LOKMAN SÜRESİ 2

Gîrîş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 3

Lehveu hadis. 3

Göklerin Direği 4

Meal 5

Dirayet Ve Rivayet Tefsîri 5

Lokman'ın Hikmetlı Sözleri 6

Ana Ve Baba Hakkı 7

Meal 9

Dîrayet Ve Rivayet Tefsiri 9

Allah'ın Zat Ve Sıfatları Hakkında Mücadele. 10

Her Şeyin Dönüşü Allah'adır 10

Allah'ın Kelimeleri Yazmakla Bitmez. 11

Meal 11

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 12

Kıyamette Baba Evladına Hîçbir Fayda Sağlamaz. 13

Gârûrdan Maksat Nedîr?. 13

Kıyametin İlmi Ancak Allah'a Aittir 13

Beş Gayb Meselesi 14


LOKMAN SÜRESİ

 

Gîrîş

 

Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur. 34 ayettir.

Îbn-Dureys, İbn Merduveyh (Delail'inde) Beyhaki İbn Abbas. tan şöyle rivayet ederler: «Lokman Suresi Mekke'de nazil olmuştur.» Bu rivayette istisna edilmiş herhangi bir ayet yoktur ve hep­sinin Mekke'de nazil olduğu bildirilmektedir.

Muhasim'in Tarih'indeki rivayetinde üç ayet (27-28-29) istis­na edilmiştir. Bunlar Medine'de nazil olmuşlardır. Nitekim Rasûl-ü Ekrem, Medine'ye hicret ettiğinde yahudi alimleri ona «Kulağımı za geldiğine göre sen «Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir» diyormuşsun. Bizi mi yoksa kavmini mi kastediyorsun?» diye so­rarlar. Rasûl-ü Ekrem bu soru üzerine «İkisini de kastediyorum» buyurdular. Yahudiler «Biliyorsun ki bize Tevrat verildi. Ve Tev­rat'ta her şeyin açıklaması vardım dediler. Bunun üzerine Hz. Pey-ber: «Tevrat'taki ilim, Allah'ın ilmine nisbet edilirse azdır» dedi ve bu üç ayet o zaman nazil oldu.

Ed-Dâni Ata'dan ve Ebu Hayyan da Katade'den şöyle rivayet etmektedirler: «Bu sure tamamen Mekkî'dir (hicretten önce nazil olmuştur). Ancak 27 ve 28. ayetler müstesna.»

Bazı müfessirler «Bu sure tamamen Mekki'dir, ancak 4. ayet müstesnadır. Çünkü dördüncü ayette namaz ve zekâtın vücubu ba­his konusu edilmektedir. Namaz ve zekât ise Medine'de vacip ol­muşlardır» derler. Fakat bilinmektedir ki namaz Mekke'de îsra Gece'sinde farz olmuştur. Nitekim bu durum başta Buhari olmak üzere sahih hadis kitaplarında yer almaktadır. Dolayısıyla namazın Medine'de farz olduğu görüşü kabul edilemez. Meşhur olanı, zekâ­tın Medine'de farz olmasıdır. Bu surenin ayetleri Mekki ve Medeni sayımda 33'tür. Diğer sayımlara göre 34'tür. Bu surenin kelimele­ri 548, harfleri 2110'dur. İsmini 12. ayetten almaktadır. Bu sure­nin nüzul sebebi El-Bahr'da da bildirildiğine göre şöyledir: Kureyş-liler Hz. Feygamber'e Lokman kıssasını sordular. Bunun üzerine bu sure indi.

Bu sure ile Rum Suresi arasındaki münasebet hususunda bir­çok şeyler söylenilmiştir. Ancak en makul olanı şudur: Rum Su-resi'nde Rumlar'm mağlubiyet ve galibiyetleri belirtilmektedir. Bu da iki büyük kral arasında   yapılan savaş   neticesinde olmuştur. Böylece bu durum hikmetten çıkmış olur. Oysa hikmet sahibi bir kimse Allah katında bir sivrisineğin kanadına dahi değmeyen bir dünya için savaşmaz.   Lokman Suresi'nde de   başkasının   mülkü olan bir kölenin kıssasından bahsediliyor ki bu hikmet sahibi­dir, dünya hususunda zahiddir, dünyaya perva etmez, ona iltifat­ta bulunmaz. Oğluna savaşı meneden durumları, sabrı tavsiye et­mektedir. Bu iki durum arasında gizli olmayan ters bir mukabele vardır.

Bu sure şu konuları kapsamaktadır:

1- Ayetlerin muhsinler için hidayet ve rahmet olması

2- Muhsinlerin kimliği

3- Allah'ın yolundan bilgisizce saptırmak

4- İman edenlerin mükafatı

5- Allah'ın sıfatları

6- Lokman'a yapılan lütuflar

7- Lokman'ın oğluna nasihatlan

8- İnsanoğluna, annesine itaat tavsiyesi

9- Allah'ın nimetlerine dikkat çekilmesi

10- Allah konusunda ümitsizce mücadele edilmemesi

11- Nazil olan ayetlere tâbi olmaya insanların davet edilmesi

12- Allah'a teslim olmanın kazandırdıkları

13- Kâfirlerin, küfürlerinden kendilerinin sorumlu oldukları

14- Müşriklerin Allah'ı tanımaları

15- Her şey Allah'ındır

16- Allah'ın kelimeleri sonsuzdur

17- Dinde zorluk yoktur

18- Kâfirlerin sıkıntı anındaki dönüşleri ve Allah'a yalvarış-ları

19- İnsanları Allah'tan korkmaya çağırma konusu

20- Beş gayb meselesi [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Elif, Lâm, Mîm.

2- Bunlar Hakim Kitabın ayetleridir.

3- Güzel davrananlar için her biri bir hidayet ve bir rah­mettir.

4- O güzel davrananlar ki namazı kılarlar, zekâtı verirler. Ve onlar Ahiret Günü'ne kesin bir şekilde inananların ta kendi­leridir.

5 - Onlar Rablerinin katından gelen bir hidayet üzerinde-dirler. tşte onlar felaha erenlerin ta kendileridir.

6- İnsanlardan öyleleri vardır ki hiçbir ilme sahip olmak­sızın Allah yolundan saptırmak ve onu alay konusu edinmek için sözün boşunu satın alırlar. Onlar yok mu!  İşte onlar için rezil edici bir azap vardır.

7- Ayetlerimiz ona okunduğu zaman sanki ayetlerimizi işit­memiş gibi, sanki iki kulağında ağırlık varmış gibi böbürlenerek yüz çevirir.  (Ey Rasûfüm.')  İşte ona elem verici bir azabı müj­dele.

8- Şüphesiz ki iman eden ve salih amellerde bulunanlar, evet onlar için nimet cennetleri vardır.

9- (Onlar) o cennetlerde ebedi olarak kalıcıdırlar. (Bu mü­kâfat) hak olarak Allah'ın vaadidir. Yegâne galip ve hikmet sa­hibi O'dur.

10- (Allah), görebileceğiniz direk olmaksızın gökleri yarat­tı. Yeryüzüne sizi sarsar diye ağır baskılar (dağlar) çaktı. Orada her canlıdan yaydı. Biz gökten   (buluttan)   bir su indirdik. Ve orada her güzel çiftten  (bitkiler) yetiştirdik.

11- İşte bu, Allah'ın yarattığıdır. O'nun dışındakilerin ne­yi yarattığım haydi bana gösterin! Hayır, zalimler apaçık bir da­lâlette (bocalayıp durmakta) dırlar. [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1-11) «Elif, Lam, Mîm. Bunlar Hakîm Kitab'm...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Kitab'ın hakîm olmasından maksat hikmet sahibi olmasıdır. Yani hikmeti kapsar ve içerir. Bundan dolayı Kitab'a hikmet sahi­bi denilmiştir.

El-Hakîm kelimesinin, Allah'ın sıfatı olması da mümkündür. Yani bu ayetler, indireninin hakîm olduğu bir kitabın ayetleridir.

«Muhsinin»&en maksat, hasenat yapan kişilerdir. «O kimseler ki namazı lalar, zekâtı verir ve Ahiret'e kesinlikle inanırlar» cüm­lesi «Muhsinin» kelimesinin mânâsını açıklayan bir sıfat, bir bedel veya atfı beyandır.

6. ayetin metninde geçmekte olan «LehveUHadis» terimi hak­kında tefsirlerde çeşitli görüşler belirtilmiştir. [3]

 

Lehvel-hadis

 

Elmalılı Hanıdi Yazır, bu tabiri «Laf eğlencesi, eğlenceli söz, insanı oyalayan, işinden alıkoyan sözler, asılsız hikâyeler, masal­lar, romanlar, tarihî efsaneler, güldürücü lâkırdılar, gevezelikler, teganniler gibi eğleyid sesler» şeklinde tefsir etmiştir.

Kurtubi, «Bu tabir müzik, şarkı, türkü söylemek demektir» der. Nitekim İbn Mesud ve İbn Abbas'la diğer sahabî müfessirle-rinden böyle rivayet edilmiştir.

Lehvel-Hadis hem kitapla hem de sünnetle yasaklanmıştır. Bu ayet teganninin bir kısmını yasaklayan üç ayetten biridir. İkin­ci ayet Necin Suresi'nin 61. ayetidir. Zira bu ayetteki «Samidun» kelimesi, İbn Abbas'ın açıklamasına göre Himyer lûgatında teganni etmek demektir. Üçüncü ayet İsra Suresi'nin 64. ayetidir: «Onlar. dan gücünün yettiklerini vesvesenle bana karşı tahrik edip yoldan çıkar. Atlı ve yayalarını toplayarak tüm oyunlarını ortaya koy. Onlara mal ve çocuklarında ortak ol. Asılsız vaadlerde bulun. As­lında şeytan kendisine uyanlara aldatıcı vaadlerde bulunmaktan başka bir şey yapmaz.»

Buhari, «İnsanı Allah'ın taaünden meşgul eden her lehv, bâ­tıldır» diyor. Sanki Buhari bu tefsirini «Ta ki Allah'ın yolundan sa­pılsın» ayetinden almıştır.

Yine Hasan'dan şöyle rivayet ediliyor: «LehveUHadis küfür ve şirk demektir».

Bazı müfessirlere göre bu ayet Nadr bin Haris hakkında nazil olmuştur. Bu kâfir, İranlılar'dan Rüstem ve İsfendiyar'ın kitap­larını (hikâyelerini) satın alıyordu. Mekke'de oturup Kureyşliler «Muhammed şöyle dedi» dediklerinde güler, onlara Fars kralları­nın hadiselerini anlatarak: «Benim bu konuşmam Muhammed'in-kinden daha güzeldim derdi. (Bu rivayeti Ferra ve Kelbi naklet­mektedir).

