|
|
30
|
|
|
|
Rûm Sûresi
|
|
İndiği
Yer
|
: Mekke
|
|
|
İniş Sırası
|
:84
|
|
|
Âyet Sayısı
|
:60
|
|
|
Mushaf'taki
sıralamada otuzuncu, iniş sırasına göre seksen dördüncü sûredir. İnşikak
sûresinden sonra, Ankebût sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 17. âyetinin Medine'de
nazil olduğuna dair bir rivayet de vardır.[1]
Adı
2.
âyetinde Rûm kelimesi geçtiği için sûre bu adı almıştır,[2]
Konusu
Sûreye,
Ehl-i kitap olan Bizanslıların ateşperest olan İranlılara -daha önce mağlup
olmuşken bir süre sonra- galip gelecekleri ve müslümanlann sevinecekleri
bildirilerek başlanmakta; geçmişteki inkarcı toplumların durumlarından ibret
alınması öğütlenmekte; Yüce Allah'ın varlığı, birliği, eşsiz kudreti ve
evrendeki mutlak egemenliğinin kanıtları, insan fıtratının önemi ve insanların yapıp
ettikleri yüzünden ortaya çıkan olumsuzluklar üzerinde durulmakta; kıyamet günü
inkarcıların karşılaşacakları bazı hallere değinilip Hz. Peygamber'in şahsında
bütün müminlerden, tevhid inancına bağlı kalarak, âhiret hayatına hazırlığı
ihmal etmeden, darlıkta da bollukta da Allah'a olan saygı ve itaatlerini devanı
ettirmeleri ve inançsızların tutumlarından etkilenmemeleri istenmektedir. [3]
Meali
Rahman
re rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-mîm. 2-4. Rumlar yakın bir yerde
yenilgiye uğradılar. Fakat onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde
galip gelecekler. Önce olduğu gibi sonra da Allah'ın dediği olur. O gün
müminler sevinecekler; 5. Allah'ın yardımıyla. O dilediğini muzaffer kılar. Ve
O, çok güçlüdür,engin merhamet sahibidir. 6. Bu Allah'ın vaadidir. Allah
vaadinden caymaz; ama insanların çoğu bunun şuurunda değildirler. 7. Onlar
dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret hakkında ise
tamamen gaflet içindedirler. 8. Kendi kendilerine bir düşünmezler mi? Allah
gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet
temelinde yaratmıştır. Fakat şu bir gerçek ki insanların birçoğu Rab-lerine
kavuşmayı hâlâ inkâr etmektedir. 9. Yeryüzünde gezip de kendilerinden
öncekilerinin sonu ne olmuş görmezler mi? Onlar kendilerinden çok daha
kudretliydiler; toprağı iyice işlemişler, yeryüzünü bunların imar ettiğinden
daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri nice açık kanıtlar
getirmişti. Şu halde Allah onlara asla zulmetmiş değildir, asıl onlar kendilerine
zulmetmişlerdir. 10. Sonunda, Allah'ın âyetlerini yalan saymaları ve onları
alaya almaları yüzünden, kötülük yapan o kimselerin akıbeti pek fena oldu. [4]
Tefsiri
1. Bazı sûrelerin başında yer alan bu harfler, ayrı ayrı okunduğundan
dolayı "hurûf-ı mukatta'a" diye anılır. [5]
2-6. Rum kelimesi, Araplar tarafından Yunanlılar, Slavlar ve Latin asıllı
Romalılardan oluşan halkı anlatmak üzere kullanılan bir isimdir.[6] 2.
âyette bu isimle, Doğu Roma olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu tebasının
kastedildiği anlaşılmaktadır.
IV.
yüzyılın sonlarına doğru, Bizans İmparatoru Konstantinos’un Hristiyanlığı kabul
etmesi üzerine Sâsâni İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan hristiyanlar
Bizans’ın dostu ve Sâsâni devletinin düşmanı sayılmaya başlamış, Ermenistan da
Hristiyanlığı kabul edince eski ihtilaflar canlanmıştı. Böylece İranlılar ile
Bizanslılar arasındaki çatışmalar yeni bir boyut kazanmış oldu. Uzun zamandır
İranlılar ile Bizanslılar arasında süregelen savaşlar miladi VII. Yüzyılın
başlarında Bizanslılar aleyhine bir gelişim seyri gösteriyordu. 590 yılında
babasının yerine İran tahtına çıkarılan II. Hüsrev 601’de ülkede birliği
sağlayıp Bizans’a yöneldi ve onlarla yapılan savaşı kazandı. Buna karşılık,
Bizans karışıklıklar içindeydi. İmparator Phokas’ın tedhiş rejimine karşı
ayaklanan Kartaca valisi Herakleios, kendisiyle aynı adı taşıyan oğlunu Kuzey
Afrika birliklerinden oluşan bir filonun başında İstanbul üzerine gönderdi. 3
Ekim 610’da İstanbul’a ulaşan oğul Herakleios halk tarafından kurtarıcı olarak
selamlandı. İki gün sonra da patriğin elinden imparatorluk tacını giyerek
Bizans tahtına çıktı. Phokas idam edildi. Bu sıralarda devlet ekonomik açıdan
çökmüş vaziyette idi. Para olmadığı için ücretli asker toplamaya dayanan ordu
sistemi de işlemiyordu. Bu ve benzeri sebeplerle Bizans İmparatoru Herakliyus
(Herakleios) ilk yıllarda Sâsâniler’in imparatorluk topraklarını istilasını
önleyemedi. 613’te Irminiye ve Suriye’ye giderek Dımeşk’i işgal eden Sâsâniler,
ertesi yıl Kudüs’ü zaptederek burada günlerce katliam yaptılar ve Mukaddes
mezar Kilisesi’ni yakarak İsa’nın gerildiği kabul edilen kutsal haçı alıp
Medain’e (Ktesiphon) götürdüler. 615 yılında Anadolu’ya yeniden Sâsâni akınları
başladı. Sâsâniler 619 yılında Mısır’ı da işgal ettiler.
Ateşperest
olan İranlılar’ın o güne kadar inen ilgili ayetlerde kendileri hakkında müşrik
Araplar’a nispetle daha sıcak bir üslup kullanılan Kitap ehli Bizanslılar
karşısındaki bu galibiyetleri putperest Mekkeliler’de büyük bir sevinç meydana
getirmişti. Mekke müşriklerinin bu gelişmeyi müslümanlara karşı böbürlenme
aracı olarak kullanması üzerine Yüce Allah mü’minlerin maneviyatını yükseltecek
bir müjde verdi: İlahi bir kitaba inanan Bizanslılar kısa bir süre içinde
galibiyet elde edecekler ve o zaman müslümanlar büyük bir sevinç yaşayacaklardı.[7]
4.
âyette geçen ve mealde "birkaç" anlamı verilen kelimesi Arap dilinde 10'u aşmayan azlığı ve
daha çok 3-9 arasındaki sayıları ifade etmek üzere kullanılır, Bu kelimenin
kullanımı bir yönüyle Bizanshlar'm üstün gelmelerinin tek bir savaşın
kazanılması biçiminde değil, muayyen bir süreye yayılacak galibiyetler olarak
belireceğine de işaret ediyordu. O sıralarda iç isyanlardan ve İktisadî krizden
ötürü perişan hale gelmiş olan Bizans İmparatorluğu'nun birkaç yıl İçinde
toparlanıp galibiyet elde etmesi kimsenin hatırından bile geçiremeyeceği bir
sonuç idi. Fakat Kur'an'ın gelecekle ilgili bu mucizevî haberi aynen
gerçekleşti. 5 Nisan 622'de yapılan büyük bir dinî törenden sonra başşehirden
ayrılan Herakliyus, önce Anadolu topraklan ile İrmîniye bölgesini Sâsânî
işgalinden kurtardı. Daha sonra Dvin'i ve birçok şehri zaptetti, ardından
Sâsânîler'in kutsal şehri Gence'yİ ele geçirdi. Bu arada Herakliyus'un kardeşi
Thedoros, Şahin adlı bir kumandanın idaresindeki başka bir Sâsânî ordusunu bozguna
uğrattı. Sâsânîler'in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ni-nevâ'da (Ninova) kesin
yenilgiye uğratan Herakliyus, Ocak 628'de II. Hüsrev'in sığındığı Destgird'e
girdi. Kısa bir süre sonra II. Hüsrev tahtından indirilip öldürüldü. [8] Müslümanlar da bir taraftan kendi kutsal
kitaplarının verdiği bu haberin gerçekleşmesinin ve kitap ehli komşularının
galip gelmesinin, diğer taraftan da Allah'ın kendilerine lütfettiği başka
basanların sevincini yaşadılar. [9]
Tefsirlerde âyetteki vaadin gerçekleşmesi izah edilirken, Bizans galibiyetinin
Bedir savaşının kazanıldığı veya Hudeybiye Antlaşması'nın yapıldığı tarihlere
denk geldiği yönünde rivayetlere yer verilmesini de[10] bu açıdan değerlendirmek uygun olur. Zaten
âyette sevinçle ilgili ifade sadece Bizanshlar'm galibiyet haberine
bağlanmaksızın "o gün müminler sevinecekler" şeklinde mutlak biçimde
yer almıştır. Râzî, Bedir savaşı günü İranlılar'ın yenildiği haberinin henüz
müslümanîara ulaşmamış olduğu gerekçesiyle âyette kastedilen sevincin
müslümanların müşriklere galip gelmesiyle ilgili olduğu yorumunu tercih ederse
de (XXV, 96), Arap dilinde böyle bir bağlamda "gün" kelimesinin tek
bir gün değil "zaman" anlamında kullanıldığı göz önüne alındığında,
yukarıda belirtildiği üzere bu sevincin değişik sebeplere bağlanmasına'bir
engel bulunmamaktadır. Bununla birlikte Kur'an1 in verdiği haberin
gerçekleşmesinin Hudeybiye Antlaşması'na tesadüf ettiğine ilişkin bilgiyi şöyle
izah edenler de olmuştur: Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması'nı takiben
muhtelif devlet başkanlarına İslâm'a davet mektupları göndermişti. Herakliyus'a
yolladığı elçi, mektubu imparatora Suriye'de takdim ederken o burada zaferini
kutlamaktaydı. Bu sebeple birçokları zaferin o sıralarda kazanıldığını
zannetti. Oysa Herakliyus zaferi çoktan kazanmış ve onu kutlamak için Suriye'ye
gelmiş bulunuyordu. [11]
Tefsirlerde,
bu âyetlerle Bizanslılar'in kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekleri
bildirilince Hz. Ebû Bekir'in Bizans yenilgisinden sevinç duyan müşriklerle
bahse giriştiğine dair rivayetler yer alır. [12] hatta
bazı âlimlerin bu olaydan kumarın hükmü hakkında fıkhı çıkarımlar yaptıkları
üzerinde durulur. [13] Yakın geleceğe ait haber içeren bu âyetlerin
inmesi üzerine Mekke müşrikleri ile Kur'an'in bildirdiklerine gönülden inanan
müslümanlar ve özellikle Resûlullah'a duyduğu derin güven sebebiyle onun
söylediklerini araştırmaya gerek duymaksızın hemen tasdik ettiği için
"sıddîk" lakabını almış olan Hz. Ebû Bekir arasında bu konuda bazı
tartışmaların ve iddialaşmaların ortaya çıkması tabiî olmakla beraber, söz
konusu rivayetler -gerek birçok farklılıklar taşıdığı, gerekse olayı çevreleyen
şartlar dikkate alındığında- bu tür fıkhı sonuçlar çıkarmaya elverişli bir
malzeme olarak görünmemektedir. [14]
2
ve 3. âyetlerdeki "ğulibe" ve "seyağlibûn" kelimeleri
"galebe" ve "seyuğ-lebûn" şeklinde okunduğunda "Rumlar
galip geldiler... Ama yakında yenilecekler" anlamı çıkmaktadır. Elmalılı
bu okunuşun esas alınması halinde de, âyetlerin mucizevî bir haber içerdiğinin
görüleceğini, yani burada Bizanslılar'in İranlılar'a karşı zafer kazanmasından
sonra müslümanlara yenik düşeceklerine işaret bulunduğunu belirtir (VI,
3801-3802); fakat bu kıraat İslâm âlimlerince genellikle zayıf bulunmuştur. [15]
3.âyetin
"yakın bir yerde" şeklinde çevirilen kısmı için tefsirlerde değişik yer
isimleri de belirtilmekle beraber, burada İran sınırına veya Hicaz Arapları'na en
yakın Bizans topraklan kastedilmiş olmalıdır. [16]
4.âyette
"Önce olduğu gibi sonra da Allah'ın dediği olur" buyurularak Bizanslılar'in
galibiyeti ile dünyada emir ve iradenin onların eline geçeceği gibi bir sonuç
çıkarılmaması gerektiğine, geçmişte ve gelecekte bütün sonuçların yine yüce
Allah'ın iradesi gereğince dünya hayatındaki sınav düzeni içinde gerçekleştiğine
ve gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.
