30

 

 

 

Rûm Sûresi

 

İndiği Yer

 

: Mekke

 

 

 

İniş Sırası

 

:84

 

 

 

Âyet Sayısı

 

:60

 

 

 

Nüzulü

 

Mushaf'taki sıralamada otuzuncu, iniş sırasına göre seksen dördüncü sûredir. İnşikak sûresinden sonra, Ankebût sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 17. âyetinin Medine'de nazil olduğuna dair bir rivayet de vardır.[1]

 

Adı

 

2. âyetinde Rûm kelimesi geçtiği için sûre bu adı almıştır,[2]

 

Konusu

 

Sûreye, Ehl-i kitap olan Bizanslıların ateşperest olan İranlılara -daha önce mağlup olmuşken bir süre sonra- galip gelecekleri ve müslümanlann sevinecekleri bildirilerek başlanmakta; geçmişteki inkarcı toplumların durumlarından ibret alınması öğütlenmekte; Yüce Allah'ın varlığı, birliği, eşsiz kudreti ve evrendeki mutlak egemenliğinin kanıtları, insan fıtratının önemi ve insanların yapıp ettikleri yüzünden ortaya çıkan olumsuzluklar üzerinde durulmakta; kıyamet günü inkarcıların karşılaşacakları bazı hallere değinilip Hz. Peygamber'in şahsında bütün müminlerden, tevhid inancına bağlı kalarak, âhiret hayatına hazırlığı ihmal etmeden, darlıkta da bollukta da Allah'a olan saygı ve itaatlerini devanı ettirmeleri ve inançsızların tutumlarından etkilenmemeleri istenmektedir. [3]

 

Meali

 

Rahman re rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-mîm. 2-4. Rumlar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Fakat onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip gelecekler. Önce olduğu gibi sonra da Allah'ın dediği olur. O gün müminler sevinecekler; 5. Allah'ın yardımıyla. O dilediğini muzaffer kılar. Ve O, çok güçlüdür,engin merhamet sahibidir. 6. Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; ama insanların çoğu bunun şuurunda değildirler. 7. Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret hakkında ise tamamen gaflet içindedirler. 8. Kendi kendilerine bir düşünmezler mi? Allah gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yaratmıştır. Fakat şu bir gerçek ki insanların birçoğu Rab-lerine kavuşmayı hâlâ inkâr etmektedir. 9. Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerinin sonu ne olmuş görmezler mi? Onlar kendilerinden çok daha kudretliydiler; toprağı iyice işlemişler, yeryüzünü bunların imar ettiğinden daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri nice açık kanıtlar getirmişti. Şu halde Allah onlara asla zulmetmiş değildir, asıl onlar kendilerine zulmetmişlerdir. 10. Sonunda, Allah'ın âyetlerini yalan saymaları ve onları alaya almaları yüzünden, kötülük yapan o kimselerin akıbeti pek fena oldu. [4]

 

Tefsiri

 

1. Bazı sûrelerin başında yer alan bu harfler, ayrı ayrı okunduğundan dolayı "hurûf-ı mukatta'a" diye anılır. [5]

 

2-6. Rum kelimesi, Araplar tarafından Yunanlılar, Slavlar ve Latin asıllı Romalılardan oluşan halkı anlatmak üzere kullanılan bir isimdir.[6] 2. âyette bu isimle, Doğu Roma olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu tebasının kastedildiği anlaşılmaktadır.

IV. yüzyılın sonlarına doğru, Bizans İmparatoru Konstantinos’un Hristiyanlığı kabul etmesi üzerine Sâsâni İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan hristiyanlar Bizans’ın dostu ve Sâsâni devletinin düşmanı sayılmaya başlamış, Ermenistan da Hristiyanlığı kabul edince eski ihtilaflar canlanmıştı. Böylece İranlılar ile Bizanslılar arasındaki çatışmalar yeni bir boyut kazanmış oldu. Uzun zamandır İranlılar ile Bizanslılar arasında süregelen savaşlar miladi VII. Yüzyılın başlarında Bizanslılar aleyhine bir gelişim seyri gösteriyordu. 590 yılında babasının yerine İran tahtına çıkarılan II. Hüsrev 601’de ülkede birliği sağlayıp Bizans’a yöneldi ve onlarla yapılan savaşı kazandı. Buna karşılık, Bizans karışıklıklar içindeydi. İmparator Phokas’ın tedhiş rejimine karşı ayaklanan Kartaca valisi Herakleios, kendisiyle aynı adı taşıyan oğlunu Kuzey Afrika birliklerinden oluşan bir filonun başında İstanbul üzerine gönderdi. 3 Ekim 610’da İstanbul’a ulaşan oğul Herakleios halk tarafından kurtarıcı olarak selamlandı. İki gün sonra da patriğin elinden imparatorluk tacını giyerek Bizans tahtına çıktı. Phokas idam edildi. Bu sıralarda devlet ekonomik açıdan çökmüş vaziyette idi. Para olmadığı için ücretli asker toplamaya dayanan ordu sistemi de işlemiyordu. Bu ve benzeri sebeplerle Bizans İmparatoru Herakliyus (Herakleios) ilk yıllarda Sâsâniler’in imparatorluk topraklarını istilasını önleyemedi. 613’te Irminiye ve Suriye’ye giderek Dımeşk’i işgal eden Sâsâniler, ertesi yıl Kudüs’ü zaptederek burada günlerce katliam yaptılar ve Mukaddes mezar Kilisesi’ni yakarak İsa’nın gerildiği kabul edilen kutsal haçı alıp Medain’e (Ktesiphon) götürdüler. 615 yılında Anadolu’ya yeniden Sâsâni akınları başladı. Sâsâniler 619 yılında Mısır’ı da işgal ettiler.

Ateşperest olan İranlılar’ın o güne kadar inen ilgili ayetlerde kendileri hakkında müşrik Araplar’a nispetle daha sıcak bir üslup kullanılan Kitap ehli Bizanslılar karşısındaki bu galibiyetleri putperest Mekkeliler’de büyük bir sevinç meydana getirmişti. Mekke müşriklerinin bu gelişmeyi müslümanlara karşı böbürlenme aracı olarak kullanması üzerine Yüce Allah mü’minlerin maneviyatını yükseltecek bir müjde verdi: İlahi bir kitaba inanan Bizanslılar kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekler ve o zaman müslümanlar büyük bir sevinç yaşayacaklardı.[7]

4. âyette geçen ve mealde "birkaç" anlamı verilen  kelimesi Arap dilinde 10'u aşmayan azlığı ve daha çok 3-9 arasındaki sayıları ifade etmek üzere kullanılır, Bu kelimenin kullanımı bir yönüyle Bizanshlar'm üstün gelmelerinin tek bir savaşın kazanılması biçiminde değil, muayyen bir süreye yayılacak galibiyetler olarak belireceğine de işaret ediyordu. O sıralarda iç isyanlardan ve İktisadî krizden ötürü perişan hale gelmiş olan Bizans İmparatorluğu'nun birkaç yıl İçinde toparlanıp galibiyet elde etmesi kimsenin hatırından bile geçiremeyeceği bir sonuç idi. Fakat Kur'an'ın gelecekle ilgili bu mucizevî haberi aynen gerçekleşti. 5 Nisan 622'de yapılan büyük bir dinî törenden sonra başşehirden ayrılan Herakliyus, önce Anadolu topraklan ile İrmîniye bölgesini Sâsânî işgalinden kurtardı. Daha sonra Dvin'i ve birçok şehri zaptetti, ardından Sâsânîler'in kutsal şehri Gence'yİ ele geçirdi. Bu arada Herakliyus'un kardeşi Thedoros, Şahin adlı bir kumandanın idaresindeki başka bir Sâsânî ordusunu bozguna uğrattı. Sâsânîler'in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ni-nevâ'da (Ninova) kesin yenilgiye uğratan Herakliyus, Ocak 628'de II. Hüsrev'in sığındığı Destgird'e girdi. Kısa bir süre sonra II. Hüsrev tahtından indirilip öldürüldü. [8]  Müslümanlar da bir taraftan kendi kutsal kitaplarının verdiği bu haberin gerçekleşmesinin ve kitap ehli komşularının galip gelmesinin, diğer taraftan da Allah'ın kendilerine lütfettiği başka basanların sevincini yaşadılar. [9] Tefsirlerde âyetteki vaadin gerçekleşmesi izah edilirken, Bizans galibiyetinin Bedir savaşının kazanıldığı veya Hudeybiye Antlaşması'nın yapıldığı tarihlere denk geldiği yönünde rivayetlere yer verilmesini de[10]  bu açıdan değerlendirmek uygun olur. Zaten âyette sevinçle ilgili ifade sadece Bizanshlar'm galibiyet haberine bağlanmaksızın "o gün müminler sevinecekler" şeklinde mutlak biçimde yer almıştır. Râzî, Bedir savaşı günü İranlılar'ın yenildiği haberinin henüz müslümanîara ulaşmamış olduğu gerekçesiyle âyette kastedilen sevincin müslümanların müşriklere galip gelmesiyle ilgili olduğu yorumunu tercih ederse de (XXV, 96), Arap dilinde böyle bir bağlamda "gün" kelimesinin tek bir gün değil "zaman" anlamında kullanıldığı göz önüne alındığında, yukarıda belirtildiği üzere bu sevincin değişik sebeplere bağlanmasına'bir engel bulunmamaktadır. Bununla birlikte Kur'an1 in verdiği haberin gerçekleşmesinin Hudeybiye Antlaşması'na tesadüf ettiğine ilişkin bilgiyi şöyle izah edenler de olmuştur: Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması'nı takiben muhtelif devlet başkanlarına İslâm'a davet mektupları göndermişti. Herakliyus'a yolladığı elçi, mektubu imparatora Suriye'de takdim ederken o burada zaferini kutlamaktaydı. Bu sebeple birçokları zaferin o sıralarda kazanıldığını zannetti. Oysa Herakliyus zaferi çoktan kazanmış ve onu kutlamak için Suriye'ye gelmiş bulunuyordu. [11]

Tefsirlerde, bu âyetlerle Bizanslılar'in kısa bir süre içinde galibiyet elde edecekleri bildirilince Hz. Ebû Bekir'in Bizans yenilgisinden sevinç duyan müşriklerle bahse giriştiğine dair rivayetler yer alır. [12] hatta bazı âlimlerin bu olaydan kumarın hükmü hakkında fıkhı çıkarımlar yaptıkları üzerinde durulur. [13]  Yakın geleceğe ait haber içeren bu âyetlerin inmesi üzerine Mekke müşrikleri ile Kur'an'in bildirdiklerine gönülden inanan müslümanlar ve özellikle Resûlullah'a duyduğu derin güven sebebiyle onun söylediklerini araştırmaya gerek duymaksızın hemen tasdik ettiği için "sıddîk" lakabını almış olan Hz. Ebû Bekir arasında bu konuda bazı tartışmaların ve iddialaşmaların ortaya çıkması tabiî olmakla beraber, söz konusu rivayetler -gerek birçok farklılıklar taşıdığı, gerekse olayı çevreleyen şartlar dikkate alındığında- bu tür fıkhı sonuçlar çıkarmaya elverişli bir malzeme olarak görünmemektedir. [14]

2 ve 3. âyetlerdeki "ğulibe" ve "seyağlibûn" kelimeleri "galebe" ve "seyuğ-lebûn" şeklinde okunduğunda "Rumlar galip geldiler... Ama yakında yenilecekler" anlamı çıkmaktadır. Elmalılı bu okunuşun esas alınması halinde de, âyetlerin mucizevî bir haber içerdiğinin görüleceğini, yani burada Bizanslılar'in İranlılar'a karşı zafer kazanmasından sonra müslümanlara yenik düşeceklerine işaret bulunduğunu belirtir (VI, 3801-3802); fakat bu kıraat İslâm âlimlerince genellikle zayıf bulunmuştur. [15]

3.âyetin "yakın bir yerde" şeklinde çevirilen kısmı için tefsirlerde değişik yer isimleri de belirtilmekle beraber, burada İran sınırına veya Hicaz Arapları'na en yakın Bizans topraklan kastedilmiş olmalıdır. [16]

