KASAS SURESİ 4

Surenin Adı: 4

Önceki Sureyle İlişkisi: 4

Surenin Muhtevası: 4

Hz. Musa (A.S.) Kıssası -1-Güçsüz Kimselere Yardım Edilmesi 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 7

Hz. Musa'nın Dünyaya Geldikten Sonra Sahile Atılması, Emzirilmesi Ve Peygamberlikle Müjdelenmesi 8

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Açıklaması 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Hz. Musa'nın Hatayla Mısırlıyı Öldürmesi Ve Mısır'dan Çıkması 12

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Ayetler Arası İlişki 13

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 15

Hz. Musa'nın Medyen Tarafına Gitmesi Ve Hz. Şuaykın Kızıyla Evlenmesi 16

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Ayetler Akası İlişki 17

Açıklaması 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 20

Hz. Musa'nın Mısır'a Dönüşü Ve Peygamberliği 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Hz. Harun'un Peygamberliği, Firavunun Yalanlaması 25

Belagat: 25

Kelime ve İbareler: 25

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 26

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

Firavun'un Allah Tealâ'nın Rab Olduğuna Karşı Çıkması Ve Kavmiyle Birlikte İnatçılıklarının Akıbeti 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 29

Peygamberin Gönderilmesine Duyulan İhtiyaç, Hz. Muhammed'in (S.A.) Gönderilmesi 30

Belagat: 30

Kelime ve İbareler: 30

Ayetler Arası İlişki 31

Açıklaması 31

Ayetlerden Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler. 32

Mekkelilerin Kur'anı Ve Peygamberimizin (S.A.) Peygamberliğini Yalanlamaları 33

Belagat: 33

Kelime ve İbareler: 33

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 34

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Ehl-i Kitaptan Bazı Gurupların Kur'an'a İman Etmeleri 35

Kelime ve İbareler: 35

Nüzul Sebebi 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Müşriklerin Bazı Şüphelerine Verilen Cevaplar. 38

Kelime ve İbareler: 38

Nüzul Sebebi 39

Ayetler Arası İlişki 39

Açıklaması 40

Ayetler Arası İlişki 40

Açıklaması 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 42

Kıyamet Gününde Müşriklerin Sorulacak Üç Soruyla Susturulması 44

Belagat: 44

Kelime ve İbareler: 44

Ayetler Arası İlişki 44

Açıklaması 44

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 46

Tercih Hususunda Mutlak Hak Sahibi Olan Şükür Ve İbadete Yegâne Lâyık Olan Kimsedir. 47

Belagat: 47

Kelime ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki 47

Açıklaması 47

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

İlâhî Azamet Ve Hakimiyet Delilleri Ve Müşriklerin Tekrar İlzam Edilmeleri 49

Belagat: 49

Kelime ve İbareler: 49

Ayetler Arası İlişki 49

Açıklaması 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

Karun'un Hz. Musa Kavmine Karşı Kibirlenmesi Ve Kendi Malıyla Gururlanması 51

Belagat: 51

Kelime ve İbareler: 51

Ayetler Arası İlişki 52

Karun Kıssası 52

Açıklaması 52

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Karun'un Bazı Kibir Ve Gurur Tezahürleri 54

Belagat: 54

Kelime ve İbareler: 54

Ayetler Arası İlişki 55

Açıklaması 55

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Amellere Karşılık Verildiği Yer. 56

Belagat: 56

Kelime ve İbareler: 56

Ayetler Arası İlişki 57

Açıklaması 57

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Peygamberimiz Ve Ashabının Kendi Kavimleriyle Yaptıkları Mücadele. 58

Belagat: 58

Kelime ve İbareler: 58

Nüzul Sebebi 58

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

KASAS SURESİ

 

Surenin Adı:

 

Bu surede, büyük hadiselerin ortaya konulduğu, Allah'ın müminlere lü-tufta bulunması ve kâfirleri zelil kılmasının açıkça belirtildiği Hz. Musa'nın doğumundan peygamberliğine kadar geçen kısası gayet hayret verici bir üs­lûpla anlatıldığı için "Kasas Suresi" adı verilmiştir.

Bu surede ayrıca azgınlık direklerinin çürütülmesi hakkında birinci kıs­saya benzer Musa kavminden olan Karun kıssası da yer almaktadır. Fira­vun'da hakimiyet azgınlığı, Karun'da ise mal azgınlığı vardı. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin Nemi ve Şuara suresi ile irtibatı açıkça görülmektedir. Ka­sas suresi bu iki surede özlü olarak anlatılan Hz. Musa (a.s.) kıssasını tafsi­latıyla anlatmaktadır.

Önce Firavun'un büyüklük taslaması ve zulmü... Firavun'un adamları tarafından boğazlanır korkusuyla henüz yeni doğduğunda Musa'nın bir san­dık içerisinde deniz sahiline atılmasına sebep olan Firavun'un İsrailoğullan-nın çocuklarını boğazlaması... Sonra Firavun'un küçük Musa'yı denizden alıp gençlik çağına kadar sarayında büyütmesi... Gençlik çağında Musa'nın kıbtîyi öldürmesi olayının meydana gelmesi ve dolayısıyla Mısır'dan Medyen şehrine kaçması... Daha sonra Hz. Şuayb'm (a.s.) kızıyla evlenmesi... Sonra da Musa'nın Rabbine niyazda bulunması... Cenab-ı Hakk'ın O'nu rasul ola­rak göndermesi ve bunu izleyen olaylar...

Bu sure ayrıca zulümleri sebebiyle pek çok ülke halkının helak edildiği­ni, Allah'a şirk koşulan şeylerin kıyamet günü sorguya çekileceklerini, bun­larla kendilerine tapan müşrikler arasında geçen ve bu varlıkların müşrikle­rin kendilerine tapmalarını ilân etmeleriyle sona eren sert tartışmaların meydana geleceğini bildirmek suretiyle ve Allah'ın yaratma, var etme, dirilt­me ve yok etmeye kadir olduğunu ispat eden pek çok delili ortaya koymak suretiyle kıyamet gününü inkâr eden müşriklerin tekdir edilip azarlanması hususundaki Kur'anın tavrını bütün tafsilatıyla gözler önüne sermektedir.

Yine Nemi Suresi ile Kasas Suresi arasında bir başka irtibat noktası da­ha vardır. Bu surede, daha önceki surede teferruatıyla anlatılan Hz. Salih ve Hz. Lût kavminin helak edilmesi, iyi amel işleyenle kötü amel işleyenin akı­beti özlü bir şekilde anlatılmıştır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure ile bundan önceki Şuara ve Nemi sureleri peygamber kıssaları­nı anlatırken akideyle ilgili tevhid, risalet ve öldükten sonra dirilme konula­rını beyan etme noktasında ve kâinattaki olaylar, eşsiz güzellikler, benzeri görülmeyen nizam ve intizam konusunda bu temel inanç esaslarını ispat eden delilleri açıklama noktasında birleşmektedirler.

Bu sureye hakim olan unsur güçlünün azgınlığı ve güçsüzün zafiyeti arasındaki mücadeleyi sergileyen Hz. Musa ile Firavun kıssasının beyan edilmesidir. Fakat burada güçlü taraf batıl üzerinde, ikinci taraf hak üzerin­dedir. Batılın yardımcıları şeytanın ordusu, hakkın yardımcıları Rahman'ın ordusudur.

Firavun saltanatına, gücüne ve servetine güveniyordu. Azgmlaşmış ve haddini aşmıştı. İsrailoğulları halkını köle olarak kullanıyor, bu azgınlığına ilâve olarak İsrailoğullarmm yeni doğan erkek çocuklarını boğazlatıyor, kız çocuklarını bırakıyordu. Firavun yeryüzünde fesat çıkarıyor ve ilâhlık iddia ediyordu: "Ben sizin için benden başka ilâh tanımıyorum." diyordu (Kasas, 28/38).

Çocukların boğazlanması küçük Musa'nın deniz sahiline bırakılmasına, Firavun ailesinin bu çocuğu bulup almasına, sonra annesine iade edilmesine, daha sonra Firavun'un sarayında büyütülmesine sebep olmuştu. Nihayet Hz. Musa erginlik çağına erişmiş, olgun ve güçlü bir delikanlı olmuştu. Son­ra hata ile bir kıbtîyi öldürmüş, Mısır'dan Medyen'e kaçmıştı. Orada Hz. Şu-onun davarlarının çobanı olmuştu. Hz. Musa daha sonra Tur dağında Rabbi-ne niyazda bulunmuş, Allah da en önemlisi Âsâ ve "Yed-i beyzâ" (nurlu el) mucizeleri olan mucizeleriyle onu te'yit etmişti. Hz. Musa (a.s.) Rabbinin me­sajını tebliğ etmiş fakat Firavun ve kavmi büyüklük taslayarak ve kibirlene­rek onu yalanlamışlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onları denizde boğ­muştu.

Bu durum Kureyşlilerin Peygamberimiz'in (s.a) peygamberliğini ve ge­tirdiği hak kitabı inkâr etmelerine benzemektedir. Kureyşliler onu sihirbaz­lıkla tavsif etmişler, çürük bahanelerle onun risaletini inkâra kalkışmışlardı.

Kur'an onları Firavun kavminin akıbetine benzer bir azapla uyarmış ve onlara Allah'ın hiçbir kavme kendilerine elçi göndermeden azap etmeyeceği­ni, Peygamberin müşriklerin arzularına göre değil, Allah'ın seçmesiyle gö­revlendirildiğini, onların sahte ilâhlarının kıyamet gününde kendilerinden uzak olduklarını ilân edeceklerini, Allah'ın hiçbir ortağı olmayan tek ilâh ol­duğunu, mahlûkatı ilk defa yaratmaya, gece ile gündüzü peşpeşe getirmeye kadir olduğu gibi ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu beyan etti.

Peygamberler ümmetlerine karşı Rablerinin risaletini tebliğ ettiklerine şahitlik edeceklerdir. Ehl-i Kitaptan bir kısmı iman etmiştir, bunlara ecirle­ri iki defa verilecektir. Hidayet peygamberlerin elinde değil, Allah Tealâ'nm elindedir. Peygamber sevdiğini hidayete erdirme imkânına asla sahip ola­maz.

Bunun ardından benzeri bir kıssa anlatıldı. Bu kıssa Firavun'un salta­nat ve hakimiyet azgınlığına güvenmesi gibi Hz. Musa kavminden olan Ka­run'un mal ve servet azgınlığına güvenmesi kıssasıdır. Karun'un akıbeti Fi­ravun'un akıbetinden daha uğursuz ve feci olmuştu. Kendisi ve mülkü yerin dibine geçirilmiş, ona yardım edecek bir gurup bulunmamış, kendisi de kur­tuluşa erenlerden olmamıştı.

Bu iki kıssada anlatılan haberler Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberli­ğinin doğruluğuna kesin delillerdir. Zira Peygamberimiz (s.a) onlarla bera­ber yaşamamıştı, bunları bir öğreticiden de öğrenmemişti.

Bu iki kıssa şu ulvî prensipleri ilân ederek sona ermektedir:

1- Ahiret sevabı yeryüzünde hiçbir şekilde büyüklük veya fesatçılık arzu etmeyen kimselere verilir.

2- Allah'a ve ahiret gününe iman etmek sevapların kat kat artmasına ve kötülüklere tek bir ceza ile karşılık verilmesine, düşmanlarına karşı Ra-sulullah'a (s.a.) zafer ihsan edilmesine, Mekke'den hicret etmek zorunda bı­rakılmasından sonra oraya "Mekke Fâtihi" olarak dönmesine varan saadetli bir yoldur.

3- Bu kâinat en sonunda tamamen yok olacaktır. Daimi ve baki olan, hükmü ve hesap görmeyi elinde tutan sadece Allah'tır. Beşerin tamamı O'na dönecektir.

"O'nun zatı hariç her şey helak olacaktır. Hüküm vermek sadece O'na aittir. O'na döndürüleceksiniz."

"Bu topraklar üzerinde olan her şey fanidir. Baki olan celâl ve ikram sa­hibi olan Rabbinin zatıdır." (Rahman, 55/25-26). [3]

 

Hz. Musa (A.S.) Kıssası -1-Güçsüz Kimselere Yardım Edilmesi

 

1- Ta, sın, mim.

2- Bunlar apaçık kitabın ayetleridir.

3- Biz sana Musa ile Firavun kıssasını iman edecek bir kavim için gerçek yönüyle anlatacağız.

4- Gerçekten Firavun ülkesinde zor­balığa kalkıştı. Ülkesinin halkını gu­ruplara böldü. İçlerinden bir gurubu eziyor, oğullarını boğazlatıyor, ka­dınlarını sağ bırakıyordu. O gerçek­ten bozgunculardan biriydi.

5-  Biz ise yeryüzünde ezilenlere lü-tufta bulunalım, onları önderler ya­palım, onları varisler kılalım, istiyor­duk.

6- O ezilenlere yeryüzünde imkân ve­relim; Firavun'a, Haman'a ve askerle­rine o sakındıkları şeyi o ezilenlerin eliyle gösterelim, (istiyorduk).

 

Belagat:

 

"Bunlar apaçık kitabın ayetleridir." Ayetin metninde, ayetleri göstermek için yakın için kullanılan ism-i işaret "hâzihi" yerine uzak için kullanılan "tilke" işaret isminin kullanılması Kur'anın kemal noktasındaki mertebesi­nin yüksekliğine işaret etmek içindir.

"Biz ise yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım... istiyorduk." Ayetteki "nurîdû" kelimesi bu şekli zihinde canlandırmak için geçmişteki durumu hi­kâye etmektedir. (Yani "istiyorduk" manasındadır.). Çünkü bu cümle bir ön­ceki ayetteki "inne Fir'avne..." cümlesine matuftur. Zira her iki cümle de 2. ayetteki "nebe"' kelimesini tefsir etmek için gelmişlerdir. Onları Firavun'dan kurtarmakla lütufta bulunma arzusu gelecekte olacaktır. Bu durum geçmiş­te onları güçsüz bırakma iradesine engel değildir. Birinci irade ikinciye ya­kın olunca bunun karşılığı şeklinde olmaktadır. [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Tâ, sın, mim." Bu mukattaa harfleri ve benzerleri defalarca açıkladığı­mız gibi Kur'an-ı Kerim'in mucize olduğuna dikkat çekmek, fesahatinde ve beyanında mucize olan bu kitabın bu gibi alfabe harflerinden meydana geldi­ğine işaret etmek içindir. Beyan üstadları, fesahat ve belagat süvarileri bu­nun beşer seviyesinden üstün olduğuna ve bu kitabın bütün kâinatın ilâhı olan, sonsuz hikmet sahibi ve sonsuz övgüye lâyık olan Allah tarafından in­dirildiğine delildir.

"Bunlar" bu ayetler "apaçık" hakkı batıldan ayırd eden "kitabın ayetleri­dir."

"Biz sana Musa ile Firavun kıssasını" yani haberlerinden bir kısmını "iman edecek bir kavim için" yani sadece onlar için "gerçek yönüyle" doğru olarak "anlatacağız." Cebrail'in okuması suretiyle sana nakledeceğiz. Ayette iman edenler özellikle zikredilmiştir. Çünkü bundan asıl istifade edecek olanlar müminlerdir.

"Gerçekten Firavun ülkesinde zorbalığa kalkıştı." Diktatörlük yaptı ve büyüklük tasladı. Bu ifade Hz. Musa ile Firavun kıssasının bir bölümünü açıklamak için bir başlangıçtır.

Firavun "Ülkesinin halkını guruplara böldü." Onları inşaat, kazı, ziraat gibi ağır işlerde çalıştırmak üzere sınıflara ve guruplara ayırdı. Birleşmeme-leri için de aralarında düşmanlık ve kin duyguları ekerek onları birbirine düşman kılacak şekilde guruplara ayırdı. "İçlerinden bir gurubu" İsrailoğul-larını "eziyor" zayıf, güçsüz ve horlanmış kılıyor, "oğullarını" yeni dünyaya gelen erkek çocukları "boğazlatıyor, kadınlarını sağ bırakıyor" kız çocukları­na dokunmuyordu. Bunun sebebi ise şu idi: Bir falcı Firavun'a "İsrailoğulları içinde bir çocuk dünyaya gelecek ve senin hakimiyetin onun eliyle yok ola­caktır." demişti. Bu durum Firavun'un aşırı ahmaklığındandır. Zira falcı doğ­ru söylemiş olsa bu durum çocukları öldürmekle engellenemezdi. Yalan söy­lemiş ise yaptığı bu davranışın sebebi nedir?

"O" çocukları öldürmekle "gerçekten bozgunculardan biriydi." Asılsız bir hayal sebebiyle peygamber çocuklarından pek çoğunu öldürme cür'etinde bu­lunmuştu.

"Biz ise yeryüzünde ezilenlere" onları Firavun'un şiddetinden, işkence­sinden kurtarmak suretiyle "lütufta bulunalım" ihsanda bulunalım, "onları önderler yapalım" din ve dünya konusunda hayırda öncülük yapacak liderler kılalım, "onları varisler kılalım" Firavun ve kavminin mülküne mirasçı kıla­lım, "istiyorduk".

"O ezilenlere yeryüzünde" Mısır ve Şam'da "imkân verelim,"

"Firavun'a" ve Firavun'un veziri "Haman'a ve askerlerine o sakındırdık­ları şeyi" elinde Firavun'un mülkünün yok olacağı yeni bir yavrunun dünya­ya gelmesinden korkmalarını "o ezilenlerin eliyle gösterelim" istiyorduk. Ayetin ilk kısmındaki "temkin" kelimesiyle Mısır arazisine musallat olmak ve orada tasarrufta bulunmak murad edilmektedir. [5]

 

Açıklaması

 

"Bunlar apaçık kitabın ayetleridir." Yani bu ayetler dini meselelerin ha­kikatini, daha önce olanları ve bundan sonra olacakları açıklayan gayet açık ve her şeyi gözler önüne koyan kitabın ayetleridir.

"Biz sana Musa ile Firavun kıssasını iman edecek bir kavim için gerçek yönüyle anlatacağız." Yani biz sana durumu olduğu gibi doğru ve gerçek ola­rak sanki sen görüyorsun gibi, sanki sen orda hazır imişsin gibi senin risale-tini ve Rabbinden sana inen kitabı tasdik edecek ve bununla kalpleri mut­main olacak bir kavim için anlatacağız. Nitekim bir başka ayette şöyle buyu-rulmuştur: "Biz sana en güzel kıssayı anlatacağız." (Yusuf, 12/3).

Allah Tealâ Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğinin doğruluğuna ve bu yüce Kur'anın herhangi bir beşer tarafından ortaya konulmayıp vahyedi-len bir vahiy olduğuna delil ikame etmek için, ibret ve öğüt olması için bu bu surede Hz. Musa ile Firavun kıssasından bir parça veya bir bölüm zikret­miştir.

Kur'anın bütün insanlık için indirilmiş olmasına rağmen burada özellik­le müminlerin zikredilmesi, bundan sadece Allah'ın peygamberi Hz. Muham-med'e (s.a.) indirilen kelâmı tasdik eden kimselerin yararlanacaklarına işa­rettir.

"Gerçekten Firavun ülkesinde zorbalığa kalkıştı." Yani Mısır kralı Fira­vun memleketinde despotluk yaptı ve böbürlendi, zulmetti, haddi aştı ve hal­kını ezdi.

"Ülkesinin halkını guruplara böldü." Mısır evlâtlarını çeşitli gurup ve fırkalara ayırdı. Her gurubu devlet işlerinden imar, ziraat v.b. işlerde kullan­dı. Sömürgeci siyaseti olan "Parçala! Hükmet!" siyasetini takip ederek hal­kın kendi aralarında ittifak etmemeleri için aralarında fitne, düşmanlık ve kin tohumları ekti.

Bu genel anlamıyla İslâm siyasetine tamamen zıttır. İlâhî hidayet ta­mamen ülfet meydana getirme ve tek kalp üzerinde birleşme, halk arasında sevgi, hoş görü, kaynaşma ve gönül temizliği ruhunun yaygınlaşması üzeri­ne kuruludur.

Bu gerçekten yöneticiyi rahatlatan, ümmete güç veren, ümmetin şeref binasını kuran ve peşpeşe zaferlerini gerçekleştiren ideal pirensiptir.

"İçlerinden bir gurubu eziyordu." Onlardan bir cemaatı -İsrailoğulları'-nı- ezilmiş ve horlanmış hale getirmişti.

Bu ezme şekilleri şöyle idi:

"Oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu." Yani yeni doğan erkek çocuklarını öldürtüyor, kız çocuklarını küçümsediği ve hiçe aldığı ve sadece erkek çocuktan korktuğu için kız çocuklarına dokunmuyordou. Fira­vun ve ülkesinin halkı devletlerinin gitmesine ve helak olmalarına sebep ola­cak bir çocuğun içlerinden çıkmasından korkuyorlardı. Çünkü kâhinler, fal­cılar Firavuna şöyle demişlerdi: "îsrailoğullarında doğacak yavrunun elinde senin mülkün yok olacak." Ya da müneccimler bunu söylediler, yahut Fira­vun kendisi bir rüya gördü ve rüyayı böyle tabir etti.

Zeccac diyor ki: Firavunun ahmaklığı hayret vericidir. Bilmiyor ki kâ­hin doğru söylemişse çocukları öldürmenin hiçbir faydası olmayacaktır, ya­lan söylemişse çocukları öldürmenin bir anlamı yoktur.

"O gerçekten bozgunculardan biriydi." Yani yeryüzünde ameliyle, isyan-kârlığıyla ve zorbalığıyla fesatçılık yapıyor, günahsız yere çocukları öldürü­yor, hiçbir sebep olmaksızın korku ve dehşet yayıyordu. Kalplerine endişe ve huzursuzluk hâkim olan azgın zalimlerin durumu daima böyledir. Onlar bu gibi feci olayları fütursuzca işlerler. Şayet bir gün veya daha fazla gönül hu­zuru ve rahatlık hissetseler ve iman onların üzerine kanatlarını gerseydi ve onları serin ve geniş gölgesiyle kaplasaydı kendileri istikrar ve güven içinde yaşarlar, yeryüzünde fesat çıkarmazlar, helak olacaklarını bildiren bu gibi şiddet ve zulme ihtiyaç duymazlardı.

Cenab-ı Hak zalimlerin bu beş kötü vasfını (yani yeryüzünde zorbalığa kalkışmaları, halkı ezmeleri, küçük yavruları öldürmeleri, kız çocuklarına dokunmamaları ve bozgunculuk çıkarmaları özelliklerini) zikrettikten sonra bunların karşılığında İsrailoğulları'ndan olan ezilmeye mahkûm bırakılmış halkın beş vasfını zikretti. Bu vasıflar onların zulümden kurtarılmaları, Fi­ravun ve kavminden sonra yeryüzüne hakim önderler olmaları, Mısır ve Şam diyarına varis kılınmaları, buralarda hakimiyetin kendilerine ait olma­sı, Firavun, Haman ve ordularının korktukları helake uğramaları ve mülkle­rinin İsrailoğulları elinde yok olması olayının ortaya konulmasıdır.

Allah Tealâ bunları şöyle beyan etmektedir:

1- "Biz ise yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım istiyorduk." Biz Fira-vun'un ezdiği, zelil kıldığı İsrailoğulları'ndan ezilen kimselere onları Firavun'un işkencesinden kurtarmak ve onun zulmünden korumak suretiyle lü­tuf ve ikramda bulunmak istiyorduk.

Zemahşerî burada şu suali ortaya atmaktadır: Onların ezilmeleri ile Al­lah Tealâ'nm kendilerine lütufta bulunması nasıl birleşebilir? Allah bir şeyi murad ettiği zaman bu şey bir başka vakti beklemeden derhal olmaz mı?

Sonra da bu suale cevap vermektedir: Allah'ın onları Firavun'dan kur­tarmak suretiyle yaptığı lütuf hemen yakında meydana gelince onun meyda­na gelişinin iradesi İsrailoğulları'nın ezilmeleriyle berabermiş gibi süratle tecelli etmiştir.

2- "Onları önderler kılalım" istiyorduk. Yani onları din ve dünya mese­lelerinde ilerlemiş liderler, valiler ve hakim güçler kılmayı murad ediyorduk.

3- "Onları varisler kılalım" istiyorduk. Yani Firavun'un ve ülkesinin mülkünü, elinde tuttuğu şeylere varis olacak kimseler kılalım istiyorduk. "Hor görülen o kavmide mübarek kıldığımız yerin doğularına ve batılarına varisler yaptık. Böylece sabretmelerinden dolayı Rabbinin İsrailoğullarına o pek güzel vaadi yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri şeyleri yerle bir ettik." (A'raf, 7/137); "İşte böyle yaptık. Onlara İsrailoğulları'nı mirasçı kıldık." (Şuara, 26/59).

4- "O ezilenlere yeryüzünde imkân verelim" istiyorduk. Yani onlara yetki ve nüfuz vermeyi, Mısır ve Şam diyarında serbestlik vermeyi murad ediyor­duk.

5-  "Firavun'a, Haman'a ve askerlerine o sakındıkları şeyi o ezilenlerin eliyle gösterelim istiyorduk." Yani onların korktukları o mülklerinin yok ol­ması ve İsrailoğullarmdan dünyaya yeni gelecek bir çocuk eliyle helak olma­ları şeklindeki durumu görsünler diye murad ediyorduk.

Sonunda Allah emrini infaz etti, hükmünü gerçekleştirdi. Firavun ve kavminin yok olmasını bizzat kendi evinde ve yatağında, kendi sofrasında ve masasında büyütüp yetiştirdiği birinin eliyle gerçekleştirdi. Göklerin ve ye­rin Rabbi olan Allah'ın emrinde galip ve sonsuz ezici güce sahip olduğunu, dilediği şeyin meydana geldiğini ve dilemediği şeyin olamayacağını Firavun bilsin diye Allah onun yetiştirdiği çocuğu rasul kılmış ve Ona Tevrat'ı indir­miştir.

Gayet açıktır ki İsrailoğulları şeriatlerinin aslıyla tahrife uğramayan ve bozulmayan ama bugün kaybolan ve varlığı söz konusu olmayan semavî ki­taplarıyla (hakikî Tevratla) amel ettikleri müddetçe onlara ait bu özellikler aynen gerçekleşecektir.

Tevrat'ın asıl indirildiği andaki muhtevası Kur'anın muhtevasıyla bu­luşmaktadır. Onlar doğru inançtan ve nazil olan şeriatten saptıkları için on­ların bu özellikleri kaybolmuştur. [6]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Kur'an-ı Kerim hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd etmekte, pey­gamberlerin kıssalarını ve Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğini açıkla­maktadır. Onun hidayetinden ancak onu tasdik eden, Onun Allah nezdinden geldiğini bilen topluluk istifade eder.

2- Yeryüzünde zorbalık yapmaktan, kendisine tabi olanların çokluğuyla övünmekten kaçınılmalıdır. Bu iki husus Firavun ve Karun'un metodudur. Bunların kıssaları Kureyş müşriklerine karşı hüccettir. Nasıl Karun'un Mu­sa'ya yakınlığı küfrü sebebiyle fayda vermemişse Kureyşlilerin Hz. Muham-med'e (s.a.) yakınlığı da onlara fayda vermeyecektir.

3- Firavun'un zorbalığı ve diktatörlüğü küfürlerinden dolayı idi. Onun zulmünün ve azgınlığının şekilleri çok ve çeşitli idi. Firavun İsrailoğullann-dan bir gurubu eziyor, erkek çocuklarını boğazlatıyor, kız çocuklarını küçüm-süyerek ve tahkir ederek canlı bırakıyordu. Firavun ülkesinde bozgunculuk çıkaran asi kimselerdendi. Zulüm ve büyüklük taslamak yok olma ve helak olma sebebidir. Allah onu helak etti. İsralioğulları'nı eziyet ve tuğyandan ko­rudu.

4- Allah, İsrailoğulları'ndan ezilen halka mükâfat verdi. Daima güçsüz­lere yumuşak davranmak Allah'ın şanındandır. Allah, onları Firavun'un şid­detinden kurtardı. Onları valiler ve melikler kıldı. Nitekim Cenab-ı Hak şöy­le buyurmaktadır: "O, sizleri melikler kılmıtır." (Maide, 5/20). Onları Firavun mülkünün varisleri kıldı. Onlar Mısır kıptîlerinin yerlerine yerleştiler. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Rabbinin İsrailoğulları'na verdiği güzel sözü sabretmelerinin karşılığı olarak gerçekleşti." (A'raf, 7/137). Onları Mısır ve Şam diyarına ve halkına karşı muktedir kıldı. Oraları aldılar. Cenab-ı Hak Firavun'a, Haman'a ve as­kerlerine mülk ve saltanatlarının İsrailoğulları'ndan dünyaya gelecek bir ço­cuk elinde yok olacağını göstermek istedi. Masum çocuklardan binlercesini öldürmek onlara fayda vermeyecek ve Allah Tealâ'nın muradı gerçekleşecek­tir. Onun hüküm ve saltanatı mutlak olarak nüfuz edicidir. [7]

 

Hz. Musa'nın Dünyaya Geldikten Sonra Sahile Atılması, Emzirilmesi Ve Peygamberlikle Müjdelenmesi

 

7- Musa'nın annesine şöyle ilham ettik: Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesin­den korkunca da onu suya bırak. Sakın korkma ve üzülme. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız.

8-  Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak yavru­yu aldı. Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu insanlardı.

9-  Firavun'un hanımı: "Bu yavru benim için de senin için de göz nurudur. Onu öldürmeyin. Belki bize faydalı olur ya da onu evlât ediniriz." dedi. Onlar işin farkında değillerdi.

10- Musa'nın annesinin gönlünde (evlâ­dından başka) hiçbir şey kalmadı. Eğer müminlerden olması için kalbine sabır vermeseydik, nerdeyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı.

11-  Annesi, Musa'nın kızkardeşine: "Onu takip et." dedi. O da Musa'yı uzak­tan gözetledi. Firavun ve adamları işin farkında değillerdi.

12-  Biz Musa'nın (annesinden) önce süt anneleri emmesine engel olmuştuk. Bu­nun üzerine Musa'nın kızkardeşi: "Sizin için ona bakacak ve şefkatle davrana­cak bir aile göstereyim mi?" dedi.

13- Böylece biz annesi sevinsin, üzülme­sin ve Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye Musa'yı annesine geri verdik. Fakat onların çoğu hakkı bilmezler.

14- Musa ergenlik çağına erişip olgunla-şınca ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyi­liklerde bulunanları böyle mükâfatlan­dırırız.

 

Belagat:

 

"Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." Bu­rada müjdeye itina göstermek için fiil cümlesi yerine isim cümlesi kullanıl­mıştır.

"Biz onun kalbini bağlayıp sabır vermeseydik..." cümlesi istiaredir. Kal­be konulan sabır kaybolur korkusuyla bir şeyin bağlanmasına benzetilmiştir. "Rabt (bağlama)" kelimesi burada sabır için kullanılmıştır.

"Onu öldürmeyin." Firavun'un hanımı kocasına tekil sigası yerine ta'z-im ve hürmet maksadıyla çoğul sigasıyla hitap etmiştir.

"Yeş'urûn", "nâsıhûn" ve "ya'lemân" kelimelerinde tezat sanatı vardır. [8]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz Musa'nın annesine şöyle ilham ettik." Ayetteki "vahy" kelimesi ya "Rabbin arıya vahyetti." (Nahl, 16/68) ayetinde olduğu gibi "ilham" manasın­da ya da rüyada gelen vahiy manasında kullanılmıştır.

Gizlemek mümkün olduğu kadar gizlice "Çocuğu emzir." Birisi onun varlığını hissedip de "Başına bir şey gelmesinden korkunca da onu" bir san­dık içerisinde "suya" denize veya Nil'e "bırak. Sakın" onun boğulmasından "korkma" ve ondan ayrılma sebebiyle "üzülme". "Biz onu" yakında "sana geri döndüreceğiz." Onun için çocuğun hakkında emniyet içinde olasın.

"Biz onu peygamberlerden kılacağız." Bu risalet ve nübüvvet müjdesidir. Annesi doğumdan itibaren üç ay onu emzirdi. Firavun yeni doğan çocukların aranmasında ısrar edip araştırma için casuslar gönderince annesi Musa'yı içi su geçirmeyecek şekilde kaplanmış bir sandık içine koydu ve geceleyin onu Nil nehrine attı.

"Firavun ailesi ileride" işin sonunda "kendilerine düşman" olacak, onla­rın batıl dinlerini köklerinden sarsacak "ve" onların hakimiyetlerini ortadan kaldırarak "üzüntü sebebi olacak yavruyu" sahilde "bulup aldılar."

Ayette geçen "iltekat" kelimesi bir şeye karşı istek ve arzusu olmadan onu derhal almak demektir. Yani Firavun'un adamları o gecenin sabahında o sandığı aldılar ve bunu Firavun'un önüne koydular. Firavun sandığı açtı ve içinden Musa'yı çıkarttı.

"Şüphesiz Firavun" Firavun'un veziri "Hâman ve askerleri suçlu insan­lardı. " Günahkâr ve isyankâr idiler.

"Firavun'un hanımı" adamlarıyla beraber yavruyu öldürme niyetinde olan Firavun ve adamlarına hitaben: "Bu yavru benim için de senin için de göz nurudur" yani sevinç kaynağıdır; "Onu öldürmeyin." dedi. Bu ifade ta'zim için çoğul lafzıyla yapılan bir hitaptır. "Belki" bu yavru "bize faydalı olur." Çünkü bu yavruda bereket alâmetleri ve fayda delilleri vardır. 'Ya da onu evlât edini­riz." Zira bu yavrunun ailesi yoktur. "Onlar işin farkında değillerdi." Halbuki onlar kendilerinin Musa ile ilgili son durumun ne olacağını bilmiyorlardı. On­lar bu yavruyu almakta ve ondan fayda ummakta hatalıdırlar.

"Musa'nın annesinin gönlünde hiçbir şey kalmadı." Musa'nın annesi ço­cuğunun İsrailoğulları'nın düşmanı olan Firavun'un eline düştüğünü duyun­ca kendisini korku ve hayret kaplayınca aklı başından gitti. Bu tıpkı şu ayet gibidir: "Onların kalpleri boştur." (İbrahim, 14/43). Yani akılları başlarından gitmiştir.

"Eğer müminlerden olması" Allah'ın vaadini tasdik edenlerden olması "için onun kalbine sabır" ve sebat "güç vermeseydik" onun kalbine sükûnet vermeseydik ve sebatkâr kılmasaydık "nerdeyse bu yavrunun kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı."

"Annesi Musa'nın kızkardeşine: Onu takip et." Onun sonucunu bilmen için onun haberini araştır ve eserini izle. "dedi. O da Musa'yı uzaktan" gizli­ce "gözetledi. Onlar" Firavun ve adamları "işin farkında değillerdi." Bu kızın bu çocuğun kızkardeşi olduğunun ve onun kardeşi Musa'yı gözetlediğinin farkında değillerdi.

"Biz Musa'nın" annesine geri verilmesinden önce "başka sütanneleri em­mesine engel olmuştuk." Musa kendisine gelen sütannelerden hiçbirinin me­mesini kabul etmemişti.

"Bunun üzerine Musa'nın kızkardeşi: Sizin için ona bakacak" onun süt emmesini garanti altına alacak ve işlerini görecek "ve şefkatle davranacak" onu emzirme ve bakmakta ihmalkârlıkta bulunmayacak "bir aile göstereyim mi? dedi."

"Böylece biz" Musa'ya kavuşma sebebiyle "annesi sevinsin" ayrılığı sebe­biyle "üzülmesin" ve bizzat müşahede ederek "Allah'ın vaadinin hak olduğu­nu" Allah'ın evlâdını kendisine geri vereceği şeklinde verdiği sözün gerçek olduğunu "bilsin diye Musa'yı annesine geri verdik. Fakat onların çoğu bil­mezler. " İnsanların çoğu bu vaadin hak olduğunu, bu kızın Musa'nın kızkar­deşi ve bu sütannenin onun gerçek annesi olduğunu bilmezler.

Musa böylece sütten kesilene kadar annesinin yanında kaldı. Sonra Fi­ravun'un yanında büyüyüp yetişti.

"Musa ergenlik çağına erişip tamamen olgunlaşınca" yani 40 yaşma ulaşmak suretiyle bedenî ve aklî gücü kemale erince "biz ona hikmet" pey­gamberlik "ve ilim" dinde fıkıh ve anlayış "verdik. Biz iyiliklerde bulunanları böyle mükâfatlandırırız." Musa'yı bu şekilde mükâfatlandırdığımız gibi iyi­likte bulunan diğer kimseleri de mükâfatlandırırız. [9]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hakkın: "Biz ezilenlere lütufta bulunalım istiyorduk." ayetiyle Allah'ın İsrailoğulları'nı Firavun'un işkencesinden kurtarmak suretiyle onla­ra lütufta bulunduğunu beyan ettikten sonra; Allah Tealâ onlara verdiği ilk nimetlerini zikrederek başladı ve şöyle buyurdu:

"Biz Musa'nın annesine şöyle vahyettik: Çocuğu emzir..." Yani Musa'nın annesine düşmandan gizlemesi mümkün olduğu kadar gizlice yavrusunu emzirmesini ilham ettik. Bunun üzerine -denildiği gibi- yavrusunu üç ay ya da dört ay emzirdi.

"Başına bir şey gelmesinden korkunca da onu hemen suya bırak. Sakın korkma ve üzülme." dedik. Yani -yavrunun sesini komşulardan birinin duy­ması sebebiyle öldürülmesinden korktuğunda çocuğu Nü nehrine at. Fakat o durumda boğulacağından, kaybolacağından ya da dünyaya yeni gelen çocuk­ları araştıran Firavun'un bazı casuslarının eline düşeceğinden ve bu gibi korkulu durumlardan dolayı korkma. Ondan ayrılacağından dolayı üzülme, dedik.

Böylece Hak lealâ annesinin korkularından dolayı ve çocuğunu denize atmasından sonraki yeni vesveselerinden dolayı annesine güven ve kalbine sükûnet vermek suretiyle onu mutmain kıldı. Zira Allah'ın yardımı ve göze­timi hamileliğin başlangıcından itibaren ve çocukluk döneminde bütün nebi­lerini ve rasullerini kuşatmaktadır.

Musa'nın annesinin evi Nü kıyısmdaydı. Bir sandık yaptırdı, onun içine beşik koydu. Bir gün korktuğu kimseler evine girince gidip çocuğunu sandı­ğa koydu ve onu Nil'e attı. Su sandığı üzerinde taşıyıp Firavun'un sarayına kadar götürdü. Bu yavruyu Firavun'un cariyeleri aldılar ve Firavun'un hanı­mı Asiye bt. Müzahim'e götürdüler. Asiye onu görünce Allah onun kalbine bu yavrunun sevgisini düşürdü. Asiye onun hayatta kalmasını tercih etti. Fira-vun'u ikna etti ve nihayet Firavun bu yavrunun sarayda kalmasına razı ola­rak onu hanımına bıraktı.

"Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." Ya­ni senin onu emzirmen için onu sana döndüreceğiz ve onu Mısır ve Şam hal­kına gönderilen bir peygamber kılacağız.

Bu tek ayet iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi bir arada topla­maktadır:

İki emir: Çocuğu emzir ve çocuğu denize at, emirleridir.

İki nehiy: Korkma ve üzülme, nehiyleridir.

İki haber: Onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız.

İki müjde: Bu iki haber muhtevasmdadır. Bu da Musa'yı (küçük yavru­yu) geri döndürme ve peygamberlerden kılma müjdeleridir.

"Firavun ailesi ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak yav­ruyu aldı." Firavun halkı sonunda dinlerine aykırı davranarak, onlarla mü­cadele ederek kendilerine düşman olacak ve onların boğulmasıyla ve mülkle­rinin ortadan kaldırılmasıyla onları üzüntüye düşürecek çocuğu aldılar.

Halbuki onlar bu yavruyu almakla kesinlikle bu amacı murad etmedi­ler. Fakat Allah onların helakini ellerinin işlediği ameller sebebiyle kıldı. Onların neticede üzülmelerine sebep olacak ve mülklerinin yok olması şeklinde bekledikleri sonucun gerçekleşmesine sebep olacak bu yavruyu aldılar ve onu yetiştirdiler.

Razî diyor ki: Bu hususta doğrusu Keşşaf tefsirinin sahibinin zikrettiği görüştür: Bu da "liyekûne" kelimesindeki "lâm" hakikat olmayıp mecaz yo­luyla kullanılan lâm-ı ta'lîldir. Çünkü bir şeyin maksadı ve gayesi varacağı noktadır. Bu lamı bir şeyin varacağı hususta teşbih yoluyla kullanmışlardır. ?ünkü onun düşman edinilmesi Firavun'un adamlarının onu almasının se­bebi değildir. Fakat bu sevgi ve sahip çıkma, fiile götüren sebeb, fiilin kendi­si için işlendiği gayeye benzetilmiştir. Tıpkı arslanın cesur adam için istiare edilmesi gibi.

Bunun sebebi Firavun ve halkının Hz. Musa eliyle helak olmalarıdır. Cenab-ı Hak bunun için şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu insanlardı." Onlar gerçek­ten günahkâr ve suçlu kimselerdi. Allah da düşmanları olan ve helak olma­larının sebebi olan Musa'yı onların elinde yetiştirmek sebebiyle onları ceza­landırdı. Çünkü onlar her şeyde hatalıdırlar. Onların kendi düşmanlarını terbiye etme hususunda hata etmiş olmaları onların yeni bir tavırları değil­dir.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Onlar bu yavrunun -Musa'nın- kendilerinin mülklerini gidereceğinin, yok edeceğinin hiç farkında değildirler.

Müfessirlerin çoğunluğu ise şöyle dediler: Bunun manası şudur: Onlar üzerinde bulundukları küfür ve zulüm sebebiyle günahkâr ve suçlu idiler. Allah Tealâ da düşmanları ve helak olmalarına sebep olacak yavruyu (Mu­sa'yı) onların elleriyle terbiye etti.

Küçük yavrunun (Musa'nın) öldürülmemesinin sebebi ise Firavun'un hanımının ona şefaatte bulunmasıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Firavun'un hanımı: Bu yavru benim için de senin için de göz nurudur. Onu öldürmeyin, dedi." Yani bu çocuk bizim için göz nuru yani teselli kayna­ğı olur, gözleriniz onunla aydınlanır, gönülleriniz onunla ferahlanır, bundan dolayı onu öldürmeyin, dedi. Zira Allah Tealâ ona Musa'nın sevgisini ihsan etmişti. Onu gören herkes onu seviyordu.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Hani bir zaman biz annene önemli hususlar ilham etmiştik. Ona şöyle demiştik: Mu­sa'yı sandığa koy, Nil nehrine bırak da nehir onu kıyıya vursun. Onu benim de onun da düşmanı olan biri alsın. Seni sevimli kıldım ki muhafazam altın­da yetişesin. " (Tâ-Hâ, 20/38-39).

Bu yavru sevinç, huzur ve teselli kaynağı olduğu gibi faydalı da olabilir: "Belki bize faydalı olur ya da evlât ediniriz, dedi. Onlar işin farkında değil­lerdi. " Belki de bu yavru kendisinde gördüğüm bereket kanaati ve soyluluk alâmetleri sebebiyle faydalı ve hayırlı olabilir. Ya da taşıdığı fizikî güzellik ve alımlılık sebebiyle onu evlât ediniriz, dedi. Firavun'un bu hanımından evlâdı yoktu. Allah da o hanıma bu yavru vesilesiyle hidayet verip bu yavru sebe­biyle onu cennette yerleştirerek ümidini gerçekleştirdi. Fakat Firavun ve kavmi helak olmalarının o yavru sebebiyle ve onun elinde olacağının farkın­da bile değillerdi. Allah'ın onun elinde hikmet, hüccet ve peygamberlik muci­zesi ortaya koyacağını ve bunun onların Hz. Musa'yı yalanlamalarına sebep olup helak olmalarına götüreceğini bilmiyorlardı. Görünen ve görünmeyenle­ri bilen sadece Allah Tealâ'dır. O peygamberlerine yardım eder, dinini teyit eder, düşmanlarını perişan eder ve bu durum mümin ve kâfir için ibret ve öğüt olur.

