ANKEBÛT  SÛRESİ 3

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 3

Meali: 3

İniş Sebebi 3

İlgili Hadîsler. 4

Elif - Lam - Mim.. 4

İmanın Ölçüsü. 4

Allah'ı Âciz Bırakmak Mümkün Değildir. 5

Allah'a Kavuşmayı Gönülden Arzulamak. 5

Cihâdın Hedefi 5

İşlenilen İyiliklerin En Güzeliyle Mükâfatlandırma. 6

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali; 6

İniş Sebebi 6

İlgili Hadîsler. 7

Ana-Babaya İyilik. 7

Allah'a Karşı Günahı Gerektiren Hususlarda Kimseye İtaat Edilmez. 7

Salih Ameller (İyi Yararlı İşler) 8

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali: 8

İniş Sebebi 8

İlgili Hadîsler. 8

Kalpte Kök Salmayan İman. 9

Ağır Vebal Yüklenenler. 9

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 9

15—  Biz onu da gemide bulunanları da kurtardık ve bu olayı bütün milletlere ibret ve öğüt kıldık. 10

Hakkı Kabul Ettirmenin Zorluğu. 10

Nuh Peygamber'in (A.S.) Çok Yaşaması 10

Yaş Ortalaması 11

İnkarcı, Zalim Bir Kavmin Sonu. 11

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali 12

Koyu Cehalet Ve Putperestlik. 12

Peygambere Düşen Görev, Açık Tebliğdir. 12

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali : 13

Yaratma Ve Geri Çevirme. 13

Hayatın Nasıl Başladığını Araştırmamız Emrediliyor. 13

Dilediğine Azap Eder. 14

Rahmetten Umut Kesenler. 14

Âyetler Arasında Bağlanti 15

Meali; 15

Hakk'a Davete Karşi İnkarcı Azgınların Tepkisi 15

İbrahim Peygamberin (A.S.) Hicret Etmesi 16

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali: 16

İlgili Hadîsler. 17

Lût Kavminin Çirkin Huyu. 17

Sodom İle Gomorra'nın Yıkılması 17

Lût Peygamber'in Karısı 18

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meali: 18

Medyenli'ler Ve Şuayb Peygamber. 18

Ad Ve Semûd Kavimleri 19

Âyetler Arasinda Bağlantı 20

Meali; 20

İlgili Hadîsler. 20

Musa Peygamber Ve Üç Tip İnsan. 21

Yaratanı Bırakıp Yaratılanı İlâh Edinmek. 21

İlâhî Misalleri Ancak İlim Adamları Düşünüp Akleder. 21

Göklerin Ve Yerin Hak Üzere Yaratılması 22

Ve Her Konuda Namazın Yeri Ve Önemi 22

Ayetler Arasında Bağlantı 23

Meali : 23

İlgili Hadîs. 23

Kitap Ehli'yle Seviyeli Tartışma. 23

İslâm, Kutsal Kitapların Hak Olduğuna İnanmayı Emreder. 24

Kitap Ehli'nden İman Edenler. 24

Hz. Muhammed (A.S.) Ümmî İdi 24

Peygamber (A.S.) Efendimiz Neden Okur-Yazar Değildi 25

Kur'ân, Kendilerine İlim Verilenlerin Gönlünde Işıldamaktadır. 25

Değişik Mu'cize İstenmesi 26

Ayetler arasında bağlantı 27

Meali: 27

Azabın Belirlenmiş Bir Vakti Vardır. 27

Âyetler Arasında Bağlantı 27

Meali : 27

İniş Sebebi 28

İlgili Hadîsler. 28

Hicrete Ruhsat 28

Her Canlı Ölümü Tadacaktır. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 29

İligîli Hadîs. 29

Güneş Ve Ayın Baş Eğdirilmesi 29

Âyetler Arasında Bağlanti 30

Meali: 30

İlgili Hadîsler. 31

Dünya Hayati 31

Din Ve Allah Duygusu İnsanda Fıtrîdir. 31

Mekkeli Müşriklerin Nankörlükleri 32

Allah Yolunda Cihâd Edenler. 32


ANKEBÛT  SÛRESİ

 

Örümcek ağının dayanıksızlığı benzetme yoluyla misal verildiğinden, sûreye «örümcek» anlamına gelen «Ankebût» adı verilmiştir.

Sûrenin Mekkî ve Medenî olduğunda farklı tesbit ve görüşler ortaya çıkmıştır. Şöyle ki: el-Hasan, İkrime, Atâ' ve Câbir'e göre tamamı Mekke'­de inmiştir. İbn Abbas (R.A.)dan yapılan iki rivayetten birine göre, tamamı Medine'de inmiştir. Katade de-aynı görüştedir. İbn Abbas'dan (R.A.) yapı­lan ikinci rivayette ise, sûrenin baş kısmındaki on âyet dışında tamamı Mekke'de inmiştir. Hz. Ali'ye (R.A.) göre, sûre Mekke ile Medine arasında inmiştir.[1]

Âyet   sayısı         :     99

Kelime                 :    980

Harf                      : 4169[2]

 

 Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Mü'minlerin imanlarında sadık olup olmadıklarının ortaya çıkarıl­ması için devamlı sınavdan geçirildikleri belirtiliyor.

2—  Allah yolunda cihadın önem ve yararı üzerinde duruluyor.

3—  İyiliklerin kötülükleri temizleyeceğine dikkat çekiliyor.

4—  Ana-babaya iyilik etmemiz emrediliyor.

5—  Münafıklarla kâfirlerin tutumları konu ediliyor ve mü'minlere olan ilgilerinin ölçü ve anlamına yer veriliyor.

6—  Altı peygamberin kıssalarından önemli safhalar, ibretli parçalar anlatılıyor.

7— Mü'minlerle kâfirlerin karşılıklı delil getirmeleri ve o yüzden mü'minlerin o gibi inatlaşa tartışmalardan men'edildikleri bildiriliyor.

8—  Mu'cizenin doğruluğu ve onunla peygamberliğin isbatı hakkında biigi veriliyor.

9—  İnkarcı sapıkların tehdît edildikleri azabı istemede acele etmele­rine atıf yapılarak bunun nedeni açıklanıyor.

10—  İçinde fitne ve fesadın çıkıp yaygınlaşmaya yüz tuttuğu bir ül­keden, şartlar elverdiği takdirde hicret edilmesinin gereği üzerinde duru­luyor.

11—  En güzel ve mutlu sonucun mutlaka mü'minler için hazırlandığı müjdeleniyor.

12—  Gerçek ve hakiki hayatın, âhiret hayatı olduğu işlenerek mü'­minler bu konuda aydınlatılıyor.

13—  Kureyş Kabilesi'nin nankörlüğü konu ediliyor. [3]

 

Meali:     

 

1—  Elif - Lâm - Mîm.

2—  İnsanlar, «inandık» demeleriyle kendi hallerine terkedileceklerini, çetin sınavlardan geçirilmiyeceklerini mi sanırlar?

3—  And olsun ki onlardan öncekilerini de çetin sınavlardan geçirmi-şizdir. Allah, elbette doğru olanları da bilir, yalancıları da bilir.

4—  Yoksa o çeşitli kötülükleri işleyenler bizi (âciz bırakıp) geçecekle­rini mi sanırlar? Hükmettikleri şey ne kötü!

5—  Kim Allah'a kavuşmayı umarsa, elbette Allah'ın belirlediği ecel (ölüp O'na kavuşma saati) gelecektir. Allah işiten ve bilendir.

6—  Kim (Allah yolunda, Allah sözü daha yüce olsun diye) cihâd eder­se, o gerçekten kendi lehine cihâd etmiş olur. Çünkü Allah elbette âlem­lerden müstağnidir (hiç kimsenin cihâd etmesine ihtiyacı yoktur).

7—  İmân edip iyi-yararli amellerde bulunanların şüphesiz ki kötülük­lerini (tevbeleri sebebiyle affedip) örter ve temizleriz ve yaptıklarını en gü­ze I iyi e mükâfatlandırırız.

 

İniş Sebebi

 

Hicretten sonra Mekke'de yaşayanlardan bazı kimselerin Allah kalp­lerini yumuşattı da İslâm'a ısındılar ve arkasından Hz. Muhammed'in (A,S.) getirdiği esaslara inandılar. Onların bu olumlu kararlarını duyan Medine'­deki mü'minler onlara: «Medine'ye hicret etmediğiniz takdirde ne ikrarınız, ne de İslâmiyet! din olarak seçmeniz makbul tutulur» diye haber gönderdi­ler. Bunun üzerine onlar hicret etmek üzere yola çıkınca azgın müşrikler yollarını kesip/ yalnız engel olmakla kalmayıp bir de işkencede bulundu­lar. O yüzden yeni müslümanlar hicret edemediler. Yukarıdaki âyetler on­ların bu halini tasvîr eder anlamda inince durum kendilerine bildirildi. Bu­nun üzerine tekrar hicrete karar verdiler ve engel olanlarla gerekirse vuru­şacaklarını söylediler. Sonunda o yüzden onlarla kendilerine engel olanlar arasında vuruşma meydana geldi; kimi şehit, kimi de gazi oldu. 0 sebeple de Nahl Sûresi'nin 110. âyeti şu mealde indi: «Sonra çeşitli işkence ve ezi­yete uğratılan, ardından hicret eden; sonra da Allah yolunda savaşan ve sabreden kimseler için şüphesiz ki Rabbın çok bağışlayan ve çok merha­met edendir.» [4]

Ibn Abbas'a (R.A.) göre : Bu âyetler, müşriklerden eza ve cefa gören Seleme b. Hişam, İlyas b. Ebî Rebi'a, Velîd b. Velîd, Ammar b. Yâsir ve ben­zeri mü'minler hakkında inmiştir. [5] Onları teselli etmekte ve müjdelemek­te olan bu âyetler, yakın gelecekte mü'minlerin başarıya erişeceğine işa­rette bulunmaktadır. [6]

 

İlgili Hadîsler

 

İlk müslümanlardan Habbab b. Eret (R.A.) anlatıyor: «Müşriklerin bize yaptığı eza ve cefadan çok tedirgindik. Kabe'nin gölgesinde üstlüğünü yas­tık yapıp ona dayanarak gölgelenmekte olan Resûlüllah (A.S.) Efendimize gittik ve «bize yardımcı olamaz mısın, bizim için duâ etmez misin?» diye­rek dert yandık. O bize şöyle buyurdu: «Sizden önceki mü'min kişi yakala­nır, kazılmış çukura atılır, sonra da testere getirilip başının üstüne konula­rak ikiye bölünür ve demir tarak getirilip etine ve kemiğine geçirilirdi, bu­na rağmen dininden dönmezdi, yani bu elîm azap onu dininden döndüremez-di. Allah'a and olsun ki, bu dâvamız tamamlanıp başarıya erişecektir. O ka­dar ki, süvari bir kişi San'a'dan kalkıp Hadremevt'e gidecek ve Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır ve koyunları hakkında da kurttan (ca­navardan) endişe duymayacaktır. Ama ne var ki, siz pek acele ediyorsu­nuz.»[7]

Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) anlatıyor:

  Peygamber (A.S.) Efendimizin yanına girdiğimde onu (sıtma) ateşi içinde gördüm. Elimi kendisine dokundurduğumda ateşini yorgan üzerin­de hissettim. Bunun üzerine dedim ki:

  Ateşin ne de şiddetlidir! Buyurdu ki:

  «Biz peygamberler böyleyizdir; hem başımıza gelen belâ şiddetli olur, hem de mükâfatımız (o nisbette büyük olur).»

Tekrar sordum, dedim ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanlardan en şiddetli belâya uğratılan­lar kimlerdir?

  Peygamberlerdir, buyurdu.

— Onlardan sonra kimlerdir? diye sordum.

  Salih kişilerdir. Onlardan bîri fakirliğe uğrar ve ancak ortası kopuk yırtık bir üstlük bulabilir. Hem onlardan biri sizin genişlik ve refah ile se­vindiğiniz gibi, belâ ile sevinir, diye cevap verdi. [8]

— Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e şöyle sordum: Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanlardan en çok ve en çetin belâya uğrayanlar kimlerdir?

— Peygamberlerdir, sonra da derece derece birbirini izler; adam di­nine bağlılığı nisbetinde belâ ve imtihanla karşılaşır. Dindarlığında sağlam­lığı ve sebatı oranında belâsı şiddetlenir. Dindarlığında gevşekliği varsa ona göre belâ ile karşılaşır. Mü'min kul yeryüzünde, üzerinde hatâ ve gü­nah olmaksızın gezip dolaşıncaya kadar belâ ondan ayrılmaz, diye cevap verdi. [9]

 

Elif - Lam - Mim

 

Diğer sûrelerde olduğu gibi, bunlar mukatta'a harflerdendir. Allah ile Peygamberi arasında bir şifre ve aynı zamanda sûrenin- özeti ve anahtarı mahiyetindedir. Allah daha iyisini biiir. [10]

 

İmanın Ölçüsü

 

«İnsanlar «inandık» demeleriyle kendi hallerine terkedileceklerini, çetin sınavlardan gecirilmiye-ceklerini mi sanırlar?»

Bilindiği gibi, imân kalbe dayanır, yani onun yeri ve yurdu kalptir. O bakımdan imânın sağlamlığını, çürüklüğünü; kuvvetliliğini ve zayıflığını ibâ­detlerle de kesin olarak ortaya koyamayız. Ancak ibâdet, duâ, zikir, iyilik, hakseverlik, erdemlik imanın meyvaları ve içten dışa vuran belirtileridir; fakat kesin kıstası değildir..

İlgili ikinci âyetle, ibâdetle birlikte kişinin imânından ve dindarlığından dolayı uğrayacağı belâ ve mihnetlere göğüs germesi, dayanma gücünü or­taya koyup Allah'a daha çok bağlanması, şüphesiz ki onun imânındaki sa­dakatini ortaya koyacağına delil gösterilmektedir.

O bakımdan mü'minler, ölünceye kadar devamlı sınavdan geçirilmek­te; belâ ve mihnetlerle mücadele etmektedirler.

Bundan amaç nedir, yani bu mihnetli yolda yürümenin ne gibi fayda­ları söz konusudur? Kişi hem Allah'a imân etsin, hem de o yüzden çetin sınavlar versin, ezâ ve cefayla karşılaşsın! İmânın mükâfatı bu mudur?

Her ne kadar çoğumuzun hatırına gelen, bu gibi sorularsa da, asıl hik­met bu değildir. Zira nîmet külfetle orantılıdır; külfetsiz nîmetin gerçek de­ğeri bilinmez. Allah'a dosdoğru imân, ebedî saadetin değişmeyen, eskime­yen ve kıymetini kaybetmiyen anahtarıdır. Aynı zamanda insan olmanın, amaca yönelmenin tek yoludur. O halde imân, gerçek anlamıyla pahası bi­çilmez bir değerdir ve insana verilen en üstün nîmet ve devlettir. O ba­kımdan külfeti de o nisbette büyük ve ağırdır.

İlgili âyetle bu husus işleniyor ve mü'minlere bilgi verilerek kendileri­ni bu vadide iyi eğitmeleri isteniliyor.

Böylece imanla ilgili sınavlarda azim ve irâdesini, Allah'a güven ve bağlılığını kaybedenlerin yalancı veya şüpheci; kaybetmiyenlerin ise sadık olduğu ortaya çıkar da gerçek mü'min münafıktan seçilip ayırt edilir. [11]

 

Allah'ı Âciz Bırakmak Mümkün Değildir

 

«Yoksa o çeşitli kötülükleri işleyenler bizi (âciz bırakıp) geçeceklerini mi sanırlar? Hükmettikleri şey ne kötü!»

Cenâb-ı Hak sonsuz kudret sahibidir; tükenmez rahmet kaynağı ve mutlak ganîdir. Kâinat her parçasıyla O'nun kudretinin ve rahmetinin ese­ridir ve her şey aralıksız O'na muhtaçtır; O'nun ise hiçbir şeye ihtiyacı söz konusu değildir. Kitap indirmesi, peygamber göndermesi, kullarına olan geniş rahmetinin tezahürlerinden biridir. İyi ve kötü iş ve amellerin karşı­lığı sadece sahibine aittir. O halde hayatı boyunca iyi ve yararlı amellerde bulunanlar Allah'ın mülkünde bir şey artıramazlar; O'nu daha zengin kıl­mış olmazlar. Durmadan kötülük işleyenler de O'nu fakir ve âciz bıraka­mazlar. O ne ise odur ve öyle kalacaktır. O bakımdan belirttiğimiz hükmün aksine bir düşünce ve görüş yakışıksız, yersiz ve anlamsızdır; sahibini in­kâr bataklığına düşürmekten başka bir şeye yaramaz.

O halde Cenâb-ı Hak ile yarışa heveslenenler veya O'nu âciz bırakıp geçeceklerini sananlar hep aldanmışlardır. İnsanoğlu henüz bütünüyle ken­dine kumanda edememekte, iç organları onun irâde ve isteği dışında faali­yetlerini sürdürmektedir. Kendi bünyesiyle bir çok yönlerden irtibatsız ka­lan ve öylece kendi iç organları hakkında acz içinde bulunan insan, Allah ile yarışabilir mi veya O'nu herhangi bir konuda âoiz bırakabilir mi? [12]

 

Allah'a Kavuşmayı Gönülden Arzulamak

 

«Kim Allah'a ka­vuşmayı umarsa, elbette Allah'ın belirlediği ecel (ölüp ona kavuşma saati) gelecektir. Allah işiten ve bilendir.»

İmân temeli üzerinde filizlenip gelişen Allah sevgisi insanın kalbini ve ruhunu doldurup her zerresine sızınca, sevgi aşk derecesine yükselir. Öy­lece âşık her söz ve fiilini o doğrultuya çevirir ve her amelini ona göre ye­rine getirir. Artık dünya hayatı onun için basit bir araç, önemsiz bir dönem­dir. O bakımdan onu âhirete hazırlanma dönemi ve Allah'a kavuşma aracı olarak kullanır.

Ne var ki âşık ne kadar erken Rabbına kavuşmayı arzu etse de takdîr edilen ecelin gelmesini beklemek zorundadır. Nitekim Mevlânâ Celâlettin Rumî, ölüm gecesini «şeb-i arûs» yani düğün gecesi olarak vasıflandırmış ve Allahına kavuşmanın mutlu anlarını ancak bu tabirle ifadeye çalışmış­tır.

İnsan ömrü kısa olmakla beraber, çok arzu edilen günlerin gelmesini beklemek ona uzun gelir. Hele bir de o beklenilen dem, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve gufran havasına girmek mutluluğu olursa..

İlgili beşinci âyetle bu inceliğe işaret edilmektedir ki, bu bir bakıma Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in irfan mektebinde eğitilen bahtiyar mü'min-lerin ruhî heyecanını yansıtmakta, kalplerinin derinliğine kök salan imân­larının aşk derecesine yükseldiğini ifade etmektedir. [13]

 

Cihâdın Hedefi                                      

 

«Kim (Allah yolunda, Allah sözü daha yüce olsun diye) cihâd ederse, o gerçekten kendi lehine cihâd etmiş olur. Çünkü Allah elbette âlemlerden müstağnidir (hiç kimse­nin cihâd etmesine muhtaç değildir).»

Hadîs-i Resûlüllah'ta ifadesini bulduğu gibi, kim Allah sözü daha yüce olsun diye cihâd ederse, onun bu hizmeti Allah'ın büyüklüğünü artırmaz; cihâdı bırakıp kendi çıkarıyla, yani nefis ve dünyasıyla haşır-neşir olan kimseler de Allah'ın büyüklüğünden bir şey eksiltemezler.

Ancak «cihad» sözü ne gibi manalara delâlet etmekte ve ne gibi hükümler taşımaktadır? Gerek el-Müfredat müellifi, gerekse Kamus müellifi bu kelimenin şu manalara, -yer aldığı cümle itibariyle- delâlet ettiğini be­lirtmişlerdir :

a)  Güç ve takat

b)  Amaç ve sonuç

c)  Çalışıp çabalamak

d)  Meşakkat ve sıkıntı

e)  İmtihan ve deneme

f)  Hastalığın tesiriyle sıskalaşıp halsiz kalmak

g)  Yemeğe karşı iştiha duymak..

Düşman ile, Allah, din, vatan, namus uğruna savaşmak anlamına gelen «cihad» bütün bu manaları içermektedir. Zira savaş bir amaç ve elde edil­mek istenen bir sonuç için yapılır. Savaşta güç ve kudreti bütünüyle orta­ya koymak ve o yüzden meşakkat ve sıkıntıya katlanmak, aynı zamanda çetin bir sınavdan geçmek söz konusudur. Sonra da ebedî saadet yurdu­na ve orada cemalüllaha erişme arzusu vardır.

Üç şey ile cihad edilir:                                  

1—  Bilinen ve gözle görülen düşmanla,

2—  İnsanın kıyamete kadar düşmanı olarak faaliyet halinde bulunan şeytanla,

3—  Nefisle..

Birinci düşman dünyamızı yıkar ve bizi esaret altına sokarak hürri­yetimizi yok eder. İkinci ve üçüncü düşman, hem dünyamızı, hem âhireti-mizi berbat eder, bizi yüce amaçlardan, kutsal değerlerden uzaklaştırıp hayvanî duygularımızı kamçılayarak plândaki yerimizden ve hilkatimizin gerektirdiği gayeden uzaklaştırır.

Görüldüğü gibi, bu her üç düşmanla savaşmak bütünüyle kendi lehi­mize, savaşı terketmemiz aleyhimize birtakım sonuçlar doğurur. Buna pa­ralel olarak çihâd edenier, ilâhî emre uydukları için O'nun rızasına ermiş olurlar; terkedenler ise, O'nun gazabını kendi üzerlerine çekme basiretsiz­liğini ortaya koymuş bulunurlar. [14]

 

İşlenilen İyiliklerin En Güzeliyle Mükâfatlandırma

 

«İman edip iyi yararlı amellerde bulunanların şüphesiz ki kötülüklerini (tev-beleri sebebiyle affedip) örter ve temizleriz ve yaptıklarını en güzeliyle mü­kâfatlandırırız.»

İman ve amel-i sâlih birbirini tamamlayan iki kavramdır. Gerçi Ehİ-i Sünnet âlimlerine göre, amel-i sâlih imândan bir cüz'değildir. O bakımdan «birbirini tamamlayan iki kavram»dan kasdımız şudur: İmân olmayınca amel-i sâlih değersiz kalmakta; amel-i sâlih olmayınca, imân meyvasız bir ağaç anlamını hatırlatmaktadır.. Ve esasen imânın hedefi, ilâhî rıza doğrul­tusunda amel-i sâlihtir. O bakımdan Kur'ân-i Kerîm'in bazı istisnalarla bu iki kavramı birarada anması, bizi daha etraflı düşünmeye ve kendi lehimize birtakım olumlu sonuçlar çıkartmaya şevketmek içindir.

Ancak insan tamamen kötülüklerden, günahtan sıyrılıp hayatını bü­tünüyle sâlih amellerle dolduramaz; zira bu çok zor bir iştir. Böyle maz­hariyet peygamberlere has bir lûtuftur. Çünkü onların «ismet» sıfatı vardır. O bakımdan bilerek, bilmeyerek işlenilen kötülüğün arkasından pişmanlık duyup tevbe etmek ve sâlih amellere yönelmek, o kötülüklerin affedilip te­mizlenmesine vesile olur ve sonra da bu güzel niyetle yapılan iyi yararlı ameller daha güzeliyle karşılık görür.

İşte hayatımızın her gününde iyiliklerle kötülükler arasında dönüp do­laşırken, kötülükleri azaltıp iyilikleri çoğaltmaya çalışmak da cihâdın bir başka yanıdır ki bu, takat, gayret, meşakkat, ilgi ve iştiha ister. [15]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, «imân ettim» denildikten sonra işin bitmediği, ku­lun sadakatini belgeleyecek birtakım sınavların başlayacağı üzerinde du­ruldu. Arkasından doğruları yalancılardan ayırt etmek; iyileri mükâfatlan­dırmak, kötüleri de cezalandırmak konusu işlendi.

