashih edilmesi, tevhid
kelimesinin duyurulması ve böylece peygamberlerin verdikleri haberin
kendilerine ulaştırılmasından ve beyanın tamamlanmasından sonra hükümleri veya
inançları bilmeme mazeretinin ortadan kaldırılmasıdır. Zira Cenab-ı Hak beyanı
tamamlamadan, hücceti ortaya koymadan ve peygamberlerini göndermeden hiçbir
kulun" cezalandırmayacağı hükmünü vermiştir.
Bu da peygamberlerin
gönderilmesine ve semavî kitapların indirilmesine duyulan ihtiyacın ne derece
önemli olduğuna delâlet etmektedir.
48- Fakat onlara
nezdimizden hak gelince: "Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da verilseydi
ya!" dediler. Onlar daha önce Musa'ya verilen kitabı inkâr etmemişler
miydi? Onlar: 'Tevrat ve Kur'an birbirini destekleyen iki sihirdir."
demişlerdi. Biz hepsini inkâr ediyoruz, demişlerdi.
49- (Ey Muhammedi) De
ki: Siz eğer sözüne sadık kimselerseniz, Allah nezdinde bu iki kitaptan daha
doğru bir kitap getirin, ben de ona uyayım.
50- Eğer teklifini
kabul etmezlerse, bil ki onlar sırf heva ve heveslerine uymaktadırlar. Allah'ın
hidayetinden mahrum olarak kendi heva ve hevesine uyanlardan daha sapık
kimdir? Şüphesiz ki Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.
51- Gerçekten biz
düşünsünler diye onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik.
"Musa'ya verilen
(kitap) gibi ona da verilseydi ya!" ayetindeki "levlâ" kelimesi,
"olmasaydı" manasında değil, "olsaydı ya!" manasında teşvik
içindir.
"De ki: Siz de
... bir kitap getirin." ifadesindeki emir ta'ciz (acizliklerini ortaya
koymak) içindir.
[47]
"Onlara
nezdimizden hak gelince..." Buradaki hak, emir yani mucizelerle te'yit
edilen Hz. Peygamber'e indirilen Kur'an demektir. "Musa'ya verilen"
nurlu el ve asâ gibi mucizelerle bir anda toptan indirilen kitap "gibi ona
da" Muhammed'e (s.a.) de "verilse ya!" dediler.
"Onlar daha önce
Musa'ya verileni inkâr etmemişler miydi?" Yani görüş ve fikirde sizlerle
aynı cinsten -Arap- olan benzerleriniz yani Musa zamanındaki kâfirler Musa'ya
verilen kitabı inkâr etmemişler iniydi? Zira Firavun Âd oğullarından olup Arap
idi.
"Onlar: Bu
ikisi" Tevrat ve Kur'an "birbirlerini destekleyen" birbirini
te'yit eden "iki sihirdir, demişlerdi." Ayetteki "sihran"
kelimesi "sâhiran" olarak da okunmuştur. Buna göre ya Hz. Musa ile
Hz. Harun ya da Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a.) kastedilmiş olabilir.
"Biz" bu iki
peygamberden ve bu iki kitaptan "her birini inkâr ediyoruz, "
reddediyoruz, "demişlerdi."
Ey Muhammed! "De
ki: Siz eğer..." ikimizin sihirbaz olduğumuz şeklindeki sözünüzde
"sadık kimseler seniz," ki bununla karşı taraf ilzam edilmek
istenmektedir, "Allah nezdinde bu ikisinden" bu iki kitaptan
"daha doğru birini getirin de ben de ona uyayım." Buna göre iki
sihirbazdan murad edilen Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a.) dir.
"Eğer onlar
senin" Daha doğru bir kitabı getirin "teklifini kabul etmezlerse bil
ki onlar sırf küfürlerinde "heva ve heveslerine uymaktadırlar." Eğer
onlar hüccete tabi olsalardı bu hücceti ortaya koyarlardı. "Eğer sana
icabet etmezlerse" ifadesinde meful bilindiği için hazfedilmiştir. Murad
edilen mana şudur: Eğer kendilerini görevlendirdiğin şeyi yapmazlarsa...
demektir.
"Allah'ın
hidayetinden mahrum olarak" ifadesi te'kit için yahut takyid için hal
mevkiindedir. Zira nefsi arzular bazan hakka uyabilir. "Kendi heva ve
hevesine uyanlardan daha sapık kimdir?" Bu ifade olumsuzluk manasında bir
istifhamdır. "Şüphesiz ki Allah zalim kavmi" yani nefsî arzulara dalarak
kendi nefislerine zulmeden kâfirleri "doğru yola iletmez."
"Gerçekten biz
düşünsünler diye" yani ibret alsınlar, iman edip itaat etsinler diye
"onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik." Yani bu hatırlatma art arda olması
için vahyi aralıksız indirdik. Bu sebeple Kur'an birbiriyle irtibatlı ve
ilişkili olarak parça parça indirildi ve önceki kitapların ardından nazil oldu.
[48]
Cenab-ı Hak Mekke
kâfirlerinin musibet ve belâdan korku anında: "Bize bir peygamber
göndersen de senin ayetlerine tabi olsak!" dediklerini anlattıktan sonra
Hz. Muhammed'in (s.a.) Mekke halkına peygamber olarak gönderilmesinden sonra
ise: "Daha önce Musa'ya verilen kitap gibi ona da kitap verilse ya!"
dediklerini beyan etmektedir.
Dolayısıyla Mekke
kâfirleri inkâr yoluna baş vurdular, Kur'anı ve Hz. Muhammed'in (s.a.)
peygamberliğini yalanladılar. Peygamberlikten önce ve sonra onların sapıklık ve
inatçılıktan başka hiçbir kasıtları olmadığına delâlet eden bir şüpheye
sarıldılar. Bunun için Hz. Musa'nın mucizeleri gibi yani nurlu el ve asâ gibi
mucizeler istediler. Onlardan önce onlara benzeyen inatçılar da Hz. Musa'nın
getirdiği mucizeleri inkâra yönelmişler ve bu mucizeleri sihirbazlıkla tavsif
etmişlerdi.
Eğer onların Musa'nın
ve Muhammed'in (s.a.) kitabından başka bir kitap getirmeye güçleri yetiyorsa
bunu getirsinler, ortaya koysunlar. Kur'an da ancak uyarı ve ibretleri zaman
zaman yenilemek için parça parça indi.
[49]
"Onlara
nezdimizden hak (kitap) gelince: "Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da
verilseydi ya!" dediler."
Yani daha önce
kendilerine hiçbir peygamber gelmeyen Mekkeliler küfür, cehalet ve sapıklık
yolunda devam ederek ısrarla ve inatçılıkla şöyle dediler: "Musa'ya
verilen asâ, nurlu el, bulutun gölge yapması, kudret helvası ve bıldırcın
etinin indirilmesi, taştan suyun fışkırması gibi pek çok ayet ve mucizeler,
ayrıca Firavun'a, kavmine ve İsrailoğullarına davası lehinde hüccet ve burhan
olmak üzere Allah'ın Musa'nın elleriyle ortaya koyduğu göz kamaştırıcı ve
hayret verici mucizeler... gibi bazı mucizeler de Muhammed'e verilseydi
ya!" dediler.
Ancak bu sadece kuru
bir inatçılık, kibirlilik ve imandan kaçma olayıdır.
"Onlar daha önce
Musa'ya verilen kitabı inkâr etmemişler miydi1?" Onların benzeri inatçı
kişiler -Musa'nın zamanında ona verilen mucizeleri kabul etmeyenler- Musa'ya
verilen bu muazzam mucizeleri inkâr etmemişler miydi? Kibirli ve inatçı
kişilerin durumu daima böyledir.
"Onlar: Tevrat ve
Kur'an birbirini destekleyen iki sihirdir demişler, biz hepsini inkâr ediyoruz,
demişlerdi." Yani Mekke'deki o müşrikler: Kur'an ve Tevrat sihirdir,
Muhammed ve Musa da yanıltma ve saptırma konusunda birbirleriyle işbirliği
yapan, birbirlerini tasdik eden iki sihirbazdır; biz her ikisine de
inanmıyoruz, getirdikleri kitapları da tasdik etmiyoruz." demişlerdi.
Cenab-ı Hak da onlara:
"Öyleyse insanlık için daha doğru bir kitabı siz ortaya koyun."
diyerek meydan okudu. Şöyle buyurdu:
"De ki: Siz eğer
sözüne sadık kimselerseniz Allah nezdinde bu iki kitaptan daha doğru bir kitap
getirin, ben de ona uyayım."
Yani: Ey Muhammed!
Kavmine de ki: Eğer siz söylediğiniz veya iddia ettiğiniz şeylerde, hakkı
reddettiğiniz, batıla yöneldiğiniz hususlarda sadık ve samimî iseniz Allah
tarafından insanların hidayeti için Tevrat ve Kur'andan daha doğru, daha
faydalı ve daha isabetli bir kitap getirin, ben de başkalarıyla birlikte ona
uyayım. Bu ifade, onların Kur'anın benzerini getirmekten aciz kalacaklarına
dikkat çekmektedir.
"Eğer onlar senin
sözüne icabet etmezlerse bil ki onlar sırfheva ve heveslerine
uymaktadırlar." Yani onlar senin söylediğin şeyi kabul etmezler ve hakka
uymazlarsa ve onlara teklifte bulunduğun Kur'an'a ve senin peygamberliğine
iman esasını yerine getirmezlerse bil ki onlar bu batıl inançlarında hiçbir
delil ve hüccet olmaksızın sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Onlar bu
halleriyle heva ve heves topluluğudurlar.
"Allah'ın
hidayetinden mahrum olarak kendi heva ve heveslerine uyanlardan daha sapık kim
vardır?" Yani nefsî arzusuyla hareket eden, Allah'ın kitabından alınmış
bir hüccet olmaksızın şehvetlerine tabi olan, Allah tarafından isabetli bir
delili bulunmayan kimseden başka hidayet ve hak yoldan ayrılan daha sapık kim
vardır? Bu ayet inançlar hususunda taklitçiliğin batıl ve fasit olduğuna,
mutlaka hüccet ve delil getirmenin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.
"Şüphesiz ki
Allah zalim kavmi doğru yola iletmez." Yani Allah şirk koşmaları,
isyankârlık etmeleri, peygamberleri yalanlamaları ve nefsî arzulara tabi
olmaları sebebiyle kendi nefislerine zulmeden kimseleri hakka ve hidayete muvaffak
kılmaz. Bu hüküm bütün kâfirleri içine alan genel bir hükümdür.
Kur'an'ın parça parça
indirilmesinin hikmetine gelince, bu konuda şöyle buyuruluyor:
"Gerçekten biz
iyice düşünsünler diye onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik." Yani biz
Kureyşliler ve diğer insanlar Kur'an'da bulunan hayırları ve salahına dair
hükümlere dikkat edip ibret alsınlar, Kur'an'a, onu indirene ve kendisine
Kur'an indirilene iman etsinler, Kur'an'ın kendisinden önceki kitapların bazı
hükümlerini tasdik edip bazı hükümlerini nesh ettiğini görsünler diye ilâhî
hikmetin ve maslahatın delâlet ettiği şekilde, her asra ve zamana uygun olarak
Kur'anı parça parça ve art arda indirdik.
[50]
Bu ayetlerden
aşağıdaki hususlar ortaya çıkmaktadır:
1- Kâfirlerin
planı her zaman aynıdır. Onların âdetleri kibirlilik, inatçılık, inkarcılık ve
elle tutulur, gözle görülür maddî mucizeler talep etmektir. Ancak bu mucizeler
ortaya konduğu halde asla iman etmezler. Zira bir mucizeyi yalanlayan bütün
mucizeleri yalanlamış olur.
2- Kâfirlerin
Allah'ın kitaplarını ve peygamberlerini yalanlama hususundaki sahte hüccetleri
de tektir. Bu da bu kitapların sihir ve uydurma olduğu, bu peygamberlerin göz
boyayan sihirbazlar oldukları, hatta onların sihirbazlık ve aldatmada
birbirleriyle anlaşmalı oldukları şeklindeki suçlamalarıdır. Ağızlarından
çıkan bu söz ne kadar büyük bir sözdür. Onlar sadece yalan söylemektedirler.
3- Yahudiler
müşriklerin Hz. Muhammed'e (s.a.) söylemelerini tenbih edip öğrettikleri söz şu
idi: Sana da Musa'ya verilen kitap gibi bir kitap verilseydi ya! Zira Tevrat
O'na bir defada verilmişti.
Halbuki inkârı
atalarından miras alan bu Yahudiler daha önce de Hz. Musa'ya verilen kitabı
inkâr etmişlerdi. Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) için:
"Bu ikisi sihirbazdır"
demişlerdi. Kureyş kâfirleri de onları taklit etmiş, Hz. Musa ve Hz. Muhammed
için aynı sözü söylemişlerdi. Böylece her iki gurup Tevrat, İncil ve Kur'an'ı
inkâr etmekte, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muham-med'i inkâr etmekte
birleşmişlerdi.
4- Meydan okuma
ve inatçılığa ondan daha şiddetli bir meydan okuma ile karşı konulur: Siz ey
Yahudi ve müşrik topluluğu! Allah'ın peygamberlerine indirilen kitapları inkâr
ediyorsanız o halde insanların kendisine uyacağı daha doğru bir kitap getirin
de bu sizin küfre düşmenize bir mazeret, içinde bulunduğunuz duruma bir kılıf
olsun. Tabii bu kitapların uydurma bir sihir olduğunda samimi ve sadık iseniz!
Zira Yahudiler ve Araplar sihrin ne olduğunu gayet iyi biliyorlardı.
5- İnsanlar
bu Kur'an'a iman etmezler ve Allah tarafından bir kitap ge-tirmezlerse onlar
sapık ve nefislerine tabi kimselerdir. Onlar hiçbir hüccet ve delile uymaksızın
şehvetlerinin, özel görüşlerinin ve şeytanlarının çizdiği yola uymaktadırlar.
6- Nefsî
arzusuna göre yürüyen kimseden daha sapık kimse yoktur. O kimse zalimdir. Allah
ise zalimleri hayra muvaffak kılmaz. Allah Tealâ'nın hidayeti müminlere hastır.
7- Allah
tarafından kitapların inmesi, peygamberlerin gönderilmesi ve peygamberlerin
birbirlerini haber vermeleri bir kitap ardından bir başka kitap, bir peygamber
ardından bir başka peygamber gelmesi, bir haberden sonra bir başka haber
gelmesi peşpeşe olmuştur.
Kur'an'm nüzulü de
olaylar ve münasebetlere göre ilâhî hikmet ve kulların maslahatına uygun
olarak hatırlatma ve dikkat çekme nidasıyla zaman zaman imana davetin
yenilenmesi için peyderpey ve parça parça ayetler inerek gerçekleşmiştir.
Daha sonra da Cenab-ı
Hak ilâhî hak sesi bu Kur'anla ebedîleştirdi. Kur'an'ı değişmeden ve
değiştirilmeden, tahrif ve üzerinde oynanmaktan masun ve mahfuz tutma garantisi
altına alarak, Kur'an'ın ihtiva ettiği üslûp ve hitap farklılığı, vaad ve
vaidler, kıssa ve ibretler, nasihat ve öğütlerle insanların kendisinden ibret
almasını dileyerek Kur'an'ı nesiller boyu daima yenilenen, daima yeniliğini muhafaza
eden bir rehber kıldı. İnsanlar ona iman edecekler, onun gereğiyle amel
edecekler, böylece kurtuluşa ereceklerdir. İnsanlar batıl, mensuh dinlere, boş
ve anlamsız zevk ve şehvetlere tabi olmayı insanlık şerefine aykırı olan,
mutedil beşer aklıyla çalışan ilkel putperestlik esaslarına uymayı kökten
reddedeceklerdir.
8- Akaid
konularında taklitçilik kabul edilmez. Akide gönüllere sadece hüccet ve
burhanla aşılanmalıdır.
9- Kur'an-ı
Kerim Araplara ve başkalarına benzerini getiremiyecekleri şeklinde meydan
okuyarak taklidinin hiçbir zaman yapılamıyacağma ve O'nun Allah Tealâ nezdinden
vahyedilen bir kitap olduğuna dikkat çekti.
Kur'an kıyamet gününe
kadar Allah'ın mahlûkatı üzerindeki hüccetidir. "Şüphesiz ki çok değerli
bir kitaptır. Ona ne önünden ve ne de arkasından batıl yaklaşamaz. O sonsuz
hikmet sahibi ve sonsuz övgüye lâyık olan Allah tarafından
indirilmiştir." (Fussilet, 41/41-42).
10- Bu
ayetler toptan ve ayrı ayrı olarak Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğini
ifade etmektedirler.
[51]
52- Bundan önce
kendilerine kitap verdiğimiz
kimseler bu kitaba (Kur'an'a) da iman ederler.
53- Kendilerine
(Kur'an) okunduğu zaman onlar: "Biz ona iman ettik. Şüphesiz o Rabbimizden
indirilmiş bir haktır. Doğrusu biz ondan önce de müslümandık." derler.
54- İşte onlara
sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilir. Onlar kötülüğü iyilikle
savarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda
harcarlar.
55- Onlar boş (ve
çirkin) bir söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz
bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olun, biz cahillerle olmak
istemeyiz, derler.
Bir sonraki
"Kendilerine (Kur'an) okunduğu zaman..." ayetinin delaletiyle
"Bundan önce" kelimesi Kur'an'dan önce demektir.
"Kendilerine
(Kur'an) okunduğu zaman onlar: Biz ona iman ettik." Yani onun Allah
Tealâ'nm kelâmı olduğunu tasdik ettik. "Doğrusu biz ondan önce de
müslümandık." Allah'ın emrine uyan, Allah Tealâ'ya boyun eğen kimselerdik
"derler".
"İşte onlara
sabırlarından dolayı" bu iki kitabla amel etme üzerinde sabır ve sebat
etmelerinden dolayı, hem kendi kitaplarına hem de Kur'an'a iman etmeleri
sebebiyle "mükâfatları iki kat verilir."
"Onlar kötülüğü
iyilikle" masıyeti taatle "savarlar." Zira Peygamberimiz (s.a.)
İmam Ahmed, Tirmizî, Hakim ve Beyhakî'nin Ebu Zer'den rivayet ettikleri hadis-i
şeriflerinde "kötülüğün ardından iyilik işle ki onu silsin"
buyurmuştur.
"Onlar boş
söz" düşük bir söz yani kafirlerden küfür veya rahatsızlık verici bir söz
"işittikleri zaman ondan yüz çevirirler... Bizden emin olun."
Buradaki (selâmun
aleyküm) ifadesi onları terketme, onlarla vedalaşma ya da onlara, içinde
bulundukları durumdan selâmet içinde olun, şeklinde dua niteliğindedir.
"Biz cahillerle olmak istemeyiz, derler." Yani biz onlarla beraber
olmak istemeyiz. Beyinsiz ve cahil kimselerden olmayı arzu etmeyiz. Dolayısıyla
size aynı şekilde muamele etmeyiz.
[52]
"Kendilerine
Kur'an okunduğu zaman ..." 53. ayeti ile ilgili olarak İbni Cerir, Ali b.
Rifaa'dan naklediyor: Ehl-i Kitap'tan -biri babam Rifaa olmak üzere- on kişi
Peygamberimiz'e (s.a.) geldiler. İman etmişler ve bu sebeple eziyete
uğramışlardı. Bunun üzerine "Bundan önce kendilerine kitap verdiğimiz
kimseler..." ayeti nazil oldu.
Yine İbni Cerir,
Katade'den naklediyor: Biz aramızda bu ayetin Ehl-i Kitap'tan hak yol üzerinde
bulunan bazı kimseler hakkında nazil olduğunu konuşuyorduk. Nihayet Allah Hz.
Muhammed'i (s.a.) gönderdi. Onlar da ona iman ettiler. Selman el-Farisî ve
Abdullah b. Sellâm bunlardandı.
Said b. Cübeyr diyor
ki: Bu ayet Necaşî'nin Peygamberimiz'e (s.a.) gönderdiği yetmiş rahip hakkında
nazil olmuştur. Bunlar Peygamberimiz'e (s.a.) geldikleri zaman Peygamberimiz
(s.a.) kendilerine Yasin suresini sonuna kadar okumuştu. Onlar da ağlamaya
başlamışlar ve müslüman olmuşlardı.[53]
Durum ne olursa olsun,
Kur'an'da lafzın umumî oluşuna itibar edilir, sebebin hususî oluşuna itibar
edilmez.
[54]
Allah Tealâ Kur'an'm
kendisi tarafından gönderilmiş vahiy olduğunu ve Hz. Muhammed'in (s.a.)
peygamberliğinin doğruluğunu bildiren delilleri ortaya koyduktan sonra bu
delilleri te'kit etmek üzere Kur'an'ın indirilmesinden önce Allah'ın birliğine
iman eden Ehl-i Kitap'tan bazı gurupların Peygamberimiz'in (s.a.) doğruluğuna
ve kendisine indirilen Kitabın doğruluğuna kani oldukları zaman Hz. Muhammed'e
(s.a.) iman edip müslüman olduklarını, gayet tabii olarak başkalarının, iman
etmeye ve İslâm'ı kabul etmeye Ehl-i Kitap'tan daha lâyık olduklarını beyan
etmiştir.
[55]
"Bundan önce
kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona (bu kitaba) da iman ederler."