Firavunun hanımı Asiye'yi ferahlık kaplarken vesvese ve endişeler de annesinin kalbine elem veriyordu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Musa'nın annesinin gönlünde (evlâdından başka) hiçbir şey kalmadı. Eğer müminlerden olması için kalbine güç vermeseydik, nerdeyse Musa'nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı."

Yani çocuğu denizde kaybolunca Musa'nın annesinin gönlü Musa'dan başka bütün dünya meşgalelerinden kopmuştu. Musa'nın Firavun'un eline düştüğünü duyunca aklı başından gitti, kendisine korku ve endişe hakim ol­du. Eğer Allah'ın kendisine evlâdını geri döndüreceği şeklinde verdiği vaade güvenip bunu tasdik edenlerden olması için Allah ona sabır ve sebat verme­seydi üzüntüsünün ve derdinin şiddetinden nerdeyse oğlunun gittiğini açık­layacak ve o yavrunun kendi yavrusu olduğunu bildirecekti: "Biz onu sana geri döndürüceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." denilmiştir.

Kısaca: Allah onun kalbine sebat ve sabır vermeseydi Musa'nın annesi durumunu açığa vuracak, sırrını açıklayacak, annelik sevgisi ve şefkatiyle bu yavrunun kendi çocuğu olduğunu belirtecekti. Allah ona çocuğunun habe­rini Musa'nın kızkardeşi vasıtasıyla araştırmasını ilham etti.

"Annesi Musa'nın kızkardeşine: "Onu takip et" dedi. O da Musa'yı uzak­tan gözetledi. Firavun ve adamları işin farkında değillerdi."

Musa'nın annesi kendisine söylenen sözün manasını gayet iyi anlayan büyük kızma: "Bu yavrunun izini takip et. Haberini öğren. Şehrin her tara­fında onun durumunu araştır." dedi. Kız bunun için çıktı. Allah da ona çocu­ğun Firavun'un evinde olduğunu gösterdi. Kızkardeşi küçük yavru Musa'yı uzaktan gördü. Onlar bu kızın çocuğu izlediğini, onun durumunu araştırdığı­nı ve onun kızkardeşi olduğunu hissetmemişlerdi.

Allah'ın yardımı Musa'yı takip ediyor ve kader onu annesinin beşiğine dönmeye sevkediyordu. Allah Tealâ bu durumu şöyle beyan etmektedir:

"Biz Musa'nın daha önce başka sütanneleri emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine Musa'nın kızkardeşi: Sizin için ona bakıp yetiştirecek ve şef­katle davranacak bir aile göstereyim mi? dedi." Yani Musa'nın Allah katında­ki değeri ve Allah'ın onu annesinden başka birinden süt emmekten koruması sebebiyle biz Musa'nın kızkardeşinin onların yanına gelmeden, Musa'nın annesine geri verilmeden önce, annesinin memesinden başka bir memeyi em­mesine mani olmuştuk.

Ayette geçen "haram kılmıştık." ifadesi engel olmuştuk manasında isti­aredir. Zira bir şey bir kimseye haram kılınmışsa ona engel olunmuştur de­mektir.

Musa'nın kızkardeşi onların çocuğun emzirilmesine önem verdiklerini ama çaresiz kaldıklarını görünce: "Bu yavruya bakıp onu emzirecek ve terbi­ye edecek, onu koruyup ona iyilikle davranacak, onunla ilgilenip koruyacak bir aileyi size göstereyim mi?" dedi.

İbni Abbas diyor ki: Musa'nın kızkardeşi bunu söyleyince onu aldılar ve hakkında şüpheye düştüler. Ona şöyle dediler:

- O ailenin bu yavruya iyilikle davranacağını ve ona şefkat göstereceğini nereden biliyorsun? Kız:

-  Ona iyilikle davranmaları ve şefkat etmelerinin sebebi kralı sevin­dirmek ve onun ödülünü almak arzularıdır, dedi.

Kız bunu söyleyip de onların eziyetinden kurtulunca birlikte dediği eve gittiler. Yavruyu annesine verdiler. Annesi çocuğuna memesini verdi. Yavru hemen memeyi aldı.

Firavun'un adamları buna çok sevindiler ve müjdeci hemen kralın hanı­mına gitti. Kralın hanımı Musa'nın annesini çağırttı. Ona iyilikte bulundu. Bol ödül verdi. Onun gerçekten Musa'nın annesi olduğunu bilmiyordu. Onu sadece çocuk onun memesini aldığı için ödüllendirmişti.

Daha sonra Asiye bu hanımın yanında ikamet edip yavruyu emzirmesi­ni istedi. Ama kadın bunu kabul etmedi.

-  Benim eşim ve evlâdım var. Sizin yanınızda kalamam. Ama eğer bu yavruyu evimde emzirmemi isterseniz bunu yaparım dedi.

Firavun'un hanımı bunu kabul etti. Bu hanıma nafaka, ikram, elbise ve bol ihsanda bulundu. Musa'nın annesi de oğluyla birlikte memnuniyet içinde evine döndü. Allah izzet, makam ve rızık korkusunu emniyete çevirmişti.[10]

Hadis-i şerifte buyurulmaktadır ki: Çalışan ve sanatında Allah'ın rızası için hayır gözeten kimse Musa'nın annesi gibidir. Musa'nın annesi hem evlâ­dını emziriyor, hem de ücretini alıyordu.

"Böylece biz, annesi sevinsin, üzülmesin ve Allah 'm vaadinin hak oldu­ğunu bilsin diye Musa 'yi annesine geri verdik."

Yani biz küçük Musa'yı Firavun ailesinin bulup almasından sonra, an­nesinin oğluyla gözü aydın olsun, oğlunun yanında bulunmasıyla ve selâme­te kavuşmasıyla sevinsin, ayrılığı sebebiyle üzülmesin ve Allah'ın oğlunu tekrar kendisine iade edeceği şeklindeki "Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız." mealindeki ayette zikredilen vaadinin ger­çek olup bu vaadde hiçbir şüphe bulunmadığını yakînen bilsin diye küçük Musa'yı annesine iade ettik.

İşte o zaman küçük Musa'nın annesine iade edilmesiyle Musa'nın rasul olacağı da aynen bu vaad gibi bir gün gerçekleşecekti. Annesi bu yavruyu terbiye ederken bunun için tabiî ve şer'î yönden gerekli bütün kâmil ahlâk ile muamele etmişti.

"Fakat onların çoğu hakkı bilmezler." Yani insanların çoğu Allah'ın fiil­lerindeki hikmetlerini, dünya ve ahiretteki güzel neticelerini bilmezler. Belki de bazen durum dış görünüşü itibariyle gönle hoş gelmeyebilir ama gerçekte ve asıl yönüyle sonucu gayet iyi olabilir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır? "Siz bir şeyden hoşlanmaz­sınız, halbuki o sizin için sonunda hayırlıdır. Bir şeyi seversiniz, halbuki o si­zin için sonunda şerlidir." (Bakara, 2/216); "Bir şeyden hoşlanmazsınız hal­buki Allah o şeyde sizin için pek çok hayır takdir etmiştir." (Nisa, 4/19).

"Musa ergenlik çağına erişip olgunlaşınca ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyiliklerde bulunanları böyle mükâfatlandırırız."

Yani Musa'nın bedenî ve aklî gücü kemale erince biz ona peygamberlik, dinî emirleri gayet iyi bir şekilde anlama (fıkıh) ve şeriat ilmi verdik. Mu­sa'ya ve annesine yaptığımız bu muamele gibi biz iyi amel işleyenleri bu iyi amellerine karşılık mükâfatlandırırız. Razî buradaki "hüküm" kelimesinden muradın peygamberlik değil, hikmet ve ilim olduğunu tercih etmiştir.[11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:

1- "Vahiy" kelimesi bazen ilham manasında kullanılır. Zira vahiy sadece peygambere gelir. Alimler Hz. Musa'nın annesinin ve Hz. İsa'nın annesinin peygamber (nebi) olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Buradaki "vahiy" sadece arıya petek yapmasının ilham edilmesi gibi ilham kabilindendir.

Allah, Hz. Musa'nın annesine doğumdan sonra yavrusunu emzirmesini, onun öldürülmesinden korktuğu zaman onun boğulmasından korkmaksızın, veya ondan ayrılma sebebiyle üzüntü duymaksızın onu denize bırakmasını ilham etti. Zira Allah çocuğunu kendisine iade etmeyi ve onu Mısır halkına gönderilecek peygamberlerden kılmayı taahhüt etmiştir.

2- İnsan bazan bir şeye niyet eder ama bir başka şey meydana gelir. Zi­ra Firavun'un ailesi küçük Musa'yı kendileri için sevinç kaynağı olsun diye aldılar. Bunun neticesinde o kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı oldu. Al­lah'ın mahlûkatında değişik hikmetleri vardır.

3- Hz. Musa'nın denizden kurtulması onun risalet ile ve kendisine Tev­rat'ın indirilmesiyle insanlığın saadete ermesine; ayrıca Firavun'un hanımı Asiye'nin, kocası Firavun'u bu çocuğun belki de kendilerine fayda kaynağı olabilir ya da çocuğu olmadığı için onu evlât edinebiliriz diye çocuğu öldür-memeye ve ona dokunmamaya ikna ettikten sonra Asiye'nin Allah'a iman et­mesine sebep olmuştu.

Asiye Firavun'dan Musa'yı kendisine bağışlamasını istemiş, Firavun da bunu kabul etmişti.

Firavun bir rüya görüp de bu rüyayı kâhinlerine ve bilginlerine anlatın­ca bilginler ona:

- İsrailoğulları'ndan bir genç senin mülkünü bozacak, demişlerdi. Bu­nun üzerine İsrailoğullan'nın yeni doğan çocuklarının boğazlanmasını em­retmişti. Daha sonra onların nesillerinin kesileceğini anlayınca çocukların bir yıl boğazlanıp bir yıl boğazlanmamasını emretti. Hz. Harun çocukların boğazlanmadığı yılda dünyaya gelmiş, Musa ise boğazlanma yılında dünyaya gelmişti. Rivayete göre Firavun'un hanımı Asiye sandığın suda yüzdüğünü görünce o sandığın kendisine getirilmesini ve açılmasını emretti. Sandıkta küçük bir çocuğu görünce ona acıdı ve onu sevdi. Firavun'a: "Bu benim de se­nin için de sevinç kaynağıdır." dedi.

4- İnsanlar Allah'ın tedbirini ve planını hissetmezler. Bu mana ayetler­de tekrarlanmış, Cenab-ı Hak "Onlar bunun farkında değildirler." (Kasas, 28/9) buyurmuştur. Yani onlar helak olmalarına onun sebep olacağının far­kında değildirler. Cenab-ı Hak bunu daha sonra yine tekrar etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Fakat onların çoğu bilmezler." (Kasas, 28/11).

5- Vesveseler, korkular ve endişeler Hz. Musa'nın annesinin kalbini kaplamıştı. Oğlunun İsrailoğulları'nın düşmanı Firavun'un eline düşmesi onun aklını başından almıştı. Allah'ın ona sabır ve sebat vermesi ve kalbini iman, gönül tatminkârlığı ve huzurla doldurup Allah'ın "Biz onu sana iade edeceğiz." vaadini tasdik edenlerden kılması olmasaydı durumu açığa vura­caktı.

6- Hz. Musa'nın zeki ve anlayışlı kızkardeşi olan ve Hz. İsa'nın annesi Meryem gibi aynı adı taşıyan Meryem bt. İmran'm Firavun'un hanımı ve adamlarını bu yavrunun memesini kabul edeceği sütanne konusunda "Bu sütannenin kralın ihsanına ihtiyacı var ayrıca bu sütanne iyilikseverdir, hoş­tur, kokusu da hoştur." diyerek ikna etme hususunda kendisinin onun kız­kardeşi olduğunu hissettirmeksizin başarılı bir rolü olmuştur.

Zira Meryem bt. İmran sahilde yürüyordu. Onu gördüklerinde Fira­vun'un adamları derhal yakaladılar. O da gayet zeki bir eda ile o çocuğa ba­kıp büyütecek, krala sadakatle bağlı olan, kralı memnun etme gayretinde olan ve ödülünü almak isteyen bir aileyi onlara tavsiye etti.

7- Allah'ın gizli tedbiri başka hiçbir şeyin geçerli olmadığı hususlarda beşerin tedbirinden daha tesirli ve plan olarak daha başarılıdır.

Cenab-ı Hak annesi ve kızkardeşi gelmeden önce küçük Musa'nın başka birinden süt emmesini engelledi. Sonra da annesine verdiği ilâhî vaadini ye­rine getirerek Musa'yı annesine döndürdü. Allah düşmanın kalbine Musa'ya karşı sevgi vermişti. Ayrıca Musa'nın annesi Allah'ın vaadinin hak olduğu­nu, bu vaadin mutlaka meydana geleceğini bilmeliydi. Zira o Musa'nın ken­disine geri geleceğini gayet iyi biliyordu.

8- Allah, Hz. Yahya ve Hz. İsa (a.s.) dışında hiçbir kimseye aklî ve cismî güçlerin kemale erdiği kırk yaşından önce peygamberlik vermedi.

Bu durum Hz. Musa (a.s.) hakkında da aynı şekilde gerçekleşti. Çünkü Hz. Musa (a.s.) ergenliğe yani gelişimin son noktasına erişince, olgunlaşıp kırk yaşma ulaşınca Allah peygamberliği verdi. Peygamberlikten önce de hikmeti, ilmi ve dinde fakîh olmayı ihsan etti. Rivayet edildiğine göre her peygamber 40 yaşının başında risaletle görevlendirilmiştir.

Allah, Hz. Musa'yı itaatine ve Rabbinin emrine karşı sebat etmesine karşılık mükâfatlandırdığı gibi Musa'nın annesini de Allah'ın emrine teslim olması, evladını denize atması, Allah'ın vaadini tasdik etmesi sebebiyle mü­kafatlandırmıştır. Musa'nın annesine emniyet içinde evladını tekrar geri vermiştir. Musa'ya da olgun akıl, hikmet ve peygamberlik ihsan etmiştir. Güzel amel işleyen herkes bu şekilde mükâfatlandırılmaktadır.

Kısaca: Hz. Musa (a.s.) kıssasının bu bölümü Allah'ın ona küçükken öl­dürülmekten ve Nil'de boğulmaktan kurtulması şeklinde verdiği nimetleri; büyükken de kendisine ilim, hikmet, peygamberlik ve İsrailoğulları'na ve Mısırlılara gönderilmesi şeklindeki nimetleri beyan etmektedir. Nitekim Ce­nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz sana bir defa daha lütufta bulunmuş­tuk. Hani bir zaman biz annene önemli hususlar ilham etmiştik. Ona şöyle demiştik: Musa'yı sandığa koy. Nil nehrine bırak da nehir onu kıyıya vursun. Onu benim de onun da düşmanı olan biri alsın. Seni sevimli kıldım ki muha­fazam altındayetişesin." (Tâ-Hâ, 20/37-39). [12]

 

Hz. Musa'nın Hatayla Mısırlıyı Öldürmesi Ve Mısır'dan Çıkması

 

15-  Musa, halkının bir gaflet anında şehre girdi. Orada biri kendi taraf­tarlarından, diğeri düşmanlarından olan iki adamın döğüştüğünü gördü. Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı Musa'dan yardım istedi. Bunun üze­rine Musa adama bir yumruk vurup öldürdü. Sonra da "Bu yaptığım şey­tanın işidir. Şeytan gerçekten sapık­lığa teşvik eden, apaçık bir düşman­dır." dedi.

16-  Musa: "Ey Rabbim! Doğrusu ben kendime zulmettim. Beni bağışla." de­di. Allah da Musa'yı bağışladı. Çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

17-  Musa: "Ey Rabbim! Bana lütfetti­ğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım." dedi.

18- Musa şehirde korku içerisinde et­rafı gözetliyordu. Bir de ne görsün! Daha dün kendisinden yardım isteyen kişi bugün yine kendisinden yardıma koşmasını istiyor. Musa ona: "Anlaşı­lan sen apaçık bir azgınsın." dedi.

19- Derken Musa her ikisinin de düş­manı olan adamı yakalamak isteyin­ce yardım dileyen: "Ey Musa! Dün bi­rini öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun. Sen ancak yer­yüzünde zorba bir kimse olmak arzu-sundasın. Islah edenlerden olmak is­temiyorsun." dedi.

20- Şehrin en uzak yerinden bir adam

koşarak geldi? "Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyor­lar. Hemen buradan git. Doğrusu ben sana öğüt verenlerdenim." dedi.

21- Bunun üzerine Musa korku içinde etrafını gözetleyerek şehirden çıktı. "Ey Rabbim! Beni şu zalim kavimden kurtar." dedi.

 

Belagat:

 

"Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çık­mayacağım. " ifadesiyle ilâhî şefkat ve rahmet talep edilmektedir.

"Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzusundasın. Islah eden­lerden olmak istemiyorsun." ifadesinde "cebbar (zorba, yeryüzünde fesat çı­karan)" kelimesiyle "muslihîn (ıslah ediciler)" kelimesi arasında tezat sanatı vardır.

"Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyorlar." Buradaki "in-ne" ve "lâm" ile yapılan te'kit durumun icabına uygun olması ve Hz. Mu­sa'nın bir çıkış yolu bulması içindir. [13]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Musa, halkının bir gaflet anında" yani şehre girilmesi âdetine uygun olmayan, beklenilmeyen bir vakitte, bir görüşe göre kaylûle (öğle uykusu) vaktinde ya da akşam ile yatsı arasında "şehre girdi." Firavun'un sarayından ayrılarak Mısır'a girdi. Bir başka görüşe göre Firavun'un şehri Menef şehri­ne ya da Mısır bölgelerinden Aynüş-şems'e girdi.

"Orada biri kendi taraftarlarından" yani dinde kendisine tabi olanlar­dan, kendi cemaatinden ve kendi gurubundan yani İsrailoğulları'ndan "diğe­ri düşmanlarından" kıptîlerden yani din konusunda kendilerine muhalif olanlardan "olan iki adamın dövüştüğünü gördü."

"Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı yardım istedi." imdat diledi. "Bunun üzerine Musa adama" kıptîye bir "yum­ruk vurup öldürdü." Musa güçlü ve kuvvetli idi. Musa adamı hata ile öldür­müştü. Çünkü öldürmeyi kastetmemişti. "Sonra da" kendi kendine: "Bu" ya­ni bu adamı öldürmek "şeytanın işidir." Yani kızgınlığımı artıran şeytanın güzel gösterdiği bir iştir, dedi. Ancak bu adam öldürmek hatayla olduğu için onun ismet vasfına leke getirmez. Hz. Musa küçük günahı büyük saymak için buna zulüm adını vermiş ve bu günahtan dolayı istiğfar etmişti. Hatta bu olay 30 yaşından önce yani peygamberlikten önce gençlik çağında olmuş­tu. Çünkü Hz. Musa Medyen'de Hz. Şuayb'in koyunlarını on yıl güdüp kızıy­la evlendikten sonra kırk yaşında iken kendisine vahiy indirildi. "Zira şeytan gerçekten" Ademoğlu için "sapıklığa teşvik eden" dalâlete ve yanlışlığa düşü­ren "apaçık" düşmanlığı ve sapıtması açık "bir düşmandır."

"Musa" pişman olarak: "Ey Rabbim! Doğrusu ben" o adamı öldürmekle "kendi nefsime zulmettim, beni bağışla" günahlarımı ört. "dedi. Allah da" is­tiğfarı sebebiyle "onu bağışladı. Çünkü o" kullarının günahlarını "çok bağış­layıcı ve" kullarına "çok merhamet edendir."

"Musa: Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle" yani beni bağış­lamak suretiyle bana ihsanda bulunman hakkı için beni koru, dedi. Bu bir şefkat dileme yahut cevabı mahzuf olan bir kasem idi. Yani beni bağışlaman gibi lütuflarda bulunman sebebiyle ben yemin ederim ki tevbe edeceğim. "Asla suçlulara arka çıkmayacağım." Yani beni korursan bundan böyle suç işleyenlere asla yardımcı olmayacağım "dedi."

"Musa şehirde korku içerisinde etrafı gözetliyordu." Yani karşılaşacağı eziyeti yani kısas veya cezayı bekliyordu. "Bir de ne görsün. Daha dün kendi­sinden yardım isteyen kişi bugün yine kendisinden" bir başka kişiye karşı "yardım istiyor. Musa ona: Anlaşılan sen" azgınlığı "apaçık bir azgın" sapık "kişisin, dedi."

"Derken Musa her ikisinin de" Musa'nın da Musa'dan yardım dileyenin de "düşmanı olan adamı" Kıptîyi "yakalamak" ona hücum etmek "isteyince yardım dileyen" İsrailî kendisini azgın diye adlandıran Hz. Musa'nın kendi­sini yakalayacağını sanarak Hz. Musa'ya hitaben: "Ey Musa! Sen dün birini öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun. Sen ancak yeryüzün­de zorba bir kimse olmak" insanlara dil uzatmak ve neticelere bakmamak "arzusundasın. İslah edenlerden olmak" hasmına güzel bir şekilde cevap ver­mek "istemiyorsun" dedi. İsrailli bunu söylediği zaman kıptî bunu duydu ve bu söz yayıldı, Firavun ve adamlarına da ulaştı. Katilin Musa olduğu bilindi, Firavun'a bu haber iletildi. Firavun cellatlarına Hz. Musa'yı öldürmelerini emretti. Onlar da Hz. Musa'yı öldürmeyi planladılar.

"Şehrin en uzak yerinden" en ücra köşesinden "bir adam" Firavun aile­sinden mümin olan kişi "koşarak" onlara en yakın yolu takip ederek "geldi" ve şöyle dedi: "Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri" Firavun kavminin şereflileri "seni öldürmek için plan kuruyorlar." Senin hakkında istişare ediyorlar. Bu istişare plan ve komplo olarak adlandırılmıştır. Çünkü bu istişarede bulu­nanlardan her biri diğerine emir vererek karşılıklı plan kurmaktadırlar. "Sen hemen buradan" şehirden "çık" git. "Doğrusu ben sana" buradan çıkma­yı emretmek suretiyle "öğüt verenlerdenim." [14]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Hz. Musa'yı küçükken Firavun'un elinde boğazlamaktan kurtarması, ona büyükken peygamberliğe hazırlık olmak üzere hikmet ve ilim vermesi şeklinde lütufta bulunduğunu beyan ettik. Sonra Hz. Musa'nın Mısır diyarından Medyen beldesine gitmesine sebep olan Mısır'lı kıptîyi öl­dürmesi olayından sonra emniyet içinde Mısır'dan çıkması şeklinde lütufta bulunduğunu zikretti. [15]

 

Açıklaması

 

"Musa, halkının bir gaflet anında şehre girdi." Musa Firavun'un yaşadı­ğı şehre girdi. Burası Mısır'dan iki fersah uzaklıkta bir kasaba idi. Bu kasa­ba -Dahhak'ın ifadesiyle- "Aynü'ş-Şems" kasabası idi. Girdiği vakit şehre gir­mesi beklenmeyen bir vakit -ya insanların evlerine çekildikleri öğle sıcağın­da kaylûle vakti ya da akşam ile yatsı arası- idi.

"Musa orada iki adamın dövüştüğünü gördü. Biri kendi taraftarların­dan diğeri düşmanlarının tarafından idi. Kendi taraftarlarından olan adam düşmanlarından olan adama karşı Musa'dan yardım istedi. Bunun üzerine Musa adama bir yumruk vurup öldürdü. Sonra da (kendi kendine) bu yaptı­ğım şeytanın işidir... dedi."

Yani Musa bu şehirde birbiriyle tartışan ve dövüşen iki kişi gördü. Bun­lardan biri İsraîlî olup kendi kabilesi ve kendi cemaatindendi. Diğeri ise inanç ve din hususunda Musa'ya muhalif olan Mısırlı bir kıptî idi. Bu kıptî şahıs Firavun'un aşçısı olup İsraîlî olan kişiden sarayın mutfağına odun taşı­masını istemiş İsrailî de bunu reddetmiş, Hz. Musa'dan kendisine baskı ya­pan kıptî düşmanına karşı yardım istemişti. Bunun üzerine Hz. Musa eliyle onu vurup öldürdü. Yani vuruşu ölüme sebep olacak bir vuruş idi. Sonra da Musa'nın kendisine yardım ettiği İbranî adam dışında hiçbir kimsenin habe­ri olmadan bu adamı gömmüştü.

Hz. Musa (a.s.) sonra yaptığına pişman olmuş ve kendi kendine "Bu olay şeytanın güzel gösterdiği ve teşvik ettiği bir olaydır." demişti. "Şeytan gerçekten sapıklığa teşvik eden apaçık bir düşmandır." Yani şeytan insanın düşmanıdır, onu saptırıcıdır, dalâlete ve yanlışlığa düşürendir, düşmanlığı ve saptırıcılığı gayet açıktır, dedi.

"Musa" daha sonra yaptığından pişman oldu. "Ey Rabbim! Doğrusu ben kendime zulmettim. Beni bağışla..." Ben bu davranışımla yani masum bir in­sanı öldürmekle kendime yazık ettim. Benim günahımı ört. Elimin işlediği bu cinayet sebebiyle beni muaheze etme. Ben sana tevbe ediyorum ve bu fi­ilimden dolayı pişmanlık duyuyorum, "dedi."

Hz. Musa bunu günah saymıştı. Zira adam öldürme asla helâl olmayan bir fiildir. Bu önceki peygamberlerin şeriatından bu yana bilinmektedir.

Nakkaş diyor ki: Hz. Musa (a.s.) onu öldürmek arzusuyla kasten vurma­dı. Sadece zulmünü engellemek arzusuyla ona bir yumruk vurdu. Ayrıca bu peygamberlikten önce idi.

Müslim'in rivayetine göre Salim b. Abdillah şöyle demiştir: "Ey Irak halkı! Ne gariptir ki küçük günahları soruyor, büyük günahları işliyorsunuz! Ben babam Abdullah b. Ömer'in (r.a.) Peygamberimiz (s.a) eliyle doğu tarafı­nı işaret ederek şöyle buyurduğunu işittim: "Fitne işte şuradan, şeytanın boynuzlarının çıktığı yerden gelir. Siz de birbirinizin boynunu vurursunuz." Musa'nın Firavun ailesinden öldürdüğü şahıs sadece hataen öldürme idi. Ce-nab-ı Hak: "Sen bir adamı öldürdün. Biz de seni gamdan kurtardık ve seni çeşitli imtihanlara tabi tuttuk." buyurdu.

"Allah da Musa'yı bağışladı. Çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." Yani Cenab-ı Hak onu affetti ve tevbesini kabul etti. Çünkü Cenab-ı Hak kendisine yönelen kullarının günahlarını örtücüdür. Tevbe edip yönel­dikten sonra kullarını cezalandırmayıp onlara çok çok merhamet edicidir.

Bunun üzerine Hz. Musa Rabbine şükretti ve "Ey Rabbim! Bana lütfet­tiğin nimetler sebebiyle asla suçlulara arka çıkmayacağım." dedi. Yani Musa şöyle diyordu: Ey Rabbim! Bana lütfettiğin ilim, hikmet ve tevhidin, verdi­ğin makam, izzet ve nimetin hakkına beni hatadan koru. Beni korursan ben zulmeden, suç işleyen ve şirk koşan kimseye asla yardımcı olmam. Yahut ba­na bu pekçok nimetle ikramda bulunman sebebiyle yemin ederim ki sana tevbe edeceğim ve asla müşriklere destek olmayacağım.

Kuşeyrî diyor ki: Hz. Musa: "Bana lütufta bulunduğun mağfiret sebebiy­le..." dememiştir. Çünkü bu vahiyden önce idi. O Allah'ın bu adam öldürmeyi bağışladığını bilmiyordu.

Maverdî ve başkaları zikrediyorlar ki: Lütuf, mağfiret edilmek ya da hi­dayete nail almak suretiyledir.

Kurtubî ise şöyle diyor: "Onu bağışladı." ifadesi mağfiret ettiğine delâlet eder. Allah en iyi bilendir.

"Suçlulara destek olmamak" ifadesiyle Firavunla beraber bulunmak ve onun cemaatiyle birlikte olmak ve onun gurubunu çoğaltmak manası murad edilmiştir. Zira Musa daha önce baba-oğul gibi aynı bineğe biniyor ve Fira-vun'un oğlu diye adlandırılıyordu. Yahut bu ifadeyle desteklemesi suç ve gü­naha sebep olan kimsenin (mesalâ öldürülmesi helâl olmayan kimsenin öl­dürülmesine sebep olan İsrailî'nin) desteklenmesidir.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Zulmedenlere meyletmeyin ki ateş size do­kunmasın." (Hud, 12/113).

"Musa şehirde korku içerisinde etrafı gözetiyordu. Bir de ne görsün! Da­ha dün kendisinden yardım isteyen kişi bugün yine kendisinden (bir başka kişiye karşı) yardımına koşmasını istiyor. Musa ona: Anlaşılan sen apaçık bir azgınsın dedi." Musa (a.s.) Mısırlı kıptînin öldürülmesi olayından sonra adam öldürdüğünün bilinmesinden ve yakalanmaktan korkuyordu. Cinayeti sebebiyle öldürülmesini bekleyerek etrafı gözetledi. Kendini gizleyerek yolda yürüdü. Bir de karşısında dün kendisinden Mısırlı hasmına karşı yardım is­teyen İsraillinin bir başka Mısırlıya karşı yine yardım ve destek istediğini gördü. Musa ona: "Sen sapıklığı açık, fesadı ve şerri çok bir kimsesin." dedi.

"Derken Musa her ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öl­dürmek istiyorsun? dedi." Hz. Musa (a.s.) her ikisinin düşmanı olan kıptîyi yakalamak istediğinde İsrailli onun bu durumunu reddederek ve alay ederek şöyle dedi: Sen dün bir cana kıydığın gibi bugün de beni mi öldürmek istiyor­sun? Mısırlı olayı İsrailliden öğrenmişti.

Razî diyor ki: Doğru olan bu görüştür. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyur­du: "Musa her ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince yardım dileyen: Ey Musa!" dedi. O halde bu söz başkasının değil onun sözüdür. Aynı şekilde "Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzusundasın." ifadesi sadece kâfirin sözü olmaya lâyıktır.

Bazı alimler diyor ki: Hz. Musa (a.s.) İsrailliye kızgın bir halde "apaçık bir azgın" olduğu şeklinde hitap ettiğini görünce ve yakalamaya teşebbüs edince acizliği, zayıflığı ve zilleti sebebiyle Hz. Musa'nın kendisini yakala­mak istediğini zannetti ve bu sözü söyledi. Bu adam öldürmenin ortaya çık­masına ve korkusunun artmasına sebep oldu. Çünkü dünkü olayı bu İbranî şahıstan başkası bilmiyordu. Kıptî bu sözü işitince bunu Firavun'a nakletti. Bunun üzerine Firavun'un kızgınlığı ve Hz. Musa'yı öldürme kararlılığı art­tı.

"Sen ancak yeryüzünde zorba bir kimse olmak arzusundasın. Islah eden­lerden olmak istemiyorsun, dedi."

Yani Ey Musa! Sen ancak çok adam öldüren, adam yakalayan, büyüklük taslayan, yeryüzünde çok eziyet eden, neticelere bakmayan bir kimse olmak istiyorsun. Sen insanların meselelerinde iki taraftan biri akrabasından veya kabilesinden olsa bile güzellikle ve hikmetle hükmeden, ıslah ehlinden ol­mak istemiyorsun.

"Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyorlar. Hemen buradan çık git. Doğru­su ben sana öğüt verenlerdenim, dedi."

Firavun ailesinden olan ve imanını insanlardan gizleyen mümin bir kimse Hz. Musa için Firavun kavminin planladığı kötülüğü ona haber ver­mek için şehirdeki en uzak yerden koşarak geldi ve şöyle dedi:

"Ya Musa! Firavun ve devletinin ileri gelenleri senin hakkında istişare etmektedirler ve seni öldürmek için plan kuruyorlar. Derhal bu şehirden çık. Ben senin için hiç şüphesiz iyiliksever, güvenilir bir kimseyim."

Bu kimse Hz. Musa'nın arkasından gönderilen kimselerin yoluna yakın bir yola sülük ettiği için "adam" vasfıyla tavsif edilmiştir.

"Bunun üzerine Musa korku içinde etrafını gözetleyerek şehirden çıktı." Musa kendi nefsi hakkında birilerinin kendisini takip etmesini gözetleyerek Firavun'un şehrinden çıktı.

"Musa: Ey Rabbim! Beni şu zalim kavimden kurtar, dedi." Musa bu şid­detli mihnet hakkında şöyle dua etti: "Ya Rabbi beni bu zalimlerden, Firavun ve adamlarından kurtar." Allah Hz. Musa'nın duasına icabet etti, onu kur­tardı ve Medyen'e ulaştırdı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bir cana kıydın. Bunun üzerine seni gamdan kurtardık ve seni imtihana tabi tut­tuk." (Tâ-Hâ, 20/40). [16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Hz. Musa'dan (a.s.) hiçbir kasıt olmaksızın hatayla bir adam öldürme olayı meydana gelmiştir.

2- Hz. Musa (a.s.) bu yumruk vurma olayından dolayı pişmanlık duymuş, bu fiili şeytana nispet etmiş ve: "Ey Rabbim! Ben nefsime zulmettim. Beni mağfiret et." demiş, Allah da ona mağfiret etmiştir. Bu pişmanlığı onu Rabbine bağlanmaya ve günahından istiğfar etmeye teşvik etmiştir.

Katade diyor ki: Hz. Musa -Allah'a yemin olsun ki- çıkış noktasını bil­miş ve istiğfar etmiştir. Sonra da Cenab-ı Hakkın kendisini mağfiret ettiğini bildiği halde nefsinin aleyhine bu olayı tekrar tekrar itiraf etti. Hatta kıya­met günü şöyle diyecektir: Ben öldürülmesi emredilmeyen bir kişiyi öldür­düm. Bu öldürme olayı daha önce belirttiğimiz gibi peygamberlikten önce idi.

Hataen adam öldürme, şeriatımızda buna kefaret icap etmesi deliliyle günahtır. Ayrıca hataen adam öldürme, ihmal, kusur ve alışılagelen hadleri tecavüzden uzak kalamaz. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Bir mümin bir mümi­ni ancak hataen öldürebilir. Kim bir mümini hataen öldürürse mümin bir kö­leyi hürriyete kavuşturması ve (maktulün) ailesine teslim edilecek bir diyet ödemesi gerekir. Ancak ailesinin sadaka olarak bağışlaması müstesna." (Ni­sa, 4/92).

3- Hz. Musa'nın bu davranışından tevbe etmesiyle ilgili hususlardan bi­ri de Hz. Musa'nın Allah'ın kendisine verdiği nimetler sebebiyle hiç bir suç­luya arka çıkmamaya veya yardım etmemeye yemin etmesidir.

Hz. Musa'nın: "Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nimetler sebebiyle asla suç­lulara arka çıkmayacağım." şeklindeki duasının ilâhî şefkati talep etmek manasında olması da doğrudur. Sanki o şöyle demektedir: "Ey Rabbim! Bana ihsan ettiğin mağfiret ile ilim, hikmet ve tevhid gibi nimetlerin hakkı için beni korursan asla suçlulara destek (yardımcı) olmayacağım."

4- "Suçlulara asla arka çıkmayacağım." ayetinin delaletiyle zalimlere ve fasıklara yardım etmek caiz değildir.

Atâ diyor ki: Hiç kimsenin bir zalime yardım etmesi ona katiplik yap­ması ve ona arkadaşlık yapması helâl değlidir. Kim bunlardan birini yaparsa zalimlere destek vermiş olur.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Kıyamet günü bir münadî şöyle nida eder: Nerede zalimler! Nerede zalimlere benzeyenler! Nerede zalimlere yardımcı olanlar! Hatta onlara hokka hazırlayanlar ya da kalem ucu açan­lar da bunlardandır. Hepsi demirden bir tabut içinde toplanırlar, cehenneme atılırlar."

Deylemî'nin Musa'dan (r.a.) rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Kim bir zalimle birlikte yürürse günahkâr olur." Yine Peygambe-rimiz'den (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kim bir haksızlık hususunda mazlum kimseyle birlikte yürürse Allah kıyamet günü sırat üze­rinde ayakların kaydığı günde onun ayaklarını sabit kılar. Kim bir zalimin zulmüne yardım etmek için onunla birlikte yürürse Allah ayakların kaydığı o günde sırat üzerinde onun ayağını kaydırır."

5- "Musa şehirde korku içerisindeydi." ifadesi Hz. Musa (a.s.) gibi güçlü

kuvvetli bir kişi de olsa korkunun insan nefsinde mevcut olduğuna delâlet etmektedir. Ayrıca korku Allah'ı bilmeye veya Allah'a tevekkül etmeye aykırı değildir. Bu aynı zamanda güven yoludur. Hz. Musa kendisinin takip edilme­sinden ve yakalanmasından korkmuştu. Hz. Musa gaflet anında ansızın ya­kalanabilirdi.

6- Şerli kimse "apaçık bir azgın" olarak tavsif edilmektedir. Adam öldü­ren kimse ise "cebbar (zorba, yani cana kıyan kimse)" olarak tavsif edilmek­tedir.

İkrime ve Şa'bî diyor ki: İnsan haksız yere iki cana kıymadıkça "cebbar (zorba)" olmaz. Cebbar yaralama ve haksız yere adam öldürmeyi arzu edip neticeleri düşünmeyen ve en güzel şekilde tepkide bulunmayan kimsedir.

7- İman müminler arasındaki kuvvetli bir bağdır. Bunun için Firavun ailesinin mümini olan Firavun'un amcasının oğlu Hazkil b. Sabûr derhal Hz. Musa'ya Firavun ve adamlarının plan kurduklarını, dün öldürdüğü kıbtî hakkında istişare ettiklerini bildirdi ve ona Firavun'un şehrinden ya da Mı­sır'dan hemen çıkması nasihatinde bulundu.

8- Müminin şanı daima Allah Tealâ'ya iltica etmesidir. Hz. Musa (a.s.) yakalanma korkusuyla Mısır'dan çıkarken şöyle dua ediyordu: "Ey Rabbim! Beni zalimler kavminden kurtar." Allah da onu kurtardı ve Medyen beldesine ulaştırdı. [17]

 

Hz. Musa'nın Medyen Tarafına Gitmesi Ve Hz. Şuaykın Kızıyla Evlenmesi

 

22-  Musa Medyen tarafına yönelince: "Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir." dedi.

23- Medyen Suyu'na vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir cemaat bul­du. Onların gerisinde de hayvanları­nın suya gitmesini engellemeye çalı­şan iki hanım gördü. Onlara: "Mesele­niz nedir?" dedi. Onlar da: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız. Ba­bamız ise oldukça yaşlı bir  adamdır." dediler.

24- Bunun üzerine Musa onların hay­vanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. "Ey Rabbim! Bana indirece­ğin hayra çok muhtacım." dedi.

25- O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi. "Ba­bam, hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için seni çağırıyor." dedi. Bu­nun üzerine Musa kızların babasına varıp başından geçenleri anlattığın­da o zat: "Korkma, artık o zalim ka­vimden kurtuldun." dedi.

26- Kızlardan biri: "Babacığım! Onu ücretle çalıştır. Çünkü ücretle tut­tuklarının en hayırlısı, güçlü ve gü­venilir bir adamdır." dedi.

27-  Kızların babası: "Bana sekiz yıl çalışman şartıyla bu iki kızımdan bi­riyle evlendirmek istiyorum. Eğer bunu on yıla tamamlamak istersen bu senden bir ikram olur. Fakat seni zora sokmak istemem. İnşaallah beni salihlerden bulacaksın." dedi.

28- Musa: "Bu seninle benim aramda-dır. Bu iki süreden hangisini doldu-rursam doldurayım, haksızlığa uğra-

mış olmam. Söylediklerimize Allah vekildir." dedi.

 

Belagat:

 

"Ey Rabbim! Bana indireceğin hayra çok muhtacım." ifadesi şefkat ve merhamet talebi gösteren güzel bir anlatımdır.

"Ve kassa aleyhil-kasas" ifadesinde cinas-ı iştikak yapılmıştır. [18]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Musa Medyen tarafına yönelince..." yani yüzünü Medyen'e doğru çevi­rince... Medyen: Mısır'dan itibaren sekiz gün mesafede olan Hz. Şuayb'm (a.s.) oturduğu kasabanın adıdır. Medyen b. İbrahim'in adıyla adlandırılmıştır.

"Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir." Yani bunu Allah'a tevekkül ederek ve Allah'a karşı hüsn-i zann ederek söyledi. Zira Medyen yolunu bil­miyordu. "Sevâi's-sebil" en doğru yol ve en mutedil yoldur. Medyen'e giden üç yol vardı. Hz. Musa (a.s.) orta yolu tuttu.

"Medyen Suyu'na vardığında" yani halkın su aldığı bir kuyu yanına ulaştığında "orada hayvanlarını sulayan bir cemaat" değişik kabilelerden bir gurup "buldu."

"Onların gerisinde de" onlardan ayrı olarak güçlü çobanlardan korkarak "hayvanlarının suya gitmesini engellemeye çalışan iki hanım gördü." Musa "Onlara: Meseleniz nedir?" Probleminiz nedir? Niçin onlarla birlikte hayvan­larınızı sulamıyorsunuz? "dedi."

"Onlar" hanımlar: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulayamayız." Ço­banlar davarlarını sudan çeker, biz de erkeklerle karışmamak için o zaman davarlarımızı sularız. "Babamız ise" hayvanları sulayamayacak kadar "ol­dukça yaşlı bir adamdır, dediler."

"Bunun üzerine" Musa o iki hanıma acıyarak onların yakınındaki bir başka kuyudan "onların hayvanlarını sulayıverdi." O kuyunun ağzında bulu­nan ancak on kişinin -ya da yedi kişinin- kaldırabileceği bir taşı yorgunluğu­na, açlığına ve ayağındaki yaraya rağmen rahatlıkla kaldırdı. Onlar da o ku­yudan hayvanları suladılar.

"Sonra da" şiddetli güneş sıcağından kurtulmak için "gölgeye" orada bu­lunan bir ağaç gölgesine "çekildi." Karnı da açtı.

Ellerini açtı. "Ya Rabbi! Bana indireceğin" az ya da çok "hayra muhta­cım, dedi."

"Hayr" kelimesi Kur'an-ı Kerim'de şu manalarda kullanılmıştır.

- Yemek manasında; bu ayette olduğu gibi.

- Mal manasında; "Bir kimse (öldükten sonra) bir hayır (yani mal) bıra­kırsa..." (Bakara, 2/180) ayetinde olduğu gibi.

- İbadet manasında; "Biz onlara hayır (yani ibadet) işlemelerini vahyet-miştik." (Enbiya, 21/73) ayetinde olduğu gibi.

Bu iki hanım her zamanki vakitten daha az bir zamanda evlerine döndü. Babaları bunun sebebini sordu. Onlar da kendilerine sulamada yardımcı olan kişiyi anlattılar. Babaları birine: "Onu bana çağır." dedi.

"O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi." Ayetteki "elistihyâ" ibaresi son derece hayalı olarak, yani hayâlı, iffetli bir halde demektir. Rivayete göre bu kız ikisinden yaşı daha küçük olanıdır. Bir başka rivayete göre ise büyük olanıdır. İsmi Safûra veya Safra olup daha sonra Hz. Musa ile evlenecektir.

