Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Allah'ı Âciz Bırakmak Mümkün Değildir
Allah'a Kavuşmayı Gönülden Arzulamak
İşlenilen İyiliklerin En Güzeliyle Mükâfatlandırma
Allah'a Karşı Günahı Gerektiren Hususlarda Kimseye İtaat Edilmez
Salih Ameller (İyi Yararlı İşler)
15— Biz onu da gemide bulunanları
da kurtardık ve bu olayı bütün milletlere ibret ve öğüt kıldık.
Hakkı Kabul Ettirmenin Zorluğu
Nuh Peygamber'in (A.S.) Çok Yaşaması
İnkarcı, Zalim Bir Kavmin Sonu
Peygambere Düşen Görev, Açık Tebliğdir
Hayatın Nasıl Başladığını Araştırmamız Emrediliyor
Hakk'a Davete Karşi İnkarcı Azgınların Tepkisi
İbrahim Peygamberin (A.S.) Hicret Etmesi
Sodom İle Gomorra'nın Yıkılması
Medyenli'ler Ve Şuayb Peygamber
Musa Peygamber Ve Üç Tip İnsan
Yaratanı Bırakıp Yaratılanı İlâh Edinmek
İlâhî Misalleri Ancak İlim Adamları Düşünüp Akleder
Göklerin Ve Yerin Hak Üzere Yaratılması
Ve Her Konuda Namazın Yeri Ve Önemi
Kitap Ehli'yle Seviyeli Tartışma
İslâm, Kutsal Kitapların Hak Olduğuna İnanmayı Emreder
Peygamber (A.S.) Efendimiz Neden Okur-Yazar Değildi
Kur'ân, Kendilerine İlim Verilenlerin Gönlünde Işıldamaktadır
Azabın Belirlenmiş Bir Vakti Vardır
Din Ve Allah Duygusu İnsanda Fıtrîdir
Mekkeli Müşriklerin Nankörlükleri
Örümcek ağının
dayanıksızlığı benzetme yoluyla misal verildiğinden, sûreye «örümcek» anlamına
gelen «Ankebût» adı verilmiştir.
Sûrenin Mekkî ve
Medenî olduğunda farklı tesbit ve görüşler ortaya çıkmıştır. Şöyle ki:
el-Hasan, İkrime, Atâ' ve Câbir'e göre tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbas
(R.A.)dan yapılan iki rivayetten birine göre, tamamı Medine'de inmiştir. Katade
de-aynı görüştedir. İbn Abbas'dan (R.A.) yapılan ikinci rivayette ise, sûrenin
baş kısmındaki on âyet dışında tamamı Mekke'de inmiştir. Hz. Ali'ye (R.A.)
göre, sûre Mekke ile Medine arasında inmiştir.[1]
Âyet sayısı
: 99
Kelime :
980
Harf : 4169[2]
1— Mü'minlerin imanlarında sadık olup
olmadıklarının ortaya çıkarılması için devamlı sınavdan geçirildikleri
belirtiliyor.
2— Allah yolunda cihadın önem ve yararı üzerinde
duruluyor.
3— İyiliklerin kötülükleri temizleyeceğine
dikkat çekiliyor.
4— Ana-babaya iyilik etmemiz emrediliyor.
5— Münafıklarla kâfirlerin tutumları konu
ediliyor ve mü'minlere olan ilgilerinin ölçü ve anlamına yer veriliyor.
6— Altı peygamberin kıssalarından önemli
safhalar, ibretli parçalar anlatılıyor.
7—
Mü'minlerle kâfirlerin karşılıklı delil getirmeleri ve o yüzden mü'minlerin o
gibi inatlaşa tartışmalardan men'edildikleri bildiriliyor.
8— Mu'cizenin doğruluğu ve onunla peygamberliğin
isbatı hakkında biigi veriliyor.
9— İnkarcı sapıkların tehdît edildikleri azabı
istemede acele etmelerine atıf yapılarak bunun nedeni açıklanıyor.
10— İçinde fitne ve fesadın çıkıp yaygınlaşmaya
yüz tuttuğu bir ülkeden, şartlar elverdiği takdirde hicret edilmesinin gereği
üzerinde duruluyor.
11— En güzel ve mutlu sonucun mutlaka mü'minler
için hazırlandığı müjdeleniyor.
12— Gerçek ve hakiki hayatın, âhiret hayatı
olduğu işlenerek mü'minler bu konuda aydınlatılıyor.
13— Kureyş Kabilesi'nin nankörlüğü konu ediliyor. [3]
1— Elif - Lâm - Mîm.
2— İnsanlar, «inandık» demeleriyle kendi
hallerine terkedileceklerini, çetin sınavlardan geçirilmiyeceklerini mi
sanırlar?
3— And olsun ki onlardan öncekilerini de çetin
sınavlardan geçirmi-şizdir. Allah, elbette doğru olanları da bilir, yalancıları
da bilir.
4— Yoksa o çeşitli kötülükleri işleyenler bizi
(âciz bırakıp) geçeceklerini mi sanırlar? Hükmettikleri şey ne kötü!
5— Kim Allah'a kavuşmayı umarsa, elbette Allah'ın
belirlediği ecel (ölüp O'na kavuşma saati) gelecektir. Allah işiten ve
bilendir.
6— Kim (Allah yolunda, Allah sözü daha yüce
olsun diye) cihâd ederse, o gerçekten kendi lehine cihâd etmiş olur. Çünkü
Allah elbette âlemlerden müstağnidir (hiç kimsenin cihâd etmesine ihtiyacı
yoktur).
7— İmân edip iyi-yararli amellerde bulunanların
şüphesiz ki kötülüklerini (tevbeleri sebebiyle affedip) örter ve temizleriz ve
yaptıklarını en güze I iyi e mükâfatlandırırız.
Hicretten sonra
Mekke'de yaşayanlardan bazı kimselerin Allah kalplerini yumuşattı da İslâm'a
ısındılar ve arkasından Hz. Muhammed'in (A,S.) getirdiği esaslara inandılar.
Onların bu olumlu kararlarını duyan Medine'deki mü'minler onlara: «Medine'ye
hicret etmediğiniz takdirde ne ikrarınız, ne de İslâmiyet! din olarak seçmeniz
makbul tutulur» diye haber gönderdiler. Bunun üzerine onlar hicret etmek üzere
yola çıkınca azgın müşrikler yollarını kesip/ yalnız engel olmakla kalmayıp bir
de işkencede bulundular. O yüzden yeni müslümanlar hicret edemediler.
Yukarıdaki âyetler onların bu halini tasvîr eder anlamda inince durum
kendilerine bildirildi. Bunun üzerine tekrar hicrete karar verdiler ve engel
olanlarla gerekirse vuruşacaklarını söylediler. Sonunda o yüzden onlarla
kendilerine engel olanlar arasında vuruşma meydana geldi; kimi şehit, kimi de
gazi oldu. 0 sebeple de Nahl Sûresi'nin 110. âyeti şu mealde indi: «Sonra
çeşitli işkence ve eziyete uğratılan, ardından hicret eden; sonra da Allah
yolunda savaşan ve sabreden kimseler için şüphesiz ki Rabbın çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir.» [4]
Ibn Abbas'a (R.A.) göre : Bu
âyetler, müşriklerden eza ve cefa gören Seleme b. Hişam, İlyas b. Ebî Rebi'a,
Velîd b. Velîd, Ammar b. Yâsir ve benzeri mü'minler hakkında inmiştir. [5]
Onları teselli etmekte ve müjdelemekte olan bu âyetler, yakın gelecekte
mü'minlerin başarıya erişeceğine işarette bulunmaktadır. [6]
İlk müslümanlardan
Habbab b. Eret (R.A.) anlatıyor: «Müşriklerin bize yaptığı eza ve cefadan çok
tedirgindik. Kabe'nin gölgesinde üstlüğünü yastık yapıp ona dayanarak
gölgelenmekte olan Resûlüllah (A.S.) Efendimize gittik ve «bize yardımcı olamaz
mısın, bizim için duâ etmez misin?» diyerek dert yandık. O bize şöyle buyurdu:
«Sizden önceki mü'min kişi yakalanır, kazılmış çukura atılır, sonra da testere
getirilip başının üstüne konularak ikiye bölünür ve demir tarak getirilip
etine ve kemiğine geçirilirdi, buna rağmen dininden dönmezdi, yani bu elîm
azap onu dininden döndüremez-di. Allah'a and olsun ki, bu dâvamız tamamlanıp
başarıya erişecektir. O kadar ki, süvari bir kişi San'a'dan kalkıp Hadremevt'e
gidecek ve Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır ve koyunları hakkında
da kurttan (canavardan) endişe duymayacaktır. Ama ne var ki, siz pek acele
ediyorsunuz.»[7]
Ebû Saîd el-Hudrî
(R.A.) anlatıyor:
— Peygamber (A.S.) Efendimizin yanına
girdiğimde onu (sıtma) ateşi içinde gördüm. Elimi kendisine dokundurduğumda
ateşini yorgan üzerinde hissettim. Bunun üzerine dedim ki:
— Ateşin ne de şiddetlidir! Buyurdu ki:
— «Biz peygamberler böyleyizdir; hem başımıza
gelen belâ şiddetli olur, hem de mükâfatımız (o nisbette büyük olur).»
Tekrar sordum, dedim
ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanlardan en
şiddetli belâya uğratılanlar kimlerdir?
— Peygamberlerdir, buyurdu.
— Onlardan sonra
kimlerdir? diye sordum.
— Salih kişilerdir. Onlardan bîri fakirliğe
uğrar ve ancak ortası kopuk yırtık bir üstlük bulabilir. Hem onlardan biri
sizin genişlik ve refah ile sevindiğiniz gibi, belâ ile sevinir, diye cevap
verdi. [8]
— Bir gün Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e şöyle sordum: Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanlardan en çok ve
en çetin belâya uğrayanlar kimlerdir?
— Peygamberlerdir, sonra da
derece derece birbirini izler; adam dinine bağlılığı nisbetinde belâ ve
imtihanla karşılaşır. Dindarlığında sağlamlığı ve sebatı oranında belâsı
şiddetlenir. Dindarlığında gevşekliği varsa ona göre belâ ile karşılaşır.
Mü'min kul yeryüzünde, üzerinde hatâ ve günah olmaksızın gezip dolaşıncaya
kadar belâ ondan ayrılmaz, diye cevap verdi. [9]
Diğer sûrelerde olduğu gibi,
bunlar mukatta'a harflerdendir. Allah ile Peygamberi arasında bir şifre ve aynı
zamanda sûrenin- özeti ve anahtarı mahiyetindedir. Allah daha iyisini biiir. [10]
«İnsanlar «inandık»
demeleriyle kendi hallerine terkedileceklerini, çetin sınavlardan
gecirilmiye-ceklerini mi sanırlar?»
Bilindiği gibi, imân
kalbe dayanır, yani onun yeri ve yurdu kalptir. O bakımdan imânın sağlamlığını,
çürüklüğünü; kuvvetliliğini ve zayıflığını ibâdetlerle de kesin olarak ortaya
koyamayız. Ancak ibâdet, duâ, zikir, iyilik, hakseverlik, erdemlik imanın
meyvaları ve içten dışa vuran belirtileridir; fakat kesin kıstası değildir..
İlgili ikinci âyetle,
ibâdetle birlikte kişinin imânından ve dindarlığından dolayı uğrayacağı belâ ve
mihnetlere göğüs germesi, dayanma gücünü ortaya koyup Allah'a daha çok
bağlanması, şüphesiz ki onun imânındaki sadakatini ortaya koyacağına delil
gösterilmektedir.
O bakımdan mü'minler,
ölünceye kadar devamlı sınavdan geçirilmekte; belâ ve mihnetlerle mücadele
etmektedirler.
Bundan amaç nedir,
yani bu mihnetli yolda yürümenin ne gibi faydaları söz konusudur? Kişi hem
Allah'a imân etsin, hem de o yüzden çetin sınavlar versin, ezâ ve cefayla
karşılaşsın! İmânın mükâfatı bu mudur?
Her ne kadar çoğumuzun
hatırına gelen, bu gibi sorularsa da, asıl hikmet bu değildir. Zira nîmet
külfetle orantılıdır; külfetsiz nîmetin gerçek değeri bilinmez. Allah'a
dosdoğru imân, ebedî saadetin değişmeyen, eskimeyen ve kıymetini kaybetmiyen
anahtarıdır. Aynı zamanda insan olmanın, amaca yönelmenin tek yoludur. O halde
imân, gerçek anlamıyla pahası biçilmez bir değerdir ve insana verilen en üstün
nîmet ve devlettir. O bakımdan külfeti de o nisbette büyük ve ağırdır.
İlgili âyetle bu husus
işleniyor ve mü'minlere bilgi verilerek kendilerini bu vadide iyi eğitmeleri
isteniliyor.
Böylece imanla ilgili
sınavlarda azim ve irâdesini, Allah'a güven ve bağlılığını kaybedenlerin
yalancı veya şüpheci; kaybetmiyenlerin ise sadık olduğu ortaya çıkar da gerçek
mü'min münafıktan seçilip ayırt edilir. [11]
«Yoksa o çeşitli
kötülükleri işleyenler bizi (âciz bırakıp) geçeceklerini mi sanırlar?
Hükmettikleri şey ne kötü!»
Cenâb-ı Hak sonsuz
kudret sahibidir; tükenmez rahmet kaynağı ve mutlak ganîdir. Kâinat her
parçasıyla O'nun kudretinin ve rahmetinin eseridir ve her şey aralıksız O'na
muhtaçtır; O'nun ise hiçbir şeye ihtiyacı söz konusu değildir. Kitap indirmesi,
peygamber göndermesi, kullarına olan geniş rahmetinin tezahürlerinden biridir.
İyi ve kötü iş ve amellerin karşılığı sadece sahibine aittir. O halde hayatı
boyunca iyi ve yararlı amellerde bulunanlar Allah'ın mülkünde bir şey
artıramazlar; O'nu daha zengin kılmış olmazlar. Durmadan kötülük işleyenler de
O'nu fakir ve âciz bırakamazlar. O ne ise odur ve öyle kalacaktır. O bakımdan
belirttiğimiz hükmün aksine bir düşünce ve görüş yakışıksız, yersiz ve
anlamsızdır; sahibini inkâr bataklığına düşürmekten başka bir şeye yaramaz.
O halde Cenâb-ı Hak ile
yarışa heveslenenler veya O'nu âciz bırakıp geçeceklerini sananlar hep
aldanmışlardır. İnsanoğlu henüz bütünüyle kendine kumanda edememekte, iç
organları onun irâde ve isteği dışında faaliyetlerini sürdürmektedir. Kendi
bünyesiyle bir çok yönlerden irtibatsız kalan ve öylece kendi iç organları hakkında
acz içinde bulunan insan, Allah ile yarışabilir mi veya O'nu herhangi bir
konuda âoiz bırakabilir mi? [12]
«Kim Allah'a kavuşmayı
umarsa, elbette Allah'ın belirlediği ecel (ölüp ona kavuşma saati) gelecektir.
Allah işiten ve bilendir.»
İmân temeli üzerinde
filizlenip gelişen Allah sevgisi insanın kalbini ve ruhunu doldurup her
zerresine sızınca, sevgi aşk derecesine yükselir. Öylece âşık her söz ve
fiilini o doğrultuya çevirir ve her amelini ona göre yerine getirir. Artık
dünya hayatı onun için basit bir araç, önemsiz bir dönemdir. O bakımdan onu
âhirete hazırlanma dönemi ve Allah'a kavuşma aracı olarak kullanır.
Ne var ki âşık ne
kadar erken Rabbına kavuşmayı arzu etse de takdîr edilen ecelin gelmesini
beklemek zorundadır. Nitekim Mevlânâ Celâlettin Rumî, ölüm gecesini «şeb-i
arûs» yani düğün gecesi olarak vasıflandırmış ve Allahına kavuşmanın mutlu
anlarını ancak bu tabirle ifadeye çalışmıştır.
İnsan ömrü kısa
olmakla beraber, çok arzu edilen günlerin gelmesini beklemek ona uzun gelir.
Hele bir de o beklenilen dem, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve gufran havasına girmek
mutluluğu olursa..
İlgili beşinci âyetle bu
inceliğe işaret edilmektedir ki, bu bir bakıma Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
irfan mektebinde eğitilen bahtiyar mü'min-lerin ruhî heyecanını yansıtmakta,
kalplerinin derinliğine kök salan imânlarının aşk derecesine yükseldiğini
ifade etmektedir. [13]
«Kim (Allah yolunda, Allah
sözü daha yüce olsun diye) cihâd ederse, o gerçekten kendi lehine cihâd etmiş
olur. Çünkü Allah elbette âlemlerden müstağnidir (hiç kimsenin cihâd etmesine
muhtaç değildir).»
Hadîs-i Resûlüllah'ta
ifadesini bulduğu gibi, kim Allah sözü daha yüce olsun diye cihâd ederse, onun
bu hizmeti Allah'ın büyüklüğünü artırmaz; cihâdı bırakıp kendi çıkarıyla, yani
nefis ve dünyasıyla haşır-neşir olan kimseler de Allah'ın büyüklüğünden bir şey
eksiltemezler.
Ancak «cihad» sözü ne
gibi manalara delâlet etmekte ve ne gibi hükümler taşımaktadır? Gerek
el-Müfredat müellifi, gerekse Kamus müellifi bu kelimenin şu manalara, -yer
aldığı cümle itibariyle- delâlet ettiğini belirtmişlerdir :
a) Güç ve takat
b) Amaç ve sonuç
c) Çalışıp çabalamak
d) Meşakkat ve sıkıntı
e) İmtihan ve deneme
f) Hastalığın tesiriyle sıskalaşıp halsiz kalmak
g) Yemeğe karşı iştiha duymak..
Düşman ile, Allah,
din, vatan, namus uğruna savaşmak anlamına gelen «cihad» bütün bu manaları
içermektedir. Zira savaş bir amaç ve elde edilmek istenen bir sonuç için
yapılır. Savaşta güç ve kudreti bütünüyle ortaya koymak ve o yüzden meşakkat
ve sıkıntıya katlanmak, aynı zamanda çetin bir sınavdan geçmek söz konusudur.
Sonra da ebedî saadet yurduna ve orada cemalüllaha erişme arzusu vardır.
Üç şey ile cihad
edilir:
1— Bilinen ve gözle görülen düşmanla,
2— İnsanın kıyamete kadar düşmanı olarak
faaliyet halinde bulunan şeytanla,
3— Nefisle..
Birinci düşman
dünyamızı yıkar ve bizi esaret altına sokarak hürriyetimizi yok eder. İkinci
ve üçüncü düşman, hem dünyamızı, hem âhireti-mizi berbat eder, bizi yüce
amaçlardan, kutsal değerlerden uzaklaştırıp hayvanî duygularımızı kamçılayarak
plândaki yerimizden ve hilkatimizin gerektirdiği gayeden uzaklaştırır.
Görüldüğü gibi, bu her üç
düşmanla savaşmak bütünüyle kendi lehimize, savaşı terketmemiz aleyhimize
birtakım sonuçlar doğurur. Buna paralel olarak çihâd edenier, ilâhî emre
uydukları için O'nun rızasına ermiş olurlar; terkedenler ise, O'nun gazabını
kendi üzerlerine çekme basiretsizliğini ortaya koymuş bulunurlar. [14]
«İman edip iyi yararlı
amellerde bulunanların şüphesiz ki kötülüklerini (tev-beleri sebebiyle affedip)
örter ve temizleriz ve yaptıklarını en güzeliyle mükâfatlandırırız.»
İman ve amel-i sâlih
birbirini tamamlayan iki kavramdır. Gerçi Ehİ-i Sünnet âlimlerine göre, amel-i
sâlih imândan bir cüz'değildir. O bakımdan «birbirini tamamlayan iki kavram»dan
kasdımız şudur: İmân olmayınca amel-i sâlih değersiz kalmakta; amel-i sâlih
olmayınca, imân meyvasız bir ağaç anlamını hatırlatmaktadır.. Ve esasen imânın
hedefi, ilâhî rıza doğrultusunda amel-i sâlihtir. O bakımdan Kur'ân-i Kerîm'in
bazı istisnalarla bu iki kavramı birarada anması, bizi daha etraflı düşünmeye
ve kendi lehimize birtakım olumlu sonuçlar çıkartmaya şevketmek içindir.
Ancak insan tamamen
kötülüklerden, günahtan sıyrılıp hayatını bütünüyle sâlih amellerle
dolduramaz; zira bu çok zor bir iştir. Böyle mazhariyet peygamberlere has bir
lûtuftur. Çünkü onların «ismet» sıfatı vardır. O bakımdan bilerek, bilmeyerek
işlenilen kötülüğün arkasından pişmanlık duyup tevbe etmek ve sâlih amellere
yönelmek, o kötülüklerin affedilip temizlenmesine vesile olur ve sonra da bu
güzel niyetle yapılan iyi yararlı ameller daha güzeliyle karşılık görür.
İşte hayatımızın her gününde
iyiliklerle kötülükler arasında dönüp dolaşırken, kötülükleri azaltıp
iyilikleri çoğaltmaya çalışmak da cihâdın bir başka yanıdır ki bu, takat,
gayret, meşakkat, ilgi ve iştiha ister. [15]
Yukarıdaki âyetlerle,
«imân ettim» denildikten sonra işin bitmediği, kulun sadakatini belgeleyecek
birtakım sınavların başlayacağı üzerinde duruldu. Arkasından doğruları
yalancılardan ayırt etmek; iyileri mükâfatlandırmak, kötüleri de cezalandırmak
konusu işlendi.
Aşağıdaki âyetlerle
ana-babaya iyilikte bulunmamız tavsiye edilirken, onların bizi Rabbımıza karşı
günaha sevkedecek emir ve tavsiyelerine itaat etmememiz bildiriliyor. Sonra da
iman edip sâlih amellerde bulunan kişilerin «salihler» zümresine katılacağı,
yani onlar arasında yer almalarının sağlanacağı müjdeleniyor. [16]
8— İnsana, ana-babasına iyi davranmasını,
güzellikle muamele etmesini tavsiye ettik, (Bununla beraber) onlar, hakkında
bilgin olmadığı bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşıp ağırlıklarını
koymaya çalışırlarsa, o zaman onlara itaat etme; dönüşünüz ancak banadır;
yapageldikleri-nizi size bir bir haber veririm.
9— Dosdoğru imân edip iyî-yararlı amellerde
bulunanları elbette iyi-yarariı kişilerin arasına yerleştiririz.
Ashab-ı Kirâm'dan Sa'd
b. Ebî Vakkas (R.A.) diyor ki:
— Anama hep iyilik
eder, hatırını hoş tutardım. İslâm'a girdiğimi öğrenince bana kızdı ve
«vallahi ya bu yeni dinden dönersin, ya da ölünceye kadar bir şey yeyip
içmeyeceğim» diyerek yemin etti. Bir-iki gün bir şey yemedi ve içmedi; derken
inkarcı sapıklar benim için «ana katili» diyerek yaygara yapmaya başladılar.