Kur'ân-ı
Kerîm'in gelecekteki bir olayı belirli zaman dilimi vererek bildirmesi
mucizesinin yer aldığı bu âyetler bir taraftan Kur'an'ın verdiği haberlerin
tarihî verilerle doğrulanmasının bir örneğini insanlığın gözleri önüne
sererken, diğer taraftan da inkarcılığını inatla sürdürmek isteyenler için
hiçbir kanıtın fayda sağlamadığını açıkça göstermektedir. Başka âyetlerde
belirtildiği üzere Yüce Allah dileseydi, kuşkusuz herkesin doğru yolda gitmesini
sağlardı; fakat O, şuurlu varlıkların İradî seçimleriyle kendisine kulluk
etmelerine imkan veren bir sınav düzeni oluşturmayı murad etmiştir. Dolayısıyla
bu âyetleri okurken Kur'an'ın böyle bir mucizeyle bütün insanların imana
gelmesini sağlama gibi bir amacının bulunmadığına dikkat edilmelidir. Hatta
Bizanslıların galibiyeti için kesin bir tarih verilmemesinin de bu hususu
destekleyici olduğu söylenebilir. [17]
7. İmandan yoksun ve âhiretten yana tamamen gaflet içindeki kimselerden
söz eden bu âyet açıklanırken tefsirlerde daha çok, bu gibi kimselerin dünya
hayatını zevku sefa içinde geçirebilmek için gereken şeyleri öğrenip emeklerini
bu yöne teksif ettiklerine, buna karşılık âhireti hiç akıllarına
getirmediklerine işaret edildiği belirtilir. Fakat burada dikkat edilmesi
gereken bir nokta şudur: Bu ifadede bir kınama anlamı bulunmakla birlikte, söz
konusu kimselerin kötülenen tutumu dikkatlerini âhiret hayatından tamamıyla
uzaklaştırmış olmalarıdır; yoksa dünya hayatına ve bu hayatın icaplarına dair
bilgi sahibi olmak kınanmış değildir. Nitekim müminler de dünya hayatının
görünen yüzünden haberdar idiler. İki grup arasındaki fark inkarcıların bu
görünen maddî âlemin ötesinde başka bir âlemin daha varlığına dikkat etmemeleri
ve bu hususa önem vermemeleridir.
Âyetin
İlk cümlesiyle ilgili yorumların özellikle şu iki noktada yoğunlaştığı görülür:
a) Cümle "Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler"
şeklinde anlaşılırsa dünya hayatının bir görünen (zahir) bir de görünmeyen
(bâtın, hakikat) tarafı olduğu anlamı tercih edilmiş olur. Bu tercihe göre
birinci yönünü bilmekten maksat dünya süsü, zevki ve nimetleriyle haşir neşir
olmak, dünyadan kâm almaya çalışmak; ikinci yönünü bilmekten maksat ise dünya
hayatının asıl varlık sebebini yani âhiret kurtuluşunun önemini kavramak ve ona
uygun bir hazırlık içinde bulunma çabası içinde olmaktır, b) Âyetin bu kısmı
"Onlar dünya hayatının sadece bir yüzünü bilirler" şeklinde
anlaşıldığı takdirde âyetin yorumu şu olur: Dünyanın birçok görünümü olduğu
halde o kimseler bunların içinden sadece birini bilirler, bütün emeklerini
gözlem ve deneyle bilinenlere hasrederler; bunlardan hareketle fikir yürütüp
daha ötelere ulaşmaya, varlık ve olayların arkasındaki kudreti teşhis etmeye,
gözlem ve deneyle bilinenlerin inceliklerine inmeye ve bunların var
edilmesindeki gerçek amacı belirlemeye çalışmazlar. [18]
Söz
konusu cümle -lafza daha uygun olduğunu düşündüğümüz için- mealde "Onlar
dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler" şeklinde
çevrilmiştir. Bu ifadeye göre varlıkları bilinme, bilgiye konu olma yönünden
üçe ayırmak gerekir: a) Dünya hayatından (dünyadan) bilinenler, b) Dünyaya,
görünen yüze dahil ve bilinebilir olduğu halde bilinmeyenler, c) Görünen yiize,
dünyaya, madde âlemine dahil olmadığı için bilinmeyen ve Allah bildirmedikçe
bilinemez olanlar. [19]
8. Bu âyetin ilk kısmı gramer açısından tahlil edildiğinde "Kendi
kendilerine bir düşünmezler mi ki, Allah'ın gökleri, yeri ve bunlar arasında
bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yaratmış olduğunu anlasınlar
veya bunu dile getirsinler!" şeklinde bir mânaya ulaşılabildiği gibi, âyetin
bu kısmına "Kendileri hakkında ve Allah'ın gökleri, yeri bunlar arasında
bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yaratmış olduğu hakkında bir
düşünmezler mi!" anlamını vermek de mümkündür. [20]
İkinci anlam esas alınarak yapılan yoruma göre âyette insanlar önce kendi varlıkları,
sonra da evrendeki diğer varlıklar üzerinde düşünmeye çağınlmakta, bu konudaki
sağlıklı bir muhakeme sayesinde, bütün bunların bir başlangıcı olduğu gibi
sonunun da kaçınılmaz olduğu anlaşılacağı halde, birçoklarının hâlâ rablerinin
huzuruna çıkarılacağını inkârda direndiği ifade edilmektedir. [21]Bu
yorumu işleyen bazı müfessirler insanın anatomisi ile ilgili bir takım
inceliklere ve insan vücudunun ihtiva ettiği harikulade sistemlere de işaret
ederler. [22] Âyetin "ancak ve
ancak hak ve adalet
temelinde yaratmıştır" şeklinde çevrilen kısmı için yapılan başlıca
yorumlar şunlardır: Ancak adaletle, hakkı ayakta tutmak üzere yaratmıştır. [23] anlamlı
bir gayesi olmadan ve boş yere yaratmamış, üstün bir hikmet gereği yaratmıştır. [24] sağlam bir düzen içinde yaratmıştır. [25]
9. Yeryüzünde gezip dolaşma ve ibret alma çağrısına yer verilirken, muhataplar,
sahip oldukları güç ve yeryüzünü imar açısından kendileri ile önceki toplumlar
arasında bir mukayese yapmaya davet edilmektedir. Tefsirlerde genellikle Kur'an'ın
ilk muhatapları olan Mekkelİler'i esas alan yorumlar yapılmış, özellikle bu bölgenin
ziraat ve toprağın işlenmesi açısından çok sınırlı imkânlar taşıdığı, buna
karşılık onlar tarafından haberleri bilinen birçok geçmiş toplumun büyük insan
gücüne ve servete sahip oldukları, dolayısıyla toprağı çok iyi işledikleri ve görkemli
mimari eserler vücuda getirdikleri üzerinde durulmuştur. Bu karşılaştırmanın
böyle başlatılması tabiî olmakla beraber, burada bütün İnsanlara yöneltilmiş ve
kıyamete kadar sürecek bir çağrının bulunduğunda da şüphe yoktur. Zira âyetin
İçerdiği temel mesaj, insanların gerek birey gerekse topluluk olarak sahip oldukları
güç ve imkanların kendilerini ilâhî bildirimleri inkâr etme şımarıklığına götürmemesi,
beşerin kendisi hakkında yapacağı mukayesenin de hiç bir zaman Allah'ın mutlak
iradesi ve karşı konulamaz kudreti dairesine uzanmaması gerektiğidir. Yine bu
ve mütaâkip âyette, önceki kavimlerin başına gelen kötü sonuçlar incelenirken,
bu sonuçların kendi kötülükleri yüzünden meydana geldiğine ve Allah'ın
haksızlık etmesinin asla söz konusu olamayacağına dikkat çekilmektedir. [26]
10. Bu âyetin "kötülük yapan o kimseler" şeklinde çevrilen
kısmı, sonunda yer alan gerekçe de dikkate alınarak "inkarcılıkta
direnenler" şeklinde açıklanmıştır. [27]
11. Allah mahlûkatı baştan yaratır, sonra bunu
tekrar eder. Sonunda hep O'na döndürüleceksiniz. 12. Kıyamet koptuğu gün,
günaha saplanmış kimseler ümitsiz ve şaşkın kalıverecekler. 13. Allah'a ortak
koştukları arasında hiç şefaatçileri olmayacak, zaten kendileri de ortak
koştuklarının tanrılığını reddedecekler. 14. Yine kıyamet koptuğunda, işte o
gün onlar birbirinden tamamen ayrılacaklar. 15. İman edip iyi işler yapanlar
güzel bir bahçede ağırlanırlar. 16. İnkâr edenlere, âyetlerimizi ve âhiret
buluşmasını yalan sayanlara gelince, onlar da azabın içine bırakılırlar. 17.
Akşam vaktine eriştiğinizde ve sabah kalktığınızda Allah'ı teşbih ediniz. 18.
Göklerde ve yerde her türlü övgü O'na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle
vaktine eriştiğinizde de O'nu teşbih ediniz. 19.0 ölüden diriyi, diriden de
ölüyü çıkarıyor ve yeryüzünü ölümünün ardından canlandırıyor. İşte siz de böyle
çıkarılacaksınız. [28]
11. Allah Teâlâ'nın bütün mahlûkatı hiçbir ortak ve
yardımcıya ihtiyaç duymaksızın ve başka bir temel maddeye dayalı olmadan sırf
kendi eşsiz kudretiyle baştan inşa ettiği, bunları yok ettikten sonra da tekrar
aynı şekilde yaratma gücüne
sahip olduğu belirtilmektedir. [29] Yaratmanın tekrar edilmesi ifadesiyle,
tabiattaki sürekli yenilenmenin yine yüce Allah'ın irade ve kudretiyle
gerçekleştiğine veya kıyamet sonrası dirilişe ya da bunların her ikisine işaret
edilmiş olabilir. Ayetin son kısmında belirtildiği üzere bunlara
değinilmesindeki asıl amaç, insanın, yaratılış ve yeniden yaratılışla ilgili
bütün bu gelişmelerin hikmeti üzerinde düşünmesini sağlamak ve sonunda mutlak
kemal sahibi Allah'ın huzuruna çıkarılıp hesap vermenin kaçınılmaz olduğunu
hatırlatmaktır. [30]
12-13. İlk âyette geçen ve "suçlular" anlamına
gelen "mücrimûn" kelimesi müteakip âyetin ışığında "günaha
saplanmış kimseler" şeklinde çevrilmiştir. Belirtilen kelimeyle bu
bağlamda özellikle şirk günahına saplanıp kalmış yani Allah'tan başka
varlıklara tanrılık yakıştıran kimselerin kastedildiği anlaşılmaktadır.
"Ümitsiz
ve şaşkın kalrverecekler" şeklînde çevirdiğimiz "müblisûn"
kelimesinin mastarı olan "iblâs", ümit kesmenin yanı sıra kişinin ne
yapıp edeceğini şa-şmr bir hale düşmesini de ifade eder. Arap dilinde bu kelime
özellikle, başına aniden gelen bir musibet sebebiyle şaşkına dönen[31] yahut
bir konuyu tartışırken karşı tarafın ileri sürdüğü güçlü bir argüman karşısında
suspus olan [32] kişiler için kullanılır. Râzî âyette şirk
günahına saplanıp kalanlar hakkında bu kelimenin kullanılmasındaki İnceliği
şöyle bir örnekle açıklar (XXV, 103-104): Bir insan düşünelim ki eğlenmesine ve
dünyadan kâm almasına yarayan imkânlarla donatılmış, yeşillikler içinde bir
köşkte böbürlene böbürlene müreffeh bir hayat sürmektedir. Sözüne güvenilir bir
kimse, karşı konulamaz, amansız bir düşmanın kendisine yaklaşmakta olduğunu ve
ona yakalandığı takdirde perişan olacağını haber vermiş, artık kaçış ve
kurtuluş çareleri aramak gerektiği kesin olarak anlaşılmıştır. Bu sırada bir
çocuk veya akıl hastası ona, altında bulunduğu ağacın, altındakileri düşmanlara
karşı koruyan bir özelliğe sahip bulunduğunu söylemiş, bu gafil de o çocuk veya
akıl hastasının sözü üzerine ağaca güvenip zevku sefaya devam etmeye karar
vermiştir. Düşman gelip orayı kuşatınca ona göstereceği ilk felâket o ağacı
kökünden sökmek olacak, o da şaşkın, ümitsiz ve yardıma muhtaç bir hale
düşecektir. İşte günaha saplanmış kimsenin durumu da böyledir; dünyada kendini
nefsinin arzularına kaptırmışken sözünün doğruluğunda kuşku bulunmayan
peygamber ona perişan ve rezil rüsvâ edecek bir azabın kendisine doğru gelmekte
olduğunu haber verir, şeytan ve kötülüğü emreden nefis İse o putların kendisini
kurtaracağını söyler. Ama kıyamet günü gelip çattığında ilk karşılaşacağı
manzara o putların ateşe atılışıdır, bunu görünce o da ümidini büsbütün yitirir
ve şaşkınlık içinde donar kain".[33]
13. âyette geçen "ortaklar" ile dünyada iken kendilerini
sapkınlığa teşvik eden ve kötülükleri işlemekte yardımlaştıklan kimselerin veya
Allah'a ortak koştukları varlıkların kastedildiği yorumlan yapılmıştır. Buna
paralel olarak âyetin "Zaten onlar da o ortaklarını inkâr
edeceklerdir" şeklinde çevrilen kısmı için ya suç ortaklarını veya o
varlıkların tanrılık vasfını inkâr edecekleri açıklaması yapılmıştır. Gramer
özellikleri dikkate alınarak bu cümleyi "Onlar dünyada iken o ortaklar
sebebiyle İnkarcılık yapıyorlardı" biçiminde tercüme etmek de mümkündür. [34]
14-16. Dünya hayatında sınav ortamının İcaplarından olmak üzere müminler ve
inkarcılar biramda yaşarlarken, mahşer günü bu birliktelik sona erecek, iman
edip Allah'ın hoşnutluğuna uygun yararlı işler yapanlar Allah katında itibarlı
bir mevki kazanmanın ve cennet nimetlerine kavuşmanın mutluluğunu yaşayacaklar,
inkâr edip ilâhî bildirimleri yalan saymayı inatla sürdürenler ise âhiret azabı
ile baş başa bırakılacaklardır. 14. âyetin "onlar birbirinden tamamen
ayrılacaklar" dİ-ye çevrilen kısmı, müminlerin görecekleri muamele
açısından kâfirlerden ayırde-dileceğİ veya müminlerin bir daha bir araya
gelmemek üzere kâfirlerden ayrılacakları şeklinde açıklanmıştır. [35] 15. âyetin "güzel bir bahçede"
şeklinde tercüme edilen kısmıyla genellikle cennetin kastedildiği kabul
edilmektedir. Bu âyetin "ağırlanırlar" şeklinde çevirdiğimiz kısmına
"sevindirilirler, nimetlere mazhar kılınırlar, kendilerine iyi muamele
yapılır, ikramda bulunulur" anlamlan da verilmiştir. [36]
17-18, İnsanın dünya meşgalelerinin anaforuna kapılıp varlık amacını
unutturacak bir hayat tarzı tutturmaması için, günün değişik vakitlerinde ulu
rabbinin şanını yücelterek anması istenmektedir. Bazı müfessirler 17. âyette
geçen "teşbih" kelimesiyle namaz kılmanın kastedildiği ve burada beş
vakit namaza işaret bulunduğu kanaatindedirler; bazı müfessirlere göre ise
burada maksat "tenzîh"tir yani Allah'ı yüceltmemiz, O'nu her türlü
noksanlıktan uzak bilip kemal sıfatlarıyla ve övgülerle anmamız
emredilmektedir. Birincisini de içine aldığından ikinci yorum daha kuvvetlidir.