4.âyette "Önce olduğu gibi sonra da Allah'ın dediği olur" buyurularak Bizanslılar'in galibiyeti ile dünyada emir ve iradenin onların eline geçeceği gibi bir sonuç çıkarılmaması gerektiğine, geçmişte ve gelecekte bütün sonuçların yine yüce Allah'ın iradesi gereğince dünya hayatındaki sınav düzeni içinde gerçekleştiğine ve gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'in gelecekteki bir olayı belirli zaman dilimi vererek bildirmesi mucizesinin yer aldığı bu âyetler bir taraftan Kur'an'ın verdiği haberlerin tarihî verilerle doğrulanmasının bir örneğini insanlığın gözleri önüne sererken, diğer taraftan da inkarcılığını inatla sürdürmek isteyenler için hiçbir kanıtın fayda sağlamadığını açıkça göstermektedir. Başka âyetlerde belirtildiği üzere Yüce Allah dileseydi, kuşkusuz herkesin doğru yolda gitmesini sağlardı; fakat O, şuurlu varlıkların İradî seçimleriyle kendisine kulluk etmelerine imkan veren bir sınav düzeni oluşturmayı murad etmiştir. Dolayısıyla bu âyetleri okurken Kur'an'ın böyle bir mucizeyle bütün insanların imana gelmesini sağlama gibi bir amacının bulunmadığına dikkat edilmelidir. Hatta Bizanslıların galibiyeti için kesin bir tarih verilmemesinin de bu hususu destekleyici olduğu söylenebilir. [17]

 

7. İmandan yoksun ve âhiretten yana tamamen gaflet içindeki kimselerden söz eden bu âyet açıklanırken tefsirlerde daha çok, bu gibi kimselerin dünya hayatını zevku sefa içinde geçirebilmek için gereken şeyleri öğrenip emeklerini bu yöne teksif ettiklerine, buna karşılık âhireti hiç akıllarına getirmediklerine işaret edildiği belirtilir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur: Bu ifadede bir kınama anlamı bulunmakla birlikte, söz konusu kimselerin kötülenen tutumu dikkatlerini âhiret hayatından tamamıyla uzaklaştırmış olmalarıdır; yoksa dünya hayatına ve bu hayatın icaplarına dair bilgi sahibi olmak kınanmış değildir. Nitekim müminler de dünya hayatının görünen yüzünden haberdar idiler. İki grup arasındaki fark inkarcıların bu görünen maddî âlemin ötesinde başka bir âlemin daha varlığına dikkat etmemeleri ve bu hususa önem vermemeleridir.

Âyetin İlk cümlesiyle ilgili yorumların özellikle şu iki noktada yoğunlaştığı görülür: a) Cümle "Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler" şeklinde anlaşılırsa dünya hayatının bir görünen (zahir) bir de görünmeyen (bâtın, hakikat) tarafı olduğu anlamı tercih edilmiş olur. Bu tercihe göre birinci yönünü bilmekten maksat dünya süsü, zevki ve nimetleriyle haşir neşir olmak, dünyadan kâm almaya çalışmak; ikinci yönünü bilmekten maksat ise dünya hayatının asıl varlık sebebini yani âhiret kurtuluşunun önemini kavramak ve ona uygun bir hazırlık içinde bulunma çabası içinde olmaktır, b) Âyetin bu kısmı "Onlar dünya hayatının sadece bir yüzünü bilirler" şeklinde anlaşıldığı takdirde âyetin yorumu şu olur: Dünyanın birçok görünümü olduğu halde o kimseler bunların içinden sadece birini bilirler, bütün emeklerini gözlem ve deneyle bilinenlere hasrederler; bunlardan hareketle fikir yürütüp daha ötelere ulaşmaya, varlık ve olayların arkasındaki kudreti teşhis etmeye, gözlem ve deneyle bilinenlerin inceliklerine inmeye ve bunların var edilmesindeki gerçek amacı belirlemeye çalışmazlar. [18]

Söz konusu cümle -lafza daha uygun olduğunu düşündüğümüz için- mealde "Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler" şeklinde çevrilmiştir. Bu ifadeye göre varlıkları bilinme, bilgiye konu olma yönünden üçe ayırmak gerekir: a) Dünya hayatından (dünyadan) bilinenler, b) Dünyaya, görünen yüze dahil ve bilinebilir olduğu halde bilinmeyenler, c) Görünen yiize, dünyaya, madde âlemine dahil olmadığı için bilinmeyen ve Allah bildirmedikçe bilinemez olanlar. [19]

 

8. Bu âyetin ilk kısmı gramer açısından tahlil edildiğinde "Kendi kendilerine bir düşünmezler mi ki, Allah'ın gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yaratmış olduğunu anlasınlar veya bunu dile getirsinler!" şeklinde bir mânaya ulaşılabildiği gibi, âyetin bu kısmına "Kendileri hakkında ve Allah'ın gökleri, yeri bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yaratmış olduğu hakkında bir düşünmezler mi!" anlamını vermek de mümkündür. [20] İkinci anlam esas alınarak yapılan yoruma göre âyette insanlar önce kendi varlıkları, sonra da evrendeki diğer varlıklar üzerinde düşünmeye çağınlmakta, bu konudaki sağlıklı bir muhakeme sayesinde, bütün bunların bir başlangıcı olduğu gibi sonunun da kaçınılmaz olduğu anlaşılacağı halde, birçoklarının hâlâ rablerinin huzuruna çıkarılacağını inkârda direndiği ifade edilmektedir. [21]Bu yorumu işleyen bazı müfessirler insanın anatomisi ile ilgili bir takım inceliklere ve insan vücudunun ihtiva ettiği harikulade sistemlere de işaret ederler. [22] Âyetin "ancak ve ancak hak ve adalet
temelinde yaratmıştır" şeklinde çevrilen kısmı için yapılan başlıca yorumlar şunlardır: Ancak adaletle, hakkı ayakta tutmak üzere yaratmıştır. [23] anlamlı bir gayesi olmadan ve boş yere yaratmamış, üstün bir hikmet gereği yaratmıştır. [24]  sağlam bir düzen içinde yaratmıştır. [25]

 

9. Yeryüzünde gezip dolaşma ve ibret alma çağrısına yer verilirken, muhataplar, sahip oldukları güç ve yeryüzünü imar açısından kendileri ile önceki toplumlar arasında bir mukayese yapmaya davet edilmektedir. Tefsirlerde genellikle Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekkelİler'i esas alan yorumlar yapılmış, özellikle bu bölgenin ziraat ve toprağın işlenmesi açısından çok sınırlı imkânlar taşıdığı, buna karşılık onlar tarafından haberleri bilinen birçok geçmiş toplumun büyük insan gücüne ve servete sahip oldukları, dolayısıyla toprağı çok iyi işledikleri ve görkemli mimari eserler vücuda getirdikleri üzerinde durulmuştur. Bu karşılaştırmanın böyle başlatılması tabiî olmakla beraber, burada bütün İnsanlara yöneltilmiş ve kıyamete kadar sürecek bir çağrının bulunduğunda da şüphe yoktur. Zira âyetin İçerdiği temel mesaj, insanların gerek birey gerekse topluluk olarak sahip oldukları güç ve imkanların kendilerini ilâhî bildirimleri inkâr etme şımarıklığına götürmemesi, beşerin kendisi hakkında yapacağı mukayesenin de hiç bir zaman Allah'ın mutlak iradesi ve karşı konulamaz kudreti dairesine uzanmaması gerektiğidir. Yine bu ve mütaâkip âyette, önceki kavimlerin başına gelen kötü sonuçlar incelenirken, bu sonuçların kendi kötülükleri yüzünden meydana geldiğine ve Allah'ın haksızlık etmesinin asla söz konusu olamayacağına dikkat çekilmektedir. [26]

 

10. Bu âyetin "kötülük yapan o kimseler" şeklinde çevrilen kısmı, sonunda yer alan gerekçe de dikkate alınarak "inkarcılıkta direnenler" şeklinde açıklanmıştır. [27]

 

Meali

 

11. Allah mahlûkatı baştan yaratır, sonra bunu tekrar eder. Sonunda hep O'na döndürüleceksiniz. 12. Kıyamet koptuğu gün, günaha saplanmış kimseler ümitsiz ve şaşkın kalıverecekler. 13. Allah'a ortak koştukları arasında hiç şefaatçileri olmayacak, zaten kendileri de ortak koştuklarının tanrılığını reddedecekler. 14. Yine kıyamet koptuğunda, işte o gün onlar birbirinden tamamen ayrılacaklar. 15. İman edip iyi işler yapanlar güzel bir bahçede ağırlanırlar. 16. İnkâr edenlere, âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalan sayanlara gelince, onlar da azabın içine bırakılırlar. 17. Akşam vaktine eriştiğinizde ve sabah kalktığınızda Allah'ı teşbih ediniz. 18. Göklerde ve yerde her türlü övgü O'na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde de O'nu teşbih ediniz. 19.0 ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarıyor ve yeryüzünü ölümünün ardından canlandırıyor. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız. [28]

 

Tefsiri

 

11. Allah Teâlâ'nın bütün mahlûkatı hiçbir ortak ve yardımcıya ihtiyaç duymaksızın ve başka bir temel maddeye dayalı olmadan sırf kendi eşsiz kudretiyle baştan inşa ettiği, bunları yok ettikten sonra da tekrar aynı şekilde yaratma gücüne sahip olduğu belirtilmektedir. [29]  Yaratmanın tekrar edilmesi ifadesiyle, tabiattaki sürekli yenilenmenin yine yüce Allah'ın irade ve kudretiyle gerçekleştiğine veya kıyamet sonrası dirilişe ya da bunların her ikisine işaret edilmiş olabilir. Ayetin son kısmında belirtildiği üzere bunlara değinilmesindeki asıl amaç, insanın, yaratılış ve yeniden yaratılışla ilgili bütün bu gelişmelerin hikmeti üzerinde düşünmesini sağlamak ve sonunda mutlak kemal sahibi Allah'ın huzuruna çıkarılıp hesap vermenin kaçınılmaz olduğunu hatırlatmaktır. [30]

 

12-13. İlk âyette geçen ve "suçlular" anlamına gelen "mücrimûn" kelimesi müteakip âyetin ışığında "günaha saplanmış kimseler" şeklinde çevrilmiştir. Belirtilen kelimeyle bu bağlamda özellikle şirk günahına saplanıp kalmış yani Allah'tan başka varlıklara tanrılık yakıştıran kimselerin kastedildiği anlaşılmaktadır.

"Ümitsiz ve şaşkın kalrverecekler" şeklînde çevirdiğimiz "müblisûn" kelimesinin mastarı olan "iblâs", ümit kesmenin yanı sıra kişinin ne yapıp edeceğini şa-şmr bir hale düşmesini de ifade eder. Arap dilinde bu kelime özellikle, başına aniden gelen bir musibet sebebiyle şaşkına dönen[31] yahut bir konuyu tartışırken karşı tarafın ileri sürdüğü güçlü bir argüman karşısında suspus olan [32]  kişiler için kullanılır. Râzî âyette şirk günahına saplanıp kalanlar hakkında bu kelimenin kullanılmasındaki İnceliği şöyle bir örnekle açıklar (XXV, 103-104): Bir insan düşünelim ki eğlenmesine ve dünyadan kâm almasına yarayan imkânlarla donatılmış, yeşillikler içinde bir köşkte böbürlene böbürlene müreffeh bir hayat sürmektedir. Sözüne güvenilir bir kimse, karşı konulamaz, amansız bir düşmanın kendisine yaklaşmakta olduğunu ve ona yakalandığı takdirde perişan olacağını haber vermiş, artık kaçış ve kurtuluş çareleri aramak gerektiği kesin olarak anlaşılmıştır. Bu sırada bir çocuk veya akıl hastası ona, altında bulunduğu ağacın, altındakileri düşmanlara karşı koruyan bir özelliğe sahip bulunduğunu söylemiş, bu gafil de o çocuk veya akıl hastasının sözü üzerine ağaca güvenip zevku sefaya devam etmeye karar vermiştir. Düşman gelip orayı kuşatınca ona göstereceği ilk felâket o ağacı kökünden sökmek olacak, o da şaşkın, ümitsiz ve yardıma muhtaç bir hale düşecektir. İşte günaha saplanmış kimsenin durumu da böyledir; dünyada kendini nefsinin arzularına kaptırmışken sözünün doğruluğunda kuşku bulunmayan peygamber ona perişan ve rezil rüsvâ edecek bir azabın kendisine doğru gelmekte olduğunu haber verir, şeytan ve kötülüğü emreden nefis İse o putların kendisini kurtaracağını söyler. Ama kıyamet günü gelip çattığında ilk karşılaşacağı manzara o putların ateşe atılışıdır, bunu görünce o da ümidini büsbütün yitirir ve şaşkınlık içinde donar kain".[33]

 

13. âyette geçen "ortaklar" ile dünyada iken kendilerini sapkınlığa teşvik eden ve kötülükleri işlemekte yardımlaştıklan kimselerin veya Allah'a ortak koştukları varlıkların kastedildiği yorumlan yapılmıştır. Buna paralel olarak âyetin "Zaten onlar da o ortaklarını inkâr edeceklerdir" şeklinde çevrilen kısmı için ya suç ortaklarını veya o varlıkların tanrılık vasfını inkâr edecekleri açıklaması yapılmıştır. Gramer özellikleri dikkate alınarak bu cümleyi "Onlar dünyada iken o ortaklar sebebiyle İnkarcılık yapıyorlardı" biçiminde tercüme etmek de mümkündür. [34]