Bunun üzerine kalkıp anneme gittim ve dedim ki: «Senin yüz tane canın olsa,
her canın bir bir çıksa, yine de dinimi bırakacak değilim. İstersen bir şey ye,
istersen yeme..» Annem benim kesin kararımı anlayınca, başka çare bulamadı ve
yeyip içmeye başladı. O sebeple de yukarıdaki âyetler indi. [17]
İbn İshak'a göre : Âyet, Sa'd
b. Mâlik ez-Zührî hakkında inmiştir. İbn Mesîr'e göre: Mus'ab b. Sa'd hakkında
inmiştir. [18]
«Allah'a itaat
etmeyene itaat edilmez.» [19]
«Allah'a karşı isyanı
gerektiren hususlarda hiç kimseye itaat edilmez. İtaat ancak ma'rufta (dinen,
örf en ve aklen uygun olan hususlardandır.» [20]
«Yaratan'a isyanı gerektiren
şeyle de hiçbir mahlûka itaat edilmez.»[21]
<<insana' ana-babasına iyi davranmasını,
güzellikle muamele etmesini tavsiye ettik. (Bununla beraber) onlar, hakkında
bilgin olmadığı bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşıp ağırlıklarını
koymaya çalışırlarsa, o zaman onlara itaat etme.,»
Aile bağlarının
gevşememesi, küçüklerle büyükler arasında sevgi ve saygının ölçülü biçimde
devam etmesi; yaşlanan büyüklerin toplumdan itilip kendi kaderlerine
terkedilmemesi için Kur'ân'da yedi ayrı yerde ana-babaya karşı iyi davranmamız,
onlarla saygının gerektirdiği en güzel anlamda ilgi kurmamız emredilmekte ve
böylece Cenâb-ı Hakk'a itaatten-sonra ana-babamıza itaat etmemizin farz olduğu
belirtilmektedir.
Sözü edilen yedi emir
ve tavsiye çerçevesinde iki yerde ana-babamıza şükran borcu taşıdığımız
hatırlatılmakta; iki yerde onlar için Allah'tan af ve mağfiret dilememiz
tavsiye edilmektedir.
Bilindiği gibi, sevgi
daha çok yukarıdan aşağıya doğru iner. O bakımdan evlenip eş ve çocuk sahibi
olan evlâdın, ana-babasına olan sevgisi kısmen de olsa azalabilir. Her ne
kadar neslin devamından yana böyle bir duygu doğuştan insanda mevcutsa da, din
ve sağlam örf o duyguyu yönlendirir de ana-babayı sevip saymayı gerekli kılarak
onu bir bakıma ibâdetle eşdeğerde tutar.
Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hadîs-i
Şeriflerde ana-baba hakkına ağırlık verilmesinin bir diğer önemli sebebi de
şudur: Doğan çocuklarını büyütüp topluma kazandırmak ve onları iyi, yararlı
düzeye getirmek için her şeylerini kullanıp uzun yıllar omuzlarında ağır bir
yük taşımaları söz konusudur. O bakımdan ana-babamızın hakları ödenmiyeçek
kadar çoktur. [22]
Âyet ve ilgili
hadîslerin açık delâletinden şunu anlıyoruz: Allah'a isyanı gerektiren
hususlarda hiç kimseye itaat edilmez. Ancak bu, istisnası olmayan genel bir
hüküm müdür, yoksa bazı hallerde zevahiri kurtarmak için isyana cevaz
verilebilir mi?
Hemen söyleyelim ki,
bu hükmün de birtakım istisnaî durumları söz konusudur. Şöyle ki: Mal ve can
tehlikeye düştüğü anlarda, kalben günah ve isyandan tiksinilip nefret
duyulduğu; gönü! imân ve Allah'a bağlılıkla yatışkanlık sağladığı halde, sadece
di! ile günah ve isyanı gerektiren bir itaat ve itirafa ruhsat verilmiştir.
Nitekim Ashab-ı
Kirâm'dan iki kişiyi yakalatıp huzuruna alan yalancı peygamber Müseyleme,
onlardan birine soruyor: «Muhammed hakkında ne dersin?» O da: «O, Allah'ın
peygamberidir» diyor. Müseyleme bu defa ona : «Ya benim peygamberliğim hakkında
ne dersin?» diye soruyor. O da: «Olabilirsin..» diye cevap veriyor. Bunun
üzerine Müseyleme onu serbest bırakıyor ve diğerine soruyor: «Muhammed
hakkında ne dersin?» O da şu cevabı veriyor: «O Allah'ın kulu ve resulüdür.»
Müseyleme ona: «Ya benim peygamberliğim hakkında ne dersin?» diye sorunca, o şu
cevabı veriyor: «Benim bu hususta dilim lâl-ü ebkemdir, konuşamam.» Bunun üzerine
Müsevleme onu öldürtüyor.
Hayatını kurtaran
sahabi çok üzülüyor ve arkadaşının hakkı söylediğinden ötürü şehît edildiğini,
kendisinin ise, birkaç gün daha yaşamak için hakkı gizlediğini düşünerek
fazlasıyla müteessir oluyor ve «Yazıklar olsun bana!» diyerek kendi kendini
kınıyor. O böylesine bir duygu ve perişanlık içinde Medine'ye gelip Hz.
Peygamber'in huzuruna çıkıyor ve olup bitenleri O'na arzediyor. Cenâb-ı
Peygamber (A.S.) ona soruyor:
— Sen ona öyle cevap
verirken kalbin imân ile mutmain (yatışmış) değil miydi?
— Kalbim mutmain idi, diye cevap veriyor. Bunun
üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona:
— Arkadaşın doğru olanı söylediği için şehît
edilmiştir. Sen çanını kurtarmak için doğru olanı gizlemiş bulunuyorsun; o
bakımdan günahkâr sayılmazsın.
O halde mal ve can tehlikeye
girdiği hallerde, Allah'a isyanı gerektiren hususlarda başkasına itaat sırf
dil ile olur da kalp imân ve Allah'a bağlılıkla yatışmış ise, kişi hem dinden
çıkmaz, hem de günahkâr sayılmaz. Zira hayat hakkı muhteremdir ve korunması
vaciptir. [23]
«Dosdoğru imân edip
iyi yararlı amellerde bulunanları elbette sâlih kişilerin arasına
yerleştiririz.»
İslâm Dini sâlih
amelleri, yani iyi yararlı işleri tanımlamış ve sinirini belirlemiştir. O
bakımdan diyebiliriz ki, dinimiz bu önemli konuyu kişilerin anlayış ve
mantığına bırakmamıştır. Zira birine göre, iyi ve yararlı sayılan iş ve amel,
diğerine göre zararlı kabul edilebilir. Fertlerin anlayış, kavrayış, görüş ve
mantıkları farklı olabilir.
O halde Kur'ân-ı Kerîm
ve Hadîs-i Şeriflerde ifadesini bulan «sâlih ameller», Allah'ın emirleri
doğrultusunda, O'nun rızasına uygun ve Hz. Peygamber'in (A.S.) tavsiyeleri ve
uygulamaları ölçüsünde yapılan iyi yararlı işler, «sâlih ameller» olarak kabul
edilir. Aynı zamanda bunlar sırf âhiretle ilgili işlerle kayıtlı değildir,
dünya ve âhireti huzur ve güvene, mutluluk ve esenliğe kavuşturan her iş ve
ameli kapsamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber (A.S,) hem Allah'ın son Resulüdür, hem
de din ve dünya işlerini düzene sokup sistemleştiren ve bunun için statüler
meydana getiren en büyük devlet adamıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu devletin
anayasası yer almakta ve gereken bütün bilgilerin teması verilmektedir.
O bakımdan imân temeli
üzerinde kurulan sâlih amellerin övgüye lâyık olduğu, büyük ecirlerle
mükâfatlandırılacağı bildirilirken, salih amellerde bulunan kişilerin,
peygamberler, sıddîklar, şehitler ve veliler kafilesine katılacağı
müjdelenmektedir. Şüphesiz bu kafileye katılış iki yerde gerçekleşir: Biri
kabir âlemi denilen Berzah'ta, diğeri ikinci hayata gözlerimizi açtığımızda.. [24]
Yukarıdaki âyetlerle,
ana-babaya iyilikte bulunup saygı göstermemiz tavsiye edildi. Ancak bizi
Allah'a karşı günahkâr kılacak hususlarda onlara da itaat edilmiyeceğine
dikkatlerimiz çekildi. Sonra da sâlih ameller üzerinde durularak, sâlihler
kafilesine katılma konu edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, imân
nimetine erişenlerin Allah yolunda yürürlerken birtakım eza ve cefaya
uğramalarının her zaman mümkün olduğu üzerinde duruluyor ve böyle anlarda
Allah'a olan güven ve bağlılığın sarsılmaması telkin edilerek mü'minlere bilgi
veriliyor. Sonra da Allah'a ve âhirete dosdoğru veya hiç inanmayan bazı
sapıkların, mü'minleri Allah yolundan uzaklaştırmak için birtakım telkinlerde
bulunabilecekleri konu edilerek bu hususta aydınlatıcı hükümler konuluyor. [25]
10— İnsanlardan öyleleri de var ki, «Allah'a imân
ettik» derler. (Ama) Allah yolunda bir eziyete uğrarlarsa, insanların ezâ ve
cefâsını Allah'ın azabı gibi sayarlar ve eğer Rabbından bir yardım gelirse,
«biz elbette sizinle beraberdik» derler. Allah, âlemlerin (bütün insanların)
göğüslerinde olanı (doğruluğu, yalan ve ikiyüzlülüğü, inkâr ve sapıklığı) en
iyi bilen değil midir?
11— ve and olsun ki, Allah, imân edenleri de
bilir, ikiyüzlü dönekleri de bilir.
12— İnkâr edenler, imân edenlere derler ki: «Siz bizim yolumuza uyun, kusur ve günahlarınızı
yüklenelim.» Halbuki onların kusur ve günahlarından hiçbir şey yüklenecek
değillerdir. Onlar şüphen olmasın ki yalancılardır.
13— And olsun ki onlar kendi (günah)
ağırlıklarını ve kendi ağırlıklarıyla beraber ağırlıklar yüklenecekler ve
uydurup ortaya attıkları iftiradan kıyamet gününde mutlaka sorulacaklardır.
Tabiîn'den Mücahid'e
göre : Bu âyetler, dilleriyle inanıp kalplerinde şüpfıe ve kararsızlık
bulunanların, Allah yolunda başlarına bir musîbet ve belâ gelince fitneye düşüp
döneklik yapması ve ikiyüzlü davranması üzerine indirilmiştir. [26]
Dahhak'a göre : Mekke'de
görünürde imân eden, fakat müşriklerin saldırısına uğrayınca putperestliğe
dönen münafıklar hakkında inmiştir. [27]
«Kim İslâm'da güzel
bir yol, iyi bir çığır açarsa, onunla amel edildiği sürece sevabı, hayatında
da, öldükten sonra da onadır. Kim de kötü bir çığır açarsa, onunla amel
terkedilinceye kadar (doğacak) günah kendisi-nedir.» [28]
«Kim İslâm'da güzel
bir yol, iyi bîr çığır açarsa, onun sevabı ve kendişinden sonra onunla amel
edenlerin sevabı -sevaplarından bir şey eksil-meksizin- kendisinedir. Kim de
kötü bir çığır açarsa, onun günahı ve onunla amel edenlerin günahı
-günahlarından bir şey eksilmeksizin- onadır.» [29]
«Herhangi bir çağrıcı,
(halkı) sapıklığa çağırır da kendisine uyulursa, uyanların günahları,
-günahlarından bir şey eksilmeksizin- ona yükletilir. Hangi çağrıcı da doğru
yola çağırır da kendisine uyulursa, uyanların sevaplarının bir misli
-sevaplarından bir şey eksilmeksizin- ona verilir.» [30]
İnsanlardan öyleleri
de var ki, «Allah'a imân ettik» derler. (Ama) Allah yolunda bir eziyete
uğrarlarsa, insanların eza ve cefasını Allah'ın azabı gibi sayarlar..»
İmanın yeri kalptir.
Zevkine erişilen ve kalpte kök salah bir imân elbette ki şüphe çemberini aşmış
ve sağlam bir zemine oturmuştur. Zevahiri yani görünürü kurtarmak için
zorlayıcı ortam ve şartlar karşısında dil ile inanmamış gibi görünmek,
münafıklık alâmeti sayılmaz. Ama kişisel çıkarını düşünerek kalben inanmadığı
halde inanmış gibi görünen ve bir musibetle karşılaşınca da ölçü ve dengesini
kaybeden kimsenin bu durumu, nifak belirtisini yansıtır. Kur'ân öylesine
«münafık» yani ikiyüzlü dönek sıfatını verir. Hemen her devir ve çağda
Müslüman Cemaati arasında bu gibiler bulunabilir.
Münafıklar dışında bir
de taklît yoluyla inananlar vardır ki, onlardan bilgi, kültür ve irfanını
geliştirmeyip cehalet düzeyinde bir ömür tüketenleri, İslâm'ın ve müslümanlann
refah, mutluluk ve barış günlerinde mü'-min; sıkıntılı, meşakkatli ve musîbetli
günlerde kâfirdirler veya küfre çok daha yakındırlar, O bakımdan her aklı eren
ve Allah'ı bilen kimsenin imanını tahkîka erdirmesi gerekmektedir. Zira ilgili
âyetle her ne kadar münafıkların dönekliği yeriliyorsa da, aynı âyet bu
gibilerini, yani imanını taklitten kurtarmayıp onu bir bakıma sallantıda
bırakanları da kapsamaktadır.
İman cephesi kuvvetlendikçe,
İslâm cemaati sahnede ağırlığını hissettirdikçe, münafıklar da o nisbette
çoğalır. Nitekim Resûlüilah (A.S.) Efendimiz, şehir devletinin temelini atıp
hatırı sayılır bir kuvvet oluşturunca, Medine'de hayli münafık türemiş ve
bunlar yıllarca mü'minleri rahatsız etmişlerdi. İmanla küfür arasında mekik
dokumaları hem müşrikleri, hem de mü'minleri aldatma rolünde sürüp giderken
Tebük Seferi'yle bu gibilerin maskesi iyice düşmüş ve İslâm toplumundan
çıkartılıp bir bakıma tecrit edilmişlerdir. [31]
«İnkâr edenler imân
edenlere derler ki: «Siz bizim yolumuza uyun, kusur ve günahlarınızı
yüklenelim.» Halbuki onların kusur ve günahlarından hiçbir şey yüklenecek
değillerdir. Onlar şüphen olmasın ki yalancılardır.»
Beyni yıkanan ve puta
tapınmayı ön yargı haline getiren kişiler, bulundukları toplum içinde
yalnızlıktan, hiç değilse azınlıktan kurtulmak ve mü'-minlere karşı duydukları
kin ve öfkelerini tatmin etmek için durmadan yoldaş edinmeye çalışırlar. Zayıf
imanlı ve cılız iradeli şahsiyetsiz kişileri çarçabuk aldatmayı becerirler ve
öylelerini tam ikna' etmek için de, «canım sen bize uy, bundan dolayı bir günah
ve vebal varsa, bize olsun» derler. Alkolik kimse alkolikleri, kumarbazlar
kendileri gibilerini çoğaltmak gayretinde oldukları gibi, küfür ve
ahlâksızlıkla şartlanmış olanlar da, inkarcı azgınların çoğalmasını kendilerine
iş ve ideal edinirler.
İlgili âyetle bu gibi
tehlikeli inkarcı sapıklara dikkat çekilmekte ve kıyamet gününde bunların
nasıl ağır bir vebal altında bulundukları halde sorguya çekilecekleri haber
verilmektedir. Sapıtan ve sapıttıranlar, hem kendi günahlarını, hem de
sapıttırdığı insanların günahlarını -o günahlardan hiçbir şey eksilmeksizin-
yüklenirler.
Kim gerçeği ne kadar gizlerse
gizlesin, Müslüman Cemaati arasında ne kadar münafıklık yaparsa yapsın ve imân
edenleri Allah yolundan ne kadar alıkoymaya çalışırsa çalışsın, bunun bütün
günah ve vebali kendisine aittir. Allah kalplerde dönüp dolaşanı bilir;
kişinin amelini niyetine göre ölçer ve değerlendirir. Zira eninde-sonunda
dönüş O'na olacaktır. [32]
Yukarıdaki âyetlerle,
imân nimetine erişen mü'minin, Allah yolunda şerefli hizmetlerde bulunurken,
birtakım eza ve cefalara uğramasının mukadder olduğu konu edildi. Kalpte kök
salan bir imânın bu gibi sıkıntı veren olaylar karşısında sarsılmayacağına
işaretle yaşamakta olan mü'minlere bu konuda ölçü verildi. Arkasından inkarcı
sapıkların zayıf imanlı kişileri Allah yolundan alıkoyma gayretlerine dikkat
çekilerek aydınlatıcı bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, küfür ve
nifakla uzun yıllar mücadele eden Nuh (A.S.) konu edilerek mü'minler teselli
ediliyor ve yakın gelecekte küfrün başaşağı geleceği, imânları uğruna birçok
işkence ve hakarete maruz kalanların başarıya erişip kurtulacakları dolaylı
şekilde haber veriliyor. [33]
14— And olsun ki, Nuh'u kendi milletine (uyarıcı
peygamber olarak) gönderdik. Aralarında -elif yılı müstesna- bin yıl durdu.
(Sonuç alamayınca) onlar zâlimler iken tufan kendilerini yakalayıverdi.
Nuh Peygamber (A.S.)
uzun yıllar tebliğ ve irşat görevini sürdürürken, kâfirlerin çeşitli
sataşmalarına ve saldırılarına maruz kalmıştır. Hele bir de uyarı ve tebliğ
birkaç asır sürmüşse, görevli peygamberin neler çektiğini anlatmaya gerek
yoktur.
İşte bu olaylar
insanoğluna, Yüee Yaratan'ını tanıtmanın, hakkı kabul ettirmenin ne kadar zor
olduğunu göstermektedir. Bir de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i düşünelim, O
yalnız bir kavim ve millete değil, bütün kavim ve milletlere gönderilmiş ve tek
başına tebiîğ sahnesine çıkarak bütün dünyayı karşısına almıştır. Davasının
büyüklüğünü ve azametini, elindeki vasıtaların küçüklüğünü dikkate alırsak,
Nuh Peygamber'den daha çok sıkıntı çektiğini anlamakta gecikmeyiz.
Bunun sebebi açıktır:
İnsandaki nefis denilen ve bir bakıma şuur altında üstlenen itici kuvvet
devamlı kötülüğe eğilimlidir; hayvanı yönü ağır basar. Hak, güzel ahlâk ve
sağlam örf ve âdet,bu doğrultudaki ciddi eğitim, nefsin aşırılıklarını asgariye
düşürmeye ve ruhtaki melekî sıfata ağırlık kazandırmaya, hiç değilse ikisi
arasında denge kurmaya yöneliktir.
Nuh Peygamber'in (A.S.) dokuz
asırdan fazla küfür ve azgınlıkla mücadele etmesi, işin azametini, hizmetin
ağırlığını; hakkın, -anlama yeteneği dumura uğramışlara- ne kadar acı
geldiğini bize öğretmekte ve bir bakıma kısa sayılacak bir süre içinde
mücadele vermekte olan Hz. Muham-med (A.S.) İle arkadaşları teselli edilmekte
ve harcanacak ömrün, ortaya konulacak azim ve gayretin, sergilenen himmet ve
dayanma gücünün, dâvanın büyüklüğü, hakkın azizliği ve sağlayacağı mutluluğun
sonsuzluğu ile eşdeğerde olması hatırlatılmaktadır. [34]
<<And olsun ki
Nuh'u kendi milletine (uyarıcı peygamber olarak) gönderdik. Aralarında -elli
yıl müstesna- bin yıl durdu..»
Nuh Peygamber'in
(A.S.) çok yaşadığı kutsal kitaplarda açıklanmıştır. Tevrat'ta «Nuh'un bütün
günleri dokuzyüz elli yıldı ve öldü» [35]
denilirken Kur'ân-ı Kerîm, Tevrat'ın bu bölümünü hem tasdik, hem tashîh ederek
Nuh (A.S.)ın kendi kavmi arasında 950 yıl eyleştiğini belirtir de kaç yıl ömür
sürdüğünü açıklamaz. Böylece Kur'ân'daki anlatımdan iki yorum ortaya çıkıyor:
Biri, Nuh Peygamber'in çok yaşadığı, sadece kendi kavmi arasında 950 yıl
eyleştiği, onun dışında elli yaşına gelinceye kadar kavmi arasında pek bulunmadığı
şeklindedir. Ancak bu yorum pek itibar görmemiştir. Diğeri ise, Nuh
Peygamber'in 950 yıl yaşadığı ve bu uzun ömrünü bütünüyle kendi kavmi arasında
geçirdiği şeklindedir. Bu yorum ağırlık kazanmıştır.
Kur'ân'ın ilk
müfesstrlerinden İbn Abbas (R.A.) bu âyetin tefsîrinde di-Yor ki: «Nuh (A.S.)
kırk yaşına girince kendisine peygamberlik verilmiş ve kendi kavminin arasında
950 yıl yaşayarak 1050 yaşında, vefat etmiştir.» [36]
Katade'ye göre : Nuh
(A,S.) 950 yıl yaşamıştır. 300 yaşına girdikten sonra kendisine peygamberlik
verilmiş ve böylece 300 yıl kendi kavmini Allah'ın varlığına, birliğine
inanmaya çağırmış ve tufandan sonra 350 yıl daha yaşamıştır.
Katade'nin bu
açıklaması, Tevrat'tan alınmışa benziyor. Çünkü Tekvin Kitabı'nda Nuh (A.S.)ın
tufandan sonra 350 yıl yaşadığı yazılıdır. [37]
Nuh Peygamber'in
(A.S.) yaşı hakkında çok farklı rivayetler yapılmıştır. Onlardan bir kısmını
aşağıya nakletmek suretiyle konuya ağırlık kazandırmak istiyoruz. Şöyle ki .
a) 250 yaşına girince kendisine peygamberlik verilmiş
ve kavmi arasında 950 yıl bulunmuştur. Tufandan sonra 200 yıl yaşamıştır.
b) Vehb b. Münebbih'e göre: 1400 yıl yaşamıştır.
c) Kâb e!-Ahbar'a göre : Kavmi arasında 950 yıl
bulunmuş ve tufandan sonra 70 yıl yaşamıştır. Böylece ömrünün tamamı 1020 yıl
olmuştur.
d) Avn b. Şeddad'a göre : 350 yaşına girince
peygamberlik kendisine verilmiş, kavmi arasında 950 yıl bulunmuş ve tufandan
sonra 350 yıl daha yaşamıştır. Böyleoe ömrünün tamamı 1650 yıl olmuştur.
el-Hasan'dan da bu anlam ve ölçüde bir rivayet yapılmıştır.
e) Hz. Enes (R.A.) hadîsinden yapılan rivayette
ise, Resûlüllah'ın (A.S.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: «Cenâb-ı Hak, Nuh'u
(A.S.) peygamberlik göreviyle gönderdiği zaman 250 yaşında bulunuyordu. Kendi
kavmi arasında 950 yıl bulunmuştur ve tufandan sonra 250 yıl daha yaşamıştır.
Ölüm meleği kendisine gelince sormuş: «Ey peygamberlerin en büyüğü, ey ömrü
uzun oian, ey duası makbul tutulan peygamber! dünyayı nasıl gördün? Bunun
üzerine Nuh (A.S.) ona şu cevabı vermiştir: Dünya iki kapılı bir eve benzer;
bir kapısından girilir, diğerinden çıkılır.» [38]
Yapılan bu rivayetlerin ciddi
dayanakları yoktur. O bakımdan ilim adamları tarafından sıhhatli kabul
edilmemiştir. Enes hadîsine gelince: İmam Kurtubî onu el-Cami'u
Li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde senetsiz ve kay-naksız olarak nakletmiştir. [39]
Dünyada bölgelere,
iklimlere ve hayat şartlarına göre ortalama yaş sınırı farklıdır. Ancak
günümüze kadar insan yaşı üzerinde yapılan araştırmalarla nadiren bir kişinin
140-150 yaş yaşadığı görülebilmiştir. Fiziksel ve zihinsel değişiklikler; atar
damarların büklüm büklüm olması, organizmanın kendine benzer bir canlıyı
meydana getirme vasfını kaybetmesi yaşlılığın başlıca belirtileridir ve bu
kaçınılmaz bir değişmedir.