Aşağıdaki âyetlerle ana-babaya iyilikte bulunmamız tavsiye edilirken, onların bizi Rabbımıza karşı günaha sevkedecek emir ve tavsiyelerine itaat etmememiz bildiriliyor. Sonra da iman edip sâlih amellerde bulunan kişi­lerin «salihler» zümresine katılacağı, yani onlar arasında yer almalarının sağlanacağı müjdeleniyor. [16]

 

Meali;

 

8—  İnsana, ana-babasına iyi davranmasını, güzellikle muamele etme­sini tavsiye ettik, (Bununla beraber) onlar, hakkında bilgin olmadığı bir şe­yi bana ortak koşman için seninle uğraşıp ağırlıklarını koymaya çalışırlar­sa, o zaman onlara itaat etme; dönüşünüz ancak banadır; yapageldikleri-nizi size bir bir haber veririm.

9—  Dosdoğru imân edip iyî-yararlı amellerde bulunanları elbette iyi-yarariı kişilerin arasına yerleştiririz.

 

İniş Sebebi

 

Ashab-ı Kirâm'dan Sa'd b. Ebî Vakkas (R.A.) diyor ki:

— Anama hep iyilik eder, hatırını hoş tutardım. İslâm'a girdiğimi öğ­renince bana kızdı ve «vallahi ya bu yeni dinden dönersin, ya da ölünceye kadar bir şey yeyip içmeyeceğim» diyerek yemin etti. Bir-iki gün bir şey yemedi ve içmedi; derken inkarcı sapıklar benim için «ana katili» diyerek yaygara yapmaya başladılar. Bunun üzerine kalkıp anneme gittim ve de­dim ki: «Senin yüz tane canın olsa, her canın bir bir çıksa, yine de dinimi bırakacak değilim. İstersen bir şey ye, istersen yeme..» Annem benim ke­sin kararımı anlayınca, başka çare bulamadı ve yeyip içmeye başladı. O sebeple de yukarıdaki âyetler indi. [17]

İbn İshak'a göre : Âyet, Sa'd b. Mâlik ez-Zührî hakkında inmiştir. İbn Mesîr'e göre: Mus'ab b. Sa'd hakkında inmiştir. [18]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez.» [19]

«Allah'a karşı isyanı gerektiren hususlarda hiç kimseye itaat edilmez. İtaat ancak ma'rufta (dinen, örf en ve aklen uygun olan hususlardandır.» [20]

«Yaratan'a isyanı gerektiren şeyle de hiçbir mahlûka itaat edilmez.»[21]

 

Ana-Babaya İyilik

 

 <<insana' ana-babasına iyi davranmasını, güzellikle muamele etmesini tavsiye ettik. (Bununla beraber) onlar, hakkında bilgin olmadığı bir şeyi bana ortak koş­man için seninle uğraşıp ağırlıklarını koymaya çalışırlarsa, o zaman on­lara itaat etme.,»

Aile bağlarının gevşememesi, küçüklerle büyükler arasında sevgi ve saygının ölçülü biçimde devam etmesi; yaşlanan büyüklerin toplumdan iti­lip kendi kaderlerine terkedilmemesi için Kur'ân'da yedi ayrı yerde ana-babaya karşı iyi davranmamız, onlarla saygının gerektirdiği en güzel an­lamda ilgi kurmamız emredilmekte ve böylece Cenâb-ı Hakk'a itaatten-sonra ana-babamıza itaat etmemizin farz olduğu belirtilmektedir.

Sözü edilen yedi emir ve tavsiye çerçevesinde iki yerde ana-babamıza şükran borcu taşıdığımız hatırlatılmakta; iki yerde onlar için Allah'tan af ve mağfiret dilememiz tavsiye edilmektedir.

Bilindiği gibi, sevgi daha çok yukarıdan aşağıya doğru iner. O bakım­dan evlenip eş ve çocuk sahibi olan evlâdın, ana-babasına olan sevgisi kıs­men de olsa azalabilir. Her ne kadar neslin devamından yana böyle bir duygu doğuştan insanda mevcutsa da, din ve sağlam örf o duyguyu yönlendirir de ana-babayı sevip saymayı gerekli kılarak onu bir bakıma ibâ­detle eşdeğerde tutar.

Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hadîs-i Şeriflerde ana-baba hakkına ağırlık ve­rilmesinin bir diğer önemli sebebi de şudur: Doğan çocuklarını büyütüp topluma kazandırmak ve onları iyi, yararlı düzeye getirmek için her şey­lerini kullanıp uzun yıllar omuzlarında ağır bir yük taşımaları söz konusu­dur. O bakımdan ana-babamızın hakları ödenmiyeçek kadar çoktur. [22]

 

Allah'a Karşı Günahı Gerektiren Hususlarda Kimseye İtaat Edilmez

 

Âyet ve ilgili hadîslerin açık delâletinden şunu anlıyoruz: Allah'a isya­nı gerektiren hususlarda hiç kimseye itaat edilmez. Ancak bu, istisnası ol­mayan genel bir hüküm müdür, yoksa bazı hallerde zevahiri kurtarmak için isyana cevaz verilebilir mi?

Hemen söyleyelim ki, bu hükmün de birtakım istisnaî durumları söz konusudur. Şöyle ki: Mal ve can tehlikeye düştüğü anlarda, kalben günah ve isyandan tiksinilip nefret duyulduğu; gönü! imân ve Allah'a bağlılıkla yatışkanlık sağladığı halde, sadece di! ile günah ve isyanı gerektiren bir itaat ve itirafa ruhsat verilmiştir.

Nitekim Ashab-ı Kirâm'dan iki kişiyi yakalatıp huzuruna alan yalancı peygamber Müseyleme, onlardan birine soruyor: «Muhammed hakkında ne dersin?» O da: «O, Allah'ın peygamberidir» diyor. Müseyleme bu defa ona : «Ya benim peygamberliğim hakkında ne dersin?» diye soruyor. O da: «Olabilirsin..» diye cevap veriyor. Bunun üzerine Müseyleme onu ser­best bırakıyor ve diğerine soruyor: «Muhammed hakkında ne dersin?» O da şu cevabı veriyor: «O Allah'ın kulu ve resulüdür.» Müseyleme ona: «Ya benim peygamberliğim hakkında ne dersin?» diye sorunca, o şu cevabı veriyor: «Benim bu hususta dilim lâl-ü ebkemdir, konuşamam.» Bunun üze­rine Müsevleme onu öldürtüyor.

Hayatını kurtaran sahabi çok üzülüyor ve arkadaşının hakkı söyledi­ğinden ötürü şehît edildiğini, kendisinin ise, birkaç gün daha yaşamak için hakkı gizlediğini düşünerek fazlasıyla müteessir oluyor ve «Yazıklar olsun bana!» diyerek kendi kendini kınıyor. O böylesine bir duygu ve perişanlık içinde Medine'ye gelip Hz. Peygamber'in huzuruna çıkıyor ve olup biten­leri O'na arzediyor. Cenâb-ı Peygamber (A.S.) ona soruyor:

— Sen ona öyle cevap verirken kalbin imân ile mutmain (yatışmış) de­ğil miydi?

  Kalbim mutmain idi, diye cevap veriyor. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona:

  Arkadaşın doğru olanı söylediği için şehît edilmiştir. Sen çanını kurtarmak için doğru olanı gizlemiş bulunuyorsun; o bakımdan günahkâr sayılmazsın.

O halde mal ve can tehlikeye girdiği hallerde, Allah'a isyanı gerekti­ren hususlarda başkasına itaat sırf dil ile olur da kalp imân ve Allah'a bağ­lılıkla yatışmış ise, kişi hem dinden çıkmaz, hem de günahkâr sayılmaz. Zira hayat hakkı muhteremdir ve korunması vaciptir. [23]

 

Salih Ameller (İyi Yararlı İşler)

 

«Dosdoğru imân edip iyi yararlı amellerde bulunanları elbette sâlih kişilerin arasına yerleştiririz.»

İslâm Dini sâlih amelleri, yani iyi yararlı işleri tanımlamış ve sinirini be­lirlemiştir. O bakımdan diyebiliriz ki, dinimiz bu önemli konuyu kişilerin an­layış ve mantığına bırakmamıştır. Zira birine göre, iyi ve yararlı sayılan iş ve amel, diğerine göre zararlı kabul edilebilir. Fertlerin anlayış, kavrayış, görüş ve mantıkları farklı olabilir.

O halde Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şeriflerde ifadesini bulan «sâlih ameller», Allah'ın emirleri doğrultusunda, O'nun rızasına uygun ve Hz. Peygamber'in (A.S.) tavsiyeleri ve uygulamaları ölçüsünde yapılan iyi ya­rarlı işler, «sâlih ameller» olarak kabul edilir. Aynı zamanda bunlar sırf âhiretle ilgili işlerle kayıtlı değildir, dünya ve âhireti huzur ve güvene, mut­luluk ve esenliğe kavuşturan her iş ve ameli kapsamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber (A.S,) hem Allah'ın son Resulüdür, hem de din ve dünya işle­rini düzene sokup sistemleştiren ve bunun için statüler meydana getiren en büyük devlet adamıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu devletin anayasası yer almakta ve gereken bütün bilgilerin teması verilmektedir.

O bakımdan imân temeli üzerinde kurulan sâlih amellerin övgüye lâ­yık olduğu, büyük ecirlerle mükâfatlandırılacağı bildirilirken, salih ameller­de bulunan kişilerin, peygamberler, sıddîklar, şehitler ve veliler kafilesine katılacağı müjdelenmektedir. Şüphesiz bu kafileye katılış iki yerde gerçek­leşir: Biri kabir âlemi denilen Berzah'ta, diğeri ikinci hayata gözlerimizi aç­tığımızda.. [24]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ana-babaya iyilikte bulunup saygı göstermemiz tavsiye edildi. Ancak bizi Allah'a karşı günahkâr kılacak hususlarda onlara da itaat edilmiyeceğine dikkatlerimiz çekildi. Sonra da sâlih ameller üze­rinde durularak, sâlihler kafilesine katılma konu edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, imân nimetine erişenlerin Allah yolunda yürür­lerken birtakım eza ve cefaya uğramalarının her zaman mümkün olduğu üzerinde duruluyor ve böyle anlarda Allah'a olan güven ve bağlılığın sar­sılmaması telkin edilerek mü'minlere bilgi veriliyor. Sonra da Allah'a ve âhirete dosdoğru veya hiç inanmayan bazı sapıkların, mü'minleri Allah yo­lundan uzaklaştırmak için birtakım telkinlerde bulunabilecekleri konu edi­lerek bu hususta aydınlatıcı hükümler konuluyor. [25]

 

Meali:

 

10—  İnsanlardan öyleleri de var ki, «Allah'a imân ettik» derler. (Ama) Allah yolunda bir eziyete uğrarlarsa, insanların ezâ ve cefâsını Allah'ın azabı gibi sayarlar ve eğer Rabbından bir yardım gelirse, «biz elbette si­zinle beraberdik» derler. Allah, âlemlerin (bütün insanların) göğüslerinde olanı (doğruluğu, yalan ve ikiyüzlülüğü, inkâr ve sapıklığı) en iyi bilen de­ğil midir?

11—  ve and olsun ki, Allah, imân edenleri de bilir, ikiyüzlü dönekleri de bilir.

12—  İnkâr edenler, imân edenlere derler ki:  «Siz bizim yolumuza uyun, kusur ve günahlarınızı yüklenelim.» Halbuki onların kusur ve günah­larından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Onlar şüphen olmasın ki yalan­cılardır.

13—  And olsun ki onlar kendi (günah) ağırlıklarını ve kendi ağırlıkla­rıyla beraber ağırlıklar yüklenecekler ve uydurup ortaya attıkları iftiradan kıyamet gününde mutlaka sorulacaklardır.

 

İniş Sebebi

 

Tabiîn'den Mücahid'e göre : Bu âyetler, dilleriyle inanıp kalplerinde şüpfıe ve kararsızlık bulunanların, Allah yolunda başlarına bir musîbet ve belâ gelince fitneye düşüp döneklik yapması ve ikiyüzlü davranması üze­rine indirilmiştir. [26]

Dahhak'a göre : Mekke'de görünürde imân eden, fakat müşriklerin saldırısına uğrayınca putperestliğe dönen münafıklar hakkında inmiştir. [27]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim İslâm'da güzel bir yol, iyi bir çığır açarsa, onunla amel edildiği sürece sevabı, hayatında da, öldükten sonra da onadır. Kim de kötü bir çığır açarsa, onunla amel terkedilinceye kadar (doğacak) günah kendisi-nedir.» [28]

«Kim İslâm'da güzel bir yol, iyi bîr çığır açarsa, onun sevabı ve kendişinden sonra onunla amel edenlerin sevabı -sevaplarından bir şey eksil-meksizin- kendisinedir. Kim de kötü bir çığır açarsa, onun günahı ve onun­la amel edenlerin günahı -günahlarından bir şey eksilmeksizin- onadır.» [29]

«Herhangi bir çağrıcı, (halkı) sapıklığa çağırır da kendisine uyulursa, uyanların günahları, -günahlarından bir şey eksilmeksizin- ona yükletilir. Hangi çağrıcı da doğru yola çağırır da kendisine uyulursa, uyanların sevap­larının bir misli -sevaplarından bir şey eksilmeksizin- ona verilir.» [30]

 

Kalpte Kök Salmayan İman

 

İnsanlardan öyleleri de var ki, «Allah'a imân ettik» derler. (Ama) Allah yolun­da bir eziyete uğrarlarsa, insanların eza ve cefasını Allah'ın azabı gibi sa­yarlar..»

İmanın yeri kalptir. Zevkine erişilen ve kalpte kök salah bir imân el­bette ki şüphe çemberini aşmış ve sağlam bir zemine oturmuştur. Zevahiri yani görünürü kurtarmak için zorlayıcı ortam ve şartlar karşısında dil ile inanmamış gibi görünmek, münafıklık alâmeti sayılmaz. Ama kişisel çıka­rını düşünerek kalben inanmadığı halde inanmış gibi görünen ve bir mu­sibetle karşılaşınca da ölçü ve dengesini kaybeden kimsenin bu durumu, nifak belirtisini yansıtır. Kur'ân öylesine «münafık» yani ikiyüzlü dönek sı­fatını verir. Hemen her devir ve çağda Müslüman Cemaati arasında bu gi­biler bulunabilir.

Münafıklar dışında bir de taklît yoluyla inananlar vardır ki, onlardan bilgi, kültür ve irfanını geliştirmeyip cehalet düzeyinde bir ömür tüketen­leri, İslâm'ın ve müslümanlann refah, mutluluk ve barış günlerinde mü'-min; sıkıntılı, meşakkatli ve musîbetli günlerde kâfirdirler veya küfre çok daha yakındırlar, O bakımdan her aklı eren ve Allah'ı bilen kimsenin ima­nını tahkîka erdirmesi gerekmektedir. Zira ilgili âyetle her ne kadar müna­fıkların dönekliği yeriliyorsa da, aynı âyet bu gibilerini, yani imanını tak­litten kurtarmayıp onu bir bakıma sallantıda bırakanları da kapsamaktadır.

İman cephesi kuvvetlendikçe, İslâm cemaati sahnede ağırlığını hisset­tirdikçe, münafıklar da o nisbette çoğalır. Nitekim Resûlüilah (A.S.) Efen­dimiz, şehir devletinin temelini atıp hatırı sayılır bir kuvvet oluşturunca, Medine'de hayli münafık türemiş ve bunlar yıllarca mü'minleri rahatsız et­mişlerdi. İmanla küfür arasında mekik dokumaları hem müşrikleri, hem de mü'minleri aldatma rolünde sürüp giderken Tebük Seferi'yle bu gibilerin maskesi iyice düşmüş ve İslâm toplumundan çıkartılıp bir bakıma tecrit edilmişlerdir. [31]

 

Ağır Vebal Yüklenenler

 

«İnkâr edenler imân edenlere derler ki: «Siz bizim yolumuza uyun, kusur ve günahlarınızı yüklenelim.» Halbuki onların kusur ve günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Onlar şüphen olmasın ki yalancılardır.»

Beyni yıkanan ve puta tapınmayı ön yargı haline getiren kişiler, bulun­dukları toplum içinde yalnızlıktan, hiç değilse azınlıktan kurtulmak ve mü'-minlere karşı duydukları kin ve öfkelerini tatmin etmek için durmadan yol­daş edinmeye çalışırlar. Zayıf imanlı ve cılız iradeli şahsiyetsiz kişileri çar­çabuk aldatmayı becerirler ve öylelerini tam ikna' etmek için de, «canım sen bize uy, bundan dolayı bir günah ve vebal varsa, bize olsun» derler. Alkolik kimse alkolikleri, kumarbazlar kendileri gibilerini çoğaltmak gayretinde ol­dukları gibi, küfür ve ahlâksızlıkla şartlanmış olanlar da, inkarcı azgınların çoğalmasını kendilerine iş ve ideal edinirler.

İlgili âyetle bu gibi tehlikeli inkarcı sapıklara dikkat çekilmekte ve kı­yamet gününde bunların nasıl ağır bir vebal altında bulundukları halde sor­guya çekilecekleri haber verilmektedir. Sapıtan ve sapıttıranlar, hem kendi günahlarını, hem de sapıttırdığı insanların günahlarını -o günahlardan hiç­bir şey eksilmeksizin- yüklenirler.

Kim gerçeği ne kadar gizlerse gizlesin, Müslüman Cemaati arasında ne kadar münafıklık yaparsa yapsın ve imân edenleri Allah yolundan ne kadar alıkoymaya çalışırsa çalışsın, bunun bütün günah ve vebali kendi­sine aittir. Allah kalplerde dönüp dolaşanı bilir; kişinin amelini niyetine gö­re ölçer ve değerlendirir. Zira eninde-sonunda dönüş O'na olacaktır. [32]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, imân nimetine erişen mü'minin, Allah yolunda şe­refli hizmetlerde bulunurken, birtakım eza ve cefalara uğramasının mukad­der olduğu konu edildi. Kalpte kök salan bir imânın bu gibi sıkıntı veren olaylar karşısında sarsılmayacağına işaretle yaşamakta olan mü'minlere bu konuda ölçü verildi. Arkasından inkarcı sapıkların zayıf imanlı kişileri Allah yolundan alıkoyma gayretlerine dikkat çekilerek aydınlatıcı bilgiler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, küfür ve nifakla uzun yıllar mücadele eden Nuh (A.S.) konu edilerek mü'minler teselli ediliyor ve yakın gelecekte küfrün başaşağı geleceği, imânları uğruna birçok işkence ve hakarete maruz ka­lanların başarıya erişip kurtulacakları dolaylı şekilde haber veriliyor. [33]

 

Meali:

 

14—  And olsun ki, Nuh'u kendi milletine (uyarıcı peygamber olarak) gönderdik. Aralarında -elif yılı müstesna- bin yıl durdu. (Sonuç alamayın­ca) onlar zâlimler iken tufan kendilerini yakalayıverdi.

15—  Biz onu da gemide bulunanları da kurtardık ve bu olayı bütün milletlere ibret ve öğüt kıldık.

 

Hakkı Kabul Ettirmenin Zorluğu

 

Nuh Peygamber (A.S.) uzun yıllar tebliğ ve irşat görevini sürdürür­ken, kâfirlerin çeşitli sataşmalarına ve saldırılarına maruz kalmıştır. Hele bir de uyarı ve tebliğ birkaç asır sürmüşse, görevli peygamberin neler çek­tiğini anlatmaya gerek yoktur.

İşte bu olaylar insanoğluna, Yüee Yaratan'ını tanıtmanın, hakkı kabul ettirmenin ne kadar zor olduğunu göstermektedir. Bir de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i düşünelim, O yalnız bir kavim ve millete değil, bütün kavim ve milletlere gönderilmiş ve tek başına tebiîğ sahnesine çıkarak bütün dün­yayı karşısına almıştır. Davasının büyüklüğünü ve azametini, elindeki va­sıtaların küçüklüğünü dikkate alırsak, Nuh Peygamber'den daha çok sı­kıntı çektiğini anlamakta gecikmeyiz.

Bunun sebebi açıktır: İnsandaki nefis denilen ve bir bakıma şuur al­tında üstlenen itici kuvvet devamlı kötülüğe eğilimlidir; hayvanı yönü ağır basar. Hak, güzel ahlâk ve sağlam örf ve âdet,bu doğrultudaki ciddi eğitim, nefsin aşırılıklarını asgariye düşürmeye ve ruhtaki melekî sıfata ağırlık kazandırmaya, hiç değilse ikisi arasında denge kurmaya yöneliktir.

Nuh Peygamber'in (A.S.) dokuz asırdan fazla küfür ve azgınlıkla mü­cadele etmesi, işin azametini, hizmetin ağırlığını; hakkın, -anlama yetene­ği dumura uğramışlara- ne kadar acı geldiğini bize öğretmekte ve bir ba­kıma kısa sayılacak bir süre içinde mücadele vermekte olan Hz. Muham-med (A.S.) İle arkadaşları teselli edilmekte ve harcanacak ömrün, ortaya konulacak azim ve gayretin, sergilenen himmet ve dayanma gücünün, dâ­vanın büyüklüğü, hakkın azizliği ve sağlayacağı mutluluğun sonsuzluğu ile eşdeğerde olması hatırlatılmaktadır. [34]

 

Nuh Peygamber'in (A.S.) Çok Yaşaması

 

<<And olsun ki Nuh'u kendi milletine (uyarıcı peygamber olarak) gönderdik. Aralarında -elli yıl müstesna- bin yıl durdu..»

Nuh Peygamber'in (A.S.) çok yaşadığı kutsal kitaplarda açıklanmıştır. Tevrat'ta «Nuh'un bütün günleri dokuzyüz elli yıldı ve öldü» [35] denilirken Kur'ân-ı Kerîm, Tevrat'ın bu bölümünü hem tasdik, hem tashîh ederek Nuh (A.S.)ın kendi kavmi arasında 950 yıl eyleştiğini belirtir de kaç yıl ömür sürdüğünü açıklamaz. Böylece Kur'ân'daki anlatımdan iki yorum ortaya çıkıyor: Biri, Nuh Peygamber'in çok yaşadığı, sadece kendi kavmi arasın­da 950 yıl eyleştiği, onun dışında elli yaşına gelinceye kadar kavmi ara­sında pek bulunmadığı şeklindedir. Ancak bu yorum pek itibar görmemiş­tir. Diğeri ise, Nuh Peygamber'in 950 yıl yaşadığı ve bu uzun ömrünü bü­tünüyle kendi kavmi arasında geçirdiği şeklindedir. Bu yorum ağırlık ka­zanmıştır.

Kur'ân'ın ilk müfesstrlerinden İbn Abbas (R.A.) bu âyetin tefsîrinde di-Yor ki: «Nuh (A.S.) kırk yaşına girince kendisine peygamberlik verilmiş ve kendi kavminin arasında 950 yıl yaşayarak 1050 yaşında, vefat etmiştir.» [36]

Katade'ye göre : Nuh (A,S.) 950 yıl yaşamıştır. 300 yaşına girdikten sonra kendisine peygamberlik verilmiş ve böylece 300 yıl kendi kavmini Allah'ın varlığına, birliğine inanmaya çağırmış ve tufandan sonra 350 yıl daha yaşamıştır.