Zira burada söz konusu olan tenzih, merkezden dışa doğru üç daireden oluşur.
Merkezde kalp ile tenzih bulunur ki bu, kuşkulardan arındırılmış bir iman
demektir ve tenzihin özü de odur. İkinci dairede yüce Allah'ı güzel sözlerle
anmak mânasına gelen dil ile tenzih vardır. Üçüncü daire ise önceki iki şartı
koruyarak ortaya konan sâtih amellerden meydana gelir. Bunlardan ikincisi
birincinin, üçüncüsü de ikincinin semeresidir. Şöyle ki,kişi bir şeye
İnandığında bunu dili ile İfade eder, söylediğinin doğruluğunu da eylemleriyle
ortaya koyar; dil kalbin tercümanı, davranışlar da dille söylenenlerin
kanıtıdır. [37]
Tefsirlerde
genellikle, 17. âyetin "akşam vaktine eriştiğinizde" şeklinde
çevrilen kısmıyla akşam ve yatsı namazlarının, "sabah kalktığınızda"
kısmıyla sabah namazının, 18. âyetin "akşam üstü" şeklinde tercüme
edilen kısmıyla ikindi namazının, "öğle vaktine ulaştığınızda"
kısmıyla da öğle namazının kastedildiği yorumu yapılmıştır. Dolayısıyla âlimler
arasında, -diğer delillerin yanı sıra- sûrenin Mekkî oluşu dikkate alınarak beş
vakit namazın Mekke'de farz kılındığı görüşü ağır basmaktadır. Tâbiûn
âlimlerinden Hasen-i Basrî ise namazın muayyen vakitlere bağlı bir fariza
haline gelmesinin Medine dönemine rastladığı ve 17, âyetin Medine'de nazil
olduğu kanaatindedir. [38] Allah'ı teşbih etme talebine ilişkin
vakitlerin genellikle insanların uyku İhtiyacının yoğunlaştığı, gecenin orta
zamanlan dışında tutulması bir taraftan ibadetlerde ortalama insan gerçeğine
uygun bir düzenlemenin hedeflendiğini, diğer taraftan da ibadetin, şuurun açık
olduğu bir sırada yapılmasıyla değer taşıdığını yani asıl amacın kulluk
bilincinin canlı tutulması olduğunu göstermektedir. Müzzemmil süresindeki
(73/1) gece namazına kalkma hitabı ise ibadet şuuru hep açık olan Resûlullah'a
yönelik olup bu ibadet müminlere farz kılınmamıştır. Onların nafile olarak bu
ibadeti yapmaları ibadet haz ve şuurunun beşerî ihtiyaçlara galip gelmesini
sağlayacak; daha doğrusu kendilerini buna alıştırmış olacaklardır. [39] Tefsirlerde
yer alan bir rivayete göre Resûhıllah ashabına "Size Yüce Allah'ın, dostu
İbrahim peygamberi niçin 'vefakâr' olarak nitelediğini haber vereyim mi?"
demiş, ardından "çünkü o sabah akşam şu sözü tekrar ederdi" buyurmuş
ve bu iki âyeti okumuştur. [40]
19. Cenab-ı Allah'ın ölüden diriyi diriden de ölüyü çıkardığını belirten
ifade değişik şekillerde açıklanmıştır. [41] Râzî
önceki âyetlerde akşam vaktine erişmekten ve sabah kalkmaktan söz edildiğini
hatırlatarak, bu bağlamda uykudan uyanma ve uykuya dalma olayına dikkat
çekildiğini, bunların da Allah'ın irade ve kudretinin eseri olduğu gerçeğine
işaret ettiğini belirtir (XXV, 107). [42]
20.0'nun kanıtlarından biri, sizi topraktan yaratmış
olmasıdır. Sonra bir baktınız ki, çoğalarak yeryüzüne dağılmış beşeriyetsiniz.
21. Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza
sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O'nun kanıtlanndandır. Doğrusu bunda
iyi düşünen kimseler için dersler vardır. 22. O'nun kanıtlarından biri de,
gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır,
Kuşkusuz bunda bilenler için ibretler vardır. 23. Gece ve gündüz uyuyabilmeniz
ve Allah'ın lütfundan nasibinizi aramaya çalışmanız da O'nun kanıtlanndandır.
Bunda, dinleyen kimseler için elbette dersler vardır. 24. Yine O'nun
kanıtlanndandır ki, korku ve ümit vermek üzere size şimşeği gösteriyor, gökten
su indirip ölümünün ardından yeryüzünü onunla canlandırıyor. Gerçekten bunda,
aklını kullanan kimseler için ibretler vardır. 25. Göğün ve yerin Allah'ın
buyruğu ile düzen içinde durması da O'nun kanıtlanndandır. Sonunda O sizi (bulunduğunuz) yerden
bir çağırdı mı hemen çıkıverirsiniz. 26. Göklerde ve yerde bulunanlar hep O'na
aittir, hepsi O'na boyun eğmiştir. 27. Baştan yaratan, sonra bunu tekrar eden
O'dur ve bu O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfat O'nundur.
O mutlak galiptir, hikmetle yönetendir.
[43]
20. Bu ve müteakip beş âyette Yüce Allah'ın kudretinin
açık kanıtlarından kesitler verilmekte; dört âyetin sonunda, İyi düşünen,
bilen, hakikatlere kulağını açık tutan ve aklını kullananların bunlardan önemli
sonuçlar çıkarabileceği, bu sayılanlarda böyle kimselerin alacağı ibretler
bulunduğu ifade edilmektedir. Bu üslûp farklılığı ile ilgili değişik yorumlar
yapılabilir. [44] fakat bunların ortak
çizgisini, belirtilen kanıtların insanın aklına, muhakemesine, basiretine ve
gönlüne hitap etmesi oluşturmaktadır.
Allah
Teâlâ'nın ilk insanı topraktan yarattığı Kur'an-ı Kerîm'de değişik vesilelerle
ifade edilmiştir. Burada genel bir hitapla "sizi topraktan yarattı"
buyurul-ması ise daha çok şu iki biçimde açıklanır: a) Bu, "Sizin aslınız
olan, kendisinden tiirediğiniz ilk insanı topraktan yarattı" demektir, b)
Her insanın yaratılışı toprakla ilintilidir, çünkü insanı meydana getiren erkek
ve dişi hücrelerinin (sperm ve yumurtacık) oluşumunda nebatî ve hayvanı
gıdaların katkısı vardır, bunların her ikisi de topraktan beslenmektedir. [45]
21. İnsanlar için kendi nefislerinden eşler yaratılmış olması değişik
şekillerde açıklanmıştır. Bunlar arasında, insanın eşinin kendi özünden ve
kendi türünden yani kadın ve erkeğin aynı özden yaratılmış olduğu mânası,
Kur'an'm diğer açıklamalarına en uygun görünenidir. [46] Burada,
cinsiyeti belirlemede erkek spernıindeki kromozomların etkili olduğu gerçeğine
işaret bulunduğu yorumu da yapılmıştır. [47] tabiî ki bu yorum, âyette erkeğe hitap
edildiği ve "eşler"le kadınların kastedildiği anlayışına dayalıdır.
Âyetin
"onlara ısınıp kaynamasınız" şeklinde çevirdiğimiz kısmı eşlerin
yaratılış amacını açıklamakta, dolayısıyla insanın eşini kendisiyle huzur ve
mutluluk bulacağı varlık olarak görmesini telkin etmektedir. Şu halde aile
hayatında mutluluğun ön şartı eşlerin böyle bir bakış açısına sahip
olmalarıdır.
"Sevgi
ve şefkat duygulan" şeklinde tercüme ettiğimiz meveddet ve rahmet
kelimeleriyle ilgili olarak tefsirlerde değişik yorumlar yapılmıştır; bunların
ortak noktası şudur: "Eş olma" hissinin ve olgusunun, kan hısımlığına
dayalı olmaksızın hatta -çoğu kez- yakın zamana kadar birbirlerini tanımayan
iki ayrı cinsi çok güçlü psikolojik ve biyolojik bağlarla birbirine bağlaması,
bunun üzerine insana yaraşır bir üreme ve yaşama biçiminin yani temelinde iffet
anlayışı bulunan, karşılıklı güven, sevgi ve esirgeme duygularıyla geliştirilen
aile kurumunun bina edilebilmesi, yüce Allah'ın insanlığa en büyük
lütuflanndandır. Âyette ifade Duyurulduğu üzere İyi düşünen kimseler için
bundan çıkarılacak önemli dersler vardır. [48]
22. Yüce Allah'ın kudretinin kanıtlarına değinilirken göklerin ve yerin
yaratılmasının insanların özellikleriyle birlikte zikredilmesi ve ardından da
bunda bilenler için ibretler bulunduğunun belirtilmesi, evrenin yaratılmasının
insanla anlam kazandığını, insanın da bunları bilmesiyle değerli olduğunu
göstermektedir. [49]
İnsanların
dillerinin ve renklerinin farklılığı objektif olarak gözlemlenebilen bir
olgudur. Bundan ibret alınması ise bilme şartına bağlanmıştır.
"Bilenler" şeklinde çevirdiğimiz "âlimin" kelimesi dar anlamıyla
alınırsa bunu "âlimler, ilim sahipleri" şeklinde tercüme etmek
mümkündür; fakat burada her insanın fıtrî özellikleriyle bilebileceği bir
durumdan söz edildiği için kelimenin geniş anlamı esas alınmıştır. Konu
üzerinde özel araştırmalar yapan uzmanların bu kapsamda sayılması ise zaten
evleviyet gereğidir. Fakat "bilme"nin başkaları tarafından telkin
edilen veya öğretilen bilgileri alıp bellekte koruma anlamında olmadığına
dikkat edilmelidir. Zira âyette geçen kelimenin kökünde "varlık ve
olayların hakikatini anlamak, temyîz etmek yani farklı şeyleri birbirinden
ayrıştırmak, bir şeyin mahiyetini iyice kavramak, bir işi sağlam ve düzgün
yapmak" gibi anlamlar bulunmaktadır. Şu halde âyette muhataplardan
istenen, bir kökten geldikleri halde İnsanların biyolojik ve kültürel
farklılıklara sahip olmaları üzerinde dikkatle düşünüp bundan sonuçlar
çıkarmaktır.