 

14-16. Dünya hayatında sınav ortamının İcaplarından olmak üzere müminler ve inkarcılar biramda yaşarlarken, mahşer günü bu birliktelik sona erecek, iman edip Allah'ın hoşnutluğuna uygun yararlı işler yapanlar Allah katında itibarlı bir mevki kazanmanın ve cennet nimetlerine kavuşmanın mutluluğunu yaşayacaklar, inkâr edip ilâhî bildirimleri yalan saymayı inatla sürdürenler ise âhiret azabı ile baş başa bırakılacaklardır. 14. âyetin "onlar birbirinden tamamen ayrılacaklar" dİ-ye çevrilen kısmı, müminlerin görecekleri muamele açısından kâfirlerden ayırde-dileceğİ veya müminlerin bir daha bir araya gelmemek üzere kâfirlerden ayrılacakları şeklinde açıklanmıştır. [35]  15. âyetin "güzel bir bahçede" şeklinde tercüme edilen kısmıyla genellikle cennetin kastedildiği kabul edilmektedir. Bu âyetin "ağırlanırlar" şeklinde çevirdiğimiz kısmına "sevindirilirler, nimetlere mazhar kılınırlar, kendilerine iyi muamele yapılır, ikramda bulunulur" anlamlan da verilmiştir. [36]

 

17-18, İnsanın dünya meşgalelerinin anaforuna kapılıp varlık amacını unutturacak bir hayat tarzı tutturmaması için, günün değişik vakitlerinde ulu rabbinin şanını yücelterek anması istenmektedir. Bazı müfessirler 17. âyette geçen "teşbih" kelimesiyle namaz kılmanın kastedildiği ve burada beş vakit namaza işaret bulunduğu kanaatindedirler; bazı müfessirlere göre ise burada maksat "tenzîh"tir yani Allah'ı yüceltmemiz, O'nu her türlü noksanlıktan uzak bilip kemal sıfatlarıyla ve övgülerle anmamız emredilmektedir. Birincisini de içine aldığından ikinci yorum daha kuvvetlidir. Zira burada söz konusu olan tenzih, merkezden dışa doğru üç daireden oluşur. Merkezde kalp ile tenzih bulunur ki bu, kuşkulardan arındırılmış bir iman demektir ve tenzihin özü de odur. İkinci dairede yüce Allah'ı güzel sözlerle anmak mânasına gelen dil ile tenzih vardır. Üçüncü daire ise önceki iki şartı koruyarak ortaya konan sâtih amellerden meydana gelir. Bunlardan ikincisi birincinin, üçüncüsü de ikincinin semeresidir. Şöyle ki,kişi bir şeye İnandığında bunu dili ile İfade eder, söylediğinin doğruluğunu da eylemleriyle ortaya koyar; dil kalbin tercümanı, davranışlar da dille söylenenlerin kanıtıdır. [37]

Tefsirlerde genellikle, 17. âyetin "akşam vaktine eriştiğinizde" şeklinde çevrilen kısmıyla akşam ve yatsı namazlarının, "sabah kalktığınızda" kısmıyla sabah namazının, 18. âyetin "akşam üstü" şeklinde tercüme edilen kısmıyla ikindi namazının, "öğle vaktine ulaştığınızda" kısmıyla da öğle namazının kastedildiği yorumu yapılmıştır. Dolayısıyla âlimler arasında, -diğer delillerin yanı sıra- sûrenin Mekkî oluşu dikkate alınarak beş vakit namazın Mekke'de farz kılındığı görüşü ağır basmaktadır. Tâbiûn âlimlerinden Hasen-i Basrî ise namazın muayyen vakitlere bağlı bir fariza haline gelmesinin Medine dönemine rastladığı ve 17, âyetin Medine'de nazil olduğu kanaatindedir. [38]  Allah'ı teşbih etme talebine ilişkin vakitlerin genellikle insanların uyku İhtiyacının yoğunlaştığı, gecenin orta zamanlan dışında tutulması bir taraftan ibadetlerde ortalama insan gerçeğine uygun bir düzenlemenin hedeflendiğini, diğer taraftan da ibadetin, şuurun açık olduğu bir sırada yapılmasıyla değer taşıdığını yani asıl amacın kulluk bilincinin canlı tutulması olduğunu göstermektedir. Müzzemmil süresindeki (73/1) gece namazına kalkma hitabı ise ibadet şuuru hep açık olan Resûlullah'a yönelik olup bu ibadet müminlere farz kılınmamıştır. Onların nafile olarak bu ibadeti yapmaları ibadet haz ve şuurunun beşerî ihtiyaçlara galip gelmesini sağlayacak; daha doğrusu kendilerini buna alıştırmış olacaklardır. [39] Tefsirlerde yer alan bir rivayete göre Resûhıllah ashabına "Size Yüce Allah'ın, dostu İbrahim peygamberi niçin 'vefakâr' olarak nitelediğini haber vereyim mi?" demiş, ardından "çünkü o sabah akşam şu sözü tekrar ederdi" buyurmuş ve bu iki âyeti okumuştur. [40]

 

19. Cenab-ı Allah'ın ölüden diriyi diriden de ölüyü çıkardığını belirten ifade değişik şekillerde açıklanmıştır. [41] Râzî önceki âyetlerde akşam vaktine erişmekten ve sabah kalkmaktan söz edildiğini hatırlatarak, bu bağlamda uykudan uyanma ve uykuya dalma olayına dikkat çekildiğini, bunların da Allah'ın irade ve kudretinin eseri olduğu gerçeğine işaret ettiğini belirtir (XXV, 107). [42]

 

Meali

 

20.0'nun kanıtlarından biri, sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra bir baktınız ki, çoğalarak yeryüzüne dağılmış beşeriyetsiniz. 21. Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O'nun kanıtlanndandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır. 22. O'nun kanıtlarından biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır, Kuşkusuz bunda bilenler için ibretler vardır. 23. Gece ve gündüz uyuyabilmeniz ve Allah'ın lütfundan nasibinizi aramaya çalışmanız da O'nun kanıtlanndandır. Bunda, dinleyen kimseler için elbette dersler vardır. 24. Yine O'nun kanıtlanndandır ki, korku ve ümit vermek üzere size şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından yeryüzünü onunla canlandırıyor. Gerçekten bunda, aklını kullanan kimseler için ibretler vardır. 25. Göğün ve yerin Allah'ın buyruğu ile düzen içinde durması da O'nun kanıtlanndandır. Sonunda O sizi (bulunduğunuz) yerden bir çağırdı mı hemen çıkıverirsiniz. 26. Göklerde ve yerde bulunanlar hep O'na aittir, hepsi O'na boyun eğmiştir. 27. Baştan yaratan, sonra bunu tekrar eden O'dur ve bu O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfat O'nundur. O mutlak galiptir, hikmetle yönetendir. [43]

 

Tefsiri

 

20. Bu ve müteakip beş âyette Yüce Allah'ın kudretinin açık kanıtlarından kesitler verilmekte; dört âyetin sonunda, İyi düşünen, bilen, hakikatlere kulağını açık tutan ve aklını kullananların bunlardan önemli sonuçlar çıkarabileceği, bu sayılanlarda böyle kimselerin alacağı ibretler bulunduğu ifade edilmektedir. Bu üslûp farklılığı ile ilgili değişik yorumlar yapılabilir. [44] fakat bunların ortak çizgisini, belirtilen kanıtların insanın aklına, muhakemesine, basiretine ve gönlüne hitap etmesi oluşturmaktadır.

Allah Teâlâ'nın ilk insanı topraktan yarattığı Kur'an-ı Kerîm'de değişik vesilelerle ifade edilmiştir. Burada genel bir hitapla "sizi topraktan yarattı" buyurul-ması ise daha çok şu iki biçimde açıklanır: a) Bu, "Sizin aslınız olan, kendisinden tiirediğiniz ilk insanı topraktan yarattı" demektir, b) Her insanın yaratılışı toprakla ilintilidir, çünkü insanı meydana getiren erkek ve dişi hücrelerinin (sperm ve yumurtacık) oluşumunda nebatî ve hayvanı gıdaların katkısı vardır, bunların her ikisi de topraktan beslenmektedir. [45]

 

21. İnsanlar için kendi nefislerinden eşler yaratılmış olması değişik şekillerde açıklanmıştır. Bunlar arasında, insanın eşinin kendi özünden ve kendi türünden yani kadın ve erkeğin aynı özden yaratılmış olduğu mânası, Kur'an'm diğer açıklamalarına en uygun görünenidir. [46] Burada, cinsiyeti belirlemede erkek spernıindeki kromozomların etkili olduğu gerçeğine işaret bulunduğu yorumu da yapılmıştır. [47]  tabiî ki bu yorum, âyette erkeğe hitap edildiği ve "eşler"le kadınların kastedildiği anlayışına dayalıdır.

Âyetin "onlara ısınıp kaynamasınız" şeklinde çevirdiğimiz kısmı eşlerin yaratılış amacını açıklamakta, dolayısıyla insanın eşini kendisiyle huzur ve mutluluk bulacağı varlık olarak görmesini telkin etmektedir. Şu halde aile hayatında mutluluğun ön şartı eşlerin böyle bir bakış açısına sahip olmalarıdır.

"Sevgi ve şefkat duygulan" şeklinde tercüme ettiğimiz meveddet ve rahmet kelimeleriyle ilgili olarak tefsirlerde değişik yorumlar yapılmıştır; bunların ortak noktası şudur: "Eş olma" hissinin ve olgusunun, kan hısımlığına dayalı olmaksızın hatta -çoğu kez- yakın zamana kadar birbirlerini tanımayan iki ayrı cinsi çok güçlü psikolojik ve biyolojik bağlarla birbirine bağlaması, bunun üzerine insana yaraşır bir üreme ve yaşama biçiminin yani temelinde iffet anlayışı bulunan, karşılıklı güven, sevgi ve esirgeme duygularıyla geliştirilen aile kurumunun bina edilebilmesi, yüce Allah'ın insanlığa en büyük lütuflanndandır. Âyette ifade Duyurulduğu üzere İyi düşünen kimseler için bundan çıkarılacak önemli dersler vardır. [48]

 

22. Yüce Allah'ın kudretinin kanıtlarına değinilirken göklerin ve yerin yaratılmasının insanların özellikleriyle birlikte zikredilmesi ve ardından da bunda bilenler için ibretler bulunduğunun belirtilmesi, evrenin yaratılmasının insanla anlam kazandığını, insanın da bunları bilmesiyle değerli olduğunu göstermektedir. [49]

İnsanların dillerinin ve renklerinin farklılığı objektif olarak gözlemlenebilen bir olgudur. Bundan ibret alınması ise bilme şartına bağlanmıştır. "Bilenler" şeklinde çevirdiğimiz "âlimin" kelimesi dar anlamıyla alınırsa bunu "âlimler, ilim sahipleri" şeklinde tercüme etmek mümkündür; fakat burada her insanın fıtrî özellikleriyle bilebileceği bir durumdan söz edildiği için kelimenin geniş anlamı esas alınmıştır. Konu üzerinde özel araştırmalar yapan uzmanların bu kapsamda sayılması ise zaten evleviyet gereğidir. Fakat "bilme"nin başkaları tarafından telkin edilen veya öğretilen bilgileri alıp bellekte koruma anlamında olmadığına dikkat edilmelidir. Zira âyette geçen kelimenin kökünde "varlık ve olayların hakikatini anlamak, temyîz etmek yani farklı şeyleri birbirinden ayrıştırmak, bir şeyin mahiyetini iyice kavramak, bir işi sağlam ve düzgün yapmak" gibi anlamlar bulunmaktadır. Şu halde âyette muhataplardan istenen, bir kökten geldikleri halde İnsanların biyolojik ve kültürel farklılıklara sahip olmaları üzerinde dikkatle düşünüp bundan sonuçlar çıkarmaktır.