Katade'nin bu açıklaması, Tevrat'tan alınmışa benziyor. Çünkü Tekvin Kitabı'nda Nuh (A.S.)ın tufandan sonra 350 yıl yaşadığı yazılıdır. [37]

Nuh Peygamber'in (A.S.) yaşı hakkında çok farklı rivayetler yapılmış­tır. Onlardan bir kısmını aşağıya nakletmek suretiyle konuya ağırlık kazan­dırmak istiyoruz. Şöyle ki .

a)  250 yaşına girince kendisine peygamberlik verilmiş ve kavmi ara­sında 950 yıl bulunmuştur. Tufandan sonra 200 yıl yaşamıştır.

b)  Vehb b. Münebbih'e göre: 1400 yıl yaşamıştır.

c)  Kâb e!-Ahbar'a göre : Kavmi arasında 950 yıl bulunmuş ve tufan­dan sonra 70 yıl yaşamıştır. Böylece ömrünün tamamı 1020 yıl olmuştur.

d)  Avn b. Şeddad'a göre : 350 yaşına girince peygamberlik kendisine verilmiş, kavmi arasında 950 yıl bulunmuş ve tufandan sonra 350 yıl daha yaşamıştır. Böyleoe ömrünün tamamı 1650 yıl olmuştur. el-Hasan'dan da bu anlam ve ölçüde bir rivayet yapılmıştır.

e)  Hz. Enes (R.A.) hadîsinden yapılan rivayette ise, Resûlüllah'ın (A.S.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: «Cenâb-ı Hak, Nuh'u (A.S.) peygamberlik gö­reviyle gönderdiği zaman 250 yaşında bulunuyordu. Kendi kavmi arasın­da 950 yıl bulunmuştur ve tufandan sonra 250 yıl daha yaşamıştır. Ölüm meleği kendisine gelince sormuş: «Ey peygamberlerin en büyüğü, ey ömrü uzun oian, ey duası makbul tutulan peygamber! dünyayı nasıl gördün? Bunun üzerine Nuh (A.S.) ona şu cevabı vermiştir: Dünya iki kapılı bir eve benzer; bir kapısından girilir, diğerinden çıkılır.» [38]

Yapılan bu rivayetlerin ciddi dayanakları yoktur. O bakımdan ilim adam­ları tarafından sıhhatli kabul edilmemiştir. Enes hadîsine gelince: İmam Kurtubî onu el-Cami'u Li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde senetsiz ve kay-naksız olarak nakletmiştir. [39]

 

Yaş Ortalaması

 

Dünyada bölgelere, iklimlere ve hayat şartlarına göre ortalama yaş sı­nırı farklıdır. Ancak günümüze kadar insan yaşı üzerinde yapılan araştır­malarla nadiren bir kişinin 140-150 yaş yaşadığı görülebilmiştir. Fiziksel ve zihinsel değişiklikler; atar damarların büklüm büklüm olması, organizma­nın kendine benzer bir canlıyı meydana getirme vasfını kaybetmesi yaşlı­lığın başlıca belirtileridir ve bu kaçınılmaz bir değişmedir.

Ancak yaşlılığı doğuran tesirler, yaşlanan kişinin eğitimine, tedavisi­ne, inancına ve bakımına bağlı olarak da çok farklıdır. O bakımdan kimi ça­buk yaşlanıp çökmekte, kimi geç yaşlanıp uzun yıllar güoünü koruyabil­mektedir. Ama çok uzun ömürlü dediğimiz kimseler baz* istisnalarla an­cak 90-100 yıl yaşayabilmektedir ki bunlar binde bir oranında tezahür et­mektedir.

O halde Nuh Peygamber'in (A.S.) çok yaşamasının sırrı ne olabilir? Bu soruyu birkaç madde halinde cevaplamamız uygun olur:

a)  Nuh (A.S.) son derece sabırlı ve rahat bir kişiliğe sahipti. Asırların mücadelesi bu büyük peygamberin sabrını pek taşıramamıştır.

b)  Ulü'l-azm sayılan beş peygamberden biri olmak hasebiyle Allah'a sonsuz güveni vardı ve Allah'ın hükmünün değişmeyeceğini, plân ve prog­ramının şaşmayacağını çok iyi biliyor ve karşısına çıkan üzücü olayları ta­bii karşılayıp hizmetini aksatmıyordu.

c)  O çağda yeryüzünde insan pek az bulunuyordu. Üstelik aşırı bir sapıklık ve azgınlık hüküm sürüyordu. Nüfusun artması için çok yaşamaya gerek vardı. Nitekim tufan belli bölgedeki insanları boğup küfrün ve tuğ­yanın cezası gerçekleşince, diğer bölge ve kıtalarda pek az insan yaşıyor­du. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı Mezopotamya ve o kesime yakın yerde yaşıyordu.  Gemiye alınanlar ise,  boğulup yok edilenlere nisbetle yüzde bir oranında bile değildi. Bu nedenle hayatta kalanları eğitip yetiştir­mek, üremelerini sağlamak için çok tecrübeli bir lidere ihtiyaç vardı; o da ancak Nuh (A.S.) olabilirdi.

d)  Bir diğer husus da şudur: Bizim bilmediğimiz ve henüz sırrını çöze­mediğimiz bir tecelli söz konusudur. Her şeyin üstünde hükümran olan Cenâb-ı Hak, Njjh Peygamber'i dokuz asırdan fazla yaşatmayı murad edin­ce, maddî ve manevî sebepleri harekete geçirmiş ve böyleoe maddî ve ma­nevî gıdaların ilâhî program gereği düzenli şekilde Nuh'a (A.S.) yönelme­si, onun yıpranıp yaşlanmasını, çöküp takatten kesilmesini önlemiştir.

Bütün bunlar bizim yorumlarımızdır. Allah daha iyisini ve daha doğru­sunu bitir.

e)  Bu arada, büyük bir hayat ve enerji kaynağı olan Melek Cebrail'in aralıksız Nuh Peygamber'e (A.S.) hayat iksirini sunmasını da düşünmek yerinde olur.

f)   Her görüş, yorum ve düşüncenin üstünde ilâhî irâdenin bu yolda sebepleri kolaylaştırıp kudretini izhar etmesiyle Nuh (A.S.)ın çok yaşadığı­nı söylemek ise, en kestirme ve en doğru olanıdır. [40]

 

İnkarcı, Zalim Bir Kavmin Sonu

 

Uzun yıllar Allah'ın varlığını, birliğini kabule çağrılan, yalnız O'na ibâ­dete davet edilen bir milletin hakka karşı kulaklarını tıkayıp kalplerine kı­lıf geçirmesi elbette Ki onlara rahmet kapılarını açmaz. Saplanıp kaldık­ları küfür ve tuğyan bataklığı, sonunda hepsini yutar. Nuh (A.S.)ın kavmi de öyie oldu. Uzun yıllar ilâhî çağrıya sırt çevirip peygamberi alaya alma­ları; nankörlük edip küfür ve azgınlıklarını artırmaları, onların saplandığı bataklıkta kaybolmalarının en açık delili olarak bulunuyordu. Nitekim in­kâr ve tuğyanları son kertesine gelince, ilâhî sünnet gereği yok edici azap iniverdi. Tevrat'ta da belirtildiği gibi, kırk gün kırk gece bardaktan boşanır-casına yağan yağmur büyük bir tufana sebep oldu. Öylece zalim bir mil­letin kökü kesilerek yeryüzünün önemli bir bölgesi küfür ve ahlâksızlığı şi­ar edinenlerden temizlendi. Sonra da bu, tarihte bir benzeri daha olmayan büyük olay, yaşayan milletlere öğüt ve ibret dolu belgeler bıraktı. Nitekim Nuh Peygamber, kendi kavminin artık inkâr ve azgınlığın son sınırına gelip dayandığını görünce Allah'tan şu dilekte bulunmuştu: «Rabbım! yeryüzün­de kâfirlerden dolaşıp yurt edinen bir kimse bırakma. Eğer onları bırakırsan senin kullarını saptırırlar ve sadece ilâhî sınırları çiğneyen çok nankör, aynı zamanda ahlâksız evlât doğurup yetiştirirler.» [41]

Şüphesiz ki, Nuh Peygamber bununla, kendi kavmine inecek azaptan hiç birinin kurtulmasını arzu etmediğini dile getirmiş oluyordu. Çünkü o azgın sapıkların, hangi ülkeye gitseler orayı da azdırıp saptıracaklarında şüphe yoktu. [42]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'i (A.S.), arkadaşlarını ve yaşa­makta olup sıkıntı içinde bulunan mü'min kulları teselli etmek için Nuh (A.S.) kıssasının bir özeti verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, İbrahim Peygamber'in (A.S.) kendi kavmini uyar-masrkonu edilerek, tarih boyunca hakla bâtılın mücadele halinde oldu­ğuna dikkatler çekiliyor ve her gönderilen peygamberin kâfir sapıklar ta­rafından yalanlandığına işaretle Hz. Mühammed'e (A.S.) aydınlatıcı bilgi veriliyor. Sonra da Peygamber'in hizmet sınırı belirlenerek hidâyetin Allah'a ait olduğu kapalı şekilde hatırlatılıyor. [43]

 

Meali

 

16— İbrahim'i de (uyarıcı olarak gönderdik). Hani bir vakit O, milleti­ne demişti ki: «Allah'a ibâdet edin ve O'na karşı gelmekten sakının. Eğer

bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.

17—  Sizler Allah'ı bırakıp da birtakım putlara tapıyorsunuz ve durma­dan yalan uydurup söylüyorsunuz. Şüphesiz ki Allah'tan başka taptığınız şeylerin size rızık vermeye güçleri yetmez. O halde rızkı Allah yanında ara­yın. O'na ibâdet edin, O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.

18—  Eğer siz (Peygamberi) yalanlarsanız, gerçekten sizden önceki birçok ümmetler de (kendilerine gönderilen peygamberleri) yalanlamışlar­dı  Peygamber'e gereken, ancak açık tebliğdir.

 

Koyu Cehalet Ve Putperestlik

 

Kur'ârvi Kerîm'in birkaç yerinde İbrahim Peygamber'in (A.S.) putperest­lerle mücadelesinin değişik safhalarına değinilmesi, hem mü'minleri tesel­li etmekte, hem de milattan yaklaşık iki bin yıl önceleri de koyu bir put-■ perestiiğin hüküm sürdüğünü göstermektedir.

Böylece hemen her çağda peygamberler vasıtasıyla Allah'a inananlar bulunduğu gibi, bâtılı savunup peygamberlerin karşısına çıkan inkarcı sa­pıklar da eksik olmamış, hattâ çoğunluğu onlar teşkil etmişlerdir.

İbrahim Peygamber'in (A.S.) Nemrutlar devrinde yaşadığı bilinmekte­dir. Mısır krallarına «Fir'avn» denildiği gibi, Babil hükümdarlarına «Nem­rut» denildiğini tarihçiler kaydetmektedirler. Ancak İbrahim Peygamber'! (A.S.) ateşe attıran hükümdarın kaçıncı Nemrut olduğu tartışma konusu­dur,

Fırat, kıyılarında verimli topraklar üzerinde kurulan cennet misali as­ma bahçeleriyle, kule ve kaleleriyle meşhur olan Babil ülkesi, İbrahim Pey­gamber'in (A.S.) de yurdu sayılır. Refah içinde yüzen Babİlliler, inkarcı mağrur hükümdarlarını ilâhlaştıracak kadar koyu cehalet içinde şahsiyet­lerini ve benliklerini kaybetmişlerdi. O çağda'putperestlik çok ileri gitmiş bulunuyordu. İbrahim Peygamber'in babası Âzer de onlardan biri idi. Bun­dan da anlaşılıyor ki, insanları hakka davette İbrahim Peygamber (A.S.) tek başına sahneye çıkmıştır. Ancak amcasının oğlu tahmin edilen Lût ona inanmış ve destek olmuştur. Sonra da Allah (c.c.) Lût'a da peygamberlik vererek teblîğ, uyan ve irşatta bulunmakla görevlendirmiştir.

İbrahim Peygamber'in (A.S.) uyarı ve tebliğlerinin ana çizgilerini şu maddeler oluşturuyordu :

1— Allah vardır ve birdir. O bakımdan O'na ibâdet edin. Zira insan ancak her şeyi yaratıp tasarrufu altında tutan o yüce kudrete kul olabilir.

2—  Ancak Allah'tan korkun. Çünkü O, ilmiyle, kudretiyle, hükümran-Itğıyla varlık âlemini kapsayıp kuşatmıştır. Korkulmaya, sevilip sayılmaya asıl lâyık olan O'dur ve bu sizin için son derece hayırlıdır.

3—  siz, Allah'ı bırakıp baba ve dedelerinizin yontup şekillendirdiği cisimlere tapıyorsunuz ve durmadan yalan uydurup insanî vasıflardan uzak­laşıyorsunuz.

4—  Siz ancak her şeyi belli amaçlara yönelik yaratıp, insanların hiz­metine veren Allah'tan rızık isteyin; taştan, ağaçtan bir şeyler beklemeyin ve ummayın.

5—  Evet, Allah'a kul olun, ancak O'na şükredin. Çünkü her şey O'nun-dur.

6—  Unutmayın ki, eninde sonunda dönüşünüz Allah'a olacak ve O'na hesap vereceksiniz.

İşte ana maddelerini sıraladığımız bu öğüt ve tavsiyeler hem Mekkeli putperestler, hem de her cağda ve dönemde türeyen inkarcı maddeciler için de geçerlidir. [44]

 

Peygambere Düşen Görev, Açık Tebliğdir

 

«Peygamber'e gereken ancak açık teb-ligdir.»

Nuh (A.S.) ve İbrahim (A.S.)ın cahil putperestlerle çetin mücadeleler­de bulundukları ve neticenin haktan yana tecelli ettiği tarihî birer misâl olarak hatırlatıldı ve İbrahim Peygamber'in (A.S.) teblîğ ve irşat metodu­nun ana noktaları üzerinde durularak mü'minleri aydınlatır mahiyette bil­giler verildi. Arkasından, Mekke'de müşriklerin amansız saldırılarına mâruz kalan Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz ile arkadaşları teselli edilmekte ve görevlerinin sınırı belirlenmektedir. Şöyle ki: Peygamber (A.S.) Allah'tan aldığı emirleri ve tavsiyeleri noksansız teblîğ edip insanları Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini kabule davet edecek.Jrşatta bulunacak ve kalpleri hakka ve hakikate çevirmek için aralıksız mesai sarfedecektir. Doğru yola eriş­tirmek ise, Allah'a aittir. O halde putperest müşriklerin Hz. Muhammedi (A.S.) yalanlaması, hizmeti aksatmayacaktır. Çünkü O'ndan önce gelip ge­cen her peygamber cahil putperestlerin bu tür suçlama ve sataşmalarına mâruz kalmışlardır. Ama mutlu sonuç, mutlaka haktan yana olanlaradır. [45]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İbrahim Peygamber'in kendi kavmini hakka da­veti konu edilerek mü'minler teselli edildi. Küfrün hemen her devirde hakkın karşısına çıktığına ve hayasızca davrandığına işaretle, mü'minlerin sabret­mesi istenildi. Sonra da Hz. Muhammed'in (A.S.) görev ve yetki sınırı be­lirlenerek, insanları doğru yola eriştirmenin Allah'a ait olduğuna dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığı­na delâlet eden ve insan aklına, idrâkine ve vicdanına ışık tutup malzeme veren belgeler sıralanıyor. [46]

 

Meali :

 

19—  Görmediler mi ki, Allah, yaratmaya nasıl başlıyor, sonra onu (öl­dürüp) tekrar geri çeviriyor; elbette ki bu Allah'a göre pek kolaydır.

20—  (Ey Peygamber!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, (Allah'ın) ya­ratmaya nasıl başladığına dikkatle bakın. Sonra da Ahiret'te (tekrar) yarat­mayı (öylece) başlatıp meydana getirecektir. Şüphesiz ki Allah'ın kudreti her şeye yeter.

21—  Dilediğine azap eder, dilediğine merhamette bulunur ve ancak O'na döndürüleceksiniz.

22—  Ve siz ne yeryüzünde, ne de gökte (Allah'ı) âciz bırakacak de­ğilsiniz. Sizin için Allah'tan başka ne bir yakın dost, ne de bir yardımcı vardır.

23—  Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenler var ya, işte onlar rahmetimden ümit kesmişlerdir ve onlar için elem verici bir azap vardır.

 

Yaratma Ve Geri Çevirme    

 

«Görmediler mi ki, Allah, yarat* maya nasıl başlıyor, sonra onu (öldürüp) tekrar geri çeviriyor..»

Gece ile gündüzün aralıksız birbirini izlemesi, nasıl dünyanın belli öl­çü ve hesaplarla; değişmeyen ve şaşmayan bir plânla iki ayrı hareketinin sağladığı bir sonuçsa, bitkiler ve hareket halinde olan diğer canlılarda da aynı tekrar söz konusudur: Biri belli botanik ve biyolojik kanunlarla türle­rinin özelliğine bağlı kalınarak üreyip kendi benzerlerini meydana getir­mektedirler. Diğeri ise, canlıların en mükemmeli olan insanın biyolojik ola­rak hayatı son bulduktan sonra, vakti saati gelince, önceden hazırlanan bir plân ve program gereği Cenâb-ı Hak onu yeniden oluşturup hayata döndü­recektir.

Böylece Cenâb-ı Hak, kıyamet olayından sonra insanları ikinci haya­ta çevireceğini açıklarken, bitkilerin ölüp yeniden benzerlerini meydana ge­tirmelerini misal veriyor ve bu konu üzerinde iyice düşünüp ilâhî kudretin eşsizliğini ve sınırsızlığını görmemizi istiyor. Nitekim konumuzu oluşturan ayet, Allah'ın mutlak plânını hatırlatmakta ve hiçbir şeyin gelişi güzel var kılınmadığı ve tesadüflerle oluşmadığı hakkında bizi aydınlatarak ana fi­kir vermektedir. [47]

 

Hayatın Nasıl Başladığını Araştırmamız Emrediliyor

 

 «De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, (Allah'ın) yaratmaya nasıl başladığına dik­katle bakın. Sonra da âhirette (tekrar) yaratmayı (öylece) başlatıpmeydana getirecektir. Şüphesiz ki Allah'ın kudreti her şeye yeter.»

Hayatın nasıl başladığı çeşitli bilimlere konu teşkil edecek derecede önemli bir olaydır. Binlerce yıldan beri insanları düşündüren hayat ve onun nasıl başladığı bugün hâlâ insanların çoğuna göre bir sır olarak kalmak­tadır. Bilimsel araştırmalar sürüp giderken, Kur'ân-ı Kerîm'de hareket nok­tasını belirler mahiyette birtakım ana fikirler ve temel bilgiler verilmekte ve insan aklına yardımcı malzeme sunulmaktadır.

Cenâb-ı Hak bu konudaki temel bilgiyi yedi yerde «kün», yani «ol» em­riyle açıklayarak sonsuz kudretinin tezahürü olarak hayatı mükemmel bir plân ve programa göre düzenli şekilde başlattığını bildiriyor. Şöyle ki: «Kün» emri illiyet kanunu ve ona bağlı sebepleri harekete geçirerek yaratılmak istenilen şeyin özünü ve mayasını oluşturur, sonra da belli bir tekâmül yo­luyla gelişmesini sağlar. O şey canlı türünden ise, aynı emrin tecellisiyle ona canlılık vasfını enjekte eder.

O halde kâinatta canlı-cansız ne varsa, onlardan her biri, yine ezelde hazırlanan plân ve program çerçevesinde «ol» emriyle vücut bulur ve türü­nün özelliği doğrultusunda düzenli bir tekâmül devresi geçirerek asıl hü­viyetine kavuşur.

Buna birkaç misal vermemizde yarar görüyoruz :

a)  İlk insan Âdem'in şekli, kara yapışkan, kokuşmuş balçıktan meyda­na getirilip düzenlendikten sonra, hakkında ikinci defa «kün» emri tecelli etmiş ve ona canlılık vasfını bahsetmiştir. Kur'ân'da bu olay şöyle tasvîr edilmekte ve bize ipucu verilmektedir: «Âdem'i topraktan yarattı, sonra ona «ol!» dedi, o da oluverdi.» [48]

b)  Âdem'in soyundan gelen insanların ise, yine «kün» emriyle tekâ­müle bağlanarak biyolojik kanunlarla vücut bulması sağlanmış ve ezel­deki plân uyarınca gelişip hüviyetine kavuşması şaşmayan kanunlara bağ­lanmıştır. Şöyle ki: Yeni bir hayat insanlarda olsun, bitki ve hayvanlarda olsun, erkek dişi hücrelerin birleşmesiyle başlar. İnsanda, döl yatağına dü­şen aşılı yumurta bölünerek çoğalır. Bu bölünme 2, 4, 8, 16, 32, 64.. şeklinde gittikçe çoğalıp hızlanarak devam eder. Yeni canlının hücre çoğal­ması başlayınca meydana gelen ilk 32 hücre, toparlak bir hal alır. Bu to­parlağın içi sıvı ile doludur. İster insan, isterse hayvan olsun, meydana gele­cek yaratığın başlangıcı bu 32 hücredir. Bir bebeğin doğum zamanı gelin­ceye kadar bu hücreler 45 defa bölünürler. Bu bölünmenin sonunda hüc­relerin sayısı 26 trilyonu bulur. Bu rakam yeni doğan bir bebekteki canlı hücrelerin sayısıdır. Ve.bundan sonra da bölünme devam eder de vücu­dun kas, kemik ve diğer kısımları meydana gelir ve gelişir.

Bu konuda asıl önemli olan ve Allah'ın yüce kudretini yansıtan olay şudur: Kas, sinir, kemik hücreleri arasında büyük farklar belirmeye baş­lar. Kemik hücreleri kendi kendilerine, diğer bir anlatımla yüklendikleri prog­ram gereği vücudumuzdaki kemikleri ne bir eksik, ne de bir fazla meydana getirirler. Deri hücreleri insanın aklının alamiyacağı bir doğrulukla vücu­dun nerelerini kaplıyacağını bilir, ona göre çalışır. Sıcak ve ıslak bir or­tamda geçen bu inanılmaz hayat faaliyetinde her hücre tam bulunması ge­reken yeri alır.

Kur'ân-ı Kerîm'de canlıların oluşma, tekâmül edip gelişme olayı «kün» emrinin tecellisine bağlanmakta ve bu emrin asla şaşmayacağı belirtilerek hazırlanan plânın kusursuz olduğuna ve devamlılık arzettiğine işaret edil­mektedir. Şöyle ki:

«O bir şeyi (yaratmayı) hükmedip yerine getirmek istedi mi, ona sade­ce «ol!» der, o da oluverir.» [49]

Kur'ân'da bu temel bilgi beş ayrı sûrede az değişik anlatımla açıklan­makta ve idrâkleri uyanık tutma, hayatın nasıl başladığı hakkında hareket noktasını belirleme hususu ilham edilmektedir.[50]

Böylece Kur'ân, konumuzu oluşturan âyetle, hakkı inkâr edip madde­yi temel kabul edenlere, yeryüzünde gezip hayatın nasıl başladığını araş­tırmalarını; araştırıcı ilim adamlarıyla temas sağlamalarını emretmekte, bilimsel araştırmanın gereği üzerinde durmakta ve bu gibi önemli konu­ların ancak ilmî araştırmalarla anlaşılabileceğine işarette bulunmaktadır. [51]

 

Dilediğine Azap Eder

 

«Dilediğine azap eder, dile­diğine merhamette bulunur ve ancak O'na döndürüleceksiniz.»

Cenâb-ı Hak, amelleri niyetlere göre değerlendirip karşılık verir. O ba­kımdan hayatın amacını, hilkatin nasıl başladığını, yaratan yüce kudretin varlığını ve birliğini idrâk edenlerin günah ve kusurlarını dilerse bağışlar da onları geniş rahmetine lâyık görür; dilerse, niyetlerindeki şüpheden dolayı onlara azap eder. Ne var ki, O'nun rahmeti gazabının önüne geçmektedir.

İnkarcı maddecilere gelince : Sünnetullah gereği, dönüş yapmadan, pişmanlık duyup hakka yönelmeden ölenlerine azap gerekir. Çünkü Ce­nâb-ı Hakk'm, şükreden kullarının şükrünü hiçbir zaman mükâfatsız bırak-mıyacağı gibi, inkâr doğrultusunda nankörlük edenleri de cezasız bırakma­yacağı adaletinin gereğidir. Böylece O'nun bağışlaması, merhamette bulun­ması ve mağfiretine lâyık görmesi, yüksek kereminin, mutlak adaletinin ve geniş rahmetinin eseridir; cezalandırması ise, adaletinin ve «Müntakim» sıfatının gereğidir. Mülk O'nundur ve her şey O'nun eseridir. Dilediği gibi tasarruf hakkı yalnız O'na mahsustur. Koyduğu kanunlar, hazırladığı plân ve programlar şaşmadan aynen uygulanır ve hedefine doğru aksamadan ilerler. Mülkünde ortağı, tasarrufunda eşi ve benzeri, rahmetinde dengi, cezalandırmasında duygusallığın yeri söz konusu değildir.