Farklı
dillere sahip olma, değişik etnik gruplara mensup toplulukların farklı dilleri
konuşması, aynı dili konuşanlar arasında lehçe, şive ve ağız farklılıklarının
bulunması şeklinde açıklanabileceği gibi, her bir ferdin ses, konuşma ve ifade
özelliklerindeki farklılıklar biçiminde de anlaşılabilir. Çevremize
baktığımızda sesinin gürlüğü-zayıflığı, inceliği-kalınlığı,
konuşmasının düzgünlüğü-bozukluğu. üslûbu vb. bütün hususlarda birbirinin aynı
iki kişiye rastlamanın hemen hiç mümkün olmadığını görürüz. Aynı şekilde, her
bir ferdin deri rengi, yüz hatları ve vücut biçimindeki farklılıklar bir
taraftan insanın kendine özgü hususiyetleriyle "kendisi" olmasını sağlarken
diğer taraftan da insanların birbirleriyle ayrı kişiler olarak ilişki
kurmalarını mümkün kılar. Nitekim Hucurât sûresinin 13. âyetinde insanlığın
değişik halklara ve oymaklara ayrılmasının amacı, onların tanışmasının
sağlanması şeklinde açıklanmıştır ki bunun tabiî sonucu karşılıklı beşerî
ilişkilerin kurulmasıdır. Şayet bu farklılıklar bulunmasa ve insanlar tek tip
olarak yaratılmış olsaydı dünyanın böyle beşerî ilişkilere sahne olması mümkün
olmaz, düzenin yerini kaos alırdı. Bunu daha iyi tasavvur edebilmek için,
meselâ, aynı kıyafeti giymiş ikiz iki kişiyi ayırdetmenİn zorluklan ve böyle
bir durumda üzerlerinde farklı kıyafet bulunmasının sağladığı kolaylık göz
önüne getirilebilir. [50] Yine, âyette değinilen bu olgu üzerinde
düşünürken, üslûp ve ifade farklılıklarının insana verilen düşünme ve muhakeme
yeteneğinin verimliliğini sağlamadaki, ilim, fikir ve sanat hayatının
geliştirilmesindeki etkileri hatta medeniyetlerin temelinde bu farklılıkların
yattığı dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. İnsanların dil ve renk hususiyetleri
temeline dayalı bilim dallarının alt disiplinlere ayrılması bu âyette dikkat
çekilen olgu üzerinde düşünmenin önemini teyit ettiği gibi, bu alanlarda
yapılacak yeni araştırmaların, konunun inceliklerine daha çok ışık tutan verilerin
tespitine imkân sağlayacağı muhakkaktır. [51]
23. İnsanın günlük yaşantısının iki temel görünümünden biri çalışmak diğeri
dinlenmektir. Dinlenmenin doruk noktasını uyumak oluşturur; çalışmanın da en değerli
biçimi, Allah'ın kendisine lütfedeceği nasibi aramak yani ulvî bir amaç uğruna
gayret sarfetmektir. Günlük hayatın akışı içinde sıradan bir olay olarak gördüğümüz
uyumanın gerçekte ne büyük bir nimet olduğunu ancak uyuyamama rahatsızlığı
çekenler ile bazı dert ve ıztıraplar sebebiyle uykusuz kalanlar idrak edebilir.
Şu beyitte bu husus çok güzel dile getirilmiştir: "Şeb-i yeldâyı
müneccimle muvakkit ne bilir. Mübtelâ-yı
gama sor kim geceler kaç saat" (En uzun geceyi
astrolog ve vakit uzmanı ne bilir. Gecelerin kaç saat olduğunu dert
sahibine sor). Ayette uyumanın çalışmadan önce zikredilmesi de bunun önemine
yapılmış bir vurgu sayılabilir. Zira çalışabilmek için istirahat gereklidir;
yine istirahat vücudun tabiî ihtiyacıdır, özünde gereklilik vardır, çalışma ise
ihtiyaçlara göre devreye girer. [52]
Normal
çalışma düzeni içinde çoğu kez önemi farkedilmese de iş güç sahibi olmak
hayatın düzen ve anlam kazanmasında büyük bir etkiye sahiptir. Konunun
toplumsal boyutunu daha iyi görebilmek için, bir taraftan işsizlik probleminin
çözümü amacıyla insanlığın geniş kapsamlı özel örgütler kurduğu gerçeğine,
diğer taraftan da günümüz fütüroloji çalışmalarının ana konularından birini iş
hayatındaki daralma ve tatil zamanlarının artması karşısında insan için uygun
meşguliyetler bulunmasının oluşturduğuna dikkat etmek gerekir.
Âyet,
çalışma konusuna sadece insan hayatındaki önemi açısından değinmiş olmayıp şu
mesajları da içermektedir: a) İnsan çalışmalı, fakat elde ettiği nasibi
kendinden bilmememeli, Allah'ın lütfü olduğu bilincini taşımalıdır, b)
"Allah'ın lütfundan" şeklinde çevirilen "min fadlihî"
ifadesinde "ziyade ve artma" anlamı vardır; şu halde kişi her gün
kendini geliştirme, yükselme ve mevcut imkanlarını daha da arttırma çabası
içinde olmalıdır, c) Nasibi aramaya koyulmak Allah'ın lüt-funu sezmek ve
ummaktır, hatta çalışarak kısmeti arayabilmenin kendisi bile Allah'ın
fazhndandır. [53]
Bunlardan
dersler çıkarılabilmesi, "dinleyen kimselerden olma" şartına
bağlanmıştır ki bu, gerçeklere kulaklarını tıkamamış, bilincini doğrulan ve
yanlışları ayırdetmeye açık tutan kişileri ifade etmektedir. [54]
24. Aynı olay ile iki zıt etkinin oluşturulması örneğine yer verilen 24.
âyette simsek hem korku hem de ümit kavnağı olarak nitelenmiştir. Bunu iki
farklı acıdan yorumlamak mümkündür. Bir bakışa göre korku veren şimşek,
ümitlendiren ise onun akabİnden gelmesi beklenen yağmurdur. Şimşeğin korku
vermesi de yıldırım düşme endişesine yol açması veya yağmur yağacakmış gibi
görünüp yağmaması şeklinde açıklanmıştır. Diğer bir açıdan bakıldığında, burada
korku ve ümidin asıl sebebi yağmur olup şimşek onun habercisidir: Yolcular,
güneşe bağlı üretim yapanlar gibi kimi insanlar yağmur yağmasından endişe
ederken, kimileri de onu dört gözle bekler; dolayısıyla şimşeğin görülmesi bazıları
için korku, bazıları İçin de sevinç ve ümit kaynağı olur. İslâm âlimleri, Allah'ın mutlak gücüne ve
engin rahmetine iman eden bir kimsenin, dünyadaki beklentileri konusunda olduğu
gibi Allah'ın azabına uğrama veya rahmetine nail olma konusunda da korku ve
ümit arasında bulunmayı Öğütleyen âyet ve hadislerden hareketle havf ve recâ
terimlerini geliştirmişler ve İslâm tasavvurunda bu terimler üzerinde geniş bir
biçimde durulmuştur. Hayata ve geleceğe bakışını bu anlayış üzerine kuran bir
mümin, o ana kadarki maddî ve manevî durumu ne olursa olsun, bir yandan kendini
garantili bir konumda görmeyip sınav bilincini korur ve ödevlerini yerine
getirmeye özen gösterir, diğer yandan da asla gelecekten ve Allah'ın
rahmetinden ümidini kesmez. [55]
25. Tabiattaki ince sanat eserlerinin ve evrendeki düzenin işlerliğini
sağlayan yasaların sahibi olan yüce Allah, şimşek ile yağmur arasındaki
ilişkiye dikkat çekmekte; ardından da, öldükten sonra insanları diriltmeye
kadir olduğunun kolayca anlaşılabilmesi için somut bir örnek gösterip onları bu
konu üzerinde düşünmeye çağırmaktadır: Kupkuru olmuş toprağa gökten indirdiği
su ile yeniden can veren yüce kudretin insanlara da öldükten sonra yeniden can
verebileceğini farketmek akıl sahipleri için hiç de zor olmamalıdır. [56] Âyetin
son cümlesindeki çağrı, İsrafil'in sûru ikinci defa üflemesi şeklinde
açıklanmaktadır. [57]
27. "Bu O'nun için pek kolaydır" şeklinde çevrilen kısım lafzen
"bu O'nun için daha kolaydır" şeklinde de tercüme edilebilir. Fakat
birçok müfessir Arapça'da karşılaştırma anlamı içeren ism-i tafdîl kalıbının
aşırılık zarfı olarak da kullanıldığım dikkate alarak Cenâb-ı Allah açısından
mukayeseli İfadenin kullanılmamasını tercih etmiştir. Zira yüce Allah
"ol" deyince murad ettiği şey oluverir, O'nun kudreti karşısında
hiçbir şey diğerinden daha zor veya kolay değildir. [58] Yine bu âyetin "en yüce sıfat
O'nundur" şeklinde çevrilen kısmına daha çok şu mânalar verilmiştir:
Kelime-i tevhîd O'nundur; O'nun benzeri adı. tjr.Wıif rvtınn murad
ettiei "ol" demekle oluverir; en yüksek şan, eksiksiz kudret, tam
anlamıyla hikmet, yaratıcıük ve mâbudluk sıfatlan O'nundur[59]
28. Allah size
kendinizden bir örnek gösteriyor:
Elinizin altında bulunan köleleriniz arasında, size verdiğimiz
miktarda sizinle eşit haklara sahip ve birbirinizden
çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz ortaklarınız var
mı? İşte aklını kullanacak kimseler için
âyetlerimizi böyle açıklıyoruz. 29. Gel gör ki zulme saplanmış olanlar bir
bilgiye dayanmadan kişisel arzu ve heveslerinin peşinden gitmektedirler.
Allah'ın şaşırttığını artık kim doğruya iletebilir! Böylelerinin yardımcıları
da yoktur. 30.0 halde sen lıanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel. Allah'ın yaratışında değişme olmaz.
İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. 31-32. Bütün gönlünüzle
O'na yönelin, O'na saygısızlıktan sakının, namazı kılın ve şirke sapanlardan,
dinlerini parçalayıp her bir grubun kendindekini beğendiği fırkalara
ayrılanlardan olmayın. 33. İnsanların başına bir sıkıntı gelince yalnız
rablerine sığınarak O'na yalvarırlar; sonra onlara kendi katından bir rahmet
tattırdığında bakarsın ki bir kısmı kalkıp rablerine ortak koşar. 34.
Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi sefa sürün; ama yakında
öğreneceksiniz! 35. Yoksa onlara bir kanıt indirmişiz de o mu şirk koşmalarını
söylüyor? 36. insanlara bir nimet tattırdığımızda buna sevinirler; fakat yapıp
ettiklerinden ötürü başlarına bir belâ gelse hemen ümitsizliğe düşerler. 37.
Görmezler mi ki Allah rızkı dilediğine bol veriyor, dilediğininkini de kısıyor?
Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler vardır. 38.0 halde akrabaya da
hakkım ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Bu, Allah'ın hoşnutluğunu isteyenler
için en iyisidir. İşte gerçek kurtuluşa erenler de onlardır. 39. İnsanların
mallarında artış olsun diye ribâ yoluyla verdikleriniz Allah katında artmaz.
Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte (manevî kârlarını) kat kat arttıranlar onu verenlerdir. 40. Allah, sizi yaratan ve sizi
rızıklandırandır. Sonra O, hayatınızı sona erdirecek ve size tekrar can
verecektir. Peki sizin o ortak koştuklarınız arasında bunlardan herhangi birini
yapabilecek olan var mı? Allah onların ortak koştuklarından tamamen
münezzehtir, yüceler yücesidir. [60]
28-29. Kur'an'in bazı konular için insanların yakın
çevrelerindeki olay veya ilişkilerden temsil getirme üslûbunun bir örneğini
yansıtan 28. âyette, Allah'a şirk koşma, yani O'nu tanrı kabul etmekle beraber
başka bazı varlıkları da tanrılıkta O'na ortak olarak görme yaklaşımının,
özündeki sakatlığın yanı sıra aynı zamanda çelişkiler içeren bir tutum olduğu
somut bir anlatımla ortaya konmaktadır. Bu örnek özetle "köleyi efendisine
eşit saymıyorsunuz da, yaratılmış olanı yaratıcısına nasıl eşit
görürsünüz!" anlamında bir eleştiri ve uyan anlamı taşımaktadır.
"Kendinizden bir örnek gösteriyor" ifadesini "Yakın çevrenizden
ve kolay tahlil edebileceğiniz bir örnek veriyor" şeklinde yorumlamak
mümkün olduğu gibi, bunun "Unutmayın ki siz nihayet yaratılmış, âciz
varlıklarsınız, buna rağmen Allah iyi bir muhakeme yapmanıza fırsat vermek
üzere sizi bile bu mukayesede temel alma lütfunda bulunmaktadır" gibi bir
anlam taşıdığı [61] ve insanları Allah'a karşı edebe davet etmeyi
amaçladığı düşünülebilir.