Yani Ehl-i Kitab'ın
temiz ve saf olanlarından Yahudi ve Hristiyanlardan bir gurup kendi
kitaplarının asıllarına uygun olduğu için ve bu kitapların Muhammed'i
müjdelemesi ve bu kitaplarda onun gelişi ile ilgili vasıfların aynen ona uyması
sebebiyle Kur'an'a iman ettiler.
"Bundan
önce" ifadesi Kur'an'dan önce demektir. "Ona iman ederler"
ifadesi Kur'an'a yahut Hz. Muhammed'e (s.a.) ya da her ikisini tasdik ederler
demektir.
Bu ayetin benzeri
ayetler çoktur: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bu kitabı tilâvet
hakkını tam gözeterek okurlar. İşte ona iman edenler bunlardır." (Bakara,
2/121); "Gerçekten Ehl-i Kitap içinde Allah'a ve hem size indirilen
kitaba hem Allah'a büyük saygı göstererek iman edenler vardır." (Al-i
İmran, 3/199); "Bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlar bile
kendilerine kitap okununca yüzüstü yere kapanarak secde ediyorlar ve şöyle
diyorlardı: Biz Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi kesinlikle meydana
gelecektir." (İsra, 17/107-108).
"Kendilerine
-Kur'an- okunduğu zaman onlar: Biz ona iman ettik. Şüphesiz o Rabbimizden
indirilmiş bir haktır. Doğrusu biz ondan önce de müslü-mandık, derler."
Yani onlara Kur'an okunduğu
zaman onlar: "Biz onu tasdik ediyoruz. Biz bunun Rabbimiz tarafından
indirilen güvenilir, doğru, hak kelâm olduğuna iman ettik. Bu Kur'an
indirilmeden ya da Hz. Muhammed (s.a.) gönderilmeden önce de biz Allah'ı
tasdik eden, O'nun birliğini kabul eden, O'nun emrine icabet eden ihlâslı
müslümanlar idik." derler.
Bu ifade onların
önceki peygamberlerin kitaplarında Hz. Muhammed'in (s.a.) geleceği müjdesini
gördükleri için imanlarının çok eski olduğuna delildir. Cenab-ı Hak da onları
büyük medihle övmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlara
sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilir." Yani bu sıfatı
taşıyanlara, önce ilk kitaba -yani kendi kitaplarına- iman edip sonra da ikinci
kitaba -yani Kur'an'a- iman eden bu kimselere iki iman üzerine sabredip sebat
etmelerinin karşılığı olarak iki defa sevap vardır. Zira bu gibi bir şeye
katlanma nefse ağır gelir. Ayrıca bu kimseler kavimlerinin eziyetine aldırış
etmemişlerdir.
Bu ayetin bir benzeri
de şu ayettir: "Allah size rahmetinden iki nasip verir..." (Hadid,
57/27). Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Musa el-Eşa-rî'den (r.a.) şu hadis
rivayet edilmiştir: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Üç kişi vardır ki
onlara ecirleri iki defa verilir.
Ehl-i Kitap'tan olup
önce peygamberine sonra bana iman eden; Hem Allah'ın hem de efendisinin emrini
yerine getiren köle;
Bir cariyesi olup onu
terbiye eden, terbiyesinde itina gösteren sonra da bu cariyeyi azad edip onunla
evlenen kişi... Bunlara sevapları iki defa verilir."
İmam Ahmed, Ebu
Ümame'den rivayet ediyor: Ben fetih günü Rasulul-lah'm (s.a.) bineğinin altında
idim. Çok güzel bir söz söyledi. Şöyle demişti:
"Ehl-i Kitap'tan
kim müslüman olursa onun ecri iki defa verilecektir. Bizim lehimize olan şeyler
onların lehinedir. Bizim aleyhimize olan şeyler onların aleyhinedir."
Allah Tealâ önce
imanla medhettikten sonra bedenî ibadet ve taatlerle senada bulundu:
"Onlar kötülüğü iyilikle savarlar." Sonra da itaatler, fiiller ve
güzel ahlâkla meşgul olmaları vasıflarını zikretti: "Onlar boş ve çirkin
bir söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler."
"Onlar kötülüğü
iyilikle savarlar." Yani kötülüğe kötülükle karşılık vermezler, affedici
ve hoşgörülü olurlar.
"Kendilerine
rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar." Yani Allah'ın
helâl rızkından aile ve akrabalarına vacip nafakaları sarfeder-ler, farz olan
zekâtı, müstehap olan sadakaları ve nafile sadakaları verirler.
"Onlar boş ve
çirkin bir söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize,
sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olun. Biz cahillerle olmak
istemiyoruz." Yani onlar müşriklerden veya başkalarından rahatsızlık
verici, sövme, yalanlama gibi boş söz, seviyesiz bir söz duydukları zaman bu
sözü söyleyenlerden yüz çevirirler, onlarla birlikte olmazlar, onlarla beraber
hareket etmezler. Bilâkis Cenab-ı Hakkın buyurduğu gibi davranırlar: "Boş
sözle karşılaştıkları zaman ilgilenmeden oradan geçerler." (Furkan,
25/72).
Kendilerine, bir
beyinsiz muhatap olup da uygun olmayan ifadelerle konuşursa onlar: "Bizim
amellerimiz bize aittir. Bunların sevap ve cezasından biz sorumluyuz. Sizin
amelleriniz sizindir ve yükümlülüğü de size aittir. Biz size karşılık vermeyiz.
Siz saldırmazlık ve vedalaşma selâmıyla selâmette kalın. Emin olun."
derler. Ya da: "Allah içinizde bulunduğunuz durumdan sizleri selâmete
çıkarsın. Biz cahillerin yoluna uymak istemeyiz. Bunu arzu etmeyiz. Bu yolda
olanlarla beraber olamayız. Biz iyi sözü tercih ederiz. Kötü söze misliyle
karşılık vermeyiz." derler.
Bu ayetin benzeri
şudur: "Onlara -Rahman'ın mümin has kullarına- cahiller sataştığı zaman:
Selâmette olun, derler." (Furkan, 25/63).
Hasan-ı Basrî diyor
ki: "Selâmün aleyküm" ibaresi müminlerin arasında selamlaşmadır,
cahillere karşı da tahammül etme alâmetidir.
Muhammed b. İshak
Sîretinde rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) Mekke'de iken Habeşistan'da onun
çıktığı haberini duyan Hristiyanlardan yirmi veya yirmiye yakın kişi Mekke'ye
geldiler. Onunla birlikte oturdular, konuştular, sorular sordular. Kureyş'ten
bazıları da o sırada Kabe'nin etrafındaki meclislerindeydiler. Onların
Peygamberimiz'e (s.a.) sormak istedikleri bütün sorular bitince Efendimiz
(s.a.) onları imana davet etti ve onlara Kur'an okudu.
Bu zatlar Kur'an'ı
dinleyince gözleri yaşla doldu. Sonra da Allah'ın davetine icabet edip iman
ettiler. Hz. Peygamber'i tasdik ettiler. Kitaplarında onun hakkında bildirilen
vasıfları onun üzerinde aynen gördüler.
Efendimiz'in (s.a.)
yanından kalktıkları zaman Ebu Cehil b. Hişam bir gurup Kureyşli ile birlikte
önlerine geçti. Onlara hitaben:
- Allah sizi pişman
eylesin ey cemaat! Sizin dininizden olup sizi buraya gönderenler sizi bu adamın
haberini öğrenmek için gönderdiler. Siz, onunla birlikte oturup yeterli bilgi
almakla yetinmediniz. Dininizden ayrıldınız. Onun söylediklerini tasdik
ettiniz. Biz sizden daha ahmak heyet bilmiyoruz, dediler.
Onlar da Kureyşlilere
şöyle dediler: Bizden emin olun. Selâmette kalın. Biz size cahilce muamele
etmeyiz. Şu anda yürüdüğümüz yol bizim, sizin bulunduğunuz yol sizin olsun.
Biz kendimiz için hiçbir hayırdan mahrum kalmak istemeyiz.
Rivayete göre, bu
kimseler Necran halkından olan Hristiyanlardır.[56]
Bu ayetler şu
hususlarda delil kabul edilmiştir:
1- Allah'a
iman sahih olup sabit ve sahih olan vahiyle uyum içerisinde olduğu zaman, insan
da taassup, nefsî arzuları tatmin, şahsî menfaatler ve maddî çıkarlardan
sıyrıldığında bu iki iman çizgisinin birleşmesi ve iki imanın birbiri içine
görmesi kolaylaşmaktadır.
İşte İsrailoğullarmdan
olan Ehl-i Kitab'm bir gurubunda gerçekleşen husus budur. Onlar semavî
kitaplarının gereği olarak Kur'an'dan önce tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan
rab olarak Allah'a iman etmişler sonra da Kur'an bu eski kitaplarının aslına
uygun olduğu için ona iman etmişlerdi.
Bunlar Abdullah b.
Sellâm, Selman el-Farisî ve Hristiyan alimlerden İslâm'ı kabul eden
kimselerdi. Sayıları kırk kadar olup Ca'fer b. Ebî Talib ile birlikte Medine'ye
gelmişlerdi. Bunlardan 32 kişi Habeşistan'dan, 8 kişi de Şam'dan geldiler.
Bunlar Hristiyanlarm önderleri, lidereri konumundaydı-lar. İçlerinde Rahip
Buhayra, Ebrehe, Eşref, Amir, Eymen, İdris ve Nafi gibi zatlar da vardı. Bir
başka rivayete göre sayıları daha fazla idi.
2- Ehl-i
Kitap'tan olup Kur'an'a iman eden bu kimselere ecir ve sevapları iki kat
verilecektir. Birincisi kendi kitaplarına iman ettikleri için, ikincisi,
Kur'an'a iman edip kâfirlerden gördükleri eziyete karşı sabrettikleri için...
3- Kâmil
iman sahibi mümin daima Allah Tealâ'nın rızasını kazanmaya gayret eder. Bu
sebeple bedenî ve malî taatlere koşar, kendini faziletli ahlâkla süsler.
Allah Tealâ Ehl-i
Kitap'tan olan bu müminleri kötülüğe iyilikle -yani tahammül, af, müsamaha ve
güzel sözle- karşılık vermekle tavsif etmektedir. Bunlar güzel ahlâkın
esaslarmdandır. Bunlar mallarından ibadet, taat ve hayır yolunda harcarlar,
perişan ve muhtaç durumda olanlara iyilik ederler.
Bu ifadede insanlar
sadakaya teşvik edilmektedir.
Ayrıca onlar lüzumsuz
sözden yüz çevirirler, çirkin söz konuşmazlar, daima sadece güzel söz
söylerler. Kendilerine eziyet ve küfür söyleyen müşrikleri duydukları zaman
ondan yüz çevirirler. Yani onunla meşgul olmazlar.
Peygamberimiz (s.a.)
geçen Ebu Zer hadisinde, aynı zamanda Muaz'dan da rivayet edilen hadiste Muaz'a
şöyle buyurdu:
"Bir günahın
ardından güzel bir amel işle ki bu günahı silsin. İnsanlara güzel ahlâkla
muamele et."
Güzel ahlâktan biri,
kötülüğü ve eziyeti reddetmek ve yüz çevirerek, yumuşak söz söyleyerek cefa
üzerine sabretmektir. Bu şu ayetin manasını te'y-it etmektedir: "Onlar:
Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olun,
derler." Bu ayrılık ve terk selâmıdır. Yani bizim dinimiz bize, sizin
dininiz sizedir, demektir. Buradaki "selâm'ın selamlaşma ile ilgisi yoktur.
"Biz cahillerle
olmak istemeyiz." Yani biz tartışma, karşılaşma ve küfürleşme için cahillerle
beraber olmak istemiyoruz. Onlarla beraber arkadaşlık arzu etmeyiz. Onlarla
ilgi kurmak istemeyiz. Onların batıllarına batılla karşılık vermeyiz.
[57]
56- (Ey Muhammedi)
Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete
erdirir. O hidayete erecekleri çok iyi bilir.
57- İman etmeyenler:
"Eğer biz seninle beraber doğru yola uyarsak yerimizden, yurdumuzdan
oluruz." dediler. Biz onları nezdimizden bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin
toplanıp getirildiği emin harem bölgesine yerleştirmedik mi? Fakat onların
çoğu bunu bilmezler.
58- Biz refah içinde
şımarıp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik. İşte onların geride
bıraktıkları yerleri! Kendilerinden sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur.
Oralara hep biz varis olmuşuzdur.
59- Senin Rabbin ana
merkezine ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermeden hiçbir ülkeyi helak etmiş
değildir. Biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak ederiz.
60- Size verilen her
şey dünya hayatının geçici malı ve süsüdür. Allah nez-dindekiler ise daha
hayırlı ve daha devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?
61- Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde
bulunduğumuz kimse ile dünya hayatında imkân içerisinde yaşattığımız ve sonra
kıyamet günü azap için huzurumuza getirilecek olan kimseler hiç bir olur mu?
"Emin bir harem
bölgesi" ibaresi mecaz-i aklîdir. Emniyet harem bölgesine nispet
edilmiştir. Halbuki emniyet harem halkına aittir.
"Kendisine
mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse ile... kimse bir olur
mu?" ifadesi ahiret menfaatlerinin dünya menfaatlerine tercih edilmesini
itiraf etmekte daha tesirli olması için soru sigasıyla getirilmiştir.
"Şüphesiz
sen" hidayete ermesini "sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin."
Yani sevdiğini İslâm'a sokmaya senin gücün yetmez. "Fakat Allah dilediğini
hidayete erdirir." ve islâm'a sokar. Hidayet iki çeşittir: Birincisi, yol
gösterme ve hayra irşad etme. İkincisi, doğru yolu bildikten sonra ona erdirilmesi.
"O hidayete erecekleri çok iyi bilir." Yani hidayete ermeye müsait
olanları gayet iyi bilir.
"Onlar" yani
Kureyş'liler "Eğer biz seninle beraber doğru yola uyarsak yerimizden
yurdumuzdan oluruz," derhal buradan uzaklaştırılırız, buradan çıkarılırız
"dediler. Biz onları nezdimizden" kendilerine "bir rızık olarak
her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği" taşınıp toplandığı "emin
harem bölgesine yerleştirmedik mi?" Bu belde olan Beytullah'ın mukaddes
oluşu sebebiyle çevresindeki Araplar birbiriyle boğuşurken onların beldesini
hücumdan ve katilden uzak, emniyet ve huzur içinde kılmadık mı? Onlar orada
emniyet içinde değiller mi? "Fakat onların çoğu" bu söylediğimiz
şeyin hak olduğunu "bilmezler." Onlar bilgisiz olup buna dikkat
etmezler ve bunu anlamak için düşünmezler. Murad edilen mana şudur: Onlar
putperest oldukları halde durumları böyle olursa, emniyet içinde bulunurlarsa,
Beytullah a hürmet yanında tevhide hürmet ederlerse biz nasıl onları korkuya
ve yurtlarından mahrumiyete maruz bırakırız?
"Biz refah içinde
şımarıp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik." Emniyet ve rahat hayat
hususunda durumları sizin durumunuz gibi olan nice kasabalar var ki halkı son
derece şımarmış, Allah da onları helak edip kasabalarını yerle bir etmiştir.
"Refah içinde
şımarıp azgınlaşan..." ifadesindeki "batırat" kelimesi şirretlik,
şımarıklık ve nimete karşı tahammülsüzlük manasmdaki "batar" kökünden
gelmiştir. "Şımaran kimse"den murad, haddi aşan, zorbalık yapan,
geçim zamanında ve şartlarında Allah'ın hakkını gözetmeyen demektir.
"Kendilerinden
sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur." Yani buralarda, bu yerlerden
geçenlerin masıyetlerinin uğursuzluğundan dolayı sade-
"Senin
Rabbin" hüccet ilzam etmek ve mazeretleri ortadan kaldırmak için hiçbir
ülkenin "ana merkezine" buranın aslına, başşehrine ve en büyük
kasabasının halkına "ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermeden hiçbir
ülkeyi helak etmiş değildir." Rabbinin böyle bir âdeti ve ilâhî kanunu
yoktur.
"Biz ancak"
peygamberleri yalanlayarak küfürde azgınlaşmaları sebebiyle zulmeden
"halkı zalim olan ülkeleri helak ederiz."
"Size
verilen" dünya nimetlerinden "her şey dünya hayatının geçici malı ve
süsüdür." Yani hayatınızı yaşarken istifade ettiğiniz ve hayatınızı süsleyen
ve renklendiren sonra da kaybolan geçici ziynetlerdir.
"Allah'ın
nezdindekiler ise" yani Allah'ın sevabı bizzat başlıbaşma bir hayırdır.
Yani halis bir lezzettir, mükemmel bir güzelliktir, yahut her şeyden daha
hayırlıdır ve daha devamlıdır." Daha kalıcıdır. "Siz hiç aklınızı kullanmaz
mısınız?" Hiç düşünmez misiniz ki hayırlı olanı basit ve önemsiz olanla
değiştiriyorsunuz. Ayette geçen "ta'kılûn" kelimesi
"ya'kılûn" şeklinde de okunmuştur. Yani, "Onlar hâlâ
düşünmüyorlar mı?" şeklindeki bu kelime öğüt vermekte daha beliğdir.
"Kendisine
mutlaka kavuşacağı" hiç şüphesiz erişeceği, vaadinden dönmesi imkânsız
olduğu için muhakkak surette gerçekleşecek olan "güzel bir vaadde
bulunduğumuz kimse ile" pek yakında ortadan kalkacak olan, elemlerle ve
yorgunluklarla karışık geçici "dünya hayatında imkân içerisinde yaşattığımız
ve sonra kıyamet günü" hesap görmek için ve cehennemde azaba uğramak için
"huzurumuza getirilecek kimselerden olan hiç bir olur mu?"
Ayetteki "sümme
(sonra)" kelimesi zaman veya mertebedeki sıralama içindir.
"Kendisine... güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse" ile mümin,
"dünya hayatında imkân içerisinde yaşattığımız... kimse" ile kâfir
murad edilmiştir. Bu ikisi arasında eşitlik yoktur. Bu ayet önceki ayet için
bir netice niteliğindedir. Bunun için burada "fâ" harfiyle sıralama
yapılmıştır.
[58]
"Şüphesiz sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin..." (56. ayet) ile ilgili Müslim, Abd b.
Humeyd, Tirmizî ve Beyhakî'nin Delâl kitabında Ebu Hurey-re'den (r.a.) rivayet
edilen bir hadis-i şerifinde Peygamberimiz (s.a.) amcası Ebu Talib'e:
- "Lâ ilahe illallah" de, kıyamet
gününde senin lehine şahitlik edeyim, dedi. Ebu Talib:
- Kureyş kadınları
beni ayıplayıp da İslâm'ı kabul etmesine Muhammed sebep oldu diyecek
olmasalardı bu sözü söyleyip senin gözünü aydın kılar, memnun ederdim, dedi.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak: "Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah
dilediğini hidayete erdirir." ayetini indirdi.
Nesaî ile İbni
Asâkir'in Tarihu Dımaşk kitabında "ceyyid-makbul" bir senedle Ebu
Saîd b. Râfi'den şu rivayet naklediliyor:
- Abdullah b. Ömer'e "Şüphesiz sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin." ayeti Ebu Cehil ve Ebu Talib hakkında
mı? diye sordum. Abdullah b. Ömer:
- Evet, dedi.
"İman edenler:
Eğer biz... yurdumuzdan oluruz ..." (57. ayet) ile ilgili İbni Cerir,
Abdullah b. Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Kureyş'ten bazı kimseler
Peygamberimiz'e (s.a.):
- Biz sana uyarsak yerimizden, yurdumuzdan
oluruz, dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Nesaî'nin Abdullah b.
Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre Haris b. Osman b. Amir b. Nevfel b. Abd-i
Menâf bu sözü söyleyen kimse idi.
Haris b. Osman'ın
ifadesi -Beyzavî'nin ifadesine göre- şöyle idi: Biz senin hak üzerinde
olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ancak biz sana tabi olup diğer Araplara karşı
olursak -sayımız az olduğu için- yerimizden, yurdumuzdan mahrum olmaktan
korkuyoruz.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hakk'm şu ayeti nazil oldu: "İman etmeyenler: Eğer biz seninle beraber
doğru yola uyarsak yerimizden yurdumuzdan oluruz, dediler." (Kasas,
28/57).
İbni Cerir
"Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz
kimse..." mealindeki 61. ayet hakkında Mücahid'in şu sözünü naklet-miştir:
Bu ayet Peygamberimiz (s.a.) ile Ebu Cehil b. Hişam hakkında nazil olmuştur.
İbni Cerir yine
Mücahid'in bir başka rivayette şöyle dediğini nakletmiş-tir: Bu ayet, Hz. Hamza
(r.a.) ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur.
[59]
Allah Tealâ, Ehl-i
Kitap'tan bazı gurupların iman ettiklerini beyan ettikten sonra müşriklerin
iman etmekten imtina etmek hususundaki şüphelerini zikretti. Sonra da bu
şüphelere üç şekilde cevap verdi. Konuya din yoluna kavuşturulma (hidayet)
meselesinin Rasulullah'a değil sadece Allah Te-alâ'ya ait olduğunu beyan ederek
başladı. Ancak bir başka ayette hidayetin Rasulullah'a ait olduğu
bildirilmiştir: "Şüphesiz ki sen doğru yola, hidayete vesile
olursun." (Şûra, 42/52). Buradaki hidayet irşad ve beyan etme
mana-sındadır.