Kız, Hz. Musa'ya: "Babam, hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için" sana karşılık vermek ya da seni ödüllendirmek için "seni çağırıyor, dedi.

Hz. Musa da ücreti almak için değil, yaşlı zatın duasını almak ve onu tanımak için kızın davetini kabul etti. Hatta rivayete göre Hz. Musa o zatın yanma gelince o zat Musa'ya yemek ikram etti. Musa bunu kabul etmedi.

- Biz dinini dünya karşılığı satmayan ve hayır işine karşı bedel talep et­meyen bir aileyiz, dedi.

Hz. Şuayb (a.s.) ona şu cevabı verdi:

- Bu bize misafir olan herkese karşı adetimizdir. Ya da şöyle dedi: Hayır, bu benim ve babalarımın âdetidir. Biz misafiri ağırlarız ve yemek yediririz. Malumdur ki kim bir iyilik işler de ona bir şey hediye olarak verilirse onu al­mak haram değildir.

"Musa kızların babasına varıp hayat hikâyesini anlatınca" başından ge­çenleri anlatıp durumunu bildirince, kıptîyi öldürdüğünü, onların kendisini öldürmeye kastettiklerini ve Firavun'dan korkup kaçtığını söyleyince "o zat: Korkma artık o zalim kavimden kurtuldun." Firavun ve kavminden kurtul­dun, zira onun Medyen'e tesir ve hakimiyeti yoktur "dedi."

"Kızlardan biri" Musa'yı çağıran büyük kız ya da küçüğü: "Babacığım, onu ücretle çalıştır." Bizim yerimize koyunları gütmek üzere ücretli olarak onu çalıştır. "Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır, dedi." Zira kız Hz. Musa'nın kuyunun ağzındaki ağır taşı nasıl kal­dırdığını ve eve gelirken kendisine söylediği: "Arkamdan yürü" sözünü, ha­yasına haya ile karşılık verdiğini, yanına gelip de kendisini davet edince ba­şını sallayıp kaldırmadığını anlattı. "İnne hayra men..." cümlesi Hz. Mu­sa'nın ücretle çalıştırılmaya lâyık olduğuna delil olacak şekilde kâmil mana­da sebep bildiren bir cümledir. Bu konuda mübalağa yapmak için "hayr" ke­limesi isim olarak kullanıldı. Hz. Musa'nın güvenilir, denenmiş ve tanınan bir kimse olduğuna delâlet etmek için fiil mazi sigasıyla kullanılmıştır.

"Kızların babası: Bana sekiz yıl çalışman" koyunlarımı gütmen için ken­dini tahsis etmen "şartıyla bu iki kızımdan biriyle" büyük veya küçük kızım­la "evlendirmek istiyorum... Eğer bunu" koyun gütmeyi "on yıla tamamlamak istersen" bu tamamlama "senden" bir ikram "dır." "Fakat" on yılı şart koşa­rak "seni zora sokmak istemem." İnşaallah Allah'ın adının bereketiyle "beni" güzel muamele etmek, yumuşak davranmak ve ahde vefa göstermek suretiy­le "salihlerden bulacaksın."

Musa "Bu" yaptığımız sözleşme "seninle benim aramdadır." Benimle yaptığın bu anlaşma ikimiz arasında yapılmış olup ikimiz de bunun dışına çıkmayız. "Bu iki süreden hangisini" yani koyun gütmek için uzun ya da kısa süreden hangisini "doldurursam doldurayım" hangisini tamamlarsam ta­mamlayayım bunun üzerine ilâve etmem istenerek "haksızlığa uğramış ol­mam. " Ya da haddi aşma olmayacaktır. Ne sekiz seneden fazla ne de on sene­den fazla çalışmam istenmeyecektir.

"Söylediklerimize" benim ve sizin söylediğimiz hususlara "Allah vekil­dir. " Akit bununla tamamlanmıştır. [19]

 

Ayetler Akası İlişki

 

Firavun ve kavmi Hz. Musa'yı öldürmek üzerine ittifak edip Firavun ai­lesinin mümini de onların kararlaştırdıkları bu komployu Hz. Musa'ya bildi­rince ve Mısır'dan çıkmasını öğütleyince, Hz. Musa Medyen topraklarına doğru Allah'ın himayesi ve irşadıyla yaya olarak yola çıktı. Zira İsrailoğulla-rı ile Medyen halkı arasında akrabalık bağı vardı. İsrailoğulları İbrahim oğ­lu İshak oğlu Yakup (a.s.) evlâdından, Medyen halkı ise Hz. İbrahim'in evlâ-dmdandı.

Hz. Musa (a.s.) orada Hz. Şuayb'm (a.s.) kızıyla evlendi. Yolda kendisine peygamberlik verildikten sonra da Mısır'a döndü. [20]

 

Açıklaması

 

"Musa Medyen tarafına yönelince: Umarım, Rabbim bana doğru yolu gösterir, dedi." Yani Musa Firavun'un şehrini terk ederek Medyen tarafına yönelmişti. Zira -daha önce beyan ettiğimiz gibi- kalbine onlarla arasında akrabalık bağı olduğu fikri doğdu. Zira onlar Medyen b. İbrahim (a.s.) nes­linden idiler, kendisi de İsrailoğullarındandır

Fakat yolu bilmeyince Allah Tealâ'nın lütfuna dayanarak: "Ey Rabbim! Beni en doğru yola ilet." dedi. Allah da ona lütufta bulundu ve onu doğru yo­la iletti. Musa üç yoldan orta yolu tercih etti. Âdet olduğu üzere insanlara yol hakkında soru soruyordu.

İbni İshak diyor ki: Musa Mısır'dan Medyen'e azıksız ve bineksiz gitti. Bu iki belde arası 8 günlük yol mesafesi idi. Yemeği sadece ağaç yaprakları idi. Medyen, Filistin diyarında Akabe körfezinin kuzeyinde bulunmaktadır.

Medyen olayları aşağıdaki şekilde gelişmiştir:

1- Su civarındaki çobanların durumu: "Medyen Suyu'na vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir cemaat buldu. Onların gerisinde de hayvan­larının suya gitmesini engellemeye çalışan iki hanım gördü. Onlara: Meseleniz nedir? dedi. Onlar da: Çobanlar, sulayıp çekilmeden biz sulayanlayız. Ba­bamız ise oldukça yaşlı bir adamdır, dediler."

Yani Musa Medyen'e varıp Medyen Suyu'na gidince koyun çobanlarının koyunlarını suladığı bu kuyunun yanına yaklaştı ve orada hayvanlarını su­layan bir topluluk gördü. Onların alt tarafında koyunlarının diğer çobanla­rın koyunlarıyla karışmaması ve başkalarına eziyet vermemesi için diğer ço-aanlarm koyunlarıyla birlikte suya gitmelerine mani olmaya çalışan iki ka­dın gördü.

Hz. Musa (a.s.) onları görünce duygulandı ve kadınlara acıdı. Onlara:

-  Sizin meseleniz nedir? Probleminiz nedir? Niçin diğerleriyle beraber ;uya gitmiyorsunuz? dedi. Kadınlar şöyle dediler:

- Biz o topluluk su alma işini bitirmeden koyunlarımızı sulayamıyoruz. Babamız ise bizzat çobanlık yapamayacak ve koyunları sulayamayacak ka­dar pir-i fani bir ihtiyardır. Dolayısıyla biz de gördüğün şu duruma düşmeye mecbur kaldık. Bu daima kuvvetlinin zayıf karşısındaki tavrıdır. Güçlü olan saf, arı sudan içer, zayıf olan suyun geri kalan kısmından içer.

Bu ifadede kadınlara bizzat sulamaya katılmaları hususunda Hz. Mu­sa'ya özür beyan edilmekte, babalarının yaşlılığı ve ihtiyarlığı sebebiyle su­lamaya katılamadığına dikkat çekmekte ve kendilerine yardım etmesi husu­sunda Hz. Musa'nın şefkati talep edilmektedir.

2- Hz. Musa'nın kadınların koyunlarını sulaması ve Cenab-ı Hakka ni­yazda bulunması: "Bunun üzerine Musa onların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. Daha sonra: "Ey Rabbim! Bana indireceğin hayra çok muhtacım," dedi."

Yani Hz. Musa (a.s.) -İbni Ebî Şeybe'nin Hz. Ömer'den (r.a.) rivayetine göre- ancak on adamın kaldırabileceği bir kaya ile ağzı örtülü bir başka kuyuya vardı. Bu kuyunun ağzındaki kayayı kaldırarak bu kadınların ko­yunlarını suladı. Sonra da kayayı tekrar aynı yerine koydu ve istirahat et­mek için bir ağaç gölgesine çekildi. Cenab-ı Hakk'a şöyle niyazda bulundu.

- Ya Rabbi! Ben açlık belâsını kaldırmak için az veya çok hayra -yiyece­ğe- muhtacım.

Hz. Musa'nın duasında "fakîr" kelimesi "lâm" harf-i cerri ile kullanıl­mıştır. Çünkü bu kelime "sâil" ve "tâlib" manasını da ifade etmektedir.

Burada Hz. Musa'nın kadınların koyunlarını güneş sıcağında suladığı­na, Hz. Musa'nın mükemmel kuvvetine, Firavun'un sarayında rahat bir ha­yat sürmesine rağmen ağır hayat şatlarına alışkın, yiğit ve dayanaklı bir kimse olduğuna dair bilgiler vardır.

İbni Abbas diyor ki: Hz. Musa (a.s.) Mısır'dan Medyen'e kadar yaya git­ti. Onun yiyeceği baklagiller ve ağaç yapraklarıydı. Bineksiz idi. Medyen'e ulaşınca ayağındaki terlikler de iyice giyilmez olmuştu. Gölgeye oturdu. O

Allah'ın kullarından en seçkini idi ve açlıktan karnı sırtına yapışmıştı. Bak­lagillerin yeşilliği adeta karnından dışa vuruyordu. O bir hurma parçasına muhtaçtı.

3- Zorluktan sonraki rahatlık: "O sırada hanımlardan biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi. "Babam hayvanlarımızı sulama ücretini vermek için seni çağırıyor." dedi."

Yani kızlar koyunlarla eve çabuk dönünce babaları bu durumu garip karşıladı ve onlara bunun sebebini sordu. Onlar da Hz. Musa'nın yaptığı işi anlattılar. Babaları da onu davet etmek için kızlarından birini gönderdi. Kız­lardan biri hür kadın yürüyüşüyle haya içerisinde örtüsünü bürünmüş, yü­zünü elbisesiyle örtmüş, erkeklerle konuşmaya hevesli olmayan bir kişi eda­sıyla geldi. Edep, haya ve iffet içerisinde:

- Babam bize yaptığın bu iyiliğe karşı sana mükâfat vermek ve koyunla­rımızı sulamanın ücretini ödemek için seni çağırıyor, dedi.

Alimler bu "baba" nın kim olduğunun belirlenmesinde ihtilâf etmişler­dir. Cumhur'a göre -yahut pekçok alime göre- meşhur olan görüş Hz. Musa'yı çağıran kızların babaları Medyen halkına peygamber olarak gönderilen Hz. Şuayb (a.s.) dır. Bu iki kadın da onun kızlarıdır[21] Ayrıca -Razî'nin dediği gi­bi- bu kıssada dinin kabul etmeyeceği hiçbir şey de yoktur.

Hz. Musa (a.s.) kadının bu davetini ücret almak için değil, yaşlı zatın duasını almak için kabul etti.

Rivayete göre: Kadın: "Sana ücret vermek için" dediği zaman Hz. Musa (a.s.) bundan hoşlanmamış, kendisine yemek takdim edilince de:

- Biz dinini dünya karşılığında satmayan ve iyiliğe karşı bedel kabul et­meyen bir aileyiz demiş, Hz. Şuayb (a.s.) da ona şöyle demişti:

-  Bu bize misafir olan herkese karşı adetimizdir. Ayrıca zaruri durum­larda haramlar mubah sayılır.

Hz. Musa (a.s.) babasının evini gösteren kadınla birlikte gitti. Ancak ka­dına bakmamak için onun arkasında yürümesini ve arkadan yolu tarif etme­sini istedi. Bu Allah'ın kendilerini peygamberliğe hazırladığı kimselerin ede­bidir.

4- Yaşlı zatla güven ve huzur sohbeti: "Bunun üzerine Musa kızların ba­basına varıp başından geçenleri anlattığında o zat: Korkma artık o zalim ka­vimden kurtuldun, dedi."

Yani Hz. Musa yaşlı zatın yanma gidip Firavun ve kavminin küfür ve tuğyanını, İsrailoğullarına yaptığı zulmü, Mısır'dan çıkış sebebini ve onların kendisini öldürmeyi planladıklarını anlatınca o zat: "Korkma, huzur içinde ol, kalbin hoş olsun. Çünkü sen zalimlerin saldırısından kurtuldun. Onların memleketinden çıktın. Onların bizim ülkemizde hakimiyetleri yoktur." Hz. Musa da mutmain oldu. Gönlü endişeden sükûnete erdi.

5- Kızın babasından güçlü ve güvenilir kimseyi ücretle tutması talebin­de bulunması: "Kızlardan biri: Babacığım onu ücretle çalıştır. Çünkü aücret-le tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır, dedi."

Kızlardan Hz. Musa'yı babasına çağıranı: "Babacığım bu koyunları güt­mek için onu ücretle çalıştır. Zira ücretle tutacağın en hayırlı kişi odur. Çün­kü o koyunları korumak ve işlerini görme hususunda güçlü kuvvetli ve hain­lik etmesinden korkulmayan emin bir kişidir." dedi.

Hz. Şuayb'ın (a.s.) kızı ücretlinin en güzel sıfatları olarak "görevini yeri­ne getirme hususunda güçlü olma" ve "bir şeyi koruma hususunda güvenilir olma" sıfatlarını zikretti. Bu iki sıfatın kaynağı kızın Hz. Musa'da müşahede ettiği durumdur.

Babası Hz. Şuayb (a.s.) kızma:

- Bunu nereden anladın? dedi. Kız da babasına:

-  O ancak on kişinin kaldırabileceği bir kayayı kaldırdı. Ayrıca ben onunla birlikte gelirken onun önüne geçtim. Bana: Arkamdan gel, yanlış yo­la girersem önüme bir çakıl taşı atarak yolu bana tarif et, dedi.

Abdullah b. Mes'ud (r.a.) demiştir ki: İnsanların en ferasetlileri üç kişi­dir:

- Hz. Ömer'i (r.a.) yerine tayin eden Hz. Ebubekir.

- Hanımına "Yusuf a iyi muamele et." diyen vali.

-  "Babacığım, Onu ücretle çalıştır. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayır­lısı güçlü ve güvenilir bir adamdır." diyen Hz. Şuayb'ın (a.s.) kızı.

6- Hz. Musa'nın (a.s.) Hz. Şuayb'a (a.s.) hısım olması: "Kızların babası: Bana sekiz yıl çalışman şartıyla seni bu iki kızımdan biriyle evlendirmek isti­yorum. Eğer bunu on yıla tamamlamak istersen bu senden bir ikram olur. Fakat seni zora sokmak istemem. İnşaallah beni salihlerden bulucaksın, de­di."

Yani Hz. Şuayb (a.s.) Hz. Musa'nın güçlü ve güvenilir bir adam olduğu­na kani oldu ve Hz. Musa'ya şöyle dedi:

- Ben seninle hısım olmak ve bu iki kızımdan birini sana nikahlamak is­tiyorum. Dilediğini seç. Bu iki kızın adları Safûriya ve Liya'dır. Mihir ise, ko­yunlarımı sekiz yıl gütmendir. İki sene ziyadesiyle teberruda bulunursan bu sana aittir. Yoksa sekiz sene yeterlidir. Bundan sonra da bu süre hakkında veya bir başka konuda seninle tartışarak seni zorlamak istemem. Beni genel anlamda salih bir kimse, dolayısıyla güzel muamele eden ve yumuşak davra­nan biri olarak göreceksin... Hz. Şuayb (a.s.) Allah adının bereketinden isti­fade etmek ve Allah'ın muvaffakiyetine ve yardımına dayanmak için "inşaal­lah" demiştir.

Hz. Musa (a.s.) buna şu şekilde cevap verdi: "Bu seninle benim aramda-dır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, haksızlığa uğramış olmam."

Yani Hz. Musa (a.s.) Hz. Şuayb'a (a.s.) hitaben şöyle dedi: Mesele sizin söylediğiniz gibi olsun. Bana bu iki kız hakkında ve bu iki süre -sekiz yıl ve on yıl konusunda tercih hakkı verdiniz. Her birimiz kendi şahsı adına şart koştuğu sözü yerine getirecektir. Ben on yıllık süreyi tamamlarsam bu be­nim tarafımdan bir ikram olacaktır. Sekiz yıllık süreyi tamamlarsam sorum­luluktan kurtulurum ve şartımı yerine getirmiş sayılırım. Dolayısıyla bu iki süreden birini tercih etmekte benim için bir mahzur yoktur. Sizin de benden bu iki seneden daha fazlasını isteme hakkınız yoktur.

Bu her ne kadar mecburi olmayıp mubah olsa da peygamberlik için Al­lah tarafından hazırlanan Hz. Musa (a.s.) bu iki süreden kâmil olanı tercih edecektir. Gerçekten Hz. Musa (a.s.) bu iki süreden daha fazlasını tamamla­mıştır.

İbni Cerir ve başkaları İbni Abbas'tan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

- Cebrail aleyhisselâm'a Musa bu iki süreden hangisini tamamladı? diye sordu. Cebrail (a.s.):

-  Daha fazla olan, daha kâmil olan süreyi tamamladı, diye cevap ver-di.[22]

Bu Hz. Musa (a.s.) ile Şuayb (a.s.) arasında yapılan bir sözleşmedir.

"Bu seninle benim aramdadır." ifadesi "Bu iki süreden hangisini" yani en uzun süre olan on yıllık süre ile en kısa süre olan sekiz yıllık süreden hangisini doldurursam doldurayım "Haksızlığa uğramış olmam." Yani hiçbir kimse fazla bir şeyi talep etmekle başkasına zulmetmesin, demektir.

"Söylediklerimize Allah vekildir." Herkesin kendisi için diğerine verdiği söze şahit ve vekildir. Vekil aslında bir meselenin kendisine havale edildiği kimsedir. Vekil şahit manasında kullanıldığı zaman "alâ" harf-i cerriyle kul­lanılmıştır. Bu cümle Hz. Musa'nın sözüdür. Bir başka rivayete göre Hz. Şu-ayb'ın sözüdür. [23]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar çıkarılmaktadır:

1- Hz. Musa (a.s.) Mısır'dan Filistin'de Akabe körfezinin kuzeyindeki Medyen'e yürüyerek 8 gün içerisinde ulaştı.

2- Hz. Şuayb'm (a.s.) kızlarının koyunları sulamaları dinde mahzurlu değildir. Arapların âdet ve geleneklerine uyularak yapılan bu uygulamayı din ve ahlâk reddetmez.

3- Hz. Musa (a.s.) Medyen'e giderken 7 gün hiçbir yiyecek tatmadı. Ni­hayet karnı sırtına yapıştı. Ta'riz yoluyla duaya yöneldi. Açık ifade ile iste­medi. Sadece az-çok herhangi bir hayrın indirilmesini talep etti.

Bu söz yemek veya başka bir şeye muhtaç olmaya delâlet etmektedir. Ancak müfessirler bunu yemek şeklinde anlamışlardır. İbni Abbas diyor ki: Açlıktan bîtap düşmüştü. Yediği ot ve baklagillerden rengi yeşillenmişti. Halbuki o Allah nezdinde mahlûkatının en değerlisi idi.

Burada dünyanın Allah katında önemsiz ve değersiz olduğuna işaret edilmektedir.

4- Hz. Musa'nın hanımların koyunlarını sulaması ve onların da o gün babalarının yanına erken varmaları Hz. Şuayb'ın (a.s.) kendisine dua etme­sine, onun yanında yemek yemesine, Rabbine yaptığı dua ve niyazının kabu­lüne sebep olmuştu.

Yemeğe ihtiyacı olmasına rağmen Hz. Musa (a.s.):

- Yemek yemeyeceğim. Biz dinimizi yeryüzü dolusu altın karşılığında bi­le satmayız, dedi. Hz. Şuayb (a.s.):

- Bu, sulamanın bedeli değildir. Ancak benim âdetim ve ecdadımın âdeti misafiri ağırlamak, yemek yedirmektir, dedi. O zaman Hz. Musa (a.s.) yemek yedi.

5- "Zalim kavimden kurtuldun." ifadesi o tarihlerde idarecilerin hakimi­yetinin belirli bir bölgeye mahsus olduğuna delâlet etmektedir. Medyen Fira-vun'un hakimiyet bölgesi dışındadır.

7- "Ben seni evlendirmek istiyorum." ayetinde velinin kızını nişanlamak için erkeğe arz etmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu eskiden beri yaygın bir sünnettir. Medyen'in en salih şahsiyeti Israiloğullarmm en salih şahsiyetine kızıyla evlenmesini teklif etmiştir. Hz. Ömer (r.a.) kızını Hz. Ebubekir ve Hz. Osman'a arz etmiştir. Kendi nefsini Rasulullah'a bağışlayan kadın kendisini Rasulullah'a (s.a.) arz etmişti.

Buharî ve Nesaî, Abdullah b. Ömer'den (r.a) rivayet ediyor: Hafsa Huza-fe b. Huneys'ten dul kalınca Hz. Ömer (r.a.) Hz. Osman (r.a.)'a:

Dilersen Ömer kızı Hafsa'yı sana nikahlayayım, dedi. Aynı şekilde Hz. Ebubekir'e (r.a.) de teklif etti. Fakat her ikisi de kabul etmediler. Çünkü Pey­gamberimiz (s.a) Hafsa'yı hayırla anmıştı. Bunu bilen Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) bu sırrını açığa vurmamışlardır. On­lar Efendimiz'in (s.a.) Hafsa'yı hayırla anmasından kendisinin onunla evlen­meyi arzu ettiğini anlamışlardı.

8- "Seni nikahlamak istiyorum." ifadesi nikâhın kızın kendisine değil velisine ait bir görev olduğuna delildir. Çünkü Hz. Musa'nın nikâhını Med­yen'in en salih zatı üstlenmişti. Nikâh'ın velinin iznine tabi olduğu görüşü alimlerin cumhurunun görüşüdür. İmam Ebu Hanife buna muhalefet etmiş­tir. Bu konu daha önce nikâh ayetlerinin tefsirinde geçmişti.

9- Bu ayet aynı zamanda babanın bulûğa eren bakire kızını kendisinden izin almaksızın evlendirme hakkına sahip olduğuna delâlet etmektedir.

İmam Ebu Hanife diyor ki: Kız bulûğa erince onu kendi rızası olmadan hiçbir kimse evlendiremez. Zira o artık "mükellef olmuştur. Ama henüz bu­lûğa ermemişse velisi onu rızası olmaksızın evlendirebilir. Zira -ittifakla- bu­lûğa ermemiş kimsenin ne iznine, ne de rızasına itibar edilir.

10- Şafiîler "Seni nikahlamak istiyorum." ayetini nikâhın sadece tezvic (evlendirme) ve inkâh (nikahlama) lafızlarına bağlı olduğuna delil olarak ge­tirmişlerdir.

Malikîler: Nikâh her lafızla akdedilebilir (geçerli olur) demişlerdir.

İmam Ebu Hanife'ye göre nikâha şahit getirdiği zaman ebedî olarak temlik etme manasındaki "hibe ettim..." gibi her lafızla nikâh akdedilmiş olur. Zira talâk (boşama) sarih ifade ile ve kinaye yoluyla vaki olmaktadır. Nikâh da aynen bu şekildedir. Rasulullah'a (s.a.) has olan mihirsiz evliliktir, yoksa hibe lafzıyla evlilik Efendimiz'e (s.a.) has değildir.

11- "Şu iki kızımdan biriyle..." ifadesi evlilik teklifidir, akit değildir. Çünkü akit olsaydı üzerine akit yapılan kişinin mutlaka belirtilmesi gerekir­di.

12- Mekkî diyor ki: Bu ayette bu nikâhın bazı özellikleri belirtilmekte­dir: Meselâ zevce belirlenmemiştir. Şart koşulan çalışma süresi sürenin ba­şında kesin olarak tahdit edilmemiştir. Mihir icare (ücretli olarak çalışma) şeklinde olmuştur. Hz. Musa hiçbir meblağ ödemeden zifafa girmiştir.

Ancak bu görüş tenkide tabi tutulmuştur:

a) Zevcenin belirlenmesi bir başka ittifakla olmuştur. Önce nikâhı müc­mel ifade ile arz etmiş, daha sonra zevce belirlenmiştir.

b) Sürenin başlangıcının zikredilmesine gelince, ayette bunun dikkate alınmadığını gerektiren bir ifade yoktur. Bilakis bu konuda sükût edilmiştir. Buna göre ya ikisi bu konuda ayrıca anlaştılar, ya da bu süre akdin yapıldığı günden itibarendir.

c) İcare menfaati mukabilinde evlilik hususu ayette gayet açıktır. Bu durum şeriatımızın ikrar ettiği bir husustur. Bunun delili hadis imamlarının Kur'an'dan bir şey üzerine evlilik hakkında rivayet ettikleri hadistir. Hadi­sin bir rivayetinde: "Ona yirmi ayet öğret. Senin hanımın olsun." ifadesi var­dır.

Fıkıh alimlerinin bu konuda üç ayrı görüşü vardır:

- İmam Malik bunu "mekruh" saymıştır.

- İbnül-Kasım ve Hanefîler "caiz" görmemişlerdir.

- İbni Habib, Şafiîler bu ayeti delil sayarak "caiz" görmüşlerdir.

d) Mekkî'nin: "Hz. Musa hiçbir meblağ ödemeden zifafa girmiştir." ifade­sinde ise ihtilâf edilmiştir.

İbnü'l-Kasım bunu kabul etmemektedir. Dolayısıyla kocanın çeyrek di­nar bile olsa mihir ödemeden zifafa girme hakkı yoktur. Malikilerin son de­vir âlimleri ise bunu caiz görmüşlerdir. Zira mihrin veya mihrin bir bölümü­nün peşin olarak verilmesi müstehaptır.

13- Ayet icare ve nikâh akdinin birlikte yapıldığına delâlet etmektedir. İbnü'l-Arabî el-Malikî sahih olan rivayete göre bunu caiz görmektedir. Zira ayet buna delâlet etmektedir. Zaten İmam Malik de: "Nikâh alışverişe benze­mektedir. İcare ile bey' (alım-satım) ya da bey' (alım-satım) ile nikâh arasın­da hangi fark vardır?" demiştir.[24]

İbnü'l-Kasım -meşhur rivayete göre- bunu kabul etmemiş ve şöyle de­miştir: "Birbirine zıd diğer akitler gibi bu iki akdin maksatları farklı olduğu için caiz değildir, zifaftan önce ve sonra akit fesholur."

14- "Beni sekiz yıl kiralaman şartıyla..." ifadesi hizmetin cinsi beyan et­meksizin, sadece müddeti beyan ederek mutlak hizmeti zikretmenin caiz ol­duğuna delâlet eder.

İmam Malik bunu caiz görmüş ve şöyle demiştir. Bu caizdir ve örfe ham-lolunur. Medyen'deki salih zatın sadece koyun gütme işi vardı.

İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî ise: "İşin cinsi bildirilmedikçe caiz de­ğildir. Çünkü bu bilinmemektedir." demişlerdir.

15- Alimler bir çobanın belirli sayıdaki koyun sürüsünü gütmek üzere, belirli bir müddetle ve belirli bir ücretle çalıştırılmasının caiz olduğu husu­sunda icma etmişlerdir.

Ücret mutlak olup tesmiye edilmez ve belirlenmezse Malikîlere göre örf­le amel edilerek icare caiz olur. İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî: "Ücretin belirli olmaması sebebiyle icare caiz değildir." demişlerdir.

16- "Sekiz yıl... Eğer ona tamamlarsan bu senin tarafından bir ikram­dır. " ayeti İmam Evzaî'nin görüşüne delâlet etmektedir. Ona göre: "Ben bunu peşin 10 dinar ya da bilâhere ödenmek üzere 20 dinara sattım." denirse bu sahihtir. Alıcı ise muhayyerdir. Alıcı hangisini kabul ederse sahihtir.

Ebu Davud'un Sünen'inde rivayet edilen: "Kim bir kimse ile iki fiatla alım-satım yaparsa o kimsenin tercih hakkı vardır, aksi takdirde faiz olur." hadisi bu görüşe hamlolunmuştur.

17- Hanbeliler geçen bu ayeti ücretlinin yemek ve giyecek karşılığı çalış­tırılmasının sıhhatli olduğuna delil getirmişlerdir.

İbni Mace'nin Sünen'inde Uthe b. Münzir es-Sülemî'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunu te'yit etmektedir: Biz Rasulullah'm (s.a.) yanmdaydık. Ta, sîn, mîm suresini okudu. Nihayet Hz. Musa'nın kıssasına gelince Efendimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Musa kendisine iffetli bir hayat ve karın tokluğu karşılığında 8 yıl ya da 10 yıl hizmete tahsis etti. "[25]

18- İmam Malik diyor ki: Çobana tazminat mecburiyeti yoktur. Onun kaybolan ya da çalınan mal hususundaki ifadesi tasdik edilir. Çünkü çoban vekil gibi güvenilir bir kişidir. Çoban salih bir kimse olup mal üzerine titre­diği bilinen bir kişi ise kendi görüşü sebebiyle telef olan malı ödemek mecbu­riyeti yoktur. Fasık ve fesat ehli ise mal sahibinin malı tazmin ettirme hakkı vardır.

19- Uyeyne b. Hısn Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Musa kendini karın tokluğu ve iffetini koruma karşılığında kiraladı."

Koyunun doğuracağı yavru gibi meçhul bedel karşılığında icare akdi ca­iz değildir. Çünkü koyunun doğurması belirli değil, meçhuldür. Zira Müs­lim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a) garardan (meçhul bedelle yapılan akitten) nehyetti.

Bezzarm '"zayıf bir senetle Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a) dişi hayvanın karnında bulunan yavrunun ve erkek hayvanın sulbünde bulunan yavrunun satılmasından nehyetti.

Raşid b. Ma'mer koyun gütme üzerine üçte bir ve dörtte bir mukabilinde caiz görmektedir. İbni Şirin ve Atâ: "Elbise kendisinden bir hisse mukabilin­de dokunabilir" demiş, İmam Ahmed de bunu kabul etmiştir.

20- Nikâhta denklik dikkate alınan bir konudur. Alimler din, mal, nesep v.b. konularda denkliğe itibar edilip edilmeyeceği hususunda ihtilâf etmişler­dir.

Malikiler nezdinde sahih olan husus mevalilerin (azatlıların) Arap ha­nımlarla ve Kureyş hanımlarıyla nikâhlanmasının caiz olduğudur. Bunun delili: "Sizin Allah katında en değerli olanınız Allah'tan en çok korkanınız-dır." (Hucurat, 49/13) ayetidir.

Hz. Musa (a.s.) Medyen'deki salih zata garip, yurdundan kovulmuş, korkmuş, yapayalnız olarak geldi. Hz. Şuayb (a.s.) Hz. Musa'nın dindarlığını anlayıp durumunu görünce ve bunun dışındaki şeylerden feragat edince kızı­nı ona nikahladı.

21- Kadının velisi kendi nefsi için bir şeyi şart koştuğu zaman alimler kocanın elinden çıkarttığı ve kadının eline girmeyen şeyler hususunda iki görüş halinde ihtilâf etmişledir:

Birinci görüşe göre bu caizdir.

İkincisine göre ise caiz değildir. Bu mihir üzerine ilâve olup haramdır.

Hz. Şuayb'ın (a.s.) tavrı birinci görüşü te'yit etmektedir.

Hz. Şuayb (a.s.) kendi lehine Hz. Musa'nın sekiz yıl koyun gütmesi şartını koymuş, mihri tefviz ile terk etmiştir. Tefviz nikâhı caizdir. Bu durumda (mihr-i misil) vaciptir.

22- Üzerinde ittifak edilen şartlar akitlerde yazılır. Sonra da şöyle deni­lir: Ayrıca bu şekilde ikram yapılabilir.

Böyle bir akitte şart yalnız başına tenfiz edilir. İkram serbest olarak yalnız başına bırakılır.

Hz. Şuayb'ın (a.s.) yaptığı da budur. Sekiz yıl ücretle çalışma şartını zik­retmiş, ikramı Hz. Musa'ya bırakmıştır. Bu da dilerse iki yıl daha çalışmak­tır.

23- "Allah söylediklerimize vekildir." ayetinde nikâh üzerine her iki ta­raf için Allah şahit kılınmıştır. Hz. Şuayb ve Hz. Musa insanlardan hibçir kimseyi nikâh için şahit kılmamışlardır.

Alimler nikâh şahitliğinin vacip olması hususunda iki görüşe ayrılmış­lardır:

Birincisi cumhurun görüşüdür ki buna göre nikâh iki şahit olmadan 'ak­dedilemez.

İkincisi ise İmam Malik'in görüşüdür: Nikâh şahitsiz akdedilebilir. Çün­kü bu "muâvada" akdidir. Böyle bir akitte şahit getirmek şart koşulmaz. Sa­dece "ilân" ve "açık ifade" şart koşulur. Nikâhla zina arasındaki fark "def ça-lınmasıdır." [26]

 

Hz. Musa'nın Mısır'a Dönüşü Ve Peygamberliği

 

29- Musa süreyi tamamlayıp da aile­siyle birlikte Mısır'a doğru yola çıktı­ğında 'Tur" tarafında bir ateş gördü. Ailesine: "Siz burada bekleyin. Ben bir ateş gördüm. Belki size oradan bir haber getiririm ya da ateşten bir kor getiririm de ısınırsınız" dedi.

30- Musa ateşin yanına  gelince, mukaddes   yerdeki   vadinin   sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nida edildi: "Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allahımr

31- Asanı bırak (denildi). Musa asanın yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan kaçtı. Tekrar şöyle nida edildi: "Ey Musa!. Geriye dön, korkma!. Çünkü sen emniyette olanlardansın.

32- Elini koynuna sok, kusursuz pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çıksın. Korkudan dolayı uzattığın ellerini kendine çek. Bu ikisi, Firavun ve adamlarına göstermen için Rab-binden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar fasıklardır."

 

Belagat:

 

"Asasının yılan gibi hareket ettiğini görünce..." ifadesi mücmel ve mür-sel teşbihtir. Burada benzetme yönü hazfedilmiş ve bu sebeple bu teşbih mücmel bir teşbih olmuştur.

"Elini koynuna sok." ifadesi kinayedir. Ayetteki "cenah (kanat)" kelimesi "el" manasında kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü kuş için kanat ne ise, in­san için de el odur. [27]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Musa süreyi tamamlayınca" Şuayb (a.s.) ile aralarında ittifak edip be­lirlenen hizmet müddetini yani on yıl koyun gütme süresini doldurunca ve hanımın babasının da izniyle "ailesiyle birlikte" Mısır'a doğru "yola çıktı." Ri­vayete göre Musa uzun olan müddeti (10 yılı) tamamlayıp geri dönmeye ka­rar verdi. "Tur" Sina'daki Tur dağı "tarafında" uzaktan "bir ateş gördü. Aile­sine: Siz burada bekleyin. Ben bir ateş gördüm. Belki size oradan" yol hak­kında "bir haber getiririm." dedi. Zira Hz. Musa (a.s.) Mısır yolunu bulama­mıştı. "Ya da ateşten bir kor" yani yanan bir ateş parçası ya da başında ateş bulunan bir odun parçası "getiririm de" siz bununla "ısınırsınız."

"Musa ateşin yanına gelince mukaddes yerdeki" Allah'ın Musa'ya hitap ettiği için mübarek kıldığı "vadinin sağ tarafındaki ağaçtan" Musa'ya "nida edildi."

Bu ayetteki "şecere (ağaç)" kelimesi "şatı (kıyı)" kelimesinden bedel-i is­timal olarak bedeldir. Çünkü bu ağaç vadinin kıyısında yetişmişti. Bu ağaç hünnap veya böğürtlen ağacı idi.

"Musa asâsınını yılan gibi..." Buradaki cânn, evlerde bulunan ve eziyet vermeyen küçük yılan demektir. Şekil itibariyle ya da sürat yönünden büyük yılanlara benzediğinden ya da çok çabuk hareket etmesi ve büyüklüğü sebe­biyle cinnî gibi telakki edildiğinden "cânn" denilmiştir.

"Asanın hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan" asayı bırakarak "kaçtı" korkudan geri çekilip uzaklaştı. Tekrar şöyle nida edildi. "Ey Musa! Geriye dön, korkma! Çünkü Sen" korkulardan "emniyette olanlardansın." Zi­ra benim nezdimde peygamberler korkmazlar.

"Elini koynuna sok." Elbisenin cebine sok ve çıkar. "Kusursuz" yani ba-ras hastalığı gibi hiçbir ayıp olmaksızın "pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çıksın. Korkudan" Elinin parlamasından dolayı meydana gelen ürpermeden "dolayı" korkudan ellerini uzatan kimse gibi yılandan korunmak için "uzattı­ğın ellerini kendine çek." Ayette "el" hakkında "cenah" kelimesi kullanıldı. "İşte bu" yani asâ ve el "iki burhandır." Gönderilen iki delilde iki hüccettir. "Fasıklar" Allah'ın hududundan dışarı çıkanlardır. Böylece kendilerine pey­gamber gönderilmeye lâyık olmuşlardır. [28]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Musa (a.s.) belirtilen iki hizmet süresinden daha uzun olanını -10 seneyi- tamamlayınca yakınlarını ziyaret etmek için Mısır'a dönmeye karar verdi.

Soğuk bir kış gecesinde Mısır'a doğru yoluna devam ederken Tur dağı tarafında bir ateş gördü. Ailesine ateşten bir parça getirmek için müsade al­dı ve yerlerinde beklemelerini söyledi. Ateşin yakınına varınca Rabbi ona hi­tap etti, böylece nübüvvet ve risalet verdi. [29]

 

Açıklaması

 

"Musa süreyi tamamlayınca..." Hz. Musa iki süreden uzun olanını –yani on yıl Hz. Şuayb'ın (a.s.) koyunlarını gütme hizmetini- tamamladı.

Bu aynı zamanda ayetten de anlaşılmaktadır. Zira Cenab-ı Hak "Musa süreyi tamamlayınca" demiştir. Bunun manası iki süreden daha fazla olanını tamamlamıştır demektir. Bu tarz ifade iki sürenin bildirilmesinden sonra gelmiştir. Bir sürenin sonunda gelseydi sadece o sürenin tamamlandığı anla­şılırdı.

Hz. Musa ailesi -yani hanımıyla birlikte- arzu ettiği istikamete doğru yola devam etti. Nur dağı civarında uzaktan ışığı görünen bir ateş gördü. Ai­lesine ateşin yanına gidip yol hakkında bilgi alıncaya ya da soğuktan ısına-bilmeleri için bir kor veya yanan çıra alıp gelinceye kadar beklemelerini em­retti. Zira yağmurlu, soğuk ve karanlık bir gecede yola çıkmışlar, yolu da kaybetmişlerdi. Hz. Musa sadece ailesiyle birlikte olup yanlarında başkaları yoktu.

Ailesine saygı ifadesiyle çoğul sigasıyla "bekleyin" diye hitapta bulundu. "Bir haber getiririm" ifadesi yolu kaybettiğine delildir. "Belki böylece ısınırsı­nız" ifadesi ise havanın soğukluğuna işaret etmektedir.

"Musa ateşin yanına gelince mukaddes yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nida edildi: Ey Musa! Ben âlemlerin rabbi olan Allah 'im!"

Yani Musa uzaktan gördüğü ateşin yanma varınca Rabbi ona vadinin sağ tarafından yani batı cihetinden -Musa'nın sağ tarafından- nida etti.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Musa'ya o emri vahy'ettiği­miz vakit (Habibim) sen batı tarafında değildin, görenlerden de değildin." (Kasas, 28/44).

Bu ayet Hz. Musa'nın kıble yönündeki ateşe sağ tarafındaki batı tepesi­ne doğru yöneldiğini ifade etmektedir.

Rabbi mübarek vadide ağaç tarafından Hz. Musa'ya şöyle dedi: Ey Mu­sa! Ben âlemlerin rabbi olan Allah'ım. Şüphesiz ki ben senin rabbinim. Na­lını çıkar. Sen mukaddes Tuva vadisindesin. Yani sana hitap eden, seninle konuşan âlemlerin Rabbidir. Dilediğini yerine getirir. O'ndan başka hiçbir rab yoktur. O zatında, sıfatında, sözlerinde ve fillerinde mahlûkata benze­mekten münezzehtir.

Bu yer "mübarek" olmakla tavsif edilmiştir. Çünkü peygamberliğin baş­langıcı ve Allah Tealâ'nın kendisine hitap etmesi orada vaki olmuştur.

Risaletin başlangıcında "min şatı" kelimesiyle, Allah'ın kendisine hitap etmesine "Min-eşşecerati" kelimesiyle işaret edilmiştir. Yani O'na nida vadi kıyısından, ağaç tarafından gelmiştir.

Allah Tealâ bu esnada Hz. Musa'da bu kelâmın Allah'ın kelâmı olduğu şeklinde yakinî bir ilim yarattı. Hz. Musa (a.s.) -Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin gö­rüşüne göre kelâm-ı kadîmi ağaçtan değil bizzat Allah Tealâ'dan işitti. –Ebu Mansur el-Matûridî'ye göre ise Hz. Musa ağaçta yaratılan ve ağaçtan işitilen sesleri işitti.

Sonra da Yüce Allah Hz. Musa'yı şu iki mucize ile te'yit etti:

a) "Asanı bırak (denildi). Musa asasının yılan gibi hareket ettiğini gö­rünce arkasına bakmadan kaçtı."

Yani ona elindeki asanı bırak diye nida edildi. Asasını yere attı. Asâ ko­şan bir yılan oldu.

Hz. Musa (a.s.) bildi ve gayet iyi anladı ki kendisiyle konuşan ve kendi­sine hitap eden, bir şeye "ol dediği zaman hemen olur" hale getirendir.

Hz. Musa (a.s.) asanın hareket ettiğini, süratle kıpırdadığını görünce yahut titreme ve hareketiyle cinnîlere benzeyen bu durumu görünce kaçarak geri geri geldi. Dönüp arkasına bakmadı. Zira beşer tabiatı bundan nefret eder.

Cenab-ı Hak onun korkusunu şöyle diyerek sakinleştirdi: "Ey Musa! Ge­riye dön, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın."

Yani Ey Musa! Yerine ve ilk makamına dön. Yılandan veya ejderhadan korkma. Sen her çeşit kötülükten emniyet içindesin.

b) "Elini koynuna sok, kusursuz pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el çık­sın. " Yani elini cebine, baş tarafından gömleğinin üst tarafından koynuna sok ve sonra da elini çıkar; pırıl pırıl ışık dolu bir şekilde sanki bir ay parçası gibi kusursuz veya ayıpsız panldasın.

Bu geçen iki mucizeden korkusunun izale olması için Cenab-ı Hak ona hitaben şöyle buyurdu: "Korkudan dolayı uzattığın ellerini kendine çek." Yani elini göğsüne koy ki hissettiğin korku gitsin. Hz. Musa bir şeyden korktuğu zaman elini kendine çeker, yumar; bunu yaptığı zaman da meydana gelen korku giderdi.

Ona uymak için'kim bunu yapar, elini kalbine koyarsa inşaallahü tealâ hissettiği bu korku yahut onu korkutan şey dağılır. Güvenilecek olan yalnız Allah'tır.