Bazı müfessirlere göre bu kâfir (Nadr bin Haris) şarkıcı cari­yeler satın alırdı. İslâm'a girmek isteyen herhangi bir kimseyi gör­düğünde onu evine getirir ve cariyesine: «Bu adamı yedir, içir ve şarkı söyle» derdi. Cariyesi de istenileni yapardı. Sonra Nadr bu Mutarrif «LehveUHadis'i satın almanın manâsı onu sevmek demektir» diyor.

Ben derdim ki birinci görüş bu hususta söylenenlerin en güze­lidir. Çünkü bu hususta merfu hadis ve sahabe ile tabiinin sözleri vardır.

Bu kelime (Lehvel-Hadis) üzerinde en uzun şekilde Alusi dur­muştur. Bu kelime hakkında Alusi'nin söylediklerinin bir kısmını aşağıya özet olarak alıyoruz:

«Lehvel-Hadis'ten maksat, Hasan Basri'den rivayet edildiğine göre, «Allah'ın ibadetinden meşgul eden, Allah'ın zikrinden alıko­yan, gece sohbetleri, güldürücüler, hurafeler, teganni ve benzeri şeylerdir», Dahhak «Lehvel-Hadis'ten maksat şirktir», bazıları ise «Sihirdir» demişlerdir.

İbn Adem, İbn Cerir ve Beyhaki, Mücahid'den şöyle rivayet ederler: «Lehvel-Hadis'ten maksat şarkıcı erkek köle ve şarkıcı cariyeyi satın almak, onlara ve benzeri olan bâtıllara kulak ver­mek demektir». Beyhaki'nin Sünen'inde, İbn Mesud'dan gelen bir tefsire göre «Lehvel-Hadis, öyle bir kişidir ki şarkıcı bir cariye sa­tın alarak gece gündüz onu dinler» şeklinde bir ifade yer almakta­dır.

Meşhur bir rivayete göre bu ayet Nadr bin Hars hakkında na­zil olmuştur.

Bazı müfessirlere göre bu ayet İbn Hatel denilen kişi hakkın­da nazil olmuştur. Bu zat küfreden bir cariyeyi satın almıştır.

Ayet ister Nadr bin Hars isterse îbn Hatel hakkında nazil ol­muş olsun, ayetteki çoğul mânâsını ifade eden «Ulaike» kelimesi bu ayetin bunların hakkında nazil olmasına engel değildir.

Çoğu alime göre yüksek sesle teganni etmek bu ayette yeril-mistir. Rivayetler ve alimlerin pekçoğundan gelen sözler, teganni-nin birçok şekilde mezmum olduğunu gösterirler.

«Bu ayetteki Lehvel-Hadis Nadr bin Hars tarafından satın alınan kitaplardır» diyenlerin sözüyle bazı müfessirler eski Fars tarih kitaplarını okumanın, onları dinlemenin ve oradaki haber­lere kulak vermenin haram olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat bu, kesin bir delil değildir. Bu kitaplarda yalan ifadelerin bulun­duğu da açıktır. Binaenaleyh dinî bir hedef olmaksızın onları oku­mak, bâtıla dalmaktır. îbn Nuceym, «Küçük günahların açıklama­sı» hakkında yazdığı risalede «Kralların yemeklerini zikretmek, zenginlerin sofrasından bahsetmek» gibi hususları da saymıştır.  [4]

Altıncı ayetteki «Allah yolu»nĞan maksat Allah'ın dinidir. Ve­ya O'nun kitabını okumaktır veya hem Allah'ın dinini hem de ki­tabını okumayı kapsayan geniş bir mânâdır.

«Liyudüle» kelimesindeki «Lâm», tali! (neden) mânâsını ifa­de eder. Bazı kıraatlara göre «Yudille» yerine «Yedille» okunmuş­tur. O zaman tesbit mânâsını ifade eder. Yani delâletinin üzerinde sabit kalsın ve onu artırsın. Çünkü ondan haber veren sapıktır demektir.

Yedinci ayetteki «Vekran» kelimesi sağırlık, dinlemeye mani olan bir hastalık demektir. Esasında bu kelime ağır yük mânâsım ifade eder. Burada önce ağırlık için istiare yolu kullanılmış, sonra da ağırlıkta alem bilgalebe olmuştur.

Sekizinci ayetteki «Naim Cennetleri» ile kastedilen, bol nimet­lerdir. Cennetlerin Naim'e izafe edilmesi onların nimetleri kapsa­ması itibariyledir. Bu tabirde onların nimetlerinin olduğu delil yoluyla tesbit edilmektedir. Bu nedenle «Cennat'un-Naim» tabiri «Naim'ul-Cenne» tabirinden daha mübalâğalı bir mânâ ifade eder. Tevil hangisi olursa olsun nimet cennetleri bizim bildiğimiz cen­netlerdir, tbn Ebi Hatim, Malik bin Dinar'dan şunları rivayet et­mektedir: [5]

 

Göklerin Direği

 

«10. ayette yer alan ve «Görürsünüz» mânâsını ifade eden «Teravneha» fiilindeki zamir, «Direkler» mânâsını ifade eden «Amed» kelimesine racidir. Yani Cenab-ı Hak gökleri direksiz ya­ratmıştır. Bazılarına göre bu cümle «Amed» kelimesinin sıfatıdır. Ö vakit zamir yine amele racidir. Yani Cenab-ı Hak gözle görülür direkler olmaksızın o gökleri yaratmıştır. Fakat gözle görülmeyen direkler vardır. Onlar da kudretin direkleridir. Bu yorum Mücahid-den rivayet edilmiştir.

«Göklerin direği her asırda kâmil insanlardır ve bunun için insanların kemâli kesildiği zaman gökler tıpkı defterlerin, dosya­ların kapatılması, dürülmesi gibi âürülecektim şeklindeki tevil ise direksiz (!) bir tevildir. Ne Sünnet'te ne de Kitabullah'ta bunun delili yoktur. Tabii bu bizim bildiğimize göre böyledir. Ama her ilim sahibi üzerinde daha alim birisi vardır.

Aynı ayetteki «Revasi» kelimesi, yüksek dağlar veya sarsılmaz dağlar anlamına gelir. Bu dağların yeryüzüne atılmasının nedeni, yeryüzünün sallanmaması içindir. Eğer Cenab-ı Hak yeryüzünde sabit dağlan kılmasaydı yeryüzü sallanacaktı. Çünkü Cenab-ı Ha-kk'ın hikmeti, onları yeryüzünde öyle bir hâl üzerinde yaratmış­tır ki, dağlar olmasaydı yeryüzünü ve yeryüzünün birçok yerini kaplayan sularla ve şiddetli esen rüzgârlarla yeryüzü sallanırdı.

«Gökten indirilen su» ile kastedilen, yağmurdur. Gökten indi­rilmesi yücelik cihetiyledir. Yani o cihette olan bulutlar demek­tir.

«Zevç» kelimesinden ise çift, sınıf kastedilmektedir. Kerim ke­limesi de şerefli, çok yararlı mânâsını ifade eder.

11. ayetin başındaki «Hazâ» kelimesi, bahsi geçen gökler, yer ve sayılan o sair emirlere racidir.

Ayetin metnindeki «Erûnî» kelimesi, bana bildirin, bana haber verin mânâsını ifade eder. Yani bunu bildiğiniz takdirde Allah'tan başka ortak koşmakta olduğunuz nesnelerin ne yaptıklarını bana gösterin demektir.

«Hayır, o zalimler apaçık bir dalalet içerisindedirler» cümlesi onların susturulmasından vazgeçip bu apaçık dalâleti onların üze­rine tescil etmek için kullanılmıştır.

«Mâm» kelimesinin tek kelime olması ve istifham mânâsını taşıması mümkün olabilir. Baştaki «Ma»nın tek başına istifham harfi, «Za»mn da ism-i mevsul olup, onun haberi olması ihtimal dahilindedir. [6]

 

Meal

 

12- Andolsun biz Lokman'a hikmeti verdik: «Allah'a şük­ret» (dedik). Kim şükrederse ancak kendi için şükreder. Kim nan­körlük ederse (o bilsin ki) Allah her şeyden müstağnidir, her tür­lü övgüye lâyıktır.

13- (Hatırlat o zamanı)   ki Lokman  oğluna  vaaz  ederek «Ey oğul!  Sakin Allah'a şirk koşma. Kesinlikle şirk büyük bir zulümdüm demişti.

14- Biz insanoğluna anasım-babasını tavsiye ettik. Çünkü annesi zaaf üstüne zaafa düşerek onu (karnında) taşımıştır. Süt­ten kesilmesi de iki senede olmuştur'. İşte bunun için, «Bana ve anne-babana teşekkür et. Dönüş ancak banadır» (diye öğütte bu­lunduk) .

15- Eğer anne ve baban, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zoHarlarsa, onlara (bu hususta) itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduk­larınızı (teker teker) haber veririm.

16- (Lokman): «Ey oğulcağızım! Kesinlikle o (yaptığın) bir hardal tanesi ağırlığında olsun, ister bir kaya parçasında veya gök­lerde  Veya  yerde bulunsun, Allah onu getirir. Kesinlikle Allah (ilmi herşeyi kuşatan) lâtiftir ve hakkıyla haberdardır.»

17- «Ey oğulcağızım!  Namazı dosdoğru   kıl.   İyiliği emret. Kötülükten  vazgeçirmeye çalış. Başına gelen  musibetlere  karşı sabır ve metanet göster. Doğrusu bunlar azmedilmesi gereken iş­lerdendir.»

18- «(Gururdan ötürü)  insanlara surat  asma.  Yeryüzün­de böbürlenerek yürüme. Kuşkusuz ki Allah kendini beğenmiş, Övünen hiç kimseyi sevmez.»

19- «Yürüyüşünde normalin   dışına   çıkma.   Sesini alçalt. Şüphesiz ki seslerin en iğrenci elbette merkep sesidir.» [7]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsîri

 

(12-19) «Andolsun biz Lokman'a hikmeti...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Lokman» Arapça olmayan bir kelimedir. Lokman'ın babası Baura'dır. Vehb'in rivayetine göre Hz. Eyyub'un kızkardeşinin oğ­ludur. Mukatil'den gelen rivayete göre ise Hz. Eyyub'un teyzesinin oğludur.

Bazı rivayetlere göre İsrailoğullan arasında hakimdi. Bu ri­vayet Vakidi'den de gelmiştir. Ancak Vakidi, «Onun zamanı Hz. Muhammed ile Hz. İsa arasındadır» demiştir.