[60]
"Şüphesiz sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. O
hidayete erecekleri çok iyi bilir."
Nesaî ile İbni
Asâkir'in Tarihu Dımaşk kitabında "ceyyid-makbul" bir senedle Ebu
Saîd b. Râfi'den şu rivayet naklediliyor:
- Abdullah b. Ömer'e "Şüphesiz sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin." ayeti Ebu Cehil ve Ebu Talib hakkında
mı? diye sordum. Abdullah b. Ömer:
- Evet, dedi.
"îman edenler:
Eğer biz... yurdumuzdan oluruz ..." (57. ayet) ile ilgili İbni Cerir,
Abdullah b. Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Kureyş'ten bazı kimseler
Peygamberimiz'e (s.a.):
- Biz sana uyarsak yerimizden, yurdumuzdan
oluruz, dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Nesaî'nin Abdullah b.
Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre Haris b. Osman b. Âmir b. Nevfel b. Abd-i
Menâf bu sözü söyleyen kimse idi.
Haris b. Osman'ın
ifadesi -Beyzavî'nin ifadesine göre- şöyle idi: Biz senin hak üzerinde olduğunu
gayet iyi biliyoruz. Ancak biz sana tabi olup diğer Araplara karşı olursak
-sayımız az olduğu için- yerimizden, yurdumuzdan mahrum olmaktan korkuyoruz.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hakkın şu ayeti nazil oldu: "İman etmeyenler: Eğer biz seninle beraber
doğru yola uyarsak yerimizden yurdumuzdan oluruz, dediler." (Kasas,
28/57).
İbni Cerir
"Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz
kimse..." mealindeki 61. ayet hakkında Mücahidin şu sözünü naklet-miştir:
Bu ayet Peygamberimiz (s.a.) ile Ebu Cehil b. Hişam hakkında nazil olmuştur.
İbni Cerir yine
Mücahid'in bir başka rivayette şöyle dediğini nakletmiş-tir: Bu ayet, Hz. Hamza
(r.a.) ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur.
[61]
Allah Tealâ, Ehl-i
Kitaptan bazı gurupların iman ettiklerini beyan ettikten sonra müşriklerin
iman etmekten imtina etmek hususundaki şüphelerini zikretti. Sonra da bu
şüphelere üç şekilde cevap verdi. Konuya din yoluna kavuşturulma (hidayet)
meselesinin Rasulullah'a değil sadece Allah Te-alâ'ya ait olduğunu beyan ederek
başladı. Ancak bir başka ayette hidayetin Rasulullah'a ait olduğu
bildirilmiştir: "Şüphesiz ki sen doğru yola, hidayete vesile
olursun." (Şûra, 42/52). Buradaki hidayet irşad ve beyan etme
mana-smdadır.
[62]
"Şüphesiz sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. O
hidayete erecekleri çok iyi bilir."
Yani Ey Muhammedi
Şüphesiz ki sen hidayete ermesini, hidayete muvaffak kılınmasını arzu ettiğin
kimseyi hidayete erdiremezsin. Bu sana ait değildir. Senin üzerine düşen sadece
tebliğ etmektir. Dilediği kimseyi hidayete erdirmek ve o kimsenin kalbine nur
vermek ve bununla onu ihya etmek suretiyle gönlünü İslâm'a açmak şeklinde
hidayete nail kılabilecek olan sadece Allah'tır.
Nitekim Cenab-ı Hak
bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Ölü bir kimse iken kendisini
dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse,
içinden çıkamaz bir halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu?"(Enam,
6/122).
Sonsuz hikmet O'na
aittir. Hidayete müsait ve lâyık olanları en iyi bilen Rabbindir. Onlar
hidayete lâyık oldukları için onları hidayete erdirir. Azgınlığa lâyık
olanları da en iyi bilen Odur. Onlar da buna lâyık oldukları için bu gibi
kimselere hidayet nasip etmez.
Bu ayetle murad edilen
mana kavmini hidayete erdirme imkânı bulamayan Rasulullah'ı teselli etmektir.
Dikkat çeken bir husus
bu ayetin zahirinde Ebu Talib'in kâfir olduğuna bir delilin bulunmamasıdır.
Lâkin Buharî ve Müslim'in Sa/wMerinde sabit olan husus -daha önce beyan ettiğim
gibi- bu ayetin Peygamberimiz'in amcası Ebu Talib hakkında nazil olduğu
hususudur.
Zeccac diyor ki: Bütün
müslümanlar bu ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda icma
etmişlerdir. Ebu Talib ölüm döşeğinde:
- Ey Abdi-i Menaf oğulları! Muhammed'e itaat
edin ve onu tasdik edin ki kurtuluşa eresiniz ve ilâhî irşada erişesiniz, dedi.
- Bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.) ona hitaben:
- Amca! Onlara nefislerine iyilikle, hayırla
davranmalarını tavsiye ediyorsun ama kendi nefsine karşı böyle davranmıyorsun,
dedi. Ebu Talib:
- Benden ne
istiyorsun, yeğenim? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
- Senden sadece bir tek kelimeyi söylemeni
istiyorum. Zira sen dünya günlerinden en son günü yaşıyorsun. Senin "Lâ
ilahe illallah" demeni istiyorum ki Allah Tealâ nezdinde sana bu kelime
ile şehadet edeyim, dedi. Ebu Talib:
- Yeğenim, ben senin
doğru sözlü olduğunu gayet iyi biliyorum ama halkın: "Ölüm esnasında
korktu da bunu söyledi." demelerinden hoşlanmıyorum. Benden sonra sana ve
amcalarına karşı hakaret ve küfürlü sözler söyleyeceklerini bilmesem bunu
söylerdim. Sende gördüğüm şiddetli arzu ve iyilikseverlik sebebiyle şu ayrılık
anında senin gözünü aydın kılar, böylece seni sevindirirdim. Fakat ben
büyüklerim Abdülmuttalib, Haşim ve Abdi-i Menafin dini üzerine öleceğim."
dedi.
Kurtubî diyor ki:
Doğru olan şöyle denilmesidir: Müfessirlerin büyük çoğunluğu bu ayetin
Peygamberimiz'in (s.a.) amcası Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda icma
ve ittifak etmişlerdir. Bu, Buharî ve Müslim'in açık ifadeleridir.
- Bu ayetin bir
benzeri de şu ayetlerdir: Onları hidayete ordirmek senin üzerine borç değil.
Ancak hidayeti kime dilerse ona verir." (Bakara, 2/272); "Sen ne
kadar hırs göstersen yine insanların çoğu iman edici değildirler."
Kısaca: -Razî'nin
zikrettiği gibi- zorlama ve icbar manasında hidayete erdirme caiz değildir.
Çünkü Allah Tealâ tarafından mükellefe bu çeşit bir hidayet verilmesi onun
şanına lâyık değildir, çirkindir. Çirkin olanı yapmak ise bilgisizlik ya da
buna ihtiyaç duyma sebebiyle olur. Bu da imkânsızdır. İmkânsız olanın gerekli
olması da imkânsızdır. Bunun Allah için düşünülmesi de muhaldir, imkânsızdır.
Muhal ve imkânsız olanın ilâhî iradeye bağlanması ise caiz değildir.[63]
Cenab-ı Hak daha sonra
müşriklerin Hz. Peygamber'e iman etmemeleri hususundaki şüpheleri ve ileri
sürdükleri çürük bahaneleri, asılsız mazeretleri bildirerek şöyle buyurdu:
"İman etmeyenler:
Eğer biz seninle beraber doğru yola uyarsak yerimizden, yurdumuzdan oluruz,
dediler."
Yani müşrikler:
"Biz senin getirdiğin hidayet yoluna tabi olur, etrafımızdaki müşrik Arap
kabilelerine muhalefet edersek bize eziyet etmelerinden ve bizimle
savaşmalarından korkuyoruz, nerede bulunursak bulunalım bizi yakalamalarından,
yurdumuzdan çıkarmalarından korkuyoruz." dediler.
Cenab-ı Hak da onların
bu şüphelerine şu şekillerde cevap verdi:
1- Harem
bölgesinin emniyete kavuşturulması: "Biz onları nezdimizden bir rızık
olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği emin harem bölgesine
yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilmezler."
Yani onların bu
itirazları yalan ve batıldır. Çünkü Allah Tealâ onları emin bir beldeye, var
olduğu andan itibaren muazzam ve emniyet içindeki harem bölgesine
yerleştirmiştir. Onların küfürleri ve şirklerine rağmen bu harem bölgesi onlar
için emniyetli olursa müslüman olup hakka tabi olurlarsa nasıl emniyetli,
güvenli bir yer olmaz?
Mekke Haremi'nin
hususiyetlerinden biri Cenab-ı Hak tarafından bir rızık lütfü olarak her
taraftan ticaret eşyalarının, başka beldelerdeki meyve ve ürünlerin o bölgeye
taşınmasıdır. Fakat onların çoğu hayır ve saadet bulunan şeylere dikkat
etmeyen, ibadete daha lâyık olanı bilmek ve ondan başkasına ibadet etmeyi terk
etmek için düşünmeyen bilgisiz kimselerdir.
2-
Ümmetlerin helak edilmesinin hatırlatılması: "Biz refah içinde şıma-rıp
azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik, işte onların geride bıraktıkları yerleri!
Kendilerinden sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur. Oralara hep biz varis
olmuşuzdur."
Yani Mekke halkından
olan ve nimetlerin yok olmasından korkarak iman etmeme mazeretini ileri süren
bu kimseler şunu iyi bilsinler ki asıl iman etmemek nimetleri ortadan kaldıran
husustur. Çoğunlukla Allah halkı imanı reddeden, inkâr eden, haddi aşan,
tuğyana sapan, şirretlik yapan, Allah'ın nimetlerine ve O'nun bol rızıklarma
karşı nankörlük eden pek çok kasabayı helak etmiştir. Bu kimselerin
yerlerinde, tavanlar başlarına yıkılmıştır. Buralarda pek az müddetle geçici
olarak kalanlar dışında hiçbir kimse oturmamaktadır. Buralarda yoldan geçenler
bir gün veya daha az bir müddet kalmaktadırlar. Buralara varis olan sadece
Allah olmuştur. Çünkü buralar harap bir hale dönüşmüştür. Buralarda onlara
halef olacak kimse kalmamıştır. Arkasında bıraktığı mala sahip olacak bir
kimse bulunmuyorsa bu çeşit mal-mülk için: "Bu Allah'ın mirasıdır"
denilir. Çünkü kâinatın hakikî sahibi ve mahlûkatın yok olmasından sonra ebedî
ve baki olacak olan Allah'tır.
Bu ayetin benzeri şu
ayettir: "Allah bir kasabayı misal olarak verdi. Bu kasaba korkudan emin
huzurlu idi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o
kasaba Allah'ın nimetlerine nankörlük etti de Allah da ona işmelekte ısrar
ettikleri (kötülükleri) yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acılar
tattırdı." (Nahl, 16/112).
Daha sonra Allah Tealâ
azabı indirmek hususundaki adaletini bildirerek şöyle buyurdu: "Senin
Rabbin ana merkezine ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermeden hiçbir
ülkeyi helak etmiş değildir. Biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak
ederiz."
Yani bir ülkenin
aslına, başşehrine veya merkezine kendilerine Allah'ın varlığına, birliğine ve
sadece O'nun lâyık olduğuna delâlet eden ayetleri beyan eden bir
"rasul" göndermedikçe o ülkeyi veya o şehri içindeki halkıyla
birlikte helak etmek Rabbinin âdeti ve sünneti değildir. Zira böylece o ülke
halkının bilgisizlik gibi bir hüccetleri ya da hakkı bilmemek gibi bir mazeretleri
kalmayacaktır. Helak edilecek kimseler üzerlerine hüccet ikame edildikten
sonra helak edilecektir. Allah peygamberleri ve ayetleri yalanlamak sebebiyle
nefislerine zulmeden kimselerden başka mahlûkatmdan hiçbir kimseyi ve hiçbir
ülke halkını helak etmeyecektir.
Bu Allah'ın mahlûkatı
hususundaki adaletine delildir. Dolayısıyla beyan ve tebliğ yapılmadan ceza
yoktur, ayrıca iman edenler için helake uğrama yoktur. Ceza ve helak etme ancak
haksızlık, masıyetlere bulaşma, en büyükleri Allah Tealâ'ya şirk koşma olan
günah ve münkerleri işleme durumunda olabilir.
Bu ayetin pek çok
benzerleri de vardır. Bunlardan biri şu ayettir: "Biz bir peygamber
göndermeden hiçbir kimseye azap edecek değiliz." (İsra, 17/15).
Bu ayette
Ümmül-Kura'ya (Mekke'ye) gönderilen ümmî peygamber Hz. Muhammed'in (s.a.)
Arap-Acem bütün herkese, her ülkeye gönderilmiş olduğuna delil vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak
bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ümmül-Kura (Mekke) ve çevresinde
bulunanları uyarman için..." (Şûra, 42/7).
"De ki: Ey
insanlar!. Ben sizlere hepinize Allah'ın elçisiyim." (A'raf, 7/158);
"Bununla sizi ve
bu davetin ulaştığı kimseleri uyarmam için..." (En'am, 6/19).
3- Dindarlık
ya da iman etme dünya menfaatlerini zayi etmez: "Size verilen her şey
dünya hayatının geçici malı ve süsüdür. Allah nezdindekiler ise daha hayırlı ve
daha devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?"
Yani dünya ve dünyada
bulunan her çeşit ziynet, süs ve dünya malı Allah'ın salih kulları için ahiret
yurdunda hazırladığı menfaatler ve nimetlere nispetle fani ve önemsizdir. Ey
insanlar! Size verilen mal, evlât, ziynet ve süsler sadece geçici dünya malı ve
yok olmaya mahkûm ziynet olup Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Bu dünya
nimetleri ahiret nimetleriyle kıyas edildiği zaman yok olmaya mahkûm, değersiz
şeylerdir. Ahiret nimeti bakidir ve dünyanın geçici nimetlerinden daha
hayırlıdır.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Sizin yanınızdakiler tükenir. Allah'ın nezdinde
olan ise bakidir." (Nahl, 16/96);
"Allah'ın
nezdinde olan (mükâfat) müttakiler için daha hayırlıdır." (Âl-i İmran,
3/198);
"Doğrusu siz
dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha
devamlıdır." (A'lâ, 87/16-17).
Yine Rasulullah (s.a.)
sabit olan hadislerinde: "Allah'a yemin olsun ki, ahiretin yanında dünya
hayatı sizden birinizin parmağını denize daldırıp da parmağıyla alabildiği su
kadardır." buyuruyor.
Dünyayı ahiretin önüne
geçirenler hiç akıllarını kullanıp düşünmezler mi? Fani hayatı baki hayata
tercih edenler hiç ibret almazlar mı? Dikkat edin. İnsan kendisi için hayırlı
ve sürekli olanı tercih etme hususunda düşünsün, kendisine isabet eden serleri
de terk etsin.
Allah Tealâ daha sonra
bu manayı te'kit etmek üzere şöyle buyurdu:
"Kendisine
mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse ile dünya hayatında
imkân içerisinde yaşattığımız ve sonra kıyamet günü azap için huzurumuza
getirilecek kimseler hiç bir olur mu?"
Yani insanın Allah
nezdinde olan ecir ve mükâfatının dünya ziynetinden daha üstün ve tercihe
değer olduğunu anlaması için insan bir karşılaştırma yapsın. Bu
karşılaştarmanın şekli şöyledir: Allah'ın kitabına iman eden, Allah'ın salih
amellere cennet ve bol nimetle karşılık vermesini ve Allah'ın vaadini tasdik
eden kimse ile Allah'ın huzuruna çıkmayı, Allah'ın vaadini ve vaîdini
yalanlayan kâfir kimse bir olur mu? Bu inançsız kimse dünya hayatında pek az
gün kalıp sonra kıyamet günü cehennem ateşinde azaba uğrayanlardan biri
olacaktır.
Onların: "Biz
dünya menfaatlerinin yok olmasından korkarak dini terk ettik." sözleri
hata olup doğru bir söz değildir. Zira din bu menfaatleri yok etmez. Bu dünya
menfaatleri Allah'ın nazarında çok önemsizdir. Dünyayı tercih etmek ahiret
menfaatlerini yok edecek, ahirette daimî cezaya sebep olacaktır.
[64]
Bu ayetler aşağıdaki
hususlar için delil olarak alınmaktadır:
1-
Yarattıklarından bazılarına hidayet vermek ve cennet yolunu bildirmek,
bazılarını da bundan mahrum etmek Allah'a mahsustur. Allah yaptıklarından
sorumlu değildir.
Buradaki hidayet ve
dalâletin manası zorlamak ve icbar etmek değildir. Bu şer'an ve aklen caiz
değildir. Şer'î yükümlülüklerle mükellef insan hakkında Allah Tealâ'nın bunu
yapması beklenemez.
Buharî ve Müslim'in
Sa/ııTılerinde sabit olan (56. ayetin) nüzul sebebinden Ebu Talib'in imansız
olarak öldüğü anlaşılmaktadır. Yine de her şeyi en iyi bilen Allah'tır.
2- Gaybı
bilmek Allah'a mahsustur. Daha sonra hidayeti bulacak ve bulamayacak kimseleri
O bilir.
3- Mekke
müşrikleri gayet çürük ve reddedilen bir nedene ya da gerçekle ilişkisi
olmayan mantıksız bir mazerete dayanarak Peygamberimiz'e (s.a.) "Biz senin
sözünün hak olduğunu biliyoruz. Fakat Arapların aleyhimizde birleşip de
yurdumuzdan (Mekke'den) çıkarıp kovacakları korkusu bizim seninle birlikte
hidayete tabi olmamıza ve sana iman etmemize engel olmaktadır. Çünkü bizim
bütün Arap kabilelerine karşı koyacak gücümüz yoktur.
İbni Abbas diyor ki:
Kureyş'ten bunu söyleyen Haris b. Osman b. Nevfel b. Abdi-i Menaf el-Kuraşî'dir.
4- Allah
Tealâ bu üç şüpheyi şu üç cevapla cevaplamaktadır:
a) Cenab-ı
Hak Mekke haremini güvenli bir yer kıldı. Cahiliyet devrindeki Arap kabileleri
birbirlerine kıskançlık besliyorlar, birbirleriyle çarpışıyorlardı. Mekkeliler
ise harem bölgesinin hürmetinde emniyet içindedirler. Cenab-ı Hak Beytüllahın
hürmeti sebebiyle onları emin kıldı, düşmanlarına engel oldu. Dolayısıyla
Mekkeliler Arapların kendileriyle çarpışıp bu bölgenin hürmetini
çiğnemelerinden, çarpışmayı helak saymalarından korkmu-yorlardı. O halde
emniyet temin edildiği halde onların iman etmelerini engelleyen şey nedir?
Emniyetli olma yanında
"Mekke Haremi" bölgesinin özelliklerinden biri Allah tarafından bir
lütuf ve rızık olarak her ülkenin ve her beldenin ürünlerinin oraya toplanmasıdır.
Fakat Mekkelilerin çoğu düşünmemektedirler. Yani onlar delil getirmekten
gafildirler. Kendilerine küfrettikleri halde nzık verip kendilerini emniyet
içinde yaşatan Allah'ın müslüman olurlarsa elbette yine rızık vereceğinden ve
İslâm'ı kabul ettiklerinde küfürlere engel olacağından gafildirler.
Bu cevabın özü şudur:
Mekkeliler, Allah Tealâ'ya kulluk etmekten yüz çevirdikleri, putlara tapmaya
yöneldikleri halde Allah, Harem bölgesini emin kılmış ve oraya bol rızık
vermiştir. O halde onların iman etmemeleri için hiçbir mahzur yoktur. Zira
onlar iman ederlerse bu durumun devam etmesi daha evlâdır.
Bu, onların imanı terk
etmek için ortaya koydukları bahanelere verilen ilk cevaptır.
b) Allah
Tealâ Mekkelilere hususi olarak verdiği nimetleri beyan ettikten sonra bunun
ardından peygamberleri yalanlamaları sebebiyle dünya nimetleriyle nimetlenen
geçmiş ümmetlere indirdiği azap ve cezayı beyan etti. Onlar iman ettikleri
takdirde Arap kabilelerinin kendileriyle çarpışacakları kanaatinde iseler bu
batıl bir vehimdir. Çünkü imanı terk etmeleri durumunda bu daha fazla
olmaktadır.
Nice inkâr edip de
sonra helake uğrayan kavimler vardır. Biz dünya nimetinin yok olmasından
korkarak iman etmiyoruz dediklerinde Allah Tealâ onlara imana yönelmek değil
asıl iman etmeyi kabul etmemekte ısrar etmenin bu nimetleri ortadan
kaldıracağını beyan etti.
Bunun delili de şudur:
Allah şımarıklık -Yani zenginlik için Allah Te-alâ'nm hakkını korumamak-
sebebiyle pekçok kavmi helak etti. Onların evleri ve yurtları içinde yaşayanlar
helak olduktan sonra oturulmaz hale geldi. Ancak pek azı müstesna ya da geçici
olarak pek az müddetle barınılması müstesna. Buralarda sadece yolcular veya
oradan geçenler bir gün ya da daha az kalmaktadırlar. Halkın helak olmasından
sonra buralara varis olan Allah'tır.
Bilindiği gibi bir
şeyin belirli bir sahibi kalmazsa: "Bu Allah'ın mirasıdır." denilir.