İbni Abbas diyor ki: Korkan herkes elini göğsüne koyduğu zaman kor­kusu ortadan kalkar. "Bu asâ ve elin, Firavun ve adamlarına göstermen için Rabbinden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar fasıklardır." Yani bu iki mucize -asanın yere atılıp koşan bir yılan haline çevrilmesi mucizesi ile elini koynuna sokup kusursuz bembeyaz ve nurlu bir el olarak çıkması muci­zesi- Allah'ın kudretine ve senin peygamberliğinin doğruluğuna açık ve ke­sin bir delil olup Firavun ve kavminin reisleri, büyükleri ve adamlarına pey­gamber olarak gönderilmen hususunda seni te'yit etmektedir. Zira bunlar Allah'ın taatinin dışına çıkan, Allah'ın emrine ve dinine aykırı davranan bir kavimdir. Dolayısıyla bunlar bu iki mucize ile te'yit edilmiş olarak senin kendilerine gönderilmene lâyık kimselerdir. [30]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerde şu hususlara işaret edilmektedir:

1- Peygamberliğe hazırlanan kimseler Allah Tealâ tarafından tevcih ve ilham ile yürümektedirler. Hz. Musa Hz. Şuayb'e, verdiği kızının nikâhının mihri olarak koyunlarını gütme hizmetini tamamlayınca zevcesiyle birlikte soğuk ve karanlık bir kış gecesinde Mısır'dan Medyen'e geldiği şekilde binek-siz yaya olarak Medyen'den Mısır'a döndü. Hz. Musa Peygamberlik ahlâkına uygun ve hizmeti kâmil manada yerine getirmek için hizmet süresinden uzun olanını tamamlamıştı. Nitekim bu durum Peygamberimiz'in (s.a.) ha­berinde de aynı şekilde bildirilmişti.

Yolunu kaybeden, kendisinin ve ailesinin karşılaştığı şiddetli soğukta kalan Hz. Musa yol esnasında uzaktan bir ateş gördü. Ailesinden bulunduk­ları yerde kalmalarını istedi. Isınmak için bir parça ateş veya çıra almak, ateşin yanında bulunanlara yolu sormak için hemen koşup gitti.

2- "Ailesiyle birlikte yürüdü." ifadesi kocanın hakimiyet üstünlüğü ve derece yüksekliği olması sebebiyle hanımını dilediği yere götürebileceğine, ancak kadının nikâh esnasında ortaya koyduğu şartın bunun dışında olaca­ğına delâlet etmektedir. Zira müminler şartlara riayet ederler. Uyulması ge­reken en önemli şart nikâhta ileri sürülen şarttır.

3- Ateşin gösterilmesi kâinatın rabbi tarafından Musa'ya aziz olan Rab-bül-âlemin'in hitap sofrasına davet etmek ve ona nübüvvet ve risaleti ver­mekten ibaretti. Mutlak olarak en değerli ve en şerefli davet olan bu davet Hz. Musa'ya mübarek olsun. Zira bu davete icabet etmekle "Kelimullah" (Al­lah'ın kendisine bizzat hitap etme şerefine nail olan zat) ve tagutların büyü­ğü Firavun ile adamlarına gönderilen âlemlerin rabbi Allah'ın elçisi oldu.

4- Rabbi ona Tur dağının batı yönünde bir ağacın bulunduğu taraftan mukaddes Tuva vadisinin Musa'ya göre sağ tarafından gaipten latîf bir sesle nida etti. Bu nidanın ilk cümlesi nida edenin tanıtılması idi: "Ben âlemlerin rabbi olan Allah'ım!" Bu Ondan başkasının rab olma vasfının reddedilmesi idi.

Hz. Musa (a.s.) bu ilâhî kelâm sebebiyle Allah'ın elçisi değil Allah'ın seç­kin kullarından biri oldu. Zira rasul ancak risaletle emredildikten sonra olu­nabilir. Bu kelâmdan sonra risaletle emrolunacaktır. Bu ise "Artık sen emni­yette olan kimselerdensin." yani peygamberlerdensin ifadesidir. Bunun delili "Benim nezdimde peygamberler korkuya kapılmaz." ayeti ile "Bu asâ ve el, Firavun ve adamlarına göstermen için Rabbinden sana verilen iki mucizedir. Şüphesiz ki onlar (fasık) hak yoldan ayrılmış bir kavimdir." ayetidir.

5- Allah Hz. Musa'yı "asâ" ve "nurlu el" ile te'yit etti. Hz. Musa ilk anda bunlardan korkmuştu. Sonra Cenab-ı Hak onu teskin etti. Korkusunu gider­di. Kaçtıktan sonra onu tekrar Rabbine yakarış meydanına getirdi. Ona elini koynuna sokmasını söylemek suretiyle korku ilâcını verdi. Hz. Musa (a.s.) Firavun ailesinden veya yılandan korkarak titremiş Cenab-ı Hak O'na: "Eli­nin durumu ve parlaklığı sana korku verirse onu koynuna sok ve çıkar, ay­nen eski haline dönsün." demişti.

6- İbni Abbas -daha önce de zikredildiği gibi- şöyle buyurmuştur: Hz. Musa'dan (a.s.) sonra içine korku giren bir kimse elini koynuna sokar, göğsü­nün üzerine koyarsa bu korku ondan gider. Böylece peygamberlerin mihnet­leri ümmet için bir kurtuluş ve çıkış kapısı olmaktadır.

Bununla "Elini koynuna sok" emrinin gayesi anlaşılmaktadır. Bu da elin nurlu olarak çıkmasıdır. "Uzattığın ellerini kendine çek" emri korkunu gizle, açığa vurma anlamındadır.

Zemahşerî ve sonra da Razî: "Ayette geçen "cenah" kelimesiyle "el" kas­tedilmekte, iki yerden birinde "elini kendine doğru yum, kendine doğru çek" denilmekte, diğer yerde "Elini eline doğru yum" denilmektedir. Bunun sebebi ne olabilir?" demekte ve şu cevabı vermektedirler.

Birinci ifadede "yumulan el, geri çekilmesi istenen el" sağ eldir. İkinci ifadede "koynuna doğru elini sok" derken sol el kastedilmektedir. İki elden her biri "cenah"tır.[31]

 

Hz. Harun'un Peygamberliği, Firavunun Yalanlaması

 

33- Musa şöyle dedi: "Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm. Şimdi onların da beni öldürmelerinden kor­kuyorum.

34-  Kardeşim Harun, lisan bakımın­dan benden daha fasihtir. Bu sebeple beni doğrulayan bir yardımcı olması için, onu da benimle beraber peygam­ber olarak gönder. Çünkü onların be­ni yalanlamasından korkuyorum."

35- Allah şöyle buyurdu: "Seni karde­şinle destekleyeceğiz, İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, düşmanlarınız asla size dokunamayacaklardır. Mucizele­rimizle siz ikiniz ve size uyanlar mut­laka galip geleceksiniz."

36- Musa onlara apaçık mucizelerimi­zi getirince onlar: "Bu uydurulmuş bir sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik." dediler.

37- Musa şöyle dedi: "Rabbim nezdin-den kime hidayete vereceğini, dünya­nın iyi akıbetinin kimin olacağını da­ha iyi bilir. Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler."

 

Belagat:

 

"Yusaddikûnî (beni tasdik edecekler)" ve "yükezzibûnî (beni yalanlaya­caklar)" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz (mealde destekleyeceğiz)' ifadesi "desteklemek, takviye etmek" manasında sebebi söyleyip neticeyi an­latmak kabilinden mecaz-i mürseldir. Çünkü pazunun güçlendirilmesi elin güçlü olmasını, elin güçlü olması kuvvetli olmayı getirir. [32]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Musa şöyle dedi: Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm." Bu öl­dürülen kişi Mısırlı Firavun'un kavminden bir kıptî idi. "Şimdi onların da" bu sebeple "beni öldürmelerinden korkuyorum."

"Kardeşim Harun lisan bakımından benden daha fasihtir." Daha açık bir üslûba sahiptir. "Bu sebeple" benim söylediğim sözü daha iyi açıklamak, hücceti ortaya koymak, delilleri serdetmek, müşriklerle mücadele etmek ve şüpheleri çürütmek suretiyle "beni doğrulayan bir yardımcı olması için onu da benimle beraber peygamber olarak gönder..."

"Allah şöyle buyurdu: Seni kardeşinle destekleyeceğiz." Seni onunla güç­lendireceğiz ve onunla sana yardımcı olacağız. Ayetin kelime anlamı: Senin pazunu kardeşinle güçlendireceğiz demektir. "İkinize öyle bir güç" galibiyet, üstünlük ve kuvvetli bir hüccet "vereceğiz ki onlar size" kötü bir şekilde "do­kunamayacaklardır. "

"Musa onlara apaçık" gayet berrak "mucizelerimizi getirince onlar: Bu uy­durulmuş" asılsız "bir sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan" yani onların günlerinde meydana gelen "böyle bir şey işitmedik, dediler."

"Musa şöyle dedi: Rabbim nezdinden kime hidayet vereceğini" daha iyi bi­lir. Yani O benim haklı olduğumu, sizin delâlette olduğunuzu gayet iyi bilir.

"Âkıbetü'd-dâr" ahiretteki iyi sonuç demektir. "Dâr" dünyadır. Dünyanın aslî akıbeti cennettir. Çünkü dünya ahirete köprü olmak üzere yaratılmıştır. Bundan da maksat sevap ve cezadır.

"Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler." Dünyada hidayeti de ahi-rette güzel akıbeti kazanamazlar. Zalimler ise kâfirler demektir. [33]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak "Bu asâ ve nurlu el Firavun ve adamlarına göstermen için Rabbinden sana verilen iki mucizedir..." buyurduktan sonra Hz. Musa (a.s.) bu iki burhan ve mucize ile Firavun ve kavmine gideceğini anladı. Bundan dolayı Allah Tealâ'dan kalbini güçlendirmesini ve Firavun'a karşı duyacağı korkuyu gidermesini ve kardeşi Harun'u vezir olarak kendisiyle beraber gön­dermesini istedi. Allah da onun talebini kabul etti.

İki elçi -Hz. Musa ve Hz. Harun- tanrılık iddiasında bulunan Firavun'a kesin parlak bir hüccetle karşı çıkmışlardı. Firavun'un bunlara karşı tavrı sadece büyüklük taslamak ve inatçılık, iftira etmek ve bu mucizeleri uydur­ma bir sihirbazlık olduğu şeklindeki çürük bir ithamda bulunmaktı. [34]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ Firavun'dan kaçarak ve onun şiddetinden korkarak Mısır diyarından ayrılan Hz. Musa'ya Firavun'a gitmesini emredince; "Musa şöyle dedi: Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm. Şimdi onların da beni öldürmelerinden korkuyorum." Yani ya Rabbi, ben Fira-vun'un kavminden birini öldürdüğüm halde, nasıl Firavun ve kavmine gide­bilirim? Beni gördükleri zaman intikam duygusuyla beni öldürmelerinden korkuyorum.

"Kardeşim Harun lisan bakımından benden daha fasihtir. Bu sebeple be­ni doğrulayan bir yardımcı olması için onu da benimle beraber peygamber olarak gönder. Çünkü onların beni yalanlamalarından korkuyorum."

Yani kardeşim Harun lisan bakımından benden daha açıktır. Çocuklu­ğumdan beri dilimde bulunan pelteklik ve dil tutukluğu sebebiyle kardeşim benden daha güzel üslûba sahiptir. Çünkü çocukken ateş korunu elime almı­şım ve ateşle hurma arasında tercih yapmam istendiğinde ben ateş korunu dilimin üzerine koymuş olduğumdan böylece ifademde zorluk meydana gel­mişti. Bundan dolayı benim söylediğim ve Allah tarafından haber verdiğim hususlarda beni tasdik edecek, burhan ve delilleri açıklayacak, bu inkarcılar tarafından ortaya atılan şüpheleri çürütecek bir yardımcı ve vezir olarak kardeşim Harun'u benimle birlikte peygamber olarak gönder. Ben onların benim risaletimi yalanlamalarından korkuyorum.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Musa şöyle dedi: Rabbim, benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolayla. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir vezir olarak kardeşim Harun'u ver. Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl." (Tâ-Hâ, 20/27-32).

Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın bu talebini kabul etti ve şöyle buyurdu: "Se­ni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, düşmanlarınız asla size dokunamayacaklardır."

Yani Cenab-ı Hak, Musa'ya şöyle dedi: Biz seni peygamber olmasını is­tediğin kardeşinle kuvvetlendireceğiz, güçlendireceğiz.

Bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Musa! İstediğin sana verilmiştir." (Tâ-Hâ, 20/36). "Ona rahmetimiz cümlesinden kardeşi Ha­run'u da bir peygamber olarak ihsan ettik." (Meryem, 19/53).

Size ezici bir hüccet ve düşmanlarınıza karşı açık bir üstünlük verece­ğiz. Bu sebeple Allah'ın ayetlerini tebliğ etmeniz sebebiyle onların size eziyet etmelerine yol ve imkân yoktur.

Selef alimlerinden bazıları Hz. Musa'nın kardeşi Harun'un gönderilmesi talebi hakkında şöyle dediler:

Hz. Musa (a.s.) kardeşi hakkında şefaatte bulunmuş, bundan dolayı Ce­nab-ı Hak, Hz. Harun'u Hz. Musa ile birlikte nebi ve rasul olarak Firavun ve adamlarına göndermiştir. Bunun için Allah Tealâ Hz. Musa hakkında şöyle buyurdu: "O Allah katında itibarı yüksek bir zat idi." (Ahzab, 33/69).

Süddî diyor ki: İki peygamber ve iki ayet bir peygamberden ve bir ayet­ten daha kuvvetlidir.

"Mucizelerimizle siz ikiniz ve size uyanlar mutlaka galip geleceksiniz."

Yani siz ikiniz -Musa ve Harun- ayetlerimizle, mucizelerimizle gidin. Ya da biz size hakimiyet gücü vereceğiz. Yani mucizelerimizle sizi hakim kılaca­ğız. Yahut onlar size erişemiyeceklerdir. Yani ayetlerimizle kendinizi onlara karşı koruyacaksınız.

Sen -ey Musa!- kardeşinle birlikte, ikinize iman edenler ve sizin risaleti-nize tabi olanlarla beraber hüccet ve burhanla galip olacaksınız. Zira Al­lah'ın cemaati daima galip olanlardır.

Ayetlerin hakimiyetle irtibatlı kılınması asânm yılana çevrilmesini mu­cize kılmakta ve Firavun'un zararının Hz. Musa ile Hz. Harun'a ulaşmasını engellemektedir. Bu sebeple kıraat sırasında "ileykümâ" kelimesi üzerinde durmak caizdir. Okumaya devam etmek caiz olduğu gibi takdim ve te'hir de olabilir.

Cenab-ı Hak daha sonra Firavun'un Hz. Musa ile Hz. Harun'a karşı çık­ma tavrını açıklayarak şöyle buyurdu: "Musa onlara apaçık mucizelerimizi getirince onlar: Bu uydurulmuş sihirden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik, dediler."

Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Harun (a.s.) Firavun ve adamlarına Allah'ın ken­dilerine verdiği ve Allah'ın birliği ve Onun emirlerine uyma hakkında Allah tarafından haber verdikleri hususlarda kendilerinin doğruluğuna delâlet eden göz kamaştırıcı apaçık mucizeleri arz ettikleri zaman Firavun ve adam­ları şöyle dediler: Bu yapma, uydurma, yalan ve asılsız bir sihirbazlıktan ibarettir. Biz geçmiş atalarımızın günlerinde hiçbir ortağı bulunmayan ve tek olan Allah'a ibadet etme şeklinde yaptığınız bu daveti hiç işitmedik. Ata­larımızdan hiçbirini bu din üzerinde görmedik. Biz insanların Allah'la birlik­te başka tanrılara taptıklarını gördük.

Bu izlenmesi için hiçbir delil bulunmayan taklitçilik yoluna sarılmaktır. Hz. Musa (a.s.) buna şu cevabı verdi:

"Rabbim, nezdinden kimin hidayete ereceğini, dünyanın iyi akıbetinin kimin olacağını daha iyi bilir. Gerçek şudur ki zalimler kurtuluşa ermezler."

Yani Hz. Musa (a.s.) Firavun ve adamlarına şöyle cevap verdi:

Her şeyi yaratan, göklerin ve yerin gaybını bilen ve kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Rabbim Allah, hakkı batıldan ayırd etme hususunda benden de senden de daha iyi bilir. Doğruluğa davet eden, hakkı getiren ve büyük kurtuluşa onu ehil kılan kimseyi ve yardım, zafer ve destekle dünya­da güzel akıbete kimin kavuşacağını, ahirette sevap, rahmet ve ilâhî rızaya kimin nail olacağını Allah daha iyi bilir.

"Onlar için bu dünya yurdunun iyi bir sonucu vardır. (Bu sonuç) Adn cennetleridir." (Ra'd, 13/22-23); "Dünyanın iyi sonucu kimindir, yakında kâ­firler bilecektir." (Ra'd, 13/42).

O benimle sizin aranızda hüküm verecektir. Şüphesiz ki Allah'a şirk koşanlar kurtuluşa eremezler. Kazançlı çıkamazlar, bilakis bunun zıddına ula­şırlar.

Ayette hitap, cedel ve münazara konusunda yüksek bir edebî üslûp kul­lanılmıştır. Bu sebeple Hz. Musa kardeşinin hak yolda, başkasının batıl yol­da ve sapık olduğunu ilân etmeye teşebbüs etmedi. Sadece en sahih ve en doğru olanın sonunda galip olacağı hususunu ve nihaî hükmü tartışma zemi­ninde akla bir rol vermek için bu ifadeyi tekrarladı.

Hz. Musa'nın (37. ayetteki) bu ifadesi Peygamberimiz'in (s.a.) müşrikle­re söylediği şu ifade gibidir: "Hiç şüphesiz ya biz ya da siz (iki taraftan biri) mutlak hidayet üzerinde, diğeri apaçık bir sapıklıktadır." (Sebe, 34/24).

Nitekim ayetin sonu Firavun ve kavminin yaptıkları inatçılığa karşı on­ları zecretmekte ve onların bu mücadelede kaybeden taraf olacaklarını, gele­cekte pişmanlık duyacaklarını, yenilgiye uğrayacaklarını ima etmektedir. [35]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Düşmanla karşılaşma durumunda çeşitli maddî ve manevî silâhlarla donanmak zarureti vardır.

Hz. Musa (a.s.) yüce Allah'tan Firavun ve kavmini hiçbir ortağı olmayan ve tek olan Allah'a ibadet etmeye davet hususunda Allah'ın hüccetlerini ve açık mucizelerini beyan edip savunacak bir kimse olarak kendisine yardımcı ve vezir olması için kardeşi Harun ile kendisini te'yit etmesini talep etti. Zi­ra Hz. Musa'nın veziri ve yardımcısı olmasaydı muhatapları neredeyse ken­dilerini anlayamazlardı. Belki de eziyetle karşılaşırdı ve kardeşi bu konuda kendisine yardımcı olacaktı.

2- Hz. Musa'nın mantıklı niyazı ve durumuna uygun duası kabule lâyık ve gerçekleşmiş duadır.

Bunun için Allah Tealâ Hz. Musa'nın talebine icabet etti ve ona hitaben: "Seni kardeşinle takviye edeceğiz. İkinize de öyle bir hüccet ve burhan vere­ceğiz ki düşmanlarınız asla size eziyet vererek dokunamayacaklardır. Ayetle­rimizle onlardan korunacaksınız. Siz ikiniz ve size uyanlar ayetlerimiz ve mucizelerimizle mutlaka galip geleceksiniz." buyurdu.

3- Firavun ve kavmi hakkı idrak edemeyecek kadar körleşmişti. Gurur ve inatçılığa sarılmışlar. Hiçbir hüccet ve delili olmayan babalarını ve atala­rını körükörüne taklitçilik yoluna girmişlerdi. Bu akıl ve âdet yönünden kö-tülenecek bir durumdur.

Bunun için Firavun ve adamları şöyle demişlerdi: Bu mucizeler uydu­rulmuş yalan bir sihirbazlıktan ibarettir. Biz geçmiş tarihte Allah'ın birliği ve şirki terk etmek şeklinde bir davet işitmedik. Ayrıca Allah Tealâ'nm birli­ğini ispat etmek için Musa'nın ortaya koyduğu bu aklî hüccetlerin hiçbir kıy­meti yoktur.

4- Diktatör Firavun gibi zalim sultan ve idarecilerin eziyetinden korun­mak için yumuşaması ve hakka boyun eğmesini düşünerek kendisine cevap verirken mücadele ve münazarada "hikmef'in kullanılması gerekir.

Yüce Allah, nezdinden kimin hidayet getirdiğini ve mükâfat yurduna ki­min daha lâyık olduğunu en iyi bilendir. Hiç şüphesiz ki Allah'a şirk koş­mak, küfür ve masıyet işlemek suretiyle kendi nefislerine zulmedenler Allah katında ve ahirette hiçbir şey elde edemezler. Hz. Musa (a.s.) bunları ilân edince bu verdiği cevap hikmet dolu bir cevap olmuştur. [36]

 

Firavun'un Allah Tealâ'nın Rab Olduğuna Karşı Çıkması Ve Kavmiyle Birlikte İnatçılıklarının Akıbeti

 

38- Firavun: "Ey ileri gelenler! Ben si­zin benden başka tanrınız olduğunu bilmiyorum! Ey Hâmân! Haydi, benim için çamuru pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarını. Öyle sanıyorum ki, o yalancılardandır." dedi.

39- Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Bize döndürülemeyeceklerini sandılar.

40- Biz de Firavun'u ve askerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin akıbeti nasıl oldu, bir bak.

41-Biz onları dünyada cehennem ate­şine çağıran önderler yaptık. Kıya­met günü de kendilerine yardım edil­meyecektir.

42- Bu dünyada biz onları lanete uğ­rattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır.

43- Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya insanlar dü­şünsünler diye, insanların basiretleri­ni açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak Tevrat'ı verdik.

 

Belagat:

 

"Ey Hâmân! Haydi, benim için çamuru pişir." Zemahşerî (11/477) diyor ki: Firavun, benim için tuğla pişir, demedi. Çünkü Firavun ilk defa tuğla imal edendir. Bu sanatı Hâmân'a Firavun öğretti. Çünkü bu ibare Kur'anın fesahatına ve yüce mertebesine daha uygundur, diktatörlerin sözlerine çok benzemektedir. Firavun veziri ve arkadaşı olan Hâmân'a çamuru pişirmesini emretti. Sözün ortasında Firavun'un Hâmân'a "Yâ Hâmân!" diye nida etmesi onun azamet ve ceberûtuna delildir.

"... insanların basiretlerini açacak deliller olarak Tevrat'ı verdik." ifade­si teşbih-i beliğdir. Burada benzetme edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. Yani biz ona insanların kalpleri için nurlar gibi Tevrat'ı verdik demektir. [37]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hâmân" Firavun'un veziridir. "Haydi benim için çamuru pişir." Yani bana tuğla pişir. Hz. Ömer (r.a.) Şam diyarına yolculuk yaptığı sırada tuğla­dan yapılmış sarayları görünce şöyle demiştir: Ben Firavundan başka tuğla­dan bina yapan hiçbir kimse görmedim.

"Bana bir" yüksek "kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarım." Ona çıkarak yukarılara yükselirim. Sonra onu görür ve onun hak­kında bilgi sahibi olurum. Firavun sanki "Musa'nın ilâhı eğer varsa gökyü­zünde kendisine yükselmek mümkün olabilecek bir cisim olurdu." diye zan­netmişti ve şöyle devam etmişti:

"Öyle sanıyorum ki" Musa'nın kendisinin peygamber olduğu ve bir baş­ka ilâhın bulunduğu şeklindeki iddiasında "o yalancılardandır."

"Firavun ve askerleri yeryüzünde" Mısır diyarında "haksız yere" hiçbir hakları olmaksızın "büyüklük tasladılar." Onlar tekrar yaratılıp "bize döndü-rülmeyeceklerini sandılar."

"Biz de onu" yani Firavun'u "ve askerlerini yakalayıp denize attık."

Beyzavî diyor ki: Bu ayette yakalanma durumunun büyük bir olay oldu­ğu, yakalananların ise tahkir edildiği manası vardır. Sanki Firavun ve as­kerleri sayıca çokluklarına rağmen bir avuç içine alınıp denize atılmış gibi­dir.

"Biz onları dünyada cehennem ateşine çağıran" küfür ve masıyet işleme gibi cehenneme atılmayı gerektiren şeylere davet eden "önderler" dalâlet li­derleri "yaptık. Kıyamet günü de" kendilerinden azabın kaldırılması suretiy­le "onlara yardım edilmeyecektir."

"Bu dünya hayatında biz onları lanete" rahmetten kovulmaya ve rezilli­ğe "uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden" rahmetten ko­vularak uzaklaştırılan ve rezil edilenlerden "olacaklardır."

"Şüphesiz ki biz ilk nesilleri" Nuh, Ad, Semud ve Lût kavimlerini "helak ettikten sonra insanlar" ilâhî kitapta bulunan öğütlerden ibret alsınlar "dü­şünsünler diye" insanlara gerçekleri gösteren, hak ile batılı birbirinden ayırd eden "insanların basiretlerini açacak olan deliller" Allah Tealâ'nm yolu olan şer'î hükümler için kılavuz ve "hidayet rehberi ve" kendisine iman eden kim­seler için "rahmet kaynağı olarak Musa'ya Tevrat'ı verdik." Çünkü onlar Tev­rat'ta olan ayetlerle amel etseler Allah'ın rahmetine erişirlerdi. [38]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Musa ile Hz. Harun (a.s.) Allah Tealâ'nm birliğine yaptıkları güçlü davet yolunda iki büyük küfürle karşılaştılar:

Birincisi: "Ben sizin için benden başka ilâh tanımıyorum." Yani Firavun başkasının ilâhlığını reddetmiş ve kendi nefsinin ilâhlığını iddia etmiştir.

İkincisi: "Ey Hâmân! Haydi benim için çamur pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarım. Öyle sanıyorum ki o ya­lancılardandır." Yani Firavun Hz. Musa'nın ilâhını görmek için gökyüzüne çıkma teşebbüsünde bulunmuştur.

Her iki durum da bilgisizlik, azgınlık, tuğyan ve büyüklük taslamaktır. Dolayısıyla sonucu dünyada boğulmak, ahirette ise Allah'ın rahmetinden ko­vulmaktır.

Bu küfrün karşısında Allah Hz. Musa'ya bir nur, hidayet ve rahmet ki­tabı olan Tevrat'ı verdi. [39]

 

Açıklaması

 

"Firavun: Ey ileri gelenler! Ben sizin için benden başka bir ilâh tanımı­yorum, dedi."

Yani Mısır kralı diktatör zalim Firavun: "Ey kavmim! Benden başka bir ilâhın var olduğunu bilmiyorum, yani Musa'nın ilâhı mevcut değildir. İlâh sadece benim." dedi.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette bunu şöyle beyan eder: "Firavun halkı toplayıp nida etti. Ben sizin en yüce Rabbinizim, dedi. Allah da onu dünya ve ahiretin azabı ile yakaladı. Bunda Allah 'tan korkan için büyük ib­ret vardır." (Nâziat, 19/23-26).

Firavun böylece kavmini kendisinin ilâh olduğunu itiraf etmeye davet etmiş, kavmi de kıt akılları ve geri zekâlılıklarıyla bunu kabul etmişlerdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Firavun kavmini hiçe saydı. Onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar fasık bir kavim idiler." (Zuhruf, 43/54).

Firavun'un ilâhlık iddia etmedeki maksadı -Razî'nin de beyan ettiği gi- kendisinin yer ve göklerin yaratıcısı olduğunu iddia etmek değil, sadece kendisinin ta'zim edilmesi, sulta ve mutlak nüfuz sahibi bir krala itaat edilip emirlerine tam anlamıyla boyun eğildiği gibi kendisine kayıtsız-şartsız itaat edilmesi idi. Bu hüküm ve saltanatın aldatıcı tezahürlerinden, mülk ve aza­met gururundandır.

"Ey Hâmân! Haydi, benim için çamuru pişir de bana bir kule yap. Belki de ben böylece Musa'nın ilâhına çıkarım. Öyle sanıyorum ki o yalancılardan­dır, dedi."

1- Razî, XXIV/253.

Yani ey vezirim Hâmân! Benim için tuğla hazırla! Göğe doğru yükselen çok yüksek bir kule bina et, ben ona çıkayım, semaya yükselip Musa'nın ibadet ettiği ilâhını göreyim, dedi. Musa'nın ilâhını diğer maddî cisimler gibi zannediyordu. Ben inanıyorum ki o, benden başka bir rab bulunduğu şeklin­deki sözünde yalancıdır.

Bir başka ayette de şöyle buyurulmaktadır: "Firavun dedi ki: Ey Hâ-manl Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa 'nın tanrısına yükselip çıkarım. Ben onun mutlak bir ya­lancı olduğunu sanıyorum. İşte bu suretle Firavunun kötü ameli süslendiril­di. O doğru yoldan saptırıldı. Firavunun hilesi sadece hüsrandır." (Gafir, 40/36-37).

Firavun ilâhlık iddia etmek ve zamanının en yüksek kulesini bina et­mekle insanları kandırmak ve kendini pahalıya satmak ve halkına karşı Musa'nın kendisinden başka bir ilâh bulunduğu şeklindeki iddiasında yalan­cı olduğunu ortaya koymak istiyordu.

Cenab-ı Hak onun gururunun ve inatçılığının sebebini şöyle beyan etti: "Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Bize dön-dürülmeyeceklerini sandılar."

Yani Firavun ve adamları azgınlık yaptılar, halka zulmettiler, yeryüzün­de çok bozgunculuk çıkardılar. Kıyamete, tekrar dirilişe, hesap ve cezaya inanmadılar. Bu şekilde düşünen herkesi tuğyan, gurur ve yeryüzünde bü­yüklük taslama hastalığı kaplar. Allah'ın kendilerini kontrol ettiğini ve lâyık oldukları şekilde cezalandıracağını bilmezler.

Bunun için Cenab-ı Hak onları ahiret cezasıyla tehdit ettikten sonra dünyada derhal çekecekleri cezalarını da beyan etti. Şöyle buyurdu:

"Biz de Firavunu ve askerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin akı­beti nasıl oldu, bir bak." Yani biz onları bir sabah denizde boğduk. Onlardan hiçbir kimse kalmadı. Ey Allah'ın kudretini, azametini ve ayetlerini düşünen kişi! Kendi nefislerine zulmeden, rablerini inkâr eden ve büyüklerinin Al­lah'ı tanımayıp ilâhlık iddiasına kalkıştığı o zalimlerin akıbetinin nasıl oldu­ğuna bir bak ve düşün.

Cenab-ı Hak daha sonra onların azabının kat kat olacağını beyan ede­rek şöyle buyurdu:

"Biz onları dünyada cehennem ateşine çağıran önderler yaptık." Yani Fi­ravun ve kavminin eşrafını peygamberleri yalanlama ve yoktan var eden tek ilâhın varlığını inkâr etme hususunda sapıklık önderleri kıldık. Onlar da kendi sapıklıklarıyla yetinmediler, başkalarını da saptırmaya yeltendiler. Böylece iki cezaya müstahak oldular. Bu iki ceza sapıklık ve saptırma cezası­dır. Onların kurtulma ve şefaatçilerin yardımına nail olma hususunda hiçbir ümitleri yoktur. Onlar için kıyamet günü Allah'ın azabına karşı kendilerine yardım edecek ya da kendilerinden Allah'ın azabını giderecek hiçbir yardım­cı veya şefaatçi yoktur. Böylece hem dünya rezilliğine, hem de ahiret zilleti­ne mahkûm oldular. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Bu dünya hayatında biz onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de onlar hor ve hakir kimselerden olacaklardır." Yani biz dünyada onları daimî bir şe­kilde lanete, rezilliğe, müminlerin ve gönderilen peygamberlerin dilleriyle gazaba uğrattık. Ayrıca onlar kıyamet gününde de Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan, kovulan kimselerdendir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöy­le buyurmaktadır: "Burada da kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. Kendilerine verilen bu vergi ne kötü vergidir!" (Hud, 11/99).

Firavun ve kavminin boğulmasından sonra Hz. Musa (a.s.) ile iman or­dusu Tevrat'ın nuruna kavuşturulmuşlardır: "Şüphesiz ki biz ilk nesilleri he­lak ettikten sonra Musa'ya insanlar düşünsünler diye insanların basiretleri­ni açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak Tevrat'ı verdik." Yani Allah, Firavun ve kavmini helak ettikten, onlardan önce gelen Nuh, Hud, Salih ve Lût kavimlerini helak ettikten sonra Allah kulu ve Rasulü Musa'ya Tevrat'ı indirmek suretiyle ihsanda bulundu. Bu kitabı hayatı ay­dınlatan, kalplere nur veren bir kaynak olması, hakla batılı ayırd etmesi için, sapıklık ve körlükten hidayete vesile olması, kendisine iman eden kim­selere rahmet olması ve salih amellere irşad etmesi için; insanlar düşünsün­ler, bundan ibret alsınlar ve bu sebeple hidayete nail olsunlar diye indirdi.

İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve Bezzar'ın Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) mer-fu olarak rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar: "Yeryüzüne Tevrat indirildikten sonra Cenab-ı Hak Musa'dan sonra maymun haline çevrilen kasaba halkı hariç ne yerden ne de gökten gelen bir azapla bir kavmi tamamen helak etmedi." Sonra da şu ayeti okudu: "Şüphesiz ki biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya kitabı verdik." (Kasas, 28/43). [40]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Firavun'un Allah Tealâ'nın ilâh olduğunu reddedip kendisinin ilâhlığı iddiasında bulunması...

İbni Abbas diyor ki: Firavun'un: "Ey ileri gelenler! Ben sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum." ifadesiyle "Ben sizin en yüksek rabbinizim." ifa­deleri arasında 40 sene geçmişti. Allah düşmanı, yalan söyledi. Bilâkis o, kendisini ve kavmini yaratan gerçek bir ilâh olduğunu gayet iyi bilmektedir: "Onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, elbette Allah derler."

2- Firavun'un (hâşâ) Allah'a çıkmak ve Allah'ı görmek için gayet muaz­zam bir kule yaptırması ve bundan da eli boş dönüp hüsrana uğraması.

3- Firavun ve askerleri Hz. Musa'nın getirdiği mucizeleri reddedecek hiç bir hüccetleri olmadığı halde büyük bir zulüm ve haktan sapma eseri olarak iman etmeyip gurura kapıldılar. Ahiretin de, öldükten sonra dirilişin de ol­madığını zannettiler.

Batıl yolda büyüklük taslama karşısında gerçekten azamet sahibi ol­mak vardır ki, bu da Allah Tealâ'ya mahsustur. Cenab-ı Hak gerçekten aza-ziec sahibidir, büyüklük konusunda en son derecededir.

Ebu Davud ve İbni Mace'nin Sürtenlerinde, İbni Hıbban'm Sahihinde Ebu Hureyre ve İbni Abbas'tan rivayet ettikleri bir hadis-i kudside Cenab-ı Hak: "Kibriya benim nidamdır. Azamet de izarımdır (ikisi de benim vasfım-dır). Kim bu iki vasıftan birinde benimle yarışmaya kalkarsa hiç aldırış et­meden onu cehenneme atarım." buyurmuşlardır.

4- Firavun ve kavmi daha önce belirtildiği gibi bir ilâhın -yani Allah Te-alâ'nın- varlığını tanımalarına rağmen öldükten sonra dirilişi inkâr ediyor­lardı: "Onlar bize döndürüleceklerini sanmıyorlar." Bunun için ayak diretip azgmlaştılar.

5- Dünyada onların cezası tuzlu denizde -Kızıldeniz'de- bir pazar sabahı birkaç dakika içinde boğulmaları, lanete uğramaları, ahirette ise kovulanlar­dan, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan, gazaba uğrayanlardan olmaları şeklindedir.

6- Firavun ve kavmi için kat kat azap vardır. Zira onlar sapıklık içinde olup dalâlet önderleri ve cehennemliklerin ameline davet eden, insanları küfre çağıran ve bu konuda küfre tabi olan küfür liderleri idiler. Bunlar hem kendi günahlarını ve hem de kendilerine tabi olanların günahlarını yükle­nirler ve cezaları da daha şiddetli ve daha çok olacaktır.

İmam Malik, Ahmed, Tirmizî, İbni Mace ve Darimî'nin Ebu Hureyre ve Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygambe­rimiz (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Kim güzel bir çığır açarsa onun ecrini ve kıyamet gününe kadar onunla amel edenlerin ecrini alır. Kim de kötü bir çı­ğır açarsa onun günahını ve kıyamet gününe kadar onunla amel edenlerin günahını alır."

7- Baki kalma daha salih olana lâyıktır. Allah Hz. Musa'yı ve kavmini kurtarmış ve ona hakkı gösteren bir nur ve basiret veren bir delil, dalâletten hak yola ulaştıran bir kılavuz ve kendisine inananlara bir rahmet kaynağı olan Tevrat'ı indirmiştir.

Umulur ki insanlar bundan öğüt alır, pek yakında Rablerine döner, bu nimeti tanırlar. Böylece dünyada iman eder, ahirette Allah'ın sevabından emin olurlar..

Yahya b. Sellâm diyor ki: Bu -yani Tevrat- içinde farzlar, cezalar ve hü­kümleri bulunan ilk semavî kitaptır.

Tevrat'ın indirilmesi Nuh, Ad, Semud ve Lût kavimlerinin helak edilme­sinden sonra idi. Bir rivayette, Tevrat'ın nüzulü Firavun ve kavminin boğul­masından ve Karun'un yere batırılmasından sonra idi; denilmiştir.

Belki de bu Tevrat'a şiddetle muhtaç olunduğu manasına işaret etmek­tedir. Zira ilk nesillerin helak edilmesi onların şeriatlerinin izlerinin silindi­ğine ve insanların yeni bir dine muhtaç olduklarına delildir. [41]

 

Peygamberin Gönderilmesine Duyulan İhtiyaç, Hz. Muhammed'in (S.A.) Gönderilmesi

 

44-   Biz Musa'ya o emri verdiğimiz zaman sen batı yönünde değildin. Bunu görenlerden de olmadın.

45- Fakat biz nice nesiller var etmiş­tik. Bunların üzerlerinden de nice yıl­lar geçmişti. (Ey Muhammed !) Med-yen halkı arasında bulunup da onlara ayetlerimizi okuyan sen değildin. Peygamberler gönderen ancak biziz.

46-  (Ey Muhammed !) Biz (Musa'ya) nida ettiğimiz zaman sen Tur dağı ta­rafında değildin. Ancak senden önce kendilerine herhangi bir uyarıcı gel­memiş bir kavmi uyarman için Rab-binden bir rahmet olarak gönderil-din. Belki onlar bunu düşünürler

47- Eğer onlar işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet gel­diği zaman "Ey Rabbimiz !Bize pey­gamber gönderseydin de biz de senin ayetlerine uyup müminlerden olsay­dık ya" diyecek olmasalardı... (pey­gamber göndermezdik).

 

Belagat:

 

"Nice çağlar var ettik." cümlesi mecaz-i aklîdir. Bu ifadeyle "Bu zaman­larda yaşayan ümmetler ve (mealdeki anlam) nesiller var ettik" manası kas­tedilmiştir. Aradaki alâka "zaman" alâka sidir.

"Onların başına musibet isabet edecek olmasaydı" ifadesinde ise cinas-ı iştikak yapılmıştır.

"Onların başına musibet isabet geldiği zaman ... diyecek olmasalardı..." Bu cümlenin gelişi delâlet ettiği için "levlâ"nm cevabı hazfedilmiştir. Yani onların başına musibet isabet edecek olmasaydı seni onlara peygamber ola­rak göndermezdik demektir. Bu hazif yoluyla yapılan bir icazdır.

"Ellerinin sundukları şeyler sebebiyle..." ifadesi mecaz-i mürseldir. Cüzü zikredip küllü murad etme kabilindendir. Bununla "işledikleri şeyler" murad edilmektedir. Çünkü amellerin çoğu ellerle yapılmaktadır. [42]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz Musa'ya o emri" Firavun ve kavmine peygamber olarak gönderil­mesi emrini "verdiğimiz" ona bu şekilde vahyettiğimiz, onu emir ve nehiyle risalet göreviyle görevlendirdiğimiz "zaman sen batı yönünde" yani Tur dağı­nın batısında yahut Musa'nın münâcat ettiği yerin batısında "değildin." Zira o emir Musa'nın bulunduğu yerin batı tarafından gelmişti. Buradaki hitap Rasulullah (s.a.)'adır. Yani sen orada yoktun demektir. "Bunu görenlerden de değildin." Bu olay meydana gelirken orada bulunan kimselerden de değildin ki bunu bilip haber veresin.

"Fakat biz nice nesiller var etmiştik." Musa'dan sonra çeşitli ümmetler getirdik. "Bunların üzerlerinden de nice yıllar geçmişti." Yani müddet uzadı. Bu ümmetlerin ömürleri uzun oldu. Dolayısıyla verilen sözleri unuttular. Haberler tahrif edildi, şer'î hükümler değiştirildi, ilimler kaybolmaya yüz tuttu, vahiy kesildi.

"Lâkin" kelimesinden sonraki cümle hazfedildi. Sebebi onun yerine geti­rildi. Cümlenin takdiri şu şekildedir: Seni peygamber olarak getirdik. Sana Musa'nın ve diğer peygamberlerin haberini vahyettik.

"Medyen halkı" Şuayb kavmi "arasında bulunup da onlara" Şuayb kıs­sasını öğrendikten sonra bu kıssayı anlatan "ayetlerimizi okuyan sen değil­din. " ve sana bu kıssayı haber veren "Peygamberler gönderen ancak biziz." Yani seni öncekilerin haberlerini ihtiva eden risaletle biz gönderdik.

"Biz" Musa'ya, bu kitabı kuvvetle al, diye "nida ettiğimiz zaman sen Tur" dağı "tarafında değildin." "Ancak senden önce kendilerine herhangi bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi" Mekke'lileri ve başkalarını "uyarman için Rab-binden bir rahmet olarak gönderildin." Sana bilgi verdik. "Belki onlar bunu düşünürler." ibret alırlar.

"Eğer onlar işledikleri" küfür ve masıyet gibi "günahlar yüzünden başla­rına bir musibet" ceza veya dünya ve ahiret azabı "geldiği zaman: Ey Rabbi-mizl Bize peygamber gönderseydin de biz de senin" gönderilen "ayetlerine uyup müminlerden olsaydık ya, diyecek olmasalardı peygamber göndermez­dik."

Ayette geçen "levlâ"nm cevabı mahzuftur. Yani küfürleri ve masıyetleri sebebiyle kendilerine bir ukubet ve ceza isabet ettiği zaman söyleyecekleri söz olmasaydı... demektir.

Hz. Muhammed (s.a.) ve ondan önceki her peygamberin gönderilmesi, insanların mazeretlerini ve bahanelerini ortadan kaldırmak, tebliğ ve duyu­ru olmaması sebebiyle hüccet ortaya koymalarını iptal etmektir. [43]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.) ile Firavun ve kavminin İHBasını ve ihtiva ettiği garip olaylar ve ibretleri anlattıktan ve bu haberleri peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'e vahyettikten sonra bu haberleri vermek ane kendisinin ne de kavminin bilmediği gaybî haberleri özel olarak bildir-ısek suretiyle kendisine lütufta bulunduğunu hatırlattı. Ayrıca peygamber­lerden sonra insanların Allah'a karşı hüccet olmaması için onun risaletine olan ihtiyacı beyan etti.