Farklı dillere sahip olma, değişik etnik gruplara mensup toplulukların farklı dilleri konuşması, aynı dili konuşanlar arasında lehçe, şive ve ağız farklılıklarının bulunması şeklinde açıklanabileceği gibi, her bir ferdin ses, konuşma ve ifade özelliklerindeki farklılıklar biçiminde de anlaşılabilir. Çevremize baktığımızda sesinin gürlüğü-zayıflığı, inceliği-kalınlığı, konuşmasının düzgünlüğü-bozukluğu. üslûbu vb. bütün hususlarda birbirinin aynı iki kişiye rastlamanın hemen hiç mümkün olmadığını görürüz. Aynı şekilde, her bir ferdin deri rengi, yüz hatları ve vücut biçimindeki farklılıklar bir taraftan insanın kendine özgü hususiyetleriyle "kendisi" olmasını sağlarken diğer taraftan da insanların birbirleriyle ayrı kişiler olarak ilişki kurmalarını mümkün kılar. Nitekim Hucurât sûresinin 13. âyetinde insanlığın değişik halklara ve oymaklara ayrılmasının amacı, onların tanışmasının sağlanması şeklinde açıklanmıştır ki bunun tabiî sonucu karşılıklı beşerî ilişkilerin kurulmasıdır. Şayet bu farklılıklar bulunmasa ve insanlar tek tip olarak yaratılmış olsaydı dünyanın böyle beşerî ilişkilere sahne olması mümkün olmaz, düzenin yerini kaos alırdı. Bunu daha iyi tasavvur edebilmek için, meselâ, aynı kıyafeti giymiş ikiz iki kişiyi ayırdetmenİn zorluklan ve böyle bir durumda üzerlerinde farklı kıyafet bulunmasının sağladığı kolaylık göz önüne getirilebilir. [50]  Yine, âyette değinilen bu olgu üzerinde düşünürken, üslûp ve ifade farklılıklarının insana verilen düşünme ve muhakeme yeteneğinin verimliliğini sağlamadaki, ilim, fikir ve sanat hayatının geliştirilmesindeki etkileri hatta medeniyetlerin temelinde bu farklılıkların yattığı dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. İnsanların dil ve renk hususiyetleri temeline dayalı bilim dallarının alt disiplinlere ayrılması bu âyette dikkat çekilen olgu üzerinde düşünmenin önemini teyit ettiği gibi, bu alanlarda yapılacak yeni araştırmaların, konunun inceliklerine daha çok ışık tutan verilerin tespitine imkân sağlayacağı muhakkaktır. [51]

 

23. İnsanın günlük yaşantısının iki temel görünümünden biri çalışmak diğeri dinlenmektir. Dinlenmenin doruk noktasını uyumak oluşturur; çalışmanın da en değerli biçimi, Allah'ın kendisine lütfedeceği nasibi aramak yani ulvî bir amaç uğruna gayret sarfetmektir. Günlük hayatın akışı içinde sıradan bir olay olarak gördüğümüz uyumanın gerçekte ne büyük bir nimet olduğunu ancak uyuyamama rahatsızlığı çekenler ile bazı dert ve ıztıraplar sebebiyle uykusuz kalanlar idrak edebilir. Şu beyitte bu husus çok güzel dile getirilmiştir: "Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir.  Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat" (En uzun geceyi                                                        astrolog ve vakit uzmanı ne bilir. Gecelerin kaç saat olduğunu dert sahibine sor). Ayette uyumanın çalışmadan önce zikredilmesi de bunun önemine yapılmış bir vurgu sayılabilir. Zira çalışabilmek için istirahat gereklidir; yine istirahat vücudun tabiî ihtiyacıdır, özünde gereklilik vardır, çalışma ise ihtiyaçlara göre devreye girer. [52]

Normal çalışma düzeni içinde çoğu kez önemi farkedilmese de iş güç sahibi olmak hayatın düzen ve anlam kazanmasında büyük bir etkiye sahiptir. Konunun toplumsal boyutunu daha iyi görebilmek için, bir taraftan işsizlik probleminin çözümü amacıyla insanlığın geniş kapsamlı özel örgütler kurduğu gerçeğine, diğer taraftan da günümüz fütüroloji çalışmalarının ana konularından birini iş hayatındaki daralma ve tatil zamanlarının artması karşısında insan için uygun meşguliyetler bulunmasının oluşturduğuna dikkat etmek gerekir.

Âyet, çalışma konusuna sadece insan hayatındaki önemi açısından değinmiş olmayıp şu mesajları da içermektedir: a) İnsan çalışmalı, fakat elde ettiği nasibi kendinden bilmememeli, Allah'ın lütfü olduğu bilincini taşımalıdır, b) "Allah'ın lütfundan" şeklinde çevirilen "min fadlihî" ifadesinde "ziyade ve artma" anlamı vardır; şu halde kişi her gün kendini geliştirme, yükselme ve mevcut imkanlarını daha da arttırma çabası içinde olmalıdır, c) Nasibi aramaya koyulmak Allah'ın lüt-funu sezmek ve ummaktır, hatta çalışarak kısmeti arayabilmenin kendisi bile Allah'ın fazhndandır. [53]

Bunlardan dersler çıkarılabilmesi, "dinleyen kimselerden olma" şartına bağlanmıştır ki bu, gerçeklere kulaklarını tıkamamış, bilincini doğrulan ve yanlışları ayırdetmeye açık tutan kişileri ifade etmektedir. [54]

 

24. Aynı olay ile iki zıt etkinin oluşturulması örneğine yer verilen 24. âyette simsek hem korku hem de ümit kavnağı olarak nitelenmiştir. Bunu iki farklı acıdan yorumlamak mümkündür. Bir bakışa göre korku veren şimşek, ümitlendiren ise onun akabİnden gelmesi beklenen yağmurdur. Şimşeğin korku vermesi de yıldırım düşme endişesine yol açması veya yağmur yağacakmış gibi görünüp yağmaması şeklinde açıklanmıştır. Diğer bir açıdan bakıldığında, burada korku ve ümidin asıl sebebi yağmur olup şimşek onun habercisidir: Yolcular, güneşe bağlı üretim yapanlar gibi kimi insanlar yağmur yağmasından endişe ederken, kimileri de onu dört gözle bekler; dolayısıyla şimşeğin görülmesi bazıları için korku, bazıları İçin de sevinç ve ümit kaynağı olur. İslâm âlimleri, Allah'ın mutlak gücüne ve engin rahmetine iman eden bir kimsenin, dünyadaki beklentileri konusunda olduğu gibi Allah'ın azabına uğrama veya rahmetine nail olma konusunda da korku ve ümit arasında bulunmayı Öğütleyen âyet ve hadislerden hareketle havf ve recâ terimlerini geliştirmişler ve İslâm tasavvurunda bu terimler üzerinde geniş bir biçimde durulmuştur. Hayata ve geleceğe bakışını bu anlayış üzerine kuran bir mümin, o ana kadarki maddî ve manevî durumu ne olursa olsun, bir yandan kendini garantili bir konumda görmeyip sınav bilincini korur ve ödevlerini yerine getirmeye özen gösterir, diğer yandan da asla gelecekten ve Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez. [55]

 

25. Tabiattaki ince sanat eserlerinin ve evrendeki düzenin işlerliğini sağlayan yasaların sahibi olan yüce Allah, şimşek ile yağmur arasındaki ilişkiye dikkat çekmekte; ardından da, öldükten sonra insanları diriltmeye kadir olduğunun kolayca anlaşılabilmesi için somut bir örnek gösterip onları bu konu üzerinde düşünmeye çağırmaktadır: Kupkuru olmuş toprağa gökten indirdiği su ile yeniden can veren yüce kudretin insanlara da öldükten sonra yeniden can verebileceğini farketmek akıl sahipleri için hiç de zor olmamalıdır. [56] Âyetin son cümlesindeki çağrı, İsrafil'in sûru ikinci defa üflemesi şeklinde açıklanmaktadır. [57]

 

27. "Bu O'nun için pek kolaydır" şeklinde çevrilen kısım lafzen "bu O'nun için daha kolaydır" şeklinde de tercüme edilebilir. Fakat birçok müfessir Arapça'da karşılaştırma anlamı içeren ism-i tafdîl kalıbının aşırılık zarfı olarak da kullanıldığım dikkate alarak Cenâb-ı Allah açısından mukayeseli İfadenin kullanılmamasını tercih etmiştir. Zira yüce Allah "ol" deyince murad ettiği şey oluverir, O'nun kudreti karşısında hiçbir şey diğerinden daha zor veya kolay değildir. [58]  Yine bu âyetin "en yüce sıfat O'nundur" şeklinde çevrilen kısmına daha çok şu mânalar verilmiştir: Kelime-i tevhîd O'nundur; O'nun benzeri adı. tjr.Wıif rvtınn murad ettiei "ol" demekle oluverir; en yüksek şan, eksiksiz kudret, tam anlamıyla hikmet, yaratıcıük ve mâbudluk sıfatlan O'nundur[59]

 

Meali

 

28. Allah size kendinizden bir örnek gösteriyor: Elinizin altında bulunan köleleriniz arasında, size verdiğimiz

miktarda sizinle eşit haklara sahip ve birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz ortaklarınız var

mı? İşte aklını kullanacak kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz. 29. Gel gör ki zulme saplanmış olanlar bir bilgiye dayanmadan kişisel arzu ve heveslerinin peşinden gitmektedirler. Allah'ın şaşırttığını artık kim doğruya iletebilir! Böylelerinin yardımcıları da yoktur. 30.0 halde sen lıanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel. Allah'ın yaratışında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. 31-32. Bütün gönlünüzle O'na yönelin, O'na saygısızlıktan sakının, namazı kılın ve şirke sapanlardan, dinlerini parçalayıp her bir grubun kendindekini beğendiği fırkalara ayrılanlardan olmayın. 33. İnsanların başına bir sıkıntı gelince yalnız rablerine sığınarak O'na yalvarırlar; sonra onlara kendi katından bir rahmet tattırdığında bakarsın ki bir kısmı kalkıp rablerine ortak koşar. 34. Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi sefa sürün; ama yakında öğreneceksiniz! 35. Yoksa onlara bir kanıt indirmişiz de o mu şirk koşmalarını söylüyor? 36. insanlara bir nimet tattırdığımızda buna sevinirler; fakat yapıp ettiklerinden ötürü başlarına bir belâ gelse hemen ümitsizliğe düşerler. 37. Görmezler mi ki Allah rızkı dilediğine bol veriyor, dilediğininkini de kısıyor? Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler vardır. 38.0 halde akrabaya da hakkım ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Bu, Allah'ın hoşnutluğunu isteyenler için en iyisidir. İşte gerçek kurtuluşa erenler de onlardır. 39. İnsanların mallarında artış olsun diye ribâ yoluyla verdikleriniz Allah katında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte (manevî kârlarını) kat kat arttıranlar onu verenlerdir. 40. Allah, sizi yaratan ve sizi rızıklandırandır. Sonra O, hayatınızı sona erdirecek ve size tekrar can verecektir. Peki sizin o ortak koştuklarınız arasında bunlardan herhangi birini yapabilecek olan var mı? Allah onların ortak koştuklarından tamamen münezzehtir, yüceler yücesidir. [60]

 

Tefsiri

 

28-29. Kur'an'in bazı konular için insanların yakın çevrelerindeki olay veya ilişkilerden temsil getirme üslûbunun bir örneğini yansıtan 28. âyette, Allah'a şirk koşma, yani O'nu tanrı kabul etmekle beraber başka bazı varlıkları da tanrılıkta O'na ortak olarak görme yaklaşımının, özündeki sakatlığın yanı sıra aynı zamanda çelişkiler içeren bir tutum olduğu somut bir anlatımla ortaya konmaktadır. Bu örnek özetle "köleyi efendisine eşit saymıyorsunuz da, yaratılmış olanı yaratıcısına nasıl eşit görürsünüz!" anlamında bir eleştiri ve uyan anlamı taşımaktadır. "Kendinizden bir örnek gösteriyor" ifadesini "Yakın çevrenizden ve kolay tahlil edebileceğiniz bir örnek veriyor" şeklinde yorumlamak mümkün olduğu gibi, bunun "Unutmayın ki siz nihayet yaratılmış, âciz varlıklarsınız, buna rağmen Allah iyi bir muhakeme yapmanıza fırsat vermek üzere sizi bile bu mukayesede temel alma lütfunda bulunmaktadır" gibi bir anlam taşıdığı [61]  ve insanları Allah'a karşı edebe davet etmeyi amaçladığı düşünülebilir.