Çünkü mahlûkatınm yok olmasından sonra baki kalan O'dur.
Daha sonra Cenab-ı Hak
helak etme hususundaki ilâhî sünnetini açıkladı. Bu da şudur: Cenab-ı Hak
kâfir kasabaları helak ederken onun âdeti ve sonu bu kasabaların merkezine ya
da en büyüğüne bir rasul göndermeden helak etmemektedir. Nitekim Mekke'ye de
Hz. Muhammed'i (s.a.) gönderdi. Sonra da özürlerini ortadan kaldırdıktan ve
onları azapla korkuttuktan sonra küfür üzerinde ısrar etmeleri ve zulümleri
sebebiyle helak olmayı hak ettikleri zaman onları helak etti. Bu ifade Cenab-ı
Hakkın adaletini ve zulümden münezzeh olduğunu beyan etmektedir.
Özetle: Onların helak
edilmesi ancak şu iki sebeple olmaktadır:
- Zulümleri sebebiyle
helak edilmeye müstahak olmaları.
- Zalim olmalarına rağmen hüccet te'kit
edilmeden ve peygamberler gönderilmek suretiyle onları ilzam etmeden Allah
onları helak etmez.
c)
Mekke'lilerin: "Biz dünyayı terk etmemek için dini terkettik."
demeleri büyük bir hatadır. Zira hayatları boyunca istifade ettikleri şeyler
yok olmaya mahkûmdur. Allah nezdinde olan sevap ve ecir daha hayırlı ve daha
devamlıdır. Yani daha üstün ve daha süreklidir. Baki olanın fani olandan daha
üstün olduğunu hâlâ düşünmüyor musunuz? Allah nezdinde olanın "daha
hayırlı" olmasına gelince: Ahiretteki menfaatler daha büyüktür. Her türlü
lekelerden tamamen arınmıştır. Dünya menfaatlerine gelince, bunlar birtakım
zararlarla lekelidir. Hatta bu dünyadaki zararlar daha çoktur.
Allah katında olanın
"daha devamlı" olmasına gelince: Bu ecir ve sevap devamlı olup
kesintisizdir. Dünya menfaatleri ise kesintilidir. Sonu olan sonsuz olanla
karşılaştığı zaman yok olur. Ahiret menfaatleriyle dünya menfaatleri karşılaştırıldığı
zaman dünya menfaatleri ahiret menfaatleri karşısında deniz yanındaki damla
gibi kalır.
Kendisine güzel şey
-cennet- ve oradaki mükâfatlar vaad olunan kimse ile kendisine geçici, dünya
menfaatleri sunulan, dünyadan arzu ettiği bazı şeyler kendisine verilen sonra
da kıyamet günü cehenneme atılan kimse arasındaki eşitlik hiç makul mudur?
Kuşeyrî diyor ki:
Sahih olan husus şudur ki: Bu ayet dünyada sağlık ve zenginlikten yararlanan
ahirette de cehenneme atılacak olan kâfir hakkında ve Allah'ın vaadine
güvenerek dünyanın belâlarına sabreden, ahirette de cennete girecek olan her
mümin hakkında nazil olmuştur.
Özetle: Ahiretin
menfaatleri dünya menfaatlerinden şu iki noktada tercih edilmeye lâyıktır.
a)
Devamlılık ve ebedîlik,
b) Cezanın
bulunmaması.
Dünya menfaatleri
kesilmeye ve fani olmaya mahkûmdur. Ayrıca Allah'a itaati bulunmazsa bu
menfaatlerin ardından daimî ceza meydana gelecektir.
5- "Siz
hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" ayeti ahiret menfaatlerini dünya
menfaatlerine tercih etmeyen kimsenin selim akıl sahibi olmaktan uzak olduğuna
işarettir.
İmam Şafiî (rh.a.) bu
ayetten hareketle malının üçte birini vasiyet eden kimselerin insanların en
akıllısı olduklarını söylemiştir. Bu üçte bir Allah Tealâ'ya taat ile meşgul
olanlara sarf edilir. Çünkü insanların en akıllısı kendisine az imkân verilen
ve çok istifade eden kimsedir. Bunlar ancak Allah Tealâ'ya itaatle meşgul olan
kimselerdir.
[65]
62- O gün Allah onlara
nida edecek ve: "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz nerede?'
diyecektir.
63- O gün
aleyhlerindeki hüküm kesinleşen kimseler: "Ey Rabbimiz! İşte
azdırdıklarımız, kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan
uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tapmıyorlardı, derler."
64- Onlara:
"(Bana) koştuğunuz ortaklarınızı çağırın" denir. Onlar da
çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler onlara cevap vermezler. Azabı görürler
ve "Keşke dünyada hidayet üzere olsaydık." derler.
65- O gün Allah
müşriklere nida eder ve: "Gönderilen peygamberlere ne cevap
verdiniz?" der.
66- O gün onların
haber kaynakları körelir. Artık birbirlerine de hiçbir şey sormazlar.
67- Kim şirkten
vazgeçip iman eder ve salih amel işlerse kurtuluşa erenlerden olması umulur.
"Benim ortaklarım
olduklarını iddia ettiğiniz şeyler nerede?" sorusu hiçe alma ve alay
tarzında istifhamdır.
"Kendilerimiz
azdığımız gibi onları da azdırdık." ifadesi teşbih-i mür-seldir.
"O gün onların
haber kaynakları körelir." ifadesinde istiare-i tasrihiyye ve tebeıyye,
ayrıca kalb ve tazmin sanatları vardır. "Körlük" hidayete ermeme
hali için istiare edilmiştir. Onlar haber kaynaklarına erişemezler.
[66]
"İddia
ettikleriniz nerede1?" Yani benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz
şeyler nerede? Kelâm bu iki mef ule delâlet ettiği için iki mef ul hazfedildi.
"O gün
aleyhlerindeki hüküm" yani Cenab-ı Hakkın "Ben cehennemi cinler ve
insanlarla dolduracağım" ayeti (Secde, 32/13) ve diğer tehdit ayetlerinde
bildirilen ilâhî takdir "kesinleşen" bu hükmün gereği sabit olan
"kimseler" yani cehenneme girecekleri hükmü haklarında kesin olan
dalâlet reisleri şöyle derler:
"Ey Rabbimiz!
işte azdırdıklarımız... Biz kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık."
Bununla şu manaya
kastetmektedirler: Biz onları kendi tercihimizle saptırdık ama onları buna
zorlamadık. Zira bizim onları saptırmamız bir zorlama ve mecburiyet olmayıp
sadece vesveseden ibarettir. Her ne kadar bizim vesvese vermemiz onları küfre
çağırmak olsa da bizim sapmamız ile onların sapması arasında hiçbir fark
yoktur. "Biz onlardan" onların bize tapmasından "uzaklaşıp sana
geldik. Zaten onlar bize tapmıyorlardı." Yani aslında onlar bize
tapmıyorlar, sadece kendi nefsî arzularına tapıyorlardı.
"Onlara:
Koştuğunuz ortaklarınızı" yani Allah'ın ortakları olduğunu iddia
ettiğiniz putları "çağırın, denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları
şeyler onlara cevap vermezler." Cevap vermekten ve yardım etmekten aciz oldukları
için onların davetlerine icabet edemezler. "Azabı görürler." Ahirette
bu azabı gördüklerinde "keşke" dünyada "hidayet üzere olsaydık,
derler."
"O gün"
kıyamet günü "onların haber kaynakları" ve kendilerini kurtaracak
hüccetler "körelir" kaybolur. Kendileri için kurtuluşa vesile olacak
haber bulamazlar. Yani haberler onların üzerinde körlük varmış gibi onlara
gizli kalır. Cümlenin aslı şudur: Onlar haberlerden uzak kalmış,
körleşmiş-lerdir. Fakat zihne gelen şeyin dışarıdan geldiğine delâlet etmek ve
mübalağa olmak üzere cümle ters çevrilmiştir. "Artık birbirlerine de hiçbir
şey sormazlar." Aşırı dehşete kapılmaları sebebiyle onlar birbirlerine
hiçbir soru sormazlar.
"Kim"
şirkten "tevbe eder, iman eder," Allah'ın birliğini tasdik eder
"ve salih amel işlerse" farzları eda eder, imanla salih ameli
birleştirirse o kimsenin "kurtuluşa erenlerden" yani Allah nezdinde
kurtulanlardan "olması umulur."
[67]
Allah'a itaat
etmeksizin ve Onun nimetlerine şükretmeksizin dünyada dünyevî zevklerden
yararlanmanın kıyamet gününde kâfirin azap görmesine sebep olacağını beyan
ettikten sonra Cenab-ı Hak, kıyamet günü müşriklere cevap vermekte
şaşıracakları üç soru sorduğu zaman müşriklerin ve kâfirlerin küçümsenme ve
basite alınma durumunu beyan etti. Bu üç soru şunlardır:
- Dünyada taptıkları
ilâhlar hakkında,
- Onların bu ilâhları
çağırmaları hususunda,
- İmana davet eden
peygamberlere verdikleri cevap hususunda.
[68]
Allah Tealâ kıyamet
günü müşrik kâfirlere yapılacak azarlamayı bildiriyor. O gün onlara nida
edilecek ve kendilerine şu üç soru yöneltilecektir:
1- Sahte
ilâhların yardımı hakkında soru: "O gün Allah onlara nida edecek ve benim
ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz şeyler nerede1? diyecektir."
Yani: Ey Rasul! O gün
Hak Tealâ o müşriklere nida edecek ve onlara şöyle diyecektir: Sizin dünyada
kendilerine taptığınız melek, cin, yıldız, put, heykel ve insan gibi sahte
ilâhlar, benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz sahte tanrılar nerede? Onlar
size şefaat edecekler mi? Size yardım edecekler mi?
Bu sorudan maksat
küçümsemek, tahkir etmek, horlamak ve kınamaktır. Onların vereceği hiçbir
cevap yoktur. Zira onlar kıyamet günü dünyada iken içinde bulundukları durumun
batıl ve yanlış olduğunu öğrenecekler, tevhid ve peygamberliğin doğruluğunu
zarurî olarak idrak edeceklerdir.
Bu ayetin benzeri
şudur: "Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız teker teker
huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsan ettiğimiz şeyleri de sırtlarınızın
arkasına bırakmışsınızdır. İçinizde kendileri gerçekten ortakları olduğunu boş
yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun
aranızdaki (bağ) parça parça kopmuştur. Haklarında kuru zan beslediğiniz şeyler
sizden ayrılıp gitmiştir." (En'am, 6/94).
Cenab-ı Hak daha sonra
dalâlet liderleri ve küfür davetçilerinin cevabını zikrederek şöyle buyurdu:
"O gün aleyhlerinizdeki hüküm kesinleşen kimseler: Ey Rabbimiz! işte
azdırdıklarımız, kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Biz onlardan
uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tapmıyorlardı, derler."
Yani o gün
aleyhlerindeki: "Ben yemin olsun ki cehennemi insan ve cinlerle
dolduracağım." (Secde, 22/13) hükmünün gereği sabit olan, bunun neticesi
üzerlerinde kesinleşen ve artık kendileri için vaîd gerekli olan dalâlet
önderleri ve küfür davetçileri şöyle diyeceklerdir: Ey Rabbimiz! Bize tabi olan
ve imana karşı küfrü tercih eden o kimselerin sapıklıkları kendi tercihleri
ile olmuştur. Bizim sapıklığımız da bizim tercihimizle olmuştur. Zira bizim
sapıklığımız ve onları saptırmamız zorla ve icbarla olmamıştır. Bilakis bu
inanç ve amellere teşebbüs ettikleri zaman onlar hür ve tercih hakkına sahip
kimselerdi. Bununla anlatılmak istenen şudur: Onların sapıklıklarının
sorumluluğu bize değil, onlara aittir.
Biz onlardan, onların
inançlarından ve amellerinden, onların tercih ettikleri küfür ve isyandan
uzaklaşıp sana geldik. Onlar gerçekte bize tapmıyorlar, sadece kendi nefsî
arzularına tapıyorlar ve şeytanlarına itaat ediyorlardı. Bu mabudlar
kendilerine tabi olanları saptırdıklarına, onların da kendilerine uyduklarına
şahit oldular. Sonra da onların kendilerine tapmalarından uzak olduklarını
ilân ettiler.
Bu Cenab-ı Hakk'm şu
ayetlerde buyurduğu gibiydi: "Onlar kendileri için izzet ve kuvvet
olsunlar diye Allah'tan başka sahte tanrılar edindiler. Hayır, öyle değil. O
tanrılar onların tapmalarına küfredecekler, onların aleyhine düşman
olacaklar." (Meryem, 19/81-82);
"Allah'ı bırakıp
da kendisine kıyamete kadar cevap veremiyecek kişiye tapmakta olan kimseden
daha sapık kimdir? Halbuki bunlar onların tapmalarından da
habersizdirler." (Ahkaf, 46/5-6);
"O zaman
arkalarından uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmıştır. O
azabı görmüşlerdir. Aralarındaki ipler de parçalanıp kopmuştur." (Bakara,
2/166).
2- Sahte
tanrıların azabı reddetmek için verdikleri cevabın sorgulanması:
"Onlara: Koştuğunuz
ortaklarınızı çağırın, denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler
onlara cevap vermezler. Azabı görürler ve keşke dünyada hidayet üzere olsaydık,
derler."
Yani Allah'a şirk
koşanlara şöyle denir: Dünya hayatında umduğunuz gibi sizi içinde bulunduğunuz
durumdan kurtarmayı vaad eden tanrılarınızı çağırın. Son derece hayret ve
dehşetle tanrılarını çağırdılar. Ancak bu sahte tanrılar cevap vermekten âciz
kalarak bu nidaya cevap vermediler. Onlar hiç şüphesiz cehenneme atılacaklarını
kesin olarak anladılar. Kendilerini kuşatan azabı gördükleri zaman keşke
dünyada iken hidayete eren müminlerden olsaydık diye arzu ettiler. Buna göre
"lev" edatının cevabı mahzuftur. Yani onlar azabı gördükleri zaman
keşke dünyada hidayete tabi olsaydık, diye temenni ettiler.
Bu ayetin benzeri
şudur: "O gün Allah şöyle der: Bana iddia edip kattığınız ortakları
çağırın. İşte onları çağırmışlar, fakat bunlar kendilerine cevap
vermemişlerdir. Biz onların aralarına bir uçurum koymuşuzdur. Günahkârlar ateşi
görmüşler de onun içerisine düşenlerin kendileri olduklarını anlamışlar,
(fakat) ondan savuşacak bir yer bulamamışlardır." (Kehf, 18/52-53).
Bu sorudan maksat
kendilerinden beklenen fayda ve menfaati veremeyecek kimseleri çağırmaları
sebebiyle azarlama, tehdit ve insanların huzurunda rezil olmaktır. Onlar bu
sahte ilâhları çağırırlarsa onlardan yardım konusunda hiçbir cevap
alamayacaklardır. Onlara verilecek azap kararlaştırılmış, sabit bir durumdur.
Bu soruda şirk ve dünyadaki hurafelere karşı ihtar ve red yapılmaktadır.
3- Tevhid ve
peygamberlere icabet etmek hakkında sorulan soru:
"O gün Allah
müşriklere nida eder ve gönderilen peygamberlere ne cevap verdiniz? der."
Yani o gün Allah Tealâ
müşriklerin kendilerine gönderilen peygamberlere verdikleri cevabı almak için
onlarla olan durumlarının nasul olduğunu ve davet edildikleri tevhide karşı
cevaplarının ne olduğunu bilmek için müşriklere nida eder.
Bu tıpkı kula
kabrinde: "Rabbin kim?", "Peygamberin kim?", "Dinin
ne?" gibi sorularının sorulması gibidir. Mümine gelince, mümin Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet
eder. Kâfir ise: "Bilmiyorum." der. Kıyamet gününde kâfirin sükûttan
başka hiçbir cevabı yoktur. Bu ifadede peygamberliğin ispatı, Allah'ın birliğinin
ilânı, put ve benzeri sahte ilâhlardan uzak olduğunun ilânı söz konusu edilmektedir.
"O gün onların
haber kaynaklan körelir. Artık birbirlerine de hiçbir şey soramazlar."
Yani hüccetler onlara
gizli kalır, kıyamet günü kendilerini savunma şekillerinden mahrum kalırlar.
Sükût etmek mecburiyetinde kaldılar. Kendilerini kaplayan dehşet ve şaşkınlık
sebebiyle ve bütün insanlar -hatta peygamberler- haberlerden mahrum olma ve
cevap vermekten aciz kalma hususunda eşit oldukları için zor meselelerde
insanlara soru sorulduğu gibi birbirlerine soru soramazlar.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "O gün Allah bütün peygamberleri toplayıp da:
"Size verilen o cevap nedir?" diyecek. Onlar da: "Bizim hiçbir
bilgimiz yok. Şüphesiz gaybleri hakkıyla bilen sensin." diyeceklerdir."
(Maide, 5/109).
Peki bu sapıklara
karşı senin kanaatin nedir? Onların hüccetleri "haberler" olarak
adlandırılmıştır. Çünkü bunlar onların vereceği haberler niteliğindedir.
Allah Tealâ
müşriklerin karanlık durumlarını ve azarlanmalarını beyan ettikten sonra
tevbeyi ve küfürden uzak olmayı teşvik etmek üzere tevbe edenlerin durumlarını
zikretti:
"Kim şirkten
vazgeçip tevbe eder, iman eder ve salih amel işlerse kurtuluşa erenlerden
olması umulur."
Yani müşriklerden
tevbe edenler, Allah'ı ve Allah'ın birliğini tasdik edenler ve Allah'a ihlâsla
ibadet edenler, peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.) iman edenler ve dünyada
farzlar v.b. salih amel işleyenler kıyamet günü cennette Allah'ın rızasını ve
nimetini kazanacak ve kurtuluşa erecek kimselerdir.
"Asâ" kelimesi
Allah tarafından kullanıldığında "muhakkak" manasın-dadır. Zira bu
hiç şüphesiz ki Allah'ın lütfü ve minnetiyle meydana gelmiştir.
Ancak "asâ"
kelimesi kul tarafından kullanıldığında kurtuluş ve talep edilenin elde
edilmesi ümid ve beklentisiyle "umulur ki" anlamındadır.
[69]
Bu ayetler insanın
dünyadaki durumunu incelemesi ve kıyamet günü ansızın talihsiz akıbetle
karşılaşmaması için bir uyan, korkutma, azarlama ve küfrü reddetme manası
ihtiva etmektedir.
Bu ayetlerde çeşitli
sahte tanrıların şefaat edecekleri ve ahirette hesap âleminde kendilerine
tapanlara destek verecekleri iddialarını çürütmektedir.
Birinci sorgulamada
ümitler dağılmakta, umutlar kaybolmakta, tamahkârlık ortadan kaldırılmaktadır.
Böylece putlara tapanlar Allah'a şirk koştukları şeylerin kendilerine destek
vermesi ve şefaat etmesi hususunda hiçbir fayda elde edemiyeceklerdir.
Putlarla bu putlara tapanlar birbirlerinden berî olduklarını ifade
edeceklerdir. Şeytanlar kendilerine itaat edenlerden berî olduklarını ifade
edeceklerdir. Liderler de onları kabul edenlerden berî olduklarını ifade
edeceklerdir. Böylece felâket meydana gelecek, mücrim kâfirler şaşkın şaşkın
bakakalacaklardır.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Dostlar o gün birbirlerinin düşmanıdırlar. Ancak
takva sahipleri müstesna." (Zuhruf, 43/67).
İkinci sorgulamada
hayret şiddetlenmekte ve müşrikleri dehşet kaplamaktadır. Kâfirler kendilerine
yardımcı olmaları ve kıyamet günü kendilerine gelecek azabı engellemeleri için
dünyada taptıkları tanrılardan yardım isteyeceklerdir. Müşrikler putlara
yaptıkları yardım talebine karşı hiçbir cevap, yalvarışlarına hiçbir yankı
bulamayacaklar, onlardan asla yardım göremeyeceklerdir. Azabın kendilerini
tamamen kapladığını görünce keşke dünyada Allah Tealâya iman, O'nun kitabıyla
ve Rasulünün getirdiği dinle amel etmek suretiyle hidayete erselerdi, diye
temenni edeceklerdir.
Üçüncü sorgulama
-kesin bir husus olup- Allah rasülleri ve nebileri kendilerine Rablerinin
risaletini tebliğ ettiklerinde onlara verdikleri cevap kendilerine
sorulacaktır. Fakat onlar hayret ve korku içinde kalacaklar, cevap verme
hususunda dehşete kapılmaları sebebiyle susacaklar, hüccetler kendilerine
gizli kalacak, kıyamet günü kendi lehlerine hiçbir hüccet bulamayacaklar, bu
hususlarda birbirlerine soru da soramayacaklardır. Çünkü Allah Tealâ onların
hüccetlerini boşa çıkarmış, dillerini kesmiştir. Zira bütün söyledikleri sırf
batıldır, hiçbir hayır yoktur. Bu ifadede tevhid ve peygamberlik ispat
edilmektedir.
Bu üzüntülü manzara ve
feci durum karşısında Allah o müşrik ve kâfirlerin önünde ümit, kazanç,
kurtuluş ve mutluluk kapışım açmaktadır. Bu tevbe kapısı, hak ve iman ehlinin
yoludur.