Âyetin
"elinizin altında bulunan köleleriniz" şeklinde tercüme ettiğimiz
kısmını yorumlarken öncelikle Kur'an'm geldiği dönemde yaygın ve yerleşik bir
uygulaması bulunan köleliğin hatırlanması gerekir. Beşerî ilişkiler içinde
"sahiplik" kavramının en üst düzeyde kullanımına imkan vereni
efendilİk-kölelik ilişkisidir. Fakat bunda dahi birincisi diğerinin varlık
sebebi, yaratıcısı olmak bir yana, -İslâ-mî kurallara göre- onun üzerinde ölüm
dirim hakkına sahip değildir, hatta birçok konuda birbirleriyle eşit
tutulmuşlardır; ontolojik açıdan da aralarında bir fark bulunmamaktadır. Kaldı
ki "size verdiğimiz nzıklarda" ifadesinin içerdiği uyarıya dikkat
edilirse, size ait olan şeyler gerçekte sîzin değil Allah'ın size vermiş
olduklarıdır, O'na ait olanlar ise hakiki anlamda da O'nundur. Böyle olduğu
halde efendiler kölelerinin kendileriyle eşit haklara sahip olmasına rıza
gösterirler mi ve diğer hür ortaklarıyla olan ilişkilerinde olduğu gibi
onlardan çekinirler mi? Meselâ kârın bölüşümünde ortaklarının haksızlık
yapmasından endişe ettikleri gibi kölelerinin de böyle bir hak gasbında
bulunabileceğinden endişe ederler mi? Asla! Zaten onlarla bir paylaşım İçine
girmeye razı olmazlar ki! Bu hususları göz önüne aldıktan sonra cevaplanması
gereken soru şu olmaktadır: Peki evrendeki bütün varlıkların yegâne yaratıcısı,
gerçek sahibi ve mâliki olan Allah Teâlâ'ya onun bu yarattıklarından bazılarını
ortak saymak büyük bir tutarsızlık değil midir? Âyetin "birbirinizden
çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz" şeklinde çevrilen kısmı ,
"O taptıklarınızın ne yarar ne zarar verme gücü olmadığına göre
birbirinizden korktuğunuz gibi onlardan niye korkasınız ve korkup da onlara
niye tapasınız ki!" şeklinde de açıklanmıştır. Yine bu kısma
"kendinizi saydığınız gibi saydığınız" anlamı da verilmiş ve şöyle
bir yorum yapılmıştır: Sizin tanrılık yakıştırdığınız varlıklar için
"Onlar Allah katında bizim için şefaatçi oluyorlar, bu sebeple onlara
tapıyoruz" şeklindeki bahaneniz de tutarsızdır, çünkü siz, kendiniz gibi
hür kimselere gösterdiğiniz saygıyı kendinizle aynı nitelikleri taşıyan
kölelerinize göster-miyorsunuz ki yine Allah Teâlâ'nm mülkiyetinde olan fakat
O'nunla hiç bir benzerliği bulunmayan varlıklara aynı hürmeti gösteresinİz! [62]
Öte
yandan bu temsilin anlaşılması için konuyu daima hukuki bir statü olarak
efendi-köle ilişkisi çerçevesinde ele almak zaruri değildir. Hatta temsilin
teması açısından, "sahiplik" fikri ve duygusunun daha zayıf ve
sınırlı olduğu ilişkilerden vararl anılması evievivetle mümkündür. Meselâ bir
fabrikanın sahibi orada çalışürdığı işçilerin emeğini satın aldığı ve bu emeğe
mâlik olduğu fikri ve duygusuyla hareket eder; sosyal mülâhazalarla işçi haklan
konusunda ne kadar mesafe alınırsa alınsın, onların kendisine ait bütün mal
varlığı hatta sırf o fabrikanın mülkiyeti üzerinde eşit haklara sahip olmasına
razı olmaz. Yine, âyetin anlamının Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekke
müşriklerinin şirk tarzı ile sınırlı düşünülmemesi gerekir. Âyetin bütün
zamanlar ve coğrafyalar için geçerli olan mesajı şudur: Hangi saikle ve hangi
biçimde olursa olsun, Allah'ın yegâne yaratıcı olduğu, mutlak iradesini hiçbir
gücün smırlayamayacağı gerçeği ile bağdaşmayan her inanç ve O'ndan başkasına
kulluk etme veya kullukta başkasını aracı kılma anlamı taşıyan her davranış
şirktir ve âyette vurgulanan çelişkiyi taşır. [63]
29. âyetin "zulme saplanmış olanlar" şeklînde çevirilen kısmı
ile şirke saplanıp kalmış olanların kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü zulüm,
her şeyi yerli yerince yapmak ve her hak sahibine hakkını vermek demek olan
adaletin ziftidir; şirkde sadece Allah'ın hakkı olan tanrılık sıfatında
başkalarını O'na ortak etmek anla
mına geldiğinden çok büyük bir haksızlıktır, meselâ Lokman sûresinin 13. âyetinde
bu husus açık bir şekilde ifade edilmiştir. [64]"Allah'ın
şaşırttığını artık kim doğruya iletebilir!" ifadesinden Allah'ın hiçbir
sebebe bağlı olmadan bazı kimseleri şaşırttığı düşünülmemelidir; zira bu ve
başka birçok âyetteki açıklamalar ışığında, mezkûr ifadeyle şu mânanın
kastedildiği ortadadır: Bütün uyan ve delillere rağmen, bir bilgiye dayanmadan,
sırf kişisel arzu ve hevesleri peşinde gitmeyi yeğledikleri için bu haksız
tutumlarında ısrar eden kimseleri Allah
kendi şaşkınlıkları ile başbaşa bırakır, bu durumda artık onlan kimse doğruya
eriş-tiremez. [65]
30-32. Hanîf kelimesi Kur'an dilinde, her türlü şirk izinden
arınmış bir tan-n inancına sahip olan, sapkınlıklardan uzak duran, kısaca
tevhid inancına samimiyetle teslim olup yalnız Allah'a kulluk eden mânasına
gelir. [66] 30. âyetin lafzen "yüzünü dine çevir, yönelt"
anlamına gelen kısmı, dine yönelİp hiç sapmadan bu yol üzerinde kararlılıkla
yürümeyi ve ona önem vermeyi anlatan temsilî bir ifade olduğu [67] veya
buradaki "yüz" mânasını taşıyan "vech" kelimesi kişinin zat
ve sıfatlanyla bütününü anlattığı[68] İçin,
"Bütün varlığınla dine yönel" şeklinde tercüme edilmiştir.
30.
âyetin "Allah insanlan hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona ..."
şeklinde çevirdiğimiz kısmı "dîn" veya "hanîf kelimesini
açıklamaktadır. Fıtrat kelimesi Kur'an'da
sadece bu âyette geçer. Aynı kökten gelen "fetara" fiili
"yarattı" ve "fâtır"
İsmi de "yaratan" anlamında olmak üzere defalarca
kullanılmıştır. Sözlükte "ilk varatılıs hali, temiz ve aslî tabiat
anlamına gelen fıtrat,beşerî varlığın Allah'ın yaratma fiili sonucunda ortaya
çıkan başlangıçtaki saf ve aslî halini ifade eden ahlâk ve psikoloji ile ilgili
bir terimdir. Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in hadislerinde fıtrat kelimesinin,
insan kişiliğinin çevre etkilerinden bağımsız olarak var olan özünü ve bütün
insanlar için ortak ve genel olan oluşum ve gelişim kapasitesini belirtmek
üzere kullanıldığı görülür. Tek tek her bir insanın geliştirdiği kişilik
özellikleri bu ortak fıtrattan beslenir. İslâmî Öğretiye göre insanın ilk
yaratılış durumu, temiz ve günahsız, gelişme ve olgunlaşmaya hazır ve elverişli,
insan olmanın ve insanca yaşamanın gerektirdiği bütün imkân ve özellikleri
bünyesinde taşıyan bir potansiyel tamlığa sahiptir, İnsan fıtratında Allah'ın
varlığını ve birliğini tanımaya doğru tabiî bir eğilim vardır. Hatta İslâm
âlimleri genellikle, bu eğilimin ilk yaratılış anında insanla Allah arasında
yapılmış temsilî sözleşme ile ilintili olduğu kanaatindedirler[69] Din
duygusu insan fıtratının temel bir özelliği olmakla beraber, bu kendiliğinden
uyanıp gelişmez. Zira insanda hazır bir Allah inancı değil, onu bu inanca
götürecek kabiliyet ve imkanlar vardır. İnsan kendi iç dünyası veya dış âlem
üzerinde derinlemesine bir araştırma ve düşünmeye koyulduğunda yahut 33. âyette
ve Kur'ân-ı Ke-rîm'in başka yerlerinde [70] değinildiği
üzere, çaresizlik ve sıkıntı içinde bocaladığı bir anda bu duygunun belirtileri
açıkça gözlenir. Fakat bu tabiî eğilimin kişilik çapında yapılanması ve kalıcı
bir özellik halini alması, içtenlikle ortaya konacak ciddi bir arayış ve
çabayla birlikte, uygun bir çevrede gerçekleşebilir. Nitekim vaktiyle birçok
cana kıydıktan sonra bundan pişmanlık duyup tövbe etmek isteyen kimseye o
dönemdeki peygamberin çevresini değiştirmeyi tavsiye ettiğim belirten Resûl-i
Ekrem bu hususa işaret etmiştir. Yine Hz. Peygamber'in şu hadisi, din duygusunun
fıtrî olduğunu fakat kişinin içinde yetiştiği çevrenin ve özellikle ailenin bu
duygunun şekillenmesi ve gelişmesinde veya geçici olarak yahut bütünüyle
körelmesin-de önemli etkiye sahip bulunduğunu göstermektedir: "Her çocuk
fıtrat üzere doğar. Sonra ana-babası onu yahudi, hıristiyan veya mecûsî
yapar"[71] Bir başka hadiste de çocuğun konuşmaya
başlayıncaya kadar fıtratını koruduğu belirtilerek [72]
kültür değerleriyle İlişki kurmanın en önemli vasıtası olan dilin bu konudaki
etkisine İşaret edilmiştir. İslâm bilginlerine göre göze görme kabiliyeti
verildiği gibi fıtrata da Allah'ı tanıma ve O'nakul olma yatkınlığı
verilmiştir. Henüz dış tesirlerin etkilemediği ve bozmadığı fıtratın yönü
hayıra, iyiye ve Allah'ın birliğini tanımaya yöneliktir. Fıtratın fâtmna
(yaratıcısına) delâleti tabiî olduğu için her İnsanın fıtratında, vicdanının
derinlerinde bir hak duygusu ve marifetullah gizlidir. Ancak nasıl ki bir
hastalık veya bir engel sebebiyle geçici veya sürekli olarak gözün görmesi
mümkün olmuyorsa, fıtrat da dış etkilerle gerçek kabiliyet ve hedefinden uzağa
düşebilir. Bir başka anlatımla, fıtratın belirleyici bir özelliği varsa da
zorlayıcı bir etkisi yoktur; o daha çok haricî tesirlere göre değişik şekiller
alır. Bu sebeple, insandaki Öfke, şehvet, menfaat düşkünlüğü gibi eğilimlerin
de varlığını dikkate alan İslâm ahlâkçıları, dinî ve ahlâkî kurtuluş için tek
başına fıtratın yeterli olmadığını, doğru dine yöneltecek bir peygambere ve
ayrıca insanın aklını ve İradesini geliştirmesi için samimi bir çaba ortaya
koymasına İhtiyaç bulunduğunu belirtmişlerdir. İşte âyette "Sen hanîf
olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona
yönel" buyurularak fıtrat ile din arasındaki uyuma, fıtrattaki saf ve
temiz yapıya, ayrıca insana da bu konuda görev düştüğüne, yani onu korumak İçin
gayret sarfetmesi ve iradesini kontrol altında tutması gerektiğine işaret
edilmektedir. Fıtrat kelimesinin İslâmî terminolojideki diğer bir anlamı da
"âdet ve sün-neftir. Bütün peygamberlerin ve ilâhî dinlerin doğru ve güzel
bulup benimsedikleri ve müslümanlann yapmaları gerekli olan dinî âdet ve
uygulamalara da fıtrat denir. [73]
Âyetin
"Allah'ın yaratışında değişme olmaz" şeklinde tercüme edilen kısmını
"Allah'ın yaratmasının yerine başka şey konamaz, alternatifi yoktur"
şeklinde anlamak da mümkündür. Bu cümle ile İlgili başlıca yorumlar şöyle
özetlenebilir: a) Allah'ın esas yaratışı olan fıtratın gereği dışına çıkarak
onu bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın, çünkü onun yaratışına bedel bulunmaz,
zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiç bir sanat ve çabayla yerine koyamazsınız, b)
Allah'ın yarattığı fıtrata uygun olmayan bir din uydurmaya, ahkâm koymaya
kalkışmayın, c) Allah'ın yaratmasını başkalarına İsnat etmeye, başkalarını da
yaratıcı yerine koyup şirk koşmaya yeltenmeyin, zira Allah'ın mülk ve
egemenliği sizinkiler gibi değişikliğe uğra-tılamaz, d) Din, fıtratı
değiştirmek için değil fıtrattaki gene) selâmeti geliştirmek içindir [74] e) Allah Teâlâ insanları hangi fıtrat üzere
yaratmışsa kendisi onda bir değişiklik yapmaz [75]
31.