Âyetin "elinizin altında bulunan köleleriniz" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmını yorumlarken öncelikle Kur'an'm geldiği dönemde yaygın ve yerleşik bir uygulaması bulunan köleliğin hatırlanması gerekir. Beşerî ilişkiler içinde "sahiplik" kavramının en üst düzeyde kullanımına imkan vereni efendilİk-kölelik ilişkisidir. Fakat bunda dahi birincisi diğerinin varlık sebebi, yaratıcısı olmak bir yana, -İslâ-mî kurallara göre- onun üzerinde ölüm dirim hakkına sahip değildir, hatta birçok konuda birbirleriyle eşit tutulmuşlardır; ontolojik açıdan da aralarında bir fark bulunmamaktadır. Kaldı ki "size verdiğimiz nzıklarda" ifadesinin içerdiği uyarıya dikkat edilirse, size ait olan şeyler gerçekte sîzin değil Allah'ın size vermiş olduklarıdır, O'na ait olanlar ise hakiki anlamda da O'nundur. Böyle olduğu halde efendiler kölelerinin kendileriyle eşit haklara sahip olmasına rıza gösterirler mi ve diğer hür ortaklarıyla olan ilişkilerinde olduğu gibi onlardan çekinirler mi? Meselâ kârın bölüşümünde ortaklarının haksızlık yapmasından endişe ettikleri gibi kölelerinin de böyle bir hak gasbında bulunabileceğinden endişe ederler mi? Asla! Zaten onlarla bir paylaşım İçine girmeye razı olmazlar ki! Bu hususları göz önüne aldıktan sonra cevaplanması gereken soru şu olmaktadır: Peki evrendeki bütün varlıkların yegâne yaratıcısı, gerçek sahibi ve mâliki olan Allah Teâlâ'ya onun bu yarattıklarından bazılarını ortak saymak büyük bir tutarsızlık değil midir? Âyetin "birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz" şeklinde çevrilen kısmı , "O taptıklarınızın ne yarar ne zarar verme gücü olmadığına göre birbirinizden korktuğunuz gibi onlardan niye korkasınız ve korkup da onlara niye tapasınız ki!" şeklinde de açıklanmıştır. Yine bu kısma "kendinizi saydığınız gibi saydığınız" anlamı da verilmiş ve şöyle bir yorum yapılmıştır: Sizin tanrılık yakıştırdığınız varlıklar için "Onlar Allah katında bizim için şefaatçi oluyorlar, bu sebeple onlara tapıyoruz" şeklindeki bahaneniz de tutarsızdır, çünkü siz, kendiniz gibi hür kimselere gösterdiğiniz saygıyı kendinizle aynı nitelikleri taşıyan kölelerinize göster-miyorsunuz ki yine Allah Teâlâ'nm mülkiyetinde olan fakat O'nunla hiç bir benzerliği bulunmayan varlıklara aynı hürmeti gösteresinİz! [62]

Öte yandan bu temsilin anlaşılması için konuyu daima hukuki bir statü olarak efendi-köle ilişkisi çerçevesinde ele almak zaruri değildir. Hatta temsilin teması açısından, "sahiplik" fikri ve duygusunun daha zayıf ve sınırlı olduğu ilişkilerden vararl anılması evievivetle mümkündür. Meselâ bir fabrikanın sahibi orada çalışürdığı işçilerin emeğini satın aldığı ve bu emeğe mâlik olduğu fikri ve duygusuyla hareket eder; sosyal mülâhazalarla işçi haklan konusunda ne kadar mesafe alınırsa alınsın, onların kendisine ait bütün mal varlığı hatta sırf o fabrikanın mülkiyeti üzerinde eşit haklara sahip olmasına razı olmaz. Yine, âyetin anlamının Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekke müşriklerinin şirk tarzı ile sınırlı düşünülmemesi gerekir. Âyetin bütün zamanlar ve coğrafyalar için geçerli olan mesajı şudur: Hangi saikle ve hangi biçimde olursa olsun, Allah'ın yegâne yaratıcı olduğu, mutlak iradesini hiçbir gücün smırlayamayacağı gerçeği ile bağdaşmayan her inanç ve O'ndan başkasına kulluk etme veya kullukta başkasını aracı kılma anlamı taşıyan her davranış şirktir ve âyette vurgulanan çelişkiyi taşır. [63]

 

29. âyetin "zulme saplanmış olanlar" şeklînde çevirilen kısmı ile şirke saplanıp kalmış olanların kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü zulüm, her şeyi yerli yerince yapmak ve her hak sahibine hakkını vermek demek olan adaletin ziftidir; şirkde sadece Allah'ın hakkı olan tanrılık sıfatında başkalarını O'na ortak etmek anla
mına geldiğinden çok büyük bir haksızlıktır, meselâ Lokman sûresinin 13. âyetinde bu husus açık bir şekilde ifade edilmiştir. [64]"Allah'ın şaşırttığını artık kim doğruya iletebilir!" ifadesinden Allah'ın hiçbir sebebe bağlı olmadan bazı kimseleri şaşırttığı düşünülmemelidir; zira bu ve başka birçok âyetteki açıklamalar ışığında, mezkûr ifadeyle şu mânanın kastedildiği ortadadır: Bütün uyan ve delillere rağmen, bir bilgiye dayanmadan, sırf kişisel arzu ve hevesleri peşinde gitmeyi yeğledikleri için bu haksız tutumlarında ısrar eden kimseleri Allah
kendi şaşkınlıkları ile başbaşa bırakır, bu durumda artık onlan kimse doğruya eriş-tiremez. [65]

 

30-32. Hanîf kelimesi Kur'an dilinde, her türlü şirk izinden arınmış bir tan-n inancına sahip olan, sapkınlıklardan uzak duran, kısaca tevhid inancına samimiyetle teslim olup yalnız Allah'a kulluk eden mânasına gelir. [66]  30. âyetin lafzen "yüzünü dine çevir, yönelt" anlamına gelen kısmı, dine yönelİp hiç sapmadan bu yol üzerinde kararlılıkla yürümeyi ve ona önem vermeyi anlatan temsilî bir ifade olduğu [67] veya buradaki "yüz" mânasını taşıyan "vech" kelimesi kişinin zat ve sıfatlanyla bütününü anlattığı[68] İçin, "Bütün varlığınla dine yönel" şeklinde tercüme edilmiştir.

30. âyetin "Allah insanlan hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona ..." şeklinde çevirdiğimiz kısmı "dîn" veya "hanîf kelimesini açıklamaktadır. Fıtrat kelimesi Kur'an'da sadece bu âyette geçer. Aynı kökten gelen "fetara" fiili "yarattı" ve "fâtır" İsmi de "yaratan" anlamında olmak üzere defalarca kullanılmıştır. Sözlükte "ilk varatılıs hali, temiz ve aslî tabiat anlamına gelen fıtrat,beşerî varlığın Allah'ın yaratma fiili sonucunda ortaya çıkan başlangıçtaki saf ve aslî halini ifade eden ahlâk ve psikoloji ile ilgili bir terimdir. Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in hadislerinde fıtrat kelimesinin, insan kişiliğinin çevre etkilerinden bağımsız olarak var olan özünü ve bütün insanlar için ortak ve genel olan oluşum ve gelişim kapasitesini belirtmek üzere kullanıldığı görülür. Tek tek her bir insanın geliştirdiği kişilik özellikleri bu ortak fıtrattan beslenir. İslâmî Öğretiye göre insanın ilk yaratılış durumu, temiz ve günahsız, gelişme ve olgunlaşmaya hazır ve elverişli, insan olmanın ve insanca yaşamanın gerektirdiği bütün imkân ve özellikleri bünyesinde taşıyan bir potansiyel tamlığa sahiptir, İnsan fıtratında Allah'ın varlığını ve birliğini tanımaya doğru tabiî bir eğilim vardır. Hatta İslâm âlimleri genellikle, bu eğilimin ilk yaratılış anında insanla Allah arasında yapılmış temsilî sözleşme ile ilintili olduğu kanaatindedirler[69] Din duygusu insan fıtratının temel bir özelliği olmakla beraber, bu kendiliğinden uyanıp gelişmez. Zira insanda hazır bir Allah inancı değil, onu bu inanca götürecek kabiliyet ve imkanlar vardır. İnsan kendi iç dünyası veya dış âlem üzerinde derinlemesine bir araştırma ve düşünmeye koyulduğunda yahut 33. âyette ve Kur'ân-ı Ke-rîm'in başka yerlerinde [70] değinildiği üzere, çaresizlik ve sıkıntı içinde bocaladığı bir anda bu duygunun belirtileri açıkça gözlenir. Fakat bu tabiî eğilimin kişilik çapında yapılanması ve kalıcı bir özellik halini alması, içtenlikle ortaya konacak ciddi bir arayış ve çabayla birlikte, uygun bir çevrede gerçekleşebilir. Nitekim vaktiyle birçok cana kıydıktan sonra bundan pişmanlık duyup tövbe etmek isteyen kimseye o dönemdeki peygamberin çevresini değiştirmeyi tavsiye ettiğim belirten Resûl-i Ekrem bu hususa işaret etmiştir. Yine Hz. Peygamber'in şu hadisi, din duygusunun fıtrî olduğunu fakat kişinin içinde yetiştiği çevrenin ve özellikle ailenin bu duygunun şekillenmesi ve gelişmesinde veya geçici olarak yahut bütünüyle körelmesin-de önemli etkiye sahip bulunduğunu göstermektedir: "Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana-babası onu yahudi, hıristiyan veya mecûsî yapar"[71]  Bir başka hadiste de çocuğun konuşmaya başlayıncaya kadar fıtratını koruduğu belirtilerek [72] kültür değerleriyle İlişki kurmanın en önemli vasıtası olan dilin bu konudaki etkisine İşaret edilmiştir. İslâm bilginlerine göre göze görme kabiliyeti verildiği gibi fıtrata da Allah'ı tanıma ve O'nakul olma yatkınlığı verilmiştir. Henüz dış tesirlerin etkilemediği ve bozmadığı fıtratın yönü hayıra, iyiye ve Allah'ın birliğini tanımaya yöneliktir. Fıtratın fâtmna (yaratıcısına) delâleti tabiî olduğu için her İnsanın fıtratında, vicdanının derinlerinde bir hak duygusu ve marifetullah gizlidir. Ancak nasıl ki bir hastalık veya bir engel sebebiyle geçici veya sürekli olarak gözün görmesi mümkün olmuyorsa, fıtrat da dış etkilerle gerçek kabiliyet ve hedefinden uzağa düşebilir. Bir başka anlatımla, fıtratın belirleyici bir özelliği varsa da zorlayıcı bir etkisi yoktur; o daha çok haricî tesirlere göre değişik şekiller alır. Bu sebeple, insandaki Öfke, şehvet, menfaat düşkünlüğü gibi eğilimlerin de varlığını dikkate alan İslâm ahlâkçıları, dinî ve ahlâkî kurtuluş için tek başına fıtratın yeterli olmadığını, doğru dine yöneltecek bir peygambere ve ayrıca insanın aklını ve İradesini geliştirmesi için samimi bir çaba ortaya koymasına İhtiyaç bulunduğunu belirtmişlerdir. İşte âyette "Sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel" buyurularak fıtrat ile din arasındaki uyuma, fıtrattaki saf ve temiz yapıya, ayrıca insana da bu konuda görev düştüğüne, yani onu korumak İçin gayret sarfetmesi ve iradesini kontrol altında tutması gerektiğine işaret edilmektedir. Fıtrat kelimesinin İslâmî terminolojideki diğer bir anlamı da "âdet ve sün-neftir. Bütün peygamberlerin ve ilâhî dinlerin doğru ve güzel bulup benimsedikleri ve müslümanlann yapmaları gerekli olan dinî âdet ve uygulamalara da fıtrat denir. [73]

Âyetin "Allah'ın yaratışında değişme olmaz" şeklinde tercüme edilen kısmını "Allah'ın yaratmasının yerine başka şey konamaz, alternatifi yoktur" şeklinde anlamak da mümkündür. Bu cümle ile İlgili başlıca yorumlar şöyle özetlenebilir: a) Allah'ın esas yaratışı olan fıtratın gereği dışına çıkarak onu bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın, çünkü onun yaratışına bedel bulunmaz, zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiç bir sanat ve çabayla yerine koyamazsınız, b) Allah'ın yarattığı fıtrata uygun olmayan bir din uydurmaya, ahkâm koymaya kalkışmayın, c) Allah'ın yaratmasını başkalarına İsnat etmeye, başkalarını da yaratıcı yerine koyup şirk koşmaya yeltenmeyin, zira Allah'ın mülk ve egemenliği sizinkiler gibi değişikliğe uğra-tılamaz, d) Din, fıtratı değiştirmek için değil fıtrattaki gene) selâmeti geliştirmek içindir [74]  e) Allah Teâlâ insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa kendisi onda bir değişiklik yapmaz [75]

31. âyetin "Bütün gönlünüzle O'na yönelin" şeklinde çevrilen kısmı, durum bildiren bir yan cümle olduğu için "Bütün gönlünüzle O'na yönelmiş olarak" anlamına gelir; tefsirlerde bunun gramer açısından izahı yapılırken ya daha önce geçen "O doğru dine yönel" cümlesine bağlanır ve öznenin Hz. Peygamber ile birlikte bütün müminler olduğu kabul edilir veya "müşriklerden olmayın" cümlesinin delaletiyle "(vönelmis) olun" şeklinde takdir edilecek bir ana cümleye bağlanır.Yine âyetin bu kısmına, "münîbîn" kelimesinin kök anlamına göre "O'na dönün, tövbe edin; O'na itaati sürdürün" gibi mânalar verilebilir. [76]