Cenab-ı Hak
müşriklerin dünyada, bütün kötü durumlarına rağmen eğer şirki bırakıp tevbe
ederlerse; Allah'ı, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü tasdik
ederlerse; farzları eda etmek ve bol bol nafile ibadet yapmak suretiyle salih
amel işlerlerse Allah tarafından verilen bir vaad ve te'kit sebebiyle elbette
saadeti kazanan kimselerden olacaklarını beyan etmektedir.
Çünkü "asâ
(umulur ki)" kelimesi -biraz önce ifade edildiği gibi- Allah tarafından
kullanıldığı zaman kesinlik ifade eder. İnsanlar tarafından kullanılırsa emel,
ümit, kurtuluş ve kazanç beklentisi manasını verir.
Burada insanlar tevbe
etmeye ve küfrün karanlığından, şirkin sapıklığından kurtulmaya teşvik
edilmekte, Allah'ın varlığına ve birliğine iman ederek, kitapları,
peygamberleri ve öldükten sonra dirilişi tasdik ederek, ilâhî yükümlülükleri
yerine getirmeye koşarak Allah'a dönme yolunda fikir yürütme tavsiye
edilmektedir.
[70]
68- Rabbin dilediğini
yaratır ve seçer. Onların tercih etme hakkı yoktur. Allah noksan sıfatlardan
münezzehtir, ve onların kendisine ortak koştukları şeylerden çok çok yücedir.
69- Rabbin onların kalplerinin gizlediği şeyleri
ve kendilerinin açığa vurdukları şeyleri çok iyi bilir.
70- O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan
Allah'tır. Dünyada da ahirette de hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnız O'nundur.
Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.
"Tükinnü
(kalplerin gizlediği)" ve "tu'linûn (açığa vurduğunuz şeyler)"
ve "el-ûlâ vel-âhıra (dünya ve ahiret)" kelimeleri arasında tezat
sanatı vardır.
[71]
"Rabbin
dilediğini yaratır ve seçer." Burada yaratma ve seçme hürriyetinin hiçbir
gereklilik olmaksızın ve hiçbir engel bulunmaksızın Allah'a ait olduğu ispat
edilmektedir.
"Onların tercih
etme hakkı yoktur." Yani müşriklerin ve başkalarının seçme ve tercih etme
hakkı yoktur.
"Allah
münezzehtir." Bu tercihinde Allah kendisiyle yarışacak bir kimsenin
bulunmasından çok uzaktır. "Çok yücedir." Allah onların şirk koşmalarından
çok ulu ve mukaddestir.
"Rabbin onların
kalplerinin gizlediği şeyleri" kalplerinde bulunan küfür, Rasulullah
(s.a.) düşmanlığı ve ona kin duyma ve benzeri hususları gayet iyi bilir. 'Ve
kendilerinin açığa vurdukları şeyleri" Rasulullah (s.a.) hakkında dil
uzatarak ortaya koydukları tavrı "çok iyi bilir."
"O kendisinden
başka hiç bir ilâh bulunmayan" yani kendisinden başka ibadete lâyık hiçbir
varlık bulunmayan, ibadete lâyık yegâne varlık olan "Allah'tır. Bu
âlemde" dünyada "ve ahirette" cennette "hamd yalnız
Allah'ındır. Hüküm" hiçbir kimsenin ortaklığı olmadan her şeyde etkili ve
geçerli olan karar "yalnız O'nundur. Siz" diriltilecek ve "ancak
O'na döndürüleceksiniz."
[72]
Allah Tealâ kendisine
ortaklar, putlar edinmeleri, şefaat ve yardım için bunlara yalvarmaları
sebebiyle müşrikleri azarladıktan sonra şefaatçileri tayin etme konusundaki
mutlak tercih hakkının gerçek sahibinin müşrikler değil, kendisinin olduğunu
beyan etmektedir. Ayrıca yaratmış olduğu insanlardan bazılarını risalet ve
nübüvvet için seçmesi ve bunlara başkalarından farklı hususiyetler vermesi
hususunun kendisine ait de olduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla müşriklerin
tercihi bilgisizlik, ahmaklık ve sapıklık olmaktadır.
Bu tercihin Allah'a
ait olmasının sebebi Allah'ın gizli-açık bütün olayları gayet iyi bilmesi,
kendisinin nimet vermesi dolayısıyla ibadete lâyık tek varlık olması -zira
O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir varlık yoktur- ayrıca Allah'ın her şeyde
yetkili, geçerli hüküm sahibi olması, sual ve hesap için son varılacak ve
dönülecek varlığın Allah olmasıdır.
[73]
"Rabbin
dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçme hakkı yoktur. Allah onların
koştukları ortaklardan münezzehtir."
Yani Allah Tealâ
yaratma ve seçme hususunda kendisinin hiçbir ortak veya eş kabul etmeksizin
yegâne hakka sahip olduğunu bildirmektedir. Ayetin manası şudur:
Ey Muhammed! Ey bu
ayetleri duyanlar! Senin Rabbin dilediğini yaratma ve dilediğini tercih etme
hususunda mutlak hak sahibidir. O ne dilerse olur, O neyi dilemezse olmaz.
Hayrı ve şerriyle bütün işler O'nun elindedir. Bunların dönüşü sadece Onadır.
Risaleti eda etmek için bazı kimseleri O tercih eder. Bu görevi eda etmek için
melekler ve insanlardan elçiler seçer. Şefaat hususundaki hakkını dilediğine
bağışlar. Yarattığı kimselerden bir kısmına diğerlerinden farklı bazı özellikler
verir.
Ne müşriklerin ne de
başkalarının herhangi bir şeyi seçme, tercih etme hakkı ya da meselâ: "Bu
Kur'an şu iki kasabadan büyük bir adama indiril-seydi ya!" (Zuhruf, 43/31)
deme hakları yoktur. Müşrikler bu iki kişinin ya Velid b. Mugire ya da Taif
reisi Urve b. Mes'ud es-Sekafî olduğunu söylemektedirler.
68. ayetteki "mâ
kâne" kelimesindeki "mâ" İbni Abbas ve başka müfes-sirlerden
nakledildiği gibi nefy (olumsuzluk) edatıdır. Zira bu makam Allah Tealâ'nın
yaratma, takdir ve tercih etme hususunda tek ve yegâne varlık olduğunu ve bu
konuda O'nun hiçbir benzeri olmadığını beyan etme makamıdır. Bu sebeple Allah
Tealâ kendi zatının hakimiyeti hususunda herhangi bir kimsenin kendisiyle
yarışmasından münezzeh olduğunu zikretti: "Allah onların koştukları
ortaklardan münezzehtir." Yani Allah müşriklerin şirk koşmasından çok
yücedir. Hiçbir şey yaratamayan ve hiçbir şey tercih edemeyen putlar ve benzeri
ortaklardan herhangibirinin tercih etme ve yaratma hususunda Allah'la yarışması
imkânsızdır.
Cenab-ı Hak daha sonra
yaptığı seçim ve tercihin sabit ve sahih ilme dayandığını beyan etti:
"Rabbin onların kalplerinin neyi gizlediğini ve kendilerinin neyi açığa
vurduğunu çok iyi bilir." Yani ey Allah'ın yarattığı kul! Senin Rabbin
Onların gönüllerinin gizlediğini, vicdanlarının Rasulullah'a (s.a.) karşı
taşıdığı hile ve desiseleri ve O'na karşı düşünülen düşmanlığı gayet iyi bilir.
Gayet tabiî bütün mahlûkatının açıktan yaptıkları şeyleri de gayet iyi bilir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İçinizden sözünü gizleyen kimse
ile bunu açığa vuran kimse, ya da geceleyin gizlenen kimse ile gündüz yoluna
devam eden kimse (O'nun ilminde) eşittir, birdir."(Ra'd, 13/10).
Bu, mutlak ve her şeyi
kaplayan ilim ve ulûhiyet hususiyetlerine sahip, yegâne ilâh olan Allah tarafından
sadır olmaktadır. Allah şöyle buyurmaktadır: "O kendisinden başka hiçbir
ilâh bulunmayan Allah'tır." Yani ulûhiyet vasfıyla tavsif olan tek varlık
O'dur. O'ndan başka hiçbir mabud yoktur. Dilediğini yaratan ve dilediğini seçen
O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyi bilen ve her şeye kadir olandır.
Bu ayette Allah'ın
mümkün olan her şeye kadir olduğuna, bilinecek her şeyi gayet iyi bildiğine,
bütün noksanlıklardan ve belâlardan münezzeh olduğuna dikkat çekilmektedir.
Bunun için O hamd ve şükre lâyık olan tek varlıktır: "Dünyada da ahirette
de hamd O'na mahsustur." Yani hamd, şükür ve ibadete lâyık olan sadece
Allah Tealâ'dır. O dünya ve ahirette yaptığı her şeyde övgüye lâyık olandır.
Çünkü O adaleti ve hikmetiyle nimetleri lütfeder ve mahlûkatına bol hayır
bahşeder.
"Hüküm yalnız
O'nundur. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz." Yani her şeyde etkili ve
geçerli olan karar yalnız O'na aittir. O'nun hükmünü kaldıracak hiçbir kimse
yoktur. O kullarının üzerinde ezici bir kuvvet ve kudrete sahiptir. O çok
merhametli ve çok lütuf sahibidir, her şeyden haberdardır. Bütün mahlûkat
kıyamet günü ancak O'na dönecektir. Her amel eden kimseye hayır ve şer yaptığı
ameliyle karşılık verecektir. Yerde ve gökte hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Bu ayette isyankârlar
için son derece tehdit ve korkutma, itaatkârlar için son derece kalbi takviye
edici ifade vardır. Dolayısıyla adalet terazisi bozulmayacaktır. Allah iyi amel
işleyen kullarını itaatlerine karşılık mükâfatlandıracak, isyankârları
isyanlarına karşılık cezalandıracaktır.
[74]
Bu ayetler şu
hususlara delâlet etmektedir:
1-
Şefaatçiler hakkındaki seçim ve tercih hakkı müşriklere değil, sadece Cenab-ı
Hakk'a aittir.
2-
Fiillerinde yaratma ve tercih etme sadece
Allah Tealâ'ya mahsustur. Fiillerindeki hikmet yönlerini en iyi bilen O'dur.
Mahlûkatından hiçbir kimsenin bu hususta tercih etme hakkı yoktur. Nitekim
Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Allah ve peygamberi bir işe hükmettiği
zaman gerek mümin erkek gerekse mümin kadın için işlerinde kendilerine tercih
hakkı yoktur." (Ahzab, 33/36).
Tirmizî, Hz.
Ebubekir'den (r.a.) rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) bir iş yapmak
istediği zaman: "Allahım bunu bana hayırlı kıl ve benim için hayırlı olanı
seç." diye niyazda bulunurdu.
İbnüs-Sünnî, Hz.
Enes'ten (r.a.) -merfu olarak- rivayet ediyor: Peygamberimiz ona şöyle
buyurdu: "Ya Enes! Bir işe niyet ve teşebbüs ettiğin zaman bu iş hakkında
Rabbinden yedi defa hayır dile (istihare yap). Sonra kalbine gelen şeye bak.
Zira hayır bundadır."
Bundan dolayı istihare
namazı meşru kılınmıştır: Kişi abdest alır, iki rekât namaz kılar. Birinci
rekâtta fatihadan sonra kâfinin, ikinci rekâtta ih-lâs suresini okur. Namazdan
sonra da istihare duasını okur.
Buharî Sahihinde Cabir
b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet ediyor: Peygamberimiz (s.a.) Kur'an'dan bir
sure öğretir gibi bütün işlerde istihare yapmayı bize öğretir, şöyle buyururdu:
Sizden biriniz bir işe teşebbüs ettiği zaman iki rekât nafile namaz kılsın ve
şöyle desin:
"Allahumme innî
estehîruke..." Allah'ım! Sen bildiğin için senden hakkımda hayırlısını
-bana bildirmeni- dilerim. Kudretinin büyüklüğü sebebiyle senden güç ve kuvvet
isterim. Senin büyük lütfundan -hayra ermeyi- niyaz ederim. Çünkü sen her şeye
kadirsin, ben ise sensiz hiçbir şeye kadir değilim. Sen her şeyi bilirsin.
Halbuki ben bilemem. Sen gayb olan her şeyi tamamen bilensin. Allahım! Sen
bilirsin, eğer bu iş benim dinim, dünyam, yaşayışım ve işlerimin sonucu
hakkında hayırlı ise bunu bana nasip ve müyesser eyle. Sonra da bu işte benim
için feyiz ve bereket meydana getir. Allahım! Sen bilirsin, eğer bu iş benim
dinim, dünyam, yaşayışım ve işlerimin sonucu hakkında şer ise bunu benden
çevir, beni de bundan çevir. (Bunun için gönlüme bir arzu bırakma.) Benim için
hayır nerede ise hayırlı olanı nasip eyle. Sonra da beni bu hayırlı işte hoşnut
eyle." Sonra da ihtiyacını belirtir.
Alimler diyorlar ki:
Dua öncesi kalbini bütün duygulardan uzak tutmalı ve herhangi bir şeye
meyletmiş olmamalıdır. İşte o anda kalbine gelen şeyi yapmalıdır. İnşaallah
hayır bundadır. O işte gönül rahatlığı, memnuniyet ve huzur buluyorsa o iş
hayırlıdır, sıkıntı ve darlık bulursa o iş şerlidir.
3- İlâhî
mesajı iletmek için melekleri ve peygamberleri seçmek Allah'a aittir. Allah
ilâhî hikmete, kulların maslahatına ve kâmil ilmine uygun olarak onlardan
dilediğini seçer. Bu durum -daha önce geçtiği gibi- risaletin mal, evlât,
sultan ve nüfuz konusunda ya Velid b. Mugire ya da Urve b. Mes'ud gibi iki
güçlü liderden birine verilmesi şeklinde bazı müşriklerin iddia ettiği gibi
herhangi bir insana ait bir yetki değildir.
4- Allah
müşriklerin ortak koşmalarından çok uzak ve münezzehtir.
5- Allah
Tealâ görünen ve görünmeyen her şeyi gayet iyi bilir. Ona hiçbir şey gizli
kalmaz.
6- Allah
Tealâ ilâhlık ve bir olmada tektir. Bütün hamdler sadece O'na aittir. Hüküm
verme yalnız O'nundur. Dönüş ancak O'nadır.
[75]
71- (Ey Muhammed!) De
ki: "Söyleyin bakalım! Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar sürekli
kılsa, Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık getirebilir? Siz hiç dinlemez
misiniz?"
72- De ki:
"Söyleyin bakalım! Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar sürekli kılsa,
Allah'tan başka hangi ilâh içerisinde dinlendiğiniz geceyi size getirebilir?
Hiç görmez misiniz?"
73- Rahmetinin eseri
olarak Allah gece ile gündüzü (birinde) dinlenmeniz ve (diğerinde) O'nun
nimetini aramanız için yarattı. Buna karşılık Allah'a şükredersiniz.
74- O gün Allah
müşriklere nida edecek ve: "Benim ortaklarım olduğunu sandığınız şeyler
nerede?" diyecektir.
75- O gün biz her
ümmetten bir şahit çıkarırız ve: "Haydi delilinizi getirin" deriz. O
zaman hak ve hakikatin Allah'a ait olduğunu ve uydurdukları şeylerin
kendilerini bırakıp kaybolduklarını anlarlar.
"Allah'tan başka
hangi ilâh size bir ışık getirebilir?" ve "Allah'tan başka hangi
ilâh... geceyi size getirebilir?" sorulan susturma ve azarlama
sorularıdır.
"Rahmetinin eseri
olarak Allah gece ile gündüzü (birinde) dinlenmeniz ve (diğerinde) O'nun nimetini
aramanız için yarattı." ayetinde "Tertipli leffü neşir" sanatı
vardır. Önce gece ile gündüz, sonra gece için "dinlenme" gündüz için
"nimet arama" vasfı sırasıyla zikredilmiştir.
[76]
Mekke halkına ve
başkalarına "De ki: Söyleyin bakalım!" Bana haber verin. "Eğer
Allah geceyi kıyamet gününe kadar" hiç aralıksız, "sürekli kılsa
Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık" yani geçiminizi temin ettiğiniz
gündüzü "getirebilir? Siz hiç dinlemez misiniz?" Düşünme, anlama ve
inceleme kulağıyla duymaz, Allah'a şirk koşmaktan vazgeçmez misiniz?
Yine "De ki:
Söyleyin bakalım! Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar sürekli kılsa
Allah'tan başka hangi ilâh, içinde dinlendiğiniz" meşguliyet
yorgunluklarından istirahat ettiğiniz ve istikrara kavuştuğunuz "geceyi
size getirebilir? Siz" içinde bulunduğunuz Allah'a şirk koşma yanlışlığını
"hiç görmez misiniz?" Bundan dönmez misiniz? Ayette dinlemek görmekten
önce zikredilmiştir. Çünkü aklın dinlemekten istifadesi görme duygusundan elde
ettiği istifadeden daha çoktur.
"Allah'ın
dinlenmeniz için geceyi, lütfunu aramanız için" yani Allah'ın lütfü olan
rızkını çeşitli yollarla talep etmeniz için "gündüzü yaratması O'nun
rahmetindendir..."
"O gün Allah
müşriklere nida edecek ve" onlara hitaben: "Benim ortaklarım
olduklarını sandığınız şeyler nerede? diyecektir." Bu nida Allah'a şirk
koşmaktan daha çok Allah'ın gazabını çekecek hiçbir şey olmadığına işaret etmek
için tehdit üzerine tehdittir. Yahut birinci nida onların görüşlerinin fasit
olduğunu tespit etmek için, ikinci nida bu görüşlerinin herhangi bir senet veya
delilden kaynaklanmadığını, sadece nefsî arzularını tatmin etmekten
kaynaklandığını beyan etmek içindir.
"O gün biz her
ümmetten bir şahit çıkarırız." Bu şahit o ümmetin peygamberi olup o ümmetin
içinde bulunduğu durum için o ümmet aleyhine şahitlik edecektir. Biz o
ümmetlere "Haydi delilinizi getirin," şu söylediğiniz şirk koşmanın
doğruluğuna delâlet eden burhanınızı ortaya koyun "deriz." O ümmetler
o zaman ilâhlık hususunda "Hak ve hakikatin Allah'a ait olduğunu" bu
hususta ona ortak olacak hiçbir kimsenin bulunmadığını, dünyada
"uydurdukları" batıl "şeylerin" yani Allahla birlikte başka
iddia ettikleri ortakların kendilerini bırakıp "kaybolduklarını
anlarlar."
[77]
Allah Tealâ kendisinin
tek yaratıcı ve tercih hakkına sahip tek varlık olduğunu zikrettikten ve
müşriklerin Allah'tan başka varlıklara tapma hususundaki görüşlerini
"beyinsizlikle" tavsif ettikten ve ayrıca ihsanda bulunduğu nimetler
dolayısıyla kendisinin hamde lâyık tek varlık olduğunu beyan ettikten sonra
hemen bunun ardından Allah'ın azametine ve hakimiyetine delâlet eden bazı delil
ve burhanları ortaya koydu. Bu deliller insanların üzerine vacip olan hamd
vazifesini ve nimet verene, nimeti ihsan edene karşı şükür görevini hatırlatmak
için Allah'tan başka hiçbir kimsenin vermeye muktedir olamayacağı nimetlerdir.
Daha sonra Cenab-ı Hak "O gün Allah onlara nida edecek" ifadesini
tebliğ ve te'kit yönüyle ifade etmektedir. Sonra da her peygamberin kendi
ümmetinin dünyadaki amellerine karşı aleyhte şahit olacağını zikretti. Bunun
sebebi de o ümmetin suçunu ispat etmek ve üzüntülerini artırmaktır.
[78]
Yüce Allah, olmadığı
takdirde hayatın devam edemiyeceği gece ile gündüzü kullarının emrine vermekle
kullarına lütufta bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Söyleyin
bakalım! Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar üzerinizde uzatsa Allah'tan
başka hangi ilâh size bir ışık getirebilir? Siz hiç dinlemez misiniz?"
Ey Peygamber! Allah'a
şirk koşanlara şöyle söyle: Bana haber verin, Allah sizin bütün vaktinizi
karanlık kılsa ve geceyi kıyamet gününe kadar sürdürse, meselâ altı ay müddetle
gece ve sonra aynı şekilde gündüzün hüküm sürdüğü kutup bölgeleri gibi sizlerde
usanç, bıkkınlık ve zarar meydana gelse; Allah'tan başka hangi ilâh gündüzün
ışığını getirmeye muktedir olabilir? Siz bu nidaya düşünerek, anlayarak ve
tefekkür ederek kulak vermez misiniz? Böylece Allah'a şirk koşmayı tamamen
terk etmez misiniz? Zira Allah'tan başka herkes bundan acizdir.
Cenab-ı Hak sonra
bunun aksini zikrederek şöyle buyurdu:
"Yine de ki:
Söyleyin bakalım! Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar üzerinize uzatsa
Allah'tan başka hangi ilâhı içinde dinlendiğiniz geceyi size getirebilir? Siz
hiç görmez misiniz?"
Yani: Ey Rasul! onlara
şöyle de: "Bana haber verin, Allah sizin zamanınızın tamamını gündüz
kılarsa, gündüzü hiç arada gece olmaksızın peşpeşe ve daimî kılarsa ve hareket
ve meşguliyet çokluğu sebebiyle bedenler yorulur ve cisimler bitkin düşerse
Allah'tan başka hangi ilâh sizi yorgunluktan istirahata ve istikrara
kavuşturacak bir geceyi getirebilir: Siz tam ilâhî kudrete delâlet eden gerçeği
görmüyor musunuz? Ki böylece ibadete ve ilâhlığa lâyık olanın ve bu nimetleri
ikram edenin Allah olduğunu bilesiniz."