Varlık alemindeki mükemmel düzen, yüksek kudretinin tezahürüdür. Bu düzende yer alan her şeyin eninde-sonunda dönüşü Allah'adır. Çünkü başka gidilecek bir yol, dayanılacak bir kudret, sığınacak bir melce' yok­tur.

Hiçbir güç, Allah'ı âciz bırakamaz. Zira acizlik, yaratılanlara mahsus­tur. Allah'ın varlığı ise kendindendir. O «vâcibü'l-vücut»tur. Allah'a karşı gelenler, O'nu tanımayanlar ve O'nun emirlerine baş eğmiyenler, şüphesiz O kudretin karşısında bir hiçtirler. Onların her çeşit inkâr, red, hırçınlık, azgınlık ve ahlâksızlıkları sadeee şaşkınlıklarının eseridir ve cehaletlerin­den kaynaklanmaktadır.

İşte konumuzu oluşturan âyette bu inceliklere temas edilerek inkarcı maddeciler, günahkâr şaşkınlar şöyle uyarılmaktadır: «Ve siz ne yer­yüzünde, ne de gökte (Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz. Sizin için Allah'­tan başka ne bir yakın dost, ne de bir yardımcı vardır.»

Bütün bu gerçekler karşısında hakkı idrâk edip âlemlerin Rabbı olan Allah'ın manevî huzurunda secde etmek ne büyük irfan ve mutluluktur!

O'na karşı baş kaldırıp inkâr ve azgınlıkta bulunmak ise, ne büyük gaflet, ne çirkin cehalet ve ne uzak dalâlettir.. [52]

 

Rahmetten Umut Kesenler

 

«Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenler var ya, işte on­lar rahmetimden ümit kesmişlerdir ve onlar için elem verici bir azap var­dır.»

Allah'ın sonsuz rahmetinin her varlıkta, o varlığın isti'dadı nisbetinde teaelli ettiğini görüyoruz. Kişide isti'dat yoksa, ilâhî rahmetin ne kusuru olabilir. Bahar mevsiminde hayat veren yağmurdan mahrum bırakılan top­rakta bir hareket meydana gelmiyor ve kendine düşeni yerine getiremiyor-sa, kusur yağmurda değil, toprağı o yağmurdan mahrum bırakandadır, İşte böylece Cenâb-ı Hakk'm rahmeti her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Aslanın kendi yavrusunu o parçalayıcı dişleriyle tutup ısırmadan, incitmeden bir yerden bir yere taşıması, hırçın bir atın yavrusunun süt emmesine imkân vermesi hep ilâhî rahmetin birer tezahürü değil midir? Bu gerçekleri gö-remiyen, görüp de idrâk edemiyen sapıklardır ki, umutsuzluk içinde bir ömür tüketirler; ne Allah'ın damgasını taşıyan eşyaya dikkatle ve ibretle bakarlar, ne de Allah'a kavuşacaklarına inanırlar. Şüphesiz öyleleri için iki ayrı azap söz konusudur: Birincisi dünyada onların yakasını bırakmaz; öy­le ki her an ölüp yokluğa karışma endişesini taşırlar ve umutsuzluk içinde günlerini gün etmeye çalışırlar. Diyebiliriz ki, hayatta bir fani için en kötü azap, âhirete ve hesaba inanmamaktan kaynaklanan ümitsizliktir. İkinci azap ise âhirette ebediyen peşlerini takip eder. [53]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden ve in­san aklına ışık tutup malzeme ve ön fikir veren belgeler sıralandı.

Aşağıdaki âyetlerle, mü'minleri biraz daha ümitlendirmek ve teselli etmek için tekrar İbrahim (A.S.) kıssasının bazı önemli safhalarına geçili­yor; O'nun kendi kavmiyle olan mücadelesine dikkatler çekilerek olaylar arasındaki benzerlik üzerinde durulması ilham ediliyor. Sonra da hakkın mutlaka üstün geleceği haber verilerek tatmin ediei misaller sergileniyor. [54]

 

Meali;

 

24—  (İbrahim Peygamberin putları kırıp kavmini Hakk'a çağrısına) on­ların cevabı sadece şöyle demeleri oldu: «İbrahim'i ya öldürün, ya da ateş­te yakın.» Ama Allah O'nu ateşten (salimen) kurtardı. Bunda elbette dos­doğru inanan bir millet için öğütler, ibretler ve belgeler vardır.

25—  İbrahim ise (onlara) şöyle dedi: «Siz şüphesiz Allah'ı bırakıp Dün­ya hayatında aranızda bir sevgi bağı olsun diye putları (tanrılar) edindiniz. Ama bunun sonrası (ne olacak bilir misiniz?) Kıyamet günü bir kısmınız bir kısmınızı inkâr eder ve birbirinizi lanetlersiniz. Varıp eyleşeaeğiniz yer ise Cehennem'dir ve sîzin için (orada) yardımcılardan bir kjmse de bulun­mayacaktır.»

26—  Bu açıklama ve uyarı üzerine Lût O'na îmân etti (inandığını tek­rarladı) ve İbrahim de, «ben Rabbıma (O'nun emri uyarınca) hicret ediyo­rum. Şüphesiz ki Rabbım çok üstün, çok güçlü ve yegâne hikmet sahibidir» dedi

27—  O'na İshâk ve Yâkub'u (bir teselli ve takviye olarak) ihsan et­tik; O'nun soyundan (lâyık gördüklerimize) peygamberlik ve kitap verdik; hem O'nun ecrini Dünya'da kendisine lütfettik, şüphesiz ki O, Âhiret'te de iyi-yararlı kişilerdendir.

 

Hakk'a Davete Karşi İnkarcı Azgınların Tepkisi

 

«(İbrahim Peygamberin putları kırıp kavmini Hakk'a çağrısına) onların cevabı sadece şöyle deme­leri oldu: «İbrahim'i ya öldürün, ya da ateşte yakın.»

İbrahim Peygamber'in (A.S.) putları yermesine, sonra da kırıp parça­lamasına ve insanları bir olan Allah'a ibâdete çağırmasına karşı Babil'lile-rin tepkisi pek sert oldu. Kral Nemrud'un başkanlığında toplanan kurui, İbrahim Peygamber'in ya silahla, ya da ateşe atılmak suretiyle öldürülme­sine karar verdi. Rivayete göre, İbrahim Peygamber bir süre de zindana atılmıştır.

Maddî, yani zahirî sebeplerin ve çarelerin yok olduğu bir yerde ve za­manda Cenâb-ı Hak zulme uğrayan peygamberini kurtardı, ona inayette bulundu. Öyie ki, İbrahim Peygamber yakılan büyük ateşe atılınca, Allah'ın «Ey ateş, serin ve selâmet ol İbrahim'e» emri tecelli etti. Büyük bir mu'cize meydana geldi; İbrahim (A.S.) kurtuldu.

Kur'ân'ın beyânına göre, bu tehlikeli mücadele döneminde İbrahim Peygamber'e (A.S.) yalnız Lût (A.S.) imân etti. Böylece bu iki peygamber Babi! ülkesinden hicret etmek zorunda kaldı. Akıllara durgunluk veren mu'­cize, Nemrut'un ve yandaşlarının kalbini yumuşatmaya, gerçeği görüp an­lamalarına yetmedi, üstelik bu olaydan sonra küfür ve tuğyanları arttı.

Ancak Hz. İbrahim (A.S.) teblîğ ile görevli bir peygamber olduğundan o ülkeyi terketmeden son bir defa daha uyanda bulunmayı, inkarcı şaş­kınları Hakk'a davet etmeyi ihmal etmedi. Zira ortada kalpleri yumuşata­cak, vicdanları harekete geçirecek bir mu'cize bulunuyordu. Kıssanın bu ve diğer sûrelerdeki anlatımından o uyarının beş maddeden oluştuğunu an­lıyoruz:

1—  Allah'ı bırakıp, sırf dünya hayatına yönelik olarak aranızda bir sevgi ve ilgi bağı oluşsun diye putlara tapıyorsunuz.

2—  Oysa bâtıla dayalı bir sevgi ve ilgi kıyamet gününde daha çok düşmanlığa dönüşür; bunu hiç düşünmüyor musunuz?

3—  Kıyamet günü hesap alanında birbirinizi lânetliyeaek ve birbiriniz­den nefret edip uzaklaşacaksınız.

Oradaki yeriniz ve yurdunuz sadece ateş olacaktır.

Ve orada sizin için hiçbir dost ve yardımcı da bulunmayacaktır, [55]

 

İbrahim Peygamberin (A.S.) Hicret Etmesi

 

«Bu açıklama ve uyarı üzerine Lût O'na imân etti (inandığını tekrarladı) ve İbrahim de, «ben Rab-bıma (O'nun emri uyarınca) hicret ediyorum. Şüphesiz ki Rabbim çok üs­tün, çok güçlü ve yegâne hikmet sahibidir.» dedi.»

İbrahim (A.S.) teblîğ ve irşat görevini bir süre sürdürüp olumlu sonuç alamamıştı. Her defasında hem babasının, hem de diğer putperestlerin tep­kisiyle karşılaşmış ve ilâhî emirleri her hatırlattıkça inkarcı azgınların kalp­lerini yumuşatmak şöyle dursun, büsbütün inkâr ve tuğyanlarını kabart­mıştı. Zulmü, ahlâksızlığı ve haklara tecavüzü sanat edinen inkarcı sapık­lar, küfür ve ahlâksızlığın son kertesine gelip dayanmışlardı. Bu durumda sön bir uyarıda bulunmaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı. O ba­kımdan İbrahim Peygamber onlara son sözünü söyledikten sonra Hicaz tarafına hicret etti. Bu, hem Babil'lileri, başlarına gelecek olan ilâhî azap­la başbaşa bırakmak, hem de Tevhîd İnancı'nın ana merkezini oluştura­cak ve kıyamete kadar merkez olmaya devam edecek kutsal Kabe'yi inşa etmek için lüzumlu bir ayrılıştı. Nitekim öyle oldu. Hicret, İbrahim Peygam-ber'e rahmet ve huzur, güven ve itmi'nan; kâfirlere ise, azap ve murdarlık getirdi.

İbrahim kıssasının bu safhasının çok duyarlı bir anlatımla nakledilme­si şu iki hususu hatırlatmaktadır:

1— Mekke'de çok sıkıntılı günler geçiren ve her gün müşriklerin sal­dırısına uğrayan Hz. Muhammed de (A.S.) yakın gelecekte Mekke'den baş­ka bir yere hicret etmek zorunda kalacaktır.

2— Mü'minler din ve ibâdet hürriyeti olan bir ülkeye göçecek ve Mek-keli müşriklerin azgınlık ve şirretlikleri son bulacak; Allah'a ibâdet için ilk yapılan kutsal Kabe Tevhîd İnancı'na merkez olma hüviyetine^ yeniden ka­vuşacaktır.

Ancak bir kimsenin istemiyerek kendi öz yurdundan hicret etmesi pek kolay bir iş değildir. Birçok yakınlarını ve aşina olduğu simaları terketmek-le beraber, doğup büyüdüğü çevreden kopmak demektir. Bunun için Ce: nâb-ı Hak, İbrahim Peygamber'in zahirî yalnızlığını gidermek ve üzüntüsü­nü hafifletmek, kalbini takviye edip hizmetini dünyada da mükâfatlandır­mak için O'na İshak'i ve fazla olarak da Yakub'u verdi. Ayrıca O'nun so-. yundan lâyık ve ehil gördüğü kimseleri peygamberlik payesiyle taltîf buyur­du; bir kısmına kitap indirdi. Böylece tek başına Babil hükümdarıyla mü­cadele veren bu büyük peygamberin kadrini daha yükselterek O'nu hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'ân'da anıp övdü.

Şüphesiz İbrahim (A.S.) olayı bir misaldir. Hayatını Aİlah yolunda har­cayıp Allah kullarını irşada çalışan mürşitleri, inkarcı sapıklar küçümsese bile, Allah onların kadr-ü kıymetini artırır ve tanınmalarını sağlar. [56]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Mekke'de aralıksız zulme uğrayan mü'minleri te­selli etmek ve hicretin yakın olduğuna imada bulunmak için İbrahim Pey­gamber kıssasına dönüldü ve ibretli safhalarından bir kısmı anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Lût (A.S.) kıssasından öğüt ve ibret alınacak saf­halar anlatılıyor. Hakk'a karşı tuğyan eden inkârci bir kavmin felah bul­mayacağına işaretle, Mekkeli azgın müşrikler uyarılıyor. Sonra da azap haiirie getirilen tabii olayların altında yg'tan sır ve hikmet üzerinde durulu­yor. [57]

 

Meali:

 

28—  Lût'u da (uyarıcı peygamber olarak kendi kavmine gönderdik). Hani bir vakit o, kavmine dedi ki: «Şüphesiz ki milletlerden hiç birinin siz­den önce işlemediği çok çirkin bir hayâsızlığa doğru (durmadan) gidiyor­sunuz.

29—  Sizler gerçekten erkeklere (cinsel sapıklar olarak) gidiyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda çirkin şeyler yapıyorsunuz öyle mi?» Bunun üzerine kavminin cevabı ancak şöyle demeleri oldu: «Eğer doğrulardan isen bize (o tehdit edip durduğun) Allah'ın azabını getir.»

30—  Lût da, «Ey Rabbım! dedi, ortalığı fesada veren bu kavme karşı bana yardımda bulun.»

31—  Ne vakit ki elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiler, «doğrusu biz şu kasaba halkını yok edeceğiz! çünkü halkı zufüm (ve azgınlığı) sanat edinmişlerdir» dediler.

32—  (Bunun üzerine) İbrahim, «o kasabada Lût bulunuyor» dedi. El­çiler, «biz kasabada olanları çok iyi biliyoruz; karısı dışında Lût'u da aile efradını da mutlaka kurtaracağız. Karısına gelince, o, geride kalan (sa-pık)lardan bindir» diye cevap verdiler.

33—  Elçilerimiz Lût'a gelince, onların geliş sebebinden üzülüp fena­laştı; eli kolu bağlanıp (göğsü) daraldı. Elçiler, «korkma ve üzülme; biz mutlaka seni de, âîle efradını da kurtaracağız, ancak eşini değil, o geride kalan (sapık ahlâksızlardandır!» dediler (de ona güven verdiler).

34—  «Şüphen olmasın ki, biz bu kasaba halkı üzerine, yaptıkları çok çirkin ahlâksızlıktan dolayı gökten azap indireceğiz.»

35—  And olsun ki biz, aklını kuflanan bir millet için bu kasabada açık belge(ler) geriye bıraktık.

 

İlgili Hadîsler

 

Ümmu Hani' (R.A.)dan yapılan sahîh rivayete göre, adı geçen şöyle de­miştir: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e, «Ve te'tune fi nâdîkümu'l-münkere» âyetinin yorumunu sordum. Buyurdu ki: «Lût Kavmi topladıkları küçük taş­ları yoldan gelip geçenlere atıp, onlarla eğlenirlerdi. İşte böylece onlar top­lantılarında çirkin şeyler yapıyorlardı.» [58]

«Doğrusu Lût Kavmi toplantı yerlerinde biraraya gelir, herbirinin ya­nında içi küçük taş dolu bîr tabak bulunurdu. Önlerinden bir kimse geçin­ce ona o taşları atarlardı da kim isabet ettirirse, taşının dokunduğu kim­se ona daha lâyık görülürdü. (Yani onunla cinsel sapıklıkta bulunma hakkı kendisine verilirdi).» [59]

 

Lût Kavminin Çirkin Huyu

 

Lût kıssası, tarihte meydana gelen ender olaylardan biridir. İlâhî din­lerden uzak kalıp kutsal değerlerden mahrum yetişen insanların yapamı-yacağı kötülük ve hayasızlık yoktur. O bakımdan bu çirkin olay, ibret ve öğüt alınsın diye Kur'ân'in sekiz yerinde geniş çapta, dört-beş yerinde de özet mahiyetinde anlatılır. [60]

Lût Peygamber (A.S.), Arabistan yolu üzerinde ölü deniz kesimindeki Sodom ile Gomorra kasabalarına uyarıcı peygamber olarak gönderilmiştir. Bu komşu iki kasaba halkı Allah'a ve âhirete inanmadıkları gibi, peygam­berin feblîğ ve uyarısından hiç hoşlanmıyorlardı. Çünkü putperestlik, cin­sel sapıklık ve her türlü ahlâksızlık onların ruhuna işlemiş, hücrelerine sız­mıştı. Özellikle kadınları bırakıp erkeklerle cinsel sapıklıkta bulunmak o iki kasabada iyice yaygınlaşmış ve tabii olaylar arasına girmişti. Kasabalarına uğrayan yabancılara saldıracak kadar gözleri dönmüş, misafir edindikleri erkekleri zorla, ölüm tehdidiyle pis arzularına boyun eğdirecek kadar bu işi ileri götürmüşlerdi.

İşte Lût Peygamber böylesine sapık ve dengesiz bir topluluğu irşadla görevlendirilmiş ve İbrahim Peygamber'e indirilen sahîfelerde yer alan ba­zı hükümleri ontara teblîğe çalışmıştı. A'raf, Hud, Hicr, Şuârâ ve Nemi sû­relerinde de açıklandığı gibi, Lût Peygamber, Allah'ın varlığına, birliğine, âhiret hayatına ve oradaki hesaba inanmaya davetin yanısıra, onlarla sö­zü edilen cinsel sapıklık hakkında çetin mücadeleler vermiş; zaman zaman onları elem verici bir azapla tehdît etmişti. Ne yazık ki bütün çabalarına rağmen bu kadri yüce peygamber olumlu bir sonuç sağlayamamıştı. Onlar her defasında, «canım sen de şu tehdît edip durduğun azabı getir de bir görelim» diyerek onu hem alay konusu edinmişler, hem de yalanlamışlardı.

Mekkeli putperest müşriklerin tutum ve inadı Sodom'lu'lara yakın bir anlam taşımaktaydı. Cinsel sapıklık o bölgede ender rastlanan olaylardan olmakla beraber, onun dışında her türlü ahlâksızlığa prim verilir ve zorba­lığın en kötüsü sergilenirdi. O bakımdan Lût kavmiyle ilgili tehdit safhası, bir bakıma Mekkeli müşrikler için de söz konusuydu. [61]

 

Sodom İle Gomorra'nın Yıkılması

 

Lût kavmiyle ilgili bu iki kasabanın adını, Tevrat'ın Tekvin bölümünden naklettik. Gerçi bugün için bu iki isimde bir kasaba yoktur; ama milattan yaklaşık 2000 yıl önce orada bu isimde iki kasabanın mevcut olduğunda şüphe yoktur. [62] Zira İncil'de Sodom kasabasından ismen bahsedilerek İsa Peygamber'in Lût Kavmi hakkında şunları söylediği belirtilir:

«Lût'un günlerinde de böyle oldu; yerler, içerler, satın alırlar, satarlar, dikerler, bina ederlerdi; fakat Lût Sodom'dan çıktığı gün, gökten ateş ve kükürt yağdı ve hepsini helak etti..» [63]

Bir kasaba veya ülkenin yıkılıp haritadan silinmesi belli sebeplerin bir­araya gelmesiyle gerçekleşir. Sebepleri harekete geçiren ise, onların bağlı bulunduğu kanunlardır. Meselâ bir yerde depremi oluşturan bazı fiziksel sebepler vardır ki o sebepleri bağlı bulundukları kanunlarla tanımlayabili­riz. Ancak kanunlar ve sebepler kendiliğinden harekete geçmez? onları ha­rekete geçiren görevli meleklerdir. Meydana gelen olaya zahiren «tabii afet» deniliyor,- gerçekte ise gizli bir plânla onu oluşturup ortaya çıkaran kuvvetler söz konusudur. İnsanlar o kuvvetleri görmedikleri için, olayı sa­dece zahirî sebeplere bağlamakla yetiniyorlar.

Lût Kavmi'nin yok edilmesi konusunda Kur'ân bize ipucu veriyor. Şöy­le ki: Görevli iki melek önce İbrahim Peygamber'e uğruyor ve durumu ha­ber veriyorlar; sonra da Lût Peygamber'e gelip konuk oluyorlar ve mey­dana gelecek azabı gerçekleştirmekle görevli bulunduklarını söylüyorlar. Bu hiçbir zaman olayın bağlı bulunduğu sebepleri ve bağlı bulundukları kanunları tatil etmek anlamına gelmez; bilâkis sebepleri harekete geçiren kanunların itici rol oynamasını sağlamaya yönelik bulunduğunu hatırlatır.

Sodom'u içinde yaşayan insanlarla birlikte haritadan silen sebepler nelerdi? Gönderilen iki melek hangi kanunu ve ona bağlı sebepleri hare­kete geçirmişlerdi? Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle açıklanmaktadır: «Buyruğumuz gelince (ülkenin) üstünü altına getirdik; birbiri üzerine ko­nulmuş pişmiş balçık (gibi) taşlar yağdırdık ki bu taşlar Allah yanında be­lirlenmişti ve zâlimlerden de asla uzak değildi.» [64] Diğer bir âyette de aynı konu daha kısa şekilde şöyle ifade edilmektedir: «Güneş doğarken bir ses, bir uğultu onları yakalayıverdi. Şehirlerinin üstünü altına getiriverdik ve üzerlerine pişirilmiş çamurdan taş yağdırdık.» [65]

Bu iki anlatımdan anlıyoruz ki, yanar dağ harekete geçirilmiş, yükselen lavlarla birlikte akıp gelen püskürükler Sodom'u belirsiz hale getirmiştir. Tevrat'ta buna yakın bir ifade kullanılarak şöyle denilmektedir: «Ve Lût Tsoar'a geldiği zaman, güneş yer üzerine doğmuştu. Ve Rab Sodom üze­rine ve Gomorra üzerine Rab tarafından göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını alt-üst etti..» [66]

İncil'de de az yukarıda naklettiğimiz gibi, Sodom üzerine taş ve kü­kürt yağdığı yazılıdır.

Şüphesiz bu ifadeleri biraraya getirdiğimizde, hem büyük bir depre­min, hem de yanardağın harekete geçtiği kendiliğinden anlaşılır. [67]

 

Lût Peygamber'in Karısı

 

«(Bunun üzerine) İbrahim, «o kasabada Lût bulunuyor» dedi. Elçiler, «biz kasabada olanları çok iyi biliyoruz; karısı dışında Lût'u da aile efradını da mutlaka kurtaracağız. Karısına gelince, o, geride kalan (sapık)lardan biri­dir» diye cevap verdiler.»

A'raf, Hud ve Hicr sûrelerinde de kısmen belirttiğimiz gibi, kişileri an­cak kendi sağlam imanları, güzel ahlâkları ve yönlendirici takvâlanyla bir­likte Allah'ın rahmet ve inayeti kurtarır. Hısımlarının peygamber, veli, âlim, mürşit ve eğitimci olması kurtarıcı sebepler sayılmaz. Lût Peygamber'in (A.S.), eşinin sapıklığı karşısında ne günahı olabilir? Aynı zamanda O'nun peygamber olması sapıklığı huy edinen eşinin kurtarılması için yeterli se­bep değildir. Kur'ân'da bu olay birkaç yerde tekrar edilerek uyarıcı ve ay­dınlatıcı bir misal olarak verilmektedir. Nitekim Sevgili Peygamberimizin de bu konuda kızı Hz. Fatıma'yi (R.A.) uyarması çok anlamlıdır.

Yıkılıp yok olan Sodom'un kalıntıları, yapılan kazılarla ortaya çıkarıl­mıştır. Zira belirtilen bölgede hayli tarihî eşyaya ve kalıntılara rastlandığı, aydınlatıcı bilgiler elde edildiği ilgililerce ifade edilmektedir. Cenâb-ı Hak bu kalıntıların mevcudiyetine bilhassa dikkat çekerek şu bilgiyi vermek­tedir: «And olsun ki biz, aklını kullanan bir millet için bu kasabada açık belge(ler) geriye bıraktık.»