Ancak yaşlılığı
doğuran tesirler, yaşlanan kişinin eğitimine, tedavisine, inancına ve bakımına
bağlı olarak da çok farklıdır. O bakımdan kimi çabuk yaşlanıp çökmekte, kimi
geç yaşlanıp uzun yıllar güoünü koruyabilmektedir. Ama çok uzun ömürlü
dediğimiz kimseler baz* istisnalarla ancak 90-100 yıl yaşayabilmektedir ki
bunlar binde bir oranında tezahür etmektedir.
O halde Nuh
Peygamber'in (A.S.) çok yaşamasının sırrı ne olabilir? Bu soruyu birkaç madde
halinde cevaplamamız uygun olur:
a) Nuh (A.S.) son derece sabırlı ve rahat bir
kişiliğe sahipti. Asırların mücadelesi bu büyük peygamberin sabrını pek
taşıramamıştır.
b) Ulü'l-azm sayılan beş peygamberden biri olmak
hasebiyle Allah'a sonsuz güveni vardı ve Allah'ın hükmünün değişmeyeceğini,
plân ve programının şaşmayacağını çok iyi biliyor ve karşısına çıkan üzücü
olayları tabii karşılayıp hizmetini aksatmıyordu.
c) O çağda yeryüzünde insan pek az bulunuyordu.
Üstelik aşırı bir sapıklık ve azgınlık hüküm sürüyordu. Nüfusun artması için
çok yaşamaya gerek vardı. Nitekim tufan belli bölgedeki insanları boğup küfrün
ve tuğyanın cezası gerçekleşince, diğer bölge ve kıtalarda pek az insan
yaşıyordu. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı Mezopotamya ve o kesime yakın
yerde yaşıyordu. Gemiye alınanlar
ise, boğulup yok edilenlere nisbetle
yüzde bir oranında bile değildi. Bu nedenle hayatta kalanları eğitip yetiştirmek,
üremelerini sağlamak için çok tecrübeli bir lidere ihtiyaç vardı; o da ancak
Nuh (A.S.) olabilirdi.
d) Bir diğer husus da şudur: Bizim bilmediğimiz
ve henüz sırrını çözemediğimiz bir tecelli söz konusudur. Her şeyin üstünde
hükümran olan Cenâb-ı Hak, Njjh Peygamber'i dokuz asırdan fazla yaşatmayı murad
edince, maddî ve manevî sebepleri harekete geçirmiş ve böyleoe maddî ve manevî
gıdaların ilâhî program gereği düzenli şekilde Nuh'a (A.S.) yönelmesi, onun
yıpranıp yaşlanmasını, çöküp takatten kesilmesini önlemiştir.
Bütün bunlar bizim
yorumlarımızdır. Allah daha iyisini ve daha doğrusunu bitir.
e) Bu arada, büyük bir hayat ve enerji kaynağı
olan Melek Cebrail'in aralıksız Nuh Peygamber'e (A.S.) hayat iksirini sunmasını
da düşünmek yerinde olur.
f) Her görüş, yorum ve düşüncenin üstünde ilâhî
irâdenin bu yolda sebepleri kolaylaştırıp kudretini izhar etmesiyle Nuh
(A.S.)ın çok yaşadığını söylemek ise, en kestirme ve en doğru olanıdır. [40]
Uzun yıllar Allah'ın
varlığını, birliğini kabule çağrılan, yalnız O'na ibâdete davet edilen bir
milletin hakka karşı kulaklarını tıkayıp kalplerine kılıf geçirmesi elbette Ki
onlara rahmet kapılarını açmaz. Saplanıp kaldıkları küfür ve tuğyan bataklığı,
sonunda hepsini yutar. Nuh (A.S.)ın kavmi de öyie oldu. Uzun yıllar ilâhî
çağrıya sırt çevirip peygamberi alaya almaları; nankörlük edip küfür ve
azgınlıklarını artırmaları, onların saplandığı bataklıkta kaybolmalarının en
açık delili olarak bulunuyordu. Nitekim inkâr ve tuğyanları son kertesine
gelince, ilâhî sünnet gereği yok edici azap iniverdi. Tevrat'ta da belirtildiği
gibi, kırk gün kırk gece bardaktan boşanır-casına yağan yağmur büyük bir tufana
sebep oldu. Öylece zalim bir milletin kökü kesilerek yeryüzünün önemli bir
bölgesi küfür ve ahlâksızlığı şiar edinenlerden temizlendi. Sonra da bu,
tarihte bir benzeri daha olmayan büyük olay, yaşayan milletlere öğüt ve ibret
dolu belgeler bıraktı. Nitekim Nuh Peygamber, kendi kavminin artık inkâr ve
azgınlığın son sınırına gelip dayandığını görünce Allah'tan şu dilekte
bulunmuştu: «Rabbım! yeryüzünde kâfirlerden dolaşıp yurt edinen bir kimse
bırakma. Eğer onları bırakırsan senin kullarını saptırırlar ve sadece ilâhî
sınırları çiğneyen çok nankör, aynı zamanda ahlâksız evlât doğurup
yetiştirirler.» [41]
Şüphesiz ki, Nuh Peygamber
bununla, kendi kavmine inecek azaptan hiç birinin kurtulmasını arzu etmediğini
dile getirmiş oluyordu. Çünkü o azgın sapıkların, hangi ülkeye gitseler orayı
da azdırıp saptıracaklarında şüphe yoktu. [42]
Yukarıdaki âyetlerle,
Hz. Muhammed'i (A.S.), arkadaşlarını ve yaşamakta olup sıkıntı içinde bulunan
mü'min kulları teselli etmek için Nuh (A.S.) kıssasının bir özeti verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, İbrahim
Peygamber'in (A.S.) kendi kavmini uyar-masrkonu edilerek, tarih boyunca hakla
bâtılın mücadele halinde olduğuna dikkatler çekiliyor ve her gönderilen
peygamberin kâfir sapıklar tarafından yalanlandığına işaretle Hz. Mühammed'e
(A.S.) aydınlatıcı bilgi veriliyor. Sonra da Peygamber'in hizmet sınırı
belirlenerek hidâyetin Allah'a ait olduğu kapalı şekilde hatırlatılıyor. [43]
16—
İbrahim'i de (uyarıcı olarak gönderdik). Hani bir vakit O, milletine demişti
ki: «Allah'a ibâdet edin ve O'na karşı gelmekten sakının. Eğer
bilirseniz bu sizin
için hayırlıdır.
17— Sizler Allah'ı bırakıp da birtakım putlara
tapıyorsunuz ve durmadan yalan uydurup söylüyorsunuz. Şüphesiz ki Allah'tan
başka taptığınız şeylerin size rızık vermeye güçleri yetmez. O halde rızkı
Allah yanında arayın. O'na ibâdet edin, O'na şükredin. Ancak O'na
döndürüleceksiniz.
18— Eğer siz (Peygamberi) yalanlarsanız,
gerçekten sizden önceki birçok ümmetler de (kendilerine gönderilen peygamberleri)
yalanlamışlardı Peygamber'e gereken,
ancak açık tebliğdir.
Kur'ârvi Kerîm'in
birkaç yerinde İbrahim Peygamber'in (A.S.) putperestlerle mücadelesinin
değişik safhalarına değinilmesi, hem mü'minleri teselli etmekte, hem de
milattan yaklaşık iki bin yıl önceleri de koyu bir put-■ perestiiğin
hüküm sürdüğünü göstermektedir.
Böylece hemen her
çağda peygamberler vasıtasıyla Allah'a inananlar bulunduğu gibi, bâtılı savunup
peygamberlerin karşısına çıkan inkarcı sapıklar da eksik olmamış, hattâ
çoğunluğu onlar teşkil etmişlerdir.
İbrahim Peygamber'in
(A.S.) Nemrutlar devrinde yaşadığı bilinmektedir. Mısır krallarına «Fir'avn»
denildiği gibi, Babil hükümdarlarına «Nemrut» denildiğini tarihçiler
kaydetmektedirler. Ancak İbrahim Peygamber'! (A.S.) ateşe attıran hükümdarın
kaçıncı Nemrut olduğu tartışma konusudur,
Fırat, kıyılarında
verimli topraklar üzerinde kurulan cennet misali asma bahçeleriyle, kule ve
kaleleriyle meşhur olan Babil ülkesi, İbrahim Peygamber'in (A.S.) de yurdu
sayılır. Refah içinde yüzen Babİlliler, inkarcı mağrur hükümdarlarını
ilâhlaştıracak kadar koyu cehalet içinde şahsiyetlerini ve benliklerini
kaybetmişlerdi. O çağda'putperestlik çok ileri gitmiş bulunuyordu. İbrahim
Peygamber'in babası Âzer de onlardan biri idi. Bundan da anlaşılıyor ki,
insanları hakka davette İbrahim Peygamber (A.S.) tek başına sahneye çıkmıştır.
Ancak amcasının oğlu tahmin edilen Lût ona inanmış ve destek olmuştur. Sonra da
Allah (c.c.) Lût'a da peygamberlik vererek teblîğ, uyan ve irşatta bulunmakla
görevlendirmiştir.
İbrahim Peygamber'in
(A.S.) uyarı ve tebliğlerinin ana çizgilerini şu maddeler oluşturuyordu :
1— Allah
vardır ve birdir. O bakımdan O'na ibâdet edin. Zira insan ancak her şeyi
yaratıp tasarrufu altında tutan o yüce kudrete kul olabilir.
2— Ancak Allah'tan korkun. Çünkü O, ilmiyle,
kudretiyle, hükümran-Itğıyla varlık âlemini kapsayıp kuşatmıştır. Korkulmaya,
sevilip sayılmaya asıl lâyık olan O'dur ve bu sizin için son derece hayırlıdır.
3— siz, Allah'ı bırakıp baba ve dedelerinizin
yontup şekillendirdiği cisimlere tapıyorsunuz ve durmadan yalan uydurup insanî
vasıflardan uzaklaşıyorsunuz.
4— Siz ancak her şeyi belli amaçlara yönelik
yaratıp, insanların hizmetine veren Allah'tan rızık isteyin; taştan, ağaçtan
bir şeyler beklemeyin ve ummayın.
5— Evet, Allah'a kul olun, ancak O'na şükredin.
Çünkü her şey O'nun-dur.
6— Unutmayın ki, eninde sonunda dönüşünüz
Allah'a olacak ve O'na hesap vereceksiniz.
İşte ana maddelerini
sıraladığımız bu öğüt ve tavsiyeler hem Mekkeli putperestler, hem de her cağda
ve dönemde türeyen inkarcı maddeciler için de geçerlidir. [44]
«Peygamber'e gereken
ancak açık teb-ligdir.»
Nuh (A.S.) ve İbrahim
(A.S.)ın cahil putperestlerle çetin mücadelelerde bulundukları ve neticenin
haktan yana tecelli ettiği tarihî birer misâl olarak hatırlatıldı ve İbrahim
Peygamber'in (A.S.) teblîğ ve irşat metodunun ana noktaları üzerinde durularak
mü'minleri aydınlatır mahiyette bilgiler verildi. Arkasından, Mekke'de
müşriklerin amansız saldırılarına mâruz kalan Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz ile
arkadaşları teselli edilmekte ve görevlerinin sınırı belirlenmektedir. Şöyle
ki: Peygamber (A.S.) Allah'tan aldığı emirleri ve tavsiyeleri noksansız teblîğ
edip insanları Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini kabule davet edecek.Jrşatta
bulunacak ve kalpleri hakka ve hakikate çevirmek için aralıksız mesai
sarfedecektir. Doğru yola eriştirmek ise, Allah'a aittir. O halde putperest
müşriklerin Hz. Muhammedi (A.S.) yalanlaması, hizmeti aksatmayacaktır. Çünkü
O'ndan önce gelip gecen her peygamber cahil putperestlerin bu tür suçlama ve
sataşmalarına mâruz kalmışlardır. Ama mutlu sonuç, mutlaka haktan yana
olanlaradır. [45]
Yukarıdaki âyetlerle,
İbrahim Peygamber'in kendi kavmini hakka daveti konu edilerek mü'minler
teselli edildi. Küfrün hemen her devirde hakkın karşısına çıktığına ve
hayasızca davrandığına işaretle, mü'minlerin sabretmesi istenildi. Sonra da
Hz. Muhammed'in (A.S.) görev ve yetki sınırı belirlenerek, insanları doğru
yola eriştirmenin Allah'a ait olduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
varlığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden ve insan aklına,
idrâkine ve vicdanına ışık tutup malzeme veren belgeler sıralanıyor. [46]
19— Görmediler mi ki, Allah, yaratmaya nasıl
başlıyor, sonra onu (öldürüp) tekrar geri çeviriyor; elbette ki bu Allah'a
göre pek kolaydır.
20— (Ey Peygamber!) De ki: Yeryüzünde gezip
dolaşın, (Allah'ın) yaratmaya nasıl başladığına dikkatle bakın. Sonra da
Ahiret'te (tekrar) yaratmayı (öylece) başlatıp meydana getirecektir. Şüphesiz
ki Allah'ın kudreti her şeye yeter.
21— Dilediğine azap eder, dilediğine merhamette
bulunur ve ancak O'na döndürüleceksiniz.
22— Ve siz ne yeryüzünde, ne de gökte (Allah'ı)
âciz bırakacak değilsiniz. Sizin için Allah'tan başka ne bir yakın dost, ne de
bir yardımcı vardır.
23— Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr
edenler var ya, işte onlar rahmetimden ümit kesmişlerdir ve onlar için elem verici
bir azap vardır.
«Görmediler mi ki,
Allah, yarat* maya nasıl başlıyor, sonra onu (öldürüp) tekrar geri çeviriyor..»
Gece ile gündüzün
aralıksız birbirini izlemesi, nasıl dünyanın belli ölçü ve hesaplarla;
değişmeyen ve şaşmayan bir plânla iki ayrı hareketinin sağladığı bir sonuçsa,
bitkiler ve hareket halinde olan diğer canlılarda da aynı tekrar söz konusudur:
Biri belli botanik ve biyolojik kanunlarla türlerinin özelliğine bağlı
kalınarak üreyip kendi benzerlerini meydana getirmektedirler. Diğeri ise,
canlıların en mükemmeli olan insanın biyolojik olarak hayatı son bulduktan
sonra, vakti saati gelince, önceden hazırlanan bir plân ve program gereği
Cenâb-ı Hak onu yeniden oluşturup hayata döndürecektir.
Böylece Cenâb-ı Hak, kıyamet
olayından sonra insanları ikinci hayata çevireceğini açıklarken, bitkilerin
ölüp yeniden benzerlerini meydana getirmelerini misal veriyor ve bu konu
üzerinde iyice düşünüp ilâhî kudretin eşsizliğini ve sınırsızlığını görmemizi
istiyor. Nitekim konumuzu oluşturan ayet, Allah'ın mutlak plânını hatırlatmakta
ve hiçbir şeyin gelişi güzel var kılınmadığı ve tesadüflerle oluşmadığı
hakkında bizi aydınlatarak ana fikir vermektedir. [47]
«De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, (Allah'ın)
yaratmaya nasıl başladığına dikkatle bakın. Sonra da âhirette (tekrar)
yaratmayı (öylece) başlatıpmeydana getirecektir. Şüphesiz ki Allah'ın kudreti
her şeye yeter.»
Hayatın nasıl
başladığı çeşitli bilimlere konu teşkil edecek derecede önemli bir olaydır.
Binlerce yıldan beri insanları düşündüren hayat ve onun nasıl başladığı bugün
hâlâ insanların çoğuna göre bir sır olarak kalmaktadır. Bilimsel araştırmalar
sürüp giderken, Kur'ân-ı Kerîm'de hareket noktasını belirler mahiyette
birtakım ana fikirler ve temel bilgiler verilmekte ve insan aklına yardımcı
malzeme sunulmaktadır.
Cenâb-ı Hak bu
konudaki temel bilgiyi yedi yerde «kün», yani «ol» emriyle açıklayarak sonsuz
kudretinin tezahürü olarak hayatı mükemmel bir plân ve programa göre düzenli
şekilde başlattığını bildiriyor. Şöyle ki: «Kün» emri illiyet kanunu ve ona
bağlı sebepleri harekete geçirerek yaratılmak istenilen şeyin özünü ve mayasını
oluşturur, sonra da belli bir tekâmül yoluyla gelişmesini sağlar. O şey canlı
türünden ise, aynı emrin tecellisiyle ona canlılık vasfını enjekte eder.
O halde kâinatta
canlı-cansız ne varsa, onlardan her biri, yine ezelde hazırlanan plân ve
program çerçevesinde «ol» emriyle vücut bulur ve türünün özelliği
doğrultusunda düzenli bir tekâmül devresi geçirerek asıl hüviyetine kavuşur.
Buna birkaç misal
vermemizde yarar görüyoruz :
a) İlk insan Âdem'in şekli, kara yapışkan,
kokuşmuş balçıktan meydana getirilip düzenlendikten sonra, hakkında ikinci
defa «kün» emri tecelli etmiş ve ona canlılık vasfını bahsetmiştir. Kur'ân'da
bu olay şöyle tasvîr edilmekte ve bize ipucu verilmektedir: «Âdem'i topraktan
yarattı, sonra ona «ol!» dedi, o da oluverdi.» [48]
b) Âdem'in soyundan gelen insanların ise, yine
«kün» emriyle tekâmüle bağlanarak biyolojik kanunlarla vücut bulması sağlanmış
ve ezeldeki plân uyarınca gelişip hüviyetine kavuşması şaşmayan kanunlara bağlanmıştır.
Şöyle ki: Yeni bir hayat insanlarda olsun, bitki ve hayvanlarda olsun, erkek
dişi hücrelerin birleşmesiyle başlar. İnsanda, döl yatağına düşen aşılı
yumurta bölünerek çoğalır. Bu bölünme 2, 4, 8, 16, 32, 64.. şeklinde gittikçe
çoğalıp hızlanarak devam eder. Yeni canlının hücre çoğalması başlayınca
meydana gelen ilk 32 hücre, toparlak bir hal alır. Bu toparlağın içi sıvı ile
doludur. İster insan, isterse hayvan olsun, meydana gelecek yaratığın
başlangıcı bu 32 hücredir. Bir bebeğin doğum zamanı gelinceye kadar bu
hücreler 45 defa bölünürler. Bu bölünmenin sonunda hücrelerin sayısı 26
trilyonu bulur. Bu rakam yeni doğan bir bebekteki canlı hücrelerin sayısıdır.
Ve.bundan sonra da bölünme devam eder de vücudun kas, kemik ve diğer kısımları
meydana gelir ve gelişir.
Bu konuda asıl önemli
olan ve Allah'ın yüce kudretini yansıtan olay şudur: Kas, sinir, kemik
hücreleri arasında büyük farklar belirmeye başlar. Kemik hücreleri kendi
kendilerine, diğer bir anlatımla yüklendikleri program gereği vücudumuzdaki
kemikleri ne bir eksik, ne de bir fazla meydana getirirler. Deri hücreleri
insanın aklının alamiyacağı bir doğrulukla vücudun nerelerini kaplıyacağını
bilir, ona göre çalışır. Sıcak ve ıslak bir ortamda geçen bu inanılmaz hayat
faaliyetinde her hücre tam bulunması gereken yeri alır.
Kur'ân-ı Kerîm'de
canlıların oluşma, tekâmül edip gelişme olayı «kün» emrinin tecellisine bağlanmakta
ve bu emrin asla şaşmayacağı belirtilerek hazırlanan plânın kusursuz olduğuna
ve devamlılık arzettiğine işaret edilmektedir. Şöyle ki:
«O bir şeyi
(yaratmayı) hükmedip yerine getirmek istedi mi, ona sadece «ol!» der, o da
oluverir.» [49]
Kur'ân'da bu temel
bilgi beş ayrı sûrede az değişik anlatımla açıklanmakta ve idrâkleri uyanık
tutma, hayatın nasıl başladığı hakkında hareket noktasını belirleme hususu
ilham edilmektedir.[50]
Böylece Kur'ân, konumuzu
oluşturan âyetle, hakkı inkâr edip maddeyi temel kabul edenlere, yeryüzünde
gezip hayatın nasıl başladığını araştırmalarını; araştırıcı ilim adamlarıyla
temas sağlamalarını emretmekte, bilimsel araştırmanın gereği üzerinde durmakta
ve bu gibi önemli konuların ancak ilmî araştırmalarla anlaşılabileceğine
işarette bulunmaktadır. [51]
«Dilediğine azap eder,
dilediğine merhamette bulunur ve ancak O'na döndürüleceksiniz.»
Cenâb-ı Hak, amelleri
niyetlere göre değerlendirip karşılık verir. O bakımdan hayatın amacını,
hilkatin nasıl başladığını, yaratan yüce kudretin varlığını ve birliğini idrâk
edenlerin günah ve kusurlarını dilerse bağışlar da onları geniş rahmetine lâyık
görür; dilerse, niyetlerindeki şüpheden dolayı onlara azap eder. Ne var ki,
O'nun rahmeti gazabının önüne geçmektedir.
İnkarcı maddecilere
gelince : Sünnetullah gereği, dönüş yapmadan, pişmanlık duyup hakka yönelmeden
ölenlerine azap gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'm, şükreden kullarının şükrünü
hiçbir zaman mükâfatsız bırak-mıyacağı gibi, inkâr doğrultusunda nankörlük edenleri
de cezasız bırakmayacağı adaletinin gereğidir. Böylece O'nun bağışlaması,
merhamette bulunması ve mağfiretine lâyık görmesi, yüksek kereminin, mutlak
adaletinin ve geniş rahmetinin eseridir; cezalandırması ise, adaletinin ve
«Müntakim» sıfatının gereğidir. Mülk O'nundur ve her şey O'nun eseridir.
Dilediği gibi tasarruf hakkı yalnız O'na mahsustur. Koyduğu kanunlar,
hazırladığı plân ve programlar şaşmadan aynen uygulanır ve hedefine doğru
aksamadan ilerler. Mülkünde ortağı, tasarrufunda eşi ve benzeri, rahmetinde
dengi, cezalandırmasında duygusallığın yeri söz konusu değildir.
Varlık alemindeki
mükemmel düzen, yüksek kudretinin tezahürüdür. Bu düzende yer alan her şeyin
eninde-sonunda dönüşü Allah'adır. Çünkü başka gidilecek bir yol, dayanılacak
bir kudret, sığınacak bir melce' yoktur.
Hiçbir güç, Allah'ı
âciz bırakamaz. Zira acizlik, yaratılanlara mahsustur. Allah'ın varlığı ise
kendindendir. O «vâcibü'l-vücut»tur. Allah'a karşı gelenler, O'nu tanımayanlar
ve O'nun emirlerine baş eğmiyenler, şüphesiz O kudretin karşısında bir
hiçtirler. Onların her çeşit inkâr, red, hırçınlık, azgınlık ve ahlâksızlıkları
sadeee şaşkınlıklarının eseridir ve cehaletlerinden kaynaklanmaktadır.
İşte konumuzu
oluşturan âyette bu inceliklere temas edilerek inkarcı maddeciler, günahkâr
şaşkınlar şöyle uyarılmaktadır: «Ve siz ne yeryüzünde, ne de gökte (Allah'ı)
âciz bırakacak değilsiniz. Sizin için Allah'tan başka ne bir yakın dost, ne de
bir yardımcı vardır.»
Bütün bu gerçekler
karşısında hakkı idrâk edip âlemlerin Rabbı olan Allah'ın manevî huzurunda
secde etmek ne büyük irfan ve mutluluktur!