"Allah'ın dinlenmeniz
için geceyi, nimetlerini aramanız için de gündüzü yaratması O'nun
rahmetindendir. Bunlar şükretmeniz içindir."
Yani ey mahlûkat,
Allah'ın size olan rahmetlerinden biri gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelmeleri ve farklı farklı olmalarıdır. O sizi rahatlatmak ve gündüz çalışma
yorgunluğundan gönlün sükûnete kavuşması için geceyi karanlık kılmıştır.
Menfaatlerinizi görmeniz, geçiminizi temin etmeniz, yolculuklarla bir beldeden
diğerine intikal etmeniz için, rızık kaynaklarını araştırmak ve ihtiyaçları
gece çalışmasında mümkün olamayan bir ünsiyet ve zevkle görmek üzere hareketler
ve meşguliyetlerle dopdolu olarak gündüzü aydınlık kıldı. Böylece kendisine bu
konuda hiçbir kimse ortak olmaksızın bu nimetlerden size verdiği nimete karşı
gece ve gündüz çeşitli ibadetlerle Allah'a şükredersiniz.
Bu ifadeler gerçekten
gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinin mah-lûkata verilen en büyük
nimetlerden, daha doğrusu ilâhî kudretin mükemmelliğine delâlet eden
burhanlardan olduğunu göstermektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"İyice düşünüp ibret almak arzusunda bulunan kimseler yahut şükretmeyi
dileyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur." (Furkan,
25/62). Bu ayetlerin benzeri ayetler çoktur.
Gece ile gündüzün
ardarda gelmesi şu üç sebeple olur:
- Birisinde
(geceleyin) sükûnete ermeniz için,
- Diğerinde (gündüz)
Allah'ın lütfunu aramanız için,
- Bu iki menfaate
birlikte şükretmeniz arzu edildiği için.
Dikkat edilirse
Cenab-ı Hak "Siz hiç işitmez misiniz?" ifadesini bu ayetle irtibatı
sebebiyle "gece" ile bir arada zikretmektedir. Dolayısıyla gecenin
sükûneti ve karanlığında kulağın kullanılmasıyla gözle idrak edilemeyecek fayda
ve menfaatler idrak edilir.
Daha sonra: "Siz
hiç görmez misiniz?" ifadesiyle sıkı irtibat içinde olduğu gündüzü bir
arada zikretti. Zira gündüz ışığında gözün kullanılması daha tesirlidir. İnsan
gürültü ve hareket esnasında kulağın idrak edemiyeceği menfaat, fayda ve
öğütleri gözleri sayesinde gündüz idrak eder. Buna göre her iki ayetin son
cümleleri gece ile gündüzün her birine daha lâyık ifadelerle sona erdi.
Her iki cümlenin bu
ifadelerle sona ermesinin sebebi insanları duydukları ve gördükleri
hususlardan düşünme ve inceleme yoluyla yararlanmaya teşvik etmektir. Onlar
kulak ve gözden yararlanmayınca dinlemeyen ve görmeyen insanların derecesine
indirilmiştir.
Allah Tealâ
kendisinden başka, sahte bir ilâha, tapınan kimselere bütün mahlûkatın
huzurunda azarlama ve tehdit niteliğindeki nidayı tekrar etti:
"O gün Allah
müşriklere nida edecek ve benim ortaklarım olduklarını sandığınız şeyler
nerede? diyecektir."
Yani ey Peygamber!
Müşriklere Rabbinin kendilerine nida edeceği o günü hatırlat. Rabbin onlara
şöyle diyecektir: İçinde bulunduğunuz durumdan sizi kurtarmaları için dünyada
benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz ortaklarım nerede?
Bu çağrıyı ikinci defa
te'kit etmekten maksat Allah'a şirk koşmaktan daha çok Allah Tealâ'nm gazabını
celbedecek bir şey olmadığına dikkat çekmektir. Nitekim Allah'ın birliğini
kabul etmekten başka Allah Tealâ'nm rızasına sebep olacak bir şey yoktur.
Kurtubî diyor ki:
Buradaki çağrı Allah tarafından değildir. Çünkü "Kıyamet günü Allah
onlarla konuşmaz." (Bakara, 2/11 A) ayetine binaen Allah Tealâ kâfirlerle
konuşmaz. Sadece onları azarlayacak ve ilzam edecek kimselere emreder ve hesap
görme makamında aleyhlerindeki hücceti ortaya koyar. "[79]
Bu azarlama nidası
kâfirlerin daha fazla kederlenmesine, üzüntü ve acılarının son derece artmasına
sebep olacaktır. Bu durum ihmal ve kusurun kendi taraflarından olduğunun bilinmesi
için kâfirlerin aleyhinde şahit getirilmesiyle te'kit edilecek, böylece gam ve
kederleri artacaktır.
Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "O gün biz her ümmetten bir şahit çıkarırız ve onlara siz de
delilinizi getirin, deriz. O zaman kâfirler gerçeğin Allah'a ait olduğunu ve
uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaybolduklarını anlarlar."
Yani biz her ümmetten
inkarcıların aleyhine bir şahit çıkarırız ve getiririz. Bu şahit o ümmetin
nebisi ve rasulüdür. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Peygamberler
ve şahitler getirilir." (Zümer, 39/69). Yine şöyle buyurulmuştur:
"Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz, seni de onlara şahit getirdiğimiz
zaman durum nasıl olur?" (Nisa, 4/41). Her peygamber ümmetinin dünyada
yaptığı amellere şahit olacak, Hz. Muhammed (s.a.) de bütün peygamberlere
şahitlik edecektir.
Kâfirlere:
"Allah'ın ortağı bulunduğu şeklinde iddia ettiğiniz şeyin doğruluğuna
dair burhanınızı getirin." deriz. Onlar bunu getiremez ve cevap
veremezler. O zaman yakin bir ilim ile ilâhlık hakkının sadece Allah'a ait olduğunu,
O'ndan başka hiçbir ilâh, O'ndan başka hiçbir rab olmadığını, mülkünde ve
hakimiyetinde hiçbir ortağının olmadığını anlarlar. O zaman batıl ve iftira
olan şeyler dağılır, Allah'a ortak nispet etme şeklinde dünyadaki yalan ve
sapıtmaları yok olur. Kendilerine hiç faydaları dokunmaz. Sahte ilâhları da
tamamen kaybolur, asla kendilerine tapanlara fayda veremezler.
[80]
1- Gece ile
gündüzün birbirlerini takip etmesi Allah'ın azametine, hakimiyetinin kuvvetine
ve birliğine delildir. Bu aynı zamanda insan, hayvan, bitki ve cansız varlık
gibi bütün yaratıklara nimet ve rahmettir.
İnsan için gece vakti
huzur ve sessizlik, iş yorgunluğundan kurtulup istirahat etme ve sükûnete
kavuşma; gündüz vakti ise hareketlilik, çalışma, kazanç temini ve Allah
Tealâ'nın vereceği rızkı arayıp bulmak içindir.
Bu nimet şükrü icap
ettirmekte ve devamlı bir şekilde Allah'a hamd etmeyi gerektirmektedir. Şükür
gece ve gündüz çeşitli ibadetlerle olur. Kim geceleyin bir ibadeti yapamazsa
gündüz bunu tamamlar, gündüz bir ibadeti yapamazsa gece bunu tamamlar.
2- Kıyamet
günü Allah Tealâ huzurunda putperestlerin putlara v.b. sahte ilâhlara
yaptıkları çağrıları tekrarlanır. Birinci defa hiçbir cevap veremezler. Bunun
üzerine onlara uyanlar ve onlara tapanlar hayrete düşerler. İkinci defa ise
susturulurlar. Bütün bunlar müşriklere karşı azarlama, tehdit, rezil rüsvay
etme ve bütün mahlûkatın huzurunda horlanma şeklindedir.
3-
Kendilerini Allah'ın birliğine ve O'na kulluk etmeye davet etmek için dünyada
kendilerine gönderilen peygamberler müşriklerin yaptıklarına karşı aleyhte
şahitlik yaptıklarında ve onlardan iddialarının doğruluğuna dair delillerini
getirmelerini istediklerinde müşrikler aciz kalırlar, gam ve üzüntüleri,
sıkıntı ve elemleri artar; kesin bir şekilde idrak ederler ki peygamberler
getirdikleri ilâhî mesajda sadıktırlar. Bir olan Allah gerçek ilâhtır. Müşriklerin
Allah Tealâ'ya iftira ederek O'nunla birlikte kendilerine tapılacak tanrılar
olduğu şeklindeki yalanlan ortaya çıkar. Uydurdukları şeyler kendilerini terk
edip yok olurlar, kaybolup giderler.
[81]
76- Şüphesiz ki Karun
Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı kibirlendi. Biz ona anahtarlarını
bile güçlü kuvvetli bir topluluğun zorlukla taşıyabildiği hazineler vermiştik.
Bir zaman kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımaranlan
sevmez.
77- Allah'ın sana
verdiği (nimetlerle) ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma.
Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi sen de başkalarına iyilikte bulun. Yeryüzünde
bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez."
78- Karun ise:
"Bu bana ancak benim bilgim sayesinde verilmiştir." dedi. O, Allah'ın
daha önceki nesiller içinde kendinden daha güçlü ve daha zengin kimseleri
helak ettiğini bilmiyor mu? Suçlulara günahları sorulmaz.
"Lâ tefrah"
ve "el-ferihîn" kelimeleri arasında, aynı şekilde "fesâd"
ve "el-müfsidîn" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak sanatı vardır.
[82]
"Şüphesiz ki
Karun" yani Hz. Yakub aleyhisselâmın oğlu Lâva oğlu Kahes oğlu Yashur oğlu
Karun "Musa'nın kavmindendi." Karun Hz. Musa'nın amcasının oğlu idi.
Çünkü Hz. Musa, Kahes oğlu İmran'm oğlu idi. Aynı zamanda Hz. Musa'nın teyzesinin
oğlu olup Hz. Musa'ya iman edenlerdendi.
"Fakat onlara
karşı kibirlendi." Malının çokluğu sebebiyle gururlandı ve büyüklük
tasladı. Onların kendi emrinin altına girmelerini istedi.
"Bir zaman
kavmi" İsrailoğullarından mümin olanlar "ona şöyle demiş-:::""
Malın çokluğu sebebiyle "Şımarma!" Ahireti bırakıp dünyaya sarılarak
fimarık zengin olma. "Çünkü Allah şımaranları sevmez."
"Allah'ın sana
verdiği" mal ile bu malları Allah'a itaat yolunda har-:amak suretiyle
"ahiret yurdunu" ahiret sevabını "gözet. Dünyadan" sana
jetecek olanı almak ve dünyada ahiret için çalışmak suretiyle alacağın nasibini
de unutma" yani tamamen unutmuş gibi terk etme.
"Allah'ın sana
yaptığı iyilik gibi sen de" sadaka vererek insanlara iyilikte bulun.
Yeryüzünde" zulüm ve haddi aşmaya sebep olacak bir iş yaparak
"bozgunculuk isteme. Allah bozguncuları sevmez." Yani onları
rezalandınr.
"Karun ise:
Bu" mal "bana ancak bilgim" benim mal elde etme hususundaki
kabiliyetim ve ilmim -bir görüşe göre ticaret ilmi- "sayesinde verilmiştir,
dedi. "O" şımarık zengin "Allah'ın daha önceki nesiller"
ümmetler "içinde kendinden çok daha güçlü ve daha zengin kimseleri"
daha çok mal toplayanları "helak ettiğini bilmiyor mu? Suçlulara
günahları sorulmaz." Buradaki soru bilgi isteme anlamındadır. Yani
onlardan günahları hakkında bilgi istenmez. Çünkü Allah Tealâ buna muttalidir.
Günahlarına karşılık onları cezalandıracaktır.
[83]
Müşriklerin tehdit ve
azarlanmasından sonra Allah Tealâ kafirlerin ve diktatörlerin dünya ve ahiretteki
akıbetlerini beyan etmek için "Karun kıssası "nı zikretti.
Karun dünyada yerin
dibine geçirilmek ve zelzeleye uğramak suretiyle helak edildi. O ahirette
müşrikler gibi cehennemliklerdendir.
[84]
Karun -bilindiği gibi-
Hz. Musa'nın dedesi Kahes oğlu Yashur'un oğlu yani Hz. Musa'nın amcasının oğlu
idi. İbni Abbas diyor ki: Karun aynı zamanda Hz. Musa'nın teyzesinin oğludur.
Güzel şekli, yakışıklılığı sebebiyle "el-Münevver (Nurlu)" diye
adlandırılırdı. Karun İsrailoğullan arasında Tevrat'ı en iyi ezberleyen ve en
güzel şekilde okuyan kişi idi. Ancak Samir-i'nin münafıklık yapması gibi Karun
da münafıklık yaptı. Karun'u malının çokluğu sebebiyle aşın gitmesi helak etti.
Karun
İsrailoğullan'ndan bir kişi olup Allah kendisine çok mal verdi. Hatta onun
hazinelerinin anahtarlarını bir gurup insan bile zorlukla taşıyabiliyordu.
Kavminden vaad ve irşad ehli kişiler Karun'a şımarıklık, zorbalık ve yeryüzünde
fesat çıkarmaktan uzaklaşması, malının bir kısmından dünya ihtiyaçları
hususunda yetecek kadar yararlanmakla birlikte kalanını Allah'ın rızası yolunda
kullanması, malını Allah Tealâ'nın gazabım celbedecek hususlarda harcamaması,
böylece nimetin yok olmasıyla karşı karşıya kalmaması nasihatinde bulundular.
Karun nasihat edenlerin nasihatlerine uymayı reddetti.
Karun malı hakkında:
"Bu servet bana ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir."
dedi. Anlaşılan husus Karun'un bu serveti sahip olduğu zekâsı, ticarî
işlerdeki tecrübesi sayesinde toplamış olduğudur. Fakat Karun'dan çok daha
güçlü ve çok daha zengin olan geçmiş ümmetlerdeki kendisinin benzeri kibirli,
zorba kimselere Allah'ın verdiği cezadan gafil oldu.
Kibirlilik ve büyüklük
taslamak kendisini tamamen kaplamıştı. Karun heybetli, gözalıcı, muazzam ziynet
içerisinde insanların huzuruna çıkıyordu. İnsanlar onun bu görünüşüne
aldanmışlar, kendilerine de onun gibi mal verilmesini temenni etmişlerdi. İlim,
basiret ve hikmet ehli kişiler: "Buna aldanmayın ve tamahkârlık etmeyin.
Salih amel işleyen mümin için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." dediler.
Tuğyanının, zulmünün, Allah'ın nimetini inkâr etmesinin akıbeti olarak hiçbir
yardımcı ve destekçi bulamayan Karun'u Allah sarayı ile birlikte yerin dibine
geçirdi.
[85]
"Şüphesiz ki
Karun Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı kibirlenip azdı." Yani
zenginlik, servet, zulüm ve azgınlık hususunda misal olarak anlatılan Karun
İsrailoğullarındandı. Zorbalık yaptı, malının çokluğu ile kibirlendi ve
İsrailoğullarına karşı yaptığı zulümde haddi aştı, onlardan kendisinin emri
altına girmelerini talep etti. Halbuki Karun İsrailoğul-lannın yakın akrabası
idi.
"Biz ona
anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluğun zorlukla taşıyabildiği hazineler
vermiştik." Biz ona hazinelerinin anahtarlarım güçlü kalabalık bir
gurubun zorlukla taşıdığı birikmiş nakdî ve aynî mallardan verdik. İbni Abbas
diyor ki: Karun'un hazinelerinin anahtarlarını 40 güçlü kişi ancak
taşıyabiliyordu.
Nasihat edenler ona şu
beş nasihati yaptılar: "Bir zaman kavmi şöyle demişti:
1- Şımarma!
Şüphesiz ki Allah şımaranları sevmez." İsrailoğullarından bir gurup
nasihatçi Karun'un böbürlendiğini ve büyüklük tasladığını gördüklerinde:
"Şımarma! Elde ettiğin malla şımarma. Zira Allah verdiği nimete karşı
şükretmeyen, ahirete hazırlanmayan şımarık ve şerli kimseleri sevmez." Yani
onlara buğzeder ve onları cezalandırır.
Bu ayet aynen şu ayete
benzemektedir: "Bu, elinizden çıkana üzül-memeniz, Allah'ın size
verdikleriyle şımarmamanız içindir. Allah böbürlenen kibirli hiçbir kimseyi
sevmez." (Hadid, 57/23).
2-
"Allah'ın sana verdiği nimetlerle ahiret yurdunu gözet." Yani
Allah'ın sana bağışladığı bu bol mal ve geniş nimeti Rabbine itaat etme, dünya
ve ahirette sevap elde etmeyi temin edecek çeşitli ibadetlerle Allah'a yaklaşma
yolunda kullan. Zira dünya ahiretin tarlasıdır.
3- "Dünyadaki
nasibini de unutma." Yani Allah'ın yiyecek, içecek, giyinme, barınma ve
evlenme gibi mubah kıldığı dünya lezzetlerinden olan nasibini terk etme. Zira
Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır.
Aile halkının senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaretçilerinin senin üzerinde
hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver. İşte bu İslâm'ın bu hayattaki orta
yolu izlemesinin delilidir.
Abdullah b. Ömer
(r.a.) diyor ki: "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış. Yarın ölecekmiş
gibi ahiret için çalış."
4- "Allah'ın
sana iyilik yaptığı gibi sen de başkalarına iyilikte bulun." Yani
Rabbül-âleminin sana iyilik ettiği gibi sen de O'nun yarattığı insanlara
iyilikte bulun. Bu, mal ile iyilik yapılması emrinden sonra mutlak olarak
iyilikte bulunma emridir. Buna mal ve mevki ihsan etmek suretiyle yardım etme,
yüzünün tebessümü, güzel karşılama ve güzel itibar etme dahil olmaktadır. Yani
burada maddî ihsan ile edebî ve ahlâkî ihsan birleştirilmiştir.
5- "Yeryüzünde
bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez." Yani zülüm yaparak,
haddi aşarak, insanlara kötülük ederek yeryüzünde fesat çıkarma maksadını
gütme. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları cezalandırır, onları rahmetinden,
yardımından ve sevgisinden mahrum kılar.
Fakat Karun bu nasihati
reddetti ve şöyle dedi: "Bu servet bana ancak bende bulunan bir ilim
sayesinde verilmiştir." Yani kavmi Karun'a nasihatte bulunup onu hayra
irşad ettiklerinde Karun onlara şöyle dedi: Ben sizin söylediklerinize muhtaç
değilim. Zira Allah Tealâ benim bu mala lâyık olduğumu bildiği için, benim
bilgim sayesinde ve bu malı toplama şeklindeki tecrübem sayesinde, dolayısıyla
ben bu mala ehil olduğum için Allah Tealâ bana bu malı verdi.
Nitekim Cenab-ı Hak
bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "İnsan kendisine bir zarar
dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra kendisine bizden bir nimet verdiğimiz
zaman: Bu, bana ancak ilim sayesinde verilmiştir, dedi." ı Zümer, 39/49).
"Andolsun ki eğer
ona dokunan bir sıkıntıdan sonra kendisine bizden bir rahmet tattırırsak mutlaka
"Bu benim hakkımdır" der." (Fussılet, 41/50). Yani ben buna
lâyıkım, der.
Allah da ona şu
kelâmıyla cevap verdi: "O şımarık, Allah'ın fiaha önce gelmiş-geçmiş
nesiller içinde kendinden daha güçlü ve daha zengin kimseleri helak ettiğini
bilmez mi? Suçlulara günahları sorulmaz." Yani o kimse sahip olduğu ilim
ve dirayet sebebiyle, malının çokluğu ve kuvvetiyle aldan-maması için bilmiyor
mu ki, ondan daha çok malı olan kimseler vardı. Bu durum ona olan sevgiden
dolayı yahut onun buna ehil olması sebebiyle değildi. Zira buna rağmen Allah
onların inkarcılıkları ve şükürsüzlükleri sebebiyle onları helak etti.
Suçlulara günahları sorulmaz. Yani Allah Tealâ suçluları cezalandırdığı zaman
onlara günahların çeşitleri ve miktarı hakkında soru sormaya ihtiyaç yoktur.
Zira Allah Tealâ bütün malûmatı bilir. Onun soru sormaya ihtiyacı yoktur.
Bundan maksat açıklama ve bilgi isteme sorusudur.
Bu ayet aynen şu
ayetler gibidir: "Allah yaptıklarınızdan haberdardır."; "Allah
yaptıklarınızı gayet iyi bilir."
Yine Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Sonra inkâr eden kimselere izin verilmeyecek, onlardan
özür dilemeleri de talep edilmeyecek" (Nahl, 16/84); "Bu onların
konuşmayacakları, özür dilemeleri için kendilerine izin verilmeyecek
gündür." (Mürselât, 77/25-26).
Bu ayetin benzeri şu
ayet de vardır: "İşte o gün ne insana ne cinne günahı
sorulmayacaktır." (Rahman, 55/39).
Bu durum bir başka
zaman onları azarlama ve horlama şeklinde soru sorulmasıyla çelişki teşkil
etmemektedir. Nitekim bir ayette şöyle buyurul-maktadır: "Rabbine yemin
olsun ki biz onları yaptıklarından mutlaka sorguya çekeceğiz." (Hicr,
15/92-93).