Kur'ân bu bilgiyi verirken, diğer âyetlerle de tarihî eserlerin araştırılıp meydana çıkarılmasında yalnız sanat değerleri, medenî ölçüleri üzerinde değil, o eserleri vücuda getiren kavim ve milletlerin neden yerin dibine ge­çirildiği üzerinde de'durulmasını telkin ve tavsiye eder. [68]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, küfür ve ahlâksızlığı sanat edinen Lût Kavmi hak­kında inen ilâhî hükümden söz edilerek yaşamakta olan inkarcı sapıklar uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, yine Mekkeli putperestleri hizaya getirmek, saldı­rılarının kendilerine büyük bir azabı hazırladığını hatırlatmak ve yaşamak­ta olan inkarcı maddecilerin kafalarını tarihin derinliklerine çevirip daha iyi düşünüp ibret almalarını sağlamak için Şuayb, Âd ve Semûd kavimle­riyle ilgili kıssaların birer özeti' verilmektedir. [69]

 

Meali:          

 

36—  Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (uyarıcı peygamber) gönderdik; «ey kavmim, dedi, Allah'a tapın, Âhiret gününe (oradaki mutluluğa) umut bağlayın ve sakın yeryüzünde fesat çıkararak ortalığı karıştırmayın.»

37—  Buna karşı onu yalanladılar. O sebeple onları şiddetli bir sarsın­tı yakal ay iverdi, derken kendi yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar.

38—  Âd ve Semûd'u da yok ettik. Gerçekten onların oturduğu yerle­rin kalıntılar*! size açık ve ortadadır. Şeytan, onlara amellerini süslemişti de böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştu. Halbuki kendileri (az-çok) gözü açık kimseler idi.

 

Medyenli'ler Ve Şuayb Peygamber

 

Medyen birçok yerde belirttiğimiz gibi, Filistin ile Hicaz arasında Kı-zıldeniz sahiline yakın büyük bir kasabadır. Şuayb Peygamber onlara uya­rıcı elçi olarak gönderilmiştir. Zira bu yöre halkı hem güzergâha yakın, ge­lip geçen kervanlarla temas halinde bulunuyordu, hem de birkaç çirkin ah­lâkı vardı ki bu tam bir zulüm haline gelmiş ve putperestlikle birleşip çev-, relerini de huzursuz etmeye başlamışlardı. O nedenle kendilerini düştükleri küfür ve ahlâksızlık bataklığından kurtaracak bir uyarıcıya büyük ihti­yaçları vardı.

Medyen yerlilerinin daha çok şu üç huyu ve inancı konu edilmektedir:

1—  Allah'ı bırakıp putlara taparlar ve bu inançlarını ısrarla savunur­lardı.

2—  Dolaylı ve hileli gelir sağlamayı sanat haline getirmişlerdi. O yüz­den hem kendilerine karşı güvenleri kalmamıştı, hem de yabancıların on­lara karşı güveni yoktu.

3—  Ölçü ve tartıda her türlü hileye başvururlar ve böylece insan hak­larına dolaylı, dolaysız follardan el uzatırlardı.

Şuayb Peygamber (A.S.) onların arasında doğup büyüdüğü için, olup bitenleri en küçük ayrıntılarıyla biliyordu. O bakımdan çok yumuşak ve sis­temli bir mücadele sürdürdü ve yaşlanıncaya kadar bu şerefli hizmetini ak­satmadı. Ne yazık ki, azı müstesna, kasaba halkı bütün şirretlik ve haya-sızlığıyla bu kadri yüce peygambere karşı koydular, onu yalancılıkla suçla­dılar; bu da yetmiyormuş gibi kendilerini doğru yola irşada çalışıp fazîlet mücadelesini hasbî olarak sürdüren hemşehrilerini öz yurdundan çıkart­mayı kararlaştırdılar ve geniş bir aileye mensup olduğu için öldürmeye ce­saret edemediler.

İş bu üzücü ve düşündürücü çizgiye gelip dayanınca, yapılacak bir şey kalmamış oluyordu. Zira irşat ve tebliğ kusursuz yerine getirilmişti. Akıl ve idrâklerine ışık tutulmuş, gereken yardımcı bütün bilgiler verilmişti. Kı­sacası, Allah ve peygamberi kendilerine düşeni yapmış, doğru yolu ve ne­ticesini göstermişlerdi. Sonuç alınmayınca, sünnetullah harekete geçmiş ve hükmünü yürütmüştü. Müthiş bir uğultu ve gürültü ile önüne geçilmesi mümkün olmayan azap kasabayı yerle bir etti. Böylece ilâhî adalet ezelde­ki ilmî tesbitine uygun tecelli ederek zâlimlerin kökünü kesti.

Şuayb Peygamber'in (A.S.) kıssasının özeti daha çok, Mekke'de müş­riklerin saldın ve işkencesine maruz kalan mü'minlere teselli vermekte ve yakında müşriklerin putlarıyla birlikte hakkın önünde hezimete uğrayaca­ğını müjdelemektedir. [70]

 

Ad Ve Semûd Kavimleri

 

A'raf Sûresi başta olmak üzere diğer sûrelerde de açıklandığı gibi, Ad Kavminin, Umman ile Dahraman veya Umman ile Aden'in doğusuna dü­şen Hadramut arasındaki kesimde yer aldıkları, yani eyleştikleri sanılmaktadır. Nitekim son yıllarda elde edilen arkeolojik kalıntılar birtakım ipuçları vermektedir.

Âd Kavmi bütünüyle putperest idi. Zulüm ve yağmacılıkta hayli ileri gittiklerini bazı tarihçiler kaydetmektedir. Allah'ın birçok nimetlerine eriş­melerine rağmen nankörlüklerini her geçen gün artırmakta idiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, hem onları uyarıp tuttukları çok tehlikeli yoldan dön­melerini sağlamak, hem de çevre halkını onların yağmacılığından korumak için Salih Peygamberi uyarıcı olarak görevlendirdi. [71]

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yaşadığı çağda Âd ve Semûd kavim­lerinin kalıntılarının yer yer boy gösterdiğini ve o yöreden gelip geçenlerin dikkatini çektiğini, yine konumuzu oluşturan 38. âyetten anlıyoruz.

Böylece küfür ve azgınlıkta ileri gidip hakları çiğneyen ve ahlâksızlı­ğı sanat haline getiren bu milletin ömrü pek uzun olmamıştır. Cenâb-ı Hak, onları uyarıp doğru yolu göstermek için gereken yardımcı imkânları ver­miş ve ilâhî azametine yakışanı kusursuz gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki, bu lütuf ve inayetleri, iltifat ve rahmetleri göremeyen ve anlayamayan Âd Kavmi, kendi kendilerine yazık etmişler ve sonunda hem dünyalarını, hem de âhiretlerini kaybetmişlerdir.

Semûd Kavminin ise, yapılan araştırmalara ve elde edilen bazı sonuç­lara göre, Asûr hakimiyetinde yaşadığı sanılmaktadır. Bu kavim, Hicaz yakı­nında Hicr yöresinde yer almış bir millettir. Hud Peygamber de uyarıcı ve doğru yolu gösterici olarak gönderilmiştir. Bunlar ovada saray gibi evler ve dağ eteklerinde kayaları yontup geniş barınaklar yapan güçlü bir mil­let idi. Ne var ki eriştikleri nimetlerin hiçbirine karşı şükretmiyenleri; gün geçtikçe nankörlük, inkâr ve azgınlığını artıranları %99'u bulmaktaydı. Sa­lih Peygamber'in, onların istediği mu'cizeyi ortaya koymasına rağmen in­kâr ve tuğyanda inatla ısrar ettiler. Sonunda bu azgınlık ve taşkınlık, hak tanımazlık geiip son noktasına dayanınca ilâhî hüküm indi. Müthiş bir deprem ülkenin altını üstüne getirdi.[72]

Semûd Kavmi'yle ilgili kıssanın burada bir özetinin verilmesi, hem Mekkeli müşrikleri, hem yaşamakta olan inatçı ateistleri uyarmaya, hem de mü'minleri müjdelemeye yönelik bir anlam ve hüküm taşımaktadır.

Bu iki kavim hakkındaki bilgileri özetliyeoek olursak, şöyle bir tesbit tablosu ortaya koyabiliriz: Gerek Âd, gerekse Semûd Kavminin, taşlan yon­tup kendilerine göre bir medeniyet (!) kurdukları hem Kur'ân'dan, hem de tarihî belgelerden, yani arkeolojik kalıntılardan anlaşılmaktadır. Ne var ki, sadece ekonomik kalkınma ve sanatta, sanayide gelişme, bir milletin ayak­ta durması için yeterli faktörler değildir; onlara paralel olarak insan ruhu­nu aydınlatacak, vicdanları geliştirecek, kutsal değerlere saygı duyulma­sını sağlayacak, bir olan Allah'a inanıp yalnız O'na kulluğun gereğini kalp­lere ve kafalara işleyecek çok ciddi eğitim ve öğretime ihtiyaç vardır. O bakımdan maddî refahla hak dine bağlılık birlikte yürütülmediği takdirde, yetişmekte olan kuşakları hızla yaklaştıkları uçurumdan geri döndürme imkânları kalmamış olur ve o takdirde ülkenin yıkılması mukadder çizgiye gelip dayanır.

Yine Kur'ân'ın açıklamasına göre : Bu iki milletin de becerikli, açık­göz, çalışkan sanat meraklısı oldukları da anlaşılıyor. Ama servet ve sa­natın yalnız başına insana ahlâk ve fazîlet vermediğini tarihî tecrübeler or­taya koymuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de özellikle bu inceliğe işaret edilmekte ve milletler uyarılmaktadır. [73]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hem Mekkeli putperestleri, hem de yaşamakta olan inkarcı topluluk ve milletleri uyarmak için dikkatler tarihteki önemli olaylara çekildi. Hakk'a baş kaldırıp her türlü kutsal değeri çiğneyen mil­letlerin sonlarının felâket ve hüsranla noktalandığı açıklandı; birkaç ibret­li misal verilerek iyi düşünmemiz ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî nizama karşı gelip plândaki yerlerini alma­yan ve dünyalığı ilâh edinip eşyaya tapan kavim ve toplumların başına ge­len, azap hatırlatılıyor. Haktan kopuk, bütünüyle maddeye yönelik mede­niyetler, örümcek ağma benzetilerek çok düşündürücü bir misal veriliyor. Verilen bu misallerden ancak gerçekçi olan ilim adamlarının anlayıp akle-deçeklerine atıf yapılarak, ilme ve ilim adamına ilâhî iltifat sinyali verili­yor. Sonra da düşünce ufkumuzu genişletmek için göklerin ve yerin tam uyum, denge ve sağlam düzende yaratıldığı hatırlatılıyor. Sonra da Pey­gamber'in (A.S.) hizmetine devam etmesi konu edilerek namazın önemin­den ve yararlarından pasajlar veriliyor. [74]

 

Meali;

 

39—  Karun'u, Fir'avn'ı ve Hâmân'ı da (inkâr ve azgınlıkları yüzünden) yok ettik. Şanım hakkı için Musa onlara açtk belgelerle, (susturucu) mu'ci-zelerle geldi; fakat onlar, yeryüzünde büyüklük tasladılar (Hakk'ı kabul etmediler ve ona boyun eğmeyi gururlarına yediremediler). Halbuki (Al­lah'ı âciz bırakacak ve inecek azabın) önüne geçebilecek değillerdi.

40—  Bunlardan her birini günahı sebebiyle yakaladık: Kiminin üzerine şiddetli kasırga gönderip taş yağmuruna uğrattık; kimini korkunç bir gü­rültü yakalayıp sarıverdi; kimini yere geçirdik; kimini de (denizde) boğduk. Ailah onlara zulmeder olmadı, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.

41—  Allah'ı bırakıp başka başka dostlar, sahipler edinenlerin misâli, kendine yuva edinen örümceğin haline benzer ve gerçekten evlerin en ha­fif ve dayanıksızı örümceğin yuvasıdır. Bunu bir bilselerdi!.

42—  Şüphesiz ki Allah, onların kendisinden başka nelere taptıklarını bilir. O, çok üstündür, çok güçlüdür, yegâne hikmet sahibidir.

43—  Biz, işte bu misalleri insanlar için (gerçeği daha iyi anlasınlar diye) getiriyoruz. Bunları ancak ilim adamları düşünüp akleder.

44—  Allah, gökleri ve yeri Hak ile (uyumlu, dengeli ve düzenli ölçüde ve plânda) yaratmıştır. Şüphesiz ki bunda inananlar için açık belge ve de­lil vardır.

45—  (Ey Peygamber!) Kitap'tan sana vahyedileni oku; namazı kılma­ya devam et; çünkü namaz cidden ahlâk dışı davranışlardan, (dine, akla ve sahih örfe ters düşen) uygunsuz şeyden alıkoy ar. Allah'ı anmak elbette çok büyüktür! Allah, neler İşlediklerinizi bilir.

 

İlgili Hadîsler

 

Hz. Enes (R.A.) diyor ki: «Müslümanlardan genç bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimizle be­raber vakit namazlarını kıldığı halde ahlâk dışı söz ve davranışlarda da bu­lunuyordu. Onun bu durumu Peygamber'e (A.S.) anlatılınca, Efendimiz şöy­le buyurdu: «Namaz onu pek yakında o gibi şeylerden alıkoyar.» Nitekim çok geçmeden o genç sözü edilen kötü huy ve âdetinden vazgeçti.» [75]

Bir adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e dedi ki:

  Ey Allah'ın Resulü! falan adam geceleri namaz kılar, sabah olunca hırsızlık eder.

Peygamber (A.S.) ona şöyle buyurdu :

  Namazı yakında onu senin dediğin fiilden alıkoyar. [76] Peygamber (A.S.) Efendimiz diğer iki hadîste şöyle buyurdu:

  «Müferridler öne geçti!

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu:

  Müferridler kimlerdir? Cevap verdi:

  Allah'ı çokça anan erkekler ve kadınlardır. [77]

«Bir topluluk oturup Allah'ı zikretmeye dursun, mutlaka melekler on­ları kuşatır, rahmet onları (perde perde) örter; üzerlerine gönül ycrtışkanlı­ğı ve sükûnet iner de Allah onları kendi yanındakilere karşı anar.» [78]

 

Musa Peygamber Ve Üç Tip İnsan

 

«Karun'u, Fir'avn'ı ve Homon'ı da (inkâr ve azgınlıkları yüzünden) yok ettik. Şanım hakkı için Musa onlara açık belgelerle, (susturucu) mu'cizelerle geldi; fakat onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar (Hakk'ı kabul etmediler ve O'na boyun eğmeyi gururlarına yed iremediler). Halbuki (Al­lah'ı âciz bırakacak ve inecek azabın) önüne geçecek değillerdi.»

Cenâb-ı Hak, putperest müşrikleri uyarırken ve mü'minlere gelecek günlerin mutlaka aydınlık olacağını dolaylı şekilde haber verirken, Musa (A.S.) kıssasına çok kısa bir anlatımla değinmekte ve üç ayrı tip insanı ta­rihî misâl olarak vermektedir:

1— Altın ve mücevheratı, lüks ve konforu tek amaç seçip akhnı, zekâ­sını ve diğer yeteneklerini sadece bunun için kullanan Karun,

2—  Dede ve babalarından tevarüs ettiği hükümdarlık ve saltanatı hem zulüm aracı olarak kullanan, hem de bu gücü sayesinde kendini ilâhlaş-tıran Fir'avn,

3—  Zâlimden yana olup onun her görüş ve emrini doğru kabul edip uygulayan ve o yüzden bütün kutsal değerlerden kopan, benliğini kaybe­dip Fir'avn'a kul olan Hâmân..

Tarihte ilâhî hışma uğrayıp yıkılan ve yok edilen milletlerin hayatı in­celendiğinde bu üc tip insanın her zaman ülkenin batmasında nâzım rol oynadıkları görülür, Mekke müşriklerini Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in aley­hine kışkırtan ve hakkı bütünüyle red ve inkâr eden ve ettirenlerin de bu üc tip insan olduğu kesindir. Günümüzde de İslâm ülkelerini felâkete sü­rükleyenler bunlardır. O halde her devir ve dönemde bu üç ayrı tip insana dikkat etmek zorundayız.

Bilindiği gibi, Musa Peygamber (A.S.) büyük peygamberlerden, yani «ulu'1-azim» kabul edilen beş peygamberden biridir. Kendisine, Levhalar üzerine yazılıp tesbit edilen Tevrat adında büyük bir kitap verilmiştir. Hak adına sergilediği mu'cizeler insan aklına ışık tutacak, vicdanları yönlendi­recek, düşünce ufkunu genişletecek; kâinatı kudret elinde tutan Cenâb-ı Hakk'ı tanıtacak nitelikteydi. Ne var ki, altını, saltanatı ve zulme alet ol­mayı ilâhlaştırıp bunların ötesinde hiçbir değer tanımayan Fir'avn, Hâmân ve Karun, mu'cızeye rağmen Hakk'ı kabul etmeyi, O'na inanıp bağlanma­yı gururlarına ve makamlarına yediremediler; üc günlük bir saltanatı ebedî saadete tercih ettiler. O sebeple Cenâb-ı Hak insanları kötü yola sevkeden ve onlara her zaman fena misal olan, peygamberi öldürmeyi plânlayan bu azgın kâfirleri bir bir yok etti.

Şüphesiz ki, Cenâb-ı Hak sünneti doğrultusunda onlar aleyhine yürüt­tüğü hükmüyle hic kimseye zulmetmedi. Zira O mutlak âdildir, hiçbir za­man zâlim değildir. O'nun insanlardan yana koyduğu hayat kanunları, ha­zırladığı mükemmel plân ve program, her yönüyle huzur, güven, kardeş­lik, mutluluk, ve sonsuz saadet va'detmektedir. İşte O'nun koyduğu bu ka­nun ve hazırladığı bu plânı değişmez, kıyamete kadar hedefine şaşmadan ilerler. O bakımdan O'nun plânına, programına ve hayat kanunlarına uyan­lar mutlu olur, uymayanlar kendilerine yazık etmiş sayılırlar. [79]

 

Yaratanı Bırakıp Yaratılanı İlâh Edinmek

 

Allah’ı bırakıp başka başka dostlar, sahipler edinenlerin misali, kendine yuva edi­nen örümceğin ağına benzer..»

Cenâb-ı Hak, bâtılın peşine takılıp hakkı red ve inkâr edenlerin tutu­munu tasvîr ederken çok düşündürücü bir misal veriyor. Şöyle ki: Bâtılın tutunduğu ip çok çürük ve zayıftır, tıpkı örümcek ağı gibi.. Her an kopup yok olmaya mahkûmdur. Gelip geçen milletlerden bâtıl adına, küfür ve zu­lüm adına peygamberlere karşı cephe alıp harekete geçenlerin akibeti bu­nun çürüklüğünün açık delillerinden biridir.

Ayrıca bilindiği gibi, örümcek ağını, kendini korumaktan ziyade avlan­mak İçin örer de kendinden zayıf canlıların yolunu kesip onları ölüm ağına düşürmeye çalışır. Kuvvetli sinekler, güçlü haşere o ağı delip geçer, za­yıflan ise takılıp kalır. Günümüzde de öyle değil midir? Zayıf iradeli, men-faatçi, kendi çıkarından başka kaygısı olmayan kişiler kısa zamanda ülkeyi sömüren dinsizlerin, maddeci ve sapıkların ağına yakalanırlar da son^ne-feslerini o ağda verme felâketine uğrarlar.

İki çeşidi dışında örümceklerin hepsi zehirlidir. Yakaladıkları avlarını önce zehirliyerek öldürürler, sonra da emerler. Peygamber ve kitap tanı­mayan maddeci inkarcılar da kendilerine göre birtakım dernekler vücuda getirirler. Çok cazip fikirlerle ortaya çıkarlar. Örümcek ağı misali, tüzükle­ri çekici ve aldatıcıdır. Yakaladıklarını önce kendi idealleriyle zehirleyip mefluç hale getirirler, sonra da ondan yararlanmaya başlarlar ve posa du­rumuna getirinceye kadar bırakmazlar. [80]

 

İlâhî Misalleri Ancak İlim Adamları Düşünüp Akleder

 

«Biz. işte bu misalleri insanlar için (gerçeği daha iyi anlasınlar diye) getiriyoruz. Bunları ancak ilim adamları düşünüp akleder.»

İslâm ve onun kitabı Kur'ân insan aklına her vesileyle yer verir; ayrıca aklın, ilmin hizmetine, ikisinin birden imânın hizmetine verilmesini emreder. O bakımdan Kur'ân'da gerek Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin sınırsız­lığına delâlet eden belgeler sıralanırken, gerekse gelip geçen milletlerin hayatından ve yok edilme sebeplerinden söz edilirken, akıl ilmin ışığında ha­kem olarak belirlenir ve imandan güç ve kuvvet alması istenilir.

Varlık âleminde mutlak denge ve düzeni idrâk edebilmemiz için bu iki unsurdan, yani akıl ile ilimden yararlanmamız devamlı tavsiye edilir; son­ra da ana tema ve amaç şu cümleyle vurgulanır: «Bunları ancak ilim adam­ları düşünüp akleder..»

Zira akıl, insanoğlunu öteki canlı yaratıklardan üstün yapan en önemli, en büyük kaynaktır. Bu kaynağı, bize veren Yüce Kudretin rızası ve di­leği doğrultusunda kullandığımız nisbette mutlu oluruz.' Aklın temeli olan düşünce de yalnız insana vergidir. Onun için Kur'ân'da bazan düşünce uf­kumuz genişletilir, bazan aklımıza hareket sağlanır ve birtakım temel bil­giler, ön fikirler verilir. [81]

 

Göklerin Ve Yerin Hak Üzere Yaratılması

 

«Allah, gökleri ve yeri hak ile (uyumlu, dengeli ve düzenli ölçüde ve plânda) yaratmıştır. Şüp­hesiz ki bunda İnananlar için açık belge ve delil vardır.»

Göklerin ve yerin «hak» ile yaratılmasının taşıdığı manayı anlayabil­memiz için önce «hak» kavramının delâlet ettiği mana ve hikmetleri bil­memize ihtiyaç vardır. Gerçi tefsirimizin birçok yerinde bu kavram üzerin­de durulmuş ve açıklayıcı bilgiler verilmiştir. Ne var ki, uyguladığımız me-tod gereği, her tekrar nasıl yeni bir uyanıklık, taze bir hüküm gerektiriyor­sa, her kavram da yer aldığı konu ve cümleye göre birtakım yenilikler yan­sıtıyor ve her şeyden önce idrâkleri uyanık tutuyor. O bakımdan yeni açık­lama istiyor.

Hak : Uyumlu, dengeli, düzenli ölçü ve muhtevada yaratılan her şey

hakkında kullanılır. Kapağın kutuya uyumlu bulunması, kapının kasasına tıpatıp uyması, karşılıklı dişlilerin birbiriyle uyum halinde düzenli dönme­si «hak» kavramıyla belirtilir. Doğruyu yansıtan, gerçeğe uygun olan, ilâ­hî nizama uyan her şey de haktır.

Göklerin ve yerin hak ile yaratılması, bunların her parça ve taşıdığı sis­temin dengede olup plândaki yerini alması, düzeninde bir aksaklık ve ahenksizliğin bulunmaması; her şeyin yaratıldığı amaca yönelik hizmet ver­mesi ve hiçbir şeyin boş, anlamsız ve hikmetsiz yaratılmaması şeklinde yo­rumlanır.