Bütün bunlar Kur'an'm Allah tarafından vahiy olduğuna ve Hz. Mu-îıammed'in (s.a.) peygamberliğine burhan niteliğindeydi. Zira Hz. Muham-med (s.a.) ilâhî kitaplardan hiçbir şey okumayan ümmî bir zat olduğu halde geçmiş gaybî haberleri bildiriyordu. [44]

 

Açıklaması

 

"Biz Musa'ya o emri verdiğimiz zaman sen batı yönünde değildin. Bunu görenlerden de olmadın."

Ey Muhammed! Allah Musa ile konuştuğu, ona risalet emrini vahyetti-ği, ona Tevrat levhalarını verdiği ve ondan ahit aldığı zaman sen Musa'nın bulunduğu yerin batı tarafında değildin. O anda orada bulunanlardan da de­ğildin ki bunları bilip haber veresin.

Fakat peygamberliğine burhan olması için onun haberini sana bildirdik. Böylece sanki bu olaylar senin önünde meydana geliyor gibi geçmişlerin ha­berlerini naklediyorsun. Halbuki sen okuma-yazma bilmeyen "ümmî" bir ki­şisin. Bütün bunlar bu haber vermenin Allah Tealâ tarafından verilen bir va­hiyle olduğuna delâlet etmektedir.

Cenab-ı Hak bu haberleri nakletmenin sebebini şöyle beyan etti: "Fakat biz nice nesiller var etmiştik. Bunların üzerlerinden de nice yıllar geçmişti." Yani geçmişlerden haber verilmesine ve Kur'an-ı Kerim'de vahyin yenilene­rek indirilmesine sebep şudur: Hz. Musa'dan sonra pek çok ümmet gelip geç­miş, üzerlerinden uzun müddet geçmiştir. İlimler kaybolmaya yüz tutmuş şer'î hükümler değiştirilmiş, insanlar Allah'ın üzerlerindeki hüccetlerini ve önceki peygamberlere yaptığı vahyi yenilemek ve insanlara Allah'ın kendile­rine gönderdiği risaleti beyan etmek için getirdik.

Nitekim bir başka ayet de şu şekildedir: "Ey Kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği zamanda bize ne bir rahmet müjdecisi ne de bir azap habercisi gelmedi dememeniz için size apaçık beyanda bulunan elçimiz geldi. İşte size de rahmet müjdecisi ve azap habercisi geldi artık. Allah her şeye kadirdir." (Maide, 5/19).

Bu ayet mucizeye dikkat çekmektedir. Zira üzerinden yüzlerce yıl geç­miş bir kıssayı görmeden ve o olayları yaşamadan bunu haber vermek bu ha­beri veren kişinin -Allah Rasulü'nün- peygamberliğine açık delildir.

Bu delili te'yit eden benzer deliller de bundan sonraki ayetlerde belirtil­miştir:

1- "Medyen halkı arasında bulunup da onlara ayetlerimizi okuyan sen değildin. Peygamberler gönderen ancak biziz."

Ya Muhammedi Sen Şuayb (a.s.) hakkında onun kavmine söylediklerini ve kavminin ona söylediklerini haber verdiğinde, Medyen'de Şuayb (a.s.) kavmi arasında oturup onlara indirilen ayetlerimizi okuyan kimse olduğun için haber vermedin. Ancak sana bunları biz vahyettik. Seni insanlara rasul olarak gönderdik. Peygamberliğinin sıhhatine ve risaletinin doğruluğuna burhan olması için seni bu mucize ayetlerle destekledik. Vahiy haberi olma­saydı sen bunları bilemezdin ve hiçbir kimseye de hiçbir şeyi haber veremez­din.

2-  "Biz (Musa'ya) nida ettiğimiz zaman sen Tur dağı tarafında değildin. Ancak sen önce kendilerine herhangi bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyar­man için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Belki onlar bunu düşü­nürler."

Ya Muhammedi Musa'ya nida olunduğu ve ona hitap edildiği zaman sen Tur dağı civarında da değildin ki bu haberin tafsilatını bilip insanlara anla-tasm.

Bu ayet daha önce geçen şu ayete benzemektedir: "Biz Musa'ya emir verdiğimizde sen Tur dağının batı tarafında değildin." Ancak burada önceki ayetten daha hususî bir siga ile nida ifadesiyle yani niyaz gecesi Hz. Musa'ya nida olunup ilâhî kelâma muhatap olma olayına işaret edildi.[45]

Fakat biz sana öğretip haber verdik. Bu ve benzeri haberleri ihtiva eden Kur'anı sana indirdik. Seni daha önce hiç uyarılmamış bir kavmi -Arapları-eğer iman etmezler, putperestlik ve sapıklık üzerine devam ederlerse Al­lah'ın şiddetine ve azabına karşı uyarman için, senin Allah tarafından getir­diğin kitapla hidayeti bulsunlar ve saadet ehli olsunlar diye Allah tarafın­dan kendilerine gönderilen kullara rahmet olarak gönderdik.

Tarihî olup sabit olan husus Hz. İsmail'den (a.s.) sonra Araplara hiçbir peygamberin gelmemiş olmasıdır. Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğine gelince bu sadece İsrailoğullarma has idi.

Cenab-ı Hak daha sonra Peygamberimiz (s.a.)'in gönderilmesi sebebini açıkladı:

"Eğer onlar işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman: Ey Rabbimiz! Bize peygamber gönderseydin de, biz de senin ayetleri­ne uyup müminlerden olsaydık ya! diyecek olmasalardı peygamber gönder­mezdik. "

Yani insanlar ve dolayısıyla Araplar küfürlerine karşı bir azap musibeti isabet ettiği zaman onlar: "Ey Rabbimiz! Bize sahih itikad ve tevhidi, haya­tın şer'î nizamını beyan eden bir peygamber gönderseydin, biz de tek Rab olarak sana iman etseydik ve şeriatinle amel etseydik." diyecek olmasalardı insanlara hiçbir peygamber göndermezdik.

Fakat biz onların üzerine hücceti ortaya koyacak, akide, ahlâk ve hayat düsturu konusunda Rablerinin risaletini tebliğ edecek, mazeretlerini orta­dan kaldıracak ve kendilerine hiçbir peygamber ve uyarıcı gelmedi diye delil ileri sürmelerini enlgelleyecek bir uyarıcı peygamber olarak seni gönderdik.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyuruyor: "Biz müjdeci ve korku­tucu olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galiptir, sonsuz hikmet sahibidir." (Nisa, 4/165).

Sizler: "Bizden önce kitap yalnız iki topluluğa -Yahudi ve Hristiyanlara-indirildi. Biz ise onların okuduklarından kesin olarak gafil idik." dememeniz için; Ya da: "Bize de kitap indirilseydi mutlaka onlardan daha iyi hidayete ererdik dememeniz için (bu Kur'anı) indirdik, işte size Rabbinizden apaçık bir hüccet, bir hidayet ve rahmet gelmiştir..." (En'am, 6/156-157).

Bütün bunlar Allah'ın kullarına rahmetidir. Zira Allah önceden bir teb­liğ olmaksızın hiçbir insana azap etmez. Mükellefiyet olmaksızın ve peygam­ber göndermeksizin hiçbir kimseye ceza vermez. [46]

 

Ayetlerden Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu iki konuyu ele almaktadır:

1- Kur'anın Allah tarafından vahyedilmiş olduğuna ve Hz. Muham-med'in (s.a.) peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden bazı deliller ortaya konulmaktadır.

Burada geçmiş peygamberlerin durumlarını ve kavimleriyle yaptıkları mücadeleyi dile getirilmekte ve özellikle iki kıssa anlatılmaktadır:

a) Hz. Musa'nın Allah'a yakarışı ve bulunduğu yerin batı tarafında mu­kaddes Tuna vadisinde Allah'ın ona hitap etmesi, onu peygamber olarak gön­derdiğini ve ona Tevrat'ın levhalarını indirdiğini beyan etmesi kıssasıdır.

b) Hz. Şuayb'in (a.s.) Medyen halkı ile geçen kıssası.

Kur'an bunları haber vermeseydi ne Hz. Muhammed (s.a.) ne de Arap kavmi -ve bu arada Mekke'liler- bu haberleri bilmeyeceklerdi. Cenab-ı Hak bunları sadece Rasulüne ve kullarına rahmet olsun diye, Rasulünün bu kıssalar ile onları ve bu olaylara şahit olmayan Arapları uyarması için anlat­maktadır.

2- Hz. Muhammed'in (s.a.) ve hatta bütün peygamberlerin gönderilmesi­nin hikmetinin beyan edilmesi.

Bu hikmet Allah'ın şeriatının ve vahyinin tebliğ edilmesi, akidenin tas­hih edilmesi, tevhid kelimesinin duyurulması ve böylece peygamberlerin ver­dikleri haberin kendilerine ulaştırılmasından ve beyanın tamamlanmasın­dan sonra hükümleri veya inançları bilmeme mazeretinin ortadan kaldırıl­masıdır. Zira Cenab-ı Hak beyanı tamamlamadan, hücceti ortaya koymadan ve peygamberlerini göndermeden hiçbir kulun" cezalandırmayacağı hükmü­nü vermiştir.

Bu da peygamberlerin gönderilmesine ve semavî kitapların indirilmesi­ne duyulan ihtiyacın ne derece önemli olduğuna delâlet etmektedir.

 

Mekkelilerin Kur'anı Ve Peygamberimizin (S.A.) Peygamberliğini Yalanlamaları

 

48- Fakat onlara nezdimizden hak ge­lince: "Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da verilseydi ya!" dediler. Onlar daha önce Musa'ya verilen kitabı in­kâr etmemişler miydi? Onlar: 'Tevrat ve Kur'an birbirini destekleyen iki si­hirdir." demişlerdi. Biz hepsini inkâr ediyoruz, demişlerdi.

49- (Ey Muhammedi) De ki: Siz eğer sözüne sadık kimselerseniz, Allah nezdinde bu iki kitaptan daha doğru bir kitap getirin, ben de ona uyayım.

50- Eğer teklifini kabul etmezlerse, bil ki onlar sırf heva ve heveslerine uymaktadırlar. Allah'ın hidayetinden mahrum olarak kendi heva ve hevesi­ne uyanlardan daha sapık kimdir? Şüphesiz ki Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.

51- Gerçekten biz düşünsünler diye onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik.

 

Belagat:

 

"Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da verilseydi ya!" ayetindeki "levlâ" keli­mesi, "olmasaydı" manasında değil, "olsaydı ya!" manasında teşvik içindir.

"De ki: Siz de ... bir kitap getirin." ifadesindeki emir ta'ciz (acizliklerini ortaya koymak) içindir. [47]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlara nezdimizden hak gelince..." Buradaki hak, emir yani mucizeler­le te'yit edilen Hz. Peygamber'e indirilen Kur'an demektir. "Musa'ya verilen" nurlu el ve asâ gibi mucizelerle bir anda toptan indirilen kitap "gibi ona da" Muhammed'e (s.a.) de "verilse ya!" dediler.

"Onlar daha önce Musa'ya verileni inkâr etmemişler miydi?" Yani görüş ve fikirde sizlerle aynı cinsten -Arap- olan benzerleriniz yani Musa zamanındaki kâfirler Musa'ya verilen kitabı inkâr etmemişler iniydi? Zira Firavun Âd oğullarından olup Arap idi.

"Onlar: Bu ikisi" Tevrat ve Kur'an "birbirlerini destekleyen" birbirini te'yit eden "iki sihirdir, demişlerdi." Ayetteki "sihran" kelimesi "sâhiran" ola­rak da okunmuştur. Buna göre ya Hz. Musa ile Hz. Harun ya da Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a.) kastedilmiş olabilir.

"Biz" bu iki peygamberden ve bu iki kitaptan "her birini inkâr ediyo­ruz, " reddediyoruz, "demişlerdi."

Ey Muhammed! "De ki: Siz eğer..." ikimizin sihirbaz olduğumuz şeklin­deki sözünüzde "sadık kimseler seniz," ki bununla karşı taraf ilzam edilmek istenmektedir, "Allah nezdinde bu ikisinden" bu iki kitaptan "daha doğru bi­rini getirin de ben de ona uyayım." Buna göre iki sihirbazdan murad edilen Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a.) dir.

"Eğer onlar senin" Daha doğru bir kitabı getirin "teklifini kabul etmez­lerse bil ki onlar sırf küfürlerinde "heva ve heveslerine uymaktadırlar." Eğer onlar hüccete tabi olsalardı bu hücceti ortaya koyarlardı. "Eğer sana icabet etmezlerse" ifadesinde meful bilindiği için hazfedilmiştir. Murad edilen mana şudur: Eğer kendilerini görevlendirdiğin şeyi yapmazlarsa... demektir.

"Allah'ın hidayetinden mahrum olarak" ifadesi te'kit için yahut takyid için hal mevkiindedir. Zira nefsi arzular bazan hakka uyabilir. "Kendi heva ve hevesine uyanlardan daha sapık kimdir?" Bu ifade olumsuzluk manasın­da bir istifhamdır. "Şüphesiz ki Allah zalim kavmi" yani nefsî arzulara dala­rak kendi nefislerine zulmeden kâfirleri "doğru yola iletmez."

"Gerçekten biz düşünsünler diye" yani ibret alsınlar, iman edip itaat et­sinler diye "onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik." Yani bu hatırlatma art arda ol­ması için vahyi aralıksız indirdik. Bu sebeple Kur'an birbiriyle irtibatlı ve ilişkili olarak parça parça indirildi ve önceki kitapların ardından nazil oldu. [48]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Mekke kâfirlerinin musibet ve belâdan korku anında: "Bi­ze bir peygamber göndersen de senin ayetlerine tabi olsak!" dediklerini anlat­tıktan sonra Hz. Muhammed'in (s.a.) Mekke halkına peygamber olarak gön­derilmesinden sonra ise: "Daha önce Musa'ya verilen kitap gibi ona da kitap verilse ya!" dediklerini beyan etmektedir.

Dolayısıyla Mekke kâfirleri inkâr yoluna baş vurdular, Kur'anı ve Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğini yalanladılar. Peygamberlikten önce ve sonra onların sapıklık ve inatçılıktan başka hiçbir kasıtları olmadığına delâ­let eden bir şüpheye sarıldılar. Bunun için Hz. Musa'nın mucizeleri gibi yani nurlu el ve asâ gibi mucizeler istediler. Onlardan önce onlara benzeyen inat­çılar da Hz. Musa'nın getirdiği mucizeleri inkâra yönelmişler ve bu mucizele­ri sihirbazlıkla tavsif etmişlerdi.

Eğer onların Musa'nın ve Muhammed'in (s.a.) kitabından başka bir ki­tap getirmeye güçleri yetiyorsa bunu getirsinler, ortaya koysunlar. Kur'an da ancak uyarı ve ibretleri zaman zaman yenilemek için parça parça indi. [49]

 

Açıklaması

 

"Onlara nezdimizden hak (kitap) gelince: "Musa'ya verilen (kitap) gibi ona da verilseydi ya!" dediler."

Yani daha önce kendilerine hiçbir peygamber gelmeyen Mekkeliler kü­für, cehalet ve sapıklık yolunda devam ederek ısrarla ve inatçılıkla şöyle de­diler: "Musa'ya verilen asâ, nurlu el, bulutun gölge yapması, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi, taştan suyun fışkırması gibi pek çok ayet ve mucizeler, ayrıca Firavun'a, kavmine ve İsrailoğullarına davası lehinde hüc­cet ve burhan olmak üzere Allah'ın Musa'nın elleriyle ortaya koyduğu göz kamaştırıcı ve hayret verici mucizeler... gibi bazı mucizeler de Muhammed'e verilseydi ya!" dediler.

Ancak bu sadece kuru bir inatçılık, kibirlilik ve imandan kaçma olayıdır.

"Onlar daha önce Musa'ya verilen kitabı inkâr etmemişler miydi1?" Onla­rın benzeri inatçı kişiler -Musa'nın zamanında ona verilen mucizeleri kabul etmeyenler- Musa'ya verilen bu muazzam mucizeleri inkâr etmemişler miy­di? Kibirli ve inatçı kişilerin durumu daima böyledir.

"Onlar: Tevrat ve Kur'an birbirini destekleyen iki sihirdir demişler, biz hepsini inkâr ediyoruz, demişlerdi." Yani Mekke'deki o müşrikler: Kur'an ve Tevrat sihirdir, Muhammed ve Musa da yanıltma ve saptırma konusunda birbirleriyle işbirliği yapan, birbirlerini tasdik eden iki sihirbazdır; biz her ikisine de inanmıyoruz, getirdikleri kitapları da tasdik etmiyoruz." demişler­di.

Cenab-ı Hak da onlara: "Öyleyse insanlık için daha doğru bir kitabı siz ortaya koyun." diyerek meydan okudu. Şöyle buyurdu:

"De ki: Siz eğer sözüne sadık kimselerseniz Allah nezdinde bu iki kitap­tan daha doğru bir kitap getirin, ben de ona uyayım."

Yani: Ey Muhammed! Kavmine de ki: Eğer siz söylediğiniz veya iddia ettiğiniz şeylerde, hakkı reddettiğiniz, batıla yöneldiğiniz hususlarda sadık ve samimî iseniz Allah tarafından insanların hidayeti için Tevrat ve Kur'an­dan daha doğru, daha faydalı ve daha isabetli bir kitap getirin, ben de baş­kalarıyla birlikte ona uyayım. Bu ifade, onların Kur'anın benzerini getirmek­ten aciz kalacaklarına dikkat çekmektedir.

"Eğer onlar senin sözüne icabet etmezlerse bil ki onlar sırfheva ve heves­lerine uymaktadırlar." Yani onlar senin söylediğin şeyi kabul etmezler ve hakka uymazlarsa ve onlara teklifte bulunduğun Kur'an'a ve senin peygam­berliğine iman esasını yerine getirmezlerse bil ki onlar bu batıl inançlarında hiçbir delil ve hüccet olmaksızın sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Onlar bu halleriyle heva ve heves topluluğudurlar.

"Allah'ın hidayetinden mahrum olarak kendi heva ve heveslerine uyan­lardan daha sapık kim vardır?" Yani nefsî arzusuyla hareket eden, Allah'ın kitabından alınmış bir hüccet olmaksızın şehvetlerine tabi olan, Allah tara­fından isabetli bir delili bulunmayan kimseden başka hidayet ve hak yoldan ayrılan daha sapık kim vardır? Bu ayet inançlar hususunda taklitçiliğin ba­tıl ve fasit olduğuna, mutlaka hüccet ve delil getirmenin gerekli olduğuna delâlet etmektedir.

"Şüphesiz ki Allah zalim kavmi doğru yola iletmez." Yani Allah şirk koş­maları, isyankârlık etmeleri, peygamberleri yalanlamaları ve nefsî arzulara tabi olmaları sebebiyle kendi nefislerine zulmeden kimseleri hakka ve hida­yete muvaffak kılmaz. Bu hüküm bütün kâfirleri içine alan genel bir hüküm­dür.

Kur'an'ın parça parça indirilmesinin hikmetine gelince, bu konuda şöyle buyuruluyor:

"Gerçekten biz iyice düşünsünler diye onlara vahyi peşpeşe yetiştirdik." Yani biz Kureyşliler ve diğer insanlar Kur'an'da bulunan hayırları ve salahı­na dair hükümlere dikkat edip ibret alsınlar, Kur'an'a, onu indirene ve ken­disine Kur'an indirilene iman etsinler, Kur'an'ın kendisinden önceki kitapla­rın bazı hükümlerini tasdik edip bazı hükümlerini nesh ettiğini görsünler di­ye ilâhî hikmetin ve maslahatın delâlet ettiği şekilde, her asra ve zamana uygun olarak Kur'anı parça parça ve art arda indirdik. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar ortaya çıkmaktadır:

1- Kâfirlerin planı her zaman aynıdır. Onların âdetleri kibirlilik, inatçı­lık, inkarcılık ve elle tutulur, gözle görülür maddî mucizeler talep etmektir. Ancak bu mucizeler ortaya konduğu halde asla iman etmezler. Zira bir muci­zeyi yalanlayan bütün mucizeleri yalanlamış olur.

2- Kâfirlerin Allah'ın kitaplarını ve peygamberlerini yalanlama husu­sundaki sahte hüccetleri de tektir. Bu da bu kitapların sihir ve uydurma ol­duğu, bu peygamberlerin göz boyayan sihirbazlar oldukları, hatta onların si­hirbazlık ve aldatmada birbirleriyle anlaşmalı oldukları şeklindeki suçlama­larıdır. Ağızlarından çıkan bu söz ne kadar büyük bir sözdür. Onlar sadece yalan söylemektedirler.

3- Yahudiler müşriklerin Hz. Muhammed'e (s.a.) söylemelerini tenbih edip öğrettikleri söz şu idi: Sana da Musa'ya verilen kitap gibi bir kitap ve­rilseydi ya! Zira Tevrat O'na bir defada verilmişti.

Halbuki inkârı atalarından miras alan bu Yahudiler daha önce de Hz. Musa'ya verilen kitabı inkâr etmişlerdi. Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) için:

"Bu ikisi sihirbazdır" demişlerdi. Kureyş kâfirleri de onları taklit etmiş, Hz. Musa ve Hz. Muhammed için aynı sözü söylemişlerdi. Böylece her iki gurup Tevrat, İncil ve Kur'an'ı inkâr etmekte, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muham-med'i inkâr etmekte birleşmişlerdi.

4- Meydan okuma ve inatçılığa ondan daha şiddetli bir meydan okuma ile karşı konulur: Siz ey Yahudi ve müşrik topluluğu! Allah'ın peygamberle­rine indirilen kitapları inkâr ediyorsanız o halde insanların kendisine uyaca­ğı daha doğru bir kitap getirin de bu sizin küfre düşmenize bir mazeret, için­de bulunduğunuz duruma bir kılıf olsun. Tabii bu kitapların uydurma bir si­hir olduğunda samimi ve sadık iseniz! Zira Yahudiler ve Araplar sihrin ne ol­duğunu gayet iyi biliyorlardı.

5- İnsanlar bu Kur'an'a iman etmezler ve Allah tarafından bir kitap ge-tirmezlerse onlar sapık ve nefislerine tabi kimselerdir. Onlar hiçbir hüccet ve delile uymaksızın şehvetlerinin, özel görüşlerinin ve şeytanlarının çizdiği yo­la uymaktadırlar.

6- Nefsî arzusuna göre yürüyen kimseden daha sapık kimse yoktur. O kimse zalimdir. Allah ise zalimleri hayra muvaffak kılmaz. Allah Tealâ'nın hidayeti müminlere hastır.

7- Allah tarafından kitapların inmesi, peygamberlerin gönderilmesi ve peygamberlerin birbirlerini haber vermeleri bir kitap ardından bir başka ki­tap, bir peygamber ardından bir başka peygamber gelmesi, bir haberden sonra bir başka haber gelmesi peşpeşe olmuştur.

Kur'an'm nüzulü de olaylar ve münasebetlere göre ilâhî hikmet ve kul­ların maslahatına uygun olarak hatırlatma ve dikkat çekme nidasıyla za­man zaman imana davetin yenilenmesi için peyderpey ve parça parça ayet­ler inerek gerçekleşmiştir.

Daha sonra da Cenab-ı Hak ilâhî hak sesi bu Kur'anla ebedîleştirdi. Kur'an'ı değişmeden ve değiştirilmeden, tahrif ve üzerinde oynanmaktan masun ve mahfuz tutma garantisi altına alarak, Kur'an'ın ihtiva ettiği üslûp ve hitap farklılığı, vaad ve vaidler, kıssa ve ibretler, nasihat ve öğütlerle in­sanların kendisinden ibret almasını dileyerek Kur'an'ı nesiller boyu daima yenilenen, daima yeniliğini muhafaza eden bir rehber kıldı. İnsanlar ona iman edecekler, onun gereğiyle amel edecekler, böylece kurtuluşa erecekler­dir. İnsanlar batıl, mensuh dinlere, boş ve anlamsız zevk ve şehvetlere tabi olmayı insanlık şerefine aykırı olan, mutedil beşer aklıyla çalışan ilkel put­perestlik esaslarına uymayı kökten reddedeceklerdir.

8- Akaid konularında taklitçilik kabul edilmez. Akide gönüllere sadece hüccet ve burhanla aşılanmalıdır.

9- Kur'an-ı Kerim Araplara ve başkalarına benzerini getiremiyecekleri şeklinde meydan okuyarak taklidinin hiçbir zaman yapılamıyacağma ve O'nun Allah Tealâ nezdinden vahyedilen bir kitap olduğuna dikkat çekti.

Kur'an kıyamet gününe kadar Allah'ın mahlûkatı üzerindeki hüccetidir. "Şüphesiz ki çok değerli bir kitaptır. Ona ne önünden ve ne de arkasından ba­tıl yaklaşamaz. O sonsuz hikmet sahibi ve sonsuz övgüye lâyık olan Allah ta­rafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/41-42).

10- Bu ayetler toptan ve ayrı ayrı olarak Hz. Muhammed'in (s.a.) pey­gamberliğini ifade etmektedirler. [51]

 

Ehl-i Kitaptan Bazı Gurupların Kur'an'a İman Etmeleri

 

52- Bundan önce kendilerine kitap verdiğimiz   kimseler   bu   kitaba (Kur'an'a) da iman ederler.

53- Kendilerine (Kur'an) okunduğu zaman onlar: "Biz ona iman ettik. Şüphesiz o Rabbimizden indirilmiş bir haktır. Doğrusu biz ondan önce de müslümandık." derler.

54- İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilir. Onlar kö­tülüğü iyilikle savarlar ve kendileri­ne rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar.

55- Onlar boş (ve çirkin) bir söz işit­tikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize, sizin amelle­riniz sizedir. Bizden emin olun, biz cahillerle olmak istemeyiz, derler.

 

Kelime ve İbareler:

 

Bir sonraki "Kendilerine (Kur'an) okunduğu zaman..." ayetinin delaletiyle "Bundan önce" kelimesi Kur'an'dan önce demektir.

"Kendilerine (Kur'an) okunduğu zaman onlar: Biz ona iman ettik." Yani onun Allah Tealâ'nm kelâmı olduğunu tasdik ettik. "Doğrusu biz ondan önce de müslümandık." Allah'ın emrine uyan, Allah Tealâ'ya boyun eğen kimse­lerdik "derler".

"İşte onlara sabırlarından dolayı" bu iki kitabla amel etme üzerinde sabır ve sebat etmelerinden dolayı, hem kendi kitaplarına hem de Kur'an'a iman etmeleri sebebiyle "mükâfatları iki kat verilir."

"Onlar kötülüğü iyilikle" masıyeti taatle "savarlar." Zira Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed, Tirmizî, Hakim ve Beyhakî'nin Ebu Zer'den rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde "kötülüğün ardından iyilik işle ki onu silsin" buyurmuştur.

"Onlar boş söz" düşük bir söz yani kafirlerden küfür veya rahatsızlık verici bir söz "işittikleri zaman ondan yüz çevirirler... Bizden emin olun."

Buradaki (selâmun aleyküm) ifadesi onları terketme, onlarla vedalaşma ya da onlara, içinde bulundukları durumdan selâmet içinde olun, şeklinde dua niteliğindedir. "Biz cahillerle olmak istemeyiz, derler." Yani biz onlarla beraber olmak istemeyiz. Beyinsiz ve cahil kimselerden olmayı arzu etmeyiz. Dolayısıyla size aynı şekilde muamele etmeyiz. [52]

 

Nüzul Sebebi

 

"Kendilerine Kur'an okunduğu zaman ..." 53. ayeti ile ilgili olarak İbni Cerir, Ali b. Rifaa'dan naklediyor: Ehl-i Kitap'tan -biri babam Rifaa olmak üzere- on kişi Peygamberimiz'e (s.a.) geldiler. İman etmişler ve bu sebeple eziyete uğramışlardı. Bunun üzerine "Bundan önce kendilerine kitap verdiği­miz kimseler..." ayeti nazil oldu.

Yine İbni Cerir, Katade'den naklediyor: Biz aramızda bu ayetin Ehl-i Ki­tap'tan hak yol üzerinde bulunan bazı kimseler hakkında nazil olduğunu ko­nuşuyorduk. Nihayet Allah Hz. Muhammed'i (s.a.) gönderdi. Onlar da ona iman ettiler. Selman el-Farisî ve Abdullah b. Sellâm bunlardandı.

Said b. Cübeyr diyor ki: Bu ayet Necaşî'nin Peygamberimiz'e (s.a.) gön­derdiği yetmiş rahip hakkında nazil olmuştur. Bunlar Peygamberimiz'e (s.a.) geldikleri zaman Peygamberimiz (s.a.) kendilerine Yasin suresini sonuna ka­dar okumuştu. Onlar da ağlamaya başlamışlar ve müslüman olmuşlardı.[53]

Durum ne olursa olsun, Kur'an'da lafzın umumî oluşuna itibar edilir, se­bebin hususî oluşuna itibar edilmez. [54]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ Kur'an'm kendisi tarafından gönderilmiş vahiy olduğunu ve Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğinin doğruluğunu bildiren delilleri or­taya koyduktan sonra bu delilleri te'kit etmek üzere Kur'an'ın indirilmesin­den önce Allah'ın birliğine iman eden Ehl-i Kitap'tan bazı gurupların Peygamberimiz'in (s.a.) doğruluğuna ve kendisine indirilen Kitabın doğruluğuna kani oldukları zaman Hz. Muhammed'e (s.a.) iman edip müslüman oldukla­rını, gayet tabii olarak başkalarının, iman etmeye ve İslâm'ı kabul etmeye Ehl-i Kitap'tan daha lâyık olduklarını beyan etmiştir. [55]

 

Açıklaması

 

"Bundan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona (bu kitaba) da iman ederler."

Yani Ehl-i Kitab'ın temiz ve saf olanlarından Yahudi ve Hristiyanlardan bir gurup kendi kitaplarının asıllarına uygun olduğu için ve bu kitapların Muhammed'i müjdelemesi ve bu kitaplarda onun gelişi ile ilgili vasıfların aynen ona uyması sebebiyle Kur'an'a iman ettiler.

"Bundan önce" ifadesi Kur'an'dan önce demektir. "Ona iman ederler" ifadesi Kur'an'a yahut Hz. Muhammed'e (s.a.) ya da her ikisini tasdik eder­ler demektir.

Bu ayetin benzeri ayetler çoktur: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bu kitabı tilâvet hakkını tam gözeterek okurlar. İşte ona iman edenler bunlar­dır." (Bakara, 2/121); "Gerçekten Ehl-i Kitap içinde Allah'a ve hem size indi­rilen kitaba hem Allah'a büyük saygı göstererek iman edenler vardır." (Al-i İmran, 3/199); "Bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlar bile kendileri­ne kitap okununca yüzüstü yere kapanarak secde ediyorlar ve şöyle diyorlar­dı: Biz Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi kesinlikle meydana gele­cektir." (İsra, 17/107-108).

"Kendilerine -Kur'an- okunduğu zaman onlar: Biz ona iman ettik. Şüp­hesiz o Rabbimizden indirilmiş bir haktır. Doğrusu biz ondan önce de müslü-mandık, derler."

Yani onlara Kur'an okunduğu zaman onlar: "Biz onu tasdik ediyoruz. Biz bunun Rabbimiz tarafından indirilen güvenilir, doğru, hak kelâm oldu­ğuna iman ettik. Bu Kur'an indirilmeden ya da Hz. Muhammed (s.a.) gönde­rilmeden önce de biz Allah'ı tasdik eden, O'nun birliğini kabul eden, O'nun emrine icabet eden ihlâslı müslümanlar idik." derler.

Bu ifade onların önceki peygamberlerin kitaplarında Hz. Muhammed'in (s.a.) geleceği müjdesini gördükleri için imanlarının çok eski olduğuna delil­dir. Cenab-ı Hak da onları büyük medihle övmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilir." Yani bu sı­fatı taşıyanlara, önce ilk kitaba -yani kendi kitaplarına- iman edip sonra da ikinci kitaba -yani Kur'an'a- iman eden bu kimselere iki iman üzerine sabre­dip sebat etmelerinin karşılığı olarak iki defa sevap vardır. Zira bu gibi bir şeye katlanma nefse ağır gelir. Ayrıca bu kimseler kavimlerinin eziyetine al­dırış etmemişlerdir.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Allah size rahmetinden iki nasip ve­rir..." (Hadid, 57/27). Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Musa el-Eşa-rî'den (r.a.) şu hadis rivayet edilmiştir: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Üç kişi vardır ki onlara ecirleri iki defa verilir.

Ehl-i Kitap'tan olup önce peygamberine sonra bana iman eden; Hem Allah'ın hem de efendisinin emrini yerine getiren köle;

Bir cariyesi olup onu terbiye eden, terbiyesinde itina gösteren sonra da bu cariyeyi azad edip onunla evlenen kişi... Bunlara sevapları iki defa veri­lir."

İmam Ahmed, Ebu Ümame'den rivayet ediyor: Ben fetih günü Rasulul-lah'm (s.a.) bineğinin altında idim. Çok güzel bir söz söyledi. Şöyle demişti:

"Ehl-i Kitap'tan kim müslüman olursa onun ecri iki defa verilecektir. Bizim lehimize olan şeyler onların lehinedir. Bizim aleyhimize olan şeyler onların aleyhinedir."

Allah Tealâ önce imanla medhettikten sonra bedenî ibadet ve taatlerle senada bulundu: "Onlar kötülüğü iyilikle savarlar." Sonra da itaatler, fiiller ve güzel ahlâkla meşgul olmaları vasıflarını zikretti: "Onlar boş ve çirkin bir söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler."

"Onlar kötülüğü iyilikle savarlar." Yani kötülüğe kötülükle karşılık ver­mezler, affedici ve hoşgörülü olurlar.

"Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar." Yani Allah'ın helâl rızkından aile ve akrabalarına vacip nafakaları sarfeder-ler, farz olan zekâtı, müstehap olan sadakaları ve nafile sadakaları verirler.

"Onlar boş ve çirkin bir söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olun. Biz cahillerle ol­mak istemiyoruz." Yani onlar müşriklerden veya başkalarından rahatsızlık verici, sövme, yalanlama gibi boş söz, seviyesiz bir söz duydukları zaman bu sözü söyleyenlerden yüz çevirirler, onlarla birlikte olmazlar, onlarla beraber hareket etmezler. Bilâkis Cenab-ı Hakkın buyurduğu gibi davranırlar: "Boş sözle karşılaştıkları zaman ilgilenmeden oradan geçerler." (Furkan, 25/72).

Kendilerine, bir beyinsiz muhatap olup da uygun olmayan ifadelerle ko­nuşursa onlar: "Bizim amellerimiz bize aittir. Bunların sevap ve cezasından biz sorumluyuz. Sizin amelleriniz sizindir ve yükümlülüğü de size aittir. Biz size karşılık vermeyiz. Siz saldırmazlık ve vedalaşma selâmıyla selâmette kalın. Emin olun." derler. Ya da: "Allah içinizde bulunduğunuz durumdan sizleri selâmete çıkarsın. Biz cahillerin yoluna uymak istemeyiz. Bunu arzu etmeyiz. Bu yolda olanlarla beraber olamayız. Biz iyi sözü tercih ederiz. Kö­tü söze misliyle karşılık vermeyiz." derler.

Bu ayetin benzeri şudur: "Onlara -Rahman'ın mümin has kullarına- ca­hiller sataştığı zaman: Selâmette olun, derler." (Furkan, 25/63).

Hasan-ı Basrî diyor ki: "Selâmün aleyküm" ibaresi müminlerin arasında selamlaşmadır, cahillere karşı da tahammül etme alâmetidir.

Muhammed b. İshak Sîretinde rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) Mek­ke'de iken Habeşistan'da onun çıktığı haberini duyan Hristiyanlardan yirmi veya yirmiye yakın kişi Mekke'ye geldiler. Onunla birlikte oturdular, konuş­tular, sorular sordular. Kureyş'ten bazıları da o sırada Kabe'nin etrafındaki meclislerindeydiler. Onların Peygamberimiz'e (s.a.) sormak istedikleri bütün sorular bitince Efendimiz (s.a.) onları imana davet etti ve onlara Kur'an oku­du.

Bu zatlar Kur'an'ı dinleyince gözleri yaşla doldu. Sonra da Allah'ın da­vetine icabet edip iman ettiler. Hz. Peygamber'i tasdik ettiler. Kitaplarında onun hakkında bildirilen vasıfları onun üzerinde aynen gördüler.

Efendimiz'in (s.a.) yanından kalktıkları zaman Ebu Cehil b. Hişam bir gurup Kureyşli ile birlikte önlerine geçti. Onlara hitaben:

- Allah sizi pişman eylesin ey cemaat! Sizin dininizden olup sizi buraya gönderenler sizi bu adamın haberini öğrenmek için gönderdiler. Siz, onunla birlikte oturup yeterli bilgi almakla yetinmediniz. Dininizden ayrıldınız. Onun söylediklerini tasdik ettiniz. Biz sizden daha ahmak heyet bilmiyoruz, dediler.

Onlar da Kureyşlilere şöyle dediler: Bizden emin olun. Selâmette kalın. Biz size cahilce muamele etmeyiz. Şu anda yürüdüğümüz yol bizim, sizin bu­lunduğunuz yol sizin olsun. Biz kendimiz için hiçbir hayırdan mahrum kal­mak istemeyiz.

Rivayete göre, bu kimseler Necran halkından olan Hristiyanlardır.[56]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlarda delil kabul edilmiştir:

1- Allah'a iman sahih olup sabit ve sahih olan vahiyle uyum içerisinde olduğu zaman, insan da taassup, nefsî arzuları tatmin, şahsî menfaatler ve maddî çıkarlardan sıyrıldığında bu iki iman çizgisinin birleşmesi ve iki ima­nın birbiri içine görmesi kolaylaşmaktadır.

İşte İsrailoğullarmdan olan Ehl-i Kitab'm bir gurubunda gerçekleşen husus budur. Onlar semavî kitaplarının gereği olarak Kur'an'dan önce tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan rab olarak Allah'a iman etmişler sonra da Kur'an bu eski kitaplarının aslına uygun olduğu için ona iman etmişlerdi.

Bunlar Abdullah b. Sellâm, Selman el-Farisî ve Hristiyan alimlerden İs­lâm'ı kabul eden kimselerdi. Sayıları kırk kadar olup Ca'fer b. Ebî Talib ile birlikte Medine'ye gelmişlerdi. Bunlardan 32 kişi Habeşistan'dan, 8 kişi de Şam'dan geldiler. Bunlar Hristiyanlarm önderleri, lidereri konumundaydı-lar. İçlerinde Rahip Buhayra, Ebrehe, Eşref, Amir, Eymen, İdris ve Nafi gibi zatlar da vardı. Bir başka rivayete göre sayıları daha fazla idi.

2- Ehl-i Kitap'tan olup Kur'an'a iman eden bu kimselere ecir ve sevapla­rı iki kat verilecektir. Birincisi kendi kitaplarına iman ettikleri için, ikincisi, Kur'an'a iman edip kâfirlerden gördükleri eziyete karşı sabrettikleri için...

3- Kâmil iman sahibi mümin daima Allah Tealâ'nın rızasını kazanmaya gayret eder. Bu sebeple bedenî ve malî taatlere koşar, kendini faziletli ahlâk­la süsler.

Allah Tealâ Ehl-i Kitap'tan olan bu müminleri kötülüğe iyilikle -yani ta­hammül, af, müsamaha ve güzel sözle- karşılık vermekle tavsif etmektedir. Bunlar güzel ahlâkın esaslarmdandır. Bunlar mallarından ibadet, taat ve hayır yolunda harcarlar, perişan ve muhtaç durumda olanlara iyilik ederler.

Bu ifadede insanlar sadakaya teşvik edilmektedir.

Ayrıca onlar lüzumsuz sözden yüz çevirirler, çirkin söz konuşmazlar, da­ima sadece güzel söz söylerler. Kendilerine eziyet ve küfür söyleyen müşrik­leri duydukları zaman ondan yüz çevirirler. Yani onunla meşgul olmazlar.

Peygamberimiz (s.a.) geçen Ebu Zer hadisinde, aynı zamanda Muaz'dan da rivayet edilen hadiste Muaz'a şöyle buyurdu:

"Bir günahın ardından güzel bir amel işle ki bu günahı silsin. İnsanlara güzel ahlâkla muamele et."

Güzel ahlâktan biri, kötülüğü ve eziyeti reddetmek ve yüz çevirerek, yu­muşak söz söyleyerek cefa üzerine sabretmektir. Bu şu ayetin manasını te'y-it etmektedir: "Onlar: Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Biz­den emin olun, derler." Bu ayrılık ve terk selâmıdır. Yani bizim dinimiz bize, sizin dininiz sizedir, demektir. Buradaki "selâm'ın selamlaşma ile ilgisi yok­tur.

"Biz cahillerle olmak istemeyiz." Yani biz tartışma, karşılaşma ve küfür­leşme için cahillerle beraber olmak istemiyoruz. Onlarla beraber arkadaşlık arzu etmeyiz. Onlarla ilgi kurmak istemeyiz. Onların batıllarına batılla kar­şılık vermeyiz. [57]

 

Müşriklerin Bazı Şüphelerine Verilen Cevaplar

 

56- (Ey Muhammedi) Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fa­kat Allah dilediğini hidayete erdirir. O hidayete erecekleri çok iyi bilir.

57- İman etmeyenler: "Eğer biz senin­le beraber doğru yola uyarsak yeri­mizden, yurdumuzdan oluruz." dedi­ler. Biz onları nezdimizden bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği emin harem bölgesine yer­leştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

58- Biz refah içinde şımarıp azgınla­şan nice ülkeleri helak ettik. İşte on­ların geride bıraktıkları yerleri! Ken­dilerinden sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur. Oralara hep biz varis olmuşuzdur.

59- Senin Rabbin ana merkezine ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermeden hiçbir ülkeyi helak et­miş değildir. Biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak ederiz.

60- Size verilen her şey dünya hayatı­nın geçici malı ve süsüdür. Allah nez-dindekiler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?

61-  Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz kim­se ile dünya hayatında imkân içeri­sinde yaşattığımız ve sonra kıyamet günü azap için huzurumuza getirile­cek olan kimseler hiç bir olur mu?

"Emin bir harem bölgesi" ibaresi mecaz-i aklîdir. Emniyet harem bölge­sine nispet edilmiştir. Halbuki emniyet harem halkına aittir.

"Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse ile... kimse bir olur mu?" ifadesi ahiret menfaatlerinin dünya menfaatlerine tercih edilmesini itiraf etmekte daha tesirli olması için soru sigasıyla getiril­miştir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz sen" hidayete ermesini "sevdiğin kimseyi hidayete erdiremez­sin." Yani sevdiğini İslâm'a sokmaya senin gücün yetmez. "Fakat Allah dile­diğini hidayete erdirir." ve islâm'a sokar. Hidayet iki çeşittir: Birincisi, yol gösterme ve hayra irşad etme. İkincisi, doğru yolu bildikten sonra ona erdi­rilmesi. "O hidayete erecekleri çok iyi bilir." Yani hidayete ermeye müsait olanları gayet iyi bilir.

"Onlar" yani Kureyş'liler "Eğer biz seninle beraber doğru yola uyarsak yerimizden yurdumuzdan oluruz," derhal buradan uzaklaştırılırız, buradan çıkarılırız "dediler. Biz onları nezdimizden" kendilerine "bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği" taşınıp toplandığı "emin harem bölge­sine yerleştirmedik mi?" Bu belde olan Beytullah'ın mukaddes oluşu sebebiy­le çevresindeki Araplar birbiriyle boğuşurken onların beldesini hücumdan ve katilden uzak, emniyet ve huzur içinde kılmadık mı? Onlar orada emniyet içinde değiller mi? "Fakat onların çoğu" bu söylediğimiz şeyin hak olduğunu "bilmezler." Onlar bilgisiz olup buna dikkat etmezler ve bunu anlamak için düşünmezler. Murad edilen mana şudur: Onlar putperest oldukları halde du­rumları böyle olursa, emniyet içinde bulunurlarsa, Beytullah a hürmet ya­nında tevhide hürmet ederlerse biz nasıl onları korkuya ve yurtlarından mahrumiyete maruz bırakırız?