âyetin "Bütün gönlünüzle O'na yönelin" şeklinde çevrilen kısmı, durum
bildiren bir yan cümle olduğu için "Bütün gönlünüzle O'na yönelmiş
olarak" anlamına gelir; tefsirlerde bunun gramer açısından izahı
yapılırken ya daha önce geçen "O doğru dine yönel" cümlesine bağlanır
ve öznenin Hz. Peygamber ile birlikte bütün müminler olduğu kabul edilir veya
"müşriklerden olmayın" cümlesinin delaletiyle "(vönelmis)
olun" şeklinde takdir edilecek bir ana cümleye bağlanır.Yine âyetin bu
kısmına, "münîbîn" kelimesinin kök anlamına göre "O'na dönün,
tövbe edin; O'na itaati sürdürün" gibi mânalar verilebilir. [76]
32.
âyet, önceki âyetin son cümlesini açıklamaktadır; bu da, dini ve fıtratın
gereklerini olduğu gibi kabullenmedikleri için onu bölen ve bu sebeple fırkalara
ayrılanların da bir tür şirk içine düştüklerini göstermektedir. Bu tutumun şirk
olarak nitelenmesi, söz konusu kişilerin kendi iradelerini ve kişisel
arzularını ilâhî irade ve bildirime eşdeğer görüp dine ve fıtrata kısmen
uymaları ve işlerine gelmeyen kısmında başlarına buyruk olmayı tercih etmeleri,
üstelik kendi İsteklerine taassup göstererek bağlandıkları için onları din
mertebesine çıkarmalarıdır; böylece bu kimseler, şirkin hatıra İlk gelen
mânasına yaklaşmakta yani başka varlıkları Allah'a ortak koşma kapsamına girmiş
olmaktadırlar. Tefsirlerde genellikle burada, değişik fırkalara ayırılan yahudi
ve hıristiyanlann, hak din olan İslâm'ı terkeden-lerin veya İslâm ümmeti içinde
bid'atler geliştirenlerin ve bölünmeyi körükleyenlerin kastedildiği yorumu
yapılmıştır. Bazı müfessirler ise[77] burada kişisel eğilim ve tercihlerine göre
mabud seçip ayrılık İçine düşen müşriklerin kastedildiğini belirtmişlerdir. Her
halükârda âyetin, dini kitlelere hâkimiyet aracı olarak kullanıp tefrika
çıkaranlara ve böylece onu aslî hüviyeti dışına taşırmaya çalışanlara yönelik
ağır bir eleştiri içerdiği, aynı zamanda tarihsel tecrübe ışığında müslümanlara
yönelik önemli bir uyan taşıdığı açıktır. Tabiî ki bu, dinin sağlıklı biçimde
anlaşılması için çaba harcamayı ifade eden içtihadın ve ictihad
farklılıklarının kınanması anlamına gelmez; zira bu çerçevedeki faaliyet bizzat
Re-sûlullah tarafından övülmüş ve teşvik edilmiştir. Âyetin son cümlesine
"Her foka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır" şeklinde de mâna verilebilir. [78]
33-36. İnsan psikolojisi İle ilgili önemli iki hal ve tavra yer verilen bu
âyetlerde, darlığa düşen ve kendi aczini ayan beyan gören insanların son ve
vazgeçilmez sığınağın ilâhî rahmet olduğunu anladıkları ve içtenlikle Allah'a
yalvardıkla-n; rahata kavuştuklarında ise bir kısmının daha önceki hallerini
tamamen unutup bu sonucu kendilerine veya Allah'tan başka varlıklara izafe
etmeye kalkıştıkları, hatta Allah'a ortak koşmaya varacak nankörlükler
ettikleri belirtilmekte, bu tutumun hiçbir haklı gerekçesi bulunmadığına ve
böyle kimselerin akıbetinin hiç de zannettikleri gibi olmayacağına dikkat
çekilmektedir.
34.
âyetin "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım!"
şeklinde tercüme edilen kısmını, cümledeki yeriyle ilgili farklı
değerlendirmelere göre "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler
diye" veya "Kendilerine verdiklerimizin sonucu olarak nankörlük
ederler" şeklinde de çevirmek mümkündür[79]
35.
âyeti "Yoksa onlara bir kanıt indirmişiz de, o mu şirk koşmalarını
söylüyor?" şeklinde çevirmek lafza daha uygun olup mealde bu tercih
edilmiştir. "Konuşma, söyleme" anlamına gelen fiil burada mecaz
olarak kullanılmıştır, öznesi "delil, kanıt" olunca, "O delil
bunu mu gösteriyor, bu fikri mi destekliyor?" mânasına gelir[80]
Bazı
müfessirler 36. âyetteki ifade akışından "İnsanlara bir nimet
tattırıldı-ğında buna sevinmelerTnden olumsuz biçimde söz edildiği anlamı
çıktığını düşündükleri için, bunun Allah'ın lütfundan ötürü sevinç duymanın
kötü görüldüğü mânasına gelmediğini, burada "sevinme"nin, şımarıkça
bir tavır sergileme mânasında kullanıldığını belirtirler. Ayrıca, Yûnus
sûresinin 58. âyetinde ifade buyurul-duğu üzere Allah'ın nimetleri ve lütfundan
dolayı sevinmenin, O'na derin minnet duygusu ve samimi şükür eşliğinde olduğu
takdirde, Allah Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanmaya vesile olacağını
hatırlatırlar. İbn Âşûr ise, âyetin zahirine göre, buradaki sevinmeyi
şımarıklık etme şeklinde açıklamaya gerek bulunmadığını ve âyetin şöyle
yorumlanmasının uygun olacağını savunur: Allah'ın lütuflanna maz-har
olduklarında nasıl ki bunun sona erebileceğini hatırlarından dahi
geçirmiyor-larsa, aynı tutumun mantıkî sonucu olarak, başlarına sıkıntı
geldiğinde de bunun ortadan kalkacağı ümidini yitirmemeleri ve sabretmeleri
gerekirdi; oysa onlar hemen ümitsizliğe düşmektedirler (XXI, 100). [81]
37-40. Bu âyetlerde önce insanların farklı imkânlara sahip
olması, özellikle iktisadî farklılıklar İçinde bulunmaları realitesine yine
onların gözlemleri tanık tutularak değinilmekte, bunun Allah Teâlâ'nın iradesi
ve koyduğu kanunlar gereğince böyle olduğuna dikkat çekilmekte, ardından -bu hakikati
kavrayanları bekleyenbazı sosyal yardımlaşma görevleri hatırlatılmakta, paranın
sömürü ve baskı aracı olarak kullanılmasında önemli bir işlem olan ribânın
(faizcilik, tefecilik) Allah'ın hoşnutluğundan uzak olduğuna dair bir uyarı
yapılmakta, nihayet bu kümenin başında (28. âyet) canlı bir temsil ile
anlatılan Allah'ın birliği ve ortaklardan münezzeh olduğu gerçeği bir daha
vurgulanmaktadır.
Geniş
anlamıyla insanların sahip olduğu her türlü imkânı, dar anlamıyla da iktisadî
imkânları ifade eden rızik açısından
kişiden kişiye farklılıklar bulunduğu herkesin kolayca gözlemleyebileceği bîr
realitedir. İmkanların paylaşımıyla ilgili olarak beşeriyetin geliştireceği
usul ve sistemler ancak daha âdil kabul edilme veya daha ikna edici olma
özelliği bakımından başarılı sayılabilir; fakat bu farkların tamamen ortadan
kaldırılması mümkün değildir. Zira bu durum ilâhî iradeden ve bu iradeye bağlı
evrensel yasalardan, zihin ve beden güçlerinin eşitsizliği, coğrafya ve iklim
farklılıkları, ekonomik ortam ve sistem farkları gibi doğal veya pozitif
farklılıklardan kaynaklanmaktadır. 37. âyette söz konusu realiteye dikkat
çekilirken "görmezler mi ki" ifadesiyle insanın tanıklığı ön planda
tutulmuş, bundan çıkarılacak sonuçlar ve onların pratik hayata yansıtılması
hususunda ise "Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler
vardır" buyurularak iman esas alınmıştır. Buna göre rızkı verenin Allah
olduğuna gönülden inanan kimseler için, kendisi ile başkaları arasındaki imkân
farklılıkları bir bunalım, kıskançlık ve çatışma sebebi olmak yerine kişiyi
yüce yaratıcısının lütfundan daha fazla talepte bulunma çabası içine iten bir
motivasyon sağlayacak, ama elde ettiği imkânların gerçek kaynağını görmezden
germeyecek ve bunların kendisine yüklediği sorumluluğun bilinci içinde hareket
edecektir. Nitekim bu inancın önemine dikkat çekildikten hemen sonra 38. âyette
"o halde" diye başlayan bir ifadeyle bu sorumluluğun bazı temel
gereklerine değinilmiştir. Bunlardan biri, kişinin yakınlarını görüp
gözet-mesidir ki daha sonra nazil olacak birçok âyette bu ilkeye yapılan vurgu
ısrarla sürdürülecek, buna İlâve olarak gönüllü yardım sınırını aşan nafaka ve
mirasçılık hükümlerine yer verilecektir[82] Sözü edilen ikinci görev zekâttır ki bu, bütün
topluma yönelik, ilk zamanlarda gönüllü yardımlar şeklinde, Medine döneminde
ise miktarı, nispetleri ve harcama yerleri belirli hale gelecek malî vecibenin
ve buna dayalı yardımlaşma müessesesinin adıdır. [83]
Burada, zekâtın harcama yerleri ayn ayrı sayılırken görülecek olan sekiz
harcama kaleminden[84] öncelikle bireyleri ilgilendiren ve değişen
durum ve şartlardan fazla etkilenmeyen şu İki kesimin hakkına İşaret edilmekle
yetinilmiştrr: YoksuJlar ve yo/da kalmışlar. Âyette sadece akrabalar ve bu iki
kesimin zikredilmesinin sebebi açıklanırken, burada bireylerin topluma karşı
genel görüp gözetme vecibesine dikkat çekmenin amaçlandığı ve yardımda bulunma
imkânı olanlara -zekât yükümlülüğü ile ilgili şartlan taşısın taşımasın- asla
ihmal etmemeleri gereken bir görevin hatırlatıldığı yorumu da yapılmıştır. [85] Yine bu âyetteki buyrukla ilgili önemli bir
husus, "hakkını ver" ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Buna göre
ister gönüllü yardım isterse malî vecibe çerçevesinde olsun, imkânı olanların, akrabalarını
görüp gözetmeyi, yoksullara veya yolda kalmışlara destek olmayı kendi lütuf ve
bağışlan olarak değil, onların "hakkı" olarak görmeleri gerekir. Zira
rızkı veren Allah'tır, O'nun verdiği nimetlerin bir kısmından başkalarım
yararlandırmak da O'nun buyruğu uyarınca bir görevdir ve diğerlerine tanınmış
bir haktır. Birçok âyet ve hadiste ifade edildiği üzere Allah'ın hoşnutluğuna
layık olan harcamalar, başa kakmadan, o anlama gelebilecek tavırlar
sergilemeden, kendisi diğer tarafın yerinde olsaydı nasıl davranılma-smı arzu
ederdi ise o şekilde yapılanlardır. 39. âyette ise, iktisadî adaleti temelden
sarsan ve toplumda büyük tahribat yapan ribâ
uygulamalarına karşı Kur'an'in çok sert bir tavır takınacağının ilk işareti verilmiş, bu yapılırken
insanların ribâdaki amacına atıfta bulunularak zekâtla bir mukayese
yapılmıştır: Mevcut varlığını daha da arttırmayı amaçlayan ve bunun için ribâya
başvuranlar -şayet iman ediyorlarsa- bilmelidirler ki başkalarının sömürülmesi
esasına dayalı bir işlemle elde edilecek kazanç zahirî bir artıştır, manevî
yönden bir artış değildir, bereketi de yoktur. Gerçek yatırım Allah'ın
hoşnutluğuna uygun malî tasarruflarda bulunmaktır ki bunların başında geniş
anlamıyla zekât gelmektedir. 40. âyette vurgulanan husus da şudur: Bütün bu
davranış hükümlerinin asıl amacı Allah'ın iradesine râm olma ve O'nun
hoşnutluğunu kazanmaya çalışma olduğuna göre mümin, kendisini yüce Allah'ın
yaratıp rızıklandırdığı; hayat verenin, hayatı sona erdirenin ve tekrar can
verecek olanın O olduğu bilinciyle davranmalı ve Allah'a ortak koşanların ne
kadar yanlış bir yolda olduğuna dikkat etmelidir.
39.
âyetin mealinde, bu âyette geçen ribâ kelimesinin "faize verilen mal veya
para" anlamı esas alınmıştır. Bunun "verilen faizin kendisi"
şeklinde anlaşılması da mümkündür. Bu takdirde meal şöyle olur:
"İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz ribâ Allah katında
artmaz." Bazı müfessirler burada bir yasak ifadesinin bulunmamasından
hareketle bu kelimeyi haram olmayan fakat Allah katında da değeri bulunmayan
bazı beşerî ilişkilerle, özellikle "karşılığında teşekkür bekleyerek veya
bir menfaat umarak başkasına bir bağışta bulunma, hediye verme" gibi
mânalarla da açıklamışlardır. [86]
41.
İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen
bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara
tattırıyor. 42. De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti
nice oldu bir bakın. Onların çoğu şirke sapmış kimselerdi." 43.0 halde
Allah katından geri çevrilemez bir gün gelmeden önce bütün varlığınla o sağlam
dine yönel. O gün onlar birbirlerinden ayırt edileceklerdir. 44. Kim inkâr
ederse inkarcılığı kendi aleyhine olacaktır. İyi işler yapanlar da kendileri
için hazırlık yapmış olmaktadırlar. 45. Zira Allah, iman edip iyi işler
yapanları lüt-fuyla mükâfatlandıracaktır. Şüphesiz O, inkarcıları sevmez. 46.
Müjdeler taşıyan rüzgârları göndermesi de O'nun kamtlarındandır, ki böylece
size rahmetinden tattırsın, gemiler buyruğu ile yüzsün; siz de O'nun lütfundan
nasibinizi arama çabası gösteresiniz re şükredesiniz. 47. Andolsun senden önce
biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara apaçık
mucizeler getirdiler. Buna rağmen günaha saplananların cezasını hakkıyla
verdik. İnananlara yardım etmek de bize düşer. 48, Bulutları harekete geçirsin
diye rüzgârları gönderen Allah'tır. Derken O, bulutları gökyüzünde dilediği
gibi yayar ve parçalara ayırır; nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün.
Onu dilediği kullarının üzerine yağdırınca da o kullar sevince boğulurlar. 49.
Oysa onlar yağmurun yağdırılmasından az önce bütün ümitlerini iyice yitirmiş ve
saskın bir halde idiler. 50. Allah'ın rahmetinin izlerine bir bak: Todrağa Ölümünün ardından nasıl can veriyor!
İşte ölüleri diriltecek olan da O'dur. O'nun her şeye gücü yeter. 51. Andolsun ki, bir rüzgâr
göndersek de onu (ekini) sararmış
görseler, hemen nankörlük etmeye başlarlar. 52. Bil ki sen ölülere
işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da çağrıyı
duyu-ramazsın. 53. Sen körleri yanlış yoldan doğruya yÖnlendiremezsin. Sen (çağrını)
ancak âyetlerimize inanıp teslim
olanlara duyurabilirsin. [87]
41. Bu âyetin, karada ve denizde bozulmanın ortaya
çıkmasıyla ilgili kısmı hakkında tefsirlerde yer alan belli başlı yorumlar
şunlardır: Karada ve denizde tufan çıkması endişesi; bazı arazilerin bitki
bitirmez duruma gelmesi ve tatlı suların tuzlu su haline dönüşmesi; gerek
şehirlerde gerekse kırsal kesimde bozulmanın yaşanması (Arap dilindeki mecazî
bir kullanıma dayanılarak buradaki "deniz" anlamına gelen bahr
kelimesi "yerleşim merkezleri ve şehirler" şeklinde yorumlanmıştır);
kaynak sularının azalması; kıtlık, yangın, sel gibi felâketlerin ve Ölümlerin
çoğalması; geçim sıkıntısının artması, her şeyin bereketinin kaçması[88] Âyetin
"insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" şeklinde
tercüme edilen kısmı da genellikle, "işledikleri günahlar ve yaptıkları
haksızlıklar sebebiyle" biçiminde yorumlanmıştır. Bazı müfessirler ise bu
âyet ile önceki âyetler arasındaki mâna ilişkisini şöyle izah etmişlerdir:
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin
de göğün de düzeni bozulurdu"[89] anlamındaki
âyette şirk İnancı, bozulma ve kaos sebebi olarak gösterilmiştir; önceki
âyetlerde şirke saplanıp kalanlardan söz edildiğinden burada insanların bu
tutumunun kısmen ilâhî bir cezaya çarptırılması mânası taşıyan bozulmaya
değinilmektedir. [90]
"Bozulma"
şeklinde tercüme edilen ve başında belirlilik takısı bulunan fesâd kelimesiyle
muhatapların bildiği bir bozulma türü veya bu kelimenin kapsamına girebilecek
her türlü bozulma kastedilmiş olabilir. [91]
Yine, "düzen bozuldu" şeklinde tercüme edilen cümlenin yüklemi
(zahera fiili) geçmiş zaman olduğu için burada, gözlemlenebilen veya güvenilir
bir haberle bilinen fiilen ortaya çıkmış bir durumdan söz edildiği
düşünülebileceği gibi, bu durumun beklendiğini haber verme ve uyanda bulunma
anlamının bulunduğu da söylenebilir. [92]
"Li
yüzîkahüm..," cümlesinin başındaki lâm harfinin sonuç bildirme veya
gerekçe belirtme anlamlarına göre âyete değişik mânalar verilebilir. Mealde
birinci anlam esas alınmış ve Allah'ın insanlara yaptıklarının bir kısmını
tattırmasının, fiillerinin sonucu oldu İhın u belirtmek üzere önceki cümleye
"böylece..." denerek bağlanmıştır, İkinci anlama göre ise şöyle bir
meal verilebilir: "... ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara
tattırsın; belki de dönerler."
Bu
cümlenin "yaptıklarının bir kısmı" diye tercüme edilen bölümü
genellikle, insanların yaptığı yanlışlıkların bütün karşılığının burada
değinilenden ibaret olmadığı, bilhassa âhiretteki cezanın bu dünyadakinden çok
daha ağır olacağı şeklinde açıklanmıştır. Ayrıca bazı müfessirler buradaki ilgi
zamirinin "... ki onlar ne yaptıklarını da iyi bilirler" gibi bir
mâna île anlatıma güç kattığını belirtmişlerdir. [93]
Kanaatimizce
burada karadan ve denizden söz edilmesini âyetin mânasını daraltacak yorumlara
temel kılmak yerine, "karasıyla deniziyle her yerde" anlamının
kastedilmiş olduğunu düşünmek[94] hatta
âyeti evrenin insan faaliyetlerinin etkili olduğu bütün bölgelerini içine
alacak biçimde yorumlamak daha isabetli olur. Şevkânî'nin haklı olarak
belirttiği üzere, bazı müfessirlerin burada sözü edilen karadaki bozulmayı Hz.
Âdem'in oğlu Kabil'in kardeşi Hâbil'i Öldürmesi, denizdeki bozulmayı ise -Kehf
sûresinde (18/71) zikri geçen- bir hükümdarın sağlam gemileri gasbetmesi
şeklinde açıklamaları, naklî bir delile dayanmayan, aklî açıdan da garip bir
yorumdur (IV, 261-262).
Derveze
bu âyet için şöyle bir yorum yapar: Sûrenin indiği sıralarda Hicaz ve yakın çevresinde
birtakım güvenlik soranları ve gıda maddelerindeki kıtlık sebebiyle krizler
yaşanmış olabilir. Orada fiilen böyle bir durum yaşanmamış olsa bile dünyanın
değişik bölgelerindeki felâketlerle ilgili haberler Hicaz'a ulaşmaktaydı. İşte
bu vesileyle Kur'an muhataplarına bir uyanda bulunmuştur. İnsanlara -Allah'a
kulluğa ve hakikat yoluna dönmeleri için- bu tür felâketlere kendi işledikleri
günahlar yüzünden duçar olduklarını hatırlatmanın gerekçesi daima mevcuttur
(VI, 301-302). Yazarın âyetin tarihsel bağlamından hareketle yaptığı ve bütün
zamanlar için çıkarılacak mesaja açık duran bu yorumu makul görünmekle beraber,
âyetin günümüzdeki açılımları üzerinde düşünmeye fırsat vermesi bakımından
Esed'in şu açıklamalarını aktarmayı yararlı buluyoruz: "Böylece, günümüzde
korkunç bir şekilde -üstelik henüz kısmen- ortaya çıkan doğal çevremizdeki
yoğun çürüme ve tahribat, burada 'insanın kendi yapıp-ettiklerinin bir sonucu',
yani insanın, kendini tahrip eden -çünkü katı materyalist bir temele dayanan-
teknolojik gelişmelerin ve insanlığı daha Önce hayal bile edemediği ekolojik
felâketlerle karşı karşıya getiren çılgınca faaliyetlerin bir sonucu olarak
öngörülmüştür: Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri
yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin
artan bir şekilde zehirlenip yok olması: vaveın uvusturucu ve eörünürde
'favdalı' ilaç kullanımı sebebivle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her
türlü genetik bozukluklar ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek
yok olması. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulmayı ve
çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçlan ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti
ilave edebiliriz. Bunların tümü, son tahlilde, İnsanın Allah'a ve mutlak manevî
ahlâkî değerlere karşı umursamazlığının
ve bunun yerine, 'maddî İlerleme'yi tek önemli hedef sayan inançlara
tutsaklığının bir sonucudur" (II, 828-829). Bu bağlamda, ürkütücü
sonuçlarıyla dünya gündeminde ağırlıklı bir yer tutan ozon tabakasının
delinmesi sorununun tam olarak âyetteki ifadeyle örtüştü-ğünü yani
"insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" ortaya çıkmış
bir bozulma olduğunu da canlı bir örnek, olarak hatırlamak gerekir.
Yeryüzündeki
ve uzaydaki olumsuz gelişmeler ile bu âyetteki uyarı arasında bağ kurulurken,
-bazı kimselerin yaptığı gibi- Kur'an'ın teknolojiye ve maddî ilerlemeye karşı
olduğu tarzında aşırı bir yoruma kayılması, âyeti amacı ve anlam çerçevesi
dışına çıkarmak olur. Yine, doğal çevredeki her türlü bozulmayı münhasıran
günah kavramından hareketle gerekçelendirmek doğru olmaz; âyette
"İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" buyurulduğu
dikkate alınarak insanların her şeyi yerli yerince yapmamaları tarzında genel
bir gerekçe üzerinde durulması uygun olur. Öte yandan âyette insanlara yapıp
ettiklerinin bir kısmını tattırmanın gerekçesi "dönebilsinler diye"
şeklinde açıklandığına göre, beşeriyetin bu olumsuzlukları yaşaması yine
onların eğriyi doğrudan ayırt etmeleri için tanınmış bir fırsat ve insanın
dünya hayatındaki varlık sebebi olan sınavın toplumsal boyutu olarak
değerlendirilmeli ve herkes İnsanlığın bu ortak serüveninden dersler
çıkarmalıdır. [95]
42, Kur'an'ın, yeryüzünde dolaşılması ve önceki toplumların başına
gelenlerden ibret alınması ile ilgili ısrarlı teşvikinin yanına burada bir
bilginin ilâve edildiği görülmektedir: "Onların çoğu şirke sapmış
kimselerdi." Bu, geride iz ve eserleri, harabeleri kalan toplumlarda çok
tanrıcılık inancının hakim bulunduğuna işaret olabilir. [96]
47-50. Her gün iç içe yaşadığımız ve çoğu kez sıradan durumlar olarak
algıladığımız tabiat olaylarının gerçekte Allah'ın birliğinin ve kudretinin
açık kanıtları olduğu ve aklını İşleten kimselerin bunlardan önemli sonuçlar
çıkarabileceği Kur'an'da değişik vesilelerle belirtilmiştir. Doğal çevrede
ortaya çıkan bozulmaya değinilen 41. âyetten sonra bu hususa dikkat çekilmesi
de oldukça manidardır. Buna göre tabiat, Allah'ın verdiği düzenle işlerken
yaratanına kanıt değeri taşıyacak kadar mükemmeldir; ne var ki bu, insan eliyle
bozulabîlmektedir. [97]
47.
âyette yer alan ve "İnananlara yardım etmek de bize düşer" şeklinde
tercüme edilen cümlenin lafzına bakarak, müminlerin Allah'a karşı hak iddia
edebilecekleri ve O'nun da kendilerine karşı görevinin bulunduğu gibi bir anlam
çıkarmamak gerekir. Zira bu, inananların Allah katındaki dereceleriyle ilgili
bir iltifat ifadesi olup onlara moral verme ve onları onurlandırma amacı
taşımaktadır. Hz. Peygamberin "Şayet müslüman bir kimse din kardeşinin
namusunu müdafaa ederse, Allah'ın da kıyamet günü mutlaka onu cehennem
ateşinden korumasını hak eder" buyurduktan sonra âyetin bu cümlesini
okuduğu rivayet edilmiştir[98]
51.
âyetteki "onu" anlamına gelen zamirin, bitki, rüzgar veya bulutun
yerini tuttuğuna dair görüşler vardır[99]
Bütün bu yorumların ortak noktası şudur: Allah Teâlâ insanları sınamak üzere
onlara bazı sıkıntılar verdiğinde, meselâ onlara zarar veren bir rüzgar
gönderdiğinde hemen tavırları değişir, kendilerine verilen nimetleri unutup
inkâra kalkışırlar veya nankörlüğe yeltenirler. [100]
54. Sizi cücsiiz yaratan, güçsüzlüğün ardından kuvvet
veren, kuvvetli halinizden sonra da güçsüzlüğe duçar eden ve ihtiyarlattıran
Allah'tır. O dilediğini yaratır. O hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir.
