Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Muhsin Sıfatına Lâyık Olan Mü'minlerin Dört Özelliği
Sözün Alaylı Ve Güldürücü Olanına Meyletmek
Dindarlığın İki Önemli Belirtisi
Yerküre Sarsılmasın Diye Onda Sabit Dağlar Meydana Getirilmiştir
Yeryüzüne Her Türden Hayvan Serpiştirilmiştir
Yeryüzünde Lüzumlu Her Çeşit Güzel Bitkinin Yeşertilmesi
İlim Ve Hikmet, Şükretmeyi Gerektirir
Allah'ı İnkâr Etmek, O'na Ortak Koşmak Büyük Bir Zulümdür
Lukmân Hakîm'in Oğluna Vasiyetinde Mü'minlere Şu Mesajlar Verilmektedir
Göklerde Ve Yerde Olan Her Şey İnsanın Hizmetine Verilmiştir
Cenab-I Hak Açık-Gizli Nimetlerini Tamamlamıştır
İlimsiz, Kitapsız Allah Hakkinda Tartışanlar
Ataların Dinine Uymak Doğru Mudur?
İşlerin Sonu Allah'a Varıp Dayanır
İnkârda Israr Edenlerden Yana Üzülmemek
Allah'ın, Kimsenin İbâdetine İhtiyacı Yoktur
Ölen Bütün Canlıları Yeniden Yaratmak Bir Tek Canlıyı Yaratmak Gibidir
Güneş İle Ay'ı Buyruk Altına Alması
Geminin Denizde Yüzüp Yol Alması
«Allah» Duygu Ve Düşüncesi İnsanda Doğuştan Mevcuttur
Akrabalık Bağları Dünya Hayatıyla Sınırlıdır
İnsan Zekâsının Ve İlminin Kapsayıp Bilmediği Şeylerden Beşi
İbn Abbas'a (R.A.) göre : 27,
28, 29. âyetlerin; Katade'ye göre : 27, 28. âyetlerin
dışında sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. [1]
Ünlü hekîm Lukmân'dan ve onun, oğluna verdiği öğütlerden söz edildiği
için sûreye «Lukmân» adı verilmiştir.
Âyet sayısı :
34
Kelime » :
548
Harf »
: 2110 [2]
2— Allah'ın varlığını, birliğini isbat eden belgeler sıralanıyor. Aynı zamanda Allah'ın
sıfatlarından bir kaç tanesi açıklanıyor.
3— Öldükten sonra ikinci hayatın başlayacağı;
haşır ve neşrin gerçekleşeceği" haber veriliyor.
4— İnsanın kendi türünün özelliği doğrultusunda
nasıl tekâmül ettiği anlatılıyor ve bununla ilâhî kudretin yüceliğine delil
getiriliyor.
5— Suçlu günahkârların kıyamet günündeki
tavırlarına ve düşüncelerine yer verilerek uyarılar yapılıyor.
6— Mü'minlerin
dünyadaki tutum ve durumları, kıyamet gününde Ce-nâb-ı Hakk'ın onlara hazırladığı
üstün nîmetier konu ediliyor.
7— İnkarcı sapıkların alay yoluyla, kıyametin
acele kopmasını istemeleri üzerinde durularak gereken tehditler yapılıyor. [3]
1— Elif-
Lâm- Mîm
2— Bunlar o çok hikmetli Kitâb'ın
âyetleridir.
3— İyilik ve güzellikte bulunmayı (faydalı iş
yapmayı) huy edinenlere doğru yol ve rahmettir.
4 — Onlar
ki, namazı vaktinde dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve onlar, evet onlar Âhiret'e kesinlikle inanırlar.
5— İşte
bunlar, Rablarmdan (belirlenip gösterilen) doğru yol
üzeredirler ve işte bunlar kurtuluşa erenlerdir.
Bu harfler, «Hurûf-i Mukatta'a»dan olup Allah
ile Peygamberi arasında bir şifre ve sûrenin hikmet, sjr
ve mayasını taşıyan bir işaret mahiyetindedir. Asıl mana ve taşıdığı hikmeti
Allah daha iyi bilir. [4]
«Bunlar ° «* hikmetli Kitâb'ın âyetleridir. İyilik ve güzellikte bulunmayı
(faydalı iş yapmayı) huy edinenlere doğru yol ve rahmettir.»
Lukmân Sûresi'ne, Kur'ân-i
Kerîm'in âyetleriyle mü'miniere ışık tutulduğu konu
edilerek başlanmakta ve ilâhî kitap olan Kur'ân'm üç
ana vasfı belirtilerek aydınlatıcı bilgi verilmektedir. Şöyle ki:
1— Hikmetli bir kitaptır.
Kapsadığı her konuyu
en doğru ve faydalı ölçüde, insanın her iki hayatını da düzene sokacak anlamda
işlediği; kalpleri ve kafaları Yüce Yara-tan'ın varlığını ve birliğini yansıtan
belgelere çevirdiği; ruhlara muhtaç bulundukları manevî gıdayı sunduğu ve insan
haklarını en âdil ölçülere ve hükümlere bağladığı için Kur'ân'a
«el-Kitabu'l-Hakîm» denilmiştir.
2— Doğru yolun kendisidir
Kur'ân bütünüyle ilâhîdir. Taşıdığı hükümlerle, tavsiye ve
öğütlerle; vaad ve tehditlerle hayat kanunlarını ve sünnetullah'i tarif edip tanıtır. Sün-netullah'a
uymanın bütün yol ve yöntemlerini gösterir, Allah ile kulları arasındaki
engelleri kaldırır; Allah'a giden yolu tanıtır. Bu bakımdan o, bütünüyle doğru
yolun rehberi ve hayat kanunlarının değişmeyen mecmuasıdır.
3— İnsanlara katıksız bir rahmettir.
Kur'ân, insan aklına ışık tutan, ana fikir veren; ilim
adamına temel bilgileri yansıtan; sorumluluk duygusunu aşılayıp geliştiren;
ilâhî rahmet yollarını açan; insan ruhunu ve vicdanını rahmet güneşinden ışık
almaya hazırlayan müstesna bir kaynaktır. O bakımdan kendini «ihsan» düzeyine
getiren, yani sâlih amellerde bulunup Allah'ı
görürcesine ibâdet eden ve her hâl-ü kârda iyiliği prensip edinip insanlara
faydalı olma yolunu seçen mü'miniere rahmettir. [5]
<(Onlar ki( namazı vak"tinde dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve onlar,
evet onlar Âhiret'e kesinlikle inanırlar.,»
Kur'ân-ı Kerîm, yukarıda belirtilen üç ana vasfıyla, kendinde
şu dört özelliği bulunduran mü'minlerin hayatını
ilâhî rızaya uygun düzene sokar.
1— Namazı vaktinde dosdoğru kılarlar.
2— Zekâtı gerektiği şekil've
ölçüde verirler.
3— Âhiret'e kesinlikle
inanırlar.
4— Yukarıda belirtildiği gibi, iyiliği huy edinip
Allah'ı görürcesine ibâdet ederler ve insanlara faydalı olmaya çalışırlar.
: İşte Rablarmdan
taraf belirlenip gösterilen doğru yol üzerinde olanlar ve korktuklarından
kurtulup umduklarına kavuşanlar bunlardır. Nitekim beşinci âyetle, Cenâb-ı Hak o kullarını şu sözüyle müjdelemektedir: «İşte
bunlar, Rablarmdan (belirlenip gösterilen) doğru yol
üzeredirler ve işte bunlar kurtuluşa erenlerdir,» [6]
Kur'ân kültürüyle beslenen kalp ve kafaların doğruya
yönelecekleri konu edildikten sonra mü'minlerin dört
özelliği üzerinde duruldu ve açıklayıcı bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, inkârda
ısrar edip tam bir bilgisizlik içinde başkalarını da Allah yolundan saptırmak
isteyenler üzerinde duruluyor. İlâhî âyetlere karşı ne kadar kayıtsız
kaldıklarına değinilerek büyüklük taslamalarının cahilce bir hareket olduğu
belirtiliyor. Sonra da imân temeli üzerinde sâlih
âmellerde bulunanlar övülerek uhrevî mükâfatlarına dikkatler çekiliyor ve
insan aklına ışık tutup ona hareket kazandırmak için astronomi ve botanikle
ilgili temel bilgiler veriliyor. [7]
6—
İnsanlardan bir kısmı, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu (Allah
sözünü) eğlence edinmek için sözün alaylı (güldürücü) olanını edinir. İşte
onlar için aşağılayıp rüsvay edici bir azap vardır.
7— Ona (o
alaycı nanköre) âyetlerimiz okunduğu zaman sanki hiç işitmiyormuş, kulaklarında
bir ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak arkasını çevirir. İşte onu elem
verici bir
8— Onlar ki,
imân edip iyi-yararlı azap ile müjdele.amellerde bulundular, şüphesiz onlar
için nîmet cennetleri vardır.
9— Orada ebedî kalıcılardır. Allah'ın va'di haktır, (elbette gerçekleşecektir). O, çok güçlüdür
çok üstündür; yegâne hikmet sahibidir.
10— Gökleri -gördüğünüz şekilde- direksiz
yarattı. Yeryüzüne de sizi sarsar diye sabit ulu dağlar yerleştirdi ve orada
her türden hayvanlar serpiştirip yaydı. Ve biz, gökten su indirdik de
yeryüzünde her çeşit güzel bitkiden yetiştirdik.
11— İşte bu
Allah'ın yarattığıdır. Haydi O'ndan
başkalarının neler yarattığını
gösterin bana! Hayır, zâlimler açık bir sapıklık içindedirler.
Arap hikayecilerinden Nadr b. Hars b.1 Kelde sık sık seyahata çıkan ve ticarî amaçla birçok ülkeleri gezip gören
bir kimseydi. Uğradığı kabile ve kasabalarda birçok efsane dinlemiş, masallar
öğrenmişti. Mekke'ye döndüğünde Kur'ân âyetlerinden
söz edilince onları dinledikten sonra küçüm-semiş ve «Muhammed galiba size Âd ve Semûd
kavimlerinden söz ediyor, Oysa ben size Acem ülkesinde yetişen ünlülerden Rüstem ve İsfendiyar hakkında
ilginç şeyler anlatayım da dünyada neler olup bittiğini çok daha iyi anlamış
olursunuz» demiş ve bir sürü meraklı cahili başına toplayarak onlara masal
anlatmıştı.
Yukarıdaki âyetler onu
reddeder ve Kur'ân'ın yüceliğini yansıtır mahiyette inmiştir.
[8]
Diğer bir rivayete
göre : İnsanlardan bir kısmı Kur'ân'ın tesirini azaltmak,
hattâ onun birtakım uydurma masallar olduğunu telkin etmek için çeşitli çalgı
aletleri alıp halkı ciddi konulardan, hakka yönelmekten alıkoy-mayd çalışırlardı. O sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. [9]
Müfessir Kurtubî
de birinci rivayeti iniş sebebi olarak göstermiş ve bu konuda geniş bilgi
vermiştir. [10]
«İnsanlardan bir
kısmı, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu (Allah sözünü) eğlenoe edinmek için sözün alaylı (güldürücü) olanını
edinir. İşte onlar için aşağılayıp rüsvay edici bir
azap vardır.»
Ciddi terbiye, köklü
dinî eğitim görmediği için ahlâkan düşük olan ve
gününü gün etmeye çalışan maddeci ve midecilerin daha çok zevk aldıkları
şeyleri şöyle sıralamak mümkündür:
a) Emek sarfetmeden,
alın teri dökmeden tezelden çok kazanmak,
b) Gönül eğlendirmek için çalgı, caz, saz ve
içkiyi günlük arkadaş edinmek,
c) Namuslu kadınları ayartıp kötü yola sevketmek için çeşitli çarelere başvurmak,
d) Maddeyi amaç ve hedef seçip ona ulaşabilmek
için her şeyi mubah saymak..
Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle, bütün bunlara yol açacak olan
müstehcen anlamdaki çalgı, eğlence ve güldürü konuları üzerinde duruyor; şehveti
tahrîk eden, ibâdetten alıkoyan, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın hepsini aynı
çatı altında toplayıp yine şehevî ve gönül eğlendirici anlamda eğlenceler
tertip ederek Allah yolundan çeviren her fiil ve davranışı takbih ediyor. Zira
insanoğlunun şu dünyaya çok daha önemli ve yararlı şeylerle meşgul olup
olgunlaşmak ve bu düzeyde Hakk'ın rızasını kazanıp sâlih amellerde bulunmak üzere getirildiğinde hiç şüphe
yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu şöyle
açıklamaktadır: «Ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler
diye yarattım.» [11]
Ancak Allah'ı tanıyıp
O'na ibâdet etmek çok yönlüdür. Özetle diyebiliriz ki. imân doğrultusunda
atılan her hayırlı adım, işlenen her iyilik, kazanılan her kuruş ve sarfedilen her dirhem ibâdet sayıldığı gibi adaletle iş görmek,
hakları savunmak, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu ve duygusunu geliştirmek,
din kardeşliğini pekiştirici davranışlarda bulunmak da ibâdettir.