İkrime ve Şâbi «Lokman, Ur peygamberdir» demişlerse de, ekser ulemaya göre o Hz. Davud zamanında dünyada yaşamıştı ve peygamber değildi. Lokman'ın hür mü köle mi olduğunda ihti­laf edilmiştir. Ekseriyete göre Lokman bir köleydi. Hangi milletten bir köle olduğu hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre Habeş'ti. (Bu, İbn Abbas ve Mücahid'den de rivayet edilmiştir). İbn Merduveyh de Ebu Hureyre'den aynı görüşü merfu olarak ri­vayet etmektedir. Mücahid, Lokman'ı şöyle tanıtıyor: «Dudakları kalın, ayakları düzdü.»

Bazıları «Lokman, Nevbe denilen kabiledendi. Ayakları yarık-hydı, kalın dudaklara sahipti». (Bu, İbn Abbas, îbn Museyyeb ve Mücahid'den de rivayet edilmiştir).

Yine Abdullah bin Zübeyr, îbn Cerir ve İbn'ul-Munzir, tbn'ul-Museyyib'ten şunları rivayet ediyorlar:

«Lokman'ın sanatı hususunda ihtilaf edilmiştir. Malik bin Re-bi'ye göre «Lokman marangozdu». Zeccac'ın Meani'sinde Lokman yorgancıydı, onları dikerdi. İbn Ebi Şeybe, Ahmed ve İbn'ul-Muii-zir'in İbn Museyyeb'ten rivayet ettiklerine göre terziydi.»

tbn Abbas'tan gelen rivayete, göre Lokman çobandı. Efendisi için her gün bir kucak odun getirirdi.

Alusi bunları naklettikten sonra «Bu rivayetlerin hiçbirisine güvenim yoktur. Fakat daha Önce bu haberleri nakleden müfessir-îerin hatırı için ben de naklettim. Ancak ben Lokman'ın salih, ha­kim ve peygamber olmayan bir kul olduğuna meyletmekte ve bu görüşü sahih görmekteyim» demektedir.

Ayetin metnindeki «Hikmet» kelimesinden maksat, İbn Mer-duveyh ve İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre anlayış ve zekâ demektir. Feryadı, Ahmed, îbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Mücahid-den şöyle rivayet ederler: «Hikmet, akıl, fıkıh ve sözdeki isabet-tir.»

Ragıb, «Hikmet mevcudatın varlığım bilmek ve hayırları işle­mektir» diyor.

Fahreddin Razi «Hikmet ilimle amelin muvaffak olmasından ibarettir» dedikten sonra şöyle devam eder: «Eğer biz hikmet için herhangi bir tarif (tanım) bildirir ve Allah'ın hikmetini de ona da­hil edersek şöyle deriz: «Hikmet, malûmun tarzı üzerine amelin husule gelmesidir.»

Ebu Hayyan «Hikmet insanların uyarıldığı söz demektir. Bu ü insanlar bunun için nakletmektedir» diyor.

Bazıları «İlmen ve amelen herhangi bir şeyi güzel yapmak hikmettir», bazıları da «Hikmet, insani nefsin kemale erip nazari ilimler ve tam bir melekem fazıl fiiller üzerinde takati nisbetinde elde etmek ile meydana gelen kemaldir» demişlerdir.

Hakimlerden çoğu hikmeti şu şekilde tarif etmiştir: «Beşerî tokat msbetinde eşyayı olduğu gibi bilmek demektir.» [8]

 

Lokman'ın Hikmetli Sözleri

 

Ey oğul! Dünya derin bir denizdir. Orada birçok insan boğul-muştur O dünyada, o benizde senin gemin Allah'ın takvası olsun. O geminin yelkeni iman, o gemiyi sahile çekmek için kullanılan ip Allah'a tevekkül etmek olsun. Umulur ki böyle yaparsan kurtulur­sun. Fakat seni kurtulmuş olarak görmüyorum!

Ey oğul! Kimin nefsinde kendisi için bir vaiz varsa, aynı insa­na Allah'tan bir koruyucu da vardır. Kim insanların hakkını ken­disinden alırsa Allah onu bu davranışından Ötürü aziz kılar. Allah' m taatindeki zillet, günahlanndaki izzetten Allah'a daha yakındır.

Ey oğul! Babanın oğlunu dövmesi tıpkı ziraate atılan gübre gibidir.

Ey oğul! Sakın borçlanma. Çünkü borç günün zilleti, gecenin de üzüntüsüdür.

Ey oğul! Allah'tan dile ki seni masiyeti üzerinde bırakmasın. Allah'tan kork. Allah'tan öyle bir tarzda kork ki Allah seni rahme­tinden ümitsiz etmesin.

Ey oğul! Yalan söyleyen bir kimsenin yüzünün suyu dökülür. Ahlâkı kötü olan bir kimsenin üzüntüsü çok olur. Kocaman taşlan yerlerinden söküp getirmek, anlamayan bir kimseye anlatma­ya çalışmaktan daha kolaydır.

Ey oğul! Ben koca taslan, demiri yüklendim ve ağır olan her şeyi omuzuma koyup götürdüm. Fakat kötü komşudan daha ağır bir şeyi yüklenmedim, Ben acıyı tattım. Fakirlikten daha acı olan bir şey tatmadım.

Ey oğul! Elçini cahil bir kimse olarak gönderme. Eğer hakim bir kimseyi bulamazsan sen kendine elçi ol.

Ey oğul! Yalandan kaçın. Çünkü yalan kuş etleri gibi iştah çekicidir. Fakat yakın bir devrede sahibini kaynatacaktır.

Ey oğul! Cenazelere katıl, fakat düğünlerde hazır bulunma. Çünkü cenazeler Ahiret'e, düğünler de dünyaya karşı iştahını cel-beder.

Ey oğul! Tok iken ikinci bir tokluk için yeme. Çünkü o ikinci yediğin yemeği köpeğe atmak onu yemekten daha hayırlıdır. Sa­kın tatlı olma ki yıkılasın. Acı olma ki atılasin.

Ey oğul! Senin yemeğini ancak ehli takva yesin. Emrinde alim-lerle istişare et.

Ey oğul! Amel etmedikçe senin için öğrenmekte hiçbir fayda yoktur.

Ey oğul! Bildiğinle amel etmenin temsili şudur: O bir kucak odun toplamış, onu bir kucak haline getirmiş, sırtına yüklemekte iken bundan aciz kalmış ve buna rağmen başka bir yükü de geti­rerek ona katmış bir kimse gibidir.

Ey oğul! Bir kişi ile arkadaş olmak istediğinde önce onu öfkelendir. Eğer Öfkeli iken senin hakkını ketmetmezse onunla arka-daş ol. Aksi takdirde ondan sakın.

Ey oğul! Ağzından çıkan konuşma hoş, yüzün güler olsun. Böylece insanlara para-pul verenden daha sevimli olursun.

Ey oğul! Senin arkadaşına karşı durumun sana ihtiyacı olma­yan ve senin ona ihtiyacın olan bir kimseye karşı olan durumun gibi olsun.

Ey oğul! İnsanların ilgisini aramayan, insanlann yerilmesini kesbetmeyen insan gibi ol. Böyle bir insanın nefsi kendisinden bir meşakkat içerisindedir. Fakat insanlar ondan bir rahatlık içerisin­dedirler.

Ey oğul! Ağzmdan çıkandan imtina et. Çünkü sen sükut ettik­çe sağlam kalırsın. Ancak sana, yararlı olan sözün fayda verir.

«Allah müstağnidir», yani her şeyden zengindir. Hiçbir şükre muhtaç değildir. Küfre sapanların küfrü Allah'a hiçbir zarar ver-

mez.

«Hamiddir», yani hamde lâyıktır. Hiç kimse O'na hamdetme-se dahi hamd O'nun hakkıdır. Veya bütün mahlûkat hal dilleriyle, onun fiilinden dolayı O'na hamdetmektedir. Öyleyse onikinci aye tin son kelimesi olan Hamid, faüdir, fakat mef'ul mânâsını ifade eder, yani mahmud demektir.                                                           [I

Bu ayetin hulâsası şudur: Küfre sapan bir kimsenin küfür za-ran ona aittir. Çünkü Cenab-ı Hak küfürden münezzehtir. Küfür­den ötürü O'na herhangi bir zarar dokunmaz. Müstehak olmak ha­sebiyle hamdi edinmektedir. Veya hal dilleri onu hamd etmekte­dir.

Lokman'ın oğlunun ismi, Taberi'nin rivayetine göre, Taran­dır. Kuteybe'ye göre ise Maşan'dır. Bazılan En'am, bazılan Eşken, bazıları Muşten'dir demişlerdir.

«Ey oğulcağız» daki tasgir şefkat ve muhabbet tasgiridir.

«Allah'a şirk koşma» sözünden bazı müfessirler oğlunun kâfir olduğunu çıkarmışlardır. Ve bundan dolayı Lokman ona «Şirk koşma» diye vaaz etmektedir. Hz. Lokman, oğlu müslüman olun­caya kadar ona nasihatta bulundu. Hanımı hakkında da böyle de­nilmektedir.

Bazıları «Oğlu müslümandı. Sakın Allah'a şirk koşma ifade­sinin mânâsı böyle bir durumun istikbalde kendisinden sadır ol­maması içindi» demişlerdir.

«Kesinlikle şirk büyük bir zulümdür» cümlesi zahire göre Lok­man'ın sözüdür. Müslim'in Sahih'indeki kelâmı da bu sözün Lok-man'a ait olduğunu ifade  etmektedir.

«Biz insana annesini ve babasını tavsiye ettik» cümlesi, mus-te'nife bir kelâmdır. Hz. Lokman'ın vaaz ve nasihati arasında zik-redümiştir. Onun «Şirk büyük bir zulümdür» sözünü tekid için Ce-nab-ı Hak bu kelâmı buraya sokmuştur.

Sanki Allah tarafından şöyle denilmektedir: «Biz Lokman'a şükret dedik. Anne ve babaya itaati insana tavsiye ettik.»

El-Bahr'da «Lokman oğluna şirkin zulüm olduğunu söyledik­ten ve «Sakın şirke kayma» şeklinde tenbihte bulunduktan sonra bu, oğlunu Allah'ın taatine teşvik etmektir» denilmiştir.

«Annesi onu zaaf üzerine zaaf halinde yüklendi» yani önce onu gebe olarak taşıdı, sonra onu doğurdu. Sonra nifas halini çekti ki bunların hepsi peşpese gelen zafiyetlerdir.

îbn Cerir'in Mücahid'den rivayet ettiğine göre «Vehnen» keli­mesi çocuk demektir. «Alâ vehn» ifadesinden maksat anne ve za­fiyetidir.

«Fisal» kelimesinden maksat, çocuğun sütten kesilmesi, süt emmeyi terketmesi demektir. Yani iki sene bittikten sonra onun süt emme zamanı bitmiş olur. Ayetin zahirinden, süt müddetinin iki sene olduğu anlaşılmaktadır.