"Biz refah içinde şımarıp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik." Emniyet ve rahat hayat hususunda durumları sizin durumunuz gibi olan nice kasaba­lar var ki halkı son derece şımarmış, Allah da onları helak edip kasabalarını yerle bir etmiştir.

"Refah içinde şımarıp azgınlaşan..." ifadesindeki "batırat" kelimesi şir­retlik, şımarıklık ve nimete karşı tahammülsüzlük manasmdaki "batar" kö­künden gelmiştir. "Şımaran kimse"den murad, haddi aşan, zorbalık yapan, geçim zamanında ve şartlarında Allah'ın hakkını gözetmeyen demektir.

"Kendilerinden sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur." Yani bura­larda, bu yerlerden geçenlerin masıyetlerinin uğursuzluğundan dolayı sade-

"Senin Rabbin" hüccet ilzam etmek ve mazeretleri ortadan kaldırmak için hiçbir ülkenin "ana merkezine" buranın aslına, başşehrine ve en büyük kasabasının halkına "ayetlerimizi okuyan bir peygamber göndermeden hiçbir ülkeyi helak etmiş değildir." Rabbinin böyle bir âdeti ve ilâhî kanunu yoktur.

"Biz ancak" peygamberleri yalanlayarak küfürde azgınlaşmaları sebe­biyle zulmeden "halkı zalim olan ülkeleri helak ederiz."

"Size verilen" dünya nimetlerinden "her şey dünya hayatının geçici malı ve süsüdür." Yani hayatınızı yaşarken istifade ettiğiniz ve hayatınızı süsle­yen ve renklendiren sonra da kaybolan geçici ziynetlerdir.

"Allah'ın nezdindekiler ise" yani Allah'ın sevabı bizzat başlıbaşma bir hayırdır. Yani halis bir lezzettir, mükemmel bir güzelliktir, yahut her şeyden daha hayırlıdır ve daha devamlıdır." Daha kalıcıdır. "Siz hiç aklınızı kul­lanmaz mısınız?" Hiç düşünmez misiniz ki hayırlı olanı basit ve önemsiz olanla değiştiriyorsunuz. Ayette geçen "ta'kılûn" kelimesi "ya'kılûn" şeklinde de okunmuştur. Yani, "Onlar hâlâ düşünmüyorlar mı?" şeklindeki bu kelime öğüt vermekte daha beliğdir.

"Kendisine mutlaka kavuşacağı" hiç şüphesiz erişeceği, vaadinden dön­mesi imkânsız olduğu için muhakkak surette gerçekleşecek olan "güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse ile" pek yakında ortadan kalkacak olan, elem­lerle ve yorgunluklarla karışık geçici "dünya hayatında imkân içerisinde ya­şattığımız ve sonra kıyamet günü" hesap görmek için ve cehennemde azaba uğramak için "huzurumuza getirilecek kimselerden olan hiç bir olur mu?"

Ayetteki "sümme (sonra)" kelimesi zaman veya mertebedeki sıralama içindir. "Kendisine... güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse" ile mümin, "dünya hayatında imkân içerisinde yaşattığımız... kimse" ile kâfir murad edilmiştir. Bu ikisi arasında eşitlik yoktur. Bu ayet önceki ayet için bir netice niteliğindedir. Bunun için burada "fâ" harfiyle sıralama yapılmıştır. [58]

 

Nüzul Sebebi

 

"Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin..." (56. ayet) ile ilgili Müs­lim, Abd b. Humeyd, Tirmizî ve Beyhakî'nin Delâl kitabında Ebu Hurey-re'den (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifinde Peygamberimiz (s.a.) amcası Ebu Talib'e:

-  "Lâ ilahe illallah" de, kıyamet gününde senin lehine şahitlik edeyim, dedi. Ebu Talib:

- Kureyş kadınları beni ayıplayıp da İslâm'ı kabul etmesine Muhammed sebep oldu diyecek olmasalardı bu sözü söyleyip senin gözünü aydın kılar, memnun ederdim, dedi.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdire­mezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir." ayetini indirdi.

Nesaî ile İbni Asâkir'in Tarihu Dımaşk kitabında "ceyyid-makbul" bir senedle Ebu Saîd b. Râfi'den şu rivayet naklediliyor:

-  Abdullah b. Ömer'e "Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin." ayeti Ebu Cehil ve Ebu Talib hakkında mı? diye sordum. Abdullah b. Ömer:

- Evet, dedi.

"İman edenler: Eğer biz... yurdumuzdan oluruz ..." (57. ayet) ile ilgili İb­ni Cerir, Abdullah b. Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Kureyş'ten bazı kimseler Peygamberimiz'e (s.a.):

-  Biz sana uyarsak yerimizden, yurdumuzdan oluruz, dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Nesaî'nin Abdullah b. Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre Haris b. Osman b. Amir b. Nevfel b. Abd-i Menâf bu sözü söyleyen kimse idi.

Haris b. Osman'ın ifadesi -Beyzavî'nin ifadesine göre- şöyle idi: Biz se­nin hak üzerinde olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ancak biz sana tabi olup di­ğer Araplara karşı olursak -sayımız az olduğu için- yerimizden, yurdumuz­dan mahrum olmaktan korkuyoruz.

Bunun üzerine Cenab-ı Hakk'm şu ayeti nazil oldu: "İman etmeyenler: Eğer biz seninle beraber doğru yola uyarsak yerimizden yurdumuzdan olu­ruz, dediler." (Kasas, 28/57).

İbni Cerir "Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğu­muz kimse..." mealindeki 61. ayet hakkında Mücahid'in şu sözünü naklet-miştir: Bu ayet Peygamberimiz (s.a.) ile Ebu Cehil b. Hişam hakkında nazil olmuştur.

İbni Cerir yine Mücahid'in bir başka rivayette şöyle dediğini nakletmiş-tir: Bu ayet, Hz. Hamza (r.a.) ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur. [59]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, Ehl-i Kitap'tan bazı gurupların iman ettiklerini beyan et­tikten sonra müşriklerin iman etmekten imtina etmek hususundaki şüphele­rini zikretti. Sonra da bu şüphelere üç şekilde cevap verdi. Konuya din yolu­na kavuşturulma (hidayet) meselesinin Rasulullah'a değil sadece Allah Te-alâ'ya ait olduğunu beyan ederek başladı. Ancak bir başka ayette hidayetin Rasulullah'a ait olduğu bildirilmiştir: "Şüphesiz ki sen doğru yola, hidayete vesile olursun." (Şûra, 42/52). Buradaki hidayet irşad ve beyan etme mana-sındadır. [60]

 

Açıklaması

 

"Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hi­dayete erdirir. O hidayete erecekleri çok iyi bilir."

Nesaî ile İbni Asâkir'in Tarihu Dımaşk kitabında "ceyyid-makbul" bir senedle Ebu Saîd b. Râfi'den şu rivayet naklediliyor:

-  Abdullah b. Ömer'e "Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin." ayeti Ebu Cehil ve Ebu Talib hakkında mı? diye sordum. Abdullah b. Ömer:

- Evet, dedi.

"îman edenler: Eğer biz... yurdumuzdan oluruz ..." (57. ayet) ile ilgili İb­ni Cerir, Abdullah b. Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Kureyş'ten bazı kimseler Peygamberimiz'e (s.a.):

-  Biz sana uyarsak yerimizden, yurdumuzdan oluruz, dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Nesaî'nin Abdullah b. Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre Haris b. Osman b. Âmir b. Nevfel b. Abd-i Menâf bu sözü söyleyen kimse idi.

Haris b. Osman'ın ifadesi -Beyzavî'nin ifadesine göre- şöyle idi: Biz se­nin hak üzerinde olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ancak biz sana tabi olup di­ğer Araplara karşı olursak -sayımız az olduğu için- yerimizden, yurdumuz­dan mahrum olmaktan korkuyoruz.

Bunun üzerine Cenab-ı Hakkın şu ayeti nazil oldu: "İman etmeyenler: Eğer biz seninle beraber doğru yola uyarsak yerimizden yurdumuzdan olu­ruz, dediler." (Kasas, 28/57).

İbni Cerir "Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğu­muz kimse..." mealindeki 61. ayet hakkında Mücahidin şu sözünü naklet-miştir: Bu ayet Peygamberimiz (s.a.) ile Ebu Cehil b. Hişam hakkında nazil olmuştur.

İbni Cerir yine Mücahid'in bir başka rivayette şöyle dediğini nakletmiş-tir: Bu ayet, Hz. Hamza (r.a.) ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur. [61]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, Ehl-i Kitaptan bazı gurupların iman ettiklerini beyan et­tikten sonra müşriklerin iman etmekten imtina etmek hususundaki şüphele­rini zikretti. Sonra da bu şüphelere üç şekilde cevap verdi. Konuya din yolu­na kavuşturulma (hidayet) meselesinin Rasulullah'a değil sadece Allah Te-alâ'ya ait olduğunu beyan ederek başladı. Ancak bir başka ayette hidayetin Rasulullah'a ait olduğu bildirilmiştir: "Şüphesiz ki sen doğru yola, hidayete vesile olursun." (Şûra, 42/52). Buradaki hidayet irşad ve beyan etme mana-smdadır. [62]

 

Açıklaması

 

"Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hi­dayete erdirir. O hidayete erecekleri çok iyi bilir."

Yani Ey Muhammedi Şüphesiz ki sen hidayete ermesini, hidayete mu­vaffak kılınmasını arzu ettiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Bu sana ait değildir. Senin üzerine düşen sadece tebliğ etmektir. Dilediği kimseyi hida­yete erdirmek ve o kimsenin kalbine nur vermek ve bununla onu ihya etmek suretiyle gönlünü İslâm'a açmak şeklinde hidayete nail kılabilecek olan sa­dece Allah'tır.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Ölü bir kimse iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur ver­diğimiz kimse, içinden çıkamaz bir halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu?"(Enam, 6/122).

Sonsuz hikmet O'na aittir. Hidayete müsait ve lâyık olanları en iyi bilen Rabbindir. Onlar hidayete lâyık oldukları için onları hidayete erdirir. Azgın­lığa lâyık olanları da en iyi bilen Odur. Onlar da buna lâyık oldukları için bu gibi kimselere hidayet nasip etmez.

Bu ayetle murad edilen mana kavmini hidayete erdirme imkânı bula­mayan Rasulullah'ı teselli etmektir.

Dikkat çeken bir husus bu ayetin zahirinde Ebu Talib'in kâfir olduğuna bir delilin bulunmamasıdır. Lâkin Buharî ve Müslim'in Sa/wMerinde sabit olan husus -daha önce beyan ettiğim gibi- bu ayetin Peygamberimiz'in amca­sı Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususudur.

Zeccac diyor ki: Bütün müslümanlar bu ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda icma etmişlerdir. Ebu Talib ölüm döşeğinde:

-  Ey Abdi-i Menaf oğulları! Muhammed'e itaat edin ve onu tasdik edin ki kurtuluşa eresiniz ve ilâhî irşada erişesiniz, dedi.

- Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) ona hitaben:

-  Amca! Onlara nefislerine iyilikle, hayırla davranmalarını tavsiye edi­yorsun ama kendi nefsine karşı böyle davranmıyorsun, dedi. Ebu Talib:

- Benden ne istiyorsun, yeğenim? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):

-  Senden sadece bir tek kelimeyi söylemeni istiyorum. Zira sen dünya günlerinden en son günü yaşıyorsun. Senin "Lâ ilahe illallah" demeni istiyo­rum ki Allah Tealâ nezdinde sana bu kelime ile şehadet edeyim, dedi. Ebu Talib:

- Yeğenim, ben senin doğru sözlü olduğunu gayet iyi biliyorum ama hal­kın: "Ölüm esnasında korktu da bunu söyledi." demelerinden hoşlanmıyo­rum. Benden sonra sana ve amcalarına karşı hakaret ve küfürlü sözler söy­leyeceklerini bilmesem bunu söylerdim. Sende gördüğüm şiddetli arzu ve iyi­likseverlik sebebiyle şu ayrılık anında senin gözünü aydın kılar, böylece seni sevindirirdim. Fakat ben büyüklerim Abdülmuttalib, Haşim ve Abdi-i Me­nafin dini üzerine öleceğim." dedi.

Kurtubî diyor ki: Doğru olan şöyle denilmesidir: Müfessirlerin büyük ço­ğunluğu bu ayetin Peygamberimiz'in (s.a.) amcası Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda icma ve ittifak etmişlerdir. Bu, Buharî ve Müslim'in açık ifadeleridir.

- Bu ayetin bir benzeri de şu ayetlerdir: Onları hidayete ordirmek senin üzerine borç değil. Ancak hidayeti kime dilerse ona verir." (Bakara, 2/272); "Sen ne kadar hırs göstersen yine insanların çoğu iman edici değildirler."

Kısaca: -Razî'nin zikrettiği gibi- zorlama ve icbar manasında hidayete erdirme caiz değildir. Çünkü Allah Tealâ tarafından mükellefe bu çeşit bir hidayet verilmesi onun şanına lâyık değildir, çirkindir. Çirkin olanı yapmak ise bilgisizlik ya da buna ihtiyaç duyma sebebiyle olur. Bu da imkânsızdır. İmkânsız olanın gerekli olması da imkânsızdır. Bunun Allah için düşünül­mesi de muhaldir, imkânsızdır. Muhal ve imkânsız olanın ilâhî iradeye bağ­lanması ise caiz değildir.[63]

Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin Hz. Peygamber'e iman etmemeleri hususundaki şüpheleri ve ileri sürdükleri çürük bahaneleri, asılsız mazeret­leri bildirerek şöyle buyurdu:

"İman etmeyenler: Eğer biz seninle beraber doğru yola uyarsak yerimiz­den, yurdumuzdan oluruz, dediler."

Yani müşrikler: "Biz senin getirdiğin hidayet yoluna tabi olur, etrafımız­daki müşrik Arap kabilelerine muhalefet edersek bize eziyet etmelerinden ve bizimle savaşmalarından korkuyoruz, nerede bulunursak bulunalım bizi ya­kalamalarından, yurdumuzdan çıkarmalarından korkuyoruz." dediler.

Cenab-ı Hak da onların bu şüphelerine şu şekillerde cevap verdi:

1- Harem bölgesinin emniyete kavuşturulması: "Biz onları nezdimizden bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği emin harem bölgesi­ne yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilmezler."

Yani onların bu itirazları yalan ve batıldır. Çünkü Allah Tealâ onları emin bir beldeye, var olduğu andan itibaren muazzam ve emniyet içindeki harem bölgesine yerleştirmiştir. Onların küfürleri ve şirklerine rağmen bu harem bölgesi onlar için emniyetli olursa müslüman olup hakka tabi olurlar­sa nasıl emniyetli, güvenli bir yer olmaz?

Mekke Haremi'nin hususiyetlerinden biri Cenab-ı Hak tarafından bir rı­zık lütfü olarak her taraftan ticaret eşyalarının, başka beldelerdeki meyve ve ürünlerin o bölgeye taşınmasıdır. Fakat onların çoğu hayır ve saadet bu­lunan şeylere dikkat etmeyen, ibadete daha lâyık olanı bilmek ve ondan baş­kasına ibadet etmeyi terk etmek için düşünmeyen bilgisiz kimselerdir.

2- Ümmetlerin helak edilmesinin hatırlatılması: "Biz refah içinde şıma-rıp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik, işte onların geride bıraktıkları yerle­ri! Kendilerinden sonra bu yerlerin pek azında oturulmuştur. Oralara hep biz varis olmuşuzdur."

Yani Mekke halkından olan ve nimetlerin yok olmasından korkarak iman etmeme mazeretini ileri süren bu kimseler şunu iyi bilsinler ki asıl iman etmemek nimetleri ortadan kaldıran husustur. Çoğunlukla Allah halkı imanı reddeden, inkâr eden, haddi aşan, tuğyana sapan, şirretlik yapan, Al­lah'ın nimetlerine ve O'nun bol rızıklarma karşı nankörlük eden pek çok ka­sabayı helak etmiştir. Bu kimselerin yerlerinde, tavanlar başlarına yıkılmış­tır. Buralarda pek az müddetle geçici olarak kalanlar dışında hiçbir kimse oturmamaktadır. Buralarda yoldan geçenler bir gün veya daha az bir müd­det kalmaktadırlar. Buralara varis olan sadece Allah olmuştur. Çünkü bura­lar harap bir hale dönüşmüştür. Buralarda onlara halef olacak kimse kalma­mıştır. Arkasında bıraktığı mala sahip olacak bir kimse bulunmuyorsa bu çe­şit mal-mülk için: "Bu Allah'ın mirasıdır" denilir. Çünkü kâinatın hakikî sa­hibi ve mahlûkatın yok olmasından sonra ebedî ve baki olacak olan Allah'tır.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Allah bir kasabayı misal olarak verdi. Bu kasaba korkudan emin huzurlu idi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o kasaba Allah'ın nimetlerine nankörlük etti de Allah da ona işmelekte ısrar ettikleri (kötülükleri) yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acılar tattırdı." (Nahl, 16/112).

Daha sonra Allah Tealâ azabı indirmek hususundaki adaletini bildire­rek şöyle buyurdu: "Senin Rabbin ana merkezine ayetlerimizi okuyan bir pey­gamber göndermeden hiçbir ülkeyi helak etmiş değildir. Biz ancak halkı za­lim olan ülkeleri helak ederiz."

Yani bir ülkenin aslına, başşehrine veya merkezine kendilerine Allah'ın varlığına, birliğine ve sadece O'nun lâyık olduğuna delâlet eden ayetleri be­yan eden bir "rasul" göndermedikçe o ülkeyi veya o şehri içindeki halkıyla birlikte helak etmek Rabbinin âdeti ve sünneti değildir. Zira böylece o ülke halkının bilgisizlik gibi bir hüccetleri ya da hakkı bilmemek gibi bir mazeret­leri kalmayacaktır. Helak edilecek kimseler üzerlerine hüccet ikame edildik­ten sonra helak edilecektir. Allah peygamberleri ve ayetleri yalanlamak se­bebiyle nefislerine zulmeden kimselerden başka mahlûkatmdan hiçbir kim­seyi ve hiçbir ülke halkını helak etmeyecektir.

Bu Allah'ın mahlûkatı hususundaki adaletine delildir. Dolayısıyla be­yan ve tebliğ yapılmadan ceza yoktur, ayrıca iman edenler için helake uğra­ma yoktur. Ceza ve helak etme ancak haksızlık, masıyetlere bulaşma, en bü­yükleri Allah Tealâ'ya şirk koşma olan günah ve münkerleri işleme duru­munda olabilir.

Bu ayetin pek çok benzerleri de vardır. Bunlardan biri şu ayettir: "Biz bir peygamber göndermeden hiçbir kimseye azap edecek değiliz." (İsra, 17/15).

Bu ayette Ümmül-Kura'ya (Mekke'ye) gönderilen ümmî peygamber Hz. Muhammed'in (s.a.) Arap-Acem bütün herkese, her ülkeye gönderilmiş oldu­ğuna delil vardır.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ümmül-Kura (Mekke) ve çevresinde bulunanları uyarman için..." (Şûra, 42/7).

"De ki: Ey insanlar!. Ben sizlere hepinize Allah'ın elçisiyim." (A'raf, 7/158);

"Bununla sizi ve bu davetin ulaştığı kimseleri uyarmam için..." (En'am, 6/19).

3- Dindarlık ya da iman etme dünya menfaatlerini zayi etmez: "Size ve­rilen her şey dünya hayatının geçici malı ve süsüdür. Allah nezdindekiler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?"

Yani dünya ve dünyada bulunan her çeşit ziynet, süs ve dünya malı Al­lah'ın salih kulları için ahiret yurdunda hazırladığı menfaatler ve nimetlere nispetle fani ve önemsizdir. Ey insanlar! Size verilen mal, evlât, ziynet ve süsler sadece geçici dünya malı ve yok olmaya mahkûm ziynet olup Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Bu dünya nimetleri ahiret nimetleriyle kıyas edildiği zaman yok olmaya mahkûm, değersiz şeylerdir. Ahiret nimeti baki­dir ve dünyanın geçici nimetlerinden daha hayırlıdır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sizin yanınızdakiler tüke­nir. Allah'ın nezdinde olan ise bakidir." (Nahl, 16/96);

"Allah'ın nezdinde olan (mükâfat) müttakiler için daha hayırlıdır." (Âl-i İmran, 3/198);

"Doğrusu siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." (A'lâ, 87/16-17).

Yine Rasulullah (s.a.) sabit olan hadislerinde: "Allah'a yemin olsun ki, ahiretin yanında dünya hayatı sizden birinizin parmağını denize daldırıp da parmağıyla alabildiği su kadardır." buyuruyor.

Dünyayı ahiretin önüne geçirenler hiç akıllarını kullanıp düşünmezler mi? Fani hayatı baki hayata tercih edenler hiç ibret almazlar mı? Dikkat edin. İnsan kendisi için hayırlı ve sürekli olanı tercih etme hususunda dü­şünsün, kendisine isabet eden serleri de terk etsin.

Allah Tealâ daha sonra bu manayı te'kit etmek üzere şöyle buyurdu:

"Kendisine mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulunduğumuz kimse ile dünya hayatında imkân içerisinde yaşattığımız ve sonra kıyamet günü azap için huzurumuza getirilecek kimseler hiç bir olur mu?"

Yani insanın Allah nezdinde olan ecir ve mükâfatının dünya ziynetin­den daha üstün ve tercihe değer olduğunu anlaması için insan bir karşılaş­tırma yapsın. Bu karşılaştarmanın şekli şöyledir: Allah'ın kitabına iman eden, Allah'ın salih amellere cennet ve bol nimetle karşılık vermesini ve Al­lah'ın vaadini tasdik eden kimse ile Allah'ın huzuruna çıkmayı, Allah'ın va­adini ve vaîdini yalanlayan kâfir kimse bir olur mu? Bu inançsız kimse dün­ya hayatında pek az gün kalıp sonra kıyamet günü cehennem ateşinde azaba uğrayanlardan biri olacaktır.

Onların: "Biz dünya menfaatlerinin yok olmasından korkarak dini terk ettik." sözleri hata olup doğru bir söz değildir. Zira din bu menfaatleri yok et­mez. Bu dünya menfaatleri Allah'ın nazarında çok önemsizdir. Dünyayı ter­cih etmek ahiret menfaatlerini yok edecek, ahirette daimî cezaya sebep ola­caktır. [64]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlar için delil olarak alınmaktadır:

1- Yarattıklarından bazılarına hidayet vermek ve cennet yolunu bildir­mek, bazılarını da bundan mahrum etmek Allah'a mahsustur. Allah yaptık­larından sorumlu değildir.

Buradaki hidayet ve dalâletin manası zorlamak ve icbar etmek değildir. Bu şer'an ve aklen caiz değildir. Şer'î yükümlülüklerle mükellef insan hak­kında Allah Tealâ'nın bunu yapması beklenemez.

Buharî ve Müslim'in Sa/ııTılerinde sabit olan (56. ayetin) nüzul sebebin­den Ebu Talib'in imansız olarak öldüğü anlaşılmaktadır. Yine de her şeyi en iyi bilen Allah'tır.

2- Gaybı bilmek Allah'a mahsustur. Daha sonra hidayeti bulacak ve bu­lamayacak kimseleri O bilir.

3- Mekke müşrikleri gayet çürük ve reddedilen bir nedene ya da gerçek­le ilişkisi olmayan mantıksız bir mazerete dayanarak Peygamberimiz'e (s.a.) "Biz senin sözünün hak olduğunu biliyoruz. Fakat Arapların aleyhimizde birleşip de yurdumuzdan (Mekke'den) çıkarıp kovacakları korkusu bizim se­ninle birlikte hidayete tabi olmamıza ve sana iman etmemize engel olmakta­dır. Çünkü bizim bütün Arap kabilelerine karşı koyacak gücümüz yoktur.

İbni Abbas diyor ki: Kureyş'ten bunu söyleyen Haris b. Osman b. Nevfel b. Abdi-i Menaf el-Kuraşî'dir.

4- Allah Tealâ bu üç şüpheyi şu üç cevapla cevaplamaktadır:

a) Cenab-ı Hak Mekke haremini güvenli bir yer kıldı. Cahiliyet devrin­deki Arap kabileleri birbirlerine kıskançlık besliyorlar, birbirleriyle çarpışı­yorlardı. Mekkeliler ise harem bölgesinin hürmetinde emniyet içindedirler. Cenab-ı Hak Beytüllahın hürmeti sebebiyle onları emin kıldı, düşmanlarına engel oldu. Dolayısıyla Mekkeliler Arapların kendileriyle çarpışıp bu bölge­nin hürmetini çiğnemelerinden, çarpışmayı helak saymalarından korkmu-yorlardı. O halde emniyet temin edildiği halde onların iman etmelerini en­gelleyen şey nedir?

Emniyetli olma yanında "Mekke Haremi" bölgesinin özelliklerinden biri Allah tarafından bir lütuf ve rızık olarak her ülkenin ve her beldenin ürünle­rinin oraya toplanmasıdır. Fakat Mekkelilerin çoğu düşünmemektedirler. Yani onlar delil getirmekten gafildirler. Kendilerine küfrettikleri halde nzık verip kendilerini emniyet içinde yaşatan Allah'ın müslüman olurlarsa elbet­te yine rızık vereceğinden ve İslâm'ı kabul ettiklerinde küfürlere engel olaca­ğından gafildirler.

Bu cevabın özü şudur: Mekkeliler, Allah Tealâ'ya kulluk etmekten yüz çevirdikleri, putlara tapmaya yöneldikleri halde Allah, Harem bölgesini emin kılmış ve oraya bol rızık vermiştir. O halde onların iman etmemeleri için hiçbir mahzur yoktur. Zira onlar iman ederlerse bu durumun devam et­mesi daha evlâdır.

Bu, onların imanı terk etmek için ortaya koydukları bahanelere verilen ilk cevaptır.

b) Allah Tealâ Mekkelilere hususi olarak verdiği nimetleri beyan ettik­ten sonra bunun ardından peygamberleri yalanlamaları sebebiyle dünya ni­metleriyle nimetlenen geçmiş ümmetlere indirdiği azap ve cezayı beyan etti. Onlar iman ettikleri takdirde Arap kabilelerinin kendileriyle çarpışacakları kanaatinde iseler bu batıl bir vehimdir. Çünkü imanı terk etmeleri duru­munda bu daha fazla olmaktadır.

Nice inkâr edip de sonra helake uğrayan kavimler vardır. Biz dünya ni­metinin yok olmasından korkarak iman etmiyoruz dediklerinde Allah Tealâ onlara imana yönelmek değil asıl iman etmeyi kabul etmemekte ısrar etme­nin bu nimetleri ortadan kaldıracağını beyan etti.

Bunun delili de şudur: Allah şımarıklık -Yani zenginlik için Allah Te-alâ'nm hakkını korumamak- sebebiyle pekçok kavmi helak etti. Onların ev­leri ve yurtları içinde yaşayanlar helak olduktan sonra oturulmaz hale geldi. Ancak pek azı müstesna ya da geçici olarak pek az müddetle barınılması müstesna. Buralarda sadece yolcular veya oradan geçenler bir gün ya da da­ha az kalmaktadırlar. Halkın helak olmasından sonra buralara varis olan Allah'tır.

Bilindiği gibi bir şeyin belirli bir sahibi kalmazsa: "Bu Allah'ın mirası­dır." denilir. Çünkü mahlûkatınm yok olmasından sonra baki kalan O'dur.

Daha sonra Cenab-ı Hak helak etme hususundaki ilâhî sünnetini açık­ladı. Bu da şudur: Cenab-ı Hak kâfir kasabaları helak ederken onun âdeti ve sonu bu kasabaların merkezine ya da en büyüğüne bir rasul göndermeden helak etmemektedir. Nitekim Mekke'ye de Hz. Muhammed'i (s.a.) gönderdi. Sonra da özürlerini ortadan kaldırdıktan ve onları azapla korkuttuktan son­ra küfür üzerinde ısrar etmeleri ve zulümleri sebebiyle helak olmayı hak et­tikleri zaman onları helak etti. Bu ifade Cenab-ı Hakkın adaletini ve zulüm­den münezzeh olduğunu beyan etmektedir.

Özetle: Onların helak edilmesi ancak şu iki sebeple olmaktadır:

- Zulümleri sebebiyle helak edilmeye müstahak olmaları.

-  Zalim olmalarına rağmen hüccet te'kit edilmeden ve peygamberler gönderilmek suretiyle onları ilzam etmeden Allah onları helak etmez.

c) Mekke'lilerin: "Biz dünyayı terk etmemek için dini terkettik." demeleri büyük bir hatadır. Zira hayatları boyunca istifade ettikleri şeyler yok olmaya mahkûmdur. Allah nezdinde olan sevap ve ecir daha hayırlı ve daha devamlıdır. Yani daha üstün ve daha süreklidir. Baki olanın fani olan­dan daha üstün olduğunu hâlâ düşünmüyor musunuz? Allah nezdinde olanın "daha hayırlı" olmasına gelince: Ahiretteki menfaatler daha büyük­tür. Her türlü lekelerden tamamen arınmıştır. Dünya menfaatlerine gelince, bunlar birtakım zararlarla lekelidir. Hatta bu dünyadaki zararlar daha çok­tur.

Allah katında olanın "daha devamlı" olmasına gelince: Bu ecir ve sevap devamlı olup kesintisizdir. Dünya menfaatleri ise kesintilidir. Sonu olan son­suz olanla karşılaştığı zaman yok olur. Ahiret menfaatleriyle dünya men­faatleri karşılaştırıldığı zaman dünya menfaatleri ahiret menfaatleri kar­şısında deniz yanındaki damla gibi kalır.

Kendisine güzel şey -cennet- ve oradaki mükâfatlar vaad olunan kimse ile kendisine geçici, dünya menfaatleri sunulan, dünyadan arzu ettiği bazı şeyler kendisine verilen sonra da kıyamet günü cehenneme atılan kimse arasındaki eşitlik hiç makul mudur?

Kuşeyrî diyor ki: Sahih olan husus şudur ki: Bu ayet dünyada sağlık ve zenginlikten yararlanan ahirette de cehenneme atılacak olan kâfir hakkında ve Allah'ın vaadine güvenerek dünyanın belâlarına sabreden, ahirette de cennete girecek olan her mümin hakkında nazil olmuştur.

Özetle: Ahiretin menfaatleri dünya menfaatlerinden şu iki noktada ter­cih edilmeye lâyıktır.

a) Devamlılık ve ebedîlik,

b) Cezanın bulunmaması.

Dünya menfaatleri kesilmeye ve fani olmaya mahkûmdur. Ayrıca Al­lah'a itaati bulunmazsa bu menfaatlerin ardından daimî ceza meydana gelecektir.

5- "Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" ayeti ahiret menfaatlerini dün­ya menfaatlerine tercih etmeyen kimsenin selim akıl sahibi olmaktan uzak olduğuna işarettir.

İmam Şafiî (rh.a.) bu ayetten hareketle malının üçte birini vasiyet eden kimselerin insanların en akıllısı olduklarını söylemiştir. Bu üçte bir Allah Tealâ'ya taat ile meşgul olanlara sarf edilir. Çünkü insanların en akıllısı kendisine az imkân verilen ve çok istifade eden kimsedir. Bunlar ancak Al­lah Tealâ'ya itaatle meşgul olan kimselerdir. [65]

 

Kıyamet Gününde Müşriklerin Sorulacak Üç Soruyla Susturulması

 

62- O gün Allah onlara nida edecek ve: "Benim ortaklarım olduklarını id­dia ettikleriniz nerede?' diyecektir.

63- O gün aleyhlerindeki hüküm kesinleşen kimseler: "Ey Rabbimiz! İş­te azdırdıklarımız, kendimiz az­dığımız gibi onları da azdırdık. On­lardan uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tapmıyorlardı, derler."

64- Onlara: "(Bana) koştuğunuz ortak­larınızı çağırın" denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler onlara cevap vermezler. Azabı görür­ler ve "Keşke dünyada hidayet üzere olsaydık." derler.

65- O gün Allah müşriklere nida eder ve: "Gönderilen peygamberlere ne cevap verdiniz?" der.

66- O gün onların haber kaynakları körelir. Artık birbirlerine de hiçbir şey sormazlar.

67- Kim şirkten vazgeçip iman eder ve salih amel işlerse kurtuluşa eren­lerden olması umulur.

 

Belagat:

 

"Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz şeyler nerede?" sorusu hiçe alma ve alay tarzında istifhamdır.

"Kendilerimiz azdığımız gibi onları da azdırdık." ifadesi teşbih-i mür-seldir.

"O gün onların haber kaynakları körelir." ifadesinde istiare-i tasrihiyye ve tebeıyye, ayrıca kalb ve tazmin sanatları vardır. "Körlük" hidayete er­meme hali için istiare edilmiştir. Onlar haber kaynaklarına erişemezler. [66]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İddia ettikleriniz nerede1?" Yani benim ortaklarım olduklarını iddia et­tiğiniz şeyler nerede? Kelâm bu iki mef ule delâlet ettiği için iki mef ul haz­fedildi.

"O gün aleyhlerindeki hüküm" yani Cenab-ı Hakkın "Ben cehennemi cinler ve insanlarla dolduracağım" ayeti (Secde, 32/13) ve diğer tehdit ayet­lerinde bildirilen ilâhî takdir "kesinleşen" bu hükmün gereği sabit olan "kim­seler" yani cehenneme girecekleri hükmü haklarında kesin olan dalâlet reis­leri şöyle derler:

"Ey Rabbimiz! işte azdırdıklarımız... Biz kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık."

Bununla şu manaya kastetmektedirler: Biz onları kendi tercihimizle saptırdık ama onları buna zorlamadık. Zira bizim onları saptırmamız bir zorlama ve mecburiyet olmayıp sadece vesveseden ibarettir. Her ne kadar bizim vesvese vermemiz onları küfre çağırmak olsa da bizim sapmamız ile onların sapması arasında hiçbir fark yoktur. "Biz onlardan" onların bize tap­masından "uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tapmıyorlardı." Yani as­lında onlar bize tapmıyorlar, sadece kendi nefsî arzularına tapıyorlardı.

"Onlara: Koştuğunuz ortaklarınızı" yani Allah'ın ortakları olduğunu id­dia ettiğiniz putları "çağırın, denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler onlara cevap vermezler." Cevap vermekten ve yardım etmekten aciz ol­dukları için onların davetlerine icabet edemezler. "Azabı görürler." Ahirette bu azabı gördüklerinde "keşke" dünyada "hidayet üzere olsaydık, derler."

"O gün" kıyamet günü "onların haber kaynakları" ve kendilerini kur­taracak hüccetler "körelir" kaybolur. Kendileri için kurtuluşa vesile olacak haber bulamazlar. Yani haberler onların üzerinde körlük varmış gibi onlara gizli kalır. Cümlenin aslı şudur: Onlar haberlerden uzak kalmış, körleşmiş-lerdir. Fakat zihne gelen şeyin dışarıdan geldiğine delâlet etmek ve mübalağa olmak üzere cümle ters çevrilmiştir. "Artık birbirlerine de hiçbir şey sormazlar." Aşırı dehşete kapılmaları sebebiyle onlar birbirlerine hiçbir soru sormazlar.

"Kim" şirkten "tevbe eder, iman eder," Allah'ın birliğini tasdik eder "ve salih amel işlerse" farzları eda eder, imanla salih ameli birleştirirse o kim­senin "kurtuluşa erenlerden" yani Allah nezdinde kurtulanlardan "olması umulur." [67]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah'a itaat etmeksizin ve Onun nimetlerine şükretmeksizin dünyada dünyevî zevklerden yararlanmanın kıyamet gününde kâfirin azap görmesine sebep olacağını beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak, kıyamet günü müşriklere cevap vermekte şaşıracakları üç soru sorduğu zaman müşriklerin ve kâfir­lerin küçümsenme ve basite alınma durumunu beyan etti. Bu üç soru şunlardır:

- Dünyada taptıkları ilâhlar hakkında,

- Onların bu ilâhları çağırmaları hususunda,

- İmana davet eden peygamberlere verdikleri cevap hususunda. [68]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ kıyamet günü müşrik kâfirlere yapılacak azarlamayı bil­diriyor. O gün onlara nida edilecek ve kendilerine şu üç soru yöneltilecektir:

1- Sahte ilâhların yardımı hakkında soru: "O gün Allah onlara nida ede­cek ve benim ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz şeyler nerede1? diyecektir."

Yani: Ey Rasul! O gün Hak Tealâ o müşriklere nida edecek ve onlara şöyle diyecektir: Sizin dünyada kendilerine taptığınız melek, cin, yıldız, put, heykel ve insan gibi sahte ilâhlar, benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz sahte tanrılar nerede? Onlar size şefaat edecekler mi? Size yardım edecekler mi?

Bu sorudan maksat küçümsemek, tahkir etmek, horlamak ve kınamak­tır. Onların vereceği hiçbir cevap yoktur. Zira onlar kıyamet günü dünyada iken içinde bulundukları durumun batıl ve yanlış olduğunu öğrenecekler, tevhid ve peygamberliğin doğruluğunu zarurî olarak idrak edeceklerdir.

Bu ayetin benzeri şudur: "Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsan ettiğimiz şey­leri de sırtlarınızın arkasına bırakmışsınızdır. İçinizde kendileri gerçekten or­takları olduğunu boş yere iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun aranızdaki (bağ) parça parça kopmuştur. Haklarında kuru zan beslediğiniz şeyler sizden ayrılıp gitmiştir." (En'am, 6/94).

Cenab-ı Hak daha sonra dalâlet liderleri ve küfür davetçilerinin cevabını zikrederek şöyle buyurdu: "O gün aleyhlerinizdeki hüküm kesin­leşen kimseler: Ey Rabbimiz! işte azdırdıklarımız, kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Biz onlardan uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tap­mıyorlardı, derler."

Yani o gün aleyhlerindeki: "Ben yemin olsun ki cehennemi insan ve cin­lerle dolduracağım." (Secde, 22/13) hükmünün gereği sabit olan, bunun neti­cesi üzerlerinde kesinleşen ve artık kendileri için vaîd gerekli olan dalâlet önderleri ve küfür davetçileri şöyle diyeceklerdir: Ey Rabbimiz! Bize tabi olan ve imana karşı küfrü tercih eden o kimselerin sapıklıkları kendi tercih­leri ile olmuştur. Bizim sapıklığımız da bizim tercihimizle olmuştur. Zira bizim sapıklığımız ve onları saptırmamız zorla ve icbarla olmamıştır. Bilakis bu inanç ve amellere teşebbüs ettikleri zaman onlar hür ve tercih hakkına sahip kimselerdi. Bununla anlatılmak istenen şudur: Onların sapıklıklarının sorumluluğu bize değil, onlara aittir.

Biz onlardan, onların inançlarından ve amellerinden, onların tercih et­tikleri küfür ve isyandan uzaklaşıp sana geldik. Onlar gerçekte bize tap­mıyorlar, sadece kendi nefsî arzularına tapıyorlar ve şeytanlarına itaat ediyorlardı. Bu mabudlar kendilerine tabi olanları saptırdıklarına, onların da kendilerine uyduklarına şahit oldular. Sonra da onların kendilerine tap­malarından uzak olduklarını ilân ettiler.

Bu Cenab-ı Hakk'm şu ayetlerde buyurduğu gibiydi: "Onlar kendileri için izzet ve kuvvet olsunlar diye Allah'tan başka sahte tanrılar edindiler. Hayır, öyle değil. O tanrılar onların tapmalarına küfredecekler, onların aley­hine düşman olacaklar." (Meryem, 19/81-82);

"Allah'ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar cevap veremiyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki bunlar onların tap­malarından da habersizdirler." (Ahkaf, 46/5-6);

"O zaman arkalarından uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmıştır. O azabı görmüşlerdir. Aralarındaki ipler de parçalanıp kop­muştur." (Bakara, 2/166).

2- Sahte tanrıların azabı reddetmek için verdikleri cevabın sorgulan­ması:

"Onlara: Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın, denir. Onlar da çağırırlar. Fakat çağırdıkları şeyler onlara cevap vermezler. Azabı görürler ve keşke dünyada hidayet üzere olsaydık, derler."

Yani Allah'a şirk koşanlara şöyle denir: Dünya hayatında umduğunuz gibi sizi içinde bulunduğunuz durumdan kurtarmayı vaad eden tanrılarınızı çağırın. Son derece hayret ve dehşetle tanrılarını çağırdılar. Ancak bu sahte tanrılar cevap vermekten âciz kalarak bu nidaya cevap vermediler. Onlar hiç şüphesiz cehenneme atılacaklarını kesin olarak anladılar. Kendilerini kuşatan azabı gördükleri zaman keşke dünyada iken hidayete eren mümin­lerden olsaydık diye arzu ettiler. Buna göre "lev" edatının cevabı mahzuftur. Yani onlar azabı gördükleri zaman keşke dünyada hidayete tabi olsaydık, diye temenni ettiler.

Bu ayetin benzeri şudur: "O gün Allah şöyle der: Bana iddia edip kat­tığınız ortakları çağırın. İşte onları çağırmışlar, fakat bunlar kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarına bir uçurum koymuşuzdur. Günahkârlar ateşi görmüşler de onun içerisine düşenlerin kendileri olduk­larını anlamışlar, (fakat) ondan savuşacak bir yer bulamamışlardır." (Kehf, 18/52-53).

Bu sorudan maksat kendilerinden beklenen fayda ve menfaati vere­meyecek kimseleri çağırmaları sebebiyle azarlama, tehdit ve insanların huzurunda rezil olmaktır. Onlar bu sahte ilâhları çağırırlarsa onlardan yardım konusunda hiçbir cevap alamayacaklardır. Onlara verilecek azap karar­laştırılmış, sabit bir durumdur. Bu soruda şirk ve dünyadaki hurafelere kar­şı ihtar ve red yapılmaktadır.

3- Tevhid ve peygamberlere icabet etmek hakkında sorulan soru:

"O gün Allah müşriklere nida eder ve gönderilen peygamberlere ne cevap verdiniz? der."

Yani o gün Allah Tealâ müşriklerin kendilerine gönderilen peygamber­lere verdikleri cevabı almak için onlarla olan durumlarının nasul olduğunu ve davet edildikleri tevhide karşı cevaplarının ne olduğunu bilmek için müş­riklere nida eder.

Bu tıpkı kula kabrinde: "Rabbin kim?", "Peygamberin kim?", "Dinin ne?" gibi sorularının sorulması gibidir. Mümine gelince, mümin Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet eder. Kâfir ise: "Bilmiyorum." der. Kıyamet gününde kâfirin sükûttan başka hiçbir cevabı yoktur. Bu ifadede peygamberliğin ispatı, Allah'ın birliğinin ilânı, put ve benzeri sahte ilâhlardan uzak olduğunun ilânı söz konusu edil­mektedir.

"O gün onların haber kaynaklan körelir. Artık birbirlerine de hiçbir şey soramazlar."

Yani hüccetler onlara gizli kalır, kıyamet günü kendilerini savunma şekillerinden mahrum kalırlar. Sükût etmek mecburiyetinde kaldılar. Ken­dilerini kaplayan dehşet ve şaşkınlık sebebiyle ve bütün insanlar -hatta pey­gamberler- haberlerden mahrum olma ve cevap vermekten aciz kalma hususunda eşit oldukları için zor meselelerde insanlara soru sorulduğu gibi birbirlerine soru soramazlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O gün Allah bütün pey­gamberleri toplayıp da: "Size verilen o cevap nedir?" diyecek. Onlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybleri hakkıyla bilen sensin." diyecek­lerdir." (Maide, 5/109).