O'na karşı baş kaldırıp inkâr
ve azgınlıkta bulunmak ise, ne büyük gaflet, ne çirkin cehalet ve ne uzak
dalâlettir.. [52]
«Allah'ın âyetlerini
ve O'na kavuşmayı inkâr edenler var ya, işte onlar rahmetimden ümit
kesmişlerdir ve onlar için elem verici bir azap vardır.»
Allah'ın sonsuz rahmetinin
her varlıkta, o varlığın isti'dadı nisbetinde teaelli ettiğini görüyoruz.
Kişide isti'dat yoksa, ilâhî rahmetin ne kusuru olabilir. Bahar mevsiminde
hayat veren yağmurdan mahrum bırakılan toprakta bir hareket meydana gelmiyor
ve kendine düşeni yerine getiremiyor-sa, kusur yağmurda değil, toprağı o
yağmurdan mahrum bırakandadır, İşte böylece Cenâb-ı Hakk'm rahmeti her şeyi
kapsayıp kuşatmıştır. Aslanın kendi yavrusunu o parçalayıcı dişleriyle tutup
ısırmadan, incitmeden bir yerden bir yere taşıması, hırçın bir atın yavrusunun
süt emmesine imkân vermesi hep ilâhî rahmetin birer tezahürü değil midir? Bu
gerçekleri gö-remiyen, görüp de idrâk edemiyen sapıklardır ki, umutsuzluk
içinde bir ömür tüketirler; ne Allah'ın damgasını taşıyan eşyaya dikkatle ve
ibretle bakarlar, ne de Allah'a kavuşacaklarına inanırlar. Şüphesiz öyleleri
için iki ayrı azap söz konusudur: Birincisi dünyada onların yakasını bırakmaz;
öyle ki her an ölüp yokluğa karışma endişesini taşırlar ve umutsuzluk içinde
günlerini gün etmeye çalışırlar. Diyebiliriz ki, hayatta bir fani için en kötü
azap, âhirete ve hesaba inanmamaktan kaynaklanan ümitsizliktir. İkinci azap ise
âhirette ebediyen peşlerini takip eder. [53]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden ve insan aklına ışık tutup
malzeme ve ön fikir veren belgeler sıralandı.
Aşağıdaki âyetlerle, mü'minleri
biraz daha ümitlendirmek ve teselli etmek için tekrar İbrahim (A.S.) kıssasının
bazı önemli safhalarına geçiliyor; O'nun kendi kavmiyle olan mücadelesine
dikkatler çekilerek olaylar arasındaki benzerlik üzerinde durulması ilham
ediliyor. Sonra da hakkın mutlaka üstün geleceği haber verilerek tatmin ediei
misaller sergileniyor. [54]
24— (İbrahim Peygamberin putları kırıp kavmini
Hakk'a çağrısına) onların cevabı sadece şöyle demeleri oldu: «İbrahim'i ya
öldürün, ya da ateşte yakın.» Ama Allah O'nu ateşten (salimen) kurtardı. Bunda
elbette dosdoğru inanan bir millet için öğütler, ibretler ve belgeler vardır.
25— İbrahim ise (onlara) şöyle dedi: «Siz
şüphesiz Allah'ı bırakıp Dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olsun diye
putları (tanrılar) edindiniz. Ama bunun sonrası (ne olacak bilir misiniz?)
Kıyamet günü bir kısmınız bir kısmınızı inkâr eder ve birbirinizi
lanetlersiniz. Varıp eyleşeaeğiniz yer ise Cehennem'dir ve sîzin için (orada)
yardımcılardan bir kjmse de bulunmayacaktır.»
26— Bu açıklama ve uyarı üzerine Lût O'na îmân
etti (inandığını tekrarladı) ve İbrahim de, «ben Rabbıma (O'nun emri uyarınca)
hicret ediyorum. Şüphesiz ki Rabbım çok üstün, çok güçlü ve yegâne hikmet
sahibidir» dedi
27— O'na İshâk ve Yâkub'u (bir teselli ve takviye
olarak) ihsan ettik; O'nun soyundan (lâyık gördüklerimize) peygamberlik ve
kitap verdik; hem O'nun ecrini Dünya'da kendisine lütfettik, şüphesiz ki O,
Âhiret'te de iyi-yararlı kişilerdendir.
«(İbrahim Peygamberin putları
kırıp kavmini Hakk'a çağrısına) onların cevabı sadece şöyle demeleri oldu:
«İbrahim'i ya öldürün, ya da ateşte yakın.»
İbrahim Peygamber'in
(A.S.) putları yermesine, sonra da kırıp parçalamasına ve insanları bir olan
Allah'a ibâdete çağırmasına karşı Babil'lile-rin tepkisi pek sert oldu. Kral
Nemrud'un başkanlığında toplanan kurui, İbrahim Peygamber'in ya silahla, ya da
ateşe atılmak suretiyle öldürülmesine karar verdi. Rivayete göre, İbrahim
Peygamber bir süre de zindana atılmıştır.
Maddî, yani zahirî
sebeplerin ve çarelerin yok olduğu bir yerde ve zamanda Cenâb-ı Hak zulme
uğrayan peygamberini kurtardı, ona inayette bulundu. Öyie ki, İbrahim Peygamber
yakılan büyük ateşe atılınca, Allah'ın «Ey ateş, serin ve selâmet ol İbrahim'e»
emri tecelli etti. Büyük bir mu'cize meydana geldi; İbrahim (A.S.) kurtuldu.
Kur'ân'ın beyânına
göre, bu tehlikeli mücadele döneminde İbrahim Peygamber'e (A.S.) yalnız Lût
(A.S.) imân etti. Böylece bu iki peygamber Babi! ülkesinden hicret etmek
zorunda kaldı. Akıllara durgunluk veren mu'cize, Nemrut'un ve yandaşlarının
kalbini yumuşatmaya, gerçeği görüp anlamalarına yetmedi, üstelik bu olaydan
sonra küfür ve tuğyanları arttı.
Ancak Hz. İbrahim
(A.S.) teblîğ ile görevli bir peygamber olduğundan o ülkeyi terketmeden son bir
defa daha uyanda bulunmayı, inkarcı şaşkınları Hakk'a davet etmeyi ihmal
etmedi. Zira ortada kalpleri yumuşatacak, vicdanları harekete geçirecek bir
mu'cize bulunuyordu. Kıssanın bu ve diğer sûrelerdeki anlatımından o uyarının
beş maddeden oluştuğunu anlıyoruz:
1— Allah'ı bırakıp, sırf dünya hayatına yönelik
olarak aranızda bir sevgi ve ilgi bağı oluşsun diye putlara tapıyorsunuz.
2— Oysa bâtıla dayalı bir sevgi ve ilgi kıyamet
gününde daha çok düşmanlığa dönüşür; bunu hiç düşünmüyor musunuz?
3— Kıyamet günü hesap alanında birbirinizi
lânetliyeaek ve birbirinizden nefret edip uzaklaşacaksınız.
Oradaki yeriniz ve
yurdunuz sadece ateş olacaktır.
Ve orada sizin için
hiçbir dost ve yardımcı da bulunmayacaktır, [55]
«Bu açıklama ve uyarı üzerine
Lût O'na imân etti (inandığını tekrarladı) ve İbrahim de, «ben Rab-bıma (O'nun
emri uyarınca) hicret ediyorum. Şüphesiz ki Rabbim çok üstün, çok güçlü ve
yegâne hikmet sahibidir.» dedi.»
İbrahim (A.S.) teblîğ
ve irşat görevini bir süre sürdürüp olumlu sonuç alamamıştı. Her defasında hem
babasının, hem de diğer putperestlerin tepkisiyle karşılaşmış ve ilâhî
emirleri her hatırlattıkça inkarcı azgınların kalplerini yumuşatmak şöyle
dursun, büsbütün inkâr ve tuğyanlarını kabartmıştı. Zulmü, ahlâksızlığı ve
haklara tecavüzü sanat edinen inkarcı sapıklar, küfür ve ahlâksızlığın son
kertesine gelip dayanmışlardı. Bu durumda sön bir uyarıda bulunmaktan başka
yapılacak bir şey kalmamıştı. O bakımdan İbrahim Peygamber onlara son sözünü
söyledikten sonra Hicaz tarafına hicret etti. Bu, hem Babil'lileri, başlarına
gelecek olan ilâhî azapla başbaşa bırakmak, hem de Tevhîd İnancı'nın ana
merkezini oluşturacak ve kıyamete kadar merkez olmaya devam edecek kutsal
Kabe'yi inşa etmek için lüzumlu bir ayrılıştı. Nitekim öyle oldu. Hicret,
İbrahim Peygam-ber'e rahmet ve huzur, güven ve itmi'nan; kâfirlere ise, azap ve
murdarlık getirdi.
İbrahim kıssasının bu
safhasının çok duyarlı bir anlatımla nakledilmesi şu iki hususu hatırlatmaktadır:
1— Mekke'de
çok sıkıntılı günler geçiren ve her gün müşriklerin saldırısına uğrayan Hz.
Muhammed de (A.S.) yakın gelecekte Mekke'den başka bir yere hicret etmek
zorunda kalacaktır.
2— Mü'minler
din ve ibâdet hürriyeti olan bir ülkeye göçecek ve Mek-keli müşriklerin
azgınlık ve şirretlikleri son bulacak; Allah'a ibâdet için ilk yapılan kutsal
Kabe Tevhîd İnancı'na merkez olma hüviyetine^ yeniden kavuşacaktır.
Ancak bir kimsenin
istemiyerek kendi öz yurdundan hicret etmesi pek kolay bir iş değildir. Birçok
yakınlarını ve aşina olduğu simaları terketmek-le beraber, doğup büyüdüğü
çevreden kopmak demektir. Bunun için Ce: nâb-ı Hak, İbrahim Peygamber'in zahirî
yalnızlığını gidermek ve üzüntüsünü hafifletmek, kalbini takviye edip
hizmetini dünyada da mükâfatlandırmak için O'na İshak'i ve fazla olarak da
Yakub'u verdi. Ayrıca O'nun so-. yundan lâyık ve ehil gördüğü kimseleri
peygamberlik payesiyle taltîf buyurdu; bir kısmına kitap indirdi. Böylece tek
başına Babil hükümdarıyla mücadele veren bu büyük peygamberin kadrini daha
yükselterek O'nu hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'ân'da anıp övdü.
Şüphesiz İbrahim
(A.S.) olayı bir misaldir. Hayatını Aİlah yolunda harcayıp Allah kullarını
irşada çalışan mürşitleri, inkarcı sapıklar küçümsese bile, Allah onların
kadr-ü kıymetini artırır ve tanınmalarını sağlar. [56]
Yukarıdaki âyetlerle,
Mekke'de aralıksız zulme uğrayan mü'minleri teselli etmek ve hicretin yakın
olduğuna imada bulunmak için İbrahim Peygamber kıssasına dönüldü ve ibretli
safhalarından bir kısmı anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Lût (A.S.) kıssasından öğüt ve ibret alınacak safhalar anlatılıyor. Hakk'a
karşı tuğyan eden inkârci bir kavmin felah bulmayacağına işaretle, Mekkeli
azgın müşrikler uyarılıyor. Sonra da azap haiirie getirilen tabii olayların
altında yg'tan sır ve hikmet üzerinde duruluyor. [57]
28— Lût'u da (uyarıcı peygamber olarak kendi
kavmine gönderdik). Hani bir vakit o, kavmine dedi ki: «Şüphesiz ki
milletlerden hiç birinin sizden önce işlemediği çok çirkin bir hayâsızlığa
doğru (durmadan) gidiyorsunuz.
29— Sizler gerçekten erkeklere (cinsel sapıklar
olarak) gidiyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda çirkin şeyler yapıyorsunuz
öyle mi?» Bunun üzerine kavminin cevabı ancak şöyle demeleri oldu: «Eğer
doğrulardan isen bize (o tehdit edip durduğun) Allah'ın azabını getir.»
30— Lût da, «Ey Rabbım! dedi, ortalığı fesada
veren bu kavme karşı bana yardımda bulun.»
31— Ne vakit ki elçilerimiz İbrahim'e müjde ile
geldiler, «doğrusu biz şu kasaba halkını yok edeceğiz! çünkü halkı zufüm (ve
azgınlığı) sanat edinmişlerdir» dediler.
32— (Bunun üzerine) İbrahim, «o kasabada Lût
bulunuyor» dedi. Elçiler, «biz kasabada olanları çok iyi biliyoruz; karısı
dışında Lût'u da aile efradını da mutlaka kurtaracağız. Karısına gelince, o,
geride kalan (sa-pık)lardan bindir» diye cevap verdiler.
33— Elçilerimiz Lût'a gelince, onların geliş
sebebinden üzülüp fenalaştı; eli kolu bağlanıp (göğsü) daraldı. Elçiler,
«korkma ve üzülme; biz mutlaka seni de, âîle efradını da kurtaracağız, ancak
eşini değil, o geride kalan (sapık ahlâksızlardandır!» dediler (de ona güven
verdiler).
34— «Şüphen olmasın ki, biz bu kasaba halkı
üzerine, yaptıkları çok çirkin ahlâksızlıktan dolayı gökten azap indireceğiz.»
35— And olsun ki biz, aklını kuflanan bir millet
için bu kasabada açık belge(ler) geriye bıraktık.
Ümmu Hani' (R.A.)dan
yapılan sahîh rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir: Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e, «Ve te'tune fi nâdîkümu'l-münkere» âyetinin yorumunu sordum.
Buyurdu ki: «Lût Kavmi topladıkları küçük taşları yoldan gelip geçenlere atıp,
onlarla eğlenirlerdi. İşte böylece onlar toplantılarında çirkin şeyler
yapıyorlardı.» [58]
«Doğrusu Lût Kavmi
toplantı yerlerinde biraraya gelir, herbirinin yanında içi küçük taş dolu bîr
tabak bulunurdu. Önlerinden bir kimse geçince ona o taşları atarlardı da kim
isabet ettirirse, taşının dokunduğu kimse ona daha lâyık görülürdü. (Yani
onunla cinsel sapıklıkta bulunma hakkı kendisine verilirdi).» [59]
Lût kıssası, tarihte
meydana gelen ender olaylardan biridir. İlâhî dinlerden uzak kalıp kutsal
değerlerden mahrum yetişen insanların yapamı-yacağı kötülük ve hayasızlık
yoktur. O bakımdan bu çirkin olay, ibret ve öğüt alınsın diye Kur'ân'in sekiz
yerinde geniş çapta, dört-beş yerinde de özet mahiyetinde anlatılır. [60]
Lût Peygamber (A.S.),
Arabistan yolu üzerinde ölü deniz kesimindeki Sodom ile Gomorra kasabalarına
uyarıcı peygamber olarak gönderilmiştir. Bu komşu iki kasaba halkı Allah'a ve
âhirete inanmadıkları gibi, peygamberin feblîğ ve uyarısından hiç
hoşlanmıyorlardı. Çünkü putperestlik, cinsel sapıklık ve her türlü ahlâksızlık
onların ruhuna işlemiş, hücrelerine sızmıştı. Özellikle kadınları bırakıp
erkeklerle cinsel sapıklıkta bulunmak o iki kasabada iyice yaygınlaşmış ve
tabii olaylar arasına girmişti. Kasabalarına uğrayan yabancılara saldıracak
kadar gözleri dönmüş, misafir edindikleri erkekleri zorla, ölüm tehdidiyle pis
arzularına boyun eğdirecek kadar bu işi ileri götürmüşlerdi.
İşte Lût Peygamber
böylesine sapık ve dengesiz bir topluluğu irşadla görevlendirilmiş ve İbrahim
Peygamber'e indirilen sahîfelerde yer alan bazı hükümleri ontara teblîğe
çalışmıştı. A'raf, Hud, Hicr, Şuârâ ve Nemi sûrelerinde de açıklandığı gibi,
Lût Peygamber, Allah'ın varlığına, birliğine, âhiret hayatına ve oradaki hesaba
inanmaya davetin yanısıra, onlarla sözü edilen cinsel sapıklık hakkında çetin
mücadeleler vermiş; zaman zaman onları elem verici bir azapla tehdît etmişti.
Ne yazık ki bütün çabalarına rağmen bu kadri yüce peygamber olumlu bir sonuç
sağlayamamıştı. Onlar her defasında, «canım sen de şu tehdît edip durduğun
azabı getir de bir görelim» diyerek onu hem alay konusu edinmişler, hem de
yalanlamışlardı.
Mekkeli putperest
müşriklerin tutum ve inadı Sodom'lu'lara yakın bir anlam taşımaktaydı. Cinsel
sapıklık o bölgede ender rastlanan olaylardan olmakla beraber, onun dışında her
türlü ahlâksızlığa prim verilir ve zorbalığın en kötüsü sergilenirdi. O
bakımdan Lût kavmiyle ilgili tehdit safhası, bir bakıma Mekkeli müşrikler için
de söz konusuydu. [61]
Lût kavmiyle ilgili bu
iki kasabanın adını, Tevrat'ın Tekvin bölümünden naklettik. Gerçi bugün için bu
iki isimde bir kasaba yoktur; ama milattan yaklaşık 2000 yıl önce orada bu
isimde iki kasabanın mevcut olduğunda şüphe yoktur. [62] Zira
İncil'de Sodom kasabasından ismen bahsedilerek İsa Peygamber'in Lût Kavmi
hakkında şunları söylediği belirtilir:
«Lût'un günlerinde de
böyle oldu; yerler, içerler, satın alırlar, satarlar, dikerler, bina ederlerdi;
fakat Lût Sodom'dan çıktığı gün, gökten ateş ve kükürt yağdı ve hepsini helak
etti..» [63]
Bir kasaba veya
ülkenin yıkılıp haritadan silinmesi belli sebeplerin biraraya gelmesiyle
gerçekleşir. Sebepleri harekete geçiren ise, onların bağlı bulunduğu
kanunlardır. Meselâ bir yerde depremi oluşturan bazı fiziksel sebepler vardır
ki o sebepleri bağlı bulundukları kanunlarla tanımlayabiliriz. Ancak kanunlar
ve sebepler kendiliğinden harekete geçmez? onları harekete geçiren görevli
meleklerdir. Meydana gelen olaya zahiren «tabii afet» deniliyor,- gerçekte ise
gizli bir plânla onu oluşturup ortaya çıkaran kuvvetler söz konusudur. İnsanlar
o kuvvetleri görmedikleri için, olayı sadece zahirî sebeplere bağlamakla
yetiniyorlar.
Lût Kavmi'nin yok
edilmesi konusunda Kur'ân bize ipucu veriyor. Şöyle ki: Görevli iki melek önce
İbrahim Peygamber'e uğruyor ve durumu haber veriyorlar; sonra da Lût
Peygamber'e gelip konuk oluyorlar ve meydana gelecek azabı gerçekleştirmekle
görevli bulunduklarını söylüyorlar. Bu hiçbir zaman olayın bağlı bulunduğu
sebepleri ve bağlı bulundukları kanunları tatil etmek anlamına gelmez; bilâkis
sebepleri harekete geçiren kanunların itici rol oynamasını sağlamaya yönelik
bulunduğunu hatırlatır.
Sodom'u içinde yaşayan
insanlarla birlikte haritadan silen sebepler nelerdi? Gönderilen iki melek
hangi kanunu ve ona bağlı sebepleri harekete geçirmişlerdi? Kur'ân-ı Kerim'de
bu husus şöyle açıklanmaktadır: «Buyruğumuz gelince (ülkenin) üstünü altına
getirdik; birbiri üzerine konulmuş pişmiş balçık (gibi) taşlar yağdırdık ki bu
taşlar Allah yanında belirlenmişti ve zâlimlerden de asla uzak değildi.» [64]
Diğer bir âyette de aynı konu daha kısa şekilde şöyle ifade edilmektedir:
«Güneş doğarken bir ses, bir uğultu onları yakalayıverdi. Şehirlerinin üstünü
altına getiriverdik ve üzerlerine pişirilmiş çamurdan taş yağdırdık.» [65]
Bu iki anlatımdan
anlıyoruz ki, yanar dağ harekete geçirilmiş, yükselen lavlarla birlikte akıp
gelen püskürükler Sodom'u belirsiz hale getirmiştir. Tevrat'ta buna yakın bir
ifade kullanılarak şöyle denilmektedir: «Ve Lût Tsoar'a geldiği zaman, güneş
yer üzerine doğmuştu. Ve Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine Rab tarafından
göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde
oturanların hepsini ve toprağın nebatını alt-üst etti..» [66]
İncil'de de az
yukarıda naklettiğimiz gibi, Sodom üzerine taş ve kükürt yağdığı yazılıdır.
Şüphesiz bu ifadeleri
biraraya getirdiğimizde, hem büyük bir depremin, hem de yanardağın harekete
geçtiği kendiliğinden anlaşılır. [67]
«(Bunun üzerine)
İbrahim, «o kasabada Lût bulunuyor» dedi. Elçiler, «biz kasabada olanları çok
iyi biliyoruz; karısı dışında Lût'u da aile efradını da mutlaka kurtaracağız.
Karısına gelince, o, geride kalan (sapık)lardan biridir» diye cevap verdiler.»
A'raf, Hud ve Hicr
sûrelerinde de kısmen belirttiğimiz gibi, kişileri ancak kendi sağlam
imanları, güzel ahlâkları ve yönlendirici takvâlanyla birlikte Allah'ın rahmet
ve inayeti kurtarır. Hısımlarının peygamber, veli, âlim, mürşit ve eğitimci
olması kurtarıcı sebepler sayılmaz. Lût Peygamber'in (A.S.), eşinin sapıklığı
karşısında ne günahı olabilir? Aynı zamanda O'nun peygamber olması sapıklığı
huy edinen eşinin kurtarılması için yeterli sebep değildir. Kur'ân'da bu olay
birkaç yerde tekrar edilerek uyarıcı ve aydınlatıcı bir misal olarak
verilmektedir. Nitekim Sevgili Peygamberimizin de bu konuda kızı Hz. Fatıma'yi
(R.A.) uyarması çok anlamlıdır.
Yıkılıp yok olan
Sodom'un kalıntıları, yapılan kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Zira belirtilen
bölgede hayli tarihî eşyaya ve kalıntılara rastlandığı, aydınlatıcı bilgiler
elde edildiği ilgililerce ifade edilmektedir. Cenâb-ı Hak bu kalıntıların
mevcudiyetine bilhassa dikkat çekerek şu bilgiyi vermektedir: «And olsun ki
biz, aklını kullanan bir millet için bu kasabada açık belge(ler) geriye
bıraktık.»
Kur'ân bu bilgiyi
verirken, diğer âyetlerle de tarihî eserlerin araştırılıp meydana
çıkarılmasında yalnız sanat değerleri, medenî ölçüleri üzerinde değil, o
eserleri vücuda getiren kavim ve milletlerin neden yerin dibine geçirildiği
üzerinde de'durulmasını telkin ve tavsiye eder. [68]
Yukarıdaki âyetlerle,
küfür ve ahlâksızlığı sanat edinen Lût Kavmi hakkında inen ilâhî hükümden söz
edilerek yaşamakta olan inkarcı sapıklar uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
yine Mekkeli putperestleri hizaya getirmek, saldırılarının kendilerine büyük
bir azabı hazırladığını hatırlatmak ve yaşamakta olan inkarcı maddecilerin
kafalarını tarihin derinliklerine çevirip daha iyi düşünüp ibret almalarını
sağlamak için Şuayb, Âd ve Semûd kavimleriyle ilgili kıssaların birer özeti'
verilmektedir. [69]
36— Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (uyarıcı
peygamber) gönderdik; «ey kavmim, dedi, Allah'a tapın, Âhiret gününe (oradaki
mutluluğa) umut bağlayın ve sakın yeryüzünde fesat çıkararak ortalığı
karıştırmayın.»
37— Buna karşı onu yalanladılar. O sebeple onları
şiddetli bir sarsıntı yakal ay iverdi, derken kendi yurtlarında dizüstü çöküp
kaldılar.