İmam Şafü, İmam Ahmed, Ebu Yusuf ve Muhammed bu gö­rüştedirler. Tehavi de bu görüşü tercih etmiştir. İmam Malik'ten de bu görüş rivayet edilmiştir. Ebu Hanife «Süt müddeti 30 aydır. Yani bu otuz ay zarfında biri süt içerse, süt üe meydana gelen mahremiyet bahis konusu olur. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir ayet­te «Onu yüklenmesi ve sütten kesilmesi otuz aydır» buyurum di­yor. Ebu Hanife'nin bu ayetle istidlali şöyledir: Cenab-ı Hak iki şey zikretmiştir:

1- Hami,

2- Sütten kesilmek. Bu iki şey için bir müddet açıklamıştır ki otuz aydır. Öyleyse hamlin müddeti 30 ay­dır, sütten kesilmenin müddeti de yine en fazla 30 aydır. Ancak hami müddetinde eksiklik vardır. Nitekim Hz. Aişe'den şöyle rivayet ediliyor: «Çocuk annesinin karnında iki seneden faz­la kalmaz.» Hz. Aişe bu sözü kendiliğinden söylememiştir. Elbet­te ki Peygamber'den işitmesi gerekmektedir.

«Dönüş banadır», yani başkasına dönmeyeceksiniz. Ben sizi sizden sadır olana göre cezaya tabi tutacağım. [9]

 

Ana Ve Baba Hakkı

 

15. ayetteki birinci cümle: «Eğer anne ve baban hakktm mayan bir küfürle beni inkâr etmeni veya sıhhati, hakikati hakkın­da bilgin olmayan bir küfürle beni inkâra meylederlerse, sakın onlara bu hususta itaat etme» şeklinde anlaşılmalıdır.

Dünyada bilinen bir sohbetle onlarla sohbet et. Yani şeriatın razı olduğu bir arkadaşlıkla onlara arkadaş ol. Onlara kerem ve mürüvvetin iktiza ettiği şekilde davran. Onlara yedir, giydir. Ezi­yet etme. Onları Öfke ile sıkıştırma. Onları daima ziyaret et. Hal­lerini, hastalıklarını sor. Öldüklerinde götür, göm!

Ayet metnindeki «Fi'd-dünya» tabiri sohbet emrini kolaylaştır­mak içindir. Bu işaret eder ki bu sohbet emri az günlerdedir. Bu günler neredeyse bitecektir. Bu az günlerdeki sohbetin meşakka­tini yüklenmek, göğüslenmek pek fazla zarar vermez.

Bazı müfessirler «Bu tabir işaret eder ki anne ve babaya gös­terilen şefkat dünya işlerindendir, din işlerinden değil» demişler­dir.

«Bana yönelenlerin yoluna tâbi ol», yani tevhidîe, ihlasla, taat-le bana yönelenin yoluna tâbi ol. İhlas sahiplerinin yoluna tâbi ol, kâfir olan anne ve babanın yoluna tâbi olma.

Ayet metnindeki Merci' kelimesi mimli mastardır ve dönüş mânâsına gelmektedir. Sizin de, anne ve babanızın da dönüşü ba­nadır. «Bana dönüş yaptığınızda işlediğinizi size haber vereceğim», yani her grubu ameline göre mükafatlandıracak veya cezalandıra­cağım.

Bu ayet Sa'd bin Ebi Vakkas hakkında nazil olmuştur. Ebu Ya'Ia, Tabarani, îbn Merduveyh ve İbn Asakir, Osman en Nehdi'den şöyle rivayet ederler: «Sa'd bin Ebi Vakkas, «Bu ayet benim hakkımda nazil olmuştur. Ben annem hakkında çok itaatkâr bir ki­şiydim. Müslüman olduğumda annem : «Ey Sa'd! Senden gördü­ğüm bu iş nedir? Niçin müslüman oldun? Ya bu dinini terkedersin veya ben ölünceye kadar yemem, içmem. Böylece senin için bir leke olurum ve sana «Ey anne katili» derler» dedi. Ben: «Ey anne! Bunu yapma. Kesinlikle ben dinimi bırakmam» dedim. Annem bir gün bir gece yemedi, sabahladığında çok yorgundu. Yine bir gün bir gece yemedi. Sabahladığında durumu daha da şiddetlenmişti. Bu­nun üzerine: «Ey anne! Biliyorsun, Allah'a yemin ederim, eğer se­nin yüz nefsin olsa ve bu nefisler peşpeşe çıksalar dahi dinimi hiç­bir şey için terketmeyeceğim. İster ye, ister yeme» dedim. Annem bu sözleri benden duyunca uyumaya başladı ve bu ayet nazil ol­du.»

Bazı müfessirler «Bana yönelenin yoluna tâbi öl» sözüyle Hz. Ebubekir'in kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü Hz. Sa'd'ın müslüman olması Hz. Ebubekir'in müslüman olmasından ötürüdür. Va­hidi, Ata'dan, o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:

((Dönüş yapandan maksat Hz. Ebubekir'dir. Çünkü Hz. Ebube-kir müslüman olduğunda Abdurrahman bin Avf, Said bin Zeyd, Osman, Talha ve Zübeyr onu gördüler ve; «Sen iman edip, Muham-med'i tasdik mi ettin?» dediler, Hz. Ebubekir «Evet» deyince onlar da Rasûlullah'a gelerek iman ettiler ve onu doğruladılar. Bunun üze­rine Cenab-ı Hak, Sa'd için «Bana yönelenin yoluna tâbi ol» buyur­du. Yani Ebubekir'in yoluna.»

îbn Cüreyc, İbn'ul-Munzir'in rivayet ettiği gibi şöyle diyor: «Dönüş yapandan maksat Hz. Muhammed'dir.» Birçok müfessir de Hz. Muhammed olduğunu söylemiştir. Fakat zahire göre «Dönüş yapan» tabiri genel bir anlam ifade eder.

16. ayetin metninde yer alan «İnneha» kelimesindeki zamir, iyilik ve kötülükten gelen haslete veya Lokman'ın oğlunun sormuş olduğu nesneye racidir. Zira rivayete göre Lokman'ın oğlu babasına: «Acaba benim elimdeki bir dane denizin derinliklerine düşse Allah onu da bilir mi?» dedi. O da «Ey oğulcağız! Kesinlikle Allah o daneyi de bilir» dedi.

Ayetin metnindeki «Mıskal» kelimesi küçüklükten kinayedir. Hardal danesinin bir miskali (yani en küçük bir dane) dahi bir ta­şın içinde, göklerde veya yerde olsa, o en küçük bir nesne olmasına, en gizli bir yerde bulunmasına, en kapalı bir yerde saklanmasına rağmen Cenab-ı Hak bunu bilir. Buradaki taştan maksat herhangi bir taştır. Yani burada muayyen bir taş kastedilmemiştL. Nekra getirilmesi de buna delâlet eder. Fakat bazı zayıf rivayetlerde İbn Abbas ve Süddi'den «Bu taş yeryüzünün üzerinde bulunduğu taş-tır» şeklinde rivayetler gelmiştir.

Bazı müfessirler taşı bu taşla tefsir etmiş, bazıları da rüzgâr­da bulunan bir taş olduğunu söylemişlerdir. Fakat İbn Atiyye «Bü­tün bunlar zayıftır ve senetleri sabit olmamıştın» diyor. Bu ayetin mânâsı, anlayıştaki mübalağayı ifade etmektedir. Yani Allah'ın kudreti taşların kıvrımlarında, göklerin ve yerin en derin nokta­larında bulunan nesneyi dahi bilmektedir.

Alusi «Benim nezdimde en kuvvetli yorum, bu ve benzeri ri­vayetlerin uydurma olduğudur» demektedir.

Lokman önce mükellefin boynuna farz olan tevhidi oğluna emrettikten sonra onun dikkatini Allah'ın ilminin kemaline, kud­retinin sonsuzluğuna çekti ve ondan sonra da namazı emretti. Çünkü namaz ibadetlerin en mükemmelidir. Yani oğlu itikad yö­nünden kemale erdiği gibi, amel yönünden de kemâle ersin diye böyle yaptı.

Bu ayete göre Lokman oğluna, «Namaz vakti gelince sakın herhangi bir şey için onu geciktirme.  Onu kıl ve ondan müsteri ol ki o bir borçtur. Başında mızrak olsa da cemaatle namaz kıl. Marufu (Allah'ın tevhidini) insanlara emret. Münkeri (şirki) ya­sakla, bu hususta nefsine isabet edecek şiddet ve meşakkatlere karşı sabırlı ol. Zira namaz hususunda Cenab-ı Hak «Kesinlikle namaz, Allah'tan korkanlar müstesna, insanlara çok ağırdır» bu­yuruyor. Emri bilmaruf ve nehyi anilmunker yapanlar da dünya­da birtakım sıkıntılarla karşı karşıya gelmişlerdir. Bu hususta ba­şına gelenlere sabır göstermen Allah'ın kesinlikle vacip kıldığı iş­lerdendir» diye tavsiyelerde bulunmaktadır.

Ayetin sonunda gelen «Azm'il-Umur» ile kastedilen, Cenaba Hakk'ın kesinlikle vacip kıldığı şeylerdir. Nitekim bu görüşü İbn Cüreyc rivayet etmektedir. O halde burada «Azim» kelimesi Al­lah'a nisbet edilen nesnelerdendir. Maksat azmedilmiş demektir. Yani Allah tarafından azmedilmiş, yapılması kesinleştirilmiş emir­lerdendir.

Bazı müfessirler «Azm'il-Umur'dan maksat, mekârimi ahlâk­tır» demişlerdir. Ebu Hayyan «Bu tabirden maksat, vacip olan emirlerin lâzımlarıdır» diyor.

Bu cümle daha önce bahsi geçen emirlerin yerine getirilmesi­nin vacip olmasına neden teşkil etmektedir.

«Halktan yüzünü çevirme», mağrur insanların halktan yüz çevirdikleri gibi yapma.

İbn Huveyzi bunun «İhtiyaç olmaksızın nefsini zelil edip boy­nunu bükmen mânâsında olduğunu söylemiştir. Birinci tefsir ter­cih edilmiştir. Çünkü o, daha sonraki ibarelere daha uygundur.

Ayet metnindeki «Merah» kelimesi şiddetli sevinmek, aşırılık­lar göstermektir. «Muhtaî» kelimesi yürürken, gururla, sallana salîana gitmek mânasını ifade eden Huyela'dan gelmektedir. Eagib el-îsfehaiü «Muhtal kelimesi kişinin kendisinde tir fazilet ta­hayyül ederek kibre kapılması demektir» der.

Ayet metnindeki «Fehur» kelimesine gelince o da insanın hari­cinde olan mal, mertebe gibi nesnelerle insanın gurura kapılıp if­tihar etmesi demektir.

Mücahid bu kelimeyi «Verdiklerini sayıp durmakla Allah'a şükretmeyen bir kimse» ile tefsir etmiştir.