55. Günaha saplanmış olanlar kıyamet koptuğu gün (dünyada) sadece çok kısa bir süre kaldıklarına yemin
ederler. İşte onlar (oradayken de) kendilerini böyle kandırıyorlardı. 56. Kendilerine ilim ve iman
verilenler ise şöyle derler: "Andolsun ki siz, Allah'ın yazısına uygun
olarak yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, diriliş günüdür; fakat
siz onu tanımıyordunuz." 57. Artık o gün zulmedenlerin ileri sürecekleri
mazeretler fayda sağlamayacak, onlardan Allah'ı hoşnut etmeye çalışmaları da
istenmeyecektir. 58. Andolsun ki biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü
örneği verdik. Şayet sen onlara bir mucize getirecek olsan, inkâr edenler
mutlaka şöyle diyeceklerdir: "Siz ancak aslı esası olmayan şeyler ortaya
koymaktasınız!" 59. İşte Allah, ilimden nasibi olmayanların kalplerini
böyle mühürler. 60. Şimdi sen sabret. Bil ki Allah'ın vaadi gerçektir. İman
etmeye yanaşmayanlar sakın seni gevşekliğe sevketme-sin! [101]
54. Önceki âyetlerde ilâhî kudretin dış âlemde
gozlemlenebilen kanıtlarına değinildikten sonra burada insanın özbenliğinde
tespit edebileceği delillere dikkat çekilmektedir. [102]Bunların
özeti, kişinin kendi geçirdiği evreleri iyi bir incelemeye tâbi tutmasından
İbarettir. İnsan, başlangıçta aşılanmış bir yumurta (zigot) olduğunu, birçok
aşamadan geçtikten sonra güçlü dönemine eriştiğini, ama hiç kimsenin -kendisine
uzun ömür verilmişse- gençlik dönemindeki bu gücünü aynen koruyamadığını, hele
hiç kimsenin dünya hayatında ebedî kalmayı başaramadığını düşünürse, bütün
bunların varlıklar âlemine egemen olan üstün ve karşı konulamaz bir İradeden
kaynaklandığını anlar. Bu sürecin bir benzerinin, içinde yaşadığı evren
bakımından da kaçınılmazlığını ve onun da bir sonu olduğunu kabullenmekte
güçlük çekmez [103]
55-58. Kıyamet koptuğunda günaha saplanmış olanların ancak
kısa bir süre kaldıklarını söyleyeceklerinin belirtildiği 55. âyette nerede
kaldıklanyla ilgili bîr açıklama bulunmadığı için, burada, dünyada veya
kabirlerde geçirdikleri ya da dünyanın sona ermesiyle haşir günü (öldükten
sonra dirilme vakti) arasında geçen sürenin kastedilmiş olabileceği[104] yorumları yapılmıştır. 56. âyetin "fakat
siz onu tanımıyordunuz" şeklinde çevirilen son cümlesi lafza uygun olarak
"fakat siz bilmiyordunuz, anlamıyordunuz" şeklinde de tercüme
edilebilir; mealde "siz onu onavlamıyordunuz" tarzındaki izahlar esas
alınmıştır. [105] "Siz onu yalanladığınız ve alaya
aldığınız için çabucak gelmesini istiyordunuz" tarzındaki yorum da[106] bu
mânayı desteklemektedir. 58. âyette Kur'an'da insanlar İçin her türlü örneğin
verilmiş olduğu ifade edilirken, Allah'ın varlığı, birliği, Kur'an'in Allah
katından geldiği, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilecekleri
hususunda inkarcılara hiçbir mazeret bırakmayacak açıklıkta kanıtlar
getirildiği ve uyanlara yer verildiği, bundan sonra inkarcılıkta direnmenin
katı bir inattan başka bir şey olmadığı ve Peygamber'e hiçbir kusur izafe
edilemeyeceği anlatılmış olmaktadır. [107]
59-60. İfade akışı incelendiğinde 59. âyette "ilimden
nasibi olmayanlar" diye sözü edilenlerden maksadın zihniyet açısından
cahil, gözünün önündeki gerçekleri ve delilleri görmezden gelme İnadını
sürdüren kimseler olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumdaki kimselerin kalpleri
mühürlenmiştir; yani hakikatlere kulak vermemekte direnmeleri ve iradelerini
kötü yolda kullanmaları sebebiyle ilâhî yardımdan mahrum edilmişler, kendi bağnazliklanyla
başbaşa bırakılmışlardır. [108]
Sûre,
sabrı ve inkarcılara karşı Allah'a güvenmeyi telkin eden vurgulu bir ifadeyle
son bulmaktadır. 60. âyette Resûl-i Ekrem'e ve onun şahsında müminlere teselli
ve moral verilmekte, aynı zamanda şartlardan etkilenmeksizin kendi çizgilerinde
yürümeleri istenmektedir. Âyetin son cümlesi "imana çağn görevini aynı
titizlikle sürdür" anlamının yanı sıra, "seni etkilemelerine fırsat
verme; zihnine şüphe sokmalarına veya seni küçümsemelerine izin verme; onların
tavırları seni üzüntüye, tedirginlik veya telaşa düşürmesin" gibi
mânalarla da açıklanmıştır. Bu âyetlerin Hz. Peygamber'in Medine'ye hicret İçin
fikrî hazırlık yaptığı sıralarda indiği dikkate alınarak, burada, şartlar
yeterince olgunlaşmadan hareket edilmemesi yönünde bir uyarının bulunduğu da
düşünülebilir. [109]
[1] Nüzul sebebi için bk. 2-6. âyetlerin tefsiri
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/269
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/269.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/269.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/270.
[5] Bilgi için bk, Bakara 2/1
[6] İbn Âşur, XXI, 42.
[7] Kaynak birliği ve iman ilkelerinde yakınlık bulunan
inanç grupları arasında başkalarına nisbetle daha sıcak bir ilişki bulunduğuna,
özellikle hristiyanların müslümanlara karşı daha içtenlikli davrandıklarına
temas eden ayetler için bk. Maide 5/82; En’am: 6/114; Ra’d 13/36; Kasas
28/52-53; Şura 42/13.
[8] bilgi için bk. Esko Naskali, "İran", DİA,
XXII, 394-395; Işın Demirkent, "Herak-leİos", DİA, XVII,
210-212
[9] Taberî, XXI, 17
[10] Taberî, XXI, 17,19-21; Zemahşerî, III, 197
[11] Elmalılı, VI, 3799
[12] rivayetlerin çoğunda bahse giriştiği kişi Übey b.
Halef olarak belirtilir
[13] bk. Taberî, XXI, 16-20; İbn Ebî Hatim, IX, 3086-3087;
Zemahşerî, IH, 197
[14] kumar hakkında bk. Bakara 2/219; Mâide 5/90-91
[15] Taberî, XXI, 16
[16] Taberî, XXI, 16,17,21; Zemahşerî, III, 197
[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/270-274.
[18] bk. Zemahşerî, III, 198; İbnÂşûr, XXI, 49-50
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/274-275.
[20] bk. Zemahşerî, III, 198; İbn Atıyye, IV, 329; Şevkânî,
IV,247
[21] Taberî, XXI, 24;Zemahşerî,m,198-199
[22] bk. Râzî, XXV, 98
[23] Taberî, XXI, 24
[24] Zemahşerî, III, 198
[25] Râzî, XXV, 98-99
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/275.
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/275-276.
[27] İbn Atıyye, IV,
331
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/276.
[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/276.
[29] Taberî, XXI, 25
[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/276-277.
[31] Taberî, XXI, 26
[32] Zemahşerî, III,
199
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/277.
[34] Taberî, XXI, 26; Zemahşerî, IH, 199
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/278.
[35] İbn Atıyye, IV, 331
[36] Şevkânî, IV, 250-251
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin
Gümüş, Kur’an Yolu: IV/278.
[37] Râzî, XXV, 104
[38] Zemahşerî, III, 200
[39] Beş vakit namazın farz rekatları sayısını esas alarak
günlük ibadetin yirmi dört saate dağılımını gösteren bir izah için bk. Râzî,
XXV, 104-105; namaz vakitleri hakkında bk. İsrâ 17/78-79
[40] Şevkânî, IV, 255
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/278-279.
[41] bk. Âl-i İmrân 3/ 27; Yunus 10/31
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/279.
[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/280.
[44] meselâ bk. Râzî, XXV, 111vd
[45] Bunun bazı âyetlerde insanın sudan yaratıldığını
belirten ifadelerle çelişmediğine dair izahlarla birlikte bk. Râzî, XXV,
108-109
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/280-281.
[46] bilgi ve değerlendirme için bk. Nisa 4/1
[47] bk. Ateş, VII, 17
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/281.
[49] göklerin ve yerin yaratılması hakkında bk. Bakara 2/29
[50] Zemahşerî, ITT,
201
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/281-283.
[52] Râzî, XXV, 112
[53] Elmalılı, VI, 3814
[54] Zemahşerî, III, 201
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/283.
[55] bu konuda aynca bk. Hicr 15/49-50
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin
Gümüş, Kur’an Yolu: IV/283-284.
[56] yer - gök dengesi konusunda bk. Ra'd 13/2
[57] Şevkânî, IV, 253; sûrun üflenmesi hakkında bk. En'âm
6/73; Kehf 18/99
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/284.
[58] Şevkânî , IV, 253-254
[59] Şevkâ-nî,IV,254; Elmalık, VI, 3816
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/284-285.
[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/285-286.
[61] Râzî, XXV, 118
[62] Râzî, XXV, 118-119
[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/286-288.
[64] Zemahşerî, İD, 204
[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/288.
[66] bilgi için bk. Bakara 2/135
[67] Zemahşerî, III,
204
[68] Râzî, XXV, 119
[69] Bu konudaki yorumlar için bk. A'raf 7/172-173
[70] bk. En'âm 6/63-64; Yûnus 10/12,21-23; Lokman 31/32;
Zümer 39/49
[71] Buhârî, "Cenâ-iz", 80,93; Müslim,
"Kader", 22-25; hadisin değişik yorumları ve bu vesileyle ortaya
çıkan bazı fıkıh ve kelâm problemleri hakkında özet bilgi için bk. D. B.
Mac-donald, "Fıtra", M, IV, 627-628
[72] Müsned, IV, 24
[73] Daha fazla bilgi için bk. İbn Sînâ, en-Necât, s.
116-118; Elmalılı, VI, 3822-3824; Hayati Hökelekli, "Fıtrat", DİA,
XIII, 4748
[74] Elmalılı, VI, 3824-3825
[75] Şevkânî, IV, 257
[76] Şevkânî, IV, 258
[77] meselâ bk. Beyzâvî, V, 46
[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/288-291.
[79] Şevkânî. IV. 258
[80] Zemahşerî, m, 204
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/291-292
[82] Burada Hz. Peygamber'e yakınlarının haklarını,
özellikle "humus" olarak bilinen savaş gelirlerindeki paylarını
vermesinin emredildi ğini ve âyetin inmesi üzerine Resûlullah' in Hz. Fâtıma'ya
Fedek arazisini verdiğini ileri süren Şia'ya mensup bazı müfessİrlerin bu yorumunun
tarihî verilerle bağdaşmadığı hususunda bk. Derveze, VI, 299-300
[83] bilgi için bk. Tevbe 9/103
[84] bk. Tevbe 9/60
[85] bk. Râzî, XXV, 124-125
[86] bk. Taberî, XXI, 44-47; Şevkânî, IV, 260-261; ribânın
kapsamı, İslâm'da ribâ yasağıyla ilgili süreç, zekât ve sadakanın artması fakat
ribâ-mn artmaması hakkında bilgi için bk. Bakara 2/275-276; Âl-i İmrân 3/130
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/292-294.
[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/295-296
[88] Taberî, XXI, 49-50; Zemahşerî, ffl, 205-206; Râzî, XXV, 127-128
[89] Enbiyâ 21/22
[90] Râzî, XXV, 127
[91] İbn Âşûr, XXI, 110
[92] İbn Âşûr, XXI, 112
[93] İbn Âşûr, XXI, 113
[94] Tabetî, XXI, 50
[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/296-298.
[96] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/298.
[97] rüzgarların estirilmesi, gemilerin vüzmesinin
sağlanması, bulutların harekete geçirilmesi, yağmurun yağdırılması, ölümünden
sonra toprağa can verilmesi ile ilgili açıklamalar için bk. Bakara 2/164;
İbrahim 14/32-34; Hicr 15/22-23; Nahil 16/10-11, 14-16; İsrâ 17/66; 49. âyette
geçen "müblisûn" kelimesinin "bütün ümitlerini yitirmiş ve
şaşkın bir halde" şeklinde tercüme edilmesinin açıklaması için bk. 12.
âyetin tefsiri
[98] Ze-mahşerî,III,207
[99] Şevkânî, IV, 265
[100] 52 ve 53. âyetlerin açıklaması için bk.
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/298-299.
[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/299-300.
[102] Râzî, XXV, 136
[103] İnsanın yaratılış aşamaları ve hayat evreleri hakkında
bk. Hac 22/5; Mü'minûn 23/12-15
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/300.
[104] Zemahşerî, El, 208
[105] meselâ bk. Fîruzâbâdî, Tenvîru'l-mikbâs min tefsiri
îbn Abbâs, V, 54
[106] Şevkânî, IV, 266
[107] Râzî, XXV, 137-138
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/300-301.
[108] Ze-mahşerî,m,209
[109] Derveze, VI, 308
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/301.