38— Âd ve Semûd'u da yok ettik. Gerçekten onların
oturduğu yerlerin kalıntılar*! size açık ve ortadadır. Şeytan, onlara
amellerini süslemişti de böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştu. Halbuki
kendileri (az-çok) gözü açık kimseler idi.
Medyen birçok yerde
belirttiğimiz gibi, Filistin ile Hicaz arasında Kı-zıldeniz sahiline yakın
büyük bir kasabadır. Şuayb Peygamber onlara uyarıcı elçi olarak
gönderilmiştir. Zira bu yöre halkı hem güzergâha yakın, gelip geçen
kervanlarla temas halinde bulunuyordu, hem de birkaç çirkin ahlâkı vardı ki bu
tam bir zulüm haline gelmiş ve putperestlikle birleşip çev-, relerini de
huzursuz etmeye başlamışlardı. O nedenle kendilerini düştükleri küfür ve
ahlâksızlık bataklığından kurtaracak bir uyarıcıya büyük ihtiyaçları vardı.
Medyen yerlilerinin
daha çok şu üç huyu ve inancı konu edilmektedir:
1— Allah'ı bırakıp putlara taparlar ve bu
inançlarını ısrarla savunurlardı.
2— Dolaylı ve hileli gelir sağlamayı sanat
haline getirmişlerdi. O yüzden hem kendilerine karşı güvenleri kalmamıştı, hem
de yabancıların onlara karşı güveni yoktu.
3— Ölçü ve tartıda her türlü hileye başvururlar
ve böylece insan haklarına dolaylı, dolaysız follardan el uzatırlardı.
Şuayb Peygamber (A.S.)
onların arasında doğup büyüdüğü için, olup bitenleri en küçük ayrıntılarıyla
biliyordu. O bakımdan çok yumuşak ve sistemli bir mücadele sürdürdü ve
yaşlanıncaya kadar bu şerefli hizmetini aksatmadı. Ne yazık ki, azı müstesna,
kasaba halkı bütün şirretlik ve haya-sızlığıyla bu kadri yüce peygambere karşı
koydular, onu yalancılıkla suçladılar; bu da yetmiyormuş gibi kendilerini
doğru yola irşada çalışıp fazîlet mücadelesini hasbî olarak sürdüren
hemşehrilerini öz yurdundan çıkartmayı kararlaştırdılar ve geniş bir aileye
mensup olduğu için öldürmeye cesaret edemediler.
İş bu üzücü ve
düşündürücü çizgiye gelip dayanınca, yapılacak bir şey kalmamış oluyordu. Zira
irşat ve tebliğ kusursuz yerine getirilmişti. Akıl ve idrâklerine ışık
tutulmuş, gereken yardımcı bütün bilgiler verilmişti. Kısacası, Allah ve
peygamberi kendilerine düşeni yapmış, doğru yolu ve neticesini göstermişlerdi.
Sonuç alınmayınca, sünnetullah harekete geçmiş ve hükmünü yürütmüştü. Müthiş
bir uğultu ve gürültü ile önüne geçilmesi mümkün olmayan azap kasabayı yerle
bir etti. Böylece ilâhî adalet ezeldeki ilmî tesbitine uygun tecelli ederek
zâlimlerin kökünü kesti.
Şuayb Peygamber'in
(A.S.) kıssasının özeti daha çok, Mekke'de müşriklerin saldın ve işkencesine
maruz kalan mü'minlere teselli vermekte ve yakında müşriklerin putlarıyla
birlikte hakkın önünde hezimete uğrayacağını müjdelemektedir. [70]
A'raf Sûresi başta
olmak üzere diğer sûrelerde de açıklandığı gibi, Ad Kavminin, Umman ile
Dahraman veya Umman ile Aden'in doğusuna düşen Hadramut arasındaki kesimde yer
aldıkları, yani eyleştikleri sanılmaktadır. Nitekim son yıllarda elde edilen
arkeolojik kalıntılar birtakım ipuçları vermektedir.
Âd Kavmi bütünüyle
putperest idi. Zulüm ve yağmacılıkta hayli ileri gittiklerini bazı tarihçiler
kaydetmektedir. Allah'ın birçok nimetlerine erişmelerine rağmen
nankörlüklerini her geçen gün artırmakta idiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, hem
onları uyarıp tuttukları çok tehlikeli yoldan dönmelerini sağlamak, hem de
çevre halkını onların yağmacılığından korumak için Salih Peygamberi uyarıcı
olarak görevlendirdi. [71]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin yaşadığı çağda Âd ve Semûd kavimlerinin kalıntılarının yer yer boy
gösterdiğini ve o yöreden gelip geçenlerin dikkatini çektiğini, yine konumuzu
oluşturan 38. âyetten anlıyoruz.
Böylece küfür ve
azgınlıkta ileri gidip hakları çiğneyen ve ahlâksızlığı sanat haline getiren
bu milletin ömrü pek uzun olmamıştır. Cenâb-ı Hak, onları uyarıp doğru yolu
göstermek için gereken yardımcı imkânları vermiş ve ilâhî azametine yakışanı
kusursuz gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki, bu lütuf ve inayetleri, iltifat ve
rahmetleri göremeyen ve anlayamayan Âd Kavmi, kendi kendilerine yazık etmişler
ve sonunda hem dünyalarını, hem de âhiretlerini kaybetmişlerdir.
Semûd Kavminin ise,
yapılan araştırmalara ve elde edilen bazı sonuçlara göre, Asûr hakimiyetinde
yaşadığı sanılmaktadır. Bu kavim, Hicaz yakınında Hicr yöresinde yer almış bir
millettir. Hud Peygamber de uyarıcı ve doğru yolu gösterici olarak
gönderilmiştir. Bunlar ovada saray gibi evler ve dağ eteklerinde kayaları
yontup geniş barınaklar yapan güçlü bir millet idi. Ne var ki eriştikleri
nimetlerin hiçbirine karşı şükretmiyenleri; gün geçtikçe nankörlük, inkâr ve
azgınlığını artıranları %99'u bulmaktaydı. Salih Peygamber'in, onların
istediği mu'cizeyi ortaya koymasına rağmen inkâr ve tuğyanda inatla ısrar
ettiler. Sonunda bu azgınlık ve taşkınlık, hak tanımazlık geiip son noktasına
dayanınca ilâhî hüküm indi. Müthiş bir deprem ülkenin altını üstüne getirdi.[72]
Semûd Kavmi'yle ilgili
kıssanın burada bir özetinin verilmesi, hem Mekkeli müşrikleri, hem yaşamakta
olan inatçı ateistleri uyarmaya, hem de mü'minleri müjdelemeye yönelik bir
anlam ve hüküm taşımaktadır.
Bu iki kavim
hakkındaki bilgileri özetliyeoek olursak, şöyle bir tesbit tablosu ortaya
koyabiliriz: Gerek Âd, gerekse Semûd Kavminin, taşlan yontup kendilerine göre
bir medeniyet (!) kurdukları hem Kur'ân'dan, hem de tarihî belgelerden, yani
arkeolojik kalıntılardan anlaşılmaktadır. Ne var ki, sadece ekonomik kalkınma
ve sanatta, sanayide gelişme, bir milletin ayakta durması için yeterli
faktörler değildir; onlara paralel olarak insan ruhunu aydınlatacak,
vicdanları geliştirecek, kutsal değerlere saygı duyulmasını sağlayacak, bir
olan Allah'a inanıp yalnız O'na kulluğun gereğini kalplere ve kafalara
işleyecek çok ciddi eğitim ve öğretime ihtiyaç vardır. O bakımdan maddî refahla
hak dine bağlılık birlikte yürütülmediği takdirde, yetişmekte olan kuşakları
hızla yaklaştıkları uçurumdan geri döndürme imkânları kalmamış olur ve o
takdirde ülkenin yıkılması mukadder çizgiye gelip dayanır.
Yine Kur'ân'ın
açıklamasına göre : Bu iki milletin de becerikli, açıkgöz, çalışkan sanat
meraklısı oldukları da anlaşılıyor. Ama servet ve sanatın yalnız başına insana
ahlâk ve fazîlet vermediğini tarihî tecrübeler ortaya koymuştur. Kur'ân-ı
Kerîm'de özellikle bu inceliğe işaret edilmekte ve milletler uyarılmaktadır. [73]
Yukarıdaki âyetlerle,
hem Mekkeli putperestleri, hem de yaşamakta olan inkarcı topluluk ve milletleri
uyarmak için dikkatler tarihteki önemli olaylara çekildi. Hakk'a baş kaldırıp
her türlü kutsal değeri çiğneyen milletlerin sonlarının felâket ve hüsranla
noktalandığı açıklandı; birkaç ibretli misal verilerek iyi düşünmemiz ilham
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ilâhî nizama karşı gelip plândaki yerlerini almayan ve dünyalığı ilâh edinip
eşyaya tapan kavim ve toplumların başına gelen, azap hatırlatılıyor. Haktan
kopuk, bütünüyle maddeye yönelik medeniyetler, örümcek ağma benzetilerek çok
düşündürücü bir misal veriliyor. Verilen bu misallerden ancak gerçekçi olan
ilim adamlarının anlayıp akle-deçeklerine atıf yapılarak, ilme ve ilim adamına
ilâhî iltifat sinyali veriliyor. Sonra da düşünce ufkumuzu genişletmek için
göklerin ve yerin tam uyum, denge ve sağlam düzende yaratıldığı hatırlatılıyor.
Sonra da Peygamber'in (A.S.) hizmetine devam etmesi konu edilerek namazın
öneminden ve yararlarından pasajlar veriliyor. [74]
39— Karun'u, Fir'avn'ı ve Hâmân'ı da (inkâr ve
azgınlıkları yüzünden) yok ettik. Şanım hakkı için Musa onlara açtk belgelerle,
(susturucu) mu'ci-zelerle geldi; fakat onlar, yeryüzünde büyüklük tasladılar
(Hakk'ı kabul etmediler ve ona boyun eğmeyi gururlarına yediremediler). Halbuki
(Allah'ı âciz bırakacak ve inecek azabın) önüne geçebilecek değillerdi.
40— Bunlardan her birini günahı sebebiyle
yakaladık: Kiminin üzerine şiddetli kasırga gönderip taş yağmuruna uğrattık;
kimini korkunç bir gürültü yakalayıp sarıverdi; kimini yere geçirdik; kimini
de (denizde) boğduk. Ailah onlara zulmeder olmadı, ama onlar kendilerine
zulmediyorlardı.
41— Allah'ı bırakıp başka başka dostlar, sahipler
edinenlerin misâli, kendine yuva edinen örümceğin haline benzer ve gerçekten
evlerin en hafif ve dayanıksızı örümceğin yuvasıdır. Bunu bir bilselerdi!.
42— Şüphesiz ki Allah, onların kendisinden başka
nelere taptıklarını bilir. O, çok üstündür, çok güçlüdür, yegâne hikmet
sahibidir.
43— Biz, işte bu misalleri insanlar için (gerçeği
daha iyi anlasınlar diye) getiriyoruz. Bunları ancak ilim adamları düşünüp
akleder.
44— Allah, gökleri ve yeri Hak ile (uyumlu,
dengeli ve düzenli ölçüde ve plânda) yaratmıştır. Şüphesiz ki bunda inananlar
için açık belge ve delil vardır.
45— (Ey Peygamber!) Kitap'tan sana vahyedileni
oku; namazı kılmaya devam et; çünkü namaz cidden ahlâk dışı davranışlardan,
(dine, akla ve sahih örfe ters düşen) uygunsuz şeyden alıkoy ar. Allah'ı anmak
elbette çok büyüktür! Allah, neler İşlediklerinizi bilir.
Hz. Enes (R.A.) diyor
ki: «Müslümanlardan genç bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimizle beraber vakit
namazlarını kıldığı halde ahlâk dışı söz ve davranışlarda da bulunuyordu. Onun
bu durumu Peygamber'e (A.S.) anlatılınca, Efendimiz şöyle buyurdu: «Namaz onu
pek yakında o gibi şeylerden alıkoyar.» Nitekim çok geçmeden o genç sözü edilen
kötü huy ve âdetinden vazgeçti.» [75]
Bir adam, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e dedi ki:
— Ey Allah'ın Resulü! falan adam geceleri namaz
kılar, sabah olunca hırsızlık eder.
Peygamber (A.S.) ona
şöyle buyurdu :
— Namazı yakında onu senin dediğin fiilden
alıkoyar. [76] Peygamber (A.S.)
Efendimiz diğer iki hadîste şöyle buyurdu:
— «Müferridler öne geçti!
Bunun üzerine Ashab-ı
Kiram sordu:
— Müferridler kimlerdir? Cevap verdi:
— Allah'ı çokça anan erkekler ve kadınlardır. [77]
«Bir topluluk oturup
Allah'ı zikretmeye dursun, mutlaka melekler onları kuşatır, rahmet onları
(perde perde) örter; üzerlerine gönül ycrtışkanlığı ve sükûnet iner de Allah
onları kendi yanındakilere karşı anar.» [78]
«Karun'u, Fir'avn'ı ve
Homon'ı da (inkâr ve azgınlıkları yüzünden) yok ettik. Şanım hakkı için Musa
onlara açık belgelerle, (susturucu) mu'cizelerle geldi; fakat onlar yeryüzünde
büyüklük tasladılar (Hakk'ı kabul etmediler ve O'na boyun eğmeyi gururlarına
yed iremediler). Halbuki (Allah'ı âciz bırakacak ve inecek azabın) önüne
geçecek değillerdi.»
Cenâb-ı Hak, putperest
müşrikleri uyarırken ve mü'minlere gelecek günlerin mutlaka aydınlık olacağını
dolaylı şekilde haber verirken, Musa (A.S.) kıssasına çok kısa bir anlatımla
değinmekte ve üç ayrı tip insanı tarihî misâl olarak vermektedir:
1— Altın ve
mücevheratı, lüks ve konforu tek amaç seçip akhnı, zekâsını ve diğer
yeteneklerini sadece bunun için kullanan Karun,
2— Dede ve babalarından tevarüs ettiği
hükümdarlık ve saltanatı hem zulüm aracı olarak kullanan, hem de bu gücü
sayesinde kendini ilâhlaş-tıran Fir'avn,
3— Zâlimden yana olup onun her görüş ve emrini
doğru kabul edip uygulayan ve o yüzden bütün kutsal değerlerden kopan,
benliğini kaybedip Fir'avn'a kul olan Hâmân..
Tarihte ilâhî hışma
uğrayıp yıkılan ve yok edilen milletlerin hayatı incelendiğinde bu üc tip
insanın her zaman ülkenin batmasında nâzım rol oynadıkları görülür, Mekke
müşriklerini Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in aleyhine kışkırtan ve hakkı
bütünüyle red ve inkâr eden ve ettirenlerin de bu üc tip insan olduğu kesindir.
Günümüzde de İslâm ülkelerini felâkete sürükleyenler bunlardır. O halde her
devir ve dönemde bu üç ayrı tip insana dikkat etmek zorundayız.
Bilindiği gibi, Musa
Peygamber (A.S.) büyük peygamberlerden, yani «ulu'1-azim» kabul edilen beş
peygamberden biridir. Kendisine, Levhalar üzerine yazılıp tesbit edilen Tevrat
adında büyük bir kitap verilmiştir. Hak adına sergilediği mu'cizeler insan
aklına ışık tutacak, vicdanları yönlendirecek, düşünce ufkunu genişletecek;
kâinatı kudret elinde tutan Cenâb-ı Hakk'ı tanıtacak nitelikteydi. Ne var ki,
altını, saltanatı ve zulme alet olmayı ilâhlaştırıp bunların ötesinde hiçbir
değer tanımayan Fir'avn, Hâmân ve Karun, mu'cızeye rağmen Hakk'ı kabul etmeyi,
O'na inanıp bağlanmayı gururlarına ve makamlarına yediremediler; üc günlük bir
saltanatı ebedî saadete tercih ettiler. O sebeple Cenâb-ı Hak insanları kötü
yola sevkeden ve onlara her zaman fena misal olan, peygamberi öldürmeyi
plânlayan bu azgın kâfirleri bir bir yok etti.
Şüphesiz ki, Cenâb-ı
Hak sünneti doğrultusunda onlar aleyhine yürüttüğü hükmüyle hic kimseye
zulmetmedi. Zira O mutlak âdildir, hiçbir zaman zâlim değildir. O'nun
insanlardan yana koyduğu hayat kanunları, hazırladığı mükemmel plân ve
program, her yönüyle huzur, güven, kardeşlik, mutluluk, ve sonsuz saadet
va'detmektedir. İşte O'nun koyduğu bu kanun ve hazırladığı bu plânı değişmez,
kıyamete kadar hedefine şaşmadan ilerler. O bakımdan O'nun plânına, programına
ve hayat kanunlarına uyanlar mutlu olur, uymayanlar kendilerine yazık etmiş
sayılırlar. [79]
Allah’ı bırakıp başka
başka dostlar, sahipler edinenlerin misali, kendine yuva edinen örümceğin
ağına benzer..»
Cenâb-ı Hak, bâtılın
peşine takılıp hakkı red ve inkâr edenlerin tutumunu tasvîr ederken çok
düşündürücü bir misal veriyor. Şöyle ki: Bâtılın tutunduğu ip çok çürük ve
zayıftır, tıpkı örümcek ağı gibi.. Her an kopup yok olmaya mahkûmdur. Gelip
geçen milletlerden bâtıl adına, küfür ve zulüm adına peygamberlere karşı cephe
alıp harekete geçenlerin akibeti bunun çürüklüğünün açık delillerinden
biridir.
Ayrıca bilindiği gibi,
örümcek ağını, kendini korumaktan ziyade avlanmak İçin örer de kendinden zayıf
canlıların yolunu kesip onları ölüm ağına düşürmeye çalışır. Kuvvetli sinekler,
güçlü haşere o ağı delip geçer, zayıflan ise takılıp kalır. Günümüzde de öyle
değil midir? Zayıf iradeli, men-faatçi, kendi çıkarından başka kaygısı olmayan
kişiler kısa zamanda ülkeyi sömüren dinsizlerin, maddeci ve sapıkların ağına
yakalanırlar da son^ne-feslerini o ağda verme felâketine uğrarlar.
İki çeşidi dışında
örümceklerin hepsi zehirlidir. Yakaladıkları avlarını önce zehirliyerek
öldürürler, sonra da emerler. Peygamber ve kitap tanımayan maddeci inkarcılar
da kendilerine göre birtakım dernekler vücuda getirirler. Çok cazip fikirlerle
ortaya çıkarlar. Örümcek ağı misali, tüzükleri çekici ve aldatıcıdır.
Yakaladıklarını önce kendi idealleriyle zehirleyip mefluç hale getirirler,
sonra da ondan yararlanmaya başlarlar ve posa durumuna getirinceye kadar
bırakmazlar. [80]
«Biz. işte bu
misalleri insanlar için (gerçeği daha iyi anlasınlar diye) getiriyoruz. Bunları
ancak ilim adamları düşünüp akleder.»
İslâm ve onun kitabı Kur'ân
insan aklına her vesileyle yer verir; ayrıca aklın, ilmin hizmetine, ikisinin
birden imânın hizmetine verilmesini emreder. O bakımdan Kur'ân'da gerek
Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden belgeler
sıralanırken, gerekse gelip geçen milletlerin hayatından ve yok edilme
sebeplerinden söz edilirken, akıl ilmin ışığında hakem olarak belirlenir ve
imandan güç ve kuvvet alması istenilir.
Varlık âleminde mutlak
denge ve düzeni idrâk edebilmemiz için bu iki unsurdan, yani akıl ile ilimden
yararlanmamız devamlı tavsiye edilir; sonra da ana tema ve amaç şu cümleyle
vurgulanır: «Bunları ancak ilim adamları düşünüp akleder..»
Zira akıl, insanoğlunu
öteki canlı yaratıklardan üstün yapan en önemli, en büyük kaynaktır. Bu
kaynağı, bize veren Yüce Kudretin rızası ve dileği doğrultusunda kullandığımız
nisbette mutlu oluruz.' Aklın temeli olan düşünce de yalnız insana vergidir.
Onun için Kur'ân'da bazan düşünce ufkumuz genişletilir, bazan aklımıza hareket
sağlanır ve birtakım temel bilgiler, ön fikirler verilir. [81]
«Allah, gökleri ve yeri
hak ile (uyumlu, dengeli ve düzenli ölçüde ve plânda) yaratmıştır. Şüphesiz ki
bunda İnananlar için açık belge ve delil vardır.»
Göklerin ve yerin
«hak» ile yaratılmasının taşıdığı manayı anlayabilmemiz için önce «hak»
kavramının delâlet ettiği mana ve hikmetleri bilmemize ihtiyaç vardır. Gerçi
tefsirimizin birçok yerinde bu kavram üzerinde durulmuş ve açıklayıcı bilgiler
verilmiştir. Ne var ki, uyguladığımız me-tod gereği, her tekrar nasıl yeni bir
uyanıklık, taze bir hüküm gerektiriyorsa, her kavram da yer aldığı konu ve
cümleye göre birtakım yenilikler yansıtıyor ve her şeyden önce idrâkleri
uyanık tutuyor. O bakımdan yeni açıklama istiyor.
Hak : Uyumlu, dengeli,
düzenli ölçü ve muhtevada yaratılan her şey
hakkında kullanılır.
Kapağın kutuya uyumlu bulunması, kapının kasasına tıpatıp uyması, karşılıklı
dişlilerin birbiriyle uyum halinde düzenli dönmesi «hak» kavramıyla
belirtilir. Doğruyu yansıtan, gerçeğe uygun olan, ilâhî nizama uyan her şey de
haktır.
Göklerin ve yerin hak
ile yaratılması, bunların her parça ve taşıdığı sistemin dengede olup plândaki
yerini alması, düzeninde bir aksaklık ve ahenksizliğin bulunmaması; her şeyin
yaratıldığı amaca yönelik hizmet vermesi ve hiçbir şeyin boş, anlamsız ve
hikmetsiz yaratılmaması şeklinde yorumlanır.
Bu gerçekleri İdrâk
edebilmek için imân temeli üzerinde gelişen, yani gücünü imândan alan iki şeye
ihtiyaç söz konusudur: Akıl ve ilim.. Zira inkâr ve gurur; cehalet ve
ölçüsüzlük şeddi ancak bu ikisiyle yıkılabilir. O nedenle ilgili âyetin akışı
içinde aklın ve ilmin daha çok sağlam bir imâna muhtaç bulunduğuna işaretle
şöyle deniliyor: «Şüphesiz ki bunda inananlar için açık belge ve delil
vardır.» [82]
«(Ey Peygamber!)
Kitaptan sana vahyedileni oku; namazı kılmaya devam et; çünkü namaz cidden
ahlâk dışı davranışlardan (dine, akla ve sahih örfe ters düşen) uygunsuz
şeyden alıkoyar..»
Namaz, mü'minle kâfiri
birbirinden ayıran belirti; kul ile Allah arasında en işlek yol; Allah ile
konuşma bahtiyarlığına ermenin edep ve saygı meclisidir.
Namazın sayılmayacak
kadar faydaları vardır. Konumuzu oluşturan âyette ise, o faydaları kendinde
toplayan namazın iki özelliği üzerinde duruluyor :
1— Ahlâk
dışı söz ve davranışlardan,
2— Dine,
akla ve sahih örfe ters düşen uygunsuz, nahoş şeylerden alıkoyar.
Çünkü namaz, önce
günlük hayatımızı başıboşluktan kurtarıp düzene sokmamızı sağlar; meydana
getirdiği fiziksel hareketlerle bedene canlılık ve sağlık kazandırır; direnci
artırır. Sonra da vicdanı geliştirip kalbe huzur verir. Cemaatleşme şuurunu
kuvvetlendirir; bu konuda idrâki uyanık tutar. Aynı zamanda ferdi toplumun
kopmaz parçası düzeyine getirir.