«Fehur» kelimesi mübalâğa ifade ettiğine göre, burada kibrin azının affedilmesine işaret edilmektedir. Zira harp meydanında kâfirlere karşı mütekebbir bir şekilde yürümek hoş görülmüş­tür.

19. ayetin başında gelen «Ve'ksıd» fiili, yavaş yürümekle sL-ratli yürümek arasında mutedil (orta) yürüyüş mânâsını ifade eden «Kasd» mastarından gelir. Mutedil yürümenin istenildiği, bir­çok rivayetlerde varid olmuştur. Ancak o rivayetlerle ilgili dedi­kodular onları hüccet, delil olmaktan çıkarmıştır. Nitekim Cami'us Sağir'in şerhi el-Münavi'ye müracaat eden bir kimse bu durumu müşahade edebilir. Orada «Süratli yürümek müminin cemalini, heybetini götürür» denilmektedir. Yani onu insanların gözünde ha­kir düşürür. Bunun nedeni şu olsa gerektir: Süratli yürüyüş aklın hiffetine delâlet eder. İbn Mesud, «Sahabeler yahudilerin süratli yürüyüşünden de, hıristiyantarın karınca gibi yürüyüşlerinden de nehy'edilmişlerdir. Bu iki yürüyüş arasına mutedil bir şekilde yü­rümeleri istenmiştir» demektedir.

Bazı rivayetlerde ifade «7e eksıd» şeklinde okunmuştur. Yani hemze kat' harfidir, if'al babındandır. Bu rivayet İbn Haleviye ta­rafından Hicazlılar'a nisbet edilmiştir. O zaman ayetin mânâsı «Yürürken ayaklarını güzelce yerleştir, düşmeyeceğin şekilde (güzel bir şekilde) yürü» demektir. Yani yürüyüşün ifrat ile tefrit arasında olsun.

«Sesini alçalt», yani konuştuğun zaman bağırma. Zira Araplar bağırmayı bir medar-ı iftihar vesilesi kılıyordu. Cahiliye dönemin­de sesi gür olan bir kimse bununla övünüyordu. Sesin kısılmasın-daki hikmet şudur: Konuşan insan için daha bol olur. Dinleyen in­sanın hoşuna gider, anlayışı daha kolaylaşır.

«Şüphesiz ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir» cümle­sindeki «Enkera» kelimesi en zor, en vahşet verici mânâsına da alınabilir. Seslerden maksat hayvanların sesidir. Yani hayvan ses­leri arasında en çirkini, en vahşet vericisi, en zoru merkeplerin se­sidir.

«Hamim kelimesi merkep mânâsına gelen himar kelimesinin çoğuludur. Ve bu cümle sesin alçaltılmasının nedenidir. Yani ses­lerini fuzuli yere yükseltenlerin sesleri merkeplerin seslerine ben­zetilmiştir.

Bu ayetin zahirine bakılırsa bu cümle de Lokman'ın oğluna yapmış olduğu vasiyetin bir parçasıdır. Ve bununla oğlunu, sesini yükseltmekten uzaklaştırmak istemiştir.

Bazı müfessirlere göre Lokman'ın tavsiyesi «Sesini kısalt» cümlesiyle bitmiştir. Bu son cümle Cenab-ı Hakk'ın kelâmıdır ve bununla seslerinin gürlüğüyle iftihar eden müşriklerin reddi kas­tedilmektedir. Zira sesi yükseltmek, dinleyenlere eziyyet verir. Ku­lak zarlarına tesir eder. Hatta çoğu kez kulak zarlarının patlama­sına sebep olur.

işte teşbihin nedeni budur. Yoksa «Merkebin sesinde Allah'ın zikri yoktur» şeklindeki neden, bir vehimden ibarettir. Bu veh­min sebebi de İbn Ebi Hatim'in SÜfyan-ı Sevri'den rivayet ettiği şu haberdir: «Her şeyin bağırması teşbihtir.   Ancak merkebinki müstesnadır.»

Evet, bu bir vehimdir. Çünkü teşbihin nedeni zahir bir sıfat olmalıdır. Merkebin sesinin Allah'ın zikrinden hâli olması ise caiz değildir. Bununla beraber bu haberin sahih olduğunu kabul etmi­yoruz.

«Sesin kısaltılmasından maksat, konuşma anında (müzakere­lerde) hafif konuşmaktır.

Bazıları «Her an sesin kısaltılması bahis konusudur» demiş­lerdir. Hatta aksınrken bile sesi alçaltmak, mümkün olduğu ka­dar hafifletmek lâzımdır.

Sesin alçaltılması eğer ilâhi emrin onun tam aksine insanı davet etmediği bir yerde olursa övülür. Fakat ilâhi emir sesin yük-seltilmesini gerektirirse, o zaman sesin yükseltilmesi övülmekte-dir. Çünkü insanoğlu çoğu kez yürümekle yetişemediği bir şeye sesle yetişir. [10]

 

Meal

 

20- Görmüyor musunuz ki Allah göklerde ve yerde olan­ların tamamım size müsahhar kılmıştır. Nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan etmiştir. Hal böyle iken insanlardan bir kısmı vardır ki hiçbir bilgisi olmadan, hiçbir ışık bulunmadan ve bir aydınlatıcı kitap olmadan Allah hakkında cedelleşir durur.

21- Onlara  «Allah'ın indirdiğine uyun»  denildiğinde  «Ha­yır, biz atalarımızın bulunduğu yola uyarız» derler. Acaba şeytan atalarını çılgınca yanmakta olan ateşin azabına çağırsa da mı (onlara uyacaklardır)?

22- Kim ihsan edici olduğu halde yüzünü  (özünü) Allah'a teslim ederse kesinlikle o en sağlam ve kopmaz kulpa yapışmış­tır. Bütün işlerin neticesi ancak Allah'a aittir.

23- Kim küfrederse (Ey Rasûlüm), sakın onun küfrü seni üzmesin. Onların dönüşleri bizedir. Biz onların yaptıklarını ken­dilerine  anlatacağız. Şüphesiz  ki Allah  göğüslerde bulunanları bilendir.

24- Onlara biraz  geçim sağlar, sonra kendilerini ağır bir azaba sürükleriz.

25- Andolsun eğer onlara «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan mutlaka «Allah» diyeceklerdir. (Ey Rasûlüm) De ki: «O halde Övgü de yalnız Allah'a mahsustur». Fakat onlann çoğu (bunu) bilmezler.

26- Göklerde ve yerde olanların tamamı ancak Allah'ındır. Şüphesiz ki Allah, müstağnidir ve her hainde lâyıktır.

27- Eğer yeryüzündeki ağaçların tamamı kalem olsa, deniz de arkasında yedi deniz daha kendisine yardım ederek (mürek-keb) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüp­hesiz ki Allah yegâne galiptir ve hikmet sahibidir.

28- Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de bir tek nefsin  (yaratılması ve diriltilmesi) gibidir. Gerçekten Allah her şeyi işiten ve görendir. [11]

 

Dîrayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(20-28)   «Görmüyor musunuz ki Allah göklerde...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu sahifedeki dokuz ayet Lokman'ın kıssasından önce müş­riklere yapılan hitabın cinsindendir. Allah onları, tevhidin delille­rini müşahade etmelerine rağmen, putlara tapmakta ısrar etme­lerinden dolayı kınıyor.

20. ayetin metnindeki «Sehhara» fiili bir şeyi zorla, cebren kendisine özel olan hedefe doğru sevketmektedir. Ebussuud Efen­di tefsirinde «Bu Teshir'den maksat kendisi için teshir edilene fayda vermesidir, ona itaat etsin, onda tasarruf etsin. Yeryüzün­deki insanlar için teshir edilen eşya gibi. İnsanlar onlar üzerinde tasarruf eder. Ancak onu kullanmakta insanın kendisine teshir edilen herhangi bir müdahalesi yoktur. Fakat onun maksadının oluşmasına sebebtir. Meselâ gökteki şeyler gibi» demiştir.

Veya ayetin mânâsı onu emre itaat edici kılmıştır demektir. «Lekum» kelimesindeki «lâm», ecliyet mânâsını ifade eder. Çünkü göklerde ve yerde bulunan bütün kâinat Allah'a teshir edilmiştir, însanın dilediği şekilde kullandığı şeyler her ne kadar insana mü­sahhar kılınmışsa da gerçekte Allah'a müsahhar kılınmıştır.

Ayetin metnindeki «Niame» kelimesi nimetin çoğuludur. Ni­met, lezzet veren hâl .demektir. Zahiri nimet gözle görülen, bâtınî nimet aklen idrak edilen nimetlerdir. Mücahid, «Zahiri nimetten maksat, İslâm'ın zuhuru, düşmanlara galip gelmesi; bâtını nimet­ten maksat da meleklerin yardıma gelmesidir» demiştir.

Dahhak «Zahiri nimet güzel suret, kametin uzunluğu, azaların eşit kılınmasıdır, Bâtınî nimet de Allah'ın marifetidir» diyor.

Bazıları «Zahiri nimetten maksat, göz, kulak, dil ve diğer aza­lardır, batini nimetten maksat da kalp, akıl ve anlayıştır» demiş­lerdir. Bazıları da şöyle demişlerdir: «Zahiri nimetler dünya ni­metleri, bâtını nimet de Ahiret nimetleridir.» [12]

 

Allah'ın Zat Ve Sıfatları Hakkında Mücadele

 

«Allah hakkında ilimsiz, hidayetsiz ve nurlu kitapsız mücadele edenler vardır.» Onlara «Allah'ın indirdiğine tâbi olun» denildi­ğinde onlar, «Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza tâbi oluruz derler» ifadeleri dinin esas meselelerinde taklidin yasak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Allah hakkında, yani Allah'ın tevhid ve sıfatlan hakkında. Meselâ müşriklerden bazıları Allah'ın bir­liğini, kudretinin genel olduğunu inkâr ederlerdi. «İlimsiz» tabi­rinden «Aklî delilden istifade eden ilimden mahrum» mânâsı kas­tedilmiştir. Hidayetsiz, yani daha önce bir peygamberin getirdiği­ne dayanmak da yoktur. «Nurlu Kitap»tan maksat, Cenab-ı Hakk'ın indirdiği kitaptır. Hedefi açıkça gösteren, cehalet karanlığından kurtaran kitap.

Böyle bir şeye dayanmıyorlar, ancak sadece taklide dayana­rak mücadele ediyorlar.

Onlar «Atalarımız Allah'tan başka neye tapmış iseler biz ona taparız» dediler. Dinin esas meselelerinde taklidin caiz olup olmadığı hususu ihtilaflı bir meseledir esasında. Ekser ulemanın görü­şü (bu görüş Razi ve Airiidi tarafından da tercih edilmiştir) dinin esaslarında taklidin caiz olmadığı şeklindedir. Onlar «Araştırmak, aklı kullanmak vaciptir» demişlerdir.