Günümüzdeki düğün,
dernek, sünnet ve benzeri âdetler, ibâdet ölçülerinin çok dışına itilmiş, daha
cok şehevî doğrultuda gönül eğlendirecek bir kalıba
sokulmuştur. O kadar ki, bazı müslümanlar düğün ve
sünnet merasimi icra ettirdikleri zaman, önce mevlid
ve Kur'ân okutmakta, sonra caz, saz ve içki gibi
eğlenceleri düzenlemektedirler.
İlgili âyetle, islâmî ölçüleri aşan; dini ve Kur'ân'ı
alay konusu edinen cahil sapıklar
uyarılıyor ve mü'minlerin bu
konularda çok dikkatli
olmalarına işaret ediliyor.
Hayatı oyun ve
eğlence, mide ve şehvet olarak gören sapıkların kötü âdetlerinden biri de,
Allah'ın âyetleri okunduğu veya anlatıldığı ve açıklandığı zaman nefislerinin
kibir ve gururla kabarması, hiç işitmiyormuş gibi arka çevirerek Allah sözüne
hakarette bulunmasıdır.
Bu tipler her devirde
sahneden eksik olmamıştır ve olmayacaktır da. Kur'ân-ı
Kerîm onları ıslâh oluncaya kadar yalnızlığa itmeyi, hiçbir mü'mi-nin öyleleriyle ciddi ve samimi dostluk ve arkadaşlık
kurmamasını telkin etmekte ve gerçek mü'minlerin
herkese örnek olabilmeleri için günlerini helâl kazanç sağlamakla, ilim ve
irfanlarını artırmakla; insanlığın yararına birtakım buluşlar peşinde koşmakla
değerlendirmelerini dolaylı şekilde tavsiyede bulunmaktadır.
Kıyamet gününde ise, dönüş
yapmadan ölen o sapıklara verilecek cezanın, amellerinin cinsinden olacağında
şüphe edilmemelidir. Onlar dünyada iken hakkı alaya alıp eğlendikleri icîn, âhirette kendileriyle alay
edilerek azaba sevkedileceklerdir. [12]
«O"'ar ki, imân
edip iyi-yararlı amellerde bulundular, şüphesiz onlar için nîmet cennetleri
vardır..»
Kur'ân-ı Kerîm bu âyetle dindarlığın iki önemli belirtisi
üzerinde durmakta ve sık sık buna yer vermektedir.
Onlardan biri asıl, diğeri ise o aslın ürünü veya dal ve budağı sayılır.
a) Dosdoğru
imân,
b) Amel-i sâlih, yani iyi yararlı amel.
İman : Bilindiği gibi,
daha cok kalbe dayalı bir manadır. İbâdet onun
belirtileri ve tabii ürünleridir.
İmân, insanla Yüce
Yaratan'ı arasındaki yolu acar. İyi yararlı ameller o yolu işlek duruma
getirir. Aynı zamanda imân, kalbin gıdası, ruhun cilâ-sidır.
İyi yararlı ameller bu gıda ve cilanın içten dışa vuran parlaklığıdır. Birini
diğerinden ayırıp yalnız bıraktığınız takdirde
dindarlığın dengesi bozulur.. Bu dengeyi sağlayanlara gelince; Onlar için Naîm Cennet'leri hazırlanmıştır. Bu da Allah'ın verdiği
bir sözdür ki, O, sözünden asla dönmez; vaadi mutlaka, günü, vakti, saati
gelince gerçekleşir.
Diğer bir incelik de şudur:
İmansız sâlih amelin hiçbir yararı yoktur; Allah
yanında kayda değer bir kıymeti de söz konusu değildir. Çünkü imân asıldır; sâlih amelsiz olunca, yine de ygrarlıdır
ve Allah yanında kıymeti vardır. Âhiret'te de
sahibine fayda sağlar. Ancak meyvasız ağaç kabilinden
sahibinin yüzünü pek güldürmez veya sıkıntılarını tamamen gidermez. [13]
«Göl<leri -gördüğünüz şekilde- direksiz yarattı.»
Bu anlatım şekli, bizim
anlayışımıza göredir. Gökteki cisimlerin her birinin kendine has bir yörüngesi
bulunduğu; aynı zamanda yerçekim ve merkezkaç
kanunlarıyla denge ve düzen sağladığı belirtilerek, cisimler arasında zahirî
köprünün oluşturulmadığı gibi, boşlukta durabilmeleri için de altlarına bir
direk ve benzeri şey konulmadığı konu ediliyor. Böylece milyonlarca
yıldızların ve birçok sistemlerin bir düzensizlik içinde olmadığı kendiliğinden
ortaya çıkıyor. Şüphesiz, kâinatı belirtilen kanunlarla zincirleme birbirine
bağlayan, yani gezegenler ve sistemler arasında çekim kuvvetiyle bir bütünlük
meydana getiren Cenâb-ı Hakk'ın
şanı çok yücedir! Biz ancak o yüksek kudretin karşısında mahviyet ve
teslimiyetimizi kalpten dile ve diğer organlarımıza getirdiğimiz nisbette O'na yaklaşmış oluruz. [14]
«Yeryüzünde de, sizi
sarsar diye sabit ulu dağlar yerleştirdi..»
Kur'ân-ı Kerîm'in dört yerinde, «sizi sarsar diye yeryüzüne
sabit ulu dağlar yerleştirdik» ifadesi; [15]yedi
yerinde de, «yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi» şeklinde bir anlatım
kullanılmıştır. Bu, Allah'ın kurduğu düzenin mükemmelliğini yansıtırken,
dağların oluşturulmasının sebep ve hikmetlerinden biri üzerinde durularak
coğrafyacılara ve jeologlara ipucu verilmekte; ekvator itibariyle dakikada 27
km. hızla kendi etrafında; saatte 110.000 km. hızla güneşin etrafında ve güneş
sistemiyle birlikte saatte 72.000 km. hızla Herkül
Burcuna doğru hareket etmekte olan dünyamızın, bu üç ayrı hareketiyle bizi
sarsmadığının sebep ve hikmeti açıklanmaktadır. Bundan da anlıyoruz ki,
dünyamız bir karpuz gibi düz ve pürüzsüz olsaydı, bugünkü nimetlerin ve
kaynakların çoğu olmazdı veya yeterli sayılmazdı. Aynı zamanda hayat şartları
çok daha değişik bir manzara arzederdi. Sonra da
yeryüzü bir çöl halini alır, sarsıntı ve dengesizlik sık sık
hissedilebilirdi veya belli aralıklarla sarsıntı ve titreşim meydana gelebilirdi,
Kur'ân-ı Kerîm bu konuda sadece ana fikir vermekte ve
araştırma, inceleme işini ilgili ilim adamlarına bırakmaktadır.
Böylece kâinatta yer alan her
varlığın birtakım ince hesaplara, fiziksel kanunlara göre yaratılıp denge ve
düzende tutulduğu anlaşılıyor. [16]
«Ve orada her türden
hayvanlar serpiştirip yaydı.»
İlâhî plânda yer alan
canlılar, yaratılışlarındaki özelliklerine göre yeryüzüne serpiştirilmiş ve
insanlar için bir eğlence, dinlenme, düşünme ve nî-met
kaynağı kılınmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm «serpiştirip yaydı» ifadesiyle, hayvanların
plânlı şekilde bölge ve kıtalara serpiştirildiği şekilde korunmasına işaretle,
bunların niçin yaratıldıklarının hikmeti üzerinde durmamızı ilham etmektedir.
Ne yazık ki, insanlardan yana yaratılıp yayılan hayvanlardan bir kısmının
nesli -bilgisizce avlanma neticesi- yok olmuştur. Bu gerçek, daha çok elde
edilen fosillerden anlaşılmaktadır.
Hayvanlar arasındaki üreme
dengesi de akıllara durgunluk verecek bir plân ve programa bağlanarak sürüp
gelmektedir. Aneak insanların bilgisizce el uzatması
sebebiyle bu hususta da birtakım dengesizlikler doğmakta ve ilâhî programı
zedelemektedir. [17]
Ve biz(Gökten su
indirdik de yeryüzünde her çeşit güzel bitkiden yetiştirdik.»
Yağan yağmurla yeşeren
sayısı belirsiz bitki türleri de öyle.. Her bitkinin ayrı bir yaran, başka başka şifâ kaynağı olduğu ve ayrı bir güzellik ve çekicilik
arzettiği kesindir. Aynı zamanda dünyamızı
süslemekte, ona hoş bir görünüm vermektedir. Şüphesiz her bitki ilâhî sanatın
inceliğini, yüceliğini ve eşsizliğini yansıtmakta; insanlara ilham vermektedir.
İnkarcı azgınların, câhil
müşriklerin Allah'ı bırakıp da ilâh edindikleri canlı-cansız eşyadan hangisi
böyle bir yaratma kudretine sahiptir? [18]
Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın insanlar için doğru yolun rehberi ve bütünüyle
rahmet kaynağı olduğu belirtildi. Sonra da inkarcı sapıklarla, imân eden sâlih mü'minlerin durumu
açıklandı ve Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin erişilmezliğine delâlet
eden belgelere yer verildi.
Aşağıdaki âyetlerle Hz. Lukmân'ın Tevhîd
İnancı'na sıkı sıkıya bağlılığı konu edilmekte; ve ahlâkî konularda oğluna
olan tavsiyeleri birer misal mahiyetinde işlenmektedir. [19]
12— And olsun ki Lukmân'a Allah'a şükret diye hikmet verdik. Kim şükrederse
ancak kendi lehine şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah ganiydir (hiç kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur), övülme-ğe çok daha lâyıktır.
13— Hani bir vakit Lukmân
oğluna öğüt vererek dedi ki: «Oğulcağı-zım! sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü gerçekten ortak
koşmak büyük bir haksızlıktır.»
14— Biz
insana, ana-babasının (haklarını gözetmesini de) tavsiye ettik. Anası onu
sıkıntı üstüne sıkıntı çekerek (karnında) taşımıştır. Sütten kesilmesi iki yıl
içindedir. Bana ve ana-babana şükret; dönüş ancak banadır.
15— Eğer
anan-baban, hakkında bilgin olmadığı şeyi bana ortak koşman için seninle
tartışıp ağırlıklarını koyarlarsa, sakın onlara (bu hususta) itaat etme. Dünya
(işlerin)de ise onlara güzel ölçüde destek ol; bana yönelip gönül verenlerin
yoluna uy. Sonra da dönüşünüz elbette banadır; yapageldiğinizi
(o zaman) size bir bir haber veririm.
16— (Lukmân yine oğluna
dedi kî): «Oğulcağrzım! (işlediğin iyilik olsun,
kötülük olsun) bir hardal tanesi ağırlığınca bile olsa ve o bir kayanın içinde
veya göklerde ya da yerde bulunsa, Allah mutlaka onu
getirir (ortaya kor). Şüphesiz ki Allah çok lûtufkârdır;
en ince, en gizli şeyleri bilendir, her şeyden haberlidir.
17— Oğulcağızım! namazı dosdoğru kıl, (dince, akılca
ve sağlam örfçe) uygun olanı emret, kötü olandan da men'et.
Başına gelene sabret. Şüphesiz ki bunlar azmedilmeğe değer işlerdendir.
18— İnsanlardan (büyüklük taslayarak) yüzünü
çevirme; yeryüzünde çalımlı çalımlı yürüme. Şüphesiz
ki Allah, her böbürlenen kendini beğenmişi sevmez.
19— Yürüyüşünde ortalama bir davranış içinde ol;
sesini alçalt. Çünkü seslerin en hoşa gitmeyeni, şüphesiz ki eşek sesidir.»
«Yedi helak edici
şeyden sakının; Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, Allah'ın öldürülmesini
haram kıldığı cana haklı bir sebep dışında- kıymak, faiz yemek, yetim malı
yemek, savaş alanından arka çevirip kaçmak, namuslu beri rnü'mine
kadına zina (suçu) i sn ad etmek..» [20]
«İbn
Mes'ud (R.A.) diyor ki: Peygamber (A.S.) Efendimiz'e sordum:
— Hangi amel Allah yanında daha çok sevimlidir?
Cevap verdi:
— Vaktinde kılınan
namaz. mV— Ondan sonra hangisi? dedim.
— Ana-babaya iyilikte
bulunmak, buyurdu.
— Ondan sonra hangisi dedim.