Peki bu sapıklara karşı senin kanaatin nedir? Onların hüccetleri "haberler" olarak adlandırılmıştır. Çünkü bunlar onların vereceği haberler niteliğindedir.

Allah Tealâ müşriklerin karanlık durumlarını ve azarlanmalarını beyan ettikten sonra tevbeyi ve küfürden uzak olmayı teşvik etmek üzere tevbe edenlerin durumlarını zikretti:

"Kim şirkten vazgeçip tevbe eder, iman eder ve salih amel işlerse kur­tuluşa erenlerden olması umulur."

Yani müşriklerden tevbe edenler, Allah'ı ve Allah'ın birliğini tasdik edenler ve Allah'a ihlâsla ibadet edenler, peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.) iman edenler ve dünyada farzlar v.b. salih amel işleyenler kıyamet günü cennette Allah'ın rızasını ve nimetini kazanacak ve kurtuluşa erecek kimseler­dir.

"Asâ" kelimesi Allah tarafından kullanıldığında "muhakkak" manasın-dadır. Zira bu hiç şüphesiz ki Allah'ın lütfü ve minnetiyle meydana gelmiştir.

Ancak "asâ" kelimesi kul tarafından kullanıldığında kurtuluş ve talep edilenin elde edilmesi ümid ve beklentisiyle "umulur ki" anlamındadır. [69]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler insanın dünyadaki durumunu incelemesi ve kıyamet günü ansızın talihsiz akıbetle karşılaşmaması için bir uyan, korkutma, azarlama ve küfrü reddetme manası ihtiva etmektedir.

Bu ayetlerde çeşitli sahte tanrıların şefaat edecekleri ve ahirette hesap âleminde kendilerine tapanlara destek verecekleri iddialarını çürütmektedir.

Birinci sorgulamada ümitler dağılmakta, umutlar kaybolmakta, tamah­kârlık ortadan kaldırılmaktadır. Böylece putlara tapanlar Allah'a şirk koş­tukları şeylerin kendilerine destek vermesi ve şefaat etmesi hususunda hiç­bir fayda elde edemiyeceklerdir. Putlarla bu putlara tapanlar birbirlerinden berî olduklarını ifade edeceklerdir. Şeytanlar kendilerine itaat edenlerden berî olduklarını ifade edeceklerdir. Liderler de onları kabul edenlerden berî olduklarını ifade edeceklerdir. Böylece felâket meydana gelecek, mücrim kâfirler şaşkın şaşkın bakakalacaklardır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Dostlar o gün birbirlerinin düşmanıdırlar. Ancak takva sahipleri müstesna." (Zuhruf, 43/67).

İkinci sorgulamada hayret şiddetlenmekte ve müşrikleri dehşet kap­lamaktadır. Kâfirler kendilerine yardımcı olmaları ve kıyamet günü ken­dilerine gelecek azabı engellemeleri için dünyada taptıkları tanrılardan yar­dım isteyeceklerdir. Müşrikler putlara yaptıkları yardım talebine karşı hiç­bir cevap, yalvarışlarına hiçbir yankı bulamayacaklar, onlardan asla yardım göremeyeceklerdir. Azabın kendilerini tamamen kapladığını görünce keşke dünyada Allah Tealâya iman, O'nun kitabıyla ve Rasulünün getirdiği dinle amel etmek suretiyle hidayete erselerdi, diye temenni edeceklerdir.

Üçüncü sorgulama -kesin bir husus olup- Allah rasülleri ve nebileri ken­dilerine Rablerinin risaletini tebliğ ettiklerinde onlara verdikleri cevap ken­dilerine sorulacaktır. Fakat onlar hayret ve korku içinde kalacaklar, cevap verme hususunda dehşete kapılmaları sebebiyle susacaklar, hüccetler ken­dilerine gizli kalacak, kıyamet günü kendi lehlerine hiçbir hüccet bulamayacaklar, bu hususlarda birbirlerine soru da soramayacaklardır. Çün­kü Allah Tealâ onların hüccetlerini boşa çıkarmış, dillerini kesmiştir. Zira bütün söyledikleri sırf batıldır, hiçbir hayır yoktur. Bu ifadede tevhid ve pey­gamberlik ispat edilmektedir.

Bu üzüntülü manzara ve feci durum karşısında Allah o müşrik ve kâfirlerin önünde ümit, kazanç, kurtuluş ve mutluluk kapışım açmaktadır. Bu tevbe kapısı, hak ve iman ehlinin yoludur.

Cenab-ı Hak müşriklerin dünyada, bütün kötü durumlarına rağmen eğer şirki bırakıp tevbe ederlerse; Allah'ı, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü tasdik ederlerse; farzları eda etmek ve bol bol nafile ibadet yapmak suretiyle salih amel işlerlerse Allah tarafından verilen bir vaad ve te'kit sebebiyle elbette saadeti kazanan kimselerden olacaklarını beyan etmektedir.

Çünkü "asâ (umulur ki)" kelimesi -biraz önce ifade edildiği gibi- Allah tarafından kullanıldığı zaman kesinlik ifade eder. İnsanlar tarafından kul­lanılırsa emel, ümit, kurtuluş ve kazanç beklentisi manasını verir.

Burada insanlar tevbe etmeye ve küfrün karanlığından, şirkin sapık­lığından kurtulmaya teşvik edilmekte, Allah'ın varlığına ve birliğine iman ederek, kitapları, peygamberleri ve öldükten sonra dirilişi tasdik ederek, ilâhî yükümlülükleri yerine getirmeye koşarak Allah'a dönme yolunda fikir yürütme tavsiye edilmektedir. [70]

 

Tercih Hususunda Mutlak Hak Sahibi Olan Şükür Ve İbadete Yegâne Lâyık Olan Kimsedir

 

68- Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların tercih etme hakkı yoktur. Al­lah noksan sıfatlardan münezzehtir, ve onların kendisine ortak koştukları şeylerden çok çok yücedir.

69-  Rabbin onların kalplerinin giz­lediği şeyleri ve kendilerinin açığa vurdukları şeyleri çok iyi bilir.

70-  O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Dünyada da ahirette de hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnız O'nundur. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.

 

Belagat:

 

"Tükinnü (kalplerin gizlediği)" ve "tu'linûn (açığa vurduğunuz şeyler)" ve "el-ûlâ vel-âhıra (dünya ve ahiret)" kelimeleri arasında tezat sanatı var­dır. [71]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer." Burada yaratma ve seçme hür­riyetinin hiçbir gereklilik olmaksızın ve hiçbir engel bulunmaksızın Allah'a ait olduğu ispat edilmektedir.

"Onların tercih etme hakkı yoktur." Yani müşriklerin ve başkalarının seçme ve tercih etme hakkı yoktur.

"Allah münezzehtir." Bu tercihinde Allah kendisiyle yarışacak bir kim­senin bulunmasından çok uzaktır. "Çok yücedir." Allah onların şirk koş­malarından çok ulu ve mukaddestir.

"Rabbin onların kalplerinin gizlediği şeyleri" kalplerinde bulunan küfür, Rasulullah (s.a.) düşmanlığı ve ona kin duyma ve benzeri hususları gayet iyi bilir. 'Ve kendilerinin açığa vurdukları şeyleri" Rasulullah (s.a.) hakkında dil uzatarak ortaya koydukları tavrı "çok iyi bilir."

"O kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan" yani kendisinden başka ibadete lâyık hiçbir varlık bulunmayan, ibadete lâyık yegâne varlık olan "Allah'tır. Bu âlemde" dünyada "ve ahirette" cennette "hamd yalnız Allah'ındır. Hüküm" hiçbir kimsenin ortaklığı olmadan her şeyde etkili ve geçerli olan karar "yalnız O'nundur. Siz" diriltilecek ve "ancak O'na döndürüleceksiniz." [72]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kendisine ortaklar, putlar edinmeleri, şefaat ve yardım için bunlara yalvarmaları sebebiyle müşrikleri azarladıktan sonra şefaatçileri tayin etme konusundaki mutlak tercih hakkının gerçek sahibinin müşrikler değil, kendisinin olduğunu beyan etmektedir. Ayrıca yaratmış olduğu insan­lardan bazılarını risalet ve nübüvvet için seçmesi ve bunlara başkalarından farklı hususiyetler vermesi hususunun kendisine ait de olduğunu beyan et­mektedir. Dolayısıyla müşriklerin tercihi bilgisizlik, ahmaklık ve sapıklık ol­maktadır.

Bu tercihin Allah'a ait olmasının sebebi Allah'ın gizli-açık bütün olay­ları gayet iyi bilmesi, kendisinin nimet vermesi dolayısıyla ibadete lâyık tek varlık olması -zira O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir varlık yoktur- ayrıca Allah'ın her şeyde yetkili, geçerli hüküm sahibi olması, sual ve hesap için son varılacak ve dönülecek varlığın Allah olmasıdır. [73]

 

Açıklaması

 

"Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçme hakkı yoktur. Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir."

Yani Allah Tealâ yaratma ve seçme hususunda kendisinin hiçbir ortak veya eş kabul etmeksizin yegâne hakka sahip olduğunu bildirmektedir. Ayetin manası şudur:

Ey Muhammed! Ey bu ayetleri duyanlar! Senin Rabbin dilediğini yarat­ma ve dilediğini tercih etme hususunda mutlak hak sahibidir. O ne dilerse olur, O neyi dilemezse olmaz. Hayrı ve şerriyle bütün işler O'nun elindedir. Bunların dönüşü sadece Onadır. Risaleti eda etmek için bazı kimseleri O tercih eder. Bu görevi eda etmek için melekler ve insanlardan elçiler seçer. Şefaat hususundaki hakkını dilediğine bağışlar. Yarattığı kimselerden bir kısmına diğerlerinden farklı bazı özellikler verir.

Ne müşriklerin ne de başkalarının herhangi bir şeyi seçme, tercih etme hakkı ya da meselâ: "Bu Kur'an şu iki kasabadan büyük bir adama indiril-seydi ya!" (Zuhruf, 43/31) deme hakları yoktur. Müşrikler bu iki kişinin ya Velid b. Mugire ya da Taif reisi Urve b. Mes'ud es-Sekafî olduğunu söy­lemektedirler.

68. ayetteki "mâ kâne" kelimesindeki "mâ" İbni Abbas ve başka müfes-sirlerden nakledildiği gibi nefy (olumsuzluk) edatıdır. Zira bu makam Allah Tealâ'nın yaratma, takdir ve tercih etme hususunda tek ve yegâne varlık olduğunu ve bu konuda O'nun hiçbir benzeri olmadığını beyan etme makamıdır. Bu sebeple Allah Tealâ kendi zatının hakimiyeti hususunda her­hangi bir kimsenin kendisiyle yarışmasından münezzeh olduğunu zikretti: "Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir." Yani Allah müşriklerin şirk koşmasından çok yücedir. Hiçbir şey yaratamayan ve hiçbir şey tercih edemeyen putlar ve benzeri ortaklardan herhangibirinin tercih etme ve yaratma hususunda Allah'la yarışması imkânsızdır.

Cenab-ı Hak daha sonra yaptığı seçim ve tercihin sabit ve sahih ilme dayandığını beyan etti: "Rabbin onların kalplerinin neyi gizlediğini ve ken­dilerinin neyi açığa vurduğunu çok iyi bilir." Yani ey Allah'ın yarattığı kul! Senin Rabbin Onların gönüllerinin gizlediğini, vicdanlarının Rasulullah'a (s.a.) karşı taşıdığı hile ve desiseleri ve O'na karşı düşünülen düşmanlığı gayet iyi bilir. Gayet tabiî bütün mahlûkatının açıktan yaptıkları şeyleri de gayet iyi bilir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İçinizden sözünü gizleyen kimse ile bunu açığa vuran kimse, ya da geceleyin gizlenen kimse ile gündüz yoluna devam eden kimse (O'nun ilminde) eşittir, birdir."(Ra'd, 13/10).

Bu, mutlak ve her şeyi kaplayan ilim ve ulûhiyet hususiyetlerine sahip, yegâne ilâh olan Allah tarafından sadır olmaktadır. Allah şöyle buyurmak­tadır: "O kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır." Yani ulûhiyet vasfıyla tavsif olan tek varlık O'dur. O'ndan başka hiçbir mabud yoktur. Dilediğini yaratan ve dilediğini seçen O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyi bilen ve her şeye kadir olandır.

Bu ayette Allah'ın mümkün olan her şeye kadir olduğuna, bilinecek her şeyi gayet iyi bildiğine, bütün noksanlıklardan ve belâlardan münezzeh ol­duğuna dikkat çekilmektedir. Bunun için O hamd ve şükre lâyık olan tek varlıktır: "Dünyada da ahirette de hamd O'na mahsustur." Yani hamd, şükür ve ibadete lâyık olan sadece Allah Tealâ'dır. O dünya ve ahirette yaptığı her şeyde övgüye lâyık olandır. Çünkü O adaleti ve hikmetiyle nimetleri lütfeder ve mahlûkatına bol hayır bahşeder.

"Hüküm yalnız O'nundur. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz." Yani her şeyde etkili ve geçerli olan karar yalnız O'na aittir. O'nun hükmünü kal­dıracak hiçbir kimse yoktur. O kullarının üzerinde ezici bir kuvvet ve kud­rete sahiptir. O çok merhametli ve çok lütuf sahibidir, her şeyden haberdar­dır. Bütün mahlûkat kıyamet günü ancak O'na dönecektir. Her amel eden kimseye hayır ve şer yaptığı ameliyle karşılık verecektir. Yerde ve gökte hiç­bir şey O'na gizli kalmaz.

Bu ayette isyankârlar için son derece tehdit ve korkutma, itaatkârlar için son derece kalbi takviye edici ifade vardır. Dolayısıyla adalet terazisi bozulmayacaktır. Allah iyi amel işleyen kullarını itaatlerine karşılık mükâfatlandıracak, isyankârları isyanlarına karşılık cezalandıracaktır. [74]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Şefaatçiler hakkındaki seçim ve tercih hakkı müşriklere değil, sadece Cenab-ı Hakk'a aittir.

2-  Fiillerinde yaratma ve tercih etme sadece Allah Tealâ'ya mahsustur. Fiillerindeki hikmet yönlerini en iyi bilen O'dur. Mahlûkatından hiçbir kim­senin bu hususta tercih etme hakkı yoktur. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyur­maktadır: "Allah ve peygamberi bir işe hükmettiği zaman gerek mümin erkek gerekse mümin kadın için işlerinde kendilerine tercih hakkı yoktur." (Ahzab, 33/36).

Tirmizî, Hz. Ebubekir'den (r.a.) rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) bir iş yapmak istediği zaman: "Allahım bunu bana hayırlı kıl ve benim için hayırlı olanı seç." diye niyazda bulunurdu.

İbnüs-Sünnî, Hz. Enes'ten (r.a.) -merfu olarak- rivayet ediyor: Peygam­berimiz ona şöyle buyurdu: "Ya Enes! Bir işe niyet ve teşebbüs ettiğin zaman bu iş hakkında Rabbinden yedi defa hayır dile (istihare yap). Sonra kalbine gelen şeye bak. Zira hayır bundadır."

Bundan dolayı istihare namazı meşru kılınmıştır: Kişi abdest alır, iki rekât namaz kılar. Birinci rekâtta fatihadan sonra kâfinin, ikinci rekâtta ih-lâs suresini okur. Namazdan sonra da istihare duasını okur.

Buharî Sahihinde Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet ediyor: Peygam­berimiz (s.a.) Kur'an'dan bir sure öğretir gibi bütün işlerde istihare yapmayı bize öğretir, şöyle buyururdu: Sizden biriniz bir işe teşebbüs ettiği zaman iki rekât nafile namaz kılsın ve şöyle desin:

"Allahumme innî estehîruke..." Allah'ım! Sen bildiğin için senden hak­kımda hayırlısını -bana bildirmeni- dilerim. Kudretinin büyüklüğü sebebiyle senden güç ve kuvvet isterim. Senin büyük lütfundan -hayra ermeyi- niyaz ederim. Çünkü sen her şeye kadirsin, ben ise sensiz hiçbir şeye kadir değilim. Sen her şeyi bilirsin. Halbuki ben bilemem. Sen gayb olan her şeyi tamamen bilensin. Allahım! Sen bilirsin, eğer bu iş benim dinim, dünyam, yaşayışım ve işlerimin sonucu hakkında hayırlı ise bunu bana nasip ve müyesser eyle. Sonra da bu işte benim için feyiz ve bereket meydana getir. Allahım! Sen bilirsin, eğer bu iş benim dinim, dünyam, yaşayışım ve iş­lerimin sonucu hakkında şer ise bunu benden çevir, beni de bundan çevir. (Bunun için gönlüme bir arzu bırakma.) Benim için hayır nerede ise hayırlı olanı nasip eyle. Sonra da beni bu hayırlı işte hoşnut eyle." Sonra da ih­tiyacını belirtir.

Alimler diyorlar ki: Dua öncesi kalbini bütün duygulardan uzak tutmalı ve herhangi bir şeye meyletmiş olmamalıdır. İşte o anda kalbine gelen şeyi yapmalıdır. İnşaallah hayır bundadır. O işte gönül rahatlığı, memnuniyet ve huzur buluyorsa o iş hayırlıdır, sıkıntı ve darlık bulursa o iş şerlidir.

3- İlâhî mesajı iletmek için melekleri ve peygamberleri seçmek Allah'a aittir. Allah ilâhî hikmete, kulların maslahatına ve kâmil ilmine uygun olarak onlardan dilediğini seçer. Bu durum -daha önce geçtiği gibi- risaletin mal, evlât, sultan ve nüfuz konusunda ya Velid b. Mugire ya da Urve b. Mes'ud gibi iki güçlü liderden birine verilmesi şeklinde bazı müşriklerin id­dia ettiği gibi herhangi bir insana ait bir yetki değildir.

4- Allah müşriklerin ortak koşmalarından çok uzak ve münezzehtir.

5- Allah Tealâ görünen ve görünmeyen her şeyi gayet iyi bilir. Ona hiç­bir şey gizli kalmaz.

6- Allah Tealâ ilâhlık ve bir olmada tektir. Bütün hamdler sadece O'na aittir. Hüküm verme yalnız O'nundur. Dönüş ancak O'nadır. [75]

 

İlâhî Azamet Ve Hakimiyet Delilleri Ve Müşriklerin Tekrar İlzam Edilmeleri

 

71- (Ey Muhammed!) De ki: "Söyleyin bakalım! Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık getire­bilir? Siz hiç dinlemez misiniz?"

72- De ki: "Söyleyin bakalım! Eğer Al­lah gündüzü kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'tan başka hangi ilâh içerisinde dinlendiğiniz geceyi size getirebilir? Hiç görmez misiniz?"

73- Rahmetinin eseri olarak Allah gece ile gündüzü (birinde) dinlen­meniz ve (diğerinde) O'nun nimetini aramanız için yarattı. Buna karşılık Allah'a şükredersiniz.

74- O gün Allah müşriklere nida ede­cek ve: "Benim ortaklarım olduğunu sandığınız şeyler nerede?" diyecektir.

75- O gün biz her ümmetten bir şahit çıkarırız ve: "Haydi delilinizi getirin" deriz. O zaman hak ve hakikatin Al­lah'a ait olduğunu ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaybol­duklarını anlarlar.

 

Belagat:

 

"Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık getirebilir?" ve "Allah'tan başka hangi ilâh... geceyi size getirebilir?" sorulan susturma ve azarlama sorularıdır.

"Rahmetinin eseri olarak Allah gece ile gündüzü (birinde) dinlenmeniz ve (diğerinde) O'nun nimetini aramanız için yarattı." ayetinde "Tertipli leffü neşir" sanatı vardır. Önce gece ile gündüz, sonra gece için "dinlenme" gündüz için "nimet arama" vasfı sırasıyla zikredilmiştir. [76]

 

Kelime ve İbareler:

 

Mekke halkına ve başkalarına "De ki: Söyleyin bakalım!" Bana haber verin. "Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar" hiç aralıksız, "sürekli kılsa Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık" yani geçiminizi temin ettiğiniz gün­düzü "getirebilir? Siz hiç dinlemez misiniz?" Düşünme, anlama ve inceleme kulağıyla duymaz, Allah'a şirk koşmaktan vazgeçmez misiniz?

Yine "De ki: Söyleyin bakalım! Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar sürekli kılsa Allah'tan başka hangi ilâh, içinde dinlendiğiniz" meş­guliyet yorgunluklarından istirahat ettiğiniz ve istikrara kavuştuğunuz "geceyi size getirebilir? Siz" içinde bulunduğunuz Allah'a şirk koşma yanlış­lığını "hiç görmez misiniz?" Bundan dönmez misiniz? Ayette dinlemek gör­mekten önce zikredilmiştir. Çünkü aklın dinlemekten istifadesi görme duy­gusundan elde ettiği istifadeden daha çoktur.

"Allah'ın dinlenmeniz için geceyi, lütfunu aramanız için" yani Allah'ın lütfü olan rızkını çeşitli yollarla talep etmeniz için "gündüzü yaratması O'nun rahmetindendir..."

"O gün Allah müşriklere nida edecek ve" onlara hitaben: "Benim ortak­larım olduklarını sandığınız şeyler nerede? diyecektir." Bu nida Allah'a şirk koşmaktan daha çok Allah'ın gazabını çekecek hiçbir şey olmadığına işaret etmek için tehdit üzerine tehdittir. Yahut birinci nida onların görüşlerinin fasit olduğunu tespit etmek için, ikinci nida bu görüşlerinin herhangi bir senet veya delilden kaynaklanmadığını, sadece nefsî arzularını tatmin et­mekten kaynaklandığını beyan etmek içindir.

"O gün biz her ümmetten bir şahit çıkarırız." Bu şahit o ümmetin pey­gamberi olup o ümmetin içinde bulunduğu durum için o ümmet aleyhine şahitlik edecektir. Biz o ümmetlere "Haydi delilinizi getirin," şu söylediğiniz şirk koşmanın doğruluğuna delâlet eden burhanınızı ortaya koyun "deriz." O ümmetler o zaman ilâhlık hususunda "Hak ve hakikatin Allah'a ait ol­duğunu" bu hususta ona ortak olacak hiçbir kimsenin bulunmadığını, dün­yada "uydurdukları" batıl "şeylerin" yani Allahla birlikte başka iddia ettik­leri ortakların kendilerini bırakıp "kaybolduklarını anlarlar." [77]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kendisinin tek yaratıcı ve tercih hakkına sahip tek varlık ol­duğunu zikrettikten ve müşriklerin Allah'tan başka varlıklara tapma hususundaki görüşlerini "beyinsizlikle" tavsif ettikten ve ayrıca ihsanda bulunduğu nimetler dolayısıyla kendisinin hamde lâyık tek varlık olduğunu beyan ettikten sonra hemen bunun ardından Allah'ın azametine ve hakimiyetine delâlet eden bazı delil ve burhanları ortaya koydu. Bu deliller insanların üzerine vacip olan hamd vazifesini ve nimet verene, nimeti ihsan edene karşı şükür görevini hatırlatmak için Allah'tan başka hiçbir kimsenin vermeye muktedir olamayacağı nimetlerdir. Daha sonra Cenab-ı Hak "O gün Allah onlara nida edecek" ifadesini tebliğ ve te'kit yönüyle ifade etmektedir. Sonra da her peygamberin kendi ümmetinin dünyadaki amellerine karşı aleyhte şahit olacağını zikretti. Bunun sebebi de o ümmetin suçunu ispat et­mek ve üzüntülerini artırmaktır. [78]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, olmadığı takdirde hayatın devam edemiyeceği gece ile gün­düzü kullarının emrine vermekle kullarına lütufta bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Söyleyin bakalım! Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar üzerinizde uzatsa Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık getirebilir? Siz hiç dinlemez misiniz?"

Ey Peygamber! Allah'a şirk koşanlara şöyle söyle: Bana haber verin, Al­lah sizin bütün vaktinizi karanlık kılsa ve geceyi kıyamet gününe kadar sürdürse, meselâ altı ay müddetle gece ve sonra aynı şekilde gündüzün hüküm sürdüğü kutup bölgeleri gibi sizlerde usanç, bıkkınlık ve zarar mey­dana gelse; Allah'tan başka hangi ilâh gündüzün ışığını getirmeye muktedir olabilir? Siz bu nidaya düşünerek, anlayarak ve tefekkür ederek kulak ver­mez misiniz? Böylece Allah'a şirk koşmayı tamamen terk etmez misiniz? Zira Allah'tan başka herkes bundan acizdir.

Cenab-ı Hak sonra bunun aksini zikrederek şöyle buyurdu:

"Yine de ki: Söyleyin bakalım! Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar üzerinize uzatsa Allah'tan başka hangi ilâhı içinde dinlendiğiniz geceyi size getirebilir? Siz hiç görmez misiniz?"

Yani: Ey Rasul! onlara şöyle de: "Bana haber verin, Allah sizin zamanınızın tamamını gündüz kılarsa, gündüzü hiç arada gece olmaksızın peşpeşe ve daimî kılarsa ve hareket ve meşguliyet çokluğu sebebiyle beden­ler yorulur ve cisimler bitkin düşerse Allah'tan başka hangi ilâh sizi yorgun­luktan istirahata ve istikrara kavuşturacak bir geceyi getirebilir: Siz tam ilâhî kudrete delâlet eden gerçeği görmüyor musunuz? Ki böylece ibadete ve ilâhlığa lâyık olanın ve bu nimetleri ikram edenin Allah olduğunu bilesiniz."

"Allah'ın dinlenmeniz için geceyi, nimetlerini aramanız için de gündüzü yaratması O'nun rahmetindendir. Bunlar şükretmeniz içindir."

Yani ey mahlûkat, Allah'ın size olan rahmetlerinden biri gece ile gün­düzün birbiri ardınca gelmeleri ve farklı farklı olmalarıdır. O sizi rahat­latmak ve gündüz çalışma yorgunluğundan gönlün sükûnete kavuşması için geceyi karanlık kılmıştır. Menfaatlerinizi görmeniz, geçiminizi temin et­meniz, yolculuklarla bir beldeden diğerine intikal etmeniz için, rızık kaynak­larını araştırmak ve ihtiyaçları gece çalışmasında mümkün olamayan bir ünsiyet ve zevkle görmek üzere hareketler ve meşguliyetlerle dopdolu olarak gündüzü aydınlık kıldı. Böylece kendisine bu konuda hiçbir kimse ortak ol­maksızın bu nimetlerden size verdiği nimete karşı gece ve gündüz çeşitli ibadetlerle Allah'a şükredersiniz.

Bu ifadeler gerçekten gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinin mah-lûkata verilen en büyük nimetlerden, daha doğrusu ilâhî kudretin mükemmelliğine delâlet eden burhanlardan olduğunu göstermektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İyice düşünüp ibret almak ar­zusunda bulunan kimseler yahut şükretmeyi dileyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur." (Furkan, 25/62). Bu ayetlerin benzeri ayetler çoktur.

Gece ile gündüzün ardarda gelmesi şu üç sebeple olur:

- Birisinde (geceleyin) sükûnete ermeniz için,

- Diğerinde (gündüz) Allah'ın lütfunu aramanız için,

- Bu iki menfaate birlikte şükretmeniz arzu edildiği için.

Dikkat edilirse Cenab-ı Hak "Siz hiç işitmez misiniz?" ifadesini bu ayet­le irtibatı sebebiyle "gece" ile bir arada zikretmektedir. Dolayısıyla gecenin sükûneti ve karanlığında kulağın kullanılmasıyla gözle idrak edilemeyecek fayda ve menfaatler idrak edilir.

Daha sonra: "Siz hiç görmez misiniz?" ifadesiyle sıkı irtibat içinde ol­duğu gündüzü bir arada zikretti. Zira gündüz ışığında gözün kullanılması daha tesirlidir. İnsan gürültü ve hareket esnasında kulağın idrak edemiyeceği menfaat, fayda ve öğütleri gözleri sayesinde gündüz idrak eder. Buna göre her iki ayetin son cümleleri gece ile gündüzün her birine daha lâyık ifadelerle sona erdi.

Her iki cümlenin bu ifadelerle sona ermesinin sebebi insanları duyduk­ları ve gördükleri hususlardan düşünme ve inceleme yoluyla yararlanmaya teşvik etmektir. Onlar kulak ve gözden yararlanmayınca dinlemeyen ve gör­meyen insanların derecesine indirilmiştir.

Allah Tealâ kendisinden başka, sahte bir ilâha, tapınan kimselere bütün mahlûkatın huzurunda azarlama ve tehdit niteliğindeki nidayı tekrar etti:

"O gün Allah müşriklere nida edecek ve benim ortaklarım olduklarını sandığınız şeyler nerede? diyecektir."

Yani ey Peygamber! Müşriklere Rabbinin kendilerine nida edeceği o günü hatırlat. Rabbin onlara şöyle diyecektir: İçinde bulunduğunuz durum­dan sizi kurtarmaları için dünyada benim ortaklarım olduklarını iddia et­tiğiniz ortaklarım nerede?

Bu çağrıyı ikinci defa te'kit etmekten maksat Allah'a şirk koşmaktan daha çok Allah Tealâ'nm gazabını celbedecek bir şey olmadığına dikkat çekmektir. Nitekim Allah'ın birliğini kabul etmekten başka Allah Tealâ'nm rızasına sebep olacak bir şey yoktur.

Kurtubî diyor ki: Buradaki çağrı Allah tarafından değildir. Çünkü "Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz." (Bakara, 2/11 A) ayetine binaen Al­lah Tealâ kâfirlerle konuşmaz. Sadece onları azarlayacak ve ilzam edecek kimselere emreder ve hesap görme makamında aleyhlerindeki hücceti or­taya koyar. "[79]

Bu azarlama nidası kâfirlerin daha fazla kederlenmesine, üzüntü ve acılarının son derece artmasına sebep olacaktır. Bu durum ihmal ve kusurun kendi taraflarından olduğunun bilinmesi için kâfirlerin aleyhinde şahit getirilmesiyle te'kit edilecek, böylece gam ve kederleri artacaktır.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O gün biz her ümmetten bir şahit çıkarırız ve onlara siz de delilinizi getirin, deriz. O zaman kâfirler gerçeğin Allah'a ait olduğunu ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaybolduk­larını anlarlar."

Yani biz her ümmetten inkarcıların aleyhine bir şahit çıkarırız ve getiri­riz. Bu şahit o ümmetin nebisi ve rasulüdür. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Peygamberler ve şahitler getirilir." (Zümer, 39/69). Yine şöy­le buyurulmuştur: "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz, seni de onlara şahit getirdiğimiz zaman durum nasıl olur?" (Nisa, 4/41). Her peygamber üm­metinin dünyada yaptığı amellere şahit olacak, Hz. Muhammed (s.a.) de bütün peygamberlere şahitlik edecektir.

Kâfirlere: "Allah'ın ortağı bulunduğu şeklinde iddia ettiğiniz şeyin doğ­ruluğuna dair burhanınızı getirin." deriz. Onlar bunu getiremez ve cevap veremezler. O zaman yakin bir ilim ile ilâhlık hakkının sadece Allah'a ait ol­duğunu, O'ndan başka hiçbir ilâh, O'ndan başka hiçbir rab olmadığını, mül­künde ve hakimiyetinde hiçbir ortağının olmadığını anlarlar. O zaman batıl ve iftira olan şeyler dağılır, Allah'a ortak nispet etme şeklinde dünyadaki yalan ve sapıtmaları yok olur. Kendilerine hiç faydaları dokunmaz. Sahte ilâhları da tamamen kaybolur, asla kendilerine tapanlara fayda veremezler. [80]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Gece ile gündüzün birbirlerini takip etmesi Allah'ın azametine, hakimiyetinin kuvvetine ve birliğine delildir. Bu aynı zamanda insan, hay­van, bitki ve cansız varlık gibi bütün yaratıklara nimet ve rahmettir.

İnsan için gece vakti huzur ve sessizlik, iş yorgunluğundan kurtulup is­tirahat etme ve sükûnete kavuşma; gündüz vakti ise hareketlilik, çalışma, kazanç temini ve Allah Tealâ'nın vereceği rızkı arayıp bulmak içindir.

Bu nimet şükrü icap ettirmekte ve devamlı bir şekilde Allah'a hamd et­meyi gerektirmektedir. Şükür gece ve gündüz çeşitli ibadetlerle olur. Kim geceleyin bir ibadeti yapamazsa gündüz bunu tamamlar, gündüz bir ibadeti yapamazsa gece bunu tamamlar.

2- Kıyamet günü Allah Tealâ huzurunda putperestlerin putlara v.b. sah­te ilâhlara yaptıkları çağrıları tekrarlanır. Birinci defa hiçbir cevap veremez­ler. Bunun üzerine onlara uyanlar ve onlara tapanlar hayrete düşerler. İkin­ci defa ise susturulurlar. Bütün bunlar müşriklere karşı azarlama, tehdit, rezil rüsvay etme ve bütün mahlûkatın huzurunda horlanma şeklindedir.

3- Kendilerini Allah'ın birliğine ve O'na kulluk etmeye davet etmek için dünyada kendilerine gönderilen peygamberler müşriklerin yaptıklarına kar­şı aleyhte şahitlik yaptıklarında ve onlardan iddialarının doğruluğuna dair delillerini getirmelerini istediklerinde müşrikler aciz kalırlar, gam ve üzün­tüleri, sıkıntı ve elemleri artar; kesin bir şekilde idrak ederler ki peygamber­ler getirdikleri ilâhî mesajda sadıktırlar. Bir olan Allah gerçek ilâhtır. Müş­riklerin Allah Tealâ'ya iftira ederek O'nunla birlikte kendilerine tapılacak tanrılar olduğu şeklindeki yalanlan ortaya çıkar. Uydurdukları şeyler ken­dilerini terk edip yok olurlar, kaybolup giderler. [81]

 

Karun'un Hz. Musa Kavmine Karşı Kibirlenmesi Ve Kendi Malıyla Gururlanması

 

76- Şüphesiz ki Karun Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı kibir­lendi. Biz ona anahtarlarını bile güç­lü kuvvetli bir topluluğun zorlukla taşıyabildiği hazineler vermiştik. Bir zaman kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımaranlan sevmez.

77- Allah'ın sana verdiği (nimetlerle) ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi sen de başkalarına iyilikte bulun. Yeryüzünde bozgun­culuk isteme. Çünkü Allah bozgun­cuları sevmez."

78- Karun ise: "Bu bana ancak benim bilgim sayesinde verilmiştir." dedi. O, Allah'ın daha önceki nesiller içinde kendinden daha güçlü ve daha zen­gin kimseleri helak ettiğini bilmiyor mu? Suçlulara günahları sorulmaz.

 

Belagat:

 

"Lâ tefrah" ve "el-ferihîn" kelimeleri arasında, aynı şekilde "fesâd" ve "el-müfsidîn" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak sanatı vardır. [82]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki Karun" yani Hz. Yakub aleyhisselâmın oğlu Lâva oğlu Kahes oğlu Yashur oğlu Karun "Musa'nın kavmindendi." Karun Hz. Musa'nın amcasının oğlu idi. Çünkü Hz. Musa, Kahes oğlu İmran'm oğlu idi. Aynı zamanda Hz. Musa'nın teyzesinin oğlu olup Hz. Musa'ya iman edenler­dendi.

"Fakat onlara karşı kibirlendi." Malının çokluğu sebebiyle gururlandı ve büyüklük tasladı. Onların kendi emrinin altına girmelerini istedi.

"Bir zaman kavmi" İsrailoğullarından mümin olanlar "ona şöyle demiş-:::"" Malın çokluğu sebebiyle "Şımarma!" Ahireti bırakıp dünyaya sarılarak fimarık zengin olma. "Çünkü Allah şımaranları sevmez."

"Allah'ın sana verdiği" mal ile bu malları Allah'a itaat yolunda har-:amak suretiyle "ahiret yurdunu" ahiret sevabını "gözet. Dünyadan" sana jetecek olanı almak ve dünyada ahiret için çalışmak suretiyle alacağın nasibini de unutma" yani tamamen unutmuş gibi terk etme.

"Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi sen de" sadaka vererek insanlara iyilikte bulun. Yeryüzünde" zulüm ve haddi aşmaya sebep olacak bir iş yaparak "bozgunculuk isteme. Allah bozguncuları sevmez." Yani onları rezalandınr.

"Karun ise: Bu" mal "bana ancak bilgim" benim mal elde etme hususun­daki kabiliyetim ve ilmim -bir görüşe göre ticaret ilmi- "sayesinde verilmiştir, dedi. "O" şımarık zengin "Allah'ın daha önceki nesiller" ümmetler "içinde kendinden çok daha güçlü ve daha zengin kimseleri" daha çok mal toplayan­ları "helak ettiğini bilmiyor mu? Suçlulara günahları sorulmaz." Buradaki soru bilgi isteme anlamındadır. Yani onlardan günahları hakkında bilgi is­tenmez. Çünkü Allah Tealâ buna muttalidir. Günahlarına karşılık onları cezalandıracaktır. [83]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Müşriklerin tehdit ve azarlanmasından sonra Allah Tealâ kafirlerin ve diktatörlerin dünya ve ahiretteki akıbetlerini beyan etmek için "Karun kıs­sası "nı zikretti.

Karun dünyada yerin dibine geçirilmek ve zelzeleye uğramak suretiyle helak edildi. O ahirette müşrikler gibi cehennemliklerdendir. [84]

 

Karun Kıssası

 

Karun -bilindiği gibi- Hz. Musa'nın dedesi Kahes oğlu Yashur'un oğlu yani Hz. Musa'nın amcasının oğlu idi. İbni Abbas diyor ki: Karun aynı zamanda Hz. Musa'nın teyzesinin oğludur. Güzel şekli, yakışıklılığı sebebiy­le "el-Münevver (Nurlu)" diye adlandırılırdı. Karun İsrailoğullan arasında Tevrat'ı en iyi ezberleyen ve en güzel şekilde okuyan kişi idi. Ancak Samir-i'nin münafıklık yapması gibi Karun da münafıklık yaptı. Karun'u malının çokluğu sebebiyle aşın gitmesi helak etti.

Karun İsrailoğullan'ndan bir kişi olup Allah kendisine çok mal verdi. Hatta onun hazinelerinin anahtarlarını bir gurup insan bile zorlukla taşıyabiliyordu. Kavminden vaad ve irşad ehli kişiler Karun'a şımarıklık, zorbalık ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan uzaklaşması, malının bir kısmın­dan dünya ihtiyaçları hususunda yetecek kadar yararlanmakla birlikte kalanını Allah'ın rızası yolunda kullanması, malını Allah Tealâ'nın gazabım celbedecek hususlarda harcamaması, böylece nimetin yok olmasıyla karşı karşıya kalmaması nasihatinde bulundular. Karun nasihat edenlerin nasihatlerine uymayı reddetti.

Karun malı hakkında: "Bu servet bana ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir." dedi. Anlaşılan husus Karun'un bu serveti sahip ol­duğu zekâsı, ticarî işlerdeki tecrübesi sayesinde toplamış olduğudur. Fakat Karun'dan çok daha güçlü ve çok daha zengin olan geçmiş ümmetlerdeki kendisinin benzeri kibirli, zorba kimselere Allah'ın verdiği cezadan gafil ol­du.

Kibirlilik ve büyüklük taslamak kendisini tamamen kaplamıştı. Karun heybetli, gözalıcı, muazzam ziynet içerisinde insanların huzuruna çıkıyordu. İnsanlar onun bu görünüşüne aldanmışlar, kendilerine de onun gibi mal verilmesini temenni etmişlerdi. İlim, basiret ve hikmet ehli kişiler: "Buna al­danmayın ve tamahkârlık etmeyin. Salih amel işleyen mümin için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." dediler. Tuğyanının, zulmünün, Allah'ın nimetini in­kâr etmesinin akıbeti olarak hiçbir yardımcı ve destekçi bulamayan Karun'u Allah sarayı ile birlikte yerin dibine geçirdi. [85]

 

Açıklaması

 

"Şüphesiz ki Karun Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı kibir­lenip azdı." Yani zenginlik, servet, zulüm ve azgınlık hususunda misal olarak anlatılan Karun İsrailoğullarındandı. Zorbalık yaptı, malının çokluğu ile kibirlendi ve İsrailoğullarına karşı yaptığı zulümde haddi aştı, onlardan kendisinin emri altına girmelerini talep etti. Halbuki Karun İsrailoğul-lannın yakın akrabası idi.

"Biz ona anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluğun zorlukla taşıyabil­diği hazineler vermiştik." Biz ona hazinelerinin anahtarlarım güçlü kala­balık bir gurubun zorlukla taşıdığı birikmiş nakdî ve aynî mallardan verdik. İbni Abbas diyor ki: Karun'un hazinelerinin anahtarlarını 40 güçlü kişi an­cak taşıyabiliyordu.

Nasihat edenler ona şu beş nasihati yaptılar: "Bir zaman kavmi şöyle demişti:

1- Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımaranları sevmez." İsrailoğullarından bir gurup nasihatçi Karun'un böbürlendiğini ve büyüklük tasladığını gör­düklerinde: "Şımarma! Elde ettiğin malla şımarma. Zira Allah verdiği nimete karşı şükretmeyen, ahirete hazırlanmayan şımarık ve şerli kimseleri sevmez." Yani onlara buğzeder ve onları cezalandırır.

Bu ayet aynen şu ayete benzemektedir: "Bu, elinizden çıkana üzül-memeniz, Allah'ın size verdikleriyle şımarmamanız içindir. Allah böbürlenen kibirli hiçbir kimseyi sevmez." (Hadid, 57/23).

2- "Allah'ın sana verdiği nimetlerle ahiret yurdunu gözet." Yani Allah'ın sana bağışladığı bu bol mal ve geniş nimeti Rabbine itaat etme, dünya ve ahirette sevap elde etmeyi temin edecek çeşitli ibadetlerle Allah'a yaklaşma yolunda kullan. Zira dünya ahiretin tarlasıdır.

3- "Dünyadaki nasibini de unutma." Yani Allah'ın yiyecek, içecek, giyin­me, barınma ve evlenme gibi mubah kıldığı dünya lezzetlerinden olan nasi­bini terk etme. Zira Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır. Aile halkının senin üzerinde hakkı vardır. Ziyaret­çilerinin senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver. İşte bu İslâm'ın bu hayattaki orta yolu izlemesinin delilidir.

Abdullah b. Ömer (r.a.) diyor ki: "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış. Yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış."

4- "Allah'ın sana iyilik yaptığı gibi sen de başkalarına iyilikte bulun." Yani Rabbül-âleminin sana iyilik ettiği gibi sen de O'nun yarattığı insanlara iyilikte bulun. Bu, mal ile iyilik yapılması emrinden sonra mutlak olarak iyilikte bulunma emridir. Buna mal ve mevki ihsan etmek suretiyle yardım etme, yüzünün tebessümü, güzel karşılama ve güzel itibar etme dahil olmak­tadır. Yani burada maddî ihsan ile edebî ve ahlâkî ihsan birleştirilmiştir.

5- "Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez." Yani zülüm yaparak, haddi aşarak, insanlara kötülük ederek yeryüzünde fesat çıkarma maksadını gütme. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları cezalandırır, onları rahmetinden, yardımından ve sevgisinden mahrum kılar.

Fakat Karun bu nasihati reddetti ve şöyle dedi: "Bu servet bana ancak bende bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir." Yani kavmi Karun'a nasihatte bulunup onu hayra irşad ettiklerinde Karun onlara şöyle dedi: Ben sizin söy­lediklerinize muhtaç değilim. Zira Allah Tealâ benim bu mala lâyık ol­duğumu bildiği için, benim bilgim sayesinde ve bu malı toplama şeklindeki tecrübem sayesinde, dolayısıyla ben bu mala ehil olduğum için Allah Tealâ bana bu malı verdi.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "İnsan ken­disine bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra kendisine bizden bir nimet verdiğimiz zaman: Bu, bana ancak ilim sayesinde verilmiştir, dedi." ı Zümer, 39/49).