Bu gerçekleri İdrâk edebilmek için imân temeli üzerinde gelişen, yani gücünü imândan alan iki şeye ihtiyaç söz konusudur: Akıl ve ilim.. Zira in­kâr ve gurur; cehalet ve ölçüsüzlük şeddi ancak bu ikisiyle yıkılabilir. O ne­denle ilgili âyetin akışı içinde aklın ve ilmin daha çok sağlam bir imâna muhtaç bulunduğuna işaretle şöyle deniliyor: «Şüphesiz ki bunda inanan­lar için açık belge ve delil vardır.» [82]

 

Ve Her Konuda Namazın Yeri Ve Önemi

 

«(Ey Peygamber!) Kitaptan sana vahyedileni oku; namazı kılmaya devam et; çünkü namaz cidden ahlâk dışı davranışlardan (dine, akla ve sahih ör­fe ters düşen) uygunsuz şeyden alıkoyar..»

Namaz, mü'minle kâfiri birbirinden ayıran belirti; kul ile Allah arasında en işlek yol; Allah ile konuşma bahtiyarlığına ermenin edep ve saygı mec­lisidir.

Namazın sayılmayacak kadar faydaları vardır. Konumuzu oluşturan âyette ise, o faydaları kendinde toplayan namazın iki özelliği üzerinde du­ruluyor :

1— Ahlâk dışı söz ve davranışlardan,

2— Dine, akla ve sahih örfe ters düşen uygunsuz, nahoş şeylerden alıkoyar.

Çünkü namaz, önce günlük hayatımızı başıboşluktan kurtarıp düzene sokmamızı sağlar; meydana getirdiği fiziksel hareketlerle bedene canlılık ve sağlık kazandırır; direnci artırır. Sonra da vicdanı geliştirip kalbe huzur verir. Cemaatleşme şuurunu kuvvetlendirir; bu konuda idrâki uyanık tutar. Aynı zamanda ferdi toplumun kopmaz parçası düzeyine getirir.

Namaz insana kişilik kazandırır. Her şeyden önce kula kui olmanın zil­let ve meskenetinden kurtarıp âlemlerin Rabbına kul olma şerefine eriş­tirir. Kuvvet ve kudreti bütünüyle Allah'a irca' etmemizi ilham eder.

O bakımdan da namaz bütünüyle zikirdir, tesbîh ve tekbîrdir; duâ ve niyazdır. Allah'ı anmak, elbette ki O'na yakınlığı sağlar; O'nun emirlerine kayıtsız şartsız uymayı telkin eder. Kısacası Allah'ı anmak, O'nun kelâmıy-la O'na hitap etmek çok büyük bir ibâdettir. İnkâr ve zulüm düzeyinde Hakk'a baş kaldırıp tuğyan eden kavim ve milletlerden, onların akibetin-den ibretli misaller verildikten sonra ilâhî vahye uymamızın ve namaz ibâdetine devam göstermemizin emredilmesi elbette ki çok anlamlıdır. Her şeyden önce insanı günde beş defa dünya dağdağasından, maddenin pe­şine takılıp yuvarlanmaktan çekip alır; olaylar karşısında dayanma güoü-müzü artırır; hakkın üstün gelmesi, bâtılın hezimete uğraması babında in­sana gereken manevî gücü sağlarken, maddî yönden de üstün gelmenin meşru yollarını öğretir. [83]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilâhî nizama uymayan, söz ve davranışlarıyla Hakk'a karşı isyan eden ve dünyalığı, değişmeyen amaç seçen kavim ve milletlerin uğradığı felâketler uyarıcı misal olarak verildi. Bâtılın örümcek ağı kadar zayıf ve önemsiz olduğu belirtilirken, haktan yana olanların din ve dünya işlerinde düzenli, güçlü ve prensipli olmalarının gereğine işaret edildi. İlme ve ilim adamlarına iltifat sinyali verilerek gerçekçi âlimlere her zaman muhtaç bulunduğumuz dolaylı şekilde anlatıldı. Sonra da düşünce ufkunu genişletmek ve akla malzeme vermek üzere göklerin ve yerin hak ile yaratıldığı konu edilerek, hakkın üstün gelmesi için inen vahye uyulma­sı ve namaz ibâdetine devam edilmesi emredildi.

Aşağıdaki âyetlerle, dinde aşırı taassuba kapılmaya gerek olmadığı­na işaretle, Kitap Ehli (Yahudî ve Hıristiyanlar) ile seviyeli bir tartışmaya yönelmemiz tavsiye ediliyor. İlâhî hitap ve üslûba az-çok aşina olanların Kur'ân'a inanmasının her zaman için mümkün olduğu konu ediliyor. Sonra da Kur'ân'ın bütünüyle ilâhî vahyin eseri olduğu üzerinde durularak, daha önce Hz. Muhammed'in (A.S.) okur-yazar olmadığına dikkatler çekiliyor. Sonra da önlerinde bunca açık belgeler bulunduğu halde birtakım mu'cize-ler İsteyenlere en büyük mu'cizenin «Allah Kelâmı» olduğu hatırlatılıyor. [84]

 

Meali :

 

46—  Kitap Ehli olan (Yahudî ve Hıristiyanjlarla -içlerinden zulmeden­ler dışında- ancak en güzef yoldan mücâdele edin. Deyin ki: «Bize indiri­lene de, size indirilene de inandık; bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz ancak O'na teslimizdir.»

47—  İşte (ey Peygamber!) sana böyle bir kitap indirdik. Kendilerine (daha önce) kitap verdiklerimizden gerçekçi ilim adamları) O'na inanır­lar. Bunlar (putperest Arapfar)dan da O'na inanan kimseler vardır. Bizim âyetlerimizi ancak inatçı kâfirler inkâr eder.

48—  (Ey Peygamber!) sen bundan önce bir kitaptan okur değildin ve elinle de yazı yazar değildin; öyle olsaydın bâtılı savunanlar şüpheye dü­şerlerdi.

49—  Bilâkis Kur'ân, kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde ışıl ışıl ışıldayan açık âyetlerdir.  Sizim âyetlerimizi ancak inatçı zâlimler inkâr eder.

50—  Dediler ki: O'na (Muhammed'e) Rabbından birtakım mu'cizeler (veya başka başka âyetler de) indirilseydi ya? De ki: «Âyetler, mu'cizeler ancak Allah'ın yanındadır. Ben ise sadece açık bir uyarıcıyım.»

51—  Bizim sana indirdiğimiz Kitab'ın onlara karşı okunması kendile­rine yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda imân eden bir millete rahmet ve öğüt vardır.

52—  De ki: «Aramızda şahit olarak Allah yeter; O göklerde ve yerde olanları bilir. Bâtıla inananlar ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte onlar za­rara uğrayanlardır.»

 

İlgili Hadîs

 

Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki:

— Kitap Ehli, Tevrat'ı İbranice okur, Müslümanlara Arapça açıklama­sını yaparlardı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına şöyle buyurdu : «Kitap Ehli'ni (kendi kitapları hakkında) ne tasdik edin, ne de yalanlayın; sadece şöyle deyin: Biz Allah'a iman ettik ve bize de, size de indirilene inandık. Bizim ilâhımız, sizin ilâhınız birdir ve biz ancak O'na tes­limizdir.» [85]

 

Kitap Ehli'yle Seviyeli Tartışma

 

«Kitap Ehli olan (Yahudi ve Hıristiyanjlarla -içlerinden zulmedenler dışında- ancak en güzel yoldan mü­cadele edin.»

İslâm Dini, son din olma özelliği ve cihanşümul olma hüviyetiyle hiç­bir zaman yıkıcı, bölücü, darıltın, ürkütücü ve nefret verici değildir; o bü­tün esas ve prensipleriyle barışçı, kaynaştırıcı, yaklaştırıcı, sevdirici, güven

verici ve huzur sağlayıcıdır. Savaş, diğer bir anlatımla insan kanı akıtmak en son çaredir.

İslâm, din ve dünya meselelerini, imânla birleşen akıl ve ilimle çözer. İnsanları doğru yola çağırırken ve Allah'a ibâdete davet ederken bu yoldan sapmaz; aynı zamanda tebliğ ve irşat hizmetini yetişmiş ilim adamlarına bırakır da onları bu kutsal görevi yerine getirmekle yükümlü tutar. Hiç kim­seyi dine girmeye zorlamaz. Çünkü iman ve dindarlık kalp, akıl ve irfan işidir. O bakımdan bu konuda insan aklına ışık tutar, aydınlatıcı bilgi ve malzeme verir, sonra da onu hür iradesiyle başbaşa bırakır.

İslâm, fert ve topluma ilâhî emirleri tebliğde; sapıkları ve inkarcıları uyarmada günün en güzel ve en yapıcı metodunu seçer ve insanlara akıl­ları seviyesinde hitap etmeyi öğütler. Özellikle Kitap Ehli sayılan Yahudi ve Hıristiyanlarla uzlaştırıcı, barıştırıcı bir metod uygulamayı emreder. On­larla yapılan tartışmada en güzel ve en uygun yolun izlenmesini tavsiyede bulunur. Zira İslâm'la bu iki din arasında ortak bağlar vardır; her üc kitap da aynı kaynaktan indirilmiştir. Bunun için Kur'ân; Tevrat ve İncil'i hak ki­tap olarak kabul eder; ancak onlarda meydana gelen yanlış ve tahrifatı tashih eder ve artık hükümlerinin yürürlükten kaldırıldığını belirtir.

O halde bazı papazların, Hıristiyan misyonerlerinin taassuba kapılıp İslâm'a ve onun Peygamberi Hz. Muhammed'e (A.S.) dil uzatmalarına, kü­çük düşürücü sözlerine ve neşriyatlarına karşı misliyle mukabele etmemiz asla doğru olmaz. Kur'ân ilgili âyetlerle bunu yasaklamıştır. Biz Müslü­manlar ilk inen Tevrat ve İncil'i hak kitap olarak kabul eder ve inanırız ve Kur'ân'ın indirilmesiyle onların taşıdıkları ahkâm ile amel edilmiyeceğini en makul ve inandırıcı şekilde anlatmaya çalışırız; fakat hiç bir zaman Musa (A.S.) ile İsa'yı (A.S.) küçük düşürecek bir söz sarfetme yetki ve inancına sahip değiliz; bilakis o ikisini de hak peygamber kabul eder, derin saygı du­yarız. [86]

 

İslâm, Kutsal Kitapların Hak Olduğuna İnanmayı Emreder

 

Deyin ki; Bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz ancak O'na teslimizdir.»

İslâm, nasıl gönderilen bütün peygamberlere -bir fark gözetmeksizin-inanmayı emrediyorsa, indirilen semavî kitaplara ve sahifeiere de inanmayi emretmekte ve bunu hak dinler arasında uzlaştırıcı iki ana bağ kabul et­mekte; dinlerin getirdiği «Hakk'a Teslimiyet» esasından sapılmasına asla rıza göstermemektedir.

Ne yazık ki İslâm, ilgili âyette ifadesini bulan yaklaşma ve uzlaşma metodunun uygulanmasını emrederken, Yahudi ve Hıristiyanlar durmadan Kur'ân'ı ve Hz. Muhammed'i red ve inkâr etmektedirler. Şüphesiz bu katılık ve aşın taassubun, iki ana sebebi söz konusudur: Biri, Tevrat ve İncil'in orijinalinin ortadan kaybolmasıyla tahrifata uğraması ve böylece son pey­gamber Hz. Muhammed (A.S.) ile ilgili acık belgelerin kılıf değiştirmesi; diğeri ise, aşın taassuptan kaynaklanan hazımsızlığın inkâra dönüşmesidir, denilebilir. [87]

 

Kitap Ehli'nden İman Edenler

 

«İşte (ey peygam­ber!) sana böyle bir kitap indirdik. Kendilerine (daha önce) kitap verdikle­rimizden gerçekçi ilim adamları) ona inanırlar.»

Kitap Ehli'nden Tevrat ve İncil'i iyice okuyup anlayan ve gerçeği araş­tıran ilim adamları ile putperestlerden aklını, vicdanını ve idrâkini kullanan­lar, İslâm'a inanmakta ve onu kendilerine din seçmekte pek gecikmediler. Selmân el-Fârisî, Abdulah b. Selâm o itim adamlarından ikisidir. Kur'ân on­ları övmekte ve böylece aklını kullanıp hakikati arayıp bulan âlimlere takdir sunmaktadır.

Şüphesiz Kur'ân'ın bu açıklaması, İslâm'ın ilimle sarmaş dolaş oldu­ğunun ve her vesileyle ilme ve ilim adamına çok yakın ilgi gösterdiğinin ay­rı bir belgesi sayılır.

Allah'ın varlığına, Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğuna delâlet eden âyetleri, delil ve belgeleri inatla, ısrarla inkâr etmek, kendine has cehaletin küfre dönüşen ayrı bir tezahürü kabul edilebilir. Onun için Kur'ân duygusal davranıp aklını, idrâkini kullanmayan Kitap Ehli din adam­larını «gerçekçi ilim adamı» kapsamına almamakta ve bunu hakikate kar­şı nankörce çıkışın çok belirgin vasfı kabul etmektedir.

Nitekim İsa Peygamber'in (A.S.) on iki havarisinden biri olan Berna-ba'nın yazdığı İncil'in İtalyanca nüshasının ortaya çıkması üzerine kilise mensupları bütün güçleriyle buna karşı çıkmışlar ve uydurma olduğunu id­dia etmişlerdir. Hattâ bazı din adamları bunun Türkler tarafından düzenle­nip ortaya konduğunu iddia edip, kullanılan kâğıdın ve ona sürülen kimyevî maddenin Türkler tarafından öteden beri kullanıldığını delil olarak göstermişlerdir. Oysa adı geçen İncil'in mütercimi Dr. Halil Saade bu id­dianın doğru olmadığını, pamuktan imal edilen ve Türklerin kullanmadığı bir maddeyle korunan İncil'in çok eski bir nüsha olduğunu isbata çalışmış­tır.

Kilise neden bu İncil'i red etmiştir? Çünkü yirmiye yakın yerinde son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceği çok açık ve net biçimde ha­ber verilmekte ve bütünüyle ilâhî beyânları taşımaktadır.

İşte aşırı taassup, hakka karşı kayıtsızlık, gerçeğe ters düşme insanı nasıl şartlandırmakta ve gözler önünde arz-ı endam eden büyük mu'cizeyi red ve inkâr edecek kadar katılaştırmaktadır.

Cenab-ı Hak bu gibi fanatik havaya girip hakikata sırt çevirenleri şu -sözleriyle hem yermekte, hem de uyarmaktadır: «Bizim âyetlerimizi ancak inatçı kâfirler inkâr eder.» [88]

 

Hz. Muhammed (A.S.) Ümmî İdi

 

«(Ey Peygamber!) Sen bundan önce bir kitaptan okur değildin ve elinle de yazı yazar değildin; öyle olsaydın bâtılı savunanlar şüpheye düşerlerdi.»

Resûfüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'de doğup büyümüş ve kırk yaşına gelinceye kadar ne mektep görmüş, ne bir âlimin önünde diz çöküp okuma-yazma öğrenmiş, ne de bir kimseden ilim tahsil etmiştir. Çocukluğunun beş altı yılı badiyede Beni Sa'd kabilesinde geçmiş, ondan sonra amcası Ebû Talib'in himayesine verilerek birkaç yıl çobanlık yapmış ve 24 yaşına girin­ce ticaretle uğraşmıştır. O bakımdan Peygamberimiz (A.S.) okuma ve yaz­ma bilmezdi. Nitekim A'raf Sûresi 157, 158. âyetlerle onun «ümmî» olduğu açıklanmaktadır. Her ne kadar bu sıfat üzerinde durulmuş ve şu üç ayrı yorum getirilmişse de, konumuzu oluşturan âyetle birleştirdiğimiz zaman, «okur-yazar» olmayan kimse hakkında daha yaygın olduğu ağırlık kaza­nır.

Üç ayrı yorum :

a)  Okur-yazar olmayan kimse,

b)  Okuma-yazma bilmeyen bir kavim veya millete mensup olan,

c)  Ümmu'l-kura (kasabalar anası, ana merkezi    Mekkejye    mensup olan..

İlim adamlarımızın çoğuna göre, bu sıfat, Resûlüllah {A.S.) Efendimiz hakkında ise. Onun okur-yazar olmadığını belirtmek için kullanılmıştır. Bun­ların delillerine gelince, hem konumuzu oluşturan âyetteki beyân, hem de şu tarihî olaylardır:

Kur'ân indirilmeden önce Hz. Muhammed'in (A.S.) okur-yazar olmadı­ğı, yani okuma-yazma öğrenmediği kesindir. İlim adamlarının bu hususta görüş birliği vardır. Kur'ân indikten sonra ise, Hz. Peygamberin (A,S.) oku­ma-yazma öğrenip öğrenmediğinde farklı tesbit ve görüşler söz konusudur. Şöyle ki:

1_ Tabiînden Mücahid diyor ki : «Kitap Ehli ke,ndi kitaplarında son peygamberin okur-yazar olmadığını görüp biliyorlardı. İlgili âyetle bilhassa onların dikkati bu açık alâmete çekiliyor.»

2_ en-Nekkaş bu konuda Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor: «Pey­gamber (A.S.) Efendimiz vefat etmeden önce okuma-yazmayı öğrenmemiş­tir.» Nitekim Resûlüllah'ın (A.S.), kendisini ziyarete gelen Uyeyne b. Hısn'a yazılı bir sahife okuduğu rivayet edilmektedir. [89]

3—  Berâ' hadîsinde ise, Hudeybiyye anlaşmasında Hz. Ali (R.A.) kâ-tipNk ediyordu. Anlaşmanın başına, «Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm. Bu. Al­lah'ın Resulü Muhammed'in uygun görüp yerine getirdiği bir anlaşmadır..» diye yazdığı, fakat müşriklerin, «Allah'ın Resulü» sözünü kabul edemiye-ceklerini bildirmeleri üzerine Hz. Ali'nin öfkelendiği ve «Vallahi ben bu cüm­leyi silmem» demesi üzerine Peygamber (A,S.) ona, o cümlenin yerini sor­du ve kalemi Hz. Ali'den alıp gösterilen cümleyi sildi, yani karaladı. Onun yerine «Muhammed bin Abdullah» yazıldığı rivayet edilir.

Bu rivayetten «Hz. Pe_ygamber'in (A.S.) kendi ismini, babasının ismini yazmasını biliyordu» neticesi çıkarılmıştır.

4—  Peygamber (A.S.) Efendimiz'in bazı hususlarda Allah'ın kendisine olan yüksek lûtfu sayesinde yazı yandığı olmuştur, şeklinde birtakım riva­yetler vardır.

Endülüs ilim adamları ise, Hz. Peygamber'in (A.S.) hiçbir zaman okuyup yazmadığını, yani okur-yazar olmadığını; aksini iddia edenlerin bü­yük günah işlediklerini belirtmişlerdir.

6— Kadı lyaz, Muaviye'den şu rivayeti nakletmiştir: «Muaviye kâtip­lik yaparken Hz. Peygamber (A.S.) ona: «Hokkayı yere koy, kalemi değiştir, (b) harfini doğru yaz. (sin) harfinin dişlerini iyice ayırıp belirli eyle. (mim)

harfini körleştirme. Allah ismini güzel yaz. Rahman ismini biraz uzat (yani nun harfinin kuyruğunu uzat). Rahîm kelimesini iyi yaz» diye emir ve tav­siyede bulunmuştur.» [90]

Sonuç olarak diyebiliriz ki: Hz. Peygamber (A.S.)ın sonraları okuma-yazma öğrendiği hakkındaki rivayetlerin hepsi zayıftır. Ümmî olduğu ise kesindir ve bu husustaki rivayetler sahihtir. [91]

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz Neden Okur-Yazar Değildi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in okur-yazar olmadığı hakkındaki rivayet­lerin sıhhat derecesi ağırlık kazandığına göre, bunun sebep ve hikmeti is­ter istemez insanın aklını kurcalamaktadır. Oysa konumuzu oluşturan 48. âyetle bu çok açık şekilde belirtilmekte ve her türlü şüpheyi bertaraf et­mektedir. Şöyle ki . «Sen bundan önce bir kitaptan okur değildin ve elinle de yazı yazar değildin; öyle olsaydın bâtılı savunanlar şüpheye düşerlerdi.»

Âyetteki ibareyi dikkatle incelediğimizde, Hz. Peygamber'in (A.S.) oku-ma-yazma öğrenmediği rahatlıkla anlaşılır. Onun ümmî olduğu dikkate alı­nınca, getirdiği kitabın büyük bir mu'cize olduğu daha da belirginleşir ve muarızlarını susturur. Zira en büyük ve kültürü de çok geniş bir ilim adamı­nın yazamıyacağı, hattâ çeşitli ilimlerde uzman bir kurulun ortaya koyamı-yacağı çok mükemmel bir kitabı, okur-yazar olmayan, ilim tahsil etmeyen ve mektep yüzü görmeyen; aksine çok cahil bir muhitte doğup büyüyen bir kimsenin dikte ettirmesi hiçbir zaman düşünülemez.

Eğer kutsal kitaplara benzer kitaplar yazmak mümkün olsaydı, bugüne kadar garazkârlar, maceracılar, sahte peygamberler binlerce kutsal kitap yazarlar ve bu suretle Kur'ân'ı silik hale getirip unuttururlardı.

Müselleme gibi, Kur'ân'ı taklît edip kendine göre âyetler dizen, sûreler meydana getirenler olmuşsa da, ancak mahdut sayıda kendi hayranları ta­rafından benimsenmiş ve ölümleriyle birlikte uydurdukları kitap da paçavra misali bir köşeye atılarak unutulmaya mahkûm edilmiştir. [92]

 

Kur'ân, Kendilerine İlim Verilenlerin Gönlünde Işıldamaktadır

 

«Bilâkis Kur'ân, kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde ışıl ışıl ışıldayan açık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder.»

Bu âyetle, Kur'ân-ı Kerîm'in daha çok gerçekçi ilim adamlarının kal­binde ve kafasında ışıl ışıl ışıldayacağı haber veriliyor. Bunun sebebi gayet açıktır. Şöyle ki : İlmi temel kabul eden ve ilim adamına lâyık olduğu değe­ri ve yeri veren Kur'ân, elbette ki ilim adamına ışık tutan, ana fikir veren, temel bilgiler sunan kudret ve muhtevadadır. On beş asır geriye gidip o çağdaki sosyal ve kültürel yapıları, ilmî hamle ve gelişmeleri gözden geçi­recek olursak, şu hakikat ile karşılaşırız: İlmî alanda ciddi hiçbir hamle ve gelişme yoktur. Astronomi, fizik, kimya, biyoloji, anatomi, pedagoji, tıp ve benzeri ilim dallarında yetişmiş ilim adamlarına dünyanın bir çok bölgele­rinde ve özellikle Arap Yarımadası'nda rastlamak mümkün değil. Gerçek bu olmakla beraber, Kur'ân'ın yansıttığı mükemmel hukukî sistem, özellikle asrımızda ilmî araştırmaların belirtilen ilim dallarında Kur'ân'ın taşıdığı te­mel bilgileri tasdîk etmesi bize neyi öğretmekte veya ne gibi gerçekleri ha­tırlatmaktadır? Hemen cevap verelim ki, Kur'ân'ın her cümle ve kelimesiyle Allah'tan indirildiğini, insan sözünün ona kanştırılmadığını ve Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu, bilimsel alanda getirdiği ana fikirlerin, temel bil­gilerin bir insanın kafasından çıkmayacak kadar kusursuz ve mükemmel bulunduğunu isbatlamakta ve Hz. Muhammed'in (A.S.) Allah'ın Resulü ol­duğunu, O'ndan alıp öylece tebliğde bulunduğunu hatırlatmaktadır.

Nitekim Asr-i Saadet'ten bu yana gecen her çağda hemen hemen bir­çok ilim adamları bu gerçeği görebilmiş ve bağlı bulunduğu dini bırakarak İsiâmiyeti din olarak seçmiştir. Son birkaç yıl içinde Batı ülkelerinde de il­mi sahada haklı şöhrete sahip olan Roger Garaudy, Maurice Bucaille ve emsali birkaç ilim adamının da Kur'ân'ın bütünüyle ilâhî olduğuna inandık­larını ve o yüzden İsiâmiyeti benimsediklerini ilân etmeleri bir gerçektir.