— Allah yolunda cihâd,
diye cevap verdi.» [21]
«Canımı kudret elinde
tutan zata and olsun ki, ya
iyilikle emreder, kötülükten men'edersiniz, ya da çok sürmez Cenâb-i Hak
kendi tarafından üzerinize bir azap gönderir de artık o durumda duâ edersiniz,
ama duanız kabul olunmaz.» [22]
«Sizden kim bir
kötülük görürse, onu eliyle değiştirip gidersin; buna gücü yetmezse, diliyle
onu değiştirsin (gidersin). Buna da gücü yetmezse, kalbiyle değiştirsin
(giderme çarelerini düşünüp o fiilden tiksinsin) ki bu, imânın en zayıfıdır.» [23]
«Şüphesiz kî Allah
bana, tevazu' göstermenizi, alçak gönüllü olmanızı emretti; tâ ki biri diğerine
karşı büyüklük taslamaya, biri diğerinin hakkına tecavüz etmeye.» [24]
«Allah yanında kötü ahlâktan
daha büyük bir günah yoktur.» [25]
Lukmân hakkında klasik tefsirlerde senedi ve dayanağı olmayan
birçok rivayetlere yer verilmiştir. Ayrıca bu zat sadece sâlih,
bilgili, hikmet sahibi bir kimse midir, yoksa teblîğ ve irşatla görevli bir
peygamber midir? Bu hususta da farklı görüşler ortaya konmuştur. Her iki husus
da ihtimal dahilinde bulunmakla beraber; sâlih,
bilgin bir mü'min-i muvahhid
olduğu ağırlık kazanmıştır.
Kamusü'l-A'lâm'da şu bilginin
verildiğini görmekteyiz: «Hikmetle ün yapan bir zat olup Kur'ân-ı
Kerîm'de anılmakla, peygamberliğini iddia edenler olmuşsa da, Hekîm-i-Rabbanî
ve Muvahhid (Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik eden) olup peygamber
olmaması ihtimali daha kuvvetlidir.»
Lukmân'ın Davud Peygamber'e çağdaş
olduğu rivayetler arasında yer almaktadır. Köle olduğu söylenirse de bunu
belgeye dayalı ortaya koymak mümkün değildir. Arap olduğu sanılmaktadır. İbn İshak'a göre: Lukmân el-Hakîm soy itibariyle İbrahim Peygamber'e ulaşır.
Şöyle ki, Lukmân b. Baûrâ
b. Nâhur b. Tareh denilerek
soy ağacı belirlenir ki üçüncü babası Tareh, İbrahim
Peygamber'in babası Azer'in bir başka ismidir.
Mukatil'in yaptığı rivayete göre ise, Lukmân'ın
Eyyub Peygamber'in teyzesinin oğlu olduğu
gösterilmektedir.[26]
Yine tefsirlerimizde Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
hicretinden yaklaşık bin yıl kadar önce Arap Yarımadası'nın Amman yöresinde bu
isimle bir hekîm'in ortaya çıktığı, ahlâk ve fazîlet konusunda çok hikmetli
sözler söylediği, öğütlerde bulunduğu ve o yüzden hakkında birtakım hikâyeler
yazıldığı anlatılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de ismi
geçen Lukmân'ın o Lukmân
olduğu ihtimali pek uzak değildir. [27]
«And
olsun ki Lukmân'a, Allah'a şükret diye hikmet verdik.
Kim şükrederse ancak kendi lehine şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse,
şüphesiz ki Allah ganiydir (hiç kimsenin şükrüne
ihtiyacı yoktur); övülmeğe çok daha lâyıktır.»
İlim hikmetle
birleşip, gücünü Allah'a imândan alınoa, gerçeği daha
iyi anlayıp değerlendirebilme düzeyine gelmiş olur. Varlıkta ne varsa, hepsinin
mutlak anlamda Allah'a ait bulunduğunu ve bildiğimiz şeylerin sadece insandan
yana yaratılıp hizmete sevkedildiğini anlayıp idrâk
ettiğimiz gün, bilgimizi hikmetle tamamlamış ve imânla kuvvetlendirip
bütünleştik miş oluruz kî, böyle bir ilim, sahibini
hem dünyada, hem de âhirette huzurlu ve mutlu
kılmaya elverir. Zira bilgisini hikmetle ve imânla donatmış bir ilim adamı
herkesten daha çok Cenâb-ı Hakk'a
kulluk etmenin, O'na ibâdette bulunmanın gereğine inanır ve her vesileyle
Allah'a şükretmenin bir borç olduğunu unutmaz.
Yukarıdaki âyetle,
sözünü ettiğimiz hikmete değiniliyor ve insanda daha çok şükretme duygusunu
geliştiren önemli kaynağa dikkatler çekiliyor.
Unutmayalım ki, Kur'ân'm tasvîr ettiği şekilde şükretmek, sünnetul-lah'a uymak ve hayatı
ilâhî hilkat statüsüne göre düzenlemek demektir. Bu da başarının ilk ve son
basamağı sayılır. O bakımdan Allah'a gönülden yö-nelip şükreden anoak kendi lehine
bir rahmet havası meydana getirir; nankörlük eden de kendi aleyhine bir sonuca
yönelmiş olur. Cenâb-ı Hakk'ın
kimselerin hamd ve şükrüne ihtiyacı yoktur. O mutlak ganiydir. [28]
Hikmet, çok yönlü bir
kelimedir. Adalet, iiim, hilim,
nübüvvet ve Kur'-ân; aynı zamanda sapasağlam ilâhî düzen, varlığı bilme,
gerçeği ortaya çıkarma, bir şey icat etme, ilâhî sünneti bilip ona göre hayırlı
işlerde, sâlih amellerde bulunma; eşyanın gizli-açık
yanları hakkında birtakım bilgi edinme gibi manalara delâlet etmektedir.
Felsefe, ahlâk, pratik bilgi, fizik ve benzeri konularla yakından ilgilidir. [29]
Rağıb el-Esbehanî ise, «hikmetsin
çok yönlü manalarını kısaltarak şu veciz bilgiyi vermiştir: «Hikmet: Hakkı,
ilim ve akıl iie bilip doğru olanı tes-bit etmektir. Allah hakkında sıfat olarak kullanıldığı
zaman, eşyayı bilip onu son derece sağlam ve muhkem icâd
etmek anlamına; insana sıfat olarak kullanıldığı zaman, mevcudatı bilmek ve
hayırlı işlerde bulunmak anlamına gelir.» [30]
«Hani bir vakit Lukmân
oğluna öğüt vererek dedi ki: «Oğulcağızım! sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü
gerçekten ortak koşmak büyük bir haksızlıktır.»
Lukmân el-Hakîm'in, kendi oğluna öğüt verirken aklı eren her
insanı ilgilendiren ve aynı zamanda «Tevhîd İnancı»
doğrultusunda bir anlam ve hikmet taşıyan sözlerinin bir bölümü ilgili
âyetlerle açıklanmakta ve peygamber sünnetiyle tam uyumluluk arzetmektedir.
Cenâb-i Hak, o sâlih kulunun
güzel öğütlerinden on kadarını Kur'ân'-da anmak
suretiyle hem Lukmân'ın kadrini yüceltmiş, hem mü'minlere yol gösterici sünnet olarak bir dizi kural
vermiş, hem de bu zat hakkında kalıcı bir ad bırakmıştır. [31]
1— Allah'a
ortak koşmak zulümdür.
«Çünkü gerçekten ortak
koşmak büyük bir haksızlıktır.»
Allah'a ortak koşmak
elbette büyük bir zulümdür. Zira varlık âleminde her şey Cenâb-ı
Hakk'ın ilim ve hikmet sıfatlarının izini taşımakta
ve her biri bağlı bulunduğu hilkat kanunu doğrultusunda Hakk'ın
buyruğuna baş eğmekte ve O'nun varlığına ve birliğine şehadet
etmektedir. Bunca delil ve belgeleri ve kendi yaratılışındaki yüksek hikmeti ve
inceliği görmeyip Yüce Yaratan'ı inkâr etmek veya başka şeyleri O'na ortak
koşmak insana yakışan bir ölçü ve yol değildir. Böylesine sakıncalı bir yola
girmek elbette ki varlık alemindeki eşyanın baş eğmesine ters düşmekte, her birinin
hakkına saygısızlık ve tecavüzü ortaya koymakta ve böylece insanı çok zâlim ve
çok hak tanımaz bir düzeye getirmektedir.
Çünkü zulüm : Bir şeyi
lâyık olmadığı yere koymak, bir görevi ehil olmayana vermek, hakkı kabul
etmemek, haksızlığı benimsemek ve savunmaktır. Aynı zamanda hak sahibinin
hakkını zayi' etmek, haksızdan yana olmaktır. Bu mana ile de insanın, ilâhlığa
lâyık olmayan canlı-cansız şeyleri ilâhlaştırması, kulluğu gerektiği düzeyde
tutmaması, ibâdeti ehil olmayana yapması büyük bir zulüm ve kelimeyle belirlenemiyecek ölçüde haksızlıktır.
2—
Ana-babaya itaat.
«Biz «nsana, ana-babasının (haklarını gözetmesini de) tavsiye
ettik..»
Annelik ve babalık
yalnız çocuğu dünyaya getirmelerinden, onu büyütüp beslemelerinden ibaret
değildir. Anne ve baba çoouğun iç ve dış dün-yasıntn, ruhî yapısının dayanağı ve manevî âleminin
mimarlarıdır.
O bakımdan doğan bir
çocuğu bu anlam ve ölçülere göre besleyip büyütmek, eğitip yetiştirmek büyük
fedakârlıklar, aralıksız zahmetler ve sıkıntılar gerektiren başlı başına bir
konudur. O kadar ki, anne-baba hayatlarının önemli bir kısmını çocuklarının
yetişmesi uğruna harcamakta ve kendilerinden kopmaz bir parça olan yavrularını
korumak için bazan tehlikeyi bile göze
alabilmektedirler.
O bakımdan çocuğun her
zaman anne sevgisine, baba ilgisine ihtiyacı vardır. Yapılan ciddi
araştırmalar göstermiştir ki, ana-babasından, özellikle anasından ayrı düşen
çocuk, zamanında kolay kolay konuşamamak-ta ve daha
çok içine dönük bir durum almakta ve fiziksel yapısı da yeterince
gelişmemektedir.
Kur'ân-ı Kerîm, ilgili âyette ana-babanın çocuklarıyla olan
yakınlığını, onun iç dünyasıyla olan ilgisini ve böylece aralarındaki kopmaz
bağları üç madde halinde özetlemektedir. Şöyle ki :
a— Anne
sıkıntı üstüne sıkıntı çekerek kendisinden bir parça kabul ettiği yavrusunu
karnında taşır.
b— İki yıl
veya daha az bir süre onu kucağında taşıyıp süt emzirir.
c— Evlât
dünya işlerinde ve önemli konularda ana-babasına destek olmalıdır.
Cenâb-ı Hak, evlâdın destek olmasını emrederken, Allah'a
günah ve isyanı, inkâr ve şirki gerektiren konularda ana-babanın emrine itaat
edil-miyeceğini açıklayarak sağlam bir kıstas ortaya
koymuştur.
Böylece Lukmân el-Hakîm'in bu iki öğüdünden anlıyoruz ki, Allah'a
imân ve itaatten sonra, meşru sınırlar içinde ana-bübaya
itaat ve onlara hizmet gelmektedir.
3— İşlenilen
iyilik ve kötülük..
«Oğulcağızım! (işlediğin
iyilik olsun, kötülük olsun) bir hardal tanesi ağırlığınca bile olsa ve o bir
kayanın içinde veya göklerde, ya da yerde bulunsa,
Allah mutlaka onu getirir (ortaya kor). Şüphesiz ki Allah en ince, en gizli
şeyleri bilendir, her şeyden haberlidir.»
Cenâb-ı Hakk'ın ilmi her şeyi
kapsayıp kuşatmış ve kudreti her varlığa nüfuz etmiştir. Her şey mutlak
anlamda O'nun tasarrufu altında bulunuyor. O bakımdan O'nun ilminin dışında
kalan bir şey düşünülemez, kudretini aşan bir şeyden söz edilemez. Bunun aksini
düşünmek, uluhiyet kavramını kökünden yıkar ve Cenâb-ı Hakk'a bilgisizlik,
unutkanlık yakıştırılmış olur.
İşte bu bilgi ve imân
insanın iç ve dış âlemini düzene sokar, sorumluluk duygusunu geliştirip
pekiştirir; atılan her adımımıza, ağzımızdan çıkan her söze dikkat etmemizi
öğretir. İçimizden geçen her şeyin Allah tarafından bilindiğini telkîn ederek
ruh ve vicdan safiyetine erişmemizi kolaylaştırır.
4— Namaz
kılmak..