Namaz insana kişilik
kazandırır. Her şeyden önce kula kui olmanın zillet ve meskenetinden kurtarıp
âlemlerin Rabbına kul olma şerefine eriştirir. Kuvvet ve kudreti bütünüyle
Allah'a irca' etmemizi ilham eder.
O bakımdan da namaz
bütünüyle zikirdir, tesbîh ve tekbîrdir; duâ ve niyazdır. Allah'ı anmak,
elbette ki O'na yakınlığı sağlar; O'nun emirlerine kayıtsız şartsız uymayı
telkin eder. Kısacası Allah'ı anmak, O'nun kelâmıy-la O'na hitap etmek çok
büyük bir ibâdettir. İnkâr ve zulüm düzeyinde Hakk'a baş kaldırıp tuğyan eden
kavim ve milletlerden, onların akibetin-den ibretli misaller verildikten sonra
ilâhî vahye uymamızın ve namaz ibâdetine devam göstermemizin emredilmesi
elbette ki çok anlamlıdır. Her şeyden önce insanı günde beş defa dünya
dağdağasından, maddenin peşine takılıp yuvarlanmaktan çekip alır; olaylar
karşısında dayanma güoü-müzü artırır; hakkın üstün gelmesi, bâtılın hezimete
uğraması babında insana gereken manevî gücü sağlarken, maddî yönden de üstün
gelmenin meşru yollarını öğretir. [83]
Yukarıdaki âyetlerle,
ilâhî nizama uymayan, söz ve davranışlarıyla Hakk'a karşı isyan eden ve
dünyalığı, değişmeyen amaç seçen kavim ve milletlerin uğradığı felâketler
uyarıcı misal olarak verildi. Bâtılın örümcek ağı kadar zayıf ve önemsiz olduğu
belirtilirken, haktan yana olanların din ve dünya işlerinde düzenli, güçlü ve
prensipli olmalarının gereğine işaret edildi. İlme ve ilim adamlarına iltifat
sinyali verilerek gerçekçi âlimlere her zaman muhtaç bulunduğumuz dolaylı
şekilde anlatıldı. Sonra da düşünce ufkunu genişletmek ve akla malzeme vermek
üzere göklerin ve yerin hak ile yaratıldığı konu edilerek, hakkın üstün gelmesi
için inen vahye uyulması ve namaz ibâdetine devam edilmesi emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
dinde aşırı taassuba kapılmaya gerek olmadığına işaretle, Kitap Ehli (Yahudî
ve Hıristiyanlar) ile seviyeli bir tartışmaya yönelmemiz tavsiye ediliyor.
İlâhî hitap ve üslûba az-çok aşina olanların Kur'ân'a inanmasının her zaman
için mümkün olduğu konu ediliyor. Sonra da Kur'ân'ın bütünüyle ilâhî vahyin
eseri olduğu üzerinde durularak, daha önce Hz. Muhammed'in (A.S.) okur-yazar
olmadığına dikkatler çekiliyor. Sonra da önlerinde bunca açık belgeler
bulunduğu halde birtakım mu'cize-ler İsteyenlere en büyük mu'cizenin «Allah
Kelâmı» olduğu hatırlatılıyor. [84]
46— Kitap Ehli olan (Yahudî ve Hıristiyanjlarla
-içlerinden zulmedenler dışında- ancak en güzef yoldan mücâdele edin. Deyin
ki: «Bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim ilâhımız da, sizin
ilâhınız da birdir ve biz ancak O'na teslimizdir.»
47— İşte (ey Peygamber!) sana böyle bir kitap
indirdik. Kendilerine (daha önce) kitap verdiklerimizden gerçekçi ilim
adamları) O'na inanırlar. Bunlar (putperest Arapfar)dan da O'na inanan
kimseler vardır. Bizim âyetlerimizi ancak inatçı kâfirler inkâr eder.
48— (Ey Peygamber!) sen bundan önce bir kitaptan
okur değildin ve elinle de yazı yazar değildin; öyle olsaydın bâtılı savunanlar
şüpheye düşerlerdi.
49— Bilâkis Kur'ân, kendilerine ilim verilenlerin
gönüllerinde ışıl ışıl ışıldayan açık âyetlerdir. Sizim âyetlerimizi ancak inatçı zâlimler
inkâr eder.
50— Dediler ki: O'na (Muhammed'e) Rabbından
birtakım mu'cizeler (veya başka başka âyetler de) indirilseydi ya? De ki:
«Âyetler, mu'cizeler ancak Allah'ın yanındadır. Ben ise sadece açık bir
uyarıcıyım.»
51— Bizim sana indirdiğimiz Kitab'ın onlara karşı
okunması kendilerine yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda imân eden bir millete
rahmet ve öğüt vardır.
52— De ki: «Aramızda şahit olarak Allah yeter; O
göklerde ve yerde olanları bilir. Bâtıla inananlar ve Allah'ı inkâr edenler var
ya, işte onlar zarara uğrayanlardır.»
Ebû Hüreyre (R.A.)
diyor ki:
— Kitap Ehli, Tevrat'ı
İbranice okur, Müslümanlara Arapça açıklamasını yaparlardı. Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına şöyle buyurdu : «Kitap Ehli'ni (kendi
kitapları hakkında) ne tasdik edin, ne de yalanlayın; sadece şöyle deyin: Biz
Allah'a iman ettik ve bize de, size de indirilene inandık. Bizim ilâhımız,
sizin ilâhınız birdir ve biz ancak O'na teslimizdir.» [85]
«Kitap Ehli olan
(Yahudi ve Hıristiyanjlarla -içlerinden zulmedenler dışında- ancak en güzel
yoldan mücadele edin.»
İslâm Dini, son din
olma özelliği ve cihanşümul olma hüviyetiyle hiçbir zaman yıkıcı, bölücü,
darıltın, ürkütücü ve nefret verici değildir; o bütün esas ve prensipleriyle
barışçı, kaynaştırıcı, yaklaştırıcı, sevdirici, güven
verici ve huzur
sağlayıcıdır. Savaş, diğer bir anlatımla insan kanı akıtmak en son çaredir.
İslâm, din ve dünya
meselelerini, imânla birleşen akıl ve ilimle çözer. İnsanları doğru yola
çağırırken ve Allah'a ibâdete davet ederken bu yoldan sapmaz; aynı zamanda
tebliğ ve irşat hizmetini yetişmiş ilim adamlarına bırakır da onları bu kutsal
görevi yerine getirmekle yükümlü tutar. Hiç kimseyi dine girmeye zorlamaz.
Çünkü iman ve dindarlık kalp, akıl ve irfan işidir. O bakımdan bu konuda insan
aklına ışık tutar, aydınlatıcı bilgi ve malzeme verir, sonra da onu hür
iradesiyle başbaşa bırakır.
İslâm, fert ve topluma
ilâhî emirleri tebliğde; sapıkları ve inkarcıları uyarmada günün en güzel ve en
yapıcı metodunu seçer ve insanlara akılları seviyesinde hitap etmeyi öğütler.
Özellikle Kitap Ehli sayılan Yahudi ve Hıristiyanlarla uzlaştırıcı, barıştırıcı
bir metod uygulamayı emreder. Onlarla yapılan tartışmada en güzel ve en uygun
yolun izlenmesini tavsiyede bulunur. Zira İslâm'la bu iki din arasında ortak
bağlar vardır; her üc kitap da aynı kaynaktan indirilmiştir. Bunun için Kur'ân;
Tevrat ve İncil'i hak kitap olarak kabul eder; ancak onlarda meydana gelen
yanlış ve tahrifatı tashih eder ve artık hükümlerinin yürürlükten
kaldırıldığını belirtir.
O halde bazı
papazların, Hıristiyan misyonerlerinin taassuba kapılıp İslâm'a ve onun
Peygamberi Hz. Muhammed'e (A.S.) dil uzatmalarına, küçük düşürücü sözlerine ve
neşriyatlarına karşı misliyle mukabele etmemiz asla doğru olmaz. Kur'ân ilgili
âyetlerle bunu yasaklamıştır. Biz Müslümanlar ilk inen Tevrat ve İncil'i hak
kitap olarak kabul eder ve inanırız ve Kur'ân'ın indirilmesiyle onların
taşıdıkları ahkâm ile amel edilmiyeceğini en makul ve inandırıcı şekilde
anlatmaya çalışırız; fakat hiç bir zaman Musa (A.S.) ile İsa'yı (A.S.) küçük
düşürecek bir söz sarfetme yetki ve inancına sahip değiliz; bilakis o ikisini
de hak peygamber kabul eder, derin saygı duyarız. [86]
Deyin ki; Bize
indirilene de, size indirilene de inandık; bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da
birdir ve biz ancak O'na teslimizdir.»
İslâm, nasıl
gönderilen bütün peygamberlere -bir fark gözetmeksizin-inanmayı emrediyorsa,
indirilen semavî kitaplara ve sahifeiere de inanmayi emretmekte ve bunu hak
dinler arasında uzlaştırıcı iki ana bağ kabul etmekte; dinlerin getirdiği
«Hakk'a Teslimiyet» esasından sapılmasına asla rıza göstermemektedir.
Ne yazık ki İslâm,
ilgili âyette ifadesini bulan yaklaşma ve uzlaşma metodunun uygulanmasını
emrederken, Yahudi ve Hıristiyanlar durmadan Kur'ân'ı ve Hz. Muhammed'i red ve
inkâr etmektedirler. Şüphesiz bu katılık ve aşın taassubun, iki ana sebebi söz
konusudur: Biri, Tevrat ve İncil'in orijinalinin ortadan kaybolmasıyla
tahrifata uğraması ve böylece son peygamber Hz. Muhammed (A.S.) ile ilgili
acık belgelerin kılıf değiştirmesi; diğeri ise, aşın taassuptan kaynaklanan
hazımsızlığın inkâra dönüşmesidir, denilebilir. [87]
«İşte (ey peygamber!)
sana böyle bir kitap indirdik. Kendilerine (daha önce) kitap verdiklerimizden
gerçekçi ilim adamları) ona inanırlar.»
Kitap Ehli'nden Tevrat
ve İncil'i iyice okuyup anlayan ve gerçeği araştıran ilim adamları ile
putperestlerden aklını, vicdanını ve idrâkini kullananlar, İslâm'a inanmakta
ve onu kendilerine din seçmekte pek gecikmediler. Selmân el-Fârisî, Abdulah b.
Selâm o itim adamlarından ikisidir. Kur'ân onları övmekte ve böylece aklını
kullanıp hakikati arayıp bulan âlimlere takdir sunmaktadır.
Şüphesiz Kur'ân'ın bu
açıklaması, İslâm'ın ilimle sarmaş dolaş olduğunun ve her vesileyle ilme ve
ilim adamına çok yakın ilgi gösterdiğinin ayrı bir belgesi sayılır.
Allah'ın varlığına,
Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğuna delâlet eden âyetleri, delil ve
belgeleri inatla, ısrarla inkâr etmek, kendine has cehaletin küfre dönüşen ayrı
bir tezahürü kabul edilebilir. Onun için Kur'ân duygusal davranıp aklını,
idrâkini kullanmayan Kitap Ehli din adamlarını «gerçekçi ilim adamı» kapsamına
almamakta ve bunu hakikate karşı nankörce çıkışın çok belirgin vasfı kabul
etmektedir.
Nitekim İsa
Peygamber'in (A.S.) on iki havarisinden biri olan Berna-ba'nın yazdığı İncil'in
İtalyanca nüshasının ortaya çıkması üzerine kilise mensupları bütün güçleriyle
buna karşı çıkmışlar ve uydurma olduğunu iddia etmişlerdir. Hattâ bazı din
adamları bunun Türkler tarafından düzenlenip ortaya konduğunu iddia edip,
kullanılan kâğıdın ve ona sürülen kimyevî maddenin Türkler tarafından öteden
beri kullanıldığını delil olarak göstermişlerdir. Oysa adı geçen İncil'in
mütercimi Dr. Halil Saade bu iddianın doğru olmadığını, pamuktan imal edilen
ve Türklerin kullanmadığı bir maddeyle korunan İncil'in çok eski bir nüsha
olduğunu isbata çalışmıştır.
Kilise neden bu
İncil'i red etmiştir? Çünkü yirmiye yakın yerinde son peygamber Hz. Muhammed'in
(A.S.) geleceği çok açık ve net biçimde haber verilmekte ve bütünüyle ilâhî
beyânları taşımaktadır.
İşte aşırı taassup,
hakka karşı kayıtsızlık, gerçeğe ters düşme insanı nasıl şartlandırmakta ve
gözler önünde arz-ı endam eden büyük mu'cizeyi red ve inkâr edecek kadar
katılaştırmaktadır.
Cenab-ı Hak bu gibi
fanatik havaya girip hakikata sırt çevirenleri şu -sözleriyle hem yermekte, hem
de uyarmaktadır: «Bizim âyetlerimizi ancak inatçı kâfirler inkâr eder.» [88]
«(Ey Peygamber!) Sen
bundan önce bir kitaptan okur değildin ve elinle de yazı yazar değildin; öyle
olsaydın bâtılı savunanlar şüpheye düşerlerdi.»
Resûfüllah (A.S.)
Efendimiz Mekke'de doğup büyümüş ve kırk yaşına gelinceye kadar ne mektep
görmüş, ne bir âlimin önünde diz çöküp okuma-yazma öğrenmiş, ne de bir kimseden
ilim tahsil etmiştir. Çocukluğunun beş altı yılı badiyede Beni Sa'd kabilesinde
geçmiş, ondan sonra amcası Ebû Talib'in himayesine verilerek birkaç yıl
çobanlık yapmış ve 24 yaşına girince ticaretle uğraşmıştır. O bakımdan
Peygamberimiz (A.S.) okuma ve yazma bilmezdi. Nitekim A'raf Sûresi 157, 158.
âyetlerle onun «ümmî» olduğu açıklanmaktadır. Her ne kadar bu sıfat üzerinde
durulmuş ve şu üç ayrı yorum getirilmişse de, konumuzu oluşturan âyetle
birleştirdiğimiz zaman, «okur-yazar» olmayan kimse hakkında daha yaygın olduğu
ağırlık kazanır.
Üç ayrı yorum :
a) Okur-yazar olmayan kimse,
b) Okuma-yazma bilmeyen bir kavim veya millete
mensup olan,
c) Ümmu'l-kura (kasabalar anası, ana
merkezi Mekkejye mensup olan..
İlim adamlarımızın
çoğuna göre, bu sıfat, Resûlüllah {A.S.) Efendimiz hakkında ise. Onun
okur-yazar olmadığını belirtmek için kullanılmıştır. Bunların delillerine
gelince, hem konumuzu oluşturan âyetteki beyân, hem de şu tarihî olaylardır:
Kur'ân indirilmeden
önce Hz. Muhammed'in (A.S.) okur-yazar olmadığı, yani okuma-yazma öğrenmediği
kesindir. İlim adamlarının bu hususta görüş birliği vardır. Kur'ân indikten
sonra ise, Hz. Peygamberin (A,S.) okuma-yazma öğrenip öğrenmediğinde farklı
tesbit ve görüşler söz konusudur. Şöyle ki:
1_ Tabiînden
Mücahid diyor ki : «Kitap Ehli ke,ndi kitaplarında son peygamberin okur-yazar
olmadığını görüp biliyorlardı. İlgili âyetle bilhassa onların dikkati bu açık
alâmete çekiliyor.»
2_ en-Nekkaş
bu konuda Şa'bî'nin şöyle dediğini naklediyor: «Peygamber (A.S.) Efendimiz
vefat etmeden önce okuma-yazmayı öğrenmemiştir.» Nitekim Resûlüllah'ın (A.S.),
kendisini ziyarete gelen Uyeyne b. Hısn'a yazılı bir sahife okuduğu rivayet
edilmektedir. [89]
3— Berâ' hadîsinde ise, Hudeybiyye anlaşmasında
Hz. Ali (R.A.) kâ-tipNk ediyordu. Anlaşmanın başına,
«Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm. Bu. Allah'ın Resulü Muhammed'in uygun görüp
yerine getirdiği bir anlaşmadır..» diye yazdığı, fakat müşriklerin, «Allah'ın
Resulü» sözünü kabul edemiye-ceklerini bildirmeleri üzerine Hz. Ali'nin
öfkelendiği ve «Vallahi ben bu cümleyi silmem» demesi üzerine Peygamber (A,S.)
ona, o cümlenin yerini sordu ve kalemi Hz. Ali'den alıp gösterilen cümleyi
sildi, yani karaladı. Onun yerine «Muhammed bin Abdullah» yazıldığı rivayet
edilir.
Bu rivayetten «Hz.
Pe_ygamber'in (A.S.) kendi ismini, babasının ismini yazmasını biliyordu»
neticesi çıkarılmıştır.
4— Peygamber (A.S.) Efendimiz'in bazı hususlarda
Allah'ın kendisine olan yüksek lûtfu sayesinde yazı yandığı olmuştur, şeklinde
birtakım rivayetler vardır.
Endülüs ilim adamları
ise, Hz. Peygamber'in (A.S.) hiçbir zaman okuyup yazmadığını, yani okur-yazar
olmadığını; aksini iddia edenlerin büyük günah işlediklerini belirtmişlerdir.
6— Kadı
lyaz, Muaviye'den şu rivayeti nakletmiştir: «Muaviye kâtiplik yaparken Hz.
Peygamber (A.S.) ona: «Hokkayı yere koy, kalemi değiştir, (b) harfini doğru
yaz. (sin) harfinin dişlerini iyice ayırıp belirli eyle. (mim)
harfini körleştirme.
Allah ismini güzel yaz. Rahman ismini biraz uzat (yani nun harfinin kuyruğunu
uzat). Rahîm kelimesini iyi yaz» diye emir ve tavsiyede bulunmuştur.» [90]
Sonuç olarak
diyebiliriz ki: Hz. Peygamber (A.S.)ın sonraları okuma-yazma öğrendiği
hakkındaki rivayetlerin hepsi zayıftır. Ümmî olduğu ise kesindir ve bu
husustaki rivayetler sahihtir. [91]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in okur-yazar olmadığı hakkındaki rivayetlerin sıhhat derecesi
ağırlık kazandığına göre, bunun sebep ve hikmeti ister istemez insanın aklını
kurcalamaktadır. Oysa konumuzu oluşturan 48. âyetle bu çok açık şekilde
belirtilmekte ve her türlü şüpheyi bertaraf etmektedir. Şöyle ki . «Sen bundan
önce bir kitaptan okur değildin ve elinle de yazı yazar değildin; öyle olsaydın
bâtılı savunanlar şüpheye düşerlerdi.»
Âyetteki ibareyi
dikkatle incelediğimizde, Hz. Peygamber'in (A.S.) oku-ma-yazma öğrenmediği
rahatlıkla anlaşılır. Onun ümmî olduğu dikkate alınınca, getirdiği kitabın
büyük bir mu'cize olduğu daha da belirginleşir ve muarızlarını susturur. Zira
en büyük ve kültürü de çok geniş bir ilim adamının yazamıyacağı, hattâ çeşitli
ilimlerde uzman bir kurulun ortaya koyamı-yacağı çok mükemmel bir kitabı,
okur-yazar olmayan, ilim tahsil etmeyen ve mektep yüzü görmeyen; aksine çok
cahil bir muhitte doğup büyüyen bir kimsenin dikte ettirmesi hiçbir zaman
düşünülemez.
Eğer kutsal kitaplara
benzer kitaplar yazmak mümkün olsaydı, bugüne kadar garazkârlar, maceracılar,
sahte peygamberler binlerce kutsal kitap yazarlar ve bu suretle Kur'ân'ı silik
hale getirip unuttururlardı.
Müselleme gibi,
Kur'ân'ı taklît edip kendine göre âyetler dizen, sûreler meydana getirenler
olmuşsa da, ancak mahdut sayıda kendi hayranları tarafından benimsenmiş ve
ölümleriyle birlikte uydurdukları kitap da paçavra misali bir köşeye atılarak
unutulmaya mahkûm edilmiştir. [92]
«Bilâkis Kur'ân,
kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde ışıl ışıl ışıldayan açık âyetlerdir.
Bizim âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder.»
Bu âyetle, Kur'ân-ı
Kerîm'in daha çok gerçekçi ilim adamlarının kalbinde ve kafasında ışıl ışıl
ışıldayacağı haber veriliyor. Bunun sebebi gayet açıktır. Şöyle ki : İlmi temel
kabul eden ve ilim adamına lâyık olduğu değeri ve yeri veren Kur'ân, elbette
ki ilim adamına ışık tutan, ana fikir veren, temel bilgiler sunan kudret ve
muhtevadadır. On beş asır geriye gidip o çağdaki sosyal ve kültürel yapıları,
ilmî hamle ve gelişmeleri gözden geçirecek olursak, şu hakikat ile
karşılaşırız: İlmî alanda ciddi hiçbir hamle ve gelişme yoktur. Astronomi,
fizik, kimya, biyoloji, anatomi, pedagoji, tıp ve benzeri ilim dallarında
yetişmiş ilim adamlarına dünyanın bir çok bölgelerinde ve özellikle Arap
Yarımadası'nda rastlamak mümkün değil. Gerçek bu olmakla beraber, Kur'ân'ın
yansıttığı mükemmel hukukî sistem, özellikle asrımızda ilmî araştırmaların
belirtilen ilim dallarında Kur'ân'ın taşıdığı temel bilgileri tasdîk etmesi
bize neyi öğretmekte veya ne gibi gerçekleri hatırlatmaktadır? Hemen cevap
verelim ki, Kur'ân'ın her cümle ve kelimesiyle Allah'tan indirildiğini, insan
sözünün ona kanştırılmadığını ve Allah'ın her şeyi en iyi bilen olduğunu,
bilimsel alanda getirdiği ana fikirlerin, temel bilgilerin bir insanın
kafasından çıkmayacak kadar kusursuz ve mükemmel bulunduğunu isbatlamakta ve
Hz. Muhammed'in (A.S.) Allah'ın Resulü olduğunu, O'ndan alıp öylece tebliğde
bulunduğunu hatırlatmaktadır.
Nitekim Asr-i
Saadet'ten bu yana gecen her çağda hemen hemen birçok ilim adamları bu gerçeği
görebilmiş ve bağlı bulunduğu dini bırakarak İsiâmiyeti din olarak seçmiştir.
Son birkaç yıl içinde Batı ülkelerinde de ilmi sahada haklı şöhrete sahip olan
Roger Garaudy, Maurice Bucaille ve emsali birkaç ilim adamının da Kur'ân'ın
bütünüyle ilâhî olduğuna inandıklarını ve o yüzden İsiâmiyeti benimsediklerini
ilân etmeleri bir gerçektir.
O halde Kur'ân'ın
nasıl bir kitap olduğunu, nasıl bir kudret taşıdığını bilmek ve anlayabilmek
için, ilim gözüyle ona eğilmek yeter. Tefsirimizin birçok yerinde Kur'ân'ın
taşıdığı ilâhî kudreti yansıtan ve ilme temel teşkil eden âyetlerini
açıkladığımızdan burada tekrar etmeyi, hacmimiz bakımından uygun görmedik. [93]
«Dediler ki: Ona
(Muhammed'e) Rabbından birtakım mu'cizeler (veya başka başka âyetler de)
indirilseydi ya? De ki Âyetler,
mu'cizeler ancak Allah'ın yanındadır. Ben İse sadece acık bir uyarıcıyım.»