Ubeydullah bin Hasan el-Anberi ve bir cemaatin görüşüne gö­re dinin esaslarında taklit caizdir. Hatta onlardan bazıları «Mü­kellef bir insanın boynuna vacip olan, dinin esaslarında taklit et­mektir. Bu hususta aklı kullanmak, içtihat etmek haramdır» de­mişlerdir. Bu iki görüşe göre de kesinlikle hak üzerinde olduğunu bilen bir mukallidin akidesinin sahih olması durumu ortaya çıkı­yor. Her ne kadar bu mukallid, birinci görüşe göre, aklı kullan­mayı terkettiğinden dolayı günahkâr olmuşsa da akidesi yine de sahihtir. îmam Eş'ari'den gelen rivayete göre böyle bir kimsenin imanı sahih değildir. Ebu Kasım el Kuşeyrî'nin söylediğine göre Eş'ari'nin bu görüşü yalanlanmıştır. Çünkü bu görüşe göre bütün avamın tekfiri gerekir ki müslümanlann yüzde doksanı avam ta-bakasındandır. Tahkik ve tetkik şudur ki eğer cahil bir insan hüc-cetsiz ve şüphe ihtimaliyle beraber başkasının sözüne yapışmış ise ve söylediğinin kesin olmadığı şeklinde bir vehim içindeyse onun imanı kâfi gelmez. Çünkü imanda en ufak bir tereddüd onu yok eder ve kesinlikle buna inanmış ise Eş'ari'ye göre de başkasına göre de imanı kâfi gelir. Fakat Ebu Haşim bu meselede muha­lefet etmiş, «İmanın sıhhati için aklı kullanmak gerekir» demiş­tir.

Ayetin zahirinde ilimsiz, hidayetsiz ve sıfatsız mücahede eden­lerin zemininden, aklı kullanmakta hak olan nakli delilin kâfi ol­duğu anlaşılmaktadır. Tıpkı aklî delilin kâfi olması gibi.

«Kim yüzünü Allah'a teslim ederse» cümlesinden maksat bü­tün emirlerini Allah'a tevfiz etmek, kalbi ile Allah'a yönelmek de­mektir. Öyleyse İslâm tamamıyla teslim olmaktır. Bu kelâm bütün emirleri Allah'a teslim etmek ve tam manâsıyla O'na yönel­mekten kinayedir. [13]

 

Her Şeyin Dönüşü Allah'adır

 

«Emirlerin sonu Allah'a döner» cümlesinden maksat, her şe­yin neticesinin Cenab-ı Hak olduğudur. Allah'tan başka hiç kim­se eşyada tasarruf edemez. Emretmek, yasaklamak, sevap ver­mek, ceza tatbik etmek gibi. Böylece Allah kendisine tevekkül ede­ni en güzel bir şekilde sevabtâr eder.

«Şüphesiz ki Allah müstağnidir ve övülenin tâ kendisidir» cümlesi mukadder bir suale cevaptır. Bazı hasta zihinlere «Acaba yerler ve gökler Allah'ın'dır demekten maksat, Allah onlara muh­taç mı demektir?» şeklinde bir vehim gelebilir. Cenab-ı Hak ona cevap olarak «Allah müstağnidir. Övülenin ta kendisidir» demek­tedir. Yani övülmeye müstehaktır. Velev ki hiçbir şey onu övme-se de. Veya bilfiil övülmektedir. Yani her mahlûk, her yaratık hâl diliyle onu övmektedir. [14]

 

Allah'ın Kelimeleri Yazmakla Bitmez

 

«Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa...» ayetindeki «Şecere» kelimesinden maksat, bütün ağaçlar demektir. Zira nekra gelen kelime bazen olumlu cümlede dahi makam iktiza ederse genellik ifade eder. Nitekim Şamhlar'dan bazıları İbn Abbas'a şunu sor­dular: «İhramda iken bir çekirge öldüren bir insan fidye olarak bir hurma verse kâfi gelir mi?» O da: «Bir hurma bir çekirgeden daha hayırlıdır» dedi. Yani genel olarak bir hurma bir çekirgeden daha hayırlıdır.

Sanki Cenab-ı Hak «Yeryüzündeki her ağaç kalem olsa» diyor. Yani her ağaç dallan, kökleri ve parçaları itibarıyla kalem olsa!

El-Bahr'da «Bu ayette müfred cemin, nekra da marifenin ye-rine düşmüştür» deniliyor. Tıpkı Bakara Suresi'nin-106. ayetinde «ayet» kelimesinin «Ayat» yerine getirilmiş olması gibi. Burada da «Şecere» yerine şecere veya eşcar kelimesi takdim ediliyor. Bahrdan (denizden) okyanus kastedilmektedir. Çünkü denizin en kâmil ferdi odur. Bazen okyanusun dallarına da bu isim verilir.

«Yedi deniz» den maksat çokluktur. Yedi, yetmiş, yediyüz kelimeleri çokluk mânâsında kullanılır. Buna göre ayetin mânâsı şöyle olur:

«Eğer yeryüzünde bulunan her ağaç kalem olsa, okyanusa onun gibi diğer yedi deniz de ilave edilse, o kalem ve o mürekkep­le Allah'ın kelimeleri yazılsa, Allah'ın kelimeleri bitmez. Çünkü onlar nihayetsizdir. Fakat o kalem ve mürekkep biter, çünkü ni-hayetlidirler.»

«Allah'ın kelimeleri»nden maksat ilminin, hikmetinin kelimemi leridir. Sebebi nuzül de, kelimelerden maksadın bu olduğunu ifa­de eder. Zira İbn Cerir, İkrime'den şöyle rivayet etmektedir: «Ehl-i kitap Rasûl-ü Ekrem'e ruhu sordu. Cenab-ı Hak «Senden ruhu so­racaklar. De ki; Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir» buyurdu. Onlar: «Ey Muhammed! Sen bize ilimden az bir şey verilmiştir diye iddia ediyorsun. Oysa bize Tev- rai verilmiştir. Tevrat ise hikmettir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayr verilmiştir» dediler ve o zaman bu ayet nazil oldu.»

 Bu rivayetin zahirinden, yahudilerin bunu şifahen Rasûl-ü Ek­ rem'e söyledikleri anlaşılmaktadır. Bu ayetin Medine'de nazil ol­duğunun da açık bir delilidir.

Bazıları «Yahudiler, Kureyş'in gelen heyetine «Bunu sorun» dediler. Bu görüşü öne sürenler ayetin Mekkî olduğunu söylemiş­lerdir. Cevabın hulasası şudur: «Ey yahudiler! Size verilen Tev. rat hikmet olduğu için hayn kesir olsa da, Allah'ın hikmetine nis-bet edilirse azdır.»

Ebu Müslim «Kelimelerden maksat, Allah'ın ehli taatine vaa-dettiği taat ve masiyet ehline vaadettiği cezadır» dedi.

Bazıları «Kelimelerden, insanın zihnine ilk gelen mânâ kas-tedümektedir» demiştir.

Abdurrezzak, İbn Cerir, Îbn'ul-Munzir ve başkaları Katate'den «Müşrikler 'bu bir kelâmdır, yakında bitecektir' dediklerinde bu ayet nazil olmuştur» şeklinde bir rivayette bulunurlar.

«Sizin yaratılmanız ve dirilülmeniz bir tek nefsin yaratılması ve diriltilmesi gibidir...»

Mukatil «Bu ayet Kureyş kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Bunlar «Cenab-ı Hak bizi çeşitli devrelerde yarattı. Evvelâ meni, sonra kan pıhtısı, sonra bir çiğnem et. Bizi bir saatte nasıl diril­tip de aynı şekilde gönderecektir?» dediklerinde bu ayet nazil ol­du» diyor.

Nakkaş diyor ki: «Bu ayet übey bin Halef ve El-Haccaç'm oğ­lu Nebin ile Münebbih hakkında nazil olmuştur. Onlar bu sözü söy­lediler ve ayet nazil oldu.»

Ayetin Sebeb-i Nüzulü bu ise o vakit «Allah dinler» ifadesinin mânâsı onların bu sözlerini dinler, «Görür» ifadesinin mânâsı da, onların gizlediklerini de görür demektir.

Veya ayetin mânâsı, Allah aynı durumda her dinlenen sözü

dinler, her görülen nesneyi görür demektir. Bir ses onu diğer se­si dinlemekten, bir nesne de O'nu diğer bir nesneyi görmekten meşgul etmez. [15]

 

Meal

 

29- (Ey Rasûlüm!) Görmez misin ki Allah gerçekten gece­yi gündüze ve gündüzü geceye katmaktadır. Güneş ile ayı da em­rine amade kılmıştır. Her biri belli bir süreye kadar akıp  git­mektedir. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.

30- Bu (Allah'ın yüce vasıflara sahib olması) şundandır: Al­lah hakkın ta kendisidir. Ondan sonra taptıkları ise hiç şüphe­siz ki bâtıldır. Muhakkak ki Allah, çok yüce ve çok büyüktür,

31- Acaba gemilerin denizde Allah'ın nimetiyle akıp gitme­sini görmedin mi? Bu, ayetlerinden (kudretinin delillerinden) bir kısmını size göstermek içindir. Hiç şüphe yoktur ki bunda çok sabreden ve çokça şükredenler için ibret vardır.

32- Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığında onlar dini ta­mamen Allah'a has kılarak O'na yalvarır ve yakarırlar. Allah on­ları karaya çıkararak kurtardığı zaman içlerinden bir grup orta yolu tutar. Zaten bizim ayetlerimizi gaddar ve nankörlerden baş­kası inkâr etmez.

33- Ey  insanlar!   Rabbinize  isyan  etmekten  sakının.  Hiç­bir babanın evlâdı ve hiçbir evlâdın babası için bir şey dileyeme-yeceği bir günden çekinin. Bilin ki Allah'ın sözü (vaadi) gerçek­tir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan Allah'ın affı­na güvendirerek sizi kandırmasın.

34- Şüphesiz ki  Kiyamet'in   (ne  zaman  kopacağına  dair) ilim ancak Allah katındadır. Yağmuru indirir, rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın neyi kazanacağım bilemez ve hiç kimse ne­rede öleceğini bilemez.  (Fakat O bilir). Şüphesiz ki Allah her şe­yi bilendir ve her şeyden haberdardır. [16]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(29-34) «(Ey Rasûlüm!) Görmez misin ki Allah,..» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayetlerin başındaki hitap Hz. Muhammed'e veya hitaba uy­gun olan herkesedir. İkinci yorum daha uygundur. Bu ayetlerde surenin sonuna kadar Cenab-ı Hakk'm kuvvet ve kudretinin son­suzluğu sergilenmektedir.

«Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar. Böylece gece uzar, gündüz kısalır.»