«Oğulcağızım! namazı
dosdoğru kıl..»
Cenâb-ı Hakk'ın eşi, benzeri ve
ortağı bulunmadığı açıklandıktan; ilmiyle, kudret ve tasarrufuyla her şeyi
kapsayıp kuşattığı belirtildikten sonra, O'na şükretmenin ve kulluk görevini
yerine getirmenin ilk basamağı kabul edilen namazı kılmaya devam etmemiz
emrediliyor. Zira yaratan ile yaratılan arasında namazdan daha işlek bir yol
yoktur. Aynı zamanda insanı Allah ile -bir bakıma- konuşturan en ölçülü ibâdet,
namazdır. O bakımdan her peygambere namaz ile emredilmiş ve semavî dinlerin
hepsinde bu ibâdete yer verilmiştir.
5— İyilikle
emretmek, kötülükten men'etmek.
«(Dince, akılca ve sağlam örfçe) uygun olanı
emret, kötü olandan da men'et..»
"Şüphesiz dinin,
aklın ve sağlam örfün faydalı kabu! ettiği ve tavsiyede
bulunduğu şeyleri yetişmekte olan kuşakların kafa ve kalplerine eğitim yoluyla
işlemek nasıl vâcipse, bu üç unsurun zararlı görüp yasakladığı kötülüklerden
nesli sakındırmak ve korumak da öyleoe vaciptir. Zira
İslâm'ın hayat nizamının temelini, Kur'ân-ı Kerîm'in
hedef ve amacını bunlar oluşturmaktadır.
Konuya bu açıdan
eğildiğimiz zaman, toplum yapısında otokontrolü
sağlamanın önemi ortaya çıkmakta ve nemelâzımcılığın revaç bulduğu yerlerde
huzur ve güvenin bozulacağının kaçınılmaz olacağı vurgulanmaktadır. Bu
nedenledir ki, Kur'ân'ın tam 38 yerinde sağlam sahîh
örften söz edilmekte ve bu açıdan faydalı kültürün korunması dolaylı şekilde
istenmektedir. [32]
6— Başa
gelen dert ve sıkıntılara karşı sabretmek.
«Başına gelene sabret.
Şüphesiz ki bunlar azmedilmeğe değer işlerdendir.»
Başarının sırrı; amaca
erişmenin yollarından biri, olaylar karşısında sarsılmamak, acizlik, yılgınlık
ve bıkkınlık göstermeyip başa gelen dert ve musibetlere, felâket ve sıkıntılara
göğüs gerip dayanma gücünü ortaya koymaktır. Bilindiği gibi, kulluk da, ibâdet
de, hayatta başarılı olmak da bir ucuyla sabra dayanmakta ve azimli, kararlı
olmakla içice bulunmaktadır. Denildiği gibi, sabırsız, kararsız insanın yolu arslanlarla doludur. Kuvvetli iradeye sahip insan,
hareketleri üzerine kuvvetinin, sabrının damgasını vurur.
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sınır tanımaz sabrı ve azmidir ki,
korkaklara cesaret aşılamış, uyuşuklara canlılık kazandırmış, nefsine dönük
olanları sahneye çıkartıp dâva adamı yapmıştır.
O bakımdan Cenâb-i Hak, üc hayatî konuyu
açıkladıktan sonra, şu cümleyle onların önemini ve hayatımızdaki yerini
belirliyor: «Şüphesiz ki bunlar azmedilmeğe değer işlerdendir.»
7— İnsanları
küçük görmemek.
«İnsanlardan (büyüklük
taslayarak) yüzünü çe virme..»
Müslümanlığını
belgelemenin bir yanı da, sevmek ve sevilmektir. Kendini cok
yükseklerde görenler hem Allah'tan uzaklaşmakta, hem de toplumdan
kopmaktadırlar. Aynı zamanda sevme ve sevilme sınırlarının cok
gerisinde kalmakta ve insanlığa faydalı bir hizmette bulunmadan şu hayata
veda' etmek zorundadırlar. Denildiği gibi: Dünyanın en büyük işletmesi insanın
içindeki saygı işletmesidir. Unutmamak gerekir ki: Aşırı derecede kendini
beğenme, kişiyi öylesine bir çıkmaza sürükler ki, artık o noktada hiçbir
itirazı, tenkidi, suçu kabul edemez olur. O kadar ki, geçmiş olaylarla ilgili
vicdanında beliren azabı susturmaya çalışır. Kendisine doğru olanı telkine
çalışanların düşmanı olur.
O bakımdan Cihan
Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) fakir-zengin,
efendi-köle diye bir ayrım yapmadan insanlara karşı sıcak ilgi duymuş ve bunu
günlük yaşayışıyla ortaya koyarak görüşebildiği insanlara tepeden bakmamış,
tevazu kanadını indirerek onlardan biri olma nezaketini hiçbir zaman
unutmamıştır.
8—
Yeryüzünde çalımlı yürümemek..
«Yeryüzünde çalımlı yürüme.
Şüphesiz ki Allah her böbürlenen kendini beğenmişi sevmez.»
Kâinatın önemli bir
bölümünü bilmeyen, kâinata hâkim olan ilâhî kudret ve azametin yüceliğini ve
sınırsızlığını tam anlamıyla idrâk edemiyen ve her
şeyden önce kendi iç organlarına kumanda edemiyen
insanın böbürlenmesi doğru bir düşünce ve hareket sayılabilir mi? Diğer bir
anlatımla, henüz kendini dosdoğru tanımayan, nasıl üstün bir sanatkârın
fırçasından çıktığını yeterince bilmeyen ademoğlunun yeryüzünde büyüklük taslaması,
böbürlenip kendini yükseklerde gömresî, belirttiğimiz
bilgisizliğin ve zaafın neticesidir. Zira Allah'ın üstün kudretini bilen,
kâinatın azametini düşünebilen ve varlık âleminde kendi yerini belirleyebilen
bir kimsenin ancak mahviyetkâr bir havaya girmesi, Hakk'ın kudretine teslimiyet gösterip kendi aczini anlaması
beklenir.
İsrâ Sûresi'nde bu konu şöyle açıklanmakta ve insanın
gerçek yeri belirlenmektedir:
«Yeryüzünde
böbürlenerek yürüme; çünkü yeri deiemezsin ve boyca
da dağlara ulaşamazsın.» [33]
9— Vakar ve
tevazu ile yürümek..
«Yeryüzünde ortalama
bir davranış içinde ol..»
Mü'min hem vakarlıdır, hem de alçak gönüllüdür. Birinci
sıfat ona heybet kazandırır; ikinci sıfat sevilmesine ve saygı görmesine sebep
olur. Cadde ve sokaklarda başımızı kaldırıp etrafı taramamız, şunun bunun kapı
ve penceresine bakmamız, hafifmeşrep, şahsiyetsiz ve kültürsüz bir insan
olduğumuzun açık belirtileridir. Oysa mü'min hem
şahsiyetli, hem ciddi, hem mütevazi, hem de
vakarlıdır. O bakımdan toplum arasında nasıl davranmamız gerekiyorsa, ona
dikkat etmemiz, muaşeret adabına uymamız ve şahsiyetimizi korumamız sünnettir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin günlük hayatı bize bu
konuda da ışık tutmakta ve yol göstermektedir. O bakımdan Resûlüllah'ın
(A.S.) hayatını çok iyi bilmemiz ve araştırmamız gerekmektedir.
10— Yüksek
sesle konuşmamak..
«Sesini alçalt. Çünkü
seslerin en hoşa gitmeyeni, şüphesiz ki eşek sesidir.»
Konuşurken bazı
hususlara dikkat etmek sünnettir. Zira bu konuda da bize örnek olan, yol
gösteren vardır, o da âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz.
Muhammed (A.S.) Efendimiz'dir. O bakımdan O'nun bu
hususla ilgili sünnetini şöyle özetliyebiliriz :
a) Bağırarak konuşmaktan kaçınmak,
b) Kime nasıl hitap edilmesini bilmek,
c) Kelime ve cümleler anlaşılmayacak kadar alçak
sesle hitap etmemek,
d) Rahatsız edecek kadar yüksek sesle
konuşmamak, bu ikisi arasında bir yol izlemek,
e) Muhatabın anlamasını zorlaştıracak yabancı
kelime ve girift cümle kullanmamak..
Şüphesiz ki günlük
hayatımızda bu ölçüyü aşmamız, bizim Kur'ân terbiyesiyle
eğitilmediğimizi. Peygamber sünnetiyle şekillendirilmediğimizi ve yeterince
İslâm kültürü almadığımızı gösterir. Zira bu kültürü yeterince almış mü'minin söz ve davranışları hep ayarlı, ses tonu düzenli,
kullandığı kelime ve cümleler ölçülü ve anlaşılması kolay cinstendir.
Yontulmadık kişilerin
kabadayılık yapıp yüksek sesle ve uyumsuz cümlelerle konuşmaları, hem onların
kültür yapısını, eğitim seviyesini yansıtır, hem de insanlara saygısızlıklarını
gösterir. Cenâb-t Hak o gibilerin ölçüsüz kaba
konuşmalarını saygılı ve medenî bir kalıba dökmelerini sağlamak için şöyle
uyarıcı bir benzetmede bulunuyor: «Çünkü seslerin en hoşa gitmeyeni, şüphesiz
ki eşeğin sesidir.» [34]
«Sütten kesilmesi iki
yıl içindedir..»
Cenâb-ı Hak, ana-babaya itaati emrederken, annenin nasıl
bir fedakârlıkta bulunduğuna dikkatleri çekmekte ve bu arada, süt emzirme için
normal bir süre üzerinde durmaktadır. Böylece daha çok anne hakkına ve ona
karşı güzellikle hizmette bulunmaya ağırlık kazandırmakta, sonra da anne
sütünün önemine ve yararına dolaylı şekilde değinmektedir.
Âyetin açık anlatımından
şu incelikleri anlıyoruz :
a) Süt emzirme süresinin bir yılın üstünde
olması,
b) Bu sürenin iki yılı aşmaması,
c) Belirtilen süre içinde çocuk için en değerli
besin maddesinin ana sütü olduğunun unutulmaması hem anne, hem de çocuk için
çok olumlu ve yararlı sonuç doğurur.
Zira süt emzirmenin anneyle
bebeği arasında sağlayacağı ruhî ve manevî yakınlık kelimeyle anlatılamıyacak kadar derin bir anlam taşır. [35]
1— Allah'ın insana olan nîmetlerinin sayısı
belirsizdir. Çünkü her şey insandan yana yaratılıp hizmete sevkedilmiştir.
Nîmete karşı Allah'a şükretmek vaciptir. Bu da kulluğun gereklerini yerine
getirmekle gerçekleşir.
2— Cenâb-ı Hak mutlak
anlamda ganiydir, hiçbir şeye muhtaç değildir. O'nun
buyruklarını öğrenip uygulamanın yaran bütünüyle insana aittir. Uygulanmayıp
başka bir yol tutmanın da zararları yine insana aittir.
3— Allah'a aanlı-cansız
bazı şeyleri ortak koşmak, büyük bir haksızlıktır ve kâinat plânına ve
düzenine ters düşmek anlamına gelir.
4— Ana-babaya itaat edip onlara iyilikte
bulunmak, ilâhî emirlerden biridir. Ancak Cenâb-ı Hakk'a karşı insanı âsi ve günahkâr kılacak konularda
ana-babanın emirlerine uyulmaz. Çünkü Allah'ın hakkı çok daha büyüktür.
5— Çocuğun bir yıldan fazla emzirilmesinde fayda
vardır. Gerekirse beş altı aylıkken mama ile takviye edilir.[36]
6— Sonunda, dönüş mutlaka Allah'a olacaktır. O
halde O'nun mülkünde, O'nun koyduğu kurallara ve hazırladığı statüye uymamız
gereklidir. Aksine bir yol tutma hakkımız ve yetkimiz yoktur. Çünkü kendi
mülkümüzde, kendi başımıza buyruk değiliz.
7— Cenâb-ı Hakk'in olup biten, kalp ve kafadan geçen her şeyi bildiğinden
şüphe etmemek gerekir. Zira böylesine bir imân kişiyi yönlendirir, iç ve dış
disiplinine kavuşturur da hayatını düzen ve dengede tutar.
8— Namazı
vaktinde dosdoğru kılmak farzdır ve hayatımızın selâme-
ti ve devamı için bu ibâdet son derece lüzumludur. Çünkü mülkün hakikî sahibi
böyle bir ibâdetle kendisine kulluk edip yaklaşmamızı emretmiştir.
9— Dine, akla ve sağlam örfe uygun olanı emredip,
bunlara ters düşeni men'etmek Allah'ın emridir. Bu
emri uygulamak toplum yapısında oto-kontrolü sağlar ve her iki hayatımızı huzur
ve güvenle süsler.