O halde Kur'ân'ın nasıl bir kitap olduğunu, nasıl bir kudret taşıdığını bilmek ve anlayabilmek için, ilim gözüyle ona eğilmek yeter. Tefsirimizin birçok yerinde Kur'ân'ın taşıdığı ilâhî kudreti yansıtan ve ilme temel teşkil eden âyetlerini açıkladığımızdan burada tekrar etmeyi, hacmimiz bakımın­dan uygun görmedik. [93]

 

Değişik Mu'cize İstenmesi

 

«Dediler ki: Ona (Muhammed'e) Rabbından birtakım mu'cizeler (veya baş­ka başka âyetler de) indirilseydi ya? De ki  Âyetler, mu'cizeler ancak Al­lah'ın yanındadır. Ben İse sadece acık bir uyarıcıyım.»

İslâm güneşinin parlaklığı karşısında gözleri kamaşan ve o yüzden gü­neşi göremeyen gözler, daha başka parlak belgeler ve açık mu'cizeler is­tiyorlardı. Oysa en büyük mu'cize ve belge olarak karşılarında iki şey bu­lunuyordu: Biri, insan sözünün kudret sınırını aşan, şâirleri, edipleri, bil­ginleri ve filozofları şaşırtan Allah Kelâm'ı olan Kur'ân; diğeri ise, okur­yazar bile olmadığı halde dünya tarihinde en büyük, en kalıcı inkılâbı ya­pan ve insanın her iki hayatını en güzel ve en uygun şekilde düzene sokan hükümlerle insanlığa seslenen Hz. Muhammed (A.S.)..

Kaldı ki Hz. Muhammed (A.S.) her istediğini, her istenileni yapan, ya­pabilen bir kimse değildi; böyle bir iddiayla da ortaya çıkmamıştı. O Al­lah'ın insanlara rahmet olarak gönderdiği son peygamberiydi; vahiy yo­luyla aldığını aynen tebliğ etmekle görevliydi. Mu'cize göstermek ise, Onun görevi değildi. Bütünüyle ilâhî kudrete bağlı bir tecelli olarak, bulunuyordu. O bakımdan Cenâb-ı Hak dilediği zaman peygamberinin dilinde veya elinde mu'cize tecelli ettiriyordu. Hem İslâm Dini, son ve cihanşümul olma özel­liğiyle daha çok akla, düşünceye ve ilme yer vermekte, meseleleri bu açı­dan değerlendirip insan idrâkine sunmaktadır, O bakımdan İslâm'ın ilk yıl­larında peygamberin peygamberliğini belgeler mahiyette birtakım mu'cize-lere yer verilmişse de, ondan sonra buna pek gerek görülmemiş ve Kur'ân'-ın kendisi her âyetiyle birlikte büyük ve kalıcı bir mu'cize olarak milletlere seslenmiş ve seslenmeye devam etmektedir.

Bu bakımdan günümüzde de İslâm'ın fevkalâdeliğini görmek ve anla­mak isteyenlere Kur'ân'ı dikkatle okumaları ve her âyetinin delâlet ettiği mana ve hükümleri bilimsel bir gözle incelemeleri tavsiye edilir. Zira Kur'­ân bütünüyle güzel ahlâkı, fazileti, adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği, daya­nışmayı, yardımlaşmayı, sınıf farkını kaldırmayı, zayıftan yana olmayı, zor-.bayı tesirsiz hale getirmeyi; iffetli, namuslu olmayı, aile çatısını bu iki kav­ramla örtüp içini sevgi ve saygı, edep ve terbiye, ilim ve irfanla süslemeyi emreder. Adalette sür'at ve eşitlikten yanadır. Toplum yapısında güven ve huzur havasını hâkim kılmayı ve otokontrol sağlamayı tavsiye eder. Beden­le ruh, dünya hayatıyla âhiret hayatı arasında köprü kurar ve bunları bir­likte yürütmemizi telkîne çalışır. Mal ve makamın amaç değil, araç olduğunu bildirir ve bu aracı ilâhi hoşnutluk doğrultusunda en faydalı biçimde değerlendirmeyi farz kılar. Ölümün silinip yokluğa karışmak olmadığını, dar bir evden daha geniş bir eve taşınma anlamında olduğunu, ruhun ebe­dî hayatı yaşayabilmesi için oranın şartlarına uyum sağlayacak yeni bir bedene kavuşturulacağını en doyurucu şekilde kalp ve kafalara işler.

Kısacası Kur'ân, Allah'ın mülkünde, O'nun gözetim ve denetimi altın­da, O'nun rızası doğrultusunda yaşamamızın plân ve programını vermekte; kendi başımıza buyruk olmadığımızı, Yüce Yaratan'ın tasarrufu altında bulunduğumuzu öğretmektedir.

İşte en büyük mu'cize; işte en doğru rehber; işte en şifalı reçete.. Cenâb-ı Hak bu gerçeğe işaretle 51, 52. âyetlerde şöyle buyuruyor:

«Bizim sana indirdiğimiz kitabın onlara karşı okunması kendilerine yet­miyor mu? Şüphesiz ki bunda imân eden bir millete rahmet ve öğüt vardır.

De ki: Aramızda şahit olarak Allah yeter; O göklerde ve yerde olanları bilir. Bâtıla inananlar ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte onlar zarara uğra­yanlardır.» [94]

 

Ayetler arasında bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kitap Ehli olan Yahudi ve Hiristiyanlarla, aşırı •taassuba kapılıp lüzumsuz tartışmalara; kırıcı, üzücü, nefret uyandırıcı mü­cadelelere girmenin doğru olmayacağı hatırlatıldı. Onlarla seviyeli, vakarlı ve bilimsel açıdan bazı konular üzerinde fikir teatisi yapılabileceğine işaret edildi. Sonra da kendilerine daha önce kitap verilenlerden gerçekçi ilim adamları üzerinde durularak onlardan bir kısmının tereddüt etmeden İs­lâm'ı din olarak seçtiklerine dikkatler çekildi. Arkasından, mu'cize isteyen­lere Kur'ân'ın en büyük ve en kalıcı mu'cize olduğu bildirilerek bu ilâhî ki­tabı bilimsel bir gözle incelemeleri tavsiye edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, va'dedilen ilâhî azabın hemen gelmesini acele is­teyen inkarcıların bû şaşkınca tutumları konu ediliyor. Dünya hayatının çok kısa olduğuna işaretle, istedikleri azabın âhirette onları çepeçevre ku­şatacağı hatırlatılarak ölmeden önce dönüş yapmaları isteniliyor. Aynı za­manda dünyada da bir gün ansızın kendilerine bir azabın gelebileceği be­lirtilerek ilâhî va'din şaka götürmeyeceği ihtar ediliyor. [95]

 

Meali:

 

53—  Senden azabın hemen inmesini isterler. Eğer belirlenmiş bir vak­ti olmasaydı, azap onlara hemen gelirdi ve elbette farkına varmadıkları halde (bir gün) azap kendilerine gelecektir.

54—  Senden azabın acele gelmesini istiyorlar, (aceleye gerek yok) Cehennem zaten kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.

55—  O gündeki azap, onları hem üstlerinden, hem ayaklarının altından çevirip kaplayacak ve «yaptıklarınıza karşılık (azabı) tadınf» denilecek.

 

Azabın Belirlenmiş Bir Vakti Vardır

 

«Senden azabın hemen inmesini isterler. Eğer belirlenmiş bir vakti olmasaydı, azap onlara hemen gelirdi..»

Tefsirimizde sık sık belirttiğimiz gibi, varlık âleminde mutlak bir plân hâkimdir. Her şey bu plâna göre programlanıp belirlenmiş ve yerine otur­tulmuştur. Hesapsız, kitapsız, plân ve programsız bir tasarruf söz konusu değildir. O bakımdan meydana gelecek her olay belli sebeplere ve hikmet­lere bağlanmış, illiyet prensibine göre düzenlenmiştir. Gelişigüzel, rastge-le hiçbir olay düşünülemez. O bakımdan her kişinin keyfine ve isteğine gö­re bir plân, herkesin arzusuna göre bir dünya yapılmamıştır. İlâhî plân ve program şaşmadan hedefine doğru gider. Ona uyanlar, plândaki yerini alıp yaratıldığı amaç ve hikmete yönelenler her iki âlemde de mutlu olurlar; uy­mayanlar ise kendilerine büyük haksızlıkta bulunurlar ki, bunun cezasını hem dünyâcta, hem de âhirette çekerler.

Mekkeli azgın putperestler, Kur'ân'ın uyarı ve tehdit mahiyetindeki açıklamasının hikmetini, amacının ne olduğunu anlayamadıkları için va'de-dilen azabın hemen inmesini alaylı bir tavırla istiyorlar ve bu açıdan Müs­lümanları üzmeye, güvenlerini sarsmaya çalışıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm on­lara cevap teşkil eden, mü'minlere de aydınlatıcı temel bilgi veren âyetler­le gereken hatırlatmada bulundu: «Eğer belirlenmiş bir vakti olmasaydı, azap onlara hemen gelirdi ve elbette farkına varmadıkları halde (bir gün) azap kendilerine gelecektir.»

Unutmamak gerekir ki, küfre karşı verilecek cezanın, kâfire inecek azabın belirlenmiş bir kertesi vardır. İnkâr ve azgınlık; gurur ve kibir gemi azıya alıp kâfiri o kerteye getirmedikçe azap inmez. İlâhî sünnet gereği, inkarcı azgın belli kerteye gelip dayanınca, sünnetullah sebepleri hareke­te geçirir ve çok geçmeden olan olur ve herkes lâyık olduğu cezayı görür. Bugüne kadar yıkılıp yok edilen kavim ve milletlerin tarihi, yıkılış sebepleri incelendiğinde hep bu sünnetin onlar aleyhine hükümferma olduğu görülür.

Böylece Kur'ân ilgili âyetle hem Mekkeli müşrikleri uyarmış, hem de yaşamakta olan inkarcı azgınları uyarmaktadır. [96]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, va'dedilen azabın hemen gelmesini isteyen in­karcı şaşkınlar uyarılıyor, aynı zamanda bu konuda mü'minlere aydınlatıcı bilgi veriliyor.

Aşağıdaki âyetlerle, Mekke'de çok sıkıntılı günler geçiren ve her gün saldırıya uğrayan mü'minlere, yeryüzünün geniş olduğu, sırası gelince Mek­ke'yi terkedebilecekleri işaret yoluyla bildiriliyor. Sıkıntılı günlerde de, fe­raha kavuşulacağı günlerde de Allah'a dosdoğru ibâdet etmeleri emredile­rek, hayatın asıl gayesi belirleniyor. [97]

 

Meali :

 

56—  Ey imân eden kullarım! elbette benim (size hazırladığım) yeryü­zü geniştir ve ancak bana ibâdet edin.

57—  Her canlı ölümü tadacaktır. Sonra da bize döndürüleceksiniz.

58—  İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları gerçekten altlarından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Cennet'in yüksek (hoş manzara­lı) kısımlarına yerleştireceğiz. (İyi-yararlı) amelde bulunanların mükâfatı ne güzeldir!

59—  Onlar (Dünya'da hem küfrün saldırısına, hem ibâdetin devamı­na) sabredip Rablarına güvenir ve dayanırlar.

60—  Hayvanlardan nicesi var ki, kendi rızıklarını (sağlayıp) taşıya­mazlar. Allah onlara da rızık veriyor, size de. O, işiten ve bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'de Allah'ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in (A.S.) pey­gamberliğine inandıkları ve kutsal Kabe'de «Tevhîd Meş'alesi»nin yeniden yanmasını arzu ettikleri için, zâlim müşrikler, özellikle ileri gelen şımarıklar tarafından işkenceye uğratılan, ekonomik ablukaya alınıp aç ve sefil bıra­kılan ve ibâdetleriyle alay edilen kimsesiz fakir mü'minler birçok sıkıntılar çektiler, ama imanlarından hiçbir şey feda etmediler; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i kendi haline bırakıp çekilmediler. Cenâb-ı Hak onlara hicret ruhsatı verir anlamda yukarıdaki âyetleri indirdi. Böylece hem ibâdete sım­sıkı sarılmaları ve kurtuluşun Hakk'a kullukta olduğu belirtildi, hem de ya­kın gelecekte çok şeylerin değişeceği, mü'minlerin başka bir yere hicret etmelerinin mümkün olacağı işaret yoluyla haber verildi. [98]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şehirler kasabalar Allah'ın şehri ve kasabasıdır; kullar da Allah'ın kul­larıdır. Artık ne yerde hayır elde edeceksen orada otur.» [99]

«Seyahat ediniz ki sıhhat bulup zengin olasınız.» [100]

«Sefere çıkınız ki kazanç sağlayasınız. Oruç tutun ki sıhhat bulaşınız. Savaşınız ki ganimete erişesiniz.» [101]

«Cennet'te öyle çardaklar var ki, dışı içinden, içi de dışından görünür. Cenâb-ı-Hak onları (muhtaçlara) yediren, güzel söz söyleyen, namaz ve orucun gereğine uyup yerine getiren, insanlar uyurken kalkıp ibâdet eden­lere hazırlamıştır.» [102]

 

Hicrete Ruhsat

 

«Ey iman eden kullarım! el­bette benim (size hazırladığım) yeryüzü geniştir ve ancak bana ibâdet edin.»

Bir ülke, ya da şehir ve kasabada geçim sıkıntısı başgösterir veya Al­lah'a dosdoğru ibâdet etme imkânı ortadan kalkar; din ve vicdan hürriyeti çiğnenir ve bunu düzeltmeye güc getirilmezse, o takdirde mü'min kişinin başka bir yere hicret etmesinde bir sakınca yoktur. Bunun dışında İslâm her zaman -şartlar elverdiğinde- seyahati teşvik etmiştir. Çünkü geçim sı­kıntısı aileyi; din ve vicdan hürriyetinin kısıtlanması veya kaldırılması kalbi ve ruhu sıkıp rahatsız eder. Oysa insanın dünya hayatında bu maddî ve manevî ihtiyacının karşılanması son derece lüzumludur.

Böylece Mekke'de her iki sıkıntıya ve hürriyetsizliğe maruz bırakılan ashab-i kiramın şartlar elverdiğinde başka bir ülkeye veya beldeye hicret etmelerine ruhsat verilmiş ve bu ruhsat aynı sıkıntıya mâruz kalan, benzeri şartlar içinde bulunan mü'minler için de geçerli bir hüküm olarak kalmıştır. [103]

 

Her Canlı Ölümü Tadacaktır

 

«Her canlı ölümü tadacaktır. Sonra da bize döndürüleceksiniz.»

Ölüm, hayat yolu üzerinde bir dönüm noktası, bir başkalaşma devresi ve eskiyen bedeni atıp yenisine kavuşma olayıdır. Çocukken ve genç yaşta bir hastalık, bir kaza sebebiyle ölüm dışında yaşlılıktan dolayı ölmek, önü­ne geçilmez bir kanundur, vakti gelince hükmünü yürütür. İlim, insan öm­rünü biraz uzatabilir, hastalıklara çare bulabilir, fakat ölüme asla.. Zira be­lirli bir cağdan sonra her canlının bütün organlarında düşkünlük görülmeye başlar. Vücudun madde ve enerji alışverişi yetersiz hale gelir. Böylece ih­tiyarlama sırasında organizmada meydana gelen değişikliklerin başhcaları şunlardır: Dokularda bozulma, kansızlık, kemiklerde kireç birikmesiyle ke­miklerin sertleşmesi ve yine kemiklerdeki değişiklikler sebebiyle boyun kı­salması, kan hücrelerinde mukavemetin azalması, kafanın küçülmesi, kalp­te büyüme, damar esnekliğinin azalması, karaciğerin ufalması, beyin ağır­lığının azalması, yağlamada değişiklikler..

Saydığımız değişmeler, türlü şekillerde kendini gösterir. Bunlar yavaş yavaş ortaya çıktığı gibi birdenbire de başlayabilir. Gençlikle ihtiyarlık ara­sında kesin bir çizgi yoktur.

İşte ölüm olayını hazırlayan sebeplerden önemli bir kısmını ilim adam­ları tesbit edip ortaya koymuş bulunuyor. Vücudun bu seyrini değiştirme­nin mümkün olmadığını yine ilmî tesbitler bize haber veriyor.

Ölüm olmasaydı, dünya hayatı bir baktma hikmetsiz kalır ve yerküre insanlara dar gelirdi. Böylece dünyada yaşamak bir işkence haline dönü­şürdü. Dünyanın alabileceği kadar insan yaratılmış olsa, o zaman da bizler ve milyarlarca insan hayat sahnesine çıkmazdık. Nesli devam ettirme ka­nunu olmaz, o sebeple de aile ve hısımlık bağları dumura uğrardı. Bunun gibi sayamıyacağımiz kadar sakıncalar doğar ve mutlak bir dengesizlik ve düzensizlik hüküm sürerdi.

Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak mutlak hikmet sahibidir; O'nun kudret elin­den çıkan her şey ölçülü, dengeli, düzenli, faydalı ve hikmete dayalıdır. An­laşıldığı gibi, dünya hayatının tadı, önemi ve anlamı ölümle ve âhiret ha­yatıyla belirginleşmekte ve anlaşılmaktadır; aynı zamanda bu iki ayrı âlem ve onlarla ilgili iki ayrı hayat birbirini tamamlamakta ve biri diğerinin hik-met-i vücudunu ortaya koymaktadır.

Diğer önemli bir husus da şudur: Varlıkta, insan dahil her şey, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin eseridir ve her şey eninde sonunda o kudrete döndürü­lecektir. Bu da ölüm olayı gibi değişmeyen bir kanundur. O halde Allah'ı bilen ve O'na kulluk edip emirlerine ve koyduğu nizama uyan kimse, ümit­le, şevkle ve hevesle O'na dönmeyi arzular. Bu da dünya hayatını bir iş­kence, mutlak bir ümitsizlik durumundan kurtarıp insanın kalbini ve ru­hunu büyük ümitlerle doldurur. Zira imân temeli üzerinde filizlenip gelişti­rilen sâlih amellere karşılık ikinci hayatta büyük mükâfatların hazırlandığı­nı, bizzat bizi yaratfp varlık alanına getiren Rabbımiz haber vermektedir.

Unutmamak gerekir ki, nîmet külfet mukabilindedir. Sonsuz nîmetlere erişip ebediyen mutlu olabilmek için, önce dünyaya getirilişimizin hikmet ve amacını bilmeliyiz. Sonra da hak uğrunda karşımıza çıkan birçok tehlike­lere, sıkıntılara göğüs gerip Allah'tan yardım beklemesini bilmeliyiz. İşte bu noktada çetin sınavlar bizi beklemekte ve başarılı bir hayat sürüp sür­mediğimiz bu merhalelerde ortaya çıkmaktadır.

Ashab-ı Kiram Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den aldıkları ilim ve ir­fanla bu gerçekleri çok iyi öğrenip benimsedikleri içindir ki, Mekke'de çok zorlu ve sıkıntılı günler geçirirken imân ve irfanlarından bir şey kaybetme­diler. Önlerine çıkan her sınavı başarıyla verip yollarına devam ettiler. Ce­nâb-ı Hak onları ve onların yolunda yürüyenleri şu âyetle ne güzel övüp müjdelemektedir: «İman edip iyi yararlı amellerde bulunanları gerçekten altlarından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Cennet'in yüksek (hoş manzaralı) kısımlarına yerleştireceğiz. (İyi yararlı) amelde bulunanların mükâfatı ne güzeldir! Onlar (dünyada hem küfrün saldırısına, hem ibâde­tin devamına) sabredip Rablarına güvenip dayanırlar.» [104]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Mekke'de aralıksız zulüm ve iftiraya uğrayan mü'-minlerin başka bir beldeye veya ülkeye hicret edebileceklerine işaret edil­eli; aynı zamanda kurtuluşun yakın olduğu dolaylı şekilde haber verildi. Al­lah'a kulluğun en büyük güven ve huzur kaynağı olduğu belirtilerek her hâl-ü kârda ibâdete devam edilmesi emredildi. Arkasından ekonomik ablukaya alınan mü'minlerin rızık konusunda da fazla ümitsiz olmamaları ha­tırlatılarak Cenâb-ı Hakk'ın her canlının rızkını hazırlayıp belli ölçü ve ka­nunlara bağladığı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Arap Yarımadası'nda ve özellikle Mekke'de yaşa­yan putperestlerin çoğunun Allah hakkında az da olsa bilgileri bulunduğu­na dikkatler çekiliyor, ancak putları Allah'a ortak koşmaları sebebiyle Tev-hîd İnancı'ndan kopup uzaklaştıklarına işaret ediliyor, Yukarıdaki beyân biraz daha genişletilerek, rızık taksiminde ilâhî plân ve programa değinile­rek aydınlatıcı bilgi veriliyor. [105]

 

Meali:

 

61—  Onlara, «gökleri ve yeri kim yaratmıştır; Güneş'i ve Ay'ı belli öl­çü ve düzende tutup buyruk altına kim almıştır?» diye sorsan, «Allah...» diyecekler. O halde (Hak'tan) nasıl çevriliyorlar?!

62—  Allah, rızkı kullarından dilediğine genişletir, hem de kısıp daral­tır. Şüphesiz ki Allah herşeyi bilendir.

63—  Yine onlara: «Kim gökten su İndirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltir?» diye sorsan, «Allah...» derler. De ki: «Hamd Allah'a mahsustur (övülmeğe hep O lâyıktır).» Ne var ki (insanların) çoğu bunu akletmezler.

 

İligîli Hadîs

 

«Ey insanlar! sizi cennete yaklaştıran, cehennemden uzaklaştıran ne varsa size ancak onunla emrettim. Sizi cehenneme yaklaştıran, cennetten uzaklaştıran ne varsa sizi ondan men'ettim.

Haberiniz olsun ki, Ruhu'l-emîn (Melek Cebrail) kalbime şöyle fısılda­dı: «Hiç bir canlı rızkını tastamam almadıkça ölmez.» O halde Allah'tan korkun, rızık aramakta güzel ve meşru yolu seçin.» [106]

 

Güneş Ve Ayın Baş Eğdirilmesi

 

«Onlara: gökleri ve yeri kim yaratmıştır; güneş ve ayı belli ölçü ve düzende tu­tup buyruk altına kim almıştır? diye sorsan, «Allah...» diyecekler. O halde (Hak'tan) nasıl çevriliyorlar?!»

Âyetin açık anlatımından, Arap putperestlerinin çoğunun Allah hak­kında az da olsa bir bilgileri olduğu anlaşılıyor. Zira Musevîlik ile İsevîli­ğin Arap Yartmadası'na girdiği ve sistemli olmasa bile Allah'ın varlığıyla ilgili birtakım bilgileri yaydıkları düşünülebilir. Aynı zamanda İbrahim Pey-gamber'in (A.S.) Hanîf Dini'nin izleri o yöreden tamamen silinmiş değildi. Abdülmuttallib Oğulları'ndan çoğunun bu din hakkında az bir bilgileri bu­lunduğunu siyerciler kaydetmişlerdir.

Ne var ki, Musevîlik'te misyonerlik yoktur. O bakımdan Yahudiliği yay­ma politikaları hiçbir zaman olmamıştır. İsevîliğe gelince, hem bölgede çok az ve güçsüzdü, hem de üç ilâh inancını ısrarla ve inatla benimsedikleri için «Tevhîd İnancı» oniar arasında da temelinden yara almış ve yerini put­perestliğe bırakmıştı.. O bakımdan Arap putperestleri Allah'ın varlığını kabul etmelerine rağmen, O'nu kemal sıfatlarıyla bilmiyor ve Âhiret İnan-cı'yla ilgili temel bilgilerden yoksun bulunuyorlardı.

İlgili âyetle Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin yüceliğine delâlet eden iki belge açıklanıyor: Biri, göklerin ve yerin yaratılması; diğeri güneş ve ayın yaratıldığı kanuna bağiı kalarak hizmetlerini sürdürmesi- Bu iki belgenin birer soru şeklinde putperestlerden sorulması emrediliyor. Böyle­ce putperest müşriklerin de gökleri ve yeri putların yaratmadığını; güneş ile ayı putların teshir etmediğini bildikleri açıklanmış oluyor.