32. âyet, önceki âyetin son cümlesini açıklamaktadır; bu da, dini ve fıtratın gereklerini olduğu gibi kabullenmedikleri için onu bölen ve bu sebeple fırkalara ayrılanların da bir tür şirk içine düştüklerini göstermektedir. Bu tutumun şirk olarak nitelenmesi, söz konusu kişilerin kendi iradelerini ve kişisel arzularını ilâhî irade ve bildirime eşdeğer görüp dine ve fıtrata kısmen uymaları ve işlerine gelmeyen kısmında başlarına buyruk olmayı tercih etmeleri, üstelik kendi İsteklerine taassup göstererek bağlandıkları için onları din mertebesine çıkarmalarıdır; böylece bu kimseler, şirkin hatıra İlk gelen mânasına yaklaşmakta yani başka varlıkları Allah'a ortak koşma kapsamına girmiş olmaktadırlar. Tefsirlerde genellikle burada, değişik fırkalara ayırılan yahudi ve hıristiyanlann, hak din olan İslâm'ı terkeden-lerin veya İslâm ümmeti içinde bid'atler geliştirenlerin ve bölünmeyi körükleyenlerin kastedildiği yorumu yapılmıştır. Bazı müfessirler ise[77]  burada kişisel eğilim ve tercihlerine göre mabud seçip ayrılık İçine düşen müşriklerin kastedildiğini belirtmişlerdir. Her halükârda âyetin, dini kitlelere hâkimiyet aracı olarak kullanıp tefrika çıkaranlara ve böylece onu aslî hüviyeti dışına taşırmaya çalışanlara yönelik ağır bir eleştiri içerdiği, aynı zamanda tarihsel tecrübe ışığında müslümanlara yönelik önemli bir uyan taşıdığı açıktır. Tabiî ki bu, dinin sağlıklı biçimde anlaşılması için çaba harcamayı ifade eden içtihadın ve ictihad farklılıklarının kınanması anlamına gelmez; zira bu çerçevedeki faaliyet bizzat Re-sûlullah tarafından övülmüş ve teşvik edilmiştir. Âyetin son cümlesine "Her foka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır" şeklinde de mâna verilebilir. [78]

 

33-36. İnsan psikolojisi İle ilgili önemli iki hal ve tavra yer verilen bu âyetlerde, darlığa düşen ve kendi aczini ayan beyan gören insanların son ve vazgeçilmez sığınağın ilâhî rahmet olduğunu anladıkları ve içtenlikle Allah'a yalvardıkla-n; rahata kavuştuklarında ise bir kısmının daha önceki hallerini tamamen unutup bu sonucu kendilerine veya Allah'tan başka varlıklara izafe etmeye kalkıştıkları, hatta Allah'a ortak koşmaya varacak nankörlükler ettikleri belirtilmekte, bu tutumun hiçbir haklı gerekçesi bulunmadığına ve böyle kimselerin akıbetinin hiç de zannettikleri gibi olmayacağına dikkat çekilmektedir.

34. âyetin "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım!" şeklinde tercüme edilen kısmını, cümledeki yeriyle ilgili farklı değerlendirmelere göre "Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler diye" veya "Kendilerine verdiklerimizin sonucu olarak nankörlük ederler" şeklinde de çevirmek mümkündür[79]

35. âyeti "Yoksa onlara bir kanıt indirmişiz de, o mu şirk koşmalarını söylüyor?" şeklinde çevirmek lafza daha uygun olup mealde bu tercih edilmiştir. "Konuşma, söyleme" anlamına gelen fiil burada mecaz olarak kullanılmıştır, öznesi "delil, kanıt" olunca, "O delil bunu mu gösteriyor, bu fikri mi destekliyor?" mânasına gelir[80]

Bazı müfessirler 36. âyetteki ifade akışından "İnsanlara bir nimet tattırıldı-ğında buna sevinmelerTnden olumsuz biçimde söz edildiği anlamı çıktığını düşündükleri için, bunun Allah'ın lütfundan ötürü sevinç duymanın kötü görüldüğü mânasına gelmediğini, burada "sevinme"nin, şımarıkça bir tavır sergileme mânasında kullanıldığını belirtirler. Ayrıca, Yûnus sûresinin 58. âyetinde ifade buyurul-duğu üzere Allah'ın nimetleri ve lütfundan dolayı sevinmenin, O'na derin minnet duygusu ve samimi şükür eşliğinde olduğu takdirde, Allah Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanmaya vesile olacağını hatırlatırlar. İbn Âşûr ise, âyetin zahirine göre, buradaki sevinmeyi şımarıklık etme şeklinde açıklamaya gerek bulunmadığını ve âyetin şöyle yorumlanmasının uygun olacağını savunur: Allah'ın lütuflanna maz-har olduklarında nasıl ki bunun sona erebileceğini hatırlarından dahi geçirmiyor-larsa, aynı tutumun mantıkî sonucu olarak, başlarına sıkıntı geldiğinde de bunun ortadan kalkacağı ümidini yitirmemeleri ve sabretmeleri gerekirdi; oysa onlar hemen ümitsizliğe düşmektedirler (XXI, 100). [81]

 

37-40. Bu âyetlerde önce insanların farklı imkânlara sahip olması, özellikle iktisadî farklılıklar İçinde bulunmaları realitesine yine onların gözlemleri tanık tutularak değinilmekte, bunun Allah Teâlâ'nın iradesi ve koyduğu kanunlar gereğince böyle olduğuna dikkat çekilmekte, ardından -bu hakikati kavrayanları bekleyenbazı sosyal yardımlaşma görevleri hatırlatılmakta, paranın sömürü ve baskı aracı olarak kullanılmasında önemli bir işlem olan ribânın (faizcilik, tefecilik) Allah'ın hoşnutluğundan uzak olduğuna dair bir uyarı yapılmakta, nihayet bu kümenin başında (28. âyet) canlı bir temsil ile anlatılan Allah'ın birliği ve ortaklardan münezzeh olduğu gerçeği bir daha vurgulanmaktadır.

Geniş anlamıyla insanların sahip olduğu her türlü imkânı, dar anlamıyla da iktisadî imkânları ifade eden rızik açısından kişiden kişiye farklılıklar bulunduğu herkesin kolayca gözlemleyebileceği bîr realitedir. İmkanların paylaşımıyla ilgili olarak beşeriyetin geliştireceği usul ve sistemler ancak daha âdil kabul edilme veya daha ikna edici olma özelliği bakımından başarılı sayılabilir; fakat bu farkların tamamen ortadan kaldırılması mümkün değildir. Zira bu durum ilâhî iradeden ve bu iradeye bağlı evrensel yasalardan, zihin ve beden güçlerinin eşitsizliği, coğrafya ve iklim farklılıkları, ekonomik ortam ve sistem farkları gibi doğal veya pozitif farklılıklardan kaynaklanmaktadır. 37. âyette söz konusu realiteye dikkat çekilirken "görmezler mi ki" ifadesiyle insanın tanıklığı ön planda tutulmuş, bundan çıkarılacak sonuçlar ve onların pratik hayata yansıtılması hususunda ise "Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler vardır" buyurularak iman esas alınmıştır. Buna göre rızkı verenin Allah olduğuna gönülden inanan kimseler için, kendisi ile başkaları arasındaki imkân farklılıkları bir bunalım, kıskançlık ve çatışma sebebi olmak yerine kişiyi yüce yaratıcısının lütfundan daha fazla talepte bulunma çabası içine iten bir motivasyon sağlayacak, ama elde ettiği imkânların gerçek kaynağını görmezden germeyecek ve bunların kendisine yüklediği sorumluluğun bilinci içinde hareket edecektir. Nitekim bu inancın önemine dikkat çekildikten hemen sonra 38. âyette "o halde" diye başlayan bir ifadeyle bu sorumluluğun bazı temel gereklerine değinilmiştir. Bunlardan biri, kişinin yakınlarını görüp gözet-mesidir ki daha sonra nazil olacak birçok âyette bu ilkeye yapılan vurgu ısrarla sürdürülecek, buna İlâve olarak gönüllü yardım sınırını aşan nafaka ve mirasçılık hükümlerine yer verilecektir[82]  Sözü edilen ikinci görev zekâttır ki bu, bütün topluma yönelik, ilk zamanlarda gönüllü yardımlar şeklinde, Medine döneminde ise miktarı, nispetleri ve harcama yerleri belirli hale gelecek malî vecibenin ve buna dayalı yardımlaşma müessesesinin adıdır. [83] Burada, zekâtın harcama yerleri ayn ayrı sayılırken görülecek olan sekiz harcama kaleminden[84]  öncelikle bireyleri ilgilendiren ve değişen durum ve şartlardan fazla etkilenmeyen şu İki kesimin hakkına İşaret edilmekle yetinilmiştrr: YoksuJlar ve yo/da kalmışlar. Âyette sadece akrabalar ve bu iki kesimin zikredilmesinin sebebi açıklanırken, burada bireylerin topluma karşı genel görüp gözetme vecibesine dikkat çekmenin amaçlandığı ve yardımda bulunma imkânı olanlara -zekât yükümlülüğü ile ilgili şartlan taşısın taşımasın- asla ihmal etmemeleri gereken bir görevin hatırlatıldığı yorumu da yapılmıştır. [85]  Yine bu âyetteki buyrukla ilgili önemli bir husus, "hakkını ver" ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Buna göre ister gönüllü yardım isterse malî vecibe çerçevesinde olsun, imkânı olanların, akrabalarını görüp gözetmeyi, yoksullara veya yolda kalmışlara destek olmayı kendi lütuf ve bağışlan olarak değil, onların "hakkı" olarak görmeleri gerekir. Zira rızkı veren Allah'tır, O'nun verdiği nimetlerin bir kısmından başkalarım yararlandırmak da O'nun buyruğu uyarınca bir görevdir ve diğerlerine tanınmış bir haktır. Birçok âyet ve hadiste ifade edildiği üzere Allah'ın hoşnutluğuna layık olan harcamalar, başa kakmadan, o anlama gelebilecek tavırlar sergilemeden, kendisi diğer tarafın yerinde olsaydı nasıl davranılma-smı arzu ederdi ise o şekilde yapılanlardır. 39. âyette ise, iktisadî adaleti temelden sarsan ve toplumda büyük tahribat yapan ribâ uygulamalarına karşı Kur'an'in çok sert bir tavır takınacağının ilk işareti verilmiş, bu yapılırken insanların ribâdaki amacına atıfta bulunularak zekâtla bir mukayese yapılmıştır: Mevcut varlığını daha da arttırmayı amaçlayan ve bunun için ribâya başvuranlar -şayet iman ediyorlarsa- bilmelidirler ki başkalarının sömürülmesi esasına dayalı bir işlemle elde edilecek kazanç zahirî bir artıştır, manevî yönden bir artış değildir, bereketi de yoktur. Gerçek yatırım Allah'ın hoşnutluğuna uygun malî tasarruflarda bulunmaktır ki bunların başında geniş anlamıyla zekât gelmektedir. 40. âyette vurgulanan husus da şudur: Bütün bu davranış hükümlerinin asıl amacı Allah'ın iradesine râm olma ve O'nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışma olduğuna göre mümin, kendisini yüce Allah'ın yaratıp rızıklandırdığı; hayat verenin, hayatı sona erdirenin ve tekrar can verecek olanın O olduğu bilinciyle davranmalı ve Allah'a ortak koşanların ne kadar yanlış bir yolda olduğuna dikkat etmelidir.