10— Hayatın yolu düz değildir. Sevindirici
yönleri olmakla beraber üzücü tarafları
da vardır. O halde sevindirici şeylerine fazla kapılmamak, üzücü taraflarına
göğüs gerip dayanma gücünü ortaya koymak, gerçek ve olgun mü'min
olmanın belirtisi ve ölçüsüdür.
11—
İnsanları küçük görmemek, onlara karşı büyüklük taslamamak vaciptir veya
kuvvetli sünnetlerden biridir. Böylesine bir tavır ve düşünce insanı dünyada
da, âhirette de küçük düşürür ve Aliah
yanında değersiz kılar. Zira tevazu tnü'minin
şiarıdır. Kibir ve gurur ise cehaletin tabii ürünüdür.
12— Yeryüzünde tevazu Ne yürümek, fakat imân
vakarını korumak da sünnettir.
Unutmayalım ki, İslâm terbiyesi, kibir ve gururla hiçbir zaman bağdaşmaz ve
böylesine bir huy ve karakter insanı Rahmân'ın
iltifatına lâyık olacak bir düzeye getirmez. Çünkü gerçekten Cenâb-ı Hak böbürlenen kimseyi sevmez.
13— Cadde ve sokaklarda edep ve terbiyeyle
yürümek, kapı ve pencerelere bakmamak da sünnettir. Bu konuda da Resûlüllah'ın (A.S.). vakarlı ve ölçülü yürümesi bizim
için en güzel örnektir.
14— Konuşurken sesi ayarlamak, muhatabı rahatsrz edecek şekilde sesi yükseltmemek; işitiimiyecek kadar alçak sesle hitap etmemek de sünnettir. [37]
Yukarıdaki âyetlerle, Lukmân el-Hakîm'in on kadar öğüdü açıklandı ve bununla mü'minlere on dört kadar yönlendirici mesaj verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
yarattığı şeylerin insanın hizmetine verildiği açıklanıyor. Açık ve gizli
birçok nimetlerin cömertçe hazırlanıp sergilendiğine dikkatler çekiliyor. Buna
rağmen insanlardan çoğunun nankörlük edip doğru yoldan sapmayı tercîh
ettikleri üzerinde durularak mü'-minlerin nasıl
hareket etmelerinin gerektiğine işarette bulunuluyor. [38]
20— Görmediniz mi, Allah göklerde ve yerde olanı
baş eğdirip sizin emrinize vermiştir; açık gizli (birçok) nimetini size
tamamlamıştır. İnsanlardan öylesi var ki, ilimsiz, doğru yolu gösteren
rehberi, aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışıp durur.
21— Onlara, «Allah'ın indirdiğine uyun!»
denildiği zaman, «hayir, babalarımızı neyin üzerinde
bulduysak ona uyarız» derler. Ya Şeytan babalarını
çılgın alevli ateşe çağırınışsa (ona ne derler?).
22— Kim iyilik ve güzelliği huy edinerek yüzünü
(bütün varlığını ve benliğini) Allah'a teslim ederse, cidden o en sağlam kulpa
yapışmıştır. İşlerin sonu Allah'a varıp dayanır.
23— Kim de küfrederse, onun küfrü seni üzmesin.
Onların dönüşü ancak bizedir. O zaman işlediklerini kendilerine bir bir haber veririz. Şüphesiz ki Allah, göğüslerde olanı
bilendir.
24— Onları az bir süre geçindirip
yararlandırırız. Sonra da pek ağır bir azaba katlanmaya çaresiz kılarız,
25— And olsun ki,
onlara, «gökleri ve yeri kim yarattı?» diye soracak olsan, «elbette Allah...»
diyecekler. De ki: Allah'a hamd olsun! Ama onların
çoğu bilmezler.
26— Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır.
Şüphesiz ki Allah ganiydir (hiçbir şeye muhtaç değildir;
ama her şey O'na muhtaçtır); övülmeye de en çok O lâyıktır.
«Görmediniz mi, Allah
göklerde ve yerde olanı baş eğdirip sizin emrinize vermiştir; açık-gizli
(birçok) nimetini size tamamlamıştır.»
Kur'ân-ı Kerîm burada varlık âleminde vücut bulan
canlı-cansız her şeyin insan için yaratıldığını ve her şeyin bağlı bulunduğu
kanun gereği, ister istemez insanın buyruğuna verilerek hizmetine sevkedildiğini açıklamaktadır. Bu, her şeyden önce insanın
yaratılmasındaki hikmeti ve azizliği, onun Allah yanındaki derece ve kıymetini
ortaya koymaktadır.
O halde kâinatta insan
denilen canlı varsa, yaratılan her şeyin anlamı ve hikmeti de vardır demektir;
o yoksa eşyanın vücudunun hikmeti kalkmakta ve bir bakıma anlamsız
kalmaktadır.
Konuyu bu açıdan
incelediğimizde âyetin delâlet ve işaretinden şu hususları anlamak mümkündür:
a) İnsan türü yalnız dünyada vardır; diğer
gezegen ve yıldızlarda insan yoktur. Nitekim Rahman Sûresi 10. âyetle bu husus
belirtilmekte ve araştırıcılara ışık tutulmakta, hareket noktası
belirlenmektedir.
b) Diğer gezegen ve yıldızlarda -kuvvetli bir
ihtimal ve yorumla- diğer canlılar da yoktur. Zira canlılar insanlar için
yaratılmıştır. İnsanın yararla-namıyacağı bir yıldızda
canlıların, diğer bir anlatımla hayvanların yaratılması bir bakıma anlamsız ve
hikmetsiz kalmaktadır. Ancak herhangi bir gezegen veya yıldızda bir gün gelir
de Allah'ın kudretinin erişilmezliğine delâlet eden birtakım canlılara
rastlanır veya tesbit edilirse, Kur'ân'ı
yalanlamaz; bir yoruma göre, onu tasdik eder. Çünkü Şûra Sûresi: 29. âyetle
şöyle buyurulmaktadir: «O'nun varlığına (delâlet
eden) belgelerden biri de, göklerin ve yerin yaratılması ve ikisine serpiştirip
yaydığı canlılardır.»
Bu âyet iki şekilde
yorumlanmaktadır. Biz sadece birinci yorumunu dikkate alarak konuyu anlaşılır
duruma getirmek istedik. Diğer yorum âyetin tefsirinde yapılmıştır.
Meraklıların oraya bakmaları tavsiye olunur.
c) Her şey insanın yararına yaratılıp onun
hizmetine baş eğdirildiğine göre, varlık âleminde insan bilgisinin, keşif ve
icadının erişebildiği her şeyden yararlanması söz konusudur.
d) Her şey insan için, insan da Allah'ın
varlığını, birliğini, kudretinin yüceliğini ve insandan yana olan rahmetinin
genişliğini bilip anlamak ve bu imân atmosferi içinde ebedileşmek için
yaratılmıştır. [39]
«Açık-gizli (birçok)
nimetlerini size tamamlamıştır.»
Âyetin açık
anlatımından, insan bedeninin ve ruhunun muhtaç bulunduğu bütün nimetlerin
kusursuz ölçüde yaratılıp işlenir duruma getirildiği anlaşılıyor. Ancak bu
nimetleri elde edebilmemiz için aklımızı, idrâkimizi, zekâ ve enerjimizi
bilerek harekete geçirmemiz gerekmektedir. Şüphesiz ki bu da insana ve hayata
canlılık kazandırır. Aynı zamanda nimetin kıymeti harcanan emekle ve külfetle
bilinir.
Açık ve gizli nimetler
üzerinde müfessirlerin farklı yorumları olmuştur. Bize göre: Açık nîmet gözle
görülebilen, araştırmayla îesbit edilebilenleridir.
Gizli nîmetler ise, bunun aksine bir durum arzedenleridir.
Meselâ, bizi koruyan, zaman zaman ilhamda bulunan
melekler -bize nisbetle- gizli nî-metlerdir.
Aynı zamanda ilâhî rahmet ve inayetin kalplere inmesi, ruhlara gıda verip
cilalaması da bu cümledendir.
O halde insanoğlu dünya hayatı
süresince hem bedenini, hem de ruhunu besleyip geliştirecek kadar nimetlere mazhar kılınmıştır. Yani bu hususta Cenâb-ı
Hak, insan kudretinin yetmiyeceğini kendisi yaratıp
hazırlamıştır. Onlardan yararlanmayı ise, insanların yeteneğine bırakmıştır. [40]
«insanlardan öylesi
var ki, ilimsiz, doğru yolu gösteren rehbersiz, aydınlatıcı kitabı olmaksızın
Allah hakkında tartışıp durur.»
Allah'ın varlığı ve
birliği, kudretinin ve ilminin sınırsızlığı ancak birkaç kıymetin biraraya gelmesiyle bilinebilir. Aksi halde birtakım basit
mantıkî yollarla neticeye varılamaz. O kıymetler şunlardır: Akıl, imân, kitap,
rehber ve ilim..
Yalnız akıl, iyi
kullanıldığı, bazı saplantıların tesirinden arındırıldığı takdirde kâinatın bir
yaratıcısı bulunabileceğini cok sathi şekilde anlayabilir.
İlmî araştırmalar onun yardımına verildiğinde ise, Yüce Yaratan hakkında biraz
daha derinleşme imkânı sağlamış olur. Aklı ve ilmi destekleyip aydınlatacak
ilâhî kitabı yardımcı verdiğimiz durumda, Allah'ı bilip anlama iyice
derinleşir ve mecrasını bulmuş olur. İşte bu noktada «imân» yani «tahkiki imân»
başlar. İlâhî hidâyet tecelli eder de kalpte sağlam imân vücut bulursa,
Allah'ı bilip anlama iyice kökleşir ve mecrasını değiştirmiyecek
kadar kuvvet kazanır.
Nasıl yalnız hidrojen
veya yalnız oksijen susuzluğumuzu gideremiyor; ikisinin belli oranda biraraya gelmesiyle bize hayat veren «su nîmeti» oluşuyorsa,
onun gibi yalnız akıl veya yalnız ilim Allah'ı lâyıkıyla bilmeye yetmiyor; kitap
ve imânı buna kattığımız takdirde gerçek ölçüsünü buluyor ve istenilen faydayı
sağlıyor.
Cenâb-ı Hak 20. âyetin son kısmımda bu önemli hususu şöyle
belirtiyor: «İnsanlardan öylesi var ki, ilimsiz, doğru yolu gösteren
rehbersiz; aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışıp durur. »[41]
((Onlara: «Allah'ın
indirdiğine uyun» denildiği zaman «hayır, babalarımızı neyin üzerinde
bul-duysak ona uyarız» derler.»
İnsan, kendisine başta
akıl olmak üzere birçok yetenekler verilerek manen donatılmış ve eğitilmeğe,
öğretilmeğe uygun bir yapıda yaratılmıştır. Ancak içinde yetiştiği aile ve
çevrenin tesiri oldukça büyüktür. O bakımdan yalnız akıl kendi başına bu
tesiri giderecek güce sahip değildir. Akıl bu durumda ilimle birleşir de
duyguların tesir alanını aşarak gerçeği aramaya koyulursa, ilâhî hidâyet ondan
yana tecelli eder ve böylece körü körüne ataların bâtıl inançlarına; kötü
âdetlerine uymaktan kendini kurtarma şansına erişir. Şüphesiz ki ilâhî
hidâyetin bir ucu, kitap ve peygambere yönelmekle bağlantılıdır. Zira bu iki
esas, akla ve ilme hareket noktasını belirler ve amacın ne olduğunu gösterir. O
bakımdan son derece lüzumludur.
İlgili yirmi birinci âyette,
akıllarını duygularının emrine verip atalarının bâtıl inançlarına körü körüne
bağlanıp kalan müşrikler, inkâroı maddeciler hem
uyarılıyor, hem de akıllarını harekete geçirmek için kendilerine malzeme
veriliyor. [42]
(Kim iyîlik ve güzeIIi"ği huy edinerek yüzünü {bütün varlığını ve
benliğini) Allah'a teslim ederse, cidden o en sağlam kulpa yapışmıştır. İşlerin
sonu Allah'a varıp dayanır.»
Her kulp yapısına ve
bağlı bulunduğu bütününe göre sağlamlık veya çürüklük arzeder.