Cenâb-ı Hakk'ın bu konuda uyguladığı metod, inkâra sapıkların aklı­nı harekete geçirip doğruyu ve hakikati araştırmalarını sağlamaya yönelik anlamdadır.

Güneş ve ayın baş eğdiriimesi, şüphesiz ki belli kanunlara bağlı tutu­larak insanların hizmetine verildiğine işarettir. Ne güneş kendiliğinden, ya­ni bir tesadüf eseri olarak dünya ile kendi arasında hesaplı bir mesafe bı­rakmıştır, ne de kendiliğinden bir bakıma tükenmez enerji kaynağı haline gelmiştir. Onun gibi yerküre de ne kendiliğinden hem kendi ekseni, hem de güneş etrafında iki ayrı hareket sürdürmektedir, nede kendiliğinden 23 derecelik bir meyil ile belli bir elips çizerek ayları, günleri ve yıllan meydana getirmektedir. Şüphesiz ki bunların hepsini belli bir plân ve programa göre düzenleyen yüksek bir kudret söz konusudur ki o da Allah'tır.

O halde Cenöb-ı Hak güneş ile ayı nasıl belli kanunlara bağlayıp ölçü­lü ve düzenli şekilde hizmete sevketmişse, rızık konusunda da bütün sebep ve imkânları, ortam ve şartları hazırlayıp elde edilme düzeyine getirmiştir. Gerisi insanların bilgi, görgü, tecrübe, beceri ve gayretine bırakılmıştır. Herkes bu hususlardaki yeteneğine göre, rızkını sağlar. Yetenekler farklı olduğu gibi, rızkı elde etme de oldukça farklıdır: Kimi çok, kimi az elde edebilir. Bulunduğu beldede geçim sıkıntısı çeken bir kimse için yeryüzü geniştir, başka bir beldeye gitmek suretiyle rızkını arayabilir. Zira Cenâb-ı Hak gökten üzerimize altın ve gümüş yağdırmaz; güneşi, bulutları, hava­yı, toprağı ve birçok kaynakları hizmetimize sevkeder. Öyle ki, ortada un var, şeker var, yağ var; ama bunların helva haline getirilmesi biz insanlara bırakılmıştır.

O nedenle rızik hususunda hiç kimse Cenâb-ı Hakk'ı suçlayamaz. Ce­nâb-ı Hak yeryüzünde kusursuz bir denge ve düzen meydana getirmiş; in­sanoğlu yaratılmadan önce dünya onun yaşamasına elverişli kılınarak bü­tün kaynaklar ve imkânlar hazırlanmıştır. Bunun yanısıra insana, bu kay­nak ve imkânlardan yararlanacak kadar akıl, idrâk, zekâ ve birtakım yete­nekler de verilmiştir. Bir yerde sıkıntı ve geçim darlığı varsa, başka bir yer arayıp bulmak da insanın hür irâdesine bırakılmıştır.

Gerçek bu olunca. Cenâb-ı Hak her an övülmeğe lâyıktır. O, ilâhlığına yakışanı kusursuz yapıp hazırlamıştır. Biz de insanlığımıza ve kulluğumuza yakışanı yapmakla yükümlü bulunuyoruz.

Allah'ın rızkı dilediğine geniş tutmasının, hem de kısıp daraltmasının anlamı işte budur. Öyle ki, aklını zekâsını kullanıp kaynaklardan faydalan­ma yollarını arayanlara rızık kapısı alabildiğine genişler; aramayanlara ve aklını, yeteneğini kullanmayanlara da daralır. Aslında genişleten ve daral­tan Allah değil, biz insanlarız. Allah'ın genişletip daraltması ise, hazırlayıp istifademize sevkettiği nimetleri bilip değerlendirmemizle orantılıdır. Ne var ki insanların çoğu bu gerçeği akletmez ve kusuru ilâhî düzenlemede arar. [107]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, Arap Yarımadası'nda yaşayan putperestlerin ço­ğunun Allah hakkında, yani onun varlığı hususunda az da olsa bilgi sahibi bulundukları hatırlatıldı ve bu açıdan hareketle akıllarına ışık tutularak gerçeği arayıp bulmaları istendi. Rızık konusunda ilâhi plâna işaretle te­mel bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, dünya hayatının önemsizliği üzerinde duruluyor. Kalıcı olmayan bir şeye bağlanıp gönül vermenin insanı saadete götürme­yeceğine işaret ediliyor. Özellikle Mekkeli müşriklerin, kutsal Kabe'ye sa­hip oldukları halde bu yüksek nimetin kıymetini bilmeyerek orayı puthane yapmaları üzerinde durularak, ne kadar nankör oldukları belirtiliyor. Sonra da insan fıtratındaki din ve Allah duygusuna dikkatler çekilerek inkarcıla­rın çok iyi düşünmesi gerektiğine atıf yapılıyor. İnandıktan sonra Allah'ın rızası doğrultusunda mücadele edip hizmet verenler övülüyor. [108]

 

Meali:

 

64—  Bu Dünya hayatı bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise gerçek hayatın kendisidir. Bunu bîr bilselerdi!.

65—  Gemiye bindikleri zaman, dini dindarlığı Allah'a has kılarak sa­mimiyetle O'na dua edip yalvarırlar. Kendilerini kurtarıp karaya çıkarınca bir de bakarsın onlar (Allah'a) ortak koşarlar.

66—  Böylece kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etsin­ler ve bir süre yararlanıp geçinsinler; ileride (bunun nasıl bir kötülük ve şuursuzluk olduğunu) bileceklerdir.

67—  Görmediler mi ki, çevrelerindeki ve civarlarındaki İnsanlar kapı­lıp (malları) yağma edilirken, biz (Mekke'yi) güven verici bir Harem yaptık. Onlar hâlâ bâtıla inanıyor, Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?!

68—  Allah'a karşı yakışıksız isnatta bulunup yalan uyduran veya hak (olan Kur'ân ve Peygamber) kendisine gelince O'nu yafan sayandan daha zâlim kim vardır? Cehennem'de kâfirlere bir konak yok mudur?

69— Bizim hoşnutluğumuz doğrultusunda cihâd edenleri elbette yol­larımıza iletiriz. Şüphesiz ki Allah iyiliği, güzelliği huy edinenlerle beraber­dir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Dünya tatlıdır ve yeşilliktir. Kim ondan hak ölçülerine göre alırsa, o ona mübarek kılınır. Dünyaya nice dalan kimseler vâr ki nefsi iştiha du­yar da âhirette ona ateşten başka bir şey yoktur.»[109]

«Dünya yeşilliktir ve tatlıdır. Kim ondan helâlından kazanır da hak öl­çüsüne göre harcayıp yedirirse, ona karşılık Allah ona sevap verir ve onu cennetine eriştirir. Kim de dünyadan helâlinin gayrisinden kazanır da hak ölçüleri dışında harcarsa, Allah ona horluk, hakîrlik yurdunu helâl kılar (oraya müstahık olur). Allah ve Peygamberi'nin (meşru saymadığı) mala dalan nice kimseler var ki, kıyamet gününde onlara ancak ateş vardır.» [110]

«Dünya, (âhiretteki makamına nisbetle) mü'mine zindan; kâfire de (ce­hennemdeki yerine nisbetle) cennettir.» [111]

 

Dünya Hayati

 

«Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyun-dan başka bir şey değildir..»

Dünya, âhiret yolu üzerinde bir uğraktır. İnsan ruhu yaratıldığından be­ri yolculuk halindedir. Son durağı âhiret âleminde ya cennet, ya da cehen­nemdir.

Bu uğrakta bir süre kalmamız, hayatın tadını almamız; anlam ve hik­metini öğrenip kavramamız gerekmektedir. Zira ancak böylece âhiret ha­yatına daha şuurlu hazırlanabiliriz ve oradaki sonsuz nimetlerin kıymetini ancak bu yoldan anlayıp takdir edebiliriz.

O halde dünya, âhiret yurduna hazırlık dönemidir. İnsan ömrü kısa­dır; ve her gün aynı şeylerin tekrarından, bir bakıma eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Nitekim insanoğlunu eğlendiren oyun ve eğlenceler de her gün tekrarlanmaktadır.

Dünya'yı mutlu bir hayatın son durağı görmek, şüphesiz ki ondan mak­sat ve amacın, hikmet ve gayenin ne olduğunu idrâk etmemek demektir. Zira ölümlü ve ıstıraplı bir hayat hiçbir zaman son durak değil, son dura­ğın yolu üzerinde bir uğraktır. İnsan uğrak için değil, sonsuz bir hayat için yaratılmıştır. Ona verilen kısa ömür içinde, ancak dünya hayatından mak­sat ve hikmetin ne olduğunu; niçin yaratılıp varlık alanına getirildiğini, kendisini yoktan var kılıp hayat düzeyine getiren yüce yaratanın âlemlerin, Rabbı bulunduğunu anlayıp öğrenebilir. O bakımdan boşuna harcayacak bir saatimiz biie yoktur diyebiliriz.

Böylece İslâm Dini dünyayı bırakmamızı, ona hiç önem vermememizi telkin etmiyor; bilâkis kısa ömrümüz süresinde her iki hayatı birden kucak­lamamızı ve dünyadan meşru ölçülerde yararlanmamızı, fakat onu hiçbir zaman amaç edinmememizi emrediyor. [112]

 

Din Ve Allah Duygusu İnsanda Fıtrîdir

 

«Gemiye bindikleri zaman, dini, dindarlığı Allah'a has kılarak samimiyetle O'na duâ edip yalvarırlar. Kendilerini kurtarıp karaya çıkarınca, bir de bakarsın onlar (Allah'a) ortak koşarlar.»

Dünya hayatıyla yetinip ondan amaç ve hikmetin ne olduğunu hesaba katmayan şüpheci şaşkınlar, Allah'ı ve âhireti pek hatırlamazlar. Ama bir gün gemiye binip tehlikeyle burun buruna gelince, içlerinde doğuştan var olan, fakat nefis, şehvet ve dünyalık örtüleriyle belirsiz hale gelen din ve Allah duygusu kıpırdayıp harekete geçer ve kişi bir anda Hakk'a teslimiyet havasına girip duâ ve niyaza başlar. İçindeki fıtrî duygu o anlarda onun nefsine, şehvetine ve dünyalığa sed çeker ve kendini ortaya çıkararak.  «Allah'ı hatırla, O'nu ferahlık günlerinde de, sıkıntılı ve tehlikeli anlarında  da anmayı unutma» diye fısıldar. Karaya çıkıp selâmete erince Allah'ı unu­tup kendi cesaretlerini, beceri ve maharetlerini ve birtakım eşyayı O'na or­tak koşarlar.

Kur'ân-ı Kerîm bu incelik üzerinde dururken, insan aklını fıtratındaki cevhere, diğer bir anlatımla, mayaya çekerek onu harekete geçirmek is­ter. Zira insan, bütün bu gerçekleri incelik ve ayrıntılarıyla birlikte anlaya-bilecek yetenekte yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak hiç bir eşya ve canlıya lâyık görmediği üstün nimetleri insanoğluna lâyık görmüş ve onu mükerrem ya­ratmıştır. Bu iltifata rağmen insanın, Yaratan'ı hakkında şüpheye düşme­si veya O'nu inkâr etmesi çok düşündürücüdür. Cenâb-ı Hakk'ın böyle bir nankörlüğü cezasız bırakacağı söylenemez. Meğer ki kişi ölmeden önoe dö­nüş yapar da ilâhî mağfireti dilerse, Allah elbette ki Gafur ve Rahîm'dir. [113]

 

Mekkeli Müşriklerin Nankörlükleri

 

«Görmediler mi ki, çevrelerindeki ve civarlarındaki insanlar kapılıp (mal­ları) yağma edilirken, biz (Mekke'yi) güven verici bir Harem yaptık. Onlar hâlâ bâtıla inanıyor, Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?!»

Cenâb-ı Hak kendisine ibâdet edilmesi için ilk mabedin Mekke'de ya­pılmasını diledi. Bununla o beldeyi «Tevhîd İnancı»nın yeşerip da! budak salacağı, ülkeleri aydınlatacağı bir merkez yaptı. Böylece orayı «beldeler anası» veya «beldeler aslı ve merkezi» anlamına gelen «Ümmu'l-kurâ» adıyla şereflendirdi. Kutsal Kabe'yi güven yeri ilân etti. Böylece Arap Ya-rımadası'nda yaşayan kabileler arasında vuruşma, tecavüz, haklara say­gısızlık ve güvensizlik kol gezerken Mekkeli'ler Kabe sayesinde güven için­de yaşıyorlardı. Ne yazık ki kendilerine verilen bu yüksek değeri, şeref ve izzeti anlayamadılar; Kabe'nin Rabbını bırakıp putlara taptılar ve o kutsal yeri bir bakıma puthane haline getirdiler. Yıkılıp şekil değiştiren «Tevhîd İnancı»nı yeniden ihya edecek, dünyadaki küfür, şer ve fesadı; zulüm ve tuğyanı durduracak Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'e (A.S.) düşman kesildiler; O'na inananlara işkencede bulundular; Allah'a iftira ettiler; pey­gamberi (A.S.) yalanlayarak zâlimlerden oldular.

İlgili âyetlerle Harem sakinleri bu nankörlüklerinden dolayı kınanıyor, uyarılıyor ve dünyada da, âhirette de bunun hesabının ağır olacağı haber verilerek, bundan böyle o kutsal beldede benzeri kötülüklerin işlenmeme­sine dikkatler çekiliyor.

Cenâb-ı Hak kalıcı tehdît ve ihtarını şöyle açıklamaktadır:

«Allah'a karşı yakışıksız isnatta bulunup yalan uyduran veya hak (olan Kur'ân ve peygamberi) kendisine gelince onu yalan sayandan daha zâlim kim vardır? Cehennem'de kâfirlere bir konak yok mudur?» [114]

 

Allah Yolunda Cihâd Edenler

 

«Bizim hoşnutluğumuz dogrultusunda cihâd edenleri elbette yollarımıza iletiriz. Şüphesiz ki Allah iyi­liği, güzelliği huy edinenlerle beraberdir.»

Allah sözü daha yüce olsun, küfür ve azgınlık durdurulsun, fitne ve fe­sat önlensin ve Allah'ın insanlara son mesajı olan İslâmiyet dimdik ayak­ta dursun diye savaşmak, gerçek anlamıyla «cihâd»dır.

Bu anlam düzeyinde insanlığın kurtuluş ve mutluluğu; dünya ve âhi-ret saadetine erişmesi için savaşmak ne büyük şereftir. «Allah vardır ve birdir» sözünü, inancını kalp ve kafalara enjekte etmek jcin tebliğ ve irşat­ta, eğitim ve öğretimde bulunmak ne yüce hizmettir!

İşte ilgili âyetle, anlatılan dava ve amaç bu gerçekleri yansıtmakta ve cihâdın gerçek anlamına işarette bulunulmaktadır.

Bilindiği gibi, cihâd, «cehd» ve «cühd» kökünden türetilen bir isimdir. Kökü itibarıyla şu manalara delâlet eder:

a)  Güç ve takati kullanmak,

b)  Meşakkat ve sıkıntıya katlanmak,

c)  Gayeye erişmek, sonuç almak,

d)  Çalışıp çabalamak, mevcut gayret ve enerjiyi sarfetmek,

e)  Denemek ve sınavdan geçirmek,

f)  Hastayı halsiz bırakmak,

g)  Sütün yağını olduğu gibi çekip almak, h) İştiha duymak..

İşte Cenâb-ı Hakk'ın sözünü ettiği gerçek cihâd, bütün bu mana ve amaçları kendinde taşımaktadır. Mücahid olan mü'min, belirtilen vasıflara lâyık olmaya çalışan ve sonuç elde eden kimsedir.

Şunu da belirtelim ki, cihâdın manası, sadece silah alıp düşmanla vu­ruşmak değildir. Günün şartlarına, milletlerin tekâmül ve tutumuna; Mim ve tekniğin kaydettiği gelişmeye göre, fikirle, kalemje, sözle, kitapla, yayım organlarıyla; tahsilli, kültürlü kadrolar yetiştirmekle ve gerektiğinde mo­dern silahlarla cihâd yapılır ve  böylece asıl amaca hizmet edilmiş olunur.

O sebeple Kur'ân'da «Allah için, Allah yolunda cihâd» sözleri kullanı­lırken, meşru olan her vasıtaya baş vurup küfrü, tuğyanı, dinsizliği, şer ve fesadı, saldırı ve işkenceyi durdurmaya çalışmanın da gerçek anlamda cihâd olduğuna işaret edilmekte ve bu kavram üzerinde dikkatle durmamız ilham edilmektedir.

Bu bakımdan ilim adamlarımızın çoğuna göre, cihâdın bir diğer ve­rimli ve feyizli yanı, amaca en uygun olanı; imân temeli üzerinde sâlih amel­lerde bulunup iyiliği, faydalı olmayı, örnek bir insan seviyesine gelmeyi ve din kardeşliğini geliştirmeyi görev bilerek bu uğurda üstün gayret sarfet-mektir. Zira Allah böyle olan mü'minlerle her zaman beraberdir.

Ankebût Sûresi'ne, «İnandık dedikten sonra insanları çetin sınavların beklediği» hikmetli ve düşündürücü sözle başlanmakta ve Allah yolunda cihâd edenlerin inayet ve rahmet, başarı ve güven yollarına eriştirileceği; aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın, sâlih amellerde bulunup iyiliği, güzelliği huy edinenlerle beraber olduğu belirtilerek sûre noktalanmaktadır.

Bu sûrenin de tefsirine bizi muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-u se­nalar olsun. Şerefli hadîsleriyle Kur'ân'ı bize açıklayan Sevgili Peygamberi­mize de salât-u selâmlar olsun.. [115]

 



[1] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 13/323

[2] Lübabu't-te'vîl : 3/416

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4594.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4594-4595.

[4] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl : 3/416- Câmi'u'l-Beyan Fi Tef-sîri'l-Kur'ân :  19/83

[5] Lübabu't-te'vîl : 3/416

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4597.

[7] Müsned-i Ahmed: 5/111- 6/395

[8] Buharî/maraz: 2, 3, 13, 14, 16- Müslim/birr: 45- İbn Mâce/fiten: 23- Dâ-remî/rikak: 57- Ahmed: 1/381, 441, 455

[9] Tirmizî/zühd: 57- îbn Mâce/fiten: 23- Dâremî/rikak : 67- Ahmed; 1/173, , 180, 185

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4598-4599.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4599.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4599-4600.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4600.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4601.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4601-4602.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4603.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4603.

[17] Tefsîr-i Kurtubî: 13/328

[18] Lübabu't-te'vîl: 3/417

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4604-4605.

[19] İbn Mâce/cihad : 40- Ahmed:  1/400, 409- 5/325, 429

[20] Buharî/ahkâm; 4* ahad:  1, mağazî: 59- Müslim/imaret: 30, 40- EbÛ Dâ-vud/cihad: 87- Nesâî/bey'at:  34- Ahmed:   1/82, 94, 124

[21] Müslim/imaret: 39- Ebû Dâvud/cihad: 87- Nesâî/bey'at: 34- îbn Mâce/ cihad: 40- Ahmed:  1/129, 131- 4/426, 427, 436- 5/67

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4605.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4605-4606.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4606-4607.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4607.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4608.

[26] Tefsîr-i Kurtubî:  13/330

[27]Tefsîr-i Kurtubî:  13/330

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4609.

[28] Müslim/ilim:   15, zekât:  69- Nesâî/zekât.:  64- Ahmed:  4/357, 359, 361

[29] Müslim/ilim:  15, zekât:  69- Nesâî/zekât:  64- Ahmed: 4/357, 359, 361

[30] Müslim/ilim:  16- Buharî/i'tisam: 15- Tirmizî/ilim: 15- îbn Mâce/mukad-deme: 14- Taberânî/Kur'ân: 41

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4609-4610.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4610-4611.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4611.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4611-4612.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4612-4613.

[35] Tevrat/Tekvîn : 9/29

[36] Tefsîr-i İbn Kesîr : 3/407- Tefsîr-i Kurtubî:  13/333  

[37] Tevrat/Tekvin : 9/28                                           

[38] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî :  13/332, 333, 334

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4613-4614.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4615-4616.

[41] Nuh Sûresi: 26, 27

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4616.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4617.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4618-4619.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4619.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4620.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4621.

[48] Âl-i İmrân Sûresi: 59

[49] Bakara Sûresi: 117

[50] Bilgi için bak: Ğâfir Sûresi : 68, Âl-i İmrân Sûresi: 47, Nahl Sûresi: 40, Meryem Sûresi : 39, Yâ-Sîn Sûresi: 82. âyetlerin tefsiri

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4622-4623.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4624-4625.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4625.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4625.

[55] Bu konuda geniş bilgi için bak : Enbiyâ Sûresi: 50-73. âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4627-4628.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4628-4629.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4629.

[58] Tirmizî/tefsîr :   2/29-  Müsned-i Ahmed :   4/24

[59] Sa'lebî: Muaviye'den - Tefsîr-i Kurtubî: 13/342

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4632.

[60] Bilgi için bak :  Hûd Sûresi :  70-89, Hicr Sûresi:  59-61, Hac Sûresi:  43, Şuârâ Sûresi: 160-167, Nemi Sûresi: 54-56, A'raf Sûresi : 80, Enbiyâ Sûresi: 71-74..

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4632-4633.

[62] Bu konuda bilgi için bak : Tevrat/Tekvîn : 19/1-28

[63] Încil/Luka :  17/28, 29

[64] Hûd Sûresi:  82, 83

[65] Hicr Sûresi: 73, 74

[66] Tevrat/Tekvîn :  19/23-25

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4633-4634.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4634-4635.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4635.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4636-4637.

[71] Geniş bilgi için bak: A'raf Sûresi: 65-72. âyetlerin tefsîri

[72] »»»»»         >         »»         »             »

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4637-4339.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4639.

[75] Hafız Bezzar - Lübabu't-te'vil :  3/423

[76] Müsned-i Ahraed : 2/447

[77] Sahîh-i Müslim: Ebû HÜreyre (R.A.)den

[78] Müslim/zikir : 38, 39- Ebû Dâvud/vitir:  14- Tirmizî/Kur'ân:  10- Ahmed: 2/252, 407-3/92

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4641-4642.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4642-4643.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4643-4644.

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4644-4645.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4645.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4646.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4647.

[85] Buharî/tefsîr;  11/2, i'tisam:  25, tevhîd : 51

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4649.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4649-4650.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4650-4651.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4651-4652.

[89] İbn Atıyye, bu rivayetin zayıf olduğunu belirtmiştir.

[90] Tefsîr-i Kurtubî: 13/353. Ancak imam Kurtubî bu rivayetin sahîh olma­dığını belirtmiştir.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4652-4654.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4654.

[93] Bu konuda bilgi için bak : Enbiyâ Sûresi : 23, 30; Nemi Sûresi: 88; Yâ-Sîn Sûresi; 40; Rahman Sûresi: 10, 17, 18-20; Kıyamet Sûresi: 4. âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4655.

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4656-4657.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4657.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4658-4659.

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4659.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4660-4661.

[99] Müsned-l Ahmed : 1/166

[100]          >             >        : 2/380

[101]           >             »      ; Ebû Hüreyre (R.A.)den

[102]        »             >     : 2/173- 5/343

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4661.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4661-4662.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4662-4663.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4663-4664.

[106] İbn Mâce/ticarat: 2

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4665.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4665-4667.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4667.

[109] Tirmizî/fiten: 26, zühd: 41- îbn Mâce/fiten: 19- Dâremî/rikak : 37- Ah-: 3/7, 19, 22, 46, 61- 6/68

[110] îbn Hibban- Camiussağîr :   1/17

[111] Müslim/zühd:   1- Tirmizî/zühd:   16-  Îbn Mâce/zühd:   3-  Ahmed:   2/197, 233, 379, 485

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4669.

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4669-4670.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4670-4671.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4671.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4672-4673.