Cenab-ı Hak geceyi gündüzden önce zikretmiştir. Çünkü gece, haddi zatında karanlık olduğundan dolayı karanlık olan âleme daha uygundur.

«Güneşi ve ayı müsahhar kıldı» ayetinde de güneşi aydan Ön­ce zikretmiştir. Çünkü güneş ayın başlangıcı gibidir ve güneşi mü­sahhar kılmak, çok büyük olduğundan dolayı ayı müsahhar kıl­maktan daha acaip görünür. Aynca güneşin teshirinin eserleri ayın teshir edilmesinin eserlerinden daha büyüktür.

Güneş ve ayın her biri isimlendirilmiş ve Allah katında tak­dir edilmiş bir noktaya doğru giderler. Hasan Basri'ye göre bu noktadan maksat Kıyamet Günü'dür. Çünkü Kıyamet kopmadan önce güneş ile ayın akıp gitmeleri durmaz, hareketleri iptal edilmez. Zahire bakılırsa bu akış, yer küresinde bulunan her göz sa­hibinin gördüğü harekettir. Bazı müfessir «Bunların akmaları özel hareketlerinden kinayedir» demişlerdir. Güneşin akışına tayin edi­len zaman güneş senesi diye isimlendirilen senenin son zamanıdır. Bu zaman güneş hangi noktadan ayrılmışsa, tekrar özel hareketiy­le o noktaya gelmesiyle tamamlanır. Güneşin oğlak burcunun ba­şına girmesi, senenin başı sayılmıştır.

«Geminin denizde yürütülmesine sebep olan Allah'ın nime­timden maksat, O'nun yürümeye sebep olan rüzgâr ve rüzgârı müsahhar kılmak gibi sebepleri halketmesidir. Yani gemi Allah'ın nimetinin eşliğinde veya onunla beraber olarak akıp gider.

Bazı kıraatlarda «Nimet» kelimesi çoğul olarak «Niamat» şek­linde okunmuştur.

«Bunu ayetlerinden size göstersin diye yapıyor», yani uluhi-yetinin, vahdetinin, kudretinin bazı delillerini size göstermek için yapıyor. «Kesinlikle bu durumda çokça şükreden ve çokça sabre­denler için ayetler, yani mucizeler, deliller vardır.»

Ayetin sonundaki «SabMrun Şekûrun» kelimeleri, müminden kinayedir. Tıpkı «Diridir, tırnaklan yassıdır» lâfızlarının insan­dan kinaye oluşu gibi. Çünkü sabır ve şükür imanın iki direğidir, îman ve imana bağlı olanlar ise ya insanın mefulü olan bir şeyi terketmekle olur ki bu sabırdır veya insanı mabuduna yaklaştıra­cak bir fiil işlemekle olur ki bu da kalbi de, azalan da, dili de kap­samaktadır. Bunun için şöyle varid olmuştur: «îman iki parça­dır. Biri sabır, ikincisi şükürdür.»

32. ayetin metnindeki «Zulel» kelimesi gölge mânâsına gelen zullet kelimesinin çoğuludur. «Gölgeler»âen maksat bulut, dağ ve­ya gölgelik yapan diğer şeylerdir.

Katade burada «Gölgeler»i bulutlarla tefsir etmiştir. Bazıları ise dağlarla tefsir etmiştir.

«Onlardan bir kısmı muktesiddir», yani yolu dosdoğru yürür, o yoldan ayrılıp başka yola girmez. İktisadın esası yolun düzeltil­mesidir. Sonra yola isim olarak verilmiştir. «Dosdoğru yol»d&n maksat, mecazen tevhid demektir. Sanki Cenab-ı Hak «O kurtu­lanlardan bir kısmı tevhid üzerinde ikame eder, bir kısmı da sa­pıtır» buyurmaktadır.

Bazılarına göre «Muktesid» kelimesi orta ve itidal mânâsın-dadır. Yani sözlerinde ve fiillerinde korku ile ümit arasındadırlar. Denizde iken Allah'a vermiş oldukları sözü yerine getirirler (bu tefsir İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir).

Ayetten «Muktesid» kısmın karşıtının da var olduğu anlaşıl­maktadır. Nitekim «Bizim ayetlerimizi ancak nankör ve gaddar kimseler inkâr eder» cümlesi ona delâlet eder. Yani onlar denizin fırtınasından Allah tarafından kurtarılıp karaya çıktıktan sonra iki kısma ayrıldılar. Bir kısmı vaadinde sebat gösterdi, bir kısmı da tekrar Allah'ı inkâr etmeye kalkışarak nankörlük yaptı.

Ayet metnindeki «Hattâr» kelimesi şiddetli hile yapan mânâ­sına gelen «Hatr» kökünden gelir. Ragıb Müfredat'mda «Hatır, öy. le bir hiledir ki insan orada zayıf kalır» eliyor. Yani o hileyi yap­mak için var kuvvetiyle çalışır ve yorulur. «Bizim ayetlerimizi ancak çok gaddar olan bir kimse inkâr eder». Çünkü böyle "bir kimsenin inkârı fıtri olan ahdi nakzetmektir.

Bazı müfessirler «Çünkü o denizde iken Allah'a vermiş oldu­ğu ihlas ahdini nakzetmiştir» demiştir.

Ayetin son kelimesi olan  «Kefûr» Allah'ın nimetlerini çokça

inkâr etmektir. «Hattar» kelimesi «Sabbâr» kelimesinin, «Kefur» kelimesi de «Şekur» kelimesinin karşıtlarıdır. [17]

 

Kıyamette Baba Evladına Hîçbir Fayda Sağlamaz

 

«Babanın çocuğuna sahip çıkmadığı ve onun yerine hiçbir şey vermediği gün»den maksat, Kıyamet Günü'dür. Bazı kıraat alim­leri «La yeczi» kelimesini «Laa yucezziu» şeklinde okumuşlardır. O zaman ayetin mânâsı şöyle olur: «Hiçbir baba çocuğunu müstağ­ni kılamaz, ona hiçbir faydası dokunamaz.»

Bazı kıraatlarda da «La yueza» şeklinde meçhul okunmuştur. Yani hiçbir baba evlâdının yerine ceza görmez anlamına gelmek­tedir. Ve hiçbir çocuk da babasının yerine bir şey vermez. Veya babası yerine bir şey verebilen bir çocuk o gün veremez olur. Yani dtlnyada babası için bir şeyler veren evlât, o gün veremez olur.

Şöyle de denilebilir: Araplar kendilerinden zararları defetmek ve nafakalarını temin etmek için çocuk edinirlerdi. Bugün insan­ların çoğu da böyledir. Cenab-ı Hak Kıyamet Günü'nde çocukların babalarına böyle bir yararlan dokunmayacağını ifade etti ve bu sebeple de cümleyi tekidli getirdi. Bu cümleyi tekid eden unsur­lardan biri de «Mevlut» tabirinin kullanılmasıdır. Çünkü mev-lut, insanın öz evlâdı demektir.

Bazıları «Veled ile mevîud arasında ehli lügat nezdinde tefrik sabit olmamıştır» demişlerse de Zemahşeri ve Muterrizi gibi alim­lerin böyle demeleri delil olarak kâfidir.

Bu tabirin tekid ifade etmesinin nedeni şudur: Küçük çocuk nefsiyîe meşgul olmadığı halde babasına bir fayda veremiyorsa nefsiyle meşgul olan çocuk hiç veremez.

Bazıları «Buradaki umum müslümanların çocuklarmdan baş­ka çocuklardır» demişlerdir. Çünkü hadislerde müslüman çocuk­ların baba ve annelerine şefaat edecekleri sabit olmuştur. Fakat «Şefaat bir hüküm değildir» diye buna itiraz edilmiştir. Eğer şe­faat hükümdür diye kabul edersek bu hükmün kabul olması Al­lah'ın kabul etmesine bağlı olduğuna göre hakikaten bu Allah'tan gelen bir hükümdür.

«Allah'ın vaadi haktır», yani sevap ve ikab vaadi haktır, sa­bittir. [18]

 

Gârûrdan Maksat Nedîr?

 

Ayetin sonundaki «El->Garûr» kelimesi şeytan demektir. Bu yo­rum îbn Abbas, İkrime, Katade, Mücahid ve Dahhak'tan rivayet edilmiştir. Yani şeytan günahları size süslü göstermek suretiyle, «Haydi işle, sonra tevbe edersin» demek şekliyle, veyahut da «AL lah'tn ezeli ilminde iman üzerinde ölmeniz takdir edilmişse zaten iman üzerinde gideceksiniz, günah işleseniz dahi. Eğer küfür üze­rinde gitmeniz sebkat etmiş ise günah işlemeseniz de küfür üze­rinde gideceksiniz» şeklindeki aldatmacalar sizi aldatmasın.

Ebu Ubeyde'den gelen bir rivayete göre Allah'a isyan edecek şekilde seni aldatan her şey Garur'dur. İster şeytan olsun, isterse başka bir şey. Ragıb da bu yorumu kabul etmiştir. «Çünkü Garûr insanı aldatan her şeydir. îster mal, ister mertebe, isterse şeytan olsun». Garûr esasen başkasının gafletinden istifade etmek mânâ­sına gelen garre fiüinden gelmektedir. Burada aldatmak kastedil­mektedir. [19]

 

Kıyametin İlmi Ancak Allah'a Aittir

 

«Kuşkusuz ki saatin ilmi Allah'ın kattndadîr...» ayetinin sebe­bi nüzulünde şunlar söylenilmektedir:

«Varis bin Arar Rasûlullah'a geldi ve şöyle dedi: «Ey Muham­medi Kıyamet ne zaman kopacaktır? Memleketimiz kıtlığa hürün-müştür, ne zaman yeşillik olacaktır? Ben evden çıkarken hanımım gebe idi. Ne doğuracak? Ben bugün ne kazandığımı biliyorum, aca­ba yarın ne kazanacağım? Hangi yerde doğduğumu biliyorum, hangi yerde öleceğim?» Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. (Begavi, Vahidi, Salebi de böyle demişlerdir).

Sebebi nüzule bakılırsa bu ayet muhakkak bir sualin cevabî­dir. Daha önceki ayetlere bakılırsa mukadder bir sualin cevabıdır. Sanki biri şöyle diyor; «Bu kendisinden bahsedilen Kıyamet ne zamandır?» Cevap olarak: «Kuşkusuz ki Kıyamet'in vaktinin bil­gisi Allah'ın katındadır.»

Cenab-ı Hak ayeti «Kuşkusuz ki Kıyamet ilmi Allah'ın katın-dadır» seklinde indirmedi de «Kuşkusuz ki Allah katındadır Kı­yamet'in ilmi» dedi. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın isminin takdim edil­mesi her şeyden daha evlâdır. Üstelik O'nu takdim etmek, O'nun üzerine haberi bina etmek hasrı ifade eder. Yani sadece bu ilim Allah'ın katındadır! Hem de terkipte isnadın tekrarı da bahis ko­nusu olur, zarfın takdimi de. Bu da ihtisası ifade eder. Yani bu ilim sadece Allah'ın katındadır.