«Allah» kavramı bize nasıl sınırsız bir varlık ve kudreti; sonsuz ilim ve rahmeti
simgeliyorsa, O'na imân ve ibâdet de o nisbette
sağlam bir kulpa tutunmamızı gerçekleştiriyor. Her şeyimizle O Yüce Kud-ret'in eseri olduğumuz muhakkaktır. O halde her
şeyimizle O'na teslimiyet gösterip ve münhasıran O'na güvenip dayanmamız, O'na
kul olmamızın gereği, insan olarak yaratılmamızın kaçınılmaz yoludur. Cenâb-ı Hak'tan kopmamız hem kendimizi inkâr etmemizi, hem
de kendimizi başıboş gayesiz ve amaçsız saymamızı sonuçlandırır. Oysa ne biz,
ne de diğer hiçbir varlık başıboş, gayesiz, anlamsız ve hikmetsiz
yaratılmamıştır. Çünkü kâinat plânında yer alan her varlığın bir maksada, bir
hizmete ve yarara yönelik bulunduğunu görüyoruz. Bunun aksini isbat etmek elbette mümkün değildir.
İşte bu nedenledir ki, ilgili
âyetle Cenâb-ı Hak insana niçin yaratıldığını ve
hangi amaca yöneltilerek vücuda getirildiğini hatırlatmaktadır. Böylece Yüce
Yaratan'a imanın ve sâlih amellerde bulunmanın
bütünüyle «Hakk'a teslimiyet» olduğunu ve bu manayla
en sağlam kulpa tutunuldu-ğunu
açıklamakta; insanın kendisi gibi fanilere, sonradan vücut bulan eşyaya ibâdet
etmesinin büyük bir haksızlık olduğuna işarette bulunmaktadır. [43]
«İşlerin sonu Allah'a
varıp dayanır.»
Dünyada da, âhirette de bütün işlerin ve olayların sonu Allah'a varıp
dayanır. Dünya hayatında Allah'ın koymuş olduğu «hayat kanunları», diğer bir
anlatımla «sünnetullah» hedefine doğru şaşmadan
ilerler ve bütünüyle insanı her iki hayatta mutlu kılmaya yöneliktir. Hiçbir
kuvvet onu durduramaz ve aksi bir hedefe çeviremez. O-bakımdan kim nereye giderse
gitsin, ne yana çekerse çeksin, nasıl davranırsa davransın sonunda sözünü
ettiğimiz kanuna boyun eğmek zorundadır. Çünkü «sünnetullah»
kimselere uymaz, ama herkes ona uymakla sorumlu ve mükellef tutulmuştur. O halde
Allah'ın mülkünde, O'nun tasarrufu, ve gözetimi altında bir ömür tüketirken,
O'nun koyduğu kanunlara ve belirlediği statülere uymak mecburiyetindeyiz. Çünkü
biz tamamıyla kendimize sahip olamadığımız gibi, ilâhî mülkün ve tasarrufun
dışına çıkma gücünü de kendimizde taşımıyoruz. Her şeyimizle O'na aitiz ve
O'nun kudretinin eseriyiz.
Âhiret gününde ise, bütün işler, niyetler, ameller O'nun
huzurunda son bulup karşılık görür. Hiç kimse kendini bu mukadder sonuçtan
kurtaramaz. [44]
«Kim de küfrederse, onun
küfrü seni üzmesin. Onların dönüşü ancak bizedir. O zaman işlediklerini
kendilerine bir bir haber veririz..»
Hayır ve şer, imân ve
küfür, iyilik ve kötülük, helâl ve haram gibi kavramlar nisbî
ve izafîdir. Yani biz insanlara ve dünya hayatımızın şartlarına göre bu
kavramların yeri vardır. Allah'a nisbetle bunların
hiç biri söz konusu değildir. Oünkü O mutlak
yaratandır ve mutlak ganiydir. Koyduğu kanunlar,
belirlediği statüler bütünüyle biz insanlardan yanadır ve her iki hayatımızı
düzen, denge ve güvene kavuşturmamızla ilgilidir.
O halde kim aklını kullanıp
gerçeği arayıp bulur ve onu bâtıla teraîh ederse,
kendi lehine bir ortam hazırlamış olur; kim de bunun aksine bir yol tutarsa,
kendi aleyhine bir sonuç hazırlamış sayılır. Öylesi için üzülmenin fazla bir
anlamı ve yararı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak saadete
uzanan yolu gösterip kolaylaştırmak suretiyle çok âdil bir ortam vüouda getirmiştir. Bu ortamı kendi lehine değerlendiren,
kendi geleceğine olumlu yönde hizmet etmiş olur; kendi aleyhine değerlendiren
ise, her bakımdan kendine zulüm etmiş bulunur. Bize düşen görev, onun bu
tutumuna üzülmek değil, onu kurtarmanın yollarını düşünüp yardımcı olmaya
çalışmaktır. Sonunda iyilik işleyenler de, kötülükte bulunanlar da Allah'ın
adalet ve hakkaniyet divanına döndürülecek ve herkes işlediğinin karşılığını
noksansız görecektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
yaptıklarımızdan hiçbir şeyi kaçırmaksızın tesbit
ettiğini unutmamamız gerekmekte ve ölmeden önce kendimizi hesap vermeye hazır
duruma getirmemiz istenmektedir. [45]
«Göklerde ve yerde
olanlar Allah'ındır. Şüphesiz ki Allah ganiydir
(hiçbir şeye muhtaç değildir; ama her şey O'na muhtaçtır). Övülmeğe de en çok O
lâyıktır.»
Gökleri ve yeri biz
yaratmadığımız gibi, kendi kendimizi de yaratan biz değiliz. Şu muazzam
kâinatta insanın yoktan var kılıp vücut alanına getirdiği ne vardır? İyice
düşünüp incelediğimiz zaman, hiçbir şeyi yoktan var kılamadığımızı ve bir
bakıma O sonsuz kudretin karşısında ve kurduğu büyük sistem önünde bir hiç
olduğumuzu anlarız. Yaratıp düzene koyan, var kılıp vücuda getiren biz
olmadığımıza göre, kâinatta vücut bulan her şey Allah'a aittir. O halde muhtaç
olan Allah değil, bizleriz.
Kur'ân-ı Kerîm bu hakikat ve inceliği şu cümleyle gönül
defterine yazmamızı emrediyor: «Şüphesiz ki Allah ganiydir;
övülmeğe de en çok O lâyıktır.» [46]
Yukarıdaki âyetlerle,
yaratılan şeylerin insanın hizmetine verildiği konu edildi. Gizli-açık birçok
nimetlerin cömertçe hazırlanıp insanın istifadesine sevkedildiği
belirtilerek mevcut şeylerden meşru sınırlar içinde yararlanmamız istenildi.
Buna rağmen insanların çoğunun nefsine ve İblîs'in telbîsine
mağlup olarak nankörlük ettiği üzerinde durularak mü'minierin
bu konuda çok dikkatli olmalarına dolaylı şekilde atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
öncesiz ve sonrasız olduğu gibi, O'nun sözlerinin de bir sonu, bir sınırı düşünülemiyeceği konu ediliyor. Böylece Kur'ân'daki
sözlerin, biz insanların ihtiyacına göre düzenlendiğine işaret ediliyor, Sonra
da Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz
ve sınırsız kudretine değinilerek, öldükten sonra yaratmanın O'na göre bir
zorluk arzetmiyeceği, bir tek canlıyı yaratmak ne
ise, ölen bütün canlıları da yaratmanın o gibi olduğu bildirilerek şüpheden
uzak kalmamız emrediliyor. [47]
27— Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de
arkasından yedi deniz daha katılıp (mürekkep) olsaydı, yine de Allah'ın
sözleri bitmezdi. Şüphesiz ki Allah çok üstündür, çok güçlüdür, yegâne hikmet
sahibidir.
28— Sizin yaratılmanız da, öldükten sonra
diriltilip kaldırılmanız da ancak bir tek canlıyı (yaratmak ve diriltmek)
gibidir. Şüphesiz ki Allah işitendir, görendir.
«Eğer yeryüzündeki
ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılıp (mürekkep) olsaydı,
yine de Allah'ın sözleri bitmezdi..»
Allah mutlak anlamda
öncesiz ve sonrasızdır. İlmi, kudreti ve kemal sıfatları da öyle.. O halde
sınırlı olan ağaçlar kalem ve sınırlı olan denizler mürekkep olsa, yine de
Allah'ın sözlerini, O'nun yüceliğini, kudret ve azametini yazıp bitiremez, [48]
İnsanoğlu henüz fizik
âlemini tamamen çözememiştir; çözmek şöyle dursun kâinatın büyüklüğü karşısında
ilmin katettiği mesafe, büyük bir çölde karıncanın
birkaç adımlık kat'ettiği mesafe kadar ya var ya da yoktur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
mübarek anlatımıyla, yerler ve gökler Arş'a ve Kürsî'ye
nisbetle çöle atılmış bir halka gibidir. Fizik âlemi
bu kadar geniş ve bir bakıma uçsuz bucaksız olunca, bu azamet karşısında bizim
bildiklerimiz ne olabilir? Bir de fizik ötesini düşünelim; kalemler ve mürekkepler,
bunları yazmaya; ilâhî kudret ve sanatı belirtmeye yeter mi?
İlgili âyetle, bu
gerçeğe değinilerek insan aklına, duygu ve düşünce-sine ışık tutuluyor ve âyet-i
kerîme Allah'ın iki kemal sıfatıyla noktalanıyor: Azîz, Hakîm..
Birinci sıfat Allah'ın üstün
ve sınırsız kudretini; ikinci sıfat O'nun her şeyi bir amaca yönelik, belli bir
düzene göre, ilâhî plân çerçevesinde yarattığını; gereksiz, hikmetsiz ve
anlamsız hiçbir şey yaratmadığını belirtir, [49]
«Sizin yaratılmamz da, öldükten sonra diriltilip kaldırılmanız da
ancak bir tek canlıyı (yaratmak ve diriltmek) gibidir. Şüphesiz Allah işitendir,
görendir.»
Canlılar âleminin
anatomik, fizyolojik ve antropolojik yapıları belli elementlerden meydana
gelmiş ve taşıdıkları canlılık vasfı, onları cansızlardan ayırmıştır.
Allah'ın yaratıcı kudreti tecelli edince bütün canlı türlerini yaratması bir
tek canlıyı yaratması gibi kolaydır. Çünkü O'na göre zorluk söz konusu
değildir. Kudretinin sınırsızlığı bütün zorlukları yenecek, kaldıracak
özellikte ve vasıftadır.
Yukarıdaki âyetle,
Allah'ın bu anlamda yaratıp vücuda getirme kudreti belirtilirken yine O'nun
iki kemal sıfatına yer veriliyor: Semî1 ve Basîr.,
Birincisi, her şeyi işitip
bilen, her inceliği ve gizliliği duyan; ikincisi, her şeyi görüp bilen, her
inceliği ve gizliliği müşahede edip anlayan demektir. Şüphesiz yaratma
kudretine sahip olan Cenâb-ı Hakk'ın
yaratmada bu iki sıfatının tecellisi gerekmektedir. Böylece yaratılan her canlı
bu iki sıfatın tecellisine mazhar oiur.
O sebeple çok hücreli canlıların çoğunun gözü ve kulağı vardır. Bu iki organı
olmayan canlıların ise, taşıdıkları anten ve benzeri bir organla sözü edilen
mazhariyete erdirildiği: görülür. [50]
Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın sözlerinin de
sonsuz ve sınırsız olduğuna dikkatler çekildi. Ölen canlıların ikinci hayata
kaldırılmasında hiçbir güçlüğün sözkonusu olamıyacağı anlatılarak mü'minler
aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin
üstünlüğüne dikkatler çekilerek bilimsel ölçüde üç delil sıralanıyor ve
böylece Allah'ın mutlak anlamda «hak» olduğu, herşeyi
denge ve düzende yaratıp plân ve programsız bir şey vücuda getirmediği
açıklanarak hak ile bâtıl arasında daha iyi bir mukayesede bulunmamız
isteniliyor. [51]
29— Görmedin mi ki, Allah geceyi gündüze, gündüzü
de geceye katar; Güneş ve Ay'ı buyruk altına almıştır; herbiri
belirlenmiş bir vakte kadar (kendi yörüngesinde) seyredip durur. Ve Allah
elbette yapageldiğiniz şeylerden haberlidir.
30— Bu böyledir. Çünkü Allah hak'tır, O'ndan
başka taptıkları bâtıldır. Ve elbette Allah çok yücedir, çok büyüktür.
31— Görmedin mi ki, gemi, Allah'ın nîmetiyle
denizde yüzüp gider. Allah, bununla (kudretinin yüceliğine delâlet eden) bazı
âyetlerini gösterir. Şüphesiz ki bunda çokça sabreden, çokça şükreden herkese
öğütler, ibretler vardır.
32— Onları dağlar gibi (veya gölge salan bulutlar
gibi) dalgalar sarıp kapladığında, dini Allah'a has kılıp samimiyetle O'na duâ
edip yalvarırlar.