[86]
Bu ayetlerden şu
hususlar anlaşılmaktadır:
1- Haddi
aşmanın akıbeti vahimdir. Zulüm ise medeniyetin ve ülkelerin tahrip edilmesinin
habercisidir.
2- Çok mal
imtihan ve belâdır, tuğyan ve bozgunculuğa sebeptir.
3- İlmi
olmayan cahil kişi ya da ilmi eksik olan kimse malıyla gururlanan ve nimet
esnasında şımaran kimsedir. Çünkü Allah Tealâ, üzerindeki nimetine şükretmeyen
kötü ve şımarık kimseleri cezalandırır.
4- İslâm
medeniyetinin temel esasları dörttür:
- Ahiret sevabını
arzulayarak salih amel işlemek,
- İnsanın duygularını çiğnemeden güzel bir
şekilde dünyayı mamur etmek,
- İnsanlara maddî,
manevî ve ahlâkî yönden iyilikte bulunmak,
- Bozgunculuğu,
isyankârlığı ve tahribatı kökünden kaldırmak.
Dünyayı zorbalık ve
haddi aşma yolunda değil de, ahirette kendisine faydalı olacak şekilde harcamak
ve ömrünü amel-i salih dışında bir şeyle zayi etmemek müminin vasfı ve
hakkıdır. Zira ahiret kendisini kazanmak için çalışılan hayattır. İnsanın
nasibi de, ömrü boyunca bu dünyada Allah'a itaat etmek ve Allah'ın nimet
verdiği gibi O'na kulluk etmek, masıyetler ve bozgunculuk çıkarmadan
çalışmaktır. Zira Allah bozguncuları cezalandırır.
5- Allah
Tealâ hayır ve rızkın kaynağıdır. Kul ise sadece vasıtadır. Kulun çalışıp
kazanması üzerine vaciptir. Rızık veren ve rızık yollarını kolaylaştıran, kula
zenginlik ve mal bahşeden Allah'tır. Dolayısıyla bu nimete şükretmeye en lâyık
olan O'dur.
İnsanın hayır ve lütfü
kendi nefsine ve kendi kabiliyetine nispet etmesi yahut kendisinin verilen
nimete gayet lâyık olduğunu iddia etmesi ya da kendisine verilen nimetin
Allah'ın sevgisine ve kendisinden razı olduğuna delil olduğu şeklinde kendini
aldatması onun aptallığına ve cahilliğine işarettir. Zira bağış imtihan ve
istidrac için olabilir. Yoksa her bağış razı olmak ve sevgi alâmeti değildir.
Bunun için Karun'un
malının çokluğuyla gururlanması ve kendisinin buna ehil olduğunu iddia etmesi
lüzumsuz ve batıl olmuştur.
6- Allah
geçmiş kâfir ümmetlerden pek çoğunu helak etmiştir. Halbuki bu ümmetler
Karun'dan daha güçlü ve O'ndan daha zengin idiler. Mal üstünlüğe delâlet
etseydi Allah onları helak etmezdi.
7- Suçlulara
günahları hakkında bilgi isteme ve özür dilemelerini talep etme şeklinde soru
yöneltilmez. Allah her şeyi gayet iyi bilir. Onların mazeretlerini ve
şikayetlerini kabul etmez. Onlara sadece daha önce açıkladığımız gibi azarlama
ve horlama soruları sorulur.
[87]
79- Karun büyük bir ihtişam içinde kavminin
karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: "Ne olurdu Karun'a verilen
(zenginlik) gibi bizim de olsaydı, gerçekten o büyük şans sahibidir."
dediler.
80- Kendilerine ilim verilenler ise:
"Yazıklar olsun sizlere! İman edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı
daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir." dediler.
81- Sonunda onu da
köşkünü de yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı kendisine yardım edecek hiçbir
topluluk da olmadı. O kendisini de savunamadı.
82- Daha dün onun yerinde olmayı temenni edenler:
"Vay! Demek ki, Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor ve
daraltıyor. Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı bizi de yerin dibine
geçirirdi. Vay! Demek ki kâfirler, asla kurtuluşa eremiyorlar." demeye
başladılar.
"Gerçekten o
büyük şans sahibidir." cümlesi "inne" ve "lâm" ile
te'kit edilmiştir. Çünkü dinleyici şüpheli ve tereddüt içindedir.
"Daha dün onun
yerinde olmayı temenni edenler" ifadesi kinayedir. Yakın geçmiş zaman
hakkında "dün" lafzıyla kinaye yapılmıştır.
"Rızkını
genişletiyor" ve "daraltıyor" ifadeleri arasında tezat sanatı
yapılmıştır.
[88]
"Karun büyük bir
ihtişam içinde" arkasında süslü atlar ve katırlar üzerinde altın ve ipek
elbiselerle süslenmiş, sayılan dört bin kadar olan ikili kafile arasında
"kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: Ne olurdu"
dünyada "Karun'a verilenler gibi bizim de olsaydı!" nye kıskançlıktan
kaçınmak üzere Karun'un malının aynını değil benzerini rernenni ettiler.
"Gerçekten o" dünyada "büyük" muazzam "şans
sahibi" yani - asibi bol "bir insandır, dediler."
Ahiretin durumları ve
Allah'ın ahiretteki vaadleri hususunda "ken-zderine ilim" yani takva
sahiplerinin gelecekteki güzel akıbetleri ve din ilmi eritenler ise: Yazıklar
olsun size! (dediler)" el-Veyl, helak ya da azap demek-::r. "îman
edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı" ahirette cennet mükâfatı
Karun'a dünyada verilenlerden "daha hayırlıdır. Buna" yani mükâfat
:larak verilen cennete ancak ibadetleri işlemek ve günahlardan uzaklaşmak
-.ususunda "sabredenler kavuşabilir, dediler."
"Sonunda
onu" Karun'u da "köşkünü de yere geçirdik." Yani yerin üs-runü
altına getirdik. "Allah'a karşı" Allah'tan başka "kendisine
yardım ede-:ek" onu helak olmaktan kurtaracak "hiç bir" yardımcı
"topluluk da olmadı. O kendisini de" Allah Tealâ'nın azabından
koruyacak kendini "savunamadı."
"Daha dün"
pek yakında "onun yerinde olmayı arzulayanlar: Vay! Demek ki Allah
kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor." Yani ihsanda ve bağışta
bulunuyor "ve daraltıyor." Allah ilâhî iradesinin gereği olarak rızkı
daraltır.
[89]
Bu bölüm Karun
kıssasının bir diğer bölümüdür. Allah Tealâ Karun'un İsraüoğulları'na karşı
azgınlık ve zorbalık yaptığını zikrettikten sonra O'nun azgınlığının ve
gururunun bazı görüntülerini beyan etti.
Karun insanlara karşı
büyüklük taslayarak, onları zillete düşürerek ve gönül kırarak, gücünü ve
ihtişamını sergilemek üzere halkın karşısına çıktı. Cenab-ı Hak onu yerin dibine
geçirmek için depremle cezalandırdı. Onun durumunu beğenenler başına gelen
beladan dolayı hayrete düştüler ve ilâhî rızıkla verilen imkanın insanın Allah
nezdindeki değer ve mertebesi sebebiyle olmadığını, nitekim rızıktan mahrum
olmanın da horlama ve gazap sebebiyle olmadığını idrak ettiler.
[90]
"Karun büyük bir
ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı." Yani Karun bir gün süslü
bineklerle, kendisi ve adamlarının üzerindeki süslü elbiseleler-le, muazzam bir
ihtişam ve görkemle, göz kamaştırıcı bir güzellik içerisinde, halka karşı
büyüklük taslayarak, azamet ve ihtişam sergileyerek kavminin karşısına çıktı.
Razî diyor ki:
Kur'an'da sadece bu kadarı zikredilmiştir. Yani bazı müfessirlerin zikrettiği
şekilde bir ziynet ve ihtişam tavsifinin delili yoktur.
"Dünya hayatını
arzulayanlar: Ne olurdu Karun'a verilenler gibi bizim de olaydı! Gerçekten o
büyük şans sahibi bir insandır? dediler." Yani Karun ihtişam görüntüsü
içerisinde halkın içerisine çıktığı zaman insanların kısmı Karun'a verilen
mal-mülk gibi kendilerinin de olmasını temenni ettiler ve şöyle dediler: Keşke
Karun'a verilen mal, servet ve ihtişam gibi bizim de olsaydı, biz de bunun
benzerlerinden istifade etseydik. Zira O dünyada bol şans sahibi bir insandı.
Bu insanın tabii bir eğilimi idi. İnsan daima imkan ve zenginliği arzu
etmektedir: "Gerçekten insan mal sevgisi şiddetli bir varlıktır."
(Adiyat, 100/8).
Bu gurubun karşısında
bir başka gurup vardır. Bu gurup hikmet ve ilim ehli, ileri görüşlü kimselerdi:
"Kendilerine ilim verilenler ise: Yazıklar olsun sizlere! İman edip salih
amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler
kavuşabilir, dediler."
Yani din alimleri ve
faydalı ilim sahipleri şöyle dediler: Yazıklar olsun size! Yani bu temennileri
ve sözleri bırakın, bunlardan vazgeçin. Çünkü Allah'ın ahiret yurdunda salih
mümin kullarına verdiği sevap ve mükafatı sizin gördüğünüz ve temenni ettiğiniz
şeylerden daha hayırlıdır. Fakat cennete ve sevaba ancak ibadet ve taatte
sebat eden ve masıyetlere karşı durmakta sabreden kimseler, ahiret yurdunu
arzu eden, takdir ettiği faydalı ve zararlı hususlarda Allah'ın kazasına razı
olan ve dünya sevgisinden uzak olan kimseler kavuşabilir. Nitekim bu durum
sahih bir hadiste şu şekilde zikredilmektedir: "Allah Tealâ buyuruyor ki:
Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir insan kalbine doğmayan nimetler hazırladım. Dilerseniz şu ayeti okuyun:
"Artık onlar için yapmakta olduklarına bir mükafat olarak, gözlerin aydın
olacağı (nimetlerden) kendilerine neler gizlenmiş bulunduğunu hiçbir kimse
bilmez."(Secde, 32/17).
Daha sonra Cenab-ı Hak
Karun'un cezasını zikrederek şöyle buyurdu: "Sonunda Karun'u da köşkünü de
yere geçirdik." Yani Karun ihtişam içinde kavmine karşı büyüklük
taslayarak ve gururlanarak çıktıktan sonra onu ve köşkünü depremle sarstık.
Şımarıklığının ve azgınlığının cezası olarak yer onu yuttu.
Nitekim Sahih-i
Buharide Salim'den babası Abdullah b. Ömer (r.a.) tarikiyle Peygamberimiz
(s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir adam elbisesi yeri
süpürürken Allah onu yerin dibine geçirdi. O kıyamet gününe kadar yere batmaya
devam edecektir."
"Allah'a karşı
kendisine yardım edecek hiçbir topluluk olmadı. O kendisini de
savunamadı." Yani O'na malının da adamlarının da hiç faydası dokunmadı. Ne
de kendisi ve ne de başkası onu koruyamadı.
Tefsirlerde rivayet
edilen Karun'un yerin dibine geçirilmesi sebeplerini beyan etmeye gerek yoktur.
Çünkü bu rivayetler -Razî'nin zikrettiği[91] çoğunlukla
birbiriyle çelişkili ve uyumsuzdur. Evla olan bunların atılması ve Kur'an'ın
nassının işaret ettiği malûmat ile yetinilmesi ve diğer tafsilatın gaybı bilen
Allah'a havale edilmesidir.
İşte o zaman
insanların alacakları ibret ortaya çıkmış, Karun'un malına bakıp aldananlar
işin gerçek yönünü anlamışlardı:
"Daha dün onun
yerinde olmayı arzulayanlar: Vay! Demek ki Allah kullarından dilediğinin
rızkını genişletiyor ve daraltıyor." dediler. Yani onu ihtişam içinde
görüp yakın zamanda onun gibi olmayı temenni edenler şöyle dediler: Görmüyor
musun ki Allah mahlukatından dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğinin
rızkını daraltır. Mal sahibi olmak Allah'ın amel sahibinden razı olduğuna delil
değildir. Zira Allah hem verir, hem vermez. Hem daraltır, hem de genişletir.
Hem alçaltır hem de yükseltir. Tam hikmet ve sonsuz hüccet ona aittir.
Nitekim Abdullah b.
Mes'ud (r.a.)'m rivayet ettiği merfu hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah rızıklarımzı taksim ettiği gibi ahlakınızı da aranızda
taksim etmiştir. Şüphesiz ki Allah malı sevdiğine de sevmediğine de verir.
İmanı ise sadece sevdiği kimseye verir."
"Eğer Allah bize
lütufta bulunmasaydı bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay demek ki kafirler asla
kurtuluşa eremiyorlar!" demeye başladılar." Allah'ın bize lütfü ve
ihsanı olmasaydı Karun'u yerin dibine geçirdiği gibi bizi de yerin dibine
geçirirdi. Çünkü biz de onun gibi olmayı arzu etmiştik. Görmüyor musun ki
Allah kendisini inkar eden, peygamberlerini yalanlayan, Allah'ın ahiretteki
sevabını ve cezasını inkar eden Karun gibi kafirlere başarı ve kurtuluş nasip
etmez.
[92]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Azgınlık,
gurur, şımarıklık ve kibir Karun'u tamamen kaplamış, kavmi olan
İsrailoğulları'na karşı büyüklük taslamış, onların huzurunda azamet ve ihtişamı
izhar etmek istemişti. Bundan dolayı bir bayram günü elbiseler, güzellik
malzemeleri, süslü binekler gibi dünya hayatının geçici metaı ile süslü
görkemli bir kafile ile kavminin karşısına çıkmıştı.
2- Bu
gösteriden sonra halk Karun konusunda iki guruba ayrılmıştı:-Bir gurup insanın
sathî gösteriden gözleri kamaşmış, bu manzaradan son derece hoşlanmış, servet,
mal, izzet ve mevki hususunda Karun gibi olmayı istemişlerdi. Bunlar her zaman
var olan maddeci kimselerdi.
İkinci gurup ise,
Allah'ın basiretini nurlandırdığı, dünyanın ziynetlerine aldanmayan, gerçeklere
bakan, dünyanın fani olduğunu idrak eden ve gerçek mutluluğun ahiretteki manevî
kurtuluş olduğunu idrak eden kimselerdi.
Bunlar dünyanın ve
insanın akıbetini bilen müminler -İsrailoğulları'nın alimleri- idi. Bu kimseler
birinci guruptaki arkadaşlarına şöyle demişlerdi: "Yazık size! Allah'ın
sevabı -yani cennet ve cennet nimetleri Karun'un mal ve mevkiinden daha
hayırlıdır. Bu nimetler iman edip salih amel işleyenlere verilir. Ahiretteki
cennet sadece Allah'a taat üzerinde sabreden kimselere verilir."
3- Karun'un
dünyadaki cezası köşkü ile birlikte yerin dibine geçmekti. Karun sanki hiç var
olmamış gibi yok oldu. Ahirette ise ona cehennem azabı vardır. Bu her iki
durumda da kendisine yardım edecek ve onu Allah'ın azabından kurtaracak hiç
kimsesi olmamıştı. Azaba karşı gelecek ve azabı reddedebilecek bir güce de
sahip değildi.
4- Bu
kıssada düşünen kimseler için ibret vardır. Zira Karun gibi olmayı temenni
edenler pişman olmuşlar ve işin gerçek yönünü öğrenmişler ve azabın acilen
gelişine hayret etmişlerdi. Rızık darlığının Allah'ın rızasına delil olmadığını
anlamışlar, Karun'un içinde bulunduğu azgınlık ve şımarıklıktan ve bu sebeple
inen cezadan Allah'ın kendilerini koruduğu, lütuf ve rahmette bulunduğu için
Allah'a şükretmişlerdi. Allah nezdinde kendisini inkar eden kafirlerin,
peygamberlerini yalanlayanların, nimetine nankörlük edenlerin hiçbir kazanç ve
kurtuluşa erişemiyeceklerini yakinen anlamışlardı.
5- Kibrin ve
büyüklük taslamanın akıbeti vahimdir. Mal ve diğer geçici varlıklarla
gururlanmak kötü bir habercidir.
Hafız Muhammed b.
Münzir el-Acaibü'l-Garibe kitabında Nevfel b. Müsahık'tan naklediyor: Necran
mescidinde bir genç gördüm. Ona bakmaya başladım. Gencin boyunun uzunluğu, fizikî
güzelliği ve yakışıklılığına hayret ettim. Genç:
- Ne diye bana
bakıyorsun? dedi.
- Güzelliğine ve
mükemmel vücuduna bakıyorum, dedim. Genç:
- Allah beni hayret
verici olarak yaratmıştır, dedi. Sonra da çok geçmeden boyu kısalmaya başladı
ve nihayet bir karış oldu. Akrabalarından biri onu avucuna alıp götürdü.
Bugün de kanser insan
vücuduna girdiğinde içten tedrici bir şekilde kemikleri yiyip bitirmekte ve
vücuda şiddetli bir zayıflık isabet etmektedir. Nihayet insan küçük bir cüce
haline gelmekte ve ölüp gitmektedir.
[93]
83- İşte ahiret
yurdu!.. Biz onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenlere
veririz. Hayırlı akıbet takva sahiplerinindir.
84- Kim iyi bir amel
getirirse, ona ondan daha hayırlısı vardır. Kim de kötü bir amel getirirse
kötülük yapanlar ancak işledikleriyle cezalandırılırlar.
"Kim iyi bir amel
getirirse..." ve "Kim de kötü bir amel getirirse..." ifadeleri
arasında mukabele sanatı vardır. "Kötülük yapanlar ancak işledikleriyle
cezalandırılırlar." cümlesinde "kötülük yapanlar"
"amilûhâ" şeklinde ifade edileceği yerde durumlarını kötülemek üzere
onlar için "seyyie" isnadı tekrarlanarak zamir yerine zahir isim
kullanılmış ve "amilüs-seyyiât" denilmiştir.
[94]
"Kim iyi bir
amel" yani güzel bir fiil "getirirse ona" hem nicelik, hem
miktar, hem de vasıf yönünden "ondan daha hayırlısı vardır. Kim de kötü
bir amel getirirse" yani çirkin, münker bir davranış ortaya koyarsa
"kötülük yapanlar ancak işledikleriyle cezalandırılırlar." Yani
işlediklerinin misliyle cezalandırılırlar. Burada "misil" kelimesi
hazfedilmiş, onun yerine "işledikleriyle" anlamındaki kelime
benzerlik hususunda mübalağa olarak konulmuştur.
[95]
Cenab-ı Hak ilim
ehlinin "Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." (Kasas, 28/80) sözlerini
naklettikten sonra bu karşılığın yerinin kıyamet gününün olduğunu beyan etti.
Ve bu sevabın insanlara karşı büyüklük taslamayan ve insanlar içinde zulmetmek
ve haklarını yemek suretiyle bozgunculuk çıkarmayan takva sahibi mütevazi
müminlere has olduğunu beyan etti. Sonra da onlara verilecek bu karşılığın
miktarını açıkladı: İyi amele karşılık on misli hatta yedi yüz misline kadar
hatta Allah tarafından bir lütuf ve rahmet olarak daha da çok verilecektir.
Kötü amelin karşılığı ise yine Allah tarafından bir lütuf ve adalet eseri
olarak sadece misliyle verilecektir. Bütün bunlar diktatör, kibirli ve şımarık
zengin Karun kıssasından alınan ibretlerdir.
[96]
"İşte ahiret
yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenlere
veririz."
İşte ahiret yurdu ve
onun değişmeyen, yok olmayan, hiçbir yorgunluk ve sıkıntı vermeyen nimetleri!
Rabbin bu nimetleri Allah'ın yarattığı kurallara karşı büyüklük, üstünlük,
böbürlenme ve haksız yere baskı uygulama ya da haksız yere mallarına el koymak
suretiyle bozgunculuk çıkarmak istemeyen kimselere verecektir. Nimet vaadini
büyüklük ve bozgunculuğu terk etmeye değil büyüklük ve bozgunculuğu istemeyi ve
kalbin bunlara meyletmesini terk etmeye bağladı. Ayrıca cennetin muazzam
olduğunu ve şanının yüceliğini ifade için "tilke (işte)" ifadesini
kullandı. Yani zikrini işittiğin ve vasıflarını duyduğun şu cennet demektir.
Hz. Ali (r.a.), İbni
Cerir'in rivayetinde diyor ki: Kişi ayakkabı bağının arkadaşının ayakkabı
bağından daha güzel olmasıyla kendisini beğenebilir. Böylece "İşte ahiret
yurdu" ayetinin muhtevasına girer.
İbni Kesir diyor ki:
Bu sadece bununla övünme ve başkalarına tepeden bakma maksadı güttüğü zaman
böyledir. Çünkü bu kötülenmiştir. Nitekim sahih hadiste Peygamberimiz'in (s.a.)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bana mütevazi olun diye vahyolundu.
Hiçbir kimse hiçbir kimseye karşı böbürlenmesin. Hiçbir kimse hiçbir kimseye
karşı zulmetmesin."
Bunu sadece güzel
giyinmek için arzu ederse bunda hiçbir mahzur yoktur. Müslim ve Ebu Davud'un
rivayetlerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre
kadar kibir bulunan Cennete giremez." Bir adam: "Kişi elbisesinin
güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını arzu ederse?" diye sordu.