"Andolsun ki eğer ona dokunan bir sıkıntıdan sonra kendisine bizden bir rahmet tattırırsak mutlaka "Bu benim hakkımdır" der." (Fussılet, 41/50). Yani ben buna lâyıkım, der.

Allah da ona şu kelâmıyla cevap verdi: "O şımarık, Allah'ın fiaha önce gelmiş-geçmiş nesiller içinde kendinden daha güçlü ve daha zengin kimseleri helak ettiğini bilmez mi? Suçlulara günahları sorulmaz." Yani o kimse sahip olduğu ilim ve dirayet sebebiyle, malının çokluğu ve kuvvetiyle aldan-maması için bilmiyor mu ki, ondan daha çok malı olan kimseler vardı. Bu durum ona olan sevgiden dolayı yahut onun buna ehil olması sebebiyle değil­di. Zira buna rağmen Allah onların inkarcılıkları ve şükürsüzlükleri sebebiy­le onları helak etti. Suçlulara günahları sorulmaz. Yani Allah Tealâ suçluları cezalandırdığı zaman onlara günahların çeşitleri ve miktarı hakkında soru sormaya ihtiyaç yoktur. Zira Allah Tealâ bütün malûmatı bilir. Onun soru sormaya ihtiyacı yoktur. Bundan maksat açıklama ve bilgi isteme sorusudur.

Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "Allah yaptıklarınızdan haberdardır."; "Allah yaptıklarınızı gayet iyi bilir."

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sonra inkâr eden kimselere izin verilmeyecek, onlardan özür dilemeleri de talep edilmeyecek" (Nahl, 16/84); "Bu onların konuşmayacakları, özür dilemeleri için kendilerine izin verilmeyecek gündür." (Mürselât, 77/25-26).

Bu ayetin benzeri şu ayet de vardır: "İşte o gün ne insana ne cinne günahı sorulmayacaktır." (Rahman, 55/39).

Bu durum bir başka zaman onları azarlama ve horlama şeklinde soru sorulmasıyla çelişki teşkil etmemektedir. Nitekim bir ayette şöyle buyurul-maktadır: "Rabbine yemin olsun ki biz onları yaptıklarından mutlaka sor­guya çekeceğiz." (Hicr, 15/92-93). [86]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Haddi aşmanın akıbeti vahimdir. Zulüm ise medeniyetin ve ülkelerin tahrip edilmesinin habercisidir.

2- Çok mal imtihan ve belâdır, tuğyan ve bozgunculuğa sebeptir.

3- İlmi olmayan cahil kişi ya da ilmi eksik olan kimse malıyla gurur­lanan ve nimet esnasında şımaran kimsedir. Çünkü Allah Tealâ, üzerindeki nimetine şükretmeyen kötü ve şımarık kimseleri cezalandırır.

4- İslâm medeniyetinin temel esasları dörttür:

- Ahiret sevabını arzulayarak salih amel işlemek,

-  İnsanın duygularını çiğnemeden güzel bir şekilde dünyayı mamur et­mek,

- İnsanlara maddî, manevî ve ahlâkî yönden iyilikte bulunmak,

- Bozgunculuğu, isyankârlığı ve tahribatı kökünden kaldırmak.

Dünyayı zorbalık ve haddi aşma yolunda değil de, ahirette kendisine faydalı olacak şekilde harcamak ve ömrünü amel-i salih dışında bir şeyle zayi etmemek müminin vasfı ve hakkıdır. Zira ahiret kendisini kazanmak için çalışılan hayattır. İnsanın nasibi de, ömrü boyunca bu dünyada Allah'a itaat etmek ve Allah'ın nimet verdiği gibi O'na kulluk etmek, masıyetler ve bozgunculuk çıkarmadan çalışmaktır. Zira Allah bozguncuları cezalandırır.

5- Allah Tealâ hayır ve rızkın kaynağıdır. Kul ise sadece vasıtadır. Kulun çalışıp kazanması üzerine vaciptir. Rızık veren ve rızık yollarını kolaylaştıran, kula zenginlik ve mal bahşeden Allah'tır. Dolayısıyla bu nimete şükretmeye en lâyık olan O'dur.

İnsanın hayır ve lütfü kendi nefsine ve kendi kabiliyetine nispet etmesi yahut kendisinin verilen nimete gayet lâyık olduğunu iddia etmesi ya da kendisine verilen nimetin Allah'ın sevgisine ve kendisinden razı olduğuna delil olduğu şeklinde kendini aldatması onun aptallığına ve cahilliğine işarettir. Zira bağış imtihan ve istidrac için olabilir. Yoksa her bağış razı ol­mak ve sevgi alâmeti değildir.

Bunun için Karun'un malının çokluğuyla gururlanması ve kendisinin buna ehil olduğunu iddia etmesi lüzumsuz ve batıl olmuştur.

6- Allah geçmiş kâfir ümmetlerden pek çoğunu helak etmiştir. Halbuki bu ümmetler Karun'dan daha güçlü ve O'ndan daha zengin idiler. Mal üs­tünlüğe delâlet etseydi Allah onları helak etmezdi.

7- Suçlulara günahları hakkında bilgi isteme ve özür dilemelerini talep etme şeklinde soru yöneltilmez. Allah her şeyi gayet iyi bilir. Onların mazeretlerini ve şikayetlerini kabul etmez. Onlara sadece daha önce açık­ladığımız gibi azarlama ve horlama soruları sorulur. [87]

 

Karun'un Bazı Kibir Ve Gurur Tezahürleri

 

79-  Karun büyük bir ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: "Ne olurdu Karun'a verilen (zenginlik) gibi bizim de olsaydı, gerçekten o büyük şans sahibidir." dediler.

80-  Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun sizlere! İman edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sab­redenler kavuşabilir." dediler.

81- Sonunda onu da köşkünü de yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı ken­disine yardım edecek hiçbir topluluk da olmadı. O kendisini de savuna­madı.

82-  Daha dün onun yerinde olmayı temenni edenler: "Vay! Demek ki, Al­lah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki kâfirler, asla kurtuluşa eremiyorlar." demeye başladılar.

 

Belagat:

 

"Gerçekten o büyük şans sahibidir." cümlesi "inne" ve "lâm" ile te'kit edilmiştir. Çünkü dinleyici şüpheli ve tereddüt içindedir.

"Daha dün onun yerinde olmayı temenni edenler" ifadesi kinayedir. Yakın geçmiş zaman hakkında "dün" lafzıyla kinaye yapılmıştır.

"Rızkını genişletiyor" ve "daraltıyor" ifadeleri arasında tezat sanatı yapılmıştır. [88]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Karun büyük bir ihtişam içinde" arkasında süslü atlar ve katırlar üzerinde altın ve ipek elbiselerle süslenmiş, sayılan dört bin kadar olan ikili kafile arasında "kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını ar­zulayanlar: Ne olurdu" dünyada "Karun'a verilenler gibi bizim de olsaydı!" nye kıskançlıktan kaçınmak üzere Karun'un malının aynını değil benzerini rernenni ettiler. "Gerçekten o" dünyada "büyük" muazzam "şans sahibi" yani - asibi bol "bir insandır, dediler."

Ahiretin durumları ve Allah'ın ahiretteki vaadleri hususunda "ken-zderine ilim" yani takva sahiplerinin gelecekteki güzel akıbetleri ve din ilmi eritenler ise: Yazıklar olsun size! (dediler)" el-Veyl, helak ya da azap demek-::r. "îman edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı" ahirette cennet mükâ­fatı Karun'a dünyada verilenlerden "daha hayırlıdır. Buna" yani mükâfat :larak verilen cennete ancak ibadetleri işlemek ve günahlardan uzaklaşmak -.ususunda "sabredenler kavuşabilir, dediler."

"Sonunda onu" Karun'u da "köşkünü de yere geçirdik." Yani yerin üs-runü altına getirdik. "Allah'a karşı" Allah'tan başka "kendisine yardım ede-:ek" onu helak olmaktan kurtaracak "hiç bir" yardımcı "topluluk da olmadı. O kendisini de" Allah Tealâ'nın azabından koruyacak kendini "savunamadı."

"Daha dün" pek yakında "onun yerinde olmayı arzulayanlar: Vay! Demek ki Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor." Yani ihsanda ve bağışta bulunuyor "ve daraltıyor." Allah ilâhî iradesinin gereği olarak rızkı daraltır. [89]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu bölüm Karun kıssasının bir diğer bölümüdür. Allah Tealâ Karun'un İsraüoğulları'na karşı azgınlık ve zorbalık yaptığını zikrettikten sonra O'nun azgınlığının ve gururunun bazı görüntülerini beyan etti.

Karun insanlara karşı büyüklük taslayarak, onları zillete düşürerek ve gönül kırarak, gücünü ve ihtişamını sergilemek üzere halkın karşısına çıktı. Cenab-ı Hak onu yerin dibine geçirmek için depremle cezalandırdı. Onun durumunu beğenenler başına gelen beladan dolayı hayrete düştüler ve ilâhî rızıkla verilen imkanın insanın Allah nezdindeki değer ve mertebesi sebe­biyle olmadığını, nitekim rızıktan mahrum olmanın da horlama ve gazap sebebiyle olmadığını idrak ettiler. [90]

 

Açıklaması

 

"Karun büyük bir ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı." Yani Karun bir gün süslü bineklerle, kendisi ve adamlarının üzerindeki süslü elbiseleler-le, muazzam bir ihtişam ve görkemle, göz kamaştırıcı bir güzellik içerisinde, halka karşı büyüklük taslayarak, azamet ve ihtişam sergileyerek kavminin karşısına çıktı.

Razî diyor ki: Kur'an'da sadece bu kadarı zikredilmiştir. Yani bazı müfessirlerin zikrettiği şekilde bir ziynet ve ihtişam tavsifinin delili yoktur.

"Dünya hayatını arzulayanlar: Ne olurdu Karun'a verilenler gibi bizim de olaydı! Gerçekten o büyük şans sahibi bir insandır? dediler." Yani Karun ihtişam görüntüsü içerisinde halkın içerisine çıktığı zaman insanların kısmı Karun'a verilen mal-mülk gibi kendilerinin de olmasını temenni ettiler ve şöyle dediler: Keşke Karun'a verilen mal, servet ve ihtişam gibi bizim de olsaydı, biz de bunun benzerlerinden istifade etseydik. Zira O dünyada bol şans sahibi bir insandı. Bu insanın tabii bir eğilimi idi. İnsan daima imkan ve zenginliği arzu etmektedir: "Gerçekten insan mal sevgisi şiddetli bir varlıktır." (Adiyat, 100/8).

Bu gurubun karşısında bir başka gurup vardır. Bu gurup hikmet ve ilim ehli, ileri görüşlü kimselerdi: "Kendilerine ilim verilenler ise: Yazıklar olsun sizlere! İman edip salih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir, dediler."

Yani din alimleri ve faydalı ilim sahipleri şöyle dediler: Yazıklar olsun size! Yani bu temennileri ve sözleri bırakın, bunlardan vazgeçin. Çünkü Allah'ın ahiret yurdunda salih mümin kullarına verdiği sevap ve mükafatı sizin gördüğünüz ve temenni ettiğiniz şeylerden daha hayırlıdır. Fakat cen­nete ve sevaba ancak ibadet ve taatte sebat eden ve masıyetlere karşı dur­makta sabreden kimseler, ahiret yurdunu arzu eden, takdir ettiği faydalı ve zararlı hususlarda Allah'ın kazasına razı olan ve dünya sevgisinden uzak olan kimseler kavuşabilir. Nitekim bu durum sahih bir hadiste şu şekilde zikredilmektedir: "Allah Tealâ buyuruyor ki: Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbine doğmayan nimetler hazırladım. Dilerseniz şu ayeti okuyun: "Artık onlar için yapmakta olduklarına bir mükafat olarak, gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) kendi­lerine neler gizlenmiş bulunduğunu hiçbir kimse bilmez."(Secde, 32/17).

Daha sonra Cenab-ı Hak Karun'un cezasını zikrederek şöyle buyurdu: "Sonunda Karun'u da köşkünü de yere geçirdik." Yani Karun ihtişam içinde kavmine karşı büyüklük taslayarak ve gururlanarak çıktıktan sonra onu ve köşkünü depremle sarstık. Şımarıklığının ve azgınlığının cezası olarak yer onu yuttu.

Nitekim Sahih-i Buharide Salim'den babası Abdullah b. Ömer (r.a.) tarikiyle Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir adam elbisesi yeri süpürürken Allah onu yerin dibine geçirdi. O kıyamet gününe kadar yere batmaya devam edecektir."

"Allah'a karşı kendisine yardım edecek hiçbir topluluk olmadı. O ken­disini de savunamadı." Yani O'na malının da adamlarının da hiç faydası dokunmadı. Ne de kendisi ve ne de başkası onu koruyamadı.

Tefsirlerde rivayet edilen Karun'un yerin dibine geçirilmesi sebeplerini beyan etmeye gerek yoktur. Çünkü bu rivayetler -Razî'nin zikrettiği[91] çoğunlukla birbiriyle çelişkili ve uyumsuzdur. Evla olan bunların atılması ve Kur'an'ın nassının işaret ettiği malûmat ile yetinilmesi ve diğer tafsilatın gaybı bilen Allah'a havale edilmesidir.

İşte o zaman insanların alacakları ibret ortaya çıkmış, Karun'un malına bakıp aldananlar işin gerçek yönünü anlamışlardı:

"Daha dün onun yerinde olmayı arzulayanlar: Vay! Demek ki Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletiyor ve daraltıyor." dediler. Yani onu ihtişam içinde görüp yakın zamanda onun gibi olmayı temenni edenler şöyle dediler: Görmüyor musun ki Allah mahlukatından dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını daraltır. Mal sahibi olmak Allah'ın amel sahibinden razı olduğuna delil değildir. Zira Allah hem verir, hem vermez. Hem daraltır, hem de genişletir. Hem alçaltır hem de yükseltir. Tam hikmet ve sonsuz hüccet ona aittir.

Nitekim Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'m rivayet ettiği merfu hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz ki Allah rızıklarımzı taksim ettiği gibi ahlakınızı da aranızda taksim etmiştir. Şüphesiz ki Allah malı sevdiğine de sevmediğine de verir. İmanı ise sadece sevdiği kimseye verir."

"Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay demek ki kafirler asla kurtuluşa eremiyorlar!" demeye başladılar." Allah'ın bize lütfü ve ihsanı olmasaydı Karun'u yerin dibine geçirdiği gibi bizi de yerin dibine geçirirdi. Çünkü biz de onun gibi olmayı arzu etmiştik. Görmüy­or musun ki Allah kendisini inkar eden, peygamberlerini yalanlayan, Allah'ın ahiretteki sevabını ve cezasını inkar eden Karun gibi kafirlere başarı ve kurtuluş nasip etmez. [92]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Azgınlık, gurur, şımarıklık ve kibir Karun'u tamamen kaplamış, kavmi olan İsrailoğulları'na karşı büyüklük taslamış, onların huzurunda azamet ve ihtişamı izhar etmek istemişti. Bundan dolayı bir bayram günü elbiseler, güzellik malzemeleri, süslü binekler gibi dünya hayatının geçici metaı ile süslü görkemli bir kafile ile kavminin karşısına çıkmıştı.

2- Bu gösteriden sonra halk Karun konusunda iki guruba ayrılmıştı:-Bir gurup insanın sathî gösteriden gözleri kamaşmış, bu manzaradan son derece hoşlanmış, servet, mal, izzet ve mevki hususunda Karun gibi olmayı istemişlerdi. Bunlar her zaman var olan maddeci kimselerdi.

İkinci gurup ise, Allah'ın basiretini nurlandırdığı, dünyanın ziynetlerine aldanmayan, gerçeklere bakan, dünyanın fani olduğunu idrak eden ve gerçek mutluluğun ahiretteki manevî kurtuluş olduğunu idrak eden kimse­lerdi.

Bunlar dünyanın ve insanın akıbetini bilen müminler -İsrailoğulları'nın alimleri- idi. Bu kimseler birinci guruptaki arkadaşlarına şöyle demişlerdi: "Yazık size! Allah'ın sevabı -yani cennet ve cennet nimetleri Karun'un mal ve mevkiinden daha hayırlıdır. Bu nimetler iman edip salih amel işleyenlere verilir. Ahiretteki cennet sadece Allah'a taat üzerinde sabreden kimselere verilir."

3- Karun'un dünyadaki cezası köşkü ile birlikte yerin dibine geçmekti. Karun sanki hiç var olmamış gibi yok oldu. Ahirette ise ona cehennem azabı vardır. Bu her iki durumda da kendisine yardım edecek ve onu Allah'ın azabından kurtaracak hiç kimsesi olmamıştı. Azaba karşı gelecek ve azabı reddedebilecek bir güce de sahip değildi.

4- Bu kıssada düşünen kimseler için ibret vardır. Zira Karun gibi olmayı temenni edenler pişman olmuşlar ve işin gerçek yönünü öğrenmişler ve azabın acilen gelişine hayret etmişlerdi. Rızık darlığının Allah'ın rızasına delil olmadığını anlamışlar, Karun'un içinde bulunduğu azgınlık ve şımarıklıktan ve bu sebeple inen cezadan Allah'ın kendilerini koruduğu, lütuf ve rahmette bulunduğu için Allah'a şükretmişlerdi. Allah nezdinde kendisini inkar eden kafirlerin, peygamberlerini yalanlayanların, nimetine nankörlük edenlerin hiçbir kazanç ve kurtuluşa erişemiyeceklerini yakinen anlamışlardı.

5- Kibrin ve büyüklük taslamanın akıbeti vahimdir. Mal ve diğer geçici varlıklarla gururlanmak kötü bir habercidir.

Hafız Muhammed b. Münzir el-Acaibü'l-Garibe kitabında Nevfel b. Müsahık'tan naklediyor: Necran mescidinde bir genç gördüm. Ona bakmaya başladım. Gencin boyunun uzunluğu, fizikî güzelliği ve yakışıklılığına hayret ettim. Genç:

- Ne diye bana bakıyorsun? dedi.

- Güzelliğine ve mükemmel vücuduna bakıyorum, dedim. Genç:

- Allah beni hayret verici olarak yaratmıştır, dedi. Sonra da çok geçme­den boyu kısalmaya başladı ve nihayet bir karış oldu. Akrabalarından biri onu avucuna alıp götürdü.

Bugün de kanser insan vücuduna girdiğinde içten tedrici bir şekilde kemikleri yiyip bitirmekte ve vücuda şiddetli bir zayıflık isabet etmektedir. Nihayet insan küçük bir cüce haline gelmekte ve ölüp gitmektedir. [93]

 

Amellere Karşılık Verildiği Yer

 

83- İşte ahiret yurdu!.. Biz onu yeryü­zünde böbürlenmek ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenlere veririz. Ha­yırlı akıbet takva sahiplerinindir.

84- Kim iyi bir amel getirirse, ona on­dan daha hayırlısı vardır. Kim de kö­tü bir amel getirirse kötülük yapan­lar ancak işledikleriyle cezalandırı­lırlar.

 

Belagat:

 

"Kim iyi bir amel getirirse..." ve "Kim de kötü bir amel getirirse..." ifade­leri arasında mukabele sanatı vardır. "Kötülük yapanlar ancak işledikleriyle cezalandırılırlar." cümlesinde "kötülük yapanlar" "amilûhâ" şeklinde ifade edileceği yerde durumlarını kötülemek üzere onlar için "seyyie" isnadı tek­rarlanarak zamir yerine zahir isim kullanılmış ve "amilüs-seyyiât" denilmiş­tir. [94]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kim iyi bir amel" yani güzel bir fiil "getirirse ona" hem nicelik, hem miktar, hem de vasıf yönünden "ondan daha hayırlısı vardır. Kim de kötü bir amel getirirse" yani çirkin, münker bir davranış ortaya koyarsa "kötülük yapanlar ancak işledikleriyle cezalandırılırlar." Yani işlediklerinin misliyle cezalandırılırlar. Burada "misil" kelimesi hazfedilmiş, onun yerine "işledikle­riyle" anlamındaki kelime benzerlik hususunda mübalağa olarak konulmuş­tur. [95]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak ilim ehlinin "Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." (Kasas, 28/80) sözlerini naklettikten sonra bu karşılığın yerinin kıyamet gününün ol­duğunu beyan etti. Ve bu sevabın insanlara karşı büyüklük taslamayan ve insanlar içinde zulmetmek ve haklarını yemek suretiyle bozgunculuk çıkar­mayan takva sahibi mütevazi müminlere has olduğunu beyan etti. Sonra da onlara verilecek bu karşılığın miktarını açıkladı: İyi amele karşılık on misli hatta yedi yüz misline kadar hatta Allah tarafından bir lütuf ve rahmet olarak daha da çok verilecektir. Kötü amelin karşılığı ise yine Allah tarafından bir lütuf ve adalet eseri olarak sadece misliyle verilecektir. Bütün bunlar diktatör, kibirli ve şımarık zengin Karun kıssasından alınan ibretlerdir. [96]

 

Açıklaması

 

"İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk çı­karmak istemeyenlere veririz."

İşte ahiret yurdu ve onun değişmeyen, yok olmayan, hiçbir yorgunluk ve sıkıntı vermeyen nimetleri! Rabbin bu nimetleri Allah'ın yarattığı kurallara karşı büyüklük, üstünlük, böbürlenme ve haksız yere baskı uygulama ya da haksız yere mallarına el koymak suretiyle bozgunculuk çıkarmak istemeyen kimselere verecektir. Nimet vaadini büyüklük ve bozgunculuğu terk etmeye değil büyüklük ve bozgunculuğu istemeyi ve kalbin bunlara meyletmesini terk etmeye bağladı. Ayrıca cennetin muazzam olduğunu ve şanının yüceliği­ni ifade için "tilke (işte)" ifadesini kullandı. Yani zikrini işittiğin ve vasıfları­nı duyduğun şu cennet demektir.

Hz. Ali (r.a.), İbni Cerir'in rivayetinde diyor ki: Kişi ayakkabı bağının arkadaşının ayakkabı bağından daha güzel olmasıyla kendisini beğenebilir. Böylece "İşte ahiret yurdu" ayetinin muhtevasına girer.

İbni Kesir diyor ki: Bu sadece bununla övünme ve başkalarına tepeden bakma maksadı güttüğü zaman böyledir. Çünkü bu kötülenmiştir. Nitekim sahih hadiste Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bana mütevazi olun diye vahyolundu. Hiçbir kimse hiçbir kimseye karşı bö­bürlenmesin. Hiçbir kimse hiçbir kimseye karşı zulmetmesin."

Bunu sadece güzel giyinmek için arzu ederse bunda hiçbir mahzur yok­tur. Müslim ve Ebu Davud'un rivayetlerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennete giremez." Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını arzu ederse?" diye sordu. Efendimiz (s.a.): "Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir hakka karşı şımarmak ve insanlara hor bakmaktır." buyurdu.

"Hayırlı akıbet takva sahiplerinindir." Yani güzel sonuç (cennet) ibadet ve taatleri işlemek, mahzurlu ve haram olan şeyleri terk etmek suretiyle Al­lah'ın azabından sakınan ve cezasından korkanlara hastır. Cennet diktatör, zalim ve kâfir Firavun gibi ya da Allah'ın peygamberlerini yalanlayan şıma­rık facir zengin Karun gibi yeryüzünde fesat çıkarmak ve böbürlenmek arzu­su gütmeyenlere hastır.

Cenab-ı Hak daha sonra amellere verilen karşılığı beyan etti: "Kim iyi bir amel getirirse ona ondan daha hayırlısı vardır." Yani kim kıyamet günü güzel bir haslet getirirse ona miktar ve vasıf bakımından bu amelden daha güzel bir karşılık verilir. Allah'ın sevabı kulun güzel amelinden daha hayırlıdır. Allah kendisinden bir lütuf, rahmet ve ihsan olarak bu sevabı kat kat verir.

"Kim de kötü bir amel getirirse, kötülük işleyenler ancak işledikleriyle ce­zalandırılırlar. "

Yani kim makbul olan sahih örfe ve akla göre çirkin, şer'an da münker olan bir fiil ortaya koyarsa rahmet ve adaletin gereği olarak ona ancak mis­liyle ceza verilir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim de kötü bir amel getirirse yüzleri ateşle sürtülür. Ya siz işlediklerinizden baş­ka bir şeyle mi karşılık göreceksiniz?" (Nemi, 27/90) [97]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Cennet, cennet nimetleri ve güzel akıbet imana ve müminlere karşı kibirlenmek ve büyüklük taslamak, masiyet işlemek ve başkasının malını haksız yere almak gibi bozgunculuk amacı taşımayan takva sahibi müminle­re aittir. Bunlar da Firavun ve Karun gibi olmayan kimselerdir. Halife Ömer b. Abdülaziz son nefeslerinde bu (83.) ayeti tekrarlayarak ruhunu teslim etti.

"Yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk çıkarmak" ifadesi iki davra­nıştan her ikisinin birden değil, ayrı ayrı kastedilmiş olduğuna delildir. Ulüvv, böbürlenmek ve kibirlenmektir. Fesat ise her çeşit kötülüğü ve şerri içine alır.

2- Kim "Lâ ilahe illallah" gibi güzel bir haslet ortaya koyarsa bundan hayır bulur. Kim de kötü bir fiil -şirk gibi- ortaya koyarsa ameline lâyık ol­duğu şekliyle cezalandırılır.

Allah'ın büyük lütuflarından ve insanlara olan rahmetinden biri kötülü­ğe sadece misliyle karşılık ve ceza vermesi, iyi amele ise on misliyle hatta ye­di yüz katma, hatta daha çok katlara kadar karşılık vermesidir. Allah diledi­ğine kat kat verir. [98]

 

Peygamberimiz Ve Ashabının Kendi Kavimleriyle Yaptıkları Mücadele

 

85-  (Ey Muhammedi) Sana Kur'an'ı farz kılan Allah seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Rabbim kimin hidayete geldiğini, kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi bilir."

86-  Sen, bu kitabın sana indirileceği­ni hiç ummuyordun. Fakat Rabbin-den bir rahmettir. O halde sakın kâ­firlere destek olma.

87- Allah'ın ayetleri sana indirildik­ten sonra sakın kâfirler seni onlar­dan alıkoymasınlar. Sen Rabbine da­vet et. Sakın müşriklerden olma.

88- Allah ile beraber başka birini ilâh edinme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka her şey yok ola­caktır. Hüküm vermek sadece O'na aittir. Ve siz yalnız O'na döndürüle­ceksiniz.

 

Belagat:

 

"O'nun vechinden başka her şey yok olacaktır." "Vech" kelimesi mecaz-i mürseldir. Cüz ıtlak edilip küll murad edilmiştir. Yani onun mukaddes zatı demektir. [99]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sana Kur'an'ı farz kılan..." yani sana Kur'an'ı indiren, Kur'an'ın tilâve­tini, tebliğini ve Kur'an'da bulunan hükümlerle amel etmeyi farz kılan "Al­lah seni dönülecek yere" yani belden olan Mekke'ye "döndürecektir." Sanki Allah Rasulüne henüz Mekke'de eziyet içinde ve halkının üstünlüğü altında iken O'nun Mekke'den hicret edeceğini, sonra da fethe nail olmuş muzaffer olarak döneceğini vaad etmektedir. Zira bu sure Mekkî yani Mekke'de nazil olmuş bir suredir. Bir başka görüşe göre meâd, Rabbinin kıyamet günü ken­disini nail kılacağı vaadinde bulunduğu "Makam-ı Mahmud" demektir.

"De ki: Rabbim kimin hidayete geldiğini kimin de apaçık bir sapıklık '

Ayetteki "a'lem (en iyi bilen)" kelimesi "âlim (bilen)" manasındadır. "Men" kelimesi "a'lem" kelimesinin tefsir ettiği bir fiile mahallen mansub-dur. Yani Mekke kâfirlerinin: "Sen sapıklık içindesin." sözüne cevap ise "Pey­gamber hidayeti getiren kimsedir. Gerçekte ise sapıklıkta olanlar onlardır." ifadeleridir.

"Sen, bu kitabın" Kur'an'ın "sana indirileceğini hiç ummuyordun. Fakat Rabbinden bir rahmettir." kullarına merhamet ve şefkatte bulunmak için in­dirildi. "O halde sakın kâfirlere" hoşgörüde bulunarak, onların sözlerini ka­bul ederek, isteklerini olumlu karşılayarak seni davet ettikleri batıl dinlerin­de "destek"yardımcı "olma."

"Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra sakın kâfirler seni onlardan" Allah'ın ayetlerini okumaktan ve bu ayetlerle amel etmekten "alıkoyma­sınlar. " Yani bu hususta onlara dönme.

"Sen Rabbine davet et." Yani insanları Allah'ın birliğine ve O'na kulluk­ta bulunmaya davet et. "Sakın" müşriklere yardım ederek "müşriklerden ol­ma. " Burada fiil mebni olduğu için cezmeden edat tesir etmemiştir.

"Allah ile beraber başka bir ilâha dua etme." Yani ibadet etme. "O'ndan başka" O'nun zatından başka "her şey yok olacaktır." Yok olmaya mahkûm­dur. "Hüküm verme" Yani sözünü uygulama yetkisi "sadece O'na aittir. Siz" kabirlerinizden çıkarılıp "yalnız O'na döndürüleceksiniz." [100]

 

Nüzul Sebebi

 

"Sana Kur'an'ın tebliğini farz kılan Allah..." 85. ayet ile ilgili İbni Ebî Hatim, Dahhak'tan rivayet ediyor: Peygamberimiz (s.a.) Mekke'den çıkıp da Cuhfe'ye ulaşınca Mekke'ye hasret duydu. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Ey Muhammedi Sana Kur'anın tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek ye­re döndürecektir..."

Mukatil diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) -hicret esnasında Sevr dağında­ki- mağaradan çıktı ve yakalanma korkusuyla asıl yoldan başka bir yolu ta­kip etti. Emin olunca da asıl yola döndü. Mekke ile Medine arasındaki Cuh-fe'de konakladı. O zaman Mekke yolunu tanımış ve Mekke'ye karşı özlem duymuştu. Kendisinin ve babasının doğduğu yeri hatırlamıştı.

Bunun üzerine Cebrail indi. Peygamberimiz'e (s.a.):

- Beldeni ve doğduğun yeri mi özledin? dedi. Efendimiz (s.a.):

- Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine Cebrail: Allah Tealâ buyuruyor ki: "Sana Kur'anın tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek yere -yani Mek­ke'ye galip olarak- döndürecektir."

Razî diyor ki: Bu mana daha yakındır. Çünkü "meâd" kelimesinden an­laşıldığına göre Efendimiz (s.a.) orada idi, oradan ayrıldı ve tekrar oraya dönüş gerçekleşti. Bu da sadece Mekke'ye yakışmaktadır. Her ne kadar diğer vecihler de ihtimal dahilinde olsa da bu daha yakındır.[101]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yine Razî diyor ki: Cenab-ı Hak Rasulüne kıyametin durumunu açıkla­yıp uzun uzadıya beyan edince kıyametle ilgili hususları açıklayarak şöyle buyurdu: "Sana Kur'anın tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek yere dön­dürecektir. "

Bu şu manaya gelmektedir: Allah Tealâ bu surede Rasulüne Firavunla Musa'nın kıssasını ve Kanınla kavmi olan İsrailoğullan'nın kıssasını anlat­tıktan sonra bu iki tagutun helak olduklarını beyan etmektedir. Bunun ar­dından Peygamberimiz (s.a.) ve ashabının kavmi -Kureyş- ile kıssalarını, kavminin onları Mekke'den çıkarmalarını yahut Peygamberimiz'i (s.a.) Mek­ke'den hicret etmek zorunda bıraktıklarını, daha sonra da Allah'a kulluk ve Allah'ın birliğine davete devam ederek Mekke'ye galip ve muzaffer olarak döneceğini zikretmektedir. [102]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ Rasulüne ilâhî mesajı tebliğ etmesini ve insanlara Kur'an okumasını emretmekte ve onu tekrar dönülecek yere döndüreceğini haber vermektedir:

"Sana Kur'an in tebliğini farz kılan Allah seni dönülecek yere döndüre­cektir. "

Yani sana Kur'anla amel etmeyi vacip kılan ve Kur'an'ı insanlara eda etmeyi senin üzerine farz kılan Allah seni sevgili beldene yani Mekke'ye fa­tih, muzaffer ve galip olarak tekrar döndürecektir. Bu küfrün ve putperestli­ğin merkezini kuşatıp almanın, Kâbe-i Muazzamanm etrafında dikilen put­ların kırılmasının gerçekleştirildiği büyük fetih idi.

Bu Allah tarafından Rasulü Mekke'de olup Medine'ye giderken yapılan sâdık ve mutlaka gerçekleşecek bir vaaddir. Bu sebeple Rasulullah (s.a.) mutmain olup sükûnete erdi. Muhakkak alimler diyorlar ki: Bu, peygamber­liğe delâlet eden alâmetlerden biridir. Çünkü bu ayet gaybı haber vermiş ve aynen haber verdiği gibi gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu mucize olmaktadır.

Allah Tealâ Rasulüne, dönülecek yere tekrar döndüreceğini vaad edince kendisini sapık söz söylemekle itham eden müşrikleri (Mekke kâfirlerini) azarlamak üzere onlara şöyle söylemesini emretti:

"De ki: Rabbim kimin hidayete geldiğini, kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi bilir."

Yani Ey Rasulüm, sana muhalefet eden kavminden seni yalanlayan müşriklere ve küfürlerinde onlara tabi olan kimselere şöyle söyle: "Görünen ve görünmeyeni gayet iyi bilen, her şeyi gayet iyi gören sonsuz ilim sahibi olan Allah Tealâ benden de sizden de kimin hidayete -yani Kur'anla- geldiği­ni gayet iyi bilir." Bu bizzat Peygamberimiz (s.a.) dir. Yine Cenab-ı Hak ahi-rette kimin sevaba lâyık olduğunu ve Mekke'ye tekrar geri döndürülmekle izzet ve şerefe nail kılınacağını, dünya ve ahirette hayırlı sonuç ve zafere ki­min ereceğini, müminin zafere ereceğini, kâfirin zelil olacağını gayet iyi bile­ceksiniz.

Daha sonra Cenab-ı Hak peygamberini insanlara göndermekle onlara ihsan ettiği bu nimetini hatırlatarak şöyle buyurdu:

"Sen bu kitabın sana indirileceğini hiç ummuyordun. Fakat (bu kitap) Rabbinden rahmet olarak indi." Yani ey Peygamber bu vahiy sana indirilme­den önce vahyin sana nazil olacağını, Kur'anm senin kalbine ineceğini, Kur'anla geçmişlerin haberlerini öğreneceğini, hayat düstûrunu, toplumun saadetine ve kurtuluşuna vesile olacak hükümleri Kur'an ışığında öğrenece­ğini beklemiyordun. Fakat Rabbin sana vahyi indirdi, sana kitabı kendi nez-dinden, sana ve senin sebebinle kullarına bir rahmet kaynağı olarak indirdi.

Bundan dolayı Rabbi onu şu beş görevle görevlendirdi:

1- "O halde sakın kâfirlere destek olma." Sakın kâfirlere herhangi bir şe­kilde yardımcı olma. Onlardan ayrıl ve onlara muhalefet et. Sadece müslü-manlara destek ver. Allah seni te'yit edecek ve seni koruyacaktır.

2- "Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra sakın kâfirler seni onlar­dan alıkoymasınlar."

Yani o müşriklere yönelme, onlarla ve onların sana muhalefet etmele­rinden etkilenme. Onların sözlerine eğilme ki sana indirilen Allah'ın ayetle­rine tabi olmana ve bu ayetleri insanlara tebliğ etmene engel olmasınlar. Zi­ra Allah seninle beraberdir, senin dinini te'yit edecek ve seninle gönderdiği dini diğer dinlere üstün kılacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Maide, 5/67).

3- "Sera Rabbine davet et." Yani sen tek olan ve hiçbir ortağı bulunma­yan Rabbine ibadet etmeye davet et. O'nun dinini tebliğ et. Hiçbir tereddüt, korku ve bekleme olmaksızın O'nun risaletini ilân et.

Bu kesin ve açıktan davet etme emridir. Burada kâfirleri ve müşrikleri davet etmekte şiddetle ısrar vardır. Fakat bu, emniyet, barış, antlaşma ve uzlaşma gölgesinde olacaktır.

4- "Sakın müşriklerden olma." Yani Rabbine şirk koşan, Allah'a eş ve or­tak koşan kimselerle beraber olmaktan ve helak edenlerden olmaktan sakın. Çünkü müşriklerin metoduna, yoluna razı olan kimseler onlardan sayılır.

Müşrikleri desteklemekten nehyeden bu ayet heyecanı alevlendirmek, hissiyatı galeyana getirmek ve tevhid dininin istiklali ve sadece Allah'a kul­luk için gayreti kamçılamak kabilindendir.

Sonra da bu nehiy şöyle açıklandı:

5- "Allah ile beraber başka birini ilâh edinme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." Yani Allah'la birlikte hiçbir ilâha ibadet etme. Amellerden herhangi bir amelde Allah'tan başka hiçbir ilâha dua etme. Çünkü ibadet sadece O'na lâyıktır. Başkasına yalvarmanın hiçbir faydası yoktur. Ulûhiyet sadece Onun azametine yakışır. O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir mabud yoktur. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "O hem doğunun hem de batının rabbidir. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O'nu vekil ola­rak edin." (Müzzemmil, 73/9). Yani işlerinde O'nu vekil kıl. O ne güzel vekil­dir.

Bu herkese vacip olmakla birlikte Allah Tealâ ta'zim maksadıyla Rasu-lullah'a (s.a.) özellikle hitap etti.

Allah Tealâ kendisine has "ulûhiyet" sıfatlarını beyan ederek şöyle bu­yurdu:

Birincisi: "O'nun zatından başka her şey yok olacaktır." Yani varlık âle­minde bulunan herkes fanidir. Ancak Allah'ın mukaddes zatı müstesnadır. Daimî ve baki olan, diri olan, kendi zatıyla kaim olan, bütün mahlûkatı öldü­ren ama ölümlü olmayan O'dur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı baki kalacak­tır." (Rahman, 55/26-27).

Sahih bir hadiste Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şair Lebîd'in söylediği en doğru söz 'İyi bi­lin ki Allah'tan başka her şey batıldır', sözüdür."

Bunun gereği olarak Allah Tealâ'nın mukaddes zatından başka her şey fanidir ve yok olmaya mahkûmdur. Çünkü ilk olan ve son olan O'dur. Her şeyden önce ve her şeyden sonra olan O'dur.

İkincisi: "Hüküm sadece O'nundur." Yani mahlûkatı hakkında geçerli hüküm verme, tasarrufta bulunma ve mülk yalnız O'nundur. O'nun hükmü­nü değiştirecek hiçbir varlık yoktur.

Üçüncüsü: "Yalnız Ona döndürüleceksiniz." Yani bütün mahlûkatm va­racağı nokta O'dur. Tekrar diriltildiğiniz günde sadece O'na döndürüleceksi­niz. O amellerinizin karşılığını verecektir. Hayırsa hayır, serse şer... [103]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hükümler çıkmaktadır:

1- Allah Tealâ Peygamberinin düşmanlarını ezere, Harem beldesini fethederek, putları kırarak, şirk ve putperestlik asrının bittiğini ilân ederek ve ebediyete kadar "La ilahe illallah" tevhid sancağını yükselterek peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.) Mekke'ye geri göndereceği müjdesiyle Kasas Suresini bitirdi.

2- Kur'an bazan İslâm davetinin gerçeğini düşünme ve dikkat çekmeyi kamçılamak için yumuşaklık ve hikmet üslûbunu kullanmaktadır.

Bu, yüksek seviyeli siyaset sanatlarındandır. Bunun için Allah peygam­berine şöyle demesini emretti: "De ki: Rabbim kimin hidayetle geldiğini, ki­min de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu çok iyi bilir." Yani Mekke kâ­firleri ve benzerleri "Sen apaçık bir sapıklık içindesin." dedikleri zaman onla­ra şöyle de: Rabbim hidayete erecek olanın ve sapık olanın benim mi, sizin mi olduğunuzu en iyi bilendir.

3- Allah Tealâ'nm Rasulünü bütün mahlûkata rasul ve nebi olarak gön­dereceğini ve bütün insanlık için devamlı olarak geçerli olan nur, hidayet, öl­çü, hayat düsturu ve ebedî şeriat olarak Kur'an'ın kendisine ineceğini ne Al­lah'ın Rasulü ne de başka biri bilir.

Ancak Allah'ın Rasulüne ve kullarına karşı rahmeti peygamberlerin gönderilmesini ve adaletli bir hüküm ve nihaî bir ilâhî kelâm olarak Kur'an'ın indirilmesini gerekli kılmıştır.

4- Rasulullah (s.a.) şu beş vazife ile görevlendirilmiştir:

a) Hiçbir durumda kâfirlere destek ve yardımcı olmamak,

b) Rabbinin mesajını, emrini tebliğ etmeye devam edip kâfirlerin sözle­ri, yalanları ve eziyetlerinin kendisini Allah'a davet yolunda yürümekten alı­koymaması,

c) Allah'ın birliğine daveti açıktan ilân etmesi,

d) Müşriklerle beraber olmaması. Çünkü onların usûlüne razı olan on­lardan olur.

e) Allah'la birlikte bir başka ilâha ibadet etmemesi. Çünkü Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Bu bütün ma'budları reddedip sadece Allah Te-alâ'ya kulluğu ispat etmektir.

5- Allah Tealâ kendi zatını üç sıfatla tavsif etmektedir:

-  Varlık âleminde bulunan Allah Tealâ dışındaki her şey yok olmaya mahkûmdur, fanidir.

- Dünya ve ahirette derhal uygulanan hüküm sadece Ona aittir.

- Bütün yaratıklar hesap görmek için hayırlı ve şerli amellerinin karşılı­ğım almak için yalnız O'na döneceklerdir.

Bütün her şey tekrar dönüşü olmayacak şekilde yok olmayıp, her şey so­nunda Allah Tealâ'ya dönecektir. [104]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[10] İbni Kesir, III/382.

[11] Razî, XXIV/232.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[21] el-Bahru'l-Muhît, VII/114; İbni Kesir, III/384.

[22] İbni Kesir, III/386.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[24] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, 11/1464.

[25] Fakat bu hadisin senedinde hadis imamlarına göre rivayetinde "zayıf bir ravi vardır. Bu ravi Mesleme b. Ali el-Huşenî ed-Dımaşkî el-Belatî'dir.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[31] Zemahşeri, W473; Razi, KKJW247.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[45] Kuvvetli olan görüşe göre Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile iki defa konuştu. Biri, pey­gamber olarak gönderildiği zaman, diğeri Hz. Musa (a.s.) buzağıya tapmalarından dolayı Cenab-ı Hakka tevbelerini arz etmek için İsrailoğulları'nın yaşlılarından 70 kişiyi seçip ilâhî huzura (mîkat yerine) vardıkları zaman. Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya hitap edip onlar da Allah kelâmını işittikleri halde inat edip isyan etmişler ve "Biz Al­lah'ı apaçık görmedikçe asla sana iman etmeyiz." demişlerdi.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[53] İbni Kesir, III/392.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[56] İbni Kesir, III/394. Bu Urve b. Zübeyr'den rivayet edilmiştir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[63] Razî, XXV/3.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[79] Kurtubî, XIII/309.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[91] Razî, XXV/17.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[101] Razî, XXV721.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/