Kendilerini kurtarıp
karaya çıkardığı vakit, onlardan bir kısmı sâdık kalıp verdiği söze bağlılık
gösterir. Zaten bizim âyetlerimizi ancak çok nankör gaddar olanlar inatla inkâr
ederler.
Rivayete göre, Mekke
fethedildiği günlerde Ebû Cehl'in
oğlu İkrime, Mekke'yi terkedip
Cidde'de hareket etmek üzere bulunan bir gemiye binerek başka bir ülkeye
sığınmayı düşünmüştü. Derken denizde büyük bir fırtına başladı. Herkes ölüm
teri döküyordu. Bu arada İkrime, «Eğer Allah bizi bu
fırtınadan salimen kurtarırsa, Muhammed'e (A.S.) döner de O'na bey'at etmek için elini elimin üstüne korum» diyerek yemin
etti. Çok geçmeden fırtına dindi. İkrime
ilk fırsatta Mekke'ye döndü ve İslâm'a girdi. Yukarıdaki 32. âyet o sebeple
indi.[52]
«Görmedin mi ki, Allah
geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar..»
Bu anlatım tarzı Kur'ân'da az değişik ifadelerle tam on yerde geçer.
Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin kemâline delâlet eden bu belge, bilimsel
olarak üzerinde durulmaya değer bir muhtevadadır.
Geceyi gündüze, gündüzü de
geceye katması, dünyanın hem iki ayrı hareketine, hem dünyanın batıdan doğuya
doğru döndüğüne, hem de güneşin etrafında elips şeklinde bir yörünge
izlediğine işarettir. Öyle ki, dünya batıdan doğuya doğru dönerek hareketini
sürdürürken hep geceyi arkasında bırakıp gündüzü oluşturmaktadır. [53]
«Güneş ve ay'ı buyruk
altına almıştır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar
(kendi yörüngesinde) seyredip durur..»
«T e s h î r» kelimesi çok anlamlı olup, bulunduğu konu ve
cümleye göre yorum ister. Zapt etmek, ele geçirmek, buyruk altına almak, boyun
eğdirmek, bağlı bulunduğu kanuna uydurmak, yaratıldığı amaca yönelik hizmet
vermesini sağlamak ve baş eğdirip emre uymasını devam ettirmek bu cümledendir.
Güneş ile ay'ın
teshiri, bağlı bulundukları fiziksel kanuna uygun hareketlerini sağlamak ve
böylece istenilen faydayı vermelerini gerçekleştirmektir. Dünya bağlı
bulunduğu kanuna göre, hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin çevresinde
ölçülü, hesaplı bir yörüngede hareket etmekte olup, buyruk altına alınmıştır.
Artık dünyanın bu belirli sınırı aşması, başka bir hareket göstermesi -kıyamete
kadar- söz konusu değildir. Güneş de bağlı bulunduğu umumî cazibe kanununa göre
hareket etmekte ve devamlı enerji üretip vermektedir. Artık güneşin de bu
sınırı aşması düşünülemez.
Güneş ve ayın
belirlenmiş bir vakte kadar veya belirlenmiş yörüngelerinde hareket sürelerini
tekrarlayıp kıyamet kopuncaya kadar sürdürmeleri takdir edilmiştir. Her ikisi
bu takdîre bağlı bulunuyorlar, yani ona baş eğmişlerdir.
Diğer bir yoruma göre
: «Belirlenmiş vakte kadar»dan maksat, yörün-gelerindeki hareket sürelerinde bir şaşma, bir aksama
olmayacağı gibi, kıyamet olayına kadar da bu ikisi insanlara hizmet vermeye
devam edecek, hizmetlerinde bir aksaklık olmayacaktır.
Cenâb-ı Hak bizim, güneş ve ay hakkında neler
düşündüğümüzü, bu iki harika sanat eserinin karşısında Yüce Yaratan'ı nasıl
anladığımızı ve böyle bir idrâk içinde nasıl, ne gibi amellerde bulunduğumuzu
çok iyi biiir ve ona göre bize bir gelecek hazırlar.
Çünkü gerçekten Cenâb-ı Hak her şeyden haberdardır;
ilmi her şeyi kemal derecesinde kapsayıp kuşatmıştır.'
«Bu böyledir. Çünkü
Allah Hak'tır, O'ndan başka taptıkları bâtıldır.»
Hak, Allah'ın kemâl
sıfatlarından biridir. Burada
«bâtıl» karşılığında kullanılmıştır.
Çünkü hak, sabit olup zeval bulmayan; bâtıl, sabit olmayıp zeval bulan şeklinde
açıklanır. Hak, her yönüyle tamdır ve mutlak kudret sahibidir. Bâtıl her
yönüyle noksandır ve yok elmaya mahkûmdur.
Diğer bir yorumla, Cenâb-ı Hak, her şeyi hikmet doğrultusunda denge ve düzende
yaratmış ve sistemler arasında uyum meydana getirmiştir.
O'nun kurduğu bu denge
ve düzene uyan her iş ve amel haktır; uymayan bâtıldır.
Cenâb-ı Allah'ın «hak» olduğu belirtildikten sonra O'nun
iki kemal sıfatına daha yer verilerek konuyu daha iyi anlamamız istenmektedir,
O da: Aliy ve Kebîr.,
Birinci sıfat, O'nun yüceliğini,
kemal derecesinde sonsuzluğunu; ikinci sıfat ise, O'nun büyüklüğünü, kemal
derecesinde sınırsızlığını yansıtır. Çünkü O'nun «Hak» sıfatı bu iki sıfatla
tecelli ve kurduğu dengeli düzenli kâinatla tezahür etmektedir. [54]
«Görmedin mi ki, gemi,
Allah'ın nîmetiyle denizde yüzüp gider. Allah, bununla size (kudretinin yüceliğine
delâlet eden) bazı âyetlerini gösterir..»
Gemi, önce Allah'ın
insana verdiği birtakım yetenekler sayesinde icad
edilmiş bir nimettir. Sonra da Allah'ın lutfunun,
rahmetinin ve selâmetinin tecellisi sayılan belli fiziksel kanunlarla suyun
üstünde yüzüp yol almaktadır. Aynı zamanda yelkenli olanı Allah'ın rüzgâr
nimetiyle, buharlı olanı Allah'ın kömür nimetiyle hareketini sağlamaktadır.
Böylece Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da gemi ve
denizin yararına işaretle bu konuyu 11 yerde anarak dikkatlerimizi denizlere,
onlardaki ürünlere ve deniz taşımacılığına çekmiş, bu büyük nimetten
yararlanmamızı telkîn ederek hafızamızda iz bırakacak, idrakimizi uyanık tutacak
şekilde tekrarlamıştır. [55]
İlgili âyetin son
kısmında bir diğer incelik söz konusudur; şöyle ki: Denizden ve onda Allah'ın
nîmetiyle yüzen gemiden bahsedildikten sonra şu cümleye yer verilmiştir:
«Şüphesiz ki bunda çokça sabreden, çokça şükreden herkese öğütler, ibretler
vardır.»'
Unutmamak gerekir ki,
denizlerde araştırma yapmak, deniz ürünlerinden yararlanmak ve denizlerin
altındaki kaynaklara inmek bütünüyle ilme, bilgiye, beceriye dayalı sabır
işidir. Aynı zamanda elde edeceği her nimet karşılığında Allah'ı hatırlayıp
şükretmesini bilen mü'minlerin görevidir. [56]
«Onları dağlar gibi
(veya gölge salan bulutlar gibi) dalgalar sarıp kapladığında, dini Allah'a has
kılıp samimiyetle O'na duâ edip yalvarırlar..»
Denizde gemiyle yol
alırken dağ gibi veya gölge salan büyük bulut parçası gibi dalgalar ardarda gelerek gemidekilere ölüm teri döktürdüğü ve maddî
çarelerin ortadan kalktığı bir zamanda, Allah'a inanan ve inanmayan hemen
herkesin mânevi bir destek ve yardım beklemesi ne ile yorumlanır? İnsanın
ruhuna enjekte edilen ve «elestü bi-Rabbiküm = ben sizin Rabbınız
değil miyim?» hitabında ifade ve anlamını bulan Allah duygusu ve din fikri bir
anda inkâr kabuğunu çatlatıp ortaya çıkmakta ve inkarcı maddeciye «Ya Allah» dedirtmektedir.
Kur'ân bu gerçeğe dikkatleri çekip Allah'ı inkâr etmenin
büyük bir gaflet ve aşırı bir haksızlık, aynı zamanda çok gülünç bir bönlük
olduğunu imâ etmekte ve «Zaten bizim âyetlerimizi ancak çok nankör, gaddar olanlar
inatla inkâr ederler» diyerek nankörlüğe ve inkâra esef yağdırıyor, ruhlarını
tahrik için'de denizdeki olayı misal veriyor. [57]
Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın yüksek kudretine
dikkatler çekilerek bilimsel açıdan üç kadar delil açıklandı. Sonra da
kâinattaki mutlak denge ve düzenin, Hak olan Allah'ın eseri olduğu konu
edilerek mü'-minler aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetle, âhiret gününde soy-sop bağlarının kopacağı, hısımların
birbirlerine sahip çıkamıyacağı ve herkesin kendi
ameliyle başbaşa kalacağı hatırlatılarak kısa olan
insan ömrünün ilâhî program çerçevesinde değerlendirilmesi tavsiye ediliyor.
Dünya hayatının birkaç günlük çekiciliğine ve şatafatına aklanmamamız tenbîh edilerek plândaki yerimizi almamız emrediliyor. [58]
33— Ey
insanlar! Rabbınızdan korkup (kötülüklerden) sakının.
Öyle bir günden korkun ki, baba evlâdından ötürü bir şey ödeyemez, evlât da
babasından ötürü bir şey ödeyici değildir. Şüphesiz ki Allah'ın va'di (verdiği söz) haktır. Sakın Dünya hayatı sizi
aldatmasın ve sakın o aldanmış mağrur (Şeytan) sizi Allah'a (O'nun geniş
rahmetine ibadetsiz, amelsiz) güvendirmesin.
«Ey insanlar! Rabbınızdan korkup (kötülüklerden) sakının. Öyle bir günden
korkun ki, baba evlâdından ötürü bir şey ödeyemez, evlât da babasından ötürü
bir şey ödeyici değildir..»
Babalık, evlâtlık,
analık ve hısımlık bağları dünya hayatıyla, neslin devamını sağlama duygusuyla
ilgilidir. Kıyamet gününde ergen olmadan ölen çocuklar dışında herkes kendi
nefsiyle, amel ve niyetiyle meşgul olur da bunun dışında başkasının ameliyle
veya hesabıyla meşgul olamaz. Öyle ki: Baba evlâdına karşılık, evlât da
babasına karşılık bir şey ödeme hakkına, gücüne ve yetkisine sahip değildir. O
halde yukarıdaki âyetle de işaret edildiği gibi, ne baba evlâdından dolayı
günah işleyip inkâra sapsın; ne de evlât babasından dolayı günah ve isyanlara
dalsın; azgınlık ve ahlâksızlıkta bulunsun. Zira her ikisi de belirtilen
sebepten dolayı işleyecekleri günah ve hatâ sebebiyle âhiret
gününde birbirlerini kurtarmaya mâlik değillerdir. Dünyanın birkaç günlük
makam ve şöhreti, servet ve ihtişamı kimseleri aldatmasın; şeytan da o yüzden
kimseleri azdırıp sapıtmasın. Çünkü dünya hayatı amaç ve gaye değildir;
bütünüyle olgunlaşmamıza ve âhi-rete hazırlanmamıza
vesile ve araçtır. Diğer bir anlatımla, sonsuz hayata hazırlanma dönemidir.
Şeytan ise, zıtların tartışıp çatışmasını hızlandıran, hayata canlılık ve
hareket katan, ama bütünüyle şerri temsîl edip hayrın karşısına çıkan bir sınav
vasıtasıdır. İnsan iyiliğe ve hayra ağırlık verdiği nisbette
onun tesir alanından uzaklaşabilir.
Ebedî hayat için
yaratılan insan ancak o hayata gözlerini açmadan önce kendini. Yüce Yaratanını,
niçin yaratıldığını, nerede bulunduğunu, nereye gideceğini bilmek zorundadır.
Aynı zamanda hayatın tadını, sıkıcı ve ferahlatıcı yanlarını duyup daha iyisine
kavuşma arzusunun içinde doğması gerekmektedir; ayrıca bu duygu ve inançla
dünya hayatından hikmetin ve amacın ne olduğunu iyice kavraması söz konusudur.
Ne var ki, insanın içindeki nefis ve dıştan ona yardımcı olan İblîs durmadan
onu dünyaya bağlamaya, amacından saptırmaya, yaratanını unutturmaya çalışırlar;
dünya hayatını nimetleriyle birlikte ona çok çekici gösterip durmadan kalbini
tahribe yönelirler. Allah'a imân edenlerin bir kısmını, ilâhî rahmetin
genişliğiyle avutup ibâdet ve taâtten ahkorlar.