39. âyetin mealinde, bu âyette geçen ribâ kelimesinin "faize verilen mal veya para" anlamı esas alınmıştır. Bunun "verilen faizin kendisi" şeklinde anlaşılması da mümkündür. Bu takdirde meal şöyle olur: "İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz ribâ Allah katında artmaz." Bazı müfessirler burada bir yasak ifadesinin bulunmamasından hareketle bu kelimeyi haram olmayan fakat Allah katında da değeri bulunmayan bazı beşerî ilişkilerle, özellikle "karşılığında teşekkür bekleyerek veya bir menfaat umarak başkasına bir bağışta bulunma, hediye verme" gibi mânalarla da açıklamışlardır. [86]

 

Meali

 

41. İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor. 42. De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nice oldu bir bakın. Onların çoğu şirke sapmış kimselerdi." 43.0 halde Allah katından geri çevrilemez bir gün gelmeden önce bütün varlığınla o sağlam dine yönel. O gün onlar birbirlerinden ayırt edileceklerdir. 44. Kim inkâr ederse inkarcılığı kendi aleyhine olacaktır. İyi işler yapanlar da kendileri için hazırlık yapmış olmaktadırlar. 45. Zira Allah, iman edip iyi işler yapanları lüt-fuyla mükâfatlandıracaktır. Şüphesiz O, inkarcıları sevmez. 46. Müjdeler taşıyan rüzgârları göndermesi de O'nun kamtlarındandır, ki böylece size rahmetinden tattırsın, gemiler buyruğu ile yüzsün; siz de O'nun lütfundan nasibinizi arama çabası gösteresiniz re şükredesiniz. 47. Andolsun senden önce biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara apaçık mucizeler getirdiler. Buna rağmen günaha saplananların cezasını hakkıyla verdik. İnananlara yardım etmek de bize düşer. 48, Bulutları harekete geçirsin diye rüzgârları gönderen Allah'tır. Derken O, bulutları gökyüzünde dilediği gibi yayar ve parçalara ayırır; nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün. Onu dilediği kullarının üzerine yağdırınca da o kullar sevince boğulurlar. 49. Oysa onlar yağmurun yağdırılmasından az önce bütün ümitlerini iyice yitirmiş ve saskın bir halde idiler. 50. Allah'ın rahmetinin izlerine bir bak: Todrağa Ölümünün ardından nasıl can veriyor! İşte ölüleri diriltecek olan da O'dur. O'nun her şeye gücü yeter. 51. Andolsun ki, bir rüzgâr göndersek de onu (ekini) sararmış görseler, hemen nankörlük etmeye başlarlar. 52. Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da çağrıyı duyu-ramazsın. 53. Sen körleri yanlış yoldan doğruya yÖnlendiremezsin. Sen (çağrını) ancak âyetlerimize inanıp teslim olanlara duyurabilirsin. [87]

 

Tefsiri

 

41. Bu âyetin, karada ve denizde bozulmanın ortaya çıkmasıyla ilgili kısmı hakkında tefsirlerde yer alan belli başlı yorumlar şunlardır: Karada ve denizde tufan çıkması endişesi; bazı arazilerin bitki bitirmez duruma gelmesi ve tatlı suların tuzlu su haline dönüşmesi; gerek şehirlerde gerekse kırsal kesimde bozulmanın yaşanması (Arap dilindeki mecazî bir kullanıma dayanılarak buradaki "deniz" anlamına gelen bahr kelimesi "yerleşim merkezleri ve şehirler" şeklinde yorumlanmıştır); kaynak sularının azalması; kıtlık, yangın, sel gibi felâketlerin ve Ölümlerin çoğalması; geçim sıkıntısının artması, her şeyin bereketinin kaçması[88] Âyetin "insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" şeklinde tercüme edilen kısmı da genellikle, "işledikleri günahlar ve yaptıkları haksızlıklar sebebiyle" biçiminde yorumlanmıştır. Bazı müfessirler ise bu âyet ile önceki âyetler arasındaki mâna ilişkisini şöyle izah etmişlerdir: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin de göğün de düzeni bozulurdu"[89] anlamındaki âyette şirk İnancı, bozulma ve kaos sebebi olarak gösterilmiştir; önceki âyetlerde şirke saplanıp kalanlardan söz edildiğinden burada insanların bu tutumunun kısmen ilâhî bir cezaya çarptırılması mânası taşıyan bozulmaya değinilmektedir. [90]

"Bozulma" şeklinde tercüme edilen ve başında belirlilik takısı bulunan fesâd kelimesiyle muhatapların bildiği bir bozulma türü veya bu kelimenin kapsamına girebilecek her türlü bozulma kastedilmiş olabilir. [91] Yine, "düzen bozuldu" şeklinde tercüme edilen cümlenin yüklemi (zahera fiili) geçmiş zaman olduğu için burada, gözlemlenebilen veya güvenilir bir haberle bilinen fiilen ortaya çıkmış bir durumdan söz edildiği düşünülebileceği gibi, bu durumun beklendiğini haber verme ve uyanda bulunma anlamının bulunduğu da söylenebilir. [92]

"Li yüzîkahüm..," cümlesinin başındaki lâm harfinin sonuç bildirme veya gerekçe belirtme anlamlarına göre âyete değişik mânalar verilebilir. Mealde birinci anlam esas alınmış ve Allah'ın insanlara yaptıklarının bir kısmını tattırmasının, fiillerinin sonucu oldu İhın u belirtmek üzere önceki cümleye "böylece..." denerek bağlanmıştır, İkinci anlama göre ise şöyle bir meal verilebilir: "... ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de dönerler."

Bu cümlenin "yaptıklarının bir kısmı" diye tercüme edilen bölümü genellikle, insanların yaptığı yanlışlıkların bütün karşılığının burada değinilenden ibaret olmadığı, bilhassa âhiretteki cezanın bu dünyadakinden çok daha ağır olacağı şeklinde açıklanmıştır. Ayrıca bazı müfessirler buradaki ilgi zamirinin "... ki onlar ne yaptıklarını da iyi bilirler" gibi bir mâna île anlatıma güç kattığını belirtmişlerdir. [93]

Kanaatimizce burada karadan ve denizden söz edilmesini âyetin mânasını daraltacak yorumlara temel kılmak yerine, "karasıyla deniziyle her yerde" anlamının kastedilmiş olduğunu düşünmek[94] hatta âyeti evrenin insan faaliyetlerinin etkili olduğu bütün bölgelerini içine alacak biçimde yorumlamak daha isabetli olur. Şevkânî'nin haklı olarak belirttiği üzere, bazı müfessirlerin burada sözü edilen karadaki bozulmayı Hz. Âdem'in oğlu Kabil'in kardeşi Hâbil'i Öldürmesi, denizdeki bozulmayı ise -Kehf sûresinde (18/71) zikri geçen- bir hükümdarın sağlam gemileri gasbetmesi şeklinde açıklamaları, naklî bir delile dayanmayan, aklî açıdan da garip bir yorumdur (IV, 261-262).

Derveze bu âyet için şöyle bir yorum yapar: Sûrenin indiği sıralarda Hicaz ve yakın çevresinde birtakım güvenlik soranları ve gıda maddelerindeki kıtlık sebebiyle krizler yaşanmış olabilir. Orada fiilen böyle bir durum yaşanmamış olsa bile dünyanın değişik bölgelerindeki felâketlerle ilgili haberler Hicaz'a ulaşmaktaydı. İşte bu vesileyle Kur'an muhataplarına bir uyanda bulunmuştur. İnsanlara -Allah'a kulluğa ve hakikat yoluna dönmeleri için- bu tür felâketlere kendi işledikleri günahlar yüzünden duçar olduklarını hatırlatmanın gerekçesi daima mevcuttur (VI, 301-302). Yazarın âyetin tarihsel bağlamından hareketle yaptığı ve bütün zamanlar için çıkarılacak mesaja açık duran bu yorumu makul görünmekle beraber, âyetin günümüzdeki açılımları üzerinde düşünmeye fırsat vermesi bakımından Esed'in şu açıklamalarını aktarmayı yararlı buluyoruz: "Böylece, günümüzde korkunç bir şekilde -üstelik henüz kısmen- ortaya çıkan doğal çevremizdeki yoğun çürüme ve tahribat, burada 'insanın kendi yapıp-ettiklerinin bir sonucu', yani insanın, kendini tahrip eden -çünkü katı materyalist bir temele dayanan- teknolojik gelişmelerin ve insanlığı daha Önce hayal bile edemediği ekolojik felâketlerle karşı karşıya getiren çılgınca faaliyetlerin bir sonucu olarak öngörülmüştür: Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması: vaveın uvusturucu ve eörünürde 'favdalı' ilaç kullanımı sebebivle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozukluklar ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olması. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulmayı ve çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçlan ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilave edebiliriz. Bunların tümü, son tahlilde, İnsanın Allah'a ve mutlak manevî  ahlâkî değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine, 'maddî İlerleme'yi tek önemli hedef sayan inançlara tutsaklığının bir sonucudur" (II, 828-829). Bu bağlamda, ürkütücü sonuçlarıyla dünya gündeminde ağırlıklı bir yer tutan ozon tabakasının delinmesi sorununun tam olarak âyetteki ifadeyle örtüştü-ğünü yani "insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" ortaya çıkmış bir bozulma olduğunu da canlı bir örnek, olarak hatırlamak gerekir.

Yeryüzündeki ve uzaydaki olumsuz gelişmeler ile bu âyetteki uyarı arasında bağ kurulurken, -bazı kimselerin yaptığı gibi- Kur'an'ın teknolojiye ve maddî ilerlemeye karşı olduğu tarzında aşırı bir yoruma kayılması, âyeti amacı ve anlam çerçevesi dışına çıkarmak olur. Yine, doğal çevredeki her türlü bozulmayı münhasıran günah kavramından hareketle gerekçelendirmek doğru olmaz; âyette "İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden" buyurulduğu dikkate alınarak insanların her şeyi yerli yerince yapmamaları tarzında genel bir gerekçe üzerinde durulması uygun olur. Öte yandan âyette insanlara yapıp ettiklerinin bir kısmını tattırmanın gerekçesi "dönebilsinler diye" şeklinde açıklandığına göre, beşeriyetin bu olumsuzlukları yaşaması yine onların eğriyi doğrudan ayırt etmeleri için tanınmış bir fırsat ve insanın dünya hayatındaki varlık sebebi olan sınavın toplumsal boyutu olarak değerlendirilmeli ve herkes İnsanlığın bu ortak serüveninden dersler çıkarmalıdır. [95]

 

42, Kur'an'ın, yeryüzünde dolaşılması ve önceki toplumların başına gelenlerden ibret alınması ile ilgili ısrarlı teşvikinin yanına burada bir bilginin ilâve edildiği görülmektedir: "Onların çoğu şirke sapmış kimselerdi." Bu, geride iz ve eserleri, harabeleri kalan toplumlarda çok tanrıcılık inancının hakim bulunduğuna işaret olabilir. [96]

 

47-50. Her gün iç içe yaşadığımız ve çoğu kez sıradan durumlar olarak algıladığımız tabiat olaylarının gerçekte Allah'ın birliğinin ve kudretinin açık kanıtları olduğu ve aklını İşleten kimselerin bunlardan önemli sonuçlar çıkarabileceği Kur'an'da değişik vesilelerle belirtilmiştir. Doğal çevrede ortaya çıkan bozulmaya değinilen 41. âyetten sonra bu hususa dikkat çekilmesi de oldukça manidardır. Buna göre tabiat, Allah'ın verdiği düzenle işlerken yaratanına kanıt değeri taşıyacak kadar mükemmeldir; ne var ki bu, insan eliyle bozulabîlmektedir. [97]

47. âyette yer alan ve "İnananlara yardım etmek de bize düşer" şeklinde tercüme edilen cümlenin lafzına bakarak, müminlerin Allah'a karşı hak iddia edebilecekleri ve O'nun da kendilerine karşı görevinin bulunduğu gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Zira bu, inananların Allah katındaki dereceleriyle ilgili bir iltifat ifadesi olup onlara moral verme ve onları onurlandırma amacı taşımaktadır. Hz. Peygamberin "Şayet müslüman bir kimse din kardeşinin namusunu müdafaa ederse, Allah'ın da kıyamet günü mutlaka onu cehennem ateşinden korumasını hak eder" buyurduktan sonra âyetin bu cümlesini okuduğu rivayet edilmiştir[98]

51. âyetteki "onu" anlamına gelen zamirin, bitki, rüzgar veya bulutun yerini tuttuğuna dair görüşler vardır[99] Bütün bu yorumların ortak noktası şudur: Allah Teâlâ insanları sınamak üzere onlara bazı sıkıntılar verdiğinde, meselâ onlara zarar veren bir rüzgar gönderdiğinde hemen tavırları değişir, kendilerine verilen nimetleri unutup inkâra kalkışırlar veya nankörlüğe yeltenirler. [100]

 

Meali

 

54. Sizi cücsiiz yaratan, güçsüzlüğün ardından kuvvet veren, kuvvetli halinizden sonra da güçsüzlüğe duçar eden ve ihtiyarlattıran Allah'tır. O dilediğini yaratır. O hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir. 55. Günaha saplanmış olanlar kıyamet koptuğu gün (dünyada) sadece çok kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler. İşte onlar (oradayken de) kendilerini böyle kandırıyorlardı. 56. Kendilerine ilim ve iman verilenler ise şöyle derler: "Andolsun ki siz, Allah'ın yazısına uygun olarak yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, diriliş günüdür; fakat siz onu tanımıyordunuz." 57. Artık o gün zulmedenlerin ileri sürecekleri mazeretler fayda sağlamayacak, onlardan Allah'ı hoşnut etmeye çalışmaları da istenmeyecektir. 58. Andolsun ki biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü örneği verdik. Şayet sen onlara bir mucize getirecek olsan, inkâr edenler mutlaka şöyle diyeceklerdir: "Siz ancak aslı esası olmayan şeyler ortaya koymaktasınız!" 59. İşte Allah, ilimden nasibi olmayanların kalplerini böyle mühürler. 60. Şimdi sen sabret. Bil ki Allah'ın vaadi gerçektir. İman etmeye yanaşmayanlar sakın seni gevşekliğe sevketme-sin! [101]