Efendimiz (s.a.): "Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir hakka karşı
şımarmak ve insanlara hor bakmaktır." buyurdu.
"Hayırlı akıbet
takva sahiplerinindir." Yani güzel sonuç (cennet) ibadet ve taatleri
işlemek, mahzurlu ve haram olan şeyleri terk etmek suretiyle Allah'ın
azabından sakınan ve cezasından korkanlara hastır. Cennet diktatör, zalim ve
kâfir Firavun gibi ya da Allah'ın peygamberlerini yalanlayan şımarık facir
zengin Karun gibi yeryüzünde fesat çıkarmak ve böbürlenmek arzusu gütmeyenlere
hastır.
Cenab-ı Hak daha sonra
amellere verilen karşılığı beyan etti: "Kim iyi bir amel getirirse ona
ondan daha hayırlısı vardır." Yani kim kıyamet günü güzel bir haslet
getirirse ona miktar ve vasıf bakımından bu amelden daha güzel bir karşılık
verilir. Allah'ın sevabı kulun güzel amelinden daha hayırlıdır. Allah
kendisinden bir lütuf, rahmet ve ihsan olarak bu sevabı kat kat verir.
"Kim de kötü bir
amel getirirse, kötülük işleyenler ancak işledikleriyle cezalandırılırlar.
"
Yani kim makbul olan
sahih örfe ve akla göre çirkin, şer'an da münker olan bir fiil ortaya koyarsa
rahmet ve adaletin gereği olarak ona ancak misliyle ceza verilir. Nitekim
Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim de kötü bir amel
getirirse yüzleri ateşle sürtülür. Ya siz işlediklerinizden başka bir şeyle mi
karşılık göreceksiniz?" (Nemi, 27/90)
[97]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Cennet,
cennet nimetleri ve güzel akıbet imana ve müminlere karşı kibirlenmek ve büyüklük
taslamak, masiyet işlemek ve başkasının malını haksız yere almak gibi
bozgunculuk amacı taşımayan takva sahibi müminlere aittir. Bunlar da Firavun
ve Karun gibi olmayan kimselerdir. Halife Ömer b. Abdülaziz son nefeslerinde bu
(83.) ayeti tekrarlayarak ruhunu teslim etti.
"Yeryüzünde
böbürlenmek ve bozgunculuk çıkarmak" ifadesi iki davranıştan her ikisinin
birden değil, ayrı ayrı kastedilmiş olduğuna delildir. Ulüvv, böbürlenmek ve
kibirlenmektir. Fesat ise her çeşit kötülüğü ve şerri içine alır.
2- Kim
"Lâ ilahe illallah" gibi güzel bir haslet ortaya koyarsa bundan hayır
bulur. Kim de kötü bir fiil -şirk gibi- ortaya koyarsa ameline lâyık olduğu
şekliyle cezalandırılır.
Allah'ın büyük
lütuflarından ve insanlara olan rahmetinden biri kötülüğe sadece misliyle
karşılık ve ceza vermesi, iyi amele ise on misliyle hatta yedi yüz katma,
hatta daha çok katlara kadar karşılık vermesidir. Allah dilediğine kat kat
verir.
[98]
85- (Ey Muhammedi) Sana Kur'an'ı farz kılan Allah
seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Rabbim kimin hidayete
geldiğini, kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi bilir."
86- Sen, bu kitabın sana indirileceğini hiç
ummuyordun. Fakat Rabbin-den bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere destek
olma.
87- Allah'ın ayetleri
sana indirildikten sonra sakın kâfirler seni onlardan alıkoymasınlar. Sen
Rabbine davet et. Sakın müşriklerden olma.
88- Allah ile beraber
başka birini ilâh edinme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka her şey
yok olacaktır. Hüküm vermek sadece O'na aittir. Ve siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.
"O'nun vechinden
başka her şey yok olacaktır." "Vech" kelimesi mecaz-i mürseldir.
Cüz ıtlak edilip küll murad edilmiştir. Yani onun mukaddes zatı demektir.
[99]
"Sana Kur'an'ı
farz kılan..." yani sana Kur'an'ı indiren, Kur'an'ın tilâvetini,
tebliğini ve Kur'an'da bulunan hükümlerle amel etmeyi farz kılan "Allah
seni dönülecek yere" yani belden olan Mekke'ye "döndürecektir."
Sanki Allah Rasulüne henüz Mekke'de eziyet içinde ve halkının üstünlüğü altında
iken O'nun Mekke'den hicret edeceğini, sonra da fethe nail olmuş muzaffer
olarak döneceğini vaad etmektedir. Zira bu sure Mekkî yani Mekke'de nazil olmuş
bir suredir. Bir başka görüşe göre meâd, Rabbinin kıyamet günü kendisini nail
kılacağı vaadinde bulunduğu "Makam-ı Mahmud" demektir.
"De ki: Rabbim
kimin hidayete geldiğini kimin de apaçık bir sapıklık '
Ayetteki "a'lem
(en iyi bilen)" kelimesi "âlim (bilen)" manasındadır.
"Men" kelimesi "a'lem" kelimesinin tefsir ettiği bir fiile
mahallen mansub-dur. Yani Mekke kâfirlerinin: "Sen sapıklık
içindesin." sözüne cevap ise "Peygamber hidayeti getiren kimsedir.
Gerçekte ise sapıklıkta olanlar onlardır." ifadeleridir.
"Sen, bu
kitabın" Kur'an'ın "sana indirileceğini hiç ummuyordun. Fakat
Rabbinden bir rahmettir." kullarına merhamet ve şefkatte bulunmak için indirildi.
"O halde sakın kâfirlere" hoşgörüde bulunarak, onların sözlerini kabul
ederek, isteklerini olumlu karşılayarak seni davet ettikleri batıl dinlerinde
"destek"yardımcı "olma."
"Allah'ın
ayetleri sana indirildikten sonra sakın kâfirler seni onlardan" Allah'ın
ayetlerini okumaktan ve bu ayetlerle amel etmekten "alıkoymasınlar.
" Yani bu hususta onlara dönme.
"Sen Rabbine
davet et." Yani insanları Allah'ın birliğine ve O'na kullukta bulunmaya
davet et. "Sakın" müşriklere yardım ederek "müşriklerden olma.
" Burada fiil mebni olduğu için cezmeden edat tesir etmemiştir.
"Allah ile
beraber başka bir ilâha dua etme." Yani ibadet etme. "O'ndan
başka" O'nun zatından başka "her şey yok olacaktır." Yok olmaya
mahkûmdur. "Hüküm verme" Yani sözünü uygulama yetkisi "sadece
O'na aittir. Siz" kabirlerinizden çıkarılıp "yalnız O'na
döndürüleceksiniz."
[100]
"Sana Kur'an'ın
tebliğini farz kılan Allah..." 85. ayet ile ilgili İbni Ebî Hatim,
Dahhak'tan rivayet ediyor: Peygamberimiz (s.a.) Mekke'den çıkıp da Cuhfe'ye
ulaşınca Mekke'ye hasret duydu. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Ey
Muhammedi Sana Kur'anın tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek yere
döndürecektir..."
Mukatil diyor ki:
Peygamberimiz (s.a.) -hicret esnasında Sevr dağındaki- mağaradan çıktı ve
yakalanma korkusuyla asıl yoldan başka bir yolu takip etti. Emin olunca da
asıl yola döndü. Mekke ile Medine arasındaki Cuh-fe'de konakladı. O zaman Mekke
yolunu tanımış ve Mekke'ye karşı özlem duymuştu. Kendisinin ve babasının
doğduğu yeri hatırlamıştı.
Bunun üzerine Cebrail
indi. Peygamberimiz'e (s.a.):
- Beldeni ve doğduğun
yeri mi özledin? dedi. Efendimiz (s.a.):
- Evet, diye cevap
verdi. Bunun üzerine Cebrail: Allah Tealâ buyuruyor ki: "Sana Kur'anın
tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek yere -yani Mekke'ye galip olarak-
döndürecektir."
Razî diyor ki: Bu mana
daha yakındır. Çünkü "meâd" kelimesinden anlaşıldığına göre
Efendimiz (s.a.) orada idi, oradan ayrıldı ve tekrar oraya dönüş gerçekleşti.
Bu da sadece Mekke'ye yakışmaktadır. Her ne kadar diğer vecihler de ihtimal
dahilinde olsa da bu daha yakındır.[101]
Yine Razî diyor ki:
Cenab-ı Hak Rasulüne kıyametin durumunu açıklayıp uzun uzadıya beyan edince
kıyametle ilgili hususları açıklayarak şöyle buyurdu: "Sana Kur'anın
tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek yere döndürecektir. "
Bu şu manaya
gelmektedir: Allah Tealâ bu surede Rasulüne Firavunla Musa'nın kıssasını ve
Kanınla kavmi olan İsrailoğullan'nın kıssasını anlattıktan sonra bu iki
tagutun helak olduklarını beyan etmektedir. Bunun ardından Peygamberimiz
(s.a.) ve ashabının kavmi -Kureyş- ile kıssalarını, kavminin onları Mekke'den
çıkarmalarını yahut Peygamberimiz'i (s.a.) Mekke'den hicret etmek zorunda
bıraktıklarını, daha sonra da Allah'a kulluk ve Allah'ın birliğine davete devam
ederek Mekke'ye galip ve muzaffer olarak döneceğini zikretmektedir.
[102]
Allah Tealâ Rasulüne
ilâhî mesajı tebliğ etmesini ve insanlara Kur'an okumasını emretmekte ve onu
tekrar dönülecek yere döndüreceğini haber vermektedir:
"Sana Kur'an in
tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek yere döndürecektir. "
Yani sana Kur'anla
amel etmeyi vacip kılan ve Kur'an'ı insanlara eda etmeyi senin üzerine farz
kılan Allah seni sevgili beldene yani Mekke'ye fatih, muzaffer ve galip olarak
tekrar döndürecektir. Bu küfrün ve putperestliğin merkezini kuşatıp almanın,
Kâbe-i Muazzamanm etrafında dikilen putların kırılmasının gerçekleştirildiği
büyük fetih idi.
Bu Allah tarafından
Rasulü Mekke'de olup Medine'ye giderken yapılan sâdık ve mutlaka gerçekleşecek
bir vaaddir. Bu sebeple Rasulullah (s.a.) mutmain olup sükûnete erdi. Muhakkak
alimler diyorlar ki: Bu, peygamberliğe delâlet eden alâmetlerden biridir.
Çünkü bu ayet gaybı haber vermiş ve aynen haber verdiği gibi gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla bu mucize olmaktadır.
Allah Tealâ Rasulüne,
dönülecek yere tekrar döndüreceğini vaad edince kendisini sapık söz söylemekle
itham eden müşrikleri (Mekke kâfirlerini) azarlamak üzere onlara şöyle
söylemesini emretti:
"De ki: Rabbim
kimin hidayete geldiğini, kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok
iyi bilir."
Yani Ey Rasulüm, sana
muhalefet eden kavminden seni yalanlayan müşriklere ve küfürlerinde onlara tabi
olan kimselere şöyle söyle: "Görünen ve görünmeyeni gayet iyi bilen, her
şeyi gayet iyi gören sonsuz ilim sahibi olan Allah Tealâ benden de sizden de
kimin hidayete -yani Kur'anla- geldiğini gayet iyi bilir." Bu bizzat
Peygamberimiz (s.a.) dir. Yine Cenab-ı Hak ahi-rette kimin sevaba lâyık
olduğunu ve Mekke'ye tekrar geri döndürülmekle izzet ve şerefe nail
kılınacağını, dünya ve ahirette hayırlı sonuç ve zafere kimin ereceğini,
müminin zafere ereceğini, kâfirin zelil olacağını gayet iyi bileceksiniz.
Daha sonra Cenab-ı Hak
peygamberini insanlara göndermekle onlara ihsan ettiği bu nimetini hatırlatarak
şöyle buyurdu:
"Sen bu kitabın
sana indirileceğini hiç ummuyordun. Fakat (bu kitap) Rabbinden rahmet olarak
indi." Yani ey Peygamber bu vahiy sana indirilmeden önce vahyin sana
nazil olacağını, Kur'anm senin kalbine ineceğini, Kur'anla geçmişlerin
haberlerini öğreneceğini, hayat düstûrunu, toplumun saadetine ve kurtuluşuna
vesile olacak hükümleri Kur'an ışığında öğreneceğini beklemiyordun. Fakat
Rabbin sana vahyi indirdi, sana kitabı kendi nez-dinden, sana ve senin
sebebinle kullarına bir rahmet kaynağı olarak indirdi.
Bundan dolayı Rabbi
onu şu beş görevle görevlendirdi:
1- "O
halde sakın kâfirlere destek olma." Sakın kâfirlere herhangi bir şekilde
yardımcı olma. Onlardan ayrıl ve onlara muhalefet et. Sadece müslü-manlara
destek ver. Allah seni te'yit edecek ve seni koruyacaktır.
2-
"Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra sakın kâfirler seni onlardan
alıkoymasınlar."
Yani o müşriklere
yönelme, onlarla ve onların sana muhalefet etmelerinden etkilenme. Onların
sözlerine eğilme ki sana indirilen Allah'ın ayetlerine tabi olmana ve bu
ayetleri insanlara tebliğ etmene engel olmasınlar. Zira Allah seninle
beraberdir, senin dinini te'yit edecek ve seninle gönderdiği dini diğer dinlere
üstün kılacaktır.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer
yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan
koruyacaktır." (Maide, 5/67).
3-
"Sera Rabbine davet et." Yani sen tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan
Rabbine ibadet etmeye davet et. O'nun dinini tebliğ et. Hiçbir tereddüt, korku
ve bekleme olmaksızın O'nun risaletini ilân et.
Bu kesin ve açıktan
davet etme emridir. Burada kâfirleri ve müşrikleri davet etmekte şiddetle ısrar
vardır. Fakat bu, emniyet, barış, antlaşma ve uzlaşma gölgesinde olacaktır.
4-
"Sakın müşriklerden olma." Yani Rabbine şirk koşan, Allah'a eş ve ortak
koşan kimselerle beraber olmaktan ve helak edenlerden olmaktan sakın. Çünkü
müşriklerin metoduna, yoluna razı olan kimseler onlardan sayılır.
Müşrikleri
desteklemekten nehyeden bu ayet heyecanı alevlendirmek, hissiyatı galeyana
getirmek ve tevhid dininin istiklali ve sadece Allah'a kulluk için gayreti
kamçılamak kabilindendir.
Sonra da bu nehiy
şöyle açıklandı:
5-
"Allah ile beraber başka birini ilâh edinme. O'ndan başka hiçbir ilâh
yoktur." Yani Allah'la birlikte hiçbir ilâha ibadet etme. Amellerden
herhangi bir amelde Allah'tan başka hiçbir ilâha dua etme. Çünkü ibadet sadece
O'na lâyıktır. Başkasına yalvarmanın hiçbir faydası yoktur. Ulûhiyet sadece
Onun azametine yakışır. O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir mabud yoktur. Nitekim
bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "O hem doğunun hem de batının
rabbidir. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O'nu vekil olarak
edin." (Müzzemmil, 73/9). Yani işlerinde O'nu vekil kıl. O ne güzel vekildir.
Bu herkese vacip
olmakla birlikte Allah Tealâ ta'zim maksadıyla Rasu-lullah'a (s.a.) özellikle
hitap etti.
Allah Tealâ kendisine
has "ulûhiyet" sıfatlarını beyan ederek şöyle buyurdu:
Birincisi:
"O'nun zatından başka her şey yok olacaktır." Yani varlık âleminde
bulunan herkes fanidir. Ancak Allah'ın mukaddes zatı müstesnadır. Daimî ve baki
olan, diri olan, kendi zatıyla kaim olan, bütün mahlûkatı öldüren ama ölümlü
olmayan O'dur.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir. Ancak azamet
ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı baki kalacaktır." (Rahman, 55/26-27).
Sahih bir hadiste Ebu
Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Şair Lebîd'in söylediği en doğru söz 'İyi bilin ki
Allah'tan başka her şey batıldır', sözüdür."
Bunun gereği olarak
Allah Tealâ'nın mukaddes zatından başka her şey fanidir ve yok olmaya
mahkûmdur. Çünkü ilk olan ve son olan O'dur. Her şeyden önce ve her şeyden
sonra olan O'dur.
İkincisi:
"Hüküm sadece O'nundur." Yani mahlûkatı hakkında geçerli hüküm verme,
tasarrufta bulunma ve mülk yalnız O'nundur. O'nun hükmünü değiştirecek hiçbir
varlık yoktur.
Üçüncüsü:
"Yalnız Ona döndürüleceksiniz." Yani bütün mahlûkatm varacağı nokta
O'dur. Tekrar diriltildiğiniz günde sadece O'na döndürüleceksiniz. O
amellerinizin karşılığını verecektir. Hayırsa hayır, serse şer...
[103]
Bu ayetlerden şu
hükümler çıkmaktadır:
1- Allah
Tealâ Peygamberinin düşmanlarını ezere, Harem beldesini fethederek, putları
kırarak, şirk ve putperestlik asrının bittiğini ilân ederek ve ebediyete kadar
"La ilahe illallah" tevhid sancağını yükselterek peygamberi Hz.
Muhammed'e (s.a.) Mekke'ye geri göndereceği müjdesiyle Kasas Suresini bitirdi.
2- Kur'an
bazan İslâm davetinin gerçeğini düşünme ve dikkat çekmeyi kamçılamak için
yumuşaklık ve hikmet üslûbunu kullanmaktadır.
Bu, yüksek seviyeli
siyaset sanatlarındandır. Bunun için Allah peygamberine şöyle demesini
emretti: "De ki: Rabbim kimin hidayetle geldiğini, kimin de apaçık bir
sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi bilir." Yani Mekke kâfirleri ve
benzerleri "Sen apaçık bir sapıklık içindesin." dedikleri zaman onlara
şöyle de: Rabbim hidayete erecek olanın ve sapık olanın benim mi, sizin mi
olduğunuzu en iyi bilendir.
3- Allah
Tealâ'nm Rasulünü bütün mahlûkata rasul ve nebi olarak göndereceğini ve bütün
insanlık için devamlı olarak geçerli olan nur, hidayet, ölçü, hayat düsturu ve
ebedî şeriat olarak Kur'an'ın kendisine ineceğini ne Allah'ın Rasulü ne de
başka biri bilir.
Ancak Allah'ın
Rasulüne ve kullarına karşı rahmeti peygamberlerin gönderilmesini ve adaletli
bir hüküm ve nihaî bir ilâhî kelâm olarak Kur'an'ın indirilmesini gerekli
kılmıştır.
4-
Rasulullah (s.a.) şu beş vazife ile görevlendirilmiştir:
a) Hiçbir
durumda kâfirlere destek ve yardımcı olmamak,
b) Rabbinin
mesajını, emrini tebliğ etmeye devam edip kâfirlerin sözleri, yalanları ve
eziyetlerinin kendisini Allah'a davet yolunda yürümekten alıkoymaması,
c) Allah'ın
birliğine daveti açıktan ilân etmesi,
d)
Müşriklerle beraber olmaması. Çünkü onların usûlüne razı olan onlardan olur.
e) Allah'la
birlikte bir başka ilâha ibadet etmemesi. Çünkü Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur. Bu bütün ma'budları reddedip sadece Allah Te-alâ'ya kulluğu ispat
etmektir.
5- Allah
Tealâ kendi zatını üç sıfatla tavsif etmektedir:
- Varlık âleminde bulunan Allah Tealâ dışındaki
her şey yok olmaya mahkûmdur, fanidir.
- Dünya ve ahirette
derhal uygulanan hüküm sadece Ona aittir.
- Bütün yaratıklar
hesap görmek için hayırlı ve şerli amellerinin karşılığım almak için yalnız
O'na döneceklerdir.
Bütün her şey tekrar
dönüşü olmayacak şekilde yok olmayıp, her şey sonunda Allah Tealâ'ya
dönecektir.
[104]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[10] İbni Kesir, III/382.
[11] Razî, XXIV/232.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[21] el-Bahru'l-Muhît, VII/114; İbni Kesir, III/384.
[22] İbni Kesir, III/386.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[24] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, 11/1464.
[25] Fakat bu hadisin senedinde hadis imamlarına göre rivayetinde "zayıf bir ravi vardır. Bu ravi Mesleme b. Ali el-Huşenî ed-Dımaşkî el-Belatî'dir.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[31] Zemahşeri, W473; Razi, KKJW247.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[45] Kuvvetli olan görüşe göre Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile iki defa konuştu. Biri, peygamber olarak gönderildiği zaman, diğeri Hz. Musa (a.s.) buzağıya tapmalarından dolayı Cenab-ı Hakka tevbelerini arz etmek için İsrailoğulları'nın yaşlılarından 70 kişiyi seçip ilâhî huzura (mîkat yerine) vardıkları zaman. Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya hitap edip onlar da Allah kelâmını işittikleri halde inat edip isyan etmişler ve "Biz Allah'ı apaçık görmedikçe asla sana iman etmeyiz." demişlerdi.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[53] İbni Kesir, III/392.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[56] İbni Kesir, III/394. Bu Urve b. Zübeyr'den rivayet edilmiştir.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[63] Razî, XXV/3.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[79] Kurtubî, XIII/309.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[91] Razî, XXV/17.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[101] Razî, XXV721.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/