Böylece Cenâb-ı
Hak, hem inkarcılara, hem şüphecilere, hem de inananlara seslenerek şöyle
uyanda bulunmaktadır: «Allah'ın va'di (verdiği söz)
haktır. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın o aldanmış mağrur (şeytan)
sizi Allah'a (O'nun geniş rahmetine ibadetsiz, amelsiz) güvendirmesin..» [59]
Yukarıdaki âyetle âhiret âleminde soy-sop bağlarının kesileceği, kimsenin
kimseye sahip çıkamıyacağı konu edildi. Sonra da
dünya hayatından hikmet ve amacın ne olduğuna değinilerek aydınlatıcı Ve uyarıaı bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetle, bilgisi
sadece Allah yanında mahfuz tutulan beş önemli şeyden söz edilerek, insanın
ölüm ve âhiret için her an hazırlıklı olmasına işaret
ediliyor. [60]
34— Şüphesiz
ki Kıyâmet'in kopuş saatiyle ilgili bilgi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O
yağdırır; ana rahmindekini O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanıp elde edeceğini
bilmez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Allah elbette (her şeyi
hakkıyla) bilendir, (her şeyden mutlaka) haberlidir.
«Beş şey var ki onları
Allah'tan başkası bilmez: Kıyamet saati (kopuş tarihi)nin
bilgisi Allah yanındadır. Yağmuru o yağdırır, (nereye, ne zaman sevk edeceğini
o belirleyip bilir ve ona göre birtakım belirtiler gösterir). Ana rahmindekini
(oluşan ceninin saîd mi, yoksa şakiy
mi olacağını) O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse
nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah bilendir ve her şeyden
haberdardır.» [61]
«Gaybın
anahtarı beştir ve onları Allah'tan başka kimse bilmez:...» [62] Abdullah b. Seleme (R.A.) diyor ki:
«Peygamberimize (A.S.)
her şeyin anahtarı verildi, ancak (âyetle belirtilen) şu beş şeyin değil:............»[63]
Benî Âmir kabilesinden
bir adam Peygamber (A.S.) Efendimiz'in yanına girmek
istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.) kendisine
hizmet eden adama şu talimatı verdi: «Çık da ona, içeri girme adabını öğret:
es-S ela mü aleyküm, içeri girebilir miyim? desin.»
Gelen adam bu adabı öğrenince aynen söyleyerek izin istedi. Kendisine izin verilince
de içeri girdi.
Şimdi onunla Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arasında geçen konuşmayı hep
birlikte okuyalım .
— Ey Allah'ın Peygamberi! bize neler getirdin?
— Size hayır ve iyilik getirdim. Bir olan,
ortağı bulunmayan Allah'a ibâdet etmenizi; Lât ve Uzza'yı terketmenizi; gece gündüz
beş vakit namaz kılmanızı; zekâtı zenginlerinizden alıp fakirlerinize
dağıtmanızı (hüküm olarak) getirdim.
— İlimden bilmediğiniz bir şey kaldı mı?
— Allah şüphesiz bana hayırlı şeyler öğretti.
Ama ilimden öyle şeyler de vardır ki, onları Allah'tan başkası
bilmez:............... buyurarak yukarıdaki âyeti okudu. [64]
«Allah bir kulunun ne yerde
öleceğini takdir etmişse, o kulun eceli gelince bir ihtiyacı çıkar da o yere
gider.» [65]
«Şüphesiz ki kıyametin
kopuş saatiyle ilgili bilgi Allah'ın yanındadır..»
Âyetin açık anlatımına
göre, insan zekâsı ve ilmi şu beş şeyi bilemez:
1— Kıyametin ne zaman kopacağını, yani kopuş
saatinin hangi tarihte meydana geleceğini,
2— Yağmurun -alâmetleri ortaya çıkmadan- takdîr
edilen vaktini ve ne yere yağacağını,
3— Ana rahmindeki ceninin ne olduğunu,
4— Kimin
yarın ne kazanacağını,
5— Kimin
nerede öleceğini..
Açıklama :
1— Kıyâmet'in kopacağı saatin bilgisinin gizli
tutulması, hio kimseye bildirilmemesi birtakım
hikmetlere yönelik bir anlam taşımaktadır. Şöyle ki:
a) Büyük rakamlarla, meselâ şu kadar milyon veya
milyar yıl sonrc denilseydi, insanların çoğu bunun rastgele söylenmiş bir rakam olduğunu sanır ve o yüzden
kıyamet olayına inanmak istemezdi.
b) Aynı zamanda büyük rakamlarla ifade edilecek
bir güne hazırlanmaya gerek duyulmazdı,
c) Yakın olduğu bilinip tarihi kesin belli
olsaydı, insanların hayata bakış açısı değişir ve bir yandan da hayat
canlılığını kaybeder, ilmî araştırmalar dururdu.
d) Dünyanın hareketlerindeki şaşmazlığa,
güneşteki enerjinin tükenmek bilmeyen büyük bir kaynak olduğuna bakanlar,
kıyametin öyle yakın gelecekte kopmasının mümkün olmayacağını sanıp Allah ve
Peygamberini1 yalanlamaya cesaret edebilirlerdi.
Bu ve benzeri sebep ve
hikmetlerden ve bizim bilmediğimiz nice sır ve maksattan dolayı kıyametin kopma
vakti gizli tutulmuş, bu husus insanlara açıklanmamıştır.
2— Yağmuru Allah'ın yağdırma konusuna gelince:
Bu ifade ilk bakışta yağmuru oluşturan sebep ve kanunlara işaret edildiği
sonucunu veriyor. Şüphesiz bu bir bakıma itiraz kabul etmez bir gerçektir. Zira
sistemi kurup sebep ve kanunları koyan Cenâb-ı
Hak'tır, biz değiliz. O halde «Yağmuru O yağdırır» sözünden, bu olayı ancak O
meydana getirmektedir, başkası değil neticesi doğuyor. Diğer bir yorumla,
yağmuru ne vakit, nereye yağdıracağını ancak O bilir denilmektedir. Bu da ilk
nazarda yadırganabilir ve günümüzdeki barometre ve uydular aracılığıyla hava
tahmin ve tes-bit raporlarına ters düştüğü
sanılabilir. Oysa gerçek onların sandığı gibi değildir; yağmurun yağacağına
dair birtakım belirtiler ortaya konmadan durumu ne barometre, ne de başka
teknik bir imkânla tesbit mümkündür. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, yağmur olayını meydana getirmeden önce
birtakım alâmetler ve sebepleri yine belli kanunlara göre sevkeder.
Bu O'nun devam edegelen sünnetlerinden biridir. Sünnetullah henüz
belirtileri sevketme-den, insanın bir tahminde
bulunması mümkün değildir. İşte bu manayla, yağmurun yağma vaktini ve nereye
yağacağını, belirtilerden önce ancak Allah bilir neticesi ortaya çıkıyor.
3— «Ana rahmindekini Allah bilir.» Bu cümle
oldukça kapalıdır. O bakımdan yoruma ihtiyaç söz konusudur. Allah'tan başkası,
ana rahminde oluşan ceninin nesini bilmez? Kız veya erkek olduğunu mu; iyi
yararlı veya sapık azgın olacağını mı? Bize göre, ana rahminde oluşan ceninin mü'min veya kâfir olacağını; iyi-yararh
veya kötü-zararlı bir kimse olarak hayata gözlerini açacağını; cennetlik veya
cehennemlikler arasında yer alacağını ancak Allah bilir. Yoksa bazılarının
sandığı gibi, kız veya erkek olacağını Allah bilir demek değildir. Nitekim
günümüzde gelişen bilimsel araştırmalarla ceninin kız veya erkek olduğu
doğmadan önce tesbit edilebiliyor. Ama iyi-yararlı
bir mü'min veya zararlı bir inkarcı olacağını ilim tesbit edemiyor.
4— Hiç kimse yarin ne kazanacağını bilemez;
meğer ki, Cenâb-ı Hak ona ilham edip bildirmiş ola..
5— Hiç kimse ne yerde öleceğini de bilmez; meğer
ki Cenâb-ı Hak ona bildirmiş ola..
Lukmân Sûresi'ne, Kur'ân'ın hikmet
dolu bir kitap, doğru yolu gösteren rehber olduğu belirtilerek başlandı ve
Allah'ın her şeyi bildiği, her şeyden haberdar olduğu, insanların ise az şey
bildiği açıklanarak sûre noktalandı.
Bu sûrenin tefsirini
kolaylaştırıp bizi başarılı kılan ANah'a hamd-u senalar; sünnetiyle bize ışık tutup basiretimizi
açan Resûiüllah (A.S.) Efen-dimiz'e
de salât-ü selâm olsun. [66]
[1] el-Câmi'u Li-Ahkâml'l-Kur'ân
: 14/50
[2] LÜbabu't-te'vü
: 3/438
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4733.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4733.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4734.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4735.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4736.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4736.
[8] Bilgi için bak : Lübabu't-te'vîl : 3/439 - Esbab-ı Nüzul/Nisabûrî: 232
[9] » » »
; Tefsîr-i İbn Kesir : 3/441
[10] Tefsîr-i Kurtubî: 14/51-53
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4738.
[11] Zâriyat Sûresi : 56
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4738-4740.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4740-4741.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4741.
[15] Bilgi için bak : Nahl Sûresi
: 15, Enbiyâ Sûresi : 31, Nemi Sûresi: 61. âyetlerin tefsiri
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4741-4742.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4742.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4742-4743.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4743.
[20] Buharî/edeb:
6, imân: 16, vasiyet: 23, tıb: 48, hudud: 44- Müslim/imân: 142, 144- Ebû
Dâvud/vasaya: 19- Tirmizî/büyû': 3, daavat: 62,
tefsir; 4- Nesâî/
tahrîm: 3, vasaya: 12- Ahmed: 2/362
[21] Buharî/tevhîd:
48. cihâd: 1, edeb: 1-
Müslim/imân: 137, 140- Ebû Dâvud/
salât:
8- Tirmizî/mevakıyt 13, birr: 2- Nesâî/mevakıyt: 51- Ebû Dâvud/salât: 24- Ahmed: 1/410, 418, 421, 430- 5/368-6/374
[22] Tirmizî/birr:
36, fiten: 9, 70, 71, zühd:
39, 63, tefsir: 5, 18
[23] Ebû Dâvud/salât: 242, melâhim: 17- İbn Mâce/ikamet: 159, fiten: 20- Ah-med: 3/10, 52
[24] Müslim/cennet:
64- Ebû Dâvud/edeb: 40- İbn Mâce/zÜhd: 16, 23
[25] Taberânî - el-Hâkim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4745-4746.
[26] Bu konuda geniş bilgi için bak : el-Cami'u Li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 14/59, 60 - Tefsîr-i İbn
Kesir : 3/444, 445 - Câmiu'l-beyân Fi Tefsîri'l-Kur'ân: 21/43, 44
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4746-4747.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4747.
[29] Fazla bilgi için bak : Kamus Tercümesi : «hikmet»
maddesi
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4748.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4748.
[32] Bilgi için bak ; Âl-i tmrân
Sûresi: 104-114. âyetlerin tefsiri
[33] İsrâ Sûresi : 37
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4748-4754.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4754.
[36] Geniş bilgi için bak : Bakara Sûresi : 233- Ahkaf Sûresi : 15. âyetin tef-sîri
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4755-4756.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4746.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4758-4759.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4759-4760.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4760.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4761.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4761-4762.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4762.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4762-4763.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4763.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4764.
[48] Bilgi için bak : Kehf Sûresi
: 109. âyetin tefsîri.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4765.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4765-4766.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4766.
[52] Lübabu't-te'vîl:
3/444
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4768.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4768.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4768-4769.
[55] Bilgi için bak : Bakara Sûresi: 154, ibrahim Sûresi:
32, Nahl Sûresi: 14, İsrâ
Sûresi: 66, Hac Sûresi: 65, Rûm Sûresi : 46, Fâtır
Sûresi: 12, Ğafir Sûresi: 80, Zuhruf
Sûresi: 12, Câsiye Sûresi: 12. âyetlerin tefsiri
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4769-4770.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4770.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4771.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4771.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4772-4773.
[61] Müsned-i Ahmed:
2/24, 52, 58
[62] Buharî/tefsîr: 1/6, 2/31, istista:
29, tevhîd: 4- Ahmed: 2/122
[63] Müsned-i Ahmed: 1/445
[64] Müsned-i Ahmed:
1/448
[65] Hafız Ebû'l-Kasıra et -Taberânî/el-Mu'cemü'l –Kebîr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4774-4775.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4775-4777.