İslâm güneşinin
parlaklığı karşısında gözleri kamaşan ve o yüzden güneşi göremeyen gözler,
daha başka parlak belgeler ve açık mu'cizeler istiyorlardı. Oysa en büyük
mu'cize ve belge olarak karşılarında iki şey bulunuyordu: Biri, insan sözünün
kudret sınırını aşan, şâirleri, edipleri, bilginleri ve filozofları şaşırtan
Allah Kelâm'ı olan Kur'ân; diğeri ise, okuryazar bile olmadığı halde dünya
tarihinde en büyük, en kalıcı inkılâbı yapan ve insanın her iki hayatını en
güzel ve en uygun şekilde düzene sokan hükümlerle insanlığa seslenen Hz.
Muhammed (A.S.)..
Kaldı ki Hz. Muhammed
(A.S.) her istediğini, her istenileni yapan, yapabilen bir kimse değildi;
böyle bir iddiayla da ortaya çıkmamıştı. O Allah'ın insanlara rahmet olarak
gönderdiği son peygamberiydi; vahiy yoluyla aldığını aynen tebliğ etmekle görevliydi.
Mu'cize göstermek ise, Onun görevi değildi. Bütünüyle ilâhî kudrete bağlı bir
tecelli olarak, bulunuyordu. O bakımdan Cenâb-ı Hak dilediği zaman
peygamberinin dilinde veya elinde mu'cize tecelli ettiriyordu. Hem İslâm Dini,
son ve cihanşümul olma özelliğiyle daha çok akla, düşünceye ve ilme yer
vermekte, meseleleri bu açıdan değerlendirip insan idrâkine sunmaktadır, O
bakımdan İslâm'ın ilk yıllarında peygamberin peygamberliğini belgeler
mahiyette birtakım mu'cize-lere yer verilmişse de, ondan sonra buna pek gerek
görülmemiş ve Kur'ân'-ın kendisi her âyetiyle birlikte büyük ve kalıcı bir
mu'cize olarak milletlere seslenmiş ve seslenmeye devam etmektedir.
Bu bakımdan günümüzde
de İslâm'ın fevkalâdeliğini görmek ve anlamak isteyenlere Kur'ân'ı dikkatle
okumaları ve her âyetinin delâlet ettiği mana ve hükümleri bilimsel bir gözle
incelemeleri tavsiye edilir. Zira Kur'ân bütünüyle güzel ahlâkı, fazileti,
adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği, dayanışmayı, yardımlaşmayı, sınıf farkını
kaldırmayı, zayıftan yana olmayı, zor-.bayı tesirsiz hale getirmeyi; iffetli,
namuslu olmayı, aile çatısını bu iki kavramla örtüp içini sevgi ve saygı, edep
ve terbiye, ilim ve irfanla süslemeyi emreder. Adalette sür'at ve eşitlikten
yanadır. Toplum yapısında güven ve huzur havasını hâkim kılmayı ve otokontrol
sağlamayı tavsiye eder. Bedenle ruh, dünya hayatıyla âhiret hayatı arasında
köprü kurar ve bunları birlikte yürütmemizi telkîne çalışır. Mal ve makamın
amaç değil, araç olduğunu bildirir ve bu aracı ilâhi hoşnutluk doğrultusunda en
faydalı biçimde değerlendirmeyi farz kılar. Ölümün silinip yokluğa karışmak
olmadığını, dar bir evden daha geniş bir eve taşınma anlamında olduğunu, ruhun
ebedî hayatı yaşayabilmesi için oranın şartlarına uyum sağlayacak yeni bir
bedene kavuşturulacağını en doyurucu şekilde kalp ve kafalara işler.
Kısacası Kur'ân,
Allah'ın mülkünde, O'nun gözetim ve denetimi altında, O'nun rızası
doğrultusunda yaşamamızın plân ve programını vermekte; kendi başımıza buyruk
olmadığımızı, Yüce Yaratan'ın tasarrufu altında bulunduğumuzu öğretmektedir.
İşte en büyük mu'cize;
işte en doğru rehber; işte en şifalı reçete.. Cenâb-ı Hak bu gerçeğe işaretle
51, 52. âyetlerde şöyle buyuruyor:
«Bizim sana
indirdiğimiz kitabın onlara karşı okunması kendilerine yetmiyor mu? Şüphesiz
ki bunda imân eden bir millete rahmet ve öğüt vardır.
De ki: Aramızda şahit
olarak Allah yeter; O göklerde ve yerde olanları bilir. Bâtıla inananlar ve
Allah'ı inkâr edenler var ya, işte onlar zarara uğrayanlardır.» [94]
Yukarıdaki âyetlerle,
Kitap Ehli olan Yahudi ve Hiristiyanlarla, aşırı •taassuba kapılıp lüzumsuz
tartışmalara; kırıcı, üzücü, nefret uyandırıcı mücadelelere girmenin doğru
olmayacağı hatırlatıldı. Onlarla seviyeli, vakarlı ve bilimsel açıdan bazı konular
üzerinde fikir teatisi yapılabileceğine işaret edildi. Sonra da kendilerine
daha önce kitap verilenlerden gerçekçi ilim adamları üzerinde durularak
onlardan bir kısmının tereddüt etmeden İslâm'ı din olarak seçtiklerine
dikkatler çekildi. Arkasından, mu'cize isteyenlere Kur'ân'ın en büyük ve en
kalıcı mu'cize olduğu bildirilerek bu ilâhî kitabı bilimsel bir gözle
incelemeleri tavsiye edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
va'dedilen ilâhî azabın hemen gelmesini acele isteyen inkarcıların bû şaşkınca
tutumları konu ediliyor. Dünya hayatının çok kısa olduğuna işaretle,
istedikleri azabın âhirette onları çepeçevre kuşatacağı hatırlatılarak ölmeden
önce dönüş yapmaları isteniliyor. Aynı zamanda dünyada da bir gün ansızın
kendilerine bir azabın gelebileceği belirtilerek ilâhî va'din şaka
götürmeyeceği ihtar ediliyor. [95]
53— Senden azabın hemen inmesini isterler. Eğer
belirlenmiş bir vakti olmasaydı, azap onlara hemen gelirdi ve elbette farkına
varmadıkları halde (bir gün) azap kendilerine gelecektir.
54— Senden azabın acele gelmesini istiyorlar,
(aceleye gerek yok) Cehennem zaten kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
55— O gündeki azap, onları hem üstlerinden, hem
ayaklarının altından çevirip kaplayacak ve «yaptıklarınıza karşılık (azabı)
tadınf» denilecek.
«Senden azabın hemen
inmesini isterler. Eğer belirlenmiş bir vakti olmasaydı, azap onlara hemen
gelirdi..»
Tefsirimizde sık sık
belirttiğimiz gibi, varlık âleminde mutlak bir plân hâkimdir. Her şey bu plâna
göre programlanıp belirlenmiş ve yerine oturtulmuştur. Hesapsız, kitapsız,
plân ve programsız bir tasarruf söz konusu değildir. O bakımdan meydana gelecek
her olay belli sebeplere ve hikmetlere bağlanmış, illiyet prensibine göre
düzenlenmiştir. Gelişigüzel, rastge-le hiçbir olay düşünülemez. O bakımdan her
kişinin keyfine ve isteğine göre bir plân, herkesin arzusuna göre bir dünya
yapılmamıştır. İlâhî plân ve program şaşmadan hedefine doğru gider. Ona
uyanlar, plândaki yerini alıp yaratıldığı amaç ve hikmete yönelenler her iki
âlemde de mutlu olurlar; uymayanlar ise kendilerine büyük haksızlıkta
bulunurlar ki, bunun cezasını hem dünyâcta, hem de âhirette çekerler.
Mekkeli azgın
putperestler, Kur'ân'ın uyarı ve tehdit mahiyetindeki açıklamasının hikmetini,
amacının ne olduğunu anlayamadıkları için va'de-dilen azabın hemen inmesini
alaylı bir tavırla istiyorlar ve bu açıdan Müslümanları üzmeye, güvenlerini
sarsmaya çalışıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm onlara cevap teşkil eden, mü'minlere
de aydınlatıcı temel bilgi veren âyetlerle gereken hatırlatmada bulundu: «Eğer
belirlenmiş bir vakti olmasaydı, azap onlara hemen gelirdi ve elbette farkına
varmadıkları halde (bir gün) azap kendilerine gelecektir.»
Unutmamak gerekir ki,
küfre karşı verilecek cezanın, kâfire inecek azabın belirlenmiş bir kertesi
vardır. İnkâr ve azgınlık; gurur ve kibir gemi azıya alıp kâfiri o kerteye
getirmedikçe azap inmez. İlâhî sünnet gereği, inkarcı azgın belli kerteye gelip
dayanınca, sünnetullah sebepleri harekete geçirir ve çok geçmeden olan olur ve
herkes lâyık olduğu cezayı görür. Bugüne kadar yıkılıp yok edilen kavim ve
milletlerin tarihi, yıkılış sebepleri incelendiğinde hep bu sünnetin onlar
aleyhine hükümferma olduğu görülür.
Böylece Kur'ân ilgili
âyetle hem Mekkeli müşrikleri uyarmış, hem de yaşamakta olan inkarcı azgınları
uyarmaktadır. [96]
Yukarıdaki âyetlerle,
va'dedilen azabın hemen gelmesini isteyen inkarcı şaşkınlar uyarılıyor, aynı
zamanda bu konuda mü'minlere aydınlatıcı bilgi veriliyor.
Aşağıdaki âyetlerle,
Mekke'de çok sıkıntılı günler geçiren ve her gün saldırıya uğrayan mü'minlere,
yeryüzünün geniş olduğu, sırası gelince Mekke'yi terkedebilecekleri işaret
yoluyla bildiriliyor. Sıkıntılı günlerde de, feraha kavuşulacağı günlerde de
Allah'a dosdoğru ibâdet etmeleri emredilerek, hayatın asıl gayesi
belirleniyor. [97]
56— Ey imân eden kullarım! elbette benim (size
hazırladığım) yeryüzü geniştir ve ancak bana ibâdet edin.
57— Her canlı ölümü tadacaktır. Sonra da bize
döndürüleceksiniz.
58— İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları
gerçekten altlarından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Cennet'in
yüksek (hoş manzaralı) kısımlarına yerleştireceğiz. (İyi-yararlı) amelde
bulunanların mükâfatı ne güzeldir!
59— Onlar (Dünya'da hem küfrün saldırısına, hem
ibâdetin devamına) sabredip Rablarına güvenir ve dayanırlar.
60— Hayvanlardan nicesi var ki, kendi rızıklarını
(sağlayıp) taşıyamazlar. Allah onlara da rızık veriyor, size de. O, işiten ve
bilendir.
Mekke'de Allah'ın
varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamberliğine inandıkları ve
kutsal Kabe'de «Tevhîd Meş'alesi»nin yeniden yanmasını arzu ettikleri için,
zâlim müşrikler, özellikle ileri gelen şımarıklar tarafından işkenceye
uğratılan, ekonomik ablukaya alınıp aç ve sefil bırakılan ve ibâdetleriyle
alay edilen kimsesiz fakir mü'minler birçok sıkıntılar çektiler, ama
imanlarından hiçbir şey feda etmediler; Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i kendi
haline bırakıp çekilmediler. Cenâb-ı Hak onlara hicret ruhsatı verir anlamda
yukarıdaki âyetleri indirdi. Böylece hem ibâdete sımsıkı sarılmaları ve
kurtuluşun Hakk'a kullukta olduğu belirtildi, hem de yakın gelecekte çok
şeylerin değişeceği, mü'minlerin başka bir yere hicret etmelerinin mümkün
olacağı işaret yoluyla haber verildi. [98]
«Şehirler kasabalar
Allah'ın şehri ve kasabasıdır; kullar da Allah'ın kullarıdır. Artık ne yerde
hayır elde edeceksen orada otur.» [99]
«Seyahat ediniz ki
sıhhat bulup zengin olasınız.» [100]
«Sefere çıkınız ki
kazanç sağlayasınız. Oruç tutun ki sıhhat bulaşınız. Savaşınız ki ganimete
erişesiniz.» [101]
«Cennet'te öyle
çardaklar var ki, dışı içinden, içi de dışından görünür. Cenâb-ı-Hak onları
(muhtaçlara) yediren, güzel söz söyleyen, namaz ve orucun gereğine uyup yerine
getiren, insanlar uyurken kalkıp ibâdet edenlere hazırlamıştır.» [102]
«Ey iman eden
kullarım! elbette benim (size hazırladığım) yeryüzü geniştir ve ancak bana
ibâdet edin.»
Bir ülke, ya da şehir
ve kasabada geçim sıkıntısı başgösterir veya Allah'a dosdoğru ibâdet etme
imkânı ortadan kalkar; din ve vicdan hürriyeti çiğnenir ve bunu düzeltmeye güc
getirilmezse, o takdirde mü'min kişinin başka bir yere hicret etmesinde bir
sakınca yoktur. Bunun dışında İslâm her zaman -şartlar elverdiğinde- seyahati
teşvik etmiştir. Çünkü geçim sıkıntısı aileyi; din ve vicdan hürriyetinin
kısıtlanması veya kaldırılması kalbi ve ruhu sıkıp rahatsız eder. Oysa insanın
dünya hayatında bu maddî ve manevî ihtiyacının karşılanması son derece
lüzumludur.
Böylece Mekke'de her
iki sıkıntıya ve hürriyetsizliğe maruz bırakılan ashab-i kiramın şartlar
elverdiğinde başka bir ülkeye veya beldeye hicret etmelerine ruhsat verilmiş ve
bu ruhsat aynı sıkıntıya mâruz kalan, benzeri şartlar içinde bulunan mü'minler
için de geçerli bir hüküm olarak kalmıştır. [103]
«Her canlı ölümü
tadacaktır. Sonra da bize döndürüleceksiniz.»
Ölüm, hayat yolu
üzerinde bir dönüm noktası, bir başkalaşma devresi ve eskiyen bedeni atıp
yenisine kavuşma olayıdır. Çocukken ve genç yaşta bir hastalık, bir kaza
sebebiyle ölüm dışında yaşlılıktan dolayı ölmek, önüne geçilmez bir kanundur,
vakti gelince hükmünü yürütür. İlim, insan ömrünü biraz uzatabilir,
hastalıklara çare bulabilir, fakat ölüme asla.. Zira belirli bir cağdan sonra
her canlının bütün organlarında düşkünlük görülmeye başlar. Vücudun madde ve
enerji alışverişi yetersiz hale gelir. Böylece ihtiyarlama sırasında
organizmada meydana gelen değişikliklerin başhcaları şunlardır: Dokularda
bozulma, kansızlık, kemiklerde kireç birikmesiyle kemiklerin sertleşmesi ve
yine kemiklerdeki değişiklikler sebebiyle boyun kısalması, kan hücrelerinde
mukavemetin azalması, kafanın küçülmesi, kalpte büyüme, damar esnekliğinin
azalması, karaciğerin ufalması, beyin ağırlığının azalması, yağlamada değişiklikler..
Saydığımız değişmeler,
türlü şekillerde kendini gösterir. Bunlar yavaş yavaş ortaya çıktığı gibi
birdenbire de başlayabilir. Gençlikle ihtiyarlık arasında kesin bir çizgi
yoktur.
İşte ölüm olayını
hazırlayan sebeplerden önemli bir kısmını ilim adamları tesbit edip ortaya
koymuş bulunuyor. Vücudun bu seyrini değiştirmenin mümkün olmadığını yine ilmî
tesbitler bize haber veriyor.
Ölüm olmasaydı, dünya
hayatı bir baktma hikmetsiz kalır ve yerküre insanlara dar gelirdi. Böylece
dünyada yaşamak bir işkence haline dönüşürdü. Dünyanın alabileceği kadar insan
yaratılmış olsa, o zaman da bizler ve milyarlarca insan hayat sahnesine
çıkmazdık. Nesli devam ettirme kanunu olmaz, o sebeple de aile ve hısımlık
bağları dumura uğrardı. Bunun gibi sayamıyacağımiz kadar sakıncalar doğar ve
mutlak bir dengesizlik ve düzensizlik hüküm sürerdi.
Şüphesiz ki Cenâb-ı
Hak mutlak hikmet sahibidir; O'nun kudret elinden çıkan her şey ölçülü,
dengeli, düzenli, faydalı ve hikmete dayalıdır. Anlaşıldığı gibi, dünya
hayatının tadı, önemi ve anlamı ölümle ve âhiret hayatıyla belirginleşmekte ve
anlaşılmaktadır; aynı zamanda bu iki ayrı âlem ve onlarla ilgili iki ayrı hayat
birbirini tamamlamakta ve biri diğerinin hik-met-i vücudunu ortaya koymaktadır.
Diğer önemli bir husus
da şudur: Varlıkta, insan dahil her şey, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin eseridir ve
her şey eninde sonunda o kudrete döndürülecektir. Bu da ölüm olayı gibi
değişmeyen bir kanundur. O halde Allah'ı bilen ve O'na kulluk edip emirlerine
ve koyduğu nizama uyan kimse, ümitle, şevkle ve hevesle O'na dönmeyi arzular.
Bu da dünya hayatını bir işkence, mutlak bir ümitsizlik durumundan kurtarıp
insanın kalbini ve ruhunu büyük ümitlerle doldurur. Zira imân temeli üzerinde
filizlenip geliştirilen sâlih amellere karşılık ikinci hayatta büyük
mükâfatların hazırlandığını, bizzat bizi yaratfp varlık alanına getiren
Rabbımiz haber vermektedir.
Unutmamak gerekir ki,
nîmet külfet mukabilindedir. Sonsuz nîmetlere erişip ebediyen mutlu olabilmek
için, önce dünyaya getirilişimizin hikmet ve amacını bilmeliyiz. Sonra da hak
uğrunda karşımıza çıkan birçok tehlikelere, sıkıntılara göğüs gerip Allah'tan
yardım beklemesini bilmeliyiz. İşte bu noktada çetin sınavlar bizi beklemekte
ve başarılı bir hayat sürüp sürmediğimiz bu merhalelerde ortaya çıkmaktadır.
Ashab-ı Kiram
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den aldıkları ilim ve irfanla bu gerçekleri çok
iyi öğrenip benimsedikleri içindir ki, Mekke'de çok zorlu ve sıkıntılı günler
geçirirken imân ve irfanlarından bir şey kaybetmediler. Önlerine çıkan her
sınavı başarıyla verip yollarına devam ettiler. Cenâb-ı Hak onları ve onların
yolunda yürüyenleri şu âyetle ne güzel övüp müjdelemektedir: «İman edip iyi
yararlı amellerde bulunanları gerçekten altlarından ırmaklar akan, içinde
devamlı kalacakları Cennet'in yüksek (hoş manzaralı) kısımlarına
yerleştireceğiz. (İyi yararlı) amelde bulunanların mükâfatı ne güzeldir! Onlar
(dünyada hem küfrün saldırısına, hem ibâdetin devamına) sabredip Rablarına
güvenip dayanırlar.» [104]
Yukarıdaki âyetlerle,
Mekke'de aralıksız zulüm ve iftiraya uğrayan mü'-minlerin başka bir beldeye
veya ülkeye hicret edebileceklerine işaret edileli; aynı zamanda kurtuluşun
yakın olduğu dolaylı şekilde haber verildi. Allah'a kulluğun en büyük güven ve
huzur kaynağı olduğu belirtilerek her hâl-ü kârda ibâdete devam edilmesi
emredildi. Arkasından ekonomik ablukaya alınan mü'minlerin rızık konusunda da
fazla ümitsiz olmamaları hatırlatılarak Cenâb-ı Hakk'ın her canlının rızkını
hazırlayıp belli ölçü ve kanunlara bağladığı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Arap Yarımadası'nda ve özellikle Mekke'de yaşayan putperestlerin çoğunun Allah
hakkında az da olsa bilgileri bulunduğuna dikkatler çekiliyor, ancak putları
Allah'a ortak koşmaları sebebiyle Tev-hîd İnancı'ndan kopup uzaklaştıklarına
işaret ediliyor, Yukarıdaki beyân biraz daha genişletilerek, rızık taksiminde
ilâhî plân ve programa değinilerek aydınlatıcı bilgi veriliyor. [105]
61— Onlara, «gökleri ve yeri kim yaratmıştır;
Güneş'i ve Ay'ı belli ölçü ve düzende tutup buyruk altına kim almıştır?» diye
sorsan, «Allah...» diyecekler. O halde (Hak'tan) nasıl çevriliyorlar?!
62— Allah, rızkı kullarından dilediğine
genişletir, hem de kısıp daraltır. Şüphesiz ki Allah herşeyi bilendir.
63— Yine onlara: «Kim gökten su İndirip onunla
yeryüzünü ölümünden sonra diriltir?» diye sorsan, «Allah...» derler. De ki:
«Hamd Allah'a mahsustur (övülmeğe hep O lâyıktır).» Ne var ki (insanların) çoğu
bunu akletmezler.
«Ey insanlar! sizi
cennete yaklaştıran, cehennemden uzaklaştıran ne varsa size ancak onunla
emrettim. Sizi cehenneme yaklaştıran, cennetten uzaklaştıran ne varsa sizi
ondan men'ettim.
Haberiniz olsun ki,
Ruhu'l-emîn (Melek Cebrail) kalbime şöyle fısıldadı: «Hiç bir canlı rızkını
tastamam almadıkça ölmez.» O halde Allah'tan korkun, rızık aramakta güzel ve
meşru yolu seçin.» [106]
«Onlara: gökleri ve
yeri kim yaratmıştır; güneş ve ayı belli ölçü ve düzende tutup buyruk altına
kim almıştır? diye sorsan, «Allah...» diyecekler. O halde (Hak'tan) nasıl
çevriliyorlar?!»
Âyetin açık
anlatımından, Arap putperestlerinin çoğunun Allah hakkında az da olsa bir
bilgileri olduğu anlaşılıyor. Zira Musevîlik ile İsevîliğin Arap Yartmadası'na
girdiği ve sistemli olmasa bile Allah'ın varlığıyla ilgili birtakım bilgileri
yaydıkları düşünülebilir. Aynı zamanda İbrahim Pey-gamber'in (A.S.) Hanîf
Dini'nin izleri o yöreden tamamen silinmiş değildi. Abdülmuttallib
Oğulları'ndan çoğunun bu din hakkında az bir bilgileri bulunduğunu siyerciler
kaydetmişlerdir.
Ne var ki,
Musevîlik'te misyonerlik yoktur. O bakımdan Yahudiliği yayma politikaları
hiçbir zaman olmamıştır. İsevîliğe gelince, hem bölgede çok az ve güçsüzdü, hem
de üç ilâh inancını ısrarla ve inatla benimsedikleri için «Tevhîd İnancı» oniar
arasında da temelinden yara almış ve yerini putperestliğe bırakmıştı.. O
bakımdan Arap putperestleri Allah'ın varlığını kabul etmelerine rağmen, O'nu
kemal sıfatlarıyla bilmiyor ve Âhiret İnan-cı'yla ilgili temel bilgilerden
yoksun bulunuyorlardı.
İlgili âyetle Allah'ın
varlığına, birliğine ve kudretinin yüceliğine delâlet eden iki belge
açıklanıyor: Biri, göklerin ve yerin yaratılması; diğeri güneş ve ayın
yaratıldığı kanuna bağiı kalarak hizmetlerini sürdürmesi- Bu iki belgenin birer
soru şeklinde putperestlerden sorulması emrediliyor. Böylece putperest
müşriklerin de gökleri ve yeri putların yaratmadığını; güneş ile ayı putların
teshir etmediğini bildikleri açıklanmış oluyor.
Cenâb-ı Hakk'ın bu
konuda uyguladığı metod, inkâra sapıkların aklını harekete geçirip doğruyu ve
hakikati araştırmalarını sağlamaya yönelik anlamdadır.