 

Tefsiri

 

54. Önceki âyetlerde ilâhî kudretin dış âlemde gozlemlenebilen kanıtlarına değinildikten sonra burada insanın özbenliğinde tespit edebileceği delillere dikkat çekilmektedir. [102]Bunların özeti, kişinin kendi geçirdiği evreleri iyi bir incelemeye tâbi tutmasından İbarettir. İnsan, başlangıçta aşılanmış bir yumurta (zigot) olduğunu, birçok aşamadan geçtikten sonra güçlü dönemine eriştiğini, ama hiç kimsenin -kendisine uzun ömür verilmişse- gençlik dönemindeki bu gücünü aynen koruyamadığını, hele hiç kimsenin dünya hayatında ebedî kalmayı başaramadığını düşünürse, bütün bunların varlıklar âlemine egemen olan üstün ve karşı konulamaz bir İradeden kaynaklandığını anlar. Bu sürecin bir benzerinin, içinde yaşadığı evren bakımından da kaçınılmazlığını ve onun da bir sonu olduğunu kabullenmekte güçlük çekmez [103]

 

55-58. Kıyamet koptuğunda günaha saplanmış olanların ancak kısa bir süre kaldıklarını söyleyeceklerinin belirtildiği 55. âyette nerede kaldıklanyla ilgili bîr açıklama bulunmadığı için, burada, dünyada veya kabirlerde geçirdikleri ya da dünyanın sona ermesiyle haşir günü (öldükten sonra dirilme vakti) arasında geçen sürenin kastedilmiş olabileceği[104]  yorumları yapılmıştır. 56. âyetin "fakat siz onu tanımıyordunuz" şeklinde çevirilen son cümlesi lafza uygun olarak "fakat siz bilmiyordunuz, anlamıyordunuz" şeklinde de tercüme edilebilir; mealde "siz onu onavlamıyordunuz" tarzındaki izahlar esas alınmıştır. [105]  "Siz onu yalanladığınız ve alaya aldığınız için çabucak gelmesini istiyordunuz" tarzındaki yorum da[106] bu mânayı desteklemektedir. 58. âyette Kur'an'da insanlar İçin her türlü örneğin verilmiş olduğu ifade edilirken, Allah'ın varlığı, birliği, Kur'an'in Allah katından geldiği, insanların öldükten sonra diriltilerek hesaba çekilecekleri hususunda inkarcılara hiçbir mazeret bırakmayacak açıklıkta kanıtlar getirildiği ve uyanlara yer verildiği, bundan sonra inkarcılıkta direnmenin katı bir inattan başka bir şey olmadığı ve Peygamber'e hiçbir kusur izafe edilemeyeceği anlatılmış olmaktadır. [107]

 

59-60. İfade akışı incelendiğinde 59. âyette "ilimden nasibi olmayanlar" diye sözü edilenlerden maksadın zihniyet açısından cahil, gözünün önündeki gerçekleri ve delilleri görmezden gelme İnadını sürdüren kimseler olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumdaki kimselerin kalpleri mühürlenmiştir; yani hakikatlere kulak vermemekte direnmeleri ve iradelerini kötü yolda kullanmaları sebebiyle ilâhî yardımdan mahrum edilmişler, kendi bağnazliklanyla başbaşa bırakılmışlardır. [108]

Sûre, sabrı ve inkarcılara karşı Allah'a güvenmeyi telkin eden vurgulu bir ifadeyle son bulmaktadır. 60. âyette Resûl-i Ekrem'e ve onun şahsında müminlere teselli ve moral verilmekte, aynı zamanda şartlardan etkilenmeksizin kendi çizgilerinde yürümeleri istenmektedir. Âyetin son cümlesi "imana çağn görevini aynı titizlikle sürdür" anlamının yanı sıra, "seni etkilemelerine fırsat verme; zihnine şüphe sokmalarına veya seni küçümsemelerine izin verme; onların tavırları seni üzüntüye, tedirginlik veya telaşa düşürmesin" gibi mânalarla da açıklanmıştır. Bu âyetlerin Hz. Peygamber'in Medine'ye hicret İçin fikrî hazırlık yaptığı sıralarda indiği dikkate alınarak, burada, şartlar yeterince olgunlaşmadan hareket edilmemesi yönünde bir uyarının bulunduğu da düşünülebilir. [109]

 



[1] Nüzul sebebi için bk. 2-6. âyetlerin tefsiri

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/269

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/269.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/269.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/270.

[5] Bilgi için bk, Bakara 2/1

[6] İbn Âşur, XXI, 42.

[7] Kaynak birliği ve iman ilkelerinde yakınlık bulunan inanç grupları arasında başkalarına nisbetle daha sıcak bir ilişki bulunduğuna, özellikle hristiyanların müslümanlara karşı daha içtenlikli davrandıklarına temas eden ayetler için bk. Maide 5/82; En’am: 6/114; Ra’d 13/36; Kasas 28/52-53; Şura 42/13.

[8] bilgi için bk. Esko Naskali, "İran", DİA, XXII, 394-395; Işın Demirkent, "Herak-leİos", DİA, XVII, 210-212

[9] Taberî, XXI, 17

[10] Taberî, XXI, 17,19-21; Zemahşerî, III, 197

[11] Elmalılı, VI, 3799

[12] rivayetlerin çoğunda bahse giriştiği kişi Übey b. Halef olarak belirtilir

[13] bk. Taberî, XXI, 16-20; İbn Ebî Hatim, IX, 3086-3087; Zemahşerî, IH, 197

[14] kumar hakkında bk. Bakara 2/219; Mâide 5/90-91

[15] Taberî, XXI, 16

[16] Taberî, XXI, 16,17,21; Zemahşerî, III, 197

[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/270-274.

[18] bk. Zemahşerî, III, 198; İbnÂşûr, XXI, 49-50

[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/274-275.

[20] bk. Zemahşerî, III, 198; İbn Atıyye, IV, 329; Şevkânî, IV,247

[21] Taberî, XXI, 24;Zemahşerî,m,198-199

[22] bk. Râzî, XXV, 98

[23] Taberî, XXI, 24

[24] Zemahşerî, III, 198

[25] Râzî, XXV, 98-99

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/275.

[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/275-276.

[27] İbn Atıyye, IV, 331 

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/276.

[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/276.

[29] Taberî, XXI, 25

[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/276-277.

[31] Taberî, XXI, 26

[32] Zemahşerî, III, 199

[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/277.

[34] Taberî, XXI, 26; Zemahşerî, IH, 199

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/278.

[35] İbn Atıyye, IV, 331

[36] Şevkânî, IV, 250-251

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/278.

[37] Râzî, XXV, 104

[38] Zemahşerî, III, 200

[39] Beş vakit namazın farz rekatları sayısını esas alarak günlük ibadetin yirmi dört saate dağılımını gösteren bir izah için bk. Râzî, XXV, 104-105; namaz vakitleri hakkında bk. İsrâ 17/78-79

[40] Şevkânî, IV, 255

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/278-279.

[41] bk. Âl-i İmrân 3/ 27; Yunus 10/31

[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/279.

[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/280.

[44] meselâ bk. Râzî, XXV, 111vd

[45] Bunun bazı âyetlerde insanın sudan yaratıldığını belirten ifadelerle çelişmediğine dair izahlarla birlikte bk. Râzî, XXV, 108-109

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/280-281.

[46] bilgi ve değerlendirme için bk. Nisa 4/1

[47] bk. Ateş, VII, 17

[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/281.

[49] göklerin ve yerin yaratılması hakkında bk. Bakara 2/29

[50] Zemahşerî, ITT, 201

[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/281-283.

[52] Râzî, XXV, 112

[53] Elmalılı, VI, 3814

[54] Zemahşerî, III, 201

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/283.

[55] bu konuda aynca bk. Hicr 15/49-50

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/283-284.

[56] yer - gök dengesi konusunda bk. Ra'd 13/2

[57] Şevkânî, IV, 253; sûrun üflenmesi hakkında bk. En'âm 6/73; Kehf 18/99

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/284.

[58] Şevkânî , IV, 253-254

[59] Şevkâ-nî,IV,254; Elmalık, VI, 3816

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/284-285.

[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/285-286.

[61] Râzî, XXV, 118

[62] Râzî, XXV, 118-119

[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/286-288.

[64] Zemahşerî, İD, 204

[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/288.

[66] bilgi için bk. Bakara 2/135

[67] Zemahşerî, III, 204

[68] Râzî, XXV, 119

[69] Bu konudaki yorumlar için bk. A'raf 7/172-173

[70] bk. En'âm 6/63-64; Yûnus 10/12,21-23; Lokman 31/32; Zümer 39/49

[71] Buhârî, "Cenâ-iz", 80,93; Müslim, "Kader", 22-25; hadisin değişik yorumları ve bu vesileyle ortaya çıkan bazı fıkıh ve kelâm problemleri hakkında özet bilgi için bk. D. B. Mac-donald, "Fıtra", M, IV, 627-628

[72] Müsned, IV, 24

[73] Daha fazla bilgi için bk. İbn Sînâ, en-Necât, s. 116-118; Elmalılı, VI, 3822-3824; Hayati Hökelekli, "Fıtrat", DİA, XIII, 4748

[74] Elmalılı, VI, 3824-3825

[75] Şevkânî, IV, 257

[76] Şevkânî, IV, 258

[77] meselâ bk. Beyzâvî, V, 46

[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/288-291.

[79] Şevkânî. IV. 258

[80] Zemahşerî, m, 204

[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/291-292

[82] Burada Hz. Peygamber'e yakınlarının haklarını, özellikle "humus" olarak bilinen savaş gelirlerindeki paylarını vermesinin emredildi ğini ve âyetin inmesi üzerine Resûlullah' in Hz. Fâtıma'ya Fedek arazisini verdiğini ileri süren Şia'ya mensup bazı müfessİrlerin bu yorumunun tarihî verilerle bağdaşmadığı hususunda bk. Derveze, VI, 299-300

[83] bilgi için bk. Tevbe 9/103

[84] bk. Tevbe 9/60

[85] bk. Râzî, XXV, 124-125

[86] bk. Taberî, XXI, 44-47; Şevkânî, IV, 260-261; ribânın kapsamı, İslâm'da ribâ yasağıyla ilgili süreç, zekât ve sadakanın artması fakat ribâ-mn artmaması hakkında bilgi için bk. Bakara 2/275-276; Âl-i İmrân 3/130

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/292-294.

[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/295-296

[88] Taberî, XXI, 49-50; Zemahşerî, ffl, 205-206; Râzî, XXV, 127-128

[89] Enbiyâ 21/22

[90] Râzî, XXV, 127

[91] İbn Âşûr, XXI, 110

[92] İbn Âşûr, XXI, 112

[93] İbn Âşûr, XXI, 113

[94] Tabetî, XXI, 50

[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/296-298.

[96] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/298.

[97] rüzgarların estirilmesi, gemilerin vüzmesinin sağlanması, bulutların harekete geçirilmesi, yağmurun yağdırılması, ölümünden sonra toprağa can verilmesi ile ilgili açıklamalar için bk. Bakara 2/164; İbrahim 14/32-34; Hicr 15/22-23; Nahil 16/10-11, 14-16; İsrâ 17/66; 49. âyette geçen "müblisûn" kelimesinin "bütün ümitlerini yitirmiş ve şaşkın bir halde" şeklinde tercüme edilmesinin açıklaması için bk. 12. âyetin tefsiri

[98] Ze-mahşerî,III,207

[99] Şevkânî, IV, 265

[100] 52 ve 53. âyetlerin açıklaması için bk.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/298-299.

[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/299-300.

[102] Râzî, XXV, 136

[103] İnsanın yaratılış aşamaları ve hayat evreleri hakkında bk. Hac 22/5; Mü'minûn 23/12-15

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/300.

[104] Zemahşerî, El, 208

[105] meselâ bk. Fîruzâbâdî, Tenvîru'l-mikbâs min tefsiri îbn Abbâs, V, 54

[106] Şevkânî, IV, 266

[107] Râzî, XXV, 137-138

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/300-301.

[108] Ze-mahşerî,m,209

[109] Derveze, VI, 308

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/301.