Hatta «İnde» edatından da anlaşılan budur. Çünkü bu kelime bu ilmin Allah'ın koruması altında olduğunu gösteriyor. Hiç kim­se bu bilgiye varamaz. Böylece terkib birçok yönden bu ilmin (Kı­yamet kopma zamanının ilminin) Allah'ın  özelliğinden olduğunu ifade etmiş olur.

«O yağmuru indirir», yani başlangıcında, takdim v& tehir ol­maksızın... Zahire bakılırsa bu cümle zarf cümlesinin üzerine atıf­tır ve ayetin başındaki «İnne» harfinin haberi olur. Böylece ke­lâm, tahsisi ifade etmiş olur. Maksat şudur: Yağmur indirilmesi­nin kayıtları ilme racidir. Yoksa burada sadece yağmur indirmeye kudreti vardır, manâsı kastedilmemektedir. Çünkü bunda hiç kim­senin şüphesi yoktur. Öyleyse tahsis yağmurun zamanını, mekâ­nını, miktarını bilmeye racidir. Nitekim Keşfin kelâmı da buna delâlet eder. Tayyibi, Keşşaf şerhinde şunları söylüyor: «Bu cüm­lenin gayb ilmine delâlet etmesi, kudret dahilinde, muhkemce, kuvvetlice yapılmış bir nesnenin kapsayıcı bir ilme delâlet etme­si bakımındandır.»

«O rahimlerdekini bilir» cümlesine gelince; erkek midir, dişi midir? Tamam mıdır, eksik midir? Ve diğer özelliklerini, neyi var­dır, neyi yoktur, onları bilir. Bu da zarf cümlesi üzerine atıftır. Tjpkı yağmuru indirir cümlesi gibi. Aynı tahsisler burada da ba­his konusudur.

Bu cümle «O'nun katındadır KıyameVin ilmi» cümlesine mu­halif getirilmiştir. Yani birinci cümle isim cümlesi, ikincisi ise fiil cümlesidir ki birinci cümle daha fazla ihtisasa delâlet etsin. Yani Kıyamet ilminin Allah'ın özelliği olması daha fazladır. Çünkü Kı­yamet'in durumu daha ilgi ister. Ayrıca «Çok gizlidir» mânâsını ifade etmek için böyle gelmiştir.

Bazıları da «Yağmurun indirilmesinin haşre gönderilmekte dahli vardır. Çünkü bir hadîste, «Birinci sûra üfürüldükten sonra gök, erkeklerin menisine benzer bir yağmur yağdırır» denilmiş­tir» demişlerdir.

«Hiçbir nefis yarın ne kazanacağını bilmez» cümlesi ile «Hiç­bir nefis hangi yerde öleceğini bilmez» cümlesi, «İndehu ilm'ussaa» cümlesi üzerine atıftır. Yani nefsin yarın ne kazanacağının nerede öleceğinin ilmi kesinlikle Allah katındadır.

Bu atfı takviye eden Keşf sahibi işaret eder ki bu kelâm «Al­lah'ın ilmi vardır» mânâsını ispat için değil, onlann ilminin Allah'a mahsus olduğunu ispat etmek için sevkedilmiştir. Çünkü bu hu­suslarda Allah'ın ilminin varlığını Allah'ı inkâr etmeyen hiç kim­se inkâr etmez. Böylece istiğrak yoluyla en baliğ vecih üzerine, kinaye yoluyla bunların Allah'a mahsus olduğu lâzım gelmiş olu­yor.

Cenab-ı Hak son cümlede «Ta'lemu» (biliyor) yerine «Tedrî» fiilini kullanmıştır. Çünkü tedrî kelimesinde birtakım tedbirler almak suretiyle hedefe varmak mânâsı vardır. Böyle bir mânâ an­cak mutlak ilim mânâsına alınırsa Allah'a ıtlak olunur. Yani «Beş şey vardır ki Allah'tan başka mutlak şekilde onları hiç kimse bi­lemez.» [20]

 

Beş Gayb Meselesi

 

Hadisler, ayette geçen beş hususun ancak Allah tarafından bi­linebileceğine delâlet ederler. Buhari, Müslim ve bazı muhaddis-ler Ebu Hureyre'den uzun bir hadis rivayet ederler. Hadisin bir kısmı şöyledir:

«Allah'ın Rasûlü'ne Kıyametin ne zaman kopacağı soruldu. Hz. Peygamber, soran kişiye «Kendisinden sorulan, bu meseleyi sorandan daha fazla bilmez»^ buyurmuştur. Yani ne soran bilir ne de sorulan.

«Ancak sana Kıyamet'in şartlarından haber vereyim» diyerek «Cariyenin efendisini doğurduğu, bilgisiz deve çobanlarının yük­sek mevkilere geldiği...» diye başlar ve «Onların içinde beş şey  sıyla müştak olmasından dolayı bunlar betahsis zikredilmişler­dir.

Kastalani, «Allah'ın RasûlÜ bu beş şey diyor. Halbuki gaybî meseleler nihayetsizdir. Çünkü adet ilstündekîni yoketmez. Ayru ca peygamberin veya ayetin muhatapları bu beş şeyin ilmini bil­diklerini iddia ederlerdi» diyor.

Alusî bu kelâma şunları ekler: «İkinci talilde gizli olmayan bir nazar vardır. Allah'ın saf kullarından bazılarını bu beş şeyin bi­risine muttali kılması ve onun ilminden bir nebzecik ona verme­si mümkündür. Fakat onun bütün halini kapsayıcı tafsilatını en mükemmel şekilde bilmeye elverişli olan mutlak ilim ise Allah'a mahsustur.»

Bazı havas ehlinin (veya ilim sebebiyle bazı kimselerin gaybi meselelerin bir kısmına muttali olması buna ters düşmez. Hatta bu beş şeyden bir ikisine muttali olmaları da buna ters düş­mez. Çünkü bunlar sayılı bilgilerdir. Ve kapsayıcı ilim ise Allah' tan başkasında değildir. Mutezile'nin bunu inkâr etmesi hakkı bildikten sonra inkâr etmektir. (Münavi, Cami'us-Sagir şerhi)

Bizim bu söylediklerimizden, bu beş şeyin bilgisinin Allah'a mahsus olduğunu ortaya koyan hadislerle ve tam tersine delâlet eden gaybi haberlerle ilgili olan hadislerin arası böylece bağdaş­mış olmaktadır.

Rasûl-ü Ekrem'in bazı hadislerinin gaybî emirlerden haber verdiğini gündeme getiriyorlar. Eş-Şifa ve El-Mevahib'ul-Ledunni-ye gibi peygamberin mucizeleri ve gaybi meseleleri hakkındaki ha­berleri bildiren eserlere müracaat eden bir kimse bunları kolayca görür, Basûl-ü Ekrem bunları cüzi olarak bilmiştir. Mutlak ve kapsayıcı şekilde olan bilgileri ise Allah'a mahsustur.

Kastalani «Cenab-ı Hak yağmuru emrettiğinde ve onu istediği mekanlara göndermek istediğinde yağmuru idare eden meleklere ve halkından istediği diğer kimselere bunu bildirir. Cenab-ı Hak bir şahsı ana rahminde yaratmak istediğinde rahmin vekili olan meleğe bunu bildirir. İradesini ona tebliğ eder. Nitekim Buhari'nin Enes bin Malik'ten, onun da Rasûlullah'tan rivayet ettiği şu hadis buna delâlet etmektedir; «Allah rahme bir melek vekil kıldı. O me­lek: «Ya Rabbi! Meni olarak ana rahmine çocuk düştü. Ya Rabbi! Kan pıhtısı oldu. Ya Rabbi! Et çiğnemi oldu» der. Cenab-ı Hak ya­ratılmasını irade ettiğinde, «Yarabbi! Erkek mi olsun kadın mı? Şaki mi olsun said mi?» der. İşte böylece o, annesinin karnında yasılır ve böylece o melek ve Allah'ın mahlûkatından dilediği kim­seler bunu bilmiş olur.»

Bu hadis «Rahimde olanların bilgisi Allah'a mahsustur» hük­müne ters düşmez. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın bilgisi, küllü ve cüzt olanı kapsayıcı şekildedir. Bu meleğin veyahut Allah'ın mahlûka-tindan dilediğinin bilgisi ise cüz'îdir.

Askalani, Fethu'l-Bari'de Kurtubi'den şöyle naklediyor:

«Kim Allah Rasûlü'ne isnad etmeksizin bu beş şeyin ilmin­den bir şey iddia ederse o, davasında yalancıdır». Gaybi zannet mek bazen bir müneccimden veya müneccim olmayandan da caiz olabilir, eğer normal bir durumdan istihraç ediyorsa. Fakat bunun adı ilim değildir. Binaenaleyh Kastalani'nin «Kim bunların ilmin-den bir. şey bildiğini iddia ederse Kur'an'ı inkâr etmiştir ve kâfir olur» şeklindeki sözünü «Allah'a mahsus olan ilim gibi bir ilmi iddia ederse  bu mutlak ilimdir veya kapsayıcı ilmi iddia eder­se kâfir olur» mânâsına hamletmek gerekir.

Bütün bunları zikrettikten sonra bilmiş ol ki Kıyamet meşe leşi zikri geçen meselelerin en gizli olanıdır. Allah'ın peygamberi­ne onun vakti hakkında haber verdiği ihtimali de gayet mücmeltür. Her ne kadar onun ilmi diğer beşer ilminden daha tamam, daha kâmil ise de...

«Herhangi bir kimse hangi yerde öleceğini bilmez» cümlesin­de yer tahsis edilmiştir. Çünkü ondan, zamanın anlaşılması daha kolay çıkar. Zira birincisi az da olsa insanın kudreti dahilindedir, fakat ikincisi değildir.

İmam Ahmed ve cemaa, Ebu Gurre el-Huzeli'den şöyle riva­yet ediyorlar: «Allah bir kulun bir yerde canını almak istediğinde orada onun bir ihtiyacım kılar, o oraya varmadan ruhunu almaz.

Bunu söyledikten sonra Hz. Peygamber ayeti okudu: «Hiç bir nefis nerede öleceğini bilemez.» [21]

LOKMAN SURESÎ'NİN SONU

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/56-58.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/60.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/61.

[4] Alusî, Ruh'ul-Meani, cilt: 21, sh: 67-79

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/61-65.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/65-66.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/68.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/69-71.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/71-75.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/75-82.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/84.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/85-86.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/86-88.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/88.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/88-90.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/92.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/93-96.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/96-97.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/97.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/98-100.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/100-104.