Güneş ve ayın baş
eğdiriimesi, şüphesiz ki belli kanunlara bağlı tutularak insanların hizmetine
verildiğine işarettir. Ne güneş kendiliğinden, yani bir tesadüf eseri olarak
dünya ile kendi arasında hesaplı bir mesafe bırakmıştır, ne de kendiliğinden
bir bakıma tükenmez enerji kaynağı haline gelmiştir. Onun gibi yerküre de ne
kendiliğinden hem kendi ekseni, hem de güneş etrafında iki ayrı hareket
sürdürmektedir, nede kendiliğinden 23 derecelik bir meyil ile belli bir elips
çizerek ayları, günleri ve yıllan meydana getirmektedir. Şüphesiz ki bunların
hepsini belli bir plân ve programa göre düzenleyen yüksek bir kudret söz
konusudur ki o da Allah'tır.
O halde Cenöb-ı Hak
güneş ile ayı nasıl belli kanunlara bağlayıp ölçülü ve düzenli şekilde hizmete
sevketmişse, rızık konusunda da bütün sebep ve imkânları, ortam ve şartları
hazırlayıp elde edilme düzeyine getirmiştir. Gerisi insanların bilgi, görgü,
tecrübe, beceri ve gayretine bırakılmıştır. Herkes bu hususlardaki yeteneğine
göre, rızkını sağlar. Yetenekler farklı olduğu gibi, rızkı elde etme de oldukça
farklıdır: Kimi çok, kimi az elde edebilir. Bulunduğu beldede geçim sıkıntısı
çeken bir kimse için yeryüzü geniştir, başka bir beldeye gitmek suretiyle
rızkını arayabilir. Zira Cenâb-ı Hak gökten üzerimize altın ve gümüş yağdırmaz;
güneşi, bulutları, havayı, toprağı ve birçok kaynakları hizmetimize sevkeder.
Öyle ki, ortada un var, şeker var, yağ var; ama bunların helva haline
getirilmesi biz insanlara bırakılmıştır.
O nedenle rızik
hususunda hiç kimse Cenâb-ı Hakk'ı suçlayamaz. Cenâb-ı Hak yeryüzünde kusursuz
bir denge ve düzen meydana getirmiş; insanoğlu yaratılmadan önce dünya onun
yaşamasına elverişli kılınarak bütün kaynaklar ve imkânlar hazırlanmıştır.
Bunun yanısıra insana, bu kaynak ve imkânlardan yararlanacak kadar akıl,
idrâk, zekâ ve birtakım yetenekler de verilmiştir. Bir yerde sıkıntı ve geçim
darlığı varsa, başka bir yer arayıp bulmak da insanın hür irâdesine
bırakılmıştır.
Gerçek bu olunca.
Cenâb-ı Hak her an övülmeğe lâyıktır. O, ilâhlığına yakışanı kusursuz yapıp
hazırlamıştır. Biz de insanlığımıza ve kulluğumuza yakışanı yapmakla yükümlü
bulunuyoruz.
Allah'ın rızkı
dilediğine geniş tutmasının, hem de kısıp daraltmasının anlamı işte budur. Öyle
ki, aklını zekâsını kullanıp kaynaklardan faydalanma yollarını arayanlara
rızık kapısı alabildiğine genişler; aramayanlara ve aklını, yeteneğini
kullanmayanlara da daralır. Aslında genişleten ve daraltan Allah değil, biz
insanlarız. Allah'ın genişletip daraltması ise, hazırlayıp istifademize
sevkettiği nimetleri bilip değerlendirmemizle orantılıdır. Ne var ki insanların
çoğu bu gerçeği akletmez ve kusuru ilâhî düzenlemede arar. [107]
Yukarıdaki âyetlerle,
Arap Yarımadası'nda yaşayan putperestlerin çoğunun Allah hakkında, yani onun
varlığı hususunda az da olsa bilgi sahibi bulundukları hatırlatıldı ve bu
açıdan hareketle akıllarına ışık tutularak gerçeği arayıp bulmaları istendi.
Rızık konusunda ilâhi plâna işaretle temel bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
dünya hayatının önemsizliği üzerinde duruluyor. Kalıcı olmayan bir şeye
bağlanıp gönül vermenin insanı saadete götürmeyeceğine işaret ediliyor.
Özellikle Mekkeli müşriklerin, kutsal Kabe'ye sahip oldukları halde bu yüksek
nimetin kıymetini bilmeyerek orayı puthane yapmaları üzerinde durularak, ne
kadar nankör oldukları belirtiliyor. Sonra da insan fıtratındaki din ve Allah
duygusuna dikkatler çekilerek inkarcıların çok iyi düşünmesi gerektiğine atıf
yapılıyor. İnandıktan sonra Allah'ın rızası doğrultusunda mücadele edip hizmet
verenler övülüyor. [108]
64— Bu Dünya hayatı bir eğlence ve oyundan başka
bir şey değildir. Âhiret yurdu ise gerçek hayatın kendisidir. Bunu bîr
bilselerdi!.
65— Gemiye bindikleri zaman, dini dindarlığı
Allah'a has kılarak samimiyetle O'na dua edip yalvarırlar. Kendilerini
kurtarıp karaya çıkarınca bir de bakarsın onlar (Allah'a) ortak koşarlar.
66— Böylece kendilerine verdiğimiz nimetlere
karşı nankörlük etsinler ve bir süre yararlanıp geçinsinler; ileride (bunun
nasıl bir kötülük ve şuursuzluk olduğunu) bileceklerdir.
67— Görmediler mi ki, çevrelerindeki ve
civarlarındaki İnsanlar kapılıp (malları) yağma edilirken, biz (Mekke'yi)
güven verici bir Harem yaptık. Onlar hâlâ bâtıla inanıyor, Allah'ın nimetini
inkâr mı ediyorlar?!
68— Allah'a karşı yakışıksız isnatta bulunup
yalan uyduran veya hak (olan Kur'ân ve Peygamber) kendisine gelince O'nu yafan
sayandan daha zâlim kim vardır? Cehennem'de kâfirlere bir konak yok mudur?
69— Bizim
hoşnutluğumuz doğrultusunda cihâd edenleri elbette yollarımıza iletiriz.
Şüphesiz ki Allah iyiliği, güzelliği huy edinenlerle beraberdir.
«Dünya tatlıdır ve
yeşilliktir. Kim ondan hak ölçülerine göre alırsa, o ona mübarek kılınır.
Dünyaya nice dalan kimseler vâr ki nefsi iştiha duyar da âhirette ona ateşten
başka bir şey yoktur.»[109]
«Dünya yeşilliktir ve
tatlıdır. Kim ondan helâlından kazanır da hak ölçüsüne göre harcayıp
yedirirse, ona karşılık Allah ona sevap verir ve onu cennetine eriştirir. Kim
de dünyadan helâlinin gayrisinden kazanır da hak ölçüleri dışında harcarsa,
Allah ona horluk, hakîrlik yurdunu helâl kılar (oraya müstahık olur). Allah ve
Peygamberi'nin (meşru saymadığı) mala dalan nice kimseler var ki, kıyamet
gününde onlara ancak ateş vardır.» [110]
«Dünya, (âhiretteki
makamına nisbetle) mü'mine zindan; kâfire de (cehennemdeki yerine nisbetle)
cennettir.» [111]
«Bu dünya hayatı bir
eğlence ve oyun-dan başka bir şey değildir..»
Dünya, âhiret yolu
üzerinde bir uğraktır. İnsan ruhu yaratıldığından beri yolculuk halindedir.
Son durağı âhiret âleminde ya cennet, ya da cehennemdir.
Bu uğrakta bir süre
kalmamız, hayatın tadını almamız; anlam ve hikmetini öğrenip kavramamız
gerekmektedir. Zira ancak böylece âhiret hayatına daha şuurlu hazırlanabiliriz
ve oradaki sonsuz nimetlerin kıymetini ancak bu yoldan anlayıp takdir
edebiliriz.
O halde dünya, âhiret
yurduna hazırlık dönemidir. İnsan ömrü kısadır; ve her gün aynı şeylerin
tekrarından, bir bakıma eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Nitekim
insanoğlunu eğlendiren oyun ve eğlenceler de her gün tekrarlanmaktadır.
Dünya'yı mutlu bir
hayatın son durağı görmek, şüphesiz ki ondan maksat ve amacın, hikmet ve
gayenin ne olduğunu idrâk etmemek demektir. Zira ölümlü ve ıstıraplı bir hayat
hiçbir zaman son durak değil, son durağın yolu üzerinde bir uğraktır. İnsan
uğrak için değil, sonsuz bir hayat için yaratılmıştır. Ona verilen kısa ömür
içinde, ancak dünya hayatından maksat ve hikmetin ne olduğunu; niçin yaratılıp
varlık alanına getirildiğini, kendisini yoktan var kılıp hayat düzeyine getiren
yüce yaratanın âlemlerin, Rabbı bulunduğunu anlayıp öğrenebilir. O bakımdan
boşuna harcayacak bir saatimiz biie yoktur diyebiliriz.
Böylece İslâm Dini dünyayı
bırakmamızı, ona hiç önem vermememizi telkin etmiyor; bilâkis kısa ömrümüz
süresinde her iki hayatı birden kucaklamamızı ve dünyadan meşru ölçülerde
yararlanmamızı, fakat onu hiçbir zaman amaç edinmememizi emrediyor. [112]
«Gemiye bindikleri
zaman, dini, dindarlığı Allah'a has kılarak samimiyetle O'na duâ edip
yalvarırlar. Kendilerini kurtarıp karaya çıkarınca, bir de bakarsın onlar
(Allah'a) ortak koşarlar.»
Dünya hayatıyla
yetinip ondan amaç ve hikmetin ne olduğunu hesaba katmayan şüpheci şaşkınlar,
Allah'ı ve âhireti pek hatırlamazlar. Ama bir gün gemiye binip tehlikeyle burun
buruna gelince, içlerinde doğuştan var olan, fakat nefis, şehvet ve dünyalık
örtüleriyle belirsiz hale gelen din ve Allah duygusu kıpırdayıp harekete geçer
ve kişi bir anda Hakk'a teslimiyet havasına girip duâ ve niyaza başlar.
İçindeki fıtrî duygu o anlarda onun nefsine, şehvetine ve dünyalığa sed çeker
ve kendini ortaya çıkararak. «Allah'ı
hatırla, O'nu ferahlık günlerinde de, sıkıntılı ve tehlikeli anlarında da anmayı unutma» diye fısıldar. Karaya çıkıp
selâmete erince Allah'ı unutup kendi cesaretlerini, beceri ve maharetlerini ve
birtakım eşyayı O'na ortak koşarlar.
Kur'ân-ı Kerîm bu
incelik üzerinde dururken, insan aklını fıtratındaki cevhere, diğer bir
anlatımla, mayaya çekerek onu harekete geçirmek ister. Zira insan, bütün bu
gerçekleri incelik ve ayrıntılarıyla birlikte anlaya-bilecek yetenekte
yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak hiç bir eşya ve canlıya lâyık görmediği üstün
nimetleri insanoğluna lâyık görmüş ve onu mükerrem yaratmıştır. Bu iltifata
rağmen insanın, Yaratan'ı hakkında şüpheye düşmesi veya O'nu inkâr etmesi çok
düşündürücüdür. Cenâb-ı Hakk'ın böyle bir nankörlüğü cezasız bırakacağı
söylenemez. Meğer ki kişi ölmeden önoe dönüş yapar da ilâhî mağfireti dilerse,
Allah elbette ki Gafur ve Rahîm'dir. [113]
«Görmediler mi ki,
çevrelerindeki ve civarlarındaki insanlar kapılıp (malları) yağma edilirken,
biz (Mekke'yi) güven verici bir Harem yaptık. Onlar hâlâ bâtıla inanıyor,
Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?!»
Cenâb-ı Hak kendisine
ibâdet edilmesi için ilk mabedin Mekke'de yapılmasını diledi. Bununla o
beldeyi «Tevhîd İnancı»nın yeşerip da! budak salacağı, ülkeleri aydınlatacağı
bir merkez yaptı. Böylece orayı «beldeler anası» veya «beldeler aslı ve
merkezi» anlamına gelen «Ümmu'l-kurâ» adıyla şereflendirdi. Kutsal Kabe'yi
güven yeri ilân etti. Böylece Arap Ya-rımadası'nda yaşayan kabileler arasında
vuruşma, tecavüz, haklara saygısızlık ve güvensizlik kol gezerken Mekkeli'ler
Kabe sayesinde güven içinde yaşıyorlardı. Ne yazık ki kendilerine verilen bu
yüksek değeri, şeref ve izzeti anlayamadılar; Kabe'nin Rabbını bırakıp putlara
taptılar ve o kutsal yeri bir bakıma puthane haline getirdiler. Yıkılıp şekil
değiştiren «Tevhîd İnancı»nı yeniden ihya edecek, dünyadaki küfür, şer ve
fesadı; zulüm ve tuğyanı durduracak Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'e (A.S.)
düşman kesildiler; O'na inananlara işkencede bulundular; Allah'a iftira
ettiler; peygamberi (A.S.) yalanlayarak zâlimlerden oldular.
İlgili âyetlerle Harem
sakinleri bu nankörlüklerinden dolayı kınanıyor, uyarılıyor ve dünyada da,
âhirette de bunun hesabının ağır olacağı haber verilerek, bundan böyle o kutsal
beldede benzeri kötülüklerin işlenmemesine dikkatler çekiliyor.
Cenâb-ı Hak kalıcı
tehdît ve ihtarını şöyle açıklamaktadır:
«Allah'a karşı
yakışıksız isnatta bulunup yalan uyduran veya hak (olan Kur'ân ve peygamberi)
kendisine gelince onu yalan sayandan daha zâlim kim vardır? Cehennem'de kâfirlere
bir konak yok mudur?» [114]
«Bizim hoşnutluğumuz
dogrultusunda cihâd edenleri elbette yollarımıza iletiriz. Şüphesiz ki Allah
iyiliği, güzelliği huy edinenlerle beraberdir.»
Allah sözü daha yüce
olsun, küfür ve azgınlık durdurulsun, fitne ve fesat önlensin ve Allah'ın
insanlara son mesajı olan İslâmiyet dimdik ayakta dursun diye savaşmak, gerçek
anlamıyla «cihâd»dır.
Bu anlam düzeyinde
insanlığın kurtuluş ve mutluluğu; dünya ve âhi-ret saadetine erişmesi için
savaşmak ne büyük şereftir. «Allah vardır ve birdir» sözünü, inancını kalp ve
kafalara enjekte etmek jcin tebliğ ve irşatta, eğitim ve öğretimde bulunmak ne
yüce hizmettir!
İşte ilgili âyetle,
anlatılan dava ve amaç bu gerçekleri yansıtmakta ve cihâdın gerçek anlamına
işarette bulunulmaktadır.
Bilindiği gibi, cihâd,
«cehd» ve «cühd» kökünden türetilen bir isimdir. Kökü itibarıyla şu manalara
delâlet eder:
a) Güç ve takati kullanmak,
b) Meşakkat ve sıkıntıya katlanmak,
c) Gayeye erişmek, sonuç almak,
d) Çalışıp çabalamak, mevcut gayret ve enerjiyi
sarfetmek,
e) Denemek ve sınavdan geçirmek,
f) Hastayı halsiz bırakmak,
g) Sütün yağını olduğu gibi çekip almak, h)
İştiha duymak..
İşte Cenâb-ı Hakk'ın
sözünü ettiği gerçek cihâd, bütün bu mana ve amaçları kendinde taşımaktadır.
Mücahid olan mü'min, belirtilen vasıflara lâyık olmaya çalışan ve sonuç elde
eden kimsedir.
Şunu da belirtelim ki,
cihâdın manası, sadece silah alıp düşmanla vuruşmak değildir. Günün
şartlarına, milletlerin tekâmül ve tutumuna; Mim ve tekniğin kaydettiği
gelişmeye göre, fikirle, kalemje, sözle, kitapla, yayım organlarıyla; tahsilli,
kültürlü kadrolar yetiştirmekle ve gerektiğinde modern silahlarla cihâd
yapılır ve böylece asıl amaca hizmet
edilmiş olunur.
O sebeple Kur'ân'da
«Allah için, Allah yolunda cihâd» sözleri kullanılırken, meşru olan her
vasıtaya baş vurup küfrü, tuğyanı, dinsizliği, şer ve fesadı, saldırı ve
işkenceyi durdurmaya çalışmanın da gerçek anlamda cihâd olduğuna işaret
edilmekte ve bu kavram üzerinde dikkatle durmamız ilham edilmektedir.
Bu bakımdan ilim
adamlarımızın çoğuna göre, cihâdın bir diğer verimli ve feyizli yanı, amaca en
uygun olanı; imân temeli üzerinde sâlih amellerde bulunup iyiliği, faydalı
olmayı, örnek bir insan seviyesine gelmeyi ve din kardeşliğini geliştirmeyi
görev bilerek bu uğurda üstün gayret sarfet-mektir. Zira Allah böyle olan
mü'minlerle her zaman beraberdir.
Ankebût Sûresi'ne,
«İnandık dedikten sonra insanları çetin sınavların beklediği» hikmetli ve
düşündürücü sözle başlanmakta ve Allah yolunda cihâd edenlerin inayet ve
rahmet, başarı ve güven yollarına eriştirileceği; aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın,
sâlih amellerde bulunup iyiliği, güzelliği huy edinenlerle beraber olduğu
belirtilerek sûre noktalanmaktadır.
Bu sûrenin de
tefsirine bizi muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-u senalar olsun. Şerefli
hadîsleriyle Kur'ân'ı bize açıklayan Sevgili Peygamberimize de salât-u
selâmlar olsun.. [115]
[1] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 13/323
[2] Lübabu't-te'vîl : 3/416
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4594.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4594-4595.
[4] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl : 3/416-
Câmi'u'l-Beyan Fi Tef-sîri'l-Kur'ân :
19/83
[5] Lübabu't-te'vîl : 3/416
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4597.
[7] Müsned-i Ahmed: 5/111- 6/395
[8] Buharî/maraz: 2, 3, 13, 14, 16- Müslim/birr: 45- İbn
Mâce/fiten: 23- Dâ-remî/rikak: 57- Ahmed: 1/381, 441, 455
[9] Tirmizî/zühd: 57- îbn Mâce/fiten: 23- Dâremî/rikak :
67- Ahmed; 1/173, , 180, 185
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4598-4599.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4599.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4599-4600.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4600.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4601.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4601-4602.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4603.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4603.
[17] Tefsîr-i Kurtubî: 13/328
[18] Lübabu't-te'vîl: 3/417
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4604-4605.
[19] İbn Mâce/cihad : 40- Ahmed: 1/400, 409- 5/325, 429
[20] Buharî/ahkâm; 4* ahad:
1, mağazî: 59- Müslim/imaret: 30, 40- EbÛ Dâ-vud/cihad: 87-
Nesâî/bey'at: 34- Ahmed: 1/82, 94, 124
[21] Müslim/imaret: 39- Ebû Dâvud/cihad: 87- Nesâî/bey'at:
34- îbn Mâce/ cihad: 40- Ahmed: 1/129,
131- 4/426, 427, 436- 5/67
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4605.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4605-4606.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4606-4607.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4607.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4608.
[26] Tefsîr-i Kurtubî:
13/330
[27]Tefsîr-i Kurtubî:
13/330
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4609.
[28] Müslim/ilim:
15, zekât: 69- Nesâî/zekât.: 64- Ahmed:
4/357, 359, 361
[29] Müslim/ilim:
15, zekât: 69- Nesâî/zekât: 64- Ahmed: 4/357, 359, 361
[30] Müslim/ilim:
16- Buharî/i'tisam: 15- Tirmizî/ilim: 15- îbn Mâce/mukad-deme: 14-
Taberânî/Kur'ân: 41
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4609-4610.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4610-4611.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4611.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4611-4612.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4612-4613.
[35] Tevrat/Tekvîn : 9/29
[36] Tefsîr-i İbn Kesîr : 3/407- Tefsîr-i Kurtubî: 13/333
[37] Tevrat/Tekvin : 9/28
[38] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî : 13/332, 333, 334
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4613-4614.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4615-4616.
[41] Nuh Sûresi: 26, 27
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4616.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4617.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4618-4619.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4619.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4620.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4621.
[48] Âl-i İmrân Sûresi: 59
[49] Bakara Sûresi: 117
[50] Bilgi için bak: Ğâfir Sûresi : 68, Âl-i İmrân Sûresi:
47, Nahl Sûresi: 40, Meryem Sûresi : 39, Yâ-Sîn Sûresi: 82. âyetlerin tefsiri
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4622-4623.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4624-4625.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4625.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4625.
[55] Bu konuda geniş bilgi için bak : Enbiyâ Sûresi: 50-73.
âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4627-4628.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4628-4629.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4629.
[58] Tirmizî/tefsîr :
2/29- Müsned-i Ahmed : 4/24
[59] Sa'lebî: Muaviye'den - Tefsîr-i Kurtubî: 13/342
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4632.
[60] Bilgi için bak :
Hûd Sûresi : 70-89, Hicr
Sûresi: 59-61, Hac Sûresi: 43, Şuârâ Sûresi: 160-167, Nemi Sûresi:
54-56, A'raf Sûresi : 80, Enbiyâ Sûresi: 71-74..
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4632-4633.
[62] Bu konuda bilgi için bak : Tevrat/Tekvîn : 19/1-28
[63] Încil/Luka :
17/28, 29
[64] Hûd Sûresi: 82,
83
[65] Hicr Sûresi: 73, 74
[66] Tevrat/Tekvîn :
19/23-25
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4633-4634.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4634-4635.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4635.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4636-4637.
[71] Geniş bilgi için bak: A'raf Sûresi: 65-72. âyetlerin
tefsîri
[72] »»»»»
> »» » »
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4637-4339.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4639.
[75] Hafız Bezzar - Lübabu't-te'vil : 3/423
[76] Müsned-i Ahraed : 2/447
[77] Sahîh-i Müslim: Ebû HÜreyre (R.A.)den
[78] Müslim/zikir : 38, 39- Ebû Dâvud/vitir: 14- Tirmizî/Kur'ân: 10- Ahmed: 2/252, 407-3/92
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4641-4642.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4642-4643.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4643-4644.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4644-4645.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4645.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4646.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4647.
[85] Buharî/tefsîr;
11/2, i'tisam: 25, tevhîd : 51
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4649.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4649-4650.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4650-4651.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4651-4652.
[89] İbn Atıyye, bu rivayetin zayıf olduğunu belirtmiştir.
[90] Tefsîr-i Kurtubî: 13/353. Ancak imam Kurtubî bu
rivayetin sahîh olmadığını belirtmiştir.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4652-4654.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4654.
[93] Bu konuda bilgi için bak : Enbiyâ Sûresi : 23, 30;
Nemi Sûresi: 88; Yâ-Sîn Sûresi; 40; Rahman Sûresi: 10, 17, 18-20; Kıyamet
Sûresi: 4. âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4655.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4656-4657.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4657.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4658-4659.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4659.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4660-4661.
[99] Müsned-l Ahmed : 1/166
[100]
> > : 2/380
[101]
> » ; Ebû Hüreyre (R.A.)den
[102] » > : 2/173- 5/343
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4661.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4661-4662.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4662-4663.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4663-4664.
[106] İbn Mâce/ticarat: 2
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4665.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4665-4667.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4667.
[109] Tirmizî/fiten: 26, zühd: 41- îbn Mâce/fiten: 19-
Dâremî/rikak : 37- Ah-: 3/7, 19, 22, 46, 61- 6/68
[110] îbn Hibban- Camiussağîr : 1/17
[111] Müslim/zühd:
1- Tirmizî/zühd: 16- Îbn Mâce/zühd: 3-
Ahmed: 2/197, 233, 379, 485
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4669.
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4669-4670.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4670-4671.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4671.